İnen Vahiy Genel Ölçüde İki Amaca Yöneliktir
Allah'ın Varlığına, Birliğine Deliller
Göklerle Yeri Hak İle Yaratmıştır
İnsan Nutfeden Yaratılmıştır ,
Davarlarda Isitacak Nesne Ve Nice Yararlar Vardır
Davarların Birtakım Faydalı Yanları
Doğru Yolu Bildirmek Ve Ona Yöneltmek
Doğru Yola Eriştiren Allah'tır
Gece İle Gündüz - Güneş İle Ay
Değişik Renkte Ve Biçimdeki Bitkiler
Denizi Ürünleriyle Birlikte Hizmetimize Vermiştir
Yıldızlarla Yönleri Belirlemek
Kur'ân'a Eskilerin Masalları Diyenler Hep Yanılmışlardır
İnkâr Ve Cehalet Sadece Kilif Değiştirir
Hakkın Nurunu Karartmak İsteyenler
Hakka Karşı Çıkanlar Rüsvay Olurlar
Allah'ı Bırakıp Başkasın! İlâhlaştıranlar
Ümitsizlik Anında Allah'ı Anmanın Yararı Var Mıdır?
İnsan İyiliğe Veya Kötülüğe Zorlanıyor Mu?
Her Ümmete Bir Peygamber Gönderilmiştir
Doğru Yola İletmek Allah'a Aittir
Peygamberler Erkeklerden Seçilmiştir
Kur'ân'ın İndirilmesinin Hikmet Ve Sebepleri
İnkarcı Sapıkları İzleyen Dört Büyük Tehlike
Göklerde Canlı Yaratiklar Var Mıdır?
Her Varlık O Yüce Kudretten Korkar
Sıkıntılı Ve Felâketli Dönemlerde Allah'a Yönelmek
Birkaç Günlük Zevk İle Oyalanıp Avunmak
Allah'a Kız Çocukları Nisbet Edenler
Âhirete İnanmayanların Sergiledikleri Kötü Misaller
Hoşlanmadıkları Şeyleri Allah'a Nisbet Ederler
Kur'ân-I Kerîm'in İndirilmesinin Bazı Sebepleri
Kur'ân'ın Yağmura Benzetilmesi
Öldükten Sonra Dirilmemizi Anlatan Acık Bir Misal
Ters İle Kan Arasında Meydana Gelen Süt
Allah Verdiği Bilgiyi Geri Alir
Rızık Hususunda Kiminin Kiminden Üstün Kılınması
Yaratan İle Yaratılan Arasındaki Fark
Allah, Ne Güzel Misal Veriyor!
Göklerin Ve Yerin Gaybı Allah'a Mahsustur
Kuşların Açık Bir Belge Olması
İnsan Medenî Tabiatta Yaratılmıştır
Yünün, Pamuğun, Ketenin
Yerini Ne Tutabilir?
Her Ümmetten Bir Şahit Getirilecek
Rahmetten Kaynaklanıp Gelen İkinci Uyarı
Toplumu Fazilet Temeli Üzerinde Yükselten Alti Prensip
Andlaşma Ve Sözleşmelere Bağlı Kalmak
Dileseydi, Bütün İnsanları Bir Tek Ümmet Yapardı
Kur'ân-I Kerîm'de Ashab-I Kirama Sesleniliyor
Andlaşmalar, Sözleşmeler, Yeminler
Tükenen Ve Tükenmeyen Nimetler
Bazı Konularda Erkek Ve Kadın Eşitliği
Salih Amel İmanla Birleşince Güzel Bir Hayat Yaşatmaya Sebep Olur
Kur'ân Okumaya Başlarken Eûzü Çekmek
Şeytanın Allah'a Ortak Koşanlar Üzerinde Sultası Vardır
Bir Âyeti, Başka Bir Âyetin Yerine Koyup Değiştirmek
Onu Ruhulkudüs Hak İle İndirmiştir
Kur'ân'ı Bir İnsan Mı Öğretmiştir?
Allah, İnanmayanları Doğru Yola İletmez
Allah Kâfirleri Doğru Yola Eriştirmez
İnkarcı Maddeciler Neden Doğru Yolu Görmezler?
Herkes İşlediğinin Karşılığını Görecek
Medineli'lere Verilen Tarihî Misal
Yahudilere Haram Kılınan Şeyler
İbrahim Peygamber Tek Başına Bir Ümmet İdi
İbrahim Peygamberin (A.S.) Bazı Özellikleri
İbrahim Peygamber'e (A.S.) Uyulmasıyla İlgili Emir
Cumartesi Gününe Mahsus Kısıtlamalar
Hitap Edilen Toplumu Çok İyi Tanımak
Kur'ân'ın on altıncı
süresidir. Baldan ve bal arısından söz edildiği için bal arısı anlamına gelen
nahl, sûreye isim olmuştur. Ayrıca buna «nîam», yani nîmetler sûresi de
denilmiştir.
Sûrenin tamamı
Mekke'de inmiştir. [1]
Âyet sayısı : 128
Kelime » : 2840
Harf »
: 7707 [2]
1— İnkarcı
azgınların kıyametin hemen
kopmasını istemeleri konu edilir. Varlık âleminin yaratılmasıyia
ilgili belge ve delillere yer verilerek Allah'ın varlığına ve birliğine geçiş
sağlanır.
2— Allah'ın kullarına verdiği sayısız
nimetlerden söz edilerek nankörlük edenler uyarılır.
3— Allah'a ortak koşanlar, inkarcı sapıklar,
maddeci şaşkınlar kınanır ve böylece hiçbir şeyin Allah'a ortak olamıyacağı
belirtilir.
4— Allah'ı
inkâr edip zulüm ve ahlâksızlığı sanat edinen kavim ve milletlerin yıkılıp yok
edildikleri bazı misallerle anlatılarak tarihin tekerrür edeceğine dikkatler
çekilir,
5— İnkâroı sapıkların peygambere gerek
olmadığıyla ilgili iddiaları çürütülerek gereken bilgi verilir.
6—
Peygamberlerin insanları Hakk'a davetinin özeti belirtilerek beşer aklını ve
idrâkini harekete geçirecek deliller ortaya konur.
7— Müşriklerin, sapık maddecilerin ikinci
hayatı, yani âhireti inkâr etmeleri
üzerinde durulur ve aynı zamanda son peygamber Hz. Muham-med'in (A.S.)
risaletini kabul etmeyenlerin nasıl ruhî bir maraza mübtelâ olduklarına işaret edilir. Sonra da
böylelerine hazırlanan elim
azaptan bahsedilerek inkarcılar uyarılır.
8— Putperestlerden bir kısmının, melekleri
Allah'ın kızları diye tanımlamalarını kınar ve Allah'ın evlât edinmekten
münezzeh olduğu açıklanır.
9— İlâhî rahmetin inananlarla beraber bulunduğu,
onlar hakkında tecelli edeceği çok doyurucu bir anlatımla işlenir.
10— Besin değeri yüksek olan süt ve baldan,
meyvalardan söz edilerek dikkatler bu faydalı maddelere çekilir. Balda şifâ
bulunduğu açıklanarak ilim adamlarına temel bilgi, ana fikir verilir.
11— Göz, kulak vb. organların her birinin
Allah'ın kudret damgasını taşıdığına işaretle bunların önemi üzerinde durulur.
12— Kıyamet gününde peygamberlerin kendi ümmetlerine şahit tutulacakları ve o yüzden
mazeretlerin kabul edilmiyeceği, birer uyarı anlamında haber verilir.
13— Adalet, iyilik ve yakınlara ilgi gösterip
yardımcı olmak emredilir. Dinin, aklın, sağlam örfün fena gördüğü her türlü
hayasızlık, ahlâksızlık, söz ve davranış, haklara tecavüz yasaklanır. Verilen
sözlere bağlı kalınması emredilerek, mü'mine yakışan sadakate atıflar yapılır.
14—
Şeytandan Allah'a sığınılması emredilir. Onun gerçek mü'minler üzerinde bir
sultası olamıyacağı hatırlatılır.
15— Kişinin kalbi imân ile yatışmış bulunduğu
halde, bir zorlama ve tehdit neticesi dil ile küfrü gerektiren bir söz
söylemesinde sakınca olmadığı bildirilir.
16— Kıyamet gününde herkesin kendi ameliyle
başbaşa kalacağı ve her kişinin ancak kendi niyet ve amelinin karşılığını
göreceği haber verilerek Allah kullarının ona göre hazırlanmaları istenilir.
17— Allah'ın haram kıldığı bazı yiyeceklerle
ilgili hükümleri değiştirmelerinden ve işledikleri birtakım haksızlıklardan
dolayı Yahudilere bazı nesnelerin haram kılındığı uyarıcı bir misal olarak
verilir.
18— İbrahim Peygamber {A.S.) övülür ve bazı
hususlarda Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in de İbrahim Peygamber'i örnek aldığı
açıklanır. [3]
1— Allah'ın emri geldi (gelmek üzeredir). Artık
onu acele istemeyin. Allah onların ortak koştuklarından pâk ve münezzehtir.
2— Allah kendi buyruğundan (haberli kılmak için)
kullarından dilediğine melekleri ruh ile indirir de, «Benden başka hiçbir ilâh
olmadığı ve benden korkup (kötülüklerden) sakınmaları hususunda uyarıda
bulunun!» (emrini verir). *
«Kıyamet yaklaştı. Ay
bölündü.» Mealindeki âyet inince Mekke müşrikleri konuyu yine alaya alıp, hani
kıyamet gelmedi, nerede kaldı? Diyerek halkın inancını bozmaya, Kur'ân'ın
değerini düşürmeğe çalıştılar. Derken, yukaridaki âyetler indi. Bir olay
herhalde meydana gelecekse, artık o Allah yanında gerçekleşmiş demektir. O
nedenle müşriklere, «hele acele etmeyin. Allah'ın emri geldi, gelmek üzeredir»
buyurularak acele etmenin gereksizliğine dikkatler çekildi. [4]
«Kıyâmet'in kopacağı
bir sırada (peygamber olarak) gönderildim; ancak kıyametin önüne geçtim (ondan
biraz önce gelmiş oldum),» [5]
«Ben ve kıyamet şu
ikisi (iki parmağım) gibi bir arada gönderildik.» [6]
«Kıyamet kopacağı
zaman batı tarafından kalkan biçiminde siyah bir bulut ortaya çıkar ve devamlı
göğe doğru yükselir. Derken bir çağrıcı şöyle seslenir: «Ey İnsanlar!» Bunun
üzerine insanlar birbirlerine dönüp «işittiniz mi?» diye sorarlar. Onlardan
bir kısmı şüpheli bir tavır takınırlar. Sonra ikinci bir defa yine «Ey
insanlar!» denilir. Bunun üzerine yine insanlar birbirlerine dönüp «işittiniz
mi?» diye sorarlar. Onlar da : «Evet işittik» diye cevap verirler. Sonra
üçüncü defa yine, «Ey insanlar! Allah'ın emri geldi, gelmek üzeredir. Artık
onu acele istemeyin» diye buyurulur.»
Peygamber (A.S.) bu sözleri
söyleyip biraz durduktan sonra devamla buyurdu ki: «Canımı kudret elinde tutan
Allah'a yemin ederim ki, iki adam satılık elbiseleri açarlar, ama onu bir daha
katlayıp kaldırma imkânı bulamazlar. Adam havuzuna elini uzatır, ama hiçbir
şeyi sulama imkânı bulamaz. Adam devesini sağar, ama ondan içme imkânı
bulamaz, (kıyametin kopması öylesine ani ve baskın olacak..).» [7]
«Allah'ın emri geldi
(gelmek üzeredir). Artık onu acele istemeyin.»
Âyette anılan «emir»
den maksat nedir? Bunu açıklamadan önce bu kavramın birçok mânalara delâlet
ettiğini belirtmemizde yarar vardır. Onları şöyle sıralayabiliriz :
a) Durum, iş ve mesele,
b) Örneksiz bir şeyi icad etmek,
c) Buyruk, direktif.
d) Kıyamet, beklenen saat,
e) Azap ve hüküm..
İlgili âyette
«Allah'ın emri geldi»den maksat, va'dedilen azabın acele gelmesini isteyenlere
bir cevap olmak üzere o günlerin pek yakın olduğunu hatırlatmaktır.
Diğer bir yorumla,
iniş sebebinde belirtildiği gibi, Kur'ân'ı alay konusu edinip kıyametin hemen
kopmasını isteyenlere bir cevap olarak inmiştir. Böylece kıyametin yaklaşmakta
olduğuna dikkatleri çekmek söz konusudur.
Müfessir Kurtubî'nin
tesbitine göre, «Allah'ın emri geldi» mealindeki âyet inince, Peygamber (A.S.)
ve ashabı telaşlanıp yerlerinden sıçrar gibi oldular. Derken Melek Cebrail
ikinci cümleyi indirdi: «Onu acele istemeyin» veya «o hususta acele etmeyin!»
Bunun üzerine hepsi de yatışıp derin bir nefes aldılar.» [8]
Müşrikler ilâhî sünneti
bilmedikleri, O'nun kudretinin sınırsızlığını ve tecelli sebeplerini
anlayamadıkları için, Kur'ân'da yapılan tehdîd ve va'dle-ri hafife alıyor,
zaman zaman alay konusu ediniyorlardı. O bakımdan birinci âyetin son bölümünde
onların Allah hakkındaki yanlış anlayışlarından Cenâb-ı Hakk'ın pak ve münezzeh
olduğu belirtiliyor; O'nun koyduğu plânın, hazırladığı-programın şaşmadan
hedefine ulaşacağına işaretle her şeyin mukadder bir vakti bulunduğu
hatırlatılıyor. [9]
Ruh'tan maksat nedir?
«Emir» kavramı gibi onun da bulunduğu cümle içindeki yerine göre mana alacağını
söyleyebiliriz. İlgili âyetteki yerine bakılınca, şu manalara delâlet ettiği
anlaşılır. Nitekim ilim adamlarımızın da kelime üzerindeki tesbitleri o doğrultudadır.
Şöyle ki!
a) Vahiy,
b) Kur'ân-ı Kerîm âyetleri,
c) Uyulması gereken ilâhî buyruk,
d) Yaratılacak insanların, ruhlar âleminde
sırasını beklemekte olan ruhları,
e) Rahmet ve hidâyet.
f) Allah'ın yarattıklarından büyük bir varlık,
g) Kalplere hayat veren ilâhî kelâm, h) Melek
Cebrail (A.S.)..
Birinci ve bîr de son
maddede belirtilen mana amaca en uygun olanıdır. Çünkü ilâhî vahiy, kalplere
hayat ve enerji, nur ve feyiz verir. Ruh da bir bakıma hayat, nur ve enerjiden
ibarettir. Allah kullarına bu anlamdaki ruhu ancak peygamber vasıtasıyla
gönderir.
O nedenle âyetin bir
bölümünde, «onu kullarından dilediğine indirir.» buyurulmuştur ki bu, bir
bakıma vahye, bir bakıma da Melek Cebrail'e işarettir. [10] :
1— Allah'ın varlığını, birliğini tanıtmak ve
bâtıl ilâhlara tapanları veya onları Allah'a ortak koşanları uyarmak. Bu daha
çok ilim ve imâna dayanır,
2— İmândan
sonra Allah korkusunu kalplere işlemek; böylece mü'-minlerin kötülüklerden
sakınmalarını sağlamak. Bu daha çok amelle ilgilidir.
İşte bütün emirler,
yasaklar, hükümler, va'dler (verilen sözler), vatd-ler (tehditler), kıssalar;
öldükten sonraki hayatın safhaları hep bu iki amacın kapsamına girmektedir.
O halde bir kişiden
Allah'a imânı ve Allah ile Âhiret korkusunu çekip alın, geriye hayvanî bir
hayat kalır: Yeme, içme, evlenme, uyuma ve maddenin peşinde bir ömür tüketme..
Görüldüğü gibi, vahiy: İmân,
ilim ve ameli birleştirip aynı amaca yöneltmektedir. İmân ilme güç verir,
istikamet verir. İkisi birden sağlıklı ameli oluşturur. [11]
Peygamberlik tahsîl ile elde
edilen bir meslek dalı değildir. Allah dilediği kavim ve milletin içinden
dilediği ve ehil gördüğü zatı seçip risâlet şerefiyle şereflendirir. O
bakımdan «Allah, ilgili ikinci ayette meleklerle birlikte indirdiği vahyi veya
gönderdiği Melek Cebrail'i kullarından dilediğine, seçip gönderir» şeklinde
açkılayarak bu konuda bize aydınlatıcı bilgi vermiştir. [12]
Yukarıdaki âyetlerle
Allah'ın verdiği sözün mutlaka yerine geleceği, o bakımdan müşriklerin acele
istedikleri ilâhî hükmün pek yakında ineceği, böylece küfrün başaşağı geleceği
bildirildi. Sonra da vahyin melekler vasıtasıyla indirildiği ve vahyin iki ana
amacı bulunduğu açıklandı. Peygamberlerin de ancak Allah tarafından seçilip
görevlendirildiğine değinilerek bu konuda vaki şüphelerin doğru olmadığına
işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
inkarcıların akıllarına ışık tutularak göklerin hak ile yaratıldığı ve sağlam
bir düzen üzere kurulduğu belirtilerek, bunun da Allah'ın birliğine başlıca
açık delillerden biri olduğu hatırlatılıyor. Sonra insanın nutfeden yaratılması
konu ediliyor; şaşmayan biyolojik kanunlarla, genetik olaylarla onun vücut
bulduğu açıklanarak Allah'a karşı gelmenin büyük bir gaflet ve idraksizlik
olduğuna dikkatler çekiliyor. Arkasından ilâhî nîmetlerin başında yer alan
davarlar, binek hayvanları konu edilerek bunları insanın hizmetine sevkeden
Allah'a şükretmenin gereği üzerinde duruluyor. Bilahare düşünce ve idrâklerin
bu doğrultuya çevrilerek Allah'ın insanları cüz'i irâdelerini kullanmaları
için serbest bıraktığına işaret ediliyor. [13]
3— Gökleri ve yeri hak ile yarattı. O, onların
ortak koştuklarından çok yücedir.
4— İnsanı nutfe (spermleri taşıyan sıvıjdan
yaratmışken, bakarsın ki o, (bize karşı) açıkça tartışan bir düşman
kesilivermiştir.
5— Davarları da sizin için yarattı; onlarda
(sizin için) ısıtacak şey ve nice yararlar vardır; hem onlardan yersiniz.
6— Onları (ağıllarına) sürüp getirdiğinizde Ve
(otlaklara) sürüp götürdüğünüzde, sizin için onlarda içinizi açan güzellik, ve
çekicilik vardır.
7— Ağırlıklarınızı da yüklenirler de sizin ancak
zor zahmet varabileceğiniz şehirlere kadar götürürler. Şüphesiz ki Rabbiniz
çok şefkatli, çok kayıran, çok merhamet edendir.
8— Binesiniz diye at, katır ve merkebi birer süs
olarak yaratmıştır.
Bilmediğiniz daha nice
şeyleri yaratır.
9— Doğru
yolu bildirmek, gösterip yöneltmek Allah'a aittir. Yollardan
bir kısmı eğridir (amaca ulaştırıcı değildir). Allah dileseydi
hepinizi doğru yola iletirdi.
Mekke'nin ileri gelen azgın
inkarcılarından Ubey b. Halef, eline aldığı çürüyüp ufalanmış kemikleri
Peygamber (A.S.) Efendimiz'e göstererek : «Ya Muhammedi Sen Allah'ın bu çürüyüp
toz haline gelmiş kemikleri yeniden dirilteceğini mi söylüyorsun? Olur şey
değil bu..» dedi. O sebeple yukarıdaki âyetler indi. [14]
Ebû Bekir Sıddîk
(R.A.)ın kızı Esma (R.A.) diyor ki:
«Peygamber (A.S.)
Efendimiz devrinde bîr atı kesip etinden yedik.» [15]
Câbir (R.A.) diyor ki:
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz ehli eşeğin etinden yememizi yasakladı. At etine ise, izin verdi.» [16]
Yine Câbir (R.A.)
diyor ki:
«Hayber'in fethinde
at, katır ve merkep kesip yemek istedik. Çünkü o günlerde kıtlık içinde
bulunuyorduk. Peygamber (A.S.) Efendimiz katır ile eşek etini men'etti, at
etini yememizi serbest bıraktı.» [17]
Bişr b. Cehhaş (R.A.)
anlatıyor:
«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz,
mübarek ağzından bir damlacık ıslaklık çıkarıp elinin ayasına dokundurdu ve
şöyle buyurdu : «Allah (c.c.) buyuruyor ki: Ey ademoğlu! Beni nasıl âciz
bırakabilirsin ki, seni buna benzer bir sıvıdan yarattım da seni boylu poslu
kılıp düzene soktum da dengede tuttum, iki ayağınla yürüdün ve yeryüzünde senin
sesin duyuldu. Toplayıp tekelinde tuttun da Ölüm gelip gırtlağına dayandı; o
zaman tasad-duk ediyorum diyebildin. Artık nerede tasadduk zamanı, (o gelip
geçti).» [18]
İlgili âyetlerle,
Allah'ın varlığında eşsiz, denksiz ve benzersiz; birliğinde örtaksız olduğu on
iki kadar delille belirtilerek insanların düşünce ufukları genişletiliyor.
Delillerin hepsi de, kâinatta her şeyin belli bir plâna göre yaratıldığını,
amaçsız hiçbir şeyin mevcut olmadığını, yüksek bir kudretin kusursuz eseri
bulunduğunu haber veriyor.
O halde birtakım faydalar ve
hizmetler sağlamak için belli özelliklerde yaratılan her eser, mükemmelin de
ötesinde bir yapıcısının varlığına delâlet eder. Böylece eserden müessire,
plândan plâncıya geçişle sonsuz kudret sahibi Allah'ın varlığı ve birliği
istidlal edilir. [19]
«Gökleri ve yeri hak
ile yarattı.»
Hikmetin gerektirdiği
öiçüde, insanın yararlanacağı düzende yaratılan göklerle yeryüzü, şüphesiz ki
her yönleri ve hareketleriyle kesin matematiksel düzenlemelere göre
hazırlanmıştır. Plânda bir değişiklik, düzenlemede bir formül oynaklığı mevcut
sistemin dengesini ve sağlamakta olan hizmetini bozup aksatır. Buna bir, iki
örnek verelim :
a) Yerküre kendi ekseni etrafında baş döndürücü
bir hızla dönmektedir. Ancak bu ekvatorda dakikada 27 km,, kutuplara doğru
azala azala tam kutuplarda 10 km'ye düşmektedir. Böylece bu farklı hareket ve
hızla gece gündüz meydana gelir. Hareketin hızı ekvatorda 13 km., kutuplarda
.ise 5 km. olsaydı
arzulanan yarar ve hizmet gerçekleşebilir miydi? Nitekim öyle bir durumda gece
ile gündüzün uzunluğu anormal şekilde artar; dosdoğru çalışma ve dinlenme
imkânı kaybolur, normal düzen alt-üst olurdu.
b) Dünyanın yüz ölçümü yaklaşık 510 milyon
kilometre karedir. Böyle değil de 310 milyon kilometre kare olsaydı, durum ne
olurdu? Önce yer-çekim kuvveti azalır ve atmosferin bugünkü ölçüde kalması
mümkün ol-mazdr. O sebeple de canlıların ve bitkilerin yaşama şansı kalkardı.
Görüldüğü gibi, göklerle
yerin belli hesaplara ve ölçülere göre yaratılması, bir tesadüf eseri değil;
canlılarla bitkilerin yaşamasına elverişli ölçü ve düzenlemede belli bir plâna
göredir. Kur'ân bu plân ve ona göre düzenlemeyi «hak» tabiriyle ifade ediyor.
Göklerin ve yerin hareket halinde olması ise, bir hareket ettirenin varlığına
ayrı bir delil değil midir? [20]
«İnsanı nutfe
(spermleri taşıyan sıvı)dan yaratmışken, bakarsın ki o, (bize karşı) açıkça
tartışan bir düşman keşi I i vermiştir!»
Nutfe : Sözlük olarak,
bir damla saf suya denir. Bu manayla, erkeğin cinsel aletinden şehvetle çıkan
belsuyuna da nutfe denilmiştir. Kıyamet sûresinde ise, nutfenin atılıp fışkıran
meni, yani belsuyu olduğu çok açık bir anlatımla belirtilir. Sonra buna ikinci
bir açıklık, İnsan sûresinde getirilerek, insanın sadece sözü edilen nutfeden
değil, birbiriyle karışıp imtizaç eden sıvıdan, sperm ile yumurtanın
birleşmesinden yaratıldığı anlatılır.
Bu da Allah'ın
varlığına ve birliğine kuvvetli delil sayıldığı için Kur'ân'-m tam on iki
yerinde değişik kelime ve ifadelerle anlatılmaktadır.
Böyle bir ameliyede
ilâhî kudretin yüceliğini belirtmek için de bir santimetre küp meni sıvısı
içinde normal olarak 60-100 milyon sperma hayvancığının bulunduğunu söylemek
yeter. Başka hangi kudret, ya da tesadüf bu canlı hücreleri bir santimetre küp
sıvının içine böylesine bir programla yerleştirebilir?
İnsan, yaratılışında hakim
olan bu yüksek kudreti idrâk etmez ve nereden, nasıl oluştuğunu düşünmez de
Allah diye bir kudretin yokluğunu konu edinerek tartışmaya heveslenir! Oysa
Allah'ı inkâr etmek, O'nu is-bat etmekten çok daha zordur, hattâ mümkün
değildir. [21]
«Davarları da sizin
için yarattı. Onlarda (sizin için) ısıtacak şey ve nice yararlar vardır; hem
onlardan yersiniz.»
Eti yenen hayvanlardan
davarlar konu ediniliyor. Oünkü diğerlerine nisbetle bunlar daha yararlı ve
daha verimlidirler.
İlgili âyetle
davarların yaratılıp İnsanların istifadesine verildiğine bakılınca, hayvanların
insanlardan önce yaratıldığı kesinlik kazanıyor. Ayrıca belirli davarların
kalıtımında bir değişikliğin sözkonusu'olamıyacaği anlaşılıyor. Zira ilâhî
kudret sığırı sığır olarak, koyunu da koyun, keçiyi de keçi olarak yarattığını
açıklıyor. Bunlardan herbirini vücuda getirmek için birer defa tecellide
bulunduğunu ve ondan sonra programlanan biyolojik kanuna göre üremenin sürüp
geldiğini işaret ediyor ve bir türden başka bir türe geçiş olmadığına işaret
ediliyor.
Günümüzde gelişen
biyoloji ve genetik ilimler de bunu kanıtlamaktadır. Nitekim Genetik adlı
kitapta deniliyor ki: «Bütün canlılarda çoğalma sonucu meydana gelen yeni
bireyler geçmişlerine ve kardeşlerine diğer canlılara olduğundan daha fazla
benzerler. Bir koyunun yavrusu yine koyundur. Boynuzsuz bir koyundan boynuzlu
bir yavru meydana gelebilir. Fakat bir koyunun fare veya at doğurduğu
görülmemiştir. Bunun gibi domates tohumundan yine domates, yulaf tohumundan da
yulaf çıkar. Süt ve balık ile büyütülen bir kedi yavrusu ile su ve at eti ile
büyütülen bir kedi yavrusunun kediden başka birer hayvan olarak gelişmeleri söz
konusu olamaz.» [22]
Gelişime gelince: Kalıtıma
bağlı kalıp, aynı türden meydana gelen iki yavrunun veya iki bitkinin tam
manasıyla birbirine tıpatıp benzedikleri söylenemez. Bu da sonsuz kudretin
yaratmadaki eşsizliğini gösterir. Bir fabrikanın mamulleri gibi aynı ölçü ve
biçimde değillerdir. [23]
Davarların etinden,
sütünden yararlandığımız gibi, yününden ve kılından, derisinden, yağından, kemiğinden
ve diğer artıklarından da yararlanmaktayız.
Isıtacak şey ise, yünleri ve
derileri olmakla beraber dışkılarından elde edilen biyogaz da olabilir. Zira «d
i f i'» kelimesi bunların hepsine delâlet etmektedir. Davarları bu özelliklerde
yaratıp insanın hizmetine veren ve onlardan yeterince yararlanma akıl ve
zekâsını insana bahşeden Alldh'ın şanı çok yücedir. [24]
«Binesiniz diye at,
katır ve merkebi birer süs olarak yaratmıştır.»
Bunlar gerek binek,
gerekse yük ve koşum hayvanı olarak yetiştirilir ve kullanılırlar. Özellikle
ata binip bir süre dolaşmak insanı ferahlatıp rahatlatır.
İşte bütün bunlar, diğer
varlıklar gibi, ezelde hazırlanan ve vakti gelince uygulamaya konulan ilâhî
düzenlemenin nîmetleridir. Hepsi de insan için yaratılmıştır. İnsan da yüce
yaratanı bilmek, O'na kulluk etmek ve bu inanç, düşünce atmosferi içinde
hayatın anlam ve hikmetini kavramak, sonra da ikinci hayata döndürülerek
ebedîyen mutlu edilmek için yaratılmıştır. [25]
«Doğru yolu bildirmek,
gösterip yöneltmek Allah'a aittir. Yollardan bir kısmı eğridir.»
İnsanın aklı ve zekâsı
ile, dinlerin belirlediği ve tanımladığı doğru yolu yalnız başına bulması çok
zor; hattâ çoğu kimseler ve toplumlar için mümkün değildir. O nedenle doğru
yolu bildirmek Allah'a ait; o yolda yürümek ise, insana .aittir. Peygamber
gönderilmesi ve kutsal kitap indirilmesi, bu yolu tanımlayıp göstermeğe
yönelik bir lütuftur.
İnsan sadece kendi
aklıyla hayatın amaç ve hikmetini bütünüyle bulup kavrayamaz. Zira kendi
aklına bağlı kalıp seçeceği yol, herhalde kendisi kadar kusurlu ve
neticesizdir. Mükemmel bir yolu, mükemmel kudret sahibi Allah açıp hizmete
hazırlar. Onun kusursuz olduğu söz götürmez kesinliktedir. Nitekim bunun
misallerini her yerde görmek veya duymak mümkündür. Peygamber ve kitaptan bilgi
ve kuvvet almayan toplumların bir kısmı güneşe, bir kısmı yıldızlara, bir kısmı
taştan yontulmuş putlara, bir kısmı ineğe, bir kısmı ateşe, bir kısmı da büyük
kahramanlara tapacak kadar doğru yolu kaybetmişlerdir. Diğer bazı toplumlar
ise, maddeyi temel kabul edip manevî değerlerin tümünü ret ve inkâr ederek
insanın bir avuç gübre olarak son bulup birtakım parazitlere dönüşeceğini ve
bir daha vücut bulmayacağını, silinip belirsiz olacağını iddia etmişlerdir.
İşte Kur'ân insanı bu
hususta uyararak doğru yolu bildirmenin ve onu tanımlamanın, ona iletip eriştirmenin Allah'a ait olduğunu
açıklıyor ve insanlara bu konuda en sağlam kıstası vererek gereken
yardımcı vasıtalardan yararlanmasını hatırlatıyor.
Sonuç olarak Kur'ân şunu
açıklıyor: Allah'ın gösterdiği yol, doğru yoldur. İnsanların kendi akıl ve
zekalarıyla veya geleneklerine uyarak belirledikleri yollar ise egnuir. [26]
«Allah dileseydi
hepinizi doğru yola iletirdi.»
İlgili âyetle, önemli
bir konuya temas ediliyor ve iyi düşünmemiz isteniliyor. Çünkü ancak Allah'ın
dilediği olur. O bakımdan bütün insanların doğru yolda yürümesini dileseyd'
mutlaka yanlış yola sapan olmazdı. Ama öyle dilememiştir. Bunun elbette birçok
sebep ve hikmetleri söz konusudur. Onlardan bir kısmını şöyle belirtebiliriz:
a) Hayatın akışı canlılığını kaybederdi.
b) İnsanlar arasında rekabet, mücadele, tartışma
ve sürtüşme olmaz, olmayınca da gelişme ve ilerlemeyi doğuran sebepler ortaya çıkmazdı.
c) O yüzden atalet başlar, ilmî araştırma diye
bir hamle ortaya çıkmaz, bugünkü teknik ilerleme diye bir şey düşünülemezdi.
d) Bunların da ötesinde insanın plândaki yeri,
hilkatinin gereği, dünyaya getirilişinin hikmeti anlamsız kalırdı. Oysa
Cenâb-ı Hak, mutlak surette hikmet sahibidir, ezelde hazırladığı plân ve
programı değiştirmez, kıyamete kadar onu ilk belirlenip çizildiği gibi
uygular. [27]
Yukarıdaki âyetlerle
inkarcı şüphecilerin akıllarını harekete geçirmek, idrâklerini uyanık tutup
doğruyu bulmaya yöneltmek için göklerin ve yerin hak ile yaratıldığı
belirtilerek düşünce ufukları genişletildi. Sonra da insanın nutfeden
yaratıldığı konu edilerek küçücük genlere, bu sanat harikası canlının bütün
özelliklerini nakşeden O Yüce Kudret'in varlığına her biri delil gösterildi.
Arkasından insanoğlu için yaratılan davarlara dikkatler çekilerek, çok
kusursuz bir düzenlemenin mevcut bulunduğuna işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın
varlığını ve birliğini yansıtan yağmur nîmetine parmak basılıyor. Güneş, Ay,
gece ve gündüz düzenlemesi üzerinde durularak mevcut plânda tesadüflerin hiç
yeri olmadığı belirtiliyor. Karada renkleri, faydaları ve şekilleri değişik
bir çok nimetlerin yaratıldığına; denizlerin, başta balık olmak üzere birçok
nimetleriyle birlikte geçim kaynağı olduğuna dikkatler çekiliyor ve bu
nimetlerden yararlanmamız ilham ediliyor. [28]
10— O ki gökten size su indirdi. Ondan hem
içilecek su, hem (davarlarınızı) yaymak için ot sağlarsınız.
11— Hem o su ile sizin için ekin, zeytin, hurma,
üzümler ve her çeşit meyvalar bitirir. Şüphesiz ki bunda düşünen bir millet
için âyet (öğüt, ibret ve delil) vardır.
12— Ve sizin için gece ile gündüzü, Güneş ile
Ay'ı ve yıldızları (yaratarak) belli kanunlarına bağlayıp, hizmetinize verdi.
Doğrusu bunda aklını kullanan bir millet için nice öğütler, ibretler ve
belgeler vardır.
13— Sizin için yeryüzünde, farklı renklerde
yarattıklarını da hizmetinize vermiştir. Şüphesiz Lunda iyice düşünüp öğüt
alan bir millet İçin öğüt ve ibret vardır.
14— Pek taze et yemeniz ve takınacağınız süs
eşyasını çıkarmanız için denizi de (belli ölçü ve kanunlarla) yararınıza sunan
O'dur. Gemileri de suyu yara yara gittiğini görürsün ki, bu Allah'ın geniş
iûtfunu ve ihsanını dilemeniz içindir. Ola ki şükredersiniz.
«O ki gökten su indirdi.
Ondan hem içecek su, hem (davarlarınızı) yaymak için ot sağlarsınız.»
Hayatın kaynağı olan
su, birçok değişikliklere, değişik yerlere uğrasa da sonunda yine buharlaşarak
kendisine karışan yabancı maddelerden arınır da bulutlan oluşturur. İlâhî
filtreden geçtikten sonra tekrar yeryüzüne inerek bir devr-i dâim yapar.
Dünyanın onda yedisinin denizlerle kaplı olması, bize, su ihtiyacımızı
karşılamada en büyük kaynaktır.
Bilindiği gibi, hiçbir
şey eksilmeden, fire vermeden dünyamızda aralıksız devir yapmakta, hayatın
akışını sağlamaktadır. Bu öyle bir kanundur ki, şaşmadan hizmet vermekte ve her
yönüyle yüce kudretin sınırsızlığını simgelemektedir.
İşte ilgili âyetler,
Allah'ın bu büyük nîmetini ve faydalarını sergileyerek, onu plânlayıp
programlayan Cenâb-ı Hakk'a şükretmemizi öğütlüyor ve her nimette O'nun ismini
ve tecellisinin izini görmemizi ilham ediyor.
Diğer yandan
davarların beslenip yararlı düzeyde insanlara hizmet etmeleri için otlak
alanlarının korunmasına işaret ediliyor.
Günümüzde nüfus artışı,
sanayinin gelişmesi birçok bölgelerde çok hatalı bir yerleşme ve plânlamaya
neden olmaktadır. Ziraate elverişli alanların beton yiğınlarıyla, fabrika ve
benzeri sanayi tesisleriyle yok edilmesi, hem tarımı, hem de hayvancılığı
olumsuz yönde etkilemekte ve birtakım sıkıntıları beraberinde getirmektedir.
Cenâb-ı Hakk'ın özellikle davarların faydalarından, otlak alanlardan söz
etmesi, bizi bu konuda uyarmaya, daha iyi düşünmeye sevkeden bir ön bilgidir.
Zaten ilâhî metot gereği, çok faydalı ve yararlı konulara temas edilirken
detayına inilmez, temel bilgi verilerek insan aklına ışık tutulur. [29]
«Hem o su ile sizin
için ekin, zeytin, hurma, üzümler ve her çeşit meyvalar bitirir. Şüphesiz ki
bunda düşünen bir millet için âyet (öğüt, ibret ve delit) vardır.»
Ekin tabiriyle tarımın
önemi ve ekonomik yapımıza olan katkısı anlatılıyor. Sonra da üç önemli
üründen ismen söz ediliyor ve arkasından her çeşit meyvayı kapsar şekilde bir
anlatıma yer veriliyor. Bunun birtakım sebepleri ve yol gösterici hikmetleri
vardır. Kısaca şöyle Özetliyebiliriz:
Zeytin, hurma, üzüm..
Neden? Çünkü bu üçünü de çürütmeden depolamak ve besleyici gıda maddeleri
olarak bulundurmak mümkündür. Ayrıca bu üç ayrı meyvanın birçok faydaları söz
konusudur. Şöyle ki:
Zeytin : Önemli bir
endüstri bitkisidir. Etli kısmında %25 oranında yağ vardır. Bu aynı zamanda
tıpta ilâç olarak da kullanılır. Ağacı çok uzun ömürlüdür. Yüz yıldan fazla
yaşayanları vardır. Ayrıca asiti alınmış zeytin yağının sindirimi kolaydır. İç
organlar üzerinde birtakım oiunriu tesirlerinden söz edilmektedir.
Hurma : Palmiyelerin
en faydalısıdır. Meyvası çok besleyicidir. Kıtlık yıllarında binlerce insanı
açlıktan kurtarmıştır. Hazmı kolaydır, aynı zamanda ziraate pek elverişli
olmayan çöl ve benzeri yerlerde yetişme şansı vardır. Yapraklarından sepet,
liflerinden urgan yapılır. Kurusu iyi korunduğu takdirde uzun süre bozulmadan
özelliğini aynen korur.
Üzüm : Besleyici bir
üründür. Kurusu hayli dayanır. Suyundan sirke, pekmez, şıra ve ağda gibi
faydalı maddeler elde edilir. Kuru toprağı sever. O bakımdan sıcak ve soğuk
birçok bölgelerde yetişme imkânı söz konusudur.
Âyette bir diğer
incelik göze çarpmaktadır, o da, zeytin ile hurmanın tekil, üzümün çoğul
şekilde kullanılmasıdır. Bu, az önce belirttiğimiz gibi, bu ürünün sıcak, soğuk
farkı olmaksızın kuru toprağı çok sevdiğinden birçok yerierde yetiştirilme
şansına sahip olduğuna, doyurucu ve besleyici özeliği yanında birçok faydaları
bulunduğuna işarettir.
Bir başka husus da,
sözü edilen üç meyvanın daha çok ihraç ürünleri özelliğini taşımasıdır.
İşte düşünen bir
toplum veya millet için ilâhî kudreti yansıtan bu ürünlerde o kudretin
damgasını taşıyan nice âyet, belge, öğüt ve deliller vardır.
Bu üç ürünün arkasından diğer
bütün meyvalardan genel bir anlatım çerçevesinde bahsedilmesi, meyvanın insan
sağlığı üzerindeki olumlu tesirlerine ve iklim şartlarını dikkate alıp
yetiştirilmesi mümkün olan meyva-iarın çoğaltılmasına işarettir. Allah daha
iyisini bilir. [30]
«Ve sizin için gece ie
gündüzü, güneş ile ayı ve yıldızları (yaratarak) belli kanunlarına bağlayıp,
hizmetinize verdi.»
Kur'ân bunların
insanoğlunun hizmetine verildiğini, yani insan için yaratıldığını açıklarken
çok önemli bir hususu hatırlatıyor. O da, bunların hepsinin insan yaratılmadan
önce var kılınıp düzenlendiğidir.
Bütün bu verimli,
plânlı, programlı ve düzenli sistemler kimin, hangi kudretin eseridir? Ortada
sağlam bir plân ve matematiksel düzenleme varsa, mutlaka onu düzenleyen
vardır.
Güneş ailesinden her
birinin güneş çekim kuvvetinin etkisinde ayrı ayrı yörüngelerde hareketlerini
kusursuz şekilde sürdürdüklerini biliyoruz. Ancak şu farkla ki, dünya
dışındaki gezegenlerden hiç birinin canlıların, özellikle insanın yaşamasına
elverişli şartları taşımadığı, üzerinde yaşadığımız gezegenin canlılara has
ölçüde ve lüzumlu bütün şartları kendinde taşıyarak yaratılıp hizmete
sevkedildiği bir gerçektir. Nitekim Rahman sûresi 10.
âyette bu gerçek şöyle
açıklanmaktadır: «Yeryüzünü de ancak ve sadece canlı varlıklar için alçaltıp
koydu.» Bu âyetle, güneş ile dünya arasındaki düzenlemeye dikkatler çekiliyor
ve ezelî takdîrle diğer gezegenlerde yaşama şansının olmadığı hayat şartlarının
bulunmadığı temel bilgi olarak veriliyor.
İşte aklını kullanabilen,
idrâkini harekete geçirebilen toplum ve milletler için bu açıklamalarda birçok
belgeler ve deliller mevcuttur ki, hepsi de insanı iyiye, doğruya yönetmekte ve
yüce yaratanı tanıtmaktadır. [31]
«Sizin için
yeryüzünde, farklı renklerde yarattıklarını da hizmetinize vermiştir. Şüphesiz
ki bunda iyice düşünüp öğüt alan bir millet için öğüt ve ibret vardır.»
Milyonlarca bitki türü
var. Hepsinin rengi, çiçeği, kokusu ve şekli ayrıdır. Oysa hepsi belli iklim
şartları içinde topraktan nemalanıp çıkmakta, gökten inen aynı suyu almakta,
aynı güneşten yararlanmaktadırlar. Bu, ilâhî tezgâhın tek kalıp ve ölçüde bir
fabrika gibi ürün vermediğini, aynı tezgâhta binlerce değişik ürünün imal
edildiğini göstermektedir.
İyi ama hepsi de aynı
renk ve biçimde olsaydı ne gibi sakıncalar doğardı? Şüphesiz bitkilerin çok
çeşitli olması ve çeşidine göre birtakım farklı faydalar taşıması, Allah'ın
insanlara çok yönlü bir kimya iaboratuvarı hazırlayıp verdiğini ifade eder.
Böyle olmasaydı ne bu kadar çeşitli ilâçlar elde edilebilir, ne de insanoğlunun
sayısı belirsiz dert ve hastalıklarına şifâ bulunurdu. Aynı zamanda dünya bu
kadar çekici ve güzel olmaz, tek desen ve tek rengin gözleri ve gönülleri
okşamıyacağı neticesi ortaya çıkardı.
İşte böylesine bol ve zengin
bir düzenlemede düşünüp de öğüt alan bir millet için ilâhî sanat ve kudretin
eşsizliğini yansıtan belgeler ve deliller vardır. [32]
«Denizi de (belli ölçü
ve kanunlarla) yararınıza veren O'dur.»
Kur'ân-ı Kerîm'de
denizlerin ekonomik hayatımızdaki yerine de sık sık dikkatler çekilmekte, besin
kaynaklarımızın önemli bir bölümünün denizlerde mevcut olduğuna işaret
edilmektedir. Taze et, inci, mercan, sünger ve diğer faydalı birtakım ürünler
geçim kaynaklarından bir kısmıdır.
Gemilerin suyu yara
yara yol aldığı belirtilirken deniz taşımacılığının önemi üzerinde duruluyor.
Aynı zamanda Müslüman milletlerin denizlere sahip olmaları ve bu önemli, önemli
olduğu kadar zengin kaynağı ihmal etmemeleri isteniliyor.
Bütün bu çok faydalı
kaynakları nimetleriyle birlikte insanların hizmetine veren, kurduğu mükemmel
düzenle her şeyi dengeli, ölçülü ve hesaplı takdîr eden Allah'a inanmamak ne
ile yorumlanabilir? Bunca açık âyet ve delil karşısında insanoğlu nasıl mazur
gösterilebilir?! [33]
Kur'ân-ı Kertm'in on
yedi yerinde denizden ve faydalarından söz edildiği halde, müctehit imamlar
zamanında denizlerdeki zengin kaynakların ve deniz taşımacılığının önemi
yeterince bilinmediğinden konuya pek az yer verilmiştir. Oysa Cen.âb-ı Hakk'ın
bir konu, ya da eşya üzerinde durması, yani Kur'ân'da ondan birkaç defa
bahsetmesi, mutlaka onun önemine işarettir. Bazı ilim adamlarının denizlerin
hic bir ülkenin mülkü olamayacağı şeklindeki görüşleri ise, acık denizlerle
ilgilidir ve, bu görüşte isabet vardır. Böylece açık denizler üzerinde ne
müslümanlarm, ne de gayr-i müslimle-rin kontrol hakkı olmadığını ortaya
koymuşlardır. Azınlıkta kalan bazı müellifler ise, açık denizlerin gayr-i
müslim mülkünden sayıldığını savunmuşlardır ki, ed-Dürü'l-Münteka sahibi de
onlardan biridir. [34]
Böyleoe açık denizler
hakkında farklı görüşler ortaya konulmuş ve görüşlerin bir kısmının isabetini
belirleyecek sağlam dayanaklar gösterilende-mistir. Oysa Kur'ân hukukuna göre,
açık denizler umumun yararlanmasına ve karasuları da ilgili devletlerin
yararlanmalarına terkedilip, topraklar gibi insanların kontrolüne
bırakılmıştır. Nitekim Câsiye sûresi 12 ve 13. âyetlerde bu husus şöyle
açıklanmıştır: «O Allah ki, buyruğu gereği, gemiler yüzüp yol alsın; geniş
lütuf, bol ihsanını arayasınız ve şükredesinfz diye denize başeğdirip onu
emrinize vermiştir. Göklerde ve yerde ne varsa, hepsini kendi tarafından sizin
emrinize vermiştir. Şüphesiz ki bunda iyice düşünen bir millet için açık
belgeler vardır.»
Bu ve diğer âyetler deniz
hukukunu zorunlu kılmakta, belli statülere bağlanmasına dikkatlerimizi
çekmektedir. Nitekim günümüzde kural olarak açık denizlerde seyrüsefer serbest
kılınmış, karasuları ise devletlerin hâkimiyetine bırakılmıştır. Az yukartda
belirttiğimiz gibi, açık denizlerin herhangi bir ülkenin veya devletin mülkü
olamıyacağıyla ilgili görüşün isabetli olduğu anlaşılıyor. [35]
Yukarıdaki âyetlerle,
gökten indirilen su nimetinden söz edildi. Güneş ailesine dikkatler çekilerek
her birinin ilâhî kudreti yansıttığına işaretle sistem üzerinde iyice
düşünmemiz istenildi. Sonra da bitkilerin çok çeşitli ve denizlerin önemli
kaynaklar olduğu belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle, yine
Allah'ın insanların rahat yaşamasını sağlamak için yeryüzünü düzenlemesi,
dağların belli bir plâna göre yerleştirilmesinin faydası üzerinde duruluyor ve
böylece Allah'ın insanlara olan nimetlerinin sayılamayacak kadar cok olduğu
hatırlatılıyor. [36]
15-16—
Yeryüzünde, sizi titreşip sarsmasın diye dağlar koyup yerleştirdi; ırmaklar
meydana getirdi ve şaşırmayasmız diye yollar ve alâmetler koydu ve onlar
yıldızlarla da yollarını, yönlerini bulurlar.
17— Artık yaratan yaratamayan gibi midir?
Etraflıca düşünmez misiniz?
18— Allah'ın nimetlerini saymaya kalkışırsanız, sayamazsınız.
Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
19— Allah neleri gizlediğinizi, neleri açığa
vurduğunuzu bilir.
«Cenâb-ı Hak,
yeryüzünü yaratıp düzenlediğinde yerküre sallanıyordu. (az bir dengesizlik
vardı). Dağları meydana getirerek yerleştirdi de yerküre istikrar buldu
(dengesini aldı). Bunun üzerine melekler, dağların şiddet ve kudretine hayret
ettiler ve: «Ya Rab! Senin yerkürede yarattıkların arasında dağlardan daha
şiddetli olan bir şey var mıdır?» Diye sordular. Allah (c.c.) onlara: «Evet,
demir vardır.» Buyurdu. Melekler: «Demirden daha şiddetli bir şey var mıdır?»
diye sordular. Allah onlara: «Evet ateş var» diye cevap verdi. Melekler:
«Ateşten daha şiddetli bir şey var mıdır?» diye sordular. Allah onlara: «Evet,
su vardır» buyurdu. Melekler: «Sudan daha şiddetli bir şey var mıdır?» diye
sordular. Allah onfrra: «Evet, rüzgâr vardır» buyurdu. Melekler: «Rüzgârdan
daha şiddetli bir şey var mıdır?» diye sordular, Allah, onlara: «Evet, ademoğlu
sağ eliyle sadaka verir de sol elinden gizlerse, o daha güçlü ve
heybetlidir» buyurdu.» [37]
«Yeryüzünde, sizi titreşip
sarsmasın diye dağlar koyup yerleştirdi.»
İlgili âyetle,
dağların yerkürenin dengede durup istikrar sağlaması için vücuda getirildiği
açıklanıyor. Burada «sağa-sola sallanma» şeklinde yapılan çeviri, «en temîde»
fiilinin tam karşılığı değildir. Bunun masdan olan « m e y d » kelimesi daha
çok iki anlam taşır: Büyükçe bir cismin titreşimi ve büyükçe kurulu sofra..
Görüldüğü gibi, çoğu meallerde «sallanma» şeklindeki çeviri de tam sağlıklı
sayılamaz. Titreşim ise, yakın bir karşılık ve çeviri olmakla beraber,
(yeryüzünün bir sofra durumuna getirilmesi için üzerinde sabit ve muhkem dağlar
meydana getirildi) şeklinde bir tefsîr maksada daha uygundur. Dağlar bu büyük
sofranın bir bakıma denge ve düzenini sağlar mahiyette birer ayrı nimetlerdir.
Zira dağlar her
mevsimde değişen görüntüleriyle bizi, arzettiği güzelliklerine hayran
bırakmaktadır. Üstünde yetişen bitki çeşitlerinin zenginliği, havasının
temizliği ve bitki örtüsünün bol miktarda oksijen yayması sağlığımız için
yararlı ve gönüllerimizi dinlendirici özelliktedir. Ayrıca dağlar bize
ekonomik yönden de önem taşıyan bazı kaynaklar taşımaktadırlar.
Bunlardan başka ısının
ayarlanmasında, rüzgârların daha çok dengeli esmesinde de dağların önemini
unutmamak gerekir.
Ancak bir gün ilim
bize dağsız bir dünyanın titreşim ve çalkantı yapacağını, bunu az-çok
hissettireceğini ortaya çıkarıp isbatiarsa, o takdirde «en-temîde» sözünü daha
iyi anlamamıza yardımcı olur.
Diğer bir yorumla da,
Kur'ân'ın ilgili âyetle, insanlar yaratılmadan önce dağların meydana
getirildiğine işaretle, dünyanın bu hususta geçirdiği jeolojik devirlere
dikkatlerimizi çekmekte olduğunu söyleyebiliriz. Böylece yerkürede çeşitli
çağlan ve devirleri boyunca değişikliğe uğrayan yer katmanlarının hareketleri
konu ediliyor. Titreşim ve çalkantı buna işarettir. Dağlar böyle bir sallantı
ve çalkantı neticesi ortaya çıkmış olabilir.
Ayrıca dümdüz bir
arazide yollan ve yönleri bulmakta insanların zorluk çekeceği de söz
konusudur. Dağlar, ırmaklar, engebeli yerler ve alâmetler birçok faydaları
beraberinde taşımakla beraber bir de yol ve yön bulma kolaylığını
sağlamaktadırlar. [38]
on'ar yıldızlarla da
yollarını ve yönlerini bulurlar.»
Yıldızlar, semayı
süsleyen kandillerdir. Diğer yandan geceleri çöl ve benzen arazilerde yol ve
yönlerini kaybedenlerin yönlerini belirlemelerine yardımcı olurlar.
Geceleri yön bulmak
için -bilindiği gibi- daha çok kutup yıldızından yararlanılır. Kutup yıldızı
yaklaşık olarak tam kuzeyde bulunan yıldızlardan daha parlak bir görünüm
arzeder. Kutup yıldızı, küçük ayı takım yıldızının en uçtaki olanıdır.
Bütün bu matematiksel
ve fiziksel pfâna bağlı sistemler, biz insanlara neyi hatırlatıyor? Boşuna,
gayesiz yaratılmış hiçbir şey olmamakla beraber, eşyanın çoğunun henüz niçin,
ne maksatla,, ne yarar sağlamak için yaratıldığı bilinmemektedir. Tesbit
edilebilenler ise, yüksek ve sınırsız bir kudretin mükemmel sanatını ortaya
koymaktadırlar.
O halde yaratan,
yarattığına hiç benzer mi? Yaratılan ancak yaratanın kudretini, iimini ve hünerini
yansıtabilir, fakat hiç bir zaman onun dengi, eşi, benzeri olamaz. Bu bakımdan
Cenâb-i Hak, her türlü şekil ve suretten, kemiyet ve keyfiyetten, zaman ve
mekândan pak ve münezzehtir. Varlığı kendindendir. O bakımdan
vâcibü'l-vücuttur. Yarattığı eşya ise, mümkünü'l-vücuttur.
Gökleri ve yeri
taşıdıkları nimetleriyle birlikte insan için yaratıp onun hizmetine
başeğdirdiği kesinlik arzedince, O'nun insanlara lütfettiği nimetleri saymamız
mümkün müdür? Hepsini bir tarafa bırakalım, hayatımızın devamını sağlayan hava
nimetine bir göz atalım: Teneffüs ettiğimiz havayı ciğerlerimize indirip
gerekli faydayı sağladıktan sonra yararsız olan kısmını dışarı atmamızda iki
büyük nîmet durmadan birbirini izlemekte ve ömür boyunca bu ameliye sürüp
gitmektedir. Her nîmet karşılığında Ce-nâb-ı Hakk'a şükretmemiz vacip olduğuna
göre, aldığımız her nefesten dolayı iki defa şükretmemiz gerekiyor ki, hiç
birimizin buna gücü yetmez. Önemli olan bu gerçeği idrâk edip O sonsuz Kudret
karşısında aczimizi dile getirmemiz ve tam teslimiyet göstermemizdir. Çünkü
Allah gönülden şükreden ve aczini dile getirerek itiraf eden kullarım sever.
