NAHL SURESİ 3

Surenin İsmi: 3

Önceki Sure ile İlişkisi: 3

Surenin Ele Aldığı Konular: 3

Bazı Tevhid Delilleri İle İlahî Lütuf Ve Nimetlerin Çeşitleri 4

Belagat: 4

Kelime ve İbareler: 4

Nüzul Sebebi 4

Ayetler Arası İlişki 5

Açıklaması 5

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 6

Müşriklerin Tehdit Edilmesi Ve Kıyamet Günündeki Durumları 7

Kelime ve İbareler: 7

Ayetlerler Arası İlişki 7

Açıklaması 8

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 9

Kur'an'da Hayır Ve Şerri En İyi Toplayan Ayet, Ahde Vefa, Hidayet Ve Delâlet 10

Belagat: 10

Kelime ve İbareler: 11

Nüzul Sebebi 12

Ayetler Arası İlişki 12

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 16

Erkek Ve Kadınları Salih Amel İşlemeye Teşvik Hususunda En Geniş Manalı Ayet 17

Kelime ve İbareler: 17

Ayetler Arası İlişki 18

Açıklaması 18

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 18

Kur’anla İlgili Hususlar: Okurken Eûzü Çekmek, Nesh, Kur'anın Arapça Oluşu. 18

Belagat: 18

Kelime ve İbareler: 19

Nüzul Sebebi 19

Ayetler Arası İlişki 20

Açıklaması 20

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 22

Dinden Dönenler Ve İşkenceye Uğradıktan Sonra Hicret Edenler. 22

Kelime ve İbareler: 23

Nüzul Sebebi: 23

Ayetler Arası İlişki 24

Açıklaması 24

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 25

Dünyadaki Nankörlüğün Cezası 27

Belagat: 27

Kelime ve İbareler: 28

Ayetler Arası İlişki 28

Açıklama. 28

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 29

Yiyeceklerden Temiz Ve Helal Olanlarla Pis Ve Haram Olanlar. 29

Belagat: 29

Kelime ve İbareler: 29

Ayetler Arası İlişki 30

Açıklama. 30

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 31

Hz. İbrahim (A.S.), Onun Dinine Uyma Emri, Yahudilerin Cumartesi Gününe Saygı Göstermeleri 32

Belagat: 32

Kelime ve İbareler: 32

Ayetler Arası İlişki 33

Açıklaması 33

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 35

Dine Davet Etmenin Esasları, Misliyle Ceza Verme Esası, Musibetlere Karşı Sabretme. 35

Kelime ve İbareler: 36

Nüzul Sebebi 36

Bu Ayetlerin Fazileti: 36

Ayetler Arası İlişki 37

Açıklaması 37

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 38


Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla

 

NAHL SURESİ

 

Surenin İsmi:

 

Bu surenin, iki ayetinde (68 ve 69. ayetlerinde) Allah'ın çiçek ve meyve­lerden insanlar için kendisinden şifa bulunan balı meydana getirmeyi ilham et­tiği Nahl (Arı) Kıssası'nı ihtiva etmesi sebebiyle, bu sureye Nahl Suresi ismi verilmiştir.

Bu bal yapma olayı Yüce Allah'ın sanatının hayret verici oluşunda ince in­ce tefekkür edip düşünmeye ve bu sanat ile Allah Tealâ'nm varlığına delil ge­tirmeye teşvik eden gayet hayret verici bir olaydır.

Yine bu surede Allah'ın kullarına verdiği pek çok nimetler bir bir sayıldığı için bu sureye "sûretü'n-niam; nimetler suresi" adı da verilmiştir/1^ [1]

 

Önceki Sure ile İlişkisi:

 

Hıcr Suresinin sonu ile bu surenin ilk ayetleri son derece irtibat halinde­dir. Çünkü önceki surenin sonundaki "Rabbine yemin olsun ki onların hepsini sorguya çekeceğiz." (Hıcr, 15/92) ayeti Kıyamet gününde insanların mahşerde toplanacaklarını ve dünyada yaptıklarından sorguya çekileceklerini ispat et­mektedir. Yine aynı şekilde: "Ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et" (Hıcr, 15/99) ayeti ölümü zikretmektedir.

Bu iki ayetin (Hıcr: 92 ve 99) bu surenin başındaki "Allah'ın emri gelmiş­tir." (Nahl, 1) ayetiyle münasebeti gayet açıktır. Ancak bu ifade Hıcr Suresinde fiil-i müzari yetike ile, burada fiil-i mazi etâ lafzıyla gelmiştir. Buradaki mazi (geçmiş zaman) fiili yakında olması ve gerçekleşeceği beklense bile gelecekte olacak hükmündedir.

Ayrıca bu sure İbrahim Suresi ile de irtibat halindedir. Çünkü Cenab-ı Hak orada ölünün fitnesini ve onun başına gelecek sebat ve saptırmayı zikret­ti. Burada ise "Meleklerin ruhlarını teslim aldığı insanları" (Nahl, 28,32) ve bundan sonra meydana gelecek nimet ve azabı anlattı.

Yine İbrahim Suresinde nimetler belirtilip ardından "Allah'ın nimetlerini say sanız bitiremezsiniz." (Nahl, 34) ayeti zikredildi. Burada da (18. ayette) aynı ifade kullanılmış, muhtelif nimetlerin çeşitleri zikredilmiştir. [2]

 

Surenin Ele Aldığı Konular:

 

Bu sure inanç esasları olan: Ulûhiyet, Vahdaniyet, (Bas) öldükten sonra dirilme, (Haşr) Mahşer yerinde toplanma ve (Neşr) amel defterlerinin dağıtıl­ması konularını ihtiva etmektedir.

Haşr ve Ba'sı ispat etmeye Kıyametin yaklaşması ile başladı. Bunu, kesin­likle meydana geleceğine ve gerçekleşeceğine delâlet eden mazi sigasıyla ifade etti. Aynen şu ayetler gibi: "İnsanların hesaba çekilme zamanı yaklaştı. Fakat onlar hâlâ gaflettedirler, aldırmıyorlar. (Enbiya, 21/21) "Kıyamet yaklaştı, ay yarıldı." (Kamer, 54/1) Bütün bunlar Allah Tealâ'nın mazi ve müstakbel siga­sıyla haberleri aynıdır. Çünkü hiç şüphesiz meydana gelecektir.

Bundan sonra sure müşriklerin öldükten sonra dirilmeyi inkâr ettikleri gi­bi aynı şekilde inkâr ettikleri vahyin gerçek olduğunu ispat etti. Müşriklerin, Rasulullah (s.a.)'ın kendilerini tehdit ettiği azabın derhal gelmesini istedikleri­ni zikretti.

Sure daha sonra bu kâinatta bulunan ve Allah'ın birliğine delâlet eden göklerin ve yerin yaratılması, göklerde bulunan, ovalar, vadiler, sular, nehirler, bitkiler, hayvanlar, balıklar, denizden çıkarılan inciler, denizde seyreden gemi­ler ve aşılama vasıtası olan ve gemileri yürüten rüzgârların meydana getiril­mesi gibi ilâhî kudretinin delillerini anlattı.

Sure yağmurun, ehlî hayvanların faydalarını, hurma ve üzüm meyveleri­ni, arının görevini, insanın yaratılış ve vefat edişini, insanların rızık hususun­da farklı oluşlarını, kuşların uçuşlarını, evlerin hazırlanması gibi hususlarda ince ince düşünmeye davet etti.

Sure Allah'ın peşpeşe verdiği pekçok nimetleri açıkladı. İnsanlara bu ni­metlere nankörlük yapmamn ve nimetlere karşı şükür vazifesini yerine getir­memenin neticesini hatırlattı. Cehennem tabakalarının orada ebedî kalacak kâfirler için hazırlandığını, Adn Cennetlerinin de dünyada güzel amel işleyen takva sahipleri için hazırlandığını hatırlattı. Allah Tealâ'nın her ümmete pey­gamber göndermek suretiyle yaptığı lütuflannı açıkladı. Peygamberlerin tek görevlerinin sadece Allah'a kulluğu ve taguttan kaçınmayı emretmek olduğunu bildirdi.

Sure peygamberlerin kıyamet âleminde pek önemli bir görevlerinin bulun­duğunu ifade etti: Bu görev, Allah dinine hak davetin kendilerine tebliğ edildi­ğine dair önceki ümmetlerin huzurunda şahitlik etmek görevidir. Ayrıca kâfir­lere konuşmak için izin verilmemesi, mazeretlerinin kabul edilmemesi anlatıldı.

Bundan sonra Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerim'deki en manalı ayeti zikretti: "Şüphesiz ki Allah adaletli olmayı, iyilikte bulunmayı ve akrabalara yardım et­meyi emreder..." (Nahl, 90).

Bunun ardından da ahidlere ve vaadlere karşı vefakâr olmayı, bunları bozmanın haram olduğunu, ahid ve vaadlerin şartlarına ve bendlerine saygı gösterilmesini, ahid ve misaklarda yer alan yeminlerin aldatma ve hileye vesi­le olmamasını belirtti.

Cenab-ı Hak daha sonra Kur'an tilâvetine başlarken Allah'ın rahmetinden kovulan şeytandan Allah'a sığınmayı emretti. Takva sahibi olan ve Rablerine tevekkül eden müminlere şeytanın nüfuz ve tesirinin bulunmadığını, onun müşrikler üzerinde nüfuzu olduğunu açıkça beyan etti.

 

301-400 eksik

 

Bazı Tevhid Delilleri İle İlahî Lütuf Ve Nimetlerin Çeşitleri

 

80- Allah evlerinizi sizin için huzur ve oturma yeri kıldı. Sizin için hayvanla­rın derilerinden gerek yolculuk zama­nı, gerekse yolculuk yapmadığınız zamanda kolayca taşıyabileceğiniz ev­ler (çadırlar) yapma imkânı verdi. Size bu hayvanların yünlerinden, yapağıla­rından ve kıllarından eşya ve belirli bir zamana kadar kullanılan ticaret malla­rı yaptı.

81- Allah yarattığı şeylerden sizin için gölgeler yaptı. Dağlarda sizin için barı­naklar yarattı. Güneşin sıcağından sizi koruyacak elbiseler yarattı. Düşmanla­rınızın saldırılarından sizi koruyacak zırhlar yarattı. Allah sizin üzerinizdeki nimetini bu şekilde tamamlamaktadır. Umulur ki ona teslim olursunuz.

82-  (Ey Peygamber) Eğer onlar yüz çe­virirlerse senin üzerine düşen sadece açık bir tebliğdir.

83-  Onlar Allah'ın nimetini bilir, sonra da bu nimeti inkâr ederler. Onların ço­ğu kâfirdirler.

 

Belagat:

 

'Yolculuk zamanı", "yolculuk yapmadığınız zamanda" (Nahl, 16/80) keli­meleri arasında ve "onlar Allah'ın nimetini bilirler" "sonra da bu nimeti inkâr ederler" (Nahl, 16/83) kelimeleri arasında tezat vardır.

"Güneşin sıcağından sizi koruyacak elbiseler" cümlesinde hazif suretiyle îcaz yapılmıştır. Yani hem sıcak hem soğuktan koruyacak denilmek istenmiş, birincisi ile iktifa edilmiştir. [3]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah evlerinizi sizin için huzur ve oturma yeri kıldı. Sizin için hayvanla­rın derilerinden gerek yolculuk zamanı" (Za'n) ve (Zaan): Bâdiye halkının su ve otlak aramak için yolculuk yapmasıdır, "ve gerekse yolculuk yapmadığınız zamanda kolayca taşıyabileceğiniz evler" çadırlar "yapma imkânı verdi."

"Size bu hayvanların" koyunların "yünlerinden" develerin "yapağıların­dan" ve keçilerin "kıllarından eşya" yatak, elbise v.b. ev eşyası "ve belirli bir za­mana kadar kullanılan" dayanıklılığı sebebiyle uzun bir müddet kalabilen ya­rarlı, faydalı "ticaret malları yaptı."

"Allah" ev, ağaç, bulut gibi "yarattığı şeylerden sizin için gölgeler yaptı." Zı-lâl: Zili kelimesinin çoğuludur. Güneşin sıcaklığından korunmak için bulut, ağaç, dağ v.b. gölgelenebilecek şey demektir.

"Dağlarda sizin için barınaklar yarattı." Eknan: Kinn kelimesinin çoğulu­dur. Bu da dağdaki mağara, in, tünel, geçit gibi barınma gizlenme yerleridir. "Güneşin sıcaklığından" ve aynı zamanda soğuktan "sizi koruyacak elbiseler yarattı." Serâbil: Sirbal kelimesinin çoğuludur. Sirbal: Pamuk, keten, yün v.b. maddelerden yapılan gömlektir. Serabîlül-Harb: Savaş elbiseleri ve zırhlardır. Sirbal, giyilen her şey için kullanılan umumî bir ifadedir.

"Düşmanlarınızın saldırılarından" yani vuruş ve darbelerinden "sizi koru­yacak elbiseler" yani zırhlar "yarattı" (Be's) aslında şiddet demektir.

"Allah sizin üzerinizdeki" dünyadaki "nimetini bu şekilde" yani muhtaç ol­duğunuz şeyleri yaratmakla adıgeçen bu nimeti size vermekle "tamamlamak­tadır. Umulur ki siz," ey Mekkeliler ve onlara benzeyenler "O'na teslim olursu­nuz" Allah'ı bir kabul edersiniz. Allah'ın nimetlerini düşünür, O'na iman eder­siniz ve O'nun hükmüne boyun eğersiniz. [4]

 

Nüzul Sebebi

 

"Onlar Allah'ın nimetini biliyorlar" 83. ayetin indiriliş sebebi ile ilgili olarak, İbni Ebî Hatim Mücahid'den naklediyor: Bir bedevî Peygamberimiz (s.a.) e gelip soru sordu. Efendimiz (s.a.)

-"Allah evlerinizi sizin için huzur ve oturma yeri kıldı" ayetini okudu. Be­devî:

-"Evet" dedi. Peygamberimiz (s.a.)

-"Sizin için hayvanların derilerinden gerek yolculuk zamanı, gerekse otur­ma zamanında kolayca taşıyabileceğiniz çadırlar yapma imkânı verdi" ayetini okudu. Bedevî:

-"Evet" dedi. Sonra bu ayetin tamamını okudu. Bedevî daima: "Evet" di­yordu.

Efendimiz (s.a.) nihayet "Allah sizin üzerinizdeki nimetini bu şekilde ta­mamlamaktadır" ayetini okudu. Bedevî dönüp gitti. Bunun üzerine Cenab-ı Hak:

"Onlar Allah 'm nimetini bilirler ama sonra da bu nimeti inkâr ederler. On­ların çoğu kâfirdirler." (Nahl, 16/83) ayetini indirdi. [5]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayetler, Allah'ın Ademoğulları'na verdiği nimet ve lütufianndan, tevhi­din delillerinden bir başka demettir.

Allahu Teala insanları yaratmak ve insanlar için ilim vasıtaları yaratmak gibi hususlarla lütufta bulunduğunu bildirdikten sonra; insanlara hayatların­da yararlandıkları -hayvanlar dışında- taş v.b. maddelerden bina ettikleri ev­ler, hayvan derilerinden veya kıldan yapılmış çadırlar, elbise, döşeme, ticareti­ni yaptıkları ve kazancından geçimlerini temin ettikleri ticaret eşyaları, dağ­lardaki kaleler, sığınaklar, sıcak ve soğuktan koruyan elbiseler, savaşta silâh­lardan koruyan zırhlar ye benzerleriyle yaptığı lütuftan zikretmiştir. [6]

 

Açıklaması

 

Bu Allah'ın "evlerde barınma imkânı vermesi" şeklinde kullarına yaptığı bir başka lütfudur.

"Allah evlerinizi sizin için mesken yaptı" Evlerinizde barınır, gözlerden uzak yaşarsınız ve çeşitli şekillerde yararlanırsınız.

Yine bilinen hayvanların derilerinden yolculuk ve ikâmet anında kolayca taşıyabileceğiniz, bir yerden bir yere nakledebileceğiniz çadırlar yapma imkânı verdi.

Koyunları yünlerinden, develerin yapağılarından keçilerin kıllarından ev­lerinizde eşya olarak kullanacağınız, giyim eşyası olarak kullanacağınız, döşe­me ve örtü olarak yararlanacağınız ev eşyaları yapma imkânı verdi. Yine bun­lardan Allah ilminde belirli olan bir vakte kadar ticaret malları olarak yararla­nacağınız şeyler yaptı. Çünkü bunlar elbise, döşeme v.b. şeyler için kullanıldığı gibi ticaret malı olarak da kullanılır. Bütün bunlar geçmişte Arapların örfüne göredi; durum bugün değişmiş olsa da...

Allah Teala'nın nimetlerinden biri de ağaçlar dağlar vb. şeylerden güneşin şiddetli sıcağında ve şiddetli esen rüzgarlarda gölgeleneceğiniz gölgelikler mey­dana getirmesidir.

"Dağlarda sizin için barınaklar..." kaleler, siperler, mağaralar, inler v.s. ya­rattı. Buralarda düşmandan yahut güneşin hararetinden yahut soğuktan emin bir halde yaşarsınız.

Güneşin sıcağından ve soğuktan sizi koruyacak pamuk, keten, yün v.b maddelerden elbiseler yarattı. Burada Arapların aşın güneş sıcaklığından ko­runma ihtiyacı sebebiyle sadece güneş sıcaklığını zikretti. İnsanı sıcaktan ko­ruyan elbiseler soğuktan da korur.

"Düşmanlarınızın saldırılarından sizi koruyacak zırhlar yarattı." Sizi sa­vaşın şiddetinden, kılıç mızrak darbelerinden atılan oklardan -ve bugün bom­baların şarapnel parçalarından- koruyacak zırhlar ve sığınaklar yarattı.

"Allah sizin üzerinizdeki nimetini bu şekilde tamamlamaktadır." Yani böy­lece Allah size kendisine itaat ve ibadette yardımcı olmak üzere işleriniz ve ih­tiyaçlarınız için istifade edeceğiniz nimetler vermektedir.-Yahut bu nimetleri tam manasıyla verdiği gibi size din ve dünya nimetlerini, dünya ve ahiret ni­metini tam manasıyla vermektedir.

"Umulur ki O'na teslim olursunuz" Ey Mekkelilerî.Umulur ki İslâm yuva­sına girersiniz. Bir olan Allah'a inanırsınız, şirki ve putlara tapmayı terkeder-siniz. Rabbinizin Cennetine girersiniz. Onun azabından ve cezasından emin olursunuz.

"Eğer onlar yüz çevirirlerse..." Yani bu açık ifadelerden, nimetlerin bir bir sayılmasından yüz çevirirlerse senin hiçbir zararın yoktur, senin bundan hiçbir sorumluluğun yoktur. Senin üzerine düşen sadece vazifeni izah eden, inanç esaslarını, dinin maksatlarını ve Şeriatin sırlarını açıklayan Risaleti tebliğ et­mektir. Bunu da yerine getiriyorsun. Yani onlar yüz çevirirlerse sen onların gö­nüllerinde imanı varedecek değilsin. Senin üzerine düşen sadece tebliğdir.

Bu yüzçevirmenin sebebi de ayette belirtilen şu husustur: "Onlar Allah 'm nimetini bilirler sonra da bu nimeti inkâr ederler..." Yani onlar kendilerine bu nimeti verenin Allah Teala olduğunu, Onun bu nimetlerle kendilerine lütufta bulunduğunu bilirler ama bununla beraber davranışlarıyla bunu inkâr ederler, O'nunla birlikte başka varlıklara taparlar. Rızık ve yardımı Ondan başkasına nisbet ederler: Bu nimetler, bu putların şefaatıyla meydana gelmiştir, derler. Sadece O'na şükretmez, sadece O'na ibadet etmezler, bilakis Allah'tan başkası­na şükrederler.

"Onların çoğu kâfirdirler" Yani onların çoğu inatçı ve inkarcıdırlar. Pek azı samimî mümindirler.

"Onların çoğu" ifadesini kullandı. Çünkü onların aralarında inatçı olma­yıp sadece Rasulullah (s.a.)'ın doğruluğunu ve Onun Allah tarafından gönde­rilmiş Hak Peygamber olduğunu henüz anlamamış olanlar da vardır. [7]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler, Allah'ın insanlara verdiği nimetlerden bir kısmına işaret et­mektedir:

Buradaki birinci ayet (Nahl, 16/80) Allah'ın insanlara "evler" hakkında verdiği nimetleri saymaktadır. Önce daimî ikâmet için bina edilen şehir evleri zikredilmiş, sonra deriden, kıldan ve yünden yapılan bedevî ve çoban evleri (ça­dırlar) zikredilmiştir.

Yine aynı ayette, Allah'ın koyunların yünlerinden, develerin yapağıların­dan ve keçilerin kıllarından faydalanılmasına izin verdiği yer almaktadır. Di­ğer bir ayette ise bundan daha önemlisi olan bu hayvanların kesimine ve etle­rinin yenilmesine izin verildiği anlatılmıştır.

Burada pamuk ve keten zikredilmemiştir. Çünkü bunlar bu ayetlerin ilk muhatapları olan Arapların diyarında o zaman yoktu. Cenab-ı Hak sadece on­lara verdiği nimetleri saydı. Onlara sadece bildikleri ve alışageldikleri şeylerle hitap edildi.

Ayet, umumî ifadesiyle yün, yapağı ve kıldan her durumda yararlanmanın caiz olduğuna delâlet etmektedir. Hatta Malikîler ve Hanefiler şöyle demekte­dirler. Ölü hayvanın yünü ve kılı temizdir. Her durumda bundan yararlanmak caizdir. Ancak buna pislik bulaşabilir korkusuyla yıkanır.

Ümmü Seleme'nin Peygamberimiz (s.a.)'den rivayet ettiği şu hadis-i şerif bunları te'yid etmektedir: "Ölü hayvanın deri tabaklandığı zaman, yünü ve kılı yıkandığı zaman hiçbir mahzur yoktur."

Yine Ahmed b. Hanbel, Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî ve İbni Mace, İbni Ab-bas (r.a.)'dan şu hadis-i şerifi nakletmektedirler: "Tabaklanmış olan her deri te­mizlenmiştir."

İmam Ebu Hanife buna şunu ilâve etmektedir: "Boynuz, diş ve kemikler de kıl gibidir. Çünkü bunlarda ruh yoktur. Hayvanın ölmesiyle pis olmazlar. Diğer imamlar ise bunlar da et gibi -hayvanın ölmesi sebebiyle- pistir, demişlerdir.

Zührî ve Leys b. Sa'd ise tabaklanmasa da bu hayvanların ölüsünün deri­sinden yararlanmayı caiz görmüşlerdir. Çünkü Cenab-ı Hakkın "Hayvanlarım derilerinden" şeklindeki ifadesi canlı-ölü her çeşit hayvan derisi hakkında umumî bir ifadedir. Ancak âlimlerin çoğunluğu buna muhalefet etmişlerdir.

İmam Malik'in mezhebinden anlaşılan şudur ki: Derinin tabaklanması ölü hayvan derisini temizlemez. Ancak kuru eşya hakkında ondan istifade etmeyi mubah kılar. Üzerinde namaz kılınmaz, içinde yemek yenmez. Medine, Hicaz ve Irak âlimlerinin çoğunluğu "Tabaklanmış olan her deri temizlenmiştir" hadi­sine binaen bunun mubah ve caiz olduğu görüşündedirler.

İmam Ahmed b. Hanbel ise ölü hayvan derisinden istifade etmenin hiçbir şekilde caiz olmadığı kanaatindedir. Çünkü bu ölü hayvan eti gibidir. İmam Ahmed Ebû Davud'un Sünercindeki Abdullah b. Ukeym'in rivayet ettiği şu ha­disi delil olarak almıştır: "Ölü hayvanın etinden, derisinden ve sinirlerinden yararlanmayın."

Ancak diğer imamlar "Meymune'nin koyunu" hadisi sebebiyle İmam Ah-med'e muhalefet etmişlerdir. Bu hadisi Ebu Davud ve Nesaî rivayet etmekte­dirler:

Efendimiz (s.a.) Meymune'nin koyunu hakkında: -"Derisini akaydınız ya!." buyurdular. Ashab: -"O ölü hayvan etidir." dediler. Efendimiz (s.a.) -"Su ve tabaklamak onu temizler" buyurdu.

Malikîler'de meşhur olan görüş: Domuz derisi bu hadise girmez. Umumî ifade onu içine almaz. Şafiîlere, İmam Evzaî ve Ebu Sevr'e göre köpek derisi de böyledir. Yani tabaklanmak suretiyle sadece eti yenen hayvanların derileri te­mizlenir. Köpek ve diğer eti yenmeyen hayvanların derilerinden istifade edil­mesi pek alışılmış bir şey değildir. Bunların derileri tabaklanmak suretiyle te­miz olmaz.

İkinci ayet (Nahl, 16/81) gölgenin bir nimet olduğuna delâlet etmektedir.

Ayet-i kerime ayrıca (insanı soğuk ve sıcaktan koruyan) elbiselerin ve sa­vaşta düşmandan koruyan zırhların da nimet olduğuna delâlet etmektedir.

"Düşmanların saldırılarından sizi koruyacak zırhlar..." ifadesinde Allah'ın kullarının düşmanlarla savaşta istifâde etmeleri için cihad hazırlığı yapmaları­nın gereğine delil vardır.

Ayetin sonundaki "Allah sizin üzerinizdeki nimetini bu şekilde tamamla­maktadır" ifadesi ise din, dünya ve ahiret nimetlerinin tam olarak verilmesiyle Allah'ın nimet ve lütuflannm tamamlandığına delâlet vardır.

Bütün bu nimetler, Allahu Tealâ'nın nimetlerine şükür olarak Allah'a ita­at ve teslimiyete sebep olması içindir.

Üçüncü ayet (Nahl, 16/82) Peygamberimiz (s.a.)'in asıl görevi olan tebliğ görevine işaret etmektedir. Hidayete gelince o Allah'a aittir. İnsanlar inceleme, delillere tabi olma ve imandan yüzçevirirlerse yüz çevirmelerinin sorumluluğu kendilerine aittir.

Dördüncü ayet (Nahl, 16/83) kâfirlerin bu nimetlerin Allah tarafından gel­diğini bildiklerini ancak bunlara atalarından miras olarak aldıklarını yahut putların şefaat etmeleri vasıtasıyla bu nimetlere sahip olduklarını söyleyerek bu nimetleri inkâr etmektedirler.

Onlar Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamber olduğunu biliyor sonra da ya­lanlıyorlar. Sözleriyle Allah'ın nimetlerini bildiklerini itiraf ediyorlar ama fiil­leriyle inkâr ediyorlar ve bu nimetleri Allah'ın rızasını kazanma yolunda kul­lanmıyorlar. [8]

 

Müşriklerin Tehdit Edilmesi Ve Kıyamet Günündeki Durumları

 

84- O gün her ümmetten bir şahid gön­deririz. Kâfirlere bundan sonra ne özür beyan etme izni verilir, ne de onların pişmanlık talep etmeleri istenir.

85-  Zalimler azabı gördükleri zaman, artık ne onların azabı hafifletilir, ne de onlara mühlet verilir.

86- Allah'a ortak koşanlar, ortaklarını görünce: Ey Rabbimiz! İşte bunlar seni bırakıp yalvardıgımız ortaklarımızdır, derler. Ortakları da onlara: Siz hiç şüp­hesiz yalancısınız, diye laf atarlar.

87-  O gün (müşrikler) Allah'a teslim olurlar. Uydurdukları şeyler de orta­dan kaybolur.

88- İnkâr edenlere ve Allah'ın yolundan alıkoyanlara bozgunculuk yapmaları sebebiyle azap üstüne azabı artırırız.

89-  O gün, her ümmetin içinden kendi­leri hakkında bir şahid göndeririz. Seni de bunların üzerine şahit getiririz. Biz sana bu kitabı her şeyi açıklayan hida­yet rehberi, rahmet kaynağı ve müslü-manlar için bir müjde olarak indirdik.

 

Kelime ve İbareler:

 

"O gün" Kıyamet günü "her ümmetten" her nesilden "bir şahit göndeririz." Bu o ümmetin Nebi'si olur, o ümmete iman ve küfür hususunda lehte ve aleyh­te şahitlik eder. "Kâfirlere bundan sonra ne" özür beyan etmek için "izin veri­lir," Zira onların izin dilemeye hakkı yoktur. Yani onlar izin isterler ama izin verilmez, "ne de onların pişmanlık taleb etmeleri" Allah'ı razı kılacak şeye dön­meleri "istenir."

"Zalimler" kâfirler "azabı" cehennem ateşini "gördükleri zaman, artık ne onların azabı hafifletilir ne de onlara mühlet verilir." ne de azapları ertelenir.

"Allah'a ortak koşanlar ortaklarını" Şeytanlarını veya küfre teşvik etmek suretiyle onlara küfürde ortak olanları, yahut yalvardıkları putları "görünce" şöyle derler: "Ey Rabbimiz! İşte bunlar seni bırakıp da yalvardığımız" kendile­rine taptığımız yahut itaat ettiğimiz "ortaklarımızdır, derler."

