NAHL     SÛRESİ 6

Meali: 6

İniş Sebebi 6

İlgili Hadîsler. 7

Allah'ın Emri 7

Meleklerin Ruhla İnmesi 7

İnen Vahiy Genel Ölçüde İki Amaca Yöneliktir. 8

Peygamberi Ancak Allah Seçer. 8

Âyetler Arasında Bağlantı 8

Meali: 8

İniş Sebebi 8

İlgili Hadîsler. 9

Allah'ın Varlığına, Birliğine Deliller. 9

Göklerle Yeri Hak İle Yaratmıştır. 9

İnsan Nutfeden Yaratılmıştır     , 9

Davarlarda Isitacak Nesne Ve Nice Yararlar Vardır. 10

Davarların Birtakım Faydalı Yanları 10

At. Katır Ve Eşek. 10

Doğru Yolu Bildirmek Ve Ona Yöneltmek. 10

Doğru Yola Eriştiren Allah'tır. 11

Âyetler Arasında Bağlantı 11

Meali: 11

Gökten İndirilen Su. 11

Üç Yararlı Ürün. 12

Gece İle Gündüz - Güneş İle Ay. 12

Değişik Renkte Ve Biçimdeki Bitkiler. 13

Denizi Ürünleriyle Birlikte Hizmetimize Vermiştir. 13

Deniz Hukuku. 13

Âyetler Arasında Bağlantı 13

Meali: 14

İlgili Hadîs. 14

Dağların Dengedeki Rolü. 14

Yıldızlarla Yönleri Belirlemek. 14

Âyetler Arasında Bağlantı 15

MEALİ: 15

İniş Sebebi 16

İlgili Hadîsler. 16

Putperestlerin Sonu. 16

Allah Vardır Ve Birdir. 16

Kur'ân'a Eskilerin Masalları Diyenler Hep Yanılmışlardır. 17

İnkâr Ve Cehalet Sadece Kilif Değiştirir. 17

Hakkın Nurunu Karartmak İsteyenler. 18

Âyetler Arasında Bağlantı 18

Meali: 18

Hakka Karşı Çıkanlar Rüsvay Olurlar. 18

Allah'ı Bırakıp Başkasın! İlâhlaştıranlar. 19

Ümitsizlik Anında Allah'ı Anmanın Yararı Var Mıdır?. 19

Neden Sonu Gelmeyen Azap?. 19

Âyetler Arasinda Bağlantı 19

Meali: 20

İniş Sebebi 20

İyiliğin Karşılığı İyiliktir. 20

Âyetler Arasında Bağlantı 21

Meali: 21

İnkârda İnatla Israr Etmek. 21

İnsan İyiliğe Veya Kötülüğe Zorlanıyor Mu?. 21

Âyetler Arasinda Bağlanti 22

Meali: 22

İniş Sebebi 22

İlgili  Hadîs. 22

Her Ümmete Bir Peygamber Gönderilmiştir. 22

Doğru Yola İletmek Allah'a Aittir. 23

Öldükten Sonra Diriüp Kalkmak. 24

«Ol»  Emri 24

Âyetler Arasında Bağlantı 25

İlgili Hadîs. 25

Allah Yolunda Hicret Edenler. 25

Dünyada En Güzel Ülke. 25

Âyetler Arasında Bağlantı 26

Meali: 26

İniş Sebebi 26

İlgili Hadîs. 26

Peygamberler Erkeklerden Seçilmiştir. 26

İndirilen Zikir. 26

Kur'ân'ın İndirilmesinin Hikmet Ve Sebepleri 27

İnkarcı Sapıkları İzleyen Dört Büyük Tehlike. 27

Âyetler Arasinda Bağlantı 28

Meali: 28

İlgili Hadîsler. 28

Gölgelerin Secde  Etmesi 28

Her Şey Secde Halindedir. 29

Göklerde Canlı Yaratiklar Var Mıdır?. 29

Her Varlık O Yüce Kudretten Korkar. 30

Âyetler Arasında Bağlanti 30

Meali: 30

Ancak Bir İlâh Vardir. 31

Her Şey Allah'ındır. 31

Sıkıntılı Ve Felâketli Dönemlerde Allah'a Yönelmek. 31

Birkaç Günlük Zevk İle Oyalanıp Avunmak. 31

Âyetler Arasinda Bağlantı 32

Meali: 32

İlgili Hadîsler. 32

Putlara Hisse Ayıranlar. 32

Allah'a Kız Çocukları Nisbet Edenler. 33

Âhirete İnanmayanların Sergiledikleri Kötü Misaller. 33

Allah, Azizdir Ve Hakimdir. 34

Âyetler Arasında Bağlantı 34

Meali: 34

İlgili Hadîsler. 34

Hayvanları Koruma. 35

Allah, Azabı  Cabuklaştırmaz. 35

Hoşlanmadıkları Şeyleri Allah'a Nisbet Ederler. 35

Kur'ân-I Kerîm'in İndirilmesinin Bazı Sebepleri 36

Âyetler Arasında Bağlantı 36

Meali: 36

Kur'ân'ın Yağmura Benzetilmesi 37

Öldükten Sonra Dirilmemizi Anlatan Acık Bir Misal 37

Ters İle Kan Arasında Meydana Gelen Süt 37

İçki Ve Helâl R1zık. 38

Aklını Kullanan Millet 38

Âyetler Arasında Bağlantı 39

Meali; 39

İlgili Hadîsler. 39

Balda Şifâ Vardır. 40

Bal Arısına Vahiy. 40

Âyetler Arasında Bağlantı 40

Meali: 41

İlgili Hadîs. 41

Allah Verdiği Bilgiyi Geri Alir. 41

Rızık Hususunda Kiminin Kiminden Üstün Kılınması 42

Aile Yuvasının Önemi 42

Şaşkınlığın En Kötüsü. 43

Rivayetler Ve  Yorumlar. 43

Âyetler Arasında Bağlantı 43

Meali: 43

Yaratan İle Yaratılan Arasındaki Fark. 44

Allah, Ne Güzel Misal Veriyor! 44

İnsanları Robotlaştıranlar. 44

Âyetler Arasında Bağlantı 44

Meali: 45

İniş Sebebi 45

İlgili  Hadîs. 45

Göklerin Ve Yerin Gaybı Allah'a Mahsustur. 45

Kıyametin Aniden Kopması 46

İşitme, Görme, Anlama. 47

Kuşların Açık Bir Belge Olması 47

İnsan Medenî Tabiatta Yaratılmıştır. 47

Yünün, Pamuğun,  Ketenin Yerini  Ne Tutabilir?. 48

Âyetler Arasında Bağlantı 48

M E Â I İ : 48

Her Ümmetten Bir Şahit Getirilecek. 48

Putlar Konuşturulacak. 49

Âyetler Arasında Bağlantı 49

Meali: 49

İlgili Hadîs. 49

Rahmetten Kaynaklanıp Gelen İkinci Uyarı 49

Dünya İman Ve Amel Dönemidir. 50

Âyetler Arasında Bağlantı 50

Meali: 50

İlgili Hadîsler. 50

Toplumu Fazilet Temeli Üzerinde Yükselten Alti Prensip. 51

Yorumlar, Rivayetler. 52

Âyetler Arasında Bağlantı 53

Meali: 53

İniş Sebebi 53

İlgili Hadîsler. 53

Andlaşma Ve Sözleşmelere Bağlı Kalmak. 53

Nefis Bir Benzetme. 54

Dileseydi, Bütün İnsanları Bir Tek Ümmet Yapardı 55

Kur'ân-I Kerîm'de Ashab-I Kirama Sesleniliyor. 55

Andlaşmalar, Sözleşmeler, Yeminler. 56

Tükenen Ve Tükenmeyen Nimetler. 56

Nimete Karşı Da Sabırlı Olmak. 56

Âyetler Arasında Bağlantı 57

Meali: 57

İlgili Hadîsler. 57

Bazı Konularda Erkek Ve Kadın Eşitliği 57

İman Ve Sâlih Amel 58

Salih Amel İmanla Birleşince Güzel Bir Hayat Yaşatmaya Sebep Olur. 58

Kur'ân Okumaya Başlarken Eûzü Çekmek. 59

Şeytanın Allah'a Ortak Koşanlar Üzerinde Sultası Vardır. 59

Âyetler Arasinda Bağlantı 60

Meali: 60

İniş Sebebi 60

Bir Âyeti, Başka Bir Âyetin Yerine Koyup Değiştirmek. 60

Kur'ân'a Dil Uzatan Cahiller. 61

Kur'ân'ın  Üç Ana Hedefi 61

Onu Ruhulkudüs Hak İle İndirmiştir. 62

Kur'ân'ı Bir İnsan Mı Öğretmiştir?. 62

Allah, İnanmayanları Doğru Yola İletmez. 62

Âyetler Arasında Bağlantı 62

Meali: 62

İniş Sebebi 63

İlgili Hadîs. 64

Fıkhî Yönü. 64

Dünya Hayatını Tercih Edenler. 64

Allah Kâfirleri Doğru Yola Eriştirmez. 64

İnkarcı Maddeciler Neden Doğru Yolu Görmezler?. 65

Âyetler Arasında Bağlantı 65

Meali: 65

İniş Sebebi 65

İmanın Faturası 66

Herkes İşlediğinin Karşılığını Görecek. 66

Medineli'lere Verilen Tarihî Misal 66

Âyetler Arasında Bağlantı 67

Meali: 67

Medineli'lere Tavsiye. 67

Zaruretler Sınırlıdır. 68

Helâl Ve Haram Kılma Yetkisi 68

Âyetler Arasinda Bağlantı 69

Meali: 69

Yahudilere Haram Kılınan Şeyler. 69

Âyetler Arasında Bağlantı 70

Meali: 70

İbrahim Peygamber Tek Başına Bir Ümmet İdi 71

İbrahim Peygamberin (A.S.) Bazı Özellikleri 71

İbrahim Peygamber'e (A.S.) Uyulmasıyla İlgili Emir. 72

Âyetler Arasında Bağlantı 72

Meali: 72

İlgili Hadîsler. 72

Cumartesi Gününe Mahsus Kısıtlamalar. 73

Âyetler Arasında Bağlantı 74

Meali: 74

İlgili Hadîsler. 74

İrşat Ve Davetin Üç Yolu. 74

Konuşma Tekniği 74

Konuşmada Ses Ayarı 75

Hitap Edilen Toplumu Çok İyi Tanımak. 75

Mürşidin Görevi 75

Âyetler Arasında Bağlantı 76

Meali: 76

niş Sebebi 76

İlgili Hadîsler. 76

İslâm'ın Yüceliği 77


NAHL     SÛRESİ

 

Kur'ân'ın on altıncı süresidir. Baldan ve bal arısından söz edildiği için bal arısı anlamına gelen nahl, sûreye isim olmuştur. Ayrıca buna «nîam», yani nîmetler sûresi de denilmiştir.

Sûrenin tamamı Mekke'de inmiştir. [1]

Âyet sayısı      : 128

Kelime »          : 2840

Harf      »          : 7707 [2]

Nahl Sûresinin Kapsadığı Başlıca Konular:

 

1—  İnkarcı  azgınların  kıyametin  hemen   kopmasını  istemeleri   konu edilir. Varlık âleminin yaratılmasıyia ilgili belge ve delillere yer verilerek Allah'ın varlığına ve birliğine geçiş sağlanır.

2—  Allah'ın kullarına verdiği sayısız nimetlerden söz edilerek nan­körlük edenler uyarılır.

3—  Allah'a ortak koşanlar, inkarcı sapıklar, maddeci şaşkınlar kına­nır ve böylece hiçbir şeyin Allah'a ortak olamıyacağı belirtilir.

4— Allah'ı inkâr edip zulüm ve ahlâksızlığı sanat edinen kavim ve milletlerin yıkılıp yok edildikleri bazı misallerle anlatılarak tarihin teker­rür edeceğine dikkatler çekilir,

5—  İnkâroı sapıkların peygambere gerek olmadığıyla  ilgili  iddiaları çürütülerek gereken bilgi verilir.

6— Peygamberlerin insanları Hakk'a davetinin özeti belirtilerek be­şer aklını ve idrâkini harekete geçirecek deliller ortaya konur.

7—  Müşriklerin, sapık maddecilerin ikinci hayatı, yani âhireti  inkâr etmeleri üzerinde durulur ve aynı zamanda son peygamber Hz. Muham-med'in (A.S.) risaletini kabul etmeyenlerin nasıl ruhî bir maraza mübtelâ olduklarına  işaret edilir.  Sonra da  böylelerine  hazırlanan  elim  azaptan bahsedilerek inkarcılar uyarılır.

8—  Putperestlerden bir kısmının, melekleri Allah'ın kızları diye tanım­lamalarını kınar ve Allah'ın evlât edinmekten münezzeh olduğu açıklanır.

9—  İlâhî rahmetin inananlarla beraber bulunduğu, onlar hakkında te­celli edeceği çok doyurucu bir anlatımla işlenir.

10—  Besin değeri yüksek olan süt ve baldan, meyvalardan söz edile­rek dikkatler bu faydalı maddelere çekilir. Balda şifâ bulunduğu açıklana­rak ilim adamlarına temel bilgi, ana fikir verilir.

11—  Göz, kulak vb. organların her birinin Allah'ın kudret damgasını taşıdığına işaretle bunların önemi üzerinde durulur.

12—  Kıyamet gününde peygamberlerin kendi  ümmetlerine şahit tu­tulacakları ve o yüzden mazeretlerin kabul edilmiyeceği, birer uyarı anla­mında haber verilir.

13—  Adalet, iyilik ve yakınlara ilgi gösterip yardımcı olmak emredilir. Dinin, aklın, sağlam örfün fena gördüğü her türlü hayasızlık, ahlâksızlık, söz ve davranış, haklara tecavüz yasaklanır. Verilen sözlere bağlı kalın­ması emredilerek, mü'mine yakışan sadakate atıflar yapılır.

14— Şeytandan Allah'a sığınılması emredilir. Onun gerçek mü'minler üzerinde bir sultası olamıyacağı hatırlatılır.

15—  Kişinin kalbi imân ile yatışmış bulunduğu halde, bir zorlama ve tehdit neticesi dil ile küfrü gerektiren bir söz söylemesinde sakınca olma­dığı bildirilir.

16—  Kıyamet gününde herkesin kendi ameliyle başbaşa kalacağı ve her kişinin ancak kendi niyet ve amelinin karşılığını göreceği haber veri­lerek Allah kullarının ona göre hazırlanmaları istenilir.

17—  Allah'ın haram kıldığı bazı yiyeceklerle ilgili hükümleri değiştir­melerinden ve işledikleri birtakım haksızlıklardan dolayı Yahudilere bazı nesnelerin haram kılındığı uyarıcı bir misal olarak verilir.

18—  İbrahim Peygamber {A.S.) övülür ve bazı hususlarda Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in de İbrahim Peygamber'i örnek aldığı açıklanır. [3]

 

Meali:

 

1—  Allah'ın emri geldi (gelmek üzeredir). Artık onu acele istemeyin. Allah onların ortak koştuklarından pâk ve münezzehtir.

2—  Allah kendi buyruğundan (haberli kılmak için) kullarından dile­diğine melekleri ruh ile indirir de, «Benden başka hiçbir ilâh olmadığı ve benden korkup (kötülüklerden) sakınmaları hususunda uyarıda bulunun!» (emrini verir). *

 

İniş Sebebi

 

«Kıyamet yaklaştı. Ay bölündü.» Mealindeki âyet inince Mekke müş­rikleri konuyu yine alaya alıp, hani kıyamet gelmedi, nerede kaldı? Diye­rek halkın inancını bozmaya, Kur'ân'ın değerini düşürmeğe çalıştılar. Der­ken, yukaridaki âyetler indi. Bir olay herhalde meydana gelecekse, artık o Allah yanında gerçekleşmiş demektir. O nedenle müşriklere, «hele acele etmeyin. Allah'ın emri geldi, gelmek üzeredir» buyurularak acele etmenin gereksizliğine dikkatler çekildi. [4]

 

İlgili Hadîsler

 

«Kıyâmet'in kopacağı bir sırada (peygamber olarak) gönderildim; an­cak kıyametin önüne geçtim (ondan biraz önce gelmiş oldum),» [5]

«Ben ve kıyamet şu ikisi (iki parmağım) gibi bir arada gönderildik.» [6]

«Kıyamet kopacağı zaman batı tarafından kalkan biçiminde siyah bir bulut ortaya çıkar ve devamlı göğe doğru yükselir. Derken bir çağrıcı şöy­le seslenir: «Ey İnsanlar!» Bunun üzerine insanlar birbirlerine dönüp «işit­tiniz mi?» diye sorarlar. Onlardan bir kısmı şüpheli bir tavır takınırlar. Son­ra ikinci bir defa yine «Ey insanlar!» denilir. Bunun üzerine yine insanlar birbirlerine dönüp «işittiniz mi?» diye sorarlar. Onlar da : «Evet işittik» di­ye cevap verirler. Sonra üçüncü defa yine, «Ey insanlar! Allah'ın emri gel­di, gelmek üzeredir. Artık onu acele istemeyin» diye buyurulur.»

Peygamber (A.S.) bu sözleri söyleyip biraz durduktan sonra devamla buyurdu ki: «Canımı kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, iki adam satılık elbiseleri açarlar, ama onu bir daha katlayıp kaldırma imkânı bula­mazlar. Adam havuzuna elini uzatır, ama hiçbir şeyi sulama imkânı bula­maz. Adam devesini sağar, ama ondan içme imkânı bulamaz, (kıyametin kopması öylesine ani ve baskın olacak..).» [7]

 

Allah'ın Emri

 

«Allah'ın emri geldi (gelmek üzeredir). Artık onu acele istemeyin.»

Âyette anılan «emir» den maksat nedir? Bunu açıklamadan önce bu kavramın birçok mânalara delâlet ettiğini belirtmemizde yarar vardır. On­ları şöyle sıralayabiliriz :

a)  Durum, iş ve mesele,

b)  Örneksiz bir şeyi icad etmek,

c)  Buyruk, direktif.

d)   Kıyamet, beklenen saat,

e)  Azap ve hüküm..

İlgili âyette «Allah'ın emri geldi»den maksat, va'dedilen azabın acele gelmesini isteyenlere bir cevap olmak üzere o günlerin pek yakın oldu­ğunu hatırlatmaktır.

Diğer bir yorumla, iniş sebebinde belirtildiği gibi, Kur'ân'ı alay konusu edinip kıyametin hemen kopmasını isteyenlere bir cevap olarak inmiştir. Böylece kıyametin yaklaşmakta olduğuna dikkatleri çekmek söz konusu­dur.

Müfessir Kurtubî'nin tesbitine göre, «Allah'ın emri geldi» mealindeki âyet inince, Peygamber (A.S.) ve ashabı telaşlanıp yerlerinden sıçrar gibi oldular. Derken Melek Cebrail ikinci cümleyi indirdi: «Onu acele isteme­yin» veya «o hususta acele etmeyin!» Bunun üzerine hepsi de yatışıp derin bir nefes aldılar.» [8]

Müşrikler ilâhî sünneti bilmedikleri, O'nun kudretinin sınırsızlığını ve tecelli sebeplerini anlayamadıkları için, Kur'ân'da yapılan tehdîd ve va'dle-ri hafife alıyor, zaman zaman alay konusu ediniyorlardı. O bakımdan bi­rinci âyetin son bölümünde onların Allah hakkındaki yanlış anlayışlarından Cenâb-ı Hakk'ın pak ve münezzeh olduğu belirtiliyor; O'nun koyduğu plânın, hazırladığı-programın şaşmadan hedefine ulaşacağına işaretle her şeyin mukadder bir vakti bulunduğu hatırlatılıyor. [9]

 

Meleklerin Ruhla İnmesi

 

Ruh'tan maksat nedir? «Emir» kavramı gibi onun da bulunduğu cümle içindeki yerine göre mana alacağını söyleyebiliriz. İlgili âyetteki yerine ba­kılınca, şu manalara delâlet ettiği anlaşılır. Nitekim ilim adamlarımızın da kelime üzerindeki tesbitleri o doğrultudadır. Şöyle ki!

a)  Vahiy,

b)  Kur'ân-ı Kerîm âyetleri,

c)  Uyulması gereken ilâhî buyruk,

d)  Yaratılacak insanların, ruhlar âleminde sırasını beklemekte olan ruhları,

e)  Rahmet ve hidâyet.

f)  Allah'ın yarattıklarından büyük bir varlık,

g)  Kalplere hayat veren ilâhî kelâm, h) Melek Cebrail (A.S.)..

Birinci ve bîr de son maddede belirtilen mana amaca en uygun olanı­dır. Çünkü ilâhî vahiy, kalplere hayat ve enerji, nur ve feyiz verir. Ruh da bir bakıma hayat, nur ve enerjiden ibarettir. Allah kullarına bu anlamdaki ruhu ancak peygamber vasıtasıyla gönderir.

O nedenle âyetin bir bölümünde, «onu kullarından dilediğine indirir.» buyurulmuştur ki bu, bir bakıma vahye, bir bakıma da Melek Cebrail'e işa­rettir.   [10]                          :

 

İnen Vahiy Genel Ölçüde İki Amaca Yöneliktir

 

1—  Allah'ın varlığını, birliğini tanıtmak ve bâtıl ilâhlara tapanları ve­ya onları Allah'a ortak koşanları uyarmak. Bu daha çok ilim ve imâna da­yanır,

2— İmândan sonra Allah korkusunu kalplere işlemek; böylece mü'-minlerin kötülüklerden sakınmalarını sağlamak. Bu daha çok amelle ilgi­lidir.

İşte bütün emirler, yasaklar, hükümler, va'dler (verilen sözler), vatd-ler (tehditler), kıssalar; öldükten sonraki hayatın safhaları hep bu iki ama­cın kapsamına girmektedir.

O halde bir kişiden Allah'a imânı ve Allah ile Âhiret korkusunu çekip alın, geriye hayvanî bir hayat kalır: Yeme, içme, evlenme, uyuma ve mad­denin peşinde bir ömür tüketme..

Görüldüğü gibi, vahiy: İmân, ilim ve ameli birleştirip aynı amaca yö­neltmektedir. İmân ilme güç verir, istikamet verir. İkisi birden sağlıklı ame­li oluşturur. [11]

 

Peygamberi Ancak Allah Seçer

 

Peygamberlik tahsîl ile elde edilen bir meslek dalı değildir. Allah dile­diği kavim ve milletin içinden dilediği ve ehil gördüğü zatı seçip risâlet şe­refiyle şereflendirir. O bakımdan «Allah, ilgili ikinci ayette meleklerle bir­likte indirdiği vahyi veya gönderdiği Melek Cebrail'i kullarından dilediğine, seçip gönderir» şeklinde açkılayarak bu konuda bize aydınlatıcı bilgi vermiştir. [12]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Allah'ın verdiği sözün mutlaka yerine geleceği, o bakımdan müşriklerin acele istedikleri ilâhî hükmün pek yakında inece­ği, böylece küfrün başaşağı geleceği bildirildi. Sonra da vahyin melekler vasıtasıyla indirildiği ve vahyin iki ana amacı bulunduğu açıklandı. Pey­gamberlerin de ancak Allah tarafından seçilip görevlendirildiğine değinile­rek bu konuda vaki şüphelerin doğru olmadığına işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, inkarcıların akıllarına ışık tutularak göklerin hak ile yaratıldığı ve sağlam bir düzen üzere kurulduğu belirtilerek, bunun da Allah'ın birliğine başlıca açık delillerden biri olduğu hatırlatılıyor. Sonra insanın nutfeden yaratılması konu ediliyor; şaşmayan biyolojik kanunlar­la, genetik olaylarla onun vücut bulduğu açıklanarak Allah'a karşı gelme­nin büyük bir gaflet ve idraksizlik olduğuna dikkatler çekiliyor. Arkasından ilâhî nîmetlerin başında yer alan davarlar, binek hayvanları konu edilerek bunları insanın hizmetine sevkeden Allah'a şükretmenin gereği üzerinde duruluyor. Bilahare düşünce ve idrâklerin bu doğrultuya çevrilerek Al­lah'ın insanları cüz'i irâdelerini kullanmaları için serbest bıraktığına işa­ret ediliyor. [13]

 

Meali:

 

3—  Gökleri ve yeri hak ile yarattı. O, onların ortak koştuklarından çok yücedir.

4—  İnsanı nutfe (spermleri taşıyan sıvıjdan yaratmışken, bakarsın ki o, (bize karşı) açıkça tartışan bir düşman kesilivermiştir.

5—  Davarları da sizin için yarattı; onlarda (sizin için) ısıtacak şey ve nice yararlar vardır; hem onlardan yersiniz.

6—  Onları (ağıllarına) sürüp getirdiğinizde Ve (otlaklara) sürüp götür­düğünüzde, sizin için onlarda içinizi açan güzellik, ve çekicilik vardır.

7—  Ağırlıklarınızı da yüklenirler de sizin ancak zor zahmet varabile­ceğiniz şehirlere kadar götürürler. Şüphesiz ki Rabbiniz çok şefkatli, çok kayıran, çok merhamet edendir.

8—  Binesiniz diye at, katır ve merkebi birer süs olarak yaratmıştır.

Bilmediğiniz daha nice şeyleri yaratır.

9— Doğru yolu bildirmek, gösterip yöneltmek Allah'a aittir. Yollardan

bir kısmı eğridir  (amaca ulaştırıcı değildir). Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi.

 

İniş Sebebi

 

Mekke'nin ileri gelen azgın inkarcılarından Ubey b. Halef, eline aldığı çürüyüp ufalanmış kemikleri Peygamber (A.S.) Efendimiz'e göstererek : «Ya Muhammedi Sen Allah'ın bu çürüyüp toz haline gelmiş kemikleri ye­niden dirilteceğini mi söylüyorsun? Olur şey değil bu..» dedi. O sebeple yukarıdaki âyetler indi. [14]

 

İlgili Hadîsler

 

Ebû Bekir Sıddîk (R.A.)ın kızı Esma (R.A.) diyor ki:

«Peygamber (A.S.) Efendimiz devrinde bîr atı kesip etinden yedik.» [15]

Câbir (R.A.) diyor ki:

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ehli eşeğin etinden yememizi yasakladı. At etine ise, izin verdi.» [16]

Yine Câbir (R.A.) diyor ki:

«Hayber'in fethinde at, katır ve merkep kesip yemek istedik. Çünkü o günlerde kıtlık içinde bulunuyorduk. Peygamber (A.S.) Efendimiz katır ile eşek etini men'etti, at etini yememizi serbest bıraktı.» [17]

Bişr b. Cehhaş (R.A.) anlatıyor:

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, mübarek ağzından bir damlacık ıslak­lık çıkarıp elinin ayasına dokundurdu ve şöyle buyurdu : «Allah (c.c.) bu­yuruyor ki: Ey ademoğlu! Beni nasıl âciz bırakabilirsin ki, seni buna ben­zer bir sıvıdan yarattım da seni boylu poslu kılıp düzene soktum da dengede tuttum, iki ayağınla yürüdün ve yeryüzünde senin sesin duyuldu. Top­layıp tekelinde tuttun da Ölüm gelip gırtlağına dayandı; o zaman tasad-duk ediyorum diyebildin. Artık nerede tasadduk zamanı, (o gelip geçti).» [18]

 

Allah'ın Varlığına, Birliğine Deliller

 

İlgili âyetlerle, Allah'ın varlığında eşsiz, denksiz ve benzersiz; birliğin­de örtaksız olduğu on iki kadar delille belirtilerek insanların düşünce ufuk­ları genişletiliyor. Delillerin hepsi de, kâinatta her şeyin belli bir plâna gö­re yaratıldığını, amaçsız hiçbir şeyin mevcut olmadığını, yüksek bir kudre­tin kusursuz eseri bulunduğunu haber veriyor.

O halde birtakım faydalar ve hizmetler sağlamak için belli özelliklerde yaratılan her eser, mükemmelin de ötesinde bir yapıcısının varlığına delâ­let eder. Böylece eserden müessire, plândan plâncıya geçişle sonsuz kud­ret sahibi Allah'ın varlığı ve birliği istidlal edilir. [19]

 

Göklerle Yeri Hak İle Yaratmıştır

 

«Gökleri ve yeri hak ile yarattı.»

Hikmetin gerektirdiği öiçüde, insanın yararlanacağı düzende yaratı­lan göklerle yeryüzü, şüphesiz ki her yönleri ve hareketleriyle kesin mate­matiksel düzenlemelere göre hazırlanmıştır. Plânda bir değişiklik, düzenle­mede bir formül oynaklığı mevcut sistemin dengesini ve sağlamakta olan hizmetini bozup aksatır. Buna bir, iki örnek verelim :

a)  Yerküre kendi ekseni etrafında baş döndürücü bir hızla dönmek­tedir. Ancak bu ekvatorda dakikada 27 km,, kutuplara doğru azala azala tam kutuplarda 10 km'ye düşmektedir. Böylece bu farklı hareket ve hızla gece gündüz meydana gelir. Hareketin hızı ekvatorda 13 km., kutuplarda

.ise 5 km. olsaydı arzulanan yarar ve hizmet gerçekleşebilir miydi? Nitekim öyle bir durumda gece ile gündüzün uzunluğu anormal şekilde artar; dos­doğru çalışma ve dinlenme imkânı kaybolur, normal düzen alt-üst olurdu.

b)  Dünyanın yüz ölçümü yaklaşık 510 milyon kilometre karedir. Böyle değil de 310 milyon kilometre kare olsaydı, durum ne olurdu? Önce yer-çekim kuvveti azalır ve atmosferin bugünkü ölçüde kalması mümkün ol-mazdr. O sebeple de canlıların ve bitkilerin yaşama şansı kalkardı.

Görüldüğü gibi, göklerle yerin belli hesaplara ve ölçülere göre yara­tılması, bir tesadüf eseri değil; canlılarla bitkilerin yaşamasına elverişli öl­çü ve düzenlemede belli bir plâna göredir. Kur'ân bu plân ve ona göre dü­zenlemeyi «hak» tabiriyle ifade ediyor. Göklerin ve yerin hareket halinde olması ise, bir hareket ettirenin varlığına ayrı bir delil değil midir? [20]

 

İnsan Nutfeden Yaratılmıştır     ,

 

«İnsanı nutfe (spermleri taşıyan sıvı)dan yaratmışken, bakarsın ki o, (bize karşı) açıkça tartışan bir düşman keşi I i vermiştir!»

Nutfe : Sözlük olarak, bir damla saf suya denir. Bu manayla, erkeğin cinsel aletinden şehvetle çıkan belsuyuna da nutfe denilmiştir. Kıyamet sûresinde ise, nutfenin atılıp fışkıran meni, yani belsuyu olduğu çok açık bir anlatımla belirtilir. Sonra buna ikinci bir açıklık, İnsan sûresinde geti­rilerek, insanın sadece sözü edilen nutfeden değil, birbiriyle karışıp imti­zaç eden sıvıdan, sperm ile yumurtanın birleşmesinden yaratıldığı anlatılır.

Bu da Allah'ın varlığına ve birliğine kuvvetli delil sayıldığı için Kur'ân'-m tam on iki yerinde değişik kelime ve ifadelerle anlatılmaktadır.

Böyle bir ameliyede ilâhî kudretin yüceliğini belirtmek için de bir san­timetre küp meni sıvısı içinde normal olarak 60-100 milyon sperma hay­vancığının bulunduğunu söylemek yeter. Başka hangi kudret, ya da tesa­düf bu canlı hücreleri bir santimetre küp sıvının içine böylesine bir prog­ramla yerleştirebilir?

İnsan, yaratılışında hakim olan bu yüksek kudreti idrâk etmez ve ne­reden, nasıl oluştuğunu düşünmez de Allah diye bir kudretin yokluğunu konu edinerek tartışmaya heveslenir! Oysa Allah'ı inkâr etmek, O'nu is-bat etmekten çok daha zordur, hattâ mümkün değildir. [21]

 

Davarlarda Isitacak Nesne Ve Nice Yararlar Vardır

 

«Davarları da sizin için yarattı. Onlarda (sizin için) ısıtacak şey ve nice yararlar vardır; hem onlardan yersiniz.»

Eti yenen hayvanlardan davarlar konu ediniliyor. Oünkü diğerlerine nisbetle bunlar daha yararlı ve daha verimlidirler.

İlgili âyetle davarların yaratılıp İnsanların istifadesine verildiğine ba­kılınca, hayvanların insanlardan önce yaratıldığı kesinlik kazanıyor. Ayrı­ca belirli davarların kalıtımında bir değişikliğin sözkonusu'olamıyacaği an­laşılıyor. Zira ilâhî kudret sığırı sığır olarak, koyunu da koyun, keçiyi de keçi olarak yarattığını açıklıyor. Bunlardan herbirini vücuda getirmek için birer defa tecellide bulunduğunu ve ondan sonra programlanan biyolojik kanuna göre üremenin sürüp geldiğini işaret ediyor ve bir türden başka bir türe geçiş olmadığına işaret ediliyor.

Günümüzde gelişen biyoloji ve genetik ilimler de bunu kanıtlamak­tadır. Nitekim Genetik adlı kitapta deniliyor ki: «Bütün canlılarda çoğalma sonucu meydana gelen yeni bireyler geçmişlerine ve kardeşlerine diğer canlılara olduğundan daha fazla benzerler. Bir koyunun yavrusu yine ko­yundur. Boynuzsuz bir koyundan boynuzlu bir yavru meydana gelebilir. Fakat bir koyunun fare veya at doğurduğu görülmemiştir. Bunun gibi do­mates tohumundan yine domates, yulaf tohumundan da yulaf çıkar. Süt ve balık ile büyütülen bir kedi yavrusu ile su ve at eti ile büyütülen bir kedi yavrusunun kediden başka birer hayvan olarak gelişmeleri söz konusu olamaz.» [22]

Gelişime gelince: Kalıtıma bağlı kalıp, aynı türden meydana gelen iki yavrunun veya iki bitkinin tam manasıyla birbirine tıpatıp benzedikleri söy­lenemez. Bu da sonsuz kudretin yaratmadaki eşsizliğini gösterir. Bir fab­rikanın mamulleri gibi aynı ölçü ve biçimde değillerdir. [23]

 

Davarların Birtakım Faydalı Yanları

 

Davarların etinden, sütünden yararlandığımız gibi, yününden ve kı­lından, derisinden, yağından, kemiğinden ve diğer artıklarından da yarar­lanmaktayız.

Isıtacak şey ise, yünleri ve derileri olmakla beraber dışkılarından elde edilen biyogaz da olabilir. Zira «d i f i'» kelimesi bunların hepsine delâlet etmektedir. Davarları bu özelliklerde yaratıp insanın hizmetine veren ve onlardan yeterince yararlanma akıl ve zekâsını insana bahşeden Alldh'ın şanı çok yücedir. [24]

 

At. Katır Ve Eşek

 

«Binesiniz diye at, katır ve merkebi birer süs olarak yaratmıştır.»

Bunlar gerek binek, gerekse yük ve koşum hayvanı olarak yetiştirilir ve kullanılırlar. Özellikle ata binip bir süre dolaşmak insanı ferahlatıp ra­hatlatır.

İşte bütün bunlar, diğer varlıklar gibi, ezelde hazırlanan ve vakti ge­lince uygulamaya konulan ilâhî düzenlemenin nîmetleridir. Hepsi de insan için yaratılmıştır. İnsan da yüce yaratanı bilmek, O'na kulluk etmek ve bu inanç, düşünce atmosferi içinde hayatın anlam ve hikmetini kavramak, sonra da ikinci hayata döndürülerek ebedîyen mutlu edilmek için yaratıl­mıştır. [25]

 

Doğru Yolu Bildirmek Ve Ona Yöneltmek

 

«Doğru yolu bildirmek, gösterip yönelt­mek Allah'a aittir. Yollardan bir kısmı eğridir.»

İnsanın aklı ve zekâsı ile, dinlerin belirlediği ve tanımladığı doğru yolu yalnız başına bulması çok zor; hattâ çoğu kimseler ve toplumlar için mümkün değildir. O nedenle doğru yolu bildirmek Allah'a ait; o yolda yü­rümek ise, insana .aittir. Peygamber gönderilmesi ve kutsal kitap indirilme­si, bu yolu tanımlayıp göstermeğe yönelik bir lütuftur.

İnsan sadece kendi aklıyla hayatın amaç ve hikmetini bütünüyle bu­lup kavrayamaz. Zira kendi aklına bağlı kalıp seçeceği yol, herhalde ken­disi kadar kusurlu ve neticesizdir. Mükemmel bir yolu, mükemmel kudret sahibi Allah açıp hizmete hazırlar. Onun kusursuz olduğu söz götürmez kesinliktedir. Nitekim bunun misallerini her yerde görmek veya duymak mümkündür. Peygamber ve kitaptan bilgi ve kuvvet almayan toplumların bir kısmı güneşe, bir kısmı yıldızlara, bir kısmı taştan yontulmuş putlara, bir kısmı ineğe, bir kısmı ateşe, bir kısmı da büyük kahramanlara tapacak kadar doğru yolu kaybetmişlerdir. Diğer bazı toplumlar ise, maddeyi te­mel kabul edip manevî değerlerin tümünü ret ve inkâr ederek insanın bir avuç gübre olarak son bulup birtakım parazitlere dönüşeceğini ve bir daha vücut bulmayacağını, silinip belirsiz olacağını iddia etmişlerdir.

İşte Kur'ân insanı bu hususta uyararak doğru yolu bildirmenin ve onu tanımlamanın, ona  iletip eriştirmenin Allah'a  ait olduğunu  açıklıyor ve insanlara bu konuda en sağlam kıstası vererek gereken yardımcı vasıta­lardan yararlanmasını hatırlatıyor.

Sonuç olarak Kur'ân şunu açıklıyor: Allah'ın gösterdiği yol, doğru yoldur. İnsanların kendi akıl ve zekalarıyla veya geleneklerine uyarak be­lirledikleri yollar ise egnuir. [26]

 

Doğru Yola Eriştiren Allah'tır

 

«Allah dileseydi hepinizi doğru yola ile­tirdi.»

İlgili âyetle, önemli bir konuya temas ediliyor ve iyi düşünmemiz is­teniliyor. Çünkü ancak Allah'ın dilediği olur. O bakımdan bütün insanların doğru yolda yürümesini dileseyd' mutlaka yanlış yola sapan olmazdı. Ama öyle dilememiştir. Bunun elbette birçok sebep ve hikmetleri söz konusu­dur. Onlardan bir kısmını şöyle belirtebiliriz:

a)  Hayatın akışı canlılığını kaybederdi.

b)  İnsanlar arasında rekabet, mücadele, tartışma ve sürtüşme olmaz, olmayınca da gelişme ve ilerlemeyi doğuran sebepler ortaya çıkmazdı.

c)  O yüzden atalet başlar, ilmî araştırma diye bir hamle ortaya çık­maz, bugünkü teknik ilerleme diye bir şey düşünülemezdi.

d)  Bunların da ötesinde insanın plândaki yeri, hilkatinin gereği, dün­yaya getirilişinin hikmeti anlamsız kalırdı. Oysa Cenâb-ı Hak, mutlak su­rette hikmet sahibidir, ezelde hazırladığı plân ve programı değiştirmez, kı­yamete kadar onu ilk belirlenip çizildiği gibi uygular. [27]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle inkarcı şüphecilerin akıllarını harekete geçirmek, idrâklerini uyanık tutup doğruyu bulmaya yöneltmek için göklerin ve ye­rin hak ile yaratıldığı belirtilerek düşünce ufukları genişletildi. Sonra da insanın nutfeden yaratıldığı konu edilerek küçücük genlere, bu sanat hari­kası canlının bütün özelliklerini nakşeden O Yüce Kudret'in varlığına her biri delil gösterildi. Arkasından insanoğlu için yaratılan davarlara dikkat­ler çekilerek, çok kusursuz bir düzenlemenin mevcut bulunduğuna işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın varlığını ve birliğini yansıtan yağmur nîmetine parmak basılıyor. Güneş, Ay, gece ve gündüz düzenlemesi üzerin­de durularak mevcut plânda tesadüflerin hiç yeri olmadığı belirtiliyor. Ka­rada renkleri, faydaları ve şekilleri değişik bir çok nimetlerin yaratıldığına; denizlerin, başta balık olmak üzere birçok nimetleriyle birlikte geçim kay­nağı olduğuna dikkatler çekiliyor ve bu nimetlerden yararlanmamız ilham ediliyor. [28]

 

Meali:

 

10—  O ki gökten size su indirdi. Ondan hem içilecek su, hem (davar­larınızı) yaymak için ot sağlarsınız.

11—  Hem o su ile sizin için ekin, zeytin, hurma, üzümler ve her çeşit meyvalar bitirir. Şüphesiz ki bunda düşünen bir millet için âyet (öğüt, ib­ret ve delil) vardır.

12—  Ve sizin için gece ile gündüzü, Güneş ile Ay'ı ve yıldızları (yara­tarak) belli kanunlarına bağlayıp, hizmetinize verdi. Doğrusu bunda aklını kullanan bir millet için nice öğütler, ibretler ve belgeler vardır.

13—  Sizin için yeryüzünde, farklı renklerde yarattıklarını da hizme­tinize vermiştir. Şüphesiz Lunda iyice düşünüp öğüt alan bir millet İçin öğüt ve ibret vardır.

14—  Pek taze et yemeniz ve takınacağınız süs eşyasını çıkarmanız için denizi de (belli ölçü ve kanunlarla) yararınıza sunan O'dur. Gemileri de suyu yara yara gittiğini görürsün ki, bu Allah'ın geniş iûtfunu ve ihsa­nını dilemeniz içindir. Ola ki şükredersiniz.

 

Gökten İndirilen Su

 

«O ki gökten su indirdi. Ondan hem içecek su, hem (davarlarınızı) yaymak için ot sağlarsı­nız.»

Hayatın kaynağı olan su, birçok değişikliklere, değişik yerlere uğrasa da sonunda yine buharlaşarak kendisine karışan yabancı maddelerden arınır da bulutlan oluşturur. İlâhî filtreden geçtikten sonra tekrar yeryü­züne inerek bir devr-i dâim yapar. Dünyanın onda yedisinin denizlerle kap­lı olması, bize, su ihtiyacımızı karşılamada en büyük kaynaktır.

Bilindiği gibi, hiçbir şey eksilmeden, fire vermeden dünyamızda ara­lıksız devir yapmakta, hayatın akışını sağlamaktadır. Bu öyle bir kanundur ki, şaşmadan hizmet vermekte ve her yönüyle yüce kudretin sınırsızlığını simgelemektedir.

İşte ilgili âyetler, Allah'ın bu büyük nîmetini ve faydalarını sergileyerek, onu plânlayıp programlayan Cenâb-ı Hakk'a şükretmemizi öğütlüyor ve her nimette O'nun ismini ve tecellisinin izini görmemizi ilham ediyor.

Diğer yandan davarların beslenip yararlı düzeyde insanlara hizmet et­meleri için otlak alanlarının korunmasına işaret ediliyor.

Günümüzde nüfus artışı, sanayinin gelişmesi birçok bölgelerde çok hatalı bir yerleşme ve plânlamaya neden olmaktadır. Ziraate elverişli alan­ların beton yiğınlarıyla, fabrika ve benzeri sanayi tesisleriyle yok edilme­si, hem tarımı, hem de hayvancılığı olumsuz yönde etkilemekte ve birtakım sıkıntıları beraberinde getirmektedir. Cenâb-ı Hakk'ın özellikle davarların faydalarından, otlak alanlardan söz etmesi, bizi bu konuda uyarmaya, da­ha iyi düşünmeye sevkeden bir ön bilgidir. Zaten ilâhî metot gereği, çok faydalı ve yararlı konulara temas edilirken detayına inilmez, temel bilgi verilerek insan aklına ışık tutulur. [29]

 

Üç Yararlı Ürün

 

«Hem o su ile sizin için ekin, zeytin, hurma, üzümler ve her çeşit meyvalar bitirir. Şüphesiz ki bunda düşünen bir millet için âyet (öğüt, ibret ve delit) vardır.»

Ekin tabiriyle tarımın önemi ve ekonomik yapımıza olan katkısı anla­tılıyor. Sonra da üç önemli üründen ismen söz ediliyor ve arkasından her çeşit meyvayı kapsar şekilde bir anlatıma yer veriliyor. Bunun birtakım se­bepleri ve yol gösterici hikmetleri vardır. Kısaca şöyle Özetliyebiliriz:

Zeytin, hurma, üzüm.. Neden? Çünkü bu üçünü de çürütmeden depo­lamak ve besleyici gıda maddeleri olarak bulundurmak mümkündür. Ay­rıca bu üç ayrı meyvanın birçok faydaları söz konusudur. Şöyle ki:

Zeytin : Önemli bir endüstri bitkisidir. Etli kısmında %25 oranında yağ vardır. Bu aynı zamanda tıpta ilâç olarak da kullanılır. Ağacı çok uzun ömürlüdür. Yüz yıldan fazla yaşayanları vardır. Ayrıca asiti alınmış zeytin yağının sindirimi kolaydır. İç organlar üzerinde birtakım oiunriu tesirlerin­den söz edilmektedir.

Hurma : Palmiyelerin en faydalısıdır. Meyvası çok besleyicidir. Kıtlık yıllarında binlerce insanı açlıktan kurtarmıştır. Hazmı kolaydır, aynı za­manda ziraate pek elverişli olmayan çöl ve benzeri yerlerde yetişme şan­sı vardır. Yapraklarından sepet, liflerinden urgan yapılır. Kurusu iyi korunduğu takdirde uzun süre bozulmadan özelliğini aynen korur.

Üzüm : Besleyici bir üründür. Kurusu hayli dayanır. Suyundan sirke, pekmez, şıra ve ağda gibi faydalı maddeler elde edilir. Kuru toprağı sever. O bakımdan sıcak ve soğuk birçok bölgelerde yetişme imkânı söz konu­sudur.

Âyette bir diğer incelik göze çarpmaktadır, o da, zeytin ile hurmanın tekil, üzümün çoğul şekilde kullanılmasıdır. Bu, az önce belirttiğimiz gibi, bu ürünün sıcak, soğuk farkı olmaksızın kuru toprağı çok sevdiğinden bir­çok yerierde yetiştirilme şansına sahip olduğuna, doyurucu ve besleyici özeliği yanında birçok faydaları bulunduğuna işarettir.

Bir başka husus da, sözü edilen üç meyvanın daha çok ihraç ürün­leri özelliğini taşımasıdır.

İşte düşünen bir toplum veya millet için ilâhî kudreti yansıtan bu ürün­lerde o kudretin damgasını taşıyan nice âyet, belge, öğüt ve deliller vardır.

Bu üç ürünün arkasından diğer bütün meyvalardan genel bir anlatım çerçevesinde bahsedilmesi, meyvanın insan sağlığı üzerindeki olumlu te­sirlerine ve iklim şartlarını dikkate alıp yetiştirilmesi mümkün olan meyva-iarın çoğaltılmasına işarettir. Allah daha iyisini bilir. [30]

 

Gece İle Gündüz - Güneş İle Ay

 

«Ve sizin için gece ie gündüzü, güneş ile ayı ve yıldızları (yaratarak) belli kanunlarına bağlayıp, hizmetinize verdi.»

Kur'ân bunların insanoğlunun hizmetine verildiğini, yani insan için yaratıldığını açıklarken çok önemli bir hususu hatırlatıyor. O da, bunların hepsinin insan yaratılmadan önce var kılınıp düzenlendiğidir.

Bütün bu verimli, plânlı, programlı ve düzenli sistemler kimin, hangi kudretin eseridir? Ortada sağlam bir plân ve matematiksel düzenleme var­sa, mutlaka onu düzenleyen vardır.

Güneş ailesinden her birinin güneş çekim kuvvetinin etkisinde ayrı ay­rı yörüngelerde hareketlerini kusursuz şekilde sürdürdüklerini biliyoruz. An­cak şu farkla ki, dünya dışındaki gezegenlerden hiç birinin canlıların, özel­likle insanın yaşamasına elverişli şartları taşımadığı, üzerinde yaşadığımız gezegenin canlılara has ölçüde ve lüzumlu bütün şartları kendinde taşıya­rak yaratılıp hizmete sevkedildiği bir gerçektir. Nitekim Rahman sûresi 10.

âyette bu gerçek şöyle açıklanmaktadır: «Yeryüzünü de ancak ve sadece canlı varlıklar için alçaltıp koydu.» Bu âyetle, güneş ile dünya arasındaki düzenlemeye dikkatler çekiliyor ve ezelî takdîrle diğer gezegenlerde yaşa­ma şansının olmadığı hayat şartlarının bulunmadığı temel bilgi olarak ve­riliyor.

İşte aklını kullanabilen, idrâkini harekete geçirebilen toplum ve mil­letler için bu açıklamalarda birçok belgeler ve deliller mevcuttur ki, hepsi de insanı iyiye, doğruya yönetmekte ve yüce yaratanı tanıtmaktadır. [31]

 

Değişik Renkte Ve Biçimdeki Bitkiler

 

«Sizin için yeryüzünde, farklı renklerde yarattıklarını da hizmetinize vermiştir. Şüphesiz ki bunda iyice düşünüp öğüt alan bir millet için öğüt ve ibret vardır.»

Milyonlarca bitki türü var. Hepsinin rengi, çiçeği, kokusu ve şekli ay­rıdır. Oysa hepsi belli iklim şartları içinde topraktan nemalanıp çıkmakta, gökten inen aynı suyu almakta, aynı güneşten yararlanmaktadırlar. Bu, ilâhî tezgâhın tek kalıp ve ölçüde bir fabrika gibi ürün vermediğini, aynı tezgâhta binlerce değişik ürünün imal edildiğini göstermektedir.

İyi ama hepsi de aynı renk ve biçimde olsaydı ne gibi sakıncalar do­ğardı? Şüphesiz bitkilerin çok çeşitli olması ve çeşidine göre birtakım fark­lı faydalar taşıması, Allah'ın insanlara çok yönlü bir kimya iaboratuvarı hazırlayıp verdiğini ifade eder. Böyle olmasaydı ne bu kadar çeşitli ilâçlar elde edilebilir, ne de insanoğlunun sayısı belirsiz dert ve hastalıklarına şi­fâ bulunurdu. Aynı zamanda dünya bu kadar çekici ve güzel olmaz, tek de­sen ve tek rengin gözleri ve gönülleri okşamıyacağı neticesi ortaya çı­kardı.

İşte böylesine bol ve zengin bir düzenlemede düşünüp de öğüt alan bir millet için ilâhî sanat ve kudretin eşsizliğini yansıtan belgeler ve delil­ler vardır. [32]

 

Denizi Ürünleriyle Birlikte Hizmetimize Vermiştir

 

«Denizi de (belli ölçü ve kanunlarla) yararı­nıza veren O'dur.»

Kur'ân-ı Kerîm'de denizlerin ekonomik hayatımızdaki yerine de sık sık dikkatler çekilmekte, besin kaynaklarımızın önemli bir bölümünün deniz­lerde mevcut olduğuna işaret edilmektedir. Taze et, inci, mercan, sünger ve diğer faydalı birtakım ürünler geçim kaynaklarından bir kısmıdır.

Gemilerin suyu yara yara yol aldığı belirtilirken deniz taşımacılığının önemi üzerinde duruluyor. Aynı zamanda Müslüman milletlerin denizlere sahip olmaları ve bu önemli, önemli olduğu kadar zengin kaynağı ihmal etmemeleri isteniliyor.

Bütün bu çok faydalı kaynakları nimetleriyle birlikte insanların hiz­metine veren, kurduğu mükemmel düzenle her şeyi dengeli, ölçülü ve he­saplı takdîr eden Allah'a inanmamak ne ile yorumlanabilir? Bunca açık âyet ve delil karşısında insanoğlu nasıl mazur gösterilebilir?! [33]

 

Deniz Hukuku

 

Kur'ân-ı Kertm'in on yedi yerinde denizden ve faydalarından söz edil­diği halde, müctehit imamlar zamanında denizlerdeki zengin kaynakların ve deniz taşımacılığının önemi yeterince bilinmediğinden konuya pek az yer verilmiştir. Oysa Cen.âb-ı Hakk'ın bir konu, ya da eşya üzerinde durması, yani Kur'ân'da ondan birkaç defa bahsetmesi, mutlaka onun önemine işa­rettir. Bazı ilim adamlarının denizlerin hic bir ülkenin mülkü olamayacağı şeklindeki görüşleri ise, acık denizlerle ilgilidir ve, bu görüşte isabet vardır. Böylece açık denizler üzerinde ne müslümanlarm, ne de gayr-i müslimle-rin kontrol hakkı olmadığını ortaya koymuşlardır. Azınlıkta kalan bazı mü­ellifler ise, açık denizlerin gayr-i müslim mülkünden sayıldığını savunmuş­lardır ki, ed-Dürü'l-Münteka sahibi de onlardan biridir. [34]

Böyleoe açık denizler hakkında farklı görüşler ortaya konulmuş ve gö­rüşlerin bir kısmının isabetini belirleyecek sağlam dayanaklar gösterilende-mistir. Oysa Kur'ân hukukuna göre, açık denizler umumun yararlanmasına ve karasuları da ilgili devletlerin yararlanmalarına terkedilip, topraklar gi­bi insanların kontrolüne bırakılmıştır. Nitekim Câsiye sûresi 12 ve 13. âyet­lerde bu husus şöyle açıklanmıştır: «O Allah ki, buyruğu gereği, gemiler yüzüp yol alsın; geniş lütuf, bol ihsanını arayasınız ve şükredesinfz diye denize başeğdirip onu emrinize vermiştir. Göklerde ve yerde ne varsa, hepsini kendi tarafından sizin emrinize vermiştir. Şüphesiz ki bunda iyice düşünen bir millet için açık belgeler vardır.»

Bu ve diğer âyetler deniz hukukunu zorunlu kılmakta, belli statülere bağlanmasına dikkatlerimizi çekmektedir. Nitekim günümüzde kural ola­rak açık denizlerde seyrüsefer serbest kılınmış, karasuları ise devletlerin hâkimiyetine bırakılmıştır. Az yukartda belirttiğimiz gibi, açık denizlerin herhangi bir ülkenin veya devletin mülkü olamıyacağıyla ilgili görüşün isa­betli olduğu anlaşılıyor. [35]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, gökten indirilen su nimetinden söz edildi. Güneş ailesine dikkatler çekilerek her birinin ilâhî kudreti yansıttığına işaretle sistem üzerinde iyice düşünmemiz istenildi. Sonra da bitkilerin çok çeşitli ve denizlerin önemli kaynaklar olduğu belirtildi.

Aşağıdaki âyetlerle, yine Allah'ın insanların rahat yaşamasını sağla­mak için yeryüzünü düzenlemesi, dağların belli bir plâna göre yerleştiril­mesinin faydası üzerinde duruluyor ve böylece Allah'ın insanlara olan ni­metlerinin sayılamayacak kadar cok olduğu hatırlatılıyor. [36]

 

Meali:

 

15-16— Yeryüzünde, sizi titreşip sarsmasın diye dağlar koyup yerleş­tirdi; ırmaklar meydana getirdi ve şaşırmayasmız diye yollar ve alâmetler koydu ve onlar yıldızlarla da yollarını, yönlerini bulurlar.

17—  Artık yaratan yaratamayan gibi midir? Etraflıca düşünmez mi­siniz?

18—  Allah'ın nimetlerini saymaya  kalkışırsanız,  sayamazsınız.  Şüp­hesiz ki Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

19—  Allah neleri gizlediğinizi, neleri açığa vurduğunuzu bilir.

 

İlgili Hadîs

 

«Cenâb-ı Hak, yeryüzünü yaratıp düzenlediğinde yerküre sallanıyordu. (az bir dengesizlik vardı). Dağları meydana getirerek yerleştirdi de yer­küre istikrar buldu (dengesini aldı). Bunun üzerine melekler, dağların şid­det ve kudretine hayret ettiler ve: «Ya Rab! Senin yerkürede yarattıkların arasında dağlardan daha şiddetli olan bir şey var mıdır?» Diye sordular. Allah (c.c.) onlara: «Evet, demir vardır.» Buyurdu. Melekler: «Demirden da­ha şiddetli bir şey var mıdır?» diye sordular. Allah onlara: «Evet ateş var» diye cevap verdi. Melekler: «Ateşten daha şiddetli bir şey var mıdır?» di­ye sordular. Allah onlara: «Evet, su vardır» buyurdu. Melekler: «Sudan daha şiddetli bir şey var mıdır?» diye sordular. Allah onfrra: «Evet, rüz­gâr vardır» buyurdu. Melekler: «Rüzgârdan daha şiddetli bir şey var mıdır?» diye sordular, Allah, onlara: «Evet, ademoğlu sağ eliyle sadaka ve­rir de sol elinden gizlerse, o daha güçlü ve heybetlidir»   buyurdu.» [37]

 

Dağların Dengedeki Rolü

 

«Yeryüzünde, sizi titreşip sarsmasın diye dağlar koyup yerleştirdi.»

İlgili âyetle, dağların yerkürenin dengede durup istikrar sağlaması için vücuda getirildiği açıklanıyor. Burada «sağa-sola sallanma» şeklinde ya­pılan çeviri, «en temîde» fiilinin tam karşılığı değildir. Bunun masdan olan « m e y d » kelimesi daha çok iki anlam taşır: Büyükçe bir cismin titreşimi ve büyükçe kurulu sofra.. Görüldüğü gibi, çoğu meallerde «sallanma» şek­lindeki çeviri de tam sağlıklı sayılamaz. Titreşim ise, yakın bir karşılık ve çeviri olmakla beraber, (yeryüzünün bir sofra durumuna getirilmesi için üzerinde sabit ve muhkem dağlar meydana getirildi) şeklinde bir tefsîr mak­sada daha uygundur. Dağlar bu büyük sofranın bir bakıma denge ve dü­zenini sağlar mahiyette birer ayrı nimetlerdir.

Zira dağlar her mevsimde değişen görüntüleriyle bizi, arzettiği güzel­liklerine hayran bırakmaktadır. Üstünde yetişen bitki çeşitlerinin zengin­liği, havasının temizliği ve bitki örtüsünün bol miktarda oksijen yayması sağlığımız için yararlı ve gönüllerimizi dinlendirici özelliktedir. Ayrıca dağ­lar bize ekonomik yönden de önem taşıyan bazı kaynaklar taşımaktadırlar.

Bunlardan başka ısının ayarlanmasında, rüzgârların daha çok denge­li esmesinde de dağların önemini unutmamak gerekir.

Ancak bir gün ilim bize dağsız bir dünyanın titreşim ve çalkantı yapa­cağını, bunu az-çok hissettireceğini ortaya çıkarıp isbatiarsa, o takdirde «en-temîde» sözünü daha iyi anlamamıza yardımcı olur.

Diğer bir yorumla da, Kur'ân'ın ilgili âyetle, insanlar yaratılmadan ön­ce dağların meydana getirildiğine işaretle, dünyanın bu hususta geçirdiği jeolojik devirlere dikkatlerimizi çekmekte olduğunu söyleyebiliriz. Böylece yerkürede çeşitli çağlan ve devirleri boyunca değişikliğe uğrayan yer kat­manlarının hareketleri konu ediliyor. Titreşim ve çalkantı buna işarettir. Dağlar böyle bir sallantı ve çalkantı neticesi ortaya çıkmış olabilir.

Ayrıca dümdüz bir arazide yollan ve yönleri bulmakta insanların zor­luk çekeceği de söz konusudur. Dağlar, ırmaklar, engebeli yerler ve alâ­metler birçok faydaları beraberinde taşımakla beraber bir de yol ve yön bulma kolaylığını sağlamaktadırlar. [38]

 

Yıldızlarla Yönleri Belirlemek

 

on'ar yıldızlarla da yollarını ve yönlerini bulur­lar.»

Yıldızlar, semayı süsleyen kandillerdir. Diğer yandan geceleri çöl ve benzen arazilerde yol ve yönlerini kaybedenlerin yönlerini belirlemelerine yardımcı olurlar.

Geceleri yön bulmak için -bilindiği gibi- daha çok kutup yıldızından yararlanılır. Kutup yıldızı yaklaşık olarak tam kuzeyde bulunan yıldızlar­dan daha parlak bir görünüm arzeder. Kutup yıldızı, küçük ayı takım yıl­dızının en uçtaki olanıdır.

Bütün bu matematiksel ve fiziksel pfâna bağlı sistemler, biz insanlara neyi hatırlatıyor? Boşuna, gayesiz yaratılmış hiçbir şey olmamakla be­raber, eşyanın çoğunun henüz niçin, ne maksatla,, ne yarar sağlamak için yaratıldığı bilinmemektedir. Tesbit edilebilenler ise, yüksek ve sınırsız bir kudretin mükemmel sanatını ortaya koymaktadırlar.

O halde yaratan, yarattığına hiç benzer mi? Yaratılan ancak yarata­nın kudretini, iimini ve hünerini yansıtabilir, fakat hiç bir zaman onun den­gi, eşi, benzeri olamaz. Bu bakımdan Cenâb-i Hak, her türlü şekil ve su­retten, kemiyet ve keyfiyetten, zaman ve mekândan pak ve münezzehtir. Varlığı kendindendir. O bakımdan vâcibü'l-vücuttur. Yarattığı eşya ise, mümkünü'l-vücuttur.

Gökleri ve yeri taşıdıkları nimetleriyle birlikte insan için yaratıp onun hizmetine başeğdirdiği kesinlik arzedince, O'nun insanlara lütfettiği nimet­leri saymamız mümkün müdür? Hepsini bir tarafa bırakalım, hayatımızın devamını sağlayan hava nimetine bir göz atalım: Teneffüs ettiğimiz ha­vayı ciğerlerimize indirip gerekli faydayı sağladıktan sonra yararsız olan kısmını dışarı atmamızda iki büyük nîmet durmadan birbirini izlemekte ve ömür boyunca bu ameliye sürüp gitmektedir. Her nîmet karşılığında Ce-nâb-ı Hakk'a şükretmemiz vacip olduğuna göre, aldığımız her nefesten dolayı iki defa şükretmemiz gerekiyor ki, hiç birimizin buna gücü yetmez. Önemli olan bu gerçeği idrâk edip O sonsuz Kudret karşısında aczimizi dile getirmemiz ve tam teslimiyet göstermemizdir. Çünkü Allah gönülden şükreden ve aczini dile getirerek itiraf eden kullarım sever. Hem unutma­yalım ki, amellerimizin dış görünüşü ne kadar iyi ve güzel olursa olsun, ni­yetimize göre değer kazanır veya değer kaybeder.

O bakımdan 18. âyette Cenâb-ı Hak, kendi kudretinin sınırsızlığını, in­sanlara olan geniş rahmet ve inayetini; kullarının da acz ve güçsüzlüğünü belirterek buyuruyor ki: «Allah'ın nimetlerini saymaya kalkışırsanız, sa­yamazsınız. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.»

Allah'ın ilmi, kudreti her zerreye nüfuz etmiştir. En gizli şeyler onun yanında açık ve ortadadır. En mahrem sırlar O'na göre meydandadır. İn­sanlar düşünce, duygu ve niyetlerini ne kadar gizli tutarlarsa tutsunlar, atom çekirdeğine ve onun etrafında dönen elektronlara ilmiyle, kudretiyle, sanatıyla kumanda edip onları başdöndürücü bir hızla hareket ettiren Ce­nâb-ı Hak, kalplerden ve kafalardan geçen her şeyi bilmekte ve tesbit et­mektedir. Âhiret'te sadece kişilerin işlerini, amellerini tartmaz, niyetlerini de kefeye koymak suretiyie en sağlam sonucu ortaya çıkarır.

O bakımdan 19. âyetle bu inceliğe işaret edilerek buyuruluyor ki: «Al­la neleri gizlediğinizi, neleri açığa vurduğunuzu bilir.»

Bunun için Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ümmetini uyararak şöyle bu­yurmuştur: «Ameller niyetlere göredir.» [39] Yani her amel taşıdığı niyete göre değer kazanır, sıhhat bulur. [40]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, yerkürenin dengeli, düzenli durması ve insanla­ra her türlü kolaylığı sağlaması için konulan muhkem dağlar, ırmaklar ve birtakım alâmetler konu edildi. Böylece Allah'ın insanlara olan sayısız ni­metlerinden birkaç tanesi anılarak dikkatler bu önemli hususa çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle, bunca ilâhî belgeleri yansıtan düzen ve sistem karşısında putların hiçbir güç ve kudrete mâlik olmadıkları belirtilerek, Al­lah'ın sayısız nîmet ve lütuflarına mazhar kılınan insanoğlu uyarılıyor. Eş­yada Allah'ın kudret damgasını göremiyen gözlerin görme yeteneklerini kaybettikleri üzerinde durularak putperestlerin yaşayan ölüler olduğu an­latılıyor. Allah'a eş, ortak koşmanın mantığa sığmayacağı üzerinde duru­luyor ve varlık alemindeki her şeyin «Tevhîdİnancı»nı yansıttığına işaretle duygu ve düşünceler yönlendiriliyor ve insan aklı harekete geçirilmek isteniyor. [41]

 

MEALİ:

 

20—  Allah'tan başka dua ve ibâdet edip taptıkları (putlar) hiçbir şev yaratamazlar; kendileri yaratılıyorlar.

21— Onlar (o putperestler) ölülerdir; diri değildirler. Ne zaman diril­tilip kaldırılacakları bilincinde de değillerdir.

22—  Sizin İlâhınız tek bir İlâh'tır. Âhiret'e imân etmeyenler ise, kcılp-leri inkâr içindedir ve onlar (Allah'a ve Âhiret'e imânı) gururlarına yedjre-mezler.

23—  Şüphesiz ki Allah onların gizlediklerini de, açıkladıklarını da bi­lir. Doğrusu O, büyüklük taslayanları sevmez.

24—  Onlara, «Rabbiniz neler indirdi?» denilince, «eskilerin masalları­nı» derler.

25—  (Bu tutum ve sözleriyle) kıyamet günü, günah ve veballerini tas­tamam ve bir de bilgisizce saptırdıkları kişilerin günah ve veballerini yük­lenecekler. Dikkat et, yüklendikleri yük ne kötüdür!

26—  Onlardan öncekiler de (peygambere ve ilâhî buyruklara karşı bu tarz) maksatlı plânlar kurmuşlardı. Bu yüzden Allah kurdukları planla­rına temelinden geldi (onu kökünden sarstı) da tavanları başlarına yıkılıp çöktü ve azap onlara bilmedikleri bir yönden gelmiş oldu.

 

İniş Sebebi

 

Mekkeli putperestlerden okur-yazar olup bazı hikâye kitaplarını oku­yan Nadr b. Haris, Hîre'ye yolculuk yaptığında orada Kelile ve Dimne ad­lı kitaba rastlamış ve alıp okumuş; bir kısım parçalarını halka anlatmak üzere iyice hazırlanmış. Mekke'ye döndüğünde, şehrin ileri gelenleriyle bir toplantı yaparak Kelile ve Dimne'den bazı parçalar anlatmış ve kendisin­ce önemli saydığı kısımları okuduktan sonra şöyle demiş: «İşte Muham-med'in vahiy dediği şey, bunun gibi eskilerin masalları ve bir sürü uydurul­muş sözlerden başka bir şey değildir.»

Bunun üzerine 24. âyet inmiştir. [42]

 

İlgili Hadîsler

 

«Kalbinde zerre ağırlığınca kibir ve gurur bulunan kimse Cennet'e gi­remez.»

Bunun üzerine soruldu :

— Ey Allah'ın Peygamberi! Adam elbisesinin ve ayakkabı I arı nın güzel olmasından hoşlanır, (bu da kibir sayılır mı?).

— «Şüphesiz ki Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir ise, hakkı anlamsız saymak, onu görünce şaşkınlık göstermek ve insanları küçümsemektir.» diye cevap verdi. [43]

«Kim doğru yola davet ederse, ona uyanların sevap ve mükâfatlarının bir misli kendisine verilir de bu onların hiçbirinin sevabından bir şey eksilt­mez. Kim de sapıklığa çağırırsa, ona uyanların günahlarının bir misli ken­disine yükletilir de bu onlardan hiç birinin günahlarından bir şey eksilt­mez.» [44]

 

Putperestlerin Sonu

 

İnsanın kişiliğini sıfıra düşüren, onu insanlık şeref düzeyinden uzak­laştıran, yaratılışındaki amaç ve hikmet doğrultusundan saptıran bâtıl inançlardan biri, belki başta geleni, insan eliyle yontulup şekillendirilen put­ları ve heykelleri ilâh edinip tapması ve bazı önemli kişileri ilâhlaştsrmasıdır.

Kur'ân bu haysiyet kırıcı, ruhları silik hale getirici, vakar ve saygın­lığı silici inancı kökünden yıkmak için 23 yıl ardi-arkası kesilmeyen müca­dele ortamını oluşturmuş, insan aklını doğruya çevirmek, hakkı hak olarak tanıtmak için en tesirli ve duyarlı belgeleri peşpeşe getirmiş; Allah'ın var-lığtna, birliğine delâlet eden âyet ve delilleri kalplere ve kafalara işlememi­zi emretmiş; Allah'ın büyüklüğünü, kudretinin sınırsızlığını göstermek için yüzlerce ana fikirler, temel bilgileri beraberinde getirmiştir. Böylece Allah, Hz. Muhammed'i (A.S.) ilâhî bilgilerle donatıp bâtılın karşısına çıkarmış, inanan mü'minleri ebedî saadetle, ilâhî rıza ile müjdeleyerek serhatlerde at koşturmak suretiyle Allah'ın son mesajını kabile ve milletlere duyurma enerji ve kudretini vermiştir.

İşte bu sayede kurulan İslâm medeniyeti ve yükselip yayılan onun şanlı büyük devleti, insanlığa rahmet, ilim, ahlâk, fazilet, adalet ve me­deniyet ışığını ulaştırmış; böylece gerçek medeniyetin temelini atarak mil­letleri daldıkları derin uykudan uyandırmıştır.

Bu başarı, Kur'ân'ın ilâhî olduğunun bir belgesi, Hz. Muhammed'in (A.S.) hak peygamber olduğunun simgesidir. İslâm da insanlığın son ümi­di olarak Cenâb-ı Hakk'ın sönmeyen nurudur.

İlgili âyetle de bu gerçeklere ışık tutularak, putların ruhsuz, anlamsız, köksüz cisimler olduğu; hiçbir yaratma kudreti taşımadıkları, kendilerinin yaratılmış oldukları, sonra da insan eliyle şekillendirildikleri hatırlatılıyor ve bu kadar aklını, şuurunu, idrâkini kaybeden putperestlere «yaşayan ölü­ler» demenin çok yakışacağı belirtiliyor.

Zira insanoğlu akıl cevherini cehalet kılıfında tutuklar, sağduyusunu hissinin uydusu yapar, vicdanını nefsine satar, düşüncelerini bâtıl ile kö­reltirse, gerçekte o ruhu itibariyle ölmüş, bir yaratıktan başkası değildir. Yeyip içen, uyuyup gezen, yaşlanıp ölen basit bir canlıdan farksızdır.

Ne zaman dirilip kalkacağını da bilmez ve buna inanmaz. Onun için sorumluluk duymaz, faziletten yana adım atmaz, insanlığın hayrına hiz­mette bulunmaz; hizmet etse bile, karşılığında yalnız dünyalık elde etme­yi arzular. [45]

 

Allah Vardır Ve Birdir

 

«Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır.»

İnsanı umutsuzluk burgacından, nefis bataklığından, İblisin telbîsin-den kurtaran tek inanç, Allah'ın varlığına ve birliğine bilerek imân etmek­tir. Gerçekten bu, insana şeref, izzet, vakar, tevazu, hakseverlik, sorumlu­luk, adalet ve şahsiyet kazandırır. Ruhu, nefsi, düşünce ve duyguları di­siplin altına alır ve her yönüyle insanı olgunlaştırıp Hakk'ın ve insanlığın hizmetine sevkeder.

Bunun sebebi açıktır. Şöyle ki : İnsanın kendisi, o bir olan Allah'ın en güzel ve en seçkin eseridir. Her organı ve ruhundaki bütün yetenekleri yü­ce yaratanın damgasını taşımakta ve O'nun varlığına tanıklık etmektedir. Bedenimizdeki her hücre, «Yaratanımız bir olan Allah'tır!» diyor. Dakikada 70-80 defa atan ve bir erhme-basma tulumbasını andıran ve her atışında yaklaşık 200 gr. kan verip alan kalbimiz, «Beni bu güçte ve kudrette ya­ratan, yıllarca bu ağır yükü ustaca taşımama imkân veren Allah'ın şanı çok yücedir.» diyerek gaflet içinde gününü gün etmeğe çalışan sahibini uyar­maktadır.

Bedenimizi oluşturan sayısı belirsiz hücrelerden her biri yüklendiği programı kusursuz yerine getirmekte, kalbi dokuyanlar kalbe, mideyi doku­yanlar mideye gitmekte, en küçük bir yanlışlığa meydan vermeden faali­yetlerini sürdürmektedirler. Böylece tirilyonlarca hücrenin bu faaliyetlerini organize edip düzenleyen ve kusursuz biçimde çalışmalarını sağlayan insanın kendisi midir? Hayır.. Çünkü insan ne iç organlarına, ne de taşıdığı hücrelerden birine kumanda edememektedir. Hariçten başka maddî bir kuvvet mi bu sistemi organize etmektedir? Hayır, çünkü haricî bir mü­dahale bu anlamda mümkün değildir. O halde insan vücudunu yaratıp meydana getiren Allah'ın kurduğu plân ve programın, kusursuz uygulan­ması söz konusudur.

Bu misalleri çoğaltmak mümkün. Ancak Allah'a imânın Âhiret'e de imâ­nı gerektirdiğini ve imânın diğer şartlarını da beraberinde taşıdığını unut­mamak gerekir. Çünkü Allah'ın varlığını, birliğini, kudretini bilip kabul eden kimse, O'nun bütün emirlerini de kabul etmedikçe gerçek mü'min olamaz.

İnkarcılara gelince: Onların marazı, sahte kibir ve gururdur. Nereden, nasıl geldiğini düşünmeden büyüklük taslayan kişiler, sadece imân nîmet ve devletini kaybetmekle kalmazlar; Allah için dost edinme basiretleri ol­madığı için dost edindikleri sahte dostlarını, ikbal günleri geride kalınca kaybetme bedbahtlığına uğrarlar. Cenâb-ı Hak, hayatını böylesine berbat edip onu imân cevherinden, hakkın rızasından mahrum edenleri hem sev­mez, hem doğru yola eriştirmez.

Kur'ân o gibilerinin portresini çizerken şu sözleri bir uyarı mahiyetin­de beyân buyuruyor: «Âhiret'e iman etmeyenler ise, kalpleri inkâr içinde­dir ve onlar (Allah'a ve Âhiret'e inanmayı) gururlarına yediremezler.»

Böylece ilgili âyetlerin delâletinden şunu anlıyoruz: Kendi varlığında­ki sanatın yüksekliğini, kurulan sistemin mükemmelliğini görmeyen ve an­lamayan kimselerin, Allah'ı bilip inanmaları pek düşünülemez. Çünkü in­san vücudu, kelimeyle ifade edilmesi mümkün olmayan çok yüce bir kud­retin eseridir. Her organı O'nun ismini taşımakta, her faaliyeti O'nun prog­ramını yansıtmaktadır. [46]

 

Kur'ân'a Eskilerin Masalları Diyenler Hep Yanılmışlardır

 

«Onlara: Rabbınız neler indirdi? denilince, eskilerin masallarını, derler.»

Kur'ân'ın tam dokuz yerinde geçen «esâtirü'l-evvelîn», yani «eskilerin uydurma masalları» tabiri, Mekkeli müşriklerin, şaşkın putperestlerin iki vasfını ortaya koyuyor: Masalla gerçeği birbirinden ayırt edemiyecek ka­dar kültürsüz ve sonra da Kur'ân'da cihanı aydınlatan, milletlerin haya­tının akışını değiştiren, en sağlam düzenin anahatlarını çizen, medeniye­tin temelini atan hakikatleri anlayamıyacak kadar bilgisiz ve aynı zamanda hislerine mağlup olmuş, akıllarını kullanamıyacak kadar şartlanmış bir topluluk..

Günümüzde de Kur'ân'ı okuyup araştırma zahmetine katlanmayan-larla, sadece kuru mealini okuduktan sonra «Kur'ân bu mudur?» diyenleri de görmekteyiz. Bunlar konuya objektif yönden eğilmeyen, bilimsel araş­tırma yapmayan, kulaktan dolma sığ bilgilerle yetinip yargıda bulunanlar-. dır.

Kafalarını 1400 yıl öncesine çevirip o çağın ilim, kültür, medeniyet ve sosyal yapısına bir göz attıktan sonra onları Kur'ân'da bilimsel ölçüde­ki ana fikirlerle, temel bilgilerle, hukukî ve ahlâkî kurallarla karşıtaştırsa-lardı, Kur'ân'ın her yönüyle ilâhî olduğunu, en kültürlü ve derin bilgiye sa­hip mükemmel bir âlimin böyle bir eser yazamıyaeağını derhal anlar ve Allah'ın bu eşsiz eseri önünde eğilip secde etmekten başka bir yol olma­dığını idrâk ederlerdi.

Böylece Kur'ân her sûre ve âyetiyle insanların sağduyusuna seslene­rek şöyle diyor: Ben cehaletle, bilgisizlikle, küfürle, inatla, zulümle gelme­dim. İçimde sadece ilim, ahlâk, fazîlet, hakikat vardır. İki hayatı en doyu­rucu şekilde tanıtmak, Allah ile kulları arasındaki küfür ve madde engelle­rini kaldırmak, fizik ötesinden birçok hakikatleri haber vermek ve insana niçin yaratıldığının hikmetini öğretmek benim sanatımdır. O halde ilâhî be-~ yânlara «masal» damgasını vurmanızın tek sebebi cehaletiniz, geçmişe körükörüne bağlılığınız, kafanızdaki karanlığı parçalayamadığınızdır. Beni ciddi şekilde okumaz, içimdeki hakikatleri anlamaya çalışmazsanız, «Kıya­met günü, günah ve veballerini tastamam ve bir de bilgisizce saptırdıkları kişilerin günah ve veballerini yüklenecekler. Dikkat et, yüklendikleri yük ne kötüdür!» mealindeki ilâhî azaptan kendinizi hiçbir suretle kurtaramaz­sınız. [47]

 

İnkâr Ve Cehalet Sadece Kilif Değiştirir

 

«Onlardan öncekiler de (peygambere ve ilâhî buyruklara karşı bu tarz) maksatlı plânlar kurmuşlardı.»

İlgili âyetle tarihî bir gerçek ve cahil bir toplumun hakka karşı ölçüsüz tutumu dile getirilerek inkâr ve cehaletin temelde değişmediği, sadece kı­lıf değiştirmekte olduğu haber veriliyor. Âdem Peygamber'den son peygam­ber Hz. Muhammed'e (A.S.) kadar gönderilen her peygamberin iki aman­sız düşmanı olmuştur: Geçmişe körükörüne bağlılık, cehalet ve kinle bir­leşip bütünleşen inkâr..

O halde ortaya çıkan bir gerçeği, insanlığın hayrına yönelik bir haki­kati veya düşünceyi kabul ettirmenin yolu, benimsetmenin yöntemi, ciddi eğitim, köklü öğretimdir. Onun içindir ki, İslâm her konuda ilme kapı aç­mış, insan aklına geniş yer vermiştir. Kur'ân'da sık sık «Olur ki aklınızı kul­lanırsınız», «Artık aklınızı kullanmaz mısınız?», «İyi düşünebilen bir millete öğüttür» gibi cümlelere yer verilmesinin asıl sebebi işte budur. [48]

 

Hakkın Nurunu Karartmak İsteyenler

 

İC ve dış dünyamızı aydınlatan hakkın ışığını söndürmek isteyenler hiçbir çağda başarıya erişememişlerdir. Çünkü hak ve ondan yana olan­lar er-gec üstün gelirler. Bu Allah'ın bir va'didir ki, değişmez. Yeter ki ina­nanlar Resûlüllah (A.S.} Efendimiz'in metoduyla hareket etmiş olsunlar. Çünkü toplumu haktan yana eğitip yetiştirmek, sabır, feragat, fedakârlık, bilgi, kültür ve her şeyin üstünde sarsılmaz bir imân ister. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ile ashabı bu sıfatları en kâmil anlamda kendilerinde toplamış bulunuyorlardı.

Kur'ân-ı Kerîm'de sözünü ettiğimiz sonuç şöyle belirtilmektedir: «On­lardan öncekiler de (peygambere ve ilâhî buyruklara karşı bu tarz) mak­satlı plânlar kurmuşlardı. Bu yüzden Allah kurdukları plânlarına temelinden geldi (onu kökünden sarstı) da tavanları başlarına yıkılıp çöktü ve azap on­lara bilmedikleri bir yönden gelmiş oldu.»

Yıkılan devletlerin, silinen milletlerin, çöken imparatorlukların çoğu, Allah'ın milletlerin hayatıyla ilgili câri sünnetine uymadıklarının kurbanı ol­muşlardır. Son Sasanî İmparatoru Yezdgerd lll'ün akibeti ve Roma impa­ratorluğunun son dönemleri birer ibretli örneklerdir.

Verilen mesaj nedir?

Mekkeli putperestlerin sonlarının yaklaştığı, Hz. Muhammed'in (A.S.) yaymakla görevli bulunduğu İslâm Dini'nin başarıya erişeceği ve böylece bâtılın, ahlâksızlık ve zorbalığın baş eğip zillete uğrayacağı, hakkın ise bütün sadelik ve kutsallığı ile ikbal basamaklarında yükseleceği müjdele­niyor.

Hemen ilâve edelim ki, tarihin her dönem ve çağında hak ile bâtıl, doğ­ru ile eğri, iyi ile kötü mücadelesinin sürüp gittiği ve gideceği, o bakım­dan dünyanın ne iyilerden, ne de kötülerden boş kalmayacağı hatırlatılı­yor ve bunun için üzülmenin gereği olmadığı; ama haktan yana ciddi, azim­li hizmetlere ihtiyaç bulunduğu vurgulanıyor. [49]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, ancak Allah'ın ibâdete lâyık olduğu, O'ndan baş­kasını ilâh edinenlerin yürüyen ölüler oldukları bildirildi. Kur'ân'ı eskilerin masalları şeklinde tanımlayanların, dönüş yapmadıkları takdirde dünyada da, âhirette de başaşağı getirilecekleri belirtildi ve böylece inkâr ve az­gınlık içinde ruhlarını ve vicdanlarını silik ve ölgün hale getiren kâfirlerin hemen her çağda aynı şarlatanlıkları yaptıkları, aynı herzeleri savurduk­ları hatırlatılarak mü'minlerin sabırlı olmaları tavsiye edildi ve hakkın er-geç başarıya erişeceği müjdelendi.

Aşağıdaki âyetlerle, İnkâr ve haksızlığı benimsediği halde ölenlerin âhirette, inandıkları putları göstermeleri emredileceği hatırlatılıyor; içle­rinden aklı erenlerin, o günün rüsvaylık olduğunu anlayıp kâfirlerin zillete uğrayacaklarını itiraf edeceklerine dikkatler çekiliyor. Böylece dünyada ömür sermayesini bâtılı savunmakla geçirenlerin âhiretlerini azaba çevire­cekleri haber veriliyor. [50]

 

Meali:

 

27—  Sonra da AJlah, kıyamet günü onları rüsvay eder de «Hakkında tartışıp (o yüzden mü'minlere) düşmanlık ederek, bana koştuğunuz ortak­larım nerede?» diye sorar. Kendilerine ilim verilenler derler ki: «Doğrusu bugün rezillik, aşağılık ve kötülük kâfirleredir.»

28—  Kendilerine zulmedenlerin melekler canlarını alırken, «biz hiçbir kötülük işlemiyorduk» diyerek teslimiyet gösterirler. Hayır, şüphesiz ki Al­lah, sizin işleyegeldiğiniz şeyleri çok iyi bilir.

29—  O sebeple, içinde ebedi kalacağınız Cehennem kapılarından gi­riniz! Büyüklük taslayıp gururlananlann makamı ne kötüdür!

 

Hakka Karşı Çıkanlar Rüsvay Olurlar

 

«Sonra da Allah, kıyamet günü onları rüsvay eder..»

İnsanlara karşı hangi niyet ve sıfatla çıkılırsa, kıyamet günü o sıfatla kalkılır. Herkes niyet ve davranışlarına göre ölçü ve değerini bulur, taşıdığı sıfatla kabrinden kaldırılır ve hesaba çekilir.

Hakk'a karşı gelip mü'minlere haksızlık, zulüm, eziyet ve işkence eden­ler; haksızlık, ahlâksızlık ve azgınlık bayrağı altında yerlerini alırlar. Bu, Allah'ın adalet sıfatının gereğidir.

Kur'ân'ın bu âyetlerinden ilham alan şâir ne güzel demiştir!

«Hile ile iş gören, mihnet ile can verir. Zulüm ile âbad olan âhiri viran olur..»

Şüphesiz ki, zulmün en kötüsü, hakka karşı çıkmak, haklıyı haksız du­rumuna düşürüp cezalandırmak; ahlâksızlığa, azgınlığa prim verip ahlâklı, faziletli inanmış kişileri baskı altında tutmaktır. Sünnetullah gereği, bu doğrultuda olan zâlimlere hem dünyada, hem de âhirette rüsvaylık umut­suzluk ve perişanlık; aynı zamanda elim bir azap vardır. [51]

 

Allah'ı Bırakıp Başkasın! İlâhlaştıranlar

 

Kendilerini insanlık şeref derecesinden düşürüp bayağılaştıranlar kim­lerdir? Allah'ı bırakıp başka şeylere tapanlar, insanları ilâhlaştıranlardır.

Böyleler! içine düştükleri küfür bataklığı yetmiyormuş gibi, bir de Allah'a dosdoğru imân edenlere, Hakk'ın yoluna çağıranlara saldırırlar, kin ve düş­manlık beslerler. Onlara kıyamet gününde Cenab-ı Hak şöyle buyuracak­tır. «Hakkında tartışıp (o yüzden mü'minlere) düşmanlık ederek bana koş­tuğunuz ortaklarım nerede?»

İşte asıl rüsvaylık bu safhada başlar. Başkasına reva gördükleri aşa­ğılama ve ayıplama, saldırı ve işkence birer silâh olup kendilerine döner. Ortada ne ilâhlaştırdıkları kahramanları kalır, ne de yontup şekillendirdik­leri putları..

Mü'minler ise, o gün kâfirlerin acıklı haline şahit olacaklar ve ilâhî .adalet karşısında nasıl küçüldüklerini görüp şöyle diyecekler: «Doğrusu bugün rezillik, aşağılık ve kötülük kâfirleredir.» [52]

 

Ümitsizlik Anında Allah'ı Anmanın Yararı Var Mıdır?

 

Doğru yoldan sapmış inkarcı zalimler, ahlâksız maddeciler azgınlık havası içinde günlerini gün ederken ansızın ölüm kokusu burunlarına gel­meğe başlar. Yüce Kudret o anda görevli meleklerle kudretini izhar edip her şeyin bittiğini, dünya şatafatının bir balon gibi söndüğünü, inan­mışlara ettikleri zulüm ve işkencenin nasıl elim bir sonuç doğurduğunu o inkarcı zalimlere gösterir.

Cenâb-ı Hakk'ın tecelli eden kudret ve azameti karşısında boyun eğ­mekten başka çareleri kalmadığını gören inkarcı zâlimler, ister istemez teslim olup kötülük yapmadıklarını, sadece iyilik düşündüklerini söyleye­rek bir defa daha küstahlıkta bulunurlar. Böylece pişmanlık her yandan onları kuşatır, gerçeği anlamaya başlarlar ve Allah'tan başka ibâdete lâ­yık hiçbir şeyin olmadığını sezerek O'nu anarlar. Ama ne çare, ömür ser­mayesi tükenmiş, ilâhlaştırdıkları kendilerinden çok uzaklarda kalmış, dost­lar el, eteklerini çekmiş.. Ümitsizlik içinde Allah'ı anmaktan başka yol ve care olmadığı iyice ortaya çıkmış.. Ne var ki, böyle anlardaki uyanıp sil­kinmenin, inanıp Hakk'a dönmenin hiçbir yararı olmaz. Nitekim Fir'avn yandaşlanyla birlikte Kızıldeniz'in dalgaları arasında kalıp bütün ümitleri kesilince, İsrailoğulları'nın Rabbına inandığını söyleyerek bir kurtuluş ışığı aradı. Ama her şey bitmiş, yetenekler ilâhî direktifin hilâfına kullanılarak her türlü fırsat kaçırılmış bulunuyordu. O bakımdan Allah onun bu dönüş yapmasını, inanıp teslimiyet göstermesini kabul etmedi.

Allah herkesin niyetim ve amelini çok iyi bilir de ona göre karşılık ve-rir ve gelecek hazırlar. Çünkü O'nun her işi hikmete dayalıdır, vereceği karşılık adalet ve rahmetinin gereğidir. Kimseye zulmetmez. İnsanlar kendi azgın nefislerine uyup İblîs'in peşine takılmakla kendilerine haksızlık eder­ler. Bu bakımdan herkes cennet ve cehenneminin anahtarını beraberinde taşır ve ölünce yine beraberinde götürür de ameliyle başbaşa kalır. So­nunda Allah'ın va'di gerçekleşir, hükmü kusursuz şekilde yerine gelmiş olur: «İçinde ebedî kalacağınız Cehennem kapılarından giriniz. Büyüklük tasla­yıp gururlananların makamı ne kötüdür» denilir. [53]

 

Neden Sonu Gelmeyen Azap?

 

 sebeple içinde ebedî kalacağınız Ce-hennem kapılarından giriniz!»

Şüphesiz ki Cenâb-ı Hak, kâinatın tek yaratanı ve yegâne sahibidir. Her şey mutlak surette O'nun eseridir ve hepsi de O'nun damgasını, taşı­makta, O'na muhtaç durumdadır. Aynı zamanda en küçük parçadan en büyük parçaya kadar her şey O'nu tesbîh ve tenzih etmekte, yaratıldığı kanuna bağlı kalıp yüklendiği programa göre hizmet vermektedir. O ba­kımdan Allah'ı İnkâr etmek, O'ndan başkasını ilâhlaştırmak, kâinatta yer alan her varlığın hakkına saygısızlık, hattâ tecavüz sayılır. Bunun cezası sonu gelmeyen bir azaptır. [54]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Allah'ı bırakıp başka şeylere tapanlar için elim bir akibetin hazırlandığı haber verildi. Ölüm anında meleklerin inmesiyle gerçeği anlamaya başlayan inkarcı sapıkların ister istemez teslimiyet gös­terip Allah'ı anmalarının hiçbir yararı olmayacağı hatırlatılarak, ölmeden önce, ümitsizlik gelip kapıyı henüz çalmadan Hakk'a dönmenin ancak ya­rarlı olacağına dikkatler çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'tan indirilen Kur'ân'ı mutlak hayır kabul edip imân temeli üzerinde iyi ve yararlı amellerde bulunanlara ânirette sa­dece güzellik ve mutluluk va'dediliyör. Hazırlanan Adn cennetlerinin bazı özellikleri anlatılarak Allah'tan korkup kötülüklerden, zulüm ve inkârdan sakınanların mükâfatlarının çok büyük olacağı bildiriliyor. Sonra da bun­ların ölüm anındaki durumları konu edilerek meleklerin onlara selâm ve­rerek yaklaşacakları ve şefkatla ruhlarını alacakları çok duyarlı bir anla-:ımla tasvir ediliyor. [55]

 

Meali:

 

30—  (Allah'tan korkup fenalıklardan) sakınanlara,  «Rabbınız ne in­dirdi?» denilince, «iyilik» derler. Bu dünyada güzel iş, hayırlı amelde bulu­nanlara iyilik ve güzellik vardır. Âhiret yurdu ise elbette daha hayırlıdır. Sa­kınanların yurdu ne güzeldir!

31—  (O yurt) Adn Cennetleri'dir ki, onlara girerler. Altlarından ırmak­lar akıp durur. Onlara o cennetlerde diledikleri şeyler vardır. İşte böylece Allah sakınanları mükâfatlandırır.

32—  (O sakınanlar ki) tertemiz arınmış oldukları halde melekler can­larını alırlar da, «selâm size, yaptığınıza karşılık girin Cennet'e!» derler.

 

İniş Sebebi

 

Kureyş kabilesinin ileri gelenleri toplanıp hac mevsimini değerlendir­mek istediler. Sonra da şu karara vardılar: «Muhammed (A.S.) tatlı dilli, güzel konuşan bir adamdır. Birisiyle konuşunca aklını çelmekte ve kendi havası içine almaktadır. Biz soylu kişiler Mekke'nin giriş kapılarında otu­ralım, yolların başında duralım da beldemize gelen ziyaretçilerle görüşelim ve Mekke'de kaldıkları sürece Muhammed'le temas kurmamalarını telkin edelim; bu hususta az-çok temayülü olanları ikna etmenin yollarını araştı­ralım.» Böylece kararlaştırdıkları gibi yollara çıktılar, giriş kapılarında otur­dular. Gelen gruplarla temas kurup Muhammed (A.S.) hakkında bilgi edin­mek isteyenlere: «Sakın ha, onunla görüşeyim demeyin Çünkü o ya­lancı, büyücü ve aldatıcının biridir!» diyerek görüşmelerine engel olmaya çalıştılar. Ancak ziyaretçilerden bir kısmı verilen bilgiden tatmin olmadık­ları için Mekke'ye girdiklerinde her şeyden önce Hz. Muhammed'in (A.S.) arkadaşlarıyla temas kurma yollarını aradılar ve böylece Onun hakkında bilgi topladılar. Ashab-ı Kiram, Hz. Muhammed'e (A.S.) sadece hayır ve iyiliğin indirildiğini, Onun rahmetten başka şey getirmediğini uygun bir anlatımla gelenlerin kalp ve kafalarına işlediler.

Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [56]

 

İyiliğin Karşılığı İyiliktir

 

«(Allah'tan korkup fenalıklardan) sakınanlara,  «Rabbınız ne indirdi?» denilince, «iyilik...» derler. Bu dünyada güzel iş, hayırlı amel­de bulunanlara iyilik ve güzellik vardır. Âhiret yurdu ise elbette daha hayır­lıdır. Sakınanların yurdu ne güzeldir!»

İyiliğin hedefi mutlaka hayır ve mutluluktur. Aksini düşünmek yanlış­tır. Yeter ki o iyilik, Hakk'ın rızası doğrultusunda gerçekleşmiş olsun. O hal­de bu istisnası olmayan genel bir kuraldır. Ama şu dünyada bu kuralın tam ve kesin geçerli olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Çünkü İmân doğ­rultusunda İyi niyete dayalı yapılan iyiliklerin bazan felâketle, kötülükle karşılık gördüğü vakidir. Bu durum ise, sözünü ettiğimiz iyiliğin ve hayrın tabiatına ters düşmekte, hedefiyle olan ilgisini koparmaktadır.

O halde bu genel kuralın gerçekleşmesi herhalde gerekiyor. Dünya­da gerçekleşmediğine göre, ikinci bir hayatı kabul etmemiz zarurî oluyor. O da kutsal kitapların ve bütün peygamberlerin haber verdiği âhiret haya­tıdır. İşte ilgili âyetle bu incelik üzerinde duruluyor ve «Dünyada güzel iş, hayırlı amelde bulunanlara iyilik ve güzellik vardır.» buyuruluyor.

Bundan anlaşılan odur ki: İyiliğin her iki hayatta da karşılığı vardır. Dünyadaki karşılığı yine iyilik ve güzelliktir. Ancak bazı sebeplerden dolayı dünyada bu iyilik gercekleşmiyorsa, mutlaka âhirette verilecek  iyilik ve güzellik çok daha hayırlı olacaktır.

İyiliğin karşılığı açıklandıktan ve dünyada gerçekleşmediği takdirde mutlaka âhirette gerçekleşeceği genel bir kural olarak belirlendikten son­ra; o iyiliğe, güzelliğe gidileceği, kucak açılıp umulacağı bir günde, tecel­li edecek ilâhî rahmetin tasviri yapılıyor ve üc maddede özetleniyor:

1—  Ömürlerinin son noktasına arınmış ve manevî kirlerden paklanmış halde gelirler.

2—  Kendilerini böylesine arındıran mü'minleri rahmet melekleri  ka­bir ve âhiret esenliğini, mutluluğunu sembolize eden «Selâm» ile karşılarlar.

3—  Güzel amellerine karşılık -ilâhî rahmet ve inayetle- Cennet'e gi­rin diye müjdelenirler. Şüphesiz ki bir fani için bundan daha büyük mutlu­luk olamaz.

Burada «Cennet'e girin!» sözünden maksat, Berzah âlemine yerleş­tikleri an, kıyamet kopuncaya kadar kendileriyle Cennet arasında bir men­fezin açılması ve o ebedî saadet yurdunun nefis kokusuyla taltif edilme­leridir. [57]

Diğer bir yorum da şöyledir: Sözü edilen mü'minler ileride mutlaka Cennet'e gireceklerdir. O bakımdan ileride olması kesin olan şeyi olmuş kabul etmek ilâhî âdettendir. Nitekim Kur'ân'da «Sûr'a üflendi» denilerek gelecekte mutlaka gerçekleşecek bir olay, gerçekleşmiş olarak ifade edi­lir. [58]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Allah'tan indirilen âyetleri mutlak iyilik ve hayır kabul edip iyi, yararlı amellerde bulunan mü'minlere büyük mükâfatların hazırlandığı açıklandı. Ölüm anında rahmet meleklerinin onları cennet ve saadetle müjdeleyecekleri haber verilerek mü'minlerin çok huzurlu bir ha­va içinde ruhlarını gelen meleklere teslim edeceğine işarette bulunuldu,

Aşağıdaki âyetlerle, inkarcı zalimlerin hakkın sesine kulak vermedik­leri konu ediliyor; böylelerinin ancak ölüm anında, ya da inecek bir azap döneminde uyanabileceklerine atıf yapılıyor. Sonra da onların işledikleri kötülükler, ortaya koydukları kin ve haksızlıkların vakti saati gelince kendilerini çepeçevre kuşatacağı hatırlatılarak, ölmeden veya ilâhî azap inmeden dönüş yapmalarına fırsat veriliyor. [59]

 

Meali:

 

33—  (O inkarcı azgınlar) ancak meleklerin kendilerine, (canlarını al­mak için) gelmelerini veya Rabbin emri (azâbı)mn  (inmesini)  beklerler. Kendilerinden öncekiler de böyle yapmışlardı. Allah onlara zulmetmedi, ama onlar kendilerine zulmederler.

34—  Bu sebeple, işledikleri kötülükler, onlara yetişip dokunmuş ve alaya aldıkları şey de onları kuşatmıştır.

35—  Allah'a ortak koşanlar dediler ki: «Eğer Allah dileseydi ne biz, ne de babalarımız O'ndan başkasına tapmazdık ve O'nun buyruğu olmaksı­zın bir şeyi de haram kılmazdık.» Kendilerinden öncekiler de böyle (söy­lemiş, böyle) yapmışlardı. Peygamber'e düşen, sadece apaçık tebliğdir.

 

İnkârda İnatla Israr Etmek

 

inkârcı az9ınlar) an~ cak meleklerin kendilerine (canlarını almak için) gelmelerini veya Rabbin emrini (azabının inmesini) beklerler.»

Allah'ın rahmeti hep önde gider. İnkarcı sapıkların bütün taşkınlıkları­na rağmen, Allah'ın gazabı rahmetinin önüne geçmiyor. O nedenle de, in­karcıları tekrar tekrar uyarıyor: Neyi bekliyorsunuz, niçin bekliyorsunuz? Ömrünüzün sona erip ölüm meleğinin gelmesini mi, yoksa ilâhî azabın in­mesini mi? Bu iki durumda da size rahmet kapilan açılmaz, hiç birinize hayır yönelmez. Çünkü ümitlerin kopup hiçbir tutunacak dal kalmadıktan ve ömrün son kertesine gelip ölümle yüzyüze gelindikten sonra duyulan pişmanlığın, yapılacak dönüşün hiçbir yararı yoktur. Oysa siz henüz öl­meden, o noktaya gelmeden Rabbınız sizi doğru yola çağırıyor, rahmet ka­pısını açık tutarak tevbenizi kabul edeceğini va'dediyor. Başka hangi çağ­rıyı bekleyebilirsiniz? Zira o davet kâinatın yegâne sahibinden geldiğine göre, ona olumlu cevap vermek selim aklın, sağlam idrâkin gereği değil mi­dir? Bundan daha şerefli ve ümit verici bir başka davet olabilir mi?

İşte âyetin ışığında yaptığımız bu açıklama ve yorum, ilâhî rahmetin insanlara nasıl yöneldiğini çok açık biçimde göstermektedir.

Daha önceki kavim ve milletler de bu iki acıklı sonucu beklemekte ıs­rar etmişlerdi. Oysa ölüm melekleri gelince dönüşlerinin hiçbir yarar sağ­lamadığı çok açık şekilde bildirilmiş ve böylece onların peygamberlerin uyarılarına kulak vermemelerinin neticesinin çok acıklı olduğu açıklanmış­tır. Kısacası onlar da inkârda inat ve ısrar etmelerinin kurbanı olmuşlardır. Geçmiş olaylardan öğüt ve ibret almayan inkarcıların da aynı akibetle karşılaşacaktan muhakkaktır. Çünkü ölüm veya ilâhî azap geldiği an, ar­tık onu geri çevirmek mümkün değildir.

Bütün bu beyânlardan anlaşılan şudur.- Allah, insanları doğru yolu se­çecek yeteneklerle donatmıştır. Ayrıca yol gösteren, uyaran ve müjdele­yen peygamberler göndermiş, kitaplar indirmiştir. Sonra da onlara cüz'i irade vererek doğumla ölüm noktaları arasında onları serbest bırakmıştır. Artık kim doğruyu seçerse kendi lehine, kim de eğri yolu seçerse kendi aleyhine seçmiş olur. [60]

 

İnsan İyiliğe Veya Kötülüğe Zorlanıyor Mu?

 

«Allah'a ortak koşanlar dediler ki: «Eğer Allah dileseydi ne biz, ne de baba­larımız O'ndan başkasına tapmazdik...»

Allah hakkında sağlıklı ve doğru bilgiye sahip olmayan ve O'nun bir­liğine inanmayan putperestler, Peygamber (A.S.) Efendimiz aleyhine çe­virdikleri entrikalar, kurdukları hile ve düzenler istedikleri ürünü vermeyin­ce, bu defa iyilik ve kötülük işlemekte, putlara tapınmakta, bazı şeyleri he­lâl, bazılarını haram saymalarında ne kendilerinin, ne de babalarının hür irâdelerinin rol oynamadığını; her şeyin ilâhî iradeyle gerçekleştiğini, ken­dilerini bu gibi şeylere itenin bizzat Allah olduğunu söylemek suretiyle bü­tün kusur ve günahları Allah'a izafe etmeğe çalıştılar.

Müşrikler bu iddialarıyla, peygamber gönderilmesine, kitap indirilme­sine gerek olmadığını anlatmak ve Kur'ân'ın ancak eskilerin masalları; Hz. Muhammed'in (A.S.) de bir şair, ya da büyücü olduğunu kafalara yer­leştirmek istiyorlardı. Daha doğrusu onların buiddialarında çok sinsi bir maksat yatıyordu.

İlgili âyetle, onların bu gibi saçmalıkları reddedilirken daha önoeki milletlerin ve kavimlerin de peygamberlerine karşı böyle saçma iddialarla karşı koydukları hatırlatılıyor ve sonra da onlara gereken cevap şu âyetle veriliyor: «Peygambere düşen, sadece apaçık tebliğdir.»

Konuyu bira2 daha açıklayalım : Allah insanları hem melekî, hem de hayvanı sıfatlarla donattıktan, onlara akıl, zekâ, irâde, duygu ve düşünce yetenekleri verdikten sonra, kendilerini hür iradeleriyle başbaşa bırakmış, yardımcı olarak da kitap indirmiş ve o kitabı dosdoğru teblîğ eden pey­gamber göndermiştir. Hiçbir peygamber insanların irâdelerini zorlama yet­kisine sahip değildir. Onlar arada uyarıcı, doğru yolu gösterici vasıtalar olarak teblîğ ve irşatla görevlidirler. Böyle bir ortamda her insan kendi hür iradesiyle ya doğru yolu seçer, ya da sapıklık içinde bocalayıp kalır.

Allah'ın rahmet ve yardımı ise, Allah'ın sünnetine uyanlara, O'nun koymuş olduğu hayat kanunlarını bilenlere, tehlikeli sınırla, tehikesiz sı­nırlan ayırt edenlere yönelir. [61]

 

Âyetler Arasinda Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetlerle, inkâroı azgınların, sapık müşriklerin çoğunun an­cak ölüm geldiğinde uyanabilecekleri konu edildi. İşleyegeldikleri kötülük­lerin, sergiledikleri zulüm ve rüsvaylığın bir gün kendilerini çepeçevre ku­şatacağı hatırlatılarak ölmeden önce hakikati görüp dönüş yapmalarının kendi lehlerine olacağına işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, her ümmete doğru yolu gösteren peygamber gön­derildiği konu ediliyor. Doğru yolu seçmeyen inkarcı zâlimlerin yerle bir edildiği ve bir kısmının kalıntılarının yer yer tarihin o dönemini ibretli yan­larıyla yansıttığı belirtiliyor. O bakımdan yıkılıp yok edilen milletlerin ka­lıntılarını özellikle inkarcıların gezip görmeleri tavsiye ediliyor. Sonra da öldükten sonra dirilip kalkmayı inkâr edenlerin ısrarlı iddiaları reddedilerek onun bir va'd olduğuna dikkatler çekiliyor. [62]

 

Meali:

 

36—  And olsun ki, her ümmete, «Allah'a kulluk edip tapın, azdırıp saptırıcılardan kaçının!» diyerek (uyarıda bulunan) bir peygamber gönder­dik. Onlardan kimini Allah doğru yola eriştirdi; kiminin de üzerine sapıklık (damgası vurulması) hak olmuştu. O halde siz yeryüzünde gezip dolaşın da (Hakk'a karşı gelip peygamberleri) yalanlayanların sonunun ne olduğu­nu görün.

37—  Sen onların doğru yola erişmelerini ne kadar çok arzu etsen, yine de Allah saptıracağı kimseleri doğru yola iletmez ve onlara yardımcı­lar da yoktur.

38—  «Allah, ölen  kimseyi tekrar diriltip kaldırmaz» diyerek  olanca yeminleriyfe Allah adına yemin ettiler. Hayır, bu, Allah üzerine hak bir va'ddir; ne var ki insanların çoğu bilmezler.

39—  (Diriltip kaldıracak) ki, onlara, hakkında ayrılığa düştükleri şeyi açıklasın; inkâr edenlerin de kendilerinin yalancılar olduklarını bilsinler.

40—  Biz bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman, sözümüz ona sadece «ol!» dememizdir; o da hemen oluverir.

 

İniş Sebebi

 

İbn Cevzî'nin tesbitine göre : Müslümanlardan bir adamın, müşrikler­den birinde alacağı vardı. Ona uğrayıp hesap görmeğe başladıklarında, Müslüman : «Canım benim umduğum ölümden sonraki hayattır.» diye bir söz kullandı. Müşrik onun bu sözüne itiraz ederek şöyle dedi: «Allah'a and olsun ki, ölümden sonra bir daha dirilme, hesap verme ve benzeri şey­ler yoktur. Hayat, sadece dünya hayatıdır.»

Bunun üzerine 38. âyet indi. [63]

 

İlgili  Hadîs

 

Kudsi Hadîs/Cenâb-ı Hak buyurdu :

«Âdemoğlu bana dil uzatıyor. Oysa bu ona yakışma maktadır. Benî yalanlıyor. Bu da ona yakışmaz. Bana dil uzatması, benim evlât edindiğimi iddia etmesidir. Beni yalanlaması, «Allah ilk baştan yarattığı gibi, öldük­ten sonra artık insanı diriltip kaldırmaz» demesidir. Oysa ilk yaratmak ikinci yaratmaktan bize daha kolay değildir.» [64]

 

Her Ümmete Bir Peygamber Gönderilmiştir

 

<<And olsun ki, her ümmete, Allah'a kul­luk edip tapın; azdırıp saptırıcılardan kaçının! diyerek (uyarıda bulunan) bir peygamber gönderdik.»

Peygamberleri genel olcu ve anlamda üc grupta toplamak mümkün­dür ;

1—  Kendilerine semavî kitap verilen ve onu tebliğ ve yürütme ile gö­revlendirilenler.

2—  Kendilerinden önceki peygambere   indirilen   kitabın   hükümlerini teblîğ etmekle görevli olanlar.

3—  İnen vahiy ile kendilerine ahlâki kurallar, düzenli hayat ve âhi-~ retlş ilgili bilgiler verilen ve gönderildikleri ümmeti irşatla görevlendirilen­ler. Bunlara kitap indirilmediği gibi, kendilerinden önceki kitapları teblîğ etme görevi de verilmemiştir. Bunlar daha çok uzak ülkelerde olup, daha önce indirilen kitabı ele geçirme imkânlarından mahrum olanlardır,

Yukarıdaki âyetle bu üç gruba da işaret edilmektedir. Ancak her ka­saba ve millete daha çok üçüncü gruba dahil olan peygamberlerden gön­derildiğinde şüphe yoktur.

Ayrıca yeryüzünde bugünkü imkânların ve seri vasıtaların eski çağ­larda bulunmadığını dikkate alırsak, az yukarıda belirttiğim gibi, yeryü­zündeki kavim, ümmet ve milletlere devamlı peygamber gönderildiği hal­de, çoğunun birbirleriyle temas kurma, zahirî bir haberleşme sağlama im­kânları olmamış ve böylece uzak bir ülkede bulunan peygambere indirilen kitabı diğer bütün ülkelerde teblîğ etme görevi verilmemiştir. Böylece her peygamber bulunduğu yerde, ilâhî vahye göre, insanları Allah'ın varlığını, birliğini tasdîka çağırmış ve birtakım ahlâki kurallarla helâl ve haramla ilgili hükümleri tebliğ etmekle yetinmiştir.

Fâtır sûresinde bu konuya biraz daha açıklık getirilerek şöyle buyu­ru I uyor: «Hiçbir ümmet millet yoktur ki, içlerinden, (gelecek felâkete, in­kâr ve sapıklıklarındaki inatlarına karşı) uyarıcı bir peygamber gelip geç­miş olmasın.» [65]

Haberleşme imkânları doğup gelişmeğe başlayınca, Cenâb-ı Hak ar­tık her kavim ve ümmete, kabile ve millete ayrı ayrı peygamber gönder-meyip bütün insanlara ve milletlere Allah'ın son mesajını tebliğ edecek bir tek peygamber göndermeyi irâde etmiştir. Kur'ân'da bu husus şöyle belir­tilmektedir: «(Ey Peygamber!) Biz seni bütün insanlara ancak (rahmetin) müjdecisi, (azabın) uyarıcısı olarak gönderdik. Ama insanların çoğu bil­mezler. » [66]

Ne var ki, her kasaba halkı veya millet ve ümmet kendilerine gönderi­len bu uyarıcı elcilere kendi dil ve kültürlerine göre ayrı ayrı isimler ver­mişlerdir. Kimi öğretici, kimi uyarıcı, kimi filozof, kimi peygamber, kimi mürşit demiştir, Kur'ân bu elciler hakkında daha çok şu iki ismi kullanmış­tır: Nebi - Resul.. Peygamber ismi ise, Farsçadan bize geçmiştir, Nebî is­mine karşılık kullanılır ki, haber getiren demektir.

Böylece her kavim ve ümmete peygamber gönderilmişse de, çoğu onların tebliğ ettiği ahlâkî kuralları, helâl ve haramla ilgili hükümleri ve her şeyin başında Allah'ın varlığını ve birliğini, kendi inançlarına, âdet ve geleneklerine, sefih yaşayışlarına ters görerek reddetmiştir. Çünkü pey­gamberlerin getirip teblîğ ettikleri esas ve prensipler insan ruhunun yü-celiğiyle eşdeğerde olup, akıl yoluyla kalp ve kafalara işlenmek özelliğini taşıyordu. Halkın yaşayışı ise, nefis doğrultusunda olup duygu ve şehvete yönelik idi.

Bu düzeyde olan toplumların ilâhî buyruklarla uyum sağlayabilmeleri için yıllarca irşat edilip eğitilmelerine ihtiyaç vardır. O da inkârları önyargı haline gelmemiş, kafalarında köklü bir karanlık oluşmamışsa, o takdirde olumlu sonuç alınabilir. Aksi halde Nuh Peygamber'in (A.S.) kavmi ile Fir'-avn ve yandaşları gibi her gecen gün küfür ve inatları artabilir.

Tabii bu arada Cenâb-ı Hakk'ın hidâyet yoiunu açması başta gelen olumlu tesirdir ki, dilediği hakkında tecelli ettirir. Şu demektir ki, az-çok aklını, idrâkini kullanıp kendini hidâyetin tecelli edeceği çizgiye getirenler, Allah'ın bu lütfundan nasiplerini alabilirler. Aksine bir yol izleyip ileri çiz­giye değil, gerideki çizgiye kendilerini itenler o lütufdan mahrum kalırlar.

Kur'ân-ı Kerîm, peygamberlerle ilgili açıklamada bulunduktan sonra yaşamakta olan insanlara sesleniyor: İbret ve öğüt almak istiyorsanız, yeryüzünde gezip dolaşın da Cenâb-ı Hakk'a karşı gelip peygamberleri ve mürşitleri yalanlayan donuk kalpli, silik vicdanlı, karanlık kafalı kavim ve milletlerin sonlarının ne olduğunu tarihî harabelere bakıp görün. Onların çoğu insanlıklarına yakışmayanı, ruhlarının taşıdığı fıtrat cevherine ters düşeni yapmışlar, hayat kanunlarını çiğneyip sünnetullaha uymamışlardı. Bu yüzden Allah'ın câri kanunu onlar hakkında hükmünü yürütmüştür. Ge­ride sadece kötü bir isim ve yıkılan medeniyetlerinin (!) kalıntıları kalmış­tır. [67]

 

Doğru Yola İletmek Allah'a Aittir

 

<<Sen onla»n doğru yola erişmelerini ne kadar arzu etsen, yine de Allah saptıracağı kim­seleri doğru yola iletmez ve onlara yardımcılar da yoktur.»

İnsanlarla Allah arasında «hidâyet» sınırı vardır. Bu sınıra yalnız akıl ve duyularla ulaşmak çok zor, hattâ çoğu zaman imkânsızdır. Ancak her zaman bunun istisnalarının bulunduğunu ve bulunabileceğini unutmamak gerekir. O nedenle Cenâb-ı Hak insan aklını, düşünce ve duygularını ha­kikate çevirip yönlendirmek için kitap indirmiş ve onu teblîğ eden pey­gamber göndermiştir. Böylece peygamberin uyarı ve irşadı sözünü ettiği­miz sınıra yaklaştırıcıdır, fakat tam eriştirici, yani doğru yola sokucu değil­dir. Çünkü peygamberin görevi, hidâyet sınırını gösterip tanıtmak ve ona yaklaşma yöntemlerini öğretmektir. Doğru yola eriştirmek ise Allah'a ait­tir. O bakımdan peygamber kendisine ayrılan sınırda teblîğ ve irşat göre­vini sürdürür, gerisini Allah'ın yüksek irâdesine ve hidâyetle tecellisine bı­rakır.

O halde peygamber görevini yapar; kul da kendini, aldığı bilgi, ışık ve eğitimle hidâyet sınırına yaklaştırırsa, Cenâb-ı Hakk'ın sünneti gereği, onun elinden tutup doğru yola eriştirmeyi rahmetinin tezahürü olarak ger­çekleştirir.

Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz, şüphesiz ki âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. O bakımdan kalbi insan sevgisiyle dolup taşar, onların doğ­ru yola erişmelerini çok arzu eder, bu doğrultuda büyük gayretler sarfederdi. Cenâb-ı Hak, ilgili âyetle bu husustaki sünnetinin ölçüsünü belirterek, herkesin kendi sınırında kalıp görev yapmasını hatırlattı; fazla sıkılıp ar­zu etmenin, üzülüp bir an önce sonuç almanın gereği olmadığına şöyle işa­rette bulundu : «Sen onların doğru yola erişmelerini ne kadar çok arzu etsen, yine de Allah saptıracağı kimseleri doğru yola iletmez..» Çünkü on­lar kendi kendilerine yardımcı olmamışlar ve verilen imkânlardan yararlan­mak suretiyle kendilerini hidâyet sınırına yaklaştırmamışlar, bu konuda bir gayretleri de görülmemiştir. Aksine ondan hep uzaklaşmaya çalışmış­lar, durmadan gerideki çizgiye kendilerini itmişlerdir. O bakımdan Cenâb-ı Hak onlara yardımcı olmaz, hidâyete erişmelerinden yana tecellide bulun­maz. Sapıklıkları, inkâr ve azgınlıkları, inat ve hezeyanları her taraftan onları kuşatmıştır. Böylece hidâyet sınırı çok uzaklarda kalmış, araya aşıl­ması zor engeller girmiştir. [68]

 

Öldükten Sonra Diriüp Kalkmak

 

«Allah, ölen kimseyi tekrar diriltip kaldırmaz, diyerek olanca yeminleriyle Aflah adına yemin etti­ler. Hayır, bu, Allah üzerine hak bir va'ddır. Ne var ki insanların çoğu bil' mezler.»

Öldükten sonra insanların diriltilip kaldırılması, Allah'ın kurduğu dü­zenin kopmaz bir parçası, hayat zincirinin tamamlayıcı bir halkası ve ilâhî tecellinin ayrılmaz bir safhasıdır. İlâhî kanunların şaşması, değişmesi ve değiştirilmesi düşünülemez. Çünkü mümkün değildir. Allah bir şey hak­kında hükmetmişse, bir şeyin geçmiş ve geleceğini ezelî ilmiyle tesbit edip belirlemlşse, artık onu durduracak, kader çizgisinden uzaklaştıracak bir kuvvet yoktur.

Güneş ailesinde yer alan dünyamızın, en son hesaplara, yani radyoak­tif saat metoduna göre, beş milyar yaşında olduğu anlaşılıyor. Birçok püs­kürük kütleler içerisinde, radyoaktif bir madde olan uranyum (U 238) in parçalanmasından meydana gelen ve kimyasal bakımdan kararlı bir madde olan kurşun (Pb 206} bulunmaktadır. Uranyum'un parçalan­ma hızı sabittir. Bu hız «yarılanma süresi» adı verilen zaman biriminde öl-Cülüp dünyamızın yaşı belirlenir. Meselâ bir miktar uranyum atomlarını şişeye koyduğumuz andan itibaren parçalanmaya devam edecek ve 4,5 milyar yıl sonunda şişedeki atom sayısı yarıya düşmüş olacak.

Uranyum ile kurşun atomlarının miktarı 2/1 oranında bulunduğuna göre, kurşun kararlı bir maddedir. Uranyumun parçalanma hfzı ise sabittir. O halde elde edilen kütlenin yaşını hesaplamak kolaylaşır.

Demek istiyoruz ki, beş milyar yıldan beri güneş ailesi vardır ve hiz­metini aksatmadan sürdürmektedir. Bu ilâhî düzenlemedir ki, sapmadan, hedefinden ayrılmadan yaratıldığı amaç doğrultusunda O'nun varlığını ve birliğini yansıtmaktadır.

Belli bir süreden sonra sistemin değişmesini gerektiren ilâhî plân ha­rekete geçer ve eski sistem yıkılıp yerini yeni sisteme terkeder. Bu defa yeni plân ve kanun hükmünü yürütmeğe başlar ve bu değişme ile kıyamet denilen olay meydana gelmiş olur.

Ölmemizin bağlı bulunduğu kanun da kıyamete yakın ikinci sistem ve düzene ayak basmamız için yerini ikinci bir kanuna bırakır. Bu defa o yeni kanun ve bağlı bulunduğu plân hükmünü yürütmeğe başlar. Yeni sistem ve düzenlemenin yeni şartlarına uyum sağlayacak yeni bir beden oluşur da bize yeniden hayat verir. Uranyum nasıl sabit ölçüdeki bir hız­la parçalanıyorsa, boşluktaki sistemler de ayrı biçimde belirlenmiş süre İçinde parçalanıp dağılma kanununa bağlanmıştır.

Kur'ân iigili âyetle kıyametin sadece iki sebebini açıklamakla yetin­miştir. Diğer sebeplerini ise, başka sûrelerde açıklar. Buradaki iki sebebi şöyle özetleyebiliriz :

1—  İnsanların,  hakkında  ayrılığa  düştükleri  şeyin  içyüzünü  açıkla­mak, haklıyı haksizdan ayırt etmek ve herkesin sınırını bildirip niyet ve ameline göre karşılık vermek;

2—  Hakk'ı yalanlayıp kıyameti inkâr edenlerin yalancı olduklarını or­taya koymak için Allah'ın va'di (verdiği söz) böylece yerine gelmiş olur. [69]

 

«Ol»  Emri

 

«Biz bir seVin olmasını dilediğimiz za­man, sözümüz ona sadece «oi!» dememizdir; o da oluverir.»

Varlık âleminde illiyet prensibi câridir. Olaylar illet ve sebeplere bağ­lanmıştır. Ama illetleri vücuda getiren nedir? Örneğin su maddesinin mey­dana gelmesi H2O formülün gerçekleşmesine bağlıdır. Hidrojenle oksije­nin belli oranda bir araya gelmesiyle su maddesi oluşur. Bu formülü diğer bir deyimle illlyeti meydana getiren kudret nedir? İlim bize suyu oluşturan maddeleri, onların hangi oranda bileştiklerini ve her birinin özelliğini tes­bit etmektedir. Ama bu iki değişik maddeyi belü sebeplerle ve oranlarda bir araya getiren kanunu, programı kim idare etmektedir? İiim bu soruyu cevapsız bırakmaktadır.

İşte Kur'ân bu kanunu ve programı da, onun bir araya getirdiği de­ğişik maddelerin yapılış sebep ve illetlerini de «ol!» emrine bağlamaktadır. Cenâb-ı Hak bir şeyi irâde ettiğinde, önce sebep ve illetlerini «ol!» emriy­le oluşturur. Sonra o sebep ve illetleri yine «ol!» emriyle bir araya getirir de irâde edilen şey vücut bulur.

Bu arada unutulmaması gereken bir husus da şudur: «Ol» emriyle ge­rek sebeplerin oluşup harekete geçmesi, gerekse istenilen maddelerin bir araya getirilip irâde edilen nesnenin oluşması için Cenâb-ı Hak sayılarını bilemediğimiz melekleri görevlendirmiştir. Onlar «ol!» emrinin gereğini belli bir plân ve programa göre yerine getirirler. [70]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, her ümmete doğru yolu gösteren, tehlikelere kar­şı onları uyaran peygamber gönderildiği anlatıldı. Böylece her milletin mutlak anlamda peygamber irşadına muhtaç bulunduğuna işaretle yaşa­makta olan milletler uyarıldı.

İnkâr ve haksızlıkta ısrar edip Hakk'ı yalanlayan milletlerin elim aki-betini görmek için yeryüzündeki tarihî harabeleri gezip görmeleri tavsiye edildi. Sonra da beşer ruhunu tatmin eden, insanın içinde hem ümit ışı­ğını yakan, hem disiplin sağlayan âhirete inanmanın önemine parmak ba­sıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, kendilerini küfür bataklığından Allah'ın yardımıy­la çıkarıp imân selâmetine erişen ashab-ı kiramın, Allah, Peygamber ve Din uğrunda yurtlarını, yakınlarını, mal ve dostlarını terkedip hicret etme­leri üzerinde duruluyor ve buna karşılık kendilerine büyük âhiret mükâ­fatı hazırlandığı gibi, dünyada da şerefli, itibarlı yer ve yurt verileceği açık­lanıyor. Sonra da her durumda Allah'a güvenip dayanmanın yüksek bir irfandan kaynaklandığı üzerinde durularak yaşamakta olan mü'minlere en sağlam kıstas veriliyor. [71]

 

İlgili Hadîs

 

«Ameller ancak niyetlere göre sıhhat kazanır, değer ölçüsünü bulur. Kimin hicreti (niyet ve maksadı) Allah ve Peygamberine ise, onun hicreti Allah'a ve Peygamberinedir. Kimin de hicreti elde edeceği bir dünyalık ve­ya nikahlayacağı bir kadın ise, onun 6a hicreti, niyet edip yöneldiği şeye­dir.» [72]

 

Allah Yolunda Hicret Edenler

 

«Onlar ki zulme uğradıktan sonra Allah yolunda (O'nun rızası uğrunda) hicret ettiler..»

İmanlarını Allah rızasıyla süsleyen bahtiyarlardır ki, her şeylerini Al­lah yolunda, din uğrunda feda etmekten kaçınmamışlardır. Gerçek değe­rinin takdir edilmesi cidden çok zor olan imân cevheri, az kişilere nasip olan büyük bir lütuftur. Ona sahip olmak kolay iş değildir. Fedakârlık, fe-rağat-i nefs, sabır ve tevekkül ister. Bu vasıflar düzeyine kendini eriştire-miyen kimse, o cevhere nasıl sahip olabilir?

İlgili âyetle, ashab-ı kiramın zulme uğradıkları ve o yüzden Allah yo­lunda yurtlarını, mallarını bırakıp hicret ettikleri övgü ile anılırken, onlara iki ayrı güzel ve mutlu yurdun hazırlandığı müjdeleniyor:

a)  Dünyada imân ve din hürriyetine yer verildiği, saygı duyulduğu bir ülke..

b)  Âhirette de Cennet denilen ebedî saadet yurdu.. [73]

 

Dünyada En Güzel Ülke

 

«Şanıma and olsun ki, onları dünyada güzel (yere) yerleştiririz.»

Dünya hayatında gerçek mü'minler için en güzel ülke, din, imân ve vicdan hürriyetine saygı gösterilen yerdir. Medine, mü'minlere bu güzel ha­vayı teneffüs ettirmesi bakımından İslâm'da ilk din hürriyetine saygı ve itibar gösterilen bir belde olma şerefini taşımaktadır.

Bunun için mü'minlere uygun en güzel yeri, tefsirlerimiz ve ilim adam­larımız altı madde halinde tesbit edip açıklamışlardır:

1—  Yerleşilen güzel yer, Medine idi. Bu bir misal ve ölçüdür.

2—  Güzel rızka, helâl lokmaya erişme imkânlarını sağlamaya uygun vasat.

3—  Düşmana karşı hazırlanma fırsatı ve başarıya erişme ortamı.

4—  islâm  şehir devletinin temelini  atmaya,  statüsünü  hazırlamaya yardımct olan bir toplum.

5—  Örnek alınacak feyizli hizmetlerin gerçekleşmesine elverişli za­man ve zemin.

6—  Allah rızasının her konuda ön plâna alındığı, insanın insana bu doğrultuda saygı duyup değer verdiği; din kardeşliğine anlam kazandırıl-dığt kutsal havanın mevcudiyeti.

İşte Medine-i Münevvere bu altı şart ve sıfatı kendinde taşıyordu. O bakımdan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, doğum yeri ve atalarının ülkesi olan Mekke'yi fethettikten sonra da Medine'de kalmayı tercîh etmiş ve onu şöyle övmüştür: «Medine İslâm'ın kubbesi, imân ülkesi, hicret yurdu, helâl ve haramın (sınırlarının iyice belirlenip) hazırlandığı yerdir.» [74]

Hicretin bunca faziletleri ve âhiretteki büyük mükâfatlan, müşrikler tarafından bilinip inanılsaydı, o fakir mü'minlere işkence etmez, onlarla aynı sofrada, aynı mecliste oturmaktan şeref duyarlardı. Hicret etmekte geciken mü'minler de bunun ecrini bilmiş olsalardı, bir dakika durmaz, Mekke'yi terkederlerdi. [75]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, imân selâmetine erip Allah yolunda hicret eden­ler övüldü ve onların o günkü müstesna hâli güzel bir misal olarak verildi. O bahtiyarlara hazırlanan mükâfatın önemine parmak basılarak Allah'ın mü'minlerden yana olduğuna işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, peygamberliği inkâr eden müşriklere, bu hususu, tarihi çok iyi bilen ilim adamlarından, kutsal kitapları bilen din âlimlerin­den sorup öğrenmeleri tavsiye ediliyor. Peygambere ve İslâm'a tuzak ku­fi)

ranlar uyarılıyor; daha da ileri gidip ilâhî gayrete dokundukları, sünnetul-lahın çizdiği sınırı aştıkları takdirde ilâhî hışmın ineceği haber veriliyor. Böylece İslâm'ın yakında başarıya erişip zafer sağlayacağı, küfrün baş-aşağı gelip zillet ve hüsrana uğrayacağı kapalı şekilde anlatılıyor. [76]

 

Meali:

 

43-44— Senden önce de ancak kendilerine vahiy ettiğimiz adamları birçok belge, mu'cize ve kitaplarla gönderdik. Eğer (bu konuları) bilmiyor­sanız ilim ehlinden sorun. Sonra da kendilerine parça parça (halinde) in­dirileni insanlara açıklayasın diye Zikri (Kur'ân'ı) indirdik; ola ki düşünür­ler.

45— Durmadan fena işler düzenleyip tuzak kuranlar, Allah'ın kendi­lerini yere batırmasından veya bilmedikleri bir yerden azabın kendilerine gelmesinden güven içinde midirler?

46-47— Veya dönüp dolaşırlarken, kendilerini (ilâhî azabın) yakalayı-u erme sinden -ki (Allah'ı) âciz bırakacak değillerdir- veya korku ve endişe üzere eksile eksile bir durumda bulunurlarken, kendilerini tutuv ermesin den emniyette midirler? Şüphesiz ki Rabbiniz çok şefkatli, çok merhametlidir.

 

İniş Sebebi

 

Mekke'nin azgın inkarcıları, sapık müşrikleri, Allah'ın bir insanı elçi göndermekten çok yüce olduğunu belirtip-. «Mutlaka bir elçi göndermesi gerekiyorsa, elbette Muhammed'i değil, bir meleği göndermesi uygun olur­du» diyerek son peygamberin risâletini bütünüyle ret ve inkâr ettiler. Bu­nun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [77]

Kur'ân, onlara: «Eğer bu gerçeği bilmiyorsanız ilim ehline, Yahudi ve Hıristiyan din âlimlerine sorun. Çünkü her iki kitap da insanlardan olan peygamberlere indirilmiştir ve her iki kitapta da Allah'ın insanlardan se­çip görevlendirdiği peygamberlerden söz edilmektedir.» diyerek biraz ol­sun akıllarını kullanmalarını, kafalarındaki küfür pasını silip gerçeği gör­melerini telkîn ediyor, [78]

 

İlgili Hadîs

 

«Allah (c.c.) zalime biraz mühlet verir; derken onu yakalar. Yakalayın­ca öa artık kurtulamaz.» [79]

 

Peygamberler Erkeklerden Seçilmiştir

 

«Senden önce de ancak kendilerine vahiy ettiğimiz adamları birçok belge, mu'cize ve kitaplarla gönderdik.»

İlgili âyetle, gönderilen peygamberin «rical» olduğu belirtiliyor. Bilin­diği gibi «rical», «recül»ün çoğuludur ve insanlardan sadece erkekler hakkında kullanılan bir isimdir. [80]

Bundan da anlaşılıyor ki, kadınlardan peygamber gönderilmemiştir. Sebebi ise açıktır. Şöyle ki : Peygamberlik çok ağır ve o nisbette meşakkat!i bir görevdir. İşin içinde işkenceden, ölüm tehdidine; ölümden sürgüne kadar her türlü belâ ve mihnet mevcuttur. Yaratılışları gereği, kadınlar er­kekler kadar dayanıklı değildirler. Daha çok duygusaldırlar. Sonra da ka-dımn erkeklerin karşısına çıkıp onları yönlendirmesi, onlarla gizli ve açık toplantı yapmasf söz konusudur ki, bunun birtakım sakıncaları olabilir, hatta peygamberlik şeref ve vakarına leke sürülmesine yol açabilir. [81]

 

İndirilen Zikir

 

«Sonra da kendilerine parça parça (halinde) indirileni insanlara açıklayasın diye Zikri indirdik..»

Kur'ân'ın birkaç yerinde Peygamber'e (A.S.) indirilen kitaptan «zikir» diye söz edilmektedir. Zikir: Hatırlama, kalbe doğma, dil ile anma gibi mânalara delâlet ettiği gibi, kitap, bilgi, öğüt, uyarı gibi manalarda da kul­lanılmıştır. Ayrıca Allah'ı, 99 isminden biriyle anma, teşbihte bulunma ma­nalarını da içermektedir.

Kur'ân'a «zikir» denilmesi, önceki semavî kitapları ve peygamberleri anıp hatırlattığına, Allah'ın isimlerine yer verip onları anmamıza vesile ol­duğuna, öğüt ve uyarıyla ilgili birçok hükümler taşıdığına yöneliktir. [82]

 

Kur'ân'ın İndirilmesinin Hikmet Ve Sebepleri

 

Kur'ân: Taşıdığı hükümlerin, öğüt, ibret, va'd ve vaidlerin; kıssa ve ta­rihî olayların; fizikötesinden verdiği bilgilerin; Allah ve âhiretle ilgili be­yânların tümüyle kalplere şifa, kafalara aydınlık verecek ölçü ve muhteva­da indirilmiştir. Böylece Kur'ân, kapsadığı çok yönlü hükümler ve bilgilerle insanlara iki hayatın önemini öğretme; doğru yolu gösterme, tehlikeli yola karşı uyarma; ruhla beden, maddeyle mâna, dünya ile âhiret arasında denge ve düzen kurmalarını sağlama hikmetiyle dopdolu bir kudrettedir.

O halde bütün bunlardan maksat, tebliğdir. Kur'ân'ın çok zengin ma­nevî sofrası açıklanmadığı takdirde amacının dışında bırakılmış olur ki, bunun vebali çok büyüktür. Bu bakımdan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şe­refli hadîsleriyle 23 yıl aralıksız bu kutsal kitabı açıklamaya devam etmiş, barış ve savaş günü demeden hizmetini kusursuz şekilde sürdürmüştür. O kadar ki, son sözünü söyleme, tebfîğinin son halkasını oluşturma bah­tiyarlığı içinde gözlerini şu fani hayata yummuştur.

Kur'ân nasıl açıklanır?

a)  Gelişen kültür seviyesini,   günlük olayları,   mevcut şartları;   dev adımlarla yoluna devam eden ilim ve teknikteki başarıları; toplumun sosyo­ekonomik yapısını, aile düzenini, halkın temayüllerini dikkate alarak yo­la çıkılır. Böylece Kur'ân'ın çok yönlü hüküm ve hikmetleri Hz. Peygam-ber'in (A.S.) uyguladığı metot doğrultusunda kademeli biçimde çeşitli va­sıtalarla tebliğ edilir.

b)  Kur'ân'ın, toplum hayatını yönlendirme kudretini taşıyan bölümleri sevgi ve güven havası içinde genç dimağlara aktarılır. Bunun için çeşitli yayım organlarından istifade edilmeğe çalışılır.

c)  Uzman mürşitler ve hocalar tarafından konferanslar, açık oturum­lar ve sorulu cevaplı toplantılar düzenlenir. Dini temel esaslarıyla, genel hü­küm ve kurallarıyla ele almasını bilmeyen yarım aydınların, dinî kültürü ye­terince almamış, Kur'ân'ın sergilediği hüküm ve hikmetleri kavrayamamış bilgisi kıt din adamı geçinen bazı kişilerin bu sahada söz sahibi olmalarına fırsat verilmez.

d)  İslâmiyeti basite irca' edip onu şekilcilik kalıbına sokan cahillerin din adına ahkâm kesmelerine, fetva vermelerine göz yumulmaz.

e)  Uzman ve yetenekli vaizlerin cami ve benzeri yerlerde vaaz etme­leri sağlanır. Cuma günleri Müslüman topluluğuna hitap eden cami hatip­lerinin seçilmesine özen gösterilir. En yetenekli kişiler eğitilerek bu kutsal emanet kendilerine tevdi edilir.

Zira 44. âyetle Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ın parça parça; bölüm, bölüm in­dirilmesinin hikmetini bir cümlede özetliyerek şöyle buyuruyor: «Kendileri­ne parça parça indirileni insanlara açıklayasın diye Kur'ân'ı indirdik.»

O bakımdan Kur'ân'm rahmet kapılarını kapatmak, onun tebliğ edilme ve insanlara açıklanma hikmetini göz ardı etmek anlamına gelir. İnkarcı maddecilerin durmadan Kur'ân'a karşı çıkmaları, çeşitli yollardan ondaki ilâhî hükümlerin geçersizliğini iddia edip gelişmesini engellemeleri, dün olduğu gibi, bugün de sahnededir ve bundan sonra da sahnede olacaktır. Şüphesiz bu hak ile bâtılın sonu gelmiyen bir sürtüşme ve tartışmasıdır ki kıyamete kadar sürüp gidecektir. Önemli olan, yukarıda sıraladığımız beş kanal üzerinde çalışılması ve İslâm'ın her yönüyle insanlık için rahmet ve huzur olduğunun anlatılmasıdır. Gerçek mü'minler kendilerini tebliğin bu düzeyine getirdikleri takdirde Cenâb-ı Hakk'ın mutlak surette onlara yardım edeeeğini yine Kur'ân haber vermektedir.

Cenâb-ı Hakk'ın inkarcı azgınlara, sapık maddecilere mühlet vermesi,ilâhî programı gereğidir. Onlar küfürlerini zulümle, azgınlıkla ve ahlâksız­lıkla birleştirip belli bir kerteye gelmedikleri sürece, aleyhlerine ilâhî emir inmez. Çünkü O, çok merhametli ve çok şefkatlidir. Kulları yürüdükleri yan­lış ve tehlikeli yoldan dönüş yaparlar diye, onları birtakım günah ve isyan­larından dolayı hemen kahretmez.. [83]

 

İnkarcı Sapıkları İzleyen Dört Büyük Tehlike

 

«Durmadan fena işler düzenleyip tuzak kuranlar, Allah'ın kendilerini yere batırmasından veya bilmedikleri bir yerden azâbm kendilerine gelmesinden güven içinde midirler?»

Kur'ân, Hakk'ın buyruklarına karşı gelip inkâr ve azgınlık gösteren sapıkları dört büyük tehlikenin adım adım izlediğine dikkatleri çekiyor ve böylece ilâhî rahmet gereği, onları -ölümlerinden önee dönüş yaparlar diye-uyarıyor.

1—  Allah'ın onları yere geçirmesi; alaşağı edip zillet ve meskenete uğratması,

2—  Farkına varmayacakları bir cihetten azabın gelivermesi; azılı bir düşman saldırısının başgöstermesi, şiddetli bir kasırga ve tayfunun onları çepeçevre kuşatıp yok etmesi,

3—  Yeryüzünde güven içinde gezip dolaşırken ilâhî te'dibin umma­dıkları bir zamanda karşılarına çıkması.

İnen musibetin, gelen felâketin kademeli biçimde onları yavaş ya­vaş törpüleyip tüketmeğe yönelmesi..

Birinci azap : Eriştikleri makam ve itibarı kaybedip gözlerden ve gö­nüllerden düşmek suretiyle yerin dibine geçmeleri şeklinde de yorumla­nabilir. Zira dünyada insanı sıkıp üzen en kötü azaplardan biri de, elde edilen nimetlerin, makam ve şöhretlerin bir anda sıfıra müncer olmasıdır. Kişinin kalbinde Allah'a ve Âhiret'e imân cevheri yoksa, dayanma gücünü kaybedip intihara teşebbüs eder veya tedavisi mümkün olmayan bir has­talığa yakalanıp mevcut nîmetleri de kaybetme bedbahtlığına uğrar.

İkinci azap : Farkına varmadıkları halde, ummadıkları bir yerden bir savaşın, benzeri bir belânın gelip çatması veya tabii büyük bir felâketin başgöstermesi, şiddetli bir depremin vuku' bulması şeklinde yorumlana­bilir.

Üçüncü azap : Gezip dolaşırlarken ya sağlıklarını bozan, ya aile yu­valarını alt-üst eden, ya şeref ve haysiyetlerini sıfıra düşüren, ya da bir kargaşalığın ortaya çıkmasıyla toplumu tehdit ve huzursuz eden bir fela­ketle yorumlanabilir.

Dördüncüsü: Kanser, uyuşturucu ibtilâsı, Aids belâsı ve benzeri top­lumu tehdit eden amansız bir derdin onlar, azar azar kemirip tüketmesi şeklinde yorumlanabilir. [84]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, peygamberliğin önemi üzerinde duruldu. Her top­lum ve milletin, huzurlu, güvenli ve inançlı bir hayat yaşayabilmeleri .çın peygamber öğüdüne muhtaç bulunduğuna işaret edildi.

Peygamber'in getirdikleri esas ve prensipleri ret ve inkâr etmekle kalmayıp onu büsbütün mefluç hale sokmak için çeşitli yollara başvuran, hile ve tuzak kuranların eninde- sonunda hüsrana uğrayacakları, ilahı hük­mün onlar hakkında ineceği hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, kâinat plânında yer alan eşyanın, bağlı bulun­dukları kanun ve program gereği Hakk'ın emrine başeğdikleri, hepsinin de yaratıldığı amaca yönelmek suretiyle Hakk'a secde ettikleri anlatılır. Gök­lerdeki meleklerin, yeryüzündeki canlıların ilâhî kudret ve azamet karşısın­da teslimiyet gösterdiklerine dikkatler çekilerek asıl kendisinden korkul­maya lâyık olanın Cenâb-ı Hak olduğu hatırlatılır ve böylece inkarcı az­gınlar bir defa daha uyarılır. [85]

 

Meali:

 

48—  Allah'ın yarattığı herhangi bir şey© bakmıyorlar mı ki gölgesi boyun eğip {bağlı bulunduğu kanuna teslimiyet içinde) Allah'a secde ede­rek sağa-sola dönüp dururlar.

49—  Göklerde ve yerde, gerek canlılardan, gerekse meleklerden ne varsa hepsi de büyüklük taslamaksızın Allah'a secde ederler.

50—  Üstlerinde   (yüce   kudretiyle duran)   Rablarından   korkarlar  da emrolunduklarını yerine getirirler.

 

İlgili Hadîsler

 

«Doğrusu ben sizin göremediğinizi görüyorum, sizin işitmediğinizi işi­tiyorum. Gök inlemektedir ve inlemek onun hakkıdır. İçinde dört parmak kadar bir yer yok ki orada bir melek Allah'a secde etmiş bulunmasın. Al­lah'a yemin ederim ki, benim bildiklerimi bilmiş olsaydınız, az güler, çok ağlardınız; o kadar ki, kadınlarla döşekte telezzüz etmez ve şehir dışına çıkar da Allah'a niyaz edip teslimiyet gösterir, mahviyetkâr bir hal alırdı­nız.» [86]

 

Gölgelerin Secde  Etmesi

 

«Allah'ın yarattığı herhangi bir şeye bakmıyorlar mı ki, gölgesi boyun eğip (bağlı bulunduğu kanuna teslimiyet içinde) Allah'a secde ederek sağa-so­la dönüp dururlar.»

İlgili âyetle, varlık âleminin her parçasının kendine has kanunlarla ha­reket halinde bulunduğu, her şeyin ister-istemez Yüce Kudret'e teslimi­yet içinde yaratılıp belli hizmetlere yöneltildiği ve bu anlamda her şeyin ya ihtiyarî, ya da teshiri olarak Cenâb-ı Hakk'a secde ettiği açıklanıyor.

İhtiyarî secde : Akıl ve idrâk sahiplerinin isteğine bırakılmış olanıdır ki, Allah'a dosdoğru imân eden insanlarla cinler ve meleklerin hepsi bu mânayla ibâdet düzeyinde Allah'a secde ederler.

Teshin secde ; Her şeyin kendine has hayat kanununa bağlı kalarak, yüklendiği programı yerine getirmesi ve bu doğrultuda hizmetini sürdürme-sidir.

İlgili âyetle, bu konuda sadece eşyanın gölgesi misal verilerek üze­rinde yaşadığımız dünyanın, bizim emrimizle ve irâdemizle değil, Allah'ın yüce kudretinin eşsiz planıyla hem kendi ekseni, hem güneşin etrafında döndüğü ve böylece eşyanın gölgesinin güneşin doğuş ve batışına göre sağa-soia uzayıp kısalarak bir bakıma Hakk'ın buyruğuna boyun eğdiği anlatılıyor.

Dünya'yı durdurmak istesek de durduramayız; gölgemizi kaldırmak istesek kaldıramayız. Çünkü her biri ilâhî sünnete başeğip teslimiyet için­de yaratıldığı amacına yönelmiştir. İşte bu yöneliş teshiri anlamda bir sec­de olarak vasıflandırılmıştır.

Kur'ân-ı Kerîm'de bu misalle, insan aklı harekete geçirilerek, kâina­tın mutlak nizamına, dünyanın başdöndürücü bir hızla iki hareket; sisteme, yani güneş ailesine bağlı olarak üç hareket içinde bulunduğuna; bütün bu matematiksel ve fiziksel hareketlerin ihtiyarî olmadığına, bağlı bulunduğu plân ve programın gereği olduğuna dikkatler çekiliyor. Böylece eşyanın ba-Ş'boş, gayesiz, amaçsız ve faydasız yaratılmadığı isbat edilerek, bunları kusursuz şekilde düzenleyip çekim kuvveti düzeyinde dengede tutan Al­lah'ın varlığı ve birliği bir defa daha bilimsel açıdan belgelendiriliyor. [87]

 

Her Şey Secde Halindedir

 

Yukarıda belirttiğimiz anlamda baş eğme, yüklendiği programa göre hizmet verme secdesi, kâinatta canlı, cansız her varlık hakkında geçerli­dir. Öyle ki : Allah'a inananlar da, inanmayanlar da dünya üzerinde onun hareketlerine uyarak güneşin etrafında başdöndürücü hızla dönmekte­dirler. Hiç biri bu kanuna karşı gelecek, dünyanın hareketine uymayacak güç ve kudrette değildir. Aynı zamanda sağa-sola uzayıp kısalmakta olan gölgeleri de onların isteklerine bağlı değildir; ister istemez belli hareket içinde güneşi kâh sağlarına, kâh sollarına, kâh tepelerinin üstüne almak­tadırlar. Bu da onların bir bakıma teshîrî secdeleri sayılır.

İnsan yalnız dünyanın hareketlerine bağlı kalmıyor; kendi iç organ­larının çalışma sistemlerine ister istemez uyuyor. Aynı zamanda o organ­lar da insanın emrine bağlı değillerdir; Cenâb-ı Hakk'ın hayat plânına bağ­lıdırlar. İnsan istese de, istemese de kalbi, beyni, midesi, barsakları ve ciğerleri belirlenmiş süreye kadar çalışıp hizmetlerini sürdürürler.

Kendi iç organlarına bile kumanda edemiyen ve yaşadığı dünya üze­rinde, ister-istemez onun hareketine uyan insanoğlu, neyi, niçin inkâr eder? Hangi gücüne güvenerek böbürlenir? Her şey Hakk'a baş eğerken ve kendisi de aynı şekilde bulunurken neden aklını kullanıp O Yüce Kud-ret'in önünde isteğe bağlı secde etmez?! İnkâr ve azgınlıkta ısrar edip bü­yüklük taslamak ve bir ömrü gaflet içinde yok yere tüketmek, nankörlük ve basiretsizlik değil de nedir? [88]

 

Göklerde Canlı Yaratiklar Var Mıdır?

 

 «Göklerde ve yerde gerek canlılardan, gerekse meleklerden ne varsa hepsi de büyük­lük taslamaksızın Allah'a secde ederler.»

İlgili âyetin zahirinden, göklerde de canlı yaratıkların bulunduğu an­laşılıyor. Ancak âyetin asıl delâleti bu mudur? Kur'ân'ın bu beyânını iyi anlayabilmek ve ona göre yorumda bulunabilmek için, konuyla ilgili diğer âyetleri de gözden geçirmemiz gerekir. Ayrıca âyette yer alan «dâbbe» sözünün delâlet ettiği mânaları bilmemize ve Arap gramerinde çok yaygın olgn «tağlîb» kaidesini unutmamamıza ihtiyaç vardır.

Dâbbe kelimesi, Kur'ân'ın tam 14 yerinde geçer. Bunlardan 12 yerde yeryüzünde hareket halinde olan veya canlılık vasfı taşıyan hayvanlar kastedilmiş; iki yerde ise, göklerde ve yerde hareket halinde olan veya ean-lılık vasfı taşıyan hayvanlar konu edilmiştir.

«Debb» ve «debîb» sözleri : Karar, itidal üzere yavaş yavaş, yumuşak yumuşak yürümek mânasına gelir. Türkçede bunun karşılığında emekli-yerek yürümek sözü kullanılabilir. Aynı kökten gelen «dâbbe» ise, mutlaka yeryüzünde yürüyen hayvana denir. [89] Böylece yeryüzünde debelenip ha­reket gösteren, hattâ yürümeyip yerinde hareketle canlılık vasfı taşıyan hayvan hakkında da kullanılır. Râğıb da bu ismin daha çok hayvan ve ha-şerat hakkında kullanıldığını söyler. [90]

Dâbbe kelimesi bu mânalara geldiğine göre, ilk hatıra gelen yorum, göklerde de canlı yaratıkların bulunduğu hususudur. Ancak Rahman Sû­resi 10. âyette yeryüzünün «enam» için yaratılıp konulduğu söz konusudur ki, «enam» kelimesinin delâlet ettiği mânaları ve yer aldığı cümlenin h a s r (yalnız bir şeye kullanma) ifade eder ölçüde bir terkip oluşturduğu dikkate alınınca, değişik yorumlar ortaya çıkıyor. Şöyle ki; Arapça gra­mere göre, mef'ûl fiilden önce gelirse, hasr ifade eder, yani fiilin kap­samı sadece mef'ûlün sınırları içinde kalır. Böylece canlılar için de sade­ce yerkürenin konulduğu, onlar için başka bir yer belirlenmediği hükmü ortaya çıkmış olur. Bunun neticesi olarak, diğer gezegen ve sistemlerde canlı yaratıkların mevcut olmadığı anlaşılıyor.

«Yerküre de sadece enam için alçaltılıp konulmuştur» cümlesinde yer alan «enam» kelimesini müfessirler şöyle açıklamışlardır:

a)   Müfessir Keşşafa göre; bu, yeryüzünde hareket eden bütün canlı yaratıklar demektir.  el-Hasan'dan  yapılan   rivayette,  insanlar ve  cinlere delâlet eder. Böylece yeryüzü bu iki ayrı yaratık için tasarruflarına elve­rişli bir döşek gibidir.

b)  Kadı Beyzavî'ye göre : Yeri de döşenmiş halde halk için alçalttı de­mektir.

Halk: Genel anlamda üç boyutlu cisimlere delâlet ederse de, daha cok insanlar hakkında kullanılır. [91]

Kadı Beyzavî «enam» kelimesini açıklarken şöyle diyor: Bazı ilim adamlarına göre, canlı olan her şeye delâlet eder.

Ibn Kesîr'e göre : Enam, yeryüzündeki çeşitleri, şekilleri ve dilleri ayrı olan ve çeşitli bölge ve kıtalarda yaşayan insanlar demektir. [92]

Konumuzu oluşturan Nahl sûresinin 49. âyetine gelince, Şûra sûresi 29. âyet onu biraz daha açıklamaktadır. Şöyle ki : «O'nun varlığına (delâ­let eden) belgelerden biri de, göklerin ve yerin yaratılması ve ikisine ser­piştirip yaydığı canlılardır.»

O halde bu iki âyetle Rahman sûresi 10. âyet arasını te'lîf etmemiz gerekmektedir. İlim adamları Nahl ve Şûra süresindeki ilgili âyetleri açık­larken Arapçada çok yaygın olan «tağlib kaidesi»ni dikkate almışlardır. Bu kaideye göre, Araplar iki şeyden birarada söz ederken, onlardan daha çok kullanılması yaygın olanı veya daha rahat telâffuz edileni o yönden galip kabul ederler ve her ikisini galip kabul ettikleri isimle anarlar. Meselâ, ay ile güneşi birarada anmak istedikleri zaman, şems ve kamer diyecekleri yerde, «kameran» veya «kamereyn», yani «iki ay» derler. Böylece göklere serpiştirilen melekler, yeryüzüne serpiştirilen canlı yaratıklar birarada anı­lırken her ikisine birden «dâbbe» denilmiş ve bu açıdan canlı yaratıklar galip kabul edilerek, melekler hakkında da aynı isim kullanılmıştır.

Bu yorum, üç âyet arasında ortak bir bağ oluşturmakta ve birinin di­ğerine ters düşmediğine ağırlık kazandırmaktadır. Aslında iki âyet arasın­da bir aykırılığın ve çelişkinin hiçbir zaman söz konusu olamayacağı ke­sindir. Farklılık sadece yorumlardan kaynaklanmaktadır.

Ayrıca «enam» kelimesini, el-Hasan'ın açıkladığı şekilde sadece in­sanlar ve cinleri kapsayan bir kavram olarak dikkate alırsak, diğer gezegen ve sistemlerde bazı canlı yaratıkların bulunması ihtimal dahiline girer. Böylece gerek Nahl, gerekse Şûra sûrelerindeki âyetlerle Rahman süresin­deki ilgili âyet arasında farklı yorumlar kalkmış olur. Ne var ki, son birkaç yıl içinde Viking I, Viking M, Viking III ile yapılan eiddi araştırma ve tesbit-lere göre, Güneş ailesinde yer alan dokuz gezegende hayat belirtilerine rastlanmadığı, canlı yaratıkların yaşamasına elverişli şartların ve ortamın bulunmadığı anlaşılmıştır. [93] Bununla beraber ileride gezegenlerden bi­rinde veya başka bir yıldızda canlı bir yaratığın var olduğu ortaya çıka­cağını varsayalım, bu, son yoruma göre, Kur'ân'a ters düşmeyecek, sadece onu tasdik edecektir. Allah daha iyisini bilir. [94]

 

Her Varlık O Yüce Kudretten Korkar

 

«Üstlerinde (yüce kudretiyle duran) Rablanndan korkarlar da emrolunduklarını yerine getirirler.»

Bu korku, kayıtsız, şartsız ilâhî düzene uymak, O'nun sünneti doğrul­tusunda hizmeti aksatmadan kusursuz yerine getirmektir ki fazla dikkat, itina ve özen anlamına gelir.

Meleklerin üstün tazîm ve baş eğme doğrultusunda Cenâb-i Hakk'tan korktukları söz konusudur ki, bu iki türlü saygt dolu korkuya delâlet et­mektedir. Biri, belirttiğimiz anlamda kâinatın düzen ve dengesinde yerle­rini alıp yaratıldıkları hikmete ister-istemez mutlak bağlılıktır ki bu, tes-hîrî bir korkudur. Diğeri, ihtiyarîdir ki, emre uyarak âlemlerin Rabbının hu­zurunda mutlak inkiyat korkusudur.

Birinci anlamdaki korku, her yaratık ve varlık için aynen geçerlidir. İkinci anlamdaki korku ise, melekler, insanlar ve cinlere has bir korkudur. Ancak meleklerde nefis ve hayvanı sıfatlar ve bu ikisiyle ilgili duygular ol­madığı için sözü edilen korkunun en üst noktasında bulunurlar. [95]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetlerle, kâinat plânında yer alan eşyanın mutlak anlam­da Cenâb-ı Hakk'a baş eğip inkiyat içinde oldukları konu edildi. Gökler­deki meleklerin, yeryüzündeki canlı yaratıkların, ilâhî kudret ve azamet karşısında korkup emrolundukları şeyi yerine getirdikleri belirtilerek in­sanların da böylesine bir itaat ve inkıyat içinde olmalarına işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, kâinatın her parçasının mutlak baş eğme doğrul­tusunda Cenâb-ı Hakk'tan korkup yaratıldıkları amaca uygun hizmet ver­dikleri gerçeği ortada dururken, Allah'tan başka ilâh edinmenin makul hiç­bir anlamı olmadığı belirtiliyor. Din ve dindarlığı Allah'a has kılmanın öne­mi üzerinde durularak her hal-ü kârda Allah'tan korkmamızın gereğine atıf yapılıyor. İnsanoğlunun eriştiği bütün nimetlerin Allah tarafından ha­zırlanıp imkân alanına getirildiği ve kâinatta mutlak tasarrufun O'na ait olduğu hatırlatılıyor. [96]

 

Meali:

 

51—  Allah : «İki ilâh edinmeyin; O ancak tek bir ilâhtır ve yalnız ben­den korkun!» buyurdu.

52—  Göklerde ve yerde ne varsa hepsi ancak O'nundur. Din de dâi­ma O'nadır; öyle iken Allah'tan başkasından mı korkup sakınıyorsunuz?

53—  Sizde olan her nîmet Allah'tandır, Sonra da size bir sıkıntı ve zarar dokunduğu zaman ancak ve sadece O'na yalvarıp yakarırsmız.

54—  Sonra O, sizden sıkıntıyı giderince, içinizden bir kısmı bir de bakarsın kendilerine verdiğimize karşılık nankörlük etmek için Rablanna ortak koşarlar.

55—  Haydi öyle ise keyfinize göre geçinin; ileride (hakikati anlayıp nasıl saptığınızı) bileceksiniz.

 

Ancak Bir İlâh Vardir

 

*AHah: iki iIah edin"meyin; O ancak tek bir ilâhtır ve yalnız benden korkun, buyurdu.»

Varlık âleminde mevcut her şeyin, ister istemez mutlak plânda kendine ayrılan yerini aldığı ve yaratıldığı amaca yöneldiği bir gerçektir. Dü­zen ve dengede bir kusur bulmak mümkün değildir. Zira Allah'ın kudret elinden çıkan her şey mükemmeidir. Daha mükemmelini vücuda getirmeği düşünmek bile mümkün değildir.

Bu durumda yaratan bir değil de iki veya daha fazla olsaydı, görünen ve bilinen düzen ve muhteşem denge bozulmadan, sapmadan, hedefinden şaşmadan devam edebilir miydi? Bu mümkün mü? Çünkü yaratan kudret bir değil iki olsaydı, birinin yaptığını diğeri bozar ve böylece hiçbir şey dü­zen ve dengesinde, yaratıldığı ölçüde kalmaz ve istenilen hizmeti verme imkânı olmazdı.

İlgili âyetle, kafa ve kalpler bu gerçeğe çevrilerek ana fikirler verili­yor ve böylece Allah'tan başka ilâh olmadığı mantıkî ölçülerle belirtilerek ona bilimsel bir anlam kazandırılıyor. Yaratılan eşyadan değil, her şeyi modelsiz ve örneksiz yaratan o tek ilâhtan korkulması tavsiye ediliyor. [97]

 

Her Şey Allah'ındır

 

«Göklerde ve yerde ne varsa hepsi ancak O'nundur, Din de dâima O'nadır. Öyle iken Allah'tan başkasından mı korkup sakınıyorsunuz?!»

Mülkün yaratanı ve gerçek sahibi Allah'tır. Bizler de O'nun mülkünde yer alan birer parçayız. Çünkü kâinatı biz yaratmadık, kendimizin de ya­ratıcısı biz değiliz. Eşyaya ibâdet edemeyiz, çünkü onlar da yaratanımız değildirler. O halde her şeyi yüksek hikmeti doğrultusunda yaratıp düzeni kuran O en yüce kudrete ibâdet etmemiz ve ancak O'nu ilâh edinip O'ndan başkasını kabul etmememiz gerekmiyor mu?

Sistemi kurup her şeyi insandan yana hizmete sevkeden Allah el­bette ki şükredilmeğe, en güzel övgülerle övülmeğe çok daha lâyıktır. Ni­tekim şarkın ünlü halk filozofu Şeyh Sadi bu inceliğe temasla şöyle de­miştir : «Bulut, rüzgâr, ay, güneş ve felek, bunların hepsi hizmette; senin eline bir parça ekmek sunma gayreti içindeler. İnsafın ölçü ve şartı değil­dir ki. sen o ekmeği gafletle yiyesin.» [98]

 

Sıkıntılı Ve Felâketli Dönemlerde Allah'a Yönelmek

 

«Sonra da size sıkıntı ve zarar dokun­duğu zaman ancak ve sadece O'na yalvarıp yakarırsınız.»

Allah'ın insana verdiği nimetler, genel anlamda iki grupta toplanır. Bi­ri, insanın ruhî ve bedenî yapılarında toplanan akıl, zekâ, idrâk, düşünce ve duygu; sağlık, afiyet, huzur ve iç denge gibi nîmetlerdir. Diğeri bu iki yapının dışında kalan haricî nîmetlerdir.

Bu iki grupta yer alan nîmetlerden her biri veya birkaçı bir felâkete mâruz kaldığında, dünya insanın başına daralır. Çareler bir bir kalmayınca, ister istemez insan o nimeti yaratıp veren Yüce Kudret'e yönelir. Çünkü böyle bir duygu insanın özünde ve mayasında mevcuttur. Sırası gelince kendini hissettirir.

Felâket ve sıkıntı -Allah'ın izniyle- atlatıldıktan sonra insanların bir kısmı yüz seksen derecelik dönüş yapıp ya kendi kudret ve zekâsıyla, ya da bazi fânilerin yardımıyla kendini içine düştüğü vartadan kurtardığını söyleyerek böbürlenirler. Böylece Allah'ın câri sünnetini unutarak nankör­lük ederler. Kendi zekâsının da, yardımcı olan fânilerin de birer vasıta ve sebep kılındıklarını hesaba katmazlar. Bir bakıma onları Allah'a ortak ko­şarlar, yani kuvvet ve kudreti Allah'a değil, kendi zekâ ve yardımcılarına nisbet ederler.

İlgili âyetle mü'minler bu konuda uyarılıyor ve Resûlüllah (A.S.) Efen-•jdimiz'in teslimiyet düzeyinde bütün kuvvet ve kudreti Allah'a irca' ettiği­ne işaretle O'nun hayatını incelememiz ilham ediliyor. [99]

 

Birkaç Günlük Zevk İle Oyalanıp Avunmak

 

«Haydi öyle ise keyfinize göre eğlenip geçinin, ileride (hakikati anlayıp nasıl saptığınızı) bileceksiniz.»

İnsanoğlunun nîmet, felâket ve sıkıntı; sonra da felâket ve sıkıntıdan kurtulma anlayışı bu olunca, söylenecek fazla bir şey kalmıyor. O bakım­dan Cenâb-ı Hak, inkarcı sapıklara, maddeci şaşkınlara seslenerek; «Key­finize göre eğlenip geçinin..» buyurarak, ileride ölüm anında ve mahşer alanında hakikati görüp anlayacaklarını hatırlatıyor ve o gün gelmeden gerçeği araştırıp öğrenmelerini tavsiye ediyor.

Ne var ki, o noktaya gelinip gerçeği anlamanın bir yararı olmayaoak, ölüm bütün dehşetiyle kapıyı çalacak, umutlar kesilecek, kimseler bir şey­ler yapamıyacak. Her canlı için mukadder olan âkibet gerçekleşecek. O halde iyi hazırlanmamız, hayatın hikmet ve amacını öğrenmemiz, zevk ve sıkıntılarını tatmamız için getirildiğimiz dünyada ömrü amacının hilâfına harcamamız doğru olur mu?. Birkaç günlük zevk ve eğlence uğruna sonsuz saadeti feda etmenin mâkul hiç yanı var mıdır?

Unutmayalım ki, bize verilen ömür de, nîmet de çok yüce amaçlar uğ­runa harcanmak için plânlanmıştır. O plân ve programı bozmaya hakkımız yoktur.

Denildiği gibi, ekmeğini göz yaşları içinde yemeyen, ıstıraplı gecele­rini yatağında ağlayarak geçirmemiş olan kimse henüz tam anlamıyla ilâ­hî bir kuvvet ve kudretin mevcudiyetinden haberdar değildir.

İnsanlar, yemek, içmek, eğlenmek, gününü gün etmek; biraz şöhret, biraz servet elde etmek için değil, dünyada kazanılabilecek daha önemli ve büyük işler, kutsal gayeler için yaratılmışlardır. [100]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, varlık âleminde hemen her şeyin ilâhî kudret kar­şısında baş eğdiği, O'nun koyduğu kanunlara bağlı kalıp gayesine uygun hizmet verdiği konu edildi. Bu gerçeği anlamanın hakikî dindarlık olduğuna işaretle, dinin Allah'a has kılınmasının gereği üzerinde duruldu. Sonra da bütün nimetlerin Allah'a ait olduğu belirtilerek neyin nereden geldiğine dikkat etmemiz hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın hazırlayıp verdiği nîmetlerden Allah'a or­tak koşulan putlara ayrılması kınanıyor, bunun çok nankörce bir davranış olduğu üzerinde duruluyor. Sonra da insanın bir diğer basit yanı ele alını­yor; puta tapan Arapların kız çocuklarından hoşlanmadıkları halde me­leklerin Allah'ın kızları olduklarını iddia etmelerinin ne kadar yakışıksız ve ölçüsüz olduğuna dikkatler çekiliyor ve bütün bu ölçüsüzlüklerin, kötü­lüklerin Allah'a ve Âhiret'e imân etmemekten kaynaklandığına parmak ba­sılıyor. [101]

 

Meali:

 

56—  Kendilerine nzık olarak verdiklerimizden (gerçek yüzünü) bilme­dikleri şeylere (putlara ve benzeri şeylere) pay ayırırlar. Allah'a and olsun ki, bu uydurduğunuz şeylerden mutlaka sorulacaksınız.

57—  Bir de Allah'a kızlar nisbet ederler; O bundan pâk ve yücedir, Kendilerine ise canlarının istediğini (nisbet ederler).

58—  Onlardan biri kız çocuğuyla müjdelenince, öfkesini yutmaya ça­lışarak yüzü kararır.

59—  Kendisine verilen o kötü müjdeden dolayı kavminden gizlenme­ye çalışır: Ancak (gönüllü) görünmeye katlanıp onu tutacak mı, yoksa top­rağa gömerek gizleyecek mi? (Bir bak) ne fena yargıda bulunuyorlar!

60—  Âhirete inanmiyanların  (böylesine) kötü  misâli vardır.  En yüce (güzel, yararlı) misâller ise Allah'ındır. O, yegâne üstündür, çok güçlüdür; hikmet sahibidir.

 

İlgili Hadîsler

 

«Kız çocuğunu diri diri toprağa gömen de, ona rıza gösteren de ce­hennemdedir.» [102]

Hz. Âişe (R.A.) Validemiz anlatıyor :

«Yanında iki kız çocuğu olduğu halde bir kadın bana gelip kendisine yardımda bulunmamı istedi. O sırada yanımda bir hurmadan başka bir şey yoktu. Onu da o kadına verdim. Hurmayı alıp ikiye böldü ve iki kızına ye­dirdi. Tabii kendisi ondan bir şey koparıp yemedi. Kadın gittikten sonra Resûlüllah (A.S.) Efendimiz geldi. Durumu Ona anlattığımda buyurdu ki: «Kim birkaç kız ile imtihan edilip ilgili bulunur da onlara iyi davranırsa, o kızlar kıyamet gününde ona ateşe karşı perde olurlar!» [103]Yine Hz. Âişe (R.A.) Validemiz anlatıyor:

«Çok fakir, üstü-başı perişan bir kadın iki kız çocuğuyla birlikte bana geldi. Onlara yanımda bulunan üç tane hurma verdim. Kadıncağız birer ta­ne kızlarına verdi, geri kalan birini de ağzına götürüp yemek isterken kız­lar onu da istediler. Anneleri dayanamadı, o hurmayı da ikiye böldü ve on­lara verdi. Kadının bu davranışı beni duygulandırdı. Olayı Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e anlattığımda, buyurdu ki: «Şüphesiz ki, Allah, o davranışıyla kadına cenneti vacip kılmış ve o sebeple onu cehennemden azat etmiş­tir.» [104]

«Kim iki kız çocuğunu -fakirliğine rağmen- ergen olmalarına kadar beslerse, kıyamet günü o şu iki parmak gibi benimle birlikte olur.» [105]

«Kimin de bir kızı olur, o da onu güzel terbiye eder, birşeyler öğretir ve öğretimini güze I leşti rir, Allah'ın kendisine verdiği bolca nimetten kızı­na bolca harcarsa, o kız kıyamet gününde ona, ateşe karşı bir perde olur.» [106]

 

Putlara Hisse Ayıranlar

 

«Kendilerine rızık olarak verdikleri­mizden (gerçek yüzünü) bilmedikleri şeylere (putlara ve benzeri şeylere) pay ayırırlar..»