Hem unutmayalım ki, amellerimizin dış görünüşü ne kadar iyi ve güzel olursa
olsun, niyetimize göre değer kazanır veya değer kaybeder.
O bakımdan 18. âyette
Cenâb-ı Hak, kendi kudretinin sınırsızlığını, insanlara olan geniş rahmet ve
inayetini; kullarının da acz ve güçsüzlüğünü belirterek buyuruyor ki: «Allah'ın
nimetlerini saymaya kalkışırsanız, sayamazsınız. Şüphesiz ki Allah çok
bağışlayan, çok merhamet edendir.»
Allah'ın ilmi, kudreti
her zerreye nüfuz etmiştir. En gizli şeyler onun yanında açık ve ortadadır. En
mahrem sırlar O'na göre meydandadır. İnsanlar düşünce, duygu ve niyetlerini ne
kadar gizli tutarlarsa tutsunlar, atom çekirdeğine ve onun etrafında dönen
elektronlara ilmiyle, kudretiyle, sanatıyla kumanda edip onları başdöndürücü
bir hızla hareket ettiren Cenâb-ı Hak, kalplerden ve kafalardan geçen her şeyi
bilmekte ve tesbit etmektedir. Âhiret'te sadece kişilerin işlerini, amellerini
tartmaz, niyetlerini de kefeye koymak suretiyie en sağlam sonucu ortaya
çıkarır.
O bakımdan 19. âyetle
bu inceliğe işaret edilerek buyuruluyor ki: «Alla neleri gizlediğinizi, neleri
açığa vurduğunuzu bilir.»
Bunun için Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz ümmetini uyararak şöyle buyurmuştur: «Ameller niyetlere
göredir.» [39] Yani her amel taşıdığı
niyete göre değer kazanır, sıhhat bulur. [40]
Yukarıdaki âyetlerle,
yerkürenin dengeli, düzenli durması ve insanlara her türlü kolaylığı sağlaması
için konulan muhkem dağlar, ırmaklar ve birtakım alâmetler konu edildi. Böylece
Allah'ın insanlara olan sayısız nimetlerinden birkaç tanesi anılarak dikkatler
bu önemli hususa çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
bunca ilâhî belgeleri yansıtan düzen ve sistem karşısında putların hiçbir güç
ve kudrete mâlik olmadıkları belirtilerek, Allah'ın sayısız nîmet ve
lütuflarına mazhar kılınan insanoğlu uyarılıyor. Eşyada Allah'ın kudret
damgasını göremiyen gözlerin görme yeteneklerini kaybettikleri üzerinde durularak
putperestlerin yaşayan ölüler olduğu anlatılıyor. Allah'a eş, ortak koşmanın
mantığa sığmayacağı üzerinde duruluyor ve varlık alemindeki her şeyin
«Tevhîdİnancı»nı yansıttığına işaretle duygu ve düşünceler yönlendiriliyor ve
insan aklı harekete geçirilmek isteniyor. [41]
20— Allah'tan başka dua ve ibâdet edip taptıkları
(putlar) hiçbir şev yaratamazlar; kendileri yaratılıyorlar.
21— Onlar (o
putperestler) ölülerdir; diri değildirler. Ne zaman diriltilip
kaldırılacakları bilincinde de değillerdir.
22— Sizin İlâhınız tek bir İlâh'tır. Âhiret'e
imân etmeyenler ise, kcılp-leri inkâr içindedir ve onlar (Allah'a ve Âhiret'e
imânı) gururlarına yedjre-mezler.
23— Şüphesiz ki Allah onların gizlediklerini de,
açıkladıklarını da bilir. Doğrusu O, büyüklük taslayanları sevmez.
24— Onlara, «Rabbiniz neler indirdi?» denilince,
«eskilerin masallarını» derler.
25— (Bu tutum ve sözleriyle) kıyamet günü, günah
ve veballerini tastamam ve bir de bilgisizce saptırdıkları kişilerin günah ve
veballerini yüklenecekler. Dikkat et, yüklendikleri yük ne kötüdür!
26— Onlardan öncekiler de (peygambere ve ilâhî
buyruklara karşı bu tarz) maksatlı plânlar kurmuşlardı. Bu yüzden Allah
kurdukları planlarına temelinden geldi (onu kökünden sarstı) da tavanları
başlarına yıkılıp çöktü ve azap onlara bilmedikleri bir yönden gelmiş oldu.
Mekkeli
putperestlerden okur-yazar olup bazı hikâye kitaplarını okuyan Nadr b. Haris,
Hîre'ye yolculuk yaptığında orada Kelile ve Dimne adlı kitaba rastlamış ve
alıp okumuş; bir kısım parçalarını halka anlatmak üzere iyice hazırlanmış.
Mekke'ye döndüğünde, şehrin ileri gelenleriyle bir toplantı yaparak Kelile ve
Dimne'den bazı parçalar anlatmış ve kendisince önemli saydığı kısımları
okuduktan sonra şöyle demiş: «İşte Muham-med'in vahiy dediği şey, bunun gibi
eskilerin masalları ve bir sürü uydurulmuş sözlerden başka bir şey değildir.»
Bunun üzerine 24. âyet
inmiştir. [42]
«Kalbinde zerre
ağırlığınca kibir ve gurur bulunan kimse Cennet'e giremez.»
Bunun üzerine soruldu
:
— Ey Allah'ın
Peygamberi! Adam elbisesinin ve ayakkabı I arı nın güzel olmasından hoşlanır,
(bu da kibir sayılır mı?).
— «Şüphesiz ki Allah
güzeldir, güzelliği sever. Kibir ise, hakkı anlamsız saymak, onu görünce
şaşkınlık göstermek ve insanları küçümsemektir.» diye cevap verdi. [43]
«Kim doğru yola davet
ederse, ona uyanların sevap ve mükâfatlarının bir misli kendisine verilir de bu
onların hiçbirinin sevabından bir şey eksiltmez. Kim de sapıklığa çağırırsa,
ona uyanların günahlarının bir misli kendisine yükletilir de bu onlardan hiç
birinin günahlarından bir şey eksiltmez.» [44]
İnsanın kişiliğini
sıfıra düşüren, onu insanlık şeref düzeyinden uzaklaştıran, yaratılışındaki
amaç ve hikmet doğrultusundan saptıran bâtıl inançlardan biri, belki başta
geleni, insan eliyle yontulup şekillendirilen putları ve heykelleri ilâh
edinip tapması ve bazı önemli kişileri ilâhlaştsrmasıdır.
Kur'ân bu haysiyet
kırıcı, ruhları silik hale getirici, vakar ve saygınlığı silici inancı
kökünden yıkmak için 23 yıl ardi-arkası kesilmeyen mücadele ortamını
oluşturmuş, insan aklını doğruya çevirmek, hakkı hak olarak tanıtmak için en
tesirli ve duyarlı belgeleri peşpeşe getirmiş; Allah'ın var-lığtna, birliğine
delâlet eden âyet ve delilleri kalplere ve kafalara işlememizi emretmiş;
Allah'ın büyüklüğünü, kudretinin sınırsızlığını göstermek için yüzlerce ana
fikirler, temel bilgileri beraberinde getirmiştir. Böylece Allah, Hz.
Muhammed'i (A.S.) ilâhî bilgilerle donatıp bâtılın karşısına çıkarmış, inanan
mü'minleri ebedî saadetle, ilâhî rıza ile müjdeleyerek serhatlerde at koşturmak
suretiyle Allah'ın son mesajını kabile ve milletlere duyurma enerji ve
kudretini vermiştir.
İşte bu sayede kurulan
İslâm medeniyeti ve yükselip yayılan onun şanlı büyük devleti, insanlığa
rahmet, ilim, ahlâk, fazilet, adalet ve medeniyet ışığını ulaştırmış; böylece
gerçek medeniyetin temelini atarak milletleri daldıkları derin uykudan
uyandırmıştır.
Bu başarı, Kur'ân'ın
ilâhî olduğunun bir belgesi, Hz. Muhammed'in (A.S.) hak peygamber olduğunun
simgesidir. İslâm da insanlığın son ümidi olarak Cenâb-ı Hakk'ın sönmeyen
nurudur.
İlgili âyetle de bu
gerçeklere ışık tutularak, putların ruhsuz, anlamsız, köksüz cisimler olduğu;
hiçbir yaratma kudreti taşımadıkları, kendilerinin yaratılmış oldukları, sonra
da insan eliyle şekillendirildikleri hatırlatılıyor ve bu kadar aklını,
şuurunu, idrâkini kaybeden putperestlere «yaşayan ölüler» demenin çok
yakışacağı belirtiliyor.
Zira insanoğlu akıl
cevherini cehalet kılıfında tutuklar, sağduyusunu hissinin uydusu yapar,
vicdanını nefsine satar, düşüncelerini bâtıl ile köreltirse, gerçekte o ruhu
itibariyle ölmüş, bir yaratıktan başkası değildir. Yeyip içen, uyuyup gezen,
yaşlanıp ölen basit bir canlıdan farksızdır.
Ne zaman dirilip
kalkacağını da bilmez ve buna inanmaz. Onun için sorumluluk duymaz, faziletten
yana adım atmaz, insanlığın hayrına hizmette bulunmaz; hizmet etse bile,
karşılığında yalnız dünyalık elde etmeyi arzular. [45]
«Sizin ilâhınız tek
bir ilâhtır.»
İnsanı umutsuzluk
burgacından, nefis bataklığından, İblisin telbîsin-den kurtaran tek inanç,
Allah'ın varlığına ve birliğine bilerek imân etmektir. Gerçekten bu, insana
şeref, izzet, vakar, tevazu, hakseverlik, sorumluluk, adalet ve şahsiyet
kazandırır. Ruhu, nefsi, düşünce ve duyguları disiplin altına alır ve her
yönüyle insanı olgunlaştırıp Hakk'ın ve insanlığın hizmetine sevkeder.
Bunun sebebi açıktır.
Şöyle ki : İnsanın kendisi, o bir olan Allah'ın en güzel ve en seçkin eseridir.
Her organı ve ruhundaki bütün yetenekleri yüce yaratanın damgasını taşımakta
ve O'nun varlığına tanıklık etmektedir. Bedenimizdeki her hücre, «Yaratanımız
bir olan Allah'tır!» diyor. Dakikada 70-80 defa atan ve bir erhme-basma
tulumbasını andıran ve her atışında yaklaşık 200 gr. kan verip alan kalbimiz,
«Beni bu güçte ve kudrette yaratan, yıllarca bu ağır yükü ustaca taşımama
imkân veren Allah'ın şanı çok yücedir.» diyerek gaflet içinde gününü gün etmeğe
çalışan sahibini uyarmaktadır.
Bedenimizi oluşturan
sayısı belirsiz hücrelerden her biri yüklendiği programı kusursuz yerine
getirmekte, kalbi dokuyanlar kalbe, mideyi dokuyanlar mideye gitmekte, en
küçük bir yanlışlığa meydan vermeden faaliyetlerini sürdürmektedirler. Böylece
tirilyonlarca hücrenin bu faaliyetlerini organize edip düzenleyen ve kusursuz
biçimde çalışmalarını sağlayan insanın kendisi midir? Hayır.. Çünkü insan ne iç
organlarına, ne de taşıdığı hücrelerden birine kumanda edememektedir. Hariçten
başka maddî bir kuvvet mi bu sistemi organize etmektedir? Hayır, çünkü haricî
bir müdahale bu anlamda mümkün değildir. O halde insan vücudunu yaratıp
meydana getiren Allah'ın kurduğu plân ve programın, kusursuz uygulanması söz
konusudur.
Bu misalleri çoğaltmak
mümkün. Ancak Allah'a imânın Âhiret'e de imânı gerektirdiğini ve imânın diğer
şartlarını da beraberinde taşıdığını unutmamak gerekir. Çünkü Allah'ın
varlığını, birliğini, kudretini bilip kabul eden kimse, O'nun bütün emirlerini
de kabul etmedikçe gerçek mü'min olamaz.
İnkarcılara gelince:
Onların marazı, sahte kibir ve gururdur. Nereden, nasıl geldiğini düşünmeden
büyüklük taslayan kişiler, sadece imân nîmet ve devletini kaybetmekle
kalmazlar; Allah için dost edinme basiretleri olmadığı için dost edindikleri
sahte dostlarını, ikbal günleri geride kalınca kaybetme bedbahtlığına uğrarlar.
Cenâb-ı Hak, hayatını böylesine berbat edip onu imân cevherinden, hakkın
rızasından mahrum edenleri hem sevmez, hem doğru yola eriştirmez.
Kur'ân o gibilerinin
portresini çizerken şu sözleri bir uyarı mahiyetinde beyân buyuruyor: «Âhiret'e
iman etmeyenler ise, kalpleri inkâr içindedir ve onlar (Allah'a ve Âhiret'e
inanmayı) gururlarına yediremezler.»
Böylece ilgili
âyetlerin delâletinden şunu anlıyoruz: Kendi varlığındaki sanatın
yüksekliğini, kurulan sistemin mükemmelliğini görmeyen ve anlamayan
kimselerin, Allah'ı bilip inanmaları pek düşünülemez. Çünkü insan vücudu,
kelimeyle ifade edilmesi mümkün olmayan çok yüce bir kudretin eseridir. Her
organı O'nun ismini taşımakta, her faaliyeti O'nun programını yansıtmaktadır. [46]
«Onlara: Rabbınız
neler indirdi? denilince, eskilerin masallarını, derler.»
Kur'ân'ın tam dokuz
yerinde geçen «esâtirü'l-evvelîn», yani «eskilerin uydurma masalları» tabiri,
Mekkeli müşriklerin, şaşkın putperestlerin iki vasfını ortaya koyuyor: Masalla
gerçeği birbirinden ayırt edemiyecek kadar kültürsüz ve sonra da Kur'ân'da
cihanı aydınlatan, milletlerin hayatının akışını değiştiren, en sağlam düzenin
anahatlarını çizen, medeniyetin temelini atan hakikatleri anlayamıyacak kadar
bilgisiz ve aynı zamanda hislerine mağlup olmuş, akıllarını kullanamıyacak
kadar şartlanmış bir topluluk..
Günümüzde de Kur'ân'ı
okuyup araştırma zahmetine katlanmayan-larla, sadece kuru mealini okuduktan
sonra «Kur'ân bu mudur?» diyenleri de görmekteyiz. Bunlar konuya objektif
yönden eğilmeyen, bilimsel araştırma yapmayan, kulaktan dolma sığ bilgilerle
yetinip yargıda bulunanlar-. dır.
Kafalarını 1400 yıl
öncesine çevirip o çağın ilim, kültür, medeniyet ve sosyal yapısına bir göz
attıktan sonra onları Kur'ân'da bilimsel ölçüdeki ana fikirlerle, temel
bilgilerle, hukukî ve ahlâkî kurallarla karşıtaştırsa-lardı, Kur'ân'ın her
yönüyle ilâhî olduğunu, en kültürlü ve derin bilgiye sahip mükemmel bir âlimin
böyle bir eser yazamıyaeağını derhal anlar ve Allah'ın bu eşsiz eseri önünde
eğilip secde etmekten başka bir yol olmadığını idrâk ederlerdi.
Böylece Kur'ân her
sûre ve âyetiyle insanların sağduyusuna seslenerek şöyle diyor: Ben cehaletle,
bilgisizlikle, küfürle, inatla, zulümle gelmedim. İçimde sadece ilim, ahlâk,
fazîlet, hakikat vardır. İki hayatı en doyurucu şekilde tanıtmak, Allah ile
kulları arasındaki küfür ve madde engellerini kaldırmak, fizik ötesinden
birçok hakikatleri haber vermek ve insana niçin yaratıldığının hikmetini
öğretmek benim sanatımdır. O halde ilâhî be-~ yânlara «masal» damgasını
vurmanızın tek sebebi cehaletiniz, geçmişe körükörüne bağlılığınız, kafanızdaki
karanlığı parçalayamadığınızdır. Beni ciddi şekilde okumaz, içimdeki
hakikatleri anlamaya çalışmazsanız, «Kıyamet günü, günah ve veballerini
tastamam ve bir de bilgisizce saptırdıkları kişilerin günah ve veballerini
yüklenecekler. Dikkat et, yüklendikleri yük ne kötüdür!» mealindeki ilâhî
azaptan kendinizi hiçbir suretle kurtaramazsınız. [47]
«Onlardan öncekiler de
(peygambere ve ilâhî buyruklara karşı bu tarz) maksatlı plânlar kurmuşlardı.»
İlgili âyetle tarihî
bir gerçek ve cahil bir toplumun hakka karşı ölçüsüz tutumu dile getirilerek
inkâr ve cehaletin temelde değişmediği, sadece kılıf değiştirmekte olduğu
haber veriliyor. Âdem Peygamber'den son peygamber Hz. Muhammed'e (A.S.) kadar
gönderilen her peygamberin iki amansız düşmanı olmuştur: Geçmişe körükörüne
bağlılık, cehalet ve kinle birleşip bütünleşen inkâr..
O halde ortaya çıkan
bir gerçeği, insanlığın hayrına yönelik bir hakikati veya düşünceyi kabul
ettirmenin yolu, benimsetmenin yöntemi, ciddi eğitim, köklü öğretimdir. Onun
içindir ki, İslâm her konuda ilme kapı açmış, insan aklına geniş yer vermiştir.
Kur'ân'da sık sık «Olur ki aklınızı kullanırsınız», «Artık aklınızı kullanmaz
mısınız?», «İyi düşünebilen bir millete öğüttür» gibi cümlelere yer
verilmesinin asıl sebebi işte budur. [48]
İC ve dış dünyamızı
aydınlatan hakkın ışığını söndürmek isteyenler hiçbir çağda başarıya
erişememişlerdir. Çünkü hak ve ondan yana olanlar er-gec üstün gelirler. Bu
Allah'ın bir va'didir ki, değişmez. Yeter ki inananlar Resûlüllah (A.S.}
Efendimiz'in metoduyla hareket etmiş olsunlar. Çünkü toplumu haktan yana eğitip
yetiştirmek, sabır, feragat, fedakârlık, bilgi, kültür ve her şeyin üstünde
sarsılmaz bir imân ister. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ile ashabı bu sıfatları
en kâmil anlamda kendilerinde toplamış bulunuyorlardı.
Kur'ân-ı Kerîm'de
sözünü ettiğimiz sonuç şöyle belirtilmektedir: «Onlardan öncekiler de
(peygambere ve ilâhî buyruklara karşı bu tarz) maksatlı plânlar kurmuşlardı.
Bu yüzden Allah kurdukları plânlarına temelinden geldi (onu kökünden sarstı) da
tavanları başlarına yıkılıp çöktü ve azap onlara bilmedikleri bir yönden
gelmiş oldu.»
Yıkılan devletlerin,
silinen milletlerin, çöken imparatorlukların çoğu, Allah'ın milletlerin
hayatıyla ilgili câri sünnetine uymadıklarının kurbanı olmuşlardır. Son Sasanî
İmparatoru Yezdgerd lll'ün akibeti ve Roma imparatorluğunun son dönemleri
birer ibretli örneklerdir.
Verilen mesaj nedir?
Mekkeli putperestlerin
sonlarının yaklaştığı, Hz. Muhammed'in (A.S.) yaymakla görevli bulunduğu İslâm
Dini'nin başarıya erişeceği ve böylece bâtılın, ahlâksızlık ve zorbalığın baş
eğip zillete uğrayacağı, hakkın ise bütün sadelik ve kutsallığı ile ikbal
basamaklarında yükseleceği müjdeleniyor.
Hemen ilâve edelim ki,
tarihin her dönem ve çağında hak ile bâtıl, doğru ile eğri, iyi ile kötü
mücadelesinin sürüp gittiği ve gideceği, o bakımdan dünyanın ne iyilerden, ne
de kötülerden boş kalmayacağı hatırlatılıyor ve bunun için üzülmenin gereği
olmadığı; ama haktan yana ciddi, azimli hizmetlere ihtiyaç bulunduğu
vurgulanıyor. [49]
Yukarıdaki âyetlerle,
ancak Allah'ın ibâdete lâyık olduğu, O'ndan başkasını ilâh edinenlerin yürüyen
ölüler oldukları bildirildi. Kur'ân'ı eskilerin masalları şeklinde
tanımlayanların, dönüş yapmadıkları takdirde dünyada da, âhirette de başaşağı
getirilecekleri belirtildi ve böylece inkâr ve azgınlık içinde ruhlarını ve
vicdanlarını silik ve ölgün hale getiren kâfirlerin hemen her çağda aynı
şarlatanlıkları yaptıkları, aynı herzeleri savurdukları hatırlatılarak
mü'minlerin sabırlı olmaları tavsiye edildi ve hakkın er-geç başarıya erişeceği
müjdelendi.
Aşağıdaki âyetlerle,
İnkâr ve haksızlığı benimsediği halde ölenlerin âhirette, inandıkları putları
göstermeleri emredileceği hatırlatılıyor; içlerinden aklı erenlerin, o günün
rüsvaylık olduğunu anlayıp kâfirlerin zillete uğrayacaklarını itiraf
edeceklerine dikkatler çekiliyor. Böylece dünyada ömür sermayesini bâtılı
savunmakla geçirenlerin âhiretlerini azaba çevirecekleri haber veriliyor. [50]
27— Sonra da AJlah, kıyamet günü onları rüsvay
eder de «Hakkında tartışıp (o yüzden mü'minlere) düşmanlık ederek, bana
koştuğunuz ortaklarım nerede?» diye sorar. Kendilerine ilim verilenler derler
ki: «Doğrusu bugün rezillik, aşağılık ve kötülük kâfirleredir.»
28— Kendilerine zulmedenlerin melekler canlarını
alırken, «biz hiçbir kötülük işlemiyorduk» diyerek teslimiyet gösterirler.
Hayır, şüphesiz ki Allah, sizin işleyegeldiğiniz şeyleri çok iyi bilir.
29— O sebeple, içinde ebedi kalacağınız Cehennem
kapılarından giriniz! Büyüklük taslayıp gururlananlann makamı ne kötüdür!
«Sonra da Allah,
kıyamet günü onları rüsvay eder..»
İnsanlara karşı hangi
niyet ve sıfatla çıkılırsa, kıyamet günü o sıfatla kalkılır. Herkes niyet ve
davranışlarına göre ölçü ve değerini bulur, taşıdığı sıfatla kabrinden
kaldırılır ve hesaba çekilir.
Hakk'a karşı gelip
mü'minlere haksızlık, zulüm, eziyet ve işkence edenler; haksızlık, ahlâksızlık
ve azgınlık bayrağı altında yerlerini alırlar. Bu, Allah'ın adalet sıfatının
gereğidir.
Kur'ân'ın bu
âyetlerinden ilham alan şâir ne güzel demiştir!
«Hile ile iş gören,
mihnet ile can verir. Zulüm ile âbad olan âhiri viran olur..»
Şüphesiz ki, zulmün en
kötüsü, hakka karşı çıkmak, haklıyı haksız durumuna düşürüp cezalandırmak;
ahlâksızlığa, azgınlığa prim verip ahlâklı, faziletli inanmış kişileri baskı
altında tutmaktır. Sünnetullah gereği, bu doğrultuda olan zâlimlere hem
dünyada, hem de âhirette rüsvaylık umutsuzluk ve perişanlık; aynı zamanda elim
bir azap vardır. [51]
Kendilerini insanlık
şeref derecesinden düşürüp bayağılaştıranlar kimlerdir? Allah'ı bırakıp başka
şeylere tapanlar, insanları ilâhlaştıranlardır.
Böyleler! içine
düştükleri küfür bataklığı yetmiyormuş gibi, bir de Allah'a dosdoğru imân
edenlere, Hakk'ın yoluna çağıranlara saldırırlar, kin ve düşmanlık beslerler.
Onlara kıyamet gününde Cenab-ı Hak şöyle buyuracaktır. «Hakkında tartışıp (o
yüzden mü'minlere) düşmanlık ederek bana koştuğunuz ortaklarım nerede?»
İşte asıl rüsvaylık bu
safhada başlar. Başkasına reva gördükleri aşağılama ve ayıplama, saldırı ve
işkence birer silâh olup kendilerine döner. Ortada ne ilâhlaştırdıkları
kahramanları kalır, ne de yontup şekillendirdikleri putları..
Mü'minler ise, o gün
kâfirlerin acıklı haline şahit olacaklar ve ilâhî .adalet karşısında nasıl
küçüldüklerini görüp şöyle diyecekler: «Doğrusu bugün rezillik, aşağılık ve
kötülük kâfirleredir.» [52]
Doğru yoldan sapmış
inkarcı zalimler, ahlâksız maddeciler azgınlık havası içinde günlerini gün
ederken ansızın ölüm kokusu burunlarına gelmeğe başlar. Yüce Kudret o anda
görevli meleklerle kudretini izhar edip her şeyin bittiğini, dünya şatafatının
bir balon gibi söndüğünü, inanmışlara ettikleri zulüm ve işkencenin nasıl elim
bir sonuç doğurduğunu o inkarcı zalimlere gösterir.
Cenâb-ı Hakk'ın
tecelli eden kudret ve azameti karşısında boyun eğmekten başka çareleri
kalmadığını gören inkarcı zâlimler, ister istemez teslim olup kötülük
yapmadıklarını, sadece iyilik düşündüklerini söyleyerek bir defa daha
küstahlıkta bulunurlar. Böylece pişmanlık her yandan onları kuşatır, gerçeği
anlamaya başlarlar ve Allah'tan başka ibâdete lâyık hiçbir şeyin olmadığını
sezerek O'nu anarlar. Ama ne çare, ömür sermayesi tükenmiş, ilâhlaştırdıkları
kendilerinden çok uzaklarda kalmış, dostlar el, eteklerini çekmiş.. Ümitsizlik
içinde Allah'ı anmaktan başka yol ve care olmadığı iyice ortaya çıkmış.. Ne var
ki, böyle anlardaki uyanıp silkinmenin, inanıp Hakk'a dönmenin hiçbir yararı olmaz.
Nitekim Fir'avn yandaşlanyla birlikte Kızıldeniz'in dalgaları arasında kalıp
bütün ümitleri kesilince, İsrailoğulları'nın Rabbına inandığını söyleyerek bir
kurtuluş ışığı aradı. Ama her şey bitmiş, yetenekler ilâhî direktifin hilâfına
kullanılarak her türlü fırsat kaçırılmış bulunuyordu. O bakımdan Allah onun bu
dönüş yapmasını, inanıp teslimiyet göstermesini kabul etmedi.
Allah herkesin niyetim
ve amelini çok iyi bilir de ona göre karşılık ve-rir ve gelecek hazırlar. Çünkü
O'nun her işi hikmete dayalıdır, vereceği karşılık adalet ve rahmetinin
gereğidir. Kimseye zulmetmez. İnsanlar kendi azgın nefislerine uyup İblîs'in
peşine takılmakla kendilerine haksızlık ederler. Bu bakımdan herkes cennet ve
cehenneminin anahtarını beraberinde taşır ve ölünce yine beraberinde götürür de
ameliyle başbaşa kalır. Sonunda Allah'ın va'di gerçekleşir, hükmü kusursuz
şekilde yerine gelmiş olur: «İçinde ebedî kalacağınız Cehennem kapılarından
giriniz. Büyüklük taslayıp gururlananların makamı ne kötüdür» denilir. [53]
sebeple içinde ebedî kalacağınız Ce-hennem
kapılarından giriniz!»
Şüphesiz ki Cenâb-ı
Hak, kâinatın tek yaratanı ve yegâne sahibidir. Her şey mutlak surette O'nun
eseridir ve hepsi de O'nun damgasını, taşımakta, O'na muhtaç durumdadır. Aynı
zamanda en küçük parçadan en büyük parçaya kadar her şey O'nu tesbîh ve tenzih
etmekte, yaratıldığı kanuna bağlı kalıp yüklendiği programa göre hizmet
vermektedir. O bakımdan Allah'ı İnkâr etmek, O'ndan başkasını ilâhlaştırmak,
kâinatta yer alan her varlığın hakkına saygısızlık, hattâ tecavüz sayılır.
Bunun cezası sonu gelmeyen bir azaptır. [54]
Yukarıdaki âyetlerle,
Allah'ı bırakıp başka şeylere tapanlar için elim bir akibetin hazırlandığı
haber verildi. Ölüm anında meleklerin inmesiyle gerçeği anlamaya başlayan
inkarcı sapıkların ister istemez teslimiyet gösterip Allah'ı anmalarının
hiçbir yararı olmayacağı hatırlatılarak, ölmeden önce, ümitsizlik gelip kapıyı
henüz çalmadan Hakk'a dönmenin ancak yararlı olacağına dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Allah'tan indirilen Kur'ân'ı mutlak hayır kabul edip imân temeli üzerinde iyi
ve yararlı amellerde bulunanlara ânirette sadece güzellik ve mutluluk
va'dediliyör. Hazırlanan Adn cennetlerinin bazı özellikleri anlatılarak
Allah'tan korkup kötülüklerden, zulüm ve inkârdan sakınanların mükâfatlarının
çok büyük olacağı bildiriliyor. Sonra da bunların ölüm anındaki durumları konu
edilerek meleklerin onlara selâm vererek yaklaşacakları ve şefkatla ruhlarını
alacakları çok duyarlı bir anla-:ımla tasvir ediliyor. [55]
30— (Allah'tan korkup fenalıklardan)
sakınanlara, «Rabbınız ne indirdi?»
denilince, «iyilik» derler. Bu dünyada güzel iş, hayırlı amelde bulunanlara
iyilik ve güzellik vardır. Âhiret yurdu ise elbette daha hayırlıdır. Sakınanların
yurdu ne güzeldir!
31— (O yurt) Adn Cennetleri'dir ki, onlara
girerler. Altlarından ırmaklar akıp durur. Onlara o cennetlerde diledikleri
şeyler vardır. İşte böylece Allah sakınanları mükâfatlandırır.
32— (O sakınanlar ki) tertemiz arınmış oldukları
halde melekler canlarını alırlar da, «selâm size, yaptığınıza karşılık girin
Cennet'e!» derler.
Kureyş kabilesinin
ileri gelenleri toplanıp hac mevsimini değerlendirmek istediler. Sonra da şu
karara vardılar: «Muhammed (A.S.) tatlı dilli, güzel konuşan bir adamdır.
Birisiyle konuşunca aklını çelmekte ve kendi havası içine almaktadır. Biz soylu
kişiler Mekke'nin giriş kapılarında oturalım, yolların başında duralım da
beldemize gelen ziyaretçilerle görüşelim ve Mekke'de kaldıkları sürece
Muhammed'le temas kurmamalarını telkin edelim; bu hususta az-çok temayülü
olanları ikna etmenin yollarını araştıralım.» Böylece kararlaştırdıkları gibi
yollara çıktılar, giriş kapılarında oturdular. Gelen gruplarla temas kurup
Muhammed (A.S.) hakkında bilgi edinmek isteyenlere: «Sakın ha, onunla
görüşeyim demeyin Çünkü o yalancı, büyücü ve aldatıcının biridir!» diyerek
görüşmelerine engel olmaya çalıştılar. Ancak ziyaretçilerden bir kısmı verilen
bilgiden tatmin olmadıkları için Mekke'ye girdiklerinde her şeyden önce Hz.
Muhammed'in (A.S.) arkadaşlarıyla temas kurma yollarını aradılar ve böylece
Onun hakkında bilgi topladılar. Ashab-ı Kiram, Hz. Muhammed'e (A.S.) sadece
hayır ve iyiliğin indirildiğini, Onun rahmetten başka şey getirmediğini uygun
bir anlatımla gelenlerin kalp ve kafalarına işlediler.
Bunun üzerine
yukarıdaki âyetler indi. [56]
«(Allah'tan korkup
fenalıklardan) sakınanlara, «Rabbınız ne
indirdi?» denilince, «iyilik...» derler. Bu dünyada güzel iş, hayırlı amelde
bulunanlara iyilik ve güzellik vardır. Âhiret yurdu ise elbette daha hayırlıdır.
Sakınanların yurdu ne güzeldir!»
İyiliğin hedefi
mutlaka hayır ve mutluluktur. Aksini düşünmek yanlıştır. Yeter ki o iyilik,
Hakk'ın rızası doğrultusunda gerçekleşmiş olsun. O halde bu istisnası olmayan
genel bir kuraldır. Ama şu dünyada bu kuralın tam ve kesin geçerli olduğunu
iddia etmek mümkün değildir. Çünkü İmân doğrultusunda İyi niyete dayalı
yapılan iyiliklerin bazan felâketle, kötülükle karşılık gördüğü vakidir. Bu
durum ise, sözünü ettiğimiz iyiliğin ve hayrın tabiatına ters düşmekte,
hedefiyle olan ilgisini koparmaktadır.
O halde bu genel
kuralın gerçekleşmesi herhalde gerekiyor. Dünyada gerçekleşmediğine göre,
ikinci bir hayatı kabul etmemiz zarurî oluyor. O da kutsal kitapların ve bütün
peygamberlerin haber verdiği âhiret hayatıdır. İşte ilgili âyetle bu incelik
üzerinde duruluyor ve «Dünyada güzel iş, hayırlı amelde bulunanlara iyilik ve
güzellik vardır.» buyuruluyor.
Bundan anlaşılan odur
ki: İyiliğin her iki hayatta da karşılığı vardır. Dünyadaki karşılığı yine
iyilik ve güzelliktir. Ancak bazı sebeplerden dolayı dünyada bu iyilik
gercekleşmiyorsa, mutlaka âhirette verilecek
iyilik ve güzellik çok daha hayırlı olacaktır.
İyiliğin karşılığı
açıklandıktan ve dünyada gerçekleşmediği takdirde mutlaka âhirette
gerçekleşeceği genel bir kural olarak belirlendikten sonra; o iyiliğe,
güzelliğe gidileceği, kucak açılıp umulacağı bir günde, tecelli edecek ilâhî
rahmetin tasviri yapılıyor ve üc maddede özetleniyor:
1— Ömürlerinin son noktasına arınmış ve manevî
kirlerden paklanmış halde gelirler.
2— Kendilerini böylesine arındıran mü'minleri
rahmet melekleri kabir ve âhiret
esenliğini, mutluluğunu sembolize eden «Selâm» ile karşılarlar.
3— Güzel amellerine karşılık -ilâhî rahmet ve
inayetle- Cennet'e girin diye müjdelenirler. Şüphesiz ki bir fani için bundan
daha büyük mutluluk olamaz.
Burada «Cennet'e
girin!» sözünden maksat, Berzah âlemine yerleştikleri an, kıyamet kopuncaya
kadar kendileriyle Cennet arasında bir menfezin açılması ve o ebedî saadet
yurdunun nefis kokusuyla taltif edilmeleridir. [57]
Diğer bir yorum da
şöyledir: Sözü edilen mü'minler ileride mutlaka Cennet'e gireceklerdir. O
bakımdan ileride olması kesin olan şeyi olmuş kabul etmek ilâhî âdettendir.
Nitekim Kur'ân'da «Sûr'a üflendi» denilerek gelecekte mutlaka gerçekleşecek bir
olay, gerçekleşmiş olarak ifade edilir. [58]
Yukarıdaki âyetlerle,
Allah'tan indirilen âyetleri mutlak iyilik ve hayır kabul edip iyi, yararlı
amellerde bulunan mü'minlere büyük mükâfatların hazırlandığı açıklandı. Ölüm
anında rahmet meleklerinin onları cennet ve saadetle müjdeleyecekleri haber
verilerek mü'minlerin çok huzurlu bir hava içinde ruhlarını gelen meleklere
teslim edeceğine işarette bulunuldu,
Aşağıdaki âyetlerle,
inkarcı zalimlerin hakkın sesine kulak vermedikleri konu ediliyor;
böylelerinin ancak ölüm anında, ya da inecek bir azap döneminde
uyanabileceklerine atıf yapılıyor. Sonra da onların işledikleri kötülükler,
ortaya koydukları kin ve haksızlıkların vakti saati gelince kendilerini
çepeçevre kuşatacağı hatırlatılarak, ölmeden veya ilâhî azap inmeden dönüş
yapmalarına fırsat veriliyor. [59]
33— (O inkarcı azgınlar) ancak meleklerin
kendilerine, (canlarını almak için) gelmelerini veya Rabbin emri
(azâbı)mn (inmesini) beklerler. Kendilerinden öncekiler de böyle
yapmışlardı. Allah onlara zulmetmedi, ama onlar kendilerine zulmederler.
34— Bu sebeple, işledikleri kötülükler, onlara
yetişip dokunmuş ve alaya aldıkları şey de onları kuşatmıştır.
35— Allah'a ortak koşanlar dediler ki: «Eğer
Allah dileseydi ne biz, ne de babalarımız O'ndan başkasına tapmazdık ve O'nun
buyruğu olmaksızın bir şeyi de haram kılmazdık.» Kendilerinden öncekiler de
böyle (söylemiş, böyle) yapmışlardı. Peygamber'e düşen, sadece apaçık
tebliğdir.
inkârcı az9ınlar) an~
cak meleklerin kendilerine (canlarını almak için) gelmelerini veya Rabbin
emrini (azabının inmesini) beklerler.»
Allah'ın rahmeti hep
önde gider. İnkarcı sapıkların bütün taşkınlıklarına rağmen, Allah'ın gazabı
rahmetinin önüne geçmiyor. O nedenle de, inkarcıları tekrar tekrar uyarıyor:
Neyi bekliyorsunuz, niçin bekliyorsunuz? Ömrünüzün sona erip ölüm meleğinin
gelmesini mi, yoksa ilâhî azabın inmesini mi? Bu iki durumda da size rahmet
kapilan açılmaz, hiç birinize hayır yönelmez. Çünkü ümitlerin kopup hiçbir
tutunacak dal kalmadıktan ve ömrün son kertesine gelip ölümle yüzyüze
gelindikten sonra duyulan pişmanlığın, yapılacak dönüşün hiçbir yararı yoktur.
Oysa siz henüz ölmeden, o noktaya gelmeden Rabbınız sizi doğru yola çağırıyor,
rahmet kapısını açık tutarak tevbenizi kabul edeceğini va'dediyor. Başka hangi
çağrıyı bekleyebilirsiniz? Zira o davet kâinatın yegâne sahibinden geldiğine göre,
ona olumlu cevap vermek selim aklın, sağlam idrâkin gereği değil midir? Bundan
daha şerefli ve ümit verici bir başka davet olabilir mi?
İşte âyetin ışığında
yaptığımız bu açıklama ve yorum, ilâhî rahmetin insanlara nasıl yöneldiğini çok
açık biçimde göstermektedir.
Daha önceki kavim ve
milletler de bu iki acıklı sonucu beklemekte ısrar etmişlerdi. Oysa ölüm
melekleri gelince dönüşlerinin hiçbir yarar sağlamadığı çok açık şekilde
bildirilmiş ve böylece onların peygamberlerin uyarılarına kulak vermemelerinin
neticesinin çok acıklı olduğu açıklanmıştır. Kısacası onlar da inkârda inat ve
ısrar etmelerinin kurbanı olmuşlardır. Geçmiş olaylardan öğüt ve ibret almayan
inkarcıların da aynı akibetle karşılaşacaktan muhakkaktır. Çünkü ölüm veya
ilâhî azap geldiği an, artık onu geri çevirmek mümkün değildir.
Bütün bu beyânlardan
anlaşılan şudur.- Allah, insanları doğru yolu seçecek yeteneklerle
donatmıştır. Ayrıca yol gösteren, uyaran ve müjdeleyen peygamberler göndermiş,
kitaplar indirmiştir. Sonra da onlara cüz'i irade vererek doğumla ölüm
noktaları arasında onları serbest bırakmıştır. Artık kim doğruyu seçerse kendi
lehine, kim de eğri yolu seçerse kendi aleyhine seçmiş olur. [60]
«Allah'a ortak
koşanlar dediler ki: «Eğer Allah dileseydi ne biz, ne de babalarımız O'ndan
başkasına tapmazdik...»
Allah hakkında
sağlıklı ve doğru bilgiye sahip olmayan ve O'nun birliğine inanmayan
putperestler, Peygamber (A.S.) Efendimiz aleyhine çevirdikleri entrikalar,
kurdukları hile ve düzenler istedikleri ürünü vermeyince, bu defa iyilik ve
kötülük işlemekte, putlara tapınmakta, bazı şeyleri helâl, bazılarını haram
saymalarında ne kendilerinin, ne de babalarının hür irâdelerinin rol
oynamadığını; her şeyin ilâhî iradeyle gerçekleştiğini, kendilerini bu gibi
şeylere itenin bizzat Allah olduğunu söylemek suretiyle bütün kusur ve
günahları Allah'a izafe etmeğe çalıştılar.
Müşrikler bu
iddialarıyla, peygamber gönderilmesine, kitap indirilmesine gerek olmadığını
anlatmak ve Kur'ân'ın ancak eskilerin masalları; Hz. Muhammed'in (A.S.) de bir
şair, ya da büyücü olduğunu kafalara yerleştirmek istiyorlardı. Daha doğrusu
onların buiddialarında çok sinsi bir maksat yatıyordu.
İlgili âyetle, onların
bu gibi saçmalıkları reddedilirken daha önoeki milletlerin ve kavimlerin de
peygamberlerine karşı böyle saçma iddialarla karşı koydukları hatırlatılıyor ve
sonra da onlara gereken cevap şu âyetle veriliyor: «Peygambere düşen, sadece
apaçık tebliğdir.»
Konuyu bira2 daha
açıklayalım : Allah insanları hem melekî, hem de hayvanı sıfatlarla
donattıktan, onlara akıl, zekâ, irâde, duygu ve düşünce yetenekleri verdikten
sonra, kendilerini hür iradeleriyle başbaşa bırakmış, yardımcı olarak da kitap
indirmiş ve o kitabı dosdoğru teblîğ eden peygamber göndermiştir. Hiçbir
peygamber insanların irâdelerini zorlama yetkisine sahip değildir. Onlar arada
uyarıcı, doğru yolu gösterici vasıtalar olarak teblîğ ve irşatla görevlidirler.
Böyle bir ortamda her insan kendi hür iradesiyle ya doğru yolu seçer, ya da sapıklık
içinde bocalayıp kalır.
Allah'ın rahmet ve
yardımı ise, Allah'ın sünnetine uyanlara, O'nun koymuş olduğu hayat kanunlarını
bilenlere, tehlikeli sınırla, tehikesiz sınırlan ayırt edenlere yönelir. [61]
Yukarıdaki âyetlerle,
inkâroı azgınların, sapık müşriklerin çoğunun ancak ölüm geldiğinde
uyanabilecekleri konu edildi. İşleyegeldikleri kötülüklerin, sergiledikleri
zulüm ve rüsvaylığın bir gün kendilerini çepeçevre kuşatacağı hatırlatılarak
ölmeden önce hakikati görüp dönüş yapmalarının kendi lehlerine olacağına işaret
edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
her ümmete doğru yolu gösteren peygamber gönderildiği konu ediliyor. Doğru
yolu seçmeyen inkarcı zâlimlerin yerle bir edildiği ve bir kısmının
kalıntılarının yer yer tarihin o dönemini ibretli yanlarıyla yansıttığı
belirtiliyor. O bakımdan yıkılıp yok edilen milletlerin kalıntılarını
özellikle inkarcıların gezip görmeleri tavsiye ediliyor. Sonra da öldükten
sonra dirilip kalkmayı inkâr edenlerin ısrarlı iddiaları reddedilerek onun bir
va'd olduğuna dikkatler çekiliyor. [62]
36— And olsun ki, her ümmete, «Allah'a kulluk
edip tapın, azdırıp saptırıcılardan kaçının!» diyerek (uyarıda bulunan) bir
peygamber gönderdik. Onlardan kimini Allah doğru yola eriştirdi; kiminin de
üzerine sapıklık (damgası vurulması) hak olmuştu. O halde siz yeryüzünde gezip
dolaşın da (Hakk'a karşı gelip peygamberleri) yalanlayanların sonunun ne olduğunu
görün.
37— Sen onların doğru yola erişmelerini ne kadar
çok arzu etsen, yine de Allah saptıracağı kimseleri doğru yola iletmez ve
onlara yardımcılar da yoktur.
38— «Allah, ölen
kimseyi tekrar diriltip kaldırmaz» diyerek olanca yeminleriyfe Allah adına yemin
ettiler. Hayır, bu, Allah üzerine hak bir va'ddir; ne var ki insanların çoğu
bilmezler.
39— (Diriltip kaldıracak) ki, onlara, hakkında
ayrılığa düştükleri şeyi açıklasın; inkâr edenlerin de kendilerinin yalancılar
olduklarını bilsinler.
40— Biz bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman,
sözümüz ona sadece «ol!» dememizdir; o da hemen oluverir.
İbn Cevzî'nin
tesbitine göre : Müslümanlardan bir adamın, müşriklerden birinde alacağı
vardı. Ona uğrayıp hesap görmeğe başladıklarında, Müslüman : «Canım benim
umduğum ölümden sonraki hayattır.» diye bir söz kullandı. Müşrik onun bu sözüne
itiraz ederek şöyle dedi: «Allah'a and olsun ki, ölümden sonra bir daha
dirilme, hesap verme ve benzeri şeyler yoktur. Hayat, sadece dünya hayatıdır.»
Bunun üzerine 38. âyet
indi. [63]
Kudsi Hadîs/Cenâb-ı
Hak buyurdu :
«Âdemoğlu bana dil
uzatıyor. Oysa bu ona yakışma maktadır. Benî yalanlıyor. Bu da ona yakışmaz.
Bana dil uzatması, benim evlât edindiğimi iddia etmesidir. Beni yalanlaması,
«Allah ilk baştan yarattığı gibi, öldükten sonra artık insanı diriltip
kaldırmaz» demesidir. Oysa ilk yaratmak ikinci yaratmaktan bize daha kolay
değildir.» [64]
<<And olsun ki,
her ümmete, Allah'a kulluk edip tapın; azdırıp saptırıcılardan kaçının!
diyerek (uyarıda bulunan) bir peygamber gönderdik.»
Peygamberleri genel
olcu ve anlamda üc grupta toplamak mümkündür ;
1— Kendilerine semavî kitap verilen ve onu
tebliğ ve yürütme ile görevlendirilenler.
2— Kendilerinden önceki peygambere indirilen
kitabın hükümlerini teblîğ
etmekle görevli olanlar.
3— İnen vahiy ile kendilerine ahlâki kurallar,
düzenli hayat ve âhi-~ retlş ilgili bilgiler verilen ve gönderildikleri ümmeti
irşatla görevlendirilenler. Bunlara kitap indirilmediği gibi, kendilerinden
önceki kitapları teblîğ etme görevi de verilmemiştir. Bunlar daha çok uzak
ülkelerde olup, daha önce indirilen kitabı ele geçirme imkânlarından mahrum
olanlardır,
Yukarıdaki âyetle bu
üç gruba da işaret edilmektedir. Ancak her kasaba ve millete daha çok üçüncü
gruba dahil olan peygamberlerden gönderildiğinde şüphe yoktur.
Ayrıca yeryüzünde
bugünkü imkânların ve seri vasıtaların eski çağlarda bulunmadığını dikkate
alırsak, az yukarıda belirttiğim gibi, yeryüzündeki kavim, ümmet ve milletlere
devamlı peygamber gönderildiği halde, çoğunun birbirleriyle temas kurma,
zahirî bir haberleşme sağlama imkânları olmamış ve böylece uzak bir ülkede
bulunan peygambere indirilen kitabı diğer bütün ülkelerde teblîğ etme görevi
verilmemiştir. Böylece her peygamber bulunduğu yerde, ilâhî vahye göre,
insanları Allah'ın varlığını, birliğini tasdîka çağırmış ve birtakım ahlâki
kurallarla helâl ve haramla ilgili hükümleri tebliğ etmekle yetinmiştir.
Fâtır sûresinde bu
konuya biraz daha açıklık getirilerek şöyle buyuru I uyor: «Hiçbir ümmet
millet yoktur ki, içlerinden, (gelecek felâkete, inkâr ve sapıklıklarındaki
inatlarına karşı) uyarıcı bir peygamber gelip geçmiş olmasın.» [65]
Haberleşme imkânları
doğup gelişmeğe başlayınca, Cenâb-ı Hak artık her kavim ve ümmete, kabile ve
millete ayrı ayrı peygamber gönder-meyip bütün insanlara ve milletlere Allah'ın
son mesajını tebliğ edecek bir tek peygamber göndermeyi irâde etmiştir.
Kur'ân'da bu husus şöyle belirtilmektedir: «(Ey Peygamber!) Biz seni bütün
insanlara ancak (rahmetin) müjdecisi, (azabın) uyarıcısı olarak gönderdik. Ama
insanların çoğu bilmezler. » [66]
Ne var ki, her kasaba
halkı veya millet ve ümmet kendilerine gönderilen bu uyarıcı elcilere kendi
dil ve kültürlerine göre ayrı ayrı isimler vermişlerdir. Kimi öğretici, kimi
uyarıcı, kimi filozof, kimi peygamber, kimi mürşit demiştir, Kur'ân bu elciler
hakkında daha çok şu iki ismi kullanmıştır: Nebi - Resul.. Peygamber ismi ise,
Farsçadan bize geçmiştir, Nebî ismine karşılık kullanılır ki, haber getiren
demektir.
Böylece her kavim ve
ümmete peygamber gönderilmişse de, çoğu onların tebliğ ettiği ahlâkî kuralları,
helâl ve haramla ilgili hükümleri ve her şeyin başında Allah'ın varlığını ve
birliğini, kendi inançlarına, âdet ve geleneklerine, sefih yaşayışlarına ters
görerek reddetmiştir. Çünkü peygamberlerin getirip teblîğ ettikleri esas ve
prensipler insan ruhunun yü-celiğiyle eşdeğerde olup, akıl yoluyla kalp ve
kafalara işlenmek özelliğini taşıyordu. Halkın yaşayışı ise, nefis
doğrultusunda olup duygu ve şehvete yönelik idi.
Bu düzeyde olan
toplumların ilâhî buyruklarla uyum sağlayabilmeleri için yıllarca irşat edilip
eğitilmelerine ihtiyaç vardır. O da inkârları önyargı haline gelmemiş,
kafalarında köklü bir karanlık oluşmamışsa, o takdirde olumlu sonuç alınabilir.
Aksi halde Nuh Peygamber'in (A.S.) kavmi ile Fir'-avn ve yandaşları gibi her
gecen gün küfür ve inatları artabilir.
Tabii bu arada Cenâb-ı
Hakk'ın hidâyet yoiunu açması başta gelen olumlu tesirdir ki, dilediği hakkında
tecelli ettirir. Şu demektir ki, az-çok aklını, idrâkini kullanıp kendini
hidâyetin tecelli edeceği çizgiye getirenler, Allah'ın bu lütfundan nasiplerini
alabilirler. Aksine bir yol izleyip ileri çizgiye değil, gerideki çizgiye
kendilerini itenler o lütufdan mahrum kalırlar.
Kur'ân-ı Kerîm,
peygamberlerle ilgili açıklamada bulunduktan sonra yaşamakta olan insanlara
sesleniyor: İbret ve öğüt almak istiyorsanız, yeryüzünde gezip dolaşın da
Cenâb-ı Hakk'a karşı gelip peygamberleri ve mürşitleri yalanlayan donuk kalpli,
silik vicdanlı, karanlık kafalı kavim ve milletlerin sonlarının ne olduğunu
tarihî harabelere bakıp görün. Onların çoğu insanlıklarına yakışmayanı,
ruhlarının taşıdığı fıtrat cevherine ters düşeni yapmışlar, hayat kanunlarını
çiğneyip sünnetullaha uymamışlardı. Bu yüzden Allah'ın câri kanunu onlar
hakkında hükmünü yürütmüştür. Geride sadece kötü bir isim ve yıkılan
medeniyetlerinin (!) kalıntıları kalmıştır. [67]
<<Sen onla»n
doğru yola erişmelerini ne kadar arzu etsen, yine de Allah saptıracağı kimseleri
doğru yola iletmez ve onlara yardımcılar da yoktur.»
İnsanlarla Allah
arasında «hidâyet» sınırı vardır. Bu sınıra yalnız akıl ve duyularla ulaşmak
çok zor, hattâ çoğu zaman imkânsızdır. Ancak her zaman bunun istisnalarının
bulunduğunu ve bulunabileceğini unutmamak gerekir. O nedenle Cenâb-ı Hak insan
aklını, düşünce ve duygularını hakikate çevirip yönlendirmek için kitap
indirmiş ve onu teblîğ eden peygamber göndermiştir. Böylece peygamberin uyarı
ve irşadı sözünü ettiğimiz sınıra yaklaştırıcıdır, fakat tam eriştirici, yani
doğru yola sokucu değildir. Çünkü peygamberin görevi, hidâyet sınırını
gösterip tanıtmak ve ona yaklaşma yöntemlerini öğretmektir. Doğru yola
eriştirmek ise Allah'a aittir. O bakımdan peygamber kendisine ayrılan sınırda
teblîğ ve irşat görevini sürdürür, gerisini Allah'ın yüksek irâdesine ve hidâyetle
tecellisine bırakır.
O halde peygamber
görevini yapar; kul da kendini, aldığı bilgi, ışık ve eğitimle hidâyet sınırına
yaklaştırırsa, Cenâb-ı Hakk'ın sünneti gereği, onun elinden tutup doğru yola
eriştirmeyi rahmetinin tezahürü olarak gerçekleştirir.
Hz. Muhammed (A.S.)
Efendimiz, şüphesiz ki âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. O bakımdan kalbi
insan sevgisiyle dolup taşar, onların doğru yola erişmelerini çok arzu eder,
bu doğrultuda büyük gayretler sarfederdi. Cenâb-ı Hak, ilgili âyetle bu husustaki
sünnetinin ölçüsünü belirterek, herkesin kendi sınırında kalıp görev yapmasını
hatırlattı; fazla sıkılıp arzu etmenin, üzülüp bir an önce sonuç almanın
gereği olmadığına şöyle işarette bulundu : «Sen onların doğru yola
erişmelerini ne kadar çok arzu etsen, yine de Allah saptıracağı kimseleri doğru
yola iletmez..» Çünkü onlar kendi kendilerine yardımcı olmamışlar ve verilen
imkânlardan yararlanmak suretiyle kendilerini hidâyet sınırına
yaklaştırmamışlar, bu konuda bir gayretleri de görülmemiştir. Aksine ondan hep
uzaklaşmaya çalışmışlar, durmadan gerideki çizgiye kendilerini itmişlerdir. O
bakımdan Cenâb-ı Hak onlara yardımcı olmaz, hidâyete erişmelerinden yana
tecellide bulunmaz. Sapıklıkları, inkâr ve azgınlıkları, inat ve hezeyanları
her taraftan onları kuşatmıştır. Böylece hidâyet sınırı çok uzaklarda kalmış,
araya aşılması zor engeller girmiştir. [68]
«Allah, ölen kimseyi
tekrar diriltip kaldırmaz, diyerek olanca yeminleriyle Aflah adına yemin ettiler.
Hayır, bu, Allah üzerine hak bir va'ddır. Ne var ki insanların çoğu bil'
mezler.»
Öldükten sonra
insanların diriltilip kaldırılması, Allah'ın kurduğu düzenin kopmaz bir
parçası, hayat zincirinin tamamlayıcı bir halkası ve ilâhî tecellinin ayrılmaz
bir safhasıdır. İlâhî kanunların şaşması, değişmesi ve değiştirilmesi
düşünülemez. Çünkü mümkün değildir. Allah bir şey hakkında hükmetmişse, bir
şeyin geçmiş ve geleceğini ezelî ilmiyle tesbit edip belirlemlşse, artık onu
durduracak, kader çizgisinden uzaklaştıracak bir kuvvet yoktur.
Güneş ailesinde yer
alan dünyamızın, en son hesaplara, yani radyoaktif saat metoduna göre, beş
milyar yaşında olduğu anlaşılıyor. Birçok püskürük kütleler içerisinde,
radyoaktif bir madde olan uranyum (U 238) in parçalanmasından meydana gelen ve
kimyasal bakımdan kararlı bir madde olan kurşun (Pb 206} bulunmaktadır.
Uranyum'un parçalanma hızı sabittir. Bu hız «yarılanma süresi» adı verilen
zaman biriminde öl-Cülüp dünyamızın yaşı belirlenir. Meselâ bir miktar uranyum
atomlarını şişeye koyduğumuz andan itibaren parçalanmaya devam edecek ve 4,5
milyar yıl sonunda şişedeki atom sayısı yarıya düşmüş olacak.
Uranyum ile kurşun
atomlarının miktarı 2/1 oranında bulunduğuna göre, kurşun kararlı bir maddedir.
Uranyumun parçalanma hfzı ise sabittir. O halde elde edilen kütlenin yaşını
hesaplamak kolaylaşır.
Demek istiyoruz ki,
beş milyar yıldan beri güneş ailesi vardır ve hizmetini aksatmadan
sürdürmektedir. Bu ilâhî düzenlemedir ki, sapmadan, hedefinden ayrılmadan
yaratıldığı amaç doğrultusunda O'nun varlığını ve birliğini yansıtmaktadır.
Belli bir süreden
sonra sistemin değişmesini gerektiren ilâhî plân harekete geçer ve eski sistem
yıkılıp yerini yeni sisteme terkeder. Bu defa yeni plân ve kanun hükmünü
yürütmeğe başlar ve bu değişme ile kıyamet denilen olay meydana gelmiş olur.
Ölmemizin bağlı
bulunduğu kanun da kıyamete yakın ikinci sistem ve düzene ayak basmamız için
yerini ikinci bir kanuna bırakır. Bu defa o yeni kanun ve bağlı bulunduğu plân
hükmünü yürütmeğe başlar. Yeni sistem ve düzenlemenin yeni şartlarına uyum
sağlayacak yeni bir beden oluşur da bize yeniden hayat verir. Uranyum nasıl
sabit ölçüdeki bir hızla parçalanıyorsa, boşluktaki sistemler de ayrı biçimde
belirlenmiş süre İçinde parçalanıp dağılma kanununa bağlanmıştır.
Kur'ân iigili âyetle
kıyametin sadece iki sebebini açıklamakla yetinmiştir. Diğer sebeplerini ise,
başka sûrelerde açıklar. Buradaki iki sebebi şöyle özetleyebiliriz :
1— İnsanların,
hakkında ayrılığa düştükleri
şeyin içyüzünü açıklamak, haklıyı haksizdan ayırt etmek ve
herkesin sınırını bildirip niyet ve ameline göre karşılık vermek;
2— Hakk'ı yalanlayıp kıyameti inkâr edenlerin
yalancı olduklarını ortaya koymak için Allah'ın va'di (verdiği söz) böylece
yerine gelmiş olur. [69]
«Biz bir seVin olmasını
dilediğimiz zaman, sözümüz ona sadece «oi!» dememizdir; o da oluverir.»
Varlık âleminde
illiyet prensibi câridir. Olaylar illet ve sebeplere bağlanmıştır. Ama
illetleri vücuda getiren nedir? Örneğin su maddesinin meydana gelmesi H2O
formülün gerçekleşmesine bağlıdır. Hidrojenle oksijenin belli oranda bir araya
gelmesiyle su maddesi oluşur. Bu formülü diğer bir deyimle illlyeti meydana
getiren kudret nedir? İlim bize suyu oluşturan maddeleri, onların hangi oranda
bileştiklerini ve her birinin özelliğini tesbit etmektedir. Ama bu iki değişik
maddeyi belü sebeplerle ve oranlarda bir araya getiren kanunu, programı kim
idare etmektedir? İiim bu soruyu cevapsız bırakmaktadır.
İşte Kur'ân bu kanunu
ve programı da, onun bir araya getirdiği değişik maddelerin yapılış sebep ve
illetlerini de «ol!» emrine bağlamaktadır. Cenâb-ı Hak bir şeyi irâde
ettiğinde, önce sebep ve illetlerini «ol!» emriyle oluşturur. Sonra o sebep ve
illetleri yine «ol!» emriyle bir araya getirir de irâde edilen şey vücut bulur.
Bu arada unutulmaması
gereken bir husus da şudur: «Ol» emriyle gerek sebeplerin oluşup harekete
geçmesi, gerekse istenilen maddelerin bir araya getirilip irâde edilen nesnenin
oluşması için Cenâb-ı Hak sayılarını bilemediğimiz melekleri görevlendirmiştir.
Onlar «ol!» emrinin gereğini belli bir plân ve programa göre yerine getirirler. [70]
Yukarıdaki âyetlerle,
her ümmete doğru yolu gösteren, tehlikelere karşı onları uyaran peygamber
gönderildiği anlatıldı. Böylece her milletin mutlak anlamda peygamber irşadına
muhtaç bulunduğuna işaretle yaşamakta olan milletler uyarıldı.
İnkâr ve haksızlıkta
ısrar edip Hakk'ı yalanlayan milletlerin elim aki-betini görmek için
yeryüzündeki tarihî harabeleri gezip görmeleri tavsiye edildi. Sonra da beşer
ruhunu tatmin eden, insanın içinde hem ümit ışığını yakan, hem disiplin
sağlayan âhirete inanmanın önemine parmak basıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
kendilerini küfür bataklığından Allah'ın yardımıyla çıkarıp imân selâmetine
erişen ashab-ı kiramın, Allah, Peygamber ve Din uğrunda yurtlarını,
yakınlarını, mal ve dostlarını terkedip hicret etmeleri üzerinde duruluyor ve
buna karşılık kendilerine büyük âhiret mükâfatı hazırlandığı gibi, dünyada da
şerefli, itibarlı yer ve yurt verileceği açıklanıyor. Sonra da her durumda
Allah'a güvenip dayanmanın yüksek bir irfandan kaynaklandığı üzerinde durularak
yaşamakta olan mü'minlere en sağlam kıstas veriliyor. [71]
«Ameller ancak
niyetlere göre sıhhat kazanır, değer ölçüsünü bulur. Kimin hicreti (niyet ve
maksadı) Allah ve Peygamberine ise, onun hicreti Allah'a ve Peygamberinedir.
Kimin de hicreti elde edeceği bir dünyalık veya nikahlayacağı bir kadın ise,
onun 6a hicreti, niyet edip yöneldiği şeyedir.» [72]
«Onlar ki zulme
uğradıktan sonra Allah yolunda (O'nun rızası uğrunda) hicret ettiler..»
İmanlarını Allah
rızasıyla süsleyen bahtiyarlardır ki, her şeylerini Allah yolunda, din uğrunda
feda etmekten kaçınmamışlardır. Gerçek değerinin takdir edilmesi cidden çok
zor olan imân cevheri, az kişilere nasip olan büyük bir lütuftur. Ona sahip
olmak kolay iş değildir. Fedakârlık, fe-rağat-i nefs, sabır ve tevekkül ister.
Bu vasıflar düzeyine kendini eriştire-miyen kimse, o cevhere nasıl sahip
olabilir?
İlgili âyetle, ashab-ı
kiramın zulme uğradıkları ve o yüzden Allah yolunda yurtlarını, mallarını
bırakıp hicret ettikleri övgü ile anılırken, onlara iki ayrı güzel ve mutlu
yurdun hazırlandığı müjdeleniyor:
a) Dünyada imân ve din hürriyetine yer
verildiği, saygı duyulduğu bir ülke..
b) Âhirette de Cennet denilen ebedî saadet
yurdu.. [73]
«Şanıma and olsun ki,
onları dünyada güzel (yere) yerleştiririz.»
Dünya hayatında gerçek
mü'minler için en güzel ülke, din, imân ve vicdan hürriyetine saygı gösterilen
yerdir. Medine, mü'minlere bu güzel havayı teneffüs ettirmesi bakımından
İslâm'da ilk din hürriyetine saygı ve itibar gösterilen bir belde olma şerefini
taşımaktadır.
Bunun için mü'minlere
uygun en güzel yeri, tefsirlerimiz ve ilim adamlarımız altı madde halinde
tesbit edip açıklamışlardır:
1— Yerleşilen güzel yer, Medine idi. Bu bir
misal ve ölçüdür.
2— Güzel rızka, helâl lokmaya erişme imkânlarını
sağlamaya uygun vasat.
3— Düşmana karşı hazırlanma fırsatı ve başarıya
erişme ortamı.
4— islâm
şehir devletinin temelini
atmaya, statüsünü hazırlamaya yardımct olan bir toplum.
5— Örnek alınacak feyizli hizmetlerin
gerçekleşmesine elverişli zaman ve zemin.
6— Allah rızasının her konuda ön plâna alındığı,
insanın insana bu doğrultuda saygı duyup değer verdiği; din kardeşliğine anlam
kazandırıl-dığt kutsal havanın mevcudiyeti.
İşte Medine-i
Münevvere bu altı şart ve sıfatı kendinde taşıyordu. O bakımdan Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz, doğum yeri ve atalarının ülkesi olan Mekke'yi fethettikten
sonra da Medine'de kalmayı tercîh etmiş ve onu şöyle övmüştür: «Medine İslâm'ın
kubbesi, imân ülkesi, hicret yurdu, helâl ve haramın (sınırlarının iyice
belirlenip) hazırlandığı yerdir.» [74]
Hicretin bunca
faziletleri ve âhiretteki büyük mükâfatlan, müşrikler tarafından bilinip
inanılsaydı, o fakir mü'minlere işkence etmez, onlarla aynı sofrada, aynı
mecliste oturmaktan şeref duyarlardı. Hicret etmekte geciken mü'minler de bunun
ecrini bilmiş olsalardı, bir dakika durmaz, Mekke'yi terkederlerdi. [75]
Yukarıdaki âyetlerle,
imân selâmetine erip Allah yolunda hicret edenler övüldü ve onların o günkü
müstesna hâli güzel bir misal olarak verildi. O bahtiyarlara hazırlanan
mükâfatın önemine parmak basılarak Allah'ın mü'minlerden yana olduğuna işaret
edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
peygamberliği inkâr eden müşriklere, bu hususu, tarihi çok iyi bilen ilim
adamlarından, kutsal kitapları bilen din âlimlerinden sorup öğrenmeleri
tavsiye ediliyor. Peygambere ve İslâm'a tuzak kufi)
ranlar uyarılıyor;
daha da ileri gidip ilâhî gayrete dokundukları, sünnetul-lahın çizdiği sınırı
aştıkları takdirde ilâhî hışmın ineceği haber veriliyor. Böylece İslâm'ın
yakında başarıya erişip zafer sağlayacağı, küfrün baş-aşağı gelip zillet ve
hüsrana uğrayacağı kapalı şekilde anlatılıyor.
[76]
43-44—
Senden önce de ancak kendilerine vahiy ettiğimiz adamları birçok belge, mu'cize
ve kitaplarla gönderdik. Eğer (bu konuları) bilmiyorsanız ilim ehlinden sorun.
Sonra da kendilerine parça parça (halinde) indirileni insanlara açıklayasın
diye Zikri (Kur'ân'ı) indirdik; ola ki düşünürler.
45— Durmadan
fena işler düzenleyip tuzak kuranlar, Allah'ın kendilerini yere batırmasından
veya bilmedikleri bir yerden azabın kendilerine gelmesinden güven içinde
midirler?
46-47— Veya
dönüp dolaşırlarken, kendilerini (ilâhî azabın) yakalayı-u erme sinden -ki
(Allah'ı) âciz bırakacak değillerdir- veya korku ve endişe üzere eksile eksile
bir durumda bulunurlarken, kendilerini tutuv ermesin den emniyette midirler?
Şüphesiz ki Rabbiniz çok şefkatli, çok merhametlidir.
Mekke'nin azgın
inkarcıları, sapık müşrikleri, Allah'ın bir insanı elçi göndermekten çok yüce
olduğunu belirtip-. «Mutlaka bir elçi göndermesi gerekiyorsa, elbette
Muhammed'i değil, bir meleği göndermesi uygun olurdu» diyerek son peygamberin
risâletini bütünüyle ret ve inkâr ettiler. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler
indi. [77]
Kur'ân, onlara: «Eğer
bu gerçeği bilmiyorsanız ilim ehline, Yahudi ve Hıristiyan din âlimlerine
sorun. Çünkü her iki kitap da insanlardan olan peygamberlere indirilmiştir ve
her iki kitapta da Allah'ın insanlardan seçip görevlendirdiği peygamberlerden
söz edilmektedir.» diyerek biraz olsun akıllarını kullanmalarını,
kafalarındaki küfür pasını silip gerçeği görmelerini telkîn ediyor, [78]
«Allah (c.c.) zalime
biraz mühlet verir; derken onu yakalar. Yakalayınca öa artık kurtulamaz.» [79]
«Senden önce de ancak
kendilerine vahiy ettiğimiz adamları birçok belge, mu'cize ve kitaplarla
gönderdik.»
İlgili âyetle, gönderilen
peygamberin «rical» olduğu belirtiliyor. Bilindiği gibi «rical», «recül»ün
çoğuludur ve insanlardan sadece erkekler hakkında kullanılan bir isimdir. [80]
Bundan da anlaşılıyor
ki, kadınlardan peygamber gönderilmemiştir. Sebebi ise açıktır. Şöyle ki : Peygamberlik
çok ağır ve o nisbette meşakkat!i bir görevdir. İşin içinde işkenceden, ölüm
tehdidine; ölümden sürgüne kadar her türlü belâ ve mihnet mevcuttur.
Yaratılışları gereği, kadınlar erkekler kadar dayanıklı değildirler. Daha çok
duygusaldırlar. Sonra da ka-dımn erkeklerin karşısına çıkıp onları
yönlendirmesi, onlarla gizli ve açık toplantı yapmasf söz konusudur ki, bunun
birtakım sakıncaları olabilir, hatta peygamberlik şeref ve vakarına leke
sürülmesine yol açabilir. [81]
«Sonra da kendilerine
parça parça (halinde) indirileni insanlara açıklayasın diye Zikri indirdik..»
Kur'ân'ın birkaç
yerinde Peygamber'e (A.S.) indirilen kitaptan «zikir» diye söz edilmektedir.
Zikir: Hatırlama, kalbe doğma, dil ile anma gibi mânalara delâlet ettiği gibi,
kitap, bilgi, öğüt, uyarı gibi manalarda da kullanılmıştır. Ayrıca Allah'ı, 99
isminden biriyle anma, teşbihte bulunma manalarını da içermektedir.
Kur'ân'a «zikir»
denilmesi, önceki semavî kitapları ve peygamberleri anıp hatırlattığına,
Allah'ın isimlerine yer verip onları anmamıza vesile olduğuna, öğüt ve
uyarıyla ilgili birçok hükümler taşıdığına yöneliktir. [82]
Kur'ân: Taşıdığı
hükümlerin, öğüt, ibret, va'd ve vaidlerin; kıssa ve tarihî olayların; fizikötesinden
verdiği bilgilerin; Allah ve âhiretle ilgili beyânların tümüyle kalplere şifa,
kafalara aydınlık verecek ölçü ve muhtevada indirilmiştir. Böylece Kur'ân,
kapsadığı çok yönlü hükümler ve bilgilerle insanlara iki hayatın önemini
öğretme; doğru yolu gösterme, tehlikeli yola karşı uyarma; ruhla beden,
maddeyle mâna, dünya ile âhiret arasında denge ve düzen kurmalarını sağlama
hikmetiyle dopdolu bir kudrettedir.
O halde bütün
bunlardan maksat, tebliğdir. Kur'ân'ın çok zengin manevî sofrası açıklanmadığı
takdirde amacının dışında bırakılmış olur ki, bunun vebali çok büyüktür. Bu
bakımdan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şerefli hadîsleriyle 23 yıl aralıksız bu
kutsal kitabı açıklamaya devam etmiş, barış ve savaş günü demeden hizmetini
kusursuz şekilde sürdürmüştür. O kadar ki, son sözünü söyleme, tebfîğinin son
halkasını oluşturma bahtiyarlığı içinde gözlerini şu fani hayata yummuştur.
Kur'ân nasıl
açıklanır?
a) Gelişen kültür seviyesini, günlük olayları, mevcut şartları; dev adımlarla yoluna devam eden ilim ve
teknikteki başarıları; toplumun sosyoekonomik yapısını, aile düzenini, halkın
temayüllerini dikkate alarak yola çıkılır. Böylece Kur'ân'ın çok yönlü hüküm
ve hikmetleri Hz. Peygam-ber'in (A.S.) uyguladığı metot doğrultusunda kademeli
biçimde çeşitli vasıtalarla tebliğ edilir.
b) Kur'ân'ın, toplum hayatını yönlendirme
kudretini taşıyan bölümleri sevgi ve güven havası içinde genç dimağlara
aktarılır. Bunun için çeşitli yayım organlarından istifade edilmeğe çalışılır.
c) Uzman mürşitler ve hocalar tarafından
konferanslar, açık oturumlar ve sorulu cevaplı toplantılar düzenlenir. Dini
temel esaslarıyla, genel hüküm ve kurallarıyla ele almasını bilmeyen yarım
aydınların, dinî kültürü yeterince almamış, Kur'ân'ın sergilediği hüküm ve
hikmetleri kavrayamamış bilgisi kıt din adamı geçinen bazı kişilerin bu sahada
söz sahibi olmalarına fırsat verilmez.
d) İslâmiyeti basite irca' edip onu şekilcilik
kalıbına sokan cahillerin din adına ahkâm kesmelerine, fetva vermelerine göz
yumulmaz.
e) Uzman ve yetenekli vaizlerin cami ve benzeri
yerlerde vaaz etmeleri sağlanır. Cuma günleri Müslüman topluluğuna hitap eden
cami hatiplerinin seçilmesine özen gösterilir. En yetenekli kişiler eğitilerek
bu kutsal emanet kendilerine tevdi edilir.
Zira 44. âyetle
Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ın parça parça; bölüm, bölüm indirilmesinin hikmetini bir
cümlede özetliyerek şöyle buyuruyor: «Kendilerine parça parça indirileni
insanlara açıklayasın diye Kur'ân'ı indirdik.»
O bakımdan Kur'ân'm
rahmet kapılarını kapatmak, onun tebliğ edilme ve insanlara açıklanma hikmetini
göz ardı etmek anlamına gelir. İnkarcı maddecilerin durmadan Kur'ân'a karşı
çıkmaları, çeşitli yollardan ondaki ilâhî hükümlerin geçersizliğini iddia edip
gelişmesini engellemeleri, dün olduğu gibi, bugün de sahnededir ve bundan sonra
da sahnede olacaktır. Şüphesiz bu hak ile bâtılın sonu gelmiyen bir sürtüşme ve
tartışmasıdır ki kıyamete kadar sürüp gidecektir. Önemli olan, yukarıda
sıraladığımız beş kanal üzerinde çalışılması ve İslâm'ın her yönüyle insanlık için
rahmet ve huzur olduğunun anlatılmasıdır. Gerçek mü'minler kendilerini tebliğin
bu düzeyine getirdikleri takdirde Cenâb-ı Hakk'ın mutlak surette onlara yardım
edeeeğini yine Kur'ân haber vermektedir.
Cenâb-ı Hakk'ın
inkarcı azgınlara, sapık maddecilere mühlet vermesi,ilâhî programı gereğidir.
Onlar küfürlerini zulümle, azgınlıkla ve ahlâksızlıkla birleştirip belli bir
kerteye gelmedikleri sürece, aleyhlerine ilâhî emir inmez. Çünkü O, çok
merhametli ve çok şefkatlidir. Kulları yürüdükleri yanlış ve tehlikeli yoldan
dönüş yaparlar diye, onları birtakım günah ve isyanlarından dolayı hemen
kahretmez.. [83]
«Durmadan fena işler
düzenleyip tuzak kuranlar, Allah'ın kendilerini yere batırmasından veya
bilmedikleri bir yerden azâbm kendilerine gelmesinden güven içinde midirler?»
Kur'ân, Hakk'ın
buyruklarına karşı gelip inkâr ve azgınlık gösteren sapıkları dört büyük
tehlikenin adım adım izlediğine dikkatleri çekiyor ve böylece ilâhî rahmet
gereği, onları -ölümlerinden önee dönüş yaparlar diye-uyarıyor.
1— Allah'ın onları yere geçirmesi; alaşağı edip
zillet ve meskenete uğratması,
2— Farkına varmayacakları bir cihetten azabın
gelivermesi; azılı bir düşman saldırısının başgöstermesi, şiddetli bir kasırga
ve tayfunun onları çepeçevre kuşatıp yok etmesi,
3— Yeryüzünde güven içinde gezip dolaşırken
ilâhî te'dibin ummadıkları bir zamanda karşılarına çıkması.
İnen musibetin, gelen
felâketin kademeli biçimde onları yavaş yavaş törpüleyip tüketmeğe yönelmesi..
Birinci azap :
Eriştikleri makam ve itibarı kaybedip gözlerden ve gönüllerden düşmek
suretiyle yerin dibine geçmeleri şeklinde de yorumlanabilir. Zira dünyada
insanı sıkıp üzen en kötü azaplardan biri de, elde edilen nimetlerin, makam ve
şöhretlerin bir anda sıfıra müncer olmasıdır. Kişinin kalbinde Allah'a ve
Âhiret'e imân cevheri yoksa, dayanma gücünü kaybedip intihara teşebbüs eder
veya tedavisi mümkün olmayan bir hastalığa yakalanıp mevcut nîmetleri de
kaybetme bedbahtlığına uğrar.
İkinci azap : Farkına
varmadıkları halde, ummadıkları bir yerden bir savaşın, benzeri bir belânın
gelip çatması veya tabii büyük bir felâketin başgöstermesi, şiddetli bir
depremin vuku' bulması şeklinde yorumlanabilir.
Üçüncü azap : Gezip
dolaşırlarken ya sağlıklarını bozan, ya aile yuvalarını alt-üst eden, ya şeref
ve haysiyetlerini sıfıra düşüren, ya da bir kargaşalığın ortaya çıkmasıyla
toplumu tehdit ve huzursuz eden bir felaketle yorumlanabilir.
Dördüncüsü: Kanser,
uyuşturucu ibtilâsı, Aids belâsı ve benzeri toplumu tehdit eden amansız bir
derdin onlar, azar azar kemirip tüketmesi şeklinde yorumlanabilir. [84]
Yukarıdaki âyetlerle,
peygamberliğin önemi üzerinde duruldu. Her toplum ve milletin, huzurlu,
güvenli ve inançlı bir hayat yaşayabilmeleri .çın peygamber öğüdüne muhtaç
bulunduğuna işaret edildi.
Peygamber'in
getirdikleri esas ve prensipleri ret ve inkâr etmekle kalmayıp onu büsbütün
mefluç hale sokmak için çeşitli yollara başvuran, hile ve tuzak kuranların
eninde- sonunda hüsrana uğrayacakları, ilahı hükmün onlar hakkında ineceği
hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
kâinat plânında yer alan eşyanın, bağlı bulundukları kanun ve program gereği
Hakk'ın emrine başeğdikleri, hepsinin de yaratıldığı amaca yönelmek suretiyle
Hakk'a secde ettikleri anlatılır. Göklerdeki meleklerin, yeryüzündeki
canlıların ilâhî kudret ve azamet karşısında teslimiyet gösterdiklerine
dikkatler çekilerek asıl kendisinden korkulmaya lâyık olanın Cenâb-ı Hak
olduğu hatırlatılır ve böylece inkarcı azgınlar bir defa daha uyarılır. [85]
48— Allah'ın yarattığı herhangi bir şey©
bakmıyorlar mı ki gölgesi boyun eğip {bağlı bulunduğu kanuna teslimiyet içinde)
Allah'a secde ederek sağa-sola dönüp dururlar.
49— Göklerde ve yerde, gerek canlılardan, gerekse
meleklerden ne varsa hepsi de büyüklük taslamaksızın Allah'a secde ederler.
50— Üstlerinde
(yüce kudretiyle duran) Rablarından
korkarlar da emrolunduklarını
yerine getirirler.
«Doğrusu ben sizin
göremediğinizi görüyorum, sizin işitmediğinizi işitiyorum. Gök inlemektedir ve
inlemek onun hakkıdır. İçinde dört parmak kadar bir yer yok ki orada bir melek
Allah'a secde etmiş bulunmasın. Allah'a yemin ederim ki, benim bildiklerimi
bilmiş olsaydınız, az güler, çok ağlardınız; o kadar ki, kadınlarla döşekte
telezzüz etmez ve şehir dışına çıkar da Allah'a niyaz edip teslimiyet gösterir,
mahviyetkâr bir hal alırdınız.» [86]
«Allah'ın yarattığı
herhangi bir şeye bakmıyorlar mı ki, gölgesi boyun eğip (bağlı bulunduğu kanuna
teslimiyet içinde) Allah'a secde ederek sağa-sola dönüp dururlar.»
İlgili âyetle, varlık
âleminin her parçasının kendine has kanunlarla hareket halinde bulunduğu, her
şeyin ister-istemez Yüce Kudret'e teslimiyet içinde yaratılıp belli hizmetlere
yöneltildiği ve bu anlamda her şeyin ya ihtiyarî, ya da teshiri olarak Cenâb-ı
Hakk'a secde ettiği açıklanıyor.
İhtiyarî secde : Akıl
ve idrâk sahiplerinin isteğine bırakılmış olanıdır ki, Allah'a dosdoğru imân
eden insanlarla cinler ve meleklerin hepsi bu mânayla ibâdet düzeyinde Allah'a
secde ederler.
Teshin secde ; Her
şeyin kendine has hayat kanununa bağlı kalarak, yüklendiği programı yerine
getirmesi ve bu doğrultuda hizmetini sürdürme-sidir.
İlgili âyetle, bu
konuda sadece eşyanın gölgesi misal verilerek üzerinde yaşadığımız dünyanın,
bizim emrimizle ve irâdemizle değil, Allah'ın yüce kudretinin eşsiz planıyla
hem kendi ekseni, hem güneşin etrafında döndüğü ve böylece eşyanın gölgesinin
güneşin doğuş ve batışına göre sağa-soia uzayıp kısalarak bir bakıma Hakk'ın buyruğuna
boyun eğdiği anlatılıyor.
Dünya'yı durdurmak
istesek de durduramayız; gölgemizi kaldırmak istesek kaldıramayız. Çünkü her
biri ilâhî sünnete başeğip teslimiyet içinde yaratıldığı amacına yönelmiştir.
İşte bu yöneliş teshiri anlamda bir secde olarak vasıflandırılmıştır.
Kur'ân-ı Kerîm'de bu
misalle, insan aklı harekete geçirilerek, kâinatın mutlak nizamına, dünyanın
başdöndürücü bir hızla iki hareket; sisteme, yani güneş ailesine bağlı olarak
üç hareket içinde bulunduğuna; bütün bu matematiksel ve fiziksel hareketlerin
ihtiyarî olmadığına, bağlı bulunduğu plân ve programın gereği olduğuna
dikkatler çekiliyor. Böylece eşyanın ba-Ş'boş, gayesiz, amaçsız ve faydasız
yaratılmadığı isbat edilerek, bunları kusursuz şekilde düzenleyip çekim kuvveti
düzeyinde dengede tutan Allah'ın varlığı ve birliği bir defa daha bilimsel
açıdan belgelendiriliyor. [87]
Yukarıda belirttiğimiz
anlamda baş eğme, yüklendiği programa göre hizmet verme secdesi, kâinatta
canlı, cansız her varlık hakkında geçerlidir. Öyle ki : Allah'a inananlar da,
inanmayanlar da dünya üzerinde onun hareketlerine uyarak güneşin etrafında
başdöndürücü hızla dönmektedirler. Hiç biri bu kanuna karşı gelecek, dünyanın
hareketine uymayacak güç ve kudrette değildir. Aynı zamanda sağa-sola uzayıp
kısalmakta olan gölgeleri de onların isteklerine bağlı değildir; ister istemez
belli hareket içinde güneşi kâh sağlarına, kâh sollarına, kâh tepelerinin
üstüne almaktadırlar. Bu da onların bir bakıma teshîrî secdeleri sayılır.
İnsan yalnız dünyanın
hareketlerine bağlı kalmıyor; kendi iç organlarının çalışma sistemlerine ister
istemez uyuyor. Aynı zamanda o organlar da insanın emrine bağlı değillerdir;
Cenâb-ı Hakk'ın hayat plânına bağlıdırlar. İnsan istese de, istemese de kalbi,
beyni, midesi, barsakları ve ciğerleri belirlenmiş süreye kadar çalışıp
hizmetlerini sürdürürler.
Kendi iç organlarına
bile kumanda edemiyen ve yaşadığı dünya üzerinde, ister-istemez onun
hareketine uyan insanoğlu, neyi, niçin inkâr eder? Hangi gücüne güvenerek
böbürlenir? Her şey Hakk'a baş eğerken ve kendisi de aynı şekilde bulunurken
neden aklını kullanıp O Yüce Kud-ret'in önünde isteğe bağlı secde etmez?! İnkâr
ve azgınlıkta ısrar edip büyüklük taslamak ve bir ömrü gaflet içinde yok yere
tüketmek, nankörlük ve basiretsizlik değil de nedir? [88]
«Göklerde ve yerde gerek canlılardan, gerekse
meleklerden ne varsa hepsi de büyüklük taslamaksızın Allah'a secde ederler.»
İlgili âyetin
zahirinden, göklerde de canlı yaratıkların bulunduğu anlaşılıyor. Ancak âyetin
asıl delâleti bu mudur? Kur'ân'ın bu beyânını iyi anlayabilmek ve ona göre
yorumda bulunabilmek için, konuyla ilgili diğer âyetleri de gözden geçirmemiz
gerekir. Ayrıca âyette yer alan «dâbbe» sözünün delâlet ettiği mânaları
bilmemize ve Arap gramerinde çok yaygın olgn «tağlîb» kaidesini unutmamamıza
ihtiyaç vardır.
Dâbbe kelimesi,
Kur'ân'ın tam 14 yerinde geçer. Bunlardan 12 yerde yeryüzünde hareket halinde
olan veya canlılık vasfı taşıyan hayvanlar kastedilmiş; iki yerde ise, göklerde
ve yerde hareket halinde olan veya ean-lılık vasfı taşıyan hayvanlar konu
edilmiştir.
«Debb» ve «debîb»
sözleri : Karar, itidal üzere yavaş yavaş, yumuşak yumuşak yürümek mânasına
gelir. Türkçede bunun karşılığında emekli-yerek yürümek sözü kullanılabilir.
Aynı kökten gelen «dâbbe» ise, mutlaka yeryüzünde yürüyen hayvana denir. [89]
Böylece yeryüzünde debelenip hareket gösteren, hattâ yürümeyip yerinde
hareketle canlılık vasfı taşıyan hayvan hakkında da kullanılır. Râğıb da bu
ismin daha çok hayvan ve ha-şerat hakkında kullanıldığını söyler. [90]
Dâbbe kelimesi bu
mânalara geldiğine göre, ilk hatıra gelen yorum, göklerde de canlı yaratıkların
bulunduğu hususudur. Ancak Rahman Sûresi 10. âyette yeryüzünün «enam» için
yaratılıp konulduğu söz konusudur ki, «enam» kelimesinin delâlet ettiği
mânaları ve yer aldığı cümlenin h a s r (yalnız bir şeye kullanma) ifade eder
ölçüde bir terkip oluşturduğu dikkate alınınca, değişik yorumlar ortaya
çıkıyor. Şöyle ki; Arapça gramere göre, mef'ûl fiilden önce gelirse, hasr
ifade eder, yani fiilin kapsamı sadece mef'ûlün sınırları içinde kalır.
Böylece canlılar için de sadece yerkürenin konulduğu, onlar için başka bir yer
belirlenmediği hükmü ortaya çıkmış olur. Bunun neticesi olarak, diğer gezegen
ve sistemlerde canlı yaratıkların mevcut olmadığı anlaşılıyor.
«Yerküre de sadece
enam için alçaltılıp konulmuştur» cümlesinde yer alan «enam» kelimesini
müfessirler şöyle açıklamışlardır:
a) Müfessir Keşşafa göre; bu, yeryüzünde
hareket eden bütün canlı yaratıklar demektir.
el-Hasan'dan yapılan rivayette,
insanlar ve cinlere delâlet eder.
Böylece yeryüzü bu iki ayrı yaratık için tasarruflarına elverişli bir döşek gibidir.
b) Kadı Beyzavî'ye göre : Yeri de döşenmiş halde
halk için alçalttı demektir.
Halk: Genel anlamda üç
boyutlu cisimlere delâlet ederse de, daha cok insanlar hakkında kullanılır. [91]
Kadı Beyzavî «enam»
kelimesini açıklarken şöyle diyor: Bazı ilim adamlarına göre, canlı olan her
şeye delâlet eder.
Ibn Kesîr'e göre :
Enam, yeryüzündeki çeşitleri, şekilleri ve dilleri ayrı olan ve çeşitli bölge
ve kıtalarda yaşayan insanlar demektir. [92]
Konumuzu oluşturan
Nahl sûresinin 49. âyetine gelince, Şûra sûresi 29. âyet onu biraz daha
açıklamaktadır. Şöyle ki : «O'nun varlığına (delâlet eden) belgelerden biri
de, göklerin ve yerin yaratılması ve ikisine serpiştirip yaydığı canlılardır.»
O halde bu iki âyetle
Rahman sûresi 10. âyet arasını te'lîf etmemiz gerekmektedir. İlim adamları Nahl
ve Şûra süresindeki ilgili âyetleri açıklarken Arapçada çok yaygın olan
«tağlib kaidesi»ni dikkate almışlardır. Bu kaideye göre, Araplar iki şeyden
birarada söz ederken, onlardan daha çok kullanılması yaygın olanı veya daha
rahat telâffuz edileni o yönden galip kabul ederler ve her ikisini galip kabul
ettikleri isimle anarlar. Meselâ, ay ile güneşi birarada anmak istedikleri
zaman, şems ve kamer diyecekleri yerde, «kameran» veya «kamereyn», yani «iki
ay» derler. Böylece göklere serpiştirilen melekler, yeryüzüne serpiştirilen
canlı yaratıklar birarada anılırken her ikisine birden «dâbbe» denilmiş ve bu
açıdan canlı yaratıklar galip kabul edilerek, melekler hakkında da aynı isim
kullanılmıştır.
Bu yorum, üç âyet
arasında ortak bir bağ oluşturmakta ve birinin diğerine ters düşmediğine
ağırlık kazandırmaktadır. Aslında iki âyet arasında bir aykırılığın ve
çelişkinin hiçbir zaman söz konusu olamayacağı kesindir. Farklılık sadece
yorumlardan kaynaklanmaktadır.
Ayrıca «enam»
kelimesini, el-Hasan'ın açıkladığı şekilde sadece insanlar ve cinleri kapsayan
bir kavram olarak dikkate alırsak, diğer gezegen ve sistemlerde bazı canlı
yaratıkların bulunması ihtimal dahiline girer. Böylece gerek Nahl, gerekse Şûra
sûrelerindeki âyetlerle Rahman süresindeki ilgili âyet arasında farklı
yorumlar kalkmış olur. Ne var ki, son birkaç yıl içinde Viking I, Viking M,
Viking III ile yapılan eiddi araştırma ve tesbit-lere göre, Güneş ailesinde yer
alan dokuz gezegende hayat belirtilerine rastlanmadığı, canlı yaratıkların
yaşamasına elverişli şartların ve ortamın bulunmadığı anlaşılmıştır. [93]
Bununla beraber ileride gezegenlerden birinde veya başka bir yıldızda canlı
bir yaratığın var olduğu ortaya çıkacağını varsayalım, bu, son yoruma göre,
Kur'ân'a ters düşmeyecek, sadece onu tasdik edecektir. Allah daha iyisini
bilir. [94]
«Üstlerinde (yüce
kudretiyle duran) Rablanndan korkarlar da emrolunduklarını yerine getirirler.»
Bu korku, kayıtsız,
şartsız ilâhî düzene uymak, O'nun sünneti doğrultusunda hizmeti aksatmadan
kusursuz yerine getirmektir ki fazla dikkat, itina ve özen anlamına gelir.
Meleklerin üstün tazîm
ve baş eğme doğrultusunda Cenâb-i Hakk'tan korktukları söz konusudur ki, bu iki
türlü saygt dolu korkuya delâlet etmektedir. Biri, belirttiğimiz anlamda
kâinatın düzen ve dengesinde yerlerini alıp yaratıldıkları hikmete
ister-istemez mutlak bağlılıktır ki bu, tes-hîrî bir korkudur. Diğeri,
ihtiyarîdir ki, emre uyarak âlemlerin Rabbının huzurunda mutlak inkiyat
korkusudur.
Birinci anlamdaki
korku, her yaratık ve varlık için aynen geçerlidir. İkinci anlamdaki korku ise,
melekler, insanlar ve cinlere has bir korkudur. Ancak meleklerde nefis ve
hayvanı sıfatlar ve bu ikisiyle ilgili duygular olmadığı için sözü edilen
korkunun en üst noktasında bulunurlar. [95]
Yukarıdaki âyetlerle,
kâinat plânında yer alan eşyanın mutlak anlamda Cenâb-ı Hakk'a baş eğip
inkiyat içinde oldukları konu edildi. Göklerdeki meleklerin, yeryüzündeki
canlı yaratıkların, ilâhî kudret ve azamet karşısında korkup emrolundukları
şeyi yerine getirdikleri belirtilerek insanların da böylesine bir itaat ve
inkıyat içinde olmalarına işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
kâinatın her parçasının mutlak baş eğme doğrultusunda Cenâb-ı Hakk'tan korkup
yaratıldıkları amaca uygun hizmet verdikleri gerçeği ortada dururken, Allah'tan
başka ilâh edinmenin makul hiçbir anlamı olmadığı belirtiliyor. Din ve
dindarlığı Allah'a has kılmanın önemi üzerinde durularak her hal-ü kârda
Allah'tan korkmamızın gereğine atıf yapılıyor. İnsanoğlunun eriştiği bütün
nimetlerin Allah tarafından hazırlanıp imkân alanına getirildiği ve kâinatta
mutlak tasarrufun O'na ait olduğu hatırlatılıyor. [96]
51— Allah : «İki ilâh edinmeyin; O ancak tek bir
ilâhtır ve yalnız benden korkun!» buyurdu.
52— Göklerde ve yerde ne varsa hepsi ancak
O'nundur. Din de dâima O'nadır; öyle iken Allah'tan başkasından mı korkup
sakınıyorsunuz?
53— Sizde olan her nîmet Allah'tandır, Sonra da
size bir sıkıntı ve zarar dokunduğu zaman ancak ve sadece O'na yalvarıp
yakarırsmız.
54— Sonra O, sizden sıkıntıyı giderince, içinizden
bir kısmı bir de bakarsın kendilerine verdiğimize karşılık nankörlük etmek için
Rablanna ortak koşarlar.
55— Haydi öyle ise keyfinize göre geçinin;
ileride (hakikati anlayıp nasıl saptığınızı) bileceksiniz.
*AHah: iki iIah
edin"meyin; O ancak tek bir ilâhtır ve yalnız benden korkun, buyurdu.»
Varlık âleminde mevcut
her şeyin, ister istemez mutlak plânda kendine ayrılan yerini aldığı ve
yaratıldığı amaca yöneldiği bir gerçektir. Düzen ve dengede bir kusur bulmak
mümkün değildir. Zira Allah'ın kudret elinden çıkan her şey mükemmeidir. Daha
mükemmelini vücuda getirmeği düşünmek bile mümkün değildir.
Bu durumda yaratan bir
değil de iki veya daha fazla olsaydı, görünen ve bilinen düzen ve muhteşem
denge bozulmadan, sapmadan, hedefinden şaşmadan devam edebilir miydi? Bu mümkün
mü? Çünkü yaratan kudret bir değil iki olsaydı, birinin yaptığını diğeri bozar
ve böylece hiçbir şey düzen ve dengesinde, yaratıldığı ölçüde kalmaz ve
istenilen hizmeti verme imkânı olmazdı.
İlgili âyetle, kafa ve
kalpler bu gerçeğe çevrilerek ana fikirler veriliyor ve böylece Allah'tan
başka ilâh olmadığı mantıkî ölçülerle belirtilerek ona bilimsel bir anlam
kazandırılıyor. Yaratılan eşyadan değil, her şeyi modelsiz ve örneksiz yaratan
o tek ilâhtan korkulması tavsiye ediliyor. [97]
«Göklerde ve yerde ne
varsa hepsi ancak O'nundur, Din de dâima O'nadır. Öyle iken Allah'tan
başkasından mı korkup sakınıyorsunuz?!»
Mülkün yaratanı ve
gerçek sahibi Allah'tır. Bizler de O'nun mülkünde yer alan birer parçayız.
Çünkü kâinatı biz yaratmadık, kendimizin de yaratıcısı biz değiliz. Eşyaya
ibâdet edemeyiz, çünkü onlar da yaratanımız değildirler. O halde her şeyi
yüksek hikmeti doğrultusunda yaratıp düzeni kuran O en yüce kudrete ibâdet
etmemiz ve ancak O'nu ilâh edinip O'ndan başkasını kabul etmememiz gerekmiyor
mu?
Sistemi kurup her şeyi
insandan yana hizmete sevkeden Allah elbette ki şükredilmeğe, en güzel
övgülerle övülmeğe çok daha lâyıktır. Nitekim şarkın ünlü halk filozofu Şeyh
Sadi bu inceliğe temasla şöyle demiştir : «Bulut, rüzgâr, ay, güneş ve felek,
bunların hepsi hizmette; senin eline bir parça ekmek sunma gayreti içindeler.
İnsafın ölçü ve şartı değildir ki. sen o ekmeği gafletle yiyesin.» [98]
«Sonra da size sıkıntı
ve zarar dokunduğu zaman ancak ve sadece O'na yalvarıp yakarırsınız.»
Allah'ın insana
verdiği nimetler, genel anlamda iki grupta toplanır. Biri, insanın ruhî ve
bedenî yapılarında toplanan akıl, zekâ, idrâk, düşünce ve duygu; sağlık,
afiyet, huzur ve iç denge gibi nîmetlerdir. Diğeri bu iki yapının dışında kalan
haricî nîmetlerdir.
Bu iki grupta yer alan
nîmetlerden her biri veya birkaçı bir felâkete mâruz kaldığında, dünya insanın
başına daralır. Çareler bir bir kalmayınca, ister istemez insan o nimeti
yaratıp veren Yüce Kudret'e yönelir. Çünkü böyle bir duygu insanın özünde ve
mayasında mevcuttur. Sırası gelince kendini hissettirir.
Felâket ve sıkıntı
-Allah'ın izniyle- atlatıldıktan sonra insanların bir kısmı yüz seksen derecelik
dönüş yapıp ya kendi kudret ve zekâsıyla, ya da bazi fânilerin yardımıyla
kendini içine düştüğü vartadan kurtardığını söyleyerek böbürlenirler. Böylece
Allah'ın câri sünnetini unutarak nankörlük ederler. Kendi zekâsının da,
yardımcı olan fânilerin de birer vasıta ve sebep kılındıklarını hesaba
katmazlar. Bir bakıma onları Allah'a ortak koşarlar, yani kuvvet ve kudreti
Allah'a değil, kendi zekâ ve yardımcılarına nisbet ederler.
İlgili âyetle
mü'minler bu konuda uyarılıyor ve Resûlüllah (A.S.) Efen-•jdimiz'in teslimiyet
düzeyinde bütün kuvvet ve kudreti Allah'a irca' ettiğine işaretle O'nun
hayatını incelememiz ilham ediliyor. [99]
«Haydi öyle ise
keyfinize göre eğlenip geçinin, ileride (hakikati anlayıp nasıl saptığınızı)
bileceksiniz.»
İnsanoğlunun nîmet,
felâket ve sıkıntı; sonra da felâket ve sıkıntıdan kurtulma anlayışı bu olunca,
söylenecek fazla bir şey kalmıyor. O bakımdan Cenâb-ı Hak, inkarcı sapıklara,
maddeci şaşkınlara seslenerek; «Keyfinize göre eğlenip geçinin..» buyurarak,
ileride ölüm anında ve mahşer alanında hakikati görüp anlayacaklarını
hatırlatıyor ve o gün gelmeden gerçeği araştırıp öğrenmelerini tavsiye ediyor.
Ne var ki, o noktaya
gelinip gerçeği anlamanın bir yararı olmayaoak, ölüm bütün dehşetiyle kapıyı
çalacak, umutlar kesilecek, kimseler bir şeyler yapamıyacak. Her canlı için
mukadder olan âkibet gerçekleşecek. O halde iyi hazırlanmamız, hayatın hikmet
ve amacını öğrenmemiz, zevk ve sıkıntılarını tatmamız için getirildiğimiz
dünyada ömrü amacının hilâfına harcamamız doğru olur mu?. Birkaç günlük zevk ve
eğlence uğruna sonsuz saadeti feda etmenin mâkul hiç yanı var mıdır?
Unutmayalım ki, bize
verilen ömür de, nîmet de çok yüce amaçlar uğruna harcanmak için
plânlanmıştır. O plân ve programı bozmaya hakkımız yoktur.
Denildiği gibi,
ekmeğini göz yaşları içinde yemeyen, ıstıraplı gecelerini yatağında ağlayarak
geçirmemiş olan kimse henüz tam anlamıyla ilâhî bir kuvvet ve kudretin
mevcudiyetinden haberdar değildir.
İnsanlar, yemek, içmek,
eğlenmek, gününü gün etmek; biraz şöhret, biraz servet elde etmek için değil,
dünyada kazanılabilecek daha önemli ve büyük işler, kutsal gayeler için
yaratılmışlardır. [100]
Yukarıdaki âyetlerle,
varlık âleminde hemen her şeyin ilâhî kudret karşısında baş eğdiği, O'nun
koyduğu kanunlara bağlı kalıp gayesine uygun hizmet verdiği konu edildi. Bu
gerçeği anlamanın hakikî dindarlık olduğuna işaretle, dinin Allah'a has
kılınmasının gereği üzerinde duruldu. Sonra da bütün nimetlerin Allah'a ait
olduğu belirtilerek neyin nereden geldiğine dikkat etmemiz hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
Allah'ın hazırlayıp verdiği nîmetlerden Allah'a ortak koşulan putlara
ayrılması kınanıyor, bunun çok nankörce bir davranış olduğu üzerinde duruluyor.
Sonra da insanın bir diğer basit yanı ele alınıyor; puta tapan Arapların kız
çocuklarından hoşlanmadıkları halde meleklerin Allah'ın kızları olduklarını
iddia etmelerinin ne kadar yakışıksız ve ölçüsüz olduğuna dikkatler çekiliyor
ve bütün bu ölçüsüzlüklerin, kötülüklerin Allah'a ve Âhiret'e imân etmemekten
kaynaklandığına parmak basılıyor. [101]
56— Kendilerine nzık olarak verdiklerimizden
(gerçek yüzünü) bilmedikleri şeylere (putlara ve benzeri şeylere) pay
ayırırlar. Allah'a and olsun ki, bu uydurduğunuz şeylerden mutlaka
sorulacaksınız.
57— Bir de Allah'a kızlar nisbet ederler; O
bundan pâk ve yücedir, Kendilerine ise canlarının istediğini (nisbet ederler).
58— Onlardan biri kız çocuğuyla müjdelenince,
öfkesini yutmaya çalışarak yüzü kararır.
59— Kendisine verilen o kötü müjdeden dolayı
kavminden gizlenmeye çalışır: Ancak (gönüllü) görünmeye katlanıp onu tutacak
mı, yoksa toprağa gömerek gizleyecek mi? (Bir bak) ne fena yargıda
bulunuyorlar!
60— Âhirete inanmiyanların (böylesine) kötü misâli vardır. En yüce (güzel, yararlı) misâller ise
Allah'ındır. O, yegâne üstündür, çok güçlüdür; hikmet sahibidir.
«Kız çocuğunu diri
diri toprağa gömen de, ona rıza gösteren de cehennemdedir.» [102]
Hz. Âişe (R.A.)
Validemiz anlatıyor :
«Yanında iki kız
çocuğu olduğu halde bir kadın bana gelip kendisine yardımda bulunmamı istedi. O
sırada yanımda bir hurmadan başka bir şey yoktu. Onu da o kadına verdim.
Hurmayı alıp ikiye böldü ve iki kızına yedirdi. Tabii kendisi ondan bir şey
koparıp yemedi. Kadın gittikten sonra Resûlüllah (A.S.) Efendimiz geldi. Durumu
Ona anlattığımda buyurdu ki: «Kim birkaç kız ile imtihan edilip ilgili bulunur
da onlara iyi davranırsa, o kızlar kıyamet gününde ona ateşe karşı perde
olurlar!» [103]Yine Hz. Âişe (R.A.) Validemiz
anlatıyor:
«Çok fakir, üstü-başı
perişan bir kadın iki kız çocuğuyla birlikte bana geldi. Onlara yanımda bulunan
üç tane hurma verdim. Kadıncağız birer tane kızlarına verdi, geri kalan birini
de ağzına götürüp yemek isterken kızlar onu da istediler. Anneleri dayanamadı,
o hurmayı da ikiye böldü ve onlara verdi. Kadının bu davranışı beni
duygulandırdı. Olayı Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e anlattığımda, buyurdu ki:
«Şüphesiz ki, Allah, o davranışıyla kadına cenneti vacip kılmış ve o sebeple
onu cehennemden azat etmiştir.» [104]
«Kim iki kız çocuğunu
-fakirliğine rağmen- ergen olmalarına kadar beslerse, kıyamet günü o şu iki
parmak gibi benimle birlikte olur.» [105]
«Kimin de bir kızı
olur, o da onu güzel terbiye eder, birşeyler öğretir ve öğretimini güze I leşti
rir, Allah'ın kendisine verdiği bolca nimetten kızına bolca harcarsa, o kız
kıyamet gününde ona, ateşe karşı bir perde olur.» [106]
«Kendilerine rızık
olarak verdiklerimizden (gerçek yüzünü) bilmedikleri şeylere (putlara ve benzeri
şeylere) pay ayırırlar..»
Çocuklarının ve
çevrelerindeki muhtaç fakirlerin rızkından kesip ellerindeki nimetlerin belli
bir kısmını puthaneye götürüp putları memnun etmek ve dileklerinin yerine
getirilmesine onları razı etmek için bırakan müşrikler hayli çoktu. Bu olay,
onların din, imân adına kayda değer bir bilgilerinin olmadığını; aynı zamanda
yontulmuş taş, ağaç ve benzeri cisimlerin bir yarar veya zarar vermeğe
muktedir bulunmadıklarına akıl erdiremediklerini gösterir.
Burada dikkat edilecek
bir diğer husus da şudur: Kur'ân'da putlardan söz edilirken, «Gerçek yüzünü
bilmedikleri şeylere..» şeklinde bir ifade kullanıldığını görüyoruz. Çünkü
Kur'ân-ı Kerîm, ne yalnız o günün putperestlerine, ne de belli bir kavim ve
millete hitap etmektedir. O taşıdığı ilâhî hükümlerle kıyamete kadar bütün
milletlere seslenmektedir. O bakımdan her çağda putlara benzer daha ne ilâhlar
ortaya çıkarılmış ve ne yanlış inançlara yer verilmiştir!.
İlgili âyetle,
günümüzdeki inançlara, bâtıl ilâhlara da işaret edilerek yaşamakta olan
insanlar uyarılmakta ve birtakım ölçüler verilmektedir. Şöyle ki:
a) Putlara ve benzen eşyaya harcanan paralar.,
b) Yatırlara adak adamak suretiyle sarfedilen
şeyler..
c) Yatırlara götürülüp yakılan mumlar..
d) Dilek taşlarına konulan, ya da yapıştırılan
paralar..
e) Kutsal sanılan sulara atılan paralar..
f) Büyü, tılsım, ağız bağlama, sevgi ve ilgi
çekme, sevmediğini kahretme gibi hususlar için büyücülere, üfürükçülere, yazı
yazmasını bile dosdoğru beceremiyen muskacılara verilen eşya ve paralar aynı
hükmün kapsamına girmekte, bir bakıma putperestlikle birleşmektedir.
Taşlara, ağaçlara bir
takım dilekler doğrultusunda bağlanan ipler ve .çıkınlar da böyle..
Cenâb-ı Hak, şanına
yemin ederek bu uydurma ve bâtıl, anlamsız şeylerle ilgi kurmaktan bir bir
soracağını; bâtılın peşinde koşup para harcayanların dolaylı yoldan Allah'a
ortak koştukları için mutlaka hesap vereceklerini beyân buyurarak, özellikle
mü'minlerin bu konularda çok dikkatli olmalarını hatırlatıyor. [107]
«Bir de Allah'a kızlar
nisbet ederler. O, bundan pak ve yücedir. Kendilerine ise, canlarının
istediğini (seçip nisbet ederler).»
Arap Yarımadası'nda
özellikle Huzaâ ve Kinâne kabileleri, melekleri -kelimenin dişiler için kullanılma
şekline bakarak- Allah'ın kızları sanırlardı. Sonra da kız çocukları dünyaya
gelince, «kızları kızlara eriştirin!» derlerdi. Bununla kız çocuklarını
Allah'ın kızları sandıkları meleklere kavuşturun diyerek onları diri diri
gömerler ve bu cinayetinden dolayı kalplerinde meydana gelen acıyı böyle bir
benzetmeyle hafifletmeğe çalışırlardı.
Müfessirler ve
siyerciler bu konuda diyorlar ki:
Araplardan daha çok Mudar, Huzaâ
ve Temîm kabileleri bu ve diğer
bazı nedenlerle doğan kızlarını diri diri toprağa gömme cinayetini iş-,
terlerdi.