•Bu onların bu konuda hatalı olduklarına dair bir itiraf yahut azaplarını paylaşmaları talebidir.

"Ortakları da onlara: Siz hiç şüphesiz yalancısınız." diye laf atarlar." Yani böyle dediler. Ortaklan müşriklere Allah'ın ortakları oldukları hususunda ya­lanlamak suretiyle cevap verdiler. Yahut müşriklerin gerçekten kendilerine de­ğil, ancak nefsî arzularına taptıklarını söylediler. Nitekim bir ayette ortakları­nı şöyle diyecekleri anlatılır: "Zaten onlar (gerçekte) bize tapmıyorlar." (Kasas, 28/63) "Onlar kesinlikle onların (müşriklerin) kendilerine taptıklarını inkâr edeceklerdir." (Meryem, 19/82) Allah'ın putları bu şekilde konuşturacak olması da imkânsız değildir.

Müşrikler dünyada büyüklük taslamalarından sonra "O gün Allah'a" yani O'nun hükmüne "teslim olurlar. Uydurdukları şeyler" Yani tanrılarının kendile­rine yardım edecekleri ve onlara şefaat edecekleri düşünceleri, tanrıları onları yalanladığı ve onlardan beri olduklarını söyledikleri zaman o putlar "ortadan kaybolur." batıl ve hükümsüz olur, bırakıp giderler.

"İnkâr edenlere ve Allah'ın yolundan alıkoyanlara" yani insanları Allah'ın dininden; İslâmdan, meneden ve küfre teşvik edenlere "bozgunculuk yapmala­rı" insanların iman etmelerine engel olmaları "sebebiyle," verilecek "azap üstü­ne" küfürleri sebebiyle lâyık oldukları "azap artırırız."

"O gün her ümmetin içinden kendileri hakkında bir şahid göndeririz." Bu şahit o ümmetin peygamberi olur. Çünkü her ümmetin peygamberi o ümmetle birlikte haşrolunur. "Seni de" Ey Muhammedi, "bunların" yani kavminin yahut ümmetinin "üstüne şahit getiririz. Biz sana bu kitabı" yani Kur'anı insanların Şeriatin emrinden muhtaç oldukları "her şeyi açıklayan" dalaletten kurtaran "hidayet" rehberi, "rahmet" kaynağı "ve müslümanlar için bir müjde" cennetle müjdeleyici "olarak indirdik." [9]

 

Ayetlerler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak, Allah'ın nimetlerini bilip de sonra da bu nimetleri inkâr eden müşriklerin durumunu açıkladıktan ve onların çoğunun kâfir olduklarını açıkladıktan sonra bunun ardından bir vaîd (tehdit vaadi) zikretti. Onların kı­yamet günkü durumlarını ve o gün meydana gelecek olan peygamberlerinin lehte ve aleyhte şahitlikleri, azabın hafifletilmeyip kat kat artırılacağı, taptık­ları putların kendilerinin Allah'ın ortakları olduklarını söyleyen kâfirleri ya­lanlayacakları ve kâfirlerin gerçekte kendilerine değil, nefsî arzularına taptık­larını söyleyecekleri...şeklinde bazı sahneleri zikretti.

Bundan sonra Cenab-ı Hak, günahlara engel olacak tehditlerden bir başka çeşidini zikretti. Her ümmete bir şahit getirileceğini, Peygamberimiz (s.a.)'in de kendi ümmetine şahid olacağını ve O'nun üstün meziyetlerinden birinin hidayet rehberi, rahmet kaynağı ve müminlere Cennet'i müjdeleyen Kur'anın hü­kümlerini beyan etmek olduğunu anlattı. [10]

 

Açıklaması

 

Allahu Teala, müşriklerin Kıyamet günkü durumlarını ve hallerini haber vererek şöyle buyuruyor:

"O gün her ümmetten bir şahid göndeririz." Yani Ey Rasulüm! O müşrikle­re her ümmetten bir şahid getireceğimiz o günü -Kıyamet gününü- hatırlat. O şahid, o ümmetin peygamberi olup kendisinin Allah namına ümmetine tebliğ ettiği gerçeklere karşı onların gerek iman ve gerekse küfür ve isyan gibi ver­dikleri cevap ile ümmetine şahidlik edecektir. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyuruyor: "Kıyamet gününde her ümmete bir şahit getirirken seni de bunların üzerine şahit getirdiğimizde halleri ne olacaktır!" (Nisa, 4/41).

"Kâfirlere bundan sonra izin verilmez." Yani kâfirlerin özür dilemelerine ve kendilerini savunmalarına müsaade edilmez. Zira onların bu konuda hücce­ti ve delili yoktur. Yine onlar özür dilerken yalan söyleyeceklerini de biliyorlar. Bir ayet-i kerimede şöyle buyurulur: "O gün onlar konuşamazlar. Özür dileme­leri için kendilerine izin de verilmez." (Mürselât, 77/35-36).

(Sümme) "Bundan sonra, artık, ayrıca" manasında olup kâfirlerin konuş­malarına ve özür dilemelerine müsaade edilmemesinin onlara peygamberleri­nin kendi aleyhlerinde şahitlik yapmalarından daha ağır geleceğine delildir.

"Onlardan pişmanlık talep etmeleri de istenmez." Zira Allah'ın gazabı ve kızgınlığının olduğu yerde pişmanlığın faydası olmaz. Çünkü kişi hasmına si­tem ettiği ve hasmının kesin olarak düzeleceğini bildiği zaman hasmından piş­manlık talep etmesini ister.

"Zalimler azabı gördükleri zaman..." Yani Allah'a şirk koşanlar ve pey­gamberlerin peygamberliğini inkâr edenler azabı gördükleri zaman artık onlar­dan hiçbir kimse bu azaptan kurtulamaz. Bu azabın şiddeti bir an bile hafifle­tilmez, onların cezalarına mühlet verilmez, cezaları ertelenmez. Bilâkis onların hesapları görülmeden mahşer yerinden derhal alınırlar. Çünkü artık tevbe ve Allah'a yöneliş vakti geçmiş, amellere karşılık verilmesi vakti gelmiştir.

Bu ayetin bir benzeri de şu ayet-i kerimedir: "Bu ateş onlara uzak bir yer­den gözükünce onlar bunun öfkesini ve uğultusunu duyarlar. Elleri boyunlarına bağlı olarak onun dar bir yerine atıldıkları zaman orada ölüp yok olmayı ister­ler. Onlara: Bugün bir defa helak olmayı istemeyin, birçok defa helak olmayı is­teyin." denilir." (Furkan, 25/12-14).

Yine bir başka ayet-i kerimede: "Günahkârlar ateşi görürler ve oraya düşe­ceklerini anlarlar. Fakat ondan kaçıp sığınacak bir yer bulamazlar." (Kehf, 18/53) buyurulmaktadır.

Bundan sonra Cenab-ı Hak, müşriklerin sahte tanrılarının kendilerine en muhtaç oldukları bir anda müşriklerden berî-uzak olduklarını bildireceklerini haber vermektedir. Bu acı sonuç müşriklere yapılan tehdidin devamıdır:

Allah'a ortak koşanları, kıyamet günü ortakları olan dünyada iken Allah'ı bırakıp da taptıkları putları görünce şirk koşmalarının mes'uliyetini onlara atarak "Ey Rabbimiz.'.İşte bunlar seni bırakıp da taptığımız ve yalvardığımız ortaklarımızdır," diyecekler, bununla da günahlarını ve hatalarını bu ortakla­rın üzerine havale etme maksadını güdeceklerdir. Suda boğulmak üzere olanın elini değdiği her şeye tutunmak istemesi gibi sorumluluğunu yerine getirmeyen kimsenin tavrı daima budur.

Ortaklar da şöyle cevap verecekler, yalancı tanrılar müşriklere şöyle diye­ceklerdir: 'Yalan söylüyorsunuz. Size bize tapın diye biz emretmedik."

Nitekim Cenab-ı Hak, bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Allah'ı bıra­kıp da kendilerine kıyamet gününe kadar hiçbir cevap veremiyecek şeylere ta­panlardan daha sapık kim vardır? Halbuki tapındıkları şeyler onların yalvar­malarından habersizdirler. Kıyamet Günü insanlar hesap vermek üzere toplan­dıkları zaman dünyada tapındıkları şeyler kendilerine düşman kesilir ve onla­rın kendilerine yaptıkları ibadeti tanımazlar." (Ahkaf, 46/5-6).

Bu konuda bir ayet de şu şekildedir: "Kâfirler kendilerine destek olmaları için Allah'tan başka (yalancı) tanrılar edindiler. Bilâkis tapındıkları tanrılar onların kendilerine tapındıklarını inkâr edecekler ve onların karşılarına çıkıp düşman olacaklardır." (Meryem, 19/81-82).

"O gün (müşrikler) Allah'a teslim olurlar." Yani putlara tapanlar da tapı­lan putlar da teslim olur, Allah'ın gerçek "Rab" olduğunu, eş ve ortaklardan uzak olduğunu itiraf ederler, hepsi boyun eğip Allah'a teslim olurlar. Hepsi din­ler, itaat ederler.

Nitekim Cenab-ı Hak, bir ayette şöyle buyurur: "Suçluların, Rablerinin huzurunda başlarını eğerek Ey Rabbimiz!.Biz gördük, işittik...dediklerini bir görsen!." (Secde, 32/12).

"Kâfirler bize geldikleri (huzurumuza çıktıkları) gün öyle işitecekler, öyle görecekler kil." (Meryem, 19/38).

"Bütün yüzler ezelî ve ebedî, (Hayy) diri ve her şeyin mutlak hâkimi (Kay-yûm) olan Allah'a boyun eğer." (Ta-Hâ, 20/111) Yani teslim olur, hükmüne razı olur.

"Uydurdukları şeyler de ortadan kaybolur." Müşriklerin, putların Allah'ın ortakları olduğu ve kendilerine yardımcı ve şefaatçi olacakları şeklinde uydur­maları silinip gidecektir. Nitekim Cenab-ı Hak müşriklerin şu sözlerini naklet­mektedir: "Bunlar Allah katında şefaatçilerimizdir, derler." (Yunus, 10/18) İşte o zaman putlar müşrikleri yalanlar ve onlardan berî uzak olduklarını ifade ederler.

Bu sapık kâfirlere yapılan tehditten sonra küfrüne ilâve olarak başkasını Allah'ın yolundan alıkoyan sapıklara ve başkalarını saptıranlara yapılan teh­dit zikredildi.

Peygamberliği inkâr edenlere, Allah'a ortak koşanlara kendileri kâfir ol­dukları gibi başkalarını da küfre sevkedenlere Allah'ın yolundan, Allah'a ve Rasulüne imandan alıkoyanlara küfürler kat kat olduğu gibi Allah da cezaları­nı kat kat verecektir. Onlar gerçekte "küfür üzerine küfür" yoluna girmişler, dolayısıyla iki azaba müstahak olmuşlardır. Küfür azabı ve başkalarını sapıt­ma, ifsad etme, Allah'ın yolundan Hak ve İslâm yoluna tabi olmaktan alıkoy­ma azabı. Tıpkı şu ayette buyurulduğu gibi: "Onlar insanları (Kur'an'a) iman etmekten ahkoyarlar. Ve kendileri de ondan uzaklaşırlar." (En'am, 6/26) Yani hem insanları Hz. Muhammed (s.a.)'e tabi olmaktan ahkoyarlar hem de kendi­leri bundan uzaklaşırlar.

"Bozgunculuk yapmaları sebebiyle..." Bu şekilde azabın artırılması ifsad etme ve Allah'ın yolundan alıkoyma sebebiyledir. Bu ifade başkasını küfre ve dalâlete davet eden kişinin azabının büyü olacağına delildir. Aynı şekilde hak dine ve yakînî imana davet edenin de Allah Teala nezdindeki derecesi büyük olur.

Ayet, müminlerin cennetteki makamlarında ve derecelerinde farklı farklı oldukları gibi, kâfirlerin de azaplarında farklı farklı olacaklarına delildir. Nite­kim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Allah der ki: Herkesin azabı kat kattır. Fa­kat siz bilemezsiniz." (A'raf, 7/38).

Bundan sonra Cenab-ı Hak özellikle Hz. Muhammed (s.a.)'in ümmetine şahid olacağını zikretti. Bu isyanı engelleyen tehdidin yeni bir çeşididir. Allahu Tealâ, Rasulüne hitaben: "O gün her ümmetin içinden kendileri hakkında bir şahid göndeririz. Seni de bunların (ümmetinin) üzerine şahid getiririz..." dedi.

Yani Ey Rasulüm! Her ümmete (her cemaate her asra) peygamberini şahid olarak getireceğimiz o günü hatırla. Peygamberi hüccet ve mazeret beyanını ortadan kaldırmak için onlara şahitlikte bulunur. Seni de onların -yani ümme­tinin- üzerine senin risâletine verdikleri cevaplara şahid olarak getiririz. Böy­lece senin yüce şerefin ve ulu makamın ortaya çıkar.

Bu ayet, Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'ın Rasulullah (s.a.)'a Nisa Sûresi'nin ba­şından itibaren okuyup vardığı şu meşhur ayete benzemektedir. Abdullah b. Mes'ud (r.a.) okurken: "(Kıyamet gününde her ümmete bir şahit getirirken seni de bunların üzerine şahit getirdiğimizde halleri ne olacaktır?" (Nisa, 4/41) me­alindeki ayete vardığında Rasulullah (s.a.) ona: "Yeter!" demişti. İbni Mes'ud (r.a.) diyor ki: Dönüp baktım ki gözleri yaşla dolmuştu.

Daha sonra Cenab-ı Hak, Peygamberimiz (s.a.) in ümmetine şahid olacağı­nı beyan etme münasebetiyle mükellef oldukları şeyde ileri sürebilecekleri se­bepleri ortadan kaldırdığını, onlar için hiçbir hüccet veya mazeret bırakmadığı­nı açıklamıştır. Şöyle buyurmuştur.

"Ey Rasulüm! Biz sana bu Kur'an'ı insanların hayatlarında muhtaç olduk­ları her çeşit dini ilimleri beyan etmek üzere, yolunu kaybedenlere hidayet reh­beri, kendisini tasdik edenlere rahmet kaynağı, yüzünü Allah'a teslim edenlere ve O'na itaat edip yönelenlere ebedî cennetler ve büyük sevap müjdesi olarak indirdik."

Kur'an'ın, şeriatın ahkâmını, helâlini-harammı beyan etmesi ya lafzı ve manası ile doğrudan Vahiy Vahy-i metlüvv yahut sadece manası ile Vahiy (Vahy-i gayri metlüvv) yani Sünnet ile olmaktadır. Böylece Kur'an'ın mücmel ifadeleri beyan edilmektedir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "... İnsanlara indirilen hükümleri kendilerine açıklaman için sana bu zikri (Kur ani) indirdik." (Nahl, 16/44).

Efendimiz (s.a.) Ebu Davud ve Tirmizî'nin Mikdam b. Ma'di-Yekrib'den ri­vayet ettiği hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "Bana Kur'an ve bir de O'nun misli verildi."

Bundan sonra da Şer'î Nasslar çerçevesinde, ahkâmın ana prensipleri ışı­ğında, şeriatın ruhu ve genel amaçları ve hedefleri planında "İçtihadın rolü gündeme gelmektedir. İctihad; icma, kıyas, ıstıslah, istihsan, örf, sedd-i zerîa, istıshab v.b. nassa dayanmayan diğer teşri (hüküm koyma) kaynaklarını da içi­ne almaktadır. [11]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:

Her peygamber ümmetinin davetine ne şekilde icabet ettiği hususunda şa-hid olacaktır. Ahirette ise (dünyada yapılan) ihmalkârlık için özür dilemeyi ve kendini savunmaya imkân yoktur. Kâfirler kıyamet gününde Allah'ı hoşnut et­mekle de mükellef değildirler. Çünkü ahiret mükellefiyet yeri değildir. Kâfirler dünyaya dönüp tevbe etmeleri için serbest bırakılacak değillerdir.

Zalim müşriklere verilecek cehennem azabında hiçbir hafifletme yoktur. Müşrikler cehenneme girecekler. Kendilerine mühlet verilmeyecek ve cezalarında erteleme yapılmayacaktır. Amellerinin hesabı görülmeden derhal mahşer yerinden alınırlar. Zira o zaman onların tevbe etme imkânları yoktur.

Yalancı tanrılar kendilerine tapanların tapınmalarından beri olduklarını ilân ederler, kendilerinin tanrı olmadıklarını söyleyerek kendilerine tapmaları­nı emretmediklerini söylerler. Allah da o zaman kâfirlerin rezilliğini ortaya koymak için putları konuşturur.

Tapan da tapılan putlar da o gün Allah'ın kendileri hakkında vereceği hükme teslim olurlar. Allahu Teala, put, heykel v.b. sahte mabudları (cehen-nem'e) gönderir. Onlara tapanlar da cehenneme girinceye kadar taptıkları bu sahte mabudlann peşinden giderler.

Sahih-i Müslimde Enes b. Malik (r.a.)'in rivayeti ile şu hadis yer almakta­dır: "Kim bir şeye tapmışsa onun peşinden gitsin. Güneşe tapan Güneşin peşin­den gitsin. Aya tapan Ayın peşinden gitsin. Tağutlara tapan tağutların peşin­den gitsin."

Tirmizî de, Ebu Hureyre'nin rivayetiyle şu hadis-i şerifi nakletmektedir: "Haç takıp ona tapan kimseye Haç, resim yapanlara resimleri, ateşe tapanlara ateş canlandırılır ve taptıklarının peşinden (cehennem'e) giderler."

Allah'ın yolundan, Hak yoldan, İslâmdan alıkoyan kâfirlere dünyada küfüir ve masiyet ile bozgunculuk çıkarmaları sebebiyle kat kat azap vardır. Bu artırılan azabın ne çeşit olacağı şu hadis-i şerifte açıklanmıştır:

Hakim ve Beyhakî'nin İbni Mes'ud'dan rivayet ettiğine göre Peygamberi­miz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Cehennem ehli cehennem ateşinin hararetin­den şikâyet ettikleri zaman cehennemdeki Dahdah'tan yardım talep ederler. O'nun yanına gelince simsiyah katırlar gibi büyük akrepler ve uzun boyunlu büyük develer gibi yılanlar onları karşılarlar ve onlara hücum ederler. İşte aza­bın ziyadesi budur."

Peygamberler -daha önce zikrettiğimiz gibi- kıyamet gününde ümmetleri­ne risâleti (ilâhî mesajı) tebliğ ettiklerine ve onları imana davet ettiklerine dair şahit olacaklardır. Her zaman için -peygamber olmasa da- mutlaka bir şahid vardır. Bu şahidler peygamberlerin halifeleri ve peygamberlerinin şeriatlerinin bekçileri, âlimler, hidayet önderleridir.

Peygamberimiz (s.a.) hem kendi ümmetine, hem de diğer ümmetlere şa­hittir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Böylece biz sizin insanlara karşı şahitler olmanız, Peygamberinizin de size karşı şahit olması için sizi orta yolu tutan bir ümmet kıldık." (Bakara, 2/143) "Böylece Peygamber size şahit ol­sun, siz de bütün insanlara şahit olasınız." (Hacc, 22/78).

Kurtubî diyor ki: Buna göre her devirde mutlaka Allah'ı bir tanıyan kişiler olmuştur. Meselâ: Kuss b. Sâide, Peygamberimiz (s.a.)'in kendisi hakkında "Yalnız başına bir ümmet olarak haşredilecektir." buyurduğu Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, Setıyh[12] Peygamberimiz (s.a.)'in kendisi hakkında "Onu Cennet nehir­lerine dalmış gördüm." dediği Varaka b. Nevfel gibi... Bunlar ve bunların ben­zerleri kendi zamanlarında yaşayan insanlara hüccet ve şahittirler.[13]

Kur'an-ı Kerîm Şeriatın ana esasları, helâl, haram, ilâhî ahkâm ve insan hayatının prensipleri gibi, her şeyi açıklamaktadır. Cenab-ı Hak şöyle buyur­maktadır: "Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık." (En'am, 6/38).

Bu ifade Allah Teala tarafından bu Kur'anda mücmel veya mufassal ola­rak yahut sadece mücmel olarak belirtilen hükümler dışında hiçbir mükellefi­yetin bulunmadığına delildir. İcma, haber-i vahid, kıyas gibi diğer deliller için de -Usûl-i Fıkıh ilminde bilindiği gibi- Kur'an bunların delil olduklarına delâlet etmektedir. Sünnet, icma, kıyas ve ictihad Kitab'ın açıklanmasına dayanır, Ze-mahşerî'nin dediği gibi bundan dolayı Kur'an her şeyi açıklayan kitab olmuş­tur. [14]

 

Kur'an'da Hayır Ve Şerri En İyi Toplayan Ayet, Ahde Vefa, Hidayet Ve Delâlet

 

90-  Şüphesiz ki Allah adaletle davran­mayı, iyilikte bulunmayı ve akrabalara yardım etmeyi emreder. Fuhşu, kötülü­ğü ve zulmü yasaklar. Allah size düşü­nüp ibret almanız için öğüt verir.

91-  Anlaşma yaptığınız zaman, Allah adına verdiğiniz sözü yerine getirin. Kesin olarak yemin ettikten sonra ye­minleri bozmayın. Zira siz Allah'ı üzeri­nize kefil olarak tuttunuz. Şüphesiz Al­lah yaptıklarınızı bilir.

92- İpliğini sağlam eğirip de sonra onu söküp bozan (şaşkın) kadın gibi olma­yın. Bir cemaat diğer cemaatten sayıca daha üstün diye yeminlerinizi aranızda bir hile vasıtası yapıyorsunuz. Allah si­zi bununla imtihan ediyor. Şüphesiz ki O kıyamet gününde (dünyada) ihtilâf ettiğiniz şeylerin gerçek yüzünü size açıklayacaktır.

93- Eğer Allah dileseydi sizi tek bir üm­met yapardı. Fakat O dilediğini saptı­rır, dilediğini doğru yola iletir. Yaptık­larınızdan mutlaka sorguya çekilecek­siniz.

94- Yeminlerinizi aranızda hile vasıtası yapmayın, Yoksa sağlam basmış olan ayak kayar ve Allah'ın yoluna engel olduğunuzdan dolayı kötülüğü tadarsı­nız. Ahirette de sizlere büyük bir azap vardır.

95- Allah adına verdiğiniz sözü basit bir parayla satmayın. Eğer bilirseniz. Allah katındaki (ecir) sizin için daha hayırlı­dır.

96- Sizin elinizde olanlar sonunda tüke­nir. Allah'ın katında olanlar ise bakidir

(tükenmez). Şüphesiz ki sabredenlerin mükâfatını yaptıklarından daha güzeliyle vereceğiz.

 

Belagat:

 

- "Şüphesiz ki Allah adaletle davranmayı emreder." (Nahl, 16/90) ayetinde "mukabele" vardır. Üç şey emredilmiş ve üç şey yasaklanmıştır.

"Akrabalara yardım etme" (âm) ifadesinin "iyilikte bulunma" şeklindeki (hâs) tan sonra gelmesi bu (âm) ifadenin önemine binâendir.

"İpliğini sağlam eğirip de sonra onu söküp bozan (şaşkın) kadın gibi olma­yın." ayetinde temsili teşbih vardır. Allahu Tealâ anlaşma yapıp da sonra bu verdiği sözü bozan kimseyi ip eğirip de sonra bunu bozan kadına benzetmekte­dir.

'Yoksa sağlam basmış olan ayak kayar" Burada ayak dini meselelerde sağ­lam bir inanç ve sebat sahibi olmak için "istiare" olarak kullanılmıştır. Çünkü sebatkâr olmak genellikle ayakla olur. Sonra da Haktan sapmak ayağın kay­masına benzetilmiştir. Bu istiare yoluyla manevî bir şeyin hissi (gözle görülür, elle tutulur) bir şeye benzetilmesidir.

"saptırır" "doğru yola iletir" kelimeleri arasında tibak sanatı vardır. Aynı şekilde "tükenir" ve "bakîdir" kelimeleri de böyledir. [15]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Şüphesiz ki Allah adaletle davranmayı" emreder İbni Atıyye diyor ki: Adalet, hakkı vermek, insaflı olmak, zulmü terketmek ve emanetleri eda et­mek hususunda insanlarla uyum içinde yaşamak, hükümler ve inançlar gibi farz olan her şeyi yapmak demektir. İhsan ise mendup olan şeyleri yapmaktır.[16]

Beyzavî diyor ki; Adalet Allah'a şirk koşma ile Allah'ın sıfatlarını tama­men reddetme arasındaki orta yolu, ve kulun fiillerinde (kulun iradesini yok sayan) cebriye ile (Allah'ın iradesini hiç dikkate almayan) kaderiye arasında orta yolu takip etmek gibi itikadî hususlarda, farzları eda etmede tamamen kendini ibadete verme (ruhbanlık) ile tamamen ibadeti terketme arasında orta yolu takip ederek ibadet etme gibi amelî hususlarda, cimri ile savurganlık ara­sında orta yol olan cömertliği tutmak gibi ahlakî hususlarda itidal sahibi ol­maktır.

Kısaca; Adalet insaflı davranmaktır. İhsan ise amelleri ve farzlardan ayrı olan nafile ibadetleri güzel bir şekilde yapmak, hayra daha iyisi ile şerre de da­ha azı ile karşılık vermektir.

"...ve akrabalara yardım etmeyi" yakınlara sıla-i rahim ve iyilik gibi hakla­rını vermeyi "emreder" Burada akrabaya yardım etme önemli olduğu için özel­likle zikredilmiştir.

el-Fahşâ (Fuhuş): Söz veya davranış olarak çirkin olan zina, hırsızlık, sar­hoşluk verici içkileri içmek tamahkârlık gibi zemmedilen her şeydir.

el-Münker (Kötülük): Adam öldürme, insanların hakkını hiçe sayma ve şiddetli bir şekilde vurup yaralama gibi günahlar ile inkarcılık gibi Şeriat'ın kötü gördüğü, aklın çirkin kabul ettiği şeylerdir.

el-Bağy (Zulüm ve haddi aşmak): İnsanlara haksızlık yapmak, böbürlen­mek, haddi tecavüz etmektir. Önemine binaen özellikle zikredilmiştir. Tıpkı önemine binaen fuhuş ile başlanması gibi.

"Allah size düşünüp ibret almanız için öğüt verir."

Müstedrek adlı kitapta Abdullah b. Mes'ud'un şu sözü yer almaktadır: Bu Kur'an'da hayır ve şerri en iyi şekilde toplayan ayettir. Bu ayet Osman b. Maz'unun müslüman oluşuna sebep olmuştur. Kur'anda bu ayetten başka bir ayet olmasaydı sadece bu ayetle Kur'anın her şeyi açıklayan hidayet rehberi ve müminlere rahmet kaynağı olduğu ispat edilirdi.

"Anlaşma yaptığınız zaman, Allah adına verdiğiniz sözü yerine getirin." Ahit: İnsanın kendi tercihiyle iltizam ettiği sözdür. Vaadler, alış-veriş, yeminler v.b. hususlar buna dahildir.

"Kesin olarak" kuvvetli olarak "yemin ettikten sonra yeminleri bozmayın." Yemini bozmak: Yeminden dönmek demektir. Buradaki yeminlerden murad mutlak yeminler veyahut ahidlerde yapılan yeminlerdir.

"Zira siz Allah'ı üzerinize kefil olarak" şahid olarak, vefakâr olduğunuza delil olarak "tuttunuz." Çünkü O'nun adıyla yemin ettiniz. Bu cümle hal cümle­sidir.

"Şüphesiz Allah" yeminleri ve ahidleri bozmak hususunda "yaptıklarınızı bilir" Bu onlara bir tehdittir.

"İpliğini" yünden veya başka bir şeyde "sağlam" ve kuvvetli bir şekilde "eğirip de sonra onu söküp bozan" çözen şaşkın "kadın gibi olmayın." Bu kadın Mekke'li ahmak bir kadın olup bütün gün boyunca iplik eğirir, sonra bunu bo­zardı.

"Bir cemaat diğer cemaatten sayıca daha üstün" daha çok "diye yeminleri­nizi aranızda hile vasıtası" fesatçılık hile ve aldatma vesilesi "yapıyorsunuz." Yani o kadın gibi yeminlerinizi hile ve aldatma vasıtası yapmayın demektir. Buradaki "Dahalen" (Hile) kelimesinden murad görünüşte ahde vefa gösterip gizlice ahdi bozmaktır. Ayetin münasebeti şudur: Mekke müşrikleri bazı kabi­lelerle antlaşma yapıyorlar. Onlardan daha kuvvetli ve sayıca üstün kimseleri bulunca da öncekilerle olan antlaşmayı bozup bunlarla antlaşıyorlardı.

"Allah sizi bununla imtihan ediyor" Allah sizin içinizden itaatkâr olanla isyankâr olanı görmek için ahde vefa emri ile sizi deniyor. Daha kuvvetli cema­at olmanız sebebiyle ahidlere vefa gösterip göstermediğinizi görmek için sizi imtihan ediyor.

"Şüphesiz ki O, kıyamet gününde" dünyada "ihtilaf ettiğiniz şeylerin" ahid-de durmak ve benzeri hususların "gerçek yüzünü size açıklayacaktır" ahdinden dönene azap verecek, vefakâr olanlara sevap verecektir.

"Eğer Allah dikseydi" Eiû-i Sünnete göre bu irade tercih iradesidir, "sizi tek bir ümmet" tek din mensupları, İslâm üzerine ittifak eden kimseler "kılardı."

"Fakat O dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletir." Yani Cenab-ı Hak, bazı kimseleri şekavet ve dalâlet ehli kılmıştır. Bunlar hidayet sebeplerine sa­rılmayan ve Allah'ın ezelî ilminde kendi kendilerine bırakılsalar sadece dalâ­let, fesat ve bühtan işleyecek kimselerdir. Yine Cenab-ı Hak diğer bazı kimsele­ri de saadet ehli kılmıştır. Bunlar Allah'ın ayetleriyle hidayeti bulanlardır. İşte bu şekilde dalâlet ve hidayeti yaratmıştır. Sapıtmak küfrü tercih eden kimseyi rezil rüsvay etmek, hidayet ise imanı tercih edip onun üzerine devam eden kimseyi de lütfuyla muvaffakiyete eriştirmektir.

'Yaptıklarınızdan mutlaka sorguya çekileceksiniz." Bu sorgu kıyamet günü azarlama ve ilzam etme sorgusudur. Yoksa cevap olma sorusu değildir. Bu hu­sus diğer ayetlerde olumsuz olarak gelmiştir. Meselâ: "O gün ne insan ne de cin günahından sorulmaz." (Rahman, 55/39).

'Yeminlerinizi aranızda hile vasıtası yapmayın." Bu hükmü te'kid için tek­rar etmiştir. Bu nehyedilen şeyin çirkinliğini tekid etme ve bu hususta mübala­ğa yapmak için manayı ihtiva eden ifadeden sonra açıkça nehyetmektir.

"Yoksa sağlam basmış olan" istikamet üzere olan "ayak" yani ayaklarınız İslâm yolundan "kayar" bir ayağın kaymasının bile büyük bir şey olduğuna, pek çok ayağın kaymasının nasıl büyük bir şey olacağına delâlet etmek için ka­dem (ayak) kelimesi müfred ve nekre olarak kullanılmıştır.

"Allah'ın yoluna engel olduğunuzdan" ahde vefaya engel olduğunuzdan veya başkalarını bundan vazgeçilip size uymasını istediğinizden "dolayı kötü­lüğü" dünyadaki azabı "tadarsınız." Ahirette ise "Sizin için büyük bir azap var­dır. "

"Allah adına verdiğiniz sözü basit bir parayla satmayın." Yani Allah'a ver­diğiniz sözü ve Rasulüne verdiğiniz biati basit bir dünyalıkla değiştirmeyin. Yani bu sebeble Allah'a verdiğiniz sözü bozmak suretiyle değiştirmeyin.

Bu ayetin münasabeti şöyledir: Kureyşliler, çeşitli aldatma vasıtalarıyla iradesi zayıf müslümanlara vaadde bulunuyor ve dinden dönmeleri şartıyla on­lara mükâfaat vereceklerini söylüyorlardı.

"Eğer bilirseniz" eğer siz ilim ve temyiz ehli iseniz bu durumu bilirseniz "Allah katında olan" dünyadaki yardım ve ganimet ahiretteki sevap "sizin için" dünyada size vaadettikleri ihsanlardan "daha hayırlıdır." O halde yeminlerini­zi bozmayın.

Özetle: Bu ayet belirli bazı yeminleri bozmaktan sakındırmaktadır. Bu Al­lah Rasulüne verilen O'na iman etmek, sanatına tabi olmak şeklindeki ahdi dünya malına ve aldatıcı güzelliklerine tamah ederek bozmaktır.

"Sizin elinizde olanlar" dünya malları ve eşyaları "sonunda tükenir" biter, yokolur. "Allah katında olanlar" Rahmetinin hazineleri ise "bakidir" daimîdir, tükenmez.

"Şüphesiz ki" ahidlere vefaya, kâfirlerin eziyetlerine ve mükellefiyet zor­luklarına karşı "sabredenlerin mükâfatını" sevabını "yaptıklarından daha güzeliyle vereceğiz" Amellerinden daha güzel mükâfatı vereceğiz. Suyutî diyor ki: Ayetteki "Ahsen" güzel manasındadır. [17]

 

Nüzul Sebebi

 

91. ayetin Nüzulü ile ilgili olarak İbni Cerir, Büreyde'den naklediyor: Bu ayet Peygamberimiz (s.a.)'in bey'atı hakkında nazil oldu.

Yine İbni Cerir, Mezyede b. Cabir'den rivayet ettiğine göre; Bu ayet Pey­gamberimiz (s.a.) in bey'atı hakkında nazil oldu. Müslüman olanlar İslâm üze­rine biat ediyordu. Bunun üzerine "...Allah adına verdiğiniz sözü yerine geti­rin. " ayeti nazil oldu. Yani her ne kadar müslümanlarm sayısı az, müşriklerin sayısı çok olsa bile, Muhammed (s.a.) ve Ashabının azlığı ve müşriklerin çoklu­ğu, sakın İslâm üzerine yaptığınız bey'ati bozmanıza sebep olmasın.

92.  ayetin nüzulü ile ilgili olarak da İbni Ebî Hatim, Ebubekir b. Ebî Haf-s'dan rivayet ediyor: Saîde el-Esediyye mecnun bir kadındır. Kıl ve lif toplardı. Bunun üzerine: "İpliğini sağlam eğirip de sonra onu söküp bozan (şaşkın) ka­dın gibi olmayın." ayeti nazil oldu. [18]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahu Tealâ, müttakilere verilen vaadler, kâfirlere yapılan tehditler hak­kında uzun uzun açıklama yapıp teşvik ve korkutma ile te'kidli ifadeler kullan­dıktan sonra, bunun ardından faziletli amellerin esaslarını içtimaî ahlâk usû­lünü, farz veya nafile çeşitli vazifeleri (adaletli davranma, iyilikte bulunma, ahde vefayı) anlattı.

"Şüphesiz ki Allah adaletle davranmayı...emreder." (Nahl, 16/90) ayeti İbni Mes'ud'un dediği gibi "Kuranda hayır ve şerri en güzel şekilde toplayan ayettir.

Katade bu ayet hakkında şöyle diyor: Cahiliyet ehlinin amel ettiği ve gü­zel gördüğü hiçbir güzel ahlâk yoktur ki Allah bunu emretmiş olmasın. Arala­rında ayıp gördükleri hiçbir kötü ahlâk yoktur ki Allah bunu yasaklamış olma­sın. Allah sadece kötü ve çirkin ahlâkı yasaklamıştır. Bunun içindir ki, Tabera-nî, Ebu Nuaym, Hakim ve Beyhakî'nin Sehl b. Sa'd'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte şu ifade yer almaktadır: "Şüphesiz ki Allah yüce ahlâkı sever, kötü ve çirkin ahlâkı kerih görür."

Hafız Ebû Ya'lâ Ma'rifetus-Sahabe kitabında Ali b. Abdilmelik b. Umeyr1-den, o da babasından naklediyor: Eksem b. Sayfî'nin kulağına Peygamberimiz (s.a.)'in haberi ulaşmıştı. Ona gitmek istedi, ama kavmi onu bırakmadılar. Kavmi ona:

-Sen bizim büyüğümüzsün, gidemezsin, dediler. Eksem b. Sayf:

-O halde benim haberlerimi ona bildirecek, onun haberlerini bana bildire­cek kimseler göndereyim, dedi. İki kişi seçildi. Bu iki kişi Peygamberimiz (s.a.)'e geldiler ve ona:

-Biz Eksem b. Sayfi'nin elçileriyiz. Sen kimsin? Nesin? diye soruyor, dedi­ler. Peygamerimiz (s.a.):

-Benim kim olduğuma gelince, ben Abdullah oğlu Muhammed'im. Benim ne olduğuma gelince, ben Allah'ın kulu ve rasulüyüm dedi. Peygamberimiz (s.a.) bundan sonra onlara şu ayeti okudu: "Şüphesiz ki Allah adaletle davran­mayı, iyilikte bulunmayı...emreder." (Nahl, 16/90).

Elçiler Efendimiz (s.a.)'e:

—Bu sözü bize tekrar söyle, dediler Efendimiz (s.a.) onlara bu sözü tekrar etti. Nihayet ezberlediler.

Elçiler Eksem b. Sayfi'ye gelip şöyle dediler:

—Muhammed (s.a.) nesebini sıralamak istemedi. Nesebini sorduk. Onu ne-sibi temiz, Mudaroğulları arasında şerefli biri olarak bulduk. Bize bazı kelime­ler söyledi, dinledik.

Eksem bu kelimeleri dinleyince:

-Görüyorum ki, O üstün ahlâkı emrediyor, çirkin ahlâktan menediyor. Siz­ler bu konuda önderler olun, kuyruk olmayın.[19]

Bu ayetin nüzulü hakkında İmam Ahmed'in rivayet ettiği uzunca bir "ha-sen hadis" vârid olmuştur. Bu hadisin ifade ettiği mana Osman b. Maz'un'un İslâm'a girmesine sebep olmuştur. Hadisin özeti şöyledir:

Osman b. Maz'un (r.a.) bir müddet Peygamberimiz (s.a.)'le birlikte oturu­yordu. Osman, Efendimiz (s.a.)'e:

-Bu sabah yaptığın gibi yaptığını hiç görmedim, dedi. Efendimiz (s.a.): —Ne yaptığımı gördün? dedi. Osman:

-Gözün gökyüzüne dikildi. Sonra sağ tarafına baktın. Beni bırakıp o tarafa döndün. Sanki sana söylenen şeyleri anlamak istiyorsun gibi başını sallamaya başladın, dedi. Efendimiz (s.a.):

-Bunu sen de mi anladın? dedi. Sen otururken şu anda Allah'ın elçisi gel­di. Osman:

—Sana ne dedi. Bana:

-Şüphesiz ki, Allah adaletle davranmayı, iyilikte bulunmayı ve akrabala­ra yardım etmeyi emreder." dedi.

Osman b. Maz'un diyor ki: İşte o zaman iman kalbime yerleşti ve Muham­med (s.a.)'i sevdim. (İbni Ebî Hatim de bu olayı Abdülhamid b. Behram'ın hadi­sinden özet olarak rivayet etti.)

Buharı, İbni Cerir, İbni Münzir, Taberânî, Hakim ve Beyhakî İbni Mes'ud (r.a.)'un şu sözünü rivayet etmektedirler:

- Kuranda en muazzam ayet Ayetel-Kürsi'dir.

- Allah'ın Kitabındaki hayır ve şerri en güzel şekilde toplayan ayet Nahl Sûresi'ndeki (innallahe ye'muru bil-adl...) ayetidir.

- Allah'ın Kitab'ında, işleri Allah'a havale etmek hususunda en fazla mana ihtiva eden ayet: "Kim Allah 'tan korkarsa Allah ona bir çıkış kapısı gösterir ve hiç ummadığı yerden ona rızık verir." (Talak, 65/2-3) ayetidir.

- Allah'ın Kitab'ında en ümit verici ayet: "(Ya Muhammedi.) Kullarıma be­nim adıma şunu söyle: Ey kendi aleyhlerine haddi aşan kullarım!. Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz ki Allah bütün günahları bağışlar. Muhakkak ki O çok affeden, çor merhamet edendir." (Zümer, 39/53).

İkrime diyor ki: Peygamberimiz (s.a.), Velid b. Muğire'ye bu ayeti okudu. Velid, Efendimiz (s.a.)'e:

—Ey kardeşimin oğlu!. Bana bunu tekrar oku, dedi. Efendimiz (s.a.) tekrar okudu. Bunun üzerine Velid:

-Allah'a yemin ederim ki bunun (Kur'anm) ayrı bir tadı vardır. Apayrı bir güzelliği vardır. Bunun üst tarafı faydalı, alt tarafı derin manalıdır. Bu, insan sözü değildir, dedi.

Beyhakî Şuabü'l-İman kitabında Hz. Hasan (r.a.)'dan rivayet ediyor ki: Hz. Hasan (r.a.) bu ayeti (innallahe ye'muru bil-adl...) okudu. Sonra şöyle dedi: Allah sizin hayır ve şerri bir ayette topladı. Allah'a yemin ederim ki Adi ve İh­san kelimesi Allah'a itaat olan her şeyi toplamış ve emretmiştir. Fahşâ, Mün-ker ve Bağy kelimeleri Allah'a isyan olan her şeyi toplamış ve bundan nehyetmiştir.

Bu ayetler, İslâmî hayatın ana direkleri ve İslâm toplumunun odak nokta­larıdır.

Birinci ayet (Nalh, 16/90) her şeyde; karşılıklı muamelelerde, yargı ve hü­küm vermede, din ve dünya işlerinde, insanların kendi nefsine ve başkasına karşı tavırlarında kullara adalet ve insafla davranmayı emreder. Hatta itikad sahasında da durum böyledir. Hakkıyla ve adaletle iman edilebilir. Put, heykel, yıldız, melek, peygamber, veli ve liderler ibadet ve takdisten hiçbir şeye lâyık değildirler.

İbni Abbas "İnnallahe ye'muru bil-adl" ayeti hakkında: Bu Allah'tan baş­ka ilâh olmadığına şehadet etmektir, demiştir.

İbni Ebî Hatim Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den rivayet ediyor: Ömer b. Abdülaziz beni çağırdı.

-Bana adaleti anlat, dedi. Ben de:

-Ne güzel! Bana büyük bir şey sordun. İnsanların küçüklerine baba, bü­yüklerine evlât ol. Aynı yaştakilere kardeş ol. Hanımlara da böyle ol. İnsanlara günahları kadar vücutları kadar ceza ver. Sakın kızgınlıkla bir kamçı bile vur­ma. Aksi takdirde haddi aşanlardan olursun, dedim.

Allahu Teala ihsana teşvik etmiştir. "İbadette ihsan": (Buharî ve Müs­lim'in Sa/uMerindeki Hz. Ömer (r.a.) hadisinde olduğu gibi): "Allah'a görür gi­bi ibadet etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmesen de O seni görüyor."

Ceza verirken ihsan: Emsaliyle ceza vermek. Adam öldürme ve yaralama olaylarında kısas yoluyla hakkı vermek (Misliyle muamele).

Hakkı ve borcu ödemede ihsan: Oyalama yapmaksızın yahut şart koşul-madığı halde fazlasıyla teberruda bulunarak yapılan ödeme.

İhsanın en faziletlisi ve en üstünü kötülük yapan insana, iyilikte bulun­maktır. Efendimiz (s.a.) bunu emretmiştir: "Sana kötülük edene ihsanda bulun iyilik yap ki) gerçek müslüman olasın."

Hz. İsa (a.s.)'ın şöyle dediği rivayet edilir: Gerçek manada ihsan sana kö­tülük edene iyilik etmendir. Yoksa sana iyilik edene iyilikte bulunman gerçek manada ihsan değildir.

Buharî Tarifinde rivayet ediyor ki:

-Sizler hangi konuda konuşuyorsunuz? dedi. Onlar

-Mürüvvet (insanlık, örnek şahsiyet) hakkında müzakere ediyoruz, dedi­ler. Hz. Ali (r.a.)

-Size Allah'ın kitabındaki şu ayeti yetmiyor mu? "Şüphesiz Allah adaletle davranmayı ve iyilikte bulunmayı emreder" Adalet insaflı olmak demektir. İh­san da lütuf ve iyilikte bulunmak demektir. Bundan sonra geriye ne kaldı?

Süfyan b. Uyeyne diyor ki: Burada (Adi) Adalet: Allah için, herhangi bir şeyi yapanın içi-dışı bir olmasıdır, (ihsan); İçinin dışından daha güzel olması­dır. (Fahşâ) ve (Münker) ise, dışının içinden güzel olmasıdır.

Allah bu ayette akrabaya yardım etmeyi yani ziyaret, sevgi, ikram ve ta-saddukta bulunmak suretiyle "Sıla-i Rahim" i emretmektedir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Yakın akrabaya, fakire ve yolcuya hakkını ver." (İs-ra, 17/26) Yakın akrabaya iyilik (ihsan) kavramı içinde olduğu halde önemine binaen ve buna itina gösterilmesi gerektiği için özellikle zikredilmiştir.

Allahu Teala, bu üç şeyi emrettikten sonra şu üç şeyi yasakladı ve şöyle buyurdu: "(Allah) Fuhşu, kötülüğü ve zulmü yasaklar."

Fahşâ: Fuhuş, zina, hırsızlık, içki içmek, insanların mallarını batıl yollar­la almak (Fahiş günahlar işlemek) demektir.

Münker; kötülük etmek, şeriatın ve aklın çirkin gördüğü hareketler, adam öldürmek, haksız yere dövme, insanları hiçe almak haklarını gasbetmek gibi açıktan işlenen kötü hareketlerdir. Allah Teala şöyle buyuruyor: "De ki Rabbim bana kötülüklerin açıktan yapılanını da, gizlice yapılanını da haram kıldı." ı A'raf, 7/33).

Bağy: İnsanlara zulmetmek ve onların hakkına tecavüz etmektir. İmam Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî, İbni Mace'nin Ebû Bekre'den rivayet ettikleri ha-dis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: Allah'ın ahiret için ayırdığı ceza ile birlikte dünyada sahibine âcil olarak vereceği ceza zulüm ve yakın akraba ile ilişkiyi kesmekten daha lâyık başka bir günah yoktur.

Özelte: "Adi" adalet, vazifeleri yerine getirmek, "İhsan" bu hususta daha ziyade gayret etmek, "Fahşâ, Münker ve Bağy" şeriatın ve aklın sınırlarını aş­maktır.

"Size düşünüp ibret almanız için öğüt verir." Yani ibret almanız, düşünme­niz ve Allah rızası bulunan şeyleri yapmanız için size hayır olarak emrettiği şeylerle emir vermekte, kötülük olarak nehyettiği şeylerden de sakındırmakta-dır.

"...Lealleküm tezekkerûn" ifadesinden murad ümit (umulur ki) ve temenni (keşke) manası değildir. Çünkü bu Allah için imkânsızdır. O halde bunun manası şudur: Allah O'na itaat etmeyi düşünmeniz için Allah size öğüt ver­mektedir. Bu ifade Allah Teala'nın herkesten iman etmelerini murad ettiğine delâlet etmektedir.

Allahu Teala birinci (yani 90.) ayette bütün emredilen ve nehyedilen hu­susları toplu halde zikrettikten sonra bazılarını özellikle zikretti. Ahde vefa (verdiği sözünü yerine getirme) emrinden başlayarak şöyle buyurdu: "Anlaşma yaptığınız zaman Allah adına verdiğiniz sözü yerine getirin." Yani ahid ve an­laşmaları yerine getirin. Üstüste te'kidle yapılan yeminleri koruyun. "Ahdul-lah" Allah adına verilen söz demek İslâm'ın hükümlerini uygulamak insanın kendi arzusuyla yükümlülük altına girdiği anlaşmalar gibi yerine getirilmesi vacip olan her çeşit sözdür. İbni Abbas'ın dediği gibi verilen vaadler de bu çeşit ahidlerden sayılır.

Cenab-ı Hak daha sonra ahde vefa göstermenin zarurî olduğunu te'kid ederek şöyle buyurdu: "Kesin olarak yemin ettikten sonra yeminleri bozmayın." Yani Allah'ın adıyla takviye ettikten sonra ahidleri ve İslâm üzerine yapılan bi­at yeminlerini bozmaktan sakının. Burada yeminlerden murad ahit ve anlaş­malara dahil olan yeminlerdir. Yani ahidlerin ve akdedilen anlaşmaların ye­minleridir, teşvik veya engelleme suretiyle yapılan yeminler değildir.

İmam Ahmed ve Müslim'in Cübeyr b. Mut'im (r.a.) den rivayet ettiklerine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "İslâm'da hılf yoktur. Cahiliyet devrinde bulunan bütün anlaşmaları İslâm te'yid etmektedir. Hakkı destekle­mek ve yaşamak hakkındaki anlaşmalar te'yid edilmiştir." Hadisin manası şu­dur: İslâm için cahiliyet ehlinin yaptıkları hılf e (Hakkı destekleme anlaşması­na) ihtiyaç yoktur. Çünkü onların yaptıkları bu anlaşma yerine İslâm'a sarıl­mak yeterlidir.

Bu çeşit anlaşma İbni İshak'ın anlattığı "Hılfü'l-Fudûl" anlaşması gibidir. İbni İshak diyor ki: Kureyş'ten bazı kabileler şerefi ve nesebinin üstünlüğü se­bebiyle Abdullah b. Cüd'amn evinde toplandılar. Mekke ehlinden veya başkala­rından haksızlığa uğrayan bir kimse bulurlarsa hakkını alıncaya kadar onunla beraber olmak üzere ahdettiler ve anlaştılar. Kureyşliler bu sözleşmeyi "Hılfü'l-Füdûl" yani faziletli kimselerin ittifakı olarak adlandırdılar. "Siz buna Allah'ı kefil" yani şahid "olarak kıldınız."

Allah Teala akidlerin, sözleşmelerin önem ve değerini vurgulamak için kendini bu sözleşmelerin gözeticisi olarak kılmıştır. "Şüphesiz ki Allah yaptık­larınızı bilir." Yani Allah bu ahidlerde yaptığınız akde bağlı olmak veya boz­mak gibi her şeyden haberdârdır, her şeyi gözetimi altındadır. Bu durumu sizin aleyhinize tesbit etmekte, sözleşmeye bağlılık ve hükümlerini yerine getirme durumunda sevap vermek ve razı olmak şeklinde, sözleşmenin hükümlerini ih­lâl etme, bunlarla oynama ve bozma durumunda ceza ve gazap şeklinde yap­tıklarınızın karşılığını verecektir. Bu ifade itaat edene bir vaad, yeminlerde te'kid ettikten sonra ahdini bozan muhalif kimseye bir tehdit ve vaîd niteliğin­dedir.

Cenab-ı Hak ahdin, sözleşmenin mukaddesiyetini üçüncü defa te'kid ede­rek şöyle buyurdu:

"Ahidleri ve sözleşmeleri bozarak, ipini eğirdikten sonra bozan kadın gibi olmayın."

Abdullah b. Kesir ve Süddî diyor ki: Bu Mekke'de oturan aptal bir kadın idi. Her zaman ipi eğirince bu yaptığını bozardı. Bu kadının adı: Rayta binti Amr b. Ka'b b. Said b. Teym b. Mürre idi.

Yahut bu örnek -Mücahid'in ve başkalarının dediği gibi- ahdini yeminlerle te'kid ettikten sonra ahdini bozan kimse için bir örnektir. Kim ahdini bozarsa eğirdikten ve işini tamamladıktan sonra ipini bozan kimse gibidir. Bu iş akıllı işi değildir, bu kimse ahmakların zümresindendir.

Ahde vefa için "yeminlerinizi" başka topluluktan sayıca daha çok ve daha kuvvetli bir topluluk olmanız için diğer tarafı aldatmak, "hile ve tuzak kurmak için kullanırsınız." Halbuki sizi ahidlerinize vefa gösterip bunları korumalısınız.

"Bir cemaat diğer bir cemaatten sayıca daha üstün diye ..." Ayetin manası: İnsanlar sizden çok oldukları takdirde sizden memnun ve mutmain olmaları için insanlara yemin edersiniz. Onlara ihanet etme imkânı bulursanız ihanet edersiniz Cenab-ı Hak basit bir hususla daha üstün olana dikkat çekmek iste­mektedir. Yani Allah sizi bu durumda ihanette bulunmaktan nehyederse im­kân ve iktidar durumunda nehyetmesi daha evlâdır. Buradan maksat: Kâfirle­rin sayıca çokluğu ve mallarının çokluğu sebebiyle küfre dönmekten nehyet-mektir.

Ahde vefa örneklerinden biri şu örnektir: Muaviye ile Rum kralı arasında bir ahid vardı. Bu müddetin sonunda Muaviye oraya doğru hareket etti. Mu­aviye, Rum diyarına yaklaştığı sırada müddet sona erdi. Muaviye, Rumlar gafil bir halde iken hiç hissettirmeden Rumlara hücum etti. Bunun üzerine Amr b. Anbese Muaviye'ye:

-Allahu ekber Ya Muaviye! İhanet değil vefakârlık göster. Ben Peygambe­rimiz (s.a.)'in şöyle söylediğini işittim: "Kiminle bir topluluk arasında bir ahid varsa müddeti geçmeden bu akdini çözmesin." Bunun üzerine Muaviye ordu­suyla birlikte geri döndü.

"Allah sizi bununla imtihan etmektedir." Yani Allah size imtihan eden kimsenin muamelesiyle muamele etmektedir. Çoğunluk ve azlıkla aldanacağı-nıza mı yoksa ahde riayet edeceğinize mi bakmak için size ahde vefa gösterme­nizi emreder.

Yani Rabbiniz kıyamet günü ihtilâf ettiğiniz iman ve küfür, ahde vefa ve ahdi bozma gibi hususları size açıklayacak ve her amel işleyene hayır veya şer işlediği amelin karşılığını verecektir.

Bu, en önemli hükümlerinden biri ahde vefa göstermek olan İslâm dinine aykırı davranmaya karşı bir uyarı ve ihtar niteliğindedir.

Allah onların tamamını iman ve ahde vefa üzerine toplamaya kadirdir. Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

"Allah dileseydi sizi tek bir ümmet kılardı." Yani Allah dileseydi bütün in­sanları fıtrat ve içgüdü gereği olarak tek bir millet ve tek din üzerine kılardı. Böylece hiçbir ihtilaf, hiçbir öfkelenme, hiçbir kin duygusu olmadan aranızda sadece uyum olduğu halde daima itaat etme ve Allahu Tealâ'nm emrine boyun eğme esası üzerine yaratılmış olan melekler gibi olursunuz.

Fakat Allah'ın hikmeti sizin amelde, iman ve hükümlere bağlılıkta farklı olmanızı itikad ve amel hususunda bağımsız olarak yaratılmanızı gerekli kıl­mıştır. Dolayısıyla Allah, ezelî ilminde sapıklığı tercih edeceği bilinen kimseleri saptıracak, ezelî ilminde hayır yapacağı ve imanı tercih edeceği bilinen kimse­lere de hidayeti insan edecektir.

'Yaptıklarınızdan mutlaka sorguya çekileceksiniz" Yani Allah kıyamet gü­nü hesap görmek ve ceza vermek için sizi sorguya çekecek, bu amellerinizin ha­yır ve şer karşılığını verecektir.

Bu ayetin benzeri Kur'anda çoktur. Meselâ şöyle buyurulmaktadır: "Rab-bin dileseydi yeryüzünde bulunanların tamamı iman ederdi." (Yunus, 10/99).

"Rabbin dileseydi bütün insanları tek bir ümmet kılardı. Onlar ihtilaf ha­linde devam edeceklerdir. Ancak Rabbinin rahmetine nail olan kimseler müstes­na. (Allah) onları bunun için yaratmıştır." (Hud, 11/118-119).

Allah Teala birinci ayette genel olarak ahidleri ve yeminleri bozmaktan sakındırdıktan sonra "Yeminlerinizi aranızda aldatma vesilesi edinmeyin." ayetiyle onların yaptıkları belirli, hususî yeminleri -yani İslâm üzerine Pey­gamberimiz (s.a.)'in huzurunda yaptıkları bey'at yeminlerini, bozmaktan sa-kındırmaktadır.

Ayetin manası şöyledir: "Allah Teala kullarım ayakları istikamet ve iman üzerine sabit olduktan sonra yeminlerinizi aldatma vesilesi yapmaktan sakın-dırmakta ve bundan nehyetmektedir. "Bu ayet hak yol üzerinde olup da Allah yolundan alıkoymak manası taşıyan yeminlerle hak yoldan sapan ve hidayet­ten ayağı kayan kimseler için verilen bir misaldir. Zira kâfir müminin önce kendisiyle ahidleşip, sonra sözünden döndüğünü görürse dine olan güveni sar­sılır, müminin sözünden dönmesi sebebiyle İslâm'a girmekten vazgeçer.

"Kötülüğü tadın..." Yani Allah'ın yolundan alıkoyma sebebiyle kötü ve şid­detli azabı -yani dünyada öldürülme ve esirliği- tadın. Çünkü önce dine girip sonra dinden çıkmak başkalarının İslâm'dan uzaklaşmasına sebep olur.

"Sizin için büyük bir azap vardır." Muhalif olmanın sapıklar ve bedbahtlar gurubuna katılmanın cezası olarak ahirette şiddetli bir ceza vardır.

Yani sizler ahdinizi bozduğunuz zaman şu üç kötü duruma düştünüz:

1- İstikamet ve hidayet yolunda sebat ettikten sonra, istikamet esasından uzaklaşma ve hidayet yolundan ayrılma.

2- Öldürülme, esir alınma, mallarının ellerinden alınması, vatanlarından ayrılma zorunda bırakılmaları gibi dünyada kötü azapla eza ve cefa ile karşı­laşmaları.

3- Hak yolundan ve Hak ehlinden yüz çevirmelerinin karşılığı olarak ahirette cezalandırılmaları.

Cenab-ı Hak daha sonra bir takım bedeller karşılığında ahdi bozmaktan sakındırarak şöyle buyurdu: "Allah'ın ahdini az bir bedelle satın almayın." Ya­ni Allah'a yemin karşılığında dünya hayatının geçici metasını ve dünya ziyne­tini tercih etmeyin. Çünkü dünya malı pek azdır.

"Allah katında olan sizin için daha hayırlıdır." Yani dünya bütün varlığıy­la insana verilse bile Allah katında olan yani Allah'ın mükâfatı ve sevabı O'na iman edip O'nu uman herkes için daha hayırlıdır. Bu aynı zamanda dünyadaki az bir meta'dan daha hayırlıdır.

"Eğer biliyorsanız." Yani dünyanın hayırlanyla ahiretin hayırları arasın­daki farkı biliyorsanız...

Hayırhlık yönü: "Sizin yanınızda olan tükenir, Allah'ın nezdinde olan ise bakidir." Yani dünya malı yahut nimeti biter, sona erer; müddet uzun olsa bile yokolmaya mahkûmdur. Allah'ın nezdinde olan cennetteki mükâfatlar bakidir, ebedîdir, kesintisiz ve tükenmeksizin devam eder. Çünkü bu nimetler daimîdir, hiçbir şekilde değişme yoktur, zeval bulma yoktur.

"Biz sabredenleri mutlaka mükâfatlandıracağız..." Yani Allah'a yemin ol­sun ki biz müşriklerin eziyetlerine karşı sabredenleri ve ahde vefa gibi ahlâkî esasları ihtiva eden İslâm'ın hükümlerinde sebat edenleri amellerinin en güze-liyle mükâfatlandırırız, kötülüklerinden vazgeçeriz. Bu büyük bir sevaptır, gü­nahlarının bağışlanacağı şeklinde güzel bir vaaddir. [20]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet İslâm toplumunun özel ve genel, hayattaki fert, toplum ve devlete ait temel esaslarını belirtmektedir.

Bu ayet güzel ahlaktan sayılan üç şeyi emretmekte ve üç şeyden de neh-yetmektedir:

Emredilen üç husus:

Adalet yolunu tutma, farz ve vacipleri eda ederek insaflı davranmak.

İhsan: İyilikte bulunmak, lütuf ve ikramda bulunmak ya da farz ve vacip­lerin dışında müstehap ve nafileleri yerine getirmek.

Sıla-i rahim: Akrabalara yardımda ve iyilikte bulunmak. Burada özellikle yakın akrabalar zikredilmiştir. Çünkü onların hakları daha önemli ve onlarla irtibatı devam ettirmek daha gereklidir.

İbni Atıyye diyor ki: "Adalet" Emanetleri yerine getirmek hususundaki inançlar, hükümler şeklindeki bütün farzlar, zulmü terketmek, insaflı olmak ve hakkı vermektir. "İhsan" ise mendup olan (tavsiye edilen, öğüt olarak verilen) her şeyin yapılmasıdır. Bazı şeyler vardır ki, tamamen menduptur. Bazı şeyler ise farzdır. Ancak bunlardan yeteri kadarını yapmak adalet mefhumu içine da­hildir. Yeterli olandan fazlasını yapıp kemale erdirmek ihsan mefhumu içine dahildir.

İbnü'l-Arabî adaleti üç kısma ayırmıştır:

a) Allah'a karşı adil olmak.

b) Kendi nefsimize karşı adil olmak.

c) İnsanlara karşı adil olmak.

Kulun kendisiyle Rabbi arasındaki adalet: Allah Teala'nın hakkını kendi nasibini tercih etmesi, Onun rızasını kendi arzusundan önce gözetmesi, yasak­lardan kaçınması ve emirlerine sarılmasıdır.

Kulun kendisiyle nefsi arasındaki adalet: Nefsini helake götürecek şeyler­den alıkoyması. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Nefsi haram olan arzulardan alıkoyar." Hırs ve tamahkârlığa uymaktan uzak kalması, her hal ve manada kanaata sarılması.

Kulun kendisiyle diğer insanlar arasındaki adalet: Fedakârlık yapması, az veya çok hıyanet yapmaması her şekilde insanlara insafla davranması, senden hiçbir kimseye söz ve davranışla, gizli-açık hiçbir kötülük dokunmaması insan­lardan gelecek belalara karşı sabırlı olunması. Bunun en alt sınırı insaflı dav­ranmak ve kimseyi rahatsız etmemektir.

Nehyedilen üç şeye gelince: Bunlar hayasızlık, kötülük ve zulümdür. el-Fahşâ (Hayasızlık): Fuhuş, gıybet gibi sözlü, zina gibi fiili her çeşit çir­kin davranıştır.

el-Münker (Kötülük): Şeriatın yasaklaması suretiyle çirkin ve kötü saydığı her şeydir. Bu ifade bütün masiyetleri, rezaletleri ve her çeşit alçaklığı içine alır. Bunların en tehlikelisi de şirktir.

Bağy: Kibir, zulüm, kin ve aşırılık gibi haddi aşma fiilleridir. Bunlar mün-ker ifadesi altına girmesine rağmen çok zararlı olduklarından dolayı önemine binaen özellikle zikredilmiştir.

Bu ayet iyiliği emretme ve kötülüğe mani olma hususunu ihtiva etmektedir.

İkinci ayet ahidlerin ve sözleşmelerin öneminden dolayı "Ahde vefa" gös­termeyi özellikle zikretmektedir. Allah'ın ahdi dil ile akd edilen ve insanın alış­veriş, ikram veya dine uygun bir işte söz vermesi gibi kendisini yükümlülük al­tına sokan işlerdir.

Ayet-i kerime ahid ve sözleşmelerinin hürmete değer olduğunu birkaç te'kid ile te'kid etmektedir:

Birincisi: Ahidler üzerinde şiddetle ve yeminle durduktan ve buna Allah'ı şahid kıldıktan sonra müddet bitmeden bu ahidleri bozmaktan nehyedilmesi-dir. Ayette azimle te'kid edilen yemin ile âdet halinde yapılan yemin-i lağvin birbirinden ayrılması için "te'kid edildikten sonra" ifadesi kullanılmıştır.

Daha sonra bu ahdi bozmaya yünlerini eğirdikten ve iplik haline getirdik­ten sonra bunu bozan ahmak kadın misal olarak verilmiştir. Cenab-ı Hak daha sonra yeminlerini bir aldatmaca, tuzak, hile ve kandırma vesilesi edinerek bo­zan kimseleri ayıplamıştır. Daha sonra da güçlü ve sayıca çok bir kabileyi des­teklemek, sayısı ve gücü az zayıf bir kabilenin ahdinden de sıyrılmak gibi gaye ve sebeplerle ahdi bozma ve döneklik yapmayı çirkin bir fiil saymıştır. Allah Teala meâlen şöyle buyurmaktadır. Bu kabile (topluluk) diğerinden daha çok veya daha zengin olduğu için ahidlerinizi bozmayın. Çokluk veya dünya imkânı düşmanınız olan müşriklerde olunca yeminlerinizi bozmayınız.

Cenab-ı Hak daha sonra bu ahidlerin bir deneme ve imtihan olduğuna dikkat çekmektedir.

Allahu Teala, bundan sonra kendisinin bütün insanları tek bir ümmet -iman ümmeti- olarak kılmaya ve onları ahidlere vefa gösterme üzerine topla­maya kadir olduğunu zikretti.

Ancak kendi tarafından bir lütuf olarak dilediği kimseleri hidayetine nail kılar, bazı kimseleri de dalâlet yolunu tercih etmeleri sebebiyle onları sapıtmak suretiyle dalâlette kılar.

Cenab-ı Hak daha sonra aldatma ve bozgunculuk ihtiva eden ahid ve ye­minler ortaya koymaktan ve böylece ayaklar sağlam yere bastıktan -yani Al­lah'ı bilip iman ettikten- sonra ayakların kaymasından son derece nehyetti.

Bu ifade durumu istikamet üzerinde olan ama ahde vefa göstermeyip bü­yük bir şerre düşen kimse için yapılmış istiaredir.

Allahu Teala bundan sonra ahidleri ve yeminlerinde aldatan kimseleri dünyada azapla, ahirette ise daha büyük bir azapla tehdit etti. Bu şiddetli vaîd Rasulullah (s.a.) verdiği ahdini bozan kimse hakkındadır. Çünkü onunla ahid yapan sonra bu ahdini bozan kimse imandan çıkar dünyada kötü akıbeti -hoş­lanılmayan musibetleri- tadar.

Allah Teala daha sonra yemin ve ahidlerle ticaret yapılmasından sakındır­dı. Bu sebeple ahdi bozmak üzere mal alınması ve rüşvetten nehyetti. Cenab-ı Hak "Allah adına verdiğiniz sözü basit bir parayla satmayın" buyurdu. Yani ahidlerinizi basit bir dünya meta'ı karşılığında bozmayın. Bu çok büyük bir meblağ olsa da az ve basit sayılır. Çünkü bu yok olacak şeylerdendir. O halde az ve basit sayılır.

Allah Teala bundan sonra dünyanın durumu ile ahiretin durumu arasın­daki farkı beyan etti. Bu fark ise şudur: Dünyada olan her şey tükenir ve deği­şime tabidir. Ahirette ve Allah'ın nezdinde olan lütfunun tecellileri ve cenneti­nin nimeti ahde vefa gösteren ve ahdi üzerine sebat edenler için daimidir, yok olmayacaktır.

Son olarak da Allah'ın İslama ve taatlere -meselâ ahde vefaya- sebat eden­lere ayrıca günahları terketme hususunda sabredenlere karşılık, taatlere ver­diği ecir gibi, onları mükâfatlandıracağını ve küçük hataları görmeyeceğini zik­retti. İşte amellerinin en güzeliyle verilecek mükâfattan murad budur.

Bütün bu emirler, nehiyler, te'kidli ifadeler, vaadler, tehditler ve cezalar hep ahd, sözleşme ve anlaşmaları korumak ve bu anlaşmaların hükümlerini, şartlarını ve muhtevasını çiğnememek içindir. [21]

 

Erkek Ve Kadınları Salih Amel İşlemeye Teşvik Hususunda En Geniş Manalı Ayet

 

97- Erkek olsun kadın olsun, mümin olarak salih amel işleyeni güzel bir hayat {^inde yaşatacağız ve onları yaptıklarının en güzeliyle mükâfatlandıraca-

 

Kelime ve İbareler:

 

"Erkek olsun kadın olsun" ifadesiyle tahsisi reddetmek için her iki cinsi de beyan etmiştir, "mümin olarak" ifadesi amelin kabulü için konulan bir sınırla­madır. Zira sevabı hak etme hususunda kâfirlerin amellerine itibar edilmez. Kâfirlerin amelleri sadece azabın hafifletilmesi için dikkate alınır, "salih amel işleyeni" dünyada "güzel bir hayat içinde yaşatacağız." Sıkıntı ve endişe bulun­mayan huzurlu bir hayat yaşar. Eğer zengin ise dünya hırsı ve tamahkârlık onu dinin vazifelerinden alıkoyamaz. Eğer fakir ise kanaat etme, rızık taksimi­ne razı olma ve helâl rızıkla hayatı güzelleşir. Bir başka görüşe göre: Bu ahiret-te olur. Bu güzel hayat cennet hayatıdır.

"Onları yaptıklarının" taatin "en güzeliyle mükâfatlandıracağız." [22]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayet erkek ve kadınları taat etmeye ve dini farzları yerine getirmeye teşvik etmektedir.

Allahu Teala birinci kısımda İslâm şeriatından yükümlülük altına girdik­leri hususlarda sebat etmeye teşvik etmektedir: "Sabredenleri mutlaka mükâ­fatlandıracağız. " Yani mubah, mendup ve vacip emirleri içine alan amellerinin en güzeliyle onları mükâfatlandıracak ve mubahlar dışında onlara sevap vere­cektir.

İkinci kısımda ise müminler İslâm'ın hükümlerinin tamamını yerine getir­meye teşvik edilmektedir. [23]

 

Açıklaması

 

Bu Allah Teala tarafından salih amel işleyen kimseler için bir vaaddir. Erkek veya kadın kim salih amel işlerse yani Allah'ın kitabına ve Rasulü'nün (s.a.) sünnetine uygun ameller işler, farzları yerine getirirse kalbi de Allah'a ve Rasulüne imanla dolu olursa dünyada ona güzel bir hayata, ahiret yurdunda ise yaptıklarının en güzeliyle mükâfata nail olacaktır.

"Güzel hayat" ifadesi çeşitli refah şekillerini ihtiva etmektedir. İbni Abbas ve bir gurup müfessir bunu helâl ve temiz rızık, yahut mutluluk, yahut taat iş­leme ve taate gönlü açma, ya da kanaat olarak açıklamışlardır.

Doğru olan -İbni Kesir'in dediği gibi- "Güzel hayat" ifadesinin bunların ta­mamını ihtiva etmesidir.

Nitekim İmam Ahmed'in Abdullah b. Ömer (r.a.)'den rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "İslâm'a gönül veren, yeteri kadar rızka sahip olan ve Allah'ın verdiği ile kendisine kanaat ihsan etti­ği kişi kurtuluşa ermiştir." Müslim bunu Abdullah b. Yezid el-Mukri'nin rivaye-tiyle nakletmektedir.

Tirmizî ve Nesâî Fedale b. Ubeyd (r.a.)'den Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "İslâm'la hidayete kavuşan ve geçimi de ye­teri kadar olup bununla kanaat eden kurtuluşa ermiştir."

İmam Ahmed ve Müslim Enes b. Malik (r.a.)'den rivayet ediyorlar: Pey­gamberimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Allah mümine hayırlı amelinde zulmetmez. Karşılığını bu dünyada Kasene olarak, ahirette de sevap olarak verir. Kâfire ge­lince ona bütün güzel amellerinin karşılığı dünyada verilir. Ahirete varınca da kendisine karşılığı verilecek hiçbir hayırlı ameli, hasenesi kalmaz."

İbni Abbas (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle diyordu: "Allahım! Bana rızık verdiğin şeye beni kanaatkar kıl. Bunu bana mübarek kıl. Her kaybettiğim şeyin yerine bana hayırlısını ver." [24]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet açıklıkla işaret etmektedir ki salih amelin güzel bir hayata vesile olması ve bunun azabın hafifletilmesine fayda etmesi iman şartına bağlıdır.

"Güzel hayat" hakkında beş görüş zikredilmiştir. Bunların en doğrusu şu­dur: Bu ifade dünyadaki sağlık, helâl ve temiz nzık, gönül huzuru, zihin rahat­lığı, taatlere muvaffak kılınmak gibi dünyadaki bütün saadet şekillerini ihtiva etmektedir. Böyle bir hayat da insanı Allah Teala'nın rızasına ulaştırır. [25]

 

Kur’anla İlgili Hususlar: Okurken Eûzü Çekmek, Nesh, Kur'anın Arapça Oluşu

 

98-  (Ey Peygamber!) Kur'an okuduğun zaman (Allah'ın rahmetinden) kovul­muş şeytandan Allah'a sığın.

99- Şüphesiz ki şeytanın iman edip Rab-lerine güvenenler üzerinde hiçbir nüfu­zu yoktur.

100-  Şeytanın nüfuzu sadece onu dost edinenlere ve (onun vesvesesiyle) Al­lah'a ortak koşanlar üzerindedir.

101- Biz bir ayeti değiştirip yerine baş­ka bir ayet getirdiğimiz zaman -ki Allah ne indirdiğini gayet iyi bilir- müşrikler peygambere: "Sen ancak bir iftiracısın" derler. Hayır! Onların çoğu bunu bil­mezler.

102- De ki: "Kur'an'ı Ruhu'l-kudüs (Ceb­rail) müminlerin imanını pekiştirmek, müslümanlara bir hidayet rehberi ve bir müjde olmak üzere Rabbinin nez-dinden hak olarak indirdi."

103-  Şüphesiz biz'müşriklerin: "Bu Kur'an'ı Muhammed'e bir adam öğreti­yor" dediklerini çok iyi biliyoruz. İddia ettikleri kimsenin dili yabancıdır. Kur'an ise açık fasih Arapçadır.

104- Şüphesiz ki Allah'ın ayetlerine iman etmeyenlere Allah doğru yolu göstermez. Onlara acıklı bir azap vardır."

105- "Yalanı ancak Allah'ın ayetlerine iman etmeyenler uydurur. Asıl yalancı olanlar onlardır."

 

Belagat:

 

"Kur'an'ı okuduğun zaman" ifadesi neticenin sebep yerine konulmasıyla yapılan mecaz-i mürseldir. Yani Kur'an okumayı istediğin zaman demektir.

"Allah ne indirdiğini gayet iyi bilir." cümlesi neshin hikmetini beyan et­mek için cümle-i mu'teriza'dır. Burada birinci şahıstan üçüncü şahsa geçiş vardır. Allah'ın isminin anılması ta'zim ve mehabet içindir.

"Kuranı Muhammed'e öğretiyor diye iddia ettikleri kimsenin dili yabancı­dır." lisan dil ve söz için istiare yapılmıştır. Araplar "lisan" kelimesini dil manasında kullanırlar. Meselâ: "Biz hiçbir peygamber göndermedik ki kavmi­nin lisanıyla olmasın." (İbrahim: 14/4) buyurulmuştur.

A'cemî ve Arabi: kelimeleri arasında tezat sanatı vardır. [26]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kur'an okuduğun zaman" Yani Kur'an okumayı istediğin zaman "kovul­muş Şeytan'dan Allah'a sığın." yani (Eûzü billahi mineş-şeytani'r-racim) de. Yani ben okurken şeytanın verebileceği vesveselerden beni koruması için Al­lah'a sığınıyorum. Bunu namaz kılan kimse her rek'atte söyler. Zira bir şarta bağlı olan hüküm şartın tekrar etmesiyle -kıyas olarak- tekrar eder.

"Şüphesiz ki şeytanın iman edip Rablerine güvenenler üzerinde hiçbir nü­fuzu" tesiri, gücü ve kuşatması "yoktur."

"Şeytanın nüfuzu sadece" ona itaat ederek "onu dost edinenler ve ona" yani Allah'a "ortak koşanlar üzerindedir."

"Biz bir ayeti değiştirip" onu neshetmek, kaldırmak ve başkasını indirmek suretiyle kulların menfaati için "onun yerine başka bir ayet indirdiğimiz za­man -ki Allah ne indirdiğini gayet iyi bilir- müşrikler" Peygambere "Sen ancak bir iftiracısın" sen yalancısın, bunu kendinden söylüyorsun "derler. Hayır, onla­rın çoğu" Kur'an'ın gerçeğini, neshin hikmetini ve yanlışı doğrudan ayırdetme-yi "bilmezler."

"De ki: Kur'an'ı Ruhü'l-kudüs" yani Cebrail indirdi. Cebrail kudsî olan ya­ni gönülleri temizleyen kitabı indirdiği için O'na bu isim verildi, "müminlerin" Kur'an'ın Allah'ın kelâmı olduğu şeklindeki inancını "imanını pekiştirmek" için... Zira müminler Kur'an'ın neshedici ayetlerini işitip bu Kur'an'da bulunan salâha ve hikmete riayet eden ayetlerini düşününce inançları sağlamlaşır ve kalpleri huzur bulur. "Müslümanlara" yani Onun hükmüne boyun eğenlere "bir hidayet rehberi ve bir müjde" olmak üzere "Rabbinin nezdinden bir hak olarak" onun gereği olan hikmetle birlikte "indirdi." Bu ayette başkaları için burada geçen şeylerin zıtlannın meydana geleceği şeklinde ta'riz yapılmakta­dır.

"Şüphesiz Biz müşriklerin: Bunu" Kur'anı "Muhammed'e bir adam öğreti­yor, dediklerini çok iyi biliyoruz." Müşriklerin iddialarına göre bu adam hristi-yan olan Amir b. Hadramî'nin kölesi olan "Cebr er-Rûmî" idi. Cebr, Tevrat ve İncil'i okumuştu. Demircilik yapıyordu. Peygamberimiz (s.a.) onun yanma uğ­ruyor, Mekkeliler kendisine eziyet ettikleri zaman onun yanında oturuyordu. "Halbuki" kendisine meylettikleri Kur'anı Muhammed'e öğretiyor diye işaret ettikleri, hakkında bu gibi "iddia ettikleri bu kimsenin dili yabancıdır." İster Arap isterse acem olsun dilinde yabancılık vardır. Derdini açıklayamamakta-dır. "Bu" Kur'an "ise açık" ifadeli "fasih Arapçadır" O halde bunu nasıl yabancı biri öğretebilir? Bu iki cümle onların iddialarım, tenkitlerini iptal etmek için "isti'naf' cümleleridir.

"Şüphesiz ki Allah'ın ayetlerine iman etmeyenlere Allah doğru yolu göster­mez" onların kalplerinde imanı yaratmaz. Bu umumî bir kaide olup istisnaları da vardır. Allah Teala'nın ayetlerini inkâr eden bir gurup insan -Allah'ın izniy­le- hidayete kavuşmuştur.

"Yalanı ancak" Bu Kur'an beşer sözüdür diyerek "Allah'ın ayetlerine" Kur'ana "iman etmeyenler uydurur." Yalan icad ederler. Zira bunlar kendilerine engel olacak bir azaptan korkmazlar. "İşte onlar" küfredenlere veya Kureyş'e işarettir, "asıl yalancı olanlar onlardır." gerçekten yalancı olanlar, yahut yalan­cılıkta mükemmel olanlar bunlardır. Zira Allah'ın ayetlerini yalanlamak ve bu asılsız iddialarla Kur'an'a dil uzatmak en büyük yalancılıktır. Yahut onlar sen iftiracının birisin. Muhammed'e bu Kur'anı bir adam öğretiyor sözlerinde ya­lancıdırlar. Aynı ifadeyi tekrar etmek suretiyle yapılan vurgulama (te'kid) onla­rın nakledilen sözlerini reddetmektedir. [27]

 

Nüzul Sebebi

 

101. ayetin nüzulü: Müşrikler: Muhammed (s.a.) ashabıyla alay ediyor bu­gün bir şeyi emrediyor, yarın da bundan nehyediyor ya da daha kolay bir şeyi ortaya koyuyor. Muhammed (s.a.) bir iftiracı olup bütün bunları kendi tarafın­dan söylüyor deyince Cenab-ı Hak bu ve bundan sonraki (101 ve 102.) ayeti in­dirdi.

103. ayetin nüzulü ile ilgili İbni Ebî Hatim, Husayn tarikiyle Abdullah b. Müslim el-Hadramî'den naklediyor: Bizim iki kölemiz vardı. Birisine Yesar di­ğerine Cebr deniyordu. Bunlar Sicilyalı (hristiyan) idiler. Her ikisi de kendi ki­taplarını okuyorlar, bu kitapların ilmini biliyorlardı. Rasulullah (s.a.) da bunla­ra uğrar. Onların okuduklarım dinlerdi. Bunun üzerine müşrikler: Muhammed (s.a.) bunlardan ilim öğreniyor, dediler. Bu sebeple bu ayet indi. [28]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Teala, müminleri en güzel amelleriyle mükâfatlandıracağını beyan et­tikten sonra amellerim şeytanın vesvesesinden kurtaracak bir hususa işaret etti.

Daha sonra da Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini inkâr edenlere bir takım şüpheleri ilham etmek gibi şeytanın verdiği bazı vesveseleri zikretti. Bunlardan iki şüphe şunlardı:

a) Nesih şüphesi. Nesih, değiştirmek, yani bir şeyi kaldırıp yerine başka bir şeyi koymak demektir. Ayetin değiştirilmesi bir ayetin kaldırılarak onun yerine başka bir ayet konulması, inen bir başka ayetle önceki ayetin kaldırıl­ması demektir.

b)  Kur1 anın Allah tarafından değil de bir hristiyanın öğretmesiyle mey­dana geldiği şüphesi. Bu şüpheye verilen şu cevap bu şüphenin batıl olduğunu açıklayan susturucu bir cevap idi: Kur'an açık fasih bir Arapça kelâmdır ve iddia ettikleri bu hayalî öğretmen de Arap olmayan yabana bir kimsedir. Böylesi nasıl fasih bir arapça sözü öğretebilir? [29]

 

Açıklaması

 

Allah kullarına Peygamberinin (s.a.) diliyle Kur'an okumak istediklerinde rahmetten kovulmuş şeytandan Allah'a sığınmalarını emrediyor ve şöyle buyu­ruyor:

"Kur'an okuduğun zaman..." Yani Kur'an okumak istediğin zaman Allah'a sığın. Taşlanmaya lâyık, lanetlenmiş, Allah'ın rahmetinden kovulan şeytandan Allah'a iltica et ki okuman karışmasın ve Kur'an'ın manalarını gayet iyi düşünesin. Bu ayet bir önceki ayetle: "Biz bu kitabı sana her şeyi açıklamak üzere indirdik" ayetiyle bağlantılıdır.

Peygamberimiz (s.a.)'e hitap ümmetine hitaptır. Hatta bu daha evlâdır. Çünkü Peygamberimiz (s.a.) şeytanın vesveselerinden ve aldatmalarından masumdur.

Ayetin zahirinden Allah'a sığınmanın, Euzü'nün okunmasının kıraatin peşinden olması anlaşılmakta ise de asıl olan bunun kıraatten önce olmasıdır. Bu tıpkı şu ayetler gibidir.

"Namaza kalktığınız zaman" (Maide, 5/6). "Konuştuğunuz zaman adaleti gözetin." (En'am, 6/152).

"Onlardan (Peygamber hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde ar­kasından isteyin." (Ahzab, 33/53).

"Peygambere hitap ettiğiniz zaman bu kitabınızdan önce sadaka verin" (Mücadele, 58/12) Yani bütün bunları yapmak istediğiniz zaman demektir.

Ayrıca "Euzü..." okumanın yani Allah'a sığınmanın sebebi -ki bu da şey­tanın vesvesenin giderilmesidir- bu sığınmanın kıraatten önce yapılmasını gerektirmektedir.

"İstiâze" Euzü billahi mineş-şeytanir-raciym. Rahmetten kovulmuş şey­tandan Allah'a sığınırım demektir.

İstiaze (Allah'a sığınma) İbni Cerir ve başka imamların anlattığı gibi âlim­lerin icmaı ile mendup bir emirdir.

Sevrî'den ve Atâ'dan rivayete göre ayetin zahiriyle amel edilerek namazda ya da namaz dışında istiaze vaciptir. Zira emir vücup içindir. Fakat cumhurun görüşüne göre vacipten menduba çevrilmiştir. Zira Peygamberimiz (s.a.) bedevi araba -namazı tarif ederken- bunu öğretmemiştir. İstiazeyi zaman zaman ter-ketmiştir.

Hanefîler ve bir gurup âlimin görüşüne göre istiaze sadece namazın başın­da talep edilmiştir. Çünkü namaz kıraatle başlayan bir amel olup istiaze namazın başında olur.

Şafiiler ve bir gurup âlimin görüşüne göre ise istiaze her rek'atte tekrarlanır. Çünkü istiaze kıraat üzerine tertibe tabidir. Her rek'atte kıraat vardır. Dolayısıyla her rek'at istiaze ile başlar.

"Şüphesiz ki şeytanın iman edip Rablerine güvenenler üzerinde hiçbir nüfuzu yoktur." Yani şeytan cinsinin Allah'ın huzuruna çıkacağını tasdik eden ve bütün işlerini Allah'a havale eden kimseler üzerinde hiçbir gücü ve hakimiyeti yoktur.

"Şeytanın nüfuzu..." Yani azdırmak ve saptırmak şeklindeki hakimiyeti kendisine itaat edenler, Allah'ı bırakıp kendisini dost ve yardımcı edinenler ve Allah'a ibadette şeytanı ortak koşanlar üzerindedir.

Buradaki (bâ) harfi (sebebiyle) de olabilir. Yani şeytana itaat etmeleri ve onun aldatması sebebiyle Rablerine şirk koşanlar demektir.

Cenab-ı Hak daha sonra şeytanın vesvesesinin etkisiyle peygamberliği in­kâr edenlerin iki şüphesini zikretti:

Birinci Şüphe:

"Biz bir ayeti değiştirip..." bir ayetin hükmünü kaldırıp herhangi bir hik­met ve hedefle onun yerine başka bir ayet getirdiğimizde Cenab-ı Hak ne in­direceğini gayet iyi bildiği halde müşrikler şer'î hükümlerin mensuh olanının nasih olan hükmüyle değiştirildiğini görünce Rasulullah (s.a.)'ı ayıpladılar ve ona: Sen iftiracısın yani yalancısın, Allah adına yalan uyduruyorsun, bir şeyi önce emrediyorsun, sonra da ondan nehyediyorsun. Aslında onların çoğu bu değişiklikteki hikmeti ve insanlara faydasını, değişim ve gelişim şartlarına riayet edilmesini, hükümlerin indirilmesindeki tedrîc prensibinin alınmasını bilmezler. O halde Muhammed (s.a.) iftiracı değildir. Allah dilediğini yapar ve murad ettiği şeyle hükmeder.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Biz bir ayeti neshedersek veya unutturursak (onun yerine) ondan daha hayırlısını ya da benzerini getiririz. Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmiyor musun?" (Bakara, 2/106).

Allah onların bu çürük şüphelerini Peygamberimiz (s.a.)'e verdiği şu emir­de reddetti: "De ki: Kur'anı Ruhü'l-Kudüs (Cebrail) indirmiştir." Yani Ey Muhammed! Onlara şöyle söyle: Size okunan Kur'an'ı Cebrail indirmektedir. Cebrail "Kuds" kelimesine izafe edilerek "Ruhü'l-kudüs" denmiştir. Rabbın o kitabı hak olarak yani doğruluk, adalet ve hikmetle birlikte indirdi. Nesih de hak olan şeyler cümlesindendir.

"Müminlere imanını pekiştirmek için..." yani onları nesihle imtihan etmek, ilk olarak ve ikinci olarak indirdiği şeyi tasdik etmeleri ve kalplerinin bununla huzur bulmaları için indirdi. O takdirde onlar: Bu Rabbimiz tarafından bir ger­çektir, diyecekler. Cenab-ı Hak onların dinde ayaklarının sebat bulacağını ve Allah'ın hikmet sebebi olduğuna yakinen inanmalarının doğruluğuna hükmet­ti. Allah sadece hikmetli ve doğru olanı yapar.

İnen ayetlerin olaylara göre ve maslahat icabı parça parça indiğine delâlet eden (Nezzelehû) kelimesinin kullanılması, Zemahşeri'nin dediği gibi, bu şekilde ayetleri değiştirmenin maslahatlar babından olduğuna ve neshi terket-menin manasının Kur'anın bir defada indirilmesi mertebesinde olup hikmet mefhumu dışına çıkmak olacağına işaret edilmektedir.

"Bir hidayet rehberi ve müslümanlara bir müjde olmak üzere..." indirmiş­tir. Cümlesi "liyüsebbite" cümlesi mahalline atıf yapılmıştır. Yani içinde nesih bulunan ayetlerle birlikte Kur'an onları pekiştirmek, irşad etmek ve yol göster­mek için, kendilerini Allah'a teslim eden, O'na itaat eden, O'nun hükmüne ve emrine boyun eğen, Allah'a ve peygamberine iman eden müslümanlara cennet­le müjdelemek için indirilmiştir.

Bu ayet delâlet etmektedir ki, müslümanlarm neshi gördükleri zaman akideleri iyice kökleşmekte, kalpleri huzur bulmakta, din gönüllerinde yerleş­mekte, Allah'ın hikmetine yakînen inanmakta, dalâlet ve sapıklık yerine Hak yol kendilerine gösterilmekte, altlarından ırmaklar akan Cennetlerle müj-delenmektedirler. Müşrikler ise bu sıfatların karşıtlarını taşımaktadırlar.

İkinci Şüphe:

"Şüphesiz biz müşriklerin: 'Bu Kur'anı Muhammed'e bir adam öğretiyor' dediklerini çok iyi biliyoruz."

Yani biz müşriklerin Hz. Muhammed (s.a.) hakkında yalan söylediklerini gayet iyi bir şekilde biliyoruz. Onlar bilgisizce şöyle diyorlar: "Bu Kur'an Al­lah'tan vahiy olmayıp Kur'an'ı ona bir beşer öğretiyor." Bununla Arapça bil­meyen ve dili yabancı olan Kureyşli birinin kölesine işarette bulunuyorlardı. Bu köle bir satıcı olup Safa'nın yanında satış yapıyordu. Rasulullah (s.a.) bazan da onun yanına gidip oturuyor ve onunla konuşuyordu.

Bu yabancının ismi Cebr idi. Bir başka rivayette ismi Belam denilmiştir. Bir başka rivayette Hadramî Oğullan kölesi olup ismi Yaîş'tir denilmiştir. Bu şahıs Fakih b. Mugîre'nin, ya da Âmir b. Hadramî'nin, yahut Utbe b. Rebîa'nın kölesi idi.[30]

Bu şahıs hristiyan iken müslüman olmuştu. Müşrikler de bazı Kur'an kıs­salarını işitince: Bunları O'na Cebr öğretiyor demişlerdi. Halbuki bu şahıs Arap değildi.

Allah onların iftiralarını ve yalanlarını hayrete düşürecek bir ifade ile red­dederek şöyle buyurdu: "Bu iddia ettikleri kimsenin dili yabancıdır. Kur'an ise açık fasih bir Arapçadır." Yani onların meylettikleri ve işarette bulundukları kişi Arap değil yabancıdır. Kur'an ise her şeyi gayet güzel açıklayan süratle an­laşılan fasih Arapça bir sözdür. Hatta Arap diliyle olabilecek en fasih kelâmdır. Bu Kur'anı fesahatiyle, belâgatiyle, İsrailoğulları'na indirilmiş bütün kitap­ların manalarından daha mükemmel tam ve kâmil manalanyla getiren nasıl başkasından bunu öğrenebilir? Arapça ifade etmeyi beceremiyen yabancı bir adamdan bunu nasıl öğrenmiş olabilir? Bu peygamberin böyle yabancı birinden bu çeşit bir kelâm öğrenmesi makul değildir.

Cenab-ı Hak daha sonra onların çürüklüklerini açıkladı ve onları şu ayetle tehditte bulundu:

Şüphesiz ki Allah'ın ayetlerine iman etmeyenlere Allah doğru yolu göster­mez." Rasulüne inen ayetleri tasdik etmeyenlere ve Allah tarafından gelen kitaba iman etme maksadı olmayanlara Allah doğru yolu göstermez, bu konu­da kabiliyetleri olmadığı için ve günahları işledikleri için onları Allah'ın ayet­lerine ve peygamberleri vasıtasıyla gönderdiği kitabına iman etmeye muvaffak kılmaz. Onlara ahirette acıklı ve can yakıcı azap vardır. "Asıl yalancı olanlar­dır. " Ya Muhammedi Yalancı sen değilsin, asıl yalan söyleyen ve iftira edenler o Kureyş müşrikleridir.

Bu onların insanlar nezdinde bilindikleri yalancılık vasıflarıyla açıkça tav­sif edilmesidir. Hz. Muhammed (s.a.) ise insanların en doğru sözlüsü, en iyisi, ilim, amel iman ve yakîn hususunda en mükemmeli kavmi içinde doğru söz­lülükle tamnmış olup insanlar ona "Muhammedü'1-Emin" lakabını vermişlerdir.

Bunun için Rum kralı Herakl, Ebu Süfyan'a Rasulullah (s.a.)'ın sıfatlarını sorduğu zaman Ebu Süfyan onun doğru sözlü olduğunu bildirdi. Herakl'in sor­duğu sorular arasında şu soru da vardı:

-O bu söylediği şeyi söylemeden önce siz, onu yalancılıkla itham ediyor muydunuz? Ebu Süfyan

-Hayır, diye cevap verdi. Herakl:

-İnsanlara karşı yalan söylemiyor da Allah'a karşı mı yalan söyliyecek? dedi. [31]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetlerden aşağıdaki hükümler çıkarılmaktadır:

Şeytanın vesvesesiyle okuyucuya gelmemesi ve onu Kur'an'ı düşünmekten ve Kur'an'da bulunan hükümlerle amel etmekten alıkoymaması için namazda ve namaz dışında Kur'an okumaya başlarken ilâhî rahmetten kovulmuş şey­tandan Allah'a sığınmak menduptur.

Şeytan kalbe vesvese verir. Hatta peygamberlerin kalbine bile vesvese verir. Bunun delili şu ayettir: "Biz senden önce hiçbir rasul, hiçbir nebi gönder­medik ki o (bir şey) arzu ettiği zaman şeytan onun dileği hakkında mutlaka bir vesvese vermiş olmasın. Nihayet Allah şeytanın vereceği vesveseyi giderir, iptal eder. Yine Allah ayetlerini sabit kılar." (Hac, 22/52).

Şeytan hiçbir şekilde Allah ve Rasulünü tasdik eden müminler üzerinde kandırma ve inkâr yoluyla hiçbir nüfuz ve hakimiyet sahibi değildir. Çünkü şeytan.

"Ey Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yemin olsun ki yeryüzünde onlara masiyetleri süslü göstereceğim, onların hepsini muhakkak ki azdıracağım. Ancak onlardan kendilerine ihlas verilen kullarım müstesna." (Hıcr, 15/39-40) dediği zaman Cenab-ı Hak:

"Benim kullarımın üzerinde senin hiçbir hakimiyetin yoktur. Ancak azıp sapıtanlardan sana tabi olanlar müstesna." (Hıcr, 15/42) buyurmuştur.

Ancak Kurtubî diyor ki: Bu umumî bir ifade olup tahsis kabul eder. Şeytan vesvesesiyle Hz. Âdem ile Havva'yı kandırdı. Faziletli kimselere: Rabbin kim diyerek onların vakitlerini meşgul etti.[32]

Beşerî maslahatları, olayları ve gelişmeleri dikkate almak gibi bir hikmet­le Kur'anda nesih vaki olmuştur. Nesh: Şer'î bir hükmü serî bir yolla ondan sonra gelen bir hüküm ile kaldırılmasıdır.

Cebrail Kur'an'daki hüccet ve ayetlerle müminlerin imanını pekiştirmek için, Kur1 anı hidayete erdiren, irşad eden ve müslümanlan Naim cennetleriyle müjdelemek için Rabbinin kelâmında nasih olanını da mensuh olanını da in­dirdi. Dolayısıyla müşriklerin, neshe itiraz etmeleri doğru olmaz.

Bakara Sûresi'nin tefsirinde, Ebu Müslim el-Isfahani'nin görüşü bu şeriat-te nesih vaki olmamıştır şeklindedir. Ebu Müslim, bu ayet hakkında şöyle demiştir: Ayet geçmiş semavi kitaplardaki bir ayetin yerine bir başka ayet getirdiğimiz zaman, demektir. Bunun misali kıblenin Beytül-Makdisten Kab-eye çevrilmesidir. Müşrikler dediler ki: Bu değiştirme hususunda sen if­tiracısın. Dolayısıyla ayet geçmiş bir risalettir veya bir risaletin bir kısmıdır.

Diğer müfessirler ise şöyle demişlerdir: Kur'an ve Sünnette adı geçen ger­çek delillerle nesih bu şeriatte vaki olmuştur.

İmam Şafii (r.a.) diyor ki: Kur'an sünnetle neshedilmez. Bunun delili: "Biz bir ayeti değiştirip yerine başka bir ayet getirdiğimiz zaman..." ayetidir. Bu ayetin ancak bir başka ayetle neshedilmesini gerekli kılar.

Bu görüşe şöyle cevap verilmiştir. Bu ayet, Allah Teala'nın bir ayeti başka bir ayetle değiştirdiğine delâlet etmektedir. Bu ayette Allah Teala'nın bir ayeti ancak bir ayetle değiştireceğine delil yoktur. Ayrıca Cebrail (a.s.) ayeti indirdiği gibi bazan sünneti de indirebilir. Yine Sünnet ayeti te'yid olarak da gelmek­tedir.

Kur'an açık fasih bir Arapça ile indirilmiştir. İnsanlar ve cinler onun ben­zeri bir sure veya daha fazlasını getirmekten âciz kaldıkları halde, müşriklerin "Muhammed (s.a.) bu Kur'anı Mekke'de oturmakta olan yabancı bir demirciden öğrenmektedir" şeklindeki iddiaları nasıl doğru olabilir?

Allah, Kur'ana küfür üzerine ısrar etmeleri, inatçılık etmeleri ve Rasulul-lah (s.a.)'ın hidayetinden yüz çevirmeleri sebebiyle Kur'ana iman etmeyen müşrikleri imana muvaffak kılmaz. Ahirette ise onlara acıklı ve acı verici bir azap vardır.

'Yalanı ancak Allah'ın ayetlerine iman etmeyenler uydurur." ayeti müşriklerin Peygamberimiz (s.a.)'i iftira etmekle itham etmelerine cevap olarak asıl kendilerinin yalancılık ve iftiracılıkla nitelendirildiklerini açıkça ifade etmiştir.

"Asıl yalancı olanlar onlardır." ayeti müşriklerin yalancılıkla tavsif edil­meleri hususunda mübalağa ifadesidir. Yani her yalan onların yalanlarına nis-betle basittir. [33]

 

Dinden Dönenler Ve İşkenceye Uğradıktan Sonra Hicret Edenler

 

106- Kalbi imanla huzur bulduğu halde, (inkâra) zorlanan kimse hariç, kim iman ettikten sonra Allah'ı inkâr eder, gönlünü küfre açarsa Allah'ın gazabı onların üzerinedir. Onlara büyük bir azap ta vardır.

107-  Bunun  sebebi  onların  dünya hayatını ahirete tercih etmeleri ve Al­lah'ın kâfirlerin topluluğuna hidayeti nasip etmemesidir.

108- İşte Allah'ın kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimseler bun­lardır. İşte bunlar gafillerin ta ken­dileridir.

109-  Hiç şüphesiz bunlar ahirette de hüsrana uğrayacaklardı.

110- Sonra mihnete uğratıldıktan sonra hicret eden, sonra cihad eden ve (işken­celere) sabreden kimseleri Rabbin af­feder. Bunlardan sonra muhakkak ki Rabbin çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

111- O gün herkes gelip kendini savun­maya çalışacak ve herkese yaptık­larının karşılığı tam olarak verilecek kimseye zulmedilmeyecektir.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kalbi imanla huzur bulduğu" inancı değişmediği ve bulunduğu hal üzer­ine sebat ettiği "halde" iftira etmeye ya da inkâr kelimesini söylemeye "zor­lanan" ve bunu söyleyen "kimse hariç..."

Bu ayette imanın kalble tasdik olduğuna delil vardır.

"... Kim gönlünü küfre açarsa" küfrü kabul eder gönlü bundan memnun olursa "Allah'ıngazabı onun üzerinedir."

Bu şiddetli bir tehdittir. Zira küfürden daha büyük bir günah yoktur. Gazab: Allah'ın rahmetinden kovulmak manasında olan lanetten şiddetlidir.

"Bunun sebebi şudur: Çünkü "onlar dünya hayatını ahirete tercih etmişler­dir..." Dünyayı daha çok sevmiş ve öne geçirmişlerdir.

"Hiç şüphesiz" gerçekten "bunlar" ömürleri boşa geçirdikleri ve bunu ken­dilerini ebedî azaba götürecek şeylerde sarfettikleri için ve sonuda ebedî azaba. müstahak oldukları için "ahirette de hüsrana uğrayacaklardır."

"Sonra mihnete uğratıldıktan sonra" işkenceye maruz bırakıldıktan, ya da azapla imtihan edildikten ve Ammar gibi diliyle küfrü telaffuz ettikten sonra.

Başka bir kıraate göre (Fetenû şeklindeki kıraata göre) kim küfrettikten sonra ya da kölesi Cebr'i inkâra zorlayan ve onu dinden döndüren Hadramî gibi insanları imandan alıkoyduktan sonra aynen bu Hadramî ve kölesi Cebr'in müslüman olup hicret etmeleri gibi "hicret eden, sonra cihad eden ve" cihad üzerine sebat eden ve cihad zorluklarına "sabreden kimseleri Rabbin affeder. Bunlardan sonra" yani fitneden hicretten, cihaddan ve sabırdan sonra "muhak­kak ki Rabbin" onların daha önce yaptıklarını "çok bağışlayan" ve onlara "çok merhamet edendir." Onlara lütufta bulunan ve sonra yaptıklarına karşılık on­lara mükâfat verecek olandır.

O günü hatırla ki "O gün" kıyamet günü "herkes gelip kendini savunmaya çalışacak" kendi adına mücadele edecek ve kendi nefsini kurtarmaya çalışacak. Başkasının durumu onu ilgilendirmeyecek. Sadece (Nefsî...Nefsî) diyecek. Birinci nefis o kişinin cüssesi ve bedenidir. İkinci nefsi ise bizzat kendisidir, "ve herkese, yaptıklarının karşılığı tam olarak verilecek, kimseye zulmedilmeyecek-tir." Ecirlerinden hiçbir şey eksiltilmeyecektir. [34]

 

Nüzul Sebebi:

 

106. ayetin nüzulü ile ilgili olarak İbni Ebî Hatim, İbn-i Abbas (r.a.)'dan şöyle naklediyor: Peygamberimiz (s.a.) Medine'ye hicret etmek istedikleri zaman Bilâl, Habbab ve Ammar b. Yasir'e eziyet ettiler." Ammar işkenceden kendini korumak için onların hoşuna gidecek bir söz söyledi. Peygamberimiz (s.a.)'e müracaat edip durumu anlatınca Efendimiz (s.a.):

-Bu sözü söylerken kalbin nasıldı? Söylediğin sözden kalbin razı mıydı? Ammar:

-Hayır, dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "Kalbi imanla huzur bulduğu halde inkâra zorlanan kimse müstesna..." ayetini indirdi.

Yine İbni Ebî Hatim, Mücahid'den naklediyor: Bu ayet Mekke'lilerden iman eden bir gurup insan hakkında nazil oldu. Bunlara Medine'deki bazı sahabîler hicret edin diye mektup yazdılar. Bu müminler de Medine'ye gitmek üzere yola çıktılar. Kureyşliler yolda onlara yetiştiler ve onları işkenceye tabi tuttular. Bunlar da zorlama altında küfrü kabul ettiler. Bu ayet onlar hakkın­da nazil oldu.

Bu ayetin nüzulü hakkındaki diğer rivayetler:

İbn Cerir, İbn Merdüveyh ve Beyhakî Delâil kitabında rivayet ediyorlar ki:

"Müşrikler Ammar b. Yasir'e işkence ettiklerinde Peygamberimiz (s.a.)'e kötü söz söyleyip ilâhlarını iyi olarak zikretmedikçe bırakmadılar. Rasulullah (s.a.) gelince Ammar'a:

-Ardında ne bıraktın? Sana ne yaptılar? dedi. Ammar:

-Bıraktığım şey çok kötü. Sana dil uzattım. Onların ilâhlarını iyilikle zik­rettim, dedi. Efendimiz (s.a.):

-Kalbini nasıl buluyorsun? diye sordu. Ammar: -İmanla mutmain halde, dedi. Efendimiz (s.a.):

-Eğer onlar tekrar eziyet ederlerse aynen söyle dedi. Bunun üzerine: "Kal­bi imanla huzur bulduğu halde inkâra zorlanan kimse hariç" ayeti indi.

Rivayet edildiğine göre: Kureyşliler, Ammar ile babası Yasir ve annesi Sümeyye'yi dinden dönmeye zorladılar ama bunlar kabul etmediler. Sümey-ye'yi iki deve arasında (sağ eli-ayağı bir deveye ve sol eli-ayağı bir deveye) bağ­ladılar. Sümeyye avret yerinden mızrakla vuruldu. Müşrikler Sümeyye'ye:

—Sen erkekler için (onlarla ilişki kurmak için) müslüman oldun, dediler. Onu da Yasir'i de öldürdüler. Bu iki şehid İslâm'daki ilk şehidlerdi.

Ammar'a gelince onların kendisini zorladıkları şeyi diliyle söyledi. Pey­gamberimiz (s.a.)'e:

-Ya Rasulallah! Ammar kâfir oldu, dediler. Rasulullah (s.a.):

-Hayır! Ammar hiç şüphesiz baştan ayağa imanla doludur. İman, eti ve kamyla karışmıştır.

Ammar ağlayarak Rasulullah (s.a.)'a geldi: Rasulullah (s.a.) Ammar'ın gözyaşlarını silerek:

-Onlar tekrar böyle davranırlarsa sen yine aynı sözü söyle, buyurdu.

111. ayetin nüzulü ile ilgili İbni Sa'd Tabakatta Ömer b. Hakem'den nak­lediyor: Ammar b. Yasir'e azap ediliyor ne dediğini bilemiyecek duruma geliyor­du. Suheyb'e azap ediliyor ne dediğini bilemiyecek duruma geliyordu. Ebu Fükeyhe'ye azap ediliyor ne dediğini bilemiyecek duruma geliyordu. Bilâl, Amir b. Füheyre ve müslümanlardan bir gurup da bu durumdaydı. Bu ayet "Sonra senin Rabbin mihnete uğratıldıktan sonra hicret eden, sonra cihad eden ve (işkencelere) sabreden kimseleri affeder." onlar hakkında nazil oldu.

İbni Ebî Hatim, Katâde'den naklediyor: Ebu Cehlin süt kardeşi olan Ay­yaş, Ebî Cendel b. Süheyl, Seleme b. Hişam, Abdullah b. Seleme es-Sekafî'ye müşrikler işkence ve azap etmişlerdi. Bunlar da Kureyş'in şerrinden emin ol­mak için Kureyşlilerin arzu ettikleri bazı şeyleri verdiler. Bundan sonra da hic­ret ettiler ve cihada katıldılar. Bu ayet onlar hakkında nazil oldu. [35]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Teala, Hz. Peygamber (s.a.)'e karşı bir takım yanlış sözler söyleyen ve onu iftiracı olarak nitelendiren ve onun getirdiği ayetlerin Allah tarafından gönderilmeyip beşer sözü olduğunu söyleyen kâfirlere karşı büyük bir tehditte bulunduktan sonra bunun ardından kalbiyle küfretmeyip korku ve zorlanma sebebiyle sadece diliyle küfiir sözü söyleyen ya da hem diliyle hem de kalbiyle küfreden kimselerin durumunu beyan etti. Bundan sonra işkenceye uğradık­tan sonra hicret eden Mekke'deki mazlumların durumunu zikretti. [36]

 

Açıklaması

 

Kim iman ettikten ve basiretle inandıktan sonra Allah'ın varlığını ve bir­liğini inkâr eder ve gönlünü küfre açar ve onunla huzur bulursa Allah'ın gazabı ve laneti onun üzerinedir. Ahirette ise imanı bilip de ondan yüz çevirdiği için ona şiddetli bir azap vardır. Çünkü o dünya hayatını ahirete tercih etmiş, din­den dönmeye teşebbüs etmiştir. Allah da onun kalbine hidayet vermemiş onu hak din üzerinde sebatkâr kılmamış, kalbini mühürlemiştir. O artık istenen çizgiden gafil olan, kendilerine fayda sağlayacak şeyi düşünmeyen kimseler­dendir. Onun kulağı ve gözü mühürlenmiştir. Bunlardan yararlanamaz. Buna hiçbir faydası olamaz.

Cenab-ı Hak daha sonra ikrah (aşırı zorlanma) sebebiyle sadece diliyle küfür sözünü söyleyen ve lafzıyla müşriklere olur diyen kimseyi istisna ederek şöyle buyurdu:

"Kalbi imanla huzur bulduğu halde inkâra zorlanan kimse hariç." Yani dövme ve eziyet sebebiyle küfre zorlanan ama kalbi bu zahiren söylediği şeyi reddeden zorlanma sebebiyle meydana gelen sıkıntıdan sonra Allah'a ve Rasulüne imanla kalbi huzur duyan kimse müstesnadır. Nitekim Ammar b. Yasir'e Mekke müşrikleri eziyet edince bu şekilde hareket etmiştir.

İtmi'nan (Huzur): Sıkıntıdan sonraki sükûnet demektir. Buradaki manası ise iman üzerine sebat edip manen huzurlu olmak demektir.

"Kim gönlünü küfre açarsa..." cümlesinin manası küfrü kabul etmeye meyilli olursa demektir.

Cenab-ı Hak dinden dönen kimseye karşı gazabının sebebini zikrederek şöyle buyurdu: "Bunun sebebi onların dünya hayatını aşırı sevmeleri..." Yani bu ceza, Allah'ın gazabı ve büyük azap onların dünyayı ahirete tercih etmeleri "ve Allah'ın kâfirler topluluğuna hidayeti nasip etmemesidir." Yani Allah'ın bir­liğini ve Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini inkâr etmekte aşırı giden küfür üzerinde ısrar eden kimseleri muvaffak kılmaz.

"İşte Allah'ın kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimseler bunlardır." Bu dinden dönenler ya da iman ettikten sonra küfredenler Allah'ın kalplerine, kulaklarına ve gözlerine mühür vurduğu dolayısıyla iman etmeyen, Allah'ın kelâmını duymayan, delilleri ve burhanları basiret gözüyle görmeyen kimselerdir. Onlar gaflet hususunda mükemmel olan kendilerinden daha gafil hiç kimse bulunmayan kimselerdir. Çünkü neticeleri düşünmekten gaflet et­mek gafletin son noktası ve zirvesidir.

"Hiç şüphesiz..." gerçekten ya da mutlaka ahirette helak olacak olanlar, kıyamet günü nefislerini ve ailelerini hüsrana uğratanlar bunlardır.

Dininden dönen ve hüsrana uğrayan bu kimselere Allah altı hükümle hükmetmiştir:

1- Bunlar Allah'ın gazabını haketmişlerdir.

2- Acıklı azabı haketmişlerdir.

3- Dünya hayatını ahirete tercih etmişlerdir.

4- Allah Teala onları doğru yolu bulmaktan mahrum etmiştir.

5- Allah Teala onların kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlemiştir.

6- Allah Teala onları kendileri için murad edilen kıyamet günündeki şid­detli azaptan gafil kılmıştır.

Allah Teala daha sonra Mekke'deki mazlum kimselerin hükmünü belirtti: Ey Muhammed! Sonra senin Rabbin müşriklerin kendilerini dinlerinden çevir­meye teşebbüs etmelerinden sonra Mekke'deki yurtlarını bırakıp hicret edenler ve daha sonra savaşlarda müşriklerle cihad eden ve cihadda sebat eden kim­selere ve yardımı, zaferi, te'yidi, mağfireti ve günahlarını bağışlaması ve rah-metiyle onlara destek olur. Bundan dolayı tevbe etmelerinden ve samimî olarak müslüman olmalarından sonra onları cezalandırmaz.

Bunlar müminlerin bir diğer sınıfı olup Mekke'de ezilen ve kavmi içinde küçümsenen kimselerdi. Bunlar zahiren müşriklerin küfrü telaffuz etmeleri şeklindeki tekliflerini, fitnelerini kabul ettiler. Sonra ilkelerini, ailelerini ve mallarını terkederek Allah rızasını, mağfiretini talep ederek Medine'ye hicret * etmek suretiyle kurtulma imkânı doğdu. Müminler zincirine katıldılar. Müminlerle birlikte kâfirlere karşı cihad ettiler, eziyetlere karşı sabrettiler. Al­lah Teala da bundan sonra -yani bu tavırlarından müşriklerin fitnesini kabul etmelerinden sonra- onlara çok bağışlayıcı olduğunu, ahiret gününde onlara merhametle davranacağını bildirdi.

"O gün her nefis gelecek..." (Yevme) kelimesi (Rahîm) kelimesiyle ya da (Üzkür) gizli fiiliyle mansubdur. Yani herkesin gelip kendini savunmaya çalışacağı, başkasının durumunun kendisini ilgilendirmediği herkesin: "Nefsî, nefsî!" dediği günde O çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. Bu aynen şu ayet gibidir: "O gün herkes için kendini meşgul edecek bir durum vardır." (Abese, 80/37).

Buradaki "mücadele"nin manası: Nefsi adına özür beyan etmedir. Bu ayet aynen: "Zaten bizi saptırdılar." (Araf, 7/38) ve "Biz müşrik olmadık." (En'am, 6/23) ayetleri gibidir.

"...herkese yaptıklarının karşılığı tam olarak verilecektir." Her nefse yap­tığı hayır ve şerrin karşılığı tam olarak verilecek, iyi amel işleyen iyi amelinin kötülük işleyen kötülüğünün karşılığını bulacaktır.

"Onlara zulmedilmeyecektir." Yani hayrın sevabı eksiltilmeyecek, şerrin kötülüğün cezasına ilâve yapılmayacak, zerre kadar yani çok az bir şekilde bile zulme uğramıyacaklardır. [37]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler aşağıdaki hükümleri bulundurmaktadır.

1- Mürtedlerin (dinden dönenlerin) kıyamet günündeki cezası belirttiğimiz altı husustur. İbni Abbas'dan, İmam Ahmed ve Kütüb-i Sitte müelliflerince rivayet edilen "Kim dinini değiştirirse onu öldürün" hadis-i şerifinin delaletiyle mürtedlerin dünyadaki cezaları ise öldürülmeleridir.

2- İkrah (şiddetli zorlanma) altında kalan kimsenin kalbinin imanla huzur bulmasıyla birlikte görünüşte küfür sözünü söylemesine izin verilmesi: Pey­gamberimiz (s.a.) Ammar'a müşrikler kendisini yine zorlarlarsa müşriklerin istediğini söylemesini emretti. Ama bunu söylememeleri daha efdaldir.

a) Alimler diyorlar ki: Hadisteki emir mubah içindir. Bunun vacip ol­mamasına sebep olan husus Hubeyb b. Adiyy'den rivayet olunan şu hadistir: Mekkeli'ler onu öldürmek istedikleri zaman onlara takıyye olarak evet demedi, sabretti ve nihayet şehid edildi.

Buna göre bu durumda ikrahın (zorlamanın) etkisi sadece günahın kal­dırılmasıdır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.) Taberânî'nin Sevban'dan -sahih senedle- rivayet ettiği hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır: "Ümmetimden hata, unutma ve zorlandıkları şeyler kaldırılmıştır." Bu hadis-i şerifte mükreh (zorlanan kimse) hata eden ve unutan kimseye katılmıştır. İbni Mace'nin Ebu Zer'den yaptığı diğer bir rivayette ise: "Allah ümmetimden hatayı, unutmayı benim için affetmiştir." denilmektedir.

Bilâl-i Habeşî de aynı şekilde müşriklerin sözünü söylemeyi reddetmiştir. Halbuki müşrikler ona çeşitli işkenceler yapıyorlar hatta şiddetli sıcakta göğ­süne büyük bir taş koyuyorlar ve ona Allah'a şirk koşmasını emrediyorlar ama Bilâl-i Habeşî bunu reddediyor ve Allah bir! Allah bir! diyordu. Bilâl diyor ki: Allah'a yemin olsun ki, onlar için bundan daha kızgınlık veren bir kelime bil­sem onu söylerdim. Allah Bilâl'den razı olsun ve onu razı kılsın.

Habib b. Zeyd el-Ensarî de aynı şekilde davranmıştı. Müseylimetü'1-Kez-zab ona:

- Muhammed'in Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet ediyor musun? dediği zaman Habîb:

- Evet, demişti. Müseylime:

- Benim Allah'ın Rasulü olduğuma şehadet ediyor musun? dediği zaman Habîb:

-  Ben işitmiyorum, demişti. Bunun üzerine Müseylime onu parça parça kestirmiş ama Habib bu sözünde sebat etmiştir.

Bu kıssanın rivayeti şu şekildeydi: Müseylime iki adamı alarak birine:

- Muhammed hakkında ne diyorsun? dedi. Adam:

- Allah'ın Rasulüdür, dedi. Müseylime:

- Peki, benim hakkımda ne diyorsun? dedi. Adam:

- Sen de, dedi. Müseylime onu serbest bıraktı. Müseylime diğerini çağırdı ve ona da:

- Muhammed hakkında sen ne diyorsun? dedi. Adam:

- Allah'ın Rasulüdür. dedi. Müseylime:

- Peki, benim hakkımda ne diyorsun? dedi. Adam:

- Ben sağırım, dedi. Müseylime sorusunu üç defa tekrar etti. Adam da ay­nı cevabı tekrarladı. Müseylime onu şehîd etti.

Bu durum Rasulullah (s.a.) a ulaşınca Efendimiz şöyle buyurdu:

- Birinciye gelince Allah'ın verdiği izni tuttu. İkinciye gelince Hakkı hay­kırdı. Bu durum ona mübarek olsun[38]

Özetle: Âlimler küfür üzerine zorlanan ve şehitliği tercih eden kimsenin Allah katında ruhsatı tercih eden kimseden daha büyük ecre nail olacağı hususunda ittifak etmişlerdir.

b) Allah (c.c.) şeriatın asıl temeli olan Allah'ın varlığını ikrah (şiddetli zor­lanma) anında inkâr etmeye müsaade edip bunu muaheze etmeyince âlimler şeriatın bütün hükümlerini bunun üzerine hamletmişlerdir. Dolayısıyla insan şeriat hükümleri üzerine zorlanırsa bu sırada söylediği ve yaptığı şeylerden muaheze olmayacak ve buna herhangi bir hüküm gerekmiyecektir.

c) Kurtubî diyor ki: İlim ehli, küfür üzerine zorlanan ve kendi nefsi hak­kında ölümden korkan kimsenin kalbi imanla huzur bulduğu halde küfrederse ona hiçbir günah olmayacağı, hanımının kendisinden ayrılmayacağı ve ona kâfir hükmüyle hükmedilmeyeceği üzerinde ittifak etmişlerdir. Bu, İmamı Malik, İmamı Şafiî ve -İmamı Muhammed b. Hasan dışında- Kûfeli âlimlerin görüşüdür.

İmam Muhammed şöyle demiştir: Şirkini açığa vurursa zahiren mürted olur. Kendisiyle Allah Teala arasında ise "müslüman" .sayılır. Hanımı ondan ayrılır ve ölürse onun cenaze namazı kılınmaz. Babası müslüman ölürse bu haliyle babasına mirasçı olamaz. Bu kitap ve sünnetin reddettiği bir görüştür. Zira bu, şu ayete muhaliftir: "Ancak... küfre zorlanan kimse hariç..." (Nahl, 16/106).

d) Fakihler ikraha (zorlanmaya) tabi olan kimsenin boşanması, köle azad etmesi ve nikâhı hakkında ihtilâf etmişlerdir.

Hanefîler boşanma v.b. hususların bu kimseyi bağlayacağı görüşüne var­mışlardır. Zira boşanma tercihe bağlıdır. Zorlama ise rızaya zıttır ve tercihi gerçekleştirir.

Hanefüerin dışındaki âlimler ise önceki hadisi "Ümmetimden hata, unut­ma, kaldırılmıştır" hadisim delil olarak kabul ederek bu çeşit bir boşanmanın bağlayıcı olmayacağı görüşündedirler. Hanefîler ise bu hadisi bu durumda uh-revî hükmün -yani günahın- kaldırılması olarak anlamışlardır.

e) ikraha (zorlanmaya) tabi olan kimsenin alışverişi hakkında iki durum vardır:

Birincisi: Üzerine vacip olan bir hak hususunda malım satması olayı: Bu geçerlidir, bağlayıcıdır ve bu konuda dönüş yoktur. Zira satılan mal dışında borcunu alacaklıya vermek zorundadır. Bunu yapmayınca satışı kendisinin ter­cihi olmakta ve dolayısıyla kendisini bağlamaktadır.

İkincisi: Zulme veya aşın derecede ikraha tabi olan kimsenin satışı: Bağ­layıcı olmayan bir satıştır. Bu kişi malına herkesten daha layıktır. Bu çeşit bir satışla sattığı malını bedelsiz olarak alır. Bedel karşılığı bu malı satın alan kimse ise bu zalimi takip eder. Eğer mal ve müşteri o zalimin zulmettiğini bil­miyorsa malının bedeliyle veya bundan daha fazla miktarıyla zalime müracaat eder.

f) İkrahın mertebeleri vardır:

Birincisi: İkrah olunan fiili yapmanın vacip olması; içki içmeye, domuz eti yemeye ve ölü hayvan eti yemeye zorlanmak gibi. Burada bunu yapmak vacip­tir. Çünkü canı helak olmaktan korumak vaciptir. Bunun delili: "Kendinizi ken­di ellerinizle tehlikeye atmayın." (Bakara, 2/195) ayetidir.

İkincisi: Bu fiilin vacip değil mubah olması; küfür kelimesini telaffuz et­meye zorlanmak gibi. Mubah olur ama vacip olmaz.

Üçüncüsü: Vacip veya mubah olmayan haram olan bir fiili yapmaya zor­lanmak gibi. Bir insanı öldürmeye veya bir uzvu kesmeye zorlanmak gibi. Fiil haram olmakta devam eder. Ama kısas bir görüşe göre düşer, bir başka görüşe göre vaciptir.[39]

Kurtubî diyor ki: Bir adamı öldürmesi için zorlanan kimsenin onu öldür­meye teşebbüs etmesi yahut celde gibi onun şerefini çiğneyecek bir harekete teşebbüs etmesi caiz değildir. O kimse kendi başına gelen bu belâya karşı sab-redecektir. Başkasını öldürerek kendi nefsini kurtarması helâl değildir. Al­lah'tan dünya ve ahirette afiyet niyaz edecektir.

Özetle: Üç şey vardır ki bu üç şey hiçbir şekilde mubah sayılamaz: Allah'ı inkâr, adam öldürme ve zina. Küfür (Allah'ı inkâr) sözünün bunu mubah gör­meden (gönülden kabul etmeden) sadece dille söylenmesine izin verilmiştir.

g) İkrah neticesi zina eden kimseye had cezası uygulanır mı? Bu hususta iki görüş vardır:

Bazıları bu kimseye [erkekse] had uygulanır, demişlerdir. Çünkü bu fiili kendi iradesiyle yapmaktadır.

Çoğunluk ise: Böyle bir kimseye had cezası uygulanmaz demişlerdir. Doğ­ru olan görüş de budur.

Kadın zinaya zorlandığı zaman ona had cezası uygulanmaz. Bunun delili: Nahl, 106 ayeti ile Peygamberimiz (s.a.)'in: "Allah ümmetinden hatayı, unutmayı ve zorlandıkları şeyleri kaldırmıştır." hadisi şerifi ve "Onların -genç kız­ların- ikraha tabi tutulmalarından sonrasını ise Allah çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir." (Nur, 24/33) Âlimler zina etmeye zorlanan kadına had cezası uygulanmayacağında ittifak etmişlerdir.

h) Zinaya zorlanan kadına mehir verilmesi vacip olur mu?

İmam Malik, Şafiî, Ahmed, İshak ve Ebu Sevr'e göre: Bu kadının "mihr-i misil" alma hakkı vardır.

Hanefi'ler, Sevrî ve İmam Malik'in ashabına göre bu kadınla zina eden er­keğe had cezası uygulandığı zaman mihir hükümsüz olur.

İbnü'l-Münzir: Birinci görüş doğrudur, demiştir.

ı) İkraha tabi olan (zorla kendisine yemin ettirilen) kimsenin yemini:

İmam Malik, İmam Şafii, Ebu sevr ve âlimlerin çağuna göre bağlayıcı değildir.

Hanefiler ise şöyle demişlerdir: Bir şeyi yapmamaya yemin ederse o şeyi yapar ve yeminini bozar. Çünkü ikraha tabi olan kimsenin bütün yemin çeşit­lerinde tevriye yapma (başka manayı kastetme) hakkı vardır. Tevriye yapmaz­sa yemin kastetmiş demektir.

j) Bir adam yemin etmeye zorlansa, yemin etmezse haraç alanlar, zalim görevliler ve haddini aşan kimseler gibileri onun malını alacak olsa:

İmam Malik'e göre bu hususta takıyye yapma yoktur. Yeminiyle kişi bedenini kurtarabilir, ama malını kurtaramaz.

İbnül-Macişün diyor ki: Malını kurtarsa bedeni hakkında korkusu olmasa bile yemini bozmuş sayılmaz.

k) Tahkik ehli âlimleri demişlerdir ki:

Allah'ı inkâra zorlanan kimse bunu telaffuz ederse bunu ancak diliyle tev­riye sözü söyler gibi söylemesi caizdir. Zira bu gibi tevriye sözü söylemesinde yalandan kurtulma vardır. Bu olmazsa kâfir olur. Zira tevriyelerde ikrahın et­kisi olmaz.

Meselâ: (Ekfuru billahi) demesi sonuna yâ ilâve etmesi gibi. Zira manası o zaman değişir yüksekçe yeri inkâr ediyorum demektir. Ya da (kafırun bin-Nebiyyî) Haber vericiyi inkâr ediyorum demesi gibi.

1) İkrahın haddi:

İmam Malik, Şafii, Ahmed, Ebu Sevr ve âlimlerin çoğuna göre korkulu tehdit, hapis, vurma, korkutma, kelepçeleme ve bağlama gibi şeylerdir.

Hanefilerden nakledildiğine göre onlar hapsi ve bağlamayı, içki içmek ve ölü hayvan eti yemek hakkında ikrah olarak saymamışlardır. Zira bu ikisinde telef olmaktan korkulmaz.

3- Mürtedler (dininden dönenler) Allah'ın gazabını ve azabını haketmişler-dir: Zira bunlar dünya hayatını ahirete tercih etmişler ve Allah'ın hidayetinden mahrum olmuşlardır. Allah onların kalplerine, kulaklarına ve gözlerine mühür vurmuştur. Bunlar kıyamet gününde kendileri için murad edilen azaptan gafil kılınmışlardır.

4- Fitneye uğradıktan sonra -yani müşriklerin fitne sözlerini kabul ettik­ten sonra- hicret eden sonra da müminlerle birlikte cihad eden ve cihad üzer­ine sebat edenlere Allah mağfiret ve rahmeti yazmıştır. Bunlar Ammar b.Yasir gibi ezilmiş kimselerdi.

Efendisinin ikraha tabi tuttuğu ve küfür söylediği sonra da efendisi müs-lüman olduğu zaman İslâm'ı kabul eden Ceb'r ile efendisi de böyledir. Her ikisi de güzel müslüman olmuştur ve hicret etmişlerdir.

Nüzul sebebi hususunda Ayyaş, Ebü Cendel Seleme b. Hişam ve Abdullah b. Seleme de adı geçen kimseler gibi çilekeş müminlerdir.

Abdullah b. Sa'd b. Ebî Şerh de bunlar gibidir. Dininden dönmüş ve müş­riklere katılmıştı. Peygamberimiz (s.a.) Mekke fethi gününde onun öldürül­mesini emretmiş o da Hz. Osman'a sığınmış, Hz. Osman sebebiyle Peygam­berimiz ona dokunmamıştır. Sonra Mısır'a vali olmuştur.

Mücahid diyorki: "İslâm'ını ilk defa açığa vuran yedi kişi şunlardır: Rasulullah (s.a.) Ebubekir, Habbab, Suheyb, Bilâl, Ammar, Sûmeyye.

Peygamberimiz (s.a.)'i Ebu Talip, Hz Ebubekir (r.a)'i yakınları himaye etti. Diğer ilk müslümanlar ise işkenceye tabi tutuldu. Sırtlarına demir zırhlar giy­dirilip güneşte oturtuldular. Güneş harareti ve demir zırh sebebiyle son derece bitkin düştüler, Ebu Cehil bunların yanma geldi. Hem sövüyor hem de azar­lıyordu. Ebu Cehil Sümeyye'ye küfretti. Sonra da hayalarına mızrakla vurarak şehit etti." [40]

 

Dünyadaki Nankörlüğün Cezası

 

112- Allah bir ülkeyi misal vermektedir:  Bu ülke emin, huzurlu, rızkı her taraf- tan Do1 bo1 gelen bir ülke idi. Ne var ki  (bu ülkenin halkı) Allah'ın nimetlerine  nankörlük etti. Bu yüzden Allah onlara  yaptıklarına karşılık olarak korku ve  a*?lık elbisesini tattırdı. 

113" Doğrusu onlara kendi içlerinden  bir peygamber gelmişti. Ancak onlar  Du peygamberi yalanladılar. Bu sebep- le zulmettikleri esnada azap onları yakalayıverdi.

 

Belagat:

 

"Bu ülke emin, huzurlu... bir ülke idi." Burada mecaz-i mürsel yoluyla ülke halkı kastedilmektedir. Çünkü enmiyetin yeri ve zarfı ülkedir. Yerler oraya giren şeylerle nitelendirilebilir.

"Bu yüzden Allah onlara yaptıklarına karşılık olarak korku ve açlık elbisesini tattırdı." Burada ezâkahâ (tattırdı) kelimesinde istiare-i mekniyye vardır. Müşebbehün bih (kendisine benzetilen) hazfedilmiştir. Bu ızdırap hoş-lanılmaması sebebiyle acı yemeğe benzetilmiştir. Burada kendisine benzetilen hazfedilmiş ve gereklerinden biri olan tatma kelimesiyle istiare-i mekniyye yoluyla buna işaret edilmiştir. Yani zararın tesirini hissetmek için tatma kelimesi kullanılmıştır. Bu durum (açlık ve korku) onları tamamen kapladığı için libas (elbise) kelimesi kullanılmıştır. [41]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah bir ülkeyi," bir kasabayı yani Mekke'yi daha doğrusu, Mekke hal­kını "misal vermektedir." Razî diyor ki: Akla daha yakın olan görüşe göre bu ül­ke Mekke'den başka bir kasabadır. Çünkü bu misal Mekkelilere verilmiştir.

"Bu ülke" çalkantı içinde olmayan hücumlardan "emin", darlık ve korku sebebiyle oradan ayrılma ihtiyacı duyulmayan "huzurlu ve rızkı" gıda mad­deleri "heryerden" her taraftan "bol bol" geniş miktarda "gelen bir ülke idi."

Ne var ki ülkenin halkı "Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler." Nimetlere nankörlük Hz. Peygamber (s.a.)'i yalanlamak suretiyledir.

"Bu yüzden Allah onlara yaptıklarına karşılık olarak" yedi sene süren kıt­lık sebebiyle "açlık ve" Hz. Peygamber (s.a.)'in seriyyelerinin kendilerini tehdit etmesi sebebiyle "korku elbisesini tattırdı."

"Doğrusu onlara kendi içlerinden bir peygamber" Muhammed (s.a.) "gelmiş­ti. Ancak onlar bu peygamberi yalanladılar. Bu sebeple zulmettikleri esnada" zulme bulaştıkları durumda "azap" açlık ve korku "onları yakalayıverdi." [42]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Teala, kâfirleri ahirette şiddetli bir vaîdle tehdit ettikten sonra on­ları açlık ve korku gibi dünya âfetleriyle de tehdit etti. [43]

 

Açıklama

 

Allah ibret için bir ülkenin durumunu anlatmaktadır. Bu ülke, halkı düş­mandan emin, kendilerini hiçbir korkulu durumun rahatsız etmediği huzur içinde ve bol rızkı rahat, kolay ve geniş bir şekilde diğer beldelerden gelen bir ülke idi.

Ancak bu ülke halkı Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler. Bu nimetleri inkâr ettiler. Allah da onlara açlık ve korku verdi. Güvenlik yerine korku, zen­ginlik yerine açlık ve fakirlik sevinç yerine elem ve üzüntü geldi. Kötü dav­ranışları sebebiyle hayatın geniş imkânından sonra acılığını tattılar.

Onlara kendi cinslerinden bir peygamber geldi. Bu peygamber onlara ken­disinin onlara gönderilen bir elçi ve O'na ibadet etmelerini, O'na itaat et­melerini ve nimetine şükretmelerini tebliğ edici olduğunu bildirdi. Onlar da inançsızlıkları ve inatçılıklarında devam ettiler. Onlar küfürleri ve peygamber­leri yalanlamaları sebebiyle zalim oldukları, zulüm yani küfür ve masiyet iş­ledikleri sırada tamamen helak olma azabıyla azaba uğradılar.

Mesel: Belirli bir sıfatla tavsif edilen bir şey var olsun olmasın misale konu olabilir. Bazan da varolan belirli bir şeyle misal verilir.

Ayette geçen karye (ülke, kasaba) farzedilen bir kasaba da olabilir, belirli bir kasaba da olabilir. Bu kasaba Mekke de olabilir, başka bir kasaba da ola­bilir.

Müfessirlerin çoğuna göre burada geçen karye (kasaba) Mekke ve Mekke halkıdır. Çünkü Mekke emin, huzur içinde ve istikrarlı bir yer olup çevresinde bulunan kasabalarda insanlar canlarından emin değillerdi. Mekke'ye giren ise emniyet içinde olup korku hissetmiyordu. Mekkeliler Allah'ın nimetlerini inkâr ettiler. Bu nimetlerin en büyüğü Hz. Muhammed (s.a.)'in gönderilmesi nimeti idi. Allah'da onlara refah ve emniyetten sonra şiddetli açlık ve korku tattırdı. Onlar, Rasulullah (s.a.)'a karşı inatçılıkla davranmakta ısrar ettiler. Peygam­berimiz (s.a.) de onlara beddua etti: "Allahım Mudar'a baskını arttır. Onlara Hz. Yusuf (a.s.) zamanındaki kıtlık gibi kıtlık ver." dedi. Mekkelilere her şeyi gideren kıtlık isabet etti. Yağmursuzluk imtihanına yakalandılar. Cifeleri, ölü köpek etlerini, yanmış kemikleri ve hayvanlar tarafından öldürülmüş parçalanmış develerini yemek zorunda kaldılar. Sonra da Bedir'de reisleri öl­dürüldü.

Razî diyor ki: Akla yakın olan husus bu karyenin (kasabanın) Mekke'den başka bir yer olmasıdır. Çünkü bu Mekke'lilere misal olarak verilmiştir. Mek-ke'lilere verilecek misal Mekke dışından olur. Yani bu misal her kasaba için -ve özellikle Mekke için- onların benzeri bir akıbete karşı uyarmak için bir ibret vesilesidir. Bu Allah'ın kendilerine nimet ihsan ettiği ve nimetin kendilerini şımarttığı ve bu sebeple küfre düşüp haktan yüzçeviren, Allah'ın da ken­dilerine azabını indirdiği, her kavim için bir misaldir.

(Âmineten) ifadesi emniyete, güvenlik içinde yaşamaya işarettir. (Mut-meinneten) ifadesi de hava ve iklimin güzelliği sebebiyle sıhhat içinde olmaya işarettir. "Rızkı her yerden bol olarak gelir" ifadesi rızık hususunda yeterli im­kâna sahip olduklarına işarettir.[44]

Bu kasaba bu üç sıfatla tavsif edildikten sonra Cenab-ı Hak "Allah'ın nimetlerini inkâr etti." buyuruyor. En'um nimetin çoğuludur. Bu cem'i kıllettir. Yani o kasaba nimetlerden pek azını inkâr ettiler ve Allah onlara azab etti demektir. Bundan maksat az nankörlük anlatılarak çok nankörlüğün durumu­na dikkat çekmektedir. Az nimetlere nankörlük azabı gerektirirse çok nimet­lerin azabı gerektirmesi daha evlâ olur.

Bu sıfatlar her ne kadar ülkenin sıfatlan olarak verilmiş olsa da gerçekte burada murad edilen bu ülke halkıdır.

Bunun için ayetin sonunda "yaptıklarına karşılık olarak" denilmiştir. Al­lah buna açlık ve korku elbisesi adını vermiştir. Çünkü bu durum aynen elbise gibi çelimsizlik, yüzün renginin solması ve kötü durum şeklinde üzerlerinde belirmektedir. [45]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet Allah'a ve Peygamberine iman etmenin vacip olduğuna ve yalnız O'na kullukta bulunmaya ve O'nun pek çok nimetleri ve lütuflanna karşı şük-retmeye ayrıca ilâhî azabın Allah'ı inkâr edip O'na isyan eden ve Allah'ın kendi üzerindeki nimetine nankörlük eden herkese ulaşacağına işaret etmektedir.

Bu zulüm ile -yani küfür ve isyanla- nitelendirilen her ülke halkına bir uyan ve tehdittir. Zira Allahu Tealâ'nın hakkında küfür ve masiyetten daha şiddetli bir zulüm yoktur.

Azap veya ceza amelin cinsinden olacaktır. Çünkü bu ülke halkı nimetle şımardıkları zaman onu zıddıyla yani nimetin yokolması ve kaldırılması ile karşı karşıya gelmişler, doyduktan sonra şiddetli açlığa düşmüşler, emniyet ve huzurdan sonra korku ve dehşete yeteri kadar yiyecek temininden sonra geçim kaynaklarındaki kıtlığa maruz kalmışlardı. [46]

 

Yiyeceklerden Temiz Ve Helal Olanlarla Pis Ve Haram Olanlar

 

114- Allah'ın size rızık olarak verdiği helâl ve teiniz şeylerden yiyin. Eğer sadece Allah'a kulluk ediyorsanız Al­lah'ın nimetine şükredin.

115-  Allah sizlere sadece ölü hayvan etini, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesilenleri haram kıldı. Bir kimse (zaruret) haddini aşmadan ve başkalarının hakkına tecavüz et­meden buna mecbur kalırsa (ve bunlar­dan yer ise) ona günah yoktur. Şüp­hesiz ki Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

116-  Dilinizin alıştığı yalanlarla: "Bu helâldir, bu haramdır" demeyin. Aksi takdirde (bu sözlerinizle) Allah'a yalan isnad etmiş olursunuz. Şüphesiz ki Al­lah'a yalan isnad edenler hiçbir zaman kurtuluşa ermezler.

117- Bu, (dünyada) pek az bir yararlan­madır. (Ahirette) onlara can yakıcı bir azap da vardır.

118-  (Ey Peygamber!) Daha önce sana anlattığımız şeyleri yahudilere haram kılmıştık. Biz onlara zulmetmedik. Fakat onlar kendi kendilerine zulmet­tiler.

119-  Sonra şüphesiz ki Rabbin, bil­meden günah işleyip ardından tevbe eden ve kendilerini düzeltenleri bağış­lar. Bunlardan sonra Rabbin çok bağış­layan ve çok merhamet edendir.

 

Belagat:

 

"Halâl" ve "Haram" arasında tezat sanatı vardır. [47]

 

Kelime ve İbareler:

 

Ey müminler! "Allah'ın size rızık olarak verdiği helâl ve temiz şeylerden yiyin." Allah Teala küfrü yasaklayıp buna karşı tehditte bulunduktan sonra, müminlere Allah'ın helâl kıldığı şeyleri yemelerini, kendilerine verdiği nimet­lere şükretmelerini emretti.

"...Dilinizin alıştığı yalanlarla: 'Bu helâldir bu haramdır, demeyin." Ayet­ten murad şudur: Hiçbir delil olmaksızın mücerret sözle bir şeyi helâl veya haram kılmayın..

...Allah'ın helâl kılmadığı şey için "Bu helâldir," haram kılmadığı şey için "bu haramdır, demeyin."

"Bu" dünya onlar için "pek az bir yararlanmadır" Ahirette "onlara can yakıcı bir azap da vardır."

"Daha önce", "Biz her tırnaklıyı Yahudilere haram kılmıştık" (En'am, 6/146) ayetinde "sana anlattığımız şeyleri yahudilere haram kılmıştık." Bunları haram kılmakla "biz onlara zulmetmedik. Fakat onlar" bu azabı gerektiren masiyetleri işlemek sebebiyle "kendi kendilerine zulmettiler."

"Sonra şüphesiz ki Rabbin bilmeden" kötülük veya şirk "işleyip ardından tevbe eden" bundan dönen "ve kendilerini" amellerini "düzeltenleri bağışlar. Bunlardan sonra" Bu bilgisizlikten veya tevbeden sonra "Rabbin" onları "çok bağışlayıcı" ve onlara "çok merhamet edicidir." [48]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahu Teala nimetlere karşı nankörlük yapmaları sebebiyle kâfirlere teh­ditte bulunduktan ve misal vererek onları küfürden sakındırdıktan sonra müminlere Allah'ın kendilerine helâl kıldığı şeyleri yemelerini ve Allah'ın ken­dilerine nimet olarak verdiği şeye şükretmelerini emretti.

Mana şöyledir: Sizler iman edip küfrü terkettiniz. O halde helâl ve temiz olan şeylerden yani ganimetten yiyin. Pis olan şeyleri -ölü hayvan etini kan vb. şeyleri terkedin.

Daha sonra helâli ve haramı tayin etmenin nefsî arzu ve istekle ve sırf akılla olamayacağını mutlaka bir delil ve şer*î nas bulunmasının zorunlu ol­duğunu, Yahudilere haram kılman şeylerin En'am Sûresi'nde zikri geçen şeyler olduğunu ve kötülükleri (yani hiç de uygun olmayan küfür ve masiyetleri) bil­gisizce yani taşkınlıkla ve sonuçlarını düşünmeden işleyen -ki bütün kötülük işleyenler bunu bilgisizce işlemektedirler- ve sonra da tevbe eden kimselerin masiyetini Allah'ın bağışlayacağını ve rahmetle muamele edeceğini açıklamak­tadır. [49]

 

Açıklama

 

Bu ayetler uyan ve korkutma ayetlerinden sonra gönül huzuru, hatırlan teskin etme, mümin gönülleri hoş tutma, ölü hayvan eti ve kan gibi haram ve pis olan yiyecekleri değil de hayatın helâl rızıklarma izin verme konularına geçiş ayetleridir.

Ey müminler! "Allah'ın helâl ve temiz olan rızkından yiyin." Buna karşılık Allah'a şükredin. Çünkü asıl nimet veren ve lütufta bulunan hiçbir ortağı ol­maksızın tek olarak ibadete layık olan O'dur. Eğer siz gerçekten O'na kulluk ediyorsanız emrettiği hususlarda O'na itaat eder nehyettiği hususlardan da vazgeçersiniz.

Son cümleden murad edilen mana ibadete teşvik etmektir.

Helâl olanlar haram olanlardan pek çoktur. Fakat bu husus cahiliyet araplannın Allah'ın helâl kıldığını haram kılmaları şeklinde değil, Allah'ın izin verdiği ölçüdedir. Bunun için pek çok ve geniş helâller yanında pek az olan haramların beyan edilmesi uygun düşmektedir. Bunun için Cenab-ı Hak: "Size sadece ölü hayvan etini...haram kılmıştır." buyurmaktadır. Yani Rabbiniz size sadece dört şeyi haram kılmıştır. Çünkü (innema) kelimesi hasr ifade eder. Bu haram olan dört şey:

Ölmüş hayvan etini yemek, kan, domuz eti, putlara kesilen hayvanların eti.

Sonuncusu "Allah'tan başkasının adı anılan" yani Allah'ın adından başka bir isimle boğazlanan ayetine dahildir.

İmam Ahmed'in, İbni Abbas (r.a.) dan rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şu ifade yeralmaktadır: "Allah'tan başkasının adıyla boğazlayan kimse lanete uğ­ramıştır. " O halde Allah'ın size helâl kıldığı şeyleri haram kılmayın.

Bu dört haram daha önce geçen bazı surelerde zikredilmektedir:

- Meselâ: Medenî olan Bakara Sûresinde (2/172).

- Yme Medenî olan Maide Sûresinde (5/30).

- Bu sure gibi Mekkî olan En'am Sûresinde (6/1*45) aynı şekilde yer almak­tadır. Ancak Maide Sûresi'nde zikredilen Münhanika, Mevkûze, Nâlîha ile sağ­ken şer'an boğazlanmadan yırtıcı hayvanın yediği şeklindeki hususlar (meyte) ifadesine dahildir.

Cenab-ı Hak daha sonra zaruret halini istisna etti: "Kim mecbur kalırsa..." yani zaruret hali onu zor durumda bırakırsa, büyük bir ihtimalle o sebeple helak olacağını zannettiği açlık sebebiyle bu haram kılınan şeylere muhtaç kalırsa, sadece kendisinin yararlanıp ve bununla bir başkasının helak olması gibi başka muhtaç bir kimseye haksızlık etmeksizin ve açlığı giderecek kadar yemesi yani zarurî miktarı aşmaksızın yeme hali sözkonusudur. Bu ifade, haram kılınan şeylerden karnı doyuracak kadar yararlanmanın haram ol­duğuna delildir. Bu pek çok âlimin görüşü ve takip ettikleri yoldur.

Zira Allah çok bağışlayan, o kimsenin günahını ve hatasını örtendir. O kimseyi bu sebeple muaheze etmez. Bu gibi durumlarda ceza vermeyip rahmet­le muamele eder.

Bu ifadelerde Allah'ın, hakkında kolaylık dilediği, zorluk dilemediği bu ümmete kolaylık ve genişlik imkânı verilmiştir.

Cenâb-ı Hak daha sonra kişilerin kendi şahsî görüşleriyle helâl ve haramı tayin etmeleri sebebiyle müşriklerin yoluna girmekten ve müşriklerin cahiliyet devrinde Bahire, Sâibe, Vasile ve Ham vb. hayvanların etini yemeyi haram kıl­mak, ölü hayvan etini ve kanı helâl kılmak gibi dinde icad ettikleri şeylere tabi olmaktan nehyetti.

"Dilinizin alıştığı yalanlarla: Bu helâldir, bu haramdır, demeyin." Hiçbir delil bulunmadan sırf dilinizin tavsif ettiği yalanla Allah'ın şeriatına uymak­sızın şahsi görüş, nefsî arzu ve bilgisizlikle helâl ve haramı siz tayin etmeyin. Bu ayet haram kılınan şeylerin yukarıda geçen dört maddede toplandığını daha fazla vurgulama niteliğindedir.

"Aksi takdirde (bu sözlerinizde) Allah'a yalan ısnad etmiş olursunuz." Yani böylece kendiniz helâl ve haramı belirler ve bir konuda Allah hiçbir şey indir­mediği halde kendi hükümlerini Allah'a isnad etmiş olursunuz. Hiçbir delil ya da Allah tarafından bir vahiy olmaksızın kendi görüşüyle bir şeyi helâl veya haram kılarsa Allah Teala'ya yalan isnad edenlerden olur.

Sadece kendi görüşü ve arzusuyla Allah'ın haram kıldığı bir şeyi helâl, Al­lah'ın mubah kıldığı bir şeyi haram sayan ve şer'î bir dayanak olmayan bir bid'ati icad eden herkes bu nehyin içerisine dahildir.

Cenab-ı Hak daha sonra buna karşı vaîd ve tehditte bulunarak şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki Allah'a yalan isnad edenler hiçbir zaman kurtuluşa er­mezler. Bu dünyadaki pek az bir yararlanmadır." Yani Allah'a yalan uyduran­lar ne dünyada ne de ahirette kazançlı çıkamazlar. Dünyada onlar için pek az ve yokolmaya mahkûm bir istifade imkânı ve basit dünya metaı vardır. Ahiret­te ise onlar için çok acıklı bir azap vardır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruy­or: "Onlara biraz imkân veririz. Sonra da şiddetli bir azaba maruz kılarız." (Lokman, 31/24).

Ayet aslında "Bahîra" ve "hibe" develerini haram sayan ve ölü bile olsa hayvanların karnından çıkan yavrularını helâl sayan kâfirlere hitap etmek­tedir.

Helâl ile haramı ve bu ümmet için zaruret sebebiyle mubah olanı beyan ettikten sonra Allah Teala Yahudilere neshedilmesinden önce kendi şeriatlerin-de haram kıldığı hayvanları zikrederek şöyle buyurdu: "Daha önce sana anlat­tığımız şeyleri Yahudilere haram kılmıştık."

Ey Peygamber! En'am Sûresi'ndeki şu ayetle sana bildirdiğimiz şeyleri Yahudilere haram kılmıştık: "Biz Yahudilere bütün tırnaklı (hayvan)ları haram ettik. Sığır ve koyunun iç yağlarını da üzerlerine haram kıldık. Bunların sırt­larına veya bağırsaklarına yapışan yahut kemiğe karışan (yağlar bu hüküm­den) müstesnadır." (En'am, 6/146).

Ey Araplar! Helâl ve haramı kendi kendine tayin etmek ve kendilerine haram kılınan hususlarda Yahudileri taklit etmek doğru değildir. Biz onlara sadece bu zikredilen şeyleri haram kıldık.

Bu şeylerin haram kılınmasının sebebi şudur: "Biz onlara zulmetmedik.

Fakat onlar kendi kendilerine zulmettiler." Yani bu haram kılma bizim tarafımızdan bir zulüm ve haksızlık sebebiyle değildi. Fakat kendilerinin ir­tikap ettikleri bir zulüm sebebiyle idi. Zira onlar Rablerine isyan etmeleri, pey­gamberlerine karşı inatla davranmaları ve hadlerini aşmaları sebebiyle kendi nefislerine zulmettiler. Dolayısıyla buna layık oldular. Kendilerine haram kıl­dığımız şeylerle cezalandırıldılar. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Haddi aşanların (Yahudilerin) zulmetmeleri sebebiyle biz on­lara helâl kılınmış olan temiz ve güzel şeyleri haram ettik." (Nisa, 4/160) Bu ayet haram kılmanın zulüm ve haddi aşmak sebebiyle bir ceza olduğu hususunda açık bir ifadedir.

Cenab-ı Hak daha sonra isyankârlara, Allah'a iftira edenlere ve Allah'ın haramlarını çiğneyenlere bir lütuf ve ihsan olmak üzere tevbenin kabul edilme imkânını beyan etti. Şöyle buyurdu: "Sonra şüphesiz ki Rabbin..."

Yani Allah'a iftira etmek ve Allah'ın emrine muhalefet etmek onların tev-be etmelerine, mağfiret ve rahmetin meydana gelmesine engel olmaz. Çünkü Rabbin çok bağışlayıcıdır, günahları örtücüdür, helâl ve haramı tayin etmek suretiyle Allah'a iftira edenlere çok merhamet edendir.

"Kötülük işleyenler" Kötülük: Bilgisizlik sebebiyle küfür ve masiyetler gibi uygun olmayan davranıştır. Çünkü her kötülük işleyen kimse bunu bilgisizlik­le yapar. Hiç kimse küfür olduğunu bilerek küfür işlemeye razı olmaz. Masiyet de ancak şehvet, akıl ve ilme galip olduğu zaman meydana gelir.

Ancak mağfiret ve rahmet tevbe ve Allah'a yönelme ile, yaptıklarına piş­man olmakla ve amellerini Allah ve Rasulünün muradına uygun olarak ıslah etmekle bağlantılıdır. Bundan sonra yani bu günahı işledikten veya bu bilgisiz­likten sonra tevbe eder, amelini ıslah ederse, Allah ve Rasulüne iman eder, Al­lah ve Rasulüne itaat ederse elbette Allah onun günahını bağışlayacak dünya ve ahirette ona rahmetle muamele edecektir.

"Bundan sonra Rabbin..." cümlesini te'kid yoluyla tekrar etmiş, sonra da bilgisizlik sebebiyle onlardan sadır olan bu günahları "çok bağışlayan ve çok merhamet edendir." demiştir.

Bu gösteriyor ki günah işleme genellikle şehvetin akıl ve ilim kefesinden daha ağır gelmesi ya da gencin bilgisizliği ve taşkınlığı sebebiyle olmaktadır. Yine bu durum gösteriyor ki kim uzun bir müddet küfür ve masiyetlere teşeb­büs etse sonra da tevbe edip iman etse ve salih amel işlese Allah onun tev-besini kabul edecek ve onu azaptan kurtaracaktır. [50]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetlerden aşağıdaki hükümler çıkmaktadır:

1- Zararlı olmayan temiz ve helâl olan şeyler mubah, rahatsızlık ve kötülüğe sebep olan zararlı ve pis şeyler ise haramdır. Bu da gerçekten nimet­lere şükredilmesini gerektirir.

2- Şeriatta asıl haram olan yiyecekler dörttür. Bunlar: ölü hayvan eti yemek, kan, domuz eti yemek ve Allah'tan başkası için putlar ve saire adına kesilen hayvan eti yemektir.

3- Eğer herhangi bir şey yenilmezse büyük bir ihtimalle ölümün meydana geleceği zarurete binaen az önce belirtilen haram yiyeceklerden ölümden kur­taracak kadar yenilmesi caizdir.

4- Müminler hakikî şeriat koyucu olan Allah tarafından herhangi bir bur­han ya da delil olmaksızın haramı helâl, helâli haram sayan kâfirlere ben­zemekten sakınmalıdır. Bu Allah'a yalan iftira etmektir. İftiracılar ise dünya ve ahirette iflah olmazlar. Onların dünyadaki yararlanmaları az bir yararlan­madır. Dünyanın nimeti ise yakında yokolacaktır. Onlar az bir dünya malıyla istifade edecekler, sonra da acıklı bir azaba havale olunacaklardır.

5- Helâli ve haramı tayin etme hakkı Allah'a aittir. Hiçbir kimse Allah'ın bu konuda haberi olmaksızın herhangi bir şey hakkında haram ve helâl deme hakkı yoktur. İçtihadının bir şeyin haram olduğuna götürdüğü durumda müc-tehid: Ben bunu mekruh görüyorum, der.

İmamı Malik, İmam Ahmed ve selef-i salihînden fetva ehli kimseler böyle yaparlardı. Haram kılan delil kuvvetli ise "Bu haramdır" demekte hiçbir mah­zur yoktur: Faizin 'Ribal-Fadl' ve 'Riba'n-Nesîe' kısmına giren ve hadislerde varid olan altı sınıf dışındaki faizlerin haram olması gibi.

6- En'am (evcil hayvanlar) ve Hars (ekin ve bitkiler) bu ümmete helâldir. Yahudilere ise bunlardan bir kısmı haram kılınmıştı. Onlara haram kılınan şeyleri haram kılmakla Allah onlara zulmetmemiş onlar kendilerine zulmet­mişlerdir. Bu şeyler Yahudilere ceza olarak haram kılınmıştır.

7- Allah'ın rahmeti, lütfü ve keremi gereği küfür ve masiyet gibi günahları işleyen sonra da bunları işledikten sonra tevbe eden amellerini ıslah eden kul­ların tevbesi kabul edilir, Allah onları bağışlar. [51]

 

Hz. İbrahim (A.S.), Onun Dinine Uyma Emri, Yahudilerin Cumartesi Gününe Saygı Göstermeleri

 

120- Şüphesiz ki İbrahim Allah'a boyun eğen, tevhid dininde olan bir önderdi. Hiçbir zaman müşriklerden olmadı.

121-  Rabbinin nimetlerine şükrederdi. Allah O'nu (peygamberlik için) seçti ve doğru yola şevketti.

122-  Biz dünyada İbrahim'e iyilik ver­dik. Şüphesiz ki o ahirette de salih kimselerdendir.

123-  (Ey peygamber!) Sonra sana biz: Hakka yönelen müşriklerden olmayan İbrahim'in dinine tabi ol, diye vahyet-tik.

124- Cumartesi gününe hürmet, sadece bu hususta ihtilaf edenlere (Yahudile­re) farz kılındı. Rabbin muhakkak ki kıyamet gününde ihtilâf ettikleri hu­suslarda onların arasında hükmede­cektir.

 

Belagat:

 

"Şüphesiz ki İbrahim...bir önderdi." Yani pekçok vasıflarla muttasıf olması sebebiyle bir ümmet veya bir cemaat gibi hayırları toplayan bir zat idi.

"Biz dünyada ona iyilik verdik." ifadesinde Hz. İbrahim'in durumunu yüceltmek için üçüncü şahıstan birinci şahsa geçiş iltifat sanatı yapılmıştır. [52]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ümmet" burada çeşitli hayırlı hasletleri birarada toplayan lider ve önder demektir. Ümmet: kelimesinin asıl manası büyük cemaat, büyük toplum demektir. Hz. İbrahim, kâmil bir şahsiyete sahip olması, pek çok şahıslarda ay­rı ayrı bulunan hasletlerin kendisinde bulunması, neredeyse imkânsız olan faziletleri birarada toplaması sebebiyle bu şekilde adlandırılmıştır. Bu aynen Ebu Nüvas'ın Harun Reşid'i medhetmek için söylediği şu söz gibidir.

"İnkâr edilecek bir şey değildir Allah için. Her şeyi bir kişide toplamış olması."

Zira bütün insanlar kâfir iken sadece Hz. İbrahim (a.s.) mümin idi.

"Allah'a boyun eğen" Allah'a itaat eden ve O'nun emrini yerine getiren "tevhid dininde olan" batıl dinden en sağlam Hak dine meyleden "bir önderdi." Onların iddia ettikleri gibi "Hiçbir zaman müşriklerden olmadı." Kureyşliler kendilerinin Hz. İbrahim (a.s.) dininden olduklarını iddia ediyorlardı. Halbuki onlar Allah'a şirk koşuyorlardı.

"Rabbinin nimetlerine şükrederdi." Nimet kelimesinin çoğulu olan (En'um) kelimesi (cem'i kıllet) olarak Hz. İbrahim (a.s.)'in az nimetlerin şükrünü ihlâl etmediğine dikkat çekmek için zikredilmiştir. Ya pek çok nimete nasıl şükret­mez? "Allah O'nu" peygamberlik için "seçti, ve onu" Allah'a davet hususunda "doğru yola sevketti."

"Biz ona" İbrahim'e "dünyada iyilik" güzel övgüye ve bütün dinlerin men­suplarının sevgisine nail olma nimeti "verdik". Bu cümlede üçüncü şahıstan birinci şahsa geçiş iltifat sanatı yapılmıştır. "Şüphesiz ki o ahirette de salih kimselerdendir." Cennet ehlinden olan ve yüksek derecelere nail olan kimseler­dendir. Nitekim İbrahim (a.s.) da "Beni salihlere kat" duasıylabunu istemişti.

Ya Muhammed! "Sonra" Bu ifade ya Peygamberimiz (s.a.)'i ta'zim etmek için ve İbrahim (a.s.)'a verilen en büyük nimet RasuluUah (s.a.)m O'nun dinme tabi olmasıdır gerçeğine dikkat etmek içindir. Yahut Rasulullah (s.a.) in zamanının daha sonra gelmesi sebebiyledir.

"Sana biz: Hakka yönelen ve müşriklerden olmayan" Muvahhidlerin önderi olan 'İbrahim'in dinine" Allah'ın birliği, Allah'a yumuşaklıkla davet etme, delilleri peşpeşe zikretme ve herkesle anlayışı ölçüsünde mücadele etme hususunda "tabi ol, diye vahyettik." Yahudi ve Hristiyanların Hz. İbrahim (a.s.)ın kendi dinlerinde olduğu iddialarına cevap olarak bu ifade (Hz. İb­rahim'in müşriklerden olmadığı ifadesi) tekrar edildi.

"Cumartesi gününe hürmet" Bu güne ta'zim ve hürmet etmenin farz oluşu ve o günü ibadete ayırma ve o gün avlanmanın terkedilmesi "sadece bu husus­ta" Peygamberlerine karşı "ihtilaf edenlere" Yahudilere "farz kılındı."

Hz. Musa (a.s.) Yahudilere Cuma gününü ibadet için ayırmalarını emret­miş, onlar:

Biz bu günü istemeyiz. Biz Cumartesi gününü isteriz. Çünkü Allahu Teala gökleri ve yeri yaratmayı o gün bitirdi dediler. Allah da onlara şiddetle davran­dı. Cumartesi gününü onlara mecburî hürmet kıldı.

Denilmiştir ki: Cumartesi gününün vebali -ki bu vebal onların maymun veya hınzıra çevrilmesi şeklindeydi- bu konuda ihtilaf edenlere verilmişti. Zira bunlar Cumartesi günü bazan avlanmayı helâl kılıyorlar, bazan haram sayıyorlar, bunun için birtakım hileler icad ediyorlardı. Burada bu ifâde, Al­lah'ın nimetlerini inkâr eden kasabanın zikredilmesi gibi müşrikleri tehdit et­mek için zikredilmiştir.

"Rabbin muhakkak ki kıyamet gününde ihtilaf ettikleri hususlarda" bu ih­tilafa karşılık vermek ya da Cumartesi gününe değer vermeyenlerle bu güne hürmet eden her iki guruba layık olduğu şekilde itaatkâra sevap ve bu günün hürmetini çiğnemek suretiyle isyankâra azap vermek üzere "onların arasında hükmedecektir." [53]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahu Teala, kendisine ortak ispat etmek, nebî ve resullerin peygamber­likleri hakkında dil uzatmak Allah'ın haram kıldığı bazı şeyleri helâl kılmak ve Allah'ın mubah kıldığı bazı şeyleri haram kılmak gibi müşriklerin ortaya koy­duğu görüşlerinin hükümsüz olduğunu beyan etti. Bu müşrikler aynı zamanda ataları Hz. İbrahim (a.s.) ile iftihar ediyorlar, onun yolunun güzelliğini ve ona uymanın vacip olduğunu itiraf ediyorlardı.

Cenab-ı Hak, bundan sonra bu sureyi eğer onlar Hz.İbrahim'in yoluna uy­ma hususunda samimi iseler, tevhid ehlinin reisi ve kökten dincilerin(=usuliyyûn) lideri olan Hz. İbrahim'i örnek almaları için ve müşrik­leri Allah'ın birliğini ikrar etmeye, şirkten dönmeye ve dokuz sıfatı taşıması sebebiyle Hz. İbrahim'e uymaya sevketmek için bu sureyi Hz. İbrahim'i an­latarak bitirdi. Hz. İbrahim (s.a.) bu yüce sıfatlarla tavsif edildikten sonra Cenab-ı Hak Peygamberine Hz. İbrahim'in dinine uymayı emretti.

Hz. Muhammed (s.a.)'in cuma gününü tercih etmesi Hz. İbrahim (a.s.)'ın da şeriatinde cuma gününü tercih ettiğine delâlet etmektedir. Bu durum beraberinde şöyle bir soru getirmektedir: Yahudiler niçin cumartesi gününü tercih etmişlerdir? Allahu Teala bunun, cumartesi gününe hürmet etme ve o günü ibadet için ayırmanın, Hz. İbrahim'in şeriatından ve dininden olmadığını açıkladı. Bu durum Hz. Musa'nın Yahudilere cuma gününe hürmet etmelerini emredip onların da cumartesi günü hürmet etmeleri, peygamberleri Hz. Musa'ya karşı ihtilaf eden Yahudilere, farz kılınmıştı. Yahudilerin cumartesi gününde ihtilaf etmeleri bu gün hakkında peygambeKİerine karşı ihtilaf etmeleri şeklindedir. Yoksa yahudilerden bir kısmı cumartesi gününü tercih edip diğer bir kısmı ise bu günü tercih etmemiş değildir. Zira Yahudiler bu konuda ittifak etmişlerdi. Razî'nin de doğruladığı husus budur.[54]

 

Açıklaması

 

Allah Teala muvahhidlerin önderi, Peygamberler babası Hz. İbrahim'i öv­mekte, O'nun müşriklerden, Yahudilik ve Hristiyanlıktan uzak olduğunu bil­dirmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Şüphesiz ki İbrahim Allah'a boyun eğen tevhid dininde olan bir önderdi..." Allah Teala Hz. İbrahim (a.s.)'ı şu dokuz sıfatla tavsif etti:

1- Hz. İbrahim bir ümmetti. Yani hayır sıfatlarında kemale erdiği için baş-lıbaşına bir ümmet idi. Ayetin manası şudur: İbrahim kendisine tabi olunacak bir önder idi.

2- Hz. İbrahim Allah'a boyun eğen, huşu sahibi Allah'a itaat eden, emrini yerine getiren bir şahsiyetti.

3- Hz. İbrahim hanifidi. Yani şirki ve batılı reddedip tevhide yönelmişti.

4- Hz. İbrahim müşriklerden olmamış, küçük yaşında ve büyüklüğünde muvahhidlerden olmuştu. O, zamanının kralına (Nemrud'a): "Benim Rabbim can veren ve öldürendir." (Bakara, 2/258) demişti. O putlara ve yıldızlara tapın­mayı "Ben böyle (doğup da sonradan) kaybolanları sevmem." (En'am, 6/76) diy­erek reddetmiş, sonra da putları kırmış ve onu ateşe atmışlardı.

Bu ayetin benzeri şu ayettir: "İbrahim ne bir Yahudi, ne de bir Hristiyan idi. O sadece Allah'ı birliğini tanıyan bir müslümandı. O müşriklerden değil­di." (Âl-iİmran, 3/67).

5- Hz. İbrahim üzerindeki Allah'ın nimetlerine karşı şükredici idi.

"En'um" kelimesi, her ne kadar cem'i kıllet olsa da bundan murad onun Allah'ın bütün nimetlerine karşı bu nimetler az da olsa şükredici olmasıydı, pek çok nimetlere karşı şükretmesi tabii ki daha evladır.

Bu ayet şu ayet gibidir: "Vefakarlık yapan (verdiği sözünde duran) İb­rahim." (Necm, 53/37) Yani İbrahim, Allah'ın kendisine emrettiği her şeyi yer­ine getirdi demektir.

Bu ifade Kureyş ve benzerleri gibi Allah'ın nimetlerini inkâr eden kim­selere bir ta'riz niteliğindedir.

6- Hz. İbrahim'i Rabbi seçmişti. Onu peygamberlik için seçmiş, seçkin bir kul kılmıştı. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki biz daha önce İbrahim'e de rüşdünü verdik. Biz onu gayet iyi bilenleriz." (Enbiya, 21/51).

7- Allah Hz. İbrahim'i doğru yola iletti. Yani Allah'a davet etme, Hak dine teşvik etme ve batıl dinden nefret ettirme hususunda hidayete erdirdi. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Bu, benim dosdoğru yolumdur." (En'am, 6/153).

8- Allah, Hz. İbrahim'e dünyada iyilik -itabar- verdi. Allah, onu bütün in­sanlara sevdirdi. Bütün dinlerin mensupları -ister müslümanlar, isterse Yahu­di ve Hristiyanlar olsun- onu kabul etmektedirler. Kureyş kâfirleri ve diğer Arapların ise ondan başka iftihar vesileleri yoktur. Bu Hz. İbrahim'in şu duasının kabul edilmesi sebebiyle olmuştur. "(Allahım! )Sonrakiler içinde benim için güzel bir itibar ihsan eyle." (Şuara, 26/84).

9- Hz. İbrahim ahirette de sahillerdendir yani salihler zümresindendir. Bu konudaki şu duası da böylece gerçekleşecektir: "Ey Rabbim! Bana hüküm ih­san et ve beni salihlere kat." (Şuara, 26/83).

Salihlerle beraber olması kendisinin salihlerin en yüce makamlarında ol­maması demek değildir. Bunun delili şu ayettir: "İşte bunlar kavmine karşı İb­rahim'e verdiğimiz hüccetlerdi. Biz kimi dilersek onu derece derece yüksel­tiriz..." (En'am, 6/83).

Hz. İbrahim'in bu sıfatlarının, bir bir sayılmasından sonra Allah peygam­berine ona tabi olmayı emrederek şöyle buyurdu:

"Sonra sana biz: Hakka yönelen, müşriklerden olmayan İbrahim'in dinine tabi ol, diye vahyettik."

Ey Rasul! İbrahim'in kâmil bir şahsiyet oluşu, tevhid inancının ve gittiği yolun doğruluğuna binaen sana: Hanif olan Hakka yönelen bütün dinleri, şirki ve batılı reddedip tevhid dinine yönelen ve hiçbir zaman da müşrik olmayan İbrahim'in dinine tabi ol, diye vahyettik.

"Hiçbir zaman müşrik olmadı" cümlesi daha fazla te'kid içindir. Bu Hz. İb­rahim'in dinine tabi olmanın sadece temel esaslarda yani tevhide faziletli ah­lâk ve amellere davet hususunda olduğuna delâlet etmektedir.

'Fürû' (seri hükümler) hususunda "(Ey ümmetler!) Biz sizin her biriniz için ayrı bir şeriat ve yol kıldık." (Maide, 5/48) ayetinin delaletiyle durum değişiklik arzedebilir. Bu durumda zamandaki ilerlemelere, aklın gelişmesine, insanî olgunluğa, milletlerin ve halkların durumlarının dikkate alınmasına göre (ana esaslar çerçevesinde) farklılık meydana gelebilir.

"Sümme evhaynâ..." cümlesinde "sümme" kelimesinin zikredilmesi Rasulullah (s.a.)'ın mertebesinin yüceliğine delâlet eder. Ayrıca İbrahim Halil (a.s.)'a verilen en şerefli ikram ve en değerli nimet Rasulullah (s.a.)'m onun yoluna onun dinine tabi olmasıdır.

Hz. İbrahim'e tabi olarak Hz. İbrahim'in de Hz. Peygamber (s.a.) gibi ibadet için cuma gününü seçmiş olmasını gerektirmektedir. Çünkü bu gün Al­lah'ın yaratmayı kemale erdirdiği kullarına olan nimetini tamamladığı gündür.

Yahudilerce cumartesi gününün hürmete layık görülmesi konusunda Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Cumartesi (gününe hürmet) sadece bu hususta ihtilaf edenlere (Yahudilere) farz kılındı." Yahudiler, bu günü tercih et­mişlerdir. Zira bu gün Cenab-ı Hakkın yaradılışı tamamladığı cuma gününden sonra mahlukatından hiçbir şeyi yaratmadığı gün olduğu için Yahudiler bu günü tercih etmişlerdi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak da tevrat şeriatında bu güne hürmet etmeyi Yahudilere farz kıldı.

Cumartesi gününe hürmet, Hz. Musa'nın Yahudilere cuma gününe hür­met etmelerini emredip onların da cumartesi gününü tercih etmeleri üzerine o güne hürmet etmeleri konusunda Peygamberleri Hz. Musa'ya karşı ihtilaf eden Yahudilere farz kılınmıştı. Yahudilerin cumartesi gününde ihtilaf etmeleri bu gün hakkında peygamberlerine karşı ihtilaf etmeleri şeklindedir. Yoksa Yahudilerden bir kısmı cumartesi gününü tercih edip diğer bir kısmı ise bu günü tercih etmemiş değildir. Zira Razî'nin de doğruladığı gibi[55] Yahudiler bu konuda ittifak etmişlerdir.

Zemahşerî diyor ki: "Mana şudur: Cumartesi gününün vebali -yani dün­yada maymuna çevrilmeleri cezası- bu konuda farklı tavır sergileyen Yahudilere verilmiştir. Çünkü onlar cumartesi günü avlanmayı bazan helâl sayıyor, bazen de haram sayıyorlardı. Halbuki onların üzerine vacip olan Cenab-ı Hakk'ın o günü ta'zim etmeleri ve o günde avlanmaktan el çekmelerini kesin olarak emretmesinden sonra tek ifade ile "Cumartesi günü avlanmayı haram saymaları" idi. Bu ayetten maksat isyankârları, Allah'ın emirlerine muhalif olanları ve Allah'a itaat bağını koparanları gelecek Allah'ın gazabın­dan korkutmaktır. Allah bazan bu hususu helak kılmaları bazan haram say­maları şeklindeki bu fiillerinin cezasıyla onları cezalandıracaktır."[56]

"Rabbin muhakkak ki kıyamet gününde ihtilaf ettikleri hususlarda onların aralarında hükmedecektir." Yani Allah ihtilafa düştükleri konuda her iki gurup arasında kesin hükmünü verecektir. Her gurubu layık olduğu sevap ve ceza ile cezalandıracaktır.

Bana göre daha kuvvetli görüş birinci tefsirdir. Mücahid: "Cumartesi (gününe hürmet) sadece bu hususta ihtilaf edenlere (Yahudilere) farz kılındı." ayeti hakkında şöyle demiştir: "Onlar bu güne tabi oldular ve cuma'yı terket-tiler." "Bu hususta ihtilaf edenler" den murad cuma gününde ihtilaf edenler, peygamberleri Hz. Musa ve Hz. İsa'ya karşı ihtilaf edenler demektir.

Yahudiler Hz. İsa (a.s.) gönderilene kadar cumartesi gününe hürmet ve bu günü ta'zim etme esasına sarıldılar.

Rivayete göre: Hz. İsa onları Pazar gününe saygı göstermeye çağırdı. Bir başka rivayete göre: Hz. İsa da cumartesi gününe ta'zim etmeye devam etti. Fakat O'ndan sonra gelen Kostantin zamanındaki hristiyanlara Kudüs'ten vaz­geçerek ibadetlerini doğuya doğru yapmaya başladılar ve Yahudilere muhalefet ederek cumartesi yerine pazar gününe ta'zim etmeye başladılar. [57]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

1- Hz. İbrahim (a.s.)'in şerefli ve yüce dokuz sıfatla tavsif edilmesi ona uy­mayı gerekli kılmaktadır. Bundan maksat Arap müşriklerini insanları Allah'ın birliğine, şirki reddetmeye ve ilâhî hükümlere davet eden Hz. İbrahim'in dinine davet etmektedir. Zira Hz. İbrahim (a.s.) onların iftihar ettikleri, güzel yolunu takdir ettikleri ve kendisine uyulmasını kabul ettikleri babaları olup iz­zetlerinin, şereflerinin sebebi olan Beytullah'ı inşa eden de o idi.

2- Peygamberimiz (s.a.) şeriatının inanç esaslarında ve Allah'ın birliğine davet etmek gibi temel esaslarda Hz İbrahim'e uymakla emrolunmuştur.

Peygamberimiz (s.a.) ahkam noktasında olmasa bile Şeriatın akîde esas­larında, Allah'ın birliğine ve güzel ahlâk ile ahlaklanmaya davet hususunda Hz. İbrahim (a.s.)'m dinine uymakla emrolundu. Bunun delil: "Ey ümmetler biz sizin her biriniz için bir şeriat ve yol tayin ettik." (Maide, 5/48).

3- Ayet (Nahl, 16/123) efdal olan kişinin fazilette daha düşük mertebede olan kimseye uymasının caiz olduğuna delil vardır. Çünkü Peygamberimiz (s.a.) bütün peygamberlerin en üstünüdür. Buna rağmen onlara uymakla em­rolunmuştur. Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Onların doğru yoluna uy." (En'am, 6/90). Burada ise şöyle buyurulmaktadır: "Sonra sana İbrahim'in dinine tabi ol diye vahyettik." (Nahl, 16/123).

4- Hz. İbrahim (a.s.)'ın ne şeriatında, ne de dininde cumartesi gününe tazim emri yoktu. Cumartesi gününe tazim edilmesi emri Yahudilere bu konu­da ihtilafa düştükleri için o gün çalışmama ve geçim hususunda, refahı terket-me konusunda şiddetli bir imtihan olmuştur.

5- Allah sadece ibadet için ayrılan bir gün tayin etmemiş, sadece haftanın bir gününün tazim edilmesini emretmiştir. Bunun üzerine Yahudiler cumartesi gününü tayin ettiler. Çünkü Allah o gün yaratmayı tamamlamıştı. Hristiyan-lar'da pazar gününü tayin ettiler. Zira Allah o gün yaratmaya başlamıştı. Hep­si ictihadlannm vardığı nokta ile mecbur tutuldular.

Cenab-ı Hak ümmeti içtihada havale etmeden kendi tarafından bir lütuf ve nimet olarak bu ümmet için de cuma gününü tayin etti. Böylece ümmetlerin en hayırlısı "Muhammed (s.a.) ümmeti" oldu.

Buhari ve Müslim'in Sahih lerinde yeralan -Buharî'nin ifadesine göre-Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuşlardır:

"Biz sonuncular kıyamet gününde öncüleriz. Ancak diğer ümmetler bizden önce ilâhî kitaba nail oldular. Sonra Allah'ın hürmet etmelerini farz kıldığı gün hususunda ihtilafa düştüler. Allah da bu hususta bize hak yolu gösterdi. Bu konuda insanlar bize tabi olacaklar. Kıyamet günü önce bizim hesabımız görülecek ertesi gün Yahudilerin, daha sonraki gün de Hristiyanların hesabı görülecektir."

Müslim'in Ebu Hureyre ve Huzeyfe (r.a.)'den rivayet ettikleri hadis-i şerifin lafzı şöyledir: "Allah bizden öncekileri cuma günü hususunda saptırdı. Yahudiler için cumartesi günü Hristiyanlar için pazar günü mübarek sayıldı. Daha sonra Allah bizi -bu ümmeti- dünyaya getirdi. JBize cuma gününü mübarek gün olarak gösterdi. Dolayısıyla cuma, cumartesi ve pazar günleri bu üç ümmet için mübarek günler oldu. Aynı şekilde onlar kıyamet günü bize tabi olacaklar. Biz dünya ehli içinde sonuncularız (en son ümmetiz) Kıyamet günü ise ilkleriz. Kıyamet günü haklarında en önce hüküm verilen hesabı ilk önce görülen ümmet biz olacağız."

6-  "Cumartesi" ayetinden maksat şudur: Peygamberimiz (a.s.) Hakka tabi olmakla emrolundu. Cenab-ı Hak ümmeti bu hususta ihtilaf etmekten sakın­dırdı. Aksi takdirde Yahudilere şiddetli davranıldığı gibi Muhammed (s.a.) üm­metine de böyle davranılır. [58]

 

Dine Davet Etmenin Esasları, Misliyle Ceza Verme Esası, Musibetlere Karşı Sabretme

 

125- Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et. Onlarla en güzel şekil­de mücadele et. Şüphesiz ki Rabbin yolundan sapanları da çok iyi bilir, doğru yolda yürüyenleri de çok iyi bilir.

126- Ceza verdiğiniz zaman size "verilen cezanın aynıyla karşılık verin. Yemin olsun ki eğer sabrederseniz bu sab­redenler için daha hayırlıdır.

127- (Ey peygamber!) Sabret. Senin sab­retmen ancak Allah'ın lutfuyladır. On­lardan dolayı üzülme. Kurdukları tuzaklar sebebiyle darlığa düşme.

128- Şüphesiz ki Allah kendisinden kor­kanlarla ve iyilikte bulunan kimselerle beraberdir.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ey Muhammed! insanları "Rabbinin yoluna" Allah'ın dinine "hikmetle" hikmetli sözle, hakkı açıklayan şüpheyi ortadan kaldıran delille "ve güzel öğüt­le" nasihatle faydalı ibretlerle ve nazik sözle "davet et."

Beyzavî diyor ki: Birincisi -yani hikmet- hakikatleri talep eden ümmetin özel-seçkin kesimini davet etmek içindir. İkincisi -yani nasihatler- halkı davet içindir.

"Onlarla en güzel şekilde mücadele et." Onların inatçı olanlarıyla mücadele yollarından nezaket, yumuşaklık gibi en güzel yolla ve en kolay şekli, en sağlam delili ve en bilinen öncülleri tercih ederek mücadele et. Çünkü bu onların heyecanlarını teskin etmek ve karışıklık çıkarma arzularını açığa vur­mak hususunda daha faydalıdır.

"Şüphesiz ki Rabbin yolundan sapanları da çok iyi bilir, doğru yolda yürüyenleri de çok iyi bilir." Yani senin üzerine düşen tebliğ etmek ve davet et­mektir. Hidayetin ve dalâletin meydana gelişi ve bunlara verilecek ceza sana ait değildir. Sapıkları ve hidayette olanları en iyi bilen Allah'tır. Onları cezalandıracak veya mükâfatlandıracak olan da O'dur.

"Ceza verirken size verilenin aynı ile karşılık verin." Burada kendisi lehine kısas yapılan kişinin suçludan benzeri cezayı talep etme hakkının olduğuna delil vardır. Yoksa onun cezalandırma hakkı yoktur. "Ceza verdiğiniz zaman' ifadesinde tariz yoluyla affa teşvik vardır. "Eğer sabrederseniz bu sabr edenler için daha- hayırlıdır." ifadesinde ise açıkça af teşvik edilmektedir. Yani sabr in­tikamdan daha hayırlıdır. Sabır baştanbaşa hayırdır.

"Sabret! Sabretmen ancak Allah'ın lutfuyladır." Yani Ey MuhammedîSab-ret! Senin sabretmen ancak Allah'ın muvaffak kılması ve sebat ihsan etmesiy-ledir. Bu Rasulullah (s.a.)'a verilen açık bir emirdir. Çünkü insanlar arasında Allah'ı en fazla bilen ve Allah'a en çok güvenen biri olması sebebiyle bu derec­eye en layık olan odur. "Onlardan dolayı üzülme." Kâfirlerin iman etmelerini şiddetle arzu ettiğin için kâfirler iman etmiyorlar diye üzülme. Yahut Uhud günü müminlerin başına gelenler sebebiyle müminler için üzülme. "Kurdukları tuzaklar sebebiyle darlığa düşme." Onlardan sadır olan hile ve tuzaklar sebebiyle daralma. Yani onların tuzaklarına aldırma. Onlara karşı sana ben yardım edeceğim.

"Şüphesiz ki Allah" küfür ve masiyetlerden "sakınan" kendisinden korkan, ve iyilikte bulunan" itaat, sabır gibi amellerinde "kimselerle" onlara yardım et­mek, destek olmak, sahip çıkmak ve lütufta bulunmak vesilesiyle "beraberdir." [59]

 

Nüzul Sebebi

 

126. ayetin nüzulü ile ilgili olarak Hakim, Beyhakî Delâil kitabında ve Bezzar Afüsnedinde Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ediyorlar ki: Peygamberimiz (s.a.) amcası Hz. Hamza şehid olduğu ve tanınmayacak bir şekilde kulağı, bur­nu vs. azalarının kesildiği (müsle yapıldığı) zaman onun başında ayakta dur­muş:

- Yemin olsun ki, senin yerine onlardan yetmiş kişiye böyle müsle yapacağım, demişti. Henüz peygamberimiz (s.a.) ayakta iken Cebrail, Nahl Suresi'nin son ayetlerini indirmişti: "Ceza verirken size verilen cezanın aynıyla karşılık verin.." (Nahl, 16/126-128) Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) bu ar­zusundan vazgeçmiş, bu isteğini yerine getirmemişti.

Tirmizî'nin "hasendir" diyerek, ayrıca Hakim'in Mustedrekin.de Übeyy b. Ka'b'dan rivayet ettiği bir hadis-i şerifte anlatılıyor ki: Uhud savaşı yapıldığın­da Ensardan 64, muhacirlerden içlerinde Hz. Hamza'nın da bulunduğu 6 kişi) şehid olmuştu. Hz. Hamza'ya müsle yapılmıştı. Ensar:

-Biz de birgün onları mağlup edersek, mutlaka onlara bu muameleyi yapacağız, dediler.

Mekke feth olunca, Allah şu ayeti indirdi. "Ceza verirken size verilen cezanın aynıyla karşılık verin."

Suyûtî diyor ki: Bu ifadenin zahirinden bu surenin nüzulünün Mekke fet­hine kadar geciktiği anlaşılmaktadır. Önceki hadiste ise bu surenin Uhud'da indirildiği söz konusudur. İbnü'l-Hısar bu surenin önce Mekke'de nazil olduğu, ikinci olarak Uhud'da ve Allah tarafından bir hatırlatma olarak üçüncü olarak Fetih günü indirildiği şeklinde bu rivayetleri cem'etti.

Özetle: Bu ayet müfessirlerin çoğunluğunun görüşüne göre Medine'de inen ayetlerden olup, Uhud günü Hz. Hamza'ya "müsle" konusunda nazil oldu. Bu rivayet Buharî'nin Sahihinde Kitabu's-Siyer'de yer almaktadır. [60]

 

Bu Ayetlerin Fazileti:

 

Herim b. Hıbban'a hayatının son demlerinde

- Vasiyyet et, denildi. Herim

- Vasiyet mal sebebiyle olur, benim de malım yok. Ben size Nahl Sûre-si'nin son ayetlerini tavsiye ediyorum, dedi. [61]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allahu Teala, Hz. Muhammed (s.a.)'e Hz. İbrahim'e tabi olmasını emret­tikten sonra ona uymayı emrettiği hususu beyan etti. Bu husus insanları dine şu üç yoldan biriyle davet etmektir:

- Hikmet.

- Güzel öğüt.

- En güzel yolla mücadele.

Allah'ın dinine ve şeriatına davet yumuşaklıkla olacaktır. Bu da davet olu­nan kimseye hikmeti duyurmaktır. Hikmet ise gönle en güzel şekilde yerleşen doğru ve mantığa yakın sözdür.

Bu ayetlerde davet edilen ve öğüt verilen kişi sonra kendisiyle mücadele edilen kişi ve nihayet fiilinin karşılığı verilen kişi şeklinde tedriç gözetildiği için bu ayet bundan önceki ayetlerle güzel bir şekilde münasebet halindedir.

Allahu Teala daha sonra adalet ve insafa riayet edilmesini, kısasın misliy­le yapılmasını emretti. Allahu Teala sonra da meşakkatlere ve musibetlere karşı sabretmeyi emretti. Sabır Allah'ın tevfiki ve yardımıyla olup huzurun anahtarıdır. [62]

 

Açıklaması

 

Allah'ın dinine ve birliğine davet etmek yahut bunun bildirilmesi, bilin­mesi zaruri olan bir husustur. Bunun için bu peygamberin asıl görevi olmuş, Allah Rasulüne (s.a.) insanları Allah'a hikmetle davet etmeyi emretmiş: "Rab-binin yoluna hikmetle... davet et." buyurmuştur.

Ey Rasul! İnsanları Rabbinin şeriatına -İslâm'a hikmetle- yani muhkem sözler ve güzel öğütle -yani ibretler ve onların gönüllerinde tesir bırakacak uyarılarla davet et. Allah Teala'mn azabından sakınmaları için onları bunlarla hatırlat.

"Onlarla en güzel şekilde mücadele et." Yani onlara karşı başkalarından daha güzel bir metodla karşı dur. Bunlardan münazara ve mücadeleye ihtiyaç duyan kimse yumuşaklık, nezaket ve güzel hitapla güzel bir şekilde davransın. Kötü söz söyleyen kimseleri affet. Onlara hitap ederken yumuşak davran. Kötülüğü iyilikle karşıla. Mücadelede sesi yükseltmeksizin ve hasma küfret-meksizin ya da eziyet etmeksizin hakka vasıl olma maksadı taşı. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Zulmeden kimseler müstesna Ehl-i Kitapla en güzel şekilde mücadele edin." (Ankebut, 29/46).

Bu Peygamberimiz (s.a.)'e yumuşaklık ve nazik hitapla davet etmesi emri idi. Nitekim Hz. Musa ile Hz. Harun Firavuna gönderildikleri zaman da şu ayette olduğu gibi yumuşak davranmakla emrolunmuşlardı: "İkiniz Firavuna yumuşak söz söyleyin. Olur ki nasihat dinler yahut Allah'tan korkar." (Ta-Ha, 20/44) Her davetçiye düşen davetinde bu ilâhî emre uymaktır.

"Hiç şüphesiz Rabbin yolundan sapan kimseleri en iyi bilendir." Yani Allah onlardan bedbaht ve mes'ud olanları, hak yolundan sapanları ve hak yolu bulanları gayet iyi bilmektedir. Allah kıyamet gününde sapıklıkları ve hidayet­lerine göre onlara yaptıklarının karşılığını verecektir. Amellerinin karşılığını vermek ne sana -Ya Muhammed- ne de başkalarına ait değil, O'nadır. Onlara hidayet vermek sana ait değildir. Sana düşen sadece tebliğ etmek, hesap gör­mek ise bize aittir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki sen sevdiğini doğ­ru yola iletemezsin. Fakat Allah dilediğini doğru yola iletir." (Kasas, 28/56) "Onlara hidayet vermek sana ait değildir. Fakat Allah dilediğine hidayet verir." (Bakara, 2/272) Ayet hem vaad hem de vaîd ihtiva etmektedir:

Peygamberimiz (s.a.)'in davetteki yumuşaklık örneklerinden biri Ebu Ümame'nin rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir: Bir delikanlı Peygamberimiz (s.a.) e gelerek

-Ey Allah'ın Peygamberi! Bana zina etmek hususunda izin verir misin? dedi. İnsanlar ona bağırdı. Peygamberimiz (s.a.):

-O halde bunu yaklaştırın, buyurdu. Genç yaklaştı ve Peygamberimiz (s.a.)'in önüne oturdu. Gence:

-Bunun annene yapılmasını ister misin? dedi. Genç:

-Hayır, Allah bizi sana feda eylesin, dedi. Peygamberimiz:

-İnsanlar da annesine böyle yapılmasını istemezler buyurdu. Sonra gence:

-Bunun kızkardeşine yapılmasını ister misin? dedi. Genç:

-Hayır, Allah beni sana feda eylesin, dedi. Peygamberimiz:

-İnsanlar da kızkardeşlerine böyle yapılmasını istemezler, buyurdu.

Bundan sonra Peygamberimiz (s.a.) elini gencin göğsüne koydu ve "Al­lah'ım! Onun kalbini, temizle günahını affet. İffetini koru" diye dua etti. Artık zina o genç için en kötü şey olmuştu.

Allah Teala davet ve hitapta güzellikle davranmayı emrettikten sonra ceza verirken adalet ve insaflı davranmayı, hakkı alırken misilleme yapmayı emret­ti. Zira davet başkalarını kızdırmaya, onların öldürmeye, vurmaya veya küfretmeye teşebbüs etmelerine sebep olabilir. Bunun için Cenab-ı Hak "Ceza verir­ken size verilen cezanın aynıyla karşılık verin" buyurdu.

Yani ey müminler bir günahkârı cezalandırmak istediğiniz zaman ona günahının misliyle ve hiçbir ilave yapmadan haddi de aşmadan ceza verin. Biz­den bir adam bir şey alırsa siz onun aldığı kadar alın. Çünkü fazlası zulümdür. Zulmü ise Allah sevmez ve zulümden razı olmaz.

"Ceza verildiği zaman" ifadesinde Allah "müşakele" yoluyla bunu ikab (ceza) olarak adlandırdı. Zira ikabın (cezanın) aslı bir fiile karşılık vermektir. Fiil işin başında ikab (ceza) değildir.

Cenab-ı Hak daha sonra cezayı kaldırmaya ve aynıyla karşılık vermekten daha yüce bir tavır içinde olmaya davet etti ve şöyle buyurdu: "Eğer sabreder­seniz bu, sabredenler için daha hayırlıdır."

Yani aynıyla karşılık vermez, sabrederseniz kötülükten vazgeçerseniz ve size ulaşan zulme karşı sabredip Allah'tan ecir ve sevap beklerseniz Allah onun cezasını üstlenir. Sabretmek sabreden kimse için intikamdan daha hayır­lıdır. Zira Allah'ın intikamı daha şiddetlidir.

Cenab-ı Hak sabrın neticesini belirttikten sonra genel bir sıfat olarak sab­rı zikrederek şöyle buyurdu: "Sabret. Senin sabrın Allah'ın yardımıyladır." Yani davet yolunda sana isabet eden eziyetlere sabret. Senin sabrın sadece Al­lah'ın yardımı ve güzelce muvaffak kılması ve dilemesiyledir. Yani Allah Teala sabır meşakkatli olduğundan sabra yardımcı olacak şeyi zikretti. Sabır talep etmek ve sebatkârlık için Allah'a iltica etmeye teşvik etti.

"Sabret" ifadesi sabır emrini te'kid etmekte, ve buna ancak Allah'ın dilemesi ve yardımıyla ulaşabileceğini bildirmektedir. Bu aynı zamanda kav­minden gördüğü eziyete karşılık Peygamberimiz (s.a.)'e bir teselli ve onu seba­ta davet etmektir.

"Onlardan dolayı üzülme" Yani müşriklerin ve sana muhalefet eden her­kesin yüzçevirmelerinden dolayı endişelenme. Zira bunu Allah takdir etmiştir. Yahut Uhud şehidlerine üzülme. Üzüntü ve tasayı terketme, sabra yardımcı olan hususlardandır.

"Onların kurmakta oldukları tuzaklardan dolayı darlığa düşme." Onların hilelerinden ve senin için kurdukları planlardan dolayı gam ve gönül darlığı içinde ve sana karşı düşmanlığı hususunda aşırı gitmeleri ve senin hakkında kötülük, düşünmelerinden dolayı gam ve gönül darlığı içinde olma. Zira Allah sana yeter. O sana yardımcı ve destektir.

Yine Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Artık bundan sonra göğsünde bir sıkıntı olmasın." (A'raf, 7/2) "Şimdi sen (müşriklerin): 'Ona (gökten) bir hazine indirilseydi yahut beraberinde bir de melek gelseydi ya!demelerinden dolayı sana vahy edilenlerden bir kısmını bu yüzden daralarak hemen terk mi edecek­sin? Allah ise her şeye hakkıyla vekildir." (Hud, 11/12).

"Hiç şüphesiz ki Allah Takva sahipleriyle beraberdir." Allah haramları ter-keden masiyetlerden kaçınan müttekilerle onlara yardım, zafer ve destek vermek suretiyle beraberdir. Yina Allah farzlara riayet etmek, taata sarılmak ve hakları sahiplerine eda etmek suretiyle güzel amel işleyenlerle beraberdir. Sabr: takva ve ihsan sıfatlarındandır. "Takva sahibi olanlar" yani haramları terkedenler "iyi amel işleyenler" ibadet ve taat işleyenler demektir.

Bu özel bir beraberliktir. Bununla yardım, te'yid ve hidayet murad edilir. Bu aynen şu ayetler gibidir:

"Hani Rabbin meleklere: Şüphesiz ki ben sizinle beraberim. Haydi siz iman edenlere (mücahidlere) sebat ilham edin diye vahyediyordu." (Enfal, 8/12).

Yine Cenab-ı Hakkın Hz. Musa ile Hz. Harun'a emri şu şekildedir: "Kork­mayın. Ben sizinle beraberim duyuyor ve görüyorum." (Taha, 20/46).

Peygamberimiz (s.a.)'in mağarada iken Hz. Ebubekir'e "Üzülme, hiç şüp­hesiz Allah bizimle beraberdir" (Tevbe, 9/40) demiştir.

Ayrıca duymak, görmek ve bilmek suretiyle genel bir beraberliktir. Bunun misali şu ayetlerdir: "Siz nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir. Allah yap­tıklarınızı görür." (Hadid, 57/3) "Onlar nerede olurlarsa olsunlar O onlarla beraberdir." (Mücadele, 58/7). [63]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetlerden şu hükümler çıkmaktadır:

1- İnsanları Allah'ın dinine davet eden kimse şu üç yoldan birine uy­malıdır. Bunlar hikmet, güzel öğüt ve güzel bir yolla mücadele etmektir.

Yine davetçi hak yolunda cesur olmalı, gevşememelidir. Doğru sözde azim­li olup zaaf göstermemelidir. İhlâslı olup dâvasında fedakâr olmalıdır. Dün­yanın geçici metaı ve ziyneti mukabilinde dâvasını satmamak, insanların elin­de bulunan şeylere özenmemen ve davetinde sebetkâr olmalıdır.

Kureyşliler Peygamberimiz (s.a.)'in amcası Ebu Talib'e geldiler ve ona Muhammed (s.a.)'in dilediği kadar mallarından almalarını ve hu daveti terket-melerini arzettiler. Ebu Talib, Peygamberimiz (s.a.)'e bu durumu zikredince Efendimiz (s.a.) ağladı ve:

"Ey amca! Allah'a yemin olsun ki bu dâvayı terketmem için güneşi sağ elime ve ayı sol elime koysalar ben bu davayı yine de terketmem. Sonunda ya Allah bunu hakim kılacak ya da ben bu yolda helak olacağım.

2- Hidayetin meydana gelişi davetçinin elinde değildi: Allah Teala sapık­ları da gayet iyi bilir, hidayete lâyık olanları da...

3- Ceza hiçbir ilâve olmaksızın misliyle olur. Zulme uğrayan kimse zalim­den hakkının fazlasını almaktan nehyedilmiştir.

Bir kimsenin malını almak suretiyle ona zulmeden, sonra da bir vesileyle kendi malını ona teslim eden kimse hakkında âlimler, "Haksız yere malını al­dığı kimsenin kendi malı kadar o zulmeden kişinin malından alması caiz midir, değil midir? hususunda ihtilaf etmişlerdir.

Bir gurup âlim: "Ceza verirken size verilen cezanın aynıyla karşılık verin." ayetiyle ve lafzının umumî oluşuyla delil getirerek buna hakkı vardır demişler­dir.

İmam Malik ve onunla birlikte bir gurup âlim bu onun için caiz olamaz demişlerdir. Delilleri Darakutnî'nin rivayet ettiği Peygamberimiz (s.a.)'in şu hadis-i şerifidir: "Emaneti sana teslim edene ver. Sana ihanet edene sen ihanet etme."

İbni İshak'ın Müsnedinde bu hadis arkadaşının hanımıyla zina eden ve sonra da kendi hanımını arkadaşının yanında emanet bırakan adam hakkında varid olmuştu. Bu zinakâr adamın arkadaşı Peygamberimiz (s.a.)'e gelip bu konuda onunla istişare etmiş, Efendimiz (a.s.) "Emaneti sana teslim edene ay­nen ver. Sana ihanet edene sen ihanet etme" buyurdu.

4- "Size verilen cezanın aynısıyla..." ayeti kısasla misillemenin caiz ol­duğuna delâlet etmektedir. Kim bir demirle öldürülmüşse katile onunla kısas yapılır, kim taşla öldürülmüşse katile taşla kısas yapılır. Vacip olan sınır tecavüz edilmez.

5- Cenab-ı Hak bu ayetteki eziyeti ceza olarak adlandırdı. Halbuki hakikî ceza ikincisidir. Ancak lafızların eşit olması ve sözün başıyla uyum sağlanması için "müşakele" yoluyla aynı ifade kullanılmıştır. Birincisi (akabtüm) mecaz ikincisi (ûkibtüm) ise hakikattir.

Bu ifade şu ayetlerin aksidir: "Onlar hile yaptılar Allah da onların hilelerinin cezasını verdi." (Âl-i İmran, 3/54) "Allah onlara alay etmelerinin cezasını verir." (Bakara, 2/15) Zira Allah tarafından olan (mekr) ve (istihza) fiili -İbni Atıyye'nin dediği gibi- mecazdır. Birincisi hakikattir.

6- Sabırla süslenmek bir fazilet olup Allah bununla emretmiştir, ibni Zeyd "Sabret. Senin sabretmen sadece Allah'ın yardımıyladır" ayeti hakkında: Bu ayet kıtal ayetiyle neshedilmiştir, demektedir. Fakat âlimlerin cumhuru bu ayetin muhkem olduğu görüşündedirler. Yani affetmek suretiyle onlara verilen müsle (tanınmayacak şekilde cesede eziyet) cezası gibi bir cezalandırmaktan vazgeçip sabret demektir.

7- Allah, hayasızlıkları ve masiyetleri terkeden muttaki kullarının yar­dımcısı, destekleyicisidir. O aynı zamanda ibadet ve taatleri işleyen muhsin iyiliksever kullarının da yardımcısıdır. [64]

 

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/299.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/299.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/401.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/401-402.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/402.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/402-403.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/403-404.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/404-406.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/407-408.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/408-409.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/409-412.

[12] Zi'boğulları'nın kâhini olup cahiliyet devrinde kâhinlik ile uğraşırdı. İsmi Rabi' b. Rabîa'dır.

[13] Kurtubî, X/164.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/412-413.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/415.

[16] el-Bahrul-Muhit, V/529.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/415-418.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/418.

[19] İbni Kesir, 11/582.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/418-425.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/425-428.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/429.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/429.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/429-430.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/430.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/431-432.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/432-433.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/433.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/433-434.

[30] Kurtubî diyor ki: Hepsi ihtimal dahilindedir. Zira Peygamberimiz (s.a.) bu kimselere Al­lah'ın kendisine öğrettiklerini bildirmek için çeşitli vakitlerde bunlarla oturur, konuşur­du.

[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/434-437.

[32] Kurtubî, X/176.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/437-439.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/440-441.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/441-442.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/442-443.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/443-444.

[38] Zemahşerî, 11/219; İbni Kesir, 11/588, Kurtubî; X/188.

[39] Razî,XX/122.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/445-449.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/450.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/450-451.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/451.

[44] Şairlerden biri bu üç unsurun hayat için önemine işaretle şöyle demiştir: Üç şey vardır ki muhtacız her an: Huzur, sağlık ve yeterli imkân.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/451-452.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/452.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/453.

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/453-454.

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/454.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/454-457.

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/457-458.

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/459.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/459-461.

[54] Razî, XX/127.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/461.

[55] Razî, XX/127.

[56] Zemahşerî, 11/221.

[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/461-464.

[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/464-465.

[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/466-467.

[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/467-468.

[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/468.

[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/468.

[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/468-471.

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/471-472.