Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla
Bu surenin, iki
ayetinde (68 ve 69. ayetlerinde) Allah'ın çiçek ve meyvelerden insanlar için
kendisinden şifa bulunan balı meydana getirmeyi ilham ettiği Nahl (Arı)
Kıssası'nı ihtiva etmesi sebebiyle, bu sureye Nahl Suresi ismi verilmiştir.
Bu bal yapma olayı
Yüce Allah'ın sanatının hayret verici oluşunda ince ince tefekkür edip
düşünmeye ve bu sanat ile Allah Tealâ'nm varlığına delil getirmeye teşvik eden
gayet hayret verici bir olaydır.
Yine
bu surede Allah'ın kullarına verdiği pek çok nimetler bir bir sayıldığı için bu
sureye "sûretü'n-niam; nimetler suresi" adı da verilmiştir/1^
[1]
Hıcr Suresinin sonu
ile bu surenin ilk ayetleri son derece irtibat halindedir. Çünkü önceki
surenin sonundaki "Rabbine yemin olsun ki onların hepsini sorguya
çekeceğiz." (Hıcr, 15/92) ayeti Kıyamet gününde insanların mahşerde
toplanacaklarını ve dünyada yaptıklarından sorguya çekileceklerini ispat etmektedir.
Yine aynı şekilde: "Ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et" (Hıcr,
15/99) ayeti ölümü zikretmektedir.
Bu iki ayetin (Hıcr:
92 ve 99) bu surenin başındaki "Allah'ın emri gelmiştir." (Nahl, 1)
ayetiyle münasebeti gayet açıktır. Ancak bu ifade Hıcr Suresinde fiil-i müzari
yetike ile, burada fiil-i mazi etâ lafzıyla gelmiştir. Buradaki mazi (geçmiş
zaman) fiili yakında olması ve gerçekleşeceği beklense bile gelecekte olacak
hükmündedir.
Ayrıca bu sure İbrahim
Suresi ile de irtibat halindedir. Çünkü Cenab-ı Hak orada ölünün fitnesini ve
onun başına gelecek sebat ve saptırmayı zikretti. Burada ise "Meleklerin
ruhlarını teslim aldığı insanları" (Nahl, 28,32) ve bundan sonra meydana
gelecek nimet ve azabı anlattı.
Yine İbrahim Suresinde
nimetler belirtilip ardından "Allah'ın nimetlerini say sanız
bitiremezsiniz." (Nahl, 34) ayeti zikredildi. Burada da (18. ayette) aynı
ifade kullanılmış, muhtelif nimetlerin çeşitleri zikredilmiştir.
[2]
Bu sure inanç esasları
olan: Ulûhiyet, Vahdaniyet, (Bas) öldükten sonra dirilme, (Haşr) Mahşer yerinde
toplanma ve (Neşr) amel defterlerinin dağıtılması konularını ihtiva
etmektedir.
Haşr ve Ba'sı ispat
etmeye Kıyametin yaklaşması ile başladı. Bunu, kesinlikle meydana geleceğine
ve gerçekleşeceğine delâlet eden mazi sigasıyla ifade etti. Aynen şu ayetler
gibi: "İnsanların hesaba çekilme zamanı yaklaştı. Fakat onlar hâlâ
gaflettedirler, aldırmıyorlar. (Enbiya, 21/21) "Kıyamet yaklaştı, ay
yarıldı." (Kamer, 54/1) Bütün bunlar Allah Tealâ'nın mazi ve müstakbel
sigasıyla haberleri aynıdır. Çünkü hiç şüphesiz meydana gelecektir.
Bundan sonra sure
müşriklerin öldükten sonra dirilmeyi inkâr ettikleri gibi aynı şekilde inkâr
ettikleri vahyin gerçek olduğunu ispat etti. Müşriklerin, Rasulullah (s.a.)'ın
kendilerini tehdit ettiği azabın derhal gelmesini istediklerini zikretti.
Sure daha sonra bu
kâinatta bulunan ve Allah'ın birliğine delâlet eden göklerin ve yerin yaratılması,
göklerde bulunan, ovalar, vadiler, sular, nehirler, bitkiler, hayvanlar,
balıklar, denizden çıkarılan inciler, denizde seyreden gemiler ve aşılama
vasıtası olan ve gemileri yürüten rüzgârların meydana getirilmesi gibi ilâhî
kudretinin delillerini anlattı.
Sure yağmurun, ehlî
hayvanların faydalarını, hurma ve üzüm meyvelerini, arının görevini, insanın
yaratılış ve vefat edişini, insanların rızık hususunda farklı oluşlarını,
kuşların uçuşlarını, evlerin hazırlanması gibi hususlarda ince ince düşünmeye
davet etti.
Sure Allah'ın peşpeşe
verdiği pekçok nimetleri açıkladı. İnsanlara bu nimetlere nankörlük yapmamn ve
nimetlere karşı şükür vazifesini yerine getirmemenin neticesini hatırlattı.
Cehennem tabakalarının orada ebedî kalacak kâfirler için hazırlandığını, Adn
Cennetlerinin de dünyada güzel amel işleyen takva sahipleri için hazırlandığını
hatırlattı. Allah Tealâ'nın her ümmete peygamber göndermek suretiyle yaptığı
lütuflannı açıkladı. Peygamberlerin tek görevlerinin sadece Allah'a kulluğu ve
taguttan kaçınmayı emretmek olduğunu bildirdi.
Sure peygamberlerin
kıyamet âleminde pek önemli bir görevlerinin bulunduğunu ifade etti: Bu görev,
Allah dinine hak davetin kendilerine tebliğ edildiğine dair önceki ümmetlerin
huzurunda şahitlik etmek görevidir. Ayrıca kâfirlere konuşmak için izin
verilmemesi, mazeretlerinin kabul edilmemesi anlatıldı.
Bundan sonra Cenab-ı
Hak Kur'an-ı Kerim'deki en manalı ayeti zikretti: "Şüphesiz ki Allah
adaletli olmayı, iyilikte bulunmayı ve akrabalara yardım etmeyi emreder..."
(Nahl, 90).
Bunun ardından da
ahidlere ve vaadlere karşı vefakâr olmayı, bunları bozmanın haram olduğunu,
ahid ve vaadlerin şartlarına ve bendlerine saygı gösterilmesini, ahid ve
misaklarda yer alan yeminlerin aldatma ve hileye vesile olmamasını belirtti.
Cenab-ı Hak daha sonra
Kur'an tilâvetine başlarken Allah'ın rahmetinden kovulan şeytandan Allah'a
sığınmayı emretti. Takva sahibi olan ve Rablerine tevekkül eden müminlere
şeytanın nüfuz ve tesirinin bulunmadığını, onun müşrikler üzerinde nüfuzu olduğunu
açıkça beyan etti.
301-400
eksik
80- Allah evlerinizi
sizin için huzur ve oturma yeri kıldı. Sizin için hayvanların derilerinden
gerek yolculuk zamanı, gerekse yolculuk yapmadığınız zamanda kolayca
taşıyabileceğiniz evler (çadırlar) yapma imkânı verdi. Size bu hayvanların
yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından eşya ve belirli bir zamana kadar
kullanılan ticaret malları yaptı.
81- Allah yarattığı
şeylerden sizin için gölgeler yaptı. Dağlarda sizin için barınaklar yarattı.
Güneşin sıcağından sizi koruyacak elbiseler yarattı. Düşmanlarınızın
saldırılarından sizi koruyacak zırhlar yarattı. Allah sizin üzerinizdeki
nimetini bu şekilde tamamlamaktadır. Umulur ki ona teslim olursunuz.
82- (Ey Peygamber) Eğer onlar yüz çevirirlerse
senin üzerine düşen sadece açık bir tebliğdir.
83- Onlar Allah'ın nimetini bilir, sonra da bu
nimeti inkâr ederler. Onların çoğu kâfirdirler.
'Yolculuk
zamanı", "yolculuk yapmadığınız zamanda" (Nahl, 16/80) kelimeleri
arasında ve "onlar Allah'ın nimetini bilirler" "sonra da bu
nimeti inkâr ederler" (Nahl, 16/83) kelimeleri arasında tezat vardır.
"Güneşin
sıcağından sizi koruyacak elbiseler" cümlesinde hazif suretiyle îcaz
yapılmıştır. Yani hem sıcak hem soğuktan koruyacak denilmek istenmiş, birincisi
ile iktifa edilmiştir.
[3]
"Allah evlerinizi
sizin için huzur ve oturma yeri kıldı. Sizin için hayvanların derilerinden
gerek yolculuk zamanı" (Za'n) ve (Zaan): Bâdiye halkının su ve otlak
aramak için yolculuk yapmasıdır, "ve gerekse yolculuk yapmadığınız zamanda
kolayca taşıyabileceğiniz evler" çadırlar "yapma imkânı verdi."
"Size bu
hayvanların" koyunların "yünlerinden" develerin
"yapağılarından" ve keçilerin "kıllarından eşya" yatak,
elbise v.b. ev eşyası "ve belirli bir zamana kadar kullanılan"
dayanıklılığı sebebiyle uzun bir müddet kalabilen yararlı, faydalı
"ticaret malları yaptı."
"Allah" ev,
ağaç, bulut gibi "yarattığı şeylerden sizin için gölgeler yaptı."
Zı-lâl: Zili kelimesinin çoğuludur. Güneşin sıcaklığından korunmak için bulut,
ağaç, dağ v.b. gölgelenebilecek şey demektir.
"Dağlarda sizin
için barınaklar yarattı." Eknan: Kinn kelimesinin çoğuludur. Bu da
dağdaki mağara, in, tünel, geçit gibi barınma gizlenme yerleridir.
"Güneşin sıcaklığından" ve aynı zamanda soğuktan "sizi koruyacak
elbiseler yarattı." Serâbil: Sirbal kelimesinin çoğuludur. Sirbal: Pamuk,
keten, yün v.b. maddelerden yapılan gömlektir. Serabîlül-Harb: Savaş elbiseleri
ve zırhlardır. Sirbal, giyilen her şey için kullanılan umumî bir ifadedir.
"Düşmanlarınızın
saldırılarından" yani vuruş ve darbelerinden "sizi koruyacak
elbiseler" yani zırhlar "yarattı" (Be's) aslında şiddet
demektir.
"Allah sizin
üzerinizdeki" dünyadaki "nimetini bu şekilde" yani muhtaç olduğunuz
şeyleri yaratmakla adıgeçen bu nimeti size vermekle "tamamlamaktadır.
Umulur ki siz," ey Mekkeliler ve onlara benzeyenler "O'na teslim
olursunuz" Allah'ı bir kabul edersiniz. Allah'ın nimetlerini düşünür,
O'na iman edersiniz ve O'nun hükmüne boyun eğersiniz.
[4]
"Onlar Allah'ın
nimetini biliyorlar" 83. ayetin indiriliş sebebi ile ilgili olarak, İbni
Ebî Hatim Mücahid'den naklediyor: Bir bedevî Peygamberimiz (s.a.) e gelip soru
sordu. Efendimiz (s.a.)
-"Allah
evlerinizi sizin için huzur ve oturma yeri kıldı" ayetini okudu. Bedevî:
-"Evet"
dedi. Peygamberimiz (s.a.)
-"Sizin için
hayvanların derilerinden gerek yolculuk zamanı, gerekse oturma zamanında
kolayca taşıyabileceğiniz çadırlar yapma imkânı verdi" ayetini okudu.
Bedevî:
-"Evet"
dedi. Sonra bu ayetin tamamını okudu. Bedevî daima: "Evet" diyordu.
Efendimiz (s.a.)
nihayet "Allah sizin üzerinizdeki nimetini bu şekilde tamamlamaktadır"
ayetini okudu. Bedevî dönüp gitti. Bunun üzerine Cenab-ı Hak:
"Onlar Allah 'm
nimetini bilirler ama sonra da bu nimeti inkâr ederler. Onların çoğu
kâfirdirler." (Nahl, 16/83) ayetini indirdi.
[5]
Bu ayetler, Allah'ın
Ademoğulları'na verdiği nimet ve lütufianndan, tevhidin delillerinden bir
başka demettir.
Allahu Teala insanları
yaratmak ve insanlar için ilim vasıtaları yaratmak gibi hususlarla lütufta
bulunduğunu bildirdikten sonra; insanlara hayatlarında yararlandıkları
-hayvanlar dışında- taş v.b. maddelerden bina ettikleri evler, hayvan
derilerinden veya kıldan yapılmış çadırlar, elbise, döşeme, ticaretini
yaptıkları ve kazancından geçimlerini temin ettikleri ticaret eşyaları, dağlardaki
kaleler, sığınaklar, sıcak ve soğuktan koruyan elbiseler, savaşta silâhlardan
koruyan zırhlar ye benzerleriyle yaptığı lütuftan zikretmiştir.
[6]
Bu Allah'ın
"evlerde barınma imkânı vermesi" şeklinde kullarına yaptığı bir başka
lütfudur.
"Allah evlerinizi
sizin için mesken yaptı" Evlerinizde barınır, gözlerden uzak yaşarsınız ve
çeşitli şekillerde yararlanırsınız.
Yine bilinen
hayvanların derilerinden yolculuk ve ikâmet anında kolayca taşıyabileceğiniz,
bir yerden bir yere nakledebileceğiniz çadırlar yapma imkânı verdi.
Koyunları yünlerinden,
develerin yapağılarından keçilerin kıllarından evlerinizde eşya olarak
kullanacağınız, giyim eşyası olarak kullanacağınız, döşeme ve örtü olarak
yararlanacağınız ev eşyaları yapma imkânı verdi. Yine bunlardan Allah ilminde
belirli olan bir vakte kadar ticaret malları olarak yararlanacağınız şeyler
yaptı. Çünkü bunlar elbise, döşeme v.b. şeyler için kullanıldığı gibi ticaret
malı olarak da kullanılır. Bütün bunlar geçmişte Arapların örfüne göredi; durum
bugün değişmiş olsa da...
Allah Teala'nın
nimetlerinden biri de ağaçlar dağlar vb. şeylerden güneşin şiddetli sıcağında
ve şiddetli esen rüzgarlarda gölgeleneceğiniz gölgelikler meydana
getirmesidir.
"Dağlarda sizin
için barınaklar..." kaleler, siperler, mağaralar, inler v.s. yarattı.
Buralarda düşmandan yahut güneşin hararetinden yahut soğuktan emin bir halde
yaşarsınız.
Güneşin sıcağından ve
soğuktan sizi koruyacak pamuk, keten, yün v.b maddelerden elbiseler yarattı.
Burada Arapların aşın güneş sıcaklığından korunma ihtiyacı sebebiyle sadece
güneş sıcaklığını zikretti. İnsanı sıcaktan koruyan elbiseler soğuktan da
korur.
"Düşmanlarınızın
saldırılarından sizi koruyacak zırhlar yarattı." Sizi savaşın
şiddetinden, kılıç mızrak darbelerinden atılan oklardan -ve bugün bombaların
şarapnel parçalarından- koruyacak zırhlar ve sığınaklar yarattı.
"Allah sizin
üzerinizdeki nimetini bu şekilde tamamlamaktadır." Yani böylece Allah
size kendisine itaat ve ibadette yardımcı olmak üzere işleriniz ve ihtiyaçlarınız
için istifade edeceğiniz nimetler vermektedir.-Yahut bu nimetleri tam manasıyla
verdiği gibi size din ve dünya nimetlerini, dünya ve ahiret nimetini tam
manasıyla vermektedir.