Bunun sebeplerini
şöyle sıralayabiliriz :
1— Fakirlik endişesi, çocukların çoğalıp aileye
ağır yük olma korkusu,
2— Aile efradının günlük nafakasını sağlamada
çekilen güçlüğün daha da artmaması,
3— Kızların büyüyüp de erkeklerle sevişmesi
endişesi,
4— Savaşlarda esir edilip cariye ismi altında
âdi bir mal gibi pazarlarda satılması, bunlardan bir kısmıdır.
O yüzden kız çocukları
dünyaya gelince, nasıl bir renk alıp sıkıntıya düştükleri bilhassa ilgili
âyetle en güzel şekilde tasvir edilmektedir. O kadar ki, fazla bir şey
eklemeğe gerek kalmamıştır. [108]
Arap aahiliye devrinde
kızları diri diri gömülen anneler, ünlü kahramanlardan döl alırlar ve bununla
böbürienirlerdi. Bundan başka kazandıklan malın bir kısmını putlarına adar,
çocuklarını aç bırakacak kadar ölçüsüz davranırlardı. Âhiret'e inanmadıkları,
o yüzden sorumluluk duygusu taşımadıkları için akıllarına geleni yapmakta bir
sakınca görmezlerdi,
Günümüzdeki benzeri
olaylar yine aynı şeylerden kaynaklanmakta ve cahiliye çağının değişik havası
içinde birçok kötülükler işlenmektedir. Örnek olarak :
a) Madde esas kabul edilip kutsal değerler bir
tarafa itilir.
b) Kadınlar, eşitlik ve medeniyet adına ticarî
amaçlarda kullanılır ve vücutları teşhir edilerek reklâm aracı yapılır.
c) Kızlar
ailelerinden kopuk bir halde nikâhlanmadıkian erkeklerle tenha yerlerde
dolaşır.
d) Güzellik yarışması adı altında kadınların,
kızların kalça, bacak ve diğer belli organları belirlenmiş ölçülere göre
değerlendirilip şehvetperest-lere arz edilir.
e) Sahnelerde dans ve şantözlük adı altında her
türlü gayr-i-ahlâkî davranışlara ve sözlere yer verilir.
f) Başkalarının kız ve kadınlarıyla veya
erkekleriyle dans edip tatmin olmak için eğlence geceleri düzenlenir ve bütün
bunlara «uygarca yaşam» etiketi asılır. Karşı çıkanlara ise, «gericilik,
yobazlık» damgası vurularak kıyametler koparılır.
g) Sözde tarikat ve
maneviyat adı altında,
din adına kadınlara bol keseden cennetler va'dedilerek
şu dünyada birçok kötülüklerin mubah olduğu telkin edilir. Namaz ve benzeri
ibâdetlere lüzum olmadığı anlatılarak ilâhî dinlerden kopuk yeni uydurma din
ortaya.atılır ve üzerine ba-zan «tarikat», bazan «islâmiyet», bazan da
«medyumculuk» etiketi konulur.
İşte bütün bu ahlâk,
din ve Kur'ön dışı davranışlar ve sözler, daha çok İslâmiyeti içinden yıkmak
isteyenlerin sergiledikleri marifetlerdir..
Allah ise, kendi
kitabında misallerin en iyisini ve en yücesini veriyor. Öyle ki, bu misallerin
temelinde Allah korkusu, harcında güzel ahlâk mayası, yapısında âhiret
korkusunun iskeleti vardır. Bütünüyle insanlığımıza yakışır anlamda, ruhumuzun
yücelik ve asaletiyle uyum halindedir.
Çünkü Allah en
üstündür. Verdiği örnekler, sergilediği hükümler de O'nun üstünlüğüne yakışan
bir kudret taşımaktadır. O, her şeyi hilkatinin özelliğine, hayat kanunlarının
gereğine, sünnetullahin ölçüsüne göre düzenler ve yürütür. Bütün emir ve
yasakları bu doğrultuda tecelli eder.
O bakımdan İyi ve
yararlı, güzel ve kalıcı bir çığır açan, hem kendisi büyük bir sevap kazanmış
olur, hem de o çığırda yürüyenler sevap kazanırlar ve kazandıkları sevabın bir
misli de o çığın açanın defterine yazılır. Bunun aksine kötü çığır açanlara
belirtilen ölçü ve anlamda günah yazılır ve çığır yürürlükte olduğu sürece bu
durum sürüp gider. [109]
Her işinde üstündür,
her düzenlemesinde eşsiz ve benzersizdir. Kudre ti her zerreye nüfuz etmiş ve
bütün kâinatı kapsayıp kuşatmıştır. Mutlak başarı O'nundur, sınırsız kudret
O'na mahsustur. Her işi hesaplı, plânlı ve programlıdır. Her düzenlemesi
dengeli ve uyumludur. Yarattığı her şey bir amaca yöneliktir ve mutlak anlamda
insanlıktan yana faydalıdır, Çünkü O, hem azizdir, hem de hakimdir. [110]
Yukarıdaki âyetlerle,
putların Allah'a ortak koşulması ve elde edilen nimetlerden bir kısmının putlar
adına ayrılması kınandı. Bazı sebeplerden dolayı Arapların kız çocuklarını diri
diri gömdükleri konu edilerek o toplumda bir zamanlar hâkim olan cehalet ve
vahşete misal verildi. Sonra da her türlü kötülüğün ve ahlâksızlığın temelinde
cehalet ve inkârın, zulüm ve tuğyanın yattığına işaretle akıl sahiplerinin bu
konular üzerinde iyi düşünmeleri tavsiye edildi.
Aşağıdaki ayetlerde:
İnsanların bunca zulüm ve hayasızlıklarına karşı hemen ceza verilmesi
gerekseydi, yeryüzünde canlı diye bir şey kalmazdı. Oysa Cenâb-ı Hak çok
sabırlıdır, aynı zamanda çok merhametlidir. O, insanlar için belli bir ecel,
süre belirlemiştir. Koyduğu kanunlarını değiştirmez; hazırladığı plân ve
programa pek müdahale etmez. Dönüş yaparlar diye, onlara mühlet verir gibi
hususlar konu edilmektedir. Bu arada, Allah'a ortak koşan putperestlerin kötü
huylarından ve yanlış inançlarından biri üzerinde de duruluyor ve gereken
uyarılar yapılıyor. Sonra da Kur'ân'ın ihtilaflı konuları çözmede ilâhî hakem
olduğu belirtilerek mü'min-'ere bilgi veriliyor. [111]
61— Eğer Allah, insanları zulümlerinden dolayı
(Kemen) cezâlandir-saydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Ne var ki onları
belli bir süreye kadar geciktirir. Artık onların eceli gelince ne bir an
gecikebilirler, ne de öne geçebilirler.
62— Hoşlanmadıkları şeyleri Allah'a ait kılarlar.
Dilleri ise yalan söyler de en güzel şeyleri kendilerine nisbet ederler. Şüphe
yok ki, ateş onlarındır ve elbette Cehennem'e ilk varanlar da onlardır.
63— Şanıma and olsun ki, biz senden önce
ümmetlere peygamberler gönderdik. Şeytan ise onların (o bâtıl ve yaramaz)
işlerini onlara süslü ve çekici gösterdi. Bugün de şeytan onların sahibi ve
dostudur ve onlar için elem verici bir azap vardır.
64— Biz
kitabı (Kur'ân'ı) sana ancak, onlara, hakkında ayrılığa düştükleri hususu
açıkliyasm ve onu imân eden bir millete doğru yolu gösterici, rahmet sunucu
olsun diye indirdik.
«Allah bir topluluk
veya millete azap etmek istediğinde, o azabı içlerinde bulunan herkese
dokundurur; sonra da onlar niyetlerine göre diriltilip kaldırılırlar.» [112]
(Öyle ki herkes niyetine göre karşılık görür.)
Hz. Ümmü Seleme (R.A.)
diyor ki: Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'den yere batacak olan asker hakkında
sordum. Bana şu cevabı verdi: «Allah'ın evine sığınan bir kişi, sığınıp güvene
kavuşmak ister, derken üzerine bir bölük asker gönderirler. Onlar ıssız bir
araziye ulaşınca, yer yarılır da hepsi batar.»
Bunun üzerine dedim
ki: «Ya onların arasında istemiyerek bu işe katılanlar nasıl olacak?» Buyurdu
ki: «Hepsi birden batar. Sonra da kıyamet gününde herkes niyetine göre
haşrolunur.» [113]
Bir adamın, «zâlim
ancak kendine zarar verir», dediğini işiten Ebû Hüreyre (R.A.) onun bu sözüne
itiraz ederek dedi ki: «Hayır, vallahi.. Hü-bara kuşu kendi yuvasında iken
zalimin zulmünden dolayı (avlanıp) ölür.» [114]
Carvlılara verilen
hayvanı gıdalar ayrı bir anlam ve farklı bir tecelli ar-zetmektedir. Daha önce
de belirttiğimiz gibi, dünya bütün nimetleriyle insan için yaratılmıştır. Bu
nimetlerin içinde hem Cenâb-ı-Hakk'ın yüksek kudretini ve üstünlüğünü yansıtan,
hem de insanların dünyasını süsleyen ve faydalanmalarına ölçülü biçimde sunulan
hayvanlar söz konusudur. O bakımdan hayvan neslinin tükendiği bir yer düşünün,
orasının ne kadar ölgün ve neşesiz ve ne kadar verimsiz olduğunu anlamakta
gecikmezsiniz.
Cenâb-ı Hak,
hayvanların yararlarını belirtmek konusunda çok duyarlı ve anlamlı bir uyanda
bulunuyor: «Eğer Allah, insanları zulümlerinden dolayı (hemen)
cezalandırsaydi, yeryüzünde
hiçbir canlı bırakmazdı..»
Bir yoruma göre :
Bu güzel nimeti
onlardan çekip alırdı da onları zevksiz, anlamsız bir dünya ile başbaşa
bırakırdı. O zaman ne dosdoğru beslenme imkânı kalır, ne de çalışıp kazanmanın
zevki...
Nitekim bazı
bölgelerde insanların bilgisizliği ve idarecilerin ilgisizlikleri yüzünden bu
ağır cezayı kendi kendilerine vermekte acele ettiklerini görüyoruz;
Dünyalarını süsleyen birçok hayvan neslini tüketmişlerdir. Ağaçsız, ormansız
bir ülke ne kadar talihsizse, hayvansız bir ülke de öyle..
İlgili âyetin bir
diğer yorumu da şöyledir:
Cenâb-ı Hak, insanları
inkâr, günah, zulüm ve azgınlıklarından dolayı hemen cezalandırsaydı,
indireceği azap insan dahil bütün canlıları yok ederdi. Çünkü hayvanlar da
insanlar için yaratılmışlardır. Yeryüzünde insan kalmayınca, hayvanların
kalması anlamsız ve hikmetsiz olurdu. Allah daha iyisini bilir. [115]
<Ne var ki<
onları belli bîr süreye kadar geciktirir.»
Eğer Allah yeryüzünde
her suç işleyeni hemen cezalandırsaydı, her günah işleyeni veya zulüm ve
azgınlıkta bulunanı kahretseydi, dünyada insan nesli tükenir ve dünyanın
yaratılması hikmetsiz ve anlamsız kalırdı. Çünkü insan, yaratılışı gereği hem
iyilik işlemeğe, hem de kötülükte bulunmağa eğilimlidir. Her insan hayat
çizgisini bu iki karşıt amellerle süsleyip bazan gül, bazan diken yetiştirerek
son noktasına ulaştırır. Peygamberler dışında diğer bütün insanların hayatı bu
çerçeve içinde seyreder. Kiminin gülü çok, dikeni az olur. Kimilerin de eşit
duruma gelir. Bazısının da dikeni çok, gülü az olur. İnkarcı zâlimlerin ise,
diktikleri güller de dikene dönüşür. Âhirette onların gül sandığı amelleri
dikenden farksız olur, Allah yanında hiçbir değer taşımaz.
İşte bütün bu sebep ve
hikmetlerden dolayı, cezaların çoğu âhirete bırakılır. Aynı zamanda kötülerin,
zalim azgınların neslinden iyi insanlar gelebilir. O nedenle de Cenâb-ı Hak,
inkâr zulümle birleşip azgınlık doğrultusunda son kertesine gelmedikçe,
azabını indirmez. [116]
«Hoşlanmadıkları
şeyleri Allah'a ait kılarlar. Dilleri ise yalan söyler de en güzel şeyleri
kendilerine nisbet ederler.»
İnsan karakteri
böyledir. Hep gönlünün istediği olsun diye düşünür. Bu hususta başarıya
erişirse, sebep ve sonucu kendi becerisine bağlar ve şımarıklık göstererek
övünür. Başarısızlığa uğrayıp hoşlanmadığı durumlarla karşılaşırsa, onu
Allah'a nisbet eder, ya «kader böyle imiş benim elimden ne gelir?» der, ya da
«Allah hep benimle mi uğraşıyor?» gibi yakışıksız, hattâ küfrü gerektiren
sözler sarfeder.
Unutmamak gerekir ki,
biz kendimize yardımcı olduğumuz; hayat kanunlarına uymasını bildiğimiz, ilâhî
sünnetle uyum sağlamaya özendiğimiz takdirde Allah bizimle beraberdir,
yardımını bizden esirgemez. Hayatımızı kendi mantığımıza göre değerlendirmeğe
çalıştığımız, nelerin ruhumuzla uyum sağlayıp sağlamadığına dikkat etmediğimiz
ve böylece sünne-tullah ile ters düştüğümüz takdirde, Allah bize yardımcı olmaz.
Mekkeli putperestler,
şüphesiz ki, bugünkü insanlardan çok daha bilgisiz ve kültürsüz kişilerdi.
Hoşlanmadıkları şeyleri Allah'a nisbet etmekte bir sakınca görmezler, böylece
çok çirkin yalan ve uydurmalara yer verirlerdi. Melekler Allah'ın kızlarıdır,
diyerek Allah hakkında ciddi bir bilgilerinin bulunmadığını ortaya koymaktan
çekinmezlerdi. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerken, onları meleklere
ulaştırıp Allah'ın kızları sayarak, tiksinip sevmedikleri kız çocuklarını
Allah'a yakıştırırlardı.
Günümüzün insanları
çok daha değişiktirler. Kimi katı inkâr içinde yüzmekte ve topladığı malzemeyi
Allah'ı inkâr doğrultusunda kullanmaktadırlar. Kimi, değerini ve bilimsel
ölçüsünü kaybetmiş basit bir teorinin gölgesi altında insanoğluna menşe' ararken,
ilk atalarının maymun veya goril olduğunu iddia ederler. Kimileri de kız
çocuklarını dinî ve millî terbiye dışında eğitip şehvetperestlerin ağlarına
terkederler. Böylece onların bedenlerini değil, ruhlarını katlederler. Gün
gelir de kızının elden çıktığını, her türlü ölçüyü geride bıraktığını görünce,
bütün kusur ve kabahati Allah'a izafe eder veya okul ve toplumu kötüler.
İşte dünyayı da,
âhireti de kendi aleyhlerine cehenneme çevirenler, toplumu dejenere edip aile
yuvalarının temellerine dinamit koyanlar bunlardır. İblîs, bunların işlediği
her fenalığı, işledikleri her cinayeti süsleyip çekici kılmaktadır. Aslında
İblîs, kendi görevini kusursuz yerine getirme gayreti içindedir. Nefsinin emri
altına girip aklını nefsine uydu yapanlar ve akıllanyla Allah'a imân arasında
hiçbir bağ meydana getirmeyenler her zaman İblîs'e yardımcıdırlar. Artık bir
kişinin dostu nefis ve İblîs olursa, gelin de öylesinden hayır ve fazîlet
bekleyin!. [117]
«Biz kitabı (Kur'ân)
sana ancak, onlara, hakkında ayrılığa düştükleri hususu açıklayasın ve onu
imân eden bir millete doğru yolu gösterici, rahmet sunucu olsun diye
indirdik.»
İlgili âyetle,
Kur'ân'ın indirilmesinin bazı sebepleri ve hikmetleri üzerinde duruluyor.
Böylece mü'minîerin bu kitap ile halkı irşada çalışırlarken nasıl bir metot
uygulamaları öğretiliyor. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
1— İnkarcı sapıkların, cahil müşriklerin, inatçı
kitap ehlinin dinler ve özellikle İslâm dini ve İslâm peygamberi hakkında ayrılığa
düştükleri konuları gerçek yönüyle ele alıp açıklamak ve belgeleri ortaya
koymak sureliye kafa ve kalpleri aydınlatmak,
2— Bilimsel açıdan hareket edip Kur'ân'da ilme
ve ilim adamlarına ışık tutan âyetleri, ana fikirleri ve temel bilgileri ortaya
koymak suretiyle okumuşları düşünmeğe sevketmek,
3— İmân etme şuurunda olanlara doğru yolu,
en kolay yönleriyle göstermek,
ruhlarının açlığını, içlerindeki boşluğu giderip dolduracak şekilde onlara
bilgi vermek ve böylece kafalarında beliren soruları en uygun anlamda
cevaplandırmak,
İlâhî rahmeti bütün
genişliğiyle ve hikmetiyle Allah'ın kullarından esirgememek, korku yoluyla
değil; sevgi ve rahmet yoluyla kalplere nüfuz etmek bu cümledendir.
Birinci madde;
Kur'ân'ın inmesiyle daha önceki kitapların yürürlükten kaldırıldığına; Tevrat
ve İncil'de meydana gelen değişikliklerin tashîh edildiğine işarettir.
İkinci madde, Kur'ân'ı
cahil ellere terketmenin, O'nu küçülteceğine, anlaşılmasını zorlaştıracağına ve
ilimle İslâmiyet arasında bir uçurum meydana getirebileceğine telmihtir.
Üçüncü madde, imân
edenlerin maddî ve manevî açlıklarını gidermeğe, dünya ve âhiretierini mutlu
ve güvenli kılmaya yöneliktir.
Dördüncü madde,
insanlara büyük ümit vermekte, Allah ile kulları arasındaki engelleri
kaldırmakta ve böylece ilâhî rahmet güneşinin kusursuz anlamda insanların kalp
ve kafalarına yöneldiğini hatırlatmaktadır. [118]
Yukarıdaki âyetlerle,
inkâr ve günah vadisinde bir ömür tüketen insanlara hemen ceza verilmediğinin
sebep ve hikmeti açıklandı. Putperest müşriklerin Allah hakkında ciddi bir
bilgileri olmadığı ve o yüzden çok yanlış suçlamalarda bulundukları
hatırlatılarak, mü'minîerin bu konuda çok dikkatli olmalarına işaret edildi.
Kur'ân'ın ihtilâfları çözecek kudrette indirildiğine dikkatler çekilerek onun
hakemliğine başvurulması istendi.
Aşağıdaki âyetlerle,
bilhassa inkarcıların ve şüphecilerin akıllarını harekete geçirmek için yağan
yağmurun toprak ile bitkiler üzerindeki olumlu tesirleri anlatılıyor. Sonra da
Allah'ın insanlardan yana kurduğu canlı fabrikalarda imal ettiği sütten ve
yararından söz edilerek bu gıda maddesi üzerinde ciddiyetle durmamız ve
Allah'ın yüksek sanatının izlerini görmemiz isteniliyor. Hurma ve üzümden elde
edilen güzel rızıktan ve sarhoş edici içkiden söz ediliyor. Böylece bu konu
üzerinde aklımızı iyice kullanmamız tavsiye ediliyor. [119]
65__ Allah
gökten su indirdi de, onunla yeryüzünü ölümünden sonra
diriltti. Şüphesiz
bunda kulak verip dinleyen bir millet için âyet (belge, ibret ve öğüt) vardır.
66__ Doğrusu
sizin için davarlarda da ibret vardır: Size onların karnındaki ters ile kan
arasında (oluşan) hâlis, içenlerin boğazından rahatlıkla geçen süt içiriyoruz.
67__ Hurma
ağaçlarının meyvalarından ve üzümlerden sarhoşluk veren içki ve güzel rızık
edinirsiniz. Şüphesiz bunda aklını kullanan bîr millet için ibret, öğüt ve
belge vardır.
«AHah 9°kten su
indirdi de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltti.»
Yeryüzü güneşin
tesiriyle kurur, yeşermiş olan bitkiler ölür. Tohumları ve kökleri uyku
dönemine girer. Bahar gelip toprak ısınmaya başlayınca yağmur yağıp toprağı
kabartarak harekete geçirir, derken bitkiler yeniden filizlenip çıkar.
İnsanların kalpleri de
böyledir. Uzun bir süre peygamber ve kitaptan uzak, ya da mahrum bırakılınca,
katılaşıp rahmet ve fazilet adına bir şey yetiştirmez olur. Nitekim İsa
Peygamber (A.S.) ile Resûlüllah (A.S.) Efendimiz arasında geçen altı asırlık
fetret döneminde milletlerin kalpleri iyice katılaşmış, İlâhî feyizden uzak
kalıp rahmet ve fazîlet yetiştirmeyen kupkuru bir toprak halini almışlardı.
Kur'ân-ı Kerîm nisan yağmuru misali parça parça, âyet âyet inmeğe başlayınca,
o kalpleri harekete geçirmeğe başladı; derken müsait olanları, feyiz ve
rahmeti alma inayetine eriştiler.
Böylece Kur'ân, önce
en katı ve en sapık bir millet olan Arapları daldıkları gaflet uykusundan
uyandırdı, ölgün kalplerini harekete geçirerek onlara yepyeni bir hayat verdi.
Hz. Muhammed'in (A.S.) ilâhî beyân doğrultusunda verdiği ruh, enerji, aksiyon
ile çeyrek asır geçmeden Araplar dünyanın en güçlü ve en hatırı sayılır devleti
haline geldiler. En vahşi bir millet dünyanın en medenî insanları oldular ve
bununla da kalmayarak medeniyetin temelini attılar, ilme ve irfana büyük
hizmetlerde bulundular.
Bütün bunlar neyi
öğütlemektedir?
Kardeşlik, güzel
ahlâk, insan haklarını koruma, sınıf farkını kaldırma, birleşip cemaatleşme
şuuruna erişme gibi hayatî önemi olan değerlerini kaybeden ve ülkelerini
vurguncular, şehvetperestler yurdu haline sokan bir millet, yeniden dirilip
kendine gelebilmesi ve varlığını koruyup ayakta tutabilmesi için Kur'ân'in
rahmet yağmuruna mutlak anlamda muhtaçtır.
Günümüzde Kur'ân
kültür ve irfanına arkasını dönmüş maddecilerin ekonomik güçleri ve savaş
üstünlükleri kimseleri aldatmasın. Temelinde Allahsızlık, ahlâksızlık ve zulüm
bulunan bu güçlerin yakın gelecekte baş-aşağı gelip satvetlerini kaybedecekleri
beklenebilir. Meğer ki, dönüş yapıp maddeyle mâna, dünya ile âhiret arasında
denge kuracak yeni bir düzen kursunlar.. [120]
«Allah gökten su
indirdi de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltti. Şüphesiz bunda kulak
verip dinleyen bir millet için âyet (belge, ibret ve öğüt) vardır.»
Yeşerdikten bir süre
sonra sararıp dökülen, sonra da çer-çöp haline gelip toprağa karışarak belirsiz
hale gelen bitkilerin, üzerlerinden belli bir dönem geçtikten sonra yağan
yağmurla harekete geçip yeniden filizlenerek çıkmasıyla, kıyamet gününde
insanların yağan rahmet ve hilkat yağ-muruyla yeniden vücut bulup hayata
dönmeleri arasında büyük bir benzerlik söz konusudur. Bitkiler hakkında
hazırladığı plân gereği periyodik olarak öldürme ve diriltme nasıl sürüp devam
ediyorsa, insanları da öldürdükten sonra yine plân gereği diriltip
kaldırmasında şüphe yoktur. Zira misaller gözler önünde durmakta, her yıl
bunun en açık örneklerini görmekteyiz. Bir tohumu ölü devresinden sonra hayata
çevirip yeşertmek ne ise, bir insanı da ölümünden sonra diriltmek odur. Biri
daha zor, diğeri daha kolay diye bir farklılık yoktur. Ona kudreti yeten
Allah'ın, buna da kudreti yeter. Önemli olan hayatın bütün özelliklerini,
türün bütün hususiyetlerini gen denilen harikaya nakşeden ve bunu tedrici bir
yöntemle geliştirip hüviyetine kavuşturan Allah'ın kudretinin ne kadar büyük
ve sınırsız olduğunu bilip anlamaktır. İman gözüyle bu harikayı görüp
anladığımız zaman, ölülerin diriltilme olayı çok basit ve önemsiz kalır. [121]
«Doğrusu sizin için
davarlarda da ibret vardır: Size onların karnındaki ters ile kan arasında
(oluşan) hâlis, içenlerin boğazlarından rahatlıkla geçen süt içiriyoruz.»
Bilindiği gibi, memeli
hayvanların aldıkları besinlerle vücutlarında kan, süt ve posa meydana gelir.
Bu arada oluşan sütü dış salgı bezleri yoluyla salgılarlar. Bebeklik döneminde
insanoğlunun başlıca besini olan süt, ergenlik döneminde de bir besin olmaya
devam eder. Sütte hemen hemen bütün vitaminler de bulunur. Ama en çok vücudun
gelişmesini sağlayanı A vitaminidir.
İlgili âyette sütün
besin değerine işaret edilerek, hâlis, yani katıksız, içimi kolay ve rahat
değerli bir besin maddesi olduğu belirtiliyor. Allah'ın insanlara verdiği bu
nimete dikkatler çekiliyor. Hayvanın sindirim sisteminin ne kadar mükemmel bir
süt fabrikası olduğuna parmak basılıyor. Yedikleri yemlerin bir kısmının
kırmızı sıvıya (kan), bir kısmının beyaz sıvıya (süt), bir kısmının hücreleri
tazeleyip vücudu onarıma, geriye kalan kısmının da posaya çevrilmesinde,
Allah'ın varlığına, birliğine, plânının mükemmelliğine, kurduğu bu gibi
laboratuvarlannın kusursuz işleyişine delâlet eden açık belgeleri kim inkâr
edebilir?
Bütün bu hesaplı,
plânlı, programlı ameliyeler ve ortaya çıkan yararlı ürünler tesadüflerin
oluşturup biraraya getirdikleri birer olgu mudur, yoksa çok yüksek bir kudretin
belli kanunlarla hazırlayıp insanlığın hizmetine verdiği hayatı devam ettirme
programına bağlı bir düzenleme midir? Yeni doğan çocuğun bütün besin ve
vitamin ihtiyacını karşılayacak, hastalıkları önleyecek zenginlikte olan süt,
her zerresiyle «Allah birdir, tek yaratan O'dur ve her şey O'nun koyduğu
kanunlarla ayakta durmakta, amaç ve hikmetine yönelmektedir!» demiyor mu?
Sütün oluşumunda
kandan söz edilmesi çok dikkat çekicidir. Şöyle ki : Kan vücut içinde dolaşıp
dokuların ve organların muhtaç oldukları gıda maddelerini ve gereken oksijeni
taşımaktadır. Böylece imal edilen sütte besin maddelerinin meydana gelmesini
sağlamakta kanın elbette ki rolü cok büyüktür.
Görülüyor ki, on dört
asır önce kanın vücutta sağladığı hayatî faaliyetini ve sütün oluşmasındaki
rolünü konu edinen Kur'ân'ın insan sözü olması düşünülemez. Çünkü o tarihlerde
ilmin temelini oluşturan bu gibi bilgileri bilen ve okutan bir okul mevcut
değildi. [122]
«Hurma ağaçlarının m
evv a I arından ve üzümlerden sarhoşluk veren içki ve güzel rızık edinirsiniz..»
Nahl sûresinin
Mekke'de indiğini daha önce belirtmiştik. İnsana zararlı, sağlığı bozucu, aklî
dengeyi olumsuz yönde etkileyen nesneleri yasaklayan ilâhî buyruklar, kademeli
şekilde inmiştir. Kısacası, bu hususta -faiz hakkında yasakta olduğu gibi-
pedagojik bir metot uygulanmıştır.
İslâm'ın ilk
yıllarında faiz gibi, alkollü maddeler de cok yaygın idr. Hemen hemen her eve
girmiş; fakir, zengin diye bir ayrım yapmaya gerek bırakmıyacak şekilde
toplumun süregelen alışkanlığı halini almıştı. O bakımdan her evde küpler
dolusu şarap bulunurdu. Bazı kesimlerde su yerine alkollü sıvılar içilirdi.
Önce Mekke'de
yukarıdaki âyetle, içkinin güzel bir rızık olmadığına dikkatler çekildi.
Böylece mü'minlerin kafalarında bu konuda bir soru oluşturuldu: İçki güzel ve
faydalı bir rızık değil midir? Zira ilgili âyette hurma ve üzümden güzel
rızıklar elde edindiğimiz belirtilirken onlardan içki de elde ettiğimiz farklı
bir anlatımla anılmıştır. Bu, içkinin güzel bir rızık olmadığını belirten bir
ifade tarzı idi ki, mü'minleri ister istemez konu üzerinde düşünmeğe
sevketmiştir.
Aradan yıllar geçti.
Kafalarda oluşan sorunun cevabı kısmen olsun Medine'de verilmiş oldu. Nisa
Sûresi 43. âyet indi: «Ey imân edenler! Sarhoş iken -ne dediğinizi bilinceye
kadar-, cünüp iken; -yoldan geçmeniz müstesna- gusledinceye kadar namaz (ve
mesoide) yaklaşmayın..»
Bu, içkinin ibâdet ve
mâbedle bağdaşmıyacağını, içkili bir vaziyette Allah'ın huzurunda durup namaz
kılınamıyacağını bildiriyordu. Kafalardaki soru bir bakıma cevap bulmuş
gibiydi, ama yeterli değildi; üstelik ikinci bir cevaba ihtiyaç hissettirecek
şekilde soru biraz daha büyümüş oluyordu. Böylece içki hakkında daha ciddi
durulmasının gereği ortaya çıkmış ve mü'minler bir takım cevaplar, çıkış
yolları düşünmeğe başlamışlardı. Zira Nisa süresindeki âyetle de içkinin kesin
haram kılındığı açıklanmıyor, sadece o vaziyette namaz kılınamıyacağı
belirtiliyordu.
Aradan bir süre daha
geçti. Müslümanların içkili maddelere karşı ilgileri iyice azaldı, artık sık
sık içmiyorlar; mümkün olduğu takdirde ağızlarına almıyorlardı. O halde kalp
ve kafalar bu konuda çok hazır duruma gelmiş sayılırdı. Derken Mâide sûresinin
90, 91. âyetleri şu mealde indi:
«Ey imân edenler!
İçki, kumar, tapınmak için konulan dikili taşlar ve fal okları (talih zarları)
şeytan işi murdar şeylerden başkası değildir. O halde bunlardan kaçınıp sakının
ki kurtuluşa eresiniz.»
«Şeytan, içki ve kumar
hususunda ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı anmaktan, namaz
kılmaktan alıkoymak ister. Artık vazgeçersiniz değil mi?»
Müslümanlar bu emre
uyarak evlerindeki içki küplerini sokağa döktüler ve böylece kendilerini
alkollü maddelerden uzak tutup gönül yatışkan-lığına erdiler.
İçki hakkında geniş
bilgiyi Nisa ve Mâide sûrelerinde ilgili âyetlerin tefsirinde verdiğimizden
burada konunun bir özetini vermekle yetindik.
Ancak konumuzu
oluşturan âyette gecen «seker» kavramı üzerinde bazı yorum ve rivayetleri
nakletmekte yarar görüyoruz:
a) Ashab-ı Kirâm'dan İbn Mes'ud, İbn Ömer (R.A.)
ve Tabiînden el-Hasan, Saîd b. Cübeyr, Mücahid, İbrahim, İbn Ebî Leylâ ve diğer
ilim adamlarından Zeccac, İbn Kuteybe'ye
göre, seker, alkollü
içki demektir. Güzel rızık ise,
meyvalardan elde edilen meşrubatlardır.
b) İbn Abbas'a (R.A.) göre, sirke demektir.
Habeşli'ler sirkeyi seker diye
isimlendirirler.
c) Diğer lûgatçılara göre, şıra demektir.
Dahhak ve Nahaî de aynı görüştedirler.
Birincilerin görüşü ve
yorumu daha sıhhatli kabul edilmiştir. Zira Kur'ân, Habeş lügati ve lehçesi
üzere değil, Kureyş lügati ve lehçesi üzere inmiştir. [123]
«Şüphesiz ki bunda
aklını kullanan bir millet için ibret, öğüt ve belge vardır.»
Allah'ın insandan yana
yararlı olan maddeleri helâl, içki ve benzeri zararlı maddeleri haram
kılmasında aklını kullanabilen bir topluluk ve millet için şüphesiz öğüt ve
ibret vardır.
Sağlıklı bir nesil,
sağlam vücuda, gelişmiş kafaya, imân ile aydınlanmış kalbe sahip olan
kuşaklardan ancak meydana gelebilir. Fertleri alkolik ve ayyaş olan bir
millet, doğacak çocuklarına en büyük kötülüğü yaptıklarının farkında mıdırlar?
Bol vitaminli ve besleyici meyva ve meyva sutarı dururken, ciğerleri
çürütmenin, kanı zehirlemenin ve beyni zedelemenin makul bir anlamı var mıdır?
Allah mutlak hikmet sahibidir. O bakımdan insan ruhunun cilasını gidermiyecek,
sağlığını bozmayacak, bilâkis ona afiyet verecek yiyecekleri mubah kılmıştır.
Bunda O'nun bir yarar elde etmesi veya aksini uygulayanlardan dolayı O'nun bir
zarara uğraması söz konusu değildir. Kur'ân'da yer alan bütün emir ve
yasakları, tavsiye ve telkinleri insanların yararınadır. [124]
Yukarıda geçen
âyetlerle, toprağı harekete geçirerek bitkilerin yeniden yeşerip hayat
bulmasını sağlayan yağmur, milletlerin kalplerini harekete geçirip imân ve
ahlâk tohumlarının filizlenmesini gerçekleştirmesi bakımından Kur'ân'a misal
verildi; diğer bir yorumla, Kur'ân sözü edilen ölçüde olan yağmura benzetildi.
Besleyici özelliği olan sütten söz edilerek ondan yeterince yararlanmamıza işaret
edildi. Sonra da hurma ve üzümden elde edilen içkinin güzel bir rızık olmadığı
belirtilerek alkollü maddeler hakkında ilk ilâhî sinyal verilmiş oldu.
Aşağıdaki âyetlerle,
bal arısına yapılan ilhamdan ve onun büyük bir ustalıkla topladığı baldan, insanlara
şifâ ve rahmet oluşundan söz ediliyor. Böylece insanlar için çok yararlı olan
süt ve bal üzerinde durularak bu iki maddeden daha çok elde edebilmemiz için
araştırıcı olmamız isteniliyor. [125]
68— Rabbin, bal arısına, dağlardan, ağaçtan ve kurdukları
çardaktan kendine göz göz yuva edin;
69— Sonra da her türlü meyva, çiçek ve üründen
ye; Rabbinin sana (yayılman için belirlediği) elverişli yollarda yürü, diye
vahyetti. Karınlarından değişik renklerde bir içeoek çıkar ki, onda insanlara
şifâ vardır. Şüphesiz ki bunda iyice düşünen bir millete öğüt, ibret ve belge
vardır.
Ashab-ı Kiramdan Ebû
Saîd el-Hudrî (R,A.) anlatıyor:
— Bîr adam, Peygamber
(A.S.) Efendimiz'e gelerek dedi ki: «Ya Re-sûlellah! Kardeşimin karnı fena
halde ağrıyor, ishaldir.» Peygamber (A.S.) ona: «Git de bal iç ir..» buyurdu.
Adam az sonra gelip, «Ya Resûlellah! Bal içirdim ama ağrısı büsbütün arttı»,
dedi. Böyleoe aynı şeyi Peygamber (A.S.) Efendimiz ısrarla tavsiye etti. Adam
üç defa gidip geldi. Dördüncü defa geldiğinde Peygamber (A.S.) yine ona : «Git
de bal (veya bal şerbeti) içir», buyurdu. Adam, «İçirdim ama ağrısını
artırmaktan başka bir şeye yaramadı!» deyince, Peygamber (A.S.): «Allah doğru
buyurmuştur, ama senin kardeşinin karnı yalan söylüyor!» buyurdu. Adam tekrar
gidip bal şerbeti içirdiğinde kardeşi iyileşti, ishali kesiliverdi.» [126]
«İki şifa veren
maddeye gerekli olun (yararlanın) -. Bal ve Kur'ön.» [127]
Biri bedene, diğeri
ruha, kalp ve kafaya şifa verir.
«Kim her ay üç sabah
yalamak suretiyle bal yerse, birçok belâ (hastalık) ona dokunmaz.» [128]
«Sina (sinameki veya
ona benzer bir ot) ve baldan yararlanın. Çünkü bu ikisinde ölümden başka her
derde şifa vardır.» [129]
Bir bedevi, Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'e gelerek sordu :
— Ya Resûlellah! Tedavi olalım mı?
— Evet, ey Allah'ın kulları! Tedavi olun. Zira
Allah ne kadar bir hastalık koymuşsa, mutlaka onun şifasını da koymuştur.» [130]
Buyurdu.
Ebû Huzaa'nın babası
anlatıyor:
— Peygamber (A.S.) Efendimize sordum, dedim ki:
«Duâ edip üflememize, ilâçla tedavi olmamıza, (hastalık ve benzeri) zararlı
şeylerden sakınmamıza ne buyurursun? Bunlar ilâhî takdirî geri çevirirler mi?»
Peygamber (A.S.) Efendimiz ona şöyle buyurdu: «Bunlar da Allah'ın kaderi
(takdiri)dir.» [131]
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin helva ve bal hoşuna giderdi.» [132]«Yirmi
yıldan beridir sadece su, süt ve bal içtim.» [133]
«Onda insanlara şifâ
vardır.»
Bal: Lezzetli,
besleyici ve şifa verici bir besin maddesidir. Arıların balozunu aldıkları
çiçeklere göre balın rengi, çeşnisi ve kokusu değişir. İlgili âyetle özellikle
onun çok yönlü yanları belirtiliyor.
Sağık bakımından bal:
Eskiden beri
hekimlikte hem iyi bir besin, hem de ilâç olarak büyük değer verilmiştir. Çünkü
bal şeker bakımından çok zengindir. % 70-78'i şeker, ancak % 17-20'si sudur.
İçinde ayrıca çeşitli çiçeklerden alınmış güzel kokulu reçineler, madensel
tuzlar, azotlu maddeler vardır. 100 gram balda 325 kalori mevcuttur. Ayrıca
balda vitamin de vardır. Daha çok A vitamini bulunur. Önemli vitaminlerden B
kompleksi vitaminleri ile C vitamini de vardır. Ancak C vitamininin miktarı
baldan bala değişir.
Baldaki şekerler
glikoz ile levüloz, sindirilmesi kolay şekerlerdir. Bunlar vücudumuz için en
mükemmel bir güç ve kuvvet kaynağı olur. Bu bakımdan bal, gelişme çağındaki
çocukların, zayıfların, za'fiyet geçirenlerin beslenmesinde önemli bir yer
tutar.
Bal, hekim tavsiye
ederse, sütle karıştırılarak, kabızlık, barsak iltihabı, iskorbüt gibi
hastalıklara uğrayan küçük çocuklara ve vaktinden önce doğanlara da verilir.
Bal derhal kuvvet,
enerji verdiği için, şeker hastalarına da hekimin kontrolü altında
verilmektedir. Özel polenlerle kuvvetlendirilmiş bal, saman nezlesinin
şiddetli arazını hafifletmekte de kullanılır.
Balın besin değeri
dışında da birçok faydaları vardır. Eski çağlarda insanlar kimyasal yollarla
ilâç yapmasını henüz bilmezlerken, bala çok daha önem verirlerdi. Ayrıea balın
midedeki on iki parmak barsağındaki ülserlere de iyi geldiğini ileri sürenler
olmuştur.
Bal antiseptik olarak
da çok önemli bir maddedir. Yara, ezik, yanık ve sivilcelerin
iyileştirilmesinde baldan faydalanılabilir. Bal bazı el losyonlarında, yüz
kremlerinde de kullanılır.
Ameliyatlardan sonra
hastanın su metabolizmasında meydana gelen bozukluklara bal iyi gelir. Şerbet
halinde verilince hem su kaybını önler, hem de karaciğerin şeker kazanmasını
sağlar.
Ayrıca balın kalp,
damarlar ve sinirler üzerinde yatıştırıcı etkileri de bilinen bir gerçektir.
Hattâ bazı hekimler tehlikeli bir karaciğer hastalığı olan sirozun balla iyi
edilebileceğini ileri sürmüşlerdir.
Tıp bilginleri ve
uzman hekimler belki de bizim henüz bilmediğimiz çok şifalı maddeler
bulunduğunu düşünüyorlar, [134]
«Rabbın bal arısına
vahyetti (ilhamda bulundu).»
Vahiy: Sözlükte,
süratli işaret demektir. Terim olarak: Ya hicap arkasından kalbe veya tecelli
ettiği suretten kalbe ve kulağa gelen sestir, ya da meleğin Allah'tan getirip
kalbe ilka ettiği lafız ve manadır.
Sözlük manası
açısından, salih kulların kalplerinde doğan önsezi dedikleri ilhama ve
hayvanlara doğuştan verilen içgüdüye de vahiy denilir. İşte arıya yapılan
vahiy, bir yoruma göre ona verilen içgüdüdür.
Konunun akışından elde
edilen sonuç şudur:
Süt, bal ve bal arısı,
aynı zamanda arıya verilen içgüdü, sünnetullahın varlık âleminde her şeyde
işler durumda olduğunu; birinin yaptığını diğerinin yapamadığını ortaya
koymaktadır.
Küçücük bir canlının,
içgüdüsüyle, mükemmel bir kimyacı ve olağanüstü bir mimar, aynı zamanda şifa
toplayıp dağıtan kusursuz bir hekîm olduğunu görüyoruz. Kuşkusuz bunlar tesadüflerin
oluşturduğu hâdiselerdir denilemez. Zira gerek süt, gerekse bal, en ince
hesaplara göre programlanarak insanlığın hizmetine verilmiş nimetlerdir. Bir
zincirin halkaları gibi, birbirini tamamlayarak yüksek bir irâdenin plânına
göre oluşmakta ve her yönüyle o irâdenin damgasını taşımaktadır.
Böylece her varlık
niçin yaratıldığının hikmetini yansıtmakta, insanoğ-lundan yana birtakım
faydalı hizmetler ve ürünler sunmaktadır.
En mükemmel canlı olan
insan, neye, niçin hizmet ettiğini ve hangi amaca yönelik yaratıldığını
bilmedikçe, kendini tanımamış olacak; kendini tanımadıkça da yüce yaratanını
tanıma şansına erişemiyecek..
Ayrıca âyette bir
incelik söz konusudur. O da şudur: Bal arısı nasıl birçok çiçeklerden balozu
toplayıp biraraya getirmekte ve değerli, aynı zamanda şifa verici bir besin
maddesi haline sokup insanlara rahmet ol-maktaysa, Kur'ân da insan için îüzumlu
bütün bilgileri toplayıp getiren bir bilgi ve şifa hazinesidir. [135]
Yukarıda geçen
âyetlerle, bal arısından ve onun insanlara şifa veren balından söz edildi.
Böylece varlık âleminde çok mükemmel bir plânın işler durumda bulunduğuna,
ilâhî hükümlerin kusursuz uygulandığına işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
insan ömrünün sınırlı olduğu konu edilerek yaşlılığı önlemenin mümkün
olamıyacağına; belli bir yaşa gelindikten sonra organizmamızın kendisine benzer
bir canlı meydana getirme vasfını kaybedeceğine işaret ediliyor. Biraz daha
yaşlandıktan sonra zihin kabiliyetlerinin de bazı insanlarda bir gerileme
kaydedeceğine dikkatler çekiliyor.
Sonra da insanların
yaşları arasında farklılık olduğu gibi, rızıkları arasında da birtakım farklar
bulunduğu belirtilerek, mal ve servet bakımından geniş imkânlara sahip
olanların, ellerinin altındakileri gözetmeleri emredilerek sosyal adaleti
sağlamamız tavsiye ediliyor. Verilen bunca nimetlerin nereden, nasıl oluşup
bize ulaştığı üzerinde düşünmemiz hatırlatılarak, nimetlerden yararlanırken,
onları verene şükretmemize işaret ediliyor. [136]
70— Allah sizi yarattı, sonra da canınızı alır.
Sizden kimi ömrünün en fena ve en sevilmiven noktasına itilir ki (o devrede
artık) bildiğini bilmez olur. Şüphesiz ki Allah'ın her şeye gücü yeter.
71— Allah rızık hususunda kiminizi kiminizden
üstün kılmıştır. Üstün kılınanlar ellerinin altındakilere rızıklarını
kendilerine eşit olacak ölçüde çevirip verici değillerdir. Allah'ın nimetini
bile bile inkâr mı ediyorsunuz?
72— Allah, size kendinizden eşler verdi ve
eşlerinizden size oğullar ve torunlar meydana getirdi ve sizi pâk ve helâl
şeylerden rızıklandırdı. Buna rağmen bâtıla inanıyorlar da Allah'ın nimetini
onlar inkâr mı ediyorlar?
73— Allah'ı bırakıp da kendilerine göklerden ve
yerden hiçbir rızık (çıkarıp vermeye) sahip olamıyanlara ve buna güç g eti rem
iyen lere mi tapıyorlar?!
74— O halde artık Allah'a misâller (benzerler,
örnekler) koşmayın. Şüphesiz ki Allah bilir, siz bilmezsiniz.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz sık sık şöyle duada bulunurdu:
«Allahım! Cimrilikten,
tembellikten, çok yaşlanmaktan, ömrün en fena ve en sevilmeyen (bunaklık)
döneminden, kabir azabından, Deccal fitnesinden ve ölüm ile dirim fitnesinden
sana sığınırım.» [137]
«Allah sizi yarattı,
sonra da canınızı alır. Sizden kimi ömrünün en fena ve en sevilmeyen noktasına
itilir ki (o devrede artık) bildiğini bilmez olur. Şüphesiz ki Allah her şeye
gücü yetendir.»
Şüphesiz ki hayatı
içgüdüdert gelme bir duyguyla seviyoruz. Ama ıs-tırapsız, tehlikesiz bir hayatı
istesek de, istemesek de o zıtlann sürtüşüp boy ölçüştüğü; tebessüm ve
gözyaşlarının birbirini izlediği görüntüler vererek kendi yoluna devam eder.
Böylece bazan sevindirerek, bazan üzerek mukadder olan son noktasına kadar
devam eder.
Öyle ki, hayat, bağlı
bulunduğu ilâhî kanun gereği akıp gitmekte ve gittikçe de kudretini
kaybetmektedir. Buruşan deriyi eski haline döndürmek, ölen hücrelerimizin
yerine böyle bir yaşta yenilerini imal etmek elimizde değildir. Zira biz kendi
kendimizi yaratmadığımız gibi, kendimizi de bütünüyle, ic ve dış organlarımızla
sevk ve idare eden de değiliz. Vücudumuzun önemli bir kısmına kumanda
edemiyoruz. Onlar bütünüyle bizim irâdemizden kopuk bağımsız olarak
faaliyetlerini sürdürmekteler.
O halde bizi yaratıp
kendi mutlak tasarrufu altında bulunduran ve hayatımızı birtakım ölçülere
bağlayıp programlayan cok yüce bir kudret vardır ki, Û Allah'tır.
İşte bu sonsuz ve
üstün kudret önce ruhumuzu yarattı. Bir süre onu ruhlar âleminde bekletip o
âlemle ilgili bilgilerle donattı. Sonra sırası gelince onu dünya denilen aşağı
âleme gönderdi. Ne var ki, ruhumuz, ruhlar âleminden ayrılıp ana rahminde
oluşan bedenimize girince, o yüce âlemde edindiği bilgiler kendisinden geri
alındı. Böylece gelişmesi, bedenin gelişmesine bağlanarak bu ikinci âlemde
yeni bilgiler edinmesine imkân hazırlandı. Sonra da bedende hayvanı ruha
kumanda ederek mukadder vakit gelinceye kadar orada eyleşir ve bir gün gelir de
bedenle hayvanı ruhu ölüme terkedip ayrılır. Ayrılınca da eski bilgileri
kendisine iade edilir de iki âlemle ilgili bilgiler birleşip bütünleşir.
Ruh, girdiği bedenin
şeklini aldığı halde Berzah âlemine intikal eder. Bu defa orada yeni bilgiler
edinir ve kıyamet kopuncaya kadar orada bekler. Mü'minler o âlemde cennet
kokusuyla nîmetlenerek; kâfirler ve münafıklar, sonra da azgın zalimler
cehennem kokusuyla azap edilerek dünya ile âhiret arasında bir dönem
geçirirler. Kıyamet gününde her ruha ait beden yeniden oluşup vücut bulduktan
sonra ikinci hayata başlamak üzere ruhlar hazırlanan bedenlerine girerler.
Dünya hayatının bir
başka dikkat çekici yanı da şudur: Cenâb-ı-Hak kudretini izhar etmek, insana
aczini, çaresizliğini bildirmek için bazı kişilerin ömrünü en fena ve zayıf
noktasına kadar uzatır. O kadar ki, zihin kabiliyetlerinde bir gerileme
kendini hissettirir. Sadece oksijen ve
glikozla çalışan beyin, bir yandan yeterince kan alamaz ve hücre
sayısında önemli eksilmeler ortaya çıkar. Bu kerteye gelen insan bildiğini
bilmez olur; sabah yediğini akşam unutur. Derken bir süre sonra iyice bunama
başlar ki, Kur'ân buna «erzel-i ömür» diyor. Ancak bunamadan dolayı kaybedilen
bilgiler, büsbütün kaybolmaz. Çünkü onlar hafıza denilen beyin arşivinde bir
dizi halinde muattal bir vaziyette bekletilirler. Ölüm olayından sonra tekrar
ve daha kusursuz olarak ruhun denetimine verilir ve faal duruma getirilirler.
Bu dönemi şöyle de tasvir edebiliriz-. Beyin cok mükemmel, hatta mükemmelin de
ötesinde çok geniş kapasiteli bir bilgisayardır. Meydana gelen bir arızadan
dolayı bir süre çalışma özelliğini kaybetmiş olur; ama hafızaya aktarılıp
programlanan bilgiler aynen kalır. Ruh o programları bütünüyle kendi bantına
almış durumdadır. Kıyamet gününde ölüler di-riltildiğinde, ruh kendi bantındaki
bilgileri ikinci bedende teşekkül eden daha kuvvetli bir beyne aktarır. Böylece
bunaklık döneminde unutulan bütün bilgiler fire vermeden ortaya çıkma imkânına
erişir.
Çünkü Cenâb-ı Hak,
bütün bunları önceden en ince hesaplara göre programlamıştır. Günü, vakti,
saati gelince aynen ortaya çıkar. Hikmet ve program dışı hiçbir olay yoktur ve
olamaz da.. [138]
«Allah rızık hususunda
kiminizi kimînizden üstün kılmıştır.»
İlâhî hilkat
fabrikasının eşsiz imalâtı akıllara durgunluk vermektedir. Aynı türden olanları
bile farklı yaratır. Kalıtım sabit kalır, türün bireyleri ayrı ayrı biçim, renk
ve karakterde üreyip gelişir. Koyduğu plân, hazırladığı program aksamadan
hedefine doğru ilerler.
Neden farklı imalat?
Aynı ana-babadan
dünyaya gelen on çocuğu düşünün; her birinin rengi, fizyonomisi, biçimi,
yeteneği ve karakteri ayrıdır. Kimi daha zeki, kimi daha becerikli, kimi tembel
uyuşuk, kimi hareketli ve sokulgandır. Kimi de zengin olmada daha başarılıdır.
İlâhî plân, bu farklılığa ataları sebep kılmış ve gen denilen harikaya, birkaç
batın yukarı ataların yetenek ve karakterlerini, irsî kusur ve meziyetlerini
yerleştirmiştir. Öyle ki: Kendini içkiye verip kanını zehirleyen, sağlığını
bozan, hormonlarında birtakım tahribatın meydana gelmesine sebep olan
ana-babadan meydana gelecek çocuk, birtakım irsî kusurlarla gözlerini dünyaya
acar. Çok yakın hısmıyta evlenen çiftin de çocukları bazan geri zekâlı
doğabilir. Bir de bu düzeyde doğan çocuklardan ileride dünyaya gelecek
çocukları düşünün..
Görülüyor ki, toplumun
birçok yönlerden farklı insanlardan meydana gelmesinde, atalarının yaşayışlarının
tesiri cok büyüktür. İlâhî sünnet genleri bu hususta aktarıcı araçlar olarak
kullanırken, diğer yandan toplum hayatının dengeli olabilmesi, birinin diğerine
muhtaç bulunmasına bağlamıştır. Kabiliyetler çok farklıdır, kimi fen alanında,
kimi sanatta, kimi zi-raatte, kimi ticarette, kimi de ilim ve irfanda daha çok
başarılı olur. İnsanların hepsi aynı yetenek ve güçte yaratılsa ve o yüzden
hepsi de aynı ölçüdeki kabiliyetlerini ortaya koysaydı, hayat hiçbir zaman
bugünkü gibi dengeli, düzenli olamazdı.
İşte Kur'ân bu hassas
noktaya dokunurken iki önemli ipucu veriyor: Biri, irsî kusur ve meziyetlerin
kuşaktan kuşağa geçmesi, diğeri denge ve düzenin sağlanması..
Sonra da sosyalizmi
gerçekleştirme düşüncesiyle yola çıkanlara seslenilerek şöyle uyarıda
bulunuluyor: «Üstün kılınanlar ellerinin altındakilere, rızıklannı kendilerine
eşit olacak ölçüde çevirip verici değillerdir. Allah'ın nimetini bile bile
inkâr mı ediyorsunuz?»
Eşitliği savunup
işverenle işçi, evin efendisiyle evin hizmetçisi arasındaki farkı kaldırmanın
gerçek anlamda sosyal adalet olacağını iddia edenlerden hangisi eriştiği
birtakım nimetleri fakirlere dağıtmak suretiyle kendini onlarla eşit duruma
getirmiştir? Gerçek bu olunca, o gibilerin kalkıp da Allah neden insanları
eşit yetenekte ve beceride yaratmamış, neden hepsine aynı ölçüde nîmet
vermemiştir, demeğe hakları var mıdır? Oysa mevcut farklılık insanların kendi
hatalarından kaynaklanmakta ve genler vasıtasıyla atalarımızdan bize miras
olarak geçmektedir. İlâhî hikmet de nizam-i âlem için buna uygun bir dünya
hayatı hazırlamıştır. Böyle iken Allah'ın yüksek hikmete dayalı taksimatındaki
adaleti bile bile inkâr etmenin ve O'nun kurduğu düzenin hilâfına bir düzen
istemenin makul yanı var mıdır? [139]
«Allah size kendinizden
eşler verdi ve eşlerinizden size oğullar ve torunlar meydana getirdi..»
Cenâb-ı Hak bize
eşler, çocuklar ve torunlar verirken, onları dosdoğru-besleyip topluma yararlı
düzeye getirmemiz ve kötülüklerden uzak bulun-
durmamız için pak ve
temiz rızıklar da hazırlayıp vermiş ve helâlından kazanıp geçinmemizi
emretmiş; insanların ruhları kararmasın, vicdanları silik hate gelip ahlâkları
bozulmasın diye zararlı şeyleri haram kılmıştır. Şüphesiz ki Allah, bu
hükümleriyle, daha çok sosyal yapıda uçurumlar meydana gelmesin, geri zekâlı
bir nesil oluşmasın diye aileyi yönlendirmeyi murat etmiştir.
Ne yazık ki,
insanların çoğu Allah'ın temiz, pak ve yararlı nimetlerini yeterli bulmadılar
da haram ve zararlı rızıklar elde etme kavgasını başlattılar. O nedenle hem
kendilerini, hem çocuklarını zehirlediler. Sonra da bir çoğu kalkıp meydana
gelen düzensizliği Allah'a nisbet edecek kadar şuursuzlaştılar; batıla inanıp
bağlanmayı tereîh ederek aile ve toplumlarına en büyük fenalığı yaptılar. [140]
«Allah'ı bırakıp da
kendilerine göklerden ve yerden hiçbir rızık (çıkarıp vermeğe) sahip
olamayanlara, buna güç getiremiyenlere mi tapıyorlar?»
Cenâb-ı Hakk'ın
insanlardan yana hazırlayıp verdiği bunca hayırları, iyilikleri, yararlı şeyleri;
haram kılıp yasakladığı zararlı nesneleri büimsel açıdan dikkate almayanlar,
şüphesiz suç üstüne suç, günah üstüne günah işleyerek sosyal yapının, ilâhî
plâna bağlı düzenini bozmakla kalmadılar; göklerden ve yerden hiçbir rızık
çıkartıp vermeğe gücü yetmeyen cansız cisimleri ve birtakım canlı cüceleri ilâh
sayıp Allah'tan başkasına tapmağa başladılar. Kendilerinden aşağı mahlûkları
ilâhlaştirarak ruhlarını kararttılar.
Oysa bunların çoğu
sosyal adaletten, eşitlik ilkelerinden, mükemmel bir düzenden söz ederler.
Nerede dürüstlük? Önce kendi iç yapılarında disiplin ve dengeyi bozmuşlardır.
İçki, kumar, kadın ibtilâsi; hak ve hürriyetlere tecavüz gibi, aile ve
toplumu,temelinden yıkan günahlara dalmak suretiyle dış dünyalarını da berbat
etmişlerdir.
Ey maddeciler!
söyleseniz ya, suç «Allah birdir» diyenlerde mi, yoksa O'nu inkâr edip her şeyi
mubah sayan, şehvet ve midelerinden başka kaygıları olmayan sizlerde midir?
Maddeyi tek kurtarıcı esas saydınız, ekonomik güçten başka kurtarıcı manevî
bir gücü kabul etmediniz ve bu yüzden maddeye erişmek için ara yerde ne kadar
ahlâk ve fazîlet varsa hepsini çiğnemekte bir sakınca görmediniz, sonra da
kalkıp Allah'a misaller verme küstahlığında bulundunuz! Bu da işlediğiniz
haksızlıkların tuzu ve biberi mi? [141]
Hafede : Hâfid'in
çoğuludur. Daha çok hizmete süratle yönelen hizmetçi ve benzeri durumda
olanlar hakkında kutlanılır, yani sözlük mânası budur. Ancak ilgili âyette
taşıdığı mâna nedir? İlim adamlarının, ashab ve tabiîn'in birtakım farklı yorum
ve tesbitleri olmuştur:
a) İbn Mes'ud (R.A.) ve Nahaî'ye göre, adamın
iki kızkardeşi demektir.
b) el-Hasan, Dahhak ve İkrime'ye göre,
hizmetçiler demektir.
c) Mücahid'e göre, yardımcılar ve avaneler
demektir.
d) İbn Abbas (R.A.) ile Atâ'a göre, oğlun
oğulları anlamına gelir. Çünkü onlar da bir bakıma kendi büyüklerinin
hizmetçileri sayılırlar.
e) Mukatil ve Kelbî'ye göre, «benîn» küçük çocuklar, «hafede» İse büyük çocuklar demektir
f) Karısının başka kocadan olan oğulları
hakkında da kullanılmıştır. Bu da İbn Abbas (R.A.)dan yapılan başka bir
rivayettir.
g) Ünlü edip ve lûgatçı Esmâî'ye göre, kadın
tarafından olan yakınlar demektir.
İmam Kurtubî bu konuda
İbn Abbas (R.A.) İle Atâ'ın tesbit ve yorumları Kür'ân'ın maksadına daha uygun
geldiğini söylemiştir. Bence sahîh olan da budur. Nitekim İbnü'l-Arabî de aynı
görüştedir. [142]
Yukarıdaki âyetlerle,
insan ömrünün sınırlı olduğu, belli bir yaşa gelindikten sonra organizmanın
kendisine benzer bir canlı meydana getirme vasfını kaybedeceği belirtildi.
Sonra da insanların yetenekleri farklı olduğu gibi, rızıklarının da farklı
olduğu üzerinde durularak toplum yapısının dengeli ve düzenli ayakta
durmasının ancak bu farklılıklarla sağlanacağına İşaret edildi. Çevremizdeki
muhtaçlara yardım elini uzatmamız emredilerek sosyal adaleti geliştirmemizin
lüzumu belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
geri zekâlı tembel bir köle ile, hayatını alın teri, el emeğiyle kazanan hür
bir kimsenin eşit olamayacağı misal veriliyor. Sonra da yeteneksizliğiyle
beraber dilsiz ve beceriksiz bir kimse ile, geniş kültürlü olup adaletle
hareket edip adaleti uygulayan ve uygulanmasını emreden; aynı zamanda doğru yol
üzere bulunan kimsenin de bir olamı-yacağına dikkatler çekilerek insanların her
bakımdan eşit olmasını savunanların hayal peşinde koştuklarına işaret
ediliyor. [143]
75— Allah hiçbir şeye gücü yetmiyen bir köle ile,
kendisini tarafımızdan güzel bir rızıkla rızıklandırıp, ondan gizli ve açık
(Allah için) harcayan (hür) kimseyi misâl verir; bunlar hiç eşit olur mu?
Allah'a hamd olsun. Ne var ki (insanların) çoğu bilmezler.
76— Allah yine, iki adamı misâl veriyor: Biri
dilsizdir, hiçbir şeye gücü yetmez, efendisine ağırlık veren bîr yüktür;
nereye yöneltip gönderse, h'C de hayır ile gelmez; bununla, adaletle emreden ve
dosdoğru yol üzerinde bulunan kimse hiç eşit olurlar mı?
İnsanlar arasındaki
açık farka temas etmiştik. Yetenekler, beceriler, düşünce ve duygular farklı
olduğu gibi, renkler, şekiller ve rızıklar da farklıdır. İki insanın her
bakımdan eşit olduğu iddia edilemez. Hiç bir şeye gücü yetmiyen, beceriksiz,
anlayışsız ve zayıf bir köle ile, kültürlü, becerikli, hayatını kazanmasını
bilen, sosyal adaletin sağlanmasına gayret eden, Allah için harcamaktan zevk
alan hür kimsenin eşit olduğu söylenebilir mi? Zira herkes bilgi, görgü,
kültür, beceri ve zekâsına, aynı zamanda hayat kanunlarını bilip ona göre
hareket etme basiretini göstermesine göre değerlendirilir. İnsanlar arasında böylesine
açık fark mevcut iken, yaratan ile yaratılan arasındaki farkın kıyas, nisbet
sınırlarının çok ötesinde olduğunu söylemek elbette ki yanlış bir yargı
değildir. O halde insan eliyle şekillendirilen put ve heykelleri, bazı
canlı-cansız varlıkları Allah'a denk ve benzer koşmanın ilmî, mantıkî ve
vicdanî bir anlamı var mıdır? Kendi aramızda tam eşitlik mümkün olmadığı ve
böyle bir iddia ortaya atıldığı zaman benimsenmediği halde, Allah ile yarattığı
bazı varlıklar arasında benzerlik, eşitlik ve denklik mümkün müdür?
Aklımızı bu konuda
daha iyi kullanmamız için Cenâb-ı Hak 75 ve 76. âyetlerle bize açık misaller
veriyor. [144]
«Allah hiçbir şeye
gücü yetmiyen bir köle ile, kendisini tarafımızdan güzel bir nzıkla
rızıklandırıp ondan gizli, açık (Allah için) harcayan (hür) kimseyi misal
verir..»
Şaşkın putperestlerin,
mideci maddecilerin bazı cisimleri Allah'a ortak koşmalarının makul hiçbir yanı
olmadığını yukarıda kısmen belirttik. Cenâb-ı Hak, bu konuda gaflet içinde
gerçeği bir türlü görmeyen şaşkınları uyarmak ve yönlendirmek için beceriksiz
bön bir köle ile becerikli ve kültürlü olan efendisini misal gösterdi. Bunun
gibi, imân nîmetiyle donatılan bir mü'min ile, o cevheri içinden ve mayasından
çıkarıp atan ve o yüzden ne olduğunu, nerede niçin bulunduğunu ve nereye
gittiğini bilmeyen bir inkarcının da hiçbir zaman eşit olamıyacakları, bir
tutulamayacakları kesindir. İnkarcı ölmeden önce içini ve dışını imân ve
ibâdetle aydınlatmadığı ve o yüzden nefis ve puta kul olduğu için, hep güçsüz,
tasarrufsuz olup ne yaptığını bilmeyen beceriksiz bir köleye benzetilmiştir.
Mü'min ise, nefis ve putun esaretine
girmeyip yegâne yaratıcı olan Cenâb-ı
Hakk'a kul olmanın idrâkini kendinde taşıdığı için güçlü, kudretli,
becerikli ve tasarrufa yetkili, aynı zamanda Allah için harcamasını bilen
şuurlu bir efendiye benzetilmiştir.
İnkarcı sapık, dilsiz,
hayırsız ve başkasına yük olan âeiz bir köleye; doğru yolda bulunan mü'min ise,
âdil olup adaletle emreden ve hep doğruluktan yana olan yetenekli, şuurlu bir
lidere benzetilmiştir.
Bu benzetmeler ve
ilâhî misaller, Hz. Muhammed'in (A.S.) üstün başarıya erişeceğine; inkarcı
azgınların, putperest sapıkların ise, hüsrana uğrayıp âciz bırakılacaklarına
işarettir. Allah'a hamd olsun.. [145]
İlgili âyette bir
diğer önemli hususa parmak basılıyor: Hak dinin ferdî mülkiyete imkân tanıdığı,
insanları madde esaretine sokup köleleştirme-diği, herkesi kendi yetenek,
beceri ve çalışma azmine ve temposuna göre değerlendirdiği; kiminin kimine yük
olmamasını tavsiye ettiği, ancak hayatını kazanamıyacak kadar arızalı ve zayıf
olanlara yardımda bulunmayı emrettiği üzerinde duruluyor.
, Böylece hem ferdî
mülkiyeti ve dolayısıyla şahsî hürriyeti kaldıran,hem de eşitlik sloganlarıyla
işçileri bir karın tokluğuna çalıştırıp robottaştıran komünizm ve aşırı
sosyalizm reddediliyor. Çünkü bu iki doktrin de toplumun hayatında egemen olan
yegâne temel faktörün, ekonomi olduğunu savunur. Kur'ân-ı Kerîm, maddî
imkânlar bakımından işverenle işçiyi aynı kefeye koymanın doğru olmayacağına
dikkatleri çeker. Herkesin ancak alın teriyle, el emeğiyle, bilgi ve
becerisiyle değerlendirileceğine işarette bulunur. Çünkü Kur'ân'a göre, rızık
kapısı herkes için açık tutulmuştur. Birinin o kapıdan girmesini, diğerinin
engellenmesini sağlayacak bir faktörün rol oynadığı, bir ayrımın yapıldığı
söylenemez. O bakımdan herkesin kendi bilgi, beceri ve yeteneğine göre o
kapıdan girip hayatını kazanabileceği söz konusudur.
Sonuç olarak 75.
âyette, İslâm'ın bu konuda koyduğu esasa uymayan doktrinlerin zamanla iflas
edeceği ve onları savunanlara belirtilen misaller ölçüsünde birtakım sorular
yöneltildiği zaman, aşırı olmayanların İs-lâmî esası tasdik edeceği, aşırı
olanların ise, susup cevap veremiyeceği belirtilerek hakkın er-geç anlaşılıp
üstün geleceği haber veriliyor. [146]
Yukarıdaki âyetlerle,
İslâm'ın ferdî mülkiyete yer verdiği ve sınıf kavgasına kapı açmadığı, aynı
zamanda rızık kapısının herkese açık tutulduğu ve kabiliyetlere göre,
nimetlerden yararlanma imkânlarının söz konusu olduğu belirtildi. Bunun için de
aydınlatıcı anlamda iki misal verilerek daha etraflı düşünmemiz ilham edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
insanlar arasında gerçek adalet esaslarını koyan ve uygulanmasını emreden
Cenâb-ı Hakk'ın mutlak âdil ve yegâne hikmet sahibi olduğu belirtiliyor. Bu
açıdan her şeyin O'nun hikmet terazisinde tartılıp değer bulabileceğine
işaretle, kâinatta kurduğu denge ve düzeni vakti gelince bir anda bozup
yenisini kuracağı ve hakiki hayatın o zaman başlayacağı konu ediliyor. Sonra
insanın ana rahmindeki ilk oluşma safhasına değinilerek hilkatin her kademe ve
parçası üzerinde Allah'ın kudret damgası bulunduğuna işaret ediliyor.
Arkasından kuşların kanat açıp boşlukta uçmaları misal verilerek, onlara uçma
yeteneğini veren Rab-bü'l-âlemîn'in bir diğer sanat harikası üzerinde ciddi
araştırma yapmamız tavsiye ediliyor. Hizmetimize verdiği davarların çeşitli
ürün kaynağı olduğu açıklanarak böylesine bir düzen kurup canlı-cansız her
şeyi insanın hizmetine veren Allah'ı inkâr etmenin ne kadar akılsızca bir yol
ve düşünce mahsulü olduğu ilham ediliyor. Sonra da gökleri ve yeri çok zengin
çeşitli sofra halinde insana musahhar kılan Allah'ı tanımamanın büyük bir
nankörlük olduğu hatırlatılıyor. [147]
77— Göklerin ve yerin gayb (gizli, gözle
görülmeyenini (bilmek) Allah'a mahsustur. Kıyâmet'in kopuşu bir göz kırpma
gibidir veya ondan da yakın (ve süratlijdır. Şüphesiz ki Allah'ın kudreti her
şeye yeter.
78— Allah sizi analarınızın karnından, siz hiçbir
şey bilmez iken çıkardı; şükredersiniz diye size işitme, gözler, gönüller
verdi.
79— Gök boşluğunda (ilâhî hilkat sünnetine) boyun
eğerek uçan kuşlara bakmıyorlar mı? Onları ancak Allah tutar. Doğrusu bunda
imân eden bîr millet için dersler, öğütler, ibretler ve belgeler vardır.
80— Allah, evlerinizi size huzur duyma, dinlenme
yeri kıldı. Davarların derilerinden, göç ettiğiniz gün ve konup eyleştiğiniz
gün hafif taşıyabileceğiniz (çadır) evler yaptı. Yünlerinden, tüylerinden,
kıllarından bir süreye kadar (kullanabilmeniz için) giyimlikler ve (ticarî)
geçimlikler sundu.
81— Allah yarattığı şeylerin bir kısmında size
gölgeler, dağların bir kısmında size sığınacak yuvalar yaptı; sizi sıcaktan
koruyacak elbiseler ve (savaşta) sizi koruyacak (zırh ve benzeri) giysiler var
kıldı. O'na teslimiyet gösteresiniz diye böylece nimetini size tamamlar.
82— Bunca nimetlere rağmen yüzçevirirlerse, sana
düşen (ancak) açık tebliğdir.
83— Allah'ın nimetini bilirler, sonra da inkâr
ederler. Zaten onların çoğu kâfir kişilerdir.
Tabiîn'den Mücahid'den
yapılan rivayete göre : Bedevinin biri Resû-lüllah (A.S.) Efendimiz'e gelerek
bir şeyler istedi. Peygamber (A.S.) Efendimiz ona : «Cenâb-ı Hak evlerinizi
size huzur duyup dinlenme yeri kıldı..» mealindeki âyeti okudu. Bedevi : «Evet,
evet...» dedi. Peygamber (A.S.) ona : «Davarların derilerinden, göç ettiğiniz
gün ve konup eyleştiğiniz gün hafif taşıyabileceğiniz (çadır) evler yaptı..»
mealindeki âyeti okudu. Bede-vî yine: «Evet, evet...» dedi. Peygamber (A.S.)
Efendimiz sırayla diğer ilgili âyetleri de okudu. Bedevi yine «Evet, evet...» dedi. Tâ ki, «O'na teslimiyet
gösteresiniz diye böylece nimetini size tamamladı.» mealindeki âyeti okudu.
Bunun üzerine bedevi arkasını çevirip gitti. O sebeple, «Allah'ın nimetini
bilirler, sonra da inkâr ederler. Zaten onların çoğu kâfir kişilerdir.» mealindeki
âyet indirildi. [148]
Allah'ın insana
verdiği üstün nimetlerden birkaçı da, işitme, görme, düşünme ve anlamadır. Bu
nimetleri ilâhî sünnet ve rıza doğrultusunda kullanan mü'minler hakkında kudsî
hadîste şöyle deniliyor;
«Kim benim dostum olan
bir kuluma düşmanlık^ ederse, elbette o bana karşı savaşa çıkmış (savaş
açmiş)tır. Kulum en çok kendisine farz kıldığım ibâdetlerle bana yaklaşır ve
durmadan nafile ibâdetlerle yakınlığını artırır. O kadar ki, onu sevmeğe
başlarım. Sevince de, onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen
ayağı (benim hoşnutluğum doğrultusunda hizmet eder ve ben de ondan razı) olurum.
(Yani kulum ancak benimle işitir, benimle görür, benimle tutar ve benimle
yürür). Benden isterse, and olsun ki, veririm. Duâ etse kabul ederim. Bana
sığınırsa, sığınağıma alırım. İşlediğim hiçbir şeyde tereddüt etmedim.
Tereddüdüm, sadece mü'min kulumun ruhunu almaklığımdadır. O ölümden tiksinir;
ben ise onun kötülükte bulunmasından hoşlanmam. Ama ölümden kurtuluş yoktur.» [149]
«Göklerin ve yerin
gayb (gizli, gözle gö-rülmeyen)ini (bilmek) Allah'a mahsustur.»
Kâinat alabildiğine
büyüktür. Buna rağmen İnsana ilimden az şey verilmiştir. Fizik âlemin genişliği
karşısında ne kadar sınırlı kaldığımızın farkındayız. Bize en yakın olan Güneş
ailesini .bile yeterince bilemiyoruz. Son olarak fezaya gönderilen Viking I, Viking
II, Viking İli ile birtakım bilgiler edinme imkânı doğmuşsa da daha
bilmediğimiz ve tesbit edemediğimiz cok şeyler vardır.
Fezanın sınırı nereye
dayanıyor, maddenin ötesinde ve bu sonsuz gibi görünen boşlukta neler var ve
ne gibi dev sistemler yer almıştır? Hâlen mevcut olan Cennet ve Cehennem
nerededir? İşte bu gibi ardı, arkası kesilmeyecek sorular birbirini izlemekte
ve çoğu da cevapsız kalmaktadır.
Henüz madde, yani
fizik âlemini dosdoğru bilemezken, nerede kaldı fizikötesini bilebilelim.
Kâinatı yaratan,
şüphesiz ki onu daha iyi bilir. Peygamberine bu bilinmeyen gayb âleminin bazı
esrar ve hikmetleriyle ilgili bilgiler vermiş ve Onu Mi'rac olayıyla beşer
ilminin hiçbir zaman erişemiyeceği noktalara yükseltmiştir. Peygamber de (A.S.)
kendisine bildirilen ve gösterilenlerden, anlayıp hazmedebileceklerimiz
kadarını bize bildirmiştir.
Üzerinde yaşadığımız
yerküreyi bütünüyle, en derin incelikleriyle bildiğimizi iddia edemeyiz.
Görüldüğü gibi, ilim ilerledikçe yeni buluşlar ortaya çıkarılmakta ve düne
kadar bize kapalı olan şeyler gün ışığına çıkmaktadır. Bu da bize şunu
öğretiyor: Kıyamete kadar bu ilerleme ve buluşlar sürecektir. O halde' her
geçen gün ancak bilgisizliğimizi anlamaktayız. Kıyamet geldiği gün de yine
bilmediklerimiz mutlaka bildiklerimizden çok olacaktır.
İşte Cenâb-ı Hak,
ilgili âyetle bu inceliğe değinerek «göklerin ve yerin gaybı..» diyor. Çünkü
kâinatın yaratıcısı, düzenleyip dengede tutucusu ancak O'dur. [150]
Kıyamet'in kopuşu bir
göz kırpma gibidir veya ondan da yakın (ve süratli)dır. Şüphesiz ki Allah'ın
kudreti her şeye yeter.»
Gayble ilgili
meselelerden biri de Kıyâmet'in kopuş anı ve tarihidir. Kur'ân hangi tarihte
meydana geleceğini haber vermemekle beraber, yaklaşık bir bilgi de
vermemiştir. Melek Cebrail'in, Peygamber (A.S.) Efen-dimiz'e: «Kıyamet ne zaman
kopacak?» diye sorması. Peygamberimizin de (A.S.) ona: «Sorulan onu sorandan
daha iyi bilmiyor!» diye cevap vermesi, kıyametle ilgili bilginin Allah'a ait
olduğunu bize öğretmektedir.
Sistemin bir anda
bozulup alt-üst olmasıyla bu olayın gerçekleşeceği muhakkaktır. Ama bu nasıl
olacak bilemiyoruz, sadece bazı âyetlerden birtakım ana fikirler elde
edebiliyoruz. Meselâ: Güneş'in kararıp dürüJeceği, yıldızların parçalanıp
yörüngelerinden çıkacağı, dağların yerinden kopup yürüyeceği, denizlerin
birbirlerine karışıp ateş haline geleceği, göklerin varılacağı, yeryüzünün
dümdüz hale geleceği, ve yine dağların atılmış renk renk yüne benzeyeceği,
göğün yarılıp kırmızı gül rengini alıp erimiş bakır gibi akacağı bu
cümledendir.
Bütün bunlar o müthiş
olay hakkında fikirler vermekte ve iyi düşünüp aklımızı kullanmamızı ilham
etmektedir. Dünya çapında nükleer bir savaş böyle bir tahribat yapabilir mi?
Zincirleme atom patlamaları sonucu denizler ateş kesilebilir mi? Bütün bunlar
birtakım tahminlerden öteye geçmez. Yakın gelecekte ilmî araştırmaların,
teknolojideki ilerlemenin daha ne gibi yeni bilgiler ortaya koyacağını
bilemiyoruz. Bildiğimiz tek şey, kıyamet olayının en az bir ışık hızıyla
meydana geleceğidir. Mevcut düzen ve dengenin bir anda bozulması, yıkılıp
darmadağın olmasını zahirî birtakım sebeplere bağlamamız bugün için bizi olumlu
bir sonuca götürmez. Allah daha iyisini bilir.
Kıyamet kopmadan önce,
birtakım önemli alâmetlerin ortaya çıkacağını Resûlüllah (A.S.) haber
vermiştir ve bu alâmetler oldukça çoktur, aynı zamanda safha safhadır. Biz
büyük alâmet sayılıp kıyamete çok yakın zamanda meydana gelecek olaylardan bir
kısmını şöyle sıralayabiliriz :
1— İnsanlara hakkı söyleyecek, doğru yolu gösterip
büyük İslâhat yapacak bilgili, kültürlü, cesur, kahraman bir liderin ortaya
çıkacağı.
Bu liderin isminin
Mehdi olacağı hakkında birçok rivayetler vardır.
2— Deccal'ın büyük bir fitne çıkarıp yeryüzünde
dolaşacağı, mü'min-le kâfirin iyice birbirinden ayırt edileceği,
3— İsa Peygamber'in (A.S.) gökten ineceği,
4— İsa Peygamber'in (A.S.) Deccal'i katledeceği ve böylece dünya
milletlerini bu büyük fitne ve belâdan kurtaracağı,
5— İsa Peygamber'in (A.S.), Hz.
Muhammed'in (A.S.) getirdiği dinî esaslara uyacağı ve kendisini
O'nun ümmetinden bir fert sayıp bütün dünyaya ilân edeceği, böylece Hıristiyan
âleminin İslâm'a gireceği,
6— Ye'cuc ve Me'cuc'un ortaya çıkacağı
ve çok kanlı
savaşların olacağı,
7— Müslümanlarla Yahudilerin çetin, fakat netice
alıcı bir savaş başlatacakları, Yahudilerin tamamiyle imha edileceği,
8— Kabe'nin
tahrip edileceği,
9— Ortalığı
kesif bir gazın kaplayacağı,
10— Bu arada
Dabbetülarz (çok bilgili, kudretli, dirayetli, imân ve irfanı yüksek bir
lider)in ortaya çıkacağı, geniş çapta ıslahat yapacağı, mü'minlerie kâfirleri
kesin çizgileriyle birbirlerinden ayırt edip fitne ve feşada, anarşi ve tuğyana
son vereceği bu cümledendir.
Son olarak da güneş
batıdan doğacak ve artık güneş sistemi de kendi hareket dönemini son
noktasına-getirmiş olacak.. [151]
«Şükredersiniz diye
size işitme, gözler ve gönüller verdi.»
Üc büyük nimet.
Bizimle eşyayı yüzyüze, içice getiren, bilmediğimizi öğrenmemize yarayan üç
önemli organ seçilerek konu ediliyor. İşitme, havada titreşip gelen sesleri
duymamızla gerçekleşir. İşitme organı olan kulak aldığı sesi beyne iletir ve
beyin gelen sesin neye delâlet ettiğini tefrik eder. Görme, eşyanın rengini,
biçimini, boyutlarını tesbit edip beyne iletir. Böylece bu iki dış organla
beynimiz arasında devamlı bir alış-veriş sürüp gider. Biri olmayınca, diğer
ikisi ya hiç görevlerini yapamaz, ya da noksan yapar. Örneğin, beyin olmayınca
kulak ve göz, bütünden kopan ve ancak bütünle bulunduğu takdirde görevini
yapabilen bir parça durumuna düşer. Göz olmayınca, eşyanın şekli, rengi ve
boyutları bilinmez.. Bunlar tıpkı üçgenin elemanları gibi üç kenar ve üç açıdan
meydana gelirler.
Böylece sözünü
ettiğimiz bu üç önemli organı bir de anatomik yönden incelediğimizde,
karşımıza akıllara durgunluk verecek mahiyette olağanüstü sanat eseri ortaya
çıkar ve her parçasında Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve sanat damgasının yer aldığı
görülür.
Bir de vücudumuzun
duyum ve hareket merkezi olan beyni ele alacak olursak, büsbütün hayretler
içinde kalır, onu yaratan O Yüce Kudret'in karşısında secde etmekten başka bir
şey düşünemeyiz. Yirmi milyon kadar sinir hücresinden meydana gelen beyin, hem
dışardan gelen duyuları kavrayan, hem de bunlara karşı göstereceğimiz tepkiyi
idare eden müstesna bir cihazdır. Öyle ki, milyonlarca sinir hücresi bir
yanlışlık yapmadan faaliyetlerini sürdürürler ve hiçbir bilgisayarın
yapamıyacağı programlamayı kusursuz yürütürler. İşte bu muazzam sistemi yapıp
hizmete sevk-eden, tesadüfler değil; o beyinden kıyas kabul etmez üstünlükte
olan bir plânın mevcudiyeti söz konusudur.
İlgili âyette üç
önemli organdan söz edilirken, kalp, yürek mânasına gelen ve çoğulu «ef'ide»
olan «fuâd» ismi zikredilmiştir. Bu daha çok yanıp tutuşan gönül hakkında
kullanılır. Biz ise, burada onu beyin
manasına hamledip öyle manalandırdık. Nitekim Kur'ân'ın bazı yerlerinde onun
beyne delâlet eden bir kavram olduğu rahatlıkla anlaşılıyor. [152]
«Gök boşluğunda
(havada ilâhî hilkat sünnetine) boyun eğerek uçan kuşlara bakmıyorlar mı?
Onları ancak Allah tutar. Doğrusu bunda imân eden bir millet için dersler,
öğütlet, ibretler ve belgeler vardır.»
Kuşların vücut
sıcaklığı 40 dereceden aşağı düşmez ve bu yaz kış aynen sürüp gider. Kuşlar ne
kadar hızlı uçarlarsa uçsunlar terlemezler. Zira terleme vücudu soğutmaya
yarar. Kuşların vücutlarını soğutması ise, kemiklerindeki hava ceplerine hava
basmakla gerçekleşir. Tüyleri ise, vücut sıcaklığını korur ve salgıladığı çok
ince bir yağla tüyleri kaygan hale gelir; böylece ıslanmaktan korunmuş olurlar.
Kuşların havalanmasını
sağlayan şey, kanat hareketleri sayesinde hava basıncının kanatların üstünde
daha alçak, altında daha yüksek olmasıdır. Aynı zamanda kemiklerinin iliksiz
olmasının bundaki tesiri oldukça önemli rol oynar.
Kuş kanadını havada
ileri doğru çırpınca, havanın kanatların üstündeki akışı altındakinden daha
hızlı olur. Bu hal kanat altındaki hava basmacının artmasını, kanat üstündeki
basıncın da azalmasını sağlar. Şüphesiz bu da fizikte uçmanın en önemli
kuralıdır.
Anlaşıldığı gibi,
ilâhî hilkat kanunu her eaniı için en uygun olan ne ise onu plânlamış ve her
organ çok ince hesaplara ve hikmetlere göre düzenlenmiştir. Öyle ki, kuşun
serinlemesi terlemek suretiyle sağlansaydı, havada hızla uçan bir kuşun sık sık
su içmesi gerekecekti. Bu da yüzlerce, hatta binlerce kilometre uçan bu
canlılar için ölüm demek olurdu. Kemiklerinin içindeki hava ceplerine basılan
hava onları hem hafifletmekte, hem de serinletmektedir. Kanatlarını ve hava
basıncını ayarlaması, bilindiği gibi fiziksel bir olaydır.
Bütün bu özellikleri
mükemmel ölçü ve plânda bir araya getirip kuşun uçmasını sağlayan Cenâb-ı
Hakk'ı inkâr etmek ne büyük gaflet ve ne açık dalâlet! Uçağı icat edenler için
her zaman kuşlar model seçilmemiş midir? Helikopter bile kırlarda uçan ve
helikopteri andıran bir böcekten esinlenilerek ortaya konulmamış mıdır? Tesadüflerin
bu kadar düzenli, plânlı ve
programlı fiziksel kanunları biraraya getirdiğini iddia etmek, güneşin
varlığını inkâr etmek kadar abes değil midir?
O bakımdan Cenâb-ı Hak
kendi eserlerine dikkatleri çekerek, imân eden bir millet için bunlarda öğüt,
ibret ve belge vardır, buyuruyor. Böy-leçe, belirtilen konularda birtakım
varsayımlardan hareketle değil, Allah'a dosdoğru imân düzeyinde Kur'ân'ın
verdiği temel bilgileri hareket noktası kabul edip yola çıkmanın doğru bir
sonuca eriştirici olduğu hatırlatılıyor. [153]
«Allah, evlerinizi
size huzur duyma ve dinlenme yeri kıldı.»
Kur'ân, Allah'ın
insanlara olan nimetlerini sıralarken, bu nîmetlerden yeterince yararlanma
zekâ, düşünce ve buluşuna sahip olan insanın medenî bir tabiatta yaratıldığına
işaret ediyor.
Barınmak, dinlenmek,
huzur duymak için evler yapılması, hayvanların derilerinden, kıl ve tüylerinden
elbise ve çadır imal edilmesi; sıcak ve soğuktan korunma çarelerinin bulunup
çıkarılması ve sonra da dünyaya hâkim olup ondaki gizli ve açık nimetlerin ve
kaynakların ortaya çıkarılması; şehirler kurup sanayinin geliştirilmesi
insanla içice olan olaylardır ve hepsi de insanın medeniyete aşık bir ruh ve
yetenekte yaratıldığının göstergeleridir.
O halde hem insanı bu
anlayış ve düşüncede; zekâ ve kabiliyette yaratan, hem de kâinatı hazırlayıp
onun emrine veren Allah'ı her an anıp O'na hamd ve şükür etmemiz gerekmiyor mu?
O'nu bırakıp canlı-cansız birtakım eşyayı ilâhlaştırmak, inkârın, nankörlüğün
en katmerlisi değil midir?
O yüce kudrete
teslimiyet gösterip boyun eğmek, insanlığımıza yakışan bir düşünce ve
davranıştır. Bunca açık belgelere, delillere ve sayısız nimetlere rağmen,
eşyada O'nun patentini görmemek, haktan yüz çevirmek ne ile yorumlanabilir?
Din mürşitlerine, hatiplerine ve ilim adamlarına düşen hizmet, sözü edilen
gerçekleri, insanların akıllan seviyesine göre tebliğ etmek ve onları doğruya
irşat etmektir. [154]
Allah'ın yarattığı her
şey mükemmeldir. Hiçbir sentetik kumaş ipeğin yerini alamaz, yünün yerini
dolduramaz. Hiç biri, yünün, pamuğun ipek ve ketenin sağladığı faydaları
sağlayamaz. Bu kesindir. Zira Aliah her şeyin en güzelini ve en yararlısını
yaratıp insana vermiştir.
Kur'ân'da igiEi 80,
81. âyetlerle, hayvan derilerinden, yün, kıl ve tüyden söz edilirken bunlar
ilâhî nîmetler diye vasıflandırılıyor. Şüphesiz bu boşuna bir ifade tarzı
değildir. Belirtilen nîmetlerden daha iyi yararlanma yollarını araştırmamızı
teşvik ve onları yaratan Rabbımıza şükretmemizi İlham etmektedir.
Sonuç olarak Kur'ân-ı
Kerîm'deki bu âyetlerle, hayvancılığa, ziraate ve sanayi'e önem vermemiz
emrediliyor, Allah'a imân edenlerin dosdoğru kalkınma yolları gösteriliyor.
O bakımdan Kur'ân
âyetlerini okurken, her kelimesi ve cümlesi üzerinde dikkatle durmamız, ilâhi
muradı anlamaya çalışmamız gerekmektedir. Körler ve sağırlar gibi üzerine
kapanmamız bizi daha fazla başarıya götürmez. [155]
Yukarıdaki âyetlerle,
ilâhî kudretin sınırsızlığına değinilerek kıyamet olayının çok ani meydana
geleceği açıklandı. Kâinatta her şeyin plân ve programa göre yürütüldüğü,
gelişigüzel hiçbir olayın vücut bulmadığına işaret edildi.
Sonra da Allah'ın
mutlak düzen sahibi olduğu konu edilerek kuşların havada uçmalarına dikkatler
çekildi ve arkasından insanın medeni tabiatlı yaratıldığı belirtilerek
şehircilik üzerinde duruldu. Sonra da hayvancılığa, ziraatçılığa ve sanayi'e
önem vermemiz tavsiye edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
dünya ile âhiret arasında köprü kurmayan ve hayatı çok basit yanıyla ele alıp
ömrünü bir hiç uğruna harcayan kimselerin âhirette özür beyân etmelerine
itibar edilmiyeceği; her ümmetten şahit getirileceği açıklanıyor. Bu
şahitlerin peygamber veya onun yolunda yürüyen mürşitler, âlimler olacağına
işaret ediliyor. Sonra da ilâhî adaletin tecellisi karşısında zâlimlerin
sonunun çok acıklı olacağına dikkatler çekiliyor. Allah'ı bırakıp putlara
tapanların âhiret gününde putlarıyla birlikte biraraya getirilecekleri
anlatılarak âhirette gerçeği görüp uyanmanın hiçbir yararı olmayacağı haber
veriliyor. [156]
84— (Kıyamet) günü her ümmetten bir şahit
göndereceğiz. Sonra da o inkâr edenlere ne izin verilecek, ne de hoşnut
edilmeleri için özürleri dinlenecek.
85— O zulmedenler azabı görünce, ne onlardan azap
hafifletilecek, ne de kendilerine mühlet verilecek.
86— Allah'a ortak koşanlar, koştukları
ortaklarını görünce, «Ey Rab-bimiz! seni bırakıp da taptığımız ortaklarımız
bunlardır!» diyecekler. Onlar da müşriklere şu sözü atacaklar: «Doğrusu sizler
yalancıların tâ kendilerisiniz..»
87— Ve o gün artık Allah'a teslimiyet gösterirler
ve uydurdukları şeyler de onları bırakıp (gözden) kaybolurlar.
88— Onlar ki inkâr edip başkalarını da Allah
yolundan alıkoydular, -çıkardıkları fesat sebebiyle- kendilerine azap üstüne
azap artırırız.
«(Kıyamet) günü her
ümmetten bir şahit göndereceğiz,»
Her ümmete hemen her
asırda bir peygamber gönderilmiş ve bu hal son peygambere kadar sürüp
gelmiştir. Ancak altı asırlık fetret dönemi sadece Arap Yarımadasıyla mı
ilgilidir, yoksa bütün dünya ülkelerini mi kapsamaktadır? İlim adamlarının
farklı görüş ve tesbitleri olmuştur. Onları sırası gelince tefsirimizde
açıklamaya çalışacağız. Burada asıl üzerinde durmak istediğimiz husus şudur:
Her ümmete mutlaka peygamber gönderilmiş ve peygamberlerden sonra onların izini
takip eden mürşitler irşat ve tebliğ hizmetini sürdürmüşlerdir, İnanmayıp hakka
arkasını döndüren inkarcılar âhirette konuşturulmayacak ve aleyhlerine şahit
olarak kendilerine gönderilen peygamberler ve mürşitler çağrılacaktır. Böylece
kimsenin özür beyânına imkân verilmeyecek ve yalanın orada hiçbir şeyi çözmediği
ortaya konacaktır. Zira herkesin dünyada işlediği iyilikler ve kötülükler,
taşıdıkları niyet ve amaçlar en sıhhatli şekilde tesbit edilip yazılmış ve
yazıldığı gibi korunmuştur. İnkarcıların, bize doğru yolu gösteren, bizi uyaran
peygamber gönderilmedi, şeklindeki iddiaları hemen çürütülecek ve gönderilen
peygamberler getirilerek onlarla yüzleştirilecekler. [157]
«Onlar da müşriklere
şu sözü atacaklar: Doğrusu sizler yalancıların tâ kendilerisiniz!»
Âyetlerin açık
anlatımından, kıyamet günü putperestlerin kahrolması için ilâhî hitap putları
konuşturacak. Aslında putların bir günahı yoktur. Onları yontup şekillendiren
ve sonra da tanrı diye tapınan beyinsizlerin günahı çoktur. Kıyamet gününde
putperestler: «Ey Rabbımız! Seni bırakıp da taptığımız ortaklarımız bunlardır!»
diyecekler. Onlar do müşriklere şu sözü atacaklar: «Doğrusu sizler yalancıların
tâ kendilerisiniz.» Böylece cansız olan putlar ilâhî irâdeyle konuşacaklar ve
kendilerinin, inkarcı sapıkların işledikleri günahlardan bütünüyle habersiz
olduklarını söyleyecek ve bizler birer kaya parçası idik, bizi bu şekle sokup
ilâhlaştıranların müşrikler olduğunu belirtecekler. İşte o gün, kâfirler yerle
bir olmak isteyecekler, ama ne mümkün..
Bütün yollar kapanıp
Allah'a teslîm olmaktan başka çareleri kalmadığını gören sapık inkarcılar ve
azgın müşrikler neden sonra Hakk'ın önünde başeğecekler.. Böylece aleyhlerine
şahitlik eden putlar da ortadan kaldırılacak ve herkes beraberinde taşıdığı
inanç ve ameline göre karşılık görecek... Zira Cenâb-ı Hak mutlak surette
âdildir, kimseye zulmetmez. O zulmü hem kendisine, hem insanlar arasında haram
kılmıştır. Verilecek ceza, kişilerin dünyada kazandıklarının tam karşılığıdır.
Mükâfat da öyle.. [158]
Yukarıdaki âyetlerle,
âhirette kimsenin özür beyân etmesine izin ve-rilmiyeceği; böylece hiçbir
itiraza itibar edilmiyeceği belirtildi. Bize uyarıcı peygamber gönderilmedi
diyen ümmetler aleyhine şahitlik edecek peygamberlerin çağrılacakları
hatırlatıldı. O bakımdan âhirette hakikati görüp dönüş yapmanın hiçbir yararı
olmayacağına dikkatler çekilerek, ölmeden önce gerçeği anlayıp Hakk'a dönmenin
lüzumuna işaret edildi.
Aşağıdaki âyetle,
kıyamet gününde, her ümmete peygamber gönderildiği, hiçbir özür ve itiraza yer
bırakmayacak şekilde ortaya konacağı ve peygamberlerin şahit olarak
gösterileceği; sonra da Hz. Muhammed'in (A.S.) bütün peygamberlere,
yüklendikleri kutsal görevi lâyıkıyla kendi ümmetlerine tebliğ ettiklerine
şahitlik edeceği haber veriliyor. Böylece peygamberliğin Hz. Muhammed (A.S.)
ile noktalandığına ve Kur'ân-ı Kerîm'in son kitap olarak bütün peygamberlerin
tebliğ ve irşatta bulunduklarına dair verdiği haberin kesin delil sayılacağına
işaret ediliyor. [159]
89— O gün
her ümmete kendilerinden bir şahit göndeririz ve seni de (Ey Muhammed!) bunlar
üzerine şahit olarak getiririz. Sana her şeyi açıklayıp ortaya koyan, doğru
yolu gösteren, rahmeti yansıtan ve Müslümanlara müjde olan bu kitabı indirdik.
İbn Mes'ud (R.A.)
anlatıyor:
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin huzurunda Nisa sûresinin baş kısmın-dakı ayetleri okudum ve «Her
ümmetten bir şahit getireceğimiz, seni de onlar üzerine şahit getireceğimiz
zaman halleri nice olur?»[160]
mealindeki ayete geldiğimde, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz: «Yeter Ya Abdellah!»
buyurdu. Bir de baktım ki, gözleri yaşla dolmuştu.» [161]
«O gün her ümmete kendilerinden bir şahit
göndeririz.,»
84 ayrtte kıyamet
gününde her ümmetten bir şahit gönderileceği bir uyarı anlamında bildirildi.
Amaç, ümmet ve milletlerin kendi kaderlerine terkedilmediğini, her birine
mutlaka yine kendilerinden sevilip doğru yolu gösteren ve her hâl-ü kârda
Hakk'a çağıran bir uyarıcı ve müjdecinin görevlendirildiğini hatırlatmak,
böylece kıyamet gününde yüzleşme safhasının başlatılacağına dikkatleri
çekmektir.
Aynı hususa 89, âyetle
daha geniş biçimde yer veriliyor. İlâhî rahmetin insanlardan yana aralıksız
yansıdığı belirtilerek Allah'ın dâvetine icabetin lüzumuna işaret ediliyor.
Cenâb-ı Hakk'ın
rahmetinden başka hiçbir tutamağın, kurtarıcının ve derde deva olacak çarenin
bulunmadığı bir gün gelmeden önce, o rahmete lâyık olma düzeyine gelmek
şarttır. Bu düzeyi, uyarıcı ve müjdeci olan peygamber düzenleyip belirler.
Son peygamber Hz.
Muhammed (A.S.) Efendimiz de, bütün peygamberlerin görevlerini kusursuz yerine
getirdiklerine dair şahit olarak getirilecek. Çünkü en doğru haberi Kur'ân
vermekte ve her ümmete mutlaka uyarıcı peygamberin gönderildiğini, gönderilen
her peygamberi yalanlayanların çoğunlukta bulunduğunu açıklamaktadır. Böylece
Hz. Muham-med'in (A.S.) Kur'ân'dan aldığı bu doğru habere ve Mi'rao gecesi,
ümmete lere gönderilen peygamberlerle yaptığı mülakata dayanarak şahitlik yapacak..
Bu da Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'in hem son peygamber olduğuna, hem de bütün ümmet ve
milletlere gönderildiğine delâlet eden açık belgelerden ve onun büyüklüğünü
yansıtan beyânlardan biridir. [162]
İlâhî plâna göre,
dünya iman ve amel dönemidir. İnsanlar kendileri için belirlenen ömür süresi
içinde ikinci hayata yeterince hazırlanmakla emrolunmuşlardır. Bunun için de
kendilerine birçok imkânlar ve fırsatlar verilmiştir. Ancak insanoğlu
hılkatındaki özelliği gereği, hem iyiliğe, hem de kötülüğe eğilimlidir. Nefis
ile İblis onu kötülüğe; ruh ile melek onu iyiliğe yöneltmeğe çalışırlar. Artık
bu durumda kim aklını imânıyla birleştirip meleğin ilhamına kulak verir.
Peygamberin (A.S.) teblîğ ve irşadına kalbini açarsa, doğru yolu bulur ve
selâmetle hedefine doğru ilerler. Bunun aksine, İblîsin fısıltı ve
dürtüşlerinin tesir alanında kalıp hayat dizginini nefsinin eline veren kimse
ise, doğru yoldan sapar ve yaratıldığı amaca yönelme fırsatını kaçırmış olur.
Dönüş yaparsa, Allah mutlak anlamda bağışlayan ve merhamet edendir. Dönüş
yapmadığı halde ölürse, artık âhi-rete intikal etmiştir; öylece iman, amel,
pişmanlık ve tevbe dönemi kapanır, hesap ve ceza dönemi başlamış olur.
Onun için Cenâb-ı Hak,
yaşamakta olan insanları bu konuda uyarıyor; ölüm gelip çatmadan hesaba
hazırlanmalarını istiyor. [163]
Yukarıdaki âyetle,
ilâhî rahmetin açık bir belirtisi olarak, insanlara, ümmet ve milletlere doğru
yolu gösteren peygamberler gönderildiği konu edilerek, dünyada onların
çağrısına kulak vermeyenlerin âhirette hiçbir özür beyanına fırsat
tanınmayacağı ve şahit olarak peygamberlerin getirileceği, Hz. Muhammed'in
(A.S.) de bütün peygamberler lehine şahitlik edeceği haber verilerek, ölmeden
önce her inkarcının gerçeği anlayıp dönüş yapması hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetle,
hayatı düzen ve dengede tutabilmemiz, dünya ile âhiret arasında sağlam köprü
kurabilmemiz ve imân selâmetiyle ölmemiz için üç emir ve üç yasak açıklanıyor. [164]
90— Şüphesiz
ki Allah, adaleti, iyiliği, yakınlardan (ihtiyaç sahiplerine) vermeyi emreder.
Her türlü hayâsızlığı, (aklın, örfün ve şer'in hoş görmediği) kötülüğü ve her
çeşit (haksız) tecâvüzü men'eder. Dinleyip düşünesiniz, düşünüp anlayasıniz
diye size öğüt verir.
«Hepiniz birer
koruyucu çobansınız ve güdüp idare ettiklerinizden sorumlusunuz. Hükümdar
(lider ve önder) bir çobandır ve yönetip idare ettiğinden sorumludur. Adam
kendi ailesinin içinde koruyucu bir çobandır ve yönettiğinden sorumludur. Kadın
da kocasının evinde koruyucu bir çobandır, yönettiğinden sorumludur. Hizmetçi,
efendisinin malını (korumada) bir çobandır ve güdüp yönettiği şeyden
sorumludur. Evet, hepiniz birer koruyucu çobansınız ve yönetip güttüğünüzden
sorumlusunuz.» [165]
«Kim yargı makamına
getirilir veya halk arasında (yargıda bulunma yetkisiyle) hâkim olursa, bıçaksiz
kesilmiş olur.» (Yani en ağır ve o nisbet-te sorumluluk arzeden bir görevi
yüklenmiş sayılır). [166]
«Hâkimler üç gruba
ayrılır: Biri cennette, ikisi cehennemdedir. Cennette olan, hakkı bilip onunla
hükmedendir. Hakkı bildiği halde haksızlık yapan hâkim cehennemdedir ve bir de
bilgisi olmadığı halde insanlar arasında hükmeden (yargıda bulunan) hâkim
cehennemdedir.» [167]
«Üç kimse var ki,
duaları reddolunmaz:
1. İftar edinceye kadar oruçlunun duası,
2. Adaletle iş gören hâkimin duası,
3. Ve bir de haksızlığa uğrayan mazlumun duası..
Cenâb-i Hak onun duasını bulutların üstüne yükseltir de gök kapılarını ona açar
ve şöyle buyurur: «İzzetim hakkı için az sonra da olsa sana elbette yardım edeceğim!»
[168]
«Cennet ehli şu üç
gruptan oluşan insanlardır:
1. Adaletle iş görüp başarılı olan hükümdar.
2. Müslüman olan bütün yakınlarına karşı
merhametli ve kalbi yufka olan adam.
3. Çoluk-çoouk sahibi olup iffetli davranan ve
kimseye yüz suyu dökmeyen kimse.» [169]
«Âdil bir hükümdarın
adaletle geçirdiği bir gün, altmış yıllık (nafile) ibâdetten daha üstündür.
Yeryüzünde hakka dayalı bir hükmün yerine getirilmesi, kırk sabah yağacak
yağmurdan daha yararlıdır.» [170]
«Kıyamet günü Atlah
yanında makamı en üstün olan, şefkatli, merhametli olan âdil hükümdardır ve
kıyamet gününde Allah yanında makamı en kötü olan, bilgisiz, kaba ve hırçın
olup haksız yere hüküm veren hükümdardır.» [171]
«Zulmetmediği sürece
Allah hâkimle beraberdir. Zulmetmeğe başlayınca Allah onu şeytanla başbaşa
bırakır.»[172]
«Allah'a ve âhiret
gününe imân eden Jgmse, akrabasıyla iyi ilgi kursun ve Allah'a, âhiret gününe
imân eden kimse ya hayır söylesin, ya da susup konuşmasın.» [173]
Melek Cebrail'in:
«İhsan nedir?» sorusuna Peygamberimiz (A.S.) Efendimiz şu cevabı vermiştir:
«İhsan, Allah'ı görür gibi ibâdet etmendir. Eğer sen O'nu göremiyorsan, mutlaka
O seni görüyor.» [174]
«Şüphesiz ki Allah adaleti,
iyiliği, yakınlardan (ihtiyaç sahiplerine) vermeği emreder..»
İmân esaslarından
sonra fert, aile ve toplumu fazilet temeli üzerinde yükselten altı prensip, bir
bakıma İslâm'ın getirdiği hayat düzeninin kaidesini oluşturur. Prensiplerin
üçü emir, üçü de neni (yasak)dır. Böylece Ce-nâb-ı Hak, günlük hayatımızı kendi
rızası doğrultusunda değerlendirip amacına yönelik kılmamızın en kısa ve sağlam
yolunu gösteriyor. Biz önce sözü edilen prensipleri sıralıyalım, sonra da
onları, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in sünnetine uygun açıklayalım :
1— Allah
adaletle emreder.
Şüphesiz adalet mülkün
temeli, toplum hayatının güven ve huzuru, fert ve ailenin en sağlam
dayanağıdır.
2— Allah ihsan ile emreder.
İhsan : Resûlüllah'ın
(A.S.) tabiriyle, Allah görür gibi ibâdet etmek; kötülük yapana iyilikle
karşılık vermek, iyilik yapana daha çok iyilikte bulunmaktır.
3— Akrabayla
iyi ilgi kurup
muhtaç durumda olanlarına
yardımda bulunmayı da emreder.
Zira hısımlarımız,
huzur kaynağımız, teselli dayanaklarımızda. Onları memnun etmek, şüphesiz
rahmet kapılarını açar; onlardan ilgimizi kesmemiz rahmetin bizden kesilmesine
sebep olur. O bakımdan hısımlara iyilik hem ilâhî rahmeti arttırır, hem rızka
bereket verir, hem ,de ömrün uzun olmasına vesile kılınır.
4— Allah her türlü hayasızlığı men'eder.
Zina, zinaya yol açan,
sebep olan bütün söz ve davranışlar; terbiye dışı yaşantılar bu cümledendir.
Toplumu kemiren, ülkeyi temelinden sarsan iki büyük felâket vardır; İoraat ve
yargıda adaletsizlik; fazilet duygusunu öldüren, edep ve terbiyeyi dumura
uğratan hayasızlık..
Bu iki felâket bir
ülkede yaygınlaşıp önü alınmaz bir sel halini alınca, o ülkenin başaşağı gelip
yıkılmasına ramak kaldığını söylemek bir kehanet olmaz.
5— Dinin, aklın ve sağlam örfün hoş
karşılamadığı her türlü fenalığı, uygunsuz davranışları men'eder.
O halde iyi
karakterli, selîm ruhlu, sağlam imanlı bir nesil yetiştirmek isteyen bir
millet, eğitiminin harcına dinî ahlâk mayasını, doğruyu gören aklın ışığını,
yönlendirici özellikte olan örf ve adetlerin solmayan rengini katmak
zorundadır.
6— Haklara tecavüzü, haddi aşmayı da men'eder.
Zulüm ve haksızlık,
adaletin karşıtıdır. O bakımdan her işi ehil ve lâyık olana vermek ve her şeyi
gerektiği yere koymak adalettir. Bunun aksine bir uygulama zulümdür.Onun için
İbn Mes'ud (R.A.) şöyle demiştir:
«Allah'ın kitabında en
büyük âyet, Âyetü'l-Kürsî'dir. Allah'ın kitabında hayır ve şerri en çok
toplayıp özetleyen, Nahl sûresinin 90. âyetidir. Allah'ın kitabında tedbirden
sonra işleri Allah'a bırakıp O'na güvenerek dayanmayı en çok yansıtan ise :
«Allah kendisinden korkup kötülüklerden sakınan kimseye kurtuluş yolu sağlar ve
ona beklemediği yerden rızık verir.» mealindeki Talâk sûresinin üçüncü
âyetidir. Yine Allah'ın kitabında en çok ümit veren, «Ey Muhammedi De ki: Ey
kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu
kesmeyin.» mealindeki Zümer sûresinin 53. âyetidir.» [175]
İkrime'den yapılan
rivayete göre :
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz bir gün konumuzla ilgili âyeti, Mekke ileri gelenlerinden ve İslâm'ın
baş düşmanlarından Velîd b. Muğîre'ye okudu. Âyetleri dikkatle dinleyen Veiîd,
«Ey kardeşimin oğlu! Onu bir daha okur musun?» dedi. Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz tekrar okudu. Bunun üzerine Velîd o kadar etkilendi ki, şu sözler
gayr-i ihtiyari ağzından çıkıverdi; «Vallahi bunun bir başka tatlılığı vardır.
Doğrusu bunun üzerinde çekici bir güzellik mevcuttur. Üst kısmı meyvalıdır,
alt kısmı çok bereketlidir. Bu, beşer sözü değildir.» [176]
— İbn Abbas (R.A.) diyor ki: Adalet, «Lâ ilahe
il!al!ah»tır. İhsan: Farzları yerine getirmektir.
— Hasan el-Basrî diyor ki : Adalet, Allah'a
eş-ortak koşmamak, denk ve benzer isnat etmemektir. İhsan, Allah'ı görür gibi
ibâdet etmek, kendin için hoş görüp iyi karşıladığın şeyleri, insanlar için de
hoş görüp karşıla-mandır, Eğer o insan mü'minse, imanının artmasını istemiş
olursun; kâfir ise, İslâm'a ısındırıp kardeşliğin mânasını öğretme imkânını
bulursun.
Diğer müfessirlerin
yorum ve tesbitleri:
— Adi:
Allah'ın varlığına, birliğine
inanmaktır, İhsan: Gösterişten uzak, sırf Allah rızası için
yapılan ibâdettir.
— Adl'ın kök mânası; İnsan yararına olan,
hakları zedelemiyen, denge ve düzenin ayakta durmasına yardımcı olan
hususlarda eşitliktir. İhsan: İyiliğe fazlasıyla karşılık vermek; kötülüğe
iyilikle karşılık verip -insan hak ve hürriyetlerini zedelemiyorsa- kötülüğü
affetmektir.
Adi: İnsaflı olmaktır.
Allah'ın verdiği nîmetleri kalpten dile getirip Şükrünü edâ etmektir. İhsan :
Sana kötülük edene de iyilik etmendir.
Adalet, davranışlarda;
ihsan, sözlerde gerçekleşir. Ancak iyi, yararlı ve uygun oianı yapmak ve ancak
yararlı ve hayırlı olanı söylemek, adalet ve ihsandır.
Ünlü kabile
reislerinden Eksem b. Sayfî, Peygamber (A.S.) Efendimizi görmek istediğinde,
kabile halkı onun bu arzusunu gerçekleştirmesine engel oldular ve : «Sen bizim
büyüğümüzsün. Muhammed'e (A.S.) gidecek olursan, hafif düşersin!» dediler.
Bunun üzerine Eksem, Hz. Peygamberi gelip ziyaret etmekten vazgeçti ve iki
adamını seçip Peygamber (A.S.) Efendimize gönderdi. Onlar da elçi olarak.
Peygamber (A.S.) Efendimize dediler ki :
— Ey Muhammedi biz Eksem'in elçileriyiz. Kabile
reisimiz senin kim ve ne olduğunu soruyor.
Resûlüllah (A.S.)
onlara :
— Ben kimim? Abdullah'ın oğlu Muhammed'im. Ben
neyim? Allah'ın kulu ve resulüyüm..
Diye cevap verdikten
sonra şunu ilâve etti: «Şüphesiz ki Allah adaleti, iyiliği ve akrabaya (ilgi
gösterip) vermeyi emrediyor.....»
Bu âyetler elçilerin
çok hoşuna gitti ve Hz. Peygamber'e (A.S,) «Bir daha tekrar eder misiniz?» diye
ricada bulundular. Resûlüllah (A.S.) da tekrar aynı âyeti okudu. Onlar bu âyeti
ezberleyip Eksem'e döndüler ve şöyle konuştular: «Ey reisimiz! Muhammed'e
(A.S.) kim olduğunu sorduk, kavminin en soylu ve en şerefli ailesinden olduğunu
öğrendik ve O bize şöyle şöyle dedikten sonra şu âyeti okudu : «Şüphesiz ki
Aflah adaleti, iyiliği, yakınlardan (ihtiyaç sahiplerine) vermeyi emreder. Her
türlü hayasızlığı, (aklın, örfün ye şer'in hoş görmediği) kötülüğü ve her
çeşit (haksız) tecavüzü men'eder...»
Kabile reisi Eksem,
onları dinledikten sonra şöyle dedi:
«Görüyorum ki,
Muhammed güzel ahlâkı emrediyor, kötü ahlâktan ise men'ediyor. Artık siz ey
kabilem halkı, bu konuda baş olun, kuyruk olmayın!» Yani herkesten önce gidip
ona uyun, gerilerde kalmayın..» [177]
Abdullah b. Abbas
(R.A.) anlatıyor:
«Bir gün Resûlüllah
(A.S.) Efendimizle birlikte hane-i saadetin ön avlusunda oturuyorduk; derken
daha yeni İslâm'a girmiş veya girmek isteyen Osman b. Mez'un (R.A,) önümüzden
geçti. Resûlüllah (A.S.) ona:
— Ya Osman! Biraz oturmaz mısın? dedi. O da:
— Oturayım, dedi ve gelip oturdu.
Sohbet ederlerken bir
ara Resûlüllah (A.S.) Efendimiz gözünü göğe dikti ve bir süre o vaziyette
kaldı. Sonra normal duruma geçti. Bunun üzerine Osman b. Mez'un (R.A.) ile
Peygamber (A.S.) arasında şu konuşma geçti:
— Ya Muhammed (A.S.)! Seninle çok oturduğum
zamanlar oldu, ama hiç bir defa böyle yapmadınız?
— Ne yaptığımı gördün mü?
— Gözlerinizi göğe dikip bir süre o vaziyette
kaldığınızı gördüm. Sanki bir şeyler anlamaya çalışıyordunuz..
— Ya demek bunun farkına vardın mı?
— Evet...
— Sen yanımda otururken Allah'ın elçisi (melek)
bana geldi ve şu âyeti getirdi: «Şüphesiz ki Allah adaleti, iyiliği,
yakınlardan (ihtiyaç sahiplerine) vermeyi emreder......»
Osman b. Mez'un (R.A.)
diyor ki: «İşte bu âyeti Peygamber (A.S.) Efendimiz'den işittiğim ctn, imân
iyice kalbime yerleşti ve Resûlüllah'ı artık çok sevmeğe başladım.» [178]
Müşrikler Ebû Tâlib'e
dediler ki: «Senin kardeşin oğlu Muhammed, kendisine : «Şüphesiz ki Allah
adaleti, iyiliği, yakınlardan (ihtiyaç sahiplerine) vermeyi emreder. Her türlü
hayasızlığı, (aklın, örfün ve şer'in hoş görmediği) kötülüğü ve her çeşit
(haksız) tecavüzü men'eder....» mealindeki âyetin indiğini söylüyormuş, ne
dersin?» Ebû Tâlib onlara şu cevabı vermiştir: «Kardeşimin oğluna uyun. Allah'a
yemin ederim ki, o ancak en güzel ahlâkı telkîn eder..» [179]
Yukarıdaki âyetle,
dünya hayatını denge ve düzende tutabilmemiz ve âhiret hayatına iyice
hazırlanabilmerniz için üç emir, üç de yasak konu edildi. Böylece ölmeden önce
hayatımızın her safhasında ve bölümünde böyle bir fazîlet ışığını yakmamız
istenildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
altı önemli prensibin tabii ürünleri olan birtakım
haklardan söz
ediliyor. Yapılan andlaşma ve anlaşmalara bağlı kalmamız emredilerek ahde
vefanın İslâmî şiardan olduğuna işaret ediliyor. Sonra konunun önemini
hafızalarda iz bırakacak şekilde unutmamamız için nefis bir misal veriliyor.
Arkasından insanoğlu kendisine düşeni yerine getirdiği takdirde ilâhî
hidâyetin kapısının açılacağı, getirmediği takdirde sapıklık içinde kalacağı
belirtiliyor. Sonra da yeminin önemine değiniliyor ve yapılan meşru anlaşmalara
mutlaka bağlı kalınması emredilerek mü'min-lere en doğru olan bilgiler
veriliyor. [180]
91— Andlaşma-sözleşme yaptığınızda Allah'a karşı
sözünüzü yerine getirin. Sağlama bağladıktan sonra yeminlerinizi bozmayın;
(nasıl bozarsınız ki) Allah'ı kendinize kefîl kılmışsınızdır. Şüphesiz ki
Allah yaptıklarınızı bilir.
92— İpliğini iyice büküp sağlam I aştırdıktan
sonra onu bozan kadın gibi olmayın. Bir ümmet diğer bir ümmetten daha çoktur,
diye aranızdaki yeminleri bozup (dolaylı, hileli hareket etmeyin). Allah
bununla sizi ancak denemektedir ve Kıyamet günü de mutlaka ihtilâfa düştüğünüz
şeyi size bir bîr açıklayacaktır.
93— Allah dileseydi sizi bir tek ümmet kılardı.
Ama O, dilediği kimseyi saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Ve elbette
yaptıklarınızdan sorutacaksınız.
94— Yeminlerinizi aranızda dolaylı-hileli yoldan
bozmayın. Sonra sağlamca basmakta olan ayak kayabilir de Allah yolundan
alıkoymanız sebebiyle azabı tadarsınız ve sizin için (o takdirde âhirette)
büyük bir azap vardır.
95— Allah adına verdiğiniz sözü, yaptığınız
andlaşmayı az bir pahaya değiştirmeyin. Eğer bilirseniz, Allah yanında olan
sizin için daha hayırlıdır.
96— Sizin yanınızdaki şeyler tükenir. Allah
yanındaki ise sonsuzdur (sınırsızdır) tükenmez. Biz elbette sabredenleri,
yapageldikleri şeyden daha güzeliyle mükâfatlandıracağız.
Peygamber (A.S.) Efendimize, Allah adına bey'at edenler
hakkında inmiştir.
Diğer bir rivayete
göre : Cahiliye devrinde yapılan yeminlere bile bağlı kalınmasının gereği
bildirilerek yukarıdaki âyetler indirilmiştir. [181]
«İslâm'da birbirine
yardım etmek üzere andlaşma yoktur. Cahiliye devrinde yapılan bu tür
andlaşmalara İslâmiyet ancak güç katar.» [182]
Çünkü İslâm,
yardımlaşmayı ilâhî bir emir olarak ortaya koymuştur. Ayrıca bu hususta
andlaşmaya gerek kalmamıştır. «Zâlim olsun, mazlum olsun (din) kardeşine yardım
et!» [183] mealindeki hadîs bu
cümledendir.
«Şüphesiz ki ahdini
(verdiği sözü, yaptığı andlaşma ve anlaşmayı) bozan kimse için kıyamet gününde
bir bayrak dikilir ki, bu falan oğlu filânın ahdini bozmasıdır, denilir.» [184]
«Andlaşma, sözleşme yaptığınızda
Allah'a karşı sözünüzü yerine getirin. Sağlama bağladıktan sonra yeminlerinizi
bozmayın.,»
Andlaşma ve anlaşmaları
ilim adamlarımız dört grupta toplamışlardır:
1— İnsanın Allah'a verdiği sözdür. Bu, Kelime-i
Şehadeti getirip imân ve islâmın şartlarına bağlı kalacağına dair verdiği
sözdür ki, Allah adıyla pekiştirilmiştir. Aynı zamanda İslâm'ı bir bütün olarak
benimseyip bütün esaslarına sadık kalacağını da zımnen kabul etmiş ve ruhlar
âleminde ruhunun «elestü» hitabına verdiği cevabı tekidde bulunmuştur.
Hilâfına hareket hem büyük günahtır, hem de elim bir azabı gerektirir.
2— Hz. Muhammed'i (A.S.) Allah adına peygamber kabul edip ona
uyacağımıza dair yine iki şehadet kelimesiyle verdiğimiz söz ve yaptığımız
zımnî ahittir. O halde verdiği bu sözünün ve zımnî ahdinin hilâfına hareket
eden kimse, ahde vefasızlığın kötü örneğini ortaya koymuş olacağından hem büyük
günah işlemiş olur, hem de dönüş yapmadığı takdirde âhi-rette cezalandırılır.
3— İnsanların kendi aralarında Allah adına
yaptıkları andlaşma ve sözleşmelerdir. Ortada şer'î bir sakınca olmadığı
takdirde, müslüman andlaşma ve sözleşmeyi bozmaz. Karşı taraf bozmadıkça
müslüman ona hep sadık kalır.
Ne yazık ki, Kur'ân
kültürü almayan birçok kimseler, başkalarını aldatmayı gözacıklık saymakta ve
yaptığı sözleşmeleri dolaylı yoldan bozup kendi çıkarından yana neticeler elde
etmeyi bir beceri ve zekâ işi olarak görmektedir. Toplumun birçok kademe ve
kesimlerinde buna benzer hazin manzaralara hemen her gün rastlamak mümkün.
4— Günümüzde noterde yapılan sözleşmelerdir.
Bunlarda her ne kadar Allah adına verilen bir söz yoksa da, müsiümanın her
sözleşmede inancı gereği Allah adına söz verdiği manası ortaya çıkar. O
bakımdan bu tür sözleşmeleri de karşı taraf bozmadıkça müslüman kesinlikle
bozmaz. Çünkü bu da diğerleri gibi, onu büyük günahlara düşürür ve toplum
yapısında kötü örnekler doğurur. En azından İslâm kardeşliğini zedeler ve
müslü-manlar arasında güvensizliğe neden olur.
Görüldüğü gibi,
andlaşma ve sözleşmelerin bu dört bölümü birbirini tamamlamakta ve
pekiştirmektedir. Özel mukavele ve sözleşmeler de bu dördüncü gruba girer. O
bakımdan Allah'a dosdoğru imân edenlerin andlaşma ve sözleşme konularında çok
dikkatli olmaları üzerinde durulmuş ve ilgili âyetle mü'minler uyarılmıştır.
"" Nitekim
Resûlüllah (A.S.) Efendimize henüz risalet görevi verilmeden önceki yıllarda,
Kureyş kabilesinin ileri gelenleri, Abdullah b. Cüd'ân'ın evinde toplanarak
şöyle bir andlaşma yapmışlardı: Mekke'de gerek yerli, gerek yabancılardan kim
zulme uğrarsa, onun hakkını alıncaya kadar onunla birlikte olacaklarını
veböylece haksızlığı önleyeceklerini yeminle pekiştirip neticeye
bağlamışlardı. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz de bu andlaşma toplantısında hazır
bulunduğunu belirterek şöyle buyurmuştur: «And olsun ki, Abdullah b. Cüd'ân'ın
evinde bir andlaşmaya şahit oldum ki, o bana kızıl tüylü develerden daha
sevimli geldi. Bugün İslâm'da bile böyle bir andlaşmaya davet edilsem, herhalde
icabet ederim!»
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz bu sözleriyle, zulme karşı çıkıp mazlumu koruma babında atılan her
adımın, konuşulan her sözün ve yapılan her andlaşmanın Allah yanındaki önemine
işaret ediyor. Yoksa İslâmiyet bütün esas ve prensipleriyle insan haklarını
koruyup teminat altına almış ve ter yerde mazlumdan yana olmayı emretmiştir.
Emr-i bi'l-ma'ruf, nehy-İâni'l-münkerin anlamı budur.
Arap tarihinde
yukarıda sözünü ettiğimiz andlaşmaya «Hilfü'i-fuzûİ (veya fudû!)» denilmiştir.
Çünkü andlaşmaya katılanlar arasında birkaç tane Fazıl adında kimseler
bulunuyordu. Türkçesi «Fazıllar andlaşması» demektir [185][186]
İpliğini ivice büküp laştırdıktan
sonra onu bozan kadın gibi olmayın.»
İpliğini eğirip
bükerek sağlamlaştırdıktan sonra onu çözüp bozan kadına ancak acınır. Yaptığı
andlaşma ve sözleşmeyi ciddi ve haklı bir sebep yokken bozan kimsenin de
durumu, böylesine bönce hareket eden o kadına benzer. Şayet kadın bu işi bir
ücret karşılığında veya önemli bir ihtiyacı karşılama babında yapıyorsa, her
iki durumda da kendisine güvenilmez ve artık böyle bir iş öylesine pek
verilmek istenmez. Çünkü güvenini bozmuş, karşısındakini lüzumsuz yere
oyalayıp bekletmiştir.
Yapılan andlaşmaya,
kişi zayıf durumda iken bağlı kalır, güçlenince onu bozarsa, bu hal ülkeler
arasında cereyan ediyorsa, andlaşmayı bozan ülkenin itibarını sarsar ve önemli
konularda yalnızlığa itilmeğe mahkûm olabilir. Toplum bünyesindeki politik
düzeyde ise, partiler arasında gerginliği ve sürtüşmeyi arttırır. Kabileler
arasında ise, düşmanlığa sebep olur. Aileler arasında ise, mahallede kin ve
nefret havasını doğurur.
Cahiliye devrinde
kavim ve kabilelerin çoğu ahde vefa etmez, yaptıkları andlaşma ve sözleşmeleri
-menfaatları söz konusu olunca- fütursuzca bozarlardı. Medine çevresindeki
Benî Kurayza ve Benî Nadîr yahudileri de Hz. Muhammed'le (A.S.) yaptıkları
anlaşma ve sözleşmeleri gizlice bozup Mekke müşrikleriyle İslâm aleyhine
birtakım kararlar almışlardı. Re-sûlüllah (A.S.) Efendimiz, Medine ve
çevresinin güven ve huzurunu devamlı tehdit edip bozan bu dönek ve kaypak
kabileleri Medine'den sürmekten başka çare bulamadı ve böylece İslâm'ın ilk
şehir devletini kurduğu bu önemli merkezi parazitlerden temizledi.
Cahiliye devrinde bu
gibi dönekliklerin hiç bir sının ve ölçüsü yoktu. O bakımdan Yarımada'da ne
huzur, ne de sükûn kalmıştı. Güvensizlik insanların ruhuna işlemiş, mal ve can
emniyeti bütünüyle yok olmuştu.
Kur'ân-ı Kerîm bütün o
kötü âdetleri, ahlâk dışı davranışları kökünden temizleyip attı, yerine
milletleri aydınlatıp gerçek medeniyete kavuşturacak hükümleri koydu. Böylece
çeyrek asır geçmeden o vahşi ve kan dökücü olan Araplar dünyanın en medeni
insanları olarak sahneye çıktılar; diğer kavim ve milletlere ilim ve
medeniyetin ışığını tutup karanlık bölgeleri aydınlattılar.
Özellikle dört halîfe
döneminde müslümanlar ilim, ahlâk ve medeniyeti baş tacı edinerek diğer
milletlerin kendilerine gıptayla bakmalarını sağladılar. Birçok kaleleri,
aşılmaz sanılan yerleri silâh ile değil, yüksek ahlâk, ilim, edep, terbiye,
nezaket, hakseverlik, ahde vefa ile fethettiler. [187]
«Allah dileseydi sizi
bir tek ümmet kılardı..»
Bu anlamdaki âyetler
Kur'ân'ın birkaç yerinde geçer. Hem yer aldığı konuya göre değişik bir hüküm
ifade etmesi, hem kafalarda beliren sorulan cevaplaması, hem de hafızalarda
derin iz bırakması bakımından tekrarlanmasına gerek görülmüştür. Zira Cenâb-ı
Hak çok üstün, çok kudretli ve mutlak hikmet sahibidir.
Bütün insanlar bir tek
ümmet kılınsaydı ne olurdu? Cenab-ı Hak böyle yapmayı neden dilemedi? Bunun
"cevabını Kur'ân üç kapalı ve anlamlı şekilde belirtir. Onların ışığında
konunun hikmetini şöyle sıralayabiliriz :
a) Dinî araştırmalar olmaz, ilmî çalışmalara
birçok konularda gerek duyulmazdı.
b) Böylece ilim, teknik ve medeniyet gelişme
imkân ve ortamı bulamazdı.
c) İnsanda mücadele ruhu, imân aksiyonu dumura
uğrar, atalet devam ederdi.
d) Dünyaya gelişimiz bir bakıma anlamsız ve
hikmetsiz kalır; kimin ne olduğu, içinde taşıdığı madenin, ruhundaki cevherin
kaç kırat olduğu kapalı kalıp bilinmezdi.
e) Nimetlerin çoğu külfetsiz olur; cehennem,
hesap, terazi, sırat ve benzeri yönlendirici esaslar bir bakıma gereksiz
kalırdı.
İlgili âyetin son kısmında
Cenâb-ı Hak bu sıraladıklarımızı bir cümlede özetleyerek şöyle bilgi veriyor:
«Ama O, dilediği kimseyi saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Ve elbette
yaptıklarınızdan sorulacaksınız.»
Bu ve benzen sebepler
ve ezelde insan hayatından yana hazırlanan plân nedeniyle, insanların bir tek
ümmet haline getirilmesinin hikmete ters düştüğü ortaya çıkıyor. O bakımdan
ilâhî irâde o yönde tecelli etmemiştir. Çünkü ezelî plâna göre, Cenâb-ı Hak,
insanları hem hayvanî, hem de me-lekî sıfatlarla donatıp onu zıtîarın sürtüşüp
çarpıştığı bir âleme getirir ve böylece ardı-arkası gelmeyen çetin bir müoadele
ve mücahede ortamına sokar.
O sebeple Cenâb-ı Hak,
kendisiyle insanlar arasına bir sınır koymuştur. Doğru yola iletmeği birtakım
şartlara bağlamıştır. Öyle ki, insanlar mevcut imkân ve yeteneklerini kullanıp
konulan çizgiye, diğer, bir deyimle sınıra yaklaşmadıkça ilâhî hidâyet tecelli
etmez. Ancak bunun birtakım istisnaları olabilir ki biz ona «Allah'ın özel
tecellisi» diyebiliriz.
Böylece Cenâb-ı Hak,
her insanı bu sınıra çağırırken ona yardımcı, aynı zamanda yol gösterici
imkânlar da verdi. Sonra da birtakım uyarıcı, yönlendirici sınavlarla karşı
karşıya getirdi.
Bu ortamdan
yararlanmak için aklını, idrâkini kullanarak kendini çizilen sınıra getirenlere,
Cenâb-ı Hak dilediği takdirde hidâyet kapısını acar, yani onu doğru yola
iletir. Bunun aksine kendini inkâr, tuğyan ve ahlâksızlık karanlığına itip
ilâhî çağrıya kalp ve kafasını kapalı tutanları, belirtilen sınıra gelmedikleri
için sapıklıklarıyla başbaşa bırakır.
Görüldüğü gibi, Allah
hiçbir sınır ve şart koymadan dilediğini saptırmaz, dilediğini de doğru yola
eriştirmez. O bakımdan ilgili âyeti okurken, konuyla alâkalı diğer bütün âyet
ve hadîsleri bilmeğe ve hepsini de biraraya getirip öylece hüküm çıkarmaya
ihtiyaç vardır. Aksi halde çok yanlış mana ve hükümler ortaya çıkar ve Allah'ın
neleri irâde ettiği anlaşılmaz olur.
O bakımdan konumuzu
oluşturan âyette : «Ama O, dilediği kimseyi saptırır, dilediğini de doğru yola
iletir..» buyurularak iyice düşünüp gerçeği anlamamız istenmektedir.
Mana ve hüküm bu
olunca, her kişi izlediği hayat yolunda işlediklerinden sorumlu tutuluyor.
Ergenlik cağından kabre kadar bu sorumluluk nedenleri sürüp gidiyor. Cennet ile
Cehennem'in de böylece anlam ve hikmeti ortaya çıkmış oluyor.
Kur'ân'da bu önemli
konu da özetlenerek deniliyor ki : «Ve elbette yaptıklarınızdan
sorulacaksınız.» [188]
«Yeminlerinizi
aranızda dolaylı, hileli yoldan bozmayın. Sonra sağlamca basamakta olan ayak
kayabilir ve Allah yolundan alıkoymanız sebebiyle azabı tadarsınız..»
Küfürden imâna,
putperestlikten tek Allah inancına, mihnetten selâmete, ezilmekten saygınlığa,
kücümsenmekten şeref ve itibara, basit kabile hayatından huzurlu, güvenli,
itibarlı devlet hayatına yükselen Ashab-ı Kirâm'a Kur'ân sesleniyor:
«Yeminlerinizi aranızda dolaylı, hileli yoldan bozmayın. Sonra sağlamca
basamakta olan ayak kayabilir..» Aynı zamanda bu sesleniş ve uyarı, ikinci
kademede bütün mü'minleredir. İslâmiyette gelişip ayakları imân temeli üzerinde
sağlam bir basamağa basanların, Allah'a verdikleri söze bağlı kalmaları, İslâm
ve imân nimetini bütün nimetlerin üstünde tutmaları gerekir. Aksine bir tutum,
ayakların kayıp imân basamağından küfür bataklığına düşmeyi sonuçlandırabilir.
İslâm'ın ruhları
serinletip geliştiren atmosferinde doğup ezan sesleriyle büyüyen bir kimsenin,
Allah'ın davet ettiği imkân ve irâde sınırına yaklaşmaması çok hazindir.
Aldığı bozuk ve gayr-i İslâmî bir eğitimle dinî ahlâktan kopmakla kalmayıp
başkalarını da Ailah yolundan alıkoymaya çalışan inkarcı maddecilere karşı çok
dikkatli olmak gerekir. Çünkü onların yapacağı tahribatı düşman bir millet
yapamaz.
O nedenle Kur'ân bu
sakıncalı yoldan yürüyüp, doğru yofda yürüyenlere engel olmak isteyen
kişilere, ileride elim bir azabı tadacaklarını, büyük bir cezanın
hazırlandığını haber vererek, ilâhî rahmet ve gufran gereği öylelerini
uyarıyor. [189]
Kur'ân toplum
yapısında yer alan fertleri güven, huzur, ahde vefa ve doğruluk düzeyinde
biraraya getirip kaynaştırmak, barıştırıp birleştirmek için andlaşma ve yemin
konusuna tekrar dönüyor. Allah'ın bu husustaki mesajını şu meal ve açıklamayla
insanlara duyuruyor: Sizi bir tek ümmet yapmadık ama bağlı bulunduğunuz
topluma, örnek davranışlarla renk ve mâna katmanızı, haklara, hürriyetlere
saygılı olmanızı; diğer toplum ve milletlerle olan andlaşma ve sözleşmelerde
hileli yollara başvurmamanızı, İslâm'ın getirdiği güven havasını kirletmemenizi
emrediyoruz. Çünkü dünya milletleri de ancak belirtilen hususlara saygılı
oldukları sürece rahat
yaşama şansına
erişebiliyorlar; aynı zamanda itibarlı, şerefli bir millet olma hüviyetlerini
koruyabiliyorlar. Oysa İslâm milleti onlarla mukayese edi-lemiyecek bir düzeyde
bulunuyor. Öyle ki, hep güven ve huzur telkin* eden, sözünde duran, ahde
vefasızlık damgasından uzak kalan bir toplum modeli arandığında, mutlaka
karşılarına müslüman cemaati çıkmalıdır.
İnandığımız, samimiyet
ve yeteneğine güvendiğimiz lidere de verdiğimiz sözden -zorunlu bir sebep
ortaya çıkmadıkça veya meşru bir mazeret söz konusu olmadıkça- dönmemeliyiz.
Zira Kur'ân'ın aynı konuya az farklı bir anlatımla yeniden dönmesi, gereksiz
bir tekrar değil, birincide mutlak anlamda andlaşma ve sözleşmelere bağlı kalınmayı
emrederken, ikincide aynı konuyu hususlandırıp daha çok Peygamber'e (A.S.)
bey'at edenlerin ayaklarını sağlam bir zemine basıp hayat dengesini
kurabildiklerine temasla bey'at şartlarına bağlı kalmaları tavsiye ediliyor.
Aksine bir anlayış ve tutumun onları yükseldikleri o şerefli, itibarlı ve
güvenli makamdan alaşağı edeceği ve zilletten zillete uğratacağı belirtilerek
ilâhî uyarı hatırlatılıyor.
Böylece Cenâb-ı Hak,
Allah'a ve Peygamberine verilen sözde sebat etmeleri için önce Ashab-ı Kiram'a,
sonra da bütün mü'minlere genel anlamda emretmektedir. Bilindiği gibi buradaki
emir, vücubu gerektirir. [190]
İnsanlardan yana
hazırlanan ilâhî nîmetler sayılmayacak kadar çok-sa da, onları genel anlamda
dört grupta toplamışlardır:
1— Tükenen nîmetler,
2— Tükenmiyen nîmetler,
3— Hayra, rahmete ve ebedî saadete kapı açan
nîmetler,
Şerre, ahlâksızlığa ve
sonu gelen veya gelmiyen azaplara neden olan nîmetler..
Dünya nimetleri
tükenmeğe mahkûmdur. Ancak nimeti elinde bulunduran kimsenin taşıdığı niyet,
sarfettiği cihet, arzuladığı amaç söz konusudur. Tükenen bu nimetlerden
geriye, iyi veya kötü niyetler; faydalı ve zararlı işler ve çığırlar; günah ve
sevaba delâlet eden ameller kalır.
Âhiret nîmetleri
baştan sonuna kadar tükenmez özelliktedirler Koparılan bir meyvanın yerinde
hemen yenisi biter, kullanılan bir nimetin arkası kesilmez. Hepsi de insana
huzur, güven, mutluluk ve neşe verir.
O halde dünya
nîmetleri kazanıldığı ve harcandığı niyet ve amaç doğrultusunda ya tükenmez bir
saadete kapı açar, ya da tükenir veya tükenmez bir azaba neden olur.
Bunun için Kur'ân'da,
sayısını tesbit edemediğimiz nimetlerin sergilendiği dünya hayatında bu göz ve
gönül alıcı, fakat geçici nimetlerin, cazibesine kapılıp; tükenmiyecek ve
mutlak mutluluk ve sevinci beraberinde getirecek sonsuz nimetlere tercih
edilmemesi, yani geçici nîmetleri ilâhî hoşnutluk hilâfına harcayıp ebedî
nîmetlerin kaybolmasına sebep kılın-maması tenbîh edilerek şöyte buyuruluyor:
«Sizin yanınızdaki şeyler tükenir. Allah yanındaki ise sonsuzdur (sınırsızdır)
tükenmez..» [191]
elbette sabredenleri,
yapageldikleri şeyden daha güzeliyle mükâfatlandıracağız.»
Dünya nîmetlerinin
cazibesine kapılıp önce sabrı, sonra da imân ve irfanı elden bırakan birçok
zavallılar vardır. Onlar aracı amaç edinenlerdir ki, asıl amaçtan
uzaklaşmışlardır. Oysa dünya nîmetlerinin hemen hepsi şu iki maksada yönelik
bir hikmete göre hazırlanmıştır:
a) Hayatf meşru sınırlar içinde, meşru
ihtiyaçlarını karşılayarak devam ettirmek,
b) Hayatın anlam ve hikmetini öğrenmek suretiyle
mevcut nîmetleri Allah'ın rızası doğrultusunda iyilikten, sonsuz saadetten,
rahmet ve İnayetten yana sarfetmek..
İşte nimetleri bu iki
gayenin gerçekleşmesi için harcayabilmenin plân ve programını Allah'ın
kitabından, Peygambör (A.S.) Efendimizin sünnetinden öğrenmemiz gerekir.
Şüphesiz ki bu kültür önce sağlam bir îmân, köklü sabır ve gelişmiş irfanı
doğurur. Aynı zamanda hayatın hikmet ve felsefesini, verilen nîmetlerin
gayesini öğretir.
Böylece kişinin iç
yapısında bir sehpa misali, imân, sabır ve irfan ayakları oluşunca, hilkatin
gerçek yönü tezahür eder. Bu durumda artık insan malın bekçisi, onun kölesi ve
kurbanı değil, mal insanın bekçisi, hizmetçisi ve amaca erişmesinin aracı
olur.
O nedenle Cenâb-ı Hak
ilgili âyetle, «Biz elbette sabredenleri yapa-aeldikleri şeyden daha güzeliyle
mükâfatlandırırız.» buyuruyor.
Denilebilir ki, Kur'ân
burada sadece «sabır» kavramına dikkatleri çekmiştir. İmân ve irfandan ise,
söz etmemiştir. Yukarıda yapılan yorum isabetli midir? Hemen cevap verelim ki,
Kur'ân «sabredenler» tabirini kullanırken imânın esas, irfanın tamamlayıcı
eleman olduğuna mutlak surette işaret ediyor. Çünkü uhrevî mükâfatlar ancak
imân temeli üzerinde filizlenip gelişen amellere karşılık olarak
hazırlanmıştır. O halde imân, sabır ve irfandan kaynaklanan her amel, âhirette
çok daha güzeliyle karşılık görecek ve Allah'ın insanlardan çok daha âdil,
merhametli ve cömert olduğu bir defa daha gösterilecektir. [192]
Yukarıdaki âyetlerle,
altı önemli prensibin tabii ürünleri olan birtakım haklara saygılı olmaktan ve
bağlı kalınıp güveni ayakta tutmaktan söz edildi. İlâhî hidâyetin, ancak
kendini ona lâyık sınıra getirebilenlere nasip olacağı belirtildi. Sonra da andlaşma,
sözleşme ve yeminin önemi üzerinde durularak mü'minler aydınlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
yaratılış ve hayatın hikmetini anlayıp dünya hayatını ona göre
düzenleyenlerin, erkek ve kadın tefrîk edilmeksizin ilâhî iltifata
eriştirilecekleri ve çok hoş bir hayat yaşatılacakları haber veriliyor.
Arkasından insana bu
kültür ve irfanı veren Kur'ân'] okurken, koğul-muş, rahmetten uzaklaştırılmış
şeytandan Allah'a sığınmamız emrediliyor. Zira Kur'ân'ın her âyet ve cümlesi
büyük bir dikkat istiyor. Onları okurken kafa ve kalbimizi her çeşit şüphe ve
vesveseden arındırmamızın lüzumuna işaret edilerek, kendini bu düzeye getiren
mü'min kişiler üzerinde şeytanın bir sultası olamıyacağına dikkatler
çekiliyor. [193]
97— Erkek veya kadınlardan kim -mü'min olduğu
halde- güzel yararlı amelde bulunursa, mutlaka biz ona hoş bir hayat yaşatırız
ve mükâfatlarını da işlediklerinin daha güzeliyle karşılayıp değerlendiririz.
98— Kur'ân okuduğun zaman, koğuiup lanetlenen
şeytandan Allah'a sığın.
99— Şüphesiz ki şeytanın, imân edip Rablerine
güvenip dayananlar üzerinde sultası yoktur.
100— Onun sultası ancak, onu kendine dost ve yâr
edinenler ve bir de Allah'a ortak koşanlar üzerindedir.
«İslâm'a girip
yeterince rızka erişen ve Allah'ın kendisin© verdiğiyle kanaat eden kimse,
korktuğundan kurtulup umduğuna kavuşmuştur.» [194]
«İslâm'a (girip) doğru
yolu bulan, geçimi de yeterli olan ve mevcuda kanaat eden kimse kurtuluşa
ermiştir.»[195] «Cenâb-ı Hak, dünyada
verdiği ve karşılığında âhirette mükâfatlandıracağı bir iyilikten dolayı
mü'mine haksızlık etmez. Kâfire gelince, dünyadaki iyiliklerini tüketir de
âhirete intikal edince kendisine o iyiliklerin karşılığında verilecek hiçbir
hayır ve iyilik bulunmaz.» [196]
«Cübeyr b. Mut'im'in
babasından yaptığı rivayete göre: Resûlüllah (A.S.) Efendimiz namaza başlarken
şu sözlerle Allah'a sığınırdı: «Allahim! doğrusu ben şeytandan, onun
dürtmesinden, fısıltısından ve ağzından çıkıp vesvese veren sözünden sana
sığınırım.» [197]
«Erkek ve kadınlardan
kim -mü'min olduğu halde- güzel,,yararlı amelde bulunursa, mutlaka biz ona hoş
bir hayat yaşatırız.»
İslâm'da gerek toplum
bünyesinde yer alan fertler arasında, gerekse kadın erkek arasında mutlak
eşitlik düşünülemez. Çünkü yetenekler, beceriler, başarılar, eğilimler, zekâ
ve karakterler, verimlilikler ve hizmetler çok farklıdırlar. O kadar ki, bu
hususların hepsinde birleşip eşitlik sağlayan iki kişiye rastlamak bile mümkün
değildir.
Ancak bazı konularda,
örneğin, ilim, ahlâk, sorumluluk, ibâdet, uhre-vî ceza ve mükâfatta eşitlik söz
konusu olabilir. Nitekim konumuzu oluşturan âyet-i kerîmeyle imân, sâlih âmel
ve bunlara karşılık olarak bilhassa âhirette verilecek hoş ve tatfı bir hayat
gibi meselelerde erkek ile kadın arasında bir fark gözetilmemiş ve aynı
emirlerle muhatap tutuldukları, aynı tekliflerle yükümlü bulundukları, aynı
ibâdetleri yerine getirmelerinin iki cinse birden farz kılındığı ve dünyada
işledikleri iyi amellerine karşılık âhirette niyetlerine göre hoş ve mutlu bir
hayatla taltif edilecekleri bu cümledendir. [198]
«Erkek veya
kadınlardan kim -mü'-min olduğu halde- güzel, yararlı amelde bulunursa..»
Allah katında âhiret
sevabına ve saadetine neden olan iyi amel için imân mutlaka şarttır. Zira
ilgili âyette «mü'min olduğu halde» ifadesine yer verilmiştir. O halde biri
sağlam imâna dayalı, diğeri inkâr ve küfre dayalı iki ayrı güzel amel
düşünelim. Birincisi, dünyadaki karşılığından ziyade âhiret sevap ve mükâfatına
yöneliktir. Çünkü o amelfh sahibi halkın takdirini kazanmak için değil,
Hakk'ın rızasına erişmek için düşünüp hareket etmiştir. İkincisi ise, sadece
dünyada karşılığını görüp almak için faydalı hizmetlerde bulunmuştur. Çünkü hem
Allah'a, hem de âhirete inanmamakta ve her şeyin dünyada yapılıp karşılık
göreceğine inanmaktadır.
O halde Allah'a ve
Âhiret gününe inanmayan bir kişinin dünyada işlediği güzel ve yararlı işlerin
temelinde imân bulunmadığı ve sahibi böyle bir niyet ve uhrevî karşılık
beklemediği için, onun karşılığı olarak kimleri düşünüp, neleri umut ederek
yaptıysa, onları görür. Böylece insanların tebrik ve takdirleri, sitayiş ve
övgüyle ondan söz etmeleri, kişinin niyet ve amacına uygun bir mükâfat olur.
Bunun dışında kendi
basit mantığımızı kullanıp o kişiye âhirette Cen-net'i mükâfat olarak vermeğe
hakkımız ve yetkimiz var mıdır? Kendisinin hiçbir zaman inanmadığı, kabul
etmediği, yaptığı işle böyle bir amacı olmadığı, aksine dinden nefret ettiği,
âhireti hayal sayıp gülerek geçtiği bir şeyi'ona lâyık görmemiz, hem Allah'a
karşı küstahlık, hem de o adama karşı haksızlık olmaz mı? Kaldı ki, uhrevî
mükâfatı takdir edip vermek veya vermemek bizim elimizde değildir. Allah'ın
beşer hayatını tanzime yönelik buyruklarını incelemeden, neler buyurduğunu
dikkate almadan kalkıp O'nun adına -kendi ölçü ve sınırımızı aşarak- birtakım
hükümler koyabilir miyiz? Böyle bir davranış ve düşünce herşeyden önce ilâhî
hakka tecavüz sayılmaz mı?
İşte bunun için
Cenâb-ı Hak ilgili âyetle bize bir ölçü ve değişmeyen kıstas, aynı zamanda
ilâhî sünnetinden bir mesaj veriyor: «Erkek veya kadınlardan kim -mü'min olduğu
halde- güzel, yararlı amelde bulunursa, mutlaka biz ona hoş bir hayat
yaşatırız..» [199]
Güzel ve hoş bir
hayatın, birisi dünyevî ve ruhanî, diğeri uhrevî ve ebedî olmak üzere iki anlam
taşıdığını söyleyebiliriz. Dünyada dosdoğru Allah'a imân edip İslâmî ölçülere
göre güzel amellerde bulunan mü'min-ler şu anlamda tatlı ve hoş bir hayat
sürmeğe hak kazanırlar:
a) Ezelî kalemle içine yazılıp enjeKte edilen
ihtiras meşru sınırlar içine alınıp gönül huzuruna, ruh sofasına kavuşur.
Çalışıp kazanmayı amaç değil, hakiki amaca erişmek için araç olarak kullanır.
b) Elde ettiğine razı olup, her lokmanın ve
sağlık içinde geçirdiği her saniyenin şükrünü yerine getirememenin burukluğu
içinde Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz ve sınırsız rahmet ve gufranına umut bağlayarak
gönül yatışkan-lığına erişir.
c) Gözünü başkalarının makam ve servetinden
çekip, şükrü yerine getirilen az bir malın, küçük bir makamın, şükrü yerine
getirilmeyen çok servetten, yüksek makamlardan çok daha hayırlı olduğunu kabul
ederek huzura kavuşur.
d) Böylece kalbi kanaatle dolup taşar, dünya
nimetlerine karşı içinde doyumluluk hisseder ve Cenâb-ı Hakk'ın rızasını umar.
e) Kesinlikle inandığı için geleceğe, âhirete
büyük bir ümitle bakar ve bu ona derin huzur, sağlam bir güven verir.
f) Ölümü bütünüyle yok olup silinmek veya
parazitlere dönüşüp kaybolmak şeklinde değil, bir evden daha geniş bir eve göç
kabul eder.
g) Hayatı
boyunca Allah'ı ve çevresindeki
insanları memnun etme gayretiyle çalışmanın zevkini yudum
yudum tadar.
Şüphesiz bütün bu
iyiliklerin, faziletlerin temelinde imân, mayasında ise iyi niyete dayalı salih
amel vardır.
Âhiretteki hoş ve
ebedî hayat ise, ilâhî rahmetin aralıksız tecelli yeri olan ve sonsuz nîmeti
simgeliyen Cennet'e girmek ve orada ilâhî hoşnutluğa erişmektir.
Bunun için ilim
adamlarımız Kur'ân'da geçen «hayat-i tayyibe»yi şöyle yorumlamışlardır:
a) Said b.
Cübeyr'e göre, helâl nzıktır. Atâ' da aynı görüştedir.
b) Mukatil'e göre, ibâdet ve taatte çok tatlı
dönemlerdir. Yani ibâdet ve taatın verdiği derunî zevki dem be-dem tatmaktır.
c) el-Hasan'a göre, mevcuda kanaat etmek,
elindekiyle yetinip başkasının malına göz dikmemektir.
d) Müeahid'e göre, her yeni günde yeni yeni
helâl rızıklar edinmektir.
e) Müfessir Süddî'ye göre, kabirdeki huzur ve
sükûndur. Çünkü mü'-min ölünce, dünyanın ezici, üzücü, yorucu ve oyalayıcı
havasından kurtulur da Berzah âleminin ferahlatıcı ve dinlendirici havasına
girmiş olur.
f) İkrime'ye göre Cennet'e kavuşup ebediyet
zevkini bütün açıklığıyla yudum yudum tatmak ve dünyanın bütün yorgunluklarını
atmaktır. Çünkü Cennet ölümsüz bir hayat, fakirlikten uzak bir devlet,
hastalıktan beri bir sıhhat, tükenmek bilmeyen bir rrîülk, yıpranmayan,
yaşlanmayan bir beden, umutsuzluktan, bedbahtlıktan arınmış sonsuz saadet
yurdudur. [200]
«Kur'ân okuduğun
zaman, koğulup lanetlenen şeytandan Allah'a sığın!»
Varlığını, mü'minlere
olan kin ve düşmanlığını ve yaratılmasındaki hikmeti bildiğimiz, ama
gözlerimizle göremediğimiz şeytandan nasıl korunabiliriz? Elbette ki bizi de,
onu da yaratan ve her şey üzerinde mutlak hâkim olup, kudreti geçerli bulunan
Allah'a sığınırız. İlgili âyetle bize bu konuda yol gösteriliyor; Mülkün asıl
sahibine yönelip sığınmamız emrediliyor. Özellikle Allah sözü olan Kur'ân'ı
okumaya başlayacağımız zaman..
Bunun sebep ve hikmeti
açıktır. Şöyle ki:
1— Meşru
işlerimizde, günlük ibâdet ve taatimizde Allah'ı anıp O'na yöneldiğimizde,
Allah'ın lanetine uğrayan bir varlıktan yine Allah'a sığınmak kadar tabii ne
olabilir? Zira onu lanetleyip rahmetinden kovarken, ondan sakınma yolunu da
göstermiş bulunuyor. Bu, ezelî plânın gereği, 'lâhî rahmetin bir diğer
tezahürüdür.
2— Allah
sözünü okuyup lâhutî halâvetini alabilmek için kalp huzuru, gönül safası,
dikkat bütünlüğü söz konusudur. Şeytan ise, hilkatinin özelliği gereği peşpeşe
gönderdiği şüphe ve vesvese sinyalleriyle bu huzur ve safayı bulandırmak
ister. Ondan kurtulmak için, her şeyi kudret kabzasında tutan Cenâb-ı Hakk'a
sığınmak gerekir.
3— Kur'ân
her yönüyle ruhu cilalar, okuyanla İblîs arasında manevî bir süîre oluşturur. O
bakımdan Kur'ân okumaya başlarken, önce kendimizi vesvese sinyallerinden
güvene almamıza ve öylece Kur'ân'ı manevî bir sütre kılmamıza ihtiyaç vardır.
Çünkü îblîs'in, dosdoğru imân edenler ve Rablarına her vesileyle güvenip
dayananlar üzerinde hiçbir sultası yoktur. Onun sultası ancak, onu kendine
dost ve yâr seçenler üzerinde geçerlidir.
Açıklama :
Bilindiği gibi, her
meşru işe Besmele ile başlamak sünnettir. O bakımdan Besmele ile başlanmayan
her iş kısır ve bereketsiz olur. Kur'ân okumaya hazırlanırken önce, ilgili
âyette belirtildiği gibi, «Eûzü bi'llahi mine'ş-şeytani'r-recîm» denilir ve arkasından,
-hadîslerde açıklandığı üzere- «Bis-mi'llahi'r-Rahmâni'r-Rahîm» denilir. [201]
«Onun sultası ancak,
onu kendine dost ve yâr edinenler ve bir de Allah'a ortak koşanJar
üzerindedir.»
Âyetin bu bölümü çok
anlamlıdır. O bakımdan üzerinde dikkatle durmamıza lüzum vardır. Şeytanın
sultası, bir de Allah'a ortak koşan müşrikler üzerinde tesirli ve geçerlidir.
Müşrikler, yani
Allah'a ortak koşanlar kimlerdir? Şüphesiz ortak koşmak çok yönlü bir kavramdır.
Onları şöyle özetleyip sıralayabiliriz :
a) Allah'ın
varlığına inanıp, putları veya diğer bir eşyayı da ilâh sayıp ona tapanlara,
bu inanç ve davranışlarından dolayı
«müşrikler» denilir.
b) Allah'a inanırlar, ama mallarını, makam ve
şöhretlerini Allah'tan daha çok severler; o kadar ki, ibâdette bile kalplerini
o tür meşguliyetten boşaltıp kurtaramazlar.
Böylelerinin ortak koşması «gizli şirk»
şeklinde sayılır.
c) Nefsine, midesine ve şehvetine aşın bağlı
oldukları kadar Allah'a bağ.lı olmayanlar ve bu düzeyde ömürlerini ve
servetlerini Allah için değil, nefislerinden yana harcayanlar da gizli bir şirk
içinde bulunuyorlar demektir.
d) Yaptığı iş ve ibâdette, keşfettiği
hizmetlerde; işlediği hayır ve hasenatta Allah'ın değil, insanların övgüsünü
kazanmayı düşünenler de niyetleri itibariyle gizli şirk koşmaktadırlar.
O halde şeytanın tesir
ve sultası sadece putperestler ve diğer inkarcılar üzerinde değil, sözünü
ettiğimiz kimseler üzerinde de bir dereceye kadar geçerîidir.
Kur'ân hem sözünü
ettiğimiz gizli şirkten, hem de İblîs'in sultasından kurtulmak için ortaya üç
prensip koymuştur:
1__ Allah'a
dosdoğru imân etmek. Şüphesiz bu, inanılması gereken,
imânın diğer bütün
şartlarını da kapsar. Öyle ki, temelinde ne riya, ne şehvet, ne de mal vardır.
Niyet katıksız olarak Allah'a yöneliktir.
2— Her işte ve durumda Allah'a güvenip dayanmak.
Kur'ân buna «tevekkül» der. Bu, imân düzeyinde Allah'a hatırlayıp gereken
tedbirleri aldıktan sonra şüpheden uzak bir inançla yüce kudrete güvenip
dayanmayı telkin eder. O bakımdan hayatın her safha ve döneminde, her saat ve
anında yalnız Allah'ı hatırlamak, yalnız O'nu övüp hamd ve şükürde bulunmak ve
ancak O'nun rızasını arzulamak tevekkülün en tabii ürünleri, diğer bir tabirle
onun açık belirtileridir.
3— Özellikle
Kur'ân okumaya başlarken
«eûzü» çekmek suretiyle şeytandan Allah'a sığınmak. Bu,
geriye kalan nefsanî bağları kesip atar, o sebeple İblîs'in telbisine açık kapı
kalmaz hikmetine yönelik bir diğer prensiptir.
[202]
Yukarıdaki âyetlerle,
ibâdet, sevap ve mükâfatta kadın ile erkeğin eşit olduğu belirtilerek imân ve
amel-i sâlihten söz edildi. Sonra da imân ve sâlih amelin her türlü şüphe ve
vesveseden uzak tutulması için, özellikle Kur'ân okumaya başlanırken koğulmuş
şeytandan Allah'a sığınmamız tavsiye edildi. Şeytanın gerçek mü'minler
üzerinde bir sultası olamıya-cağına dikkatler çekilerek, imânın ne kadar
koruyucu bir kale olduğuna işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
inen bazı hükümlerin, değişen şartlara göre yeni hükümlerle değiştirildiği
konu ediliyor. Bu olayın hikmetini iyi düşünmemiz ilham edilerek şüpheye
düşmememiz isteniliyor. Aksi halde İblîs'e fırsat verebileceğimize dikkatler
çekiliyor. Kur'ân'ın insan kafasının ürünü olmadığı, Melek Cebrail vasıtasıyla
indirildiği hatırlatılarak, bunun aksini iddia edenlerin dalâlette kaldıkları
belirtilerek Kur'ân'ın her âyetinin ilâhî olduğuna yine Kur'ân'ın kendisi
şehadet ettiğine atıf yapılıyor. [203]
101— Biz bir âyeti başka bir âyetin yerine koyup değiştirdiğimizde
-ki Allah indireceğini daha iyi bilir- onlar, sen ancak uyduruyorsun, derler.
Hayır, onların çoğu (hakikati) bilmezler.
102— De ki: Onu, imân edenlerin inancını daha da
sağlamlaştırmak, Müslümanlara doğru yolu göstermek ve müjde olmak için
Rabbinden hak ile Ruhu'l-kudüs indirmiştir.
103— And olsun ki, onların, «Ona (Muhammed'e)
ancak bir insan öğretiyor» dediklerini biliyoruz. O işaret ettikleri kimsenin
dili (olsa olsa) fasih ve açık Arapça değildir. Bu Kur'ân ise çok açık ve
fasih bir Arapça'dır.
104— Allah'ın âyetlerine inanmayanları Allah doğru
yola iletmez ve onlar için elem verici bir azap vardır.
105— Yalan
uyduranlar ancak Allah'ın âyetlerine inanmıyanlardır. İşte onlardır
yalancıların ta kendileri.
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki: «Önce sert bir emir veya hüküm iner, sonra yumuşak bir emir veya hüküm onu
izleyip birinci hükmü kaldırınca, müşrkiler bunu dillerine dolayıp Muhammed
kendi arkadaşlarıyla alay ediyor, derlerdi. O sebeple yukarıdaki âyetler indi. [204]
Diğer bir rivayette
ise, şöyle deniliyor: Mekkeli putperestler sık sık «Muhammed kendi
arkadaşlarıyla alay ediyor. Bugün bir emir veriyor, yarın onu değiştirip bir
başka emir veriyor. Bu, onun Kur'ân'ı uydurup Allah sözü diye iddia ettiğini
gösteriyor!» diyerek mü'minlerin kalbinde şüphe uyandırmak ve İslâm'a
ısınanları uzaklaştırmak istiyorlardı. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [205]
Bir başka rivayette
ise, şöyle deniliyor: Mekke'de Bel'am adında bir hıristiyan vardı. Arapçayı pek
iyi konuşamıyordu. Peygamber (A.S.) Efen-dimiz'in bir, iki defa bu hıristiyanla
görüşerek inen Kur'ân âyetlerini ona okuduğunu duyan müşrikler, bu olayı İslâm
aleyhine değerlendirmeyi fırsat saydılar ve «Muhammed'e bu Kur'ân'ı bir adam
öğretiyor!» diyerek müslümanların inanç ve güvenini sarsmaya, İslâm'a girmek
isteyenleri caydırmaya çalıştılar. O sebeple yukarıdaki âyetler indî. [206]
«Bir âyeti başka bir
âyetin yerine koyup değiştirdiğimizde -ki Allah indireceğini daha iyi bilir- onlar,
sen ancak uyduruyorsun, derler.»
Buna tefsîr ilminde
«nesih» olayı da denir. Bir önceki âyetin hükmünü kaldırıp yeni bir âyetle
değişik veya hafifletici bir başka hüküm getirmeğe nesih denildiği gibi,
önceki semavî kitapları yürürlükten kaldırıp Kur'ân'ın yürürlüğe konulmasına
da bu isim verilebilir.
Kur'ân'da nesih var
mıdır, yok mudur? Bu konu üzerinde hayli durulmuş ve farklı yorumlar ve
görüşler ortaya çıkmıştır. Nitekim Bakara sûresi 106. âyetin tefsirinde gerekli
açıklama yapılmıştır.
Konumuzu oluşturan
âyete gelince : Burada bir nesih olayına mı işaret ediliyor, yoksa ilâhî metot
gereği bir mesele hakkında inen âyetlerde yetiştirici, eğitici anlamda
terbiyevî bir yol izlendiğine mi işaret ediliyor? Tesbitime göre, ikinci husus
üzerinde duruluyor. Çünkü Kur'ân'ın 23 yıla yakın bir süre içinde parça parça
inmesinin sebeplerinden biri de, belirttiğimiz husustur. Olayları hedef alıp
inmesi, fevkalâde yetiştirici, yönlendirici ve eğitici bir özellik
arzetmektedir. Böylece küfrün, putperestliğin gücünü kırıp hızını kesebilmiş;
imân edenlere İslâm'ın özünü, mayasını ve hikmetini öğreterek kademeli olarak
emirler, yasaklar; kıssalar ve temel bilgiler birbirini takip etmiştir,
Şüphesiz Kur'ân'ın
belirtilen metotla inmesi, çok geçmeden kafp ve kafalarda katmerleşen inkâr ve
azgınlığın izlerini temizlemiş, çok iptidaî bir hayat yaşayan toplumları
dünyanın en medenî insanları yapmıştır. Bu da kendine has başka bir nesih olayı
sayılabilir.
«Allah indireceğini
daha iyi bilir.» mealindeki cümle, bu hikmeti yansıtır. Çünkü Allah mutlak
hikmet sahibidir; o bakımdan her şeyi gerektiği ölçü ve anlamda, en faydalı
özellikte yaratır. Hemen her konuda günün şartlarını, ekonomik ve sosyal
gelişmeleri, ahlâkî ve kültürel seviyeyi dikkate alarak, her çağın meselelerine
ışık tutacak, dertlere çare getirecek hükümler indirir. Kur'ân'ın her geçen gün
biraz daha iyi anlaşılması ve günün meselelerine en doğru ve doyurucu cevabı
vermesi hep bu hikmete dayanır.
Aslında iyi
incelendiği zaman Kur'ân'da nesih olayını kabul etmeyenlerin de görüş
açılarının, yorum biçimlerinin bu hikmete yönelik olduğu görülür. Öyle ki,
hükmü kaldırılmış sanılan bir âyetin, indiği zamandaki ortamın vücut
bulmasıyla hükmü tazelik kazanır, Bunu bir misal ile açıklıyacak olursak,
Kâfirûn sûresini gösterebiliriz. Mekke'de en fırtınalı bir dönemde inen bu sûre
ile pasif savunmaya geçilmesi, fiilî bir duruma geçilmemesi, aktif bir
mücadeleye başlanmaması emrediliyor. Çünkü henüz şehir devleti bile kuramamış,
ekonomik bir güç oluşturamamış, savaşacak veya fiilî mücadele edecek bir kadro
meydana getirememiş bir grup inanmış insanın, azgın müşriklerle vuruşması,
İslâm'ın intiharı sayılır ve doğduğu yerde ölmeğe mahkûm olurdu. Bugün de
inanmış bir cemaatin bulunduğu yerde, aynı veya ona yakın bir ortam mevcutsa,
Kâfirûn süresindeki hükümle amel edilmesi gerekir.
O halde neshedilmiş
sanılan veya öyle kabul edilen âyetlerin çoğunu bu yorum doğrultusunda düşünmek
daha isabetli bir sonuç verir. Hem bu, içtihada, hukukî araştırmalara esneklik
kazandırır.
Bu hikmet ve
hakikatleri o günkü cahil putperestlerin bilmesi elbette ki düşünülemez. Onlar
hislerine mağlup olarak konuşur, kendi geleneklerine göre yorumda
bulunurlardı. [207]
«Onlar, sen ancak
uyduruyorsun, derler. Hayır, onların çoğu (hakikati) bilmezler.»
Dün cahil putperestler
hislerine mağlup olarak Kur'ân'ı Muhammed (A.S.) uydurmuştur, diyorlar, fakat
bu iftira ve yalanlarını zaman zaman kendileri de kabul edemiyorlardı. Çünkü
Kur'ân'ın üslûbu, insan üslûbundan kesinlikle ayrılıyordu. Aynı zamanda
taşıdığı hükümler ve hizmetler insan kudretinin çok ötesinde bir özellik
arzediyordu.
Bugünün okumuş yarım
aydınları da Kur'ân hakkında hiç bir ciddi araştırma yapmadan, indiği çağın
hususiyetlerini dikkate almadan, günümüzde gelişen ilme nasıl ışık tuttuğunu,
temel bilgi verdiğini araştırmadan ve Kur'ân'ın insanlığa nasıl bir feyiz ve
rahmet getirdiğini anlamadan indî hükümler vermekte, kişisel mantıklarına göre
tenkitlerde bulunmakta ve bir kısmı önün tamamını ret ve inkâr ederken, bir
kısmı da onu ortaçağa ait bir düzen getirmekle vasıflandırmaktadırlar.
Bu da putperestlerin
iddia ve iftiralarına benzerlik arzetmekîe, ancak farklı bir ambalajla değişik
görünüm ortaya koymaktadır. Zira tarih boyunca kıtalar üzerine yayılan, milyonlarca
insanı etkileyip peşine takan ve binlerce ilim adamının çalışmalarına vesîle
olan; kendi bünyesinde apayrı bir dünya görüşü getiren bir din ve onun kitabı
Kur'ân hakkında araştırma ve incelemede bulunmadan konuşup hüküm vermek, en
hafif tabiriyle cehalettir. [208]
İlgili âyetlerle,
Kur'ân'a ilgisiz ve bilgisiz kolanlar yerildikten sonra, bu ilâhî kitabın üç
ana hedefi açıklanarak genel ölçüde aydınlatıcı bilgi veriliyor:
1— İnanan mü'minlerin imânını daha da
sağlamlaştırmak,
2— Müslümanlara hep doğru yolu göstermek,
3— Madde ötesinden inen vahiy ile ebediyet müjdesiyle gönüllere
umut vermek..
O halde Kur'ân'ın bir
hayat kitabı olarak inmesi, insan hayatını yönlendirmesi ve âhiret âleminden,
madde ötesinden haber vermesi ve sonra da bunu yer yer değişik anlatımlarla
sergilemesi şüphesiz ki, kalpleri beslemeğe, inançları sağlamlaştırmaya ve
böylece ruhla beden, dünya ile âhiret arasında sağlam köprü oluşturmaya
yöneliktir.
Müslümanlara doğru
yolu göstermesi, daha çok bu dine yeni girenleri ve girmiş olanları eğitmeğe
deiâlet eder. Çünkü imân derunî bir zevk ve kalp yatışkanlığıyla ilgili bir
anlam ve kavramdır. Zahiren teslimiyet gösterenin inancı, onun varlığını ve
benliğini sormadıkça sadece dış görünüşüyle müslüman sayılır. O halde İslâm
eğitim müessesesi her zaman işler halde olmalıdır ki, Kur'ân'ın tesiri
görülebilsin.
Yüce âlemden, insan
ruhunun arzulayıp da bulamadığı müjdeyi perde perde gönüllere aksettirmesi,
ahlâkî gelişmeye paralel olarak ruhî ve vicdanî gelişmeyi sağlamakla yakından
ilgilidir. [209]
«De ki
onu,......Rabbından hak ile Ruhu'l-kudüs indirmiştir.»
Ruhulkudüs, kelime
olarak : Üzerinde en küçük bir leke bulunmayan, arınmış tertemiz, takdîse lâyık
ruh demektir. İsim olarak : Melek Cebrail hakkında kullanılır.
Cebrail (A.S.) büyük
bir enerji ve hayat kaynağı olduğu ve meleklerin en büyüğü bulunduğu için
kendisine bu isim verilmiştir. Böylece o çok arınmış, tertemiz kutsal ruh,
Kur'ân'ı beşer hayatının gerçek yanıyla tam uyum halinde, insan ruhunun ihtiyaç
duyduğu manevî gıdaların en ölçülü ve yararlı düzeyinde, doğruluğun en üst
noktasında Rabbından alıp son peygamber Hz. Muhammed'e (A.S.) indirmiştir.
İnsan düşüncesi ve sözü ona karıştınlmamıştır.
[210]
«And olsun ki,
onların, «ona (Muhammed'e) ancak bir insan öğretiyor», dediklerini biliyoruz.»
Kur'ân ilgili âyetle,
ilâhî hikmetin parlak bir cümlesini daha neşrederek, Hz. Muhammed'in (A.S.)
okur-yazar olmadığını açıklıyor. Putperestlerin bütün kin ve düşmanlıklarına
rağmen, Hz. Muhammed (A.S.) için sihirbaz, şair, büyücü, aklî dengesi bozuk
gibi yakışıksız sözler kullanırlar, fakat, «O zaten okuma ve yazma bildiği için
bunu önceden yazıp hazırladı» veya «onu başka bir kitaptan kopya edip yazdı»
diyemiyorlardı. Çünkü Mekkeli'lerin hepsi de Onun ümmî olduğunu çok iyi
biliyorlardı. O yüzden, «Kur'ân'ı ona bir insan öğretiyor» diyerek başka
yakışıksız bir iftira yolunu seçiyorlardı.
Cenâb-ı Hak onların bu
iftiralarına cevap vererek gerçekle uzaktan yakından ilgili olmadığını
bildiriyor; «O işaret ettikleri kimsenin dili (olsa olsa) fasîh ve açık Arapça
değildir. Bu Kur'ân ise, çok açık ve fasîh Arapça'dır.»
Böylece Hz.
Peygamber'e (A.S.) Kur'ân'ı öğrettiği iddia edilen adamın pürüzsüz, net ve açık
bir Arapça bilmediği; Kur'ân'ın ise sözlerin en güzeli, en açık ve pürüzsüzü
olduğu kesinlik arzediyor. O halde :
a) Ona bunu bir insan öğretiyorsa, o insanın
Hz. Muhammed'den (A.S.) çok daha
mükemmel, bilgili, edip, söz söyleme sanatının doruğunda bir kimse olması
gerekir.
b) Varsa böyle bir kimse, neden ortaya çıkıp da
: «Ey Mekeli'ler! bunları ben Muhammed'e (A.S.) öğretiyorum, onun hocası
benim!» dememiştir.
ç) Hz.
Muhammed'e (A.S.) az-çok çevrede tanıtıp saygınlık kazandırdığında o adam, onu
kıskanıp benim öğretip yetiştirdiğim adam böylesine meşhur olsun da ben
bilinmedik ve duyulmadık kalayım, olur şey değildir, diyerek neden bir gün
olsun sesini çıkarmamıştır?
d) Arap
tarihinde binlerce ünlü şairler, edipler gelip geçtiği ve birkaç ünlü o dönemde
hayatta bulunduğu halde, neden Kur'ân'ın bir benzerini ortaya koyamamışlardır?
Koyamazlardı; çünkü Kur'ân bütünüyle Allah sözüdür, fesahat ve belagatın
zirvesinde bulunuyor, beşer gücünü çok gerilerde bırakıyordu. O bakımdan bir
şâir veya edibin onunla boy ölçüşmesi düşünülemezdi. Zira insanın ağzından ve
elinden çıkan her söz ve iş insan kadar kusurludur ve peygamberler dışında
diğer bütün insanların düşünceleri de, sözleri de noksanlıklarla doludur. [211]
«Allah'ın âyetlerine
inanmayanları Allah doğru yola iletmez..»
İmân, insanı doğru
yolun başına getirir; ilâhî irâdeyle tecelli eden hidâyeti onun o doğru yolda
yürümesini sağlar. O haide doğru yola iletme kanunu, imân i!e bağlantılıdır.
Doğruluk ve hakseverlik de sağlam bir imânın ürünleridir. O yoksa, bu da
yoktur. Kur'ân bu hususu şöyle açıklıyor: «Yalan uyduranlar ancak Allah'ın
âyetlerine inanmayanlardır. İşte onlardır yalancıların tâ kendileri.» [212]
Yukarıdaki âyetlerle
Kur'ân'da meydana gelen nesih olayı konu edildi. Bir âyetin hükmünün diğer bir
âyetle değiştirilmesi üzerinde dikkatle durmamız ilham edilerek ana fikir
verildi. Sonra da Kur'ân'ın Ruhulkudüs aracılığıyla Hz. Muhammed'e (A.S.) indirildiği
belirtilerek bir insanın böyle bir kitap yazmasının ve ona benzer söz meydana
getirmesinin imkânsızlığına işaret edilerek ilâhî kudretin her alanda erişilmez
olduğu anlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
ölüm tehdidi altında kalıp diliyle küfre delâlet eden bir söz söylemenin ilâhî
gazaba neden olmayacağı haber veriliyor. Bunun aksine hiçbir zorlama söz konusu
değilken inandıktan sonra küfre dönenler için elim bir azap ve gazabın
hazırlandığı bildiriliyor ve imândan sonra küfre dönenlerin kalblerinin, gözlerinin
ve kulaklarının mühürlendiğine dikkatler çekilerek âhirette zarara uğrayanların
bunlar olduğu açıklanıyor. [213]
106— Kalbi
imân ile yatışmış olduğu halde, zorlanan kimse dışında, inandıktan sonra
Allah'ı inkâr edip göğsünü küfre açanlar üzerine Allah'tan bir gazâb vardır ve
büyük bir azap da onlar içindir.
107— Bu böyledir. Çünkü onlar dünya hayatını sevip
âhirete tercih etmişlerdir ve Allah da kâfirler topluluğunu doğru yola
eriştirmez.
108— İşte bunlar, Allah'ın, kalblerini,
kulaklarını ve gözlerini mühür-ledlği kimselerdir; gafil olanlar da bunlardır.
109— Şüphesiz ki bunlar, evet bunlar Âhiret'te
zarara uğrayanlardır.
Bu âyetler, ilk
müslümanlardan Ammar b. Yâsir (R.A.) hakkında inmiştir. Mekke'nin gözü dönmüş
azgın putperestleri, Ammar'ın babası Yâ-sir'i, annesi Sümeyye'yi; sonra da
Süheyb'i, Bilâl'ı, Habbab'ı ve Sâlim'i İs-lâmdan çevirmek için ağır işkencelere
maruz bıraktılar. Her zaman için dinini fani hayatına tercîh eden Sümeyye'yi
deveye bağlayıp feci şekilde öldürdüler. Sonra da kocası Yâsir'e bir süre
işkence uygulamak suretiyle onun da fâni hayatına son verdiler. Böylece
İslâm'ın din ve Allah yolunda verdiği ilk iki şehit bunlar oldular.
Ammar'a (R.A.) gelince
: Baştan tırnağına kadar imân ile dolu olan bu genç mücahit de Benî Muğîre
kabilesi tarafından yakalanıp Meymun Kuyusu'na kapatıldı. Sonra da : «Ya
Muhammed'in peygamberliğini ret ve inkâr edersin, ya da bu boş kuyuda aç ve
susuz can vermeyi tercîh edersin!» diyerek ölümle tehdit ettiler. Şüphesiz bu
durumda Ammar'ın (R.A.) başka bir seçeneği yoktu. İstemiyerek -sırf canını
kurtarmak için- Muhammed'in (A.S.) peygamber olmadığını söyledi ve böylece
putperestlerle and-laşma yaparak mutlak bir ölümden kendini kurtardı. Fakat
ruhen çok perişandı. Kalbinin hiçbir zaman razı olmadığını, olamayacağını dili
söylemiş bulunuyordu. Olayı duyanlar Hz. Peygamber'e (A.S.) gelip Ammar'ın dinden
çıktığını, peygamberin peygamberliğini ret ve inkâr ettiğini haber verdiklerinde,
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz : «Hayır, Ammar tepesinden tırnağına kadar imân
doludur. İman onun etine ve kanına karışmıştır!» buyurarak arkadaşlarını
teselli etti.
Nitekim çok geçmeden
Ammar (R.A.) ağlayarak içeri girdi ve Hz. Peygamber'le (A.S.) aralarında şu
konuşma geçti:
— Neyin \/ar ya Ammar!
— Arkamda şer var, dedi ve olayı anlattı.
— O sözü söylerken kalbini nasıl hissediyordun?
— İmân ile yatışmış bir halde...
Bunun üzerine
Peygamber (A.S.) Efendimiz duygulandı ve gözlerinin yaşını silerek şöyle
buyurdu :
— Ya Ammar! Seni tekrar yakalayacak olurlarsa,
yine aynı şeyleri söyle..
İşte bu sebeple
yukarıdaki âyetler indirildi. [214]
Ayrıca Mekke'de Âmir
b. Hadremî'nin kölesi Cebir de Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e imân edenlerden
biri idi. Efendisi onu ölümle tehdit edip İslâm'dan dönmesini sağladı. Ne var
ki, onun da kalbi Ammar gibi, imânla dolup taşıyordu. Yukarıdaki âyetlerin iniş
sebeplerinden birinin de bu olay olduğu rivayet edilir.
Bir diğer rivayet;
Yemame'de ortaya çıkan
yalancı peygamber Müseyleme, Ashab-ı Ki-râm'dan iki kişiyi yakalatıp karşısına
aldı ve onlardan birine sordu :
— Muhammed hakkında ne dersin?
— O Allah'ın Resulüdür.
— Ya benim hakkımda ne dersin?
— Sen de...
Müseyleme onu bir
tarafa itti. Sonra diğerine sordu:
— Muhammed hakkında ne dersin?
— O, Allah'ın kulu ve resulüdür.
— Ya benim hakkımda ne dersin?
— Dilim yok, dilsizim, diye cevap verdi.
Bunun üzerine
Müseyleme onu hemen oracıkta öldürttü ve diğerini serbest bıraktı. Sözü edilen
sahabi, fazlasıyla üzüldü ve kendi kendine : «Arkadaşım doğruyu söyledi,
imânını korudu, o yüzden canını verdi. Ben ise, birkaç gün daha yaşayabilmek
için yalan söyledim, yalancı peygamberin peygamber olduğunu kabul ettim.
Yazıklar olsun bana!» diyerek iki gözü iki çeşme Peygamber {A.S.) Efendimiz'e
gelip durumu arz etti. Resûlüllah (A.S.) ona :
— Öyle söylediğin zaman kalbin iman iie
yatışmış değil miydi ve Mü-seyleme'nin yalancı olduğuna kalbin hükmetmiyor
muydu? Diye sorunca, o da şu cevabı verdi :
— Evet, ya Resûlellah!..
Bunun üzerine
Peygamber (A.S.) ona :
— Senin arkadaşın doğruyu söyledi ve o yüzden
şehtt edildi. Büyük ecir kazandı. Sen ise canını kurtarmak için Müseyleme'yi
tasdîk ettin. Senin de bu yüzden bir günahın yoktur, buyurdu. [215]
«Ümmetimden hatâ,
unutma ve işlemeğe zorlandığı şefden dolayı (günah ve sorumluluk)
kaldırılmıştır.» [216]
1— Ölümle tehdit edilip küfre zorlanan kimse
-kalbi imân ile yatışmış bulunduğu halde-o yüzden diliyle
küfrü gerektiren bir söz
söylediği takdirde kâfir olmaz.
2— Böyle bir durumda karısı boşanmış olmaz. Aynı
zamanda hakkında murted hükmü uygulanmaz. Nitekim İmam Mâlik, İmam Şafiî ve
Küfe alimlerinden bir kısmının da içtihatları bu doğrultudadır.
3— Başkasını öldürmeye zorlanan kimseye, öldürme
ruhsatı yoktur. Bu durumda başına gelen belâya sabreder. Çünkü hayat hakkı her
masum için muhteremdir. O bakımdan kişi kendi canını kurtarmak pahasına başka
bir masumu öldürme hakkına sahip değildir. Savaş hali bu genellemenin
dışındadır. Ümmetin ilim adamlarının bu mesele hakkında icma'ları vardır.
4— Ölüm tehdidiyle zinaya zorlanan kimse, canını
kurtarmak için zina ederse, Ebû Sevr ve İbnü'l-Arabî'ye göre, kendisine zina
haddi gerekmez. Mâlikî mezhebinde de sahih olan budur. İmam Ebû Hanîfe'ye
göre, onu zorlayan hükümdarsa, istihsanen had (zina cezası) gerekmez. Başka
biri ise, had gerekir. İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed'e göre, her iki durumda
da had gerekmez.
5— Talâka, yani karısını boşamaya zorlanan kimse
başka çare bulamaz da «eşimi üç talâkla boşadım» derse; karısı boş düşer mi?
İmam Şafiî ve arkadaşlarına göre, boş düşmez. Hz. Ömer, Hz. Ali ve İbn Abbas'a
(Allah hepsinden razı olsun) göre de hüküm böyledir, yani karısı boşanmış
sayılmaz. İmam Mâlik ile İmam Ahmed'in de içtihatları bu doğrultudadır. İmam
Ebû Hanîfe'ye göre, karısı boş düşer.
Tabii bu mesele
hakkında müctehit imamların her birinin kendine göre dayandıkları deliller
vardır ki kaynak fıkıh kitaplarında yeterince açıklanmıştır. Hacmimiz müsait
olmadığından buraya nakledemedik. [217]
<<Bu böV'edir.
Çünkü onlar dünya hayatını sevip âhirete tercîh etmişlerdir.,»
İslâm, her iki hayata
birden sarılmayı ve ikisini de bayındır hale getirmeyi emreder. Birini diğeri
için bırakmayı veya ihmal etmeyi uygun görmez.
Mü'min dünya pazarında
oldukça becerikli ve ilerisini gören basiretli bir tacirdir. Rabbının
buyruklarına uyarak, tavsiyelerini uygulayarak, olgun insan olmak için âhiret
saadetini satın alır. Âhireti inkâr edip kendini dünya hayatına adayarak başka
hiçbir amaç ve gayesi olmayan inkarcılar hakkında ise, şu altı maddelik uyarı
hatırlatılıyor:
1— Âhirette Allah'ın gazabına müstahik olurlar.
2— Açtıkları çığırda yürüyen maddecilerin
kazandığı günah ve vebalin bir mislini yüklenirler.
3— Allah'ın mülkünde Allah'ın verdiği nimetle
Allah'ı ve âhireti inkâr etmenin cehalet ve inat ateşini hazırlarlar.
4— Hidâyet çizgisine erişmek için dönüş
yapmadıkları takdirde Allah onları doğru yola iletmez.
5— Bu yüzden
hakka, gerçeğe karşı kulakları, gözleri ve kalpleri mühürlenir.
6— Aziz ömrü
gaflet ve dalâlet içinde tüketmekten dolayı ebediyen üzülürler. [218]
<<Ve A"an
da Kâfirler topluluğunu doğru yola eriştirmez.»
Küfür: Hakkı, doğruyu,
gerçeği inkâr edip hakikatin üzerine örtü örtüp gizlemek ve böylece doğru yolun
başından uzaklaşıp bâtıla uzanan yolu tercîh etmektir.
Unutmamak gerekir kir
insanın önünde sadece iki yol vardır: Hakk'a uzanan doğru yol ve bâtıla giden
eğri yol. Birinden uzaklaşan veya sapan kimse, ister istemez diğerine girmiş
olur.
Peygamber ve kitabın
telkîn ettikleri imân ve irfan her vesileyle insanı doğru yolun başlangıç
noktasına getirir ve Allah'a giden yolu gösterir. İlâhî sünnet, kendini bu
noktaya getiren mü'min hakkında hidâyetle tecelli eder de o, doğru yolun
yolcusu olur.
Mevcut yeteneklerini
ve yeteneklerine destek sağlayan kitap ve peygamberi, sözü edilen noktaya
gelme hususunda kullanmayan ve dinlemi-yen kimse, onun aksine arkasındaki
çizgiye kendini itmiş olur. Bu durumda Cenâb-ı Hak ondan yana hidâyetiyle
tecelli etmez ve böylece onu doğru yola iletmez. [219]
Küfrün kalın ve
katmerli örtüsü kalbi ve ruhu sarıp ilâhî hidâyet ışığının içeri girmesine
engel olur. Böylece nefis ve şehvet, alanı bütünüyle boş bulup gemi azıya
alırlar. İblîs'in de bu ortamdan yeterince yararlanması söz konusu olunca,
kalpler mühürlenir, gözler hakikati göremez, kulaklar da işitemez olur. Böylece
ilâhî sünnet gereği, hakka giden yoldan uzaklaştıkça uzaklaşırlar. Kendi
yeteneklerini kötüye kullanmak suretiyle hilkat kanununun dayandığı hikmete
ters düşerler.
O halde insan kendi
hayatın: kazanmakta serbest olduğu gibi, ebediyete uzanan yolundaki engelleri
kaldırıp kaldırmamakta da serbesttir. Diğer bir tabirle, gözlerini dünyaya
açtığında iki yolun kavşağında kendini bulur ve bunlardan birini seçmekte
serbest bırakılır. Ancak doğruyu eğriden, iyiyi kötüden ayırt edebilmesi için,
yol gösterici, tehlikeye karşı uyarıcı kitap ve peygamber gönderilir. Netice
olarak herkes kendisine verilen cüz'i irâdeyle hayatını düzenler ve sözü edilen
yollardan birini seçer. O bakımdan işlediklerinden sorumlu tutulmuş ve mevcut
yetenek ve imkânlardan, doğruyu bulmakta yeterince yararlanıp yararlanmamaktan
dolayı hesaba çekileceği bildirilmiştir. [220]
Yukarıdaki âyetlerle,
ölüm tehdidi altında kalan bir mü'minin -kalbi imân ile yatışmış bulunduğu
halde- diliyle küfre delâlet eden bir söz söylemesinde bir sakınca olmadığı
açıklandı. Ancak hiçbir zorlama söz konusu değilken inandıktan sonra küfre
dönenlerin ilâhî gazaba çarpılacakları hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
Allah ve Resulüne dosdoğru imân ettikten sonra, bu yüzden işkencelere maruz
kalan ve sonra da yurtlarından sürülüp çıkarılanlar için büyük ecirler
hazırlandığı, her şeyden önce ilâhî rahmet ve gufrana lâyık görüldükleri konu
ediliyor. Âhirette herkesin kendi amelinin karşılığını göreceği bildirilerek,
Allah'ın mutlak anlamda âdil olduğuna işaret ediliyor. Sonra da nîmet içinde
yüzüp giden bir kasaba halkı misal veriliyor ve nankörlüğü şükretmeğe tercih
eden ora halkının çok geçmeden açgözlülük ve korku elbisesiyle yüzyüze
geldikleri, böylece ihtiraslarının daha da kabarıp kutsal değerlerden çok
uzaklaştıkları hatırlatılıyor. [221]
110— Sonra çeşitli işkence ve eziyete uğratılan,
ardından hicret eden, sonra da Allah yolunda savaşan ve sabreden kimseler için
şüphesiz ki Rabbin çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
111— O günde her can kendi nefsiyfe mücâdele edip
gelecek ve herkese işlediği amellerinin karşılığı -kimseler haksızlığa uğratılmadan-
noksansız ödenecek.
112— Allah (size), güven içinde gönülleri huzur
ile yatışmış bir kasaba halkını misâl verir: Rızıkları her yandan bol ve
rahatça geliyordu. Buna rağmen onlar Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük
ettiler; Allah da o yaptıklarına karşılık onlara aç Irk ve korku elbisesini
(giydirerek nankörlüğün acısını) tattırdı.
113— And olsun ki, içlerinden onlara bir peygamber
geldi de onu yalanladılar. Bu yüzden -onlar zâlimler iken- azap kendilerini
yak al ay iverdi.
Mekkeli'ferden lyaş b.
Ebî Rabi'a (Ebû Cehl'in ana tarafından kardeşi), Ebû Cendel b. Süheyl, Velîd b.
Velîd, Seleme b. Hişam ve Abduliah b. Esed es-Sakafî, İslâmiyeti kabul edip
imân ehli arasına katılınca, azgın putperestler bunlara da türlü işkence ve
eziyette bulundular. Din vicdan hürriyetine kelepçe vuran bu fitne ve serden
kurtulmak için hayli mal ve para da verdiler; ama gözü dönmüş müşrikleri
tatmin edemediler ve Mekke'de tam cehennemi bir hayat yaşadılar. Sabredip
Allah'a güvenmek ve sadece O'na dayanmaktan başka hiçbir tutamak ve destekleri
yoktu.
Aylar ve yıllar
birbirini bu üzücü hava içinde kovalarken Hakk'ın emri tecelli etti, Medine'ye
hicret ettiier. Sonra da kendilerini savunacak, gelen şer ordusunu geri
çevirecek, hatta tesirsiz kılacak bir güç oluşturdular. Allah yolunda
canlarıyla, mallarıyla savaştılar.
Yukarıdaki âyetler
onların bu müstesna durumunu tasvir eder anlamda inmiştir. [222]
İkrime'ye göre : Âyet,
Abdullah b. Ebî Sarh hakkında inmiştir. Bu adam önce İslâm'a girip Hz. Peygamber'e
(A.S.) kâtiplik yapmış, sonra da şeytana uyup dinden dönmüştür. Mekke
fethedildiğinde, Hz. Peygamber (A.S.)
onun öldürülmesini
emretmişse de Hz. Osman (R.A.) onun adına aman dilemiş ve rahmet Peygamberi de
ona aman vermiştir. Bu hoşgörü ve nezaketten fazlasıyla duygulanan Abdullah b.
Ebî Sarh, tevbe ve istiğfarda bulunarak bütün samimiyetiyle İslâm'a dönmüş ve
böylece hem öldürülmekten, hem de ebedî azaptan kurtulmuştur.[223]
Saadet burcunda
yükselen İslâm güneşi, gönülleri aydınlatmaya başlayınca, yıllar yılı derin
uykuda ömür tüketen gafiller, silkinip uyandılar, insanlara mutlak rahmet
olarak gönderilen Hz. Muhammed'in (A.S.) etrafında toplanıp imân cevherini
gönül gerdanlığının en nadide taşı olarak lâyık olduğu yere oturttular. İş
bununla da kalmadı, arkasından fırtınalar koptu, mihnet günleri başladı.
Saldırılar, işkenceler, alaylar ve rencide eden kahkahalar birbirini izledi.
Çünkü nimetlerin en üstünü ve en değerlisi, şüpheden uzak bir imândır. Bu
bakımdan bu nimetin faturası da o nisbette ağırdır, Kur'ân bu faturanın yüksek
pahasını dört maddede özetlemektedir:
1— Türlü işkence, eziyet ve mihnetlerle
karşılaşmak ve gerektiğinde mal ve canı feda etmek.
2— Allah'ın indirdiği son dine hizmet için uygun
bir ülke seçip hicret etmek.
3— Sonra da imkânlar elverdiği takdirde din ve
vicdan hürriyetine zincir vurmak isteyen saldırgan müşriklerle savaşmak.
4— Olaylar karşısında dayanma gücünün son
kertesine kadar sabretmek..
Yukarıda da
belirttiğimiz gibi, imân cevheri alabildiğine değerli, faturası o nisbette
yüksektir. Mükâfatı ise, rahmet ve gufrandır. Birinci mükâfat ile, kalpler
ilâhî rahmeti yansıtan odak olur. İkinci mükâfat ile, kalbi ve vicdanı karartan
her türlü kir ve pastan kurtulma inayeti doğar. Böylece kalplerin üzerine
ebedî saadete namzet damgası vurulur.
Şüphesiz ki bu damga,
âhiret gününde her can kendi derdine ve kaygısına düştüğü, kimsenin kimseye
sahip olamadığı bir dönemde belirginleşir.
Kur'ân-ı Kerîm'de
ilgili âyetle, kıyametin ilk safhasından bir' tablo ortaya konuyor.
Milyarlarca insanın dirilip kalkması; ırk, milliyet, dil, din ve aşiret
farklarının kaldırılıp bütün milletlerin biraraya getirilerek toplanması,
ilâhî adaletin ihtişam ve parlaklığıyla tecelli etmesi. Cehennem üzerindeki
köprünün bütün heybetiyle ortayg çıkması; her kişinin kendi ameliyle başbaşa
kalıp korkması ve üzülmesi, işin başlangıcı, kıyamet sahnesinin ilk
perdesidir.
İşte böyle bir günde,
sözünü ettiğimiz imân sahiplerinin kalp ve ruhlarındaki rahmet boyası, en
yakın arkadaşları, sağlam destekleri ve güven dostları olur. Kur'ân bu çok
yakın ve ebedî dostu, Allah dostluğuyla elde etmemizi, kıyamet günü gelmeden
böyle sağlam bir desteğe kavuşmamızı öğütlemektedir. [224]
«Ve herkese işlediği
amellerinin karşılığı -kimseler haksızlığa uğratılmadan- noksansız ödenecek.»
Allah mutlak anlamda
adalet ve hikmet sahibidir. O'nda ne bir kin, ne de zulüm eseri vardır. Öyle
ki: Dünyada suç işlediği halde yüz türlü hileye başvurup kendini kanunun pençesinden
kurtaranlar, o gün ilâhî adaletin şaşmaz terazisinde boylarının ölçülerini
alacaklar. İşledikleri her türlü suç ve günah önlerine dökülüp dağ gibi olacak;
itiraz ve i'tizar yolları bütünüyle kapanacak. Her amel noksansız tartılacak
ve eksiksiz karşılık verilecek..
Unutmayalım ki, o
günleri uzak görsek bile, çok yakındır. Öldükten sonra ruhlar âleminde zaman
kavramı bir bakıma kalkacak, o âlemde pek kısa bir süre kaldığımızı, ikinci
hayata çevrildiğimiz gün anlayacağız. Dünya hayatı ise, su gibi akmakta,
temmuz güneşi dokunan kar gibi erimektedir. O bakımdan da kıyamet de, âhiret
alemindeki hesap ve ceza safhaları da çok yakın sayılır. [225]
«Allah (size) güven
içinde gönülleri huzur ile yatışmış bir kasaba halkını misal verir: Rızıkları
her yandan bol ve rahatça geliyordu. Buna rağmen onlar Allah'ın nimetlerine
karşı nankörlük ettiler..»
İman ettikten sonra
türlü işkence, eziyet ve tartışmalardan sonra Medine'ye hicret edenler, yerli
halk tarafından coşkuyla karşılandılar; büyük ilgi ve itibar gördüler. Akabe
bey'âtlerinde İslâm'a girenlerden başka henüz İslâm'a girmeyenler hayli çoktu.
Onlar da nübüvvet güneşinin aydınlığı karşısında yeni dine hemen ısındılar da
Mekkeli'ler gibi nankörlük etmediler.
Kur'ân ilgili âyetle,
Mekkeli'lerin İlk günlerini ve sonra aşırı bir inkâr, tuğyan ve nankörlük
sebebiyle nasıl sıkıntı ve korkuya düştüklerini hatırlatarak Medineli'leri bir
bakıma uyarıyor, bir bakıma da kutluyor.
Mekkeli'lere verilen
ilâhî nîmetler:
a) Kutsal Kabe'nin orada inşâ edilmesi,
b) Arap Yarımadası'ndan buraya hac ibâdeti için
binlerce insanın akın edip o şehre hareket sağlaması,
c) Emin bir
belde olarak kabul edildiği için ticarî kervanların sık sık uğraması,
d) Orada
oturanların kutsal Kabe hürmetine güven ve huzur içinde yaşaması ve
rızıklarının o sayede kolaylıkla her yandan akıp gelmesi bu cümledendir.
Bunca nimetlerin
üstünde bir de son peygamberin Mekke'den seçilip gönderilmesi, Allah'ın onlara
çevirdiği en üstün nîmeti olarak, diğer nîmetler zincirine eklenen en büyük
halka oluyordu.
Ne yazık ki, onlar bu
yüce nîmete karşı nankörlük ettiler, çok âdice davranıp O'na lâyık
olmadıklarını her vesileyle ortaya koydular. O yüzden Cenâb-ı Hak Mekkeli'lere
dünyada iki elim azap verdi:
a) Uzun bir kuraklık baş gösterdi. O kadar ki,
çevre kabileler kutsal Kabe'yi unutup kendi dertleriyle meşgul olmaya
başladılar. Derken Mekke'ye dört bucaktan akıp gelmekte olan nîmetler artık
gelmez oldu. Açlık, susuzluk had safhaya erişti; o derecede ki, deve yününü kana
karıştırıp yediler. Güneş altında yıllarca kuruyup taşlaşan deri parçalarını
öğütüp açlıklarını gidermeğe çalıştılar.
b) Resûlüllah (A,S.) Efendimiz'in ve
arkadaşlarının Medine'ye hicretleri gerçekleşince, Mekkeli'leri derin bir
endişe, açık bir korku sardı. Yıllar yılı işledikleri cinayetleri, yaptıkları
işkence ve zulümları hatırlayarak işin nereye vardığını ve varacağını anlamakta
gecikmediler. Yakın gelecekte Hz. Muhammed'in
(A.S.) ordu kurup üzerlerine
yürüyeceğine muhakkak nazarıyla baktılar; baktıkça da yürekleri yerlerinden
oynuyor, ne yapacak-lorını, nasıl tedbir alacaklarını dahi hemen
düşünemiyorlardı. İşte böylece Mekkelİ müşrikler gece-gündüz işledikleri
zulümleri hatırladıkça rahatları, huzurları ve uykuları kaçıyordu.
Her şeye rağmen o
rahmet peygamberi Hz. Muhammed (A.S.), Mekke'nin boynu bükük çocuklarına ve
annelerine acıyarak, onlara imkânları elverdiği ölçüde yiyecek maddeleri
gönderdi. Oysa onlar, O büyük peygamberi öz yurdundan ayrılmaya mecbur
etmişlerdi..
Böylece Mekkeİi'ler bunca
nîmeti, ardı-arkası kesilmeyen zulüm ve işkenceyle karıştırıp ilâhî sünnete
ters düşmüşler, o yüzden de azgınlıkları son kertesine gelince, ilâhî azap yine
en hafif yönüyle onları yakalayıver-mişti.
Bu âyetleri okuyan
Medineli'ler, Allah'ın neyi hatırlatmak istediğini ve onlardan neler
beklediğini anlamakta gecikmediler. O bakımdan da Resû-lüllah'a (A.S.) dört
elle sarıldılar, muhacirleri kardeş edindiler ve mallarıyla, canlarıyla
kendilerini Allah yoluna adadılar.. [226]
Allah hepsinden razı
olsun..
Yukarıdaki âyetlerle,
her şeylerini Allah yoluna adayıp hicret eden mü'minlerin kadri yüceltildi.
Nankör Mekkeli'ierin ilâhî nimetlere karşı kayıtsız ve ilgisiz kalmaları
kınanarak, o yüzden kendilerine iki ayrı azabın dokunduğu konu edjldi. Sonra da
Medineli'Iere o kasaba halkının tutumu misal verilerek çok dikkatli olmaları
istenildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Allah'ın Medineli'îere Peygamber, Kur'ân ve İslâmiyet gibi üç büyük nîmeti
birden verdiği hatırlatılıyor. Sonra da bu nî-metler doğrultusunda nelerin
haram kılındığı açıklanıyor. Arkasından da yeminler hakkındaki hükümlere yer
verilerek mü'minlerin dinî kültürleri artırılıyor. [227]
114— Artık Allah'ın size verdiği rızıktân helâl ve
temiz olarak yeyin; Allah'ın nimetine (karşılık) şükredin, eğer O'na
tapıyorsanız (nankörlük etmeyin),
115— O ancak size ölüyü, kanı, domuz etini ve bir
de Allah'tan başkası adına kesileni haram kılmıştır. Kim de darda kalırsa,
(başkasının hakkına) tecâvüz etmeksizin, (ölmeyecek miktarı) aşmaksızın
(bunlardan yiyebilir). Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan ve çok merhamet
edendir.
116— Allah'a karşı yalan uydurmak kasdıyla,
dillerinizin alışageldiği şekilde uydurup «bu helâldir, bu haramdır» demeyin.
Çünkü Allah'a karşı yalan uyduranlar elbette umduklarına erişemezler.
117— Az bir yararlanma ve geçimliktir. Onlar için
elem verici bir ozâp vardır.
tık Allah'ın size
verdiği rızıktan helâl ve temiz olarak yeyin; Allah'ın nimetine (karşılık)
şükredin. Eğer O'na tapıyorsanız (nankörlük etmeyin).»
Mekkeli'lerin
nankörlüğü ve o yüzden sıkıntıya ve açlık felâketine uğramaları, ölmüş hayvan
etinden yemeleri; köpek ve kedi etinden yiyecek kadar muztar kalmaları konu
edildikten sonra, mü'minlere helâl ve temiz şeylerden yemeleri emrediliyor.
Emir ise vücubu gerektirir. Öyle ki, helâl ve temiz şeyleri seçmek vaciptir.
Haram ve zararlı şeylerden kaçınmak farzdır.
Arkasından da genel
hükümden sonra özel hükümlere yer verilerek, ölmüş hayvan eti, akıtılmış kan,
domuz eti ve bir de Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan yenilmesi
kesinlikle yasaklanıyor.
Sözü edilen haram
nesnelerden ikisi beden sağlığına; biri hem beden, hem ruh sağlığına; biri de
sadece ruh sağlığına, yani imân afiyetine zararlıdır. Şöyle ki :
1— Ölü hayvan eti, Mâide sûresinde de
belirttiğimiz gibi, kısa zamanda bozulup zararlı bakterilerin istilâsına
uğrar. Salgıladıkları toksinle zehirlenme olayı meydana gelir.
Yüksekçe yerden
yuvarlanma veya başka bir hayvan tarafından sü-sülerek, ya da parçalanarak ölen
hayvanın eti neden zararlı ve haram oluyor?
Bunun iki sebebi
vardır:
a) Allah'ın ismi anılmadan ölmüştür. O bakımdan
yenilmesi doğru değildir.
b) Bunların eti helâl kılınmış olsaydı, aynı
sebepten ölüp uzun süre kendi haline terkedilen ve o yüzden etinde bakteriler
oluşan hayvanların etinden yararlanmaya kapı açılır ve yasak hedefine ulaşmamış
olurdu.
Bu iki sebebin dışında
daha ne gibi hikmetler var, bilemiyoruz. Allah mutlak hikmet sahibi olduğundan,
koyduğu yasakta kesinlikle birtakım yararlar söz konusudur. O halde bize
gereken şudur: Madem ki Allah bunları haram kılmıştır, o takdirde haram kabul
ediyoruz ve bu konuda başka bir yol aramıyoruz.
2— Birçok
hastalık kanın bileşiminde değişikliklere yol
açar.
Ayrıoa bir takım
zararlı bakteri ve virüslerin yer aldığı bir ortam oluşturmaya da çok
müsaittir. O bakımdan birçok hastalığın teşhisinde kan yardımcı bir unsur
olabilmektedir. Diğer yandan kan, çabuk kokuşan bir maddedir.
Bunun dışında kanın
sağlığımız üzerinde ne gibi olumsuz etkileri vardır, bilemiyoruz. İlende ilmî
araştırmalar bir takım ip uçları ortaya çıkarabilir.
O halde açlıktan ölüm
tehlikesi başgöstermedikce, akıtılmış kandan yemek kesinlikle yasaktır,
haramdır. Sözü edilen tehlikeli anlarda, ölmeyecek kadar yemekte bir sakınca
yoktur. Çünkü zaruretler, mahzurlu şeyie-ri mubah kılar.
3— Domuz eti, hem beden sağlığına, hem
ruh afiyetine zararlıdır. Unutmayalım ki, gıda maddelerinin ruh ve
karakter üzerinde bir takım olumlu ve olumsuz tesirleri olabilir.
Son yıllarda Alman
ilim adamlarından Dr. Hans RECKEVVEG'in domuz etinin zararlarını bilimsel
olarak ortaya koyan araştırması, oldukça dikkat çekicidir. Bunları dokuz madde
halinde belirtirken, Kur'ân'ın ilme ve ilim adamına on beş asırdan beri birçok
konularda ana fikir verdiğini, temel bilgiler koyduğunu düşünüyoruz ve Dr.
Hans'ın, Kur'ân'ın sözü edüen hükmünün ilâhî olduğunu isbattar anlamda
bilimsel belgeler ortaya koyduğunu görüyoruz.
Mâide ve En'am
sûrelerinde domuz etiyle ilgili tesbitlere yer verdiğimiz için, burada tekrar
etmek istemiyoruz. Meraklıların Bakara sûresi 173., Mâide sûresi 3., En'am
sûresi 145. âyetlerin tefsîrine bakmalarını tavsiye ederiz. Özellikle Mâide
sûresi 3. âyette yeterli açıklama yapılmıştır.
4— Allah'tan başkası adına kesilen hayvan da eti
haram kılınanlardan biridir. Bu daha çok kalpteki İmân cevherinin cilasını
bozar, ilâhî rahmetin oraya inmesine engel olur ve ruhun afiyetini zedeler. [228]
«Kim de darda kalırsa,
(başkasının hakkına) tecavüz etmeksizin, (ölmeyecek miktarı) aşmaksızın
(bunlardan yiyebilir). Şüphesiz ki, Allah çok bağışlayan ve çok merhamet
edendir.»
İslâm hukukundaki yüze
yakın ana kaideden
ikisi zaruretlerle ilgilidir. Şöyle ki: «Zaruretler mahzurlu şeyleri
mubah kılar.» «Zaruretler kendi miktarınca takdir olunur.»
İkinci kaide, birinci
kaideyi tamamlar mahiyettedir. Her ikisi de ilgili âyetin ışığı altında
belirlenip ortaya konulmuştur. Bunları biraz açıklamamızda fayda vardır; şöyle
ki:
İslâm'da Kur'ân ve
hadîsin ışığı altında zaruretler tahdit edilmiş, yani belirli bir sınır içine
alınmıştır. Haram nesneyle karşı karşıya gelen kimse, belirlenen sınır içinde,
ondan İhtiyaç miktarı kullanabilir. Buna birkaç misal verelim :
a) Kıtlık yıllarında, ölen "bir hayvanın
etinden, başka yiyecek bir şey bulunmaz da adam açlıktan ölmek tehlikesiyle
karşı karşıya kalırsa, ölmeyecek kadar o hayvanın etinden yiyebilir. Bunun
gibi susuzluktan ölüm tehlikesiyle yüzyüze gelen kimse, ölmeyecek kadar şarap veya benzeri alkollü içkiden içebilir.
b) Ölüm tehdidiyle küfre zorlanan, yani
İslâmiyeti bırakıp Peygamberi ret ve inkârla ölüm arasında bir tercih yapmakla
karşılaşan kimse, kalbi imân ile yatışmış bulunduğu halde küfrü gerektiren söz
söyleyebilir. Bunun gibi, bir kimse tehdit ve cebir ile diğer bir kimsenin
malını itlaf etse, bu işe ölüm tehdidiyle zorlandığından sorumlu tutulmaz.
c) AçFıktan ölüm tehlikesi geçiren kimse,
başkasına ait olup sahibinin müsadesini almadan -ileride bedelini veya aynını
ödemek niyetiyle-malından ölmeyecek kadar alıp yiyebilir. [229]
Çünkü hayat hakkı bazı
istisnalarla her zaman muhteremdir. [230]
«Allah'a karşı yalan
uydurmak kasdıyla, dillerinizin alışageldiği şekilde uydurup «bu helâldir, bu
haramdır» demeyin.,»
Bir şeyi helâl, ya da
haram kılma yetkisi Allah'a aittir. Hadîs ile tahrî-mi belirlenen bazı şeyler
de, Melek Cebrail'in işaretine dayanmaktadır. Çünkü Peygamber (A.S.) Efendimiz
kendiliğinden böyle bir hüküm koyma yetkisine sahip değildir. O'nun dinî
konularda söylediği her şey, mutlaka vahye ve bir de Cebrail (A.S.)ın işaretine
müstenittir.
Gerçek bu olunea,
Peygamber (A.S.) Efendimiz devrinde bulunmayan, ya da bilinmeyen bazı zararlı
şeyler ortaya çıkmıştır kt, bunların helâl veya haram olup olmadığı hakkında
Kur'ân ve Sünnet'te bir açıklama yoktur. Yetki ise, Allah'a ve sonra da
Peygamberine ait olduğuna göre, sözü edilen maddeler hakkında bir hüküm vermek
mümkün değil midir? Aklın şer'î hükümlerde bir rolü söz konusu mudur?
Şiî bilginlerine ve
daha çok İmamiyye mezhebine göre: Hakkında nass [231]
bulunmayan konularda akıl bir kaynaktır. Hanefî, Şafiî, Hanbelî ve Mâlikî
mezheplerine göre ise, akıl tek başına bir kaynak kabul edilmez. Hakkında nass
bulunmayan şeyler; kıyas, istihsan ve şer'ân muteber olan maslahatlar
çerçevesinde nassa bağlanır.
O halde bir mesele
hakkında nass bulunmazsa, akıl kendi başına hüküm veremez, nassdan yardım
görerek, ona dayanarak verebilir. Böylece hakkında nass bulunmayan bir
meselenin hükmünü, aralarındaki ortak me-nat (illet} sebebiyle, hakkında nass bulunan
meselenin hükmüne bağlamak suretiyle kıyas yapılır.
Bunun için de şu dört
esasın bulunması şarttır:
1— Asıl: Hükmün
kaynağı,
2— Feri': Hakkında nass bulunmayan mesele,
3— Hüküm: Kıyas yoluyla asıldan fer'a geçilmesi
istenen sonuç, Ortak illet: Hem asıl'da, hem de feri'de bulunması gereken ortak
vasıf.
Bunu bir misal ile
açıklayalım :
Kur'ân'da hamır diye
adlandırılan alkollü içkilerin haram olduğu açıklanmakta ve tahrîm illetinin s
e k r (sarhoşluk) olduğu belirtilmektedir. O halde Peygamber (A.S.) zamanında
bulunmayıp sonradan icat edilen eroin, kokain, afyon ve benzeri uyuşturucu
maddeler, içkiye kıyas edilir. Çünkü aralarında ortak illet mevcuttur. Böyiece
bu durumda da tahrîm yetkisi Allah'a ait olarak kalır.
O bakımdan ilgili
âyetle, «Dillerinizin alışageldiği şekilde uydurup bu helâldir, bu haramdır,
demeyin.» buyurularak insanların kendi görüş, anlayış ve mantıklarına göre,
rastgele hüküm vermeleri yasaklanmıştır. Ni-tekim cahiliye devri Arapları, bazı
develerin kulaklarını yararak, ya da damgalayarak onu kendilerine haram
kılarlar; Allah onları haram kılmış gibi bir hava estirirlerdi. İlgili âyetle
buna işaret edilmektedir.
O halde hiçbir
yetkileri ve hakları yokken, bazı kişilerin kendi düşünce ve mantıklarına
göre, helâli haram, ya da haramı helâl saymaları veya yeni icat edilen zararlı
bir maddeyi helâl kabul etmeleri çok sakıncalıdır. Kur'ân onların kendi
nefislerinden yana yontup hüküm vermelerini kınarken şunu hatırlatıyor: «Bu,
az bir yararlanma ve geçimliktir ve onlar için elem verici bir azap vardır.» [232]
Yukarıda geçen
âyetlerle, Medineli'lere misal verilerek, ilâhî nîmetle-rin kıymetini bilip
şükrünü yerine getirmeleri öğütlenirken, aynı tavsiyenin bütün mü'minlere
yapıldığına işaret edildi. Sonra da helâl ve haram kılma yetkisinin Allah'a ait
olduğuna atıf yapılarak dört önemli şeyin haram kılındığına dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Yahudilere haram kılınan şeylerin sebeplerine dikkatler çekiliyor. İlâhî emre
uymadıkları ve mevcut nimetlerin kıymetini takdir etmedikleri için kendilerine
bazı cezaların verildiği belirtiliyor. Ama bilmeden kötülük işleyenler, bunun
farkına vardıkları zaman tevbe edip dönüş yaparlarsa, şüphesiz ki Allah'ı
gafur ve rahîm olarak bulacakları müjdeleniyor. [233]
118— Daha önce sana anlattıklarımızı da Yahudî
olanlara haram kılmıştık. Biz onlara zulmetmedik, ama onlar kendilerine
zulmediyorlardı.
119— Rabbin gerçekten, bilmeden kötülük işledikten
sonra ardından tevbe edip kendini düzeltenlerden yanadır. Şüphesiz kî, Rabbin
bundan sonra da çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
«Daha önce sana
anlattıklarımızı da Yahudi olanlara haram kılmıştık..»
Yahudilere de daha
önceleri, yukarıda belirtilen dört şey haram kılınmış; ancak işledikleri
zulüm, sergiledikleri azgınlık sebebiyle, ayrı bir ceza olarak diğer bazı
şeyler de kendilerine haram kılınmıştır. Nitekim yukarıdaki âyetle, En'âm
sûresinde geçen bu husustaki açıklamaya atıf yapılıyor. Adı geçen sûrede
Yahudilere ayrıca haram kılınan şeyler şöyle ifade edilmektedir: «Yahudî
(dininden) olanlara da (Tevrat'ta) her tırnaklı olan hayvanı haram kıldık.
Sığır ve koyunların da sırtlarında veya bağırsaklarında veya kemiğe karışık
bulunan yağlar dışında iç yağlarını haram kıldık. Bu, aşırı gidip ilâhî
sınırları aşmalarından, insan haklarına el uzatmalarından dolayı onlara
verdiğimiz bir cezadır ve elbette biz doğrularızdır.» [234]
Nisa sûresinde de
tahrîm sebepleri biraz daha az farkla açıklanarak şöyle buyurulmaktadır:
«Yahudilerden (çoğunun.) zulümleri, birçoklarını Al* lan yolundan alıkoymaları,
men'edildikleri halde faiz almaları ve haksız sebeplerle insanların mallarını
yemeleri sebebiyle (daha önceleri) kendilerine helâl kılınan iyi ve temiz
şeyleri onlara haram kıldık ve yine onlardan küfür üzere kalanlara elem verici
bir azap hazırladık.» [235]
Böylece Cenâb-ı Hak,
bir milleti güçten düşüren, parçalanıp başka milletlerin boyunduruğu altına
sokan dört ana sebebi. Nisa sûresinde acık, En'âm sûresinde yarı açık, Nahl
sûresinde kapalı şekiide belirterek yaşamakta olan milletleri uyarıyor.
O dört sebebi şöyle
özetliyebiliriz :
1— Halkının çoğunun haksızlığı sanat edinip
zulümde bulunması,
2— İnanan ve inanmak arzu ve hevesinde olan
insanları Allah yolundan alıkoymak için birtakım çirkin oyunların düzenlenip
sahneye konulması,
3— Haksız sebeplerle, dolaylı yollardan
insanların mallarına el uzatılması,
4— Yasaklandığı ve kesin haram kılındığı halde
faize rağbet edilerek onun geçim vasıtası haline getirilmesi..
O halde Allah'ın insanlardan
yana en çok hoşlanmadığı bu dört büyük günahın hepsini işleyen toplumların,
kendilerini yıkıp yok edecek felâket gelip kapılarına dayanmadan önce, tevbe
edip hakka yönelmeleri bir emr-i ilâhîdir. Dönüş yapanlar için Allah çok
bağışlayan ve çok merhamet edendir.
Diğer bir husus da
şudur: Aynı konuyu üç ayrı yerde açıklayan Kur'-ân-ı Kerîm, Cenâb-ı Hakk'ın
Tevrat'ta sözünü ettiğimiz dört şeyi kesinlikle yasaklayıp haram kıldığını
haber veriyor. Hâlen mevcut Tevrat nüshalarında bu haramlarla ilgili bazı
kayıtlara rastlamak mümkün. Şöyle ki:
Faiz yasağı:
«Eğer kavmıma, yanında
oian bir fakire, ödünç para verirsen, ona murabahacı olmayacaksın; onun
üzerine faiz koymıyacaksın..» [236]
Kan :
«Hiç bir şeyi kanla
yemiyeceksiniz..» [237]
Domuz eti:
«Ve domuzu da
yemiyeceksiniz. Çünkü çata! ve yarık tırnaklıdır, fakat geviş getirmez, o size
murdardır.» [238]
Yahudiler bu yasaklara
uymadıkları için Cenâb-ı Hak, onları, başka şeyleri de haram kılmak suretiyle
cezalandırmıştır. Tevrat'ta bu tahrîmle ilgili hükümler şöyle belirtilmiştir:
«Yeryüzünde olan bütün
hayvanlardan yiyebileceğiniz hayvanlar bunlardır. Hayvanlar arasında, çatal ve
yarık tırnaklı olan ve geviş getiren her hayvanı yiyebilirsiniz. Fakat geviş
getirenlerden ve çatal tırnaklılardan şunları yemiyeceksiniz; Deveyi, çünkü o
geviş getirir, fakat çatal tırnaklı değildir, size murdardır. Ve kaya
porsuğunu, çünkü o geviş getirir, fakat çatal tırnaklı değildir, size
murdardır. Ve tavşanı, çünkü o geviş getirir, fakat çatal tırnaklı değildir,
size murdardır. Ve domuzu, çünkü çatal ve yarık tırnaklıdır, fakat geviş
getirmez, o size murdardır. Onların etinden yemiyeceksiniz ve leşlerine
dokunmayacaksınız, onlar size murdardır.» [239]
«Ve Rab Musa'ya
söyleyip dedi: İsrailoğullarına söyleyip de: Hiç bir yağ, öküz, yahut koyun,
yahut keçi yağı yemiyeceksiniz. Ve kendiliğinden ölen yahut parçalanan hayvanın
yağı başka her iş için kullanılabilir; fakat onu hiç yemiyeceksiniz..»[240]
Ayrıca hayvan iç
yağlarından Levililer kitabında birkaç yerde daha söz edilmektedir. Kur'ân'da
ise bu hükümler özetlenip tashih edilerek ilâhî emirlerin doğru şekline yer
verilmiştir. [241]
Yukarıdaki âyetlerle,
ilâhî emirlere uymayıp helâl ve haram konularında kendi anlayışlarına göre
hükümler koyan İsrâiloğulları'nd bu yüzden ceza verildiği, eti helâl olan bazı
hayvanların ve iç yağlarının yasaklandığı açıklandı. Böylece yaşamakta olan
mü'minlerin onlar gibi sakıncalı bir yola girmemeleri tenbih edildi. Sakıncalı
yollara girenlerden tevbe edip dönüş yapanların bağışlanacağı müjdelenerek,
ölmeden önce bu fırsatı değerlendirmeleri istendi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Yahudilerin İslâm'a karşı hasmane tutumları kınanıyor. İbrahim Peygamber'!
sevdiklerini iddia ettikleri halde Onun Ha-nîf dinine uymadıkları konu
ediliyor. Sonra da İbrahim Peygamber'in bazı özellikleri üzerinde durularak,
neden Hz. Peygamber'in (A.S.) onun dinine uyduğunun sebep ve hikmeti
açıklanıyor. [242]
120— Şüphesiz ki İbrahim, Allah'a itaat (havası)
içinde boyun eğen ve O'na dosdoğru yönelen, kendi başına bir ümmet idi. O,
müşriklerden (Allah'a ortak koşanlardan) değildi.
121— İlâhî nimetlere şükrederdi. Allah onu seçip
dosdoğru bir yola iletmişti.
122— Ona hem Dünya'da iyifik-güzellik verdik; hem
de Âhiret'te. O sâlihlerdendir.
123— Sonra da biz «Hanîf olan, müşriklerden
olmayan İbrahim'in dinine uy», diye sana vahyettîk.
«Şüphesiz ki, İbrahim,
Allah'a itaat (havası) içinde boyun eğen ve O'na dosdoğru yönelen, kendi
başına bir ümmet idi. O, müşriklerden (Allah'a ortak koşanlardan) değildi.»
İlgili âyetle,
putperestlerin hak dine karşı inkâr, ret, saldırı, taşkınlık ve azgınlıkları;
Yahudilerin de sinsi, fakat sakıncalı düşünce ve tutumları kınanıyor. Bu gibi
haksız saldırıların hiçbir kavim ve millete hayır getirmi-yeceğine, ama cok şey
kaybettireceğine işaret ediliyor. Sonra putperestlerin de, yahudilerin de
Htristiyanlarla Müslümanların da sevip saydıkları İbrahim Peygamber (A.S.) ve
Onun bâtıldan uzak, hakka yönelik koskolay Hanîf dini hepsi için ortak barış
odağı olarak öneriliyor.
Tek başına ümmet
sayılması :
Bilindiği gibi,
İbrahim Peygamber'in (A.S.) M.Ö. yaklaşık 2000 yıllarında yaşadığı tesbit
edilmiştir. O yalnız başına Babil krallarına karşı gelen, onu ve halkını doğru
yola, Allah'ın yoluna çağıran ve yine tek başına yılmadan mücadelesini
sürdüren, o yüzden ateşe atılan yüksek azim ve irâde sahibi bir resuldür.
Harran ve Musul bölgesinde tebliğ ve irşat imkânı kalmayınca aldığı vahiy
üzerine ailesiyle birlikte hicret etmesi ve gittiği Şam, Filistin ve Hicaz
dolaylarında yine ailesiyle birlikte irşat ve teblîğ görevini yerine getirmeğe
çalışması. Onun tek başına bir ümmet olduğuna yeterli delil sayılır.
Tevhîd burcuna
yükselip hakkın sesini küffar diyarında duyurması da ancak bir ümmetin yapabileceği
önemli hizmetlerden bindir.
Tevrat'ta İbrahim
Peygamber:
Mevcut Tevrat
nüshaları incelendiğinde, İbrahim Peygamber'e geniş yer verildiği ve otuzdan
fazla yerde anıldığı görülür. Bu, Yahudilerin İbrahim Peygamber'e karşı
duydukları sevgi ve saygıyı belirtir. [243]
Bernaba İncil'inde de
İbrahim Peygamber'in kadri yüce bir resul olduğu açıklanır ve birkaç yerde
onun ahlâkından, tevhîd dininden söz edilir. Diğer dört İncil'de ise, bu
peygamberle ilgili yirmi yerde kısa açıklamalar yapıldığını görüyoruz. [244]
Arap Yarımadası'nda
oturan putperestlerin de önemli bir kısmı İbrahim Peygamber {A.S.} hakkında tam
sıhhatti olmasa bile, birtakım bilgilere sahip bulunuyorlar ve O'na saygı
duyuyorlardı. Her şeyden önce, kutsal Kabe'nin İbrahim Peygamber tarafındun temellerinin
yükseltildiğini biliyorlardı. Sonra da Mekke'ye ilk yerleşen ailenin İbrahim
Peygamber'in eşi Hacer ile oğlu İsmail Peygamber olduğu da ağızlarda dolaşan
kıssalar arasında önemli bir yer tutuyordu.
O bakımdan Kur'ân'da
sık sık İbrahim Peygamber'den ve O'nun Ha-nîf dininden söz edilmekte, İslâm'a
karşı olan Yahudi ve Hıristiyanlara İbrahim Peygamber hatırlatılarak üç semavî
dinin barış odağı olabileceğine dikkatler çekilmektedir. [245]
1— Allah'a dosaogru yönelir; bâtıldan uzak kalıp
Tevhîd İnancı'nı tebliğ ederdi.
2— Allah'ın varlığına, birliğine, kudretinin
sınırsızlığına gönülden inanıp teslimiyet gösterir; O'na mutlak itaat içinde
boyun eğerdi.
3— Olgunluk, iyilik ve faziletin övgü değer
yanlarını kendinde toplayan tek başına bir ümmet idi.
4— Allah'a eş-ortak koşanlardan, puta
tapanlardan, bâtılı savunanlardan değildi.
5— Cenâb-ı Hakk'ın nimetlerine niyet ve
ameîleriyle, söz ve davranışlarıyla şükreden bir peygamberdi.
6— Allah tarafından beğenilip seçilen, doğru
yola iletilen kadri yüce bir resuldü.
Birinci madde ile
Hıristiyanlara ve putperestlere sağlam bir ölçü veriliyor: Sizler İbrahim
Peygamberi (A.S.) seviyorsanız, Onun gibi Tevhîd İnaneı'na sarılın, Allah'a
asla ortak koşmayın, anlamında uyarı yapılıyor.
İkinci madde ile daha
çok putperestlere sesleniliyor; Putların önünde değil, Allah'ın huzurunda
eğilin ve tam itaat içinde putlara değil, Allah'a boyun eğip kulluğunuzu isbat
edin, diye tenbihte bulunuluyor.
Üçüncü madde ile,
bütün insanlara örnek veriliyor: İnsana yakışıp yaraşanın sadece imân temeli
üzerinde gelişen olgunluk, iyilik ve fazilet olduğu bildiriliyor.
Dördüncü madde ile;
müşrikler uyarılıyor: Din ve ibâdet adına Allah'tan başkasına tapınmanın büyük
bir zillet ve aşağılanmak olduğu belirtiliyor. İbrahim Peygamber'in bu zillete
düşen insanları kurtarmak uğruna ateşe atılmaya bile razı olduğu, fakat Cenâb-ı
Hakk'ın onu büyük birmu'ci-ze izhar ederek kurtardığı hatırlatılıyor.
Beşinci madde ile,
geniş nimetler, imkânlar ve servetler içinde yüzen insanlar uyarılıyor. Bütün
nimetlerin insan için, insanın da Allah'a kul olmak için yaratıldığına
işaretle İbrahim Peygamber'in (A.S.) her hâl-ü kârda Allah'a şükrettiği,
kazandığını dostlarıyla, misafirleriyle yediği misal verilmek isteniyor.
Bugünün insanının eriştiği birçok nimetlere İbrahim Peygamber'in erişmediği
kesindir. Buna rağmen o, nimetin azlığına ve çokluğuna değil, onu veren yüce
kudretin sonsuz lûtfuna bakarak şükrünü yerine getirmeğe çalışırdı.
Ayrıca Mekke'nin ileri
gelenleri de bu maddeyle uyarılmış ve birçok milletlerin nail olamadıkları
nimetlere eriştikleri hatırlatılarak, İbrahim Peygamber'in (A.S.) soyundan
gelen son peygamberin ise, en büyük nîmet olduğuna dikkatleri çekiliyor.
Altıncı madde ile, yine
bütün milletlere sesleniliyor; Peygamberleri Allah'ın seçtiği, insanlara böyle
bir yetki verilmediği bildirilerek, İbrahim Peygamber (A.S.) misal olarak
veriliyor. Böyleee risâlet görevinin ancak ona lâyık olanlara verildiği; son
olarak da İbrahim Peygamber'in (A.S.) soyundan Hz. Muhammed'in (A.S.) seçilip
hizmete sevkedildiği hatırlatılıyor. [246]
«Sonra da biz «Hanîf
olan, müşriklerden olmayan İbrahim'in dinine uy» diye sana variyettik.»
İbrahim Peygamber
(A.S.), yukarıda da belirttiğimiz gibi, dinler, dindarlar ve hatta
putperestler arasında sevilip sayılan kadri yüce bir peygamberdir. O halde
dinler arasındaki soğuk havayı kaldırmaya, hepsini Tevhîd İnancı odağında
blraraya getirmeye ancak onun yüksek şahsiyeti ve Hanîf dini müşterek bir bağ
olabilir. Zira semavî dinlerin hepsi bu inanç üzere indirilmiş ve peygamber
onun esaslarını Allah'ın kullarına tebliğ ile görevlendirilmiştir. O halde
gerek Yahudiler, gerekse Hıristiyanlar Tev- hîd İnancı'nı zedeleyen birtakım
düşünce ve inançlardan vazgeçmedikçe, Tevhîd'in en parlak güneşini beraberinde
taşıyan İslâmiyet ile birleşip barışmaları mümkün değildir. Bunun için de
hepsinin saygı duyduğu İbrahim Peygamber'in (A.S.) Hanîf dininin esasını
benimsemek yeterlidir. Nitekim Hz. Peygarnber'e (A.S.) ilgili âyetle onun Hanîf
dinine uyması için emir verilmiş bulunuyor. Öyleki bu, Hz. Muhammed'in (A.S.)
getirdiği dinî esasların, bütünüyle, yani özü ve mayasıyla İbrahim Peygamberin
dinî esasından başkası olmadığını vurguluyor. Sözü edilen iki din mensupları,
İbrahim Peygamber'! {A.S.) kabul ettikleri ve saygı duydukları gibi, son peygamberi
de kabul edip saygı duymaları gerekmiyor mu?
O bakımdan Kur'ân-ı
Kerîm'in beş ayrı yerinde İbrahim'in (A.S.) Ha-nîf dini övülmekte ve iki
yerinde de onun dinine uyulması emredilmekte-dir. [247]
Bu beş yer dahil, on
yerde «hanîf» tabiri kullanılır ki, bunu Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerinde
yeterince açıklamış bulunuyoruz.
Bütün bu tekrarlardan
her biri bize az farkla temel bilgiler vermekte ve İbrahim Peygamber'in dini
hakkında silinmiyecek derin izler bırakmaktadır. [248]
Yukarıdaki âyetlerle,
Yahudî ve Hıristiyanların Tevhîd İnancı doğrultusunda İslâmiyete gönüi
kapılarını açmaları için İbrahim Peygamber'e olan müşterek sevgi odak noktası
olarak gösterildi.
Aşağıdaki âyetle,
Yahudiler cumartesi konusunda uyarılıyor. Bu günün ibâdete tahsis edilmesinin
veya tatile girip dinlenmeye ayrılmasının İbrahim Peygamber'den devam edegelen
bir sünnet olmadığına işaret ediliyor. [249]
124—
Cumartesi (tatil ve ibâdeti) ancak onda görüş ayrılığına düşüp çekişenlere farz
kılınmıştır. Şüphesiz ki Rabbin, onların ayrılığa düşüp çekiştikleri şey
hakkında Kıyamet günü aralarında hükmedecektir.
«Bizler (ümmet olarak
yeryüzüne çıkarılan) son ümmetiz. Kıyamet gününde ise, (diğer ümmetlerin)
önünde bulunacağız. Ne var ki, onlara bizden önce kitap verilmiş ve onda
ayrılığa düşmüşlerdir. Bize ise, kitap onlardan sonra verilmiştir. İşte bu
(cuma günü) onlara farz kılınan bir gündü. Onda ayrılığa düştüler. Allah bizi
bu güne eriştirdi. O bakımdan onlar bu günde bizi izlediler: Yarın (cumartesi)
Yahudilere, yarından sonrası (pazar) da Hıristiyanlaradır.» [250]
«Allah bizden önceki
(ümmet)leri cumadan saptırdı. Böylece Yahudilere cumartesi, Nasârâ'ya pazar
günü belirlenmiş oldu.
Allah bize
(yardımıyla) geldi, bizi cuma gününe (lâyık görüp) eriştirdi. O nedenle cuma,
cumartesi, pazar (ibâdet günleri olarak oluşup) belirlendi.
Böylece kıyamet
gününde onlar bize tabi olacaklar. Bizler de dünya ehlinin sonuncu (ümmetiyiz).
Kıyamet gününde ise, önde gelenleriyiz.
Diğer halklar
(ümmetler, milletler, kavim ve topluluklardan önce bunlar (Yahudi ve
Hıristiyanlar) arasında (sözü edilen günler hakkında ihtilâfa düşmeleri ele
alınıp) hükme bağlanmış olacak..» [251]
İbrahim Peygamber'e
çok bağlı bulunduklarını ve birçok âdetleri ondan tevarüs ettiklerini iddia
eden Yahudilerin bu ve benzen sözlerinin gerçeğe uymadığı konu ediliyor.
Nitekim İbrahim Peygamber'in (A.S.), Hanîf dininde cumartesi gününe bir özellik
verilmediği bilinmektedir. İlgili âyetle bu konu üzerinde durularak şu bilgiler
veriliyor:
Musa Peygamber (A.S.),
İsrâiloğulları'na, «Bundan böyle cuma gününe özellik tanıyıp o gün iş
işlemeyin, sadece ibâdetle değerlendirin» diye emretmişti. İsrâiloğuliarı ise,
Allah'ın göklerin ve yerin yaratmasını bitirdiği cumartesi gününün ibâdete
ayrılmasında ısrar etmişlerdi. Bunun üzerine Allah (c.c), Musa Peygamber'e
(A.S.): «Mademki cumartesi üzerinde ısrar ediyorlar, o günü onların dinlenme
ve ibâdetine ayır» diye emretmiştir.
Sonra İsa Peygamber
(A.S.), cuma gününü kendilerine ayırmak istemişti. Havariler ona: «Yahudilerin
bayramının bizim bayramımızdan sonra gelmesi hoşumuza gitmiyor. Bizimkinin
onlarınkinden sonra gelmesini daha uygun görüyoruz» demişlerdi. İsa Peygamber
(A.S.) onları kırmayıp pazar gününü seçmiştir.
Sonra Allah, cumayı
Muhammed (A.S.) ümmetine vermiştir. Ama Yahudiler cumartesini, Hıristiyanlar
da pazarı daha faziletli görüp bir takım yersiz iddialar ortaya atmışlardır. [252]
İşte bütün bu
ayrılıkları, farklı tesbit ve görüşleri, düşünce ve duygular arasındaki
uyuşmazlığı Allah kıyamet gününde çözüp haklıyı haksızdan, doğruyu eğriden
ayıracak ve cuma gününün nasıl ta'zime lâyık kılındığını ortaya çıkaracaktır. [253]
Yahudilerin birçok
ilâhî emirlere aykırı hareket etmeleri ve helâl, haram konusunda ölçüyü
kaçırmaları; ayrıca insan haklanna tecavüz etmeleri, yasaklandığı halde faiz
yemeleri sebebiyle Cenâb-ı Hak onları bir başka sınavdan geçirmek, daldıkları
gafletten uyanmalarını sağlamak için cumartesi gününe mahsus birtakım
kısıtlamalar koymuştur. Kur'ân-ı Kerîm'in tam beş yerinde bu konu az değişik
anlatım ve hükümlerle anlatılmaktadır. Yahudiler konulan kısıtlamalara da
riâyet etmemişler ve cumartesi gününde iş işlemek, balık avlamak yasaklandığı
halde, kendilerine göre bir takım yorumlarda bulunup kıyıya doğru akın eden
balıklan avlamaktan kendilerini alamamışlardı.
İlgili 124. âyetle hem
Müslümanlara bilgi veriliyor, hem de Yahudiler uyarılıyor. [254]
Tevrat'ta da
cumartesiyle ilgili hem ta'zime, hem kısıtlamalara beş altı yerde temas
edilmiştir. Bunlardan bir kısmını, bilgi edinilsin diye naklediyoruz:
«Altı gün iş
işlenilecek; fakat yedinci günde tam rahat Sebti, mukaddes toplantıdır; hiçbir
türlü iş işlemiyeçeksiniz. Bütün meskenlerinizde Rabbe Sebttir.» [255]
«Ve İsrâiloğuliarı
çölde iken Sebt gününde odun toplayan bir adam buldular. Ve onu odun toplamakta
bulanlar, kendisini Musa ile Harun'un ve bütün cemaatin yanına getirdiler. Ve
onu hapsettiler, çünkü ona ne yapılacağı bildirilmemişti. Ve Rab, Musa'ya
dedi: O adam mutlaka öldürülecektir....» [256]
«Rab, Musa'ya söyleyip
dedi : Sen İsrailoğullarına söyleyerek de : Benim Sebt günlerimi gerçekten
tutacaksınız; çünkü o, sizinle benim aramda nesillerinizce bir alâmettir; takt
sizi takdis eden Rab ben olduğumu bilesiniz.
Bunun için Sebti
tutacaksınız; çünkü size mukaddestir, onu bozan mutlaka öldürülecektir, o günde
her kim iş işlerse, o can kavminin içine atılacaktır. Altı gün iş işlenir,
fakat yedinci günde Rabbe mukaddes rahat Sebtidir.» [257]
Cuma gününe ta'zime
gelince :
İslâm, yepyeni bir
dünya görüşüyle ortaya çıkan en son dindir. Hayatımızın her safha ve bölümüyle
ilgilidir. Allah, Cuma gününü dinlenmemize ayırmamış, o günde tatil yapmamızı,
iş işlemememizi emretmemiştir. Sadece bu kutsal sayılan günü, camilerde
biraraya gelmek suretiyle değerlendirmemiz; ibâdet, duâ, hayır, iyilik etmemiz
ve hısımlarla, dostlarla yakın ilgi kurmamız istenilmiştir.
O halde cumartesi
gününde Yahudiler için konulan yasaklar, getirilen kısıtlamalar, İslâmiyetin
kutsal tanıttığı cuma gününde söz konusu değildir. Bu nedenle Cumua sûresinde
cuma namazı kılındıktan sonra yeryüzüne yayılıp Allah'ın insanlara hazırladığı
rızıklardan -çalışmak suretiyle-nasîbimizi aramamız emredilmiştir.
Böylece İslâm'ın,
hayatı her günüyle hareket halinde değerlendirmemizi, ibâdet ve îaatle, iyilik
ve faziletle süslememizi tavsiye ettiği kesinlik kazanıyor. [258]
Yukarıdaki âyetle,
cumartesi gününün kutsallığı ve ondaki yasaklarla kısıtlamaların sadece
Yahudilere has olduğu konu edildi. İslâmiyetin son. din olarak insanlığa
gönderilmesiyle artık o tür ta'zîmlerin kaldırıldığına işaretle, Müslümanların
cuma gününü cumartesine benzetmemeleri hususuna kapalı atıf yapıldı.
Aşağıdaki âyetle,
Allah'ın insanlara son mesajı olan Kur'ân'ı ve İslâ-miyeti yayıp tebliğ etmede
uygulanacak metot açıklanıyor. Dinî konularda ihtilâfa düşüimemesine işarette
mü'minlerin çok dikkatli olmaları İsteniliyor. [259]
125— Rabbin
yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır; onlarla en güzel (ölçü ve usûl ne ise
ona göre) mücâdeleni sürdür. Şüphesiz ki Rabbin kendi yolundan sapanları daha
iyi bilir ve O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, «Din nasihattir» dîye buyurdu ve bu cümleyi üç defa tekrarladı.
Ashab-ı Kiram: «Kime nasihattir?» diye sordular. Efendimiz (A.S.) şöyle cevap
verdi: «Allah'a, Peygamberine, müslüman liderlere ve müslümanların hepsine...»[260]
«Sizden kim bir
kötülük görürse, onu eliyle gidersin. Buna gücü yetmezse, diliyle gidermeye
çalışsın. Buna da gücü yetmezse, kalbiyle gidermeğe (düşünüp çare bulmaya)
çalışsın ki bu, imânın en zayıf tarafıdır.» [261]
Kur'ân ilgili âyetle,
ilâhî hikmet gereği, vaaz, irşat ve hakka davetin metot ve yöntemini veriyor ve
bu çok önemli konuyu üç madde halinde özetliyor.
Âyetin açık
anlatımından, hitap edilmek istenen insanların üç grupta düşünülmesinin ve her
birine ne ölçüde hitap edilmesinin gereği üzerinde durulduğu anlaşılıyor.
1— Allah yoluna hikmet ile,
2— Güzet öğütle çağır.
3— En güzel ve ölçü düzeyinde mücadeleni sürdür.
Birinci madde,
entelektüel grubu Allah yoluna hikmetle davete yöneliktir. Çünkü burada gecen
«hikmet» kelimesi şu manaları taşımaktadır:
a) Doyurucu, ikna' edici, aynı zamanda
-karşısındakinin kültür seviyesine göre- bilimsel ölçüde delillerle..
b) Gerçeği yansıtır mahiyetteki belgelerle..
c) İnsanlara yarar sağlayacak, akıllara ışık
tutacak, vicdanlarım harekete geçirecek misallerle..
İkinci madde, sağlam
karakterli, doğru huylu, yatışkan kalpli, zarif ve duyarlı vicdanlı halk
tabakasını Allah yoluna, güzel, tatlı, çekici ve doyurucu öğütlerle davete
yöneliktir,
Ne yalnız Cehennem ile
korkutmak, ne de yalnız Cennet ile avundurmak; korku ile ümit arasında dengeli
bir hava oluşturup ruh ve vicdanları serinletmedi ihmal etmemek bu davetin bir
parçasını oluşturur.
Üçüncü madde, dinî
eğitimden uzak, yabancı kültürün tesiri altında kalıp dine, dindara saygı duymayan;
üstelik yıkıcı, bozucu faaliyetlerde bulunan inkarcı veya çok şüpheci
inatçılarla günün şartlarını, sosyal yapının özelliklerini, muhatgbın tutum ve
dayanaklarını dikkate alarak sistemli, seviyeli, şuurlu bir mücadele yöntemi
ortaya koymaya yöneliktir.
Müfessir Fahruddin
er-Râzî, ilgili üç metodu şöyle açıklamıştır:
Birincisi, kesin
deliiler, şüpheden uzak bilgi ve inanç veren hüccetlerdir. Buna «hikmet»
denilir.
İkincisi, zannî
belirtiler, doyurucu delillerdir. Buna «güzel öğüt» denilir.
Üçüncüsü, misaller
getirmektir. Buna «mücadele» denilir ki, bunların hepsini Rab sıfatının
eğitici, geliştirip yönlendirci doğrultusunda yürütmemiz istenmektedir. [262]
Kur'ân-ı Kerîm bu
âyetle, ayrıca konuşma tekniğine de işarette bulunmakta, güzel, tesirli söz
söyleme becerisinin lüzumunu belirtmekte ve insanları irşat ile görevlendirilen
veya buna istekli çıkan kişilerde bu özelliğin aranmasını ilham etmektedir.
Biz buna «Söz söyleme sanatı» da diyebiliriz.
O halde Kur'ân'ın
ışığı altında söz söyleme, güzel konuşma tekniğini şu maddelerle
özetliyebiliriz :
1— Kelimeleri telâffuz ederken dikkatli olmak,
harfleri mahreçlerinden çıkarmaya özen göstermek,
2— Kelime haznesini devamlı zenginleştirmek,
3— Bunun için de, bilerek, anlayarak çok okumak,
lüzumlu kısımları not etmek.
Cok rahat bir davranış
içinde bulunmak, karşısındakine hep güven telkîn eder ölçüde vakur ve nazik
olmak,
5— Kendine güvenmek, konuya çok hâkim bulunmak,
6— Düzenli konuşmaya özen göstermek, mümkün
olduğu nisbette kısa cümleler kullanarak konunun rahat anlaşılmasını sağlamak,
7— Bazan akla ve mantığa, bazan duygu ve
düşünceye seslenip inandırıcı şekilde malzeme vermek,
8— Konuşurken et, kol, göz ve ağız hareketlerine
dikkat etmek; mimikleri kontrol altında tutmak,
9— Ses tonunu çok iyi ayarlamak, çok önemli
bölümleri işlerken sesi biraz yükseltmek, çok geçmeden hemen alçaltıp normal
ölçüde tutmak ve dikkatleri daha çok toplayabilmek için de, uygun misailer
getirmek, ancak misal getireceğini ifade ettikten sonra az bir duraklamada
bulunmak,
10— Konuyu plânlı biçimde yavaş yavaş genişletmek
ve dikkatleri dağıtmamak için sürükleyici, zincirin halkaları gibi irtibatlı
ve düzenli konuşmak,
11— Bıkkınlık vermeden, dinleyenler konuşulanın
tam tesirine girdiği vakti seçip konuşmayı bağlayıp kesmek,
12— Asıl temayı, ana fikri sona bırakıp öylece
dinleyicileri sabırsızlandırmak bu cümledendir. [263]
Bu da, az yukarıda
kısmen belirttiğimiz gibi, tesirli olabilmek için çok lüzumludur. Doğuştan ses
tonu uygun olanlar da, olmayanlar da konuşurlarken seslerini ayarlamaya
muhtaçtırlar. Aksi halde sözün tesiri düşer. Bunu şöyle özetliyebîliriz:
1— Monoton, yani tek düzen, biteviye konuşmaktan
kaçınmak,
2— Heyecan ve helecanlı noktalarda önce sesi
yükseltmek ve cok geçmeden normale dönmek, ancak bu arada ağzın lüzumundan
fazla açılmamasına dikkat etmek,
3— Önemli bir husus anlatılırken veya bir örnek
verilirken onun makul ve mantıkî olup olmadığına herhalde dikkat etmek;
dinleyenlerin çok garip karşılayacağı ve zihinlerini bulandıracağı misaller
getirmemek,
4— Aynı cümle ve kelimeleri sık sık
tekrarlamamak,
5— Eeee, Aaa, Hım gibi lüzumsuz ses çıkarmamak,
cemaati sıkmamak için önceden çok iyi tesbitlerde bulunmak ve hitap edilecek
kişilerin psikolojik yapılarını az da olsa bilmek,
6— Acele konuşmamak, kelime ve cümlelerin
anlaşılmasını kolaylaştırmak ve kelimeleri tam telâffuz etmeyi ihmal etmemek,
7— Mikrofon varsa, onu çok iyi ayarlamak, ses
tonunu ona göre düzenlemek,
8— Topluma hitap ederken gözleri bir veya birkaç
kişi üzerine tutmamak, hepsine bakıyormuş gibi bir ayarlamada bulunmak,
9— Belli şahısların kusurlarını dile getirip dikkatleri onlar
üzerinde toplamamak, genel tabirler kullanarak hiç kimseyi rencide etmemek, hayatta
olan bir kimseden ismen söz etmemek tesirli olmanın şartlarından bir kısmıdır. [264]
Bu da diğer hususlar
gibi, çok önemlidir. Toplumu çeşitli yönleriyle tanımayan bir mürşit, bir
hatip, ya da vaiz pek yararlı olamaz. Hattâ bazan zararlı bile olabilir. O
nedenle Hakk'a, ahlâk ve fazilete davet edilen toplumun şu yanlarını bilmekte
çok yarar vardır:
a) Yaşayış
düzenlerini,
b) İnançlarını, saplantılarını,
c) Daha çok hangi, görüş ve düşüncelerin
tesirinde kaldıklarını,
d) Psikolojik yapılarını,
e) Kültür seviyelerini,
f)
Zaaflarını ve temayüllerini,
g) Ekonomik
yapılarını,
h) Bağlı bulundukları
ekolü,
i) Daha çok
ilgi duydukları konulan önceden tesbit etmekte büyük yararlar söz konusudur. [265]
Mürşit, ya da dâvetçi
ve tebliğatçının veya vaiz ve hatibin görevi, üç ayrı gruba, hangi esas ve
metotla hitap edileceğini iyice kavrayıp sırf Allah rızasını elde etme
niyetiyle işe başlamaktır. Hidâyet yani doğru yola iletmek Allah'a aittir.
İlgili âyetin son kısmında buna işaret edilmektedir: «Şüphesiz ki Rabbın kendi
yolundan sapanları daha iyi bilir ve O, doğru yolda olanları da en iyi
bilendir.»
Görüldüğü gibi,
Allah'ın dinine, iyi ahlâk ve fazilete hizmet kolay bir iş değildir, Tek
kelimeyle peygamberlerin, büyük mürşitlerin, uzman âlimlerin ve sıralanan
şartları, özellikleri kendilerinde taşıyan basiretli bilginlerin sanatıdır. [266]
Yukarıdaki âyetle,
tebliğ ve irşat makamında olanların, halkı irşat ederken dikkat edecekleri
hususlar üç madde halinde belirtildi. Böylece söz söylemenin, olumlu sonuçlar
almanın ayrı bir sanat olduğuna işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
insanları Hakk'a davet ederken birtakım zorlukların çıkabileceğine dikkatler
çekiliyor. Onun için çok sabırlı olmanın gereği üzerinde durularak, cezaya
ceza ile karşılık verilirken de misliyle mukabele etmeyi unutmamamız tenbîh
ediliyor. Bununla beraber karşılık vermeyip sabretmenin daha hayırlı olduğu
bildiriliyor. Sonra da Allah'tan korkup kötülüklerden sakınanlara büyük
müjdeler veriliyor. [267]
126— Ceza verecek olursanız, size verilen cezanın
misliyle cezalandırın. Ama eğer (bu hususta) sabrederseniz, and olsun ki bu,
sabredenler için daha hayırlıdır.
127— Sabret, senin sabrın ancak Allah'ın yardımı
iledir. Onların (inkârda inat etmelerine) üzülme; kurdukları hile ve tuzaktan
dolayı telaşlanıp sıkıntıda kalma.
128—Şüphesiz
ki Allah, korkup (fenalıklardan; zulüm ve tecâvüzden) sakınanlarla ve bir de
iyiliği huy edinenlerle beraberdir.
Bu âyetler Medine'de Uhud
şehitleri sebebiyle inmiştir. Olayın içyüzü şöyle cereyan etmiştir:
Uhud Savaşı sona
erince, Müslümanlar şehît edilen kardeşlerini savaş alanından toplamaya
başladılar; ancak manzara çok feciydi; yürekler dayanacak gibi değildi.
Mekke'nin gözü dönmüş putperest azgınları, şehît edilen mü'minlerin kulak ve
burunlarını kesmiş, gözlerini oymuş, karınlarını deşmişlerdi. Duygularına
kapılan mü'minier, «eğer bir gün Cenâb-ı Hak bizi onların üzerine gönderirse,
elbette aynı şeyleri uygulamakta tereddüt etmiyeceğiz» diyerek intikam ateşiyle
yanıp tutuştular. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi ve sabretmenin hayırlı
olacağı bildirildi[268]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin de, amcası Hz. Hamza'nm (R.A.) parçalanmış cesedini görünce,
müşriklerden otuz kişiyi aynı şekilde parçalayacağına dair yemin ettiği
hakkında bazı rivayetler edilmişse de, yapılan ciddi araştırma ve tesbitiere
göre, hepsinin zayıf olduğu, delile dayanak olmayacağı anlaşılmıştır. Zira bu
konudaki hadîs «mursebdir, yani senedinden bir sahabi düşmüştür. O bakımdan
senedi muttasıl değildir. Olmayınca da zayıf kabul edilir ve delil olarak
alınmaz.
Peygamber (A.S.)
Efendimiz'in duygusal a'avranıp intikam almaya ye-' min etmesi kesinlikle
düşünülemez. Zira O'nun makam ve mertebesi, bu gibi düşünce ve davranışlardan
çok yücedir ve çok temizdir.
Nitekim yukarıdaki
âyetier inince, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, intikam hissiyle yerinde duramayan
arkadaşlarına: «Sabrediniz, misillemede bulunmayınız!» buyurmuştur. [269]
Oysa âyetle misliyle ceza vermekte bir sakınca olmadtği belirtilmektedir. Eğer
Resûlüllah (A.S.) Efendimizin nakledildiği şekilde bir yemini olsaydı,
arkadaşlarına «Sabrediniz, misillemede bulunmayınız», diye tenbîh eder miydi? [270]
«Sana güvenen kimseye
emaneti teslim et. bana hıyanet edene sen hıyanette bulunma!» [271]
Âliye kabilesinden bir
adam Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e gelerek dedi ki:
— Ya Resûlellah! Bu dinde en zor ve en kolay
olan şeyi bana haber ver.
Peygamberimiz (A.S.)
ona şöyle buyurdu:
— Bu dinde en kolay olan şey, LÂ İLAHE
İLLALLAH, MUHAMMED'ÜN ABDUHÜ VE RESULÜHÜ, şehadetidir. En zor olanı ise,
emânettir. Zira emânete (riâyet etmiyenin) dini de, namazı da, zekâtı da
yoktur (yani makbul değildir). [272]
«Allah, kıyamet
gününde öncekilerle sonrakileri toplayıp biraraya getirdiği zaman, ahdini
bozan, hıyanet eden herkes için bir bayrak yükseltilir ve şöyle denilir: Bu,
falan oğlu falanın hıyanet ve vefasızlığıdır.» [273]
İslâm : Selâmet,
güven, rahmet, şefkat ve huzur dinidir. Kinle yoğrulmuş intikama asla cevaz
vermez. Gerektiğinde misillemeye imkân tanır, ama sabırlı olmayı hemen tavsiye
eder. Çünkü Allah'a dosdoğru imân eden bir mü'min intikam, kin, fırsat kollama
gibi duygusallıktan ve cehaletten kaynaklanan düşüncelerden çok yücedir. Onun
her adımı Allah için, her sözü ilâhî rızaya erişmeğe yöneliktir.
İslâm, kan dökmek için
değil, dökülen kanlara bir son vermek için seçilip indirilmiştir. İnsanları
kahretmek için değil, hayat ve huzur vermek için Allah'ın insanlığa son mesajı
olma özelliğinde geniş rahmettir.
İslâm, kin ve
düşmanlık ateşini yakmak veya körüklemek için değil, onu söndürmek için
insanlığa yönelmiş ve bütün milletleri kıyamete kadar muhatab edinmiştir.
Zira Allah kendisinden
korkup kötülüklerden sakınanlara ve bir de iyiliği, yararlı olmayı huy
edinenlere yakındır ve onlarla beraberdir.
Hadîs âlimlerinin
ileri gelenlerinden İbn Huzayme (H: 223-311/M: 837-923) son saatlannı
yaşıyordu. Dostlarından biri ona yaklaşıp, «bana tavsiyede bulun» dedi. O da
ona : «Aziz dostum! Malım yok ki vasiyet edeyim. Param yok ki, seni vasî tayin
edeyim. Ama sana Nahl sûresinin son iki âyetini tavsiye ederim» diye cevap
verdi.
Buna yakın bir
vasiyetin de ünlü bilgin Herem b. Hayyan tarafından yapıldığı rivayet edilir.
İbret ve hikmet dolu
olan Nahl Sûresi'ni bitirirken, tefsirini bize kolaylaştırıp nasip eden
Allah'a, canlıların nefesleri sayısınca hamd-u senalar; tek ilham ve irfan
kaynağımız olan rahmet peygamberi Hz. Muham-med'e (A.S.) ve âline ağaçlardaki
yapraklar sayısınca salât-ü selâmlar olsun.
Allah bize yeter ve O
ne güzel vekîldir! [274]
[1] Lübabu't-te'vîl :
3/105
[2] Bazı tesbitlere göre :
Sûrenin 95, 96, 97. âyetlerinin Uhud savaşından sonra ve ayrıca 126,
127, 128. âyetleri de Medine'de inmiştir.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3263.
[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3263-3264.
[4] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3265.
[5] Tirmizî/fiten : 39
[6] Buharî/rikak: 39, talâk: 25, tefsir : 79-
Müslim/cumua: 43, fiten ; 132, 135- îbn
Mâce/mukaddeme: 7, fiten: 25- Daremî/rikak: 46- Ahmed: 4/309- 5/92, 103, 108
[7] Îbn Ebî Hatim : Akabe b. Âmir (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3266.
[8] Tefsîr-i Kurtubî :
10/66
[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3266-3267.
[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3267-3268.
[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3268.
[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3268.
[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3269.
[14] Esbab-ı Nüzûl-Lübabu't-te'vîl : 3/106
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3271.
[15] Buharî/zebayih : 28- Müslim/sayd: 38- Nesâî/dahaya:
23, 33- Ibn Mace/ zebayih: 12-
Ahmed: 6/345, 346, 353
[16] Ebû Dâvud/et'ime : 33- Tirmizî/et'ime: 6- Ibn
Mâce/zebayih: 13 - Dâre-mî/edahî: 21
[17] Buharı/mağazî :
38, zebayih: 28-
Müslim/sayd: 65, 71, 81- Ibn Mâce/
zebayih: 12, 14- Ahmed: 3/322, 356, 361, 385-4/89
[18] Müsned-i Ahmed - İbn Mâce - İbn Kesîr : 2/561
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3271-3272.
[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3272.
[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3272-3273.
[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3273.
[22] Genetik : 19/Ankara : 1974 - Ziraat Fakültesi
yayınları
[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3273-3274.
[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3274.
[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3275.
[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3275-3276.
[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3276.
[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3276-3277.
[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3278-3279.
[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3279-3280.
[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3280-3281.
[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3281.
[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3281-3282.
[34] Bilgi İçin bak :
îbn Abidîn : 3/266,267
[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3282-3283.
[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 6/3283.
[37] Tirmizî/tefsîr :
3- Ahmed: 3/124
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3284-3285.
[38] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3285.
[39] Buharî/bed-i vahiy: 1, Ok: 6- menalnb: 45, talâk 11
eyman: 23, ikrah: 1 -Müslim/imaret:
155- Ebû Dâvud/talâk: 11-
Nesaı/taharet. 59, talâk.
24, mân: 19- Ibn Mâce/ztihd: 26
[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3286-3287.
[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3287.
[42] Tefsîr-i Kurtubî:
10/95, 96
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3289.
[43] Buharî/fiten:
13, tevhîd: 24,
36- Müslim/fiten: 52,
116- Ebû Dâvud/ libas: 26- Tirmizî/fiten: 17, ahiret:
10- îbn Mâce/mukaddeme: 9,
zühd: 16, 37-Dâreml/mukaddeme: 8- Ahmed:
1/282, 296, 399, 412, 416, 451-
2/164, 166,
215-3/12-17-4/151-5/198
[44] Ebü Dâvud/sünnet:
6- Tirmizî/savm: 81- imamet: 52- Nesâî/zekât; 64 Taberânî/Kur'ân : 41- Ahmed: 2/380, 397, 505, 520-4/357, 359, 360
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3289-3290.
[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3290-3291.
[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3291-3292.
[47] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3292-3293.
[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3293-3294.
[49] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3294.
[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3295.
[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3296.
[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3296-3297.
[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3297-3298.
[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3298.
[55] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3298.
[56] îbn Ebi Hatim - Süddî - Mefatihü'1-gayb
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3299-3300.
[57] Bu konuda geniş
bilgi için bak:
İki cilt halinde
tercüme ettiğim el-İbriz'e
[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3300-3301.
[59] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3301.
[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3303.
[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3304.
[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3305.
[63] Lübabu't-te'vİl :
3/115 - Kurtubî :
10/105
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3306.
[64] Buhari/tefsîr :
1/112 - Nesâi/cenâiz : 117 -
Ahmed: 2/317, 350,
394
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3307.
[65] Fâtır Sûresi :
24
[66] Sebe' Sûresi
: 28
[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3307-3309.
[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3309-3310.
[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3310-3311.
[70] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3311-3312.
[71] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3312.
[72] Buharî/bed-i vahiy : 1, ıtık : 6, menakib: 54, talâk;
11, eyman : 23, hi-yel : 1- Müslim/imaret: 155- Ebû Davud/talâk: 11-
Nesâî/taharet : 50, talâk: 24, eyman; 19-
Ibn Mâce/zühd ; 26
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3314.
[73] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3314.
[74] Taberânî/el-Evsat :
Ebû Hüreyre (R.A.)den -
Camiussağîr : 1/185
[75] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3314-3315.
[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3315-3316.
[77] Lübatm't-te'vil
[78] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3317.
[79] Buharî/tefsîr :
5/11 - Müslim/birr: 26- Tirmizî/tefsîr: 2/11- îbn Mâce/fiten: 22
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3317.
[80] Bilgi için bak : Mu'cemü Müfredatı Elfazi'l-Kur'ân :
recül maddesi
[81] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3317-3318.
[82] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3318.
[83] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3318-3320.
[84] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3320-3321.
[85] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3321.
[86] Buharî/küsûf : 2, tefsir: 5, 12, nikâh: 107, rikak:
27, imân: 3- Müslim/ salât: 112, küsûf: 1, fezâil: 134, -Nesâî/sehv: 102, küsûf
: 11, 23- Tirmizî/zühd: 9-İbn Mâce/zühd:
19
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3322.
[87] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3323.
[88] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3324.
[89] Geniş bilgi için bak :
Kamus Tercümesi/dâbbe maddesi :
1/234, 235
[90] Mu'cemü Müfredati
Elfazi'l-Kur'ân : Dabbe maddesi
[91] »
» » »
; Halk maddesi
[92] Tefsîr-i İbn Kesîr :
4/270
[93] Bilgi için bak :
Şûra Sûresi ; 29, Rahman Sûresi
: 10
[94] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3324-3326.
[95] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3327.
[96] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3327.
[97] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3328-3329.
[98] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3329.
[99] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3329-3330.
[100] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3330-3331.
[101] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3331.
[102] Ebû Dâvud/sünnet: 17
„
[103] Müslim/birr:
147- Tirmizî/birr: 13-
Ahmed: 6/133, 88, 166, 243
[104] Müslim/birr :
148
[105] Ahmed :
3/148 .
[106] Hafız Ebû Nuaym : Ebû Vâil'den - Kurtubı : 10/118
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3333.
[107] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3334-3335.
[108] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3335.
[109] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3335-3337.
[110] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3337.
[111] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3337.
[112] Müslim/kader:
4, 5 - Tirmizî/zühd : 57
[113] »
/üten: 4
[114] Fethü'l-Kadîr/Şevkanî: 3/172
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3339.
[115] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3339-3340.
[116] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3340.
[117] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3341-3342.
[118] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3342-3343.
[119] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3343.
[120] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3344-3345.
[121] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3345.
[122] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3346.
[123] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3347-3348.
[124] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3348-3349.
[125] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3349.
[126] Buhari/tıb: 4,24- Müslim/selâm: 91- Tirmizî/tıb: 31- Ahmed: 3/19, 20,92
[127] îbn Mâce/tib 7
[128] îbn Mâce/tib 8
[129] îbn Mâce/tib 9
[130] Ebû Dâvud/tıb: .1 - Tirmizî/tıb: 2
[131] Tirmizî/hadisün hasenün
[132] Buharî/eşribe:
15-tıb: 4
[133] Nesâî/eşribe:
58
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3350-3351.
[134] Bal'm şifa kaynağı olduğu hakkında İslâm ilim adamları
çok şeyler yazmışlardır, îslâm tıp tarihinin iki büyük siması sayılan tbn Sina
ve Ebû Bekir e?-Râzî de bal ve sütü bazı hastalıkları tedavide ilâç olarak
kullanmışlardır. Hacmimiz müsait olmadığından onların görüş ve tesbitlerini
buraya alamadık.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3351-3352.
[135] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3353.
[136] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3353-3354.
[137] Buharî/daavat: 37, 38, 39, 41, 42, 44, 45, 46, 57-
Müslim/zikir: 48, 76- Tir-mizî/daavat:
76- Nesâî/istiaze : 17, 26, 51,
52, 56- Ahmed: 1/305, 2/414-6/57
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3355.
[138] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3355-3357.
[139] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3357-3358.
[140] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3358-3359.
[141] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3359.
[142] Geniş bigi için
bak : Tefsîr-i Kurtubî :
10/143, 145 -
Lübabu't-te'vîl : 3/126
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3360.
[143] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3360-3361.
[144] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3362.
[145] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3362-3363.
[146] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3363.
[147] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3364.
[148] Tefsîr-i İbn Kesîr :
2/580
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3366-3367.
[149] Buharî/rikak :
38- Ahmed : 6/256
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3367.
[150] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3367-3368.
[151] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3368-3370.
[152] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3370-3371.
[153] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3371-3372.
[154] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3372.
[155] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3372-3373.
[156] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3373.
[157] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3375.
[158] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3375-3376.
[159] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3376.
[160] Nisa Sûresi:
41
[161] Tefsîr-i îbn Kesir : 2/582
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3377.
[162] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3377-3378.
[163] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3378-3379.
[164] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3379.
[165] Buharî/cumua: 11, ahkâm; 1- Müslim/imaret: 20- Ahmed:
2/54, 55, 111
[166] Tirmizî/ahkâm:
1- Ebû Dâvud/akziye: 1- îbn
Mâce/ahkâm: 1
[167] Ebû Dâvud/akziye:
2- Ibn Mâce/ahkâm: 3
[168] Tirmizî/cennet: 2, daavat: 128, 130
[169] Müslim/İman:
15, 179, 187, 188, 192, 263, 297, 302, 304, 308, 310, 311, 313
[170] Taberâni : İbn Abbas'dan (R.A.) - Hadîs hasen ve
sahihtir .
[171] » : Ömer b. Hattab (R.A.)den
[172] Tirmizî/ahkâm: 4- İbn Mâce/arikâm: 2
.
[173] Buharî/ilim: 37, sayd: 8, mağazî, 51, nikâh: 80, edeb:
31, 85- Müslım/m-kâh: 44, cihad: 131,
efime: 5, adâb: 123- Tirmizî/birr: 43
[174] Buharî/tefsîr:
2/31, imân: 37-
Müslim/imân: 57- Ebû
Dâvud/sünnet: 16- Tirmizi/imân: 4- İbn Mâce/mukaddeme: 129, 164- Ahmed: 1/27, 51, 319- 2/ 107, 426-4/129, 164
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3380-3381.
[175] Lübabu't-te'vîl Tefsiri : 3/131
[176] »
» »
» »
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3381-3383.
[177] Hafız Ebû Ya'la/Marifetü's-Sahabe..
[178] Ahmed b. Hanbel: îsnad-i ceyyid ile
[179] Tefsîr-i Kurtubî:
10/165
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3383-3385.
[180] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3385-3386.
[181] Tefsir-i Kurtubî :
10/169
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3387-3388.
[182] Müslim/fezâil: 204, 206- Ebû Dâvud/ferâiz : 17- Buharî/kefalet: 2, edeb: 67-
Tirmizî/siyer: 29- Dâremî/siyer: 80-
Ahmed: 1/170, 317- 2/180, 205, 207, 213,
215- 3/162, 281- 4/83 -5/61
[183] Buharî/mezalim: 4, ikrah : 7- Tirmizî/fiten: 68- Dâremî/rikak: 40- Ahmed: 3/99, 201
[184] Ahmed: 5/223,
224, 437 - İbn Mâce/diyat: 33
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3388.
[185] Fazla bilgi için bak: Tefsîr-i Kurtubî: 10/169- Siyer-i îbn îshak
[186] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3388-3390.
[187] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3390-3391.
[188] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3391-3392.
[189] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3393.
[190] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3393-3394.
[191] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3394-3395.
[192] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3395-3396.
[193] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3396.
[194] Müslim/zekât: 125- Tirmizî/zühd: 35- Ibn Mâce/zühd: 9-
Ahmed: 2/168, 173
[195] Müslim/zekât: 125- Tirmizî/zühd: 35- îtin Mâce/zühd:
9- Ahmed: 2/168, 173
[196] Müslim/münafikun:
56- Ahmed: 3/123, 125, 283
[197] Ebû Dâvud/salât:
119, 120. - Tirmizî/mevakiyt: 65-
îbn Mâce/ikamet: 2- Dâremî/salât:
33- Ahmed: İ/403, 404- 3/50 -5/253-
6/156
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3397-3398.
[198] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3398.
[199] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3399.
[200] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3400-3401.
[201] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3401-3402.
[202] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3402-3403.
[203] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3403.
[204] Lübabu't-te'vîl - Esbab-ı Nüzul - İbn Kesir - Kurtubî
- Mefatihü'I-gayb
[205] »
» ■» »
[206] »
» » »
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3405.
[207] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3405-3407.
[208] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3407.
[209] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3407-3408.
[210] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3408.
[211] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3408-3409.
[212] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3409-3410.
[213] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3410.
[214] Lübabu't-te'vîl - İbn Kesir - Mefatihü'1-gayb -
Esbab-ı Nüzul
[215] es-Siretü'n-Nebeviye li-bni Hişam: 1/466
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3412-3413.
[216] îbn Mâce/talâk :
16 – Taberânî
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3414.
[217] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3414.
[218] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3415.
[219] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3415-3416.
[220] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3416.
[221] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3416-3417.
[222] Lübabu't-te'vîl
[223] Tefsir-i Kurtubi
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3418-3419.
[224] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3419-3420.
[225] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3420.
[226] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3420-3422.
[227] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3422.
[228] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3424-3425.
[229] Fazla bilgi için bak :
Celâl YILDIRIM/Kur'ân Ahkâmı:
2/402, 403
[230] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3425-3426.
[231] Nass : Kitap ve Sünnet'te mevcut bir delilin delâlet
ettiği manada açık olup ihtimal kabul etmemesidir. Diğer bir tarifle : sevk
edildiği manaya açık şekilde delâlet eden bir hükümdür.
[232] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3426-3428.
[233] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3428.
[234] En'âm Sûresi :146
[235] Nisa Sûresi :
160-161
[236] Tevrat/Çıkış: 22/25
[237] Tevrat/Levililer:
19/26
[238] Tevrat/Levililer
11/7
[239] Tevrat/Levililer
7/22-24
[240] Tevrat/Levililer
11/1-8
[241] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3429-3431.
[242] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3431-3432.
[243] Bilgi için bak : Tevrat/Tekvin : 12-26. bablar
[244] » »
» ; Bernaba İncil'i : 24/1-22 - Matta: 1/1-2, 3/8. 8/11, 22/32
[245] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3433-3434.
[246] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3434-3435.
[247] Bakara Sûresi: 130, 135- Âl-i İmrân Sûresi: 95- Nisa
Sûresi: 125- En'âm Sûresi: 161 ve Nahl
Sûresi: 123
[248] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3435-3436.
[249] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3436.
[250] Buharî/vüdû': 68, cumua: 1, 12, diyât: 15, enbiya: 54,
eyman: 1, rüya: 40, tevhîd: 35 - İbn Mâce/ikamet: 78 - Müslim/cumua: 19, 22 -
Nesâî/cumua: 1 -Dâremî/mukaddeme: 8
[251] Müslim/cumua:
22, 23 - Nesâi/eumua:. 1 - İbn Mâce/ikamet: 78
[252] Bilgi için bak: MÜslim/cumua: 19, 21, 22, 23 - Buharî/cumua: 1- Nesâî/ cumua; 1 - îbn Mace/ikamet 78 -
Ahmet: 2/236, 243, 249
[253] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3437-3438.
[254] Bak: Bakara;
65- Nisa: 47, 154- Araf:
163. âyetlerin tefsirine
[255] Tevrat/Levililer:
23/3
[256] » /Sayılar
: 15/32-36
[257] » /Çıkış :
31/12-15
[258] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3438-3440.
[259] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3440.
[260] Buharî/iman: 42- Müslim/iman: 95- Ebû Dâvûd/edeb: 59- Tirmizî/birr: 17-
Nesai/ beyat: 31, 41- Daremî/rikak: 41-
Ahmed 1/351, 2/297, 4/102, 103
[261] Ebû Dâvud/salat: 242, melahim; 17- İbn Mace/ikame:
155, fiten; 29- Ahmed: 3/10, 52
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3441.
[262] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3441-3442.
[263] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3443.
[264] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3444.
[265] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3444-3445.
[266] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3445.
[267] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3445.
[268] Lübabu't-te'vîl: 3/142
[269] tbn Kesîr :
2/592
[270] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3446-3447.
[271] Dârekutnî
[272]Hafız Bezzar :
Hz. Ali (R.A.)den
[273] Buharî/cizye:
22, edeb: 99, hiyel:.9, fiten:
21- Müslim/cihad: 8, 10, 17-Ebû
Dâvud/cihâd: 150- Tirmizî/siyer: 28,
fiten: 26- îbn Mâce/cihad: 42-
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3447.
[274] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3448.