Çocuklarının ve çevrelerindeki muhtaç fakirlerin rızkından kesip el­lerindeki nimetlerin belli bir kısmını puthaneye götürüp putları memnun et­mek ve dileklerinin yerine getirilmesine onları razı etmek için bırakan müş­rikler hayli çoktu. Bu olay, onların din, imân adına kayda değer bir bilgi­lerinin olmadığını; aynı zamanda yontulmuş taş, ağaç ve benzeri cisimle­rin bir yarar veya zarar vermeğe muktedir bulunmadıklarına akıl erdireme­diklerini gösterir.

Burada dikkat edilecek bir diğer husus da şudur: Kur'ân'da putlardan söz edilirken, «Gerçek yüzünü bilmedikleri şeylere..» şeklinde bir ifade kul­lanıldığını görüyoruz. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm, ne yalnız o günün putperest­lerine, ne de belli bir kavim ve millete hitap etmektedir. O taşıdığı ilâhî hü­kümlerle kıyamete kadar bütün milletlere seslenmektedir. O bakımdan her çağda putlara benzer daha ne ilâhlar ortaya çıkarılmış ve ne yanlış inanç­lara yer verilmiştir!.

İlgili âyetle, günümüzdeki inançlara, bâtıl ilâhlara da işaret edilerek yaşamakta olan insanlar uyarılmakta ve birtakım ölçüler verilmektedir. Şöyle ki:

a)  Putlara ve benzen eşyaya harcanan paralar.,

b)  Yatırlara adak adamak suretiyle sarfedilen şeyler..

c)  Yatırlara götürülüp yakılan mumlar..

d)  Dilek taşlarına konulan, ya da yapıştırılan paralar..

e)  Kutsal sanılan sulara atılan paralar..

f)  Büyü, tılsım, ağız bağlama, sevgi ve ilgi çekme, sevmediğini kah­retme gibi hususlar için büyücülere, üfürükçülere, yazı yazmasını bile dos­doğru beceremiyen muskacılara verilen eşya ve paralar aynı hükmün kap­samına girmekte, bir bakıma putperestlikle birleşmektedir.

Taşlara, ağaçlara bir takım dilekler doğrultusunda bağlanan ipler ve .çıkınlar da böyle..

Cenâb-ı Hak, şanına yemin ederek bu uydurma ve bâtıl, anlamsız şeylerle ilgi kurmaktan bir bir soracağını; bâtılın peşinde koşup para harca­yanların dolaylı yoldan Allah'a ortak koştukları için mutlaka hesap vere­ceklerini beyân buyurarak, özellikle mü'minlerin bu konularda çok dikkat­li olmalarını hatırlatıyor. [107]

 

Allah'a Kız Çocukları Nisbet Edenler

 

«Bir de Allah'a kızlar nisbet eder­ler. O, bundan pak ve yücedir. Kendilerine ise, canlarının istediğini (seçip nisbet ederler).»

Arap Yarımadası'nda özellikle Huzaâ ve Kinâne kabileleri, melekleri -kelimenin dişiler için kullanılma şekline bakarak- Allah'ın kızları sanırlardı. Sonra da kız çocukları dünyaya gelince, «kızları kızlara eriştirin!» derlerdi. Bununla kız çocuklarını Allah'ın kızları sandıkları meleklere kavuşturun di­yerek onları diri diri gömerler ve bu cinayetinden dolayı kalplerinde mey­dana gelen acıyı böyle bir benzetmeyle hafifletmeğe çalışırlardı.

Müfessirler ve siyerciler bu konuda diyorlar ki:

Araplardan   daha çok Mudar,   Huzaâ  ve  Temîm kabileleri bu ve di­ğer bazı nedenlerle doğan kızlarını diri diri toprağa gömme cinayetini iş-, terlerdi.

Bunun sebeplerini şöyle sıralayabiliriz :

1—  Fakirlik endişesi, çocukların çoğalıp aileye ağır yük olma kor­kusu,

2—  Aile efradının günlük nafakasını sağlamada çekilen güçlüğün da­ha da artmaması,

3—  Kızların büyüyüp de erkeklerle sevişmesi endişesi,

4—  Savaşlarda esir edilip cariye ismi altında âdi bir mal gibi pazar­larda satılması, bunlardan bir kısmıdır.

O yüzden kız çocukları dünyaya gelince, nasıl bir renk alıp sıkıntıya düştükleri bilhassa ilgili âyetle en güzel şekilde tasvir edilmektedir. O ka­dar ki, fazla bir şey eklemeğe gerek kalmamıştır. [108]

 

Âhirete İnanmayanların Sergiledikleri Kötü Misaller

 

Arap aahiliye devrinde kızları diri diri gömülen anneler, ünlü kahra­manlardan döl alırlar ve bununla böbürienirlerdi. Bundan başka kazandıklan malın bir kısmını putlarına adar, çocuklarını aç bırakacak kadar ölçü­süz davranırlardı. Âhiret'e inanmadıkları, o yüzden sorumluluk duygusu ta­şımadıkları için akıllarına geleni yapmakta bir sakınca görmezlerdi,

Günümüzdeki benzeri olaylar yine aynı şeylerden kaynaklanmakta ve cahiliye çağının değişik havası içinde birçok kötülükler işlenmektedir. Örnek olarak :

a)  Madde esas kabul edilip kutsal değerler bir tarafa itilir.

b)   Kadınlar, eşitlik ve medeniyet adına ticarî amaçlarda kullanılır ve vücutları teşhir edilerek reklâm aracı yapılır.

c) Kızlar ailelerinden kopuk bir halde nikâhlanmadıkian erkeklerle tenha yerlerde dolaşır.

d)  Güzellik yarışması adı altında kadınların, kızların kalça, bacak ve diğer belli organları belirlenmiş ölçülere göre değerlendirilip şehvetperest-lere arz edilir.

e)  Sahnelerde dans ve şantözlük adı altında her türlü gayr-i-ahlâkî davranışlara ve sözlere yer verilir.

f)  Başkalarının kız ve kadınlarıyla veya erkekleriyle dans edip tatmin olmak için eğlence geceleri düzenlenir ve bütün bunlara «uygarca yaşam» etiketi asılır. Karşı çıkanlara ise, «gericilik, yobazlık» damgası vurularak kıyametler koparılır.

g)  Sözde tarikat   ve   maneviyat   adı   altında,   din   adına   kadınlara bol keseden cennetler va'dedilerek şu dünyada birçok kötülüklerin mubah olduğu telkin edilir. Namaz ve benzeri ibâdetlere lüzum olmadığı anlatı­larak ilâhî dinlerden kopuk yeni uydurma din ortaya.atılır ve üzerine ba-zan «tarikat», bazan «islâmiyet», bazan da «medyumculuk» etiketi konu­lur.

İşte bütün bu ahlâk, din ve Kur'ön dışı davranışlar ve sözler, daha çok İslâmiyeti içinden yıkmak isteyenlerin sergiledikleri marifetlerdir..

Allah ise, kendi kitabında misallerin en iyisini ve en yücesini veriyor. Öyle ki, bu misallerin temelinde Allah korkusu, harcında güzel ahlâk ma­yası, yapısında âhiret korkusunun iskeleti vardır. Bütünüyle insanlığımıza yakışır anlamda, ruhumuzun yücelik ve asaletiyle uyum halindedir.

Çünkü Allah en üstündür. Verdiği örnekler, sergilediği hükümler de O'nun üstünlüğüne yakışan bir kudret taşımaktadır. O, her şeyi hilkatinin özelliğine, hayat kanunlarının gereğine, sünnetullahin ölçüsüne göre dü­zenler ve yürütür. Bütün emir ve yasakları bu doğrultuda tecelli eder.

O bakımdan İyi ve yararlı, güzel ve kalıcı bir çığır açan, hem kendi­si büyük bir sevap kazanmış olur, hem de o çığırda yürüyenler sevap kaza­nırlar ve kazandıkları sevabın bir misli de o çığın açanın defterine yazılır. Bunun aksine kötü çığır açanlara belirtilen ölçü ve anlamda günah yazı­lır ve çığır yürürlükte olduğu sürece bu durum sürüp gider. [109]

 

Allah, Azizdir Ve Hakimdir

 

Her işinde üstündür, her düzenlemesinde eşsiz ve benzersizdir. Kudre ti her zerreye nüfuz etmiş ve bütün kâinatı kapsayıp kuşatmıştır. Mutlak başarı O'nundur, sınırsız kudret O'na mahsustur. Her işi hesaplı, plânlı ve programlıdır. Her düzenlemesi dengeli ve uyumludur. Yarattığı her şey bir amaca yöneliktir ve mutlak anlamda insanlıktan yana faydalıdır, Çünkü O, hem azizdir, hem de hakimdir. [110]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, putların Allah'a ortak koşulması ve elde edilen nimetlerden bir kısmının putlar adına ayrılması kınandı. Bazı sebeplerden dolayı Arapların kız çocuklarını diri diri gömdükleri konu edilerek o top­lumda bir zamanlar hâkim olan cehalet ve vahşete misal verildi. Sonra da her türlü kötülüğün ve ahlâksızlığın temelinde cehalet ve inkârın, zulüm ve tuğyanın yattığına işaretle akıl sahiplerinin bu konular üzerinde iyi dü­şünmeleri tavsiye edildi.

Aşağıdaki ayetlerde: İnsanların bunca zulüm ve hayasızlıklarına karşı hemen ceza verilmesi gerekseydi, yeryüzünde canlı diye bir şey kalmazdı. Oysa Cenâb-ı Hak çok sabırlıdır, aynı zamanda çok merhametlidir. O, in­sanlar için belli bir ecel, süre belirlemiştir. Koyduğu kanunlarını değiştir­mez; hazırladığı plân ve programa pek müdahale etmez. Dönüş yaparlar diye, onlara mühlet verir gibi hususlar konu edilmektedir. Bu arada, Allah'a ortak koşan putperestlerin kötü huylarından ve yanlış inançla­rından biri üzerinde de duruluyor ve gereken uyarılar yapılıyor. Sonra da Kur'ân'ın ihtilaflı konuları çözmede ilâhî hakem olduğu belirtilerek mü'min-'ere bilgi veriliyor. [111]

 

Meali:

 

61—  Eğer Allah, insanları zulümlerinden dolayı (Kemen) cezâlandir-saydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Ne var ki onları belli bir süreye kadar geciktirir. Artık onların eceli gelince ne bir an gecikebilirler, ne de öne geçebilirler.

62—  Hoşlanmadıkları şeyleri Allah'a ait kılarlar. Dilleri ise yalan söy­ler de en güzel şeyleri kendilerine nisbet ederler. Şüphe yok ki, ateş on­larındır ve elbette Cehennem'e ilk varanlar da onlardır.

63—  Şanıma and olsun ki, biz senden önce ümmetlere peygamberler gönderdik. Şeytan ise onların (o bâtıl ve yaramaz) işlerini onlara süslü ve çekici gösterdi. Bugün de şeytan onların sahibi ve dostudur ve onlar için elem verici bir azap vardır.

64— Biz kitabı (Kur'ân'ı) sana ancak, onlara, hakkında ayrılığa düş­tükleri hususu açıkliyasm ve onu imân eden bir millete doğru yolu gös­terici, rahmet sunucu olsun diye indirdik.

 

İlgili Hadîsler

 

«Allah bir topluluk veya millete azap etmek istediğinde, o azabı içle­rinde bulunan herkese dokundurur; sonra da onlar niyetlerine göre diril­tilip kaldırılırlar.» [112] (Öyle ki herkes niyetine göre karşılık görür.)

Hz. Ümmü Seleme (R.A.) diyor ki: Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'den ye­re batacak olan asker hakkında sordum. Bana şu cevabı verdi: «Allah'ın evine sığınan bir kişi, sığınıp güvene kavuşmak ister, derken üzerine bir bölük asker gönderirler. Onlar ıssız bir araziye ulaşınca, yer yarılır da hep­si batar.»

Bunun üzerine dedim ki: «Ya onların arasında istemiyerek bu işe ka­tılanlar nasıl olacak?» Buyurdu ki: «Hepsi birden batar. Sonra da kıyamet gününde herkes niyetine göre haşrolunur.» [113]

Bir adamın, «zâlim ancak kendine zarar verir», dediğini işiten Ebû Hüreyre (R.A.) onun bu sözüne itiraz ederek dedi ki: «Hayır, vallahi.. Hü-bara kuşu kendi yuvasında iken zalimin zulmünden dolayı (avlanıp) ölür.» [114]

 

Hayvanları Koruma

 

Carvlılara verilen hayvanı gıdalar ayrı bir anlam ve farklı bir tecelli ar-zetmektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, dünya bütün nimetleriyle in­san için yaratılmıştır. Bu nimetlerin içinde hem Cenâb-ı-Hakk'ın yüksek kudretini ve üstünlüğünü yansıtan, hem de insanların dünyasını süsleyen ve faydalanmalarına ölçülü biçimde sunulan hayvanlar söz konusudur. O bakımdan hayvan neslinin tükendiği bir yer düşünün, orasının ne kadar ölgün ve neşesiz ve ne kadar verimsiz olduğunu anlamakta gecikmezsiniz.

Cenâb-ı Hak, hayvanların yararlarını belirtmek konusunda çok duyar­lı ve anlamlı bir uyanda bulunuyor: «Eğer Allah, insanları zulümlerinden dolayı  (hemen)  cezalandırsaydi, yeryüzünde   hiçbir   canlı   bırakmazdı..»

Bir yoruma göre :

Bu güzel nimeti onlardan çekip alırdı da onları zevksiz, anlamsız bir dünya ile başbaşa bırakırdı. O zaman ne dosdoğru beslenme imkânı kalır, ne de çalışıp kazanmanın zevki...

Nitekim bazı bölgelerde insanların bilgisizliği ve idarecilerin ilgisiz­likleri yüzünden bu ağır cezayı kendi kendilerine vermekte acele ettikle­rini görüyoruz; Dünyalarını süsleyen birçok hayvan neslini tüketmişlerdir. Ağaçsız, ormansız bir ülke ne kadar talihsizse, hayvansız bir ülke de öyle..

İlgili âyetin bir diğer yorumu da şöyledir:

Cenâb-ı Hak, insanları inkâr, günah, zulüm ve azgınlıklarından dolayı hemen cezalandırsaydı, indireceği azap insan dahil bütün canlıları yok ederdi. Çünkü hayvanlar da insanlar için yaratılmışlardır. Yeryüzünde in­san kalmayınca, hayvanların kalması anlamsız ve hikmetsiz olurdu. Allah daha iyisini bilir. [115]

 

Allah, Azabı  Cabuklaştırmaz

 

<Ne var ki< onları belli bîr süreye kadar geciktirir.»

Eğer Allah yeryüzünde her suç işleyeni hemen cezalandırsaydı, her günah işleyeni veya zulüm ve azgınlıkta bulunanı kahretseydi, dünyada insan nesli tükenir ve dünyanın yaratılması hikmetsiz ve anlamsız kalırdı. Çünkü insan, yaratılışı gereği hem iyilik işlemeğe, hem de kötülükte bulun­mağa eğilimlidir. Her insan hayat çizgisini bu iki karşıt amellerle süsleyip bazan gül, bazan diken yetiştirerek son noktasına ulaştırır. Peygamberler dışında diğer bütün insanların hayatı bu çerçeve içinde seyreder. Kiminin gülü çok, dikeni az olur. Kimilerin de eşit duruma gelir. Bazısının da dike­ni çok, gülü az olur. İnkarcı zâlimlerin ise, diktikleri güller de dikene dönü­şür. Âhirette onların gül sandığı amelleri dikenden farksız olur, Allah yanın­da hiçbir değer taşımaz.

İşte bütün bu sebep ve hikmetlerden dolayı, cezaların çoğu âhirete bı­rakılır. Aynı zamanda kötülerin, zalim azgınların neslinden iyi insanlar ge­lebilir. O nedenle de Cenâb-ı Hak, inkâr zulümle birleşip azgınlık doğrul­tusunda son kertesine gelmedikçe, azabını indirmez. [116]

 

Hoşlanmadıkları Şeyleri Allah'a Nisbet Ederler

 

«Hoşlanmadık­ları şeyleri Allah'a ait kılarlar. Dilleri ise yalan söyler de en güzel şeyleri kendilerine nisbet ederler.»

İnsan karakteri böyledir. Hep gönlünün istediği olsun diye düşünür. Bu hususta başarıya erişirse, sebep ve sonucu kendi becerisine bağlar ve şımarıklık göstererek övünür. Başarısızlığa uğrayıp hoşlanmadığı durum­larla karşılaşırsa, onu Allah'a nisbet eder, ya «kader böyle imiş benim elim­den ne gelir?» der, ya da «Allah hep benimle mi uğraşıyor?» gibi yakışık­sız, hattâ küfrü gerektiren sözler sarfeder.

Unutmamak gerekir ki, biz kendimize yardımcı olduğumuz; hayat ka­nunlarına uymasını bildiğimiz, ilâhî sünnetle uyum sağlamaya özendiği­miz takdirde Allah bizimle beraberdir, yardımını bizden esirgemez. Hayatı­mızı kendi mantığımıza göre değerlendirmeğe çalıştığımız, nelerin ruhu­muzla uyum sağlayıp sağlamadığına dikkat etmediğimiz ve böylece sünne-tullah ile ters düştüğümüz takdirde, Allah bize yardımcı olmaz.

Mekkeli putperestler, şüphesiz ki, bugünkü insanlardan çok daha bil­gisiz ve kültürsüz kişilerdi. Hoşlanmadıkları şeyleri Allah'a nisbet etmek­te bir sakınca görmezler, böylece çok çirkin yalan ve uydurmalara yer ve­rirlerdi. Melekler Allah'ın kızlarıdır, diyerek Allah hakkında ciddi bir bil­gilerinin bulunmadığını ortaya koymaktan çekinmezlerdi. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerken, onları meleklere ulaştırıp Allah'ın kızları sa­yarak, tiksinip sevmedikleri kız çocuklarını Allah'a yakıştırırlardı.

Günümüzün insanları çok daha değişiktirler. Kimi katı inkâr içinde yüzmekte ve topladığı malzemeyi Allah'ı inkâr doğrultusunda kullanmak­tadırlar. Kimi, değerini ve bilimsel ölçüsünü kaybetmiş basit bir teorinin gölgesi altında insanoğluna menşe' ararken, ilk atalarının maymun veya goril olduğunu iddia ederler. Kimileri de kız çocuklarını dinî ve millî terbi­ye dışında eğitip şehvetperestlerin ağlarına terkederler. Böylece onların bedenlerini değil, ruhlarını katlederler. Gün gelir de kızının elden çıktığı­nı, her türlü ölçüyü geride bıraktığını görünce, bütün kusur ve kabahati Allah'a izafe eder veya okul ve toplumu kötüler.

İşte dünyayı da, âhireti de kendi aleyhlerine cehenneme çevirenler, toplumu dejenere edip aile yuvalarının temellerine dinamit koyanlar bun­lardır. İblîs, bunların işlediği her fenalığı, işledikleri her cinayeti süsleyip çekici kılmaktadır. Aslında İblîs, kendi görevini kusursuz yerine getirme gayreti içindedir. Nefsinin emri altına girip aklını nefsine uydu yapanlar ve akıllanyla Allah'a imân arasında hiçbir bağ meydana getirmeyenler her zaman İblîs'e yardımcıdırlar. Artık bir kişinin dostu nefis ve İblîs olursa, gelin de öylesinden hayır ve fazîlet bekleyin!. [117]

 

Kur'ân-I Kerîm'in İndirilmesinin Bazı Sebepleri

 

«Biz kitabı (Kur'ân) sana ancak, onlara, hakkında ayrılığa düştükleri hu­susu açıklayasın ve onu imân eden bir millete doğru yolu gösterici, rah­met sunucu olsun diye indirdik.»

İlgili âyetle, Kur'ân'ın indirilmesinin bazı sebepleri ve hikmetleri üze­rinde duruluyor. Böylece mü'minîerin bu kitap ile halkı irşada çalışırlar­ken nasıl bir metot uygulamaları öğretiliyor. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

1—  İnkarcı sapıkların, cahil müşriklerin, inatçı kitap ehlinin dinler ve özellikle İslâm dini ve İslâm peygamberi hakkında ayrılığa düştükleri ko­nuları gerçek yönüyle ele alıp açıklamak ve belgeleri ortaya koymak sure­liye kafa ve kalpleri aydınlatmak,

2—  Bilimsel açıdan hareket edip Kur'ân'da ilme ve ilim adamlarına ışık tutan âyetleri, ana fikirleri ve temel bilgileri ortaya koymak suretiyle okumuşları düşünmeğe sevketmek,

3—  İmân etme şuurunda olanlara doğru yolu, en  kolay yönleriyle göstermek, ruhlarının açlığını, içlerindeki boşluğu giderip dolduracak şe­kilde onlara bilgi vermek ve böylece kafalarında beliren soruları en uygun anlamda cevaplandırmak,

İlâhî rahmeti bütün genişliğiyle ve hikmetiyle Allah'ın kullarından esirgememek, korku yoluyla değil; sevgi ve rahmet yoluyla kalplere nüfuz etmek bu cümledendir.

Birinci madde; Kur'ân'ın inmesiyle daha önceki kitapların yürürlük­ten kaldırıldığına; Tevrat ve İncil'de meydana gelen değişikliklerin tashîh edildiğine işarettir.

İkinci madde, Kur'ân'ı cahil ellere terketmenin, O'nu küçülteceğine, anlaşılmasını zorlaştıracağına ve ilimle İslâmiyet arasında bir uçurum mey­dana getirebileceğine telmihtir.

Üçüncü madde, imân edenlerin maddî ve manevî açlıklarını giderme­ğe, dünya ve âhiretierini mutlu ve güvenli kılmaya yöneliktir.

Dördüncü madde, insanlara büyük ümit vermekte, Allah ile kulları arasındaki engelleri kaldırmakta ve böylece ilâhî rahmet güneşinin kusur­suz anlamda insanların kalp ve kafalarına yöneldiğini hatırlatmaktadır. [118]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, inkâr ve günah vadisinde bir ömür tüketen in­sanlara hemen ceza verilmediğinin sebep ve hikmeti açıklandı. Putperest müşriklerin Allah hakkında ciddi bir bilgileri olmadığı ve o yüzden çok yan­lış suçlamalarda bulundukları hatırlatılarak, mü'minîerin bu konuda çok dikkatli olmalarına işaret edildi. Kur'ân'ın ihtilâfları çözecek kudrette in­dirildiğine dikkatler çekilerek onun hakemliğine başvurulması istendi.

Aşağıdaki âyetlerle, bilhassa inkarcıların ve şüphecilerin akıllarını harekete geçirmek için yağan yağmurun toprak ile bitkiler üzerindeki olumlu tesirleri anlatılıyor. Sonra da Allah'ın insanlardan yana kurduğu canlı fabrikalarda imal ettiği sütten ve yararından söz edilerek bu gıda maddesi üzerinde ciddiyetle durmamız ve Allah'ın yüksek sanatının izleri­ni görmemiz isteniliyor. Hurma ve üzümden elde edilen güzel rızıktan ve sarhoş edici içkiden söz ediliyor. Böylece bu konu üzerinde aklımızı iyice kullanmamız tavsiye ediliyor. [119]

 

Meali:

 

65__ Allah gökten su indirdi de, onunla yeryüzünü ölümünden sonra

diriltti. Şüphesiz bunda kulak verip dinleyen bir millet için âyet (belge, ib­ret ve öğüt) vardır.

66__ Doğrusu sizin için davarlarda da ibret vardır: Size onların kar­nındaki ters ile kan arasında (oluşan) hâlis, içenlerin boğazından rahat­lıkla geçen süt içiriyoruz.

67__ Hurma ağaçlarının meyvalarından ve üzümlerden sarhoşluk ve­ren içki ve güzel rızık edinirsiniz. Şüphesiz bunda aklını kullanan bîr mil­let için ibret, öğüt ve belge vardır.

 

Kur'ân'ın Yağmura Benzetilmesi

 

«AHah 9°kten su indirdi de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltti.»

Yeryüzü güneşin tesiriyle kurur, yeşermiş olan bitkiler ölür. Tohumları ve kökleri uyku dönemine girer. Bahar gelip toprak ısınmaya başlayınca yağmur yağıp toprağı kabartarak harekete geçirir, derken bitkiler yeniden filizlenip çıkar.

İnsanların kalpleri de böyledir. Uzun bir süre peygamber ve kitaptan uzak, ya da mahrum bırakılınca, katılaşıp rahmet ve fazilet adına bir şey yetiştirmez olur. Nitekim İsa Peygamber (A.S.) ile Resûlüllah (A.S.) Efen­dimiz arasında geçen altı asırlık fetret döneminde milletlerin kalpleri iyice katılaşmış, İlâhî feyizden uzak kalıp rahmet ve fazîlet yetiştirmeyen kup­kuru bir toprak halini almışlardı. Kur'ân-ı Kerîm nisan yağmuru misali par­ça parça, âyet âyet inmeğe başlayınca, o kalpleri harekete geçirmeğe baş­ladı; derken müsait olanları, feyiz ve rahmeti alma inayetine eriştiler.

Böylece Kur'ân, önce en katı ve en sapık bir millet olan Arapları dal­dıkları gaflet uykusundan uyandırdı, ölgün kalplerini harekete geçirerek onlara yepyeni bir hayat verdi. Hz. Muhammed'in (A.S.) ilâhî beyân doğ­rultusunda verdiği ruh, enerji, aksiyon ile çeyrek asır geçmeden Araplar dünyanın en güçlü ve en hatırı sayılır devleti haline geldiler. En vahşi bir millet dünyanın en medenî insanları oldular ve bununla da kalmayarak me­deniyetin temelini attılar, ilme ve irfana büyük hizmetlerde bulundular.

Bütün bunlar neyi öğütlemektedir?

Kardeşlik, güzel ahlâk, insan haklarını koruma, sınıf farkını kaldırma, birleşip cemaatleşme şuuruna erişme gibi hayatî önemi olan değerlerini kaybeden ve ülkelerini vurguncular, şehvetperestler yurdu haline sokan bir millet, yeniden dirilip kendine gelebilmesi ve varlığını koruyup ayak­ta tutabilmesi için Kur'ân'in rahmet yağmuruna mutlak anlamda muhtaçtır.

Günümüzde Kur'ân kültür ve irfanına arkasını dönmüş maddecilerin ekonomik güçleri ve savaş üstünlükleri kimseleri aldatmasın. Temelinde Allahsızlık, ahlâksızlık ve zulüm bulunan bu güçlerin yakın gelecekte baş-aşağı gelip satvetlerini kaybedecekleri beklenebilir. Meğer ki, dönüş ya­pıp maddeyle mâna, dünya ile âhiret arasında denge kuracak yeni bir dü­zen kursunlar.. [120]

 

Öldükten Sonra Dirilmemizi Anlatan Acık Bir Misal

 

«Allah gökten su indirdi de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltti. Şüphesiz bunda kulak verip dinleyen bir millet için âyet (belge, ibret ve öğüt) vardır.»

Yeşerdikten bir süre sonra sararıp dökülen, sonra da çer-çöp haline gelip toprağa karışarak belirsiz hale gelen bitkilerin, üzerlerinden belli bir dönem geçtikten sonra yağan yağmurla harekete geçip yeniden filizlene­rek çıkmasıyla, kıyamet gününde insanların yağan rahmet ve hilkat yağ-muruyla yeniden vücut bulup hayata dönmeleri arasında büyük bir ben­zerlik söz konusudur. Bitkiler hakkında hazırladığı plân gereği periyodik olarak öldürme ve diriltme nasıl sürüp devam ediyorsa, insanları da öl­dürdükten sonra yine plân gereği diriltip kaldırmasında şüphe yoktur. Zi­ra misaller gözler önünde durmakta, her yıl bunun en açık örneklerini gör­mekteyiz. Bir tohumu ölü devresinden sonra hayata çevirip yeşertmek ne ise, bir insanı da ölümünden sonra diriltmek odur. Biri daha zor, diğeri da­ha kolay diye bir farklılık yoktur. Ona kudreti yeten Allah'ın, buna da kud­reti yeter. Önemli olan hayatın bütün özelliklerini, türün bütün hususiyet­lerini gen denilen harikaya nakşeden ve bunu tedrici bir yöntemle gelişti­rip hüviyetine kavuşturan Allah'ın kudretinin ne kadar büyük ve sınırsız olduğunu bilip anlamaktır. İman gözüyle bu harikayı görüp anladığımız za­man, ölülerin diriltilme olayı çok basit ve önemsiz kalır. [121]

 

Ters İle Kan Arasında Meydana Gelen Süt

 

«Doğrusu sizin için davarlarda da ibret vardır: Size onların karnındaki ters ile kan arasında (oluşan) hâlis, içenlerin boğazlarından rahatlıkla geçen süt içiriyoruz.»

Bilindiği gibi, memeli hayvanların aldıkları besinlerle vücutlarında kan, süt ve posa meydana gelir. Bu arada oluşan sütü dış salgı bezleri yoluy­la salgılarlar. Bebeklik döneminde insanoğlunun başlıca besini olan süt, ergenlik döneminde de bir besin olmaya devam eder. Sütte hemen hemen bütün vitaminler de bulunur. Ama en çok vücudun gelişmesini sağlayanı A vitaminidir.

İlgili âyette sütün besin değerine işaret edilerek, hâlis, yani katıksız, içimi kolay ve rahat değerli bir besin maddesi olduğu belirtiliyor. Allah'ın insanlara verdiği bu nimete dikkatler çekiliyor. Hayvanın sindirim sistemi­nin ne kadar mükemmel bir süt fabrikası olduğuna parmak basılıyor. Ye­dikleri yemlerin bir kısmının kırmızı sıvıya (kan), bir kısmının beyaz sıvıya (süt), bir kısmının hücreleri tazeleyip vücudu onarıma, geriye kalan kısmı­nın da posaya çevrilmesinde, Allah'ın varlığına, birliğine, plânının mükem­melliğine, kurduğu bu gibi laboratuvarlannın kusursuz işleyişine delâlet eden açık belgeleri kim inkâr edebilir?

Bütün bu hesaplı, plânlı, programlı ameliyeler ve ortaya çıkan yararlı ürünler tesadüflerin oluşturup biraraya getirdikleri birer olgu mudur, yoksa çok yüksek bir kudretin belli kanunlarla hazırlayıp insanlığın hizmetine ver­diği hayatı devam ettirme programına bağlı bir düzenleme midir? Yeni do­ğan çocuğun bütün besin ve vitamin ihtiyacını karşılayacak, hastalıkları önleyecek zenginlikte olan süt, her zerresiyle «Allah birdir, tek yaratan O'dur ve her şey O'nun koyduğu kanunlarla ayakta durmakta, amaç ve hikmetine yönelmektedir!» demiyor mu?

Sütün oluşumunda kandan söz edilmesi çok dikkat çekicidir. Şöyle ki : Kan vücut içinde dolaşıp dokuların ve organların muhtaç oldukları gı­da maddelerini ve gereken oksijeni taşımaktadır. Böylece imal edilen süt­te besin maddelerinin meydana gelmesini sağlamakta kanın elbette ki ro­lü cok büyüktür.

Görülüyor ki, on dört asır önce kanın vücutta sağladığı hayatî faali­yetini ve sütün oluşmasındaki rolünü konu edinen Kur'ân'ın insan sözü ol­ması düşünülemez. Çünkü o tarihlerde ilmin temelini oluşturan bu gibi bilgileri bilen ve okutan bir okul mevcut değildi. [122]

 

İçki Ve Helâl R1zık

 

«Hurma ağaçlarının m evv a I arından ve üzümlerden sarhoşluk veren içki ve güzel rızık edinirsi­niz..»

Nahl sûresinin Mekke'de indiğini daha önce belirtmiştik. İnsana za­rarlı, sağlığı bozucu, aklî dengeyi olumsuz yönde etkileyen nesneleri ya­saklayan ilâhî buyruklar, kademeli şekilde inmiştir. Kısacası, bu hususta -faiz hakkında yasakta olduğu gibi- pedagojik bir metot uygulanmıştır.

İslâm'ın ilk yıllarında faiz gibi, alkollü maddeler de cok yaygın idr. Hemen hemen her eve girmiş; fakir, zengin diye bir ayrım yapmaya gerek bırakmıyacak şekilde toplumun süregelen alışkanlığı halini almıştı. O ba­kımdan her evde küpler dolusu şarap bulunurdu. Bazı kesimlerde su ye­rine alkollü sıvılar içilirdi.

Önce Mekke'de yukarıdaki âyetle, içkinin güzel bir rızık olmadığına dikkatler çekildi. Böylece mü'minlerin kafalarında bu konuda bir soru oluş­turuldu: İçki güzel ve faydalı bir rızık değil midir? Zira ilgili âyette hurma ve üzümden güzel rızıklar elde edindiğimiz belirtilirken onlardan içki de elde ettiğimiz farklı bir anlatımla anılmıştır. Bu, içkinin güzel bir rızık ol­madığını belirten bir ifade tarzı idi ki, mü'minleri ister istemez konu üze­rinde düşünmeğe sevketmiştir.

Aradan yıllar geçti. Kafalarda oluşan sorunun cevabı kısmen olsun Medine'de verilmiş oldu. Nisa Sûresi 43. âyet indi: «Ey imân edenler! Sar­hoş iken -ne dediğinizi bilinceye kadar-, cünüp iken; -yoldan geçmeniz müstesna- gusledinceye kadar namaz (ve mesoide) yaklaşmayın..»

Bu, içkinin ibâdet ve mâbedle bağdaşmıyacağını, içkili bir vaziyette Allah'ın huzurunda durup namaz kılınamıyacağını bildiriyordu. Kafalardaki soru bir bakıma cevap bulmuş gibiydi, ama yeterli değildi; üstelik ikinci bir cevaba ihtiyaç hissettirecek şekilde soru biraz daha büyümüş oluyor­du. Böylece içki hakkında daha ciddi durulmasının gereği ortaya çıkmış ve mü'minler bir takım cevaplar, çıkış yolları düşünmeğe başlamışlardı. Zira Nisa süresindeki âyetle de içkinin kesin haram kılındığı açıklanmıyor, sa­dece o vaziyette namaz kılınamıyacağı belirtiliyordu.

Aradan bir süre daha geçti. Müslümanların içkili maddelere karşı il­gileri iyice azaldı, artık sık sık içmiyorlar; mümkün olduğu takdirde ağız­larına almıyorlardı. O halde kalp ve kafalar bu konuda çok hazır duruma gelmiş sayılırdı. Derken Mâide sûresinin 90, 91. âyetleri şu mealde indi:

«Ey imân edenler! İçki, kumar, tapınmak için konulan dikili taşlar ve fal okları (talih zarları) şeytan işi murdar şeylerden başkası değildir. O halde bunlardan kaçınıp sakının ki kurtuluşa eresiniz.»

«Şeytan, içki ve kumar hususunda ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık vazgeçersiniz değil mi?»

Müslümanlar bu emre uyarak evlerindeki içki küplerini sokağa döktü­ler ve böylece kendilerini alkollü maddelerden uzak tutup gönül yatışkan-lığına erdiler.

İçki hakkında geniş bilgiyi Nisa ve Mâide sûrelerinde ilgili âyetlerin tefsirinde verdiğimizden burada konunun bir özetini vermekle yetindik.

Ancak konumuzu oluşturan âyette gecen «seker» kavramı üze­rinde bazı yorum ve rivayetleri nakletmekte yarar görüyoruz:

a)  Ashab-ı Kirâm'dan İbn Mes'ud, İbn Ömer (R.A.) ve Tabiînden el-Hasan, Saîd b. Cübeyr, Mücahid, İbrahim, İbn Ebî Leylâ ve diğer ilim adam­larından Zeccac,  İbn  Kuteybe'ye  göre,   seker,  alkollü   içki  demektir. Güzel rızık ise, meyvalardan elde edilen meşrubatlardır.

b)  İbn Abbas'a (R.A.) göre, sirke demektir. Habeşli'ler sirkeyi   se­ker diye isimlendirirler.

c)   Diğer lûgatçılara göre, şıra demektir. Dahhak ve Nahaî de aynı görüştedirler.

Birincilerin görüşü ve yorumu daha sıhhatli kabul edilmiştir. Zira Kur'ân, Habeş lügati ve lehçesi üzere değil, Kureyş lügati ve lehçesi üze­re inmiştir. [123]

 

Aklını Kullanan Millet

 

«Şüphesiz ki bunda aklını kullanan bir mil­let için ibret, öğüt ve belge vardır.»

Allah'ın insandan yana yararlı olan maddeleri helâl, içki ve benzeri zararlı maddeleri haram kılmasında aklını kullanabilen bir topluluk ve mil­let için şüphesiz öğüt ve ibret vardır.

Sağlıklı bir nesil, sağlam vücuda, gelişmiş kafaya, imân ile aydınlan­mış kalbe sahip olan kuşaklardan ancak meydana gelebilir. Fertleri alko­lik ve ayyaş olan bir millet, doğacak çocuklarına en büyük kötülüğü yaptıklarının farkında mıdırlar? Bol vitaminli ve besleyici meyva ve meyva sutarı dururken, ciğerleri çürütmenin, kanı zehirlemenin ve beyni zedele­menin makul bir anlamı var mıdır? Allah mutlak hikmet sahibidir. O bakım­dan insan ruhunun cilasını gidermiyecek, sağlığını bozmayacak, bilâkis ona afiyet verecek yiyecekleri mubah kılmıştır. Bunda O'nun bir yarar elde etmesi veya aksini uygulayanlardan dolayı O'nun bir zarara uğraması söz konusu değildir. Kur'ân'da yer alan bütün emir ve yasakları, tavsiye ve telkinleri insanların yararınadır. [124]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle, toprağı harekete geçirerek bitkilerin yeni­den yeşerip hayat bulmasını sağlayan yağmur, milletlerin kalplerini hare­kete geçirip imân ve ahlâk tohumlarının filizlenmesini gerçekleştirmesi ba­kımından Kur'ân'a misal verildi; diğer bir yorumla, Kur'ân sözü edilen öl­çüde olan yağmura benzetildi. Besleyici özelliği olan sütten söz edilerek ondan yeterince yararlanmamıza işaret edildi. Sonra da hurma ve üzüm­den elde edilen içkinin güzel bir rızık olmadığı belirtilerek alkollü madde­ler hakkında ilk ilâhî sinyal verilmiş oldu.

Aşağıdaki âyetlerle, bal arısına yapılan ilhamdan ve onun büyük bir ustalıkla topladığı baldan, insanlara şifâ ve rahmet oluşundan söz edili­yor. Böylece insanlar için çok yararlı olan süt ve bal üzerinde durularak bu iki maddeden daha çok elde edebilmemiz için araştırıcı olmamız isteniliyor. [125]

 

Meali;

 

68—  Rabbin, bal arısına, dağlardan, ağaçtan ve kurdukları çardak­tan kendine göz göz yuva edin;

69—  Sonra da her türlü meyva, çiçek ve üründen ye; Rabbinin sana (yayılman için belirlediği) elverişli yollarda yürü, diye vahyetti. Karınların­dan değişik renklerde bir içeoek çıkar ki, onda insanlara şifâ vardır. Şüp­hesiz ki bunda iyice düşünen bir millete öğüt, ibret ve belge vardır.

 

İlgili Hadîsler

 

Ashab-ı Kiramdan Ebû Saîd el-Hudrî (R,A.) anlatıyor:

— Bîr adam, Peygamber (A.S.) Efendimiz'e gelerek dedi ki: «Ya Re-sûlellah! Kardeşimin karnı fena halde ağrıyor, ishaldir.» Peygamber (A.S.) ona: «Git de bal iç ir..» buyurdu. Adam az sonra gelip, «Ya Resûlellah! Bal içirdim ama ağrısı büsbütün arttı», dedi. Böyleoe aynı şeyi Peygamber (A.S.) Efendimiz ısrarla tavsiye etti. Adam üç defa gidip geldi. Dördüncü defa geldiğinde Peygamber (A.S.) yine ona : «Git de bal (veya bal şerbeti) içir», buyurdu. Adam, «İçirdim ama ağrısını artırmaktan başka bir şeye yaramadı!» deyince, Peygamber (A.S.): «Allah doğru buyurmuştur, ama senin kardeşinin karnı yalan söylüyor!» buyurdu. Adam tekrar gidip bal şerbeti içirdiğinde kardeşi iyileşti, ishali kesiliverdi.» [126]

«İki şifa veren maddeye gerekli olun (yararlanın) -. Bal ve Kur'ön.» [127]

Biri bedene, diğeri ruha, kalp ve kafaya şifa verir.

«Kim her ay üç sabah yalamak suretiyle bal yerse, birçok belâ (has­talık) ona dokunmaz.» [128]

«Sina (sinameki veya ona benzer bir ot) ve baldan yararlanın. Çün­kü bu ikisinde ölümden başka her derde şifa vardır.» [129]

Bir bedevi, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e gelerek sordu :

  Ya Resûlellah! Tedavi olalım mı?

  Evet, ey Allah'ın kulları! Tedavi olun. Zira Allah ne kadar bir has­talık koymuşsa, mutlaka onun şifasını da koymuştur.» [130] Buyurdu.

Ebû Huzaa'nın babası anlatıyor:

  Peygamber (A.S.) Efendimize sordum, dedim ki: «Duâ edip üfle­memize, ilâçla tedavi olmamıza, (hastalık ve benzeri) zararlı şeylerden sa­kınmamıza ne buyurursun? Bunlar ilâhî takdirî geri çevirirler mi?» Pey­gamber (A.S.) Efendimiz ona şöyle buyurdu: «Bunlar da Allah'ın kaderi (takdiri)dir.» [131]

«Resûlüllah (A.S.) Efendimizin helva ve bal hoşuna giderdi.» [132]«Yirmi yıldan beridir sadece su, süt ve bal içtim.» [133]

 

Balda Şifâ Vardır

 

«Onda insanlara şifâ vardır.»

Bal: Lezzetli, besleyici ve şifa verici bir besin maddesidir. Arıların bal­ozunu aldıkları çiçeklere göre balın rengi, çeşnisi ve kokusu değişir. İlgili âyetle özellikle onun çok yönlü yanları belirtiliyor.

Sağık bakımından bal:

Eskiden beri hekimlikte hem iyi bir besin, hem de ilâç olarak büyük değer verilmiştir. Çünkü bal şeker bakımından çok zengindir. % 70-78'i şe­ker, ancak % 17-20'si sudur. İçinde ayrıca çeşitli çiçeklerden alınmış gü­zel kokulu reçineler, madensel tuzlar, azotlu maddeler vardır. 100 gram balda 325 kalori mevcuttur. Ayrıca balda vitamin de vardır. Daha çok A vitamini bulunur. Önemli vitaminlerden B kompleksi vitaminleri ile C vita­mini de vardır. Ancak C vitamininin miktarı baldan bala değişir.

Baldaki şekerler glikoz ile levüloz, sindirilmesi kolay şekerlerdir. Bun­lar vücudumuz için en mükemmel bir güç ve kuvvet kaynağı olur. Bu ba­kımdan bal, gelişme çağındaki çocukların, zayıfların, za'fiyet geçirenlerin beslenmesinde önemli bir yer tutar.

Bal, hekim tavsiye ederse, sütle karıştırılarak, kabızlık, barsak iltihabı, iskorbüt gibi hastalıklara uğrayan küçük çocuklara ve vaktinden önce do­ğanlara da verilir.

Bal derhal kuvvet, enerji verdiği için, şeker hastalarına da hekimin kontrolü altında verilmektedir. Özel polenlerle kuvvetlendirilmiş bal, sa­man nezlesinin şiddetli arazını hafifletmekte de kullanılır.

Balın besin değeri dışında da birçok faydaları vardır. Eski çağlarda insanlar kimyasal yollarla ilâç yapmasını henüz bilmezlerken, bala çok daha önem verirlerdi. Ayrıea balın midedeki on iki parmak barsağındaki ül­serlere de iyi geldiğini ileri sürenler olmuştur.

Bal antiseptik olarak da çok önemli bir maddedir. Yara, ezik, yanık ve sivilcelerin iyileştirilmesinde baldan faydalanılabilir. Bal bazı el losyon­larında, yüz kremlerinde de kullanılır.

Ameliyatlardan sonra hastanın su metabolizmasında meydana gelen bozukluklara bal iyi gelir. Şerbet halinde verilince hem su kaybını önler, hem de karaciğerin şeker kazanmasını sağlar.

Ayrıca balın kalp, damarlar ve sinirler üzerinde yatıştırıcı etkileri de bilinen bir gerçektir. Hattâ bazı hekimler tehlikeli bir karaciğer hastalığı olan sirozun balla iyi edilebileceğini ileri sürmüşlerdir.

Tıp bilginleri ve uzman hekimler belki de bizim henüz bilmediğimiz çok şifalı maddeler bulunduğunu düşünüyorlar, [134]

 

Bal Arısına Vahiy

 

«Rabbın bal arısına vahyetti (ilhamda bulundu).»

Vahiy: Sözlükte, süratli işaret demektir. Terim olarak: Ya hicap arka­sından kalbe veya tecelli ettiği suretten kalbe ve kulağa gelen sestir, ya da meleğin Allah'tan getirip kalbe ilka ettiği  lafız ve manadır.

Sözlük manası açısından, salih kulların kalplerinde doğan önsezi dedikleri ilhama ve hayvanlara doğuştan verilen içgüdüye de vahiy deni­lir. İşte arıya yapılan vahiy, bir yoruma göre ona verilen içgüdüdür.

Konunun akışından elde edilen sonuç şudur:

Süt, bal ve bal arısı, aynı zamanda arıya verilen içgüdü, sünnetullahın varlık âleminde her şeyde işler durumda olduğunu; birinin yaptığını diğe­rinin yapamadığını ortaya koymaktadır.

Küçücük bir canlının, içgüdüsüyle, mükemmel bir kimyacı ve olağan­üstü bir mimar, aynı zamanda şifa toplayıp dağıtan kusursuz bir hekîm olduğunu görüyoruz. Kuşkusuz bunlar tesadüflerin oluşturduğu hâdise­lerdir denilemez. Zira gerek süt, gerekse bal, en ince hesaplara göre prog­ramlanarak insanlığın hizmetine verilmiş nimetlerdir. Bir zincirin halkaları gibi, birbirini tamamlayarak yüksek bir irâdenin plânına göre oluşmakta ve her yönüyle o irâdenin damgasını taşımaktadır.

Böylece her varlık niçin yaratıldığının hikmetini yansıtmakta, insanoğ-lundan yana birtakım faydalı hizmetler ve ürünler sunmaktadır.

En mükemmel canlı olan insan, neye, niçin hizmet ettiğini ve hangi amaca yönelik yaratıldığını bilmedikçe, kendini tanımamış olacak; ken­dini tanımadıkça da yüce yaratanını tanıma şansına erişemiyecek..

Ayrıca âyette bir incelik söz konusudur. O da şudur: Bal arısı nasıl birçok çiçeklerden balozu toplayıp biraraya getirmekte ve değerli, aynı zamanda şifa verici bir besin maddesi haline sokup insanlara rahmet ol-maktaysa, Kur'ân da insan için îüzumlu bütün bilgileri toplayıp getiren bir bilgi ve şifa hazinesidir. [135]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle, bal arısından ve onun insanlara şifa veren balından söz edildi. Böylece varlık âleminde çok mükemmel bir plânın işler durumda bulunduğuna, ilâhî hükümlerin kusursuz uygulandığına işa­ret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, insan ömrünün sınırlı olduğu konu edilerek yaş­lılığı önlemenin mümkün olamıyacağına; belli bir yaşa gelindikten sonra organizmamızın kendisine benzer bir canlı meydana getirme vasfını kay­bedeceğine işaret ediliyor. Biraz daha yaşlandıktan sonra zihin kabiliyet­lerinin de bazı insanlarda bir gerileme kaydedeceğine dikkatler çekiliyor.

Sonra da insanların yaşları arasında farklılık olduğu gibi, rızıkları arasında da birtakım farklar bulunduğu belirtilerek, mal ve servet bakı­mından geniş imkânlara sahip olanların, ellerinin altındakileri gözetmeleri emredilerek sosyal adaleti sağlamamız tavsiye ediliyor. Verilen bunca ni­metlerin nereden, nasıl oluşup bize ulaştığı üzerinde düşünmemiz hatırla­tılarak, nimetlerden yararlanırken, onları verene şükretmemize işaret edi­liyor. [136]

 

Meali:

 

70—  Allah sizi yarattı, sonra da canınızı alır. Sizden kimi ömrünün en fena ve en sevilmiven noktasına itilir ki (o devrede artık) bildiğini bilmez olur. Şüphesiz ki Allah'ın her şeye gücü yeter.

71—  Allah rızık hususunda kiminizi kiminizden üstün kılmıştır. Üstün kılınanlar ellerinin altındakilere rızıklarını kendilerine eşit olacak ölçüde çevirip verici değillerdir. Allah'ın nimetini bile bile inkâr mı ediyorsunuz?

72—  Allah, size kendinizden eşler verdi ve eşlerinizden size oğullar ve torunlar meydana getirdi ve sizi pâk ve helâl şeylerden rızıklandırdı. Bu­na rağmen bâtıla inanıyorlar da Allah'ın nimetini onlar inkâr mı ediyorlar?

73—  Allah'ı bırakıp da kendilerine göklerden ve yerden hiçbir rızık (çıkarıp vermeye) sahip olamıyanlara ve buna güç g eti rem iyen lere mi ta­pıyorlar?!

74—  O halde artık Allah'a misâller (benzerler, örnekler) koşmayın. Şüphesiz ki Allah bilir, siz bilmezsiniz.

 

İlgili Hadîs

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz sık sık şöyle duada bulunurdu:

«Allahım! Cimrilikten, tembellikten, çok yaşlanmaktan, ömrün en fena ve en sevilmeyen (bunaklık) döneminden, kabir azabından, Deccal fitne­sinden ve ölüm ile dirim fitnesinden sana sığınırım.» [137]

 

Allah Verdiği Bilgiyi Geri Alir

 

«Allah sizi yarattı, sonra da canınızı alır. Sizden kimi ömrünün en fena ve en sevilmeyen noktasına itilir ki (o devrede artık) bildiğini bilmez olur. Şüphesiz ki Allah her şeye gücü yetendir.»

Şüphesiz ki hayatı içgüdüdert gelme bir duyguyla seviyoruz. Ama ıs-tırapsız, tehlikesiz bir hayatı istesek de, istemesek de o zıtlann sürtüşüp boy ölçüştüğü; tebessüm ve gözyaşlarının birbirini izlediği görüntüler ve­rerek kendi yoluna devam eder. Böylece bazan sevindirerek, bazan üzerek mukadder olan son noktasına kadar devam eder.

Öyle ki, hayat, bağlı bulunduğu ilâhî kanun gereği akıp gitmekte ve gittikçe de kudretini kaybetmektedir. Buruşan deriyi eski haline döndür­mek, ölen hücrelerimizin yerine böyle bir yaşta yenilerini imal etmek eli­mizde değildir. Zira biz kendi kendimizi yaratmadığımız gibi, kendimizi de bütünüyle, ic ve dış organlarımızla sevk ve idare eden de değiliz. Vü­cudumuzun önemli bir kısmına kumanda edemiyoruz. Onlar bütünüyle bi­zim irâdemizden kopuk bağımsız olarak faaliyetlerini sürdürmekteler.

O halde bizi yaratıp kendi mutlak tasarrufu altında bulunduran ve hayatımızı birtakım ölçülere bağlayıp programlayan cok yüce bir kudret vardır ki, Û Allah'tır.

İşte bu sonsuz ve üstün kudret önce ruhumuzu yarattı. Bir süre onu ruhlar âleminde bekletip o âlemle ilgili bilgilerle donattı. Sonra sırası gelin­ce onu dünya denilen aşağı âleme gönderdi. Ne var ki, ruhumuz, ruhlar âleminden ayrılıp ana rahminde oluşan bedenimize girince, o yüce âlemde edindiği bilgiler kendisinden geri alındı. Böylece gelişmesi, bedenin geliş­mesine bağlanarak bu ikinci âlemde yeni bilgiler edinmesine imkân hazır­landı. Sonra da bedende hayvanı ruha kumanda ederek mukadder vakit gelinceye kadar orada eyleşir ve bir gün gelir de bedenle hayvanı ruhu ölüme terkedip ayrılır. Ayrılınca da eski bilgileri kendisine iade edilir de iki âlemle ilgili bilgiler birleşip bütünleşir.

Ruh, girdiği bedenin şeklini aldığı halde Berzah âlemine intikal eder. Bu defa orada yeni bilgiler edinir ve kıyamet kopuncaya kadar orada bek­ler. Mü'minler o âlemde cennet kokusuyla nîmetlenerek; kâfirler ve mü­nafıklar, sonra da azgın zalimler cehennem kokusuyla azap edilerek dün­ya ile âhiret arasında bir dönem geçirirler. Kıyamet gününde her ruha ait beden yeniden oluşup vücut bulduktan sonra ikinci hayata başlamak üze­re ruhlar hazırlanan bedenlerine girerler.

Dünya hayatının bir başka dikkat çekici yanı da şudur: Cenâb-ı-Hak kudretini izhar etmek, insana aczini, çaresizliğini bildirmek için bazı kişi­lerin ömrünü en fena ve zayıf noktasına kadar uzatır. O kadar ki, zihin ka­biliyetlerinde bir gerileme kendini  hissettirir.  Sadece oksijen  ve  glikozla çalışan beyin, bir yandan yeterince kan alamaz ve hücre sayısında önemli eksilmeler ortaya çıkar. Bu kerteye gelen insan bildiğini bilmez olur; sa­bah yediğini akşam unutur. Derken bir süre sonra iyice bunama başlar ki, Kur'ân buna «erzel-i ömür» diyor. Ancak bunamadan dolayı kaybedilen bilgiler, büsbütün kaybolmaz. Çünkü onlar hafıza denilen beyin arşivinde bir dizi halinde muattal bir vaziyette bekletilirler. Ölüm olayından sonra tekrar ve daha kusursuz olarak ruhun denetimine verilir ve faal duruma getirilirler. Bu dönemi şöyle de tasvir edebiliriz-. Beyin cok mükemmel, hatta mükemmelin de ötesinde çok geniş kapasiteli bir bilgisayardır. Mey­dana gelen bir arızadan dolayı bir süre çalışma özelliğini kaybetmiş olur; ama hafızaya aktarılıp programlanan bilgiler aynen kalır. Ruh o program­ları bütünüyle kendi bantına almış durumdadır. Kıyamet gününde ölüler di-riltildiğinde, ruh kendi bantındaki bilgileri ikinci bedende teşekkül eden daha kuvvetli bir beyne aktarır. Böylece bunaklık döneminde unutulan bü­tün bilgiler fire vermeden ortaya çıkma imkânına erişir.

Çünkü Cenâb-ı Hak, bütün bunları önceden en ince hesaplara göre programlamıştır. Günü, vakti, saati gelince aynen ortaya çıkar. Hikmet ve program dışı hiçbir olay yoktur ve olamaz da.. [138]

 

Rızık Hususunda Kiminin Kiminden Üstün Kılınması

 

«Allah rızık hususunda kiminizi kimînizden üstün kılmıştır.»

İlâhî hilkat fabrikasının eşsiz imalâtı akıllara durgunluk vermektedir. Aynı türden olanları bile farklı yaratır. Kalıtım sabit kalır, türün bireyleri ayrı ayrı biçim, renk ve karakterde üreyip gelişir. Koyduğu plân, hazırladı­ğı program aksamadan hedefine doğru ilerler.

Neden farklı imalat?

Aynı ana-babadan dünyaya gelen on çocuğu düşünün; her birinin rengi, fizyonomisi, biçimi, yeteneği ve karakteri ayrıdır. Kimi daha zeki, kimi daha becerikli, kimi tembel uyuşuk, kimi hareketli ve sokulgandır. Kimi de zengin olmada daha başarılıdır. İlâhî plân, bu farklılığa ataları sebep kılmış ve gen denilen harikaya, birkaç batın yukarı ataların yetenek ve karakterlerini, irsî kusur ve meziyetlerini yerleştirmiştir. Öyle ki: Ken­dini içkiye verip kanını zehirleyen, sağlığını bozan, hormonlarında birtakım tahribatın meydana gelmesine sebep olan ana-babadan meydana gelecek çocuk, birtakım irsî kusurlarla gözlerini dünyaya acar. Çok yakın hısmıyta evlenen çiftin de çocukları bazan geri zekâlı doğabilir. Bir de bu düzeyde doğan çocuklardan ileride dünyaya gelecek çocukları düşünün..

Görülüyor ki, toplumun birçok yönlerden farklı insanlardan meydana gelmesinde, atalarının yaşayışlarının tesiri cok büyüktür. İlâhî sünnet gen­leri bu hususta aktarıcı araçlar olarak kullanırken, diğer yandan toplum hayatının dengeli olabilmesi, birinin diğerine muhtaç bulunmasına bağla­mıştır. Kabiliyetler çok farklıdır, kimi fen alanında, kimi sanatta, kimi zi-raatte, kimi ticarette, kimi de ilim ve irfanda daha çok başarılı olur. İn­sanların hepsi aynı yetenek ve güçte yaratılsa ve o yüzden hepsi de aynı ölçüdeki kabiliyetlerini ortaya koysaydı, hayat hiçbir zaman bugünkü gibi dengeli, düzenli olamazdı.

İşte Kur'ân bu hassas noktaya dokunurken iki önemli ipucu veriyor: Biri, irsî kusur ve meziyetlerin kuşaktan kuşağa geçmesi, diğeri denge ve düzenin sağlanması..

Sonra da sosyalizmi gerçekleştirme düşüncesiyle yola çıkanlara ses­lenilerek şöyle uyarıda bulunuluyor: «Üstün kılınanlar ellerinin altındaki­lere, rızıklannı kendilerine eşit olacak ölçüde çevirip verici değillerdir. Al­lah'ın nimetini bile bile inkâr mı ediyorsunuz?»

Eşitliği savunup işverenle işçi, evin efendisiyle evin hizmetçisi ara­sındaki farkı kaldırmanın gerçek anlamda sosyal adalet olacağını iddia edenlerden hangisi eriştiği birtakım nimetleri fakirlere dağıtmak suretiyle kendini onlarla eşit duruma getirmiştir? Gerçek bu olunca, o gibilerin kal­kıp da Allah neden insanları eşit yetenekte ve beceride yaratmamış, ne­den hepsine aynı ölçüde nîmet vermemiştir, demeğe hakları var mıdır? Oysa mevcut farklılık insanların kendi hatalarından kaynaklanmakta ve genler vasıtasıyla atalarımızdan bize miras olarak geçmektedir. İlâhî hik­met de nizam-i âlem için buna uygun bir dünya hayatı hazırlamıştır. Böy­le iken Allah'ın yüksek hikmete dayalı taksimatındaki adaleti bile bile in­kâr etmenin ve O'nun kurduğu düzenin hilâfına bir düzen istemenin ma­kul yanı var mıdır? [139]

 

Aile Yuvasının Önemi

 

«Allah size ken­dinizden eşler verdi ve eşlerinizden size oğullar ve torunlar meydana ge­tirdi..»

Cenâb-ı Hak bize eşler, çocuklar ve torunlar verirken, onları dosdoğru-besleyip topluma yararlı düzeye getirmemiz ve kötülüklerden uzak bulun-

durmamız için pak ve temiz rızıklar da hazırlayıp vermiş ve helâlından ka­zanıp geçinmemizi emretmiş; insanların ruhları kararmasın, vicdanları si­lik hate gelip ahlâkları bozulmasın diye zararlı şeyleri haram kılmıştır. Şüp­hesiz ki Allah, bu hükümleriyle, daha çok sosyal yapıda uçurumlar mey­dana gelmesin, geri zekâlı bir nesil oluşmasın diye aileyi yönlendirmeyi murat etmiştir.

Ne yazık ki, insanların çoğu Allah'ın temiz, pak ve yararlı nimetlerini yeterli bulmadılar da haram ve zararlı rızıklar elde etme kavgasını baş­lattılar. O nedenle hem kendilerini, hem çocuklarını zehirlediler. Sonra da bir çoğu kalkıp meydana gelen düzensizliği Allah'a nisbet edecek kadar şuursuzlaştılar; batıla inanıp bağlanmayı tereîh ederek aile ve toplum­larına en büyük fenalığı yaptılar. [140]

 

Şaşkınlığın En Kötüsü

 

«Allah'ı bırakıp da kendilerine göklerden ve yerden hiçbir rızık (çıkarıp vermeğe) sahip olamayanlara, buna güç getiremiyenlere mi tapıyorlar?»

Cenâb-ı Hakk'ın insanlardan yana hazırlayıp verdiği bunca hayırları, iyilikleri, yararlı şeyleri; haram kılıp yasakladığı zararlı nesneleri büimsel açıdan dikkate almayanlar, şüphesiz suç üstüne suç, günah üstüne günah işleyerek sosyal yapının, ilâhî plâna bağlı düzenini bozmakla kalmadılar; göklerden ve yerden hiçbir rızık çıkartıp vermeğe gücü yetmeyen cansız cisimleri ve birtakım canlı cüceleri ilâh sayıp Allah'tan başkasına tapma­ğa başladılar. Kendilerinden aşağı mahlûkları ilâhlaştirarak ruhlarını ka­rarttılar.

Oysa bunların çoğu sosyal adaletten, eşitlik ilkelerinden, mükemmel bir düzenden söz ederler. Nerede dürüstlük? Önce kendi iç yapılarında disiplin ve dengeyi bozmuşlardır. İçki, kumar, kadın ibtilâsi; hak ve hürri­yetlere tecavüz gibi, aile ve toplumu,temelinden yıkan günahlara dalmak suretiyle dış dünyalarını da berbat etmişlerdir.

Ey maddeciler! söyleseniz ya, suç «Allah birdir» diyenlerde mi, yoksa O'nu inkâr edip her şeyi mubah sayan, şehvet ve midelerinden başka kay­gıları olmayan sizlerde midir? Maddeyi tek kurtarıcı esas saydınız, eko­nomik güçten başka kurtarıcı manevî bir gücü kabul etmediniz ve bu yüz­den maddeye erişmek için ara yerde ne kadar ahlâk ve fazîlet varsa hep­sini çiğnemekte bir sakınca görmediniz, sonra da kalkıp Allah'a misaller verme küstahlığında bulundunuz! Bu da işlediğiniz haksızlıkların tuzu ve biberi mi? [141]

 

Rivayetler Ve  Yorumlar

 

Hafede : Hâfid'in çoğuludur. Daha çok hizmete süratle yönelen hiz­metçi ve benzeri durumda olanlar hakkında kutlanılır, yani sözlük mânası budur. Ancak ilgili âyette taşıdığı mâna nedir? İlim adamlarının, ashab ve tabiîn'in birtakım farklı yorum ve tesbitleri olmuştur:

a)  İbn Mes'ud (R.A.) ve Nahaî'ye göre, adamın iki kızkardeşi demek­tir.

b)  el-Hasan, Dahhak ve İkrime'ye göre, hizmetçiler demektir.

c)  Mücahid'e göre, yardımcılar ve avaneler demektir.

d)  İbn Abbas (R.A.) ile Atâ'a göre, oğlun oğulları anlamına gelir. Çün­kü onlar da bir bakıma kendi büyüklerinin hizmetçileri sayılırlar.

e)  Mukatil ve Kelbî'ye göre, «benîn»  küçük çocuklar, «hafede»   İse büyük çocuklar demektir

f)  Karısının başka kocadan olan oğulları hakkında da kullanılmıştır. Bu da İbn Abbas (R.A.)dan yapılan başka bir rivayettir.

g)  Ünlü edip ve lûgatçı Esmâî'ye göre, kadın tarafından olan yakın­lar demektir.

İmam Kurtubî bu konuda İbn Abbas (R.A.) İle Atâ'ın tesbit ve yorum­ları Kür'ân'ın maksadına daha uygun geldiğini söylemiştir. Bence sahîh olan da budur. Nitekim İbnü'l-Arabî de aynı görüştedir. [142]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, insan ömrünün sınırlı olduğu, belli bir yaşa ge­lindikten sonra organizmanın kendisine benzer bir canlı meydana getirme vasfını kaybedeceği belirtildi. Sonra da insanların yetenekleri farklı olduğu gibi, rızıklarının da farklı olduğu üzerinde durularak toplum yapısının den­geli ve düzenli ayakta durmasının ancak bu farklılıklarla sağlanacağına İşaret edildi. Çevremizdeki muhtaçlara yardım elini uzatmamız emredile­rek sosyal adaleti geliştirmemizin lüzumu belirtildi.

Aşağıdaki âyetlerle, geri zekâlı tembel bir köle ile, hayatını alın teri, el emeğiyle kazanan hür bir kimsenin eşit olamayacağı misal veriliyor. Son­ra da yeteneksizliğiyle beraber dilsiz ve beceriksiz bir kimse ile, geniş kültürlü olup adaletle hareket edip adaleti uygulayan ve uygulanmasını emreden; aynı zamanda doğru yol üzere bulunan kimsenin de bir olamı-yacağına dikkatler çekilerek insanların her bakımdan eşit olmasını savu­nanların hayal peşinde koştuklarına işaret ediliyor. [143]

 

Meali:

 

75—  Allah hiçbir şeye gücü yetmiyen bir köle ile, kendisini tarafımız­dan güzel bir rızıkla rızıklandırıp, ondan gizli ve açık (Allah için) harcayan (hür) kimseyi misâl verir; bunlar hiç eşit olur mu? Allah'a hamd olsun. Ne var ki (insanların) çoğu bilmezler.

76—  Allah yine, iki adamı misâl veriyor: Biri dilsizdir, hiçbir şeye gü­cü yetmez, efendisine ağırlık veren bîr yüktür; nereye yöneltip gönderse, h'C de hayır ile gelmez; bununla, adaletle emreden ve dosdoğru yol üze­rinde bulunan kimse hiç eşit olurlar mı?

 

Yaratan İle Yaratılan Arasındaki Fark

 

İnsanlar arasındaki açık farka temas etmiştik. Yetenekler, beceriler, düşünce ve duygular farklı olduğu gibi, renkler, şekiller ve rızıklar da fark­lıdır. İki insanın her bakımdan eşit olduğu iddia edilemez. Hiç bir şeye gü­cü yetmiyen, beceriksiz, anlayışsız ve zayıf bir köle ile, kültürlü, becerikli, hayatını kazanmasını bilen, sosyal adaletin sağlanmasına gayret eden, Allah için harcamaktan zevk alan hür kimsenin eşit olduğu söylenebilir mi? Zira herkes bilgi, görgü, kültür, beceri ve zekâsına, aynı zamanda ha­yat kanunlarını bilip ona göre hareket etme basiretini göstermesine göre değerlendirilir. İnsanlar arasında böylesine açık fark mevcut iken, yaratan ile yaratılan arasındaki farkın kıyas, nisbet sınırlarının çok ötesinde oldu­ğunu söylemek elbette ki yanlış bir yargı değildir. O halde insan eliyle şekillendirilen put ve heykelleri, bazı canlı-cansız varlıkları Allah'a denk ve benzer koşmanın ilmî, mantıkî ve vicdanî bir anlamı var mıdır? Kendi aramızda tam eşitlik mümkün olmadığı ve böyle bir iddia ortaya atıldığı zaman benimsenmediği halde, Allah ile yarattığı bazı varlıklar arasında benzerlik, eşitlik ve denklik mümkün müdür?

Aklımızı bu konuda daha iyi kullanmamız için Cenâb-ı Hak 75 ve 76. âyetlerle bize açık misaller veriyor. [144]

 

Allah, Ne Güzel Misal Veriyor!

 

«Allah hiçbir şeye gücü yetmiyen bir köle ile, kendisini tarafımızdan güzel bir nzıkla rızıklandırıp on­dan gizli, açık (Allah için) harcayan (hür) kimseyi misal verir..»

Şaşkın putperestlerin, mideci maddecilerin bazı cisimleri Allah'a ortak koşmalarının makul hiçbir yanı olmadığını yukarıda kısmen belirttik. Ce­nâb-ı Hak, bu konuda gaflet içinde gerçeği bir türlü görmeyen şaşkınları uyarmak ve yönlendirmek için beceriksiz bön bir köle ile becerikli ve kül­türlü olan efendisini misal gösterdi. Bunun gibi, imân nîmetiyle donatılan bir mü'min ile, o cevheri içinden ve mayasından çıkarıp atan ve o yüzden ne olduğunu, nerede niçin bulunduğunu ve nereye gittiğini bilmeyen bir inkarcının da hiçbir zaman eşit olamıyacakları, bir tutulamayacakları ke­sindir. İnkarcı ölmeden önce içini ve dışını imân ve ibâdetle aydınlatma­dığı ve o yüzden nefis ve puta kul olduğu için, hep güçsüz, tasarrufsuz olup ne yaptığını bilmeyen beceriksiz bir köleye benzetilmiştir. Mü'min ise, nefis ve putun  esaretine girmeyip yegâne yaratıcı  olan  Cenâb-ı  Hakk'a kul olmanın idrâkini kendinde taşıdığı için güçlü, kudretli, becerikli ve ta­sarrufa yetkili, aynı zamanda Allah için harcamasını bilen şuurlu bir efen­diye benzetilmiştir.

İnkarcı sapık, dilsiz, hayırsız ve başkasına yük olan âeiz bir köleye; doğru yolda bulunan mü'min ise, âdil olup adaletle emreden ve hep doğ­ruluktan yana olan yetenekli, şuurlu bir lidere benzetilmiştir.

Bu benzetmeler ve ilâhî misaller, Hz. Muhammed'in (A.S.) üstün ba­şarıya erişeceğine; inkarcı azgınların, putperest sapıkların ise, hüsrana uğrayıp âciz bırakılacaklarına işarettir. Allah'a hamd olsun.. [145]

 

İnsanları Robotlaştıranlar

 

İlgili âyette bir diğer önemli hususa parmak basılıyor: Hak dinin ferdî mülkiyete imkân tanıdığı, insanları madde esaretine sokup köleleştirme-diği, herkesi kendi yetenek, beceri ve çalışma azmine ve temposuna göre değerlendirdiği; kiminin kimine yük olmamasını tavsiye ettiği, ancak ha­yatını kazanamıyacak kadar arızalı ve zayıf olanlara yardımda bulunmayı emrettiği üzerinde duruluyor.

, Böylece hem ferdî mülkiyeti ve dolayısıyla şahsî hürriyeti kaldıran,hem de eşitlik sloganlarıyla işçileri bir karın tokluğuna çalıştırıp robottaştıran komünizm ve aşırı sosyalizm reddediliyor. Çünkü bu iki doktrin de toplumun hayatında egemen olan yegâne temel faktörün, ekonomi olduğunu sa­vunur. Kur'ân-ı Kerîm, maddî imkânlar bakımından işverenle işçiyi aynı kefeye koymanın doğru olmayacağına dikkatleri çeker. Herkesin ancak alın teriyle, el emeğiyle, bilgi ve becerisiyle değerlendirileceğine işarette bulunur. Çünkü Kur'ân'a göre, rızık kapısı herkes için açık tutulmuş­tur. Birinin o kapıdan girmesini, diğerinin engellenmesini sağlayacak bir faktörün rol oynadığı, bir ayrımın yapıldığı söylenemez. O bakımdan her­kesin kendi bilgi, beceri ve yeteneğine göre o kapıdan girip hayatını ka­zanabileceği söz konusudur.

Sonuç olarak 75. âyette, İslâm'ın bu konuda koyduğu esasa uyma­yan doktrinlerin zamanla iflas edeceği ve onları savunanlara belirtilen mi­saller ölçüsünde birtakım sorular yöneltildiği zaman, aşırı olmayanların İs-lâmî esası tasdik edeceği, aşırı olanların ise, susup cevap veremiyeceği belirtilerek hakkın er-geç anlaşılıp üstün geleceği haber veriliyor. [146]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, İslâm'ın ferdî mülkiyete yer verdiği ve sınıf kav­gasına kapı açmadığı, aynı zamanda rızık kapısının herkese açık tutuldu­ğu ve kabiliyetlere göre, nimetlerden yararlanma imkânlarının söz konusu olduğu belirtildi. Bunun için de aydınlatıcı anlamda iki misal verilerek da­ha etraflı düşünmemiz ilham edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, insanlar arasında gerçek adalet esaslarını ko­yan ve uygulanmasını emreden Cenâb-ı Hakk'ın mutlak âdil ve yegâne hikmet sahibi olduğu belirtiliyor. Bu açıdan her şeyin O'nun hikmet terazi­sinde tartılıp değer bulabileceğine işaretle, kâinatta kurduğu denge ve düzeni vakti gelince bir anda bozup yenisini kuracağı ve hakiki hayatın o zaman başlayacağı konu ediliyor. Sonra insanın ana rahmindeki ilk oluş­ma safhasına değinilerek hilkatin her kademe ve parçası üzerinde Allah'ın kudret damgası bulunduğuna işaret ediliyor. Arkasından kuşların kanat açıp boşlukta uçmaları misal verilerek, onlara uçma yeteneğini veren Rab-bü'l-âlemîn'in bir diğer sanat harikası üzerinde ciddi araştırma yapmamız tavsiye ediliyor. Hizmetimize verdiği davarların çeşitli ürün kaynağı oldu­ğu açıklanarak böylesine bir düzen kurup canlı-cansız her şeyi insanın hizmetine veren Allah'ı inkâr etmenin ne kadar akılsızca bir yol ve düşün­ce mahsulü olduğu ilham ediliyor. Sonra da gökleri ve yeri çok zengin çe­şitli sofra halinde insana musahhar kılan Allah'ı tanımamanın büyük bir nankörlük olduğu hatırlatılıyor. [147]                              

 

Meali:

 

77—  Göklerin ve yerin gayb (gizli, gözle görülmeyenini (bilmek) Al­lah'a mahsustur. Kıyâmet'in kopuşu bir göz kırpma gibidir veya ondan da yakın (ve süratlijdır. Şüphesiz ki Allah'ın kudreti her şeye yeter.

78—  Allah sizi analarınızın karnından, siz hiçbir şey bilmez iken çı­kardı; şükredersiniz diye size işitme, gözler, gönüller verdi.

79—  Gök boşluğunda (ilâhî hilkat sünnetine) boyun eğerek uçan kuş­lara bakmıyorlar mı? Onları ancak Allah tutar. Doğrusu bunda imân eden bîr millet için dersler, öğütler, ibretler ve belgeler vardır.

80—  Allah, evlerinizi size huzur duyma, dinlenme yeri kıldı. Davarla­rın derilerinden, göç ettiğiniz gün ve konup eyleştiğiniz gün hafif taşıya­bileceğiniz (çadır) evler yaptı. Yünlerinden, tüylerinden, kıllarından bir sü­reye kadar (kullanabilmeniz için) giyimlikler ve (ticarî) geçimlikler sundu.

81—  Allah yarattığı şeylerin bir kısmında size gölgeler, dağların bir kısmında size sığınacak yuvalar yaptı; sizi sıcaktan koruyacak elbiseler ve (savaşta) sizi koruyacak (zırh ve benzeri) giysiler var kıldı. O'na tesli­miyet gösteresiniz diye böylece nimetini size tamamlar.

82—  Bunca nimetlere rağmen yüzçevirirlerse,  sana  düşen  (ancak) açık tebliğdir.

83—  Allah'ın nimetini bilirler, sonra da inkâr ederler. Zaten onların çoğu kâfir kişilerdir.

 

İniş Sebebi

 

Tabiîn'den Mücahid'den yapılan rivayete göre : Bedevinin biri Resû-lüllah (A.S.) Efendimiz'e gelerek bir şeyler istedi. Peygamber (A.S.) Efen­dimiz ona : «Cenâb-ı Hak evlerinizi size huzur duyup dinlenme yeri kıldı..» mealindeki âyeti okudu. Bedevi : «Evet, evet...» dedi. Peygamber (A.S.) ona : «Davarların derilerinden, göç ettiğiniz gün ve konup eyleştiğiniz gün hafif taşıyabileceğiniz (çadır) evler yaptı..» mealindeki âyeti okudu. Bede-vî yine: «Evet, evet...» dedi. Peygamber (A.S.) Efendimiz sırayla diğer il­gili âyetleri de okudu. Bedevi yine  «Evet, evet...» dedi. Tâ ki, «O'na teslimiyet gösteresiniz diye böylece nimetini size tamamladı.» mealindeki âye­ti okudu. Bunun üzerine bedevi arkasını çevirip gitti. O sebeple, «Allah'ın nimetini bilirler, sonra da inkâr ederler. Zaten onların çoğu kâfir kişilerdir.» mealindeki âyet indirildi. [148]

 

İlgili  Hadîs

 

Allah'ın insana verdiği üstün nimetlerden birkaçı da, işitme, görme, düşünme ve anlamadır. Bu nimetleri ilâhî sünnet ve rıza doğrultusunda kullanan mü'minler hakkında kudsî hadîste şöyle deniliyor;

«Kim benim dostum olan bir kuluma düşmanlık^ ederse, elbette o ba­na karşı savaşa çıkmış (savaş açmiş)tır. Kulum en çok kendisine farz kıl­dığım ibâdetlerle bana yaklaşır ve durmadan nafile ibâdetlerle yakınlığını artırır. O kadar ki, onu sevmeğe başlarım. Sevince de, onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı (benim hoşnutluğum doğrultusunda hizmet eder ve ben de ondan razı) olurum. (Yani kulum ancak benimle işi­tir, benimle görür, benimle tutar ve benimle yürür). Benden isterse, and olsun ki, veririm. Duâ etse kabul ederim. Bana sığınırsa, sığınağıma alırım. İşlediğim hiçbir şeyde tereddüt etmedim. Tereddüdüm, sadece mü'min ku­lumun ruhunu almaklığımdadır. O ölümden tiksinir; ben ise onun kötülük­te bulunmasından hoşlanmam. Ama ölümden kurtuluş yoktur.» [149]

 

Göklerin Ve Yerin Gaybı Allah'a Mahsustur

 

«Göklerin ve yerin gayb (gizli, gözle gö-rülmeyen)ini (bilmek) Allah'a mahsustur.»

Kâinat alabildiğine büyüktür. Buna rağmen İnsana ilimden az şey verilmiştir. Fizik âlemin genişliği karşısında ne kadar sınırlı kaldığımızın farkındayız. Bize en yakın olan Güneş ailesini .bile yeterince bilemiyoruz. Son olarak fezaya gönderilen Viking I, Viking II, Viking İli ile birtakım bil­giler edinme imkânı doğmuşsa da daha bilmediğimiz ve tesbit edemediği­miz cok şeyler vardır.

Fezanın sınırı nereye dayanıyor, maddenin ötesinde ve bu sonsuz gi­bi görünen boşlukta neler var ve ne gibi dev sistemler yer almıştır? Hâlen mevcut olan Cennet ve Cehennem nerededir? İşte bu gibi ardı, arkası kesilmeyecek sorular birbirini izlemekte ve çoğu da cevapsız kalmaktadır.

Henüz madde, yani fizik âlemini dosdoğru bilemezken, nerede kaldı fizikötesini bilebilelim.

Kâinatı yaratan, şüphesiz ki onu daha iyi bilir. Peygamberine bu bi­linmeyen gayb âleminin bazı esrar ve hikmetleriyle ilgili bilgiler vermiş ve Onu Mi'rac olayıyla beşer ilminin hiçbir zaman erişemiyeceği noktalara yükseltmiştir. Peygamber de (A.S.) kendisine bildirilen ve gösterilenlerden, anlayıp hazmedebileceklerimiz kadarını bize bildirmiştir.

Üzerinde yaşadığımız yerküreyi bütünüyle, en derin incelikleriyle bil­diğimizi iddia edemeyiz. Görüldüğü gibi, ilim ilerledikçe yeni buluşlar or­taya çıkarılmakta ve düne kadar bize kapalı olan şeyler gün ışığına çık­maktadır. Bu da bize şunu öğretiyor: Kıyamete kadar bu ilerleme ve bu­luşlar sürecektir. O halde' her geçen gün ancak bilgisizliğimizi anlamak­tayız. Kıyamet geldiği gün de yine bilmediklerimiz mutlaka bildiklerimizden çok olacaktır.

İşte Cenâb-ı Hak, ilgili âyetle bu inceliğe değinerek «göklerin ve yerin gaybı..» diyor. Çünkü kâinatın yaratıcısı, düzenleyip dengede tutucusu an­cak O'dur. [150]

 

Kıyametin Aniden Kopması

 

Kıyamet'in kopuşu bir göz kırpma gibidir veya ondan da yakın (ve süratli)dır. Şüphesiz ki Allah'ın kudreti her şeye yeter.»

Gayble ilgili meselelerden biri de Kıyâmet'in kopuş anı ve tarihidir. Kur'ân hangi tarihte meydana geleceğini haber vermemekle beraber, yak­laşık bir bilgi de vermemiştir. Melek Cebrail'in, Peygamber (A.S.) Efen-dimiz'e: «Kıyamet ne zaman kopacak?» diye sorması. Peygamberimizin de (A.S.) ona: «Sorulan onu sorandan daha iyi bilmiyor!» diye cevap vermesi, kıyametle ilgili bilginin Allah'a ait olduğunu bize öğretmektedir.

Sistemin bir anda bozulup alt-üst olmasıyla bu olayın gerçekleşeceği muhakkaktır. Ama bu nasıl olacak bilemiyoruz, sadece bazı âyetlerden bir­takım ana fikirler elde edebiliyoruz. Meselâ: Güneş'in kararıp dürüJeceği, yıldızların parçalanıp yörüngelerinden çıkacağı, dağların yerinden kopup yürüyeceği, denizlerin birbirlerine karışıp ateş haline geleceği, göklerin va­rılacağı, yeryüzünün dümdüz hale geleceği, ve yine dağların atılmış renk renk yüne benzeyeceği, göğün yarılıp kırmızı gül rengini alıp erimiş bakır gibi akacağı bu cümledendir.

Bütün bunlar o müthiş olay hakkında fikirler vermekte ve iyi düşünüp aklımızı kullanmamızı ilham etmektedir. Dünya çapında nükleer bir savaş böyle bir tahribat yapabilir mi? Zincirleme atom patlamaları sonucu de­nizler ateş kesilebilir mi? Bütün bunlar birtakım tahminlerden öteye geç­mez. Yakın gelecekte ilmî araştırmaların, teknolojideki ilerlemenin daha ne gibi yeni bilgiler ortaya koyacağını bilemiyoruz. Bildiğimiz tek şey, kıya­met olayının en az bir ışık hızıyla meydana geleceğidir. Mevcut düzen ve dengenin bir anda bozulması, yıkılıp darmadağın olmasını zahirî birtakım sebeplere bağlamamız bugün için bizi olumlu bir sonuca götürmez. Allah daha iyisini bilir.

Kıyamet kopmadan önce, birtakım önemli alâmetlerin ortaya çıkaca­ğını Resûlüllah (A.S.) haber vermiştir ve bu alâmetler oldukça çoktur, aynı zamanda safha safhadır. Biz büyük alâmet sayılıp kıyamete çok yakın zamanda meydana gelecek olaylardan bir kısmını şöyle sıralayabiliriz :

1—  İnsanlara hakkı söyleyecek, doğru yolu gösterip büyük İslâhat yapacak bilgili, kültürlü, cesur, kahraman bir liderin ortaya çıkacağı.

Bu liderin isminin Mehdi olacağı hakkında birçok rivayetler vardır.

2—  Deccal'ın büyük bir fitne çıkarıp yeryüzünde dolaşacağı, mü'min-le kâfirin iyice birbirinden ayırt edileceği,

3—  İsa Peygamber'in (A.S.) gökten ineceği,

4—  İsa Peygamber'in  (A.S.) Deccal'i katledeceği ve böylece dünya milletlerini bu büyük fitne ve belâdan kurtaracağı,

5—  İsa Peygamber'in  (A.S.), Hz.  Muhammed'in  (A.S.)  getirdiği dinî esaslara uyacağı ve kendisini O'nun ümmetinden bir fert sayıp bütün dün­yaya ilân edeceği, böylece Hıristiyan âleminin İslâm'a gireceği,

6—  Ye'cuc ve Me'cuc'un ortaya  çıkacağı  ve  çok  kanlı  savaşların olacağı,

7—  Müslümanlarla Yahudilerin çetin, fakat netice alıcı bir savaş baş­latacakları, Yahudilerin tamamiyle imha edileceği,

8— Kabe'nin tahrip edileceği,

9— Ortalığı kesif bir gazın  kaplayacağı,

10— Bu arada Dabbetülarz (çok bilgili, kudretli, dirayetli, imân ve ir­fanı yüksek bir lider)in ortaya çıkacağı, geniş çapta ıslahat yapacağı, mü'minlerie kâfirleri kesin çizgileriyle birbirlerinden ayırt edip fitne ve feşada, anarşi ve tuğyana son vereceği bu cümledendir.

Son olarak da güneş batıdan doğacak ve artık güneş sistemi de ken­di hareket dönemini son noktasına-getirmiş olacak.. [151]

 

İşitme, Görme, Anlama

 

«Şükredersiniz diye size işitme, gözler ve gönüller verdi.»

Üc büyük nimet. Bizimle eşyayı yüzyüze, içice getiren, bilmediğimizi öğrenmemize yarayan üç önemli organ seçilerek konu ediliyor. İşitme, ha­vada titreşip gelen sesleri duymamızla gerçekleşir. İşitme organı olan ku­lak aldığı sesi beyne iletir ve beyin gelen sesin neye delâlet ettiğini tefrik eder. Görme, eşyanın rengini, biçimini, boyutlarını tesbit edip beyne ile­tir. Böylece bu iki dış organla beynimiz arasında devamlı bir alış-veriş sü­rüp gider. Biri olmayınca, diğer ikisi ya hiç görevlerini yapamaz, ya da noksan yapar. Örneğin, beyin olmayınca kulak ve göz, bütünden kopan ve ancak bütünle bulunduğu takdirde görevini yapabilen bir parça duru­muna düşer. Göz olmayınca, eşyanın şekli, rengi ve boyutları bilinmez.. Bunlar tıpkı üçgenin elemanları gibi üç kenar ve üç açıdan meydana gelir­ler.

Böylece sözünü ettiğimiz bu üç önemli organı bir de anatomik yön­den incelediğimizde, karşımıza akıllara durgunluk verecek mahiyette ola­ğanüstü sanat eseri ortaya çıkar ve her parçasında Cenâb-ı Hakk'ın kud­ret ve sanat damgasının yer aldığı görülür.

Bir de vücudumuzun duyum ve hareket merkezi olan beyni ele alacak olursak, büsbütün hayretler içinde kalır, onu yaratan O Yüce Kudret'in karşısında secde etmekten başka bir şey düşünemeyiz. Yirmi milyon ka­dar sinir hücresinden meydana gelen beyin, hem dışardan gelen duyuları kavrayan, hem de bunlara karşı göstereceğimiz tepkiyi idare eden müstes­na bir cihazdır. Öyle ki, milyonlarca sinir hücresi bir yanlışlık yapmadan faaliyetlerini sürdürürler ve hiçbir bilgisayarın yapamıyacağı programla­mayı kusursuz yürütürler. İşte bu muazzam sistemi yapıp hizmete sevk-eden, tesadüfler değil; o beyinden kıyas kabul etmez üstünlükte olan bir plânın mevcudiyeti söz konusudur.

İlgili âyette üç önemli organdan söz edilirken, kalp, yürek mânasına gelen ve çoğulu «ef'ide» olan «fuâd» ismi zikredilmiştir. Bu daha çok yanıp tutuşan gönül hakkında kullanılır. Biz ise,  burada onu beyin manasına hamledip öyle manalandırdık. Nitekim Kur'ân'ın bazı yerlerinde onun bey­ne delâlet eden bir kavram olduğu rahatlıkla anlaşılıyor. [152]

 

Kuşların Açık Bir Belge Olması

 

«Gök boşluğunda (havada ilâhî hilkat sünnetine) boyun eğerek uçan kuşlara bakmıyorlar mı? Onları ancak Allah tutar. Doğrusu bunda imân eden bir millet için dersler, öğütlet, ibretler ve belgeler vardır.»

Kuşların vücut sıcaklığı 40 dereceden aşağı düşmez ve bu yaz kış aynen sürüp gider. Kuşlar ne kadar hızlı uçarlarsa uçsunlar terlemezler. Zira terleme vücudu soğutmaya yarar. Kuşların vücutlarını soğutması ise, kemiklerindeki hava ceplerine hava basmakla gerçekleşir. Tüyleri ise, vü­cut sıcaklığını korur ve salgıladığı çok ince bir yağla tüyleri kaygan hale gelir; böylece ıslanmaktan korunmuş olurlar.

Kuşların havalanmasını sağlayan şey, kanat hareketleri sayesinde ha­va basıncının kanatların üstünde daha alçak, altında daha yüksek olması­dır. Aynı zamanda kemiklerinin iliksiz olmasının bundaki tesiri oldukça önemli rol oynar.

Kuş kanadını havada ileri doğru çırpınca, havanın kanatların üstün­deki akışı altındakinden daha hızlı olur. Bu hal kanat altındaki hava basm­acının artmasını, kanat üstündeki basıncın da azalmasını sağlar. Şüphesiz bu da fizikte uçmanın en önemli kuralıdır.

Anlaşıldığı gibi, ilâhî hilkat kanunu her eaniı için en uygun olan ne ise onu plânlamış ve her organ çok ince hesaplara ve hikmetlere göre dü­zenlenmiştir. Öyle ki, kuşun serinlemesi terlemek suretiyle sağlansaydı, havada hızla uçan bir kuşun sık sık su içmesi gerekecekti. Bu da yüzler­ce, hatta binlerce kilometre uçan bu canlılar için ölüm demek olurdu. Ke­miklerinin içindeki hava ceplerine basılan hava onları hem hafifletmekte, hem de serinletmektedir. Kanatlarını ve hava basıncını ayarlaması, bilin­diği gibi fiziksel bir olaydır.

Bütün bu özellikleri mükemmel ölçü ve plânda bir araya getirip ku­şun uçmasını sağlayan Cenâb-ı Hakk'ı inkâr etmek ne büyük gaflet ve ne açık dalâlet! Uçağı icat edenler için her zaman kuşlar model seçilmemiş midir? Helikopter bile kırlarda uçan ve helikopteri andıran bir böcekten esinlenilerek ortaya  konulmamış mıdır?  Tesadüflerin  bu  kadar düzenli, plânlı ve programlı fiziksel kanunları biraraya getirdiğini iddia etmek, gü­neşin varlığını inkâr etmek kadar abes değil midir?

O bakımdan Cenâb-ı Hak kendi eserlerine dikkatleri çekerek, imân eden bir millet için bunlarda öğüt, ibret ve belge vardır, buyuruyor. Böy-leçe, belirtilen konularda birtakım varsayımlardan hareketle değil, Allah'a dosdoğru imân düzeyinde Kur'ân'ın verdiği temel bilgileri hareket noktası kabul edip yola çıkmanın doğru bir sonuca eriştirici olduğu hatırlatılıyor. [153]

 

İnsan Medenî Tabiatta Yaratılmıştır

 

«Allah, evlerinizi size huzur duyma ve din­lenme yeri kıldı.»

Kur'ân, Allah'ın insanlara olan nimetlerini sıralarken, bu nîmetlerden yeterince yararlanma zekâ, düşünce ve buluşuna sahip olan insanın me­denî bir tabiatta yaratıldığına işaret ediyor.

Barınmak, dinlenmek, huzur duymak için evler yapılması, hayvanların derilerinden, kıl ve tüylerinden elbise ve çadır imal edilmesi; sıcak ve so­ğuktan korunma çarelerinin bulunup çıkarılması ve sonra da dünyaya hâ­kim olup ondaki gizli ve açık nimetlerin ve kaynakların ortaya çıkarılma­sı; şehirler kurup sanayinin geliştirilmesi insanla içice olan olaylardır ve hepsi de insanın medeniyete aşık bir ruh ve yetenekte yaratıldığının gös­tergeleridir.

O halde hem insanı bu anlayış ve düşüncede; zekâ ve kabiliyette ya­ratan, hem de kâinatı hazırlayıp onun emrine veren Allah'ı her an anıp O'na hamd ve şükür etmemiz gerekmiyor mu? O'nu bırakıp canlı-cansız birtakım eşyayı ilâhlaştırmak, inkârın, nankörlüğün en katmerlisi değil mi­dir?

O yüce kudrete teslimiyet gösterip boyun eğmek, insanlığımıza yakı­şan bir düşünce ve davranıştır. Bunca açık belgelere, delillere ve sayısız nimetlere rağmen, eşyada O'nun patentini görmemek, haktan yüz çevir­mek ne ile yorumlanabilir? Din mürşitlerine, hatiplerine ve ilim adamlarına düşen hizmet, sözü edilen gerçekleri, insanların akıllan seviyesine göre tebliğ etmek ve onları doğruya irşat etmektir. [154]

 

Yünün, Pamuğun,  Ketenin Yerini  Ne Tutabilir?

 

Allah'ın yarattığı her şey mükemmeldir. Hiçbir sentetik kumaş ipeğin yerini alamaz, yünün yerini dolduramaz. Hiç biri, yünün, pamuğun ipek ve ketenin sağladığı faydaları sağlayamaz. Bu kesindir. Zira Aliah her şeyin en güzelini ve en yararlısını yaratıp insana vermiştir.

Kur'ân'da igiEi 80, 81. âyetlerle, hayvan derilerinden, yün, kıl ve tüy­den söz edilirken bunlar ilâhî nîmetler diye vasıflandırılıyor. Şüphesiz bu boşuna bir ifade tarzı değildir. Belirtilen nîmetlerden daha iyi yararlanma yollarını araştırmamızı teşvik ve onları yaratan Rabbımıza şükretmemizi İlham etmektedir.

Sonuç olarak Kur'ân-ı Kerîm'deki bu âyetlerle, hayvancılığa, ziraate ve sanayi'e önem vermemiz emrediliyor, Allah'a imân edenlerin dosdoğru kalkınma yolları gösteriliyor.

O bakımdan Kur'ân âyetlerini okurken, her kelimesi ve cümlesi üze­rinde dikkatle durmamız, ilâhi muradı anlamaya çalışmamız gerekmekte­dir. Körler ve sağırlar gibi üzerine kapanmamız bizi daha fazla başarıya götürmez. [155]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, ilâhî kudretin sınırsızlığına değinilerek kıyamet olayının çok ani meydana geleceği açıklandı. Kâinatta her şeyin plân ve programa göre yürütüldüğü, gelişigüzel hiçbir olayın vücut bulmadığına işaret edildi.

Sonra da Allah'ın mutlak düzen sahibi olduğu konu edilerek kuşların havada uçmalarına dikkatler çekildi ve arkasından insanın medeni tabiat­lı yaratıldığı belirtilerek şehircilik üzerinde duruldu. Sonra da hayvancı­lığa, ziraatçılığa ve sanayi'e önem vermemiz tavsiye edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, dünya ile âhiret arasında köprü kurmayan ve hayatı çok basit yanıyla ele alıp ömrünü bir hiç uğruna harcayan kimse­lerin âhirette özür beyân etmelerine itibar edilmiyeceği; her ümmetten şa­hit getirileceği açıklanıyor. Bu şahitlerin peygamber veya onun yolunda yürüyen mürşitler, âlimler olacağına işaret ediliyor. Sonra da ilâhî adaletin tecellisi karşısında zâlimlerin sonunun çok acıklı olacağına dikkatler çe­kiliyor. Allah'ı bırakıp putlara tapanların âhiret gününde putlarıyla birlikte biraraya getirilecekleri anlatılarak âhirette gerçeği görüp uyanmanın hiç­bir yararı olmayacağı haber veriliyor. [156]

 

M E Â I İ :

 

84—  (Kıyamet) günü her ümmetten bir şahit göndereceğiz. Sonra da o inkâr edenlere ne izin verilecek, ne de hoşnut edilmeleri için özürleri din­lenecek.

85—  O zulmedenler azabı görünce, ne onlardan azap hafifletilecek, ne de kendilerine mühlet verilecek.

86—  Allah'a ortak koşanlar, koştukları ortaklarını görünce, «Ey Rab-bimiz! seni bırakıp da taptığımız ortaklarımız bunlardır!» diyecekler. Onlar da müşriklere şu sözü atacaklar: «Doğrusu sizler yalancıların tâ kendile­risiniz..»

87—  Ve o gün artık Allah'a teslimiyet gösterirler ve uydurdukları şey­ler de onları bırakıp (gözden) kaybolurlar.

88—  Onlar ki inkâr edip başkalarını da Allah yolundan alıkoydular, -çıkardıkları fesat sebebiyle- kendilerine azap üstüne azap artırırız.

 

Her Ümmetten Bir Şahit Getirilecek

 

«(Kıyamet) günü her ümmetten bir şa­hit göndereceğiz,»

Her ümmete hemen her asırda bir peygamber gönderilmiş ve bu hal son peygambere kadar sürüp gelmiştir. Ancak altı asırlık fetret dönemi sadece Arap Yarımadasıyla mı ilgilidir, yoksa bütün dünya ülkelerini mi kapsamaktadır? İlim adamlarının farklı görüş ve tesbitleri olmuştur. On­ları sırası gelince tefsirimizde açıklamaya çalışacağız. Burada asıl üze­rinde durmak istediğimiz husus şudur: Her ümmete mutlaka peygamber gönderilmiş ve peygamberlerden sonra onların izini takip eden mürşitler irşat ve tebliğ hizmetini sürdürmüşlerdir, İnanmayıp hakka arkasını döndü­ren inkarcılar âhirette konuşturulmayacak ve aleyhlerine şahit olarak ken­dilerine gönderilen peygamberler ve mürşitler çağrılacaktır. Böylece kim­senin özür beyânına imkân verilmeyecek ve yalanın orada hiçbir şeyi çöz­mediği ortaya konacaktır. Zira herkesin dünyada işlediği iyilikler ve kötü­lükler, taşıdıkları niyet ve amaçlar en sıhhatli şekilde tesbit edilip yazılmış ve yazıldığı gibi korunmuştur. İnkarcıların, bize doğru yolu gösteren, bizi uyaran peygamber gönderilmedi, şeklindeki iddiaları hemen çürütülecek ve gönderilen peygamberler getirilerek onlarla yüzleştirilecekler. [157]

 

Putlar Konuşturulacak

 

«Onlar da müşriklere şu sözü atacaklar: Doğrusu sizler yalancıların tâ kendilerisiniz!»

Âyetlerin açık anlatımından, kıyamet günü putperestlerin kahrolması için ilâhî hitap putları konuşturacak. Aslında putların bir günahı yoktur. Onları yontup şekillendiren ve sonra da tanrı diye tapınan beyinsizlerin günahı çoktur. Kıyamet gününde putperestler: «Ey Rabbımız! Seni bırakıp da taptığımız ortaklarımız bunlardır!» diyecekler. Onlar do müşriklere şu sözü atacaklar: «Doğrusu sizler yalancıların tâ kendilerisiniz.» Böylece cansız olan putlar ilâhî irâdeyle konuşacaklar ve kendilerinin, inkarcı sapıkların işledikleri günahlardan bütünüyle habersiz olduklarını söyleyecek ve bizler birer kaya parçası idik, bizi bu şekle sokup ilâhlaştıranların müş­rikler olduğunu belirtecekler. İşte o gün, kâfirler yerle bir olmak isteye­cekler, ama ne mümkün..

Bütün yollar kapanıp Allah'a teslîm olmaktan başka çareleri kalma­dığını gören sapık inkarcılar ve azgın müşrikler neden sonra Hakk'ın önün­de başeğecekler.. Böylece aleyhlerine şahitlik eden putlar da ortadan kal­dırılacak ve herkes beraberinde taşıdığı inanç ve ameline göre karşılık gö­recek... Zira Cenâb-ı Hak mutlak surette âdildir, kimseye zulmetmez. O zulmü hem kendisine, hem insanlar arasında haram kılmıştır. Verilecek ceza, kişilerin dünyada kazandıklarının tam karşılığıdır. Mükâfat da öyle.. [158]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, âhirette kimsenin özür beyân etmesine izin ve-rilmiyeceği; böylece hiçbir itiraza itibar edilmiyeceği belirtildi. Bize uyarıcı peygamber gönderilmedi diyen ümmetler aleyhine şahitlik edecek peygam­berlerin çağrılacakları hatırlatıldı. O bakımdan âhirette hakikati görüp dö­nüş yapmanın hiçbir yararı olmayacağına dikkatler çekilerek, ölmeden önce gerçeği anlayıp Hakk'a dönmenin lüzumuna işaret edildi.

Aşağıdaki âyetle, kıyamet gününde, her ümmete peygamber gönde­rildiği, hiçbir özür ve itiraza yer bırakmayacak şekilde ortaya konacağı ve peygamberlerin şahit olarak gösterileceği; sonra da Hz. Muhammed'in (A.S.) bütün peygamberlere, yüklendikleri kutsal görevi lâyıkıyla kendi üm­metlerine tebliğ ettiklerine şahitlik edeceği haber veriliyor. Böylece pey­gamberliğin Hz. Muhammed (A.S.) ile noktalandığına ve Kur'ân-ı Kerîm'in son kitap olarak bütün peygamberlerin tebliğ ve irşatta bulunduklarına dair verdiği haberin kesin delil sayılacağına işaret ediliyor. [159]

 

Meali:

 

89— O gün her ümmete kendilerinden bir şahit göndeririz ve seni de (Ey Muhammed!) bunlar üzerine şahit olarak getiririz. Sana her şeyi açık­layıp ortaya koyan, doğru yolu gösteren, rahmeti yansıtan ve Müslüman­lara müjde olan bu kitabı indirdik.

 

İlgili Hadîs

 

İbn Mes'ud (R.A.) anlatıyor:

«Resûlüllah (A.S.) Efendimizin huzurunda Nisa sûresinin baş kısmın-dakı ayetleri okudum ve «Her ümmetten bir şahit getireceğimiz, seni de onlar üzerine şahit getireceğimiz zaman halleri nice olur?»[160] mealindeki ayete geldiğimde, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz: «Yeter Ya Abdellah!» bu­yurdu. Bir de baktım ki, gözleri yaşla dolmuştu.» [161]

 

Rahmetten Kaynaklanıp Gelen İkinci Uyarı

 

 «O gün her ümmete kendilerinden bir şahit göndeririz.,»

84 ayrtte kıyamet gününde her ümmetten bir şahit gönderileceği bir uyarı anlamında bildirildi. Amaç, ümmet ve milletlerin kendi kaderlerine terkedilmediğini, her birine mutlaka yine kendilerinden sevilip doğru yolu gösteren ve her hâl-ü kârda Hakk'a çağıran bir uyarıcı ve müjdecinin gö­revlendirildiğini hatırlatmak, böylece kıyamet gününde yüzleşme safhasının başlatılacağına dikkatleri çekmektir.

Aynı hususa 89, âyetle daha geniş biçimde yer veriliyor. İlâhî rahme­tin insanlardan yana aralıksız yansıdığı belirtilerek Allah'ın dâvetine ica­betin lüzumuna işaret ediliyor.

Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinden başka hiçbir tutamağın, kurtarıcının ve derde deva olacak çarenin bulunmadığı bir gün gelmeden önce, o rahmete lâyık olma düzeyine gelmek şarttır. Bu düzeyi, uyarıcı ve müjdeci olan peygamber düzenleyip belirler.

Son peygamber Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz de, bütün peygam­berlerin görevlerini kusursuz yerine getirdiklerine dair şahit olarak getiri­lecek. Çünkü en doğru haberi Kur'ân vermekte ve her ümmete mutlaka uyarıcı peygamberin gönderildiğini, gönderilen her peygamberi yalanla­yanların çoğunlukta bulunduğunu açıklamaktadır. Böylece Hz. Muham-med'in (A.S.) Kur'ân'dan aldığı bu doğru habere ve Mi'rao gecesi, ümmete lere gönderilen peygamberlerle yaptığı mülakata dayanarak şahitlik yapa­cak..

Bu da Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in hem son peygamber olduğuna, hem de bütün ümmet ve milletlere gönderildiğine delâlet eden açık belge­lerden ve onun büyüklüğünü yansıtan beyânlardan biridir. [162]

 

Dünya İman Ve Amel Dönemidir

 

İlâhî plâna göre, dünya iman ve amel dönemidir. İnsanlar kendileri için belirlenen ömür süresi içinde ikinci hayata yeterince hazırlanmakla emrolunmuşlardır. Bunun için de kendilerine birçok imkânlar ve fırsatlar verilmiştir. Ancak insanoğlu hılkatındaki özelliği gereği, hem iyiliğe, hem de kötülüğe eğilimlidir. Nefis ile İblis onu kötülüğe; ruh ile melek onu iyi­liğe yöneltmeğe çalışırlar. Artık bu durumda kim aklını imânıyla birleştirip meleğin ilhamına kulak verir. Peygamberin (A.S.) teblîğ ve irşadına kalbi­ni açarsa, doğru yolu bulur ve selâmetle hedefine doğru ilerler. Bunun ak­sine, İblîsin fısıltı ve dürtüşlerinin tesir alanında kalıp hayat dizginini nef­sinin eline veren kimse ise, doğru yoldan sapar ve yaratıldığı amaca yö­nelme fırsatını kaçırmış olur. Dönüş yaparsa, Allah mutlak anlamda ba­ğışlayan ve merhamet edendir. Dönüş yapmadığı halde ölürse, artık âhi-rete intikal etmiştir; öylece iman, amel, pişmanlık ve tevbe dönemi kapanır, hesap ve ceza dönemi başlamış olur.

Onun için Cenâb-ı Hak, yaşamakta olan insanları bu konuda uyarıyor; ölüm gelip çatmadan hesaba hazırlanmalarını istiyor. [163]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle, ilâhî rahmetin açık bir belirtisi olarak, insanlara, ümmet ve milletlere doğru yolu gösteren peygamberler gönderildiği konu edilerek, dünyada onların çağrısına kulak vermeyenlerin âhirette hiçbir özür beyanına fırsat tanınmayacağı ve şahit olarak peygamberlerin getiri­leceği, Hz. Muhammed'in (A.S.) de bütün peygamberler lehine şahitlik ede­ceği haber verilerek, ölmeden önce her inkarcının gerçeği anlayıp dönüş yapması hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetle, hayatı düzen ve dengede tutabilmemiz, dünya ile âhiret arasında sağlam köprü kurabilmemiz ve imân selâmetiyle ölmemiz için üç emir ve üç yasak açıklanıyor. [164]

 

Meali:

 

90— Şüphesiz ki Allah, adaleti, iyiliği, yakınlardan (ihtiyaç sahiple­rine) vermeyi emreder. Her türlü hayâsızlığı, (aklın, örfün ve şer'in hoş görmediği) kötülüğü ve her çeşit (haksız) tecâvüzü men'eder. Dinleyip düşünesiniz, düşünüp anlayasıniz diye size öğüt verir.

 

İlgili Hadîsler

 

«Hepiniz birer koruyucu çobansınız ve güdüp idare ettiklerinizden so­rumlusunuz. Hükümdar (lider ve önder) bir çobandır ve yönetip idare et­tiğinden sorumludur. Adam kendi ailesinin içinde koruyucu bir çobandır ve yönettiğinden sorumludur. Kadın da kocasının evinde koruyucu bir ço­bandır, yönettiğinden sorumludur. Hizmetçi, efendisinin malını (korumada) bir çobandır ve güdüp yönettiği şeyden sorumludur. Evet, hepiniz birer koruyucu çobansınız ve yönetip güttüğünüzden sorumlusunuz.» [165]

«Kim yargı makamına getirilir veya halk arasında (yargıda bulunma yetkisiyle) hâkim olursa, bıçaksiz kesilmiş olur.» (Yani en ağır ve o nisbet-te sorumluluk arzeden bir görevi yüklenmiş sayılır). [166]

«Hâkimler üç gruba ayrılır: Biri cennette, ikisi cehennemdedir. Cen­nette olan, hakkı bilip onunla hükmedendir. Hakkı bildiği halde haksızlık yapan hâkim cehennemdedir ve bir de bilgisi olmadığı halde insanlar ara­sında hükmeden (yargıda bulunan) hâkim cehennemdedir.» [167]

«Üç kimse var ki, duaları reddolunmaz:

1.  İftar edinceye kadar oruçlunun duası,

2.  Adaletle iş gören hâkimin duası,

3.  Ve bir de haksızlığa uğrayan mazlumun duası.. Cenâb-i Hak onun duasını bulutların üstüne yükseltir de gök kapılarını ona açar ve şöyle buyurur: «İzzetim hakkı için az sonra da olsa sana elbette yardım ede­ceğim!» [168]

«Cennet ehli şu üç gruptan oluşan insanlardır:

1.  Adaletle iş görüp başarılı olan hükümdar.

2.  Müslüman olan bütün yakınlarına karşı merhametli ve kalbi yufka olan adam.

3.  Çoluk-çoouk sahibi olup iffetli davranan ve kimseye yüz suyu dök­meyen kimse.» [169]

«Âdil bir hükümdarın adaletle geçirdiği bir gün, altmış yıllık (nafile) ibâdetten daha üstündür. Yeryüzünde hakka dayalı bir hükmün yerine ge­tirilmesi, kırk sabah yağacak yağmurdan daha yararlıdır.» [170]

«Kıyamet günü Atlah yanında makamı en üstün olan, şefkatli, mer­hametli olan âdil hükümdardır ve kıyamet gününde Allah yanında makamı en kötü olan, bilgisiz, kaba ve hırçın olup haksız yere hüküm veren hü­kümdardır.» [171]

«Zulmetmediği sürece Allah hâkimle beraberdir. Zulmetmeğe başla­yınca Allah onu şeytanla başbaşa bırakır.»[172]

«Allah'a ve âhiret gününe imân eden Jgmse, akrabasıyla iyi ilgi kur­sun ve Allah'a, âhiret gününe imân eden kimse ya hayır söylesin, ya da susup konuşmasın.» [173]

Melek Cebrail'in: «İhsan nedir?» sorusuna Peygamberimiz (A.S.) Efendimiz şu cevabı vermiştir: «İhsan, Allah'ı görür gibi ibâdet etmendir. Eğer sen O'nu göremiyorsan, mutlaka O seni görüyor.» [174]

 

Toplumu Fazilet Temeli Üzerinde Yükselten Alti Prensip

 

«Şüphesiz ki Allah ada­leti, iyiliği, yakınlardan (ihtiyaç sahiplerine) vermeği emreder..»

İmân esaslarından sonra fert, aile ve toplumu fazilet temeli üzerinde yükselten altı prensip, bir bakıma İslâm'ın getirdiği hayat düzeninin kaide­sini oluşturur. Prensiplerin üçü emir, üçü de neni (yasak)dır. Böylece Ce-nâb-ı Hak, günlük hayatımızı kendi rızası doğrultusunda değerlendirip amacına yönelik kılmamızın en kısa ve sağlam yolunu gösteriyor. Biz ön­ce sözü edilen prensipleri sıralıyalım, sonra da onları, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in sünnetine uygun açıklayalım :

1— Allah adaletle emreder.

Şüphesiz adalet mülkün temeli, toplum hayatının güven ve huzuru, fert ve ailenin en sağlam dayanağıdır.

2—  Allah ihsan ile emreder.

İhsan : Resûlüllah'ın (A.S.) tabiriyle, Allah görür gibi ibâdet etmek; kö­tülük yapana iyilikle karşılık vermek, iyilik yapana daha çok iyilikte bulun­maktır.

3—  Akrabayla  iyi  ilgi  kurup  muhtaç durumda  olanlarına yardımda bulunmayı da emreder.

Zira hısımlarımız, huzur kaynağımız, teselli dayanaklarımızda. Onları memnun etmek, şüphesiz rahmet kapılarını açar; onlardan ilgimizi kesme­miz rahmetin bizden kesilmesine sebep olur. O bakımdan hısımlara iyilik hem ilâhî rahmeti arttırır, hem rızka bereket verir, hem ,de ömrün uzun ol­masına vesile kılınır.

4—  Allah her türlü hayasızlığı men'eder.

Zina, zinaya yol açan, sebep olan bütün söz ve davranışlar; terbiye dı­şı yaşantılar bu cümledendir. Toplumu kemiren, ülkeyi temelinden sarsan iki büyük felâket vardır; İoraat ve yargıda adaletsizlik; fazilet duygusunu öldüren, edep ve terbiyeyi dumura uğratan hayasızlık..

Bu iki felâket bir ülkede yaygınlaşıp önü alınmaz bir sel halini alınca, o ülkenin başaşağı gelip yıkılmasına ramak kaldığını söylemek bir keha­net olmaz.

5—  Dinin, aklın ve sağlam örfün hoş karşılamadığı her türlü fenalığı, uygunsuz davranışları men'eder.

O halde iyi karakterli, selîm ruhlu, sağlam imanlı bir nesil yetiştirmek isteyen bir millet, eğitiminin harcına dinî ahlâk mayasını, doğruyu gören aklın ışığını, yönlendirici özellikte olan örf ve adetlerin solmayan rengini katmak zorundadır.

6—  Haklara tecavüzü, haddi aşmayı da men'eder.

Zulüm ve haksızlık, adaletin karşıtıdır. O bakımdan her işi ehil ve lâyık olana vermek ve her şeyi gerektiği yere koymak adalettir. Bunun ak­sine bir uygulama zulümdür.Onun için İbn Mes'ud (R.A.) şöyle demiştir:

«Allah'ın kitabında en büyük âyet, Âyetü'l-Kürsî'dir. Allah'ın kitabın­da hayır ve şerri en çok toplayıp özetleyen, Nahl sûresinin 90. âyetidir. Allah'ın kitabında tedbirden sonra işleri Allah'a bırakıp O'na güvenerek da­yanmayı en çok yansıtan ise : «Allah kendisinden korkup kötülüklerden sakınan kimseye kurtuluş yolu sağlar ve ona beklemediği yerden rızık verir.» mealindeki Talâk sûresinin üçüncü âyetidir. Yine Allah'ın kitabında en çok ümit veren, «Ey Muhammedi De ki: Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin.» mealindeki Zümer sûresinin 53. âyetidir.» [175]

İkrime'den yapılan rivayete göre :

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bir gün konumuzla ilgili âyeti, Mekke ileri gelenlerinden ve İslâm'ın baş düşmanlarından Velîd b. Muğîre'ye okudu. Âyetleri dikkatle dinleyen Veiîd, «Ey kardeşimin oğlu! Onu bir daha okur musun?» dedi. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz tekrar okudu. Bunun üzerine Velîd o kadar etkilendi ki, şu sözler gayr-i ihtiyari ağzından çıkıverdi; «Val­lahi bunun bir başka tatlılığı vardır. Doğrusu bunun üzerinde çekici bir gü­zellik mevcuttur. Üst kısmı meyvalıdır, alt kısmı çok bereketlidir. Bu, beşer sözü değildir.» [176]

 

Yorumlar, Rivayetler

 

  İbn Abbas (R.A.) diyor ki: Adalet, «Lâ ilahe il!al!ah»tır. İhsan: Farz­ları yerine getirmektir.

  Hasan el-Basrî diyor ki : Adalet, Allah'a eş-ortak koşmamak, denk ve benzer isnat etmemektir. İhsan, Allah'ı görür gibi ibâdet etmek, kendin için hoş görüp iyi karşıladığın şeyleri, insanlar için de hoş görüp karşıla-mandır, Eğer o insan mü'minse, imanının artmasını istemiş olursun; kâfir ise, İslâm'a ısındırıp kardeşliğin mânasını öğretme imkânını bulursun.

Diğer müfessirlerin yorum ve tesbitleri:

  Adi:   Allah'ın  varlığına,   birliğine   inanmaktır,   İhsan:   Gösterişten uzak, sırf Allah rızası için yapılan ibâdettir.

  Adl'ın kök mânası; İnsan yararına olan, hakları zedelemiyen, den­ge ve düzenin ayakta durmasına yardımcı olan hususlarda eşitliktir. İhsan: İyiliğe fazlasıyla karşılık vermek; kötülüğe iyilikle karşılık verip -insan hak ve hürriyetlerini zedelemiyorsa- kötülüğü affetmektir.

Adi: İnsaflı olmaktır. Allah'ın verdiği nîmetleri kalpten dile getirip Şükrünü edâ etmektir. İhsan : Sana kötülük edene de iyilik etmendir.

Adalet, davranışlarda; ihsan, sözlerde gerçekleşir. Ancak iyi, yararlı ve uygun oianı yapmak ve ancak yararlı ve hayırlı olanı söylemek, adalet ve ihsandır.

Ünlü kabile reislerinden Eksem b. Sayfî, Peygamber (A.S.) Efendimizi görmek istediğinde, kabile halkı onun bu arzusunu gerçekleştirmesine en­gel oldular ve : «Sen bizim büyüğümüzsün. Muhammed'e (A.S.) gidecek olursan, hafif düşersin!» dediler. Bunun üzerine Eksem, Hz. Peygamberi gelip ziyaret etmekten vazgeçti ve iki adamını seçip Peygamber (A.S.) Efendimize gönderdi. Onlar da elçi olarak. Peygamber (A.S.) Efendimize dediler ki :

  Ey Muhammedi biz Eksem'in elçileriyiz. Kabile reisimiz senin kim ve ne olduğunu soruyor.

Resûlüllah (A.S.) onlara :

  Ben kimim? Abdullah'ın oğlu Muhammed'im. Ben neyim? Allah'ın kulu ve resulüyüm..

Diye cevap verdikten sonra şunu ilâve etti: «Şüphesiz ki Allah ada­leti, iyiliği ve akrabaya (ilgi gösterip) vermeyi emrediyor.....»

Bu âyetler elçilerin çok hoşuna gitti ve Hz. Peygamber'e (A.S,) «Bir daha tekrar eder misiniz?» diye ricada bulundular. Resûlüllah (A.S.) da tekrar aynı âyeti okudu. Onlar bu âyeti ezberleyip Eksem'e döndüler ve şöyle konuştular: «Ey reisimiz! Muhammed'e (A.S.) kim olduğunu sorduk, kavminin en soylu ve en şerefli ailesinden olduğunu öğrendik ve O bize şöyle şöyle dedikten sonra şu âyeti okudu : «Şüphesiz ki Aflah adaleti, iyi­liği, yakınlardan (ihtiyaç sahiplerine) vermeyi emreder. Her türlü hayasız­lığı, (aklın, örfün ye şer'in hoş görmediği) kötülüğü ve her çeşit (haksız) tecavüzü men'eder...»

Kabile reisi Eksem, onları dinledikten sonra şöyle dedi:

«Görüyorum ki, Muhammed güzel ahlâkı emrediyor, kötü ahlâktan ise men'ediyor. Artık siz ey kabilem halkı, bu konuda baş olun, kuyruk olma­yın!» Yani herkesten önce gidip ona uyun, gerilerde kalmayın..» [177]

Abdullah b. Abbas (R.A.) anlatıyor:

«Bir gün Resûlüllah (A.S.) Efendimizle birlikte hane-i saadetin ön av­lusunda oturuyorduk; derken daha yeni İslâm'a girmiş veya girmek iste­yen Osman b. Mez'un (R.A,) önümüzden geçti. Resûlüllah (A.S.) ona:

  Ya Osman! Biraz oturmaz mısın? dedi. O da:

  Oturayım, dedi ve gelip oturdu.

Sohbet ederlerken bir ara Resûlüllah (A.S.) Efendimiz gözünü göğe dikti ve bir süre o vaziyette kaldı. Sonra normal duruma geçti. Bunun üze­rine Osman b. Mez'un (R.A.) ile Peygamber (A.S.) arasında şu konuşma geçti:

  Ya Muhammed (A.S.)! Seninle çok oturduğum zamanlar oldu, ama hiç bir defa böyle yapmadınız?

  Ne yaptığımı gördün mü?

  Gözlerinizi göğe dikip bir süre o vaziyette kaldığınızı gördüm. San­ki bir şeyler anlamaya çalışıyordunuz..

  Ya demek bunun farkına vardın mı?

  Evet...

  Sen yanımda otururken Allah'ın elçisi (melek) bana geldi ve şu âyeti getirdi: «Şüphesiz ki Allah adaleti, iyiliği, yakınlardan (ihtiyaç sahip­lerine) vermeyi emreder......»

Osman b. Mez'un (R.A.) diyor ki: «İşte bu âyeti Peygamber (A.S.) Efendimiz'den işittiğim ctn, imân iyice kalbime yerleşti ve Resûlüllah'ı artık çok sevmeğe başladım.» [178]

Müşrikler Ebû Tâlib'e dediler ki: «Senin kardeşin oğlu Muhammed, kendisine : «Şüphesiz ki Allah adaleti, iyiliği, yakınlardan (ihtiyaç sahip­lerine) vermeyi emreder. Her türlü hayasızlığı, (aklın, örfün ve şer'in hoş görmediği) kötülüğü ve her çeşit (haksız) tecavüzü men'eder....» mealin­deki âyetin indiğini söylüyormuş, ne dersin?» Ebû Tâlib onlara şu cevabı vermiştir: «Kardeşimin oğluna uyun. Allah'a yemin ederim ki, o ancak en güzel ahlâkı telkîn eder..» [179]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle, dünya hayatını denge ve düzende tutabilmemiz ve âhiret hayatına iyice hazırlanabilmerniz için üç emir, üç de yasak konu edildi. Böylece ölmeden önce hayatımızın her safhasında ve bölümünde böyle bir fazîlet ışığını yakmamız istenildi.

Aşağıdaki âyetlerle, altı önemli prensibin tabii ürünleri olan birtakım

haklardan söz ediliyor. Yapılan andlaşma ve anlaşmalara bağlı kalmamız emredilerek ahde vefanın İslâmî şiardan olduğuna işaret ediliyor. Sonra konunun önemini hafızalarda iz bırakacak şekilde unutmamamız için ne­fis bir misal veriliyor. Arkasından insanoğlu kendisine düşeni yerine getir­diği takdirde ilâhî hidâyetin kapısının açılacağı, getirmediği takdirde sa­pıklık içinde kalacağı belirtiliyor. Sonra da yeminin önemine değiniliyor ve yapılan meşru anlaşmalara mutlaka bağlı kalınması emredilerek mü'min-lere en doğru olan bilgiler veriliyor. [180]

 

Meali:

 

91—  Andlaşma-sözleşme yaptığınızda Allah'a karşı sözünüzü yerine getirin. Sağlama bağladıktan sonra yeminlerinizi bozmayın; (nasıl bozarsı­nız ki) Allah'ı kendinize kefîl kılmışsınızdır. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızı bilir.

92—  İpliğini iyice büküp sağlam I aştırdıktan sonra onu bozan kadın gibi olmayın. Bir ümmet diğer bir ümmetten daha çoktur, diye aranızdaki yeminleri bozup (dolaylı, hileli hareket etmeyin). Allah bununla sizi ancak denemektedir ve Kıyamet günü de mutlaka ihtilâfa düştüğünüz şeyi size bir bîr açıklayacaktır.

93—  Allah dileseydi sizi bir tek ümmet kılardı. Ama O, dilediği kimse­yi saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Ve elbette yaptıklarınızdan soru­tacaksınız.

94—  Yeminlerinizi aranızda dolaylı-hileli yoldan bozmayın. Sonra sağ­lamca basmakta olan ayak kayabilir de Allah yolundan alıkoymanız sebe­biyle azabı tadarsınız ve sizin için (o takdirde âhirette) büyük bir azap var­dır.

95—  Allah adına verdiğiniz sözü, yaptığınız andlaşmayı az bir pahaya değiştirmeyin. Eğer bilirseniz, Allah yanında olan sizin için daha hayırlıdır.

96—  Sizin yanınızdaki şeyler tükenir. Allah yanındaki ise sonsuzdur (sınırsızdır) tükenmez. Biz elbette sabredenleri, yapageldikleri şeyden da­ha güzeliyle mükâfatlandıracağız.

 

İniş Sebebi

 

Peygamber (A.S.)  Efendimize, Allah adına bey'at edenler hakkında inmiştir.

Diğer bir rivayete göre : Cahiliye devrinde yapılan yeminlere bile bağ­lı kalınmasının gereği bildirilerek yukarıdaki âyetler indirilmiştir. [181]

 

İlgili Hadîsler

 

«İslâm'da birbirine yardım etmek üzere andlaşma yoktur. Cahiliye devrinde yapılan bu tür andlaşmalara İslâmiyet ancak güç katar.» [182]

Çünkü İslâm, yardımlaşmayı ilâhî bir emir olarak ortaya koymuştur. Ayrıca bu hususta andlaşmaya gerek kalmamıştır. «Zâlim olsun, mazlum olsun (din) kardeşine yardım et!» [183] mealindeki hadîs bu cümledendir.

«Şüphesiz ki ahdini (verdiği sözü, yaptığı andlaşma ve anlaşmayı) bo­zan kimse için kıyamet gününde bir bayrak dikilir ki, bu falan oğlu filânın ahdini bozmasıdır, denilir.» [184]

 

Andlaşma Ve Sözleşmelere Bağlı Kalmak

 

«Andlaşma, sözleşme yaptığınızda Allah'a karşı sözünüzü yerine getirin. Sağlama bağladıktan sonra yeminlerinizi bozmayın.,»

Andlaşma ve anlaşmaları ilim adamlarımız dört grupta toplamışlardır:

1—  İnsanın Allah'a verdiği sözdür. Bu, Kelime-i Şehadeti getirip imân ve islâmın şartlarına bağlı kalacağına dair verdiği sözdür ki, Allah adıyla pekiştirilmiştir. Aynı zamanda İslâm'ı bir bütün olarak benimseyip bütün esaslarına sadık kalacağını da zımnen kabul etmiş ve ruhlar âleminde ru­hunun «elestü» hitabına verdiği cevabı tekidde bulunmuştur. Hilâfına ha­reket hem büyük günahtır, hem de elim bir azabı gerektirir.

2—  Hz. Muhammed'i  (A.S.) Allah adına peygamber kabul edip ona uyacağımıza dair yine iki şehadet kelimesiyle verdiğimiz söz ve yaptığımız zımnî ahittir. O halde verdiği bu sözünün ve zımnî ahdinin hilâfına hare­ket eden kimse, ahde vefasızlığın kötü örneğini ortaya koymuş olacağından hem büyük günah işlemiş olur, hem de dönüş yapmadığı takdirde âhi-rette cezalandırılır.

3—  İnsanların kendi aralarında Allah adına yaptıkları andlaşma ve sözleşmelerdir. Ortada şer'î bir sakınca olmadığı takdirde, müslüman and­laşma ve sözleşmeyi bozmaz. Karşı taraf bozmadıkça müslüman ona hep sadık kalır.

Ne yazık ki, Kur'ân kültürü almayan birçok kimseler, başkalarını al­datmayı gözacıklık saymakta ve yaptığı sözleşmeleri dolaylı yoldan bozup kendi çıkarından yana neticeler elde etmeyi bir beceri ve zekâ işi olarak görmektedir. Toplumun birçok kademe ve kesimlerinde buna benzer ha­zin manzaralara hemen her gün rastlamak mümkün.

4—  Günümüzde noterde yapılan sözleşmelerdir. Bunlarda her ne ka­dar Allah adına verilen bir söz yoksa da, müsiümanın her sözleşmede inan­cı gereği Allah adına söz verdiği manası ortaya çıkar. O bakımdan bu tür sözleşmeleri de karşı taraf bozmadıkça müslüman kesinlikle bozmaz. Çün­kü bu da diğerleri gibi, onu büyük günahlara düşürür ve toplum yapısın­da kötü örnekler doğurur. En azından İslâm kardeşliğini zedeler ve müslü-manlar arasında güvensizliğe neden olur.

Görüldüğü gibi, andlaşma ve sözleşmelerin bu dört bölümü birbirini tamamlamakta ve pekiştirmektedir. Özel mukavele ve sözleşmeler de bu dördüncü gruba girer. O bakımdan Allah'a dosdoğru imân edenlerin and­laşma ve sözleşme konularında çok dikkatli olmaları üzerinde durulmuş ve ilgili âyetle mü'minler uyarılmıştır.

"" Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimize henüz risalet görevi verilmeden önceki yıllarda, Kureyş kabilesinin ileri gelenleri, Abdullah b. Cüd'ân'ın evinde toplanarak şöyle bir andlaşma yapmışlardı: Mekke'de gerek yerli, gerek yabancılardan kim zulme uğrarsa, onun hakkını alıncaya kadar onunla birlikte olacaklarını veböylece haksızlığı önleyeceklerini yeminle pe­kiştirip neticeye bağlamışlardı. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz de bu andlaş­ma toplantısında hazır bulunduğunu belirterek şöyle buyurmuştur: «And olsun ki, Abdullah b. Cüd'ân'ın evinde bir andlaşmaya şahit oldum ki, o ba­na kızıl tüylü develerden daha sevimli geldi. Bugün İslâm'da bile böyle bir andlaşmaya davet edilsem, herhalde icabet ederim!»

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu sözleriyle, zulme karşı çıkıp mazlumu koruma babında atılan her adımın, konuşulan her sözün ve yapılan her andlaşmanın Allah yanındaki önemine işaret ediyor. Yoksa İslâmiyet bü­tün esas ve prensipleriyle insan haklarını koruyup teminat altına almış ve ter yerde mazlumdan yana olmayı emretmiştir. Emr-i bi'l-ma'ruf, nehy-İâni'l-münkerin anlamı budur.

Arap tarihinde yukarıda sözünü ettiğimiz andlaşmaya «Hilfü'i-fuzûİ (veya fudû!)» denilmiştir. Çünkü andlaşmaya katılanlar arasında birkaç tane Fazıl adında kimseler bulunuyordu. Türkçesi «Fazıllar andlaşması» demektir [185][186]

 

Nefis Bir Benzetme

 

İpliğini ivice büküp laştırdıktan sonra onu bozan kadın gibi olmayın.»

İpliğini eğirip bükerek sağlamlaştırdıktan sonra onu çözüp bozan kadına ancak acınır. Yaptığı andlaşma ve sözleşmeyi ciddi ve haklı bir sebep yokken bozan kimsenin de durumu, böylesine bönce hareket eden o kadına benzer. Şayet kadın bu işi bir ücret karşılığında veya önemli bir ihtiyacı karşılama babında yapıyorsa, her iki durumda da kendisine gü­venilmez ve artık böyle bir iş öylesine pek verilmek istenmez. Çünkü gü­venini bozmuş, karşısındakini lüzumsuz yere oyalayıp bekletmiştir.

Yapılan andlaşmaya, kişi zayıf durumda iken bağlı kalır, güçlenince onu bozarsa, bu hal ülkeler arasında cereyan ediyorsa, andlaşmayı bozan ülkenin itibarını sarsar ve önemli konularda yalnızlığa itilmeğe mahkûm olabilir. Toplum bünyesindeki politik düzeyde ise, partiler arasında gergin­liği ve sürtüşmeyi arttırır. Kabileler arasında ise, düşmanlığa sebep olur. Aileler arasında ise, mahallede kin ve nefret havasını doğurur.

Cahiliye devrinde kavim ve kabilelerin çoğu ahde vefa etmez, yaptık­ları andlaşma ve sözleşmeleri -menfaatları söz konusu olunca- fütursuz­ca bozarlardı. Medine çevresindeki Benî Kurayza ve Benî Nadîr yahudileri de Hz. Muhammed'le (A.S.) yaptıkları anlaşma ve sözleşmeleri gizlice bo­zup Mekke müşrikleriyle İslâm aleyhine birtakım kararlar almışlardı. Re-sûlüllah (A.S.) Efendimiz, Medine ve çevresinin güven ve huzurunu devam­lı tehdit edip bozan bu dönek ve kaypak kabileleri Medine'den sürmekten başka çare bulamadı ve böylece İslâm'ın ilk şehir devletini kurduğu bu önemli merkezi parazitlerden temizledi.

Cahiliye devrinde bu gibi dönekliklerin hiç bir sının ve ölçüsü yoktu. O bakımdan Yarımada'da ne huzur, ne de sükûn kalmıştı. Güvensizlik insanların ruhuna işlemiş, mal ve can emniyeti bütünüyle yok olmuştu.

Kur'ân-ı Kerîm bütün o kötü âdetleri, ahlâk dışı davranışları kökün­den temizleyip attı, yerine milletleri aydınlatıp gerçek medeniyete kavuş­turacak hükümleri koydu. Böylece çeyrek asır geçmeden o vahşi ve kan dökücü olan Araplar dünyanın en medeni insanları olarak sahneye çıktılar; diğer kavim ve milletlere ilim ve medeniyetin ışığını tutup karanlık bölge­leri aydınlattılar.

Özellikle dört halîfe döneminde müslümanlar ilim, ahlâk ve medeni­yeti baş tacı edinerek diğer milletlerin kendilerine gıptayla bakmalarını sağladılar. Birçok kaleleri, aşılmaz sanılan yerleri silâh ile değil, yüksek ahlâk, ilim, edep, terbiye, nezaket, hakseverlik, ahde vefa ile fethettiler. [187]

 

Dileseydi, Bütün İnsanları Bir Tek Ümmet Yapardı

 

«Allah dileseydi sizi bir tek ümmet kılardı..»

Bu anlamdaki âyetler Kur'ân'ın birkaç yerinde geçer. Hem yer aldığı konuya göre değişik bir hüküm ifade etmesi, hem kafalarda beliren soru­lan cevaplaması, hem de hafızalarda derin iz bırakması bakımından tek­rarlanmasına gerek görülmüştür. Zira Cenâb-ı Hak çok üstün, çok kud­retli ve mutlak hikmet sahibidir.

Bütün insanlar bir tek ümmet kılınsaydı ne olurdu? Cenab-ı Hak böy­le yapmayı neden dilemedi? Bunun "cevabını Kur'ân üç kapalı ve anlamlı şekilde belirtir. Onların ışığında konunun hikmetini şöyle sıralayabiliriz :

a)  Dinî araştırmalar olmaz, ilmî çalışmalara birçok konularda gerek duyulmazdı.

b)  Böylece ilim, teknik ve medeniyet gelişme imkân ve ortamı bula­mazdı.

c)  İnsanda mücadele ruhu, imân aksiyonu dumura uğrar, atalet de­vam ederdi.

d)  Dünyaya gelişimiz bir bakıma anlamsız ve hikmetsiz kalır; kimin ne olduğu, içinde taşıdığı madenin, ruhundaki cevherin kaç kırat olduğu kapalı kalıp bilinmezdi.

e)  Nimetlerin çoğu külfetsiz olur; cehennem, hesap, terazi, sırat ve benzeri yönlendirici esaslar bir bakıma gereksiz kalırdı.

İlgili âyetin son kısmında Cenâb-ı Hak bu sıraladıklarımızı bir cümle­de özetleyerek şöyle bilgi veriyor: «Ama O, dilediği kimseyi saptırır, dile­diğini de doğru yola iletir. Ve elbette yaptıklarınızdan sorulacaksınız.»

Bu ve benzen sebepler ve ezelde insan hayatından yana hazırlanan plân nedeniyle, insanların bir tek ümmet haline getirilmesinin hikmete ters düştüğü ortaya çıkıyor. O bakımdan ilâhî irâde o yönde tecelli etmemiştir. Çünkü ezelî plâna göre, Cenâb-ı Hak, insanları hem hayvanî, hem de me-lekî sıfatlarla donatıp onu zıtîarın sürtüşüp çarpıştığı bir âleme getirir ve böylece ardı-arkası gelmeyen çetin bir müoadele ve mücahede ortamına sokar.

O sebeple Cenâb-ı Hak, kendisiyle insanlar arasına bir sınır koymuş­tur. Doğru yola iletmeği birtakım şartlara bağlamıştır. Öyle ki, insanlar mevcut imkân ve yeteneklerini kullanıp konulan çizgiye, diğer, bir deyimle sınıra yaklaşmadıkça ilâhî hidâyet tecelli etmez. Ancak bunun birtakım istisnaları olabilir ki biz ona «Allah'ın özel tecellisi» diyebiliriz.

Böylece Cenâb-ı Hak, her insanı bu sınıra çağırırken ona yardımcı, ay­nı zamanda yol gösterici imkânlar da verdi. Sonra da birtakım uyarıcı, yönlendirici sınavlarla karşı karşıya getirdi.

Bu ortamdan yararlanmak için aklını, idrâkini kullanarak kendini çi­zilen sınıra getirenlere, Cenâb-ı Hak dilediği takdirde hidâyet kapısını acar, yani onu doğru yola iletir. Bunun aksine kendini inkâr, tuğyan ve ahlâksız­lık karanlığına itip ilâhî çağrıya kalp ve kafasını kapalı tutanları, belirtilen sınıra gelmedikleri için sapıklıklarıyla başbaşa bırakır.

Görüldüğü gibi, Allah hiçbir sınır ve şart koymadan dilediğini saptır­maz, dilediğini de doğru yola eriştirmez. O bakımdan ilgili âyeti okurken, konuyla alâkalı diğer bütün âyet ve hadîsleri bilmeğe ve hepsini de biraraya getirip öylece hüküm çıkarmaya ihtiyaç vardır. Aksi halde çok yanlış mana ve hükümler ortaya çıkar ve Allah'ın neleri irâde ettiği anlaşılmaz olur.

O bakımdan konumuzu oluşturan âyette : «Ama O, dilediği kimseyi saptırır, dilediğini de doğru yola iletir..» buyurularak iyice düşünüp gerçe­ği anlamamız istenmektedir.

Mana ve hüküm bu olunca, her kişi izlediği hayat yolunda işledikle­rinden sorumlu tutuluyor. Ergenlik cağından kabre kadar bu sorumluluk nedenleri sürüp gidiyor. Cennet ile Cehennem'in de böylece anlam ve hik­meti ortaya çıkmış oluyor.

Kur'ân'da bu önemli konu da özetlenerek deniliyor ki : «Ve elbette yaptıklarınızdan sorulacaksınız.» [188]

 

Kur'ân-I Kerîm'de Ashab-I Kirama Sesleniliyor

 

«Yeminlerinizi aranızda dolaylı, hileli yoldan bozmayın. Sonra sağlam­ca basamakta olan ayak kayabilir ve Allah yolundan alıkoymanız sebe­biyle azabı tadarsınız..»

Küfürden imâna, putperestlikten tek Allah inancına, mihnetten selâ­mete, ezilmekten saygınlığa, kücümsenmekten şeref ve itibara, basit ka­bile hayatından huzurlu, güvenli, itibarlı devlet hayatına yükselen Ashab-ı Kirâm'a Kur'ân sesleniyor: «Yeminlerinizi aranızda dolaylı, hileli yoldan bozmayın. Sonra sağlamca basamakta olan ayak kayabilir..» Aynı zaman­da bu sesleniş ve uyarı, ikinci kademede bütün mü'minleredir. İslâmiyette gelişip ayakları imân temeli üzerinde sağlam bir basamağa basanların, Al­lah'a verdikleri söze bağlı kalmaları, İslâm ve imân nimetini bütün nimet­lerin üstünde tutmaları gerekir. Aksine bir tutum, ayakların kayıp imân basamağından küfür bataklığına düşmeyi sonuçlandırabilir.

İslâm'ın ruhları serinletip geliştiren atmosferinde doğup ezan sesle­riyle büyüyen bir kimsenin, Allah'ın davet ettiği imkân ve irâde sınırına yak­laşmaması çok hazindir. Aldığı bozuk ve gayr-i İslâmî bir eğitimle dinî ah­lâktan kopmakla kalmayıp başkalarını da Ailah yolundan alıkoymaya ça­lışan inkarcı maddecilere karşı çok dikkatli olmak gerekir. Çünkü onların yapacağı tahribatı düşman bir millet yapamaz.

O nedenle Kur'ân bu sakıncalı yoldan yürüyüp, doğru yofda yürüyen­lere engel olmak isteyen kişilere, ileride elim bir azabı tadacaklarını, bü­yük bir cezanın hazırlandığını haber vererek, ilâhî rahmet ve gufran ge­reği öylelerini uyarıyor. [189]

 

Andlaşmalar, Sözleşmeler, Yeminler

 

Kur'ân toplum yapısında yer alan fertleri güven, huzur, ahde vefa ve doğruluk düzeyinde biraraya getirip kaynaştırmak, barıştırıp birleştirmek için andlaşma ve yemin konusuna tekrar dönüyor. Allah'ın bu husustaki mesajını şu meal ve açıklamayla insanlara duyuruyor: Sizi bir tek ümmet yapmadık ama bağlı bulunduğunuz topluma, örnek davranışlarla renk ve mâna katmanızı, haklara, hürriyetlere saygılı olmanızı; diğer toplum ve milletlerle olan andlaşma ve sözleşmelerde hileli yollara başvurmamanızı, İslâm'ın getirdiği güven havasını kirletmemenizi emrediyoruz. Çünkü dün­ya milletleri de ancak belirtilen hususlara saygılı oldukları sürece rahat

yaşama şansına erişebiliyorlar; aynı zamanda itibarlı, şerefli bir millet ol­ma hüviyetlerini koruyabiliyorlar. Oysa İslâm milleti onlarla mukayese edi-lemiyecek bir düzeyde bulunuyor. Öyle ki, hep güven ve huzur telkin* eden, sözünde duran, ahde vefasızlık damgasından uzak kalan bir toplum mo­deli arandığında, mutlaka karşılarına müslüman cemaati çıkmalıdır.

İnandığımız, samimiyet ve yeteneğine güvendiğimiz lidere de verdiği­miz sözden -zorunlu bir sebep ortaya çıkmadıkça veya meşru bir mazeret söz konusu olmadıkça- dönmemeliyiz. Zira Kur'ân'ın aynı konuya az fark­lı bir anlatımla yeniden dönmesi, gereksiz bir tekrar değil, birincide mutlak anlamda andlaşma ve sözleşmelere bağlı kalınmayı emrederken, ikincide aynı konuyu hususlandırıp daha çok Peygamber'e (A.S.) bey'at edenlerin ayaklarını sağlam bir zemine basıp hayat dengesini kurabildiklerine te­masla bey'at şartlarına bağlı kalmaları tavsiye ediliyor. Aksine bir anlayış ve tutumun onları yükseldikleri o şerefli, itibarlı ve güvenli makamdan al­aşağı edeceği ve zilletten zillete uğratacağı belirtilerek ilâhî uyarı hatırlatı­lıyor.

Böylece Cenâb-ı Hak, Allah'a ve Peygamberine verilen sözde sebat etmeleri için önce Ashab-ı Kiram'a, sonra da bütün mü'minlere genel an­lamda emretmektedir. Bilindiği gibi buradaki emir, vücubu gerektirir. [190]

 

Tükenen Ve Tükenmeyen Nimetler

 

İnsanlardan yana hazırlanan ilâhî nîmetler sayılmayacak kadar çok-sa da, onları genel anlamda dört grupta toplamışlardır:

1—  Tükenen nîmetler,

2—  Tükenmiyen nîmetler,

3—  Hayra, rahmete ve ebedî saadete kapı açan nîmetler,

Şerre, ahlâksızlığa ve sonu gelen veya gelmiyen azaplara neden olan nîmetler..

Dünya nimetleri tükenmeğe mahkûmdur. Ancak nimeti elinde bulun­duran kimsenin taşıdığı niyet, sarfettiği cihet, arzuladığı amaç söz konu­sudur. Tükenen bu nimetlerden geriye, iyi veya kötü niyetler; faydalı ve zararlı işler ve çığırlar; günah ve sevaba delâlet eden ameller kalır.

Âhiret nîmetleri baştan sonuna kadar tükenmez özelliktedirler Kopa­rılan bir meyvanın yerinde hemen yenisi biter, kullanılan bir nimetin arkası kesilmez. Hepsi de insana huzur, güven, mutluluk ve neşe verir.

O halde dünya nîmetleri kazanıldığı ve harcandığı niyet ve amaç doğrultusunda ya tükenmez bir saadete kapı açar, ya da tükenir veya tüken­mez bir azaba neden olur.

Bunun için Kur'ân'da, sayısını tesbit edemediğimiz nimetlerin sergi­lendiği dünya hayatında bu göz ve gönül alıcı, fakat geçici nimetlerin, ca­zibesine kapılıp; tükenmiyecek ve mutlak mutluluk ve sevinci beraberinde getirecek sonsuz nimetlere tercih edilmemesi, yani geçici nîmetleri ilâhî hoşnutluk hilâfına harcayıp ebedî nîmetlerin kaybolmasına sebep kılın-maması tenbîh edilerek şöyte buyuruluyor: «Sizin yanınızdaki şeyler tü­kenir. Allah yanındaki ise sonsuzdur (sınırsızdır) tükenmez..» [191]

 

Nimete Karşı Da Sabırlı Olmak

 

elbette sabredenleri, yapageldikleri şeyden daha güzeliyle mükâfatlandıracağız.»

Dünya nîmetlerinin cazibesine kapılıp önce sabrı, sonra da imân ve irfanı elden bırakan birçok zavallılar vardır. Onlar aracı amaç edinenlerdir ki, asıl amaçtan uzaklaşmışlardır. Oysa dünya nîmetlerinin hemen hepsi şu iki maksada yönelik bir hikmete göre hazırlanmıştır:

a)  Hayatf meşru sınırlar içinde, meşru ihtiyaçlarını karşılayarak de­vam ettirmek,

b)  Hayatın anlam ve hikmetini öğrenmek suretiyle mevcut nîmetleri Allah'ın rızası doğrultusunda iyilikten, sonsuz saadetten, rahmet ve İna­yetten yana sarfetmek..

İşte nimetleri bu iki gayenin gerçekleşmesi için harcayabilmenin plân ve programını Allah'ın kitabından, Peygambör (A.S.) Efendimizin sünne­tinden öğrenmemiz gerekir. Şüphesiz ki bu kültür önce sağlam bir îmân, köklü sabır ve gelişmiş irfanı doğurur. Aynı zamanda hayatın hikmet ve felsefesini, verilen nîmetlerin gayesini öğretir.

Böylece kişinin iç yapısında bir sehpa misali, imân, sabır ve irfan ayakları oluşunca, hilkatin gerçek yönü tezahür eder. Bu durumda artık insan malın bekçisi, onun kölesi ve kurbanı değil, mal insanın bekçisi, hiz­metçisi ve amaca erişmesinin aracı olur.

O nedenle Cenâb-ı Hak ilgili âyetle, «Biz elbette sabredenleri yapa-aeldikleri şeyden daha güzeliyle mükâfatlandırırız.» buyuruyor.

Denilebilir ki, Kur'ân burada sadece «sabır» kavramına dikkatleri çek­miştir. İmân ve irfandan ise, söz etmemiştir. Yukarıda yapılan yorum isabetli midir? Hemen cevap verelim ki, Kur'ân «sabredenler» tabirini kul­lanırken imânın esas, irfanın tamamlayıcı eleman olduğuna mutlak su­rette işaret ediyor. Çünkü uhrevî mükâfatlar ancak imân temeli üzerinde filizlenip gelişen amellere karşılık olarak hazırlanmıştır. O halde imân, sa­bır ve irfandan kaynaklanan her amel, âhirette çok daha güzeliyle karşı­lık görecek ve Allah'ın insanlardan çok daha âdil, merhametli ve cömert olduğu bir defa daha gösterilecektir. [192]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, altı önemli prensibin tabii ürünleri olan birtakım haklara saygılı olmaktan ve bağlı kalınıp güveni ayakta tutmaktan söz edildi. İlâhî hidâyetin, ancak kendini ona lâyık sınıra getirebilenlere nasip olacağı belirtildi. Sonra da andlaşma, sözleşme ve yeminin önemi üzerin­de durularak mü'minler aydınlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, yaratılış ve hayatın hikmetini anlayıp dünya ha­yatını ona göre düzenleyenlerin, erkek ve kadın tefrîk edilmeksizin ilâhî iltifata eriştirilecekleri ve çok hoş bir hayat yaşatılacakları haber veriliyor.

Arkasından insana bu kültür ve irfanı veren Kur'ân'] okurken, koğul-muş, rahmetten uzaklaştırılmış şeytandan Allah'a sığınmamız emrediliyor. Zira Kur'ân'ın her âyet ve cümlesi büyük bir dikkat istiyor. Onları okurken kafa ve kalbimizi her çeşit şüphe ve vesveseden arındırmamızın lüzumu­na işaret edilerek, kendini bu düzeye getiren mü'min kişiler üzerinde şey­tanın bir sultası olamıyacağına dikkatler çekiliyor. [193]

 

Meali:

 

97—  Erkek veya kadınlardan kim -mü'min olduğu halde- güzel yarar­lı amelde bulunursa, mutlaka biz ona hoş bir hayat yaşatırız ve mükâfat­larını da işlediklerinin daha güzeliyle karşılayıp değerlendiririz.

98—  Kur'ân okuduğun zaman, koğuiup lanetlenen şeytandan Allah'a sığın.

99—  Şüphesiz ki şeytanın, imân edip Rablerine güvenip dayananlar üzerinde sultası yoktur.

100—  Onun sultası ancak, onu kendine dost ve yâr edinenler ve bir de Allah'a ortak koşanlar üzerindedir.

 

İlgili Hadîsler

 

«İslâm'a girip yeterince rızka erişen ve Allah'ın kendisin© verdiğiyle kanaat eden kimse, korktuğundan kurtulup umduğuna kavuşmuştur.» [194]

«İslâm'a (girip) doğru yolu bulan, geçimi de yeterli olan ve mevcuda kanaat eden kimse kurtuluşa ermiştir.»[195] «Cenâb-ı Hak, dünyada verdiği ve karşılığında âhirette mükâfatlandı­racağı bir iyilikten dolayı mü'mine haksızlık etmez. Kâfire gelince, dün­yadaki iyiliklerini tüketir de âhirete intikal edince kendisine o iyiliklerin karşılığında verilecek hiçbir hayır ve iyilik bulunmaz.» [196]

«Cübeyr b. Mut'im'in babasından yaptığı rivayete göre: Resûlüllah (A.S.) Efendimiz namaza başlarken şu sözlerle Allah'a sığınırdı: «Allahim! doğrusu ben şeytandan, onun dürtmesinden, fısıltısından ve ağzından çı­kıp vesvese veren sözünden sana sığınırım.» [197]

 

Bazı Konularda Erkek Ve Kadın Eşitliği

 

«Erkek ve ka­dınlardan kim -mü'min olduğu halde- güzel,,yararlı amelde bulunursa, mutlaka biz ona hoş bir hayat yaşatırız.»

İslâm'da gerek toplum bünyesinde yer alan fertler arasında, gerekse kadın erkek arasında mutlak eşitlik düşünülemez. Çünkü yetenekler, be­ceriler, başarılar, eğilimler, zekâ ve karakterler, verimlilikler ve hizmetler çok farklıdırlar. O kadar ki, bu hususların hepsinde birleşip eşitlik sağla­yan iki kişiye rastlamak bile mümkün değildir.

Ancak bazı konularda, örneğin, ilim, ahlâk, sorumluluk, ibâdet, uhre-vî ceza ve mükâfatta eşitlik söz konusu olabilir. Nitekim konumuzu oluş­turan âyet-i kerîmeyle imân, sâlih âmel ve bunlara karşılık olarak bilhassa âhirette verilecek hoş ve tatfı bir hayat gibi meselelerde erkek ile kadın arasında bir fark gözetilmemiş ve aynı emirlerle muhatap tutuldukları, aynı tekliflerle yükümlü bulundukları, aynı ibâdetleri yerine getirmelerinin iki cinse birden farz kılındığı ve dünyada işledikleri iyi amellerine karşılık âhi­rette niyetlerine göre hoş ve mutlu bir hayatla taltif edilecekleri bu cüm­ledendir. [198]

 

İman Ve Sâlih Amel

 

«Erkek veya kadınlardan kim -mü'-min olduğu halde- güzel, yararlı amelde bulunursa..»

Allah katında âhiret sevabına ve saadetine neden olan iyi amel için imân mutlaka şarttır. Zira ilgili âyette «mü'min olduğu halde» ifadesine yer verilmiştir. O halde biri sağlam imâna dayalı, diğeri inkâr ve küfre dayalı iki ayrı güzel amel düşünelim. Birincisi, dünyadaki karşılığından ziyade âhiret sevap ve mükâfatına yöneliktir. Çünkü o amelfh sahibi halkın takdi­rini kazanmak için değil, Hakk'ın rızasına erişmek için düşünüp hareket etmiştir. İkincisi ise, sadece dünyada karşılığını görüp almak için faydalı hizmetlerde bulunmuştur. Çünkü hem Allah'a, hem de âhirete inanmamak­ta ve her şeyin dünyada yapılıp karşılık göreceğine inanmaktadır.

O halde Allah'a ve Âhiret gününe inanmayan bir kişinin dünyada iş­lediği güzel ve yararlı işlerin temelinde imân bulunmadığı ve sahibi böyle bir niyet ve uhrevî karşılık beklemediği için, onun karşılığı olarak kimleri düşünüp, neleri umut ederek yaptıysa, onları görür. Böylece insanların teb­rik ve takdirleri, sitayiş ve övgüyle ondan söz etmeleri, kişinin niyet ve amacına uygun bir mükâfat olur.

Bunun dışında kendi basit mantığımızı kullanıp o kişiye âhirette Cen-net'i mükâfat olarak vermeğe hakkımız ve yetkimiz var mıdır? Kendisinin hiçbir zaman inanmadığı, kabul etmediği, yaptığı işle böyle bir amacı ol­madığı, aksine dinden nefret ettiği, âhireti hayal sayıp gülerek geçtiği bir şeyi'ona lâyık görmemiz, hem Allah'a karşı küstahlık, hem de o adama karşı haksızlık olmaz mı? Kaldı ki, uhrevî mükâfatı takdir edip vermek ve­ya vermemek bizim elimizde değildir. Allah'ın beşer hayatını tanzime yö­nelik buyruklarını incelemeden, neler buyurduğunu dikkate almadan kal­kıp O'nun adına -kendi ölçü ve sınırımızı aşarak- birtakım hükümler koya­bilir miyiz? Böyle bir davranış ve düşünce herşeyden önce ilâhî hakka te­cavüz sayılmaz mı?

İşte bunun için Cenâb-ı Hak ilgili âyetle bize bir ölçü ve değişmeyen kıstas, aynı zamanda ilâhî sünnetinden bir mesaj veriyor: «Erkek veya kadınlardan kim -mü'min olduğu halde- güzel, yararlı amelde bulunursa, mutlaka biz ona hoş bir hayat yaşatırız..» [199]

 

Salih Amel İmanla Birleşince Güzel Bir Hayat Yaşatmaya Sebep Olur

 

Güzel ve hoş bir hayatın, birisi dünyevî ve ruhanî, diğeri uhrevî ve ebedî olmak üzere iki anlam taşıdığını söyleyebiliriz. Dünyada dosdoğru Allah'a imân edip İslâmî ölçülere göre güzel amellerde bulunan mü'min-ler şu anlamda tatlı ve hoş bir hayat sürmeğe hak kazanırlar:

a)  Ezelî kalemle içine yazılıp enjeKte edilen ihtiras meşru sınırlar içi­ne alınıp gönül huzuruna, ruh sofasına kavuşur. Çalışıp kazanmayı amaç değil, hakiki amaca erişmek için araç olarak kullanır.

b)  Elde ettiğine razı olup, her lokmanın ve sağlık içinde geçirdiği her saniyenin şükrünü yerine getirememenin burukluğu içinde Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz ve sınırsız rahmet ve gufranına umut bağlayarak gönül yatışkan-lığına erişir.

c)  Gözünü başkalarının makam ve servetinden çekip, şükrü yerine getirilen az bir malın, küçük bir makamın, şükrü yerine getirilmeyen çok servetten, yüksek makamlardan çok daha hayırlı olduğunu kabul ederek huzura kavuşur.

d)  Böylece kalbi kanaatle dolup taşar, dünya nimetlerine karşı içinde doyumluluk hisseder ve Cenâb-ı Hakk'ın rızasını umar.

e)  Kesinlikle inandığı için geleceğe, âhirete büyük bir ümitle bakar ve bu ona derin huzur, sağlam bir güven verir.

f)  Ölümü bütünüyle yok olup silinmek veya parazitlere dönüşüp kay­bolmak şeklinde değil, bir evden daha geniş bir eve göç kabul eder.

g)  Hayatı  boyunca Allah'ı ve çevresindeki  insanları  memnun  etme gayretiyle çalışmanın zevkini yudum yudum tadar.

Şüphesiz bütün bu iyiliklerin, faziletlerin temelinde imân, mayasında ise iyi niyete dayalı salih amel vardır.

Âhiretteki hoş ve ebedî hayat ise, ilâhî rahmetin aralıksız tecelli yeri olan ve sonsuz nîmeti simgeliyen Cennet'e girmek ve orada ilâhî hoşnut­luğa erişmektir.

Bunun için ilim adamlarımız Kur'ân'da geçen «hayat-i tayyibe»yi şöy­le yorumlamışlardır:

a) Said b. Cübeyr'e göre, helâl nzıktır. Atâ' da aynı görüştedir.

b)   Mukatil'e göre, ibâdet ve taatte çok tatlı dönemlerdir. Yani ibâdet ve taatın verdiği derunî zevki dem be-dem tatmaktır.

c)  el-Hasan'a göre, mevcuda kanaat etmek, elindekiyle yetinip baş­kasının malına göz dikmemektir.

d)  Müeahid'e göre, her yeni günde yeni yeni helâl rızıklar edinmektir.

e)  Müfessir Süddî'ye göre, kabirdeki huzur ve sükûndur. Çünkü mü'-min ölünce, dünyanın ezici, üzücü, yorucu ve oyalayıcı havasından kurtu­lur da Berzah âleminin ferahlatıcı ve dinlendirici havasına girmiş olur.

f)  İkrime'ye göre Cennet'e kavuşup ebediyet zevkini bütün açıklığıyla yudum yudum tatmak ve dünyanın bütün yorgunluklarını atmaktır. Çünkü Cennet ölümsüz bir hayat, fakirlikten uzak bir devlet, hastalıktan beri bir sıhhat, tükenmek bilmeyen bir rrîülk, yıpranmayan, yaşlanmayan bir beden, umutsuzluktan, bedbahtlıktan arınmış sonsuz saadet yurdudur. [200]

 

Kur'ân Okumaya Başlarken Eûzü Çekmek

 

«Kur'ân okuduğun zaman, koğulup lanetlenen şeytandan Allah'a sığın!»

Varlığını, mü'minlere olan kin ve düşmanlığını ve yaratılmasındaki hik­meti bildiğimiz, ama gözlerimizle göremediğimiz şeytandan nasıl koruna­biliriz? Elbette ki bizi de, onu da yaratan ve her şey üzerinde mutlak hâ­kim olup, kudreti geçerli bulunan Allah'a sığınırız. İlgili âyetle bize bu ko­nuda yol gösteriliyor; Mülkün asıl sahibine yönelip sığınmamız emrediliyor. Özellikle Allah sözü olan Kur'ân'ı okumaya başlayacağımız zaman..

Bunun sebep ve hikmeti açıktır. Şöyle ki:

1— Meşru işlerimizde, günlük ibâdet ve taatimizde Allah'ı anıp O'na yöneldiğimizde, Allah'ın lanetine uğrayan bir varlıktan yine Allah'a sığın­mak kadar tabii ne olabilir? Zira onu lanetleyip rahmetinden kovarken, ondan sakınma yolunu da göstermiş bulunuyor. Bu, ezelî plânın gereği, 'lâhî rahmetin bir diğer tezahürüdür.

2— Allah sözünü okuyup lâhutî halâvetini alabilmek için kalp huzu­ru, gönül safası, dikkat bütünlüğü söz konusudur. Şeytan ise, hilkatinin özelliği gereği peşpeşe gönderdiği şüphe ve vesvese sinyalleriyle bu hu­zur ve safayı bulandırmak ister. Ondan kurtulmak için, her şeyi kudret kabzasında tutan Cenâb-ı Hakk'a sığınmak gerekir.

3— Kur'ân her yönüyle ruhu cilalar, okuyanla İblîs arasında manevî bir süîre oluşturur. O bakımdan Kur'ân okumaya başlarken, önce kendi­mizi vesvese sinyallerinden güvene almamıza ve öylece Kur'ân'ı manevî bir sütre kılmamıza ihtiyaç vardır. Çünkü îblîs'in, dosdoğru imân edenler ve Rablarına her vesileyle güvenip dayananlar üzerinde hiçbir sultası yok­tur. Onun sultası ancak, onu kendine dost ve yâr seçenler üzerinde ge­çerlidir.

Açıklama :

Bilindiği gibi, her meşru işe Besmele ile başlamak sünnettir. O bakım­dan Besmele ile başlanmayan her iş kısır ve bereketsiz olur. Kur'ân oku­maya hazırlanırken önce, ilgili âyette belirtildiği gibi, «Eûzü bi'llahi mine'ş-şeytani'r-recîm» denilir ve arkasından, -hadîslerde açıklandığı üzere- «Bis-mi'llahi'r-Rahmâni'r-Rahîm» denilir. [201]

 

Şeytanın Allah'a Ortak Koşanlar Üzerinde Sultası Vardır

 

«Onun sultası an­cak, onu kendine dost ve yâr edinenler ve bir de Allah'a ortak koşanJar üzerindedir.»

Âyetin bu bölümü çok anlamlıdır. O bakımdan üzerinde dikkatle dur­mamıza lüzum vardır. Şeytanın sultası, bir de Allah'a ortak koşan müşrik­ler üzerinde tesirli ve geçerlidir.

Müşrikler, yani Allah'a ortak koşanlar kimlerdir? Şüphesiz ortak koş­mak çok yönlü bir kavramdır. Onları şöyle özetleyip sıralayabiliriz :

a) Allah'ın varlığına inanıp, putları veya diğer bir eşyayı da ilâh sa­yıp ona tapanlara, bu inanç ve davranışlarından dolayı  «müşrikler» de­nilir.

b)  Allah'a inanırlar, ama mallarını, makam ve şöhretlerini Allah'tan daha çok severler; o kadar ki, ibâdette bile kalplerini o tür meşguliyetten boşaltıp kurtaramazlar.  Böylelerinin ortak  koşması  «gizli şirk»  şeklinde sayılır.

c)  Nefsine, midesine ve şehvetine aşın bağlı oldukları kadar Allah'a bağ.lı olmayanlar ve bu düzeyde ömürlerini ve servetlerini Allah için değil, nefislerinden yana harcayanlar da gizli bir şirk içinde bulunuyorlar de­mektir.

d)  Yaptığı iş ve ibâdette, keşfettiği hizmetlerde; işlediği hayır ve hasenatta Allah'ın değil, insanların övgüsünü kazanmayı düşünenler de ni­yetleri itibariyle gizli şirk koşmaktadırlar.

O halde şeytanın tesir ve sultası sadece putperestler ve diğer inkar­cılar üzerinde değil, sözünü ettiğimiz kimseler üzerinde de bir dereceye kadar geçerîidir.

Kur'ân hem sözünü ettiğimiz gizli şirkten, hem de İblîs'in sultasından kurtulmak için ortaya üç prensip koymuştur:

1__ Allah'a dosdoğru imân etmek. Şüphesiz bu, inanılması gereken,

imânın diğer bütün şartlarını da kapsar. Öyle ki, temelinde ne riya, ne şeh­vet, ne de mal vardır. Niyet katıksız olarak Allah'a yöneliktir.

2—  Her işte ve durumda Allah'a güvenip dayanmak. Kur'ân buna «te­vekkül» der. Bu, imân düzeyinde Allah'a hatırlayıp gereken tedbirleri al­dıktan sonra şüpheden uzak bir inançla yüce kudrete güvenip dayanmayı telkin eder. O bakımdan hayatın her safha ve döneminde, her saat ve anında yalnız Allah'ı hatırlamak, yalnız O'nu övüp hamd ve şükürde bu­lunmak ve ancak O'nun rızasını arzulamak tevekkülün en tabii ürünleri, di­ğer bir tabirle onun açık belirtileridir.

3—  Özellikle   Kur'ân  okumaya   başlarken   «eûzü»   çekmek  suretiyle şeytandan Allah'a sığınmak. Bu, geriye kalan nefsanî bağları kesip atar, o sebeple İblîs'in telbisine açık kapı kalmaz hikmetine yönelik bir diğer prensiptir. [202]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, ibâdet, sevap ve mükâfatta kadın ile erkeğin eşit olduğu belirtilerek imân ve amel-i sâlihten söz edildi. Sonra da imân ve sâlih amelin her türlü şüphe ve vesveseden uzak tutulması için, özel­likle Kur'ân okumaya başlanırken koğulmuş şeytandan Allah'a sığınma­mız tavsiye edildi. Şeytanın gerçek mü'minler üzerinde bir sultası olamıya-cağına dikkatler çekilerek, imânın ne kadar koruyucu bir kale olduğuna işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, inen bazı hükümlerin, değişen şartlara göre ye­ni hükümlerle değiştirildiği konu ediliyor. Bu olayın hikmetini iyi düşünme­miz ilham edilerek şüpheye düşmememiz isteniliyor. Aksi halde İblîs'e fır­sat verebileceğimize dikkatler çekiliyor. Kur'ân'ın insan kafasının ürünü olmadığı, Melek Cebrail vasıtasıyla indirildiği hatırlatılarak, bunun aksini iddia edenlerin dalâlette kaldıkları belirtilerek Kur'ân'ın her âyetinin ilâhî olduğuna yine Kur'ân'ın kendisi şehadet ettiğine atıf yapılıyor. [203]

 

Meali:

 

101—  Biz bir âyeti başka bir âyetin yerine koyup değiştirdiğimizde -ki Allah indireceğini daha iyi bilir- onlar, sen ancak uyduruyorsun, derler. Hayır, onların çoğu (hakikati) bilmezler.

102—  De ki: Onu, imân edenlerin inancını daha da sağlamlaştırmak, Müslümanlara doğru yolu göstermek ve müjde olmak için Rabbinden hak ile Ruhu'l-kudüs indirmiştir.

103—  And olsun ki, onların, «Ona (Muhammed'e) ancak bir insan öğ­retiyor» dediklerini biliyoruz. O işaret ettikleri kimsenin dili (olsa olsa) fa­sih ve açık Arapça değildir. Bu Kur'ân ise çok açık ve fasih bir Arapça'dır.

104—  Allah'ın âyetlerine inanmayanları Allah doğru yola iletmez ve onlar için elem verici bir azap vardır.

105— Yalan uyduranlar ancak Allah'ın âyetlerine inanmıyanlardır. İş­te onlardır yalancıların ta kendileri.

 

İniş Sebebi

 

İbn Abbas (R.A.) diyor ki: «Önce sert bir emir veya hüküm iner, son­ra yumuşak bir emir veya hüküm onu izleyip birinci hükmü kaldırınca, müşrkiler bunu dillerine dolayıp Muhammed kendi arkadaşlarıyla alay ediyor, derlerdi. O sebeple yukarıdaki âyetler indi. [204]

Diğer bir rivayette ise, şöyle deniliyor: Mekkeli putperestler sık sık «Muhammed kendi arkadaşlarıyla alay ediyor. Bugün bir emir veriyor, yarın onu değiştirip bir başka emir veriyor. Bu, onun Kur'ân'ı uydurup Al­lah sözü diye iddia ettiğini gösteriyor!» diyerek mü'minlerin kalbinde şüp­he uyandırmak ve İslâm'a ısınanları uzaklaştırmak istiyorlardı. Bunun üze­rine yukarıdaki âyetler indi. [205]

Bir başka rivayette ise, şöyle deniliyor: Mekke'de Bel'am adında bir hıristiyan vardı. Arapçayı pek iyi konuşamıyordu. Peygamber (A.S.) Efen-dimiz'in bir, iki defa bu hıristiyanla görüşerek inen Kur'ân âyetlerini ona okuduğunu duyan müşrikler, bu olayı İslâm aleyhine değerlendirmeyi fır­sat saydılar ve «Muhammed'e bu Kur'ân'ı bir adam öğretiyor!» diyerek müslümanların inanç ve güvenini sarsmaya, İslâm'a girmek isteyenleri caydırmaya çalıştılar. O sebeple yukarıdaki âyetler indî. [206]

 

Bir Âyeti, Başka Bir Âyetin Yerine Koyup Değiştirmek

 

«Bir âyeti başka bir âyetin yerine koyup değiştirdiğimizde -ki Allah indireceğini da­ha iyi bilir- onlar, sen ancak uyduruyorsun, derler.»

Buna tefsîr ilminde «nesih» olayı da denir. Bir önceki âyetin hük­münü kaldırıp yeni bir âyetle değişik veya hafifletici bir başka hüküm ge­tirmeğe nesih denildiği gibi, önceki semavî kitapları yürürlükten kaldı­rıp Kur'ân'ın yürürlüğe konulmasına da bu isim verilebilir.

Kur'ân'da nesih var mıdır, yok mudur? Bu konu üzerinde hayli durulmuş ve farklı yorumlar ve görüşler ortaya çıkmıştır. Nitekim Bakara sûresi 106. âyetin tefsirinde gerekli açıklama yapılmıştır.

Konumuzu oluşturan âyete gelince : Burada bir nesih olayına mı işaret ediliyor, yoksa ilâhî metot gereği bir mesele hakkında inen âyet­lerde yetiştirici, eğitici anlamda terbiyevî bir yol izlendiğine mi işaret edi­liyor? Tesbitime göre, ikinci husus üzerinde duruluyor. Çünkü Kur'ân'ın 23 yıla yakın bir süre içinde parça parça inmesinin sebeplerinden biri de, belirttiğimiz husustur. Olayları hedef alıp inmesi, fevkalâde yetiştirici, yön­lendirici ve eğitici bir özellik arzetmektedir. Böylece küfrün, putperestliğin gücünü kırıp hızını kesebilmiş; imân edenlere İslâm'ın özünü, mayasını ve hikmetini öğreterek kademeli olarak emirler, yasaklar; kıssalar ve temel bilgiler birbirini takip etmiştir,

Şüphesiz Kur'ân'ın belirtilen metotla inmesi, çok geçmeden kafp ve kafalarda katmerleşen inkâr ve azgınlığın izlerini temizlemiş, çok iptidaî bir hayat yaşayan toplumları dünyanın en medenî insanları yapmıştır. Bu da kendine has başka bir nesih olayı sayılabilir.

«Allah indireceğini daha iyi bilir.» mealindeki cümle, bu hikmeti yan­sıtır. Çünkü Allah mutlak hikmet sahibidir; o bakımdan her şeyi gerektiği ölçü ve anlamda, en faydalı özellikte yaratır. Hemen her konuda günün şartlarını, ekonomik ve sosyal gelişmeleri, ahlâkî ve kültürel seviyeyi dik­kate alarak, her çağın meselelerine ışık tutacak, dertlere çare getirecek hükümler indirir. Kur'ân'ın her geçen gün biraz daha iyi anlaşılması ve günün meselelerine en doğru ve doyurucu cevabı vermesi hep bu hikmete dayanır.

Aslında iyi incelendiği zaman Kur'ân'da nesih olayını kabul et­meyenlerin de görüş açılarının, yorum biçimlerinin bu hikmete yönelik ol­duğu görülür. Öyle ki, hükmü kaldırılmış sanılan bir âyetin, indiği zaman­daki ortamın vücut bulmasıyla hükmü tazelik kazanır, Bunu bir misal ile açıklıyacak olursak, Kâfirûn sûresini gösterebiliriz. Mekke'de en fırtınalı bir dönemde inen bu sûre ile pasif savunmaya geçilmesi, fiilî bir duruma geçilmemesi, aktif bir mücadeleye başlanmaması emrediliyor. Çünkü he­nüz şehir devleti bile kuramamış, ekonomik bir güç oluşturamamış, sava­şacak veya fiilî mücadele edecek bir kadro meydana getirememiş bir grup inanmış insanın, azgın müşriklerle vuruşması, İslâm'ın intiharı sayılır ve doğduğu yerde ölmeğe mahkûm olurdu. Bugün de inanmış bir cemaatin bulunduğu yerde, aynı veya ona yakın bir ortam mevcutsa, Kâfirûn süre­sindeki hükümle amel edilmesi gerekir.

O halde neshedilmiş sanılan veya öyle kabul edilen âyetlerin çoğunu bu yorum doğrultusunda düşünmek daha isabetli bir sonuç verir. Hem bu, içtihada, hukukî araştırmalara esneklik kazandırır.

Bu hikmet ve hakikatleri o günkü cahil putperestlerin bilmesi elbette ki düşünülemez. Onlar hislerine mağlup olarak konuşur, kendi gelenekle­rine göre yorumda bulunurlardı. [207]

 

Kur'ân'a Dil Uzatan Cahiller

 

«Onlar, sen ancak uyduruyorsun, derler. Hayır, onların çoğu (hakikati) bilmezler.»

Dün cahil putperestler hislerine mağlup olarak Kur'ân'ı Muhammed (A.S.) uydurmuştur, diyorlar, fakat bu iftira ve yalanlarını zaman zaman kendileri de kabul edemiyorlardı. Çünkü Kur'ân'ın üslûbu, insan üslûbun­dan kesinlikle ayrılıyordu. Aynı zamanda taşıdığı hükümler ve hizmetler insan kudretinin çok ötesinde bir özellik arzediyordu.

Bugünün okumuş yarım aydınları da Kur'ân hakkında hiç bir ciddi araştırma yapmadan, indiği çağın hususiyetlerini dikkate almadan, günü­müzde gelişen ilme nasıl ışık tuttuğunu, temel bilgi verdiğini araştırma­dan ve Kur'ân'ın insanlığa nasıl bir feyiz ve rahmet getirdiğini anlamadan indî hükümler vermekte, kişisel mantıklarına göre tenkitlerde bulunmakta ve bir kısmı önün tamamını ret ve inkâr ederken, bir kısmı da onu ortaçağa ait bir düzen getirmekle vasıflandırmaktadırlar.

Bu da putperestlerin iddia ve iftiralarına benzerlik arzetmekîe, ancak farklı bir ambalajla değişik görünüm ortaya koymaktadır. Zira tarih boyun­ca kıtalar üzerine yayılan, milyonlarca insanı etkileyip peşine takan ve binlerce ilim adamının çalışmalarına vesîle olan; kendi bünyesinde ap­ayrı bir dünya görüşü getiren bir din ve onun kitabı Kur'ân hakkında araş­tırma ve incelemede bulunmadan konuşup hüküm vermek, en hafif tabiriy­le cehalettir. [208]

 

Kur'ân'ın  Üç Ana Hedefi

 

İlgili âyetlerle, Kur'ân'a ilgisiz ve bilgisiz kolanlar yerildikten sonra, bu ilâhî kitabın üç ana hedefi açıklanarak genel ölçüde aydınlatıcı bilgi ve­riliyor:

1—  İnanan mü'minlerin imânını daha da sağlamlaştırmak,         

2—  Müslümanlara hep doğru yolu göstermek,

3—  Madde ötesinden  inen vahiy ile ebediyet müjdesiyle gönüllere umut vermek..

O halde Kur'ân'ın bir hayat kitabı olarak inmesi, insan hayatını yön­lendirmesi ve âhiret âleminden, madde ötesinden haber vermesi ve sonra da bunu yer yer değişik anlatımlarla sergilemesi şüphesiz ki, kalpleri bes­lemeğe, inançları sağlamlaştırmaya ve böylece ruhla beden, dünya ile âhi­ret arasında sağlam köprü oluşturmaya yöneliktir.

Müslümanlara doğru yolu göstermesi, daha çok bu dine yeni girenle­ri ve girmiş olanları eğitmeğe deiâlet eder. Çünkü imân derunî bir zevk ve kalp yatışkanlığıyla ilgili bir anlam ve kavramdır. Zahiren teslimiyet gös­terenin inancı, onun varlığını ve benliğini sormadıkça sadece dış görünü­şüyle müslüman sayılır. O halde İslâm eğitim müessesesi her zaman işler halde olmalıdır ki, Kur'ân'ın tesiri görülebilsin.

Yüce âlemden, insan ruhunun arzulayıp da bulamadığı müjdeyi perde perde gönüllere aksettirmesi, ahlâkî gelişmeye paralel olarak ruhî ve vic­danî gelişmeyi sağlamakla yakından ilgilidir. [209]

 

Onu Ruhulkudüs Hak İle İndirmiştir

 

«De ki onu,......Rabbından hak ile Ruhu'l-kudüs indirmiştir.»

Ruhulkudüs, kelime olarak : Üzerinde en küçük bir leke bulunmayan, arınmış tertemiz, takdîse lâyık ruh demektir. İsim olarak : Melek Cebrail hakkında kullanılır.

Cebrail (A.S.) büyük bir enerji ve hayat kaynağı olduğu ve meleklerin en büyüğü bulunduğu için kendisine bu isim verilmiştir. Böylece o çok arınmış, tertemiz kutsal ruh, Kur'ân'ı beşer hayatının gerçek yanıyla tam uyum halinde, insan ruhunun ihtiyaç duyduğu manevî gıdaların en ölçülü ve yararlı düzeyinde, doğruluğun en üst noktasında Rabbından alıp son peygamber Hz. Muhammed'e (A.S.) indirmiştir. İnsan düşüncesi ve sözü ona karıştınlmamıştır. [210]

 

Kur'ân'ı Bir İnsan Mı Öğretmiştir?

 

«And olsun ki, onların, «ona (Mu­hammed'e) ancak bir insan öğretiyor», dediklerini biliyoruz.»

Kur'ân ilgili âyetle, ilâhî hikmetin parlak bir cümlesini daha neşrede­rek, Hz. Muhammed'in (A.S.) okur-yazar olmadığını açıklıyor. Putperest­lerin bütün kin ve düşmanlıklarına rağmen, Hz. Muhammed (A.S.) için sihirbaz, şair, büyücü, aklî dengesi bozuk gibi yakışıksız sözler kullanırlar, fakat, «O zaten okuma ve yazma bildiği için bunu önceden yazıp hazırla­dı» veya «onu başka bir kitaptan kopya edip yazdı» diyemiyorlardı. Çün­kü Mekkeli'lerin hepsi de Onun ümmî olduğunu çok iyi biliyorlardı. O yüz­den, «Kur'ân'ı ona bir insan öğretiyor» diyerek başka yakışıksız bir iftira yolunu seçiyorlardı.

Cenâb-ı Hak onların bu iftiralarına cevap vererek gerçekle uzaktan yakından ilgili olmadığını bildiriyor; «O işaret ettikleri kimsenin dili (olsa olsa) fasîh ve açık Arapça değildir. Bu Kur'ân ise, çok açık ve fasîh Arap­ça'dır.»

Böylece Hz. Peygamber'e (A.S.) Kur'ân'ı öğrettiği iddia edilen adamın pürüzsüz, net ve açık bir Arapça bilmediği; Kur'ân'ın ise sözlerin en gü­zeli, en açık ve pürüzsüzü olduğu kesinlik arzediyor. O halde :

a)  Ona bunu bir insan   öğretiyorsa,   o insanın   Hz.   Muhammed'den (A.S.) çok daha mükemmel, bilgili, edip, söz söyleme sanatının doruğun­da bir kimse olması gerekir.

b)  Varsa böyle bir kimse, neden ortaya çıkıp da : «Ey Mekeli'ler! bun­ları ben Muhammed'e (A.S.) öğretiyorum, onun hocası benim!» dememiş­tir.

ç) Hz. Muhammed'e (A.S.) az-çok çevrede tanıtıp saygınlık kazandır­dığında o adam, onu kıskanıp benim öğretip yetiştirdiğim adam böylesine meşhur olsun da ben bilinmedik ve duyulmadık kalayım, olur şey değildir, diyerek neden bir gün olsun sesini çıkarmamıştır?

d) Arap tarihinde binlerce ünlü şairler, edipler gelip geçtiği ve birkaç ünlü o dönemde hayatta bulunduğu halde, neden Kur'ân'ın bir benze­rini ortaya koyamamışlardır? Koyamazlardı; çünkü Kur'ân bütünüyle Allah sözüdür, fesahat ve belagatın zirvesinde bulunuyor, beşer gücünü çok gerilerde bırakıyordu. O bakımdan bir şâir veya edibin onunla boy ölçüş­mesi düşünülemezdi. Zira insanın ağzından ve elinden çıkan her söz ve iş insan kadar kusurludur ve peygamberler dışında diğer bütün insanların düşünceleri de, sözleri de noksanlıklarla doludur. [211]

 

Allah, İnanmayanları Doğru Yola İletmez

 

«Allah'ın âyetlerine inanma­yanları Allah doğru yola iletmez..»

İmân, insanı doğru yolun başına getirir; ilâhî irâdeyle tecelli eden hidâyeti onun o doğru yolda yürümesini sağlar. O haide doğru yola iletme kanunu, imân i!e bağlantılıdır. Doğruluk ve hakseverlik de sağlam bir imânın ürünleridir. O yoksa, bu da yoktur. Kur'ân bu hususu şöyle açıklıyor: «Ya­lan uyduranlar ancak Allah'ın âyetlerine inanmayanlardır. İşte onlardır ya­lancıların tâ kendileri.» [212]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Kur'ân'da meydana gelen nesih olayı konu edildi. Bir âyetin hükmünün diğer bir âyetle değiştirilmesi üzerinde dikkatle dur­mamız ilham edilerek ana fikir verildi. Sonra da Kur'ân'ın Ruhulkudüs ara­cılığıyla Hz. Muhammed'e (A.S.) indirildiği belirtilerek bir insanın böyle bir kitap yazmasının ve ona benzer söz meydana getirmesinin imkânsızlığına işaret edilerek ilâhî kudretin her alanda erişilmez olduğu anlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, ölüm tehdidi altında kalıp diliyle küfre delâlet eden bir söz söylemenin ilâhî gazaba neden olmayacağı haber veriliyor. Bunun aksine hiçbir zorlama söz konusu değilken inandıktan sonra küfre dönenler için elim bir azap ve gazabın hazırlandığı bildiriliyor ve imândan sonra küfre dönenlerin kalblerinin, gözlerinin ve kulaklarının mühürlendiğine dikkatler çekilerek âhirette zarara uğrayanların bunlar ol­duğu açıklanıyor. [213]

 

Meali:

 

106— Kalbi imân ile yatışmış olduğu halde, zorlanan kimse dışında, inandıktan sonra Allah'ı inkâr edip göğsünü küfre açanlar üzerine Allah'­tan bir gazâb vardır ve büyük bir azap da onlar içindir.

107—  Bu böyledir. Çünkü onlar dünya hayatını sevip âhirete tercih etmişlerdir ve Allah da kâfirler topluluğunu doğru yola eriştirmez.

108—  İşte bunlar, Allah'ın, kalblerini, kulaklarını ve gözlerini mühür-ledlği kimselerdir; gafil olanlar da bunlardır.

109—  Şüphesiz ki bunlar, evet bunlar Âhiret'te zarara uğrayanlardır.

 

İniş Sebebi

 

Bu âyetler, ilk müslümanlardan Ammar b. Yâsir (R.A.) hakkında in­miştir. Mekke'nin gözü dönmüş azgın putperestleri, Ammar'ın babası Yâ-sir'i, annesi Sümeyye'yi; sonra da Süheyb'i, Bilâl'ı, Habbab'ı ve Sâlim'i İs-lâmdan çevirmek için ağır işkencelere maruz bıraktılar. Her zaman için dinini fani hayatına tercîh eden Sümeyye'yi deveye bağlayıp feci şekilde öldürdüler. Sonra da kocası Yâsir'e bir süre işkence uygulamak suretiyle onun da fâni hayatına son verdiler. Böylece İslâm'ın din ve Allah yolunda verdiği ilk iki şehit bunlar oldular.

Ammar'a (R.A.) gelince : Baştan tırnağına kadar imân ile dolu olan bu genç mücahit de Benî Muğîre kabilesi tarafından yakalanıp Meymun Kuyusu'na kapatıldı. Sonra da : «Ya Muhammed'in peygamberliğini ret ve inkâr edersin, ya da bu boş kuyuda aç ve susuz can vermeyi tercîh eder­sin!» diyerek ölümle tehdit ettiler. Şüphesiz bu durumda Ammar'ın (R.A.) başka bir seçeneği yoktu. İstemiyerek -sırf canını kurtarmak için- Muham­med'in (A.S.) peygamber olmadığını söyledi ve böylece putperestlerle and-laşma yaparak mutlak bir ölümden kendini kurtardı. Fakat ruhen çok pe­rişandı. Kalbinin hiçbir zaman razı olmadığını, olamayacağını dili söylemiş bulunuyordu. Olayı duyanlar Hz. Peygamber'e (A.S.) gelip Ammar'ın din­den çıktığını, peygamberin peygamberliğini ret ve inkâr ettiğini haber ver­diklerinde, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz : «Hayır, Ammar tepesinden tırna­ğına kadar imân doludur. İman onun etine ve kanına karışmıştır!» buyu­rarak arkadaşlarını teselli etti.

Nitekim çok geçmeden Ammar (R.A.) ağlayarak içeri girdi ve Hz. Peygamber'le (A.S.) aralarında şu konuşma geçti:

  Neyin \/ar ya Ammar!

  Arkamda şer var, dedi ve olayı anlattı.

  O sözü söylerken kalbini nasıl hissediyordun?

  İmân ile yatışmış bir halde...

Bunun üzerine Peygamber (A.S.) Efendimiz duygulandı ve gözlerinin yaşını silerek şöyle buyurdu :

  Ya Ammar! Seni tekrar yakalayacak olurlarsa, yine aynı şeyleri söyle..

İşte bu sebeple yukarıdaki âyetler indirildi. [214]

Ayrıca Mekke'de Âmir b. Hadremî'nin kölesi Cebir de Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e imân edenlerden biri idi. Efendisi onu ölümle tehdit edip İslâm'dan dönmesini sağladı. Ne var ki, onun da kalbi Ammar gibi, imânla dolup taşıyordu. Yukarıdaki âyetlerin iniş sebeplerinden birinin de bu olay olduğu rivayet edilir.

Bir diğer rivayet;

Yemame'de ortaya çıkan yalancı peygamber Müseyleme, Ashab-ı Ki-râm'dan iki kişiyi yakalatıp karşısına aldı ve onlardan birine sordu :

  Muhammed hakkında ne dersin?

  O Allah'ın Resulüdür.

  Ya benim hakkımda ne dersin?

  Sen de...

Müseyleme onu bir tarafa itti. Sonra diğerine sordu:

  Muhammed hakkında ne dersin?

  O, Allah'ın kulu ve resulüdür.

  Ya benim hakkımda ne dersin?

  Dilim yok, dilsizim, diye cevap verdi.

Bunun üzerine Müseyleme onu hemen oracıkta öldürttü ve diğerini serbest bıraktı. Sözü edilen sahabi, fazlasıyla üzüldü ve kendi kendine : «Arkadaşım doğruyu söyledi, imânını korudu, o yüzden canını verdi. Ben ise, birkaç gün daha yaşayabilmek için yalan söyledim, yalancı peygam­berin peygamber olduğunu kabul ettim. Yazıklar olsun bana!» diyerek iki gözü iki çeşme Peygamber {A.S.) Efendimiz'e gelip durumu arz etti. Re­sûlüllah  (A.S.) ona :

  Öyle söylediğin zaman kalbin iman iie yatışmış değil miydi ve Mü-seyleme'nin yalancı olduğuna kalbin hükmetmiyor muydu? Diye sorunca, o da şu cevabı verdi :

  Evet, ya Resûlellah!..

Bunun üzerine Peygamber (A.S.) ona :

  Senin arkadaşın doğruyu söyledi ve o yüzden şehtt edildi. Büyük ecir kazandı. Sen ise canını kurtarmak için Müseyleme'yi tasdîk ettin. Se­nin de bu yüzden bir günahın yoktur, buyurdu. [215]

 

İlgili Hadîs

 

«Ümmetimden hatâ, unutma ve işlemeğe zorlandığı şefden dolayı (gü­nah ve sorumluluk) kaldırılmıştır.» [216]

 

Fıkhî Yönü

 

1—  Ölümle tehdit edilip küfre zorlanan kimse -kalbi imân ile yatışmış bulunduğu halde-o yüzden   diliyle   küfrü   gerektiren    bir söz   söylediği takdirde kâfir olmaz.

2—  Böyle bir durumda karısı boşanmış olmaz. Aynı zamanda hakkın­da murted hükmü uygulanmaz. Nitekim İmam Mâlik, İmam Şafiî ve Küfe alimlerinden bir kısmının da içtihatları bu doğrultudadır.

3—  Başkasını öldürmeye zorlanan kimseye, öldürme ruhsatı yoktur. Bu durumda başına gelen belâya sabreder. Çünkü hayat hakkı her masum için muhteremdir. O bakımdan kişi kendi canını kurtarmak pahasına baş­ka bir masumu öldürme hakkına sahip değildir. Savaş hali bu genelleme­nin dışındadır. Ümmetin ilim adamlarının bu mesele hakkında icma'ları vardır.

4—  Ölüm tehdidiyle zinaya zorlanan kimse, canını kurtarmak için zi­na ederse, Ebû Sevr ve İbnü'l-Arabî'ye göre, kendisine zina haddi gerek­mez. Mâlikî mezhebinde de sahih olan budur. İmam Ebû Hanîfe'ye göre, onu zorlayan hükümdarsa, istihsanen had (zina cezası) gerekmez. Başka biri ise, had gerekir. İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed'e göre, her iki durumda da had gerekmez.

5—  Talâka, yani karısını boşamaya zorlanan kimse başka çare bu­lamaz da «eşimi üç talâkla boşadım» derse; karısı boş düşer mi? İmam Şafiî ve arkadaşlarına göre, boş düşmez. Hz. Ömer, Hz. Ali ve İbn Abbas'a (Allah hepsinden razı olsun) göre de hüküm böyledir, yani karısı boşanmış sayılmaz. İmam Mâlik ile İmam Ahmed'in de içtihatları bu doğrultudadır. İmam Ebû Hanîfe'ye göre, karısı boş düşer.

Tabii bu mesele hakkında müctehit imamların her birinin kendine gö­re dayandıkları deliller vardır ki kaynak fıkıh kitaplarında yeterince açık­lanmıştır. Hacmimiz müsait olmadığından buraya nakledemedik.  [217]          

 

Dünya Hayatını Tercih Edenler

 

<<Bu böV'edir. Çünkü on­lar dünya hayatını sevip âhirete tercîh etmişlerdir.,»

İslâm, her iki hayata birden sarılmayı ve ikisini de bayındır hale ge­tirmeyi emreder. Birini diğeri için bırakmayı veya ihmal etmeyi uygun gör­mez.

Mü'min dünya pazarında oldukça becerikli ve ilerisini gören basiretli bir tacirdir. Rabbının buyruklarına uyarak, tavsiyelerini uygulayarak, ol­gun insan olmak için âhiret saadetini satın alır. Âhireti inkâr edip kendini dünya hayatına adayarak başka hiçbir amaç ve gayesi olmayan inkarcılar hakkında ise, şu altı maddelik uyarı hatırlatılıyor:

1—  Âhirette Allah'ın gazabına müstahik olurlar.

2—  Açtıkları çığırda yürüyen maddecilerin kazandığı günah ve veba­lin bir mislini yüklenirler.

3—  Allah'ın mülkünde Allah'ın verdiği nimetle Allah'ı ve âhireti inkâr etmenin cehalet ve inat ateşini hazırlarlar.

4—  Hidâyet çizgisine erişmek için dönüş yapmadıkları takdirde Allah onları doğru yola iletmez.

5— Bu yüzden hakka, gerçeğe karşı kulakları, gözleri ve kalpleri mü­hürlenir.

6— Aziz ömrü gaflet ve dalâlet içinde tüketmekten dolayı ebediyen üzülürler. [218]

 

Allah Kâfirleri Doğru Yola Eriştirmez

 

<<Ve A"an da Kâfirler topluluğunu doğru yola eriştirmez.»

Küfür: Hakkı, doğruyu, gerçeği inkâr edip hakikatin üzerine örtü ör­tüp gizlemek ve böylece doğru yolun başından uzaklaşıp bâtıla uzanan yolu tercîh etmektir.

Unutmamak gerekir kir insanın önünde sadece iki yol vardır: Hakk'a uzanan doğru yol ve bâtıla giden eğri yol. Birinden uzaklaşan veya sapan kimse, ister istemez diğerine girmiş olur.

Peygamber ve kitabın telkîn ettikleri imân ve irfan her vesileyle insa­nı doğru yolun başlangıç noktasına getirir ve Allah'a giden yolu gösterir. İlâhî sünnet, kendini bu noktaya getiren mü'min hakkında hidâyetle tecel­li eder de o, doğru yolun yolcusu olur.

Mevcut yeteneklerini ve yeteneklerine destek sağlayan kitap ve pey­gamberi, sözü edilen noktaya gelme hususunda kullanmayan ve dinlemi-yen kimse, onun aksine arkasındaki çizgiye kendini itmiş olur. Bu durum­da Cenâb-ı Hak ondan yana hidâyetiyle tecelli etmez ve böylece onu doğ­ru yola iletmez. [219]

 

İnkarcı Maddeciler Neden Doğru Yolu Görmezler?

 

Küfrün kalın ve katmerli örtüsü kalbi ve ruhu sarıp ilâhî hidâyet ışığı­nın içeri girmesine engel olur. Böylece nefis ve şehvet, alanı bütünüyle boş bulup gemi azıya alırlar. İblîs'in de bu ortamdan yeterince yararlanması söz konusu olunca, kalpler mühürlenir, gözler hakikati göremez, kulaklar da işitemez olur. Böylece ilâhî sünnet gereği, hakka giden yoldan uzaklaş­tıkça uzaklaşırlar. Kendi yeteneklerini kötüye kullanmak suretiyle hilkat kanununun dayandığı hikmete ters düşerler.

O halde insan kendi hayatın: kazanmakta serbest olduğu gibi, ebe­diyete uzanan yolundaki engelleri kaldırıp kaldırmamakta da serbesttir. Diğer bir tabirle, gözlerini dünyaya açtığında iki yolun kavşağında kendini bulur ve bunlardan birini seçmekte serbest bırakılır. Ancak doğruyu eğri­den, iyiyi kötüden ayırt edebilmesi için, yol gösterici, tehlikeye karşı uya­rıcı kitap ve peygamber gönderilir. Netice olarak herkes kendisine verilen cüz'i irâdeyle hayatını düzenler ve sözü edilen yollardan birini seçer. O bakımdan işlediklerinden sorumlu tutulmuş ve mevcut yetenek ve imkân­lardan, doğruyu bulmakta yeterince yararlanıp yararlanmamaktan dolayı hesaba çekileceği bildirilmiştir. [220]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, ölüm tehdidi altında kalan bir mü'minin -kalbi imân ile yatışmış bulunduğu halde- diliyle küfre delâlet eden bir söz söyle­mesinde bir sakınca olmadığı açıklandı. Ancak hiçbir zorlama söz konu­su değilken inandıktan sonra küfre dönenlerin ilâhî gazaba çarpılacakları hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah ve Resulüne dosdoğru imân ettikten sonra, bu yüzden işkencelere maruz kalan ve sonra da yurtlarından sürülüp çıka­rılanlar için büyük ecirler hazırlandığı, her şeyden önce ilâhî rahmet ve gufrana lâyık görüldükleri konu ediliyor. Âhirette herkesin kendi amelinin karşılığını göreceği bildirilerek, Allah'ın mutlak anlamda âdil olduğuna işa­ret ediliyor. Sonra da nîmet içinde yüzüp giden bir kasaba halkı misal ve­riliyor ve nankörlüğü şükretmeğe tercih eden ora halkının çok geçmeden açgözlülük ve korku elbisesiyle yüzyüze geldikleri, böylece ihtiraslarının daha da kabarıp kutsal değerlerden çok uzaklaştıkları hatırlatılıyor. [221]

 

Meali:

 

110—  Sonra çeşitli işkence ve eziyete uğratılan, ardından hicret eden, sonra da Allah yolunda savaşan ve sabreden kimseler için şüphesiz ki Rabbin çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

111—  O günde her can kendi nefsiyfe mücâdele edip gelecek ve her­kese işlediği amellerinin karşılığı -kimseler haksızlığa uğratılmadan- nok­sansız ödenecek.

112—  Allah (size), güven içinde gönülleri huzur ile yatışmış bir ka­saba halkını misâl verir: Rızıkları her yandan bol ve rahatça geliyordu. Buna rağmen onlar Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ettiler; Allah da o yaptıklarına karşılık onlara aç Irk ve korku elbisesini (giydirerek nankör­lüğün acısını) tattırdı.

113—  And olsun ki, içlerinden onlara bir peygamber geldi de onu ya­lanladılar. Bu yüzden -onlar zâlimler iken- azap kendilerini yak al ay iverdi.

 

İniş Sebebi

 

Mekkeli'ferden lyaş b. Ebî Rabi'a (Ebû Cehl'in ana tarafından kardeşi), Ebû Cendel b. Süheyl, Velîd b. Velîd, Seleme b. Hişam ve Abduliah b. Esed es-Sakafî, İslâmiyeti kabul edip imân ehli arasına katılınca, azgın putpe­restler bunlara da türlü işkence ve eziyette bulundular. Din vicdan hür­riyetine kelepçe vuran bu fitne ve serden kurtulmak için hayli mal ve pa­ra da verdiler; ama gözü dönmüş müşrikleri tatmin edemediler ve Mekke'­de tam cehennemi bir hayat yaşadılar. Sabredip Allah'a güvenmek ve sa­dece O'na dayanmaktan başka hiçbir tutamak ve destekleri yoktu.

Aylar ve yıllar birbirini bu üzücü hava içinde kovalarken Hakk'ın emri tecelli etti, Medine'ye hicret ettiier. Sonra da kendilerini savunacak, gelen şer ordusunu geri çevirecek, hatta tesirsiz kılacak bir güç oluşturdular. Al­lah yolunda canlarıyla, mallarıyla savaştılar.

Yukarıdaki âyetler onların bu müstesna durumunu tasvir eder anlam­da inmiştir. [222]

İkrime'ye göre : Âyet, Abdullah b. Ebî Sarh hakkında inmiştir. Bu adam önce İslâm'a girip Hz. Peygamber'e (A.S.) kâtiplik yapmış, sonra da şeyta­na uyup dinden dönmüştür. Mekke fethedildiğinde, Hz. Peygamber (A.S.)

onun öldürülmesini emretmişse de Hz. Osman (R.A.) onun adına aman di­lemiş ve rahmet Peygamberi de ona aman vermiştir. Bu hoşgörü ve neza­ketten fazlasıyla duygulanan Abdullah b. Ebî Sarh, tevbe ve istiğfarda bu­lunarak bütün samimiyetiyle İslâm'a dönmüş ve böylece hem öldürülmek­ten, hem de ebedî azaptan kurtulmuştur.[223]

 

İmanın Faturası

 

Saadet burcunda yükselen İslâm güneşi, gönülleri aydınlatmaya baş­layınca, yıllar yılı derin uykuda ömür tüketen gafiller, silkinip uyandılar, insanlara mutlak rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed'in (A.S.) etra­fında toplanıp imân cevherini gönül gerdanlığının en nadide taşı olarak lâ­yık olduğu yere oturttular. İş bununla da kalmadı, arkasından fırtınalar koptu, mihnet günleri başladı. Saldırılar, işkenceler, alaylar ve rencide eden kahkahalar birbirini izledi. Çünkü nimetlerin en üstünü ve en değerlisi, şüp­heden uzak bir imândır. Bu bakımdan bu nimetin faturası da o nisbette ağırdır, Kur'ân bu faturanın yüksek pahasını dört maddede özetlemektedir:

1—  Türlü işkence, eziyet ve mihnetlerle karşılaşmak ve gerektiğinde mal ve canı feda etmek.

2—  Allah'ın indirdiği son dine hizmet için uygun bir ülke seçip hicret etmek.

3—  Sonra da imkânlar elverdiği takdirde din ve vicdan hürriyetine zincir vurmak isteyen saldırgan müşriklerle savaşmak.

4—  Olaylar karşısında dayanma gücünün son kertesine kadar sab­retmek..

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, imân cevheri alabildiğine değerli, fa­turası o nisbette yüksektir. Mükâfatı ise, rahmet ve gufrandır. Birinci mü­kâfat ile, kalpler ilâhî rahmeti yansıtan odak olur. İkinci mükâfat ile, kalbi ve vicdanı karartan her türlü kir ve pastan kurtulma inayeti doğar. Böy­lece kalplerin üzerine ebedî saadete namzet damgası vurulur.

Şüphesiz ki bu damga, âhiret gününde her can kendi derdine ve kay­gısına düştüğü, kimsenin kimseye sahip olamadığı bir dönemde belirgin­leşir.

Kur'ân-ı Kerîm'de ilgili âyetle, kıyametin ilk safhasından bir' tablo or­taya konuyor. Milyarlarca insanın dirilip kalkması; ırk, milliyet, dil, din ve aşiret farklarının kaldırılıp bütün milletlerin biraraya getirilerek toplanma­sı, ilâhî adaletin ihtişam ve parlaklığıyla tecelli etmesi. Cehennem üzerin­deki köprünün bütün heybetiyle ortayg çıkması; her kişinin kendi ameliy­le başbaşa kalıp korkması ve üzülmesi, işin başlangıcı, kıyamet sahnesi­nin ilk perdesidir.

İşte böyle bir günde, sözünü ettiğimiz imân sahiplerinin kalp ve ruh­larındaki rahmet boyası, en yakın arkadaşları, sağlam destekleri ve güven dostları olur. Kur'ân bu çok yakın ve ebedî dostu, Allah dostluğuyla elde etmemizi, kıyamet günü gelmeden böyle sağlam bir desteğe kavuşmamızı öğütlemektedir. [224]

 

Herkes İşlediğinin Karşılığını Görecek

 

«Ve herkese işlediği amellerinin kar­şılığı -kimseler haksızlığa uğratılmadan- noksansız ödenecek.»

Allah mutlak anlamda adalet ve hikmet sahibidir. O'nda ne bir kin, ne de zulüm eseri vardır. Öyle ki: Dünyada suç işlediği halde yüz türlü hile­ye başvurup kendini kanunun pençesinden kurtaranlar, o gün ilâhî adale­tin şaşmaz terazisinde boylarının ölçülerini alacaklar. İşledikleri her türlü suç ve günah önlerine dökülüp dağ gibi olacak; itiraz ve i'tizar yolları bü­tünüyle kapanacak. Her amel noksansız tartılacak ve eksiksiz karşılık ve­rilecek..

Unutmayalım ki, o günleri uzak görsek bile, çok yakındır. Öldükten sonra ruhlar âleminde zaman kavramı bir bakıma kalkacak, o âlemde pek kısa bir süre kaldığımızı, ikinci hayata çevrildiğimiz gün anlayacağız. Dün­ya hayatı ise, su gibi akmakta, temmuz güneşi dokunan kar gibi erimek­tedir. O bakımdan da kıyamet de, âhiret alemindeki hesap ve ceza safha­ları da çok yakın sayılır. [225]

 

Medineli'lere Verilen Tarihî Misal

 

«Allah (size) güven içinde gönülleri huzur ile yatışmış bir kasaba halkını misal verir: Rızıkları her yandan bol ve rahatça geliyordu. Buna rağmen onlar Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ettiler..»

İman ettikten sonra türlü işkence, eziyet ve tartışmalardan sonra Medine'ye hicret edenler, yerli halk tarafından coşkuyla karşılandılar; büyük ilgi ve itibar gördüler. Akabe bey'âtlerinde İslâm'a girenlerden başka he­nüz İslâm'a girmeyenler hayli çoktu. Onlar da nübüvvet güneşinin aydın­lığı karşısında yeni dine hemen ısındılar da Mekkeli'ler gibi nankörlük et­mediler.

Kur'ân ilgili âyetle, Mekkeli'lerin İlk günlerini ve sonra aşırı bir inkâr, tuğyan ve nankörlük sebebiyle nasıl sıkıntı ve korkuya düştüklerini hatır­latarak Medineli'leri bir bakıma uyarıyor, bir bakıma da kutluyor.

Mekkeli'lere verilen ilâhî nîmetler:

a)  Kutsal Kabe'nin orada inşâ edilmesi,

b)  Arap Yarımadası'ndan buraya hac ibâdeti için binlerce insanın akın edip o şehre hareket sağlaması,

c) Emin bir belde olarak kabul edildiği için ticarî kervanların sık sık uğraması,

d) Orada oturanların kutsal Kabe hürmetine güven ve huzur içinde yaşaması ve rızıklarının o sayede kolaylıkla her yandan akıp gelmesi bu cümledendir.

Bunca nimetlerin üstünde bir de son peygamberin Mekke'den seçilip gönderilmesi, Allah'ın onlara çevirdiği en üstün nîmeti olarak, diğer nî­metler zincirine eklenen en büyük halka oluyordu.

Ne yazık ki, onlar bu yüce nîmete karşı nankörlük ettiler, çok âdice davranıp O'na lâyık olmadıklarını her vesileyle ortaya koydular. O yüzden Cenâb-ı Hak Mekkeli'lere dünyada iki elim azap verdi:

a)  Uzun bir kuraklık baş gösterdi. O kadar ki, çevre kabileler kutsal Kabe'yi unutup kendi dertleriyle meşgul olmaya başladılar. Derken Mek­ke'ye dört bucaktan akıp gelmekte olan nîmetler artık gelmez oldu. Açlık, susuzluk had safhaya erişti; o derecede ki, deve yününü kana karıştırıp yediler. Güneş altında yıllarca kuruyup taşlaşan deri parçalarını öğütüp açlıklarını gidermeğe çalıştılar.

b)  Resûlüllah (A,S.) Efendimiz'in ve arkadaşlarının Medine'ye hicret­leri gerçekleşince, Mekkeli'leri derin bir endişe, açık bir korku sardı. Yıllar yılı işledikleri cinayetleri, yaptıkları işkence ve zulümları hatırlayarak işin nereye vardığını ve varacağını anlamakta gecikmediler. Yakın gelecekte Hz. Muhammed'in  (A.S.) ordu  kurup üzerlerine yürüyeceğine muhakkak nazarıyla baktılar; baktıkça da yürekleri yerlerinden oynuyor, ne yapacak-lorını, nasıl tedbir alacaklarını dahi hemen düşünemiyorlardı. İşte böylece Mekkelİ müşrikler gece-gündüz işledikleri zulümleri hatırladıkça rahatları, huzurları ve uykuları kaçıyordu.

Her şeye rağmen o rahmet peygamberi Hz. Muhammed (A.S.), Mek­ke'nin boynu bükük çocuklarına ve annelerine acıyarak, onlara imkânları elverdiği ölçüde yiyecek maddeleri gönderdi. Oysa onlar, O büyük peygam­beri öz yurdundan ayrılmaya mecbur etmişlerdi..

Böylece Mekkeİi'ler bunca nîmeti, ardı-arkası kesilmeyen zulüm ve işkenceyle karıştırıp ilâhî sünnete ters düşmüşler, o yüzden de azgınlıkları son kertesine gelince, ilâhî azap yine en hafif yönüyle onları yakalayıver-mişti.

Bu âyetleri okuyan Medineli'ler, Allah'ın neyi hatırlatmak istediğini ve onlardan neler beklediğini anlamakta gecikmediler. O bakımdan da Resû-lüllah'a (A.S.) dört elle sarıldılar, muhacirleri kardeş edindiler ve malla­rıyla, canlarıyla kendilerini Allah yoluna adadılar.. [226]

Allah hepsinden razı olsun..

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, her şeylerini Allah yoluna adayıp hicret eden mü'minlerin kadri yüceltildi. Nankör Mekkeli'ierin ilâhî nimetlere karşı ka­yıtsız ve ilgisiz kalmaları kınanarak, o yüzden kendilerine iki ayrı azabın dokunduğu konu edjldi. Sonra da Medineli'Iere o kasaba halkının tutumu misal verilerek çok dikkatli olmaları istenildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın Medineli'îere Peygamber, Kur'ân ve İs­lâmiyet gibi üç büyük nîmeti birden verdiği hatırlatılıyor. Sonra da bu nî-metler doğrultusunda nelerin haram kılındığı açıklanıyor. Arkasından da yeminler hakkındaki hükümlere yer verilerek mü'minlerin dinî kültürleri artırılıyor. [227]

 

Meali:

 

114—  Artık Allah'ın size verdiği rızıktân helâl ve temiz olarak yeyin; Allah'ın nimetine (karşılık) şükredin, eğer O'na tapıyorsanız (nankörlük et­meyin),

115—  O ancak size ölüyü, kanı, domuz etini ve bir de Allah'tan baş­kası adına kesileni haram kılmıştır. Kim de darda kalırsa, (başkasının hak­kına) tecâvüz etmeksizin, (ölmeyecek miktarı) aşmaksızın (bunlardan yiye­bilir). Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

116—  Allah'a karşı yalan uydurmak kasdıyla, dillerinizin alışageldiği şekilde uydurup «bu helâldir, bu haramdır» demeyin. Çünkü Allah'a karşı yalan uyduranlar elbette umduklarına erişemezler.

117—  Az bir yararlanma ve geçimliktir. Onlar için elem verici bir ozâp vardır.

 

Medineli'lere Tavsiye

 

tık Allah'ın size verdiği rızıktan helâl ve temiz olarak yeyin; Allah'ın nime­tine (karşılık) şükredin. Eğer O'na tapıyorsanız (nankörlük etmeyin).»

Mekkeli'lerin nankörlüğü ve o yüzden sıkıntıya ve açlık felâketine uğ­ramaları, ölmüş hayvan etinden yemeleri; köpek ve kedi etinden yiyecek kadar muztar kalmaları konu edildikten sonra, mü'minlere helâl ve temiz şeylerden yemeleri emrediliyor. Emir ise vücubu gerektirir. Öyle ki, helâl ve temiz şeyleri seçmek vaciptir. Haram ve zararlı şeylerden kaçınmak farzdır.

Arkasından da genel hükümden sonra özel hükümlere yer verilerek, öl­müş hayvan eti, akıtılmış kan, domuz eti ve bir de Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan yenilmesi kesinlikle yasaklanıyor.

Sözü edilen haram nesnelerden ikisi beden sağlığına; biri hem beden, hem ruh sağlığına; biri de sadece ruh sağlığına, yani imân afiyetine zarar­lıdır. Şöyle ki :

1—  Ölü hayvan eti, Mâide sûresinde de belirttiğimiz gibi, kısa zaman­da bozulup zararlı bakterilerin istilâsına uğrar. Salgıladıkları toksinle ze­hirlenme olayı meydana gelir.

Yüksekçe yerden yuvarlanma veya başka bir hayvan tarafından sü-sülerek, ya da parçalanarak ölen hayvanın eti neden zararlı ve haram olu­yor?

Bunun iki sebebi vardır:

a)  Allah'ın ismi anılmadan ölmüştür. O bakımdan yenilmesi doğru de­ğildir.

b)  Bunların eti helâl kılınmış olsaydı, aynı sebepten ölüp uzun süre kendi haline terkedilen ve o yüzden etinde bakteriler oluşan hayvanların etinden yararlanmaya kapı açılır ve yasak hedefine ulaşmamış olurdu.

Bu iki sebebin dışında daha ne gibi hikmetler var, bilemiyoruz. Allah mutlak hikmet sahibi olduğundan, koyduğu yasakta kesinlikle birtakım ya­rarlar söz konusudur. O halde bize gereken şudur: Madem ki Allah bun­ları haram kılmıştır, o takdirde haram kabul ediyoruz ve bu konuda başka bir yol aramıyoruz.

2—  Birçok    hastalık   kanın    bileşiminde     değişikliklere    yol    açar.

Ayrıoa bir takım zararlı bakteri ve virüslerin yer aldığı bir ortam oluşturma­ya da çok müsaittir. O bakımdan birçok hastalığın teşhisinde kan yardım­cı bir unsur olabilmektedir. Diğer yandan kan, çabuk kokuşan bir madde­dir.

Bunun dışında kanın sağlığımız üzerinde ne gibi olumsuz etkileri var­dır, bilemiyoruz. İlende ilmî araştırmalar bir takım ip uçları ortaya çıkara­bilir.

O halde açlıktan ölüm tehlikesi başgöstermedikce, akıtılmış kandan yemek kesinlikle yasaktır, haramdır. Sözü edilen tehlikeli anlarda, ölme­yecek kadar yemekte bir sakınca yoktur. Çünkü zaruretler, mahzurlu şeyie-ri mubah kılar.

3—  Domuz eti, hem beden sağlığına,  hem  ruh afiyetine zararlıdır. Unutmayalım ki, gıda maddelerinin ruh ve karakter üzerinde bir takım olum­lu ve olumsuz tesirleri olabilir.

Son yıllarda Alman ilim adamlarından Dr. Hans RECKEVVEG'in domuz etinin zararlarını bilimsel olarak ortaya koyan araştırması, oldukça dikkat çekicidir. Bunları dokuz madde halinde belirtirken, Kur'ân'ın ilme ve ilim adamına on beş asırdan beri birçok konularda ana fikir verdiğini, temel bilgiler koyduğunu düşünüyoruz ve Dr. Hans'ın, Kur'ân'ın sözü edüen hük­münün ilâhî olduğunu isbattar anlamda bilimsel belgeler ortaya koyduğu­nu görüyoruz.

Mâide ve En'am sûrelerinde domuz etiyle ilgili tesbitlere yer verdiği­miz için, burada tekrar etmek istemiyoruz. Meraklıların Bakara sûresi 173., Mâide sûresi 3., En'am sûresi 145. âyetlerin tefsîrine bakmalarını tavsiye ederiz. Özellikle Mâide sûresi 3. âyette yeterli açıklama yapılmıştır.

4—  Allah'tan başkası adına kesilen hayvan da eti haram kılınanlar­dan biridir. Bu daha çok kalpteki İmân cevherinin cilasını bozar, ilâhî rah­metin oraya inmesine engel olur ve ruhun afiyetini zedeler. [228]

 

Zaruretler Sınırlıdır

 

«Kim de darda kalırsa, (başkasının hakkına) tecavüz etmeksizin, (ölmeyecek miktarı) aşmaksızın (bunlardan yiyebilir). Şüphesiz ki, Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.»

İslâm hukukundaki yüze yakın   ana   kaideden    ikisi zaruretlerle ilgilidir. Şöyle ki: «Zaruretler mahzurlu şeyleri mubah kılar.» «Zaruretler ken­di miktarınca takdir olunur.»

İkinci kaide, birinci kaideyi tamamlar mahiyettedir. Her ikisi de ilgili âyetin ışığı altında belirlenip ortaya konulmuştur. Bunları biraz açıklama­mızda fayda vardır; şöyle ki:

İslâm'da Kur'ân ve hadîsin ışığı altında zaruretler tahdit edilmiş, yani belirli bir sınır içine alınmıştır. Haram nesneyle karşı karşıya gelen kimse, belirlenen sınır içinde, ondan İhtiyaç miktarı kullanabilir. Buna birkaç mi­sal verelim :

a)  Kıtlık yıllarında, ölen "bir hayvanın etinden, başka yiyecek bir şey bulunmaz da adam açlıktan ölmek tehlikesiyle karşı karşıya kalırsa, ölme­yecek kadar o hayvanın etinden yiyebilir. Bunun gibi susuzluktan ölüm tehlikesiyle yüzyüze gelen  kimse, ölmeyecek kadar şarap veya  benzeri alkollü içkiden içebilir.

b)  Ölüm tehdidiyle küfre zorlanan, yani İslâmiyeti bırakıp Peygambe­ri ret ve inkârla ölüm arasında bir tercih yapmakla karşılaşan kimse, kal­bi imân ile yatışmış bulunduğu halde küfrü gerektiren söz söyleyebilir. Bu­nun gibi, bir kimse tehdit ve cebir ile diğer bir kimsenin malını itlaf etse, bu işe ölüm tehdidiyle zorlandığından sorumlu tutulmaz.

c)  AçFıktan ölüm tehlikesi geçiren kimse, başkasına ait olup sahibi­nin müsadesini almadan -ileride bedelini veya aynını ödemek niyetiyle-malından ölmeyecek kadar alıp yiyebilir. [229]

Çünkü hayat hakkı bazı istisnalarla her zaman muhteremdir. [230]

 

Helâl Ve Haram Kılma Yetkisi

 

«Allah'a karşı yalan uydurmak kasdıyla, dillerinizin alışageldiği şekilde uydurup «bu helâl­dir, bu haramdır» demeyin.,»

Bir şeyi helâl, ya da haram kılma yetkisi Allah'a aittir. Hadîs ile tahrî-mi belirlenen bazı şeyler de, Melek Cebrail'in işaretine dayanmaktadır. Çünkü Peygamber (A.S.) Efendimiz kendiliğinden böyle bir hüküm koyma yetkisine sahip değildir. O'nun dinî konularda söylediği her şey, mutlaka vahye ve bir de Cebrail (A.S.)ın işaretine müstenittir.

Gerçek bu olunea, Peygamber (A.S.) Efendimiz devrinde bulunmayan, ya da bilinmeyen bazı zararlı şeyler ortaya çıkmıştır kt, bunların helâl ve­ya haram olup olmadığı hakkında Kur'ân ve Sünnet'te bir açıklama yok­tur. Yetki ise, Allah'a ve sonra da Peygamberine ait olduğuna göre, sözü edilen maddeler hakkında bir hüküm vermek mümkün değil midir? Aklın şer'î hükümlerde bir rolü söz konusu mudur?

Şiî bilginlerine ve daha çok İmamiyye mezhebine göre: Hakkında nass [231] bulunmayan konularda akıl bir kaynaktır. Hanefî, Şafiî, Hanbelî ve Mâlikî mezheplerine göre ise, akıl tek başına bir kaynak kabul edilmez. Hakkında nass bulunmayan şeyler; kıyas, istihsan ve şer'ân muteber olan maslahatlar çerçevesinde nassa bağlanır.

O halde bir mesele hakkında nass bulunmazsa, akıl kendi başına hü­küm veremez, nassdan yardım görerek, ona dayanarak verebilir. Böylece hakkında nass bulunmayan bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak me-nat (illet} sebebiyle, hakkında nass bulunan meselenin hükmüne bağla­mak suretiyle kıyas yapılır.

Bunun için de şu dört esasın bulunması şarttır:

1—  Asıl: Hükmün  kaynağı,

2—  Feri': Hakkında nass bulunmayan mesele,

3—  Hüküm: Kıyas yoluyla asıldan fer'a geçilmesi istenen sonuç, Ortak illet: Hem asıl'da, hem de feri'de bulunması gereken ortak vasıf.

Bunu bir misal ile açıklayalım :

Kur'ân'da hamır diye adlandırılan alkollü içkilerin haram olduğu açık­lanmakta ve tahrîm illetinin s e k r (sarhoşluk) olduğu belirtilmektedir. O halde Peygamber (A.S.) zamanında bulunmayıp sonradan icat edilen ero­in, kokain, afyon ve benzeri uyuşturucu maddeler, içkiye kıyas edilir. Çün­kü aralarında ortak illet mevcuttur. Böyiece bu durumda da tahrîm yetki­si Allah'a ait olarak kalır.

O bakımdan ilgili âyetle, «Dillerinizin alışageldiği şekilde uydurup bu helâldir, bu haramdır, demeyin.» buyurularak insanların kendi görüş, an­layış ve mantıklarına göre, rastgele hüküm vermeleri yasaklanmıştır. Ni-tekim cahiliye devri Arapları, bazı develerin kulaklarını yararak, ya da damgalayarak onu kendilerine haram kılarlar; Allah onları haram kılmış gibi bir hava estirirlerdi. İlgili âyetle buna işaret edilmektedir.

O halde hiçbir yetkileri ve hakları yokken, bazı kişilerin kendi düşün­ce ve mantıklarına göre, helâli haram, ya da haramı helâl saymaları veya yeni icat edilen zararlı bir maddeyi helâl kabul etmeleri çok sakıncalıdır. Kur'ân onların kendi nefislerinden yana yontup hüküm vermelerini kınar­ken şunu hatırlatıyor: «Bu, az bir yararlanma ve geçimliktir ve onlar için elem verici bir azap vardır.» [232]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle, Medineli'lere misal verilerek, ilâhî nîmetle-rin kıymetini bilip şükrünü yerine getirmeleri öğütlenirken, aynı tavsiyenin bütün mü'minlere yapıldığına işaret edildi. Sonra da helâl ve haram kılma yetkisinin Allah'a ait olduğuna atıf yapılarak dört önemli şeyin haram kı­lındığına dikkatler çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Yahudilere haram kılınan şeylerin sebeplerine dik­katler çekiliyor. İlâhî emre uymadıkları ve mevcut nimetlerin kıymetini tak­dir etmedikleri için kendilerine bazı cezaların verildiği belirtiliyor. Ama bil­meden kötülük işleyenler, bunun farkına vardıkları zaman tevbe edip dö­nüş yaparlarsa, şüphesiz ki Allah'ı gafur ve rahîm olarak bulacakları müj­deleniyor. [233]

 

Meali:

 

118—  Daha önce sana anlattıklarımızı da Yahudî olanlara haram kıl­mıştık. Biz onlara zulmetmedik, ama onlar kendilerine zulmediyorlardı.

119—  Rabbin gerçekten, bilmeden kötülük işledikten sonra ardından tevbe edip kendini düzeltenlerden yanadır. Şüphesiz kî, Rabbin bundan sonra da çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

 

Yahudilere Haram Kılınan Şeyler

 

«Daha önce sana anlattıklarımızı da Yahudi olanlara haram kılmıştık..»

Yahudilere de daha önceleri, yukarıda belirtilen dört şey haram kılın­mış; ancak işledikleri zulüm, sergiledikleri azgınlık sebebiyle, ayrı bir ceza olarak diğer bazı şeyler de kendilerine haram kılınmıştır. Nitekim yukarı­daki âyetle, En'âm sûresinde geçen bu husustaki açıklamaya atıf yapılı­yor. Adı geçen sûrede Yahudilere ayrıca haram kılınan şeyler şöyle ifade edilmektedir: «Yahudî (dininden) olanlara da (Tevrat'ta) her tırnaklı olan hayvanı haram kıldık. Sığır ve koyunların da sırtlarında veya bağırsakla­rında veya kemiğe karışık bulunan yağlar dışında iç yağlarını haram kıl­dık. Bu, aşırı gidip ilâhî sınırları aşmalarından, insan haklarına el uzatma­larından dolayı onlara verdiğimiz bir cezadır ve elbette biz doğrularızdır.» [234]

Nisa sûresinde de tahrîm sebepleri biraz daha az farkla açıklanarak şöyle buyurulmaktadır: «Yahudilerden (çoğunun.) zulümleri, birçoklarını Al* lan yolundan alıkoymaları, men'edildikleri halde faiz almaları ve haksız se­beplerle insanların mallarını yemeleri sebebiyle (daha önceleri) kendilerine helâl kılınan iyi ve temiz şeyleri onlara haram kıldık ve yine onlardan kü­für üzere kalanlara elem verici bir azap hazırladık.» [235]

Böylece Cenâb-ı Hak, bir milleti güçten düşüren, parçalanıp başka milletlerin boyunduruğu altına sokan dört ana sebebi. Nisa sûresinde acık, En'âm sûresinde yarı açık, Nahl sûresinde kapalı şekiide belirterek yaşa­makta olan milletleri uyarıyor.

O dört sebebi şöyle özetliyebiliriz :

1—  Halkının çoğunun haksızlığı sanat edinip zulümde bulunması,

2—  İnanan ve inanmak arzu ve hevesinde olan insanları Allah yolun­dan alıkoymak için birtakım çirkin oyunların düzenlenip sahneye konul­ması,

3—  Haksız sebeplerle, dolaylı yollardan insanların mallarına el uza­tılması,

4—  Yasaklandığı ve kesin haram kılındığı halde faize rağbet edilerek onun geçim vasıtası haline getirilmesi..

O halde Allah'ın insanlardan yana en çok hoşlanmadığı bu dört bü­yük günahın hepsini işleyen toplumların, kendilerini yıkıp yok edecek fe­lâket gelip kapılarına dayanmadan önce, tevbe edip hakka yönelmeleri bir emr-i ilâhîdir. Dönüş yapanlar için Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

Diğer bir husus da şudur: Aynı konuyu üç ayrı yerde açıklayan Kur'-ân-ı Kerîm, Cenâb-ı Hakk'ın Tevrat'ta sözünü ettiğimiz dört şeyi kesinlikle yasaklayıp haram kıldığını haber veriyor. Hâlen mevcut Tevrat nüshala­rında bu haramlarla ilgili bazı kayıtlara rastlamak mümkün. Şöyle ki:

Faiz yasağı:

«Eğer kavmıma, yanında oian bir fakire, ödünç para verirsen, ona mu­rabahacı olmayacaksın; onun üzerine faiz koymıyacaksın..» [236]

 Kan :

«Hiç bir şeyi kanla yemiyeceksiniz..» [237]

Domuz eti:

«Ve domuzu da yemiyeceksiniz. Çünkü çata! ve yarık tırnaklıdır, fakat geviş getirmez, o size murdardır.» [238]

Yahudiler bu yasaklara uymadıkları için Cenâb-ı Hak, onları, başka şeyleri de haram kılmak suretiyle cezalandırmıştır. Tevrat'ta bu tahrîmle ilgili hükümler şöyle belirtilmiştir:

«Yeryüzünde olan bütün hayvanlardan yiyebileceğiniz hayvanlar bun­lardır. Hayvanlar arasında, çatal ve yarık tırnaklı olan ve geviş getiren her hayvanı yiyebilirsiniz. Fakat geviş getirenlerden ve çatal tırnaklılardan şun­ları yemiyeceksiniz; Deveyi, çünkü o geviş getirir, fakat çatal tırnaklı de­ğildir, size murdardır. Ve kaya porsuğunu, çünkü o geviş getirir, fakat ça­tal tırnaklı değildir, size murdardır. Ve tavşanı, çünkü o geviş getirir, fakat çatal tırnaklı değildir, size murdardır. Ve domuzu, çünkü çatal ve yarık tır­naklıdır, fakat geviş getirmez, o size murdardır. Onların etinden yemiye­ceksiniz ve leşlerine dokunmayacaksınız, onlar size murdardır.» [239]

«Ve Rab Musa'ya söyleyip dedi: İsrailoğullarına söyleyip de: Hiç bir yağ, öküz, yahut koyun, yahut keçi yağı yemiyeceksiniz. Ve kendiliğinden ölen yahut parçalanan hayvanın yağı başka her iş için kullanılabilir; fakat onu hiç yemiyeceksiniz..»[240]

Ayrıca hayvan iç yağlarından Levililer kitabında birkaç yerde daha söz edilmektedir. Kur'ân'da ise bu hükümler özetlenip tashih edilerek ilâhî emirlerin doğru şekline yer verilmiştir. [241]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, ilâhî emirlere uymayıp helâl ve haram konula­rında kendi anlayışlarına göre hükümler koyan İsrâiloğulları'nd bu yüzden ceza verildiği, eti helâl olan bazı hayvanların ve iç yağlarının yasaklandığı açıklandı. Böylece yaşamakta olan mü'minlerin onlar gibi sakıncalı bir yo­la girmemeleri tenbih edildi. Sakıncalı yollara girenlerden tevbe edip dönüş yapanların bağışlanacağı müjdelenerek, ölmeden önce bu fırsatı değerlen­dirmeleri istendi.

Aşağıdaki âyetlerle, Yahudilerin İslâm'a karşı hasmane tutumları kı­nanıyor. İbrahim Peygamber'! sevdiklerini iddia ettikleri halde Onun Ha-nîf dinine uymadıkları konu ediliyor. Sonra da İbrahim Peygamber'in bazı özellikleri üzerinde durularak, neden Hz. Peygamber'in (A.S.) onun dinine uyduğunun sebep ve hikmeti açıklanıyor. [242]

 

Meali:

 

120—  Şüphesiz ki İbrahim, Allah'a itaat (havası) içinde boyun eğen ve O'na dosdoğru yönelen, kendi başına bir ümmet idi. O, müşriklerden (Allah'a ortak koşanlardan) değildi.

121—  İlâhî nimetlere şükrederdi. Allah onu seçip dosdoğru bir yola iletmişti.

122—  Ona hem Dünya'da iyifik-güzellik verdik; hem de Âhiret'te. O sâlihlerdendir.

123—  Sonra da biz «Hanîf olan, müşriklerden olmayan İbrahim'in di­nine uy», diye sana vahyettîk.

 

İbrahim Peygamber Tek Başına Bir Ümmet İdi

 

«Şüphesiz ki, İbrahim, Al­lah'a itaat (havası) içinde boyun eğen ve O'na dosdoğru yönelen, kendi başına bir ümmet idi. O, müşriklerden (Allah'a ortak koşanlardan) değildi.»

İlgili âyetle, putperestlerin hak dine karşı inkâr, ret, saldırı, taşkınlık ve azgınlıkları; Yahudilerin de sinsi, fakat sakıncalı düşünce ve tutumları kınanıyor. Bu gibi haksız saldırıların hiçbir kavim ve millete hayır getirmi-yeceğine, ama cok şey kaybettireceğine işaret ediliyor. Sonra putperestle­rin de, yahudilerin de Htristiyanlarla Müslümanların da sevip saydıkları İb­rahim Peygamber (A.S.) ve Onun bâtıldan uzak, hakka yönelik koskolay Hanîf dini hepsi için ortak barış odağı olarak öneriliyor.

Tek başına ümmet sayılması :

Bilindiği gibi, İbrahim Peygamber'in (A.S.) M.Ö. yaklaşık 2000 yılla­rında yaşadığı tesbit edilmiştir. O yalnız başına Babil krallarına karşı ge­len, onu ve halkını doğru yola, Allah'ın yoluna çağıran ve yine tek başına yılmadan mücadelesini sürdüren, o yüzden ateşe atılan yüksek azim ve irâde sahibi bir resuldür. Harran ve Musul bölgesinde tebliğ ve irşat im­kânı kalmayınca aldığı vahiy üzerine ailesiyle birlikte hicret etmesi ve git­tiği Şam, Filistin ve Hicaz dolaylarında yine ailesiyle birlikte irşat ve teblîğ görevini yerine getirmeğe çalışması. Onun tek başına bir ümmet olduğuna yeterli delil sayılır.

Tevhîd burcuna yükselip hakkın sesini küffar diyarında duyurması da ancak bir ümmetin yapabileceği önemli hizmetlerden bindir.

Tevrat'ta İbrahim Peygamber:

Mevcut Tevrat nüshaları incelendiğinde, İbrahim Peygamber'e geniş yer verildiği ve otuzdan fazla yerde anıldığı görülür. Bu, Yahudilerin İbra­him Peygamber'e karşı duydukları sevgi ve saygıyı belirtir. [243]

Bernaba İncil'inde de İbrahim Peygamber'in kadri yüce bir resul oldu­ğu açıklanır ve birkaç yerde onun ahlâkından, tevhîd dininden söz edilir. Diğer dört İncil'de ise, bu peygamberle ilgili yirmi yerde kısa açıklamalar yapıldığını görüyoruz. [244]

Arap Yarımadası'nda oturan putperestlerin de önemli bir kısmı İbrahim Peygamber {A.S.} hakkında tam sıhhatti olmasa bile, birtakım bilgi­lere sahip bulunuyorlar ve O'na saygı duyuyorlardı. Her şeyden önce, kut­sal Kabe'nin İbrahim Peygamber tarafındun temellerinin yükseltildiğini bi­liyorlardı. Sonra da Mekke'ye ilk yerleşen ailenin İbrahim Peygamber'in eşi Hacer ile oğlu İsmail Peygamber olduğu da ağızlarda dolaşan kıssa­lar arasında önemli bir yer tutuyordu.

O bakımdan Kur'ân'da sık sık İbrahim Peygamber'den ve O'nun Ha-nîf dininden söz edilmekte, İslâm'a karşı olan Yahudi ve Hıristiyanlara İb­rahim Peygamber hatırlatılarak üç semavî dinin barış odağı olabileceğine dikkatler çekilmektedir. [245]

 

İbrahim Peygamberin (A.S.) Bazı Özellikleri

 

1—  Allah'a dosaogru yönelir; bâtıldan uzak kalıp Tevhîd İnancı'nı teb­liğ ederdi.

2—  Allah'ın varlığına, birliğine, kudretinin sınırsızlığına gönülden ina­nıp teslimiyet gösterir; O'na mutlak itaat içinde boyun eğerdi.

3—  Olgunluk, iyilik ve faziletin övgü değer yanlarını kendinde topla­yan tek başına bir ümmet idi.

4—  Allah'a eş-ortak koşanlardan, puta tapanlardan, bâtılı savunan­lardan değildi.

5—  Cenâb-ı Hakk'ın nimetlerine niyet ve ameîleriyle, söz ve davranış­larıyla şükreden bir peygamberdi.

6—  Allah tarafından beğenilip seçilen, doğru yola iletilen kadri yüce bir resuldü.

Birinci madde ile Hıristiyanlara ve putperestlere sağlam bir ölçü ve­riliyor: Sizler İbrahim Peygamberi (A.S.) seviyorsanız, Onun gibi Tevhîd İnaneı'na sarılın, Allah'a asla ortak koşmayın, anlamında uyarı yapılıyor.

İkinci madde ile daha çok putperestlere sesleniliyor; Putların önünde değil, Allah'ın huzurunda eğilin ve tam itaat içinde putlara değil, Allah'a boyun eğip kulluğunuzu isbat edin, diye tenbihte bulunuluyor.

Üçüncü madde ile, bütün insanlara örnek veriliyor: İnsana yakışıp ya­raşanın sadece imân temeli üzerinde gelişen olgunluk, iyilik ve fazilet oldu­ğu bildiriliyor.

Dördüncü madde ile; müşrikler uyarılıyor: Din ve ibâdet adına Allah'­tan başkasına tapınmanın büyük bir zillet ve aşağılanmak olduğu belirtiliyor. İbrahim Peygamber'in bu zillete düşen insanları kurtarmak uğruna ateşe atılmaya bile razı olduğu, fakat Cenâb-ı Hakk'ın onu büyük birmu'ci-ze izhar ederek kurtardığı hatırlatılıyor.

Beşinci madde ile, geniş nimetler, imkânlar ve servetler içinde yüzen insanlar uyarılıyor. Bütün nimetlerin insan için, insanın da Allah'a kul ol­mak için yaratıldığına işaretle İbrahim Peygamber'in (A.S.) her hâl-ü kâr­da Allah'a şükrettiği, kazandığını dostlarıyla, misafirleriyle yediği misal ve­rilmek isteniyor. Bugünün insanının eriştiği birçok nimetlere İbrahim Pey­gamber'in erişmediği kesindir. Buna rağmen o, nimetin azlığına ve çoklu­ğuna değil, onu veren yüce kudretin sonsuz lûtfuna bakarak şükrünü ye­rine getirmeğe çalışırdı.

Ayrıca Mekke'nin ileri gelenleri de bu maddeyle uyarılmış ve birçok milletlerin nail olamadıkları nimetlere eriştikleri hatırlatılarak, İbrahim Pey­gamber'in (A.S.) soyundan gelen son peygamberin ise, en büyük nîmet ol­duğuna dikkatleri çekiliyor.

Altıncı madde ile, yine bütün milletlere sesleniliyor; Peygamberleri Al­lah'ın seçtiği, insanlara böyle bir yetki verilmediği bildirilerek, İbrahim Pey­gamber (A.S.) misal olarak veriliyor. Böyleee risâlet görevinin ancak ona lâyık olanlara verildiği; son olarak da İbrahim Peygamber'in (A.S.) soyun­dan Hz. Muhammed'in (A.S.) seçilip hizmete sevkedildiği hatırlatılıyor. [246]

 

İbrahim Peygamber'e (A.S.) Uyulmasıyla İlgili Emir

 

«Sonra da biz «Hanîf olan, müşriklerden olmayan İbrahim'in dinine uy» diye sana variyet­tik.»

İbrahim Peygamber (A.S.), yukarıda da belirttiğimiz gibi, dinler, din­darlar ve hatta putperestler arasında sevilip sayılan kadri yüce bir pey­gamberdir. O halde dinler arasındaki soğuk havayı kaldırmaya, hepsini Tevhîd İnancı odağında blraraya getirmeye ancak onun yüksek şahsiyeti ve Hanîf dini müşterek bir bağ olabilir. Zira semavî dinlerin hepsi bu inanç üzere indirilmiş ve peygamber onun esaslarını Allah'ın kullarına tebliğ ile görevlendirilmiştir. O halde gerek Yahudiler, gerekse Hıristiyanlar Tev- hîd İnancı'nı zedeleyen birtakım düşünce ve inançlardan vazgeçmedikçe, Tevhîd'in en parlak güneşini beraberinde taşıyan İslâmiyet ile birleşip ba­rışmaları mümkün değildir. Bunun için de hepsinin saygı duyduğu İbrahim Peygamber'in (A.S.) Hanîf dininin esasını benimsemek yeterlidir. Nitekim Hz. Peygarnber'e (A.S.) ilgili âyetle onun Hanîf dinine uyması için emir verilmiş bulunuyor. Öyleki bu, Hz. Muhammed'in (A.S.) getirdiği dinî esas­ların, bütünüyle, yani özü ve mayasıyla İbrahim Peygamberin dinî esasın­dan başkası olmadığını vurguluyor. Sözü edilen iki din mensupları, İbra­him Peygamber'! {A.S.) kabul ettikleri ve saygı duydukları gibi, son pey­gamberi de kabul edip saygı duymaları gerekmiyor mu?

O bakımdan Kur'ân-ı Kerîm'in beş ayrı yerinde İbrahim'in (A.S.) Ha-nîf dini övülmekte ve iki yerinde de onun dinine uyulması emredilmekte-dir. [247]

Bu beş yer dahil, on yerde «hanîf» tabiri kullanılır ki, bunu Ba­kara ve Âl-i İmrân sûrelerinde yeterince açıklamış bulunuyoruz.

Bütün bu tekrarlardan her biri bize az farkla temel bilgiler vermekte ve İbrahim Peygamber'in dini hakkında silinmiyecek derin izler bırakmak­tadır. [248]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Yahudî ve Hıristiyanların Tevhîd İnancı doğrul­tusunda İslâmiyete gönüi kapılarını açmaları için İbrahim Peygamber'e olan müşterek sevgi odak noktası olarak gösterildi.

Aşağıdaki âyetle, Yahudiler cumartesi konusunda uyarılıyor. Bu gü­nün ibâdete tahsis edilmesinin veya tatile girip dinlenmeye ayrılmasının İbrahim Peygamber'den devam edegelen bir sünnet olmadığına işaret edi­liyor. [249]

 

Meali:

 

124— Cumartesi (tatil ve ibâdeti) ancak onda görüş ayrılığına düşüp çekişenlere farz kılınmıştır. Şüphesiz ki Rabbin, onların ayrılığa düşüp çe­kiştikleri şey hakkında Kıyamet günü aralarında hükmedecektir.

 

İlgili Hadîsler

 

«Bizler (ümmet olarak yeryüzüne çıkarılan) son ümmetiz. Kıyamet gü­nünde ise, (diğer ümmetlerin) önünde bulunacağız. Ne var ki, onlara biz­den önce kitap verilmiş ve onda ayrılığa düşmüşlerdir. Bize ise, kitap on­lardan sonra verilmiştir. İşte bu (cuma günü) onlara farz kılınan bir gündü. Onda ayrılığa düştüler. Allah bizi bu güne eriştirdi. O bakımdan onlar bu günde bizi izlediler: Yarın (cumartesi) Yahudilere, yarından sonrası (pazar) da Hıristiyanlaradır.» [250]

«Allah bizden önceki (ümmet)leri cumadan saptırdı. Böylece Yahudi­lere cumartesi, Nasârâ'ya pazar günü belirlenmiş oldu.

Allah bize (yardımıyla) geldi, bizi cuma gününe (lâyık görüp) eriştirdi. O nedenle cuma, cumartesi, pazar (ibâdet günleri olarak oluşup) belirlendi.

Böylece kıyamet gününde onlar bize tabi olacaklar. Bizler de dünya ehlinin sonuncu (ümmetiyiz). Kıyamet gününde ise, önde gelenleriyiz.

Diğer halklar (ümmetler, milletler, kavim ve topluluklardan önce bun­lar (Yahudi ve Hıristiyanlar) arasında (sözü edilen günler hakkında ihtilâfa düşmeleri ele alınıp) hükme bağlanmış olacak..» [251]

İbrahim Peygamber'e çok bağlı bulunduklarını ve birçok âdetleri on­dan tevarüs ettiklerini iddia eden Yahudilerin bu ve benzen sözlerinin ger­çeğe uymadığı konu ediliyor. Nitekim İbrahim Peygamber'in (A.S.), Hanîf dininde cumartesi gününe bir özellik verilmediği bilinmektedir. İlgili âyetle bu konu üzerinde durularak şu bilgiler veriliyor:

Musa Peygamber (A.S.), İsrâiloğulları'na, «Bundan böyle cuma gü­nüne özellik tanıyıp o gün iş işlemeyin, sadece ibâdetle değerlendirin» di­ye emretmişti. İsrâiloğuliarı ise, Allah'ın göklerin ve yerin yaratmasını bi­tirdiği cumartesi gününün ibâdete ayrılmasında ısrar etmişlerdi. Bunun üzerine Allah (c.c), Musa Peygamber'e (A.S.): «Mademki cumartesi üze­rinde ısrar ediyorlar, o günü onların dinlenme ve ibâdetine ayır» diye em­retmiştir.

Sonra İsa Peygamber (A.S.), cuma gününü kendilerine ayırmak iste­mişti. Havariler ona: «Yahudilerin bayramının bizim bayramımızdan son­ra gelmesi hoşumuza gitmiyor. Bizimkinin onlarınkinden sonra gelmesini daha uygun görüyoruz» demişlerdi. İsa Peygamber (A.S.) onları kırmayıp pazar  gününü   seçmiştir.

Sonra Allah, cumayı Muhammed (A.S.) ümmetine vermiştir. Ama Ya­hudiler cumartesini, Hıristiyanlar da pazarı daha faziletli görüp bir takım yersiz iddialar ortaya atmışlardır. [252]

İşte bütün bu ayrılıkları, farklı tesbit ve görüşleri, düşünce ve duygu­lar arasındaki uyuşmazlığı Allah kıyamet gününde çözüp haklıyı haksızdan, doğruyu eğriden ayıracak ve cuma gününün nasıl ta'zime lâyık kılındığını ortaya çıkaracaktır. [253]

 

Cumartesi Gününe Mahsus Kısıtlamalar

 

Yahudilerin birçok ilâhî emirlere aykırı hareket etmeleri ve helâl, haram konusunda ölçüyü kaçırmaları; ayrıca insan haklanna tecavüz et­meleri, yasaklandığı halde faiz yemeleri sebebiyle Cenâb-ı Hak onları bir başka sınavdan geçirmek, daldıkları gafletten uyanmalarını sağlamak için cumartesi gününe mahsus birtakım kısıtlamalar koymuştur. Kur'ân-ı Kerîm'in tam beş yerinde bu konu az değişik anlatım ve hükümlerle anlatıl­maktadır. Yahudiler konulan kısıtlamalara da riâyet etmemişler ve cumar­tesi gününde iş işlemek, balık avlamak yasaklandığı halde, kendilerine gö­re bir takım yorumlarda bulunup kıyıya doğru akın eden balıklan avlamak­tan kendilerini alamamışlardı.

İlgili 124. âyetle hem Müslümanlara bilgi veriliyor, hem de Yahudiler uyarılıyor. [254]

Tevrat'ta da cumartesiyle ilgili hem ta'zime, hem kısıtlamalara beş altı yerde temas edilmiştir. Bunlardan bir kısmını, bilgi edinilsin diye nak­lediyoruz:

«Altı gün iş işlenilecek; fakat yedinci günde tam rahat Sebti, mukad­des toplantıdır; hiçbir türlü iş işlemiyeçeksiniz. Bütün meskenlerinizde Rabbe Sebttir.» [255]

«Ve İsrâiloğuliarı çölde iken Sebt gününde odun toplayan bir adam buldular. Ve onu odun toplamakta bulanlar, kendisini Musa ile Harun'un ve bütün cemaatin yanına getirdiler. Ve onu hapsettiler, çünkü ona ne ya­pılacağı bildirilmemişti. Ve Rab, Musa'ya dedi: O adam mutlaka öldürü­lecektir....» [256]

«Rab, Musa'ya söyleyip dedi : Sen İsrailoğullarına söyleyerek de : Be­nim Sebt günlerimi gerçekten tutacaksınız; çünkü o, sizinle benim aram­da nesillerinizce bir alâmettir; takt sizi takdis eden Rab ben olduğumu bi­lesiniz.

Bunun için Sebti tutacaksınız; çünkü size mukaddestir, onu bozan mutlaka öldürülecektir, o günde her kim iş işlerse, o can kavminin içine atılacaktır. Altı gün iş işlenir, fakat yedinci günde Rabbe mukaddes rahat Sebtidir.» [257]

Cuma gününe ta'zime gelince :

İslâm, yepyeni bir dünya görüşüyle ortaya çıkan en son dindir. Haya­tımızın her safha ve bölümüyle ilgilidir. Allah, Cuma gününü dinlenmemi­ze ayırmamış, o günde tatil yapmamızı, iş işlemememizi emretmemiştir. Sadece bu kutsal sayılan günü, camilerde biraraya gelmek suretiyle de­ğerlendirmemiz; ibâdet, duâ, hayır, iyilik etmemiz ve hısımlarla, dostlarla yakın ilgi kurmamız istenilmiştir.

O halde cumartesi gününde Yahudiler için konulan yasaklar, getirilen kısıtlamalar, İslâmiyetin kutsal tanıttığı cuma gününde söz konusu değil­dir. Bu nedenle Cumua sûresinde cuma namazı kılındıktan sonra yeryü­züne yayılıp Allah'ın insanlara hazırladığı rızıklardan -çalışmak suretiyle-nasîbimizi aramamız emredilmiştir.

Böylece İslâm'ın, hayatı her günüyle hareket halinde değerlendirme­mizi, ibâdet ve îaatle, iyilik ve faziletle süslememizi tavsiye ettiği kesinlik kazanıyor. [258]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle, cumartesi gününün kutsallığı ve ondaki yasaklarla kısıtlamaların sadece Yahudilere has olduğu konu edildi. İslâmiyetin son. din olarak insanlığa gönderilmesiyle artık o tür ta'zîmlerin kaldırıldığına işaretle, Müslümanların cuma gününü cumartesine benzetmemeleri hu­susuna kapalı atıf yapıldı.

Aşağıdaki âyetle, Allah'ın insanlara son mesajı olan Kur'ân'ı ve İslâ-miyeti yayıp tebliğ etmede uygulanacak metot açıklanıyor. Dinî konularda ihtilâfa düşüimemesine işarette mü'minlerin çok dikkatli olmaları İstenili­yor. [259]

 

Meali:

 

125— Rabbin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır; onlarla en güzel (ölçü ve usûl ne ise ona göre) mücâdeleni sürdür. Şüphesiz ki Rabbin ken­di yolundan sapanları daha iyi bilir ve O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.

 

İlgili Hadîsler

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, «Din nasihattir» dîye buyurdu ve bu cüm­leyi üç defa tekrarladı. Ashab-ı Kiram: «Kime nasihattir?» diye sordular. Efendimiz (A.S.) şöyle cevap verdi: «Allah'a, Peygamberine, müslüman li­derlere ve müslümanların hepsine...»[260]

«Sizden kim bir kötülük görürse, onu eliyle gidersin. Buna gücü yet­mezse, diliyle gidermeye çalışsın. Buna da gücü yetmezse, kalbiyle gider­meğe (düşünüp çare bulmaya) çalışsın ki bu, imânın en zayıf tarafıdır.» [261]

 

İrşat Ve Davetin Üç Yolu

 

Kur'ân ilgili âyetle, ilâhî hikmet gereği, vaaz, irşat ve hakka davetin metot ve yöntemini veriyor ve bu çok önemli konuyu üç madde halinde özetliyor.

Âyetin açık anlatımından, hitap edilmek istenen insanların üç grupta düşünülmesinin ve her birine ne ölçüde hitap edilmesinin gereği üzerinde durulduğu anlaşılıyor.

1—  Allah yoluna hikmet ile,

2—  Güzet öğütle çağır.

3—  En güzel ve ölçü düzeyinde mücadeleni sürdür.

Birinci madde, entelektüel grubu Allah yoluna hikmetle davete yöne­liktir. Çünkü burada gecen «hikmet» kelimesi şu manaları taşımaktadır:

a)  Doyurucu, ikna' edici, aynı zamanda -karşısındakinin kültür sevi­yesine göre- bilimsel ölçüde delillerle..

b)  Gerçeği yansıtır mahiyetteki belgelerle..

c)  İnsanlara yarar sağlayacak, akıllara ışık tutacak, vicdanlarım ha­rekete geçirecek misallerle..

İkinci madde, sağlam karakterli, doğru huylu, yatışkan kalpli, zarif ve duyarlı vicdanlı halk tabakasını Allah yoluna, güzel, tatlı, çekici ve do­yurucu öğütlerle davete yöneliktir,

Ne yalnız Cehennem ile korkutmak, ne de yalnız Cennet ile avundur­mak; korku ile ümit arasında dengeli bir hava oluşturup ruh ve vicdanları serinletmedi ihmal etmemek bu davetin bir parçasını oluşturur.

Üçüncü madde, dinî eğitimden uzak, yabancı kültürün tesiri altında kalıp dine, dindara saygı duymayan; üstelik yıkıcı, bozucu faaliyetlerde bulunan inkarcı veya çok şüpheci inatçılarla günün şartlarını, sosyal ya­pının özelliklerini, muhatgbın tutum ve dayanaklarını dikkate alarak sis­temli, seviyeli, şuurlu bir mücadele yöntemi ortaya koymaya yöneliktir.

Müfessir Fahruddin er-Râzî, ilgili üç metodu şöyle açıklamıştır:

Birincisi, kesin deliiler, şüpheden uzak bilgi ve inanç veren hüccetler­dir. Buna «hikmet» denilir.

İkincisi, zannî belirtiler, doyurucu delillerdir. Buna «güzel öğüt» de­nilir.

Üçüncüsü, misaller getirmektir. Buna «mücadele» denilir ki, bunların hepsini Rab sıfatının eğitici, geliştirip yönlendirci doğrultusunda yürütme­miz istenmektedir. [262]

 

Konuşma Tekniği

 

Kur'ân-ı Kerîm bu âyetle, ayrıca konuşma tekniğine de işarette bu­lunmakta, güzel, tesirli söz söyleme becerisinin lüzumunu belirtmekte ve insanları irşat ile görevlendirilen veya buna istekli çıkan kişilerde bu özel­liğin aranmasını ilham etmektedir. Biz buna «Söz söyleme sanatı» da diye­biliriz.

O halde Kur'ân'ın ışığı altında söz söyleme, güzel konuşma tekniğini şu maddelerle özetliyebiliriz :

1—  Kelimeleri telâffuz ederken dikkatli olmak, harfleri mahreçlerin­den çıkarmaya özen göstermek,

2—  Kelime haznesini devamlı zenginleştirmek,

3—  Bunun için de, bilerek, anlayarak çok okumak, lüzumlu kısımları not etmek.

Cok rahat bir davranış içinde bulunmak, karşısındakine hep gü­ven telkîn eder ölçüde vakur ve nazik olmak,

5—  Kendine güvenmek, konuya çok hâkim bulunmak,

6—  Düzenli konuşmaya özen göstermek, mümkün olduğu nisbette kı­sa cümleler kullanarak konunun rahat anlaşılmasını sağlamak,

7—  Bazan akla ve mantığa, bazan duygu ve düşünceye seslenip inan­dırıcı şekilde malzeme vermek,

8—  Konuşurken et, kol, göz ve ağız hareketlerine dikkat etmek; mi­mikleri kontrol altında tutmak,

9—  Ses tonunu çok iyi ayarlamak, çok önemli bölümleri işlerken sesi biraz yükseltmek, çok geçmeden hemen alçaltıp normal ölçüde tutmak ve dikkatleri daha çok toplayabilmek için de, uygun misailer getirmek, ancak misal getireceğini ifade ettikten sonra az bir duraklamada bulunmak,

10—  Konuyu plânlı biçimde yavaş yavaş genişletmek ve dikkatleri da­ğıtmamak için sürükleyici, zincirin halkaları gibi irtibatlı ve düzenli ko­nuşmak,

11—  Bıkkınlık vermeden, dinleyenler konuşulanın tam tesirine girdiği vakti seçip konuşmayı bağlayıp kesmek,

12—  Asıl temayı, ana fikri sona bırakıp öylece dinleyicileri sabırsız­landırmak bu cümledendir. [263]

 

Konuşmada Ses Ayarı

 

Bu da, az yukarıda kısmen belirttiğimiz gibi, tesirli olabilmek için çok lüzumludur. Doğuştan ses tonu uygun olanlar da, olmayanlar da konuşur­larken seslerini ayarlamaya muhtaçtırlar. Aksi halde sözün tesiri düşer. Bunu şöyle özetliyebîliriz:

1—  Monoton, yani tek düzen, biteviye konuşmaktan kaçınmak,

2—  Heyecan ve helecanlı noktalarda önce sesi yükseltmek ve cok geçmeden normale dönmek, ancak bu arada ağzın lüzumundan fazla açıl­mamasına dikkat etmek,

3—  Önemli bir husus anlatılırken veya bir örnek verilirken onun ma­kul ve mantıkî olup olmadığına herhalde dikkat etmek; dinleyenlerin çok garip karşılayacağı ve zihinlerini bulandıracağı misaller getirmemek,

4—  Aynı cümle ve kelimeleri sık sık tekrarlamamak,

5—  Eeee, Aaa, Hım gibi lüzumsuz ses çıkarmamak, cemaati sıkma­mak için önceden çok iyi tesbitlerde bulunmak ve hitap edilecek kişilerin psikolojik yapılarını az da olsa bilmek,

6—  Acele konuşmamak, kelime ve cümlelerin anlaşılmasını kolaylaş­tırmak ve kelimeleri tam telâffuz etmeyi ihmal etmemek,

7—  Mikrofon varsa, onu çok iyi ayarlamak, ses tonunu ona göre dü­zenlemek,

8—  Topluma hitap ederken gözleri bir veya birkaç kişi üzerine tut­mamak, hepsine bakıyormuş gibi bir ayarlamada bulunmak,

9—  Belli şahısların  kusurlarını dile getirip dikkatleri onlar üzerinde toplamamak, genel tabirler kullanarak hiç kimseyi rencide etmemek, ha­yatta olan bir kimseden ismen söz etmemek tesirli olmanın şartlarından bir kısmıdır. [264]

 

Hitap Edilen Toplumu Çok İyi Tanımak

 

Bu da diğer hususlar gibi, çok önemlidir. Toplumu çeşitli yönleriyle ta­nımayan bir mürşit, bir hatip, ya da vaiz pek yararlı olamaz. Hattâ bazan zararlı bile olabilir. O nedenle Hakk'a, ahlâk ve fazilete davet edilen toplu­mun şu yanlarını bilmekte çok yarar vardır:

a) Yaşayış düzenlerini,

b)  İnançlarını, saplantılarını,

c)  Daha çok hangi, görüş ve düşüncelerin tesirinde kaldıklarını,

d)  Psikolojik yapılarını,

e)  Kültür seviyelerini,

f) Zaaflarını ve temayüllerini,

g) Ekonomik yapılarını,

h) Bağlı bulundukları ekolü,

i) Daha çok ilgi duydukları konulan önceden tesbit etmekte büyük ya­rarlar söz konusudur. [265]

 

Mürşidin Görevi

 

Mürşit, ya da dâvetçi ve tebliğatçının veya vaiz ve hatibin görevi, üç ayrı gruba, hangi esas ve metotla hitap edileceğini iyice kavrayıp sırf Al­lah rızasını elde etme niyetiyle işe başlamaktır. Hidâyet yani doğru yola iletmek Allah'a aittir. İlgili âyetin son kısmında buna işaret edilmektedir: «Şüphesiz ki Rabbın kendi yolundan sapanları daha iyi bilir ve O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.»

Görüldüğü gibi, Allah'ın dinine, iyi ahlâk ve fazilete hizmet kolay bir iş değildir, Tek kelimeyle peygamberlerin, büyük mürşitlerin, uzman âlim­lerin ve sıralanan şartları, özellikleri kendilerinde taşıyan basiretli bilgin­lerin sanatıdır. [266]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle, tebliğ ve irşat makamında olanların, halkı irşat ederken dikkat edecekleri hususlar üç madde halinde belirtildi. Böylece söz söylemenin, olumlu sonuçlar almanın ayrı bir sanat olduğuna işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, insanları Hakk'a davet ederken birtakım zorluk­ların çıkabileceğine dikkatler çekiliyor. Onun için çok sabırlı olmanın ge­reği üzerinde durularak, cezaya ceza ile karşılık verilirken de misliyle mu­kabele etmeyi unutmamamız tenbîh ediliyor. Bununla beraber karşılık ver­meyip sabretmenin daha hayırlı olduğu bildiriliyor. Sonra da Allah'tan kor­kup kötülüklerden sakınanlara büyük müjdeler veriliyor. [267]

 

Meali:

 

126—  Ceza verecek olursanız, size verilen cezanın misliyle cezalan­dırın. Ama eğer (bu hususta) sabrederseniz, and olsun ki bu, sabredenler için daha hayırlıdır.

127—  Sabret, senin sabrın ancak Allah'ın yardımı iledir. Onların (in­kârda inat etmelerine) üzülme; kurdukları hile ve tuzaktan dolayı telaşla­nıp sıkıntıda kalma.

128—Şüphesiz ki Allah, korkup (fenalıklardan; zulüm ve tecâvüzden) sakınanlarla ve bir de iyiliği huy edinenlerle beraberdir.

 

İniş Sebebi

 

Bu âyetler Medine'de Uhud şehitleri sebebiyle inmiştir. Olayın içyüzü şöyle cereyan etmiştir:

Uhud Savaşı sona erince, Müslümanlar şehît edilen kardeşlerini savaş alanından toplamaya başladılar; ancak manzara çok feciydi; yürekler da­yanacak gibi değildi. Mekke'nin gözü dönmüş putperest azgınları, şehît edilen mü'minlerin kulak ve burunlarını kesmiş, gözlerini oymuş, karınla­rını deşmişlerdi. Duygularına kapılan mü'minier, «eğer bir gün Cenâb-ı Hak bizi onların üzerine gönderirse, elbette aynı şeyleri uygulamakta tereddüt etmiyeceğiz» diyerek intikam ateşiyle yanıp tutuştular. Bunun üzerine yu­karıdaki âyetler indi ve sabretmenin hayırlı olacağı bildirildi[268]

Resûlüllah (A.S.) Efendimizin de, amcası Hz. Hamza'nm (R.A.) parça­lanmış cesedini görünce, müşriklerden otuz kişiyi aynı şekilde parçalaya­cağına dair yemin ettiği hakkında bazı rivayetler edilmişse de, yapılan ciddi araştırma ve tesbitiere göre, hepsinin zayıf olduğu, delile dayanak olmayacağı anlaşılmıştır. Zira bu konudaki hadîs «mursebdir, yani sene­dinden bir sahabi düşmüştür. O bakımdan senedi muttasıl değildir. Olma­yınca da zayıf kabul edilir ve delil olarak alınmaz.

Peygamber (A.S.) Efendimiz'in duygusal a'avranıp intikam almaya ye-' min etmesi kesinlikle düşünülemez. Zira O'nun makam ve mertebesi, bu gibi düşünce ve davranışlardan çok yücedir ve çok temizdir.

Nitekim yukarıdaki âyetier inince, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, intikam hissiyle yerinde duramayan arkadaşlarına: «Sabrediniz, misillemede bu­lunmayınız!» buyurmuştur. [269] Oysa âyetle misliyle ceza vermekte bir sa­kınca olmadtği belirtilmektedir. Eğer Resûlüllah (A.S.) Efendimizin nakle­dildiği şekilde bir yemini olsaydı, arkadaşlarına «Sabrediniz, misillemede bulunmayınız», diye tenbîh eder miydi? [270]

 

İlgili Hadîsler

 

«Sana güvenen kimseye emaneti teslim et. bana hıyanet edene sen hıyanette bulunma!» [271]

Âliye kabilesinden bir adam Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e gelerek de­di ki:

  Ya Resûlellah! Bu dinde en zor ve en kolay olan şeyi bana haber ver.

Peygamberimiz (A.S.) ona şöyle buyurdu:

  Bu dinde en kolay olan şey, LÂ İLAHE İLLALLAH, MUHAMMED'ÜN ABDUHÜ VE RESULÜHÜ, şehadetidir. En zor olanı ise, emânettir. Zira emâ­nete (riâyet etmiyenin) dini de, namazı da, zekâtı da yoktur (yani makbul değildir). [272]

«Allah, kıyamet gününde öncekilerle sonrakileri toplayıp biraraya ge­tirdiği zaman, ahdini bozan, hıyanet eden herkes için bir bayrak yükselti­lir ve şöyle denilir: Bu, falan oğlu falanın hıyanet ve vefasızlığıdır.» [273]

 

İslâm'ın Yüceliği

 

İslâm : Selâmet, güven, rahmet, şefkat ve huzur dinidir. Kinle yoğrul­muş intikama asla cevaz vermez. Gerektiğinde misillemeye imkân tanır, ama sabırlı olmayı hemen tavsiye eder. Çünkü Allah'a dosdoğru imân eden bir mü'min intikam, kin, fırsat kollama gibi duygusallıktan ve cehaletten kaynaklanan düşüncelerden çok yücedir. Onun her adımı Allah için, her sözü ilâhî rızaya erişmeğe yöneliktir.

İslâm, kan dökmek için değil, dökülen kanlara bir son vermek için seçilip indirilmiştir. İnsanları kahretmek için değil, hayat ve huzur vermek için Allah'ın insanlığa son mesajı olma özelliğinde geniş rahmettir.

İslâm, kin ve düşmanlık ateşini yakmak veya körüklemek için değil, onu söndürmek için insanlığa yönelmiş ve bütün milletleri kıyamete kadar muhatab edinmiştir.

Zira Allah kendisinden korkup kötülüklerden sakınanlara ve bir de iyi­liği, yararlı olmayı huy edinenlere yakındır ve onlarla beraberdir.

Hadîs âlimlerinin ileri gelenlerinden İbn Huzayme (H: 223-311/M: 837-923) son saatlannı yaşıyordu. Dostlarından biri ona yaklaşıp, «bana tav­siyede bulun» dedi. O da ona : «Aziz dostum! Malım yok ki vasiyet edeyim. Param yok ki, seni vasî tayin edeyim. Ama sana Nahl sûresinin son iki âyetini tavsiye ederim» diye cevap verdi.

Buna yakın bir vasiyetin de ünlü bilgin Herem b. Hayyan tarafından yapıldığı rivayet edilir.

İbret ve hikmet dolu olan Nahl Sûresi'ni bitirirken, tefsirini bize kolaylaştırıp nasip eden Allah'a, canlıların nefesleri sayısınca hamd-u se­nalar; tek ilham ve irfan kaynağımız olan rahmet peygamberi Hz. Muham-med'e (A.S.) ve âline ağaçlardaki yapraklar sayısınca salât-ü selâmlar olsun.

Allah bize yeter ve O ne güzel vekîldir! [274]

 



[1] Lübabu't-te'vîl :  3/105

[2] Bazı tesbitlere göre :  Sûrenin 95, 96, 97. âyetlerinin Uhud savaşından sonra ve ayrıca 126, 127, 128. âyetleri de Medine'de inmiştir.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3263.

[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3263-3264.

[4] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3265.

[5] Tirmizî/fiten : 39

[6] Buharî/rikak: 39, talâk: 25, tefsir : 79- Müslim/cumua: 43, fiten ;  132, 135- îbn Mâce/mukaddeme: 7, fiten: 25- Daremî/rikak: 46- Ahmed: 4/309- 5/92, 103, 108

[7] Îbn Ebî Hatim : Akabe b. Âmir (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3266.

[8] Tefsîr-i Kurtubî :   10/66

[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3266-3267.

[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3267-3268.

[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3268.

[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3268.

[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3269.

[14] Esbab-ı Nüzûl-Lübabu't-te'vîl :  3/106

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3271.

[15] Buharî/zebayih : 28- Müslim/sayd: 38- Nesâî/dahaya: 23, 33- Ibn Mace/ zebayih:   12- Ahmed:  6/345, 346, 353

[16] Ebû Dâvud/et'ime : 33- Tirmizî/et'ime: 6- Ibn Mâce/zebayih: 13 - Dâre-mî/edahî: 21

[17] Buharı/mağazî :   38, zebayih:  28- Müslim/sayd:   65, 71, 81- Ibn Mâce/ zebayih:  12, 14- Ahmed:  3/322, 356, 361, 385-4/89

[18] Müsned-i Ahmed - İbn Mâce - İbn Kesîr : 2/561

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3271-3272.

[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3272.

[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3272-3273.

[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3273.

[22] Genetik : 19/Ankara : 1974 - Ziraat Fakültesi yayınları

[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3273-3274.

[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3274.

[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3275.

[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3275-3276.

[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3276.

[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3276-3277.

[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3278-3279.

[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3279-3280.

[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3280-3281.

[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3281.

[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3281-3282.

[34] Bilgi İçin bak :  îbn Abidîn :  3/266,267

[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3282-3283.

[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 6/3283.

[37] Tirmizî/tefsîr :  3- Ahmed:  3/124

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3284-3285.

[38] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3285.

[39] Buharî/bed-i vahiy: 1, Ok: 6- menalnb: 45, talâk   11  eyman: 23, ikrah: 1 -Müslim/imaret:   155- Ebû Dâvud/talâk:   11- Nesaı/taharet.    59,  talâk.   24, mân: 19- Ibn Mâce/ztihd: 26

[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3286-3287.

[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3287.

[42] Tefsîr-i Kurtubî:   10/95,  96

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3289.

[43] Buharî/fiten:   13,   tevhîd:   24,   36-   Müslim/fiten:   52,   116-   Ebû   Dâvud/ libas: 26- Tirmizî/fiten:  17, ahiret:   10- îbn Mâce/mukaddeme:  9, zühd:   16, 37-Dâreml/mukaddeme:  8- Ahmed:   1/282, 296, 399, 412, 416, 451-   2/164,  166, 215-3/12-17-4/151-5/198

[44] Ebü Dâvud/sünnet:  6- Tirmizî/savm:  81- imamet:   52- Nesâî/zekât;   64 Taberânî/Kur'ân : 41- Ahmed:  2/380, 397, 505, 520-4/357, 359, 360

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3289-3290.

[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3290-3291.

[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3291-3292.

[47] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3292-3293.

[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3293-3294.

[49] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3294.

[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3295.

[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3296.

[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3296-3297.

[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3297-3298.

[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3298.

[55] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3298.

[56] îbn Ebi Hatim - Süddî - Mefatihü'1-gayb

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3299-3300.

[57] Bu  konuda  geniş  bilgi  için  bak:   İki  cilt  halinde  tercüme  ettiğim  el-İbriz'e

[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3300-3301.

[59] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3301.

[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3303.

[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3304.

[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3305.

[63] Lübabu't-te'vİl :   3/115  -  Kurtubî :   10/105

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3306.

[64] Buhari/tefsîr :   1/112 - Nesâi/cenâiz :   117  -  Ahmed:   2/317,  350,  394

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3307.

[65] Fâtır Sûresi :  24

[66] Sebe'   Sûresi :   28

[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3307-3309.

[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3309-3310.

[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3310-3311.

[70] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3311-3312.

[71] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3312.

[72] Buharî/bed-i vahiy : 1, ıtık : 6, menakib: 54, talâk; 11, eyman : 23, hi-yel : 1- Müslim/imaret: 155- Ebû Davud/talâk: 11- Nesâî/taharet : 50, talâk: 24, eyman;  19- Ibn Mâce/zühd ;  26

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3314.

[73] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3314.

[74] Taberânî/el-Evsat :  Ebû Hüreyre   (R.A.)den - Camiussağîr :   1/185

[75] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3314-3315.

[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3315-3316.

[77] Lübatm't-te'vil

[78] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3317.

[79] Buharî/tefsîr :  5/11  - Müslim/birr:  26- Tirmizî/tefsîr:  2/11- îbn Mâce/fiten: 22

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3317.

[80] Bilgi için bak : Mu'cemü Müfredatı Elfazi'l-Kur'ân : recül maddesi

[81] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3317-3318.

[82] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3318.

[83] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3318-3320.

[84] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3320-3321.

[85] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3321.

[86] Buharî/küsûf : 2, tefsir: 5, 12, nikâh: 107, rikak: 27, imân: 3- Müslim/ salât: 112, küsûf: 1, fezâil: 134, -Nesâî/sehv: 102, küsûf : 11, 23- Tirmizî/zühd: 9-İbn Mâce/zühd:   19

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3322.

[87] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3323.

[88] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3324.

[89] Geniş bilgi için bak :  Kamus Tercümesi/dâbbe maddesi :   1/234, 235

[90] Mu'cemü Müfredati  Elfazi'l-Kur'ân :   Dabbe  maddesi

[91] »                 »             »          »       ; Halk maddesi

[92] Tefsîr-i İbn Kesîr :  4/270

[93] Bilgi için bak :  Şûra Sûresi ;  29, Rahman Sûresi :  10

[94] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3324-3326.

[95] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3327.

[96] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3327.

[97] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3328-3329.

[98] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3329.

[99] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3329-3330.

[100] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3330-3331.

[101] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3331.

[102] Ebû Dâvud/sünnet: 17                                                              

[103] Müslim/birr:  147- Tirmizî/birr:  13- Ahmed:  6/133, 88, 166, 243

[104] Müslim/birr :   148

[105] Ahmed :  3/148                                              .

[106] Hafız Ebû Nuaym : Ebû Vâil'den - Kurtubı :  10/118

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3333.

[107] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3334-3335.

[108] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3335.

[109] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3335-3337.

[110] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3337.

[111] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3337.

[112] Müslim/kader:  4, 5 - Tirmizî/zühd :  57

[113] »      /üten:   4

[114] Fethü'l-Kadîr/Şevkanî:   3/172

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3339.

[115] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3339-3340.

[116] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3340.

[117] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3341-3342.

[118] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3342-3343.

[119] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3343.

[120] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3344-3345.

[121] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3345.

[122] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3346.

[123] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3347-3348.

[124] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3348-3349.

[125] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3349.

[126] Buhari/tıb: 4,24- Müslim/selâm: 91- Tirmizî/tıb:  31- Ahmed: 3/19, 20,92

[127] îbn Mâce/tib 7

[128] îbn Mâce/tib 8

[129] îbn Mâce/tib 9

[130] Ebû Dâvud/tıb: .1 - Tirmizî/tıb: 2

[131] Tirmizî/hadisün hasenün

[132] Buharî/eşribe:   15-tıb:   4

[133] Nesâî/eşribe:  58

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3350-3351.

[134] Bal'm şifa kaynağı olduğu hakkında İslâm ilim adamları çok şeyler yaz­mışlardır, îslâm tıp tarihinin iki büyük siması sayılan tbn Sina ve Ebû Bekir e?-Râzî de bal ve sütü bazı hastalıkları tedavide ilâç olarak kullanmışlardır. Hac­mimiz müsait olmadığından onların görüş ve tesbitlerini buraya alamadık.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3351-3352.

[135] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3353.

[136] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3353-3354.

[137] Buharî/daavat: 37, 38, 39, 41, 42, 44, 45, 46, 57- Müslim/zikir: 48, 76- Tir-mizî/daavat:  76- Nesâî/istiaze :  17, 26, 51, 52, 56- Ahmed:   1/305, 2/414-6/57

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3355.

[138] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3355-3357.

[139] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3357-3358.

[140] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3358-3359.

[141] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3359.

[142] Geniş  bigi  için  bak :   Tefsîr-i  Kurtubî :   10/143,   145  -  Lübabu't-te'vîl : 3/126

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3360.

[143] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3360-3361.

[144] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3362.

[145] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3362-3363.

[146] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3363.

[147] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3364.

[148] Tefsîr-i İbn Kesîr :   2/580

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3366-3367.

[149] Buharî/rikak :   38-  Ahmed :   6/256

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3367.

[150] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3367-3368.

[151] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3368-3370.

[152] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3370-3371.

[153] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3371-3372.

[154] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3372.

[155] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3372-3373.

[156] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3373.

[157] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3375.

[158] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3375-3376.

[159] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3376.

[160] Nisa Sûresi:   41

[161] Tefsîr-i îbn Kesir : 2/582

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3377.

[162] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3377-3378.

[163] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3378-3379.

[164] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3379.

[165] Buharî/cumua: 11, ahkâm; 1- Müslim/imaret: 20- Ahmed: 2/54, 55, 111

[166] Tirmizî/ahkâm:  1- Ebû Dâvud/akziye:  1- îbn Mâce/ahkâm:  1

[167] Ebû Dâvud/akziye:  2- Ibn Mâce/ahkâm:  3

[168] Tirmizî/cennet: 2, daavat:  128, 130

[169] Müslim/İman:  15, 179, 187, 188, 192, 263, 297, 302, 304, 308, 310, 311, 313

[170] Taberâni : İbn Abbas'dan (R.A.) - Hadîs hasen ve sahihtir .    

[171] »        :  Ömer b. Hattab  (R.A.)den

[172] Tirmizî/ahkâm: 4- İbn Mâce/arikâm:  2                                                .

[173] Buharî/ilim: 37, sayd: 8, mağazî, 51, nikâh: 80, edeb: 31, 85- Müslım/m-kâh: 44, cihad:  131, efime:  5, adâb:  123- Tirmizî/birr:  43

[174] Buharî/tefsîr:   2/31,  imân:   37-   Müslim/imân:   57-   Ebû  Dâvud/sünnet: 16- Tirmizi/imân: 4- İbn Mâce/mukaddeme:  129, 164- Ahmed:   1/27, 51, 319- 2/ 107, 426-4/129,   164

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3380-3381.

[175] Lübabu't-te'vîl Tefsiri :  3/131

[176] »            »         »         »   »

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3381-3383.

[177] Hafız Ebû Ya'la/Marifetü's-Sahabe..

[178] Ahmed b. Hanbel: îsnad-i ceyyid ile

[179] Tefsîr-i Kurtubî:   10/165

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3383-3385.

[180] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3385-3386.

[181] Tefsir-i Kurtubî :   10/169

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3387-3388.

[182] Müslim/fezâil: 204, 206- Ebû Dâvud/ferâiz :  17- Buharî/kefalet: 2, edeb: 67- Tirmizî/siyer:  29- Dâremî/siyer: 80- Ahmed:  1/170, 317- 2/180, 205, 207, 213, 215- 3/162, 281- 4/83 -5/61

[183] Buharî/mezalim: 4, ikrah : 7- Tirmizî/fiten:  68- Dâremî/rikak: 40- Ah­med:  3/99, 201

[184] Ahmed:  5/223, 224, 437 - İbn Mâce/diyat:  33

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3388.

[185] Fazla bilgi için bak: Tefsîr-i Kurtubî:   10/169- Siyer-i    îbn îshak

[186] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3388-3390.

[187] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3390-3391.

[188] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3391-3392.

[189] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3393.

[190] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3393-3394.

[191] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3394-3395.

[192] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3395-3396.

[193] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3396.

[194] Müslim/zekât: 125- Tirmizî/zühd: 35- Ibn Mâce/zühd: 9- Ahmed: 2/168, 173

[195] Müslim/zekât: 125- Tirmizî/zühd: 35- îtin Mâce/zühd: 9- Ahmed: 2/168, 173

[196] Müslim/münafikun:  56- Ahmed:  3/123, 125, 283

[197] Ebû Dâvud/salât:   119,  120. -  Tirmizî/mevakiyt:   65-  îbn  Mâce/ikamet: 2- Dâremî/salât: 33- Ahmed:  İ/403, 404- 3/50 -5/253- 6/156

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3397-3398.

[198] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3398.

[199] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3399.

[200] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3400-3401.

[201] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3401-3402.

[202] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3402-3403.

[203] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3403.

[204] Lübabu't-te'vîl - Esbab-ı Nüzul - İbn Kesir - Kurtubî - Mefatihü'I-gayb

[205] »              »                    ■»               »

[206] »           »                »           »

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3405.

[207] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3405-3407.

[208] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3407.

[209] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3407-3408.

[210] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3408.

[211] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3408-3409.

[212] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3409-3410.

[213] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3410.

[214] Lübabu't-te'vîl - İbn Kesir - Mefatihü'1-gayb - Esbab-ı Nüzul

[215] es-Siretü'n-Nebeviye li-bni Hişam:  1/466

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3412-3413.

[216] îbn Mâce/talâk :  16 – Taberânî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3414.

[217] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3414.

[218] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3415.

[219] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3415-3416.

[220] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3416.

[221] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3416-3417.

[222] Lübabu't-te'vîl

[223] Tefsir-i Kurtubi

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3418-3419.

[224] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3419-3420.

[225] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3420.

[226] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3420-3422.

[227] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3422.

[228] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3424-3425.

[229] Fazla bilgi için bak :  Celâl YILDIRIM/Kur'ân Ahkâmı:  2/402,  403

[230] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3425-3426.

[231] Nass : Kitap ve Sünnet'te mevcut bir delilin delâlet ettiği manada açık olup ihtimal kabul etmemesidir. Diğer bir tarifle : sevk edildiği manaya açık şe­kilde delâlet eden bir hükümdür.

[232] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3426-3428.

[233] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3428.

[234] En'âm Sûresi :146

[235] Nisa Sûresi :   160-161

[236] Tevrat/Çıkış: 22/25

[237] Tevrat/Levililer:  19/26

[238] Tevrat/Levililer  11/7

[239] Tevrat/Levililer  7/22-24

[240] Tevrat/Levililer  11/1-8

[241] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3429-3431.

[242] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3431-3432.

[243] Bilgi için bak : Tevrat/Tekvin :   12-26. bablar

[244] »       »         »     ;  Bernaba İncil'i :  24/1-22 - Matta:   1/1-2, 3/8. 8/11, 22/32

[245] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3433-3434.

[246] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3434-3435.

[247] Bakara Sûresi: 130, 135- Âl-i İmrân Sûresi: 95- Nisa Sûresi: 125- En'âm Sûresi:  161 ve Nahl Sûresi:  123

[248] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3435-3436.

[249] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3436.

[250] Buharî/vüdû': 68, cumua: 1, 12, diyât: 15, enbiya: 54, eyman: 1, rüya: 40, tevhîd: 35 - İbn Mâce/ikamet: 78 - Müslim/cumua: 19, 22 - Nesâî/cumua: 1 -Dâremî/mukaddeme: 8

[251] Müslim/cumua:  22, 23 - Nesâi/eumua:. 1 - İbn Mâce/ikamet:  78

[252] Bilgi için bak: MÜslim/cumua:  19, 21, 22, 23 - Buharî/cumua:   1- Nesâî/ cumua; 1 - îbn Mace/ikamet 78 - Ahmet: 2/236, 243, 249

[253] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3437-3438.

[254] Bak:  Bakara; 65- Nisa:  47,  154- Araf:   163. âyetlerin tefsirine

[255] Tevrat/Levililer:  23/3

[256] »      /Sayılar :  15/32-36

[257]       »       /Çıkış       :   31/12-15

[258] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3438-3440.

[259] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3440.

[260] Buharî/iman: 42- Müslim/iman:  95- Ebû Dâvûd/edeb: 59- Tirmizî/birr: 17- Nesai/ beyat:  31, 41- Daremî/rikak: 41- Ahmed 1/351, 2/297, 4/102, 103

[261] Ebû Dâvud/salat: 242, melahim; 17- İbn Mace/ikame: 155, fiten; 29- Ah­med: 3/10, 52

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3441.

[262] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3441-3442.

[263] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3443.

[264] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3444.

[265] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3444-3445.

[266] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3445.

[267] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3445.

[268] Lübabu't-te'vîl: 3/142

[269] tbn Kesîr :   2/592

[270] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3446-3447.

[271] Dârekutnî

[272]Hafız Bezzar :  Hz. Ali  (R.A.)den

[273] Buharî/cizye:  22, edeb: 99, hiyel:.9, fiten:  21- Müslim/cihad:  8, 10, 17-Ebû Dâvud/cihâd:  150- Tirmizî/siyer: 28, fiten: 26- îbn Mâce/cihad:  42-

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3447.

[274] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3448.