"Umulur ki O'na
teslim olursunuz" Ey Mekkelilerî.Umulur ki İslâm yuvasına girersiniz. Bir
olan Allah'a inanırsınız, şirki ve putlara tapmayı terkeder-siniz. Rabbinizin
Cennetine girersiniz. Onun azabından ve cezasından emin olursunuz.
"Eğer onlar yüz
çevirirlerse..." Yani bu açık ifadelerden, nimetlerin bir bir
sayılmasından yüz çevirirlerse senin hiçbir zararın yoktur, senin bundan hiçbir
sorumluluğun yoktur. Senin üzerine düşen sadece vazifeni izah eden, inanç
esaslarını, dinin maksatlarını ve Şeriatin sırlarını açıklayan Risaleti tebliğ
etmektir. Bunu da yerine getiriyorsun. Yani onlar yüz çevirirlerse sen onların
gönüllerinde imanı varedecek değilsin. Senin üzerine düşen sadece tebliğdir.
Bu yüzçevirmenin
sebebi de ayette belirtilen şu husustur: "Onlar Allah 'm nimetini bilirler
sonra da bu nimeti inkâr ederler..." Yani onlar kendilerine bu nimeti
verenin Allah Teala olduğunu, Onun bu nimetlerle kendilerine lütufta
bulunduğunu bilirler ama bununla beraber davranışlarıyla bunu inkâr ederler,
O'nunla birlikte başka varlıklara taparlar. Rızık ve yardımı Ondan başkasına
nisbet ederler: Bu nimetler, bu putların şefaatıyla meydana gelmiştir, derler.
Sadece O'na şükretmez, sadece O'na ibadet etmezler, bilakis Allah'tan başkasına
şükrederler.
"Onların çoğu
kâfirdirler" Yani onların çoğu inatçı ve inkarcıdırlar. Pek azı samimî
mümindirler.
"Onların
çoğu" ifadesini kullandı. Çünkü onların aralarında inatçı olmayıp sadece
Rasulullah (s.a.)'ın doğruluğunu ve Onun Allah tarafından gönderilmiş Hak
Peygamber olduğunu henüz anlamamış olanlar da vardır.
[7]
Bu ayetler, Allah'ın
insanlara verdiği nimetlerden bir kısmına işaret etmektedir:
Buradaki birinci ayet
(Nahl, 16/80) Allah'ın insanlara "evler" hakkında verdiği nimetleri
saymaktadır. Önce daimî ikâmet için bina edilen şehir evleri zikredilmiş, sonra
deriden, kıldan ve yünden yapılan bedevî ve çoban evleri (çadırlar)
zikredilmiştir.
Yine aynı ayette,
Allah'ın koyunların yünlerinden, develerin yapağılarından ve keçilerin
kıllarından faydalanılmasına izin verdiği yer almaktadır. Diğer bir ayette ise
bundan daha önemlisi olan bu hayvanların kesimine ve etlerinin yenilmesine
izin verildiği anlatılmıştır.
Burada pamuk ve keten
zikredilmemiştir. Çünkü bunlar bu ayetlerin ilk muhatapları olan Arapların
diyarında o zaman yoktu. Cenab-ı Hak sadece onlara verdiği nimetleri saydı.
Onlara sadece bildikleri ve alışageldikleri şeylerle hitap edildi.
Ayet, umumî ifadesiyle
yün, yapağı ve kıldan her durumda yararlanmanın caiz olduğuna delâlet
etmektedir. Hatta Malikîler ve Hanefiler şöyle demektedirler. Ölü hayvanın
yünü ve kılı temizdir. Her durumda bundan yararlanmak caizdir. Ancak buna
pislik bulaşabilir korkusuyla yıkanır.
Ümmü Seleme'nin Peygamberimiz
(s.a.)'den rivayet ettiği şu hadis-i şerif bunları te'yid etmektedir: "Ölü
hayvanın deri tabaklandığı zaman, yünü ve kılı yıkandığı zaman hiçbir mahzur
yoktur."
Yine Ahmed b. Hanbel,
Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî ve İbni Mace, İbni Ab-bas (r.a.)'dan şu hadis-i
şerifi nakletmektedirler: "Tabaklanmış olan her deri temizlenmiştir."
İmam Ebu Hanife buna
şunu ilâve etmektedir: "Boynuz, diş ve kemikler de kıl gibidir. Çünkü
bunlarda ruh yoktur. Hayvanın ölmesiyle pis olmazlar. Diğer imamlar ise bunlar
da et gibi -hayvanın ölmesi sebebiyle- pistir, demişlerdir.
Zührî ve Leys b. Sa'd
ise tabaklanmasa da bu hayvanların ölüsünün derisinden yararlanmayı caiz
görmüşlerdir. Çünkü Cenab-ı Hakkın "Hayvanlarım derilerinden"
şeklindeki ifadesi canlı-ölü her çeşit hayvan derisi hakkında umumî bir
ifadedir. Ancak âlimlerin çoğunluğu buna muhalefet etmişlerdir.
İmam Malik'in
mezhebinden anlaşılan şudur ki: Derinin tabaklanması ölü hayvan derisini
temizlemez. Ancak kuru eşya hakkında ondan istifade etmeyi mubah kılar. Üzerinde
namaz kılınmaz, içinde yemek yenmez. Medine, Hicaz ve Irak âlimlerinin
çoğunluğu "Tabaklanmış olan her deri temizlenmiştir" hadisine binaen
bunun mubah ve caiz olduğu görüşündedirler.
İmam Ahmed b. Hanbel
ise ölü hayvan derisinden istifade etmenin hiçbir şekilde caiz olmadığı
kanaatindedir. Çünkü bu ölü hayvan eti gibidir. İmam Ahmed Ebû Davud'un
Sünercindeki Abdullah b. Ukeym'in rivayet ettiği şu hadisi delil olarak
almıştır: "Ölü hayvanın etinden, derisinden ve sinirlerinden
yararlanmayın."
Ancak diğer imamlar
"Meymune'nin koyunu" hadisi sebebiyle İmam Ah-med'e muhalefet
etmişlerdir. Bu hadisi Ebu Davud ve Nesaî rivayet etmektedirler:
Efendimiz (s.a.)
Meymune'nin koyunu hakkında: -"Derisini akaydınız ya!." buyurdular.
Ashab: -"O ölü hayvan etidir." dediler. Efendimiz (s.a.) -"Su ve
tabaklamak onu temizler" buyurdu.
Malikîler'de meşhur
olan görüş: Domuz derisi bu hadise girmez. Umumî ifade onu içine almaz.
Şafiîlere, İmam Evzaî ve Ebu Sevr'e göre köpek derisi de böyledir. Yani
tabaklanmak suretiyle sadece eti yenen hayvanların derileri temizlenir. Köpek
ve diğer eti yenmeyen hayvanların derilerinden istifade edilmesi pek alışılmış
bir şey değildir. Bunların derileri tabaklanmak suretiyle temiz olmaz.
İkinci ayet (Nahl,
16/81) gölgenin bir nimet olduğuna delâlet etmektedir.
Ayet-i kerime ayrıca
(insanı soğuk ve sıcaktan koruyan) elbiselerin ve savaşta düşmandan koruyan
zırhların da nimet olduğuna delâlet etmektedir.
"Düşmanların
saldırılarından sizi koruyacak zırhlar..." ifadesinde Allah'ın kullarının
düşmanlarla savaşta istifâde etmeleri için cihad hazırlığı yapmalarının
gereğine delil vardır.
Ayetin sonundaki
"Allah sizin üzerinizdeki nimetini bu şekilde tamamlamaktadır"
ifadesi ise din, dünya ve ahiret nimetlerinin tam olarak verilmesiyle Allah'ın
nimet ve lütuflannm tamamlandığına delâlet vardır.
Bütün bu nimetler,
Allahu Tealâ'nın nimetlerine şükür olarak Allah'a itaat ve teslimiyete sebep
olması içindir.
Üçüncü ayet (Nahl,
16/82) Peygamberimiz (s.a.)'in asıl görevi olan tebliğ görevine işaret
etmektedir. Hidayete gelince o Allah'a aittir. İnsanlar inceleme, delillere
tabi olma ve imandan yüzçevirirlerse yüz çevirmelerinin sorumluluğu kendilerine
aittir.
Dördüncü ayet (Nahl,
16/83) kâfirlerin bu nimetlerin Allah tarafından geldiğini bildiklerini ancak
bunlara atalarından miras olarak aldıklarını yahut putların şefaat etmeleri
vasıtasıyla bu nimetlere sahip olduklarını söyleyerek bu nimetleri inkâr
etmektedirler.
Onlar Hz. Muhammed
(s.a.)'in peygamber olduğunu biliyor sonra da yalanlıyorlar. Sözleriyle
Allah'ın nimetlerini bildiklerini itiraf ediyorlar ama fiilleriyle inkâr
ediyorlar ve bu nimetleri Allah'ın rızasını kazanma yolunda kullanmıyorlar.
[8]
84- O gün her ümmetten
bir şahid göndeririz. Kâfirlere bundan sonra ne özür beyan etme izni verilir,
ne de onların pişmanlık talep etmeleri istenir.
85- Zalimler azabı gördükleri zaman, artık ne
onların azabı hafifletilir, ne de onlara mühlet verilir.
86- Allah'a ortak
koşanlar, ortaklarını görünce: Ey Rabbimiz! İşte bunlar seni bırakıp
yalvardıgımız ortaklarımızdır, derler. Ortakları da onlara: Siz hiç şüphesiz
yalancısınız, diye laf atarlar.
87- O gün (müşrikler) Allah'a teslim olurlar.
Uydurdukları şeyler de ortadan kaybolur.
88- İnkâr edenlere ve
Allah'ın yolundan alıkoyanlara bozgunculuk yapmaları sebebiyle azap üstüne
azabı artırırız.
89- O gün, her ümmetin içinden kendileri
hakkında bir şahid göndeririz. Seni de bunların üzerine şahit getiririz. Biz
sana bu kitabı her şeyi açıklayan hidayet rehberi, rahmet kaynağı ve
müslü-manlar için bir müjde olarak indirdik.
"O gün"
Kıyamet günü "her ümmetten" her nesilden "bir şahit
göndeririz." Bu o ümmetin Nebi'si olur, o ümmete iman ve küfür hususunda
lehte ve aleyhte şahitlik eder. "Kâfirlere bundan sonra ne" özür
beyan etmek için "izin verilir," Zira onların izin dilemeye hakkı
yoktur. Yani onlar izin isterler ama izin verilmez, "ne de onların
pişmanlık taleb etmeleri" Allah'ı razı kılacak şeye dönmeleri "istenir."
"Zalimler"
kâfirler "azabı" cehennem ateşini "gördükleri zaman, artık ne
onların azabı hafifletilir ne de onlara mühlet verilir." ne de azapları
ertelenir.
"Allah'a ortak
koşanlar ortaklarını" Şeytanlarını veya küfre teşvik etmek suretiyle
onlara küfürde ortak olanları, yahut yalvardıkları putları "görünce"
şöyle derler: "Ey Rabbimiz! İşte bunlar seni bırakıp da
yalvardığımız" kendilerine taptığımız yahut itaat ettiğimiz
"ortaklarımızdır, derler."
•Bu onların bu konuda
hatalı olduklarına dair bir itiraf yahut azaplarını paylaşmaları talebidir.
"Ortakları da
onlara: Siz hiç şüphesiz yalancısınız." diye laf atarlar." Yani böyle
dediler. Ortaklan müşriklere Allah'ın ortakları oldukları hususunda yalanlamak
suretiyle cevap verdiler. Yahut müşriklerin gerçekten kendilerine değil, ancak
nefsî arzularına taptıklarını söylediler. Nitekim bir ayette ortaklarını şöyle
diyecekleri anlatılır: "Zaten onlar (gerçekte) bize tapmıyorlar."
(Kasas, 28/63) "Onlar kesinlikle onların (müşriklerin) kendilerine
taptıklarını inkâr edeceklerdir." (Meryem, 19/82) Allah'ın putları bu
şekilde konuşturacak olması da imkânsız değildir.
Müşrikler dünyada
büyüklük taslamalarından sonra "O gün Allah'a" yani O'nun hükmüne
"teslim olurlar. Uydurdukları şeyler" Yani tanrılarının kendilerine
yardım edecekleri ve onlara şefaat edecekleri düşünceleri, tanrıları onları
yalanladığı ve onlardan beri olduklarını söyledikleri zaman o putlar
"ortadan kaybolur." batıl ve hükümsüz olur, bırakıp giderler.
"İnkâr edenlere
ve Allah'ın yolundan alıkoyanlara" yani insanları Allah'ın dininden;
İslâmdan, meneden ve küfre teşvik edenlere "bozgunculuk yapmaları"
insanların iman etmelerine engel olmaları "sebebiyle," verilecek
"azap üstüne" küfürleri sebebiyle lâyık oldukları "azap
artırırız."
"O gün her
ümmetin içinden kendileri hakkında bir şahid göndeririz." Bu şahit o
ümmetin peygamberi olur. Çünkü her ümmetin peygamberi o ümmetle birlikte
haşrolunur. "Seni de" Ey Muhammedi, "bunların" yani
kavminin yahut ümmetinin "üstüne şahit getiririz. Biz sana bu kitabı"
yani Kur'anı insanların Şeriatin emrinden muhtaç oldukları "her şeyi
açıklayan" dalaletten kurtaran "hidayet" rehberi,
"rahmet" kaynağı "ve müslümanlar için bir müjde" cennetle
müjdeleyici "olarak indirdik."
[9]
Cenab-ı Hak, Allah'ın
nimetlerini bilip de sonra da bu nimetleri inkâr eden müşriklerin durumunu
açıkladıktan ve onların çoğunun kâfir olduklarını açıkladıktan sonra bunun
ardından bir vaîd (tehdit vaadi) zikretti. Onların kıyamet günkü durumlarını
ve o gün meydana gelecek olan peygamberlerinin lehte ve aleyhte şahitlikleri,
azabın hafifletilmeyip kat kat artırılacağı, taptıkları putların kendilerinin
Allah'ın ortakları olduklarını söyleyen kâfirleri yalanlayacakları ve
kâfirlerin gerçekte kendilerine değil, nefsî arzularına taptıklarını
söyleyecekleri...şeklinde bazı sahneleri zikretti.
Bundan sonra Cenab-ı
Hak, günahlara engel olacak tehditlerden bir başka çeşidini zikretti. Her
ümmete bir şahit getirileceğini, Peygamberimiz (s.a.)'in de kendi ümmetine
şahid olacağını ve O'nun üstün meziyetlerinden birinin hidayet rehberi, rahmet
kaynağı ve müminlere Cennet'i müjdeleyen Kur'anın hükümlerini beyan etmek
olduğunu anlattı.
[10]
Allahu Teala,
müşriklerin Kıyamet günkü durumlarını ve hallerini haber vererek şöyle
buyuruyor:
"O gün her
ümmetten bir şahid göndeririz." Yani Ey Rasulüm! O müşriklere her
ümmetten bir şahid getireceğimiz o günü -Kıyamet gününü- hatırlat. O şahid, o
ümmetin peygamberi olup kendisinin Allah namına ümmetine tebliğ ettiği
gerçeklere karşı onların gerek iman ve gerekse küfür ve isyan gibi verdikleri
cevap ile ümmetine şahidlik edecektir. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette
şöyle buyuruyor: "Kıyamet gününde her ümmete bir şahit getirirken seni de
bunların üzerine şahit getirdiğimizde halleri ne olacaktır!" (Nisa, 4/41).
"Kâfirlere bundan
sonra izin verilmez." Yani kâfirlerin özür dilemelerine ve kendilerini
savunmalarına müsaade edilmez. Zira onların bu konuda hücceti ve delili
yoktur. Yine onlar özür dilerken yalan söyleyeceklerini de biliyorlar. Bir
ayet-i kerimede şöyle buyurulur: "O gün onlar konuşamazlar. Özür dilemeleri
için kendilerine izin de verilmez." (Mürselât, 77/35-36).
(Sümme) "Bundan
sonra, artık, ayrıca" manasında olup kâfirlerin konuşmalarına ve özür
dilemelerine müsaade edilmemesinin onlara peygamberlerinin kendi aleyhlerinde
şahitlik yapmalarından daha ağır geleceğine delildir.
"Onlardan
pişmanlık talep etmeleri de istenmez." Zira Allah'ın gazabı ve
kızgınlığının olduğu yerde pişmanlığın faydası olmaz. Çünkü kişi hasmına sitem
ettiği ve hasmının kesin olarak düzeleceğini bildiği zaman hasmından pişmanlık
talep etmesini ister.
"Zalimler azabı
gördükleri zaman..." Yani Allah'a şirk koşanlar ve peygamberlerin
peygamberliğini inkâr edenler azabı gördükleri zaman artık onlardan hiçbir
kimse bu azaptan kurtulamaz. Bu azabın şiddeti bir an bile hafifletilmez,
onların cezalarına mühlet verilmez, cezaları ertelenmez. Bilâkis onların
hesapları görülmeden mahşer yerinden derhal alınırlar. Çünkü artık tevbe ve
Allah'a yöneliş vakti geçmiş, amellere karşılık verilmesi vakti gelmiştir.
Bu ayetin bir benzeri
de şu ayet-i kerimedir: "Bu ateş onlara uzak bir yerden gözükünce onlar
bunun öfkesini ve uğultusunu duyarlar. Elleri boyunlarına bağlı olarak onun dar
bir yerine atıldıkları zaman orada ölüp yok olmayı isterler. Onlara: Bugün bir
defa helak olmayı istemeyin, birçok defa helak olmayı isteyin."
denilir." (Furkan, 25/12-14).
Yine bir başka ayet-i
kerimede: "Günahkârlar ateşi görürler ve oraya düşeceklerini anlarlar.
Fakat ondan kaçıp sığınacak bir yer bulamazlar." (Kehf, 18/53)
buyurulmaktadır.
Bundan sonra Cenab-ı
Hak, müşriklerin sahte tanrılarının kendilerine en muhtaç oldukları bir anda
müşriklerden berî-uzak olduklarını bildireceklerini haber vermektedir. Bu acı
sonuç müşriklere yapılan tehdidin devamıdır:
Allah'a ortak
koşanları, kıyamet günü ortakları olan dünyada iken Allah'ı bırakıp da
taptıkları putları görünce şirk koşmalarının mes'uliyetini onlara atarak
"Ey Rabbimiz.'.İşte bunlar seni bırakıp da taptığımız ve yalvardığımız
ortaklarımızdır," diyecekler, bununla da günahlarını ve hatalarını bu
ortakların üzerine havale etme maksadını güdeceklerdir. Suda boğulmak üzere
olanın elini değdiği her şeye tutunmak istemesi gibi sorumluluğunu yerine
getirmeyen kimsenin tavrı daima budur.
Ortaklar da şöyle
cevap verecekler, yalancı tanrılar müşriklere şöyle diyeceklerdir: 'Yalan
söylüyorsunuz. Size bize tapın diye biz emretmedik."
Nitekim Cenab-ı Hak,
bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Allah'ı bırakıp da kendilerine kıyamet
gününe kadar hiçbir cevap veremiyecek şeylere tapanlardan daha sapık kim
vardır? Halbuki tapındıkları şeyler onların yalvarmalarından habersizdirler.
Kıyamet Günü insanlar hesap vermek üzere toplandıkları zaman dünyada
tapındıkları şeyler kendilerine düşman kesilir ve onların kendilerine
yaptıkları ibadeti tanımazlar." (Ahkaf, 46/5-6).
Bu konuda bir ayet de
şu şekildedir: "Kâfirler kendilerine destek olmaları için Allah'tan başka
(yalancı) tanrılar edindiler. Bilâkis tapındıkları tanrılar onların kendilerine
tapındıklarını inkâr edecekler ve onların karşılarına çıkıp düşman
olacaklardır." (Meryem, 19/81-82).
"O gün
(müşrikler) Allah'a teslim olurlar." Yani putlara tapanlar da tapılan
putlar da teslim olur, Allah'ın gerçek "Rab" olduğunu, eş ve ortaklardan
uzak olduğunu itiraf ederler, hepsi boyun eğip Allah'a teslim olurlar. Hepsi
dinler, itaat ederler.
Nitekim Cenab-ı Hak,
bir ayette şöyle buyurur: "Suçluların, Rablerinin huzurunda başlarını
eğerek Ey Rabbimiz!.Biz gördük, işittik...dediklerini bir görsen!."
(Secde, 32/12).
"Kâfirler bize
geldikleri (huzurumuza çıktıkları) gün öyle işitecekler, öyle görecekler
kil." (Meryem, 19/38).
"Bütün yüzler
ezelî ve ebedî, (Hayy) diri ve her şeyin mutlak hâkimi (Kay-yûm) olan Allah'a
boyun eğer." (Ta-Hâ, 20/111) Yani teslim olur, hükmüne razı olur.
"Uydurdukları
şeyler de ortadan kaybolur." Müşriklerin, putların Allah'ın ortakları
olduğu ve kendilerine yardımcı ve şefaatçi olacakları şeklinde uydurmaları
silinip gidecektir. Nitekim Cenab-ı Hak müşriklerin şu sözlerini nakletmektedir:
"Bunlar Allah katında şefaatçilerimizdir, derler." (Yunus, 10/18)
İşte o zaman putlar müşrikleri yalanlar ve onlardan berî uzak olduklarını ifade
ederler.
Bu sapık kâfirlere
yapılan tehditten sonra küfrüne ilâve olarak başkasını Allah'ın yolundan
alıkoyan sapıklara ve başkalarını saptıranlara yapılan tehdit zikredildi.
Peygamberliği inkâr
edenlere, Allah'a ortak koşanlara kendileri kâfir oldukları gibi başkalarını
da küfre sevkedenlere Allah'ın yolundan, Allah'a ve Rasulüne imandan
alıkoyanlara küfürler kat kat olduğu gibi Allah da cezalarını kat kat
verecektir. Onlar gerçekte "küfür üzerine küfür" yoluna girmişler,
dolayısıyla iki azaba müstahak olmuşlardır. Küfür azabı ve başkalarını sapıtma,
ifsad etme, Allah'ın yolundan Hak ve İslâm yoluna tabi olmaktan alıkoyma
azabı. Tıpkı şu ayette buyurulduğu gibi: "Onlar insanları (Kur'an'a) iman
etmekten ahkoyarlar. Ve kendileri de ondan uzaklaşırlar." (En'am, 6/26)
Yani hem insanları Hz. Muhammed (s.a.)'e tabi olmaktan ahkoyarlar hem de kendileri
bundan uzaklaşırlar.
"Bozgunculuk
yapmaları sebebiyle..." Bu şekilde azabın artırılması ifsad etme ve
Allah'ın yolundan alıkoyma sebebiyledir. Bu ifade başkasını küfre ve dalâlete
davet eden kişinin azabının büyü olacağına delildir. Aynı şekilde hak dine ve
yakînî imana davet edenin de Allah Teala nezdindeki derecesi büyük olur.
Ayet, müminlerin
cennetteki makamlarında ve derecelerinde farklı farklı oldukları gibi,
kâfirlerin de azaplarında farklı farklı olacaklarına delildir. Nitekim Cenab-ı
Hak şöyle buyuruyor: "Allah der ki: Herkesin azabı kat kattır. Fakat siz
bilemezsiniz." (A'raf, 7/38).
Bundan sonra Cenab-ı
Hak özellikle Hz. Muhammed (s.a.)'in ümmetine şahid olacağını zikretti. Bu
isyanı engelleyen tehdidin yeni bir çeşididir. Allahu Tealâ, Rasulüne hitaben:
"O gün her ümmetin içinden kendileri hakkında bir şahid göndeririz. Seni
de bunların (ümmetinin) üzerine şahid getiririz..." dedi.
Yani Ey Rasulüm! Her
ümmete (her cemaate her asra) peygamberini şahid olarak getireceğimiz o günü hatırla.
Peygamberi hüccet ve mazeret beyanını ortadan kaldırmak için onlara şahitlikte
bulunur. Seni de onların -yani ümmetinin- üzerine senin risâletine verdikleri
cevaplara şahid olarak getiririz. Böylece senin yüce şerefin ve ulu makamın
ortaya çıkar.
Bu ayet, Abdullah b.
Mes'ud (r.a.)'ın Rasulullah (s.a.)'a Nisa Sûresi'nin başından itibaren okuyup
vardığı şu meşhur ayete benzemektedir. Abdullah b. Mes'ud (r.a.) okurken:
"(Kıyamet gününde her ümmete bir şahit getirirken seni de bunların üzerine
şahit getirdiğimizde halleri ne olacaktır?" (Nisa, 4/41) mealindeki ayete
vardığında Rasulullah (s.a.) ona: "Yeter!" demişti. İbni Mes'ud
(r.a.) diyor ki: Dönüp baktım ki gözleri yaşla dolmuştu.
Daha sonra Cenab-ı
Hak, Peygamberimiz (s.a.) in ümmetine şahid olacağını beyan etme münasebetiyle
mükellef oldukları şeyde ileri sürebilecekleri sebepleri ortadan kaldırdığını,
onlar için hiçbir hüccet veya mazeret bırakmadığını açıklamıştır. Şöyle
buyurmuştur.
"Ey Rasulüm! Biz
sana bu Kur'an'ı insanların hayatlarında muhtaç oldukları her çeşit dini
ilimleri beyan etmek üzere, yolunu kaybedenlere hidayet rehberi, kendisini
tasdik edenlere rahmet kaynağı, yüzünü Allah'a teslim edenlere ve O'na itaat
edip yönelenlere ebedî cennetler ve büyük sevap müjdesi olarak indirdik."
Kur'an'ın, şeriatın
ahkâmını, helâlini-harammı beyan etmesi ya lafzı ve manası ile doğrudan Vahiy
Vahy-i metlüvv yahut sadece manası ile Vahiy (Vahy-i gayri metlüvv) yani Sünnet
ile olmaktadır. Böylece Kur'an'ın mücmel ifadeleri beyan edilmektedir.
Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyuruyor: "... İnsanlara indirilen hükümleri kendilerine açıklaman
için sana bu zikri (Kur ani) indirdik." (Nahl, 16/44).
Efendimiz (s.a.) Ebu
Davud ve Tirmizî'nin Mikdam b. Ma'di-Yekrib'den rivayet ettiği hadis-i şerifte
şöyle buyurmuştur: "Bana Kur'an ve bir de O'nun misli verildi."
Bundan sonra da Şer'î
Nasslar çerçevesinde, ahkâmın ana prensipleri ışığında, şeriatın ruhu ve genel
amaçları ve hedefleri planında "İçtihadın rolü gündeme gelmektedir.
İctihad; icma, kıyas, ıstıslah, istihsan, örf, sedd-i zerîa, istıshab v.b.
nassa dayanmayan diğer teşri (hüküm koyma) kaynaklarını da içine almaktadır.
[11]
Bu ayetler şu
hususlara işaret etmektedir:
Her peygamber
ümmetinin davetine ne şekilde icabet ettiği hususunda şa-hid olacaktır.
Ahirette ise (dünyada yapılan) ihmalkârlık için özür dilemeyi ve kendini
savunmaya imkân yoktur. Kâfirler kıyamet gününde Allah'ı hoşnut etmekle de
mükellef değildirler. Çünkü ahiret mükellefiyet yeri değildir. Kâfirler dünyaya
dönüp tevbe etmeleri için serbest bırakılacak değillerdir.
Zalim müşriklere
verilecek cehennem azabında hiçbir hafifletme yoktur. Müşrikler cehenneme
girecekler. Kendilerine mühlet verilmeyecek ve cezalarında erteleme
yapılmayacaktır. Amellerinin hesabı görülmeden derhal mahşer yerinden
alınırlar. Zira o zaman onların tevbe etme imkânları yoktur.
Yalancı tanrılar
kendilerine tapanların tapınmalarından beri olduklarını ilân ederler,
kendilerinin tanrı olmadıklarını söyleyerek kendilerine tapmalarını
emretmediklerini söylerler. Allah da o zaman kâfirlerin rezilliğini ortaya
koymak için putları konuşturur.
Tapan da tapılan
putlar da o gün Allah'ın kendileri hakkında vereceği hükme teslim olurlar.
Allahu Teala, put, heykel v.b. sahte mabudları (cehen-nem'e) gönderir. Onlara
tapanlar da cehenneme girinceye kadar taptıkları bu sahte mabudlann peşinden
giderler.
Sahih-i Müslimde Enes
b. Malik (r.a.)'in rivayeti ile şu hadis yer almaktadır: "Kim bir şeye
tapmışsa onun peşinden gitsin. Güneşe tapan Güneşin peşinden gitsin. Aya tapan
Ayın peşinden gitsin. Tağutlara tapan tağutların peşinden gitsin."
Tirmizî de, Ebu
Hureyre'nin rivayetiyle şu hadis-i şerifi nakletmektedir: "Haç takıp ona
tapan kimseye Haç, resim yapanlara resimleri, ateşe tapanlara ateş canlandırılır
ve taptıklarının peşinden (cehennem'e) giderler."
Allah'ın yolundan, Hak
yoldan, İslâmdan alıkoyan kâfirlere dünyada küfüir ve masiyet ile bozgunculuk
çıkarmaları sebebiyle kat kat azap vardır. Bu artırılan azabın ne çeşit olacağı
şu hadis-i şerifte açıklanmıştır:
Hakim ve Beyhakî'nin
İbni Mes'ud'dan rivayet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle
buyurmaktadır: "Cehennem ehli cehennem ateşinin hararetinden şikâyet
ettikleri zaman cehennemdeki Dahdah'tan yardım talep ederler. O'nun yanına
gelince simsiyah katırlar gibi büyük akrepler ve uzun boyunlu büyük develer
gibi yılanlar onları karşılarlar ve onlara hücum ederler. İşte azabın ziyadesi
budur."
Peygamberler -daha
önce zikrettiğimiz gibi- kıyamet gününde ümmetlerine risâleti (ilâhî mesajı) tebliğ
ettiklerine ve onları imana davet ettiklerine dair şahit olacaklardır. Her
zaman için -peygamber olmasa da- mutlaka bir şahid vardır. Bu şahidler
peygamberlerin halifeleri ve peygamberlerinin şeriatlerinin bekçileri, âlimler,
hidayet önderleridir.
Peygamberimiz (s.a.)
hem kendi ümmetine, hem de diğer ümmetlere şahittir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır: "Böylece biz sizin insanlara karşı şahitler olmanız,
Peygamberinizin de size karşı şahit olması için sizi orta yolu tutan bir ümmet
kıldık." (Bakara, 2/143) "Böylece Peygamber size şahit olsun, siz de
bütün insanlara şahit olasınız." (Hacc, 22/78).
Kurtubî diyor ki: Buna
göre her devirde mutlaka Allah'ı bir tanıyan kişiler olmuştur. Meselâ: Kuss b.
Sâide, Peygamberimiz (s.a.)'in kendisi hakkında "Yalnız başına bir ümmet
olarak haşredilecektir." buyurduğu Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, Setıyh[12]
Peygamberimiz (s.a.)'in kendisi hakkında "Onu Cennet nehirlerine dalmış
gördüm." dediği Varaka b. Nevfel gibi... Bunlar ve bunların benzerleri
kendi zamanlarında yaşayan insanlara hüccet ve şahittirler.[13]
Kur'an-ı Kerîm
Şeriatın ana esasları, helâl, haram, ilâhî ahkâm ve insan hayatının prensipleri
gibi, her şeyi açıklamaktadır. Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Biz
kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık." (En'am, 6/38).
Bu ifade Allah Teala
tarafından bu Kur'anda mücmel veya mufassal olarak yahut sadece mücmel olarak
belirtilen hükümler dışında hiçbir mükellefiyetin bulunmadığına delildir.
İcma, haber-i vahid, kıyas gibi diğer deliller için de -Usûl-i Fıkıh ilminde
bilindiği gibi- Kur'an bunların delil olduklarına delâlet etmektedir. Sünnet,
icma, kıyas ve ictihad Kitab'ın açıklanmasına dayanır, Ze-mahşerî'nin dediği
gibi bundan dolayı Kur'an her şeyi açıklayan kitab olmuştur.
[14]
90- Şüphesiz ki Allah adaletle davranmayı,
iyilikte bulunmayı ve akrabalara yardım etmeyi emreder. Fuhşu, kötülüğü ve
zulmü yasaklar. Allah size düşünüp ibret almanız için öğüt verir.
91- Anlaşma yaptığınız zaman, Allah adına
verdiğiniz sözü yerine getirin. Kesin olarak yemin ettikten sonra yeminleri
bozmayın. Zira siz Allah'ı üzerinize kefil olarak tuttunuz. Şüphesiz Allah
yaptıklarınızı bilir.
92- İpliğini sağlam
eğirip de sonra onu söküp bozan (şaşkın) kadın gibi olmayın. Bir cemaat diğer
cemaatten sayıca daha üstün diye yeminlerinizi aranızda bir hile vasıtası
yapıyorsunuz. Allah sizi bununla imtihan ediyor. Şüphesiz ki O kıyamet gününde
(dünyada) ihtilâf ettiğiniz şeylerin gerçek yüzünü size açıklayacaktır.
93- Eğer Allah
dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat O dilediğini saptırır, dilediğini
doğru yola iletir. Yaptıklarınızdan mutlaka sorguya çekileceksiniz.
94- Yeminlerinizi
aranızda hile vasıtası yapmayın, Yoksa sağlam basmış olan ayak kayar ve
Allah'ın yoluna engel olduğunuzdan dolayı kötülüğü tadarsınız. Ahirette de
sizlere büyük bir azap vardır.
95- Allah adına
verdiğiniz sözü basit bir parayla satmayın. Eğer bilirseniz. Allah katındaki
(ecir) sizin için daha hayırlıdır.
96- Sizin elinizde
olanlar sonunda tükenir. Allah'ın katında olanlar ise bakidir
(tükenmez). Şüphesiz
ki sabredenlerin mükâfatını yaptıklarından daha güzeliyle vereceğiz.
- "Şüphesiz ki
Allah adaletle davranmayı emreder." (Nahl, 16/90) ayetinde
"mukabele" vardır. Üç şey emredilmiş ve üç şey yasaklanmıştır.
"Akrabalara
yardım etme" (âm) ifadesinin "iyilikte bulunma" şeklindeki (hâs)
tan sonra gelmesi bu (âm) ifadenin önemine binâendir.
"İpliğini sağlam
eğirip de sonra onu söküp bozan (şaşkın) kadın gibi olmayın." ayetinde
temsili teşbih vardır. Allahu Tealâ anlaşma yapıp da sonra bu verdiği sözü
bozan kimseyi ip eğirip de sonra bunu bozan kadına benzetmektedir.
'Yoksa sağlam basmış
olan ayak kayar" Burada ayak dini meselelerde sağlam bir inanç ve sebat
sahibi olmak için "istiare" olarak kullanılmıştır. Çünkü sebatkâr
olmak genellikle ayakla olur. Sonra da Haktan sapmak ayağın kaymasına
benzetilmiştir. Bu istiare yoluyla manevî bir şeyin hissi (gözle görülür, elle
tutulur) bir şeye benzetilmesidir.
"saptırır"
"doğru yola iletir" kelimeleri arasında tibak sanatı vardır. Aynı
şekilde "tükenir" ve "bakîdir" kelimeleri de böyledir.
[15]
"Şüphesiz ki
Allah adaletle davranmayı" emreder İbni Atıyye diyor ki: Adalet, hakkı
vermek, insaflı olmak, zulmü terketmek ve emanetleri eda etmek hususunda
insanlarla uyum içinde yaşamak, hükümler ve inançlar gibi farz olan her şeyi
yapmak demektir. İhsan ise mendup olan şeyleri yapmaktır.[16]
Beyzavî diyor ki;
Adalet Allah'a şirk koşma ile Allah'ın sıfatlarını tamamen reddetme arasındaki
orta yolu, ve kulun fiillerinde (kulun iradesini yok sayan) cebriye ile
(Allah'ın iradesini hiç dikkate almayan) kaderiye arasında orta yolu takip
etmek gibi itikadî hususlarda, farzları eda etmede tamamen kendini ibadete
verme (ruhbanlık) ile tamamen ibadeti terketme arasında orta yolu takip ederek
ibadet etme gibi amelî hususlarda, cimri ile savurganlık arasında orta yol
olan cömertliği tutmak gibi ahlakî hususlarda itidal sahibi olmaktır.
Kısaca; Adalet insaflı
davranmaktır. İhsan ise amelleri ve farzlardan ayrı olan nafile ibadetleri
güzel bir şekilde yapmak, hayra daha iyisi ile şerre de daha azı ile karşılık
vermektir.
"...ve akrabalara
yardım etmeyi" yakınlara sıla-i rahim ve iyilik gibi haklarını vermeyi
"emreder" Burada akrabaya yardım etme önemli olduğu için özellikle
zikredilmiştir.
el-Fahşâ (Fuhuş): Söz
veya davranış olarak çirkin olan zina, hırsızlık, sarhoşluk verici içkileri
içmek tamahkârlık gibi zemmedilen her şeydir.
el-Münker (Kötülük):
Adam öldürme, insanların hakkını hiçe sayma ve şiddetli bir şekilde vurup
yaralama gibi günahlar ile inkarcılık gibi Şeriat'ın kötü gördüğü, aklın çirkin
kabul ettiği şeylerdir.
el-Bağy (Zulüm ve
haddi aşmak): İnsanlara haksızlık yapmak, böbürlenmek, haddi tecavüz etmektir.
Önemine binaen özellikle zikredilmiştir. Tıpkı önemine binaen fuhuş ile
başlanması gibi.
"Allah size
düşünüp ibret almanız için öğüt verir."
Müstedrek adlı kitapta
Abdullah b. Mes'ud'un şu sözü yer almaktadır: Bu Kur'an'da hayır ve şerri en
iyi şekilde toplayan ayettir. Bu ayet Osman b. Maz'unun müslüman oluşuna sebep
olmuştur. Kur'anda bu ayetten başka bir ayet olmasaydı sadece bu ayetle
Kur'anın her şeyi açıklayan hidayet rehberi ve müminlere rahmet kaynağı olduğu
ispat edilirdi.
"Anlaşma
yaptığınız zaman, Allah adına verdiğiniz sözü yerine getirin." Ahit:
İnsanın kendi tercihiyle iltizam ettiği sözdür. Vaadler, alış-veriş, yeminler
v.b. hususlar buna dahildir.
"Kesin
olarak" kuvvetli olarak "yemin ettikten sonra yeminleri
bozmayın." Yemini bozmak: Yeminden dönmek demektir. Buradaki yeminlerden
murad mutlak yeminler veyahut ahidlerde yapılan yeminlerdir.
"Zira siz Allah'ı
üzerinize kefil olarak" şahid olarak, vefakâr olduğunuza delil olarak
"tuttunuz." Çünkü O'nun adıyla yemin ettiniz. Bu cümle hal cümlesidir.
"Şüphesiz
Allah" yeminleri ve ahidleri bozmak hususunda "yaptıklarınızı
bilir" Bu onlara bir tehdittir.
"İpliğini"
yünden veya başka bir şeyde "sağlam" ve kuvvetli bir şekilde
"eğirip de sonra onu söküp bozan" çözen şaşkın "kadın gibi
olmayın." Bu kadın Mekke'li ahmak bir kadın olup bütün gün boyunca iplik
eğirir, sonra bunu bozardı.
"Bir cemaat diğer
cemaatten sayıca daha üstün" daha çok "diye yeminlerinizi aranızda
hile vasıtası" fesatçılık hile ve aldatma vesilesi
"yapıyorsunuz." Yani o kadın gibi yeminlerinizi hile ve aldatma
vasıtası yapmayın demektir. Buradaki "Dahalen" (Hile) kelimesinden
murad görünüşte ahde vefa gösterip gizlice ahdi bozmaktır. Ayetin münasebeti
şudur: Mekke müşrikleri bazı kabilelerle antlaşma yapıyorlar. Onlardan daha
kuvvetli ve sayıca üstün kimseleri bulunca da öncekilerle olan antlaşmayı bozup
bunlarla antlaşıyorlardı.
"Allah sizi
bununla imtihan ediyor" Allah sizin içinizden itaatkâr olanla isyankâr
olanı görmek için ahde vefa emri ile sizi deniyor. Daha kuvvetli cemaat
olmanız sebebiyle ahidlere vefa gösterip göstermediğinizi görmek için sizi
imtihan ediyor.
"Şüphesiz ki O,
kıyamet gününde" dünyada "ihtilaf ettiğiniz şeylerin" ahid-de
durmak ve benzeri hususların "gerçek yüzünü size açıklayacaktır"
ahdinden dönene azap verecek, vefakâr olanlara sevap verecektir.
"Eğer Allah
dikseydi" Eiû-i Sünnete göre bu irade tercih iradesidir, "sizi tek
bir ümmet" tek din mensupları, İslâm üzerine ittifak eden kimseler
"kılardı."
"Fakat O
dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletir." Yani Cenab-ı Hak, bazı
kimseleri şekavet ve dalâlet ehli kılmıştır. Bunlar hidayet sebeplerine sarılmayan
ve Allah'ın ezelî ilminde kendi kendilerine bırakılsalar sadece dalâlet, fesat
ve bühtan işleyecek kimselerdir. Yine Cenab-ı Hak diğer bazı kimseleri de
saadet ehli kılmıştır. Bunlar Allah'ın ayetleriyle hidayeti bulanlardır. İşte
bu şekilde dalâlet ve hidayeti yaratmıştır. Sapıtmak küfrü tercih eden kimseyi
rezil rüsvay etmek, hidayet ise imanı tercih edip onun üzerine devam eden
kimseyi de lütfuyla muvaffakiyete eriştirmektir.
'Yaptıklarınızdan
mutlaka sorguya çekileceksiniz." Bu sorgu kıyamet günü azarlama ve ilzam
etme sorgusudur. Yoksa cevap olma sorusu değildir. Bu husus diğer ayetlerde
olumsuz olarak gelmiştir. Meselâ: "O gün ne insan ne de cin günahından
sorulmaz." (Rahman, 55/39).
'Yeminlerinizi
aranızda hile vasıtası yapmayın." Bu hükmü te'kid için tekrar etmiştir.
Bu nehyedilen şeyin çirkinliğini tekid etme ve bu hususta mübalağa yapmak için
manayı ihtiva eden ifadeden sonra açıkça nehyetmektir.
"Yoksa sağlam
basmış olan" istikamet üzere olan "ayak" yani ayaklarınız İslâm
yolundan "kayar" bir ayağın kaymasının bile büyük bir şey olduğuna,
pek çok ayağın kaymasının nasıl büyük bir şey olacağına delâlet etmek için kadem
(ayak) kelimesi müfred ve nekre olarak kullanılmıştır.
"Allah'ın yoluna
engel olduğunuzdan" ahde vefaya engel olduğunuzdan veya başkalarını bundan
vazgeçilip size uymasını istediğinizden "dolayı kötülüğü" dünyadaki
azabı "tadarsınız." Ahirette ise "Sizin için büyük bir azap vardır.
"
"Allah adına
verdiğiniz sözü basit bir parayla satmayın." Yani Allah'a verdiğiniz sözü
ve Rasulüne verdiğiniz biati basit bir dünyalıkla değiştirmeyin. Yani bu
sebeble Allah'a verdiğiniz sözü bozmak suretiyle değiştirmeyin.
Bu ayetin münasabeti
şöyledir: Kureyşliler, çeşitli aldatma vasıtalarıyla iradesi zayıf müslümanlara
vaadde bulunuyor ve dinden dönmeleri şartıyla onlara mükâfaat vereceklerini
söylüyorlardı.
"Eğer
bilirseniz" eğer siz ilim ve temyiz ehli iseniz bu durumu bilirseniz
"Allah katında olan" dünyadaki yardım ve ganimet ahiretteki sevap
"sizin için" dünyada size vaadettikleri ihsanlardan "daha
hayırlıdır." O halde yeminlerinizi bozmayın.
Özetle: Bu ayet
belirli bazı yeminleri bozmaktan sakındırmaktadır. Bu Allah Rasulüne verilen
O'na iman etmek, sanatına tabi olmak şeklindeki ahdi dünya malına ve aldatıcı
güzelliklerine tamah ederek bozmaktır.
"Sizin elinizde
olanlar" dünya malları ve eşyaları "sonunda tükenir" biter,
yokolur. "Allah katında olanlar" Rahmetinin hazineleri ise
"bakidir" daimîdir, tükenmez.
"Şüphesiz
ki" ahidlere vefaya, kâfirlerin eziyetlerine ve mükellefiyet zorluklarına
karşı "sabredenlerin mükâfatını" sevabını "yaptıklarından daha
güzeliyle vereceğiz" Amellerinden daha güzel mükâfatı vereceğiz. Suyutî
diyor ki: Ayetteki "Ahsen" güzel manasındadır.
[17]
91. ayetin Nüzulü ile
ilgili olarak İbni Cerir, Büreyde'den naklediyor: Bu ayet Peygamberimiz
(s.a.)'in bey'atı hakkında nazil oldu.
Yine İbni Cerir,
Mezyede b. Cabir'den rivayet ettiğine göre; Bu ayet Peygamberimiz (s.a.) in
bey'atı hakkında nazil oldu. Müslüman olanlar İslâm üzerine biat ediyordu.
Bunun üzerine "...Allah adına verdiğiniz sözü yerine getirin. "
ayeti nazil oldu. Yani her ne kadar müslümanlarm sayısı az, müşriklerin sayısı
çok olsa bile, Muhammed (s.a.) ve Ashabının azlığı ve müşriklerin çokluğu,
sakın İslâm üzerine yaptığınız bey'ati bozmanıza sebep olmasın.
92. ayetin nüzulü ile ilgili olarak da İbni Ebî
Hatim, Ebubekir b. Ebî Haf-s'dan rivayet ediyor: Saîde el-Esediyye mecnun bir
kadındır. Kıl ve lif toplardı. Bunun üzerine: "İpliğini sağlam eğirip de
sonra onu söküp bozan (şaşkın) kadın gibi olmayın." ayeti nazil oldu.
[18]
Allahu Tealâ,
müttakilere verilen vaadler, kâfirlere yapılan tehditler hakkında uzun uzun
açıklama yapıp teşvik ve korkutma ile te'kidli ifadeler kullandıktan sonra,
bunun ardından faziletli amellerin esaslarını içtimaî ahlâk usûlünü, farz veya
nafile çeşitli vazifeleri (adaletli davranma, iyilikte bulunma, ahde vefayı)
anlattı.
"Şüphesiz ki
Allah adaletle davranmayı...emreder." (Nahl, 16/90) ayeti İbni Mes'ud'un
dediği gibi "Kuranda hayır ve şerri en güzel şekilde toplayan ayettir.
Katade bu ayet
hakkında şöyle diyor: Cahiliyet ehlinin amel ettiği ve güzel gördüğü hiçbir
güzel ahlâk yoktur ki Allah bunu emretmiş olmasın. Aralarında ayıp gördükleri
hiçbir kötü ahlâk yoktur ki Allah bunu yasaklamış olmasın. Allah sadece kötü
ve çirkin ahlâkı yasaklamıştır. Bunun içindir ki, Tabera-nî, Ebu Nuaym, Hakim
ve Beyhakî'nin Sehl b. Sa'd'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte şu ifade yer
almaktadır: "Şüphesiz ki Allah yüce ahlâkı sever, kötü ve çirkin ahlâkı
kerih görür."
Hafız Ebû Ya'lâ
Ma'rifetus-Sahabe kitabında Ali b. Abdilmelik b. Umeyr1-den, o da babasından
naklediyor: Eksem b. Sayfî'nin kulağına Peygamberimiz (s.a.)'in haberi
ulaşmıştı. Ona gitmek istedi, ama kavmi onu bırakmadılar. Kavmi ona:
-Sen bizim
büyüğümüzsün, gidemezsin, dediler. Eksem b. Sayf:
-O halde benim
haberlerimi ona bildirecek, onun haberlerini bana bildirecek kimseler
göndereyim, dedi. İki kişi seçildi. Bu iki kişi Peygamberimiz (s.a.)'e geldiler
ve ona:
-Biz Eksem b.
Sayfi'nin elçileriyiz. Sen kimsin? Nesin? diye soruyor, dediler. Peygamerimiz
(s.a.):
-Benim kim olduğuma
gelince, ben Abdullah oğlu Muhammed'im. Benim ne olduğuma gelince, ben Allah'ın
kulu ve rasulüyüm dedi. Peygamberimiz (s.a.) bundan sonra onlara şu ayeti
okudu: "Şüphesiz ki Allah adaletle davranmayı, iyilikte
bulunmayı...emreder." (Nahl, 16/90).
Elçiler Efendimiz
(s.a.)'e:
—Bu sözü bize tekrar
söyle, dediler Efendimiz (s.a.) onlara bu sözü tekrar etti. Nihayet
ezberlediler.
Elçiler Eksem b.
Sayfi'ye gelip şöyle dediler:
—Muhammed (s.a.)
nesebini sıralamak istemedi. Nesebini sorduk. Onu ne-sibi temiz, Mudaroğulları
arasında şerefli biri olarak bulduk. Bize bazı kelimeler söyledi, dinledik.
Eksem bu kelimeleri
dinleyince:
-Görüyorum ki, O üstün
ahlâkı emrediyor, çirkin ahlâktan menediyor. Sizler bu konuda önderler olun,
kuyruk olmayın.[19]
Bu ayetin nüzulü
hakkında İmam Ahmed'in rivayet ettiği uzunca bir "ha-sen hadis" vârid
olmuştur. Bu hadisin ifade ettiği mana Osman b. Maz'un'un İslâm'a girmesine
sebep olmuştur. Hadisin özeti şöyledir:
Osman b. Maz'un (r.a.)
bir müddet Peygamberimiz (s.a.)'le birlikte oturuyordu. Osman, Efendimiz
(s.a.)'e:
-Bu sabah yaptığın
gibi yaptığını hiç görmedim, dedi. Efendimiz (s.a.): —Ne yaptığımı gördün?
dedi. Osman:
-Gözün gökyüzüne
dikildi. Sonra sağ tarafına baktın. Beni bırakıp o tarafa döndün. Sanki sana
söylenen şeyleri anlamak istiyorsun gibi başını sallamaya başladın, dedi.
Efendimiz (s.a.):
-Bunu sen de mi
anladın? dedi. Sen otururken şu anda Allah'ın elçisi geldi. Osman:
—Sana ne dedi. Bana:
-Şüphesiz ki, Allah
adaletle davranmayı, iyilikte bulunmayı ve akrabalara yardım etmeyi
emreder." dedi.
Osman b. Maz'un diyor
ki: İşte o zaman iman kalbime yerleşti ve Muhammed (s.a.)'i sevdim. (İbni Ebî
Hatim de bu olayı Abdülhamid b. Behram'ın hadisinden özet olarak rivayet
etti.)
Buharı, İbni Cerir,
İbni Münzir, Taberânî, Hakim ve Beyhakî İbni Mes'ud (r.a.)'un şu sözünü rivayet
etmektedirler:
- Kuranda en muazzam
ayet Ayetel-Kürsi'dir.
- Allah'ın Kitabındaki
hayır ve şerri en güzel şekilde toplayan ayet Nahl Sûresi'ndeki (innallahe
ye'muru bil-adl...) ayetidir.
- Allah'ın Kitab'ında,
işleri Allah'a havale etmek hususunda en fazla mana ihtiva eden ayet: "Kim
Allah 'tan korkarsa Allah ona bir çıkış kapısı gösterir ve hiç ummadığı yerden
ona rızık verir." (Talak, 65/2-3) ayetidir.
- Allah'ın Kitab'ında
en ümit verici ayet: "(Ya Muhammedi.) Kullarıma benim adıma şunu söyle: Ey
kendi aleyhlerine haddi aşan kullarım!. Allah'ın rahmetinden ümidinizi
kesmeyin. Şüphesiz ki Allah bütün günahları bağışlar. Muhakkak ki O çok
affeden, çor merhamet edendir." (Zümer, 39/53).
İkrime diyor ki:
Peygamberimiz (s.a.), Velid b. Muğire'ye bu ayeti okudu. Velid, Efendimiz
(s.a.)'e:
—Ey kardeşimin oğlu!.
Bana bunu tekrar oku, dedi. Efendimiz (s.a.) tekrar okudu. Bunun üzerine Velid:
-Allah'a yemin ederim
ki bunun (Kur'anm) ayrı bir tadı vardır. Apayrı bir güzelliği vardır. Bunun üst
tarafı faydalı, alt tarafı derin manalıdır. Bu, insan sözü değildir, dedi.
Beyhakî Şuabü'l-İman
kitabında Hz. Hasan (r.a.)'dan rivayet ediyor ki: Hz. Hasan (r.a.) bu ayeti
(innallahe ye'muru bil-adl...) okudu. Sonra şöyle dedi: Allah sizin hayır ve
şerri bir ayette topladı. Allah'a yemin ederim ki Adi ve İhsan kelimesi
Allah'a itaat olan her şeyi toplamış ve emretmiştir. Fahşâ, Mün-ker ve Bağy
kelimeleri Allah'a isyan olan her şeyi toplamış ve bundan nehyetmiştir.
Bu ayetler, İslâmî
hayatın ana direkleri ve İslâm toplumunun odak noktalarıdır.
Birinci ayet (Nalh,
16/90) her şeyde; karşılıklı muamelelerde, yargı ve hüküm vermede, din ve
dünya işlerinde, insanların kendi nefsine ve başkasına karşı tavırlarında
kullara adalet ve insafla davranmayı emreder. Hatta itikad sahasında da durum
böyledir. Hakkıyla ve adaletle iman edilebilir. Put, heykel, yıldız, melek,
peygamber, veli ve liderler ibadet ve takdisten hiçbir şeye lâyık değildirler.
İbni Abbas
"İnnallahe ye'muru bil-adl" ayeti hakkında: Bu Allah'tan başka ilâh
olmadığına şehadet etmektir, demiştir.
İbni Ebî Hatim
Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den rivayet ediyor: Ömer b. Abdülaziz beni çağırdı.
-Bana adaleti anlat,
dedi. Ben de:
-Ne güzel! Bana büyük
bir şey sordun. İnsanların küçüklerine baba, büyüklerine evlât ol. Aynı
yaştakilere kardeş ol. Hanımlara da böyle ol. İnsanlara günahları kadar
vücutları kadar ceza ver. Sakın kızgınlıkla bir kamçı bile vurma. Aksi
takdirde haddi aşanlardan olursun, dedim.
Allahu Teala ihsana
teşvik etmiştir. "İbadette ihsan": (Buharî ve Müslim'in
Sa/uMerindeki Hz. Ömer (r.a.) hadisinde olduğu gibi): "Allah'a görür gibi
ibadet etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmesen de O seni görüyor."
Ceza verirken ihsan:
Emsaliyle ceza vermek. Adam öldürme ve yaralama olaylarında kısas yoluyla hakkı
vermek (Misliyle muamele).
Hakkı ve borcu ödemede
ihsan: Oyalama yapmaksızın yahut şart koşul-madığı halde fazlasıyla teberruda
bulunarak yapılan ödeme.
İhsanın en faziletlisi
ve en üstünü kötülük yapan insana, iyilikte bulunmaktır. Efendimiz (s.a.) bunu
emretmiştir: "Sana kötülük edene ihsanda bulun iyilik yap ki) gerçek
müslüman olasın."
Hz. İsa (a.s.)'ın
şöyle dediği rivayet edilir: Gerçek manada ihsan sana kötülük edene iyilik
etmendir. Yoksa sana iyilik edene iyilikte bulunman gerçek manada ihsan değildir.
Buharî Tarifinde
rivayet ediyor ki:
-Sizler hangi konuda
konuşuyorsunuz? dedi. Onlar
-Mürüvvet (insanlık,
örnek şahsiyet) hakkında müzakere ediyoruz, dediler. Hz. Ali (r.a.)
-Size Allah'ın
kitabındaki şu ayeti yetmiyor mu? "Şüphesiz Allah adaletle davranmayı ve
iyilikte bulunmayı emreder" Adalet insaflı olmak demektir. İhsan da lütuf
ve iyilikte bulunmak demektir. Bundan sonra geriye ne kaldı?
Süfyan b. Uyeyne diyor
ki: Burada (Adi) Adalet: Allah için, herhangi bir şeyi yapanın içi-dışı bir
olmasıdır, (ihsan); İçinin dışından daha güzel olmasıdır. (Fahşâ) ve (Münker)
ise, dışının içinden güzel olmasıdır.
Allah bu ayette
akrabaya yardım etmeyi yani ziyaret, sevgi, ikram ve ta-saddukta bulunmak
suretiyle "Sıla-i Rahim" i emretmektedir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır: "Yakın akrabaya, fakire ve yolcuya hakkını ver."
(İs-ra, 17/26) Yakın akrabaya iyilik (ihsan) kavramı içinde olduğu halde
önemine binaen ve buna itina gösterilmesi gerektiği için özellikle
zikredilmiştir.
Allahu Teala, bu üç
şeyi emrettikten sonra şu üç şeyi yasakladı ve şöyle buyurdu: "(Allah)
Fuhşu, kötülüğü ve zulmü yasaklar."
Fahşâ: Fuhuş, zina,
hırsızlık, içki içmek, insanların mallarını batıl yollarla almak (Fahiş
günahlar işlemek) demektir.
Münker; kötülük etmek,
şeriatın ve aklın çirkin gördüğü hareketler, adam öldürmek, haksız yere dövme,
insanları hiçe almak haklarını gasbetmek gibi açıktan işlenen kötü
hareketlerdir. Allah Teala şöyle buyuruyor: "De ki Rabbim bana
kötülüklerin açıktan yapılanını da, gizlice yapılanını da haram kıldı." ı
A'raf, 7/33).
Bağy: İnsanlara
zulmetmek ve onların hakkına tecavüz etmektir. İmam Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî,
İbni Mace'nin Ebû Bekre'den rivayet ettikleri ha-dis-i şerifte şöyle
buyurulmuştur: Allah'ın ahiret için ayırdığı ceza ile birlikte dünyada sahibine
âcil olarak vereceği ceza zulüm ve yakın akraba ile ilişkiyi kesmekten daha
lâyık başka bir günah yoktur.
Özelte:
"Adi" adalet, vazifeleri yerine getirmek, "İhsan" bu
hususta daha ziyade gayret etmek, "Fahşâ, Münker ve Bağy" şeriatın ve
aklın sınırlarını aşmaktır.
"Size düşünüp
ibret almanız için öğüt verir." Yani ibret almanız, düşünmeniz ve Allah
rızası bulunan şeyleri yapmanız için size hayır olarak emrettiği şeylerle emir
vermekte, kötülük olarak nehyettiği şeylerden de sakındırmakta-dır.
"...Lealleküm
tezekkerûn" ifadesinden murad ümit (umulur ki) ve temenni (keşke) manası
değildir. Çünkü bu Allah için imkânsızdır. O halde bunun manası şudur: Allah
O'na itaat etmeyi düşünmeniz için Allah size öğüt vermektedir. Bu ifade Allah
Teala'nın herkesten iman etmelerini murad ettiğine delâlet etmektedir.
Allahu Teala birinci
(yani 90.) ayette bütün emredilen ve nehyedilen hususları toplu halde
zikrettikten sonra bazılarını özellikle zikretti. Ahde vefa (verdiği sözünü
yerine getirme) emrinden başlayarak şöyle buyurdu: "Anlaşma yaptığınız
zaman Allah adına verdiğiniz sözü yerine getirin." Yani ahid ve anlaşmaları
yerine getirin. Üstüste te'kidle yapılan yeminleri koruyun.
"Ahdul-lah" Allah adına verilen söz demek İslâm'ın hükümlerini
uygulamak insanın kendi arzusuyla yükümlülük altına girdiği anlaşmalar gibi
yerine getirilmesi vacip olan her çeşit sözdür. İbni Abbas'ın dediği gibi
verilen vaadler de bu çeşit ahidlerden sayılır.
Cenab-ı Hak daha sonra
ahde vefa göstermenin zarurî olduğunu te'kid ederek şöyle buyurdu: "Kesin
olarak yemin ettikten sonra yeminleri bozmayın." Yani Allah'ın adıyla
takviye ettikten sonra ahidleri ve İslâm üzerine yapılan biat yeminlerini
bozmaktan sakının. Burada yeminlerden murad ahit ve anlaşmalara dahil olan
yeminlerdir. Yani ahidlerin ve akdedilen anlaşmaların yeminleridir, teşvik
veya engelleme suretiyle yapılan yeminler değildir.
İmam Ahmed ve
Müslim'in Cübeyr b. Mut'im (r.a.) den rivayet ettiklerine göre Peygamberimiz
(s.a.) şöyle buyurmaktadır: "İslâm'da hılf yoktur. Cahiliyet devrinde
bulunan bütün anlaşmaları İslâm te'yid etmektedir. Hakkı desteklemek ve
yaşamak hakkındaki anlaşmalar te'yid edilmiştir." Hadisin manası şudur:
İslâm için cahiliyet ehlinin yaptıkları hılf e (Hakkı destekleme anlaşmasına)
ihtiyaç yoktur. Çünkü onların yaptıkları bu anlaşma yerine İslâm'a sarılmak
yeterlidir.
Bu çeşit anlaşma İbni
İshak'ın anlattığı "Hılfü'l-Fudûl" anlaşması gibidir. İbni İshak
diyor ki: Kureyş'ten bazı kabileler şerefi ve nesebinin üstünlüğü sebebiyle
Abdullah b. Cüd'amn evinde toplandılar. Mekke ehlinden veya başkalarından
haksızlığa uğrayan bir kimse bulurlarsa hakkını alıncaya kadar onunla beraber
olmak üzere ahdettiler ve anlaştılar. Kureyşliler bu sözleşmeyi
"Hılfü'l-Füdûl" yani faziletli kimselerin ittifakı olarak
adlandırdılar. "Siz buna Allah'ı kefil" yani şahid "olarak
kıldınız."
Allah Teala akidlerin,
sözleşmelerin önem ve değerini vurgulamak için kendini bu sözleşmelerin
gözeticisi olarak kılmıştır. "Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızı
bilir." Yani Allah bu ahidlerde yaptığınız akde bağlı olmak veya bozmak
gibi her şeyden haberdârdır, her şeyi gözetimi altındadır. Bu durumu sizin
aleyhinize tesbit etmekte, sözleşmeye bağlılık ve hükümlerini yerine getirme durumunda
sevap vermek ve razı olmak şeklinde, sözleşmenin hükümlerini ihlâl etme,
bunlarla oynama ve bozma durumunda ceza ve gazap şeklinde yaptıklarınızın
karşılığını verecektir. Bu ifade itaat edene bir vaad, yeminlerde te'kid
ettikten sonra ahdini bozan muhalif kimseye bir tehdit ve vaîd niteliğindedir.
Cenab-ı Hak ahdin,
sözleşmenin mukaddesiyetini üçüncü defa te'kid ederek şöyle buyurdu:
"Ahidleri ve
sözleşmeleri bozarak, ipini eğirdikten sonra bozan kadın gibi olmayın."
Abdullah b. Kesir ve
Süddî diyor ki: Bu Mekke'de oturan aptal bir kadın idi. Her zaman ipi eğirince
bu yaptığını bozardı. Bu kadının adı: Rayta binti Amr b. Ka'b b. Said b. Teym
b. Mürre idi.
Yahut bu örnek
-Mücahid'in ve başkalarının dediği gibi- ahdini yeminlerle te'kid ettikten
sonra ahdini bozan kimse için bir örnektir. Kim ahdini bozarsa eğirdikten ve
işini tamamladıktan sonra ipini bozan kimse gibidir. Bu iş akıllı işi değildir,
bu kimse ahmakların zümresindendir.
Ahde vefa için
"yeminlerinizi" başka topluluktan sayıca daha çok ve daha kuvvetli
bir topluluk olmanız için diğer tarafı aldatmak, "hile ve tuzak kurmak
için kullanırsınız." Halbuki sizi ahidlerinize vefa gösterip bunları
korumalısınız.
"Bir cemaat diğer
bir cemaatten sayıca daha üstün diye ..." Ayetin manası: İnsanlar sizden
çok oldukları takdirde sizden memnun ve mutmain olmaları için insanlara yemin
edersiniz. Onlara ihanet etme imkânı bulursanız ihanet edersiniz Cenab-ı Hak
basit bir hususla daha üstün olana dikkat çekmek istemektedir. Yani Allah sizi
bu durumda ihanette bulunmaktan nehyederse imkân ve iktidar durumunda
nehyetmesi daha evlâdır. Buradan maksat: Kâfirlerin sayıca çokluğu ve
mallarının çokluğu sebebiyle küfre dönmekten nehyet-mektir.
Ahde vefa
örneklerinden biri şu örnektir: Muaviye ile Rum kralı arasında bir ahid vardı.
Bu müddetin sonunda Muaviye oraya doğru hareket etti. Muaviye, Rum diyarına
yaklaştığı sırada müddet sona erdi. Muaviye, Rumlar gafil bir halde iken hiç
hissettirmeden Rumlara hücum etti. Bunun üzerine Amr b. Anbese Muaviye'ye:
-Allahu ekber Ya
Muaviye! İhanet değil vefakârlık göster. Ben Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle
söylediğini işittim: "Kiminle bir topluluk arasında bir ahid varsa müddeti
geçmeden bu akdini çözmesin." Bunun üzerine Muaviye ordusuyla birlikte
geri döndü.
"Allah sizi
bununla imtihan etmektedir." Yani Allah size imtihan eden kimsenin
muamelesiyle muamele etmektedir. Çoğunluk ve azlıkla aldanacağı-nıza mı yoksa
ahde riayet edeceğinize mi bakmak için size ahde vefa göstermenizi emreder.
Yani Rabbiniz kıyamet
günü ihtilâf ettiğiniz iman ve küfür, ahde vefa ve ahdi bozma gibi hususları
size açıklayacak ve her amel işleyene hayır veya şer işlediği amelin
karşılığını verecektir.
Bu, en önemli
hükümlerinden biri ahde vefa göstermek olan İslâm dinine aykırı davranmaya
karşı bir uyarı ve ihtar niteliğindedir.
Allah onların tamamını
iman ve ahde vefa üzerine toplamaya kadirdir. Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Allah dileseydi
sizi tek bir ümmet kılardı." Yani Allah dileseydi bütün insanları fıtrat
ve içgüdü gereği olarak tek bir millet ve tek din üzerine kılardı. Böylece
hiçbir ihtilaf, hiçbir öfkelenme, hiçbir kin duygusu olmadan aranızda sadece
uyum olduğu halde daima itaat etme ve Allahu Tealâ'nm emrine boyun eğme esası
üzerine yaratılmış olan melekler gibi olursunuz.
Fakat Allah'ın hikmeti
sizin amelde, iman ve hükümlere bağlılıkta farklı olmanızı itikad ve amel
hususunda bağımsız olarak yaratılmanızı gerekli kılmıştır. Dolayısıyla Allah,
ezelî ilminde sapıklığı tercih edeceği bilinen kimseleri saptıracak, ezelî
ilminde hayır yapacağı ve imanı tercih edeceği bilinen kimselere de hidayeti
insan edecektir.
'Yaptıklarınızdan
mutlaka sorguya çekileceksiniz" Yani Allah kıyamet günü hesap görmek ve
ceza vermek için sizi sorguya çekecek, bu amellerinizin hayır ve şer
karşılığını verecektir.
Bu ayetin benzeri
Kur'anda çoktur. Meselâ şöyle buyurulmaktadır: "Rab-bin dileseydi
yeryüzünde bulunanların tamamı iman ederdi." (Yunus, 10/99).
"Rabbin dileseydi
bütün insanları tek bir ümmet kılardı. Onlar ihtilaf halinde devam
edeceklerdir. Ancak Rabbinin rahmetine nail olan kimseler müstesna. (Allah)
onları bunun için yaratmıştır." (Hud, 11/118-119).
Allah Teala birinci
ayette genel olarak ahidleri ve yeminleri bozmaktan sakındırdıktan sonra
"Yeminlerinizi aranızda aldatma vesilesi edinmeyin." ayetiyle onların
yaptıkları belirli, hususî yeminleri -yani İslâm üzerine Peygamberimiz
(s.a.)'in huzurunda yaptıkları bey'at yeminlerini, bozmaktan sa-kındırmaktadır.
Ayetin manası
şöyledir: "Allah Teala kullarım ayakları istikamet ve iman üzerine sabit
olduktan sonra yeminlerinizi aldatma vesilesi yapmaktan sakın-dırmakta ve
bundan nehyetmektedir. "Bu ayet hak yol üzerinde olup da Allah yolundan
alıkoymak manası taşıyan yeminlerle hak yoldan sapan ve hidayetten ayağı kayan
kimseler için verilen bir misaldir. Zira kâfir müminin önce kendisiyle
ahidleşip, sonra sözünden döndüğünü görürse dine olan güveni sarsılır, müminin
sözünden dönmesi sebebiyle İslâm'a girmekten vazgeçer.
"Kötülüğü
tadın..." Yani Allah'ın yolundan alıkoyma sebebiyle kötü ve şiddetli
azabı -yani dünyada öldürülme ve esirliği- tadın. Çünkü önce dine girip sonra
dinden çıkmak başkalarının İslâm'dan uzaklaşmasına sebep olur.
"Sizin için büyük
bir azap vardır." Muhalif olmanın sapıklar ve bedbahtlar gurubuna
katılmanın cezası olarak ahirette şiddetli bir ceza vardır.
Yani sizler ahdinizi
bozduğunuz zaman şu üç kötü duruma düştünüz:
1- İstikamet
ve hidayet yolunda sebat ettikten sonra, istikamet esasından uzaklaşma ve
hidayet yolundan ayrılma.
2- Öldürülme,
esir alınma, mallarının ellerinden alınması, vatanlarından ayrılma zorunda
bırakılmaları gibi dünyada kötü azapla eza ve cefa ile karşılaşmaları.
3- Hak
yolundan ve Hak ehlinden yüz çevirmelerinin karşılığı olarak ahirette
cezalandırılmaları.
Cenab-ı Hak daha sonra
bir takım bedeller karşılığında ahdi bozmaktan sakındırarak şöyle buyurdu:
"Allah'ın ahdini az bir bedelle satın almayın." Yani Allah'a yemin
karşılığında dünya hayatının geçici metasını ve dünya ziynetini tercih
etmeyin. Çünkü dünya malı pek azdır.
"Allah katında
olan sizin için daha hayırlıdır." Yani dünya bütün varlığıyla insana
verilse bile Allah katında olan yani Allah'ın mükâfatı ve sevabı O'na iman edip
O'nu uman herkes için daha hayırlıdır. Bu aynı zamanda dünyadaki az bir
meta'dan daha hayırlıdır.
"Eğer
biliyorsanız." Yani dünyanın hayırlanyla ahiretin hayırları arasındaki
farkı biliyorsanız...
Hayırhlık yönü:
"Sizin yanınızda olan tükenir, Allah'ın nezdinde olan ise bakidir."
Yani dünya malı yahut nimeti biter, sona erer; müddet uzun olsa bile yokolmaya
mahkûmdur. Allah'ın nezdinde olan cennetteki mükâfatlar bakidir, ebedîdir,
kesintisiz ve tükenmeksizin devam eder. Çünkü bu nimetler daimîdir, hiçbir
şekilde değişme yoktur, zeval bulma yoktur.
"Biz sabredenleri
mutlaka mükâfatlandıracağız..." Yani Allah'a yemin olsun ki biz
müşriklerin eziyetlerine karşı sabredenleri ve ahde vefa gibi ahlâkî esasları
ihtiva eden İslâm'ın hükümlerinde sebat edenleri amellerinin en güze-liyle
mükâfatlandırırız, kötülüklerinden vazgeçeriz. Bu büyük bir sevaptır, günahlarının
bağışlanacağı şeklinde güzel bir vaaddir.
[20]
Bu ayet İslâm
toplumunun özel ve genel, hayattaki fert, toplum ve devlete ait temel
esaslarını belirtmektedir.
Bu ayet güzel ahlaktan
sayılan üç şeyi emretmekte ve üç şeyden de neh-yetmektedir:
Emredilen üç husus:
Adalet yolunu tutma,
farz ve vacipleri eda ederek insaflı davranmak.
İhsan: İyilikte
bulunmak, lütuf ve ikramda bulunmak ya da farz ve vaciplerin dışında müstehap
ve nafileleri yerine getirmek.
Sıla-i rahim:
Akrabalara yardımda ve iyilikte bulunmak. Burada özellikle yakın akrabalar
zikredilmiştir. Çünkü onların hakları daha önemli ve onlarla irtibatı devam
ettirmek daha gereklidir.
İbni Atıyye diyor ki:
"Adalet" Emanetleri yerine getirmek hususundaki inançlar, hükümler
şeklindeki bütün farzlar, zulmü terketmek, insaflı olmak ve hakkı vermektir.
"İhsan" ise mendup olan (tavsiye edilen, öğüt olarak verilen) her
şeyin yapılmasıdır. Bazı şeyler vardır ki, tamamen menduptur. Bazı şeyler ise
farzdır. Ancak bunlardan yeteri kadarını yapmak adalet mefhumu içine dahildir.
Yeterli olandan fazlasını yapıp kemale erdirmek ihsan mefhumu içine dahildir.
İbnü'l-Arabî adaleti
üç kısma ayırmıştır:
a) Allah'a
karşı adil olmak.
b) Kendi
nefsimize karşı adil olmak.
c) İnsanlara
karşı adil olmak.
Kulun kendisiyle Rabbi
arasındaki adalet: Allah Teala'nın hakkını kendi nasibini tercih etmesi, Onun
rızasını kendi arzusundan önce gözetmesi, yasaklardan kaçınması ve emirlerine
sarılmasıdır.
Kulun kendisiyle nefsi
arasındaki adalet: Nefsini helake götürecek şeylerden alıkoyması. Cenab-ı Hak şöyle
buyuruyor: "Nefsi haram olan arzulardan alıkoyar." Hırs ve
tamahkârlığa uymaktan uzak kalması, her hal ve manada kanaata sarılması.
Kulun kendisiyle diğer
insanlar arasındaki adalet: Fedakârlık yapması, az veya çok hıyanet yapmaması
her şekilde insanlara insafla davranması, senden hiçbir kimseye söz ve
davranışla, gizli-açık hiçbir kötülük dokunmaması insanlardan gelecek belalara
karşı sabırlı olunması. Bunun en alt sınırı insaflı davranmak ve kimseyi
rahatsız etmemektir.
Nehyedilen üç şeye
gelince: Bunlar hayasızlık, kötülük ve zulümdür. el-Fahşâ (Hayasızlık): Fuhuş,
gıybet gibi sözlü, zina gibi fiili her çeşit çirkin davranıştır.
el-Münker (Kötülük):
Şeriatın yasaklaması suretiyle çirkin ve kötü saydığı her şeydir. Bu ifade
bütün masiyetleri, rezaletleri ve her çeşit alçaklığı içine alır. Bunların en
tehlikelisi de şirktir.
Bağy: Kibir, zulüm,
kin ve aşırılık gibi haddi aşma fiilleridir. Bunlar mün-ker ifadesi altına
girmesine rağmen çok zararlı olduklarından dolayı önemine binaen özellikle
zikredilmiştir.
Bu ayet iyiliği
emretme ve kötülüğe mani olma hususunu ihtiva etmektedir.
İkinci ayet ahidlerin
ve sözleşmelerin öneminden dolayı "Ahde vefa" göstermeyi özellikle
zikretmektedir. Allah'ın ahdi dil ile akd edilen ve insanın alışveriş, ikram
veya dine uygun bir işte söz vermesi gibi kendisini yükümlülük altına sokan
işlerdir.
Ayet-i kerime ahid ve
sözleşmelerinin hürmete değer olduğunu birkaç te'kid ile te'kid etmektedir:
Birincisi: Ahidler
üzerinde şiddetle ve yeminle durduktan ve buna Allah'ı şahid kıldıktan sonra
müddet bitmeden bu ahidleri bozmaktan nehyedilmesi-dir. Ayette azimle te'kid
edilen yemin ile âdet halinde yapılan yemin-i lağvin birbirinden ayrılması için
"te'kid edildikten sonra" ifadesi kullanılmıştır.
Daha sonra bu ahdi
bozmaya yünlerini eğirdikten ve iplik haline getirdikten sonra bunu bozan
ahmak kadın misal olarak verilmiştir. Cenab-ı Hak daha sonra yeminlerini bir
aldatmaca, tuzak, hile ve kandırma vesilesi edinerek bozan kimseleri
ayıplamıştır. Daha sonra da güçlü ve sayıca çok bir kabileyi desteklemek,
sayısı ve gücü az zayıf bir kabilenin ahdinden de sıyrılmak gibi gaye ve
sebeplerle ahdi bozma ve döneklik yapmayı çirkin bir fiil saymıştır. Allah
Teala meâlen şöyle buyurmaktadır. Bu kabile (topluluk) diğerinden daha çok veya
daha zengin olduğu için ahidlerinizi bozmayın. Çokluk veya dünya imkânı
düşmanınız olan müşriklerde olunca yeminlerinizi bozmayınız.
Cenab-ı Hak daha sonra
bu ahidlerin bir deneme ve imtihan olduğuna dikkat çekmektedir.
Allahu Teala, bundan
sonra kendisinin bütün insanları tek bir ümmet -iman ümmeti- olarak kılmaya ve
onları ahidlere vefa gösterme üzerine toplamaya kadir olduğunu zikretti.
Ancak kendi tarafından
bir lütuf olarak dilediği kimseleri hidayetine nail kılar, bazı kimseleri de
dalâlet yolunu tercih etmeleri sebebiyle onları sapıtmak suretiyle dalâlette
kılar.
Cenab-ı Hak daha sonra
aldatma ve bozgunculuk ihtiva eden ahid ve yeminler ortaya koymaktan ve
böylece ayaklar sağlam yere bastıktan -yani Allah'ı bilip iman ettikten- sonra
ayakların kaymasından son derece nehyetti.
Bu ifade durumu
istikamet üzerinde olan ama ahde vefa göstermeyip büyük bir şerre düşen kimse
için yapılmış istiaredir.
Allahu Teala bundan
sonra ahidleri ve yeminlerinde aldatan kimseleri dünyada azapla, ahirette ise
daha büyük bir azapla tehdit etti. Bu şiddetli vaîd Rasulullah (s.a.) verdiği
ahdini bozan kimse hakkındadır. Çünkü onunla ahid yapan sonra bu ahdini bozan
kimse imandan çıkar dünyada kötü akıbeti -hoşlanılmayan musibetleri- tadar.
Allah Teala daha sonra
yemin ve ahidlerle ticaret yapılmasından sakındırdı. Bu sebeple ahdi bozmak
üzere mal alınması ve rüşvetten nehyetti. Cenab-ı Hak "Allah adına
verdiğiniz sözü basit bir parayla satmayın" buyurdu. Yani ahidlerinizi
basit bir dünya meta'ı karşılığında bozmayın. Bu çok büyük bir meblağ olsa da
az ve basit sayılır. Çünkü bu yok olacak şeylerdendir. O halde az ve basit
sayılır.
Allah Teala bundan
sonra dünyanın durumu ile ahiretin durumu arasındaki farkı beyan etti. Bu fark
ise şudur: Dünyada olan her şey tükenir ve değişime tabidir. Ahirette ve
Allah'ın nezdinde olan lütfunun tecellileri ve cennetinin nimeti ahde vefa
gösteren ve ahdi üzerine sebat edenler için daimidir, yok olmayacaktır.
Son olarak da Allah'ın
İslama ve taatlere -meselâ ahde vefaya- sebat edenlere ayrıca günahları
terketme hususunda sabredenlere karşılık, taatlere verdiği ecir gibi, onları
mükâfatlandıracağını ve küçük hataları görmeyeceğini zikretti. İşte
amellerinin en güzeliyle verilecek mükâfattan murad budur.
Bütün bu emirler,
nehiyler, te'kidli ifadeler, vaadler, tehditler ve cezalar hep ahd, sözleşme ve
anlaşmaları korumak ve bu anlaşmaların hükümlerini, şartlarını ve muhtevasını
çiğnememek içindir.
[21]
97- Erkek olsun kadın
olsun, mümin olarak salih amel işleyeni güzel bir hayat {^inde yaşatacağız ve
onları yaptıklarının en güzeliyle mükâfatlandıraca-
"Erkek olsun
kadın olsun" ifadesiyle tahsisi reddetmek için her iki cinsi de beyan
etmiştir, "mümin olarak" ifadesi amelin kabulü için konulan bir
sınırlamadır. Zira sevabı hak etme hususunda kâfirlerin amellerine itibar
edilmez. Kâfirlerin amelleri sadece azabın hafifletilmesi için dikkate alınır,
"salih amel işleyeni" dünyada "güzel bir hayat içinde
yaşatacağız." Sıkıntı ve endişe bulunmayan huzurlu bir hayat yaşar. Eğer
zengin ise dünya hırsı ve tamahkârlık onu dinin vazifelerinden alıkoyamaz. Eğer
fakir ise kanaat etme, rızık taksimine razı olma ve helâl rızıkla hayatı
güzelleşir. Bir başka görüşe göre: Bu ahiret-te olur. Bu güzel hayat cennet
hayatıdır.
"Onları
yaptıklarının" taatin "en güzeliyle mükâfatlandıracağız."
[22]
Bu ayet erkek ve
kadınları taat etmeye ve dini farzları yerine getirmeye teşvik etmektedir.
Allahu Teala birinci
kısımda İslâm şeriatından yükümlülük altına girdikleri hususlarda sebat etmeye
teşvik etmektedir: "Sabredenleri mutlaka mükâfatlandıracağız. " Yani
mubah, mendup ve vacip emirleri içine alan amellerinin en güzeliyle onları
mükâfatlandıracak ve mubahlar dışında onlara sevap verecektir.
İkinci kısımda ise
müminler İslâm'ın hükümlerinin tamamını yerine getirmeye teşvik edilmektedir.
[23]
Bu Allah Teala
tarafından salih amel işleyen kimseler için bir vaaddir. Erkek veya kadın kim salih
amel işlerse yani Allah'ın kitabına ve Rasulü'nün (s.a.) sünnetine uygun
ameller işler, farzları yerine getirirse kalbi de Allah'a ve Rasulüne imanla
dolu olursa dünyada ona güzel bir hayata, ahiret yurdunda ise yaptıklarının en
güzeliyle mükâfata nail olacaktır.
"Güzel
hayat" ifadesi çeşitli refah şekillerini ihtiva etmektedir. İbni Abbas ve
bir gurup müfessir bunu helâl ve temiz rızık, yahut mutluluk, yahut taat işleme
ve taate gönlü açma, ya da kanaat olarak açıklamışlardır.
Doğru olan -İbni Kesir'in
dediği gibi- "Güzel hayat" ifadesinin bunların tamamını ihtiva
etmesidir.
Nitekim İmam Ahmed'in
Abdullah b. Ömer (r.a.)'den rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte Peygamberimiz
(s.a.) şöyle buyurmaktadır: "İslâm'a gönül veren, yeteri kadar rızka sahip
olan ve Allah'ın verdiği ile kendisine kanaat ihsan ettiği kişi kurtuluşa
ermiştir." Müslim bunu Abdullah b. Yezid el-Mukri'nin rivaye-tiyle
nakletmektedir.
Tirmizî ve Nesâî
Fedale b. Ubeyd (r.a.)'den Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet
etmişlerdir: "İslâm'la hidayete kavuşan ve geçimi de yeteri kadar olup
bununla kanaat eden kurtuluşa ermiştir."
İmam Ahmed ve Müslim
Enes b. Malik (r.a.)'den rivayet ediyorlar: Peygamberimiz (s.a.) buyuruyor ki:
"Allah mümine hayırlı amelinde zulmetmez. Karşılığını bu dünyada Kasene
olarak, ahirette de sevap olarak verir. Kâfire gelince ona bütün güzel
amellerinin karşılığı dünyada verilir. Ahirete varınca da kendisine karşılığı
verilecek hiçbir hayırlı ameli, hasenesi kalmaz."
İbni Abbas (r.a.)'dan
rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle diyordu: "Allahım! Bana
rızık verdiğin şeye beni kanaatkar kıl. Bunu bana mübarek kıl. Her kaybettiğim
şeyin yerine bana hayırlısını ver."
[24]
Bu ayet açıklıkla
işaret etmektedir ki salih amelin güzel bir hayata vesile olması ve bunun
azabın hafifletilmesine fayda etmesi iman şartına bağlıdır.
"Güzel
hayat" hakkında beş görüş zikredilmiştir. Bunların en doğrusu şudur: Bu
ifade dünyadaki sağlık, helâl ve temiz nzık, gönül huzuru, zihin rahatlığı,
taatlere muvaffak kılınmak gibi dünyadaki bütün saadet şekillerini ihtiva
etmektedir. Böyle bir hayat da insanı Allah Teala'nın rızasına ulaştırır.
[25]
98- (Ey Peygamber!) Kur'an okuduğun zaman
(Allah'ın rahmetinden) kovulmuş şeytandan Allah'a sığın.
99- Şüphesiz ki
şeytanın iman edip Rab-lerine güvenenler üzerinde hiçbir nüfuzu yoktur.
100- Şeytanın nüfuzu sadece onu dost edinenlere ve
(onun vesvesesiyle) Allah'a ortak koşanlar üzerindedir.
101- Biz bir ayeti
değiştirip yerine başka bir ayet getirdiğimiz zaman -ki Allah ne indirdiğini
gayet iyi bilir- müşrikler peygambere: "Sen ancak bir iftiracısın"
derler. Hayır! Onların çoğu bunu bilmezler.
102- De ki: "Kur'an'ı
Ruhu'l-kudüs (Cebrail) müminlerin imanını pekiştirmek, müslümanlara bir
hidayet rehberi ve bir müjde olmak üzere Rabbinin nez-dinden hak olarak
indirdi."
103- Şüphesiz biz'müşriklerin: "Bu Kur'an'ı
Muhammed'e bir adam öğretiyor" dediklerini çok iyi biliyoruz. İddia
ettikleri kimsenin dili yabancıdır. Kur'an ise açık fasih Arapçadır.
104- Şüphesiz ki
Allah'ın ayetlerine iman etmeyenlere Allah doğru yolu göstermez. Onlara acıklı
bir azap vardır."
105- "Yalanı
ancak Allah'ın ayetlerine iman etmeyenler uydurur. Asıl yalancı olanlar
onlardır."
"Kur'an'ı
okuduğun zaman" ifadesi neticenin sebep yerine konulmasıyla yapılan
mecaz-i mürseldir. Yani Kur'an okumayı istediğin zaman demektir.
"Allah ne
indirdiğini gayet iyi bilir." cümlesi neshin hikmetini beyan etmek için
cümle-i mu'teriza'dır. Burada birinci şahıstan üçüncü şahsa geçiş vardır.
Allah'ın isminin anılması ta'zim ve mehabet içindir.
"Kuranı
Muhammed'e öğretiyor diye iddia ettikleri kimsenin dili yabancıdır."
lisan dil ve söz için istiare yapılmıştır. Araplar "lisan" kelimesini
dil manasında kullanırlar. Meselâ: "Biz hiçbir peygamber göndermedik ki
kavminin lisanıyla olmasın." (İbrahim: 14/4) buyurulmuştur.
A'cemî ve Arabi:
kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.
[26]
"Kur'an okuduğun
zaman" Yani Kur'an okumayı istediğin zaman "kovulmuş Şeytan'dan
Allah'a sığın." yani (Eûzü billahi mineş-şeytani'r-racim) de. Yani ben
okurken şeytanın verebileceği vesveselerden beni koruması için Allah'a
sığınıyorum. Bunu namaz kılan kimse her rek'atte söyler. Zira bir şarta bağlı
olan hüküm şartın tekrar etmesiyle -kıyas olarak- tekrar eder.
"Şüphesiz ki
şeytanın iman edip Rablerine güvenenler üzerinde hiçbir nüfuzu" tesiri,
gücü ve kuşatması "yoktur."
"Şeytanın nüfuzu
sadece" ona itaat ederek "onu dost edinenler ve ona" yani
Allah'a "ortak koşanlar üzerindedir."
"Biz bir ayeti
değiştirip" onu neshetmek, kaldırmak ve başkasını indirmek suretiyle
kulların menfaati için "onun yerine başka bir ayet indirdiğimiz zaman -ki
Allah ne indirdiğini gayet iyi bilir- müşrikler" Peygambere "Sen
ancak bir iftiracısın" sen yalancısın, bunu kendinden söylüyorsun
"derler. Hayır, onların çoğu" Kur'an'ın gerçeğini, neshin hikmetini
ve yanlışı doğrudan ayırdetme-yi "bilmezler."
"De ki: Kur'an'ı
Ruhü'l-kudüs" yani Cebrail indirdi. Cebrail kudsî olan yani gönülleri
temizleyen kitabı indirdiği için O'na bu isim verildi, "müminlerin"
Kur'an'ın Allah'ın kelâmı olduğu şeklindeki inancını "imanını
pekiştirmek" için... Zira müminler Kur'an'ın neshedici ayetlerini işitip
bu Kur'an'da bulunan salâha ve hikmete riayet eden ayetlerini düşününce
inançları sağlamlaşır ve kalpleri huzur bulur. "Müslümanlara" yani
Onun hükmüne boyun eğenlere "bir hidayet rehberi ve bir müjde" olmak
üzere "Rabbinin nezdinden bir hak olarak" onun gereği olan hikmetle
birlikte "indirdi." Bu ayette başkaları için burada geçen şeylerin
zıtlannın meydana geleceği şeklinde ta'riz yapılmaktadır.
"Şüphesiz Biz
müşriklerin: Bunu" Kur'anı "Muhammed'e bir adam öğretiyor,
dediklerini çok iyi biliyoruz." Müşriklerin iddialarına göre bu adam
hristi-yan olan Amir b. Hadramî'nin kölesi olan "Cebr er-Rûmî" idi.
Cebr, Tevrat ve İncil'i okumuştu. Demircilik yapıyordu. Peygamberimiz (s.a.)
onun yanma uğruyor, Mekkeliler kendisine eziyet ettikleri zaman onun yanında
oturuyordu. "Halbuki" kendisine meylettikleri Kur'anı Muhammed'e
öğretiyor diye işaret ettikleri, hakkında bu gibi "iddia ettikleri bu
kimsenin dili yabancıdır." İster Arap isterse acem olsun dilinde
yabancılık vardır. Derdini açıklayamamakta-dır. "Bu" Kur'an "ise
açık" ifadeli "fasih Arapçadır" O halde bunu nasıl yabancı biri
öğretebilir? Bu iki cümle onların iddialarım, tenkitlerini iptal etmek için
"isti'naf' cümleleridir.
"Şüphesiz ki
Allah'ın ayetlerine iman etmeyenlere Allah doğru yolu göstermez" onların
kalplerinde imanı yaratmaz. Bu umumî bir kaide olup istisnaları da vardır.
Allah Teala'nın ayetlerini inkâr eden bir gurup insan -Allah'ın izniyle-
hidayete kavuşmuştur.
"Yalanı
ancak" Bu Kur'an beşer sözüdür diyerek "Allah'ın ayetlerine" Kur'ana
"iman etmeyenler uydurur." Yalan icad ederler. Zira bunlar
kendilerine engel olacak bir azaptan korkmazlar. "İşte onlar"
küfredenlere veya Kureyş'e işarettir, "asıl yalancı olanlar
onlardır." gerçekten yalancı olanlar, yahut yalancılıkta mükemmel olanlar
bunlardır. Zira Allah'ın ayetlerini yalanlamak ve bu asılsız iddialarla
Kur'an'a dil uzatmak en büyük yalancılıktır. Yahut onlar sen iftiracının
birisin. Muhammed'e bu Kur'anı bir adam öğretiyor sözlerinde yalancıdırlar.
Aynı ifadeyi tekrar etmek suretiyle yapılan vurgulama (te'kid) onların
nakledilen sözlerini reddetmektedir.
[27]
101. ayetin nüzulü:
Müşrikler: Muhammed (s.a.) ashabıyla alay ediyor bugün bir şeyi emrediyor,
yarın da bundan nehyediyor ya da daha kolay bir şeyi ortaya koyuyor. Muhammed
(s.a.) bir iftiracı olup bütün bunları kendi tarafından söylüyor deyince
Cenab-ı Hak bu ve bundan sonraki (101 ve 102.) ayeti indirdi.
103. ayetin nüzulü ile
ilgili İbni Ebî Hatim, Husayn tarikiyle Abdullah b. Müslim el-Hadramî'den naklediyor:
Bizim iki kölemiz vardı. Birisine Yesar diğerine Cebr deniyordu. Bunlar
Sicilyalı (hristiyan) idiler. Her ikisi de kendi kitaplarını okuyorlar, bu
kitapların ilmini biliyorlardı. Rasulullah (s.a.) da bunlara uğrar. Onların
okuduklarım dinlerdi. Bunun üzerine müşrikler: Muhammed (s.a.) bunlardan ilim
öğreniyor, dediler. Bu sebeple bu ayet indi.
[28]
Allah Teala, müminleri
en güzel amelleriyle mükâfatlandıracağını beyan ettikten sonra amellerim
şeytanın vesvesesinden kurtaracak bir hususa işaret etti.
Daha sonra da Hz.
Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini inkâr edenlere bir takım şüpheleri ilham
etmek gibi şeytanın verdiği bazı vesveseleri zikretti. Bunlardan iki şüphe
şunlardı:
a) Nesih
şüphesi. Nesih, değiştirmek, yani bir şeyi kaldırıp yerine başka bir şeyi
koymak demektir. Ayetin değiştirilmesi bir ayetin kaldırılarak onun yerine
başka bir ayet konulması, inen bir başka ayetle önceki ayetin kaldırılması
demektir.
b)
Kur1 anın Allah tarafından değil de bir
hristiyanın öğretmesiyle meydana geldiği şüphesi. Bu şüpheye verilen şu cevap
bu şüphenin batıl olduğunu açıklayan susturucu bir cevap idi: Kur'an açık fasih
bir Arapça kelâmdır ve iddia ettikleri bu hayalî öğretmen de Arap olmayan
yabana bir kimsedir. Böylesi nasıl fasih bir arapça sözü öğretebilir?
[29]
Allah kullarına
Peygamberinin (s.a.) diliyle Kur'an okumak istediklerinde rahmetten kovulmuş
şeytandan Allah'a sığınmalarını emrediyor ve şöyle buyuruyor:
"Kur'an okuduğun
zaman..." Yani Kur'an okumak istediğin zaman Allah'a sığın. Taşlanmaya
lâyık, lanetlenmiş, Allah'ın rahmetinden kovulan şeytandan Allah'a iltica et ki
okuman karışmasın ve Kur'an'ın manalarını gayet iyi düşünesin. Bu ayet bir
önceki ayetle: "Biz bu kitabı sana her şeyi açıklamak üzere indirdik"
ayetiyle bağlantılıdır.
Peygamberimiz (s.a.)'e
hitap ümmetine hitaptır. Hatta bu daha evlâdır. Çünkü Peygamberimiz (s.a.)
şeytanın vesveselerinden ve aldatmalarından masumdur.
Ayetin zahirinden
Allah'a sığınmanın, Euzü'nün okunmasının kıraatin peşinden olması anlaşılmakta
ise de asıl olan bunun kıraatten önce olmasıdır. Bu tıpkı şu ayetler gibidir.
"Namaza
kalktığınız zaman" (Maide, 5/6). "Konuştuğunuz zaman adaleti
gözetin." (En'am, 6/152).
"Onlardan
(Peygamber hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından
isteyin." (Ahzab, 33/53).
"Peygambere hitap
ettiğiniz zaman bu kitabınızdan önce sadaka verin" (Mücadele, 58/12) Yani
bütün bunları yapmak istediğiniz zaman demektir.
Ayrıca
"Euzü..." okumanın yani Allah'a sığınmanın sebebi -ki bu da şeytanın
vesvesenin giderilmesidir- bu sığınmanın kıraatten önce yapılmasını
gerektirmektedir.
"İstiâze"
Euzü billahi mineş-şeytanir-raciym. Rahmetten kovulmuş şeytandan Allah'a
sığınırım demektir.
İstiaze (Allah'a
sığınma) İbni Cerir ve başka imamların anlattığı gibi âlimlerin icmaı ile
mendup bir emirdir.
Sevrî'den ve Atâ'dan
rivayete göre ayetin zahiriyle amel edilerek namazda ya da namaz dışında
istiaze vaciptir. Zira emir vücup içindir. Fakat cumhurun görüşüne göre
vacipten menduba çevrilmiştir. Zira Peygamberimiz (s.a.) bedevi araba -namazı
tarif ederken- bunu öğretmemiştir. İstiazeyi zaman zaman ter-ketmiştir.
Hanefîler ve bir gurup
âlimin görüşüne göre istiaze sadece namazın başında talep edilmiştir. Çünkü
namaz kıraatle başlayan bir amel olup istiaze namazın başında olur.
Şafiiler ve bir gurup
âlimin görüşüne göre ise istiaze her rek'atte tekrarlanır. Çünkü istiaze kıraat
üzerine tertibe tabidir. Her rek'atte kıraat vardır. Dolayısıyla her rek'at
istiaze ile başlar.
"Şüphesiz ki
şeytanın iman edip Rablerine güvenenler üzerinde hiçbir nüfuzu yoktur."
Yani şeytan cinsinin Allah'ın huzuruna çıkacağını tasdik eden ve bütün işlerini
Allah'a havale eden kimseler üzerinde hiçbir gücü ve hakimiyeti yoktur.
"Şeytanın
nüfuzu..." Yani azdırmak ve saptırmak şeklindeki hakimiyeti kendisine
itaat edenler, Allah'ı bırakıp kendisini dost ve yardımcı edinenler ve Allah'a
ibadette şeytanı ortak koşanlar üzerindedir.
Buradaki (bâ) harfi
(sebebiyle) de olabilir. Yani şeytana itaat etmeleri ve onun aldatması
sebebiyle Rablerine şirk koşanlar demektir.
Cenab-ı Hak daha sonra
şeytanın vesvesesinin etkisiyle peygamberliği inkâr edenlerin iki şüphesini
zikretti:
Birinci Şüphe:
"Biz bir ayeti
değiştirip..." bir ayetin hükmünü kaldırıp herhangi bir hikmet ve hedefle
onun yerine başka bir ayet getirdiğimizde Cenab-ı Hak ne indireceğini gayet
iyi bildiği halde müşrikler şer'î hükümlerin mensuh olanının nasih olan
hükmüyle değiştirildiğini görünce Rasulullah (s.a.)'ı ayıpladılar ve ona: Sen
iftiracısın yani yalancısın, Allah adına yalan uyduruyorsun, bir şeyi önce
emrediyorsun, sonra da ondan nehyediyorsun. Aslında onların çoğu bu
değişiklikteki hikmeti ve insanlara faydasını, değişim ve gelişim şartlarına
riayet edilmesini, hükümlerin indirilmesindeki tedrîc prensibinin alınmasını
bilmezler. O halde Muhammed (s.a.) iftiracı değildir. Allah dilediğini yapar ve
murad ettiği şeyle hükmeder.
Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmaktadır: "Biz bir ayeti neshedersek veya unutturursak (onun
yerine) ondan daha hayırlısını ya da benzerini getiririz. Allah'ın her şeye
kadir olduğunu bilmiyor musun?" (Bakara, 2/106).
Allah onların bu çürük
şüphelerini Peygamberimiz (s.a.)'e verdiği şu emirde reddetti: "De ki:
Kur'anı Ruhü'l-Kudüs (Cebrail) indirmiştir." Yani Ey Muhammed! Onlara
şöyle söyle: Size okunan Kur'an'ı Cebrail indirmektedir. Cebrail
"Kuds" kelimesine izafe edilerek "Ruhü'l-kudüs" denmiştir.
Rabbın o kitabı hak olarak yani doğruluk, adalet ve hikmetle birlikte indirdi.
Nesih de hak olan şeyler cümlesindendir.
"Müminlere
imanını pekiştirmek için..." yani onları nesihle imtihan etmek, ilk olarak
ve ikinci olarak indirdiği şeyi tasdik etmeleri ve kalplerinin bununla huzur
bulmaları için indirdi. O takdirde onlar: Bu Rabbimiz tarafından bir gerçektir,
diyecekler. Cenab-ı Hak onların dinde ayaklarının sebat bulacağını ve Allah'ın
hikmet sebebi olduğuna yakinen inanmalarının doğruluğuna hükmetti. Allah
sadece hikmetli ve doğru olanı yapar.
İnen ayetlerin
olaylara göre ve maslahat icabı parça parça indiğine delâlet eden (Nezzelehû)
kelimesinin kullanılması, Zemahşeri'nin dediği gibi, bu şekilde ayetleri
değiştirmenin maslahatlar babından olduğuna ve neshi terket-menin manasının
Kur'anın bir defada indirilmesi mertebesinde olup hikmet mefhumu dışına çıkmak
olacağına işaret edilmektedir.
"Bir hidayet
rehberi ve müslümanlara bir müjde olmak üzere..." indirmiştir. Cümlesi
"liyüsebbite" cümlesi mahalline atıf yapılmıştır. Yani içinde nesih
bulunan ayetlerle birlikte Kur'an onları pekiştirmek, irşad etmek ve yol göstermek
için, kendilerini Allah'a teslim eden, O'na itaat eden, O'nun hükmüne ve emrine
boyun eğen, Allah'a ve peygamberine iman eden müslümanlara cennetle müjdelemek
için indirilmiştir.
Bu ayet delâlet
etmektedir ki, müslümanlarm neshi gördükleri zaman akideleri iyice kökleşmekte,
kalpleri huzur bulmakta, din gönüllerinde yerleşmekte, Allah'ın hikmetine
yakînen inanmakta, dalâlet ve sapıklık yerine Hak yol kendilerine
gösterilmekte, altlarından ırmaklar akan Cennetlerle müj-delenmektedirler.
Müşrikler ise bu sıfatların karşıtlarını taşımaktadırlar.
İkinci Şüphe:
"Şüphesiz biz
müşriklerin: 'Bu Kur'anı Muhammed'e bir adam öğretiyor' dediklerini çok iyi
biliyoruz."
Yani biz müşriklerin
Hz. Muhammed (s.a.) hakkında yalan söylediklerini gayet iyi bir şekilde
biliyoruz. Onlar bilgisizce şöyle diyorlar: "Bu Kur'an Allah'tan vahiy
olmayıp Kur'an'ı ona bir beşer öğretiyor." Bununla Arapça bilmeyen ve
dili yabancı olan Kureyşli birinin kölesine işarette bulunuyorlardı. Bu köle
bir satıcı olup Safa'nın yanında satış yapıyordu. Rasulullah (s.a.) bazan da
onun yanına gidip oturuyor ve onunla konuşuyordu.
Bu yabancının ismi
Cebr idi. Bir başka rivayette ismi Belam denilmiştir. Bir başka rivayette
Hadramî Oğullan kölesi olup ismi Yaîş'tir denilmiştir. Bu şahıs Fakih b.
Mugîre'nin, ya da Âmir b. Hadramî'nin, yahut Utbe b. Rebîa'nın kölesi idi.[30]
Bu şahıs hristiyan
iken müslüman olmuştu. Müşrikler de bazı Kur'an kıssalarını işitince: Bunları
O'na Cebr öğretiyor demişlerdi. Halbuki bu şahıs Arap değildi.
Allah onların
iftiralarını ve yalanlarını hayrete düşürecek bir ifade ile reddederek şöyle
buyurdu: "Bu iddia ettikleri kimsenin dili yabancıdır. Kur'an ise açık
fasih bir Arapçadır." Yani onların meylettikleri ve işarette bulundukları
kişi Arap değil yabancıdır. Kur'an ise her şeyi gayet güzel açıklayan süratle
anlaşılan fasih Arapça bir sözdür. Hatta Arap diliyle olabilecek en fasih
kelâmdır. Bu Kur'anı fesahatiyle, belâgatiyle, İsrailoğulları'na indirilmiş
bütün kitapların manalarından daha mükemmel tam ve kâmil manalanyla getiren
nasıl başkasından bunu öğrenebilir? Arapça ifade etmeyi beceremiyen yabancı bir
adamdan bunu nasıl öğrenmiş olabilir? Bu peygamberin böyle yabancı birinden bu
çeşit bir kelâm öğrenmesi makul değildir.
Cenab-ı Hak daha sonra
onların çürüklüklerini açıkladı ve onları şu ayetle tehditte bulundu:
Şüphesiz ki Allah'ın
ayetlerine iman etmeyenlere Allah doğru yolu göstermez." Rasulüne inen
ayetleri tasdik etmeyenlere ve Allah tarafından gelen kitaba iman etme maksadı
olmayanlara Allah doğru yolu göstermez, bu konuda kabiliyetleri olmadığı için
ve günahları işledikleri için onları Allah'ın ayetlerine ve peygamberleri
vasıtasıyla gönderdiği kitabına iman etmeye muvaffak kılmaz. Onlara ahirette
acıklı ve can yakıcı azap vardır. "Asıl yalancı olanlardır. " Ya
Muhammedi Yalancı sen değilsin, asıl yalan söyleyen ve iftira edenler o Kureyş
müşrikleridir.
Bu onların insanlar
nezdinde bilindikleri yalancılık vasıflarıyla açıkça tavsif edilmesidir. Hz.
Muhammed (s.a.) ise insanların en doğru sözlüsü, en iyisi, ilim, amel iman ve
yakîn hususunda en mükemmeli kavmi içinde doğru sözlülükle tamnmış olup
insanlar ona "Muhammedü'1-Emin" lakabını vermişlerdir.
Bunun için Rum kralı
Herakl, Ebu Süfyan'a Rasulullah (s.a.)'ın sıfatlarını sorduğu zaman Ebu Süfyan
onun doğru sözlü olduğunu bildirdi. Herakl'in sorduğu sorular arasında şu soru
da vardı:
-O bu söylediği şeyi
söylemeden önce siz, onu yalancılıkla itham ediyor muydunuz? Ebu Süfyan
-Hayır, diye cevap
verdi. Herakl:
-İnsanlara karşı yalan
söylemiyor da Allah'a karşı mı yalan söyliyecek? dedi.
[31]
Bu ayetlerden
aşağıdaki hükümler çıkarılmaktadır:
Şeytanın vesvesesiyle
okuyucuya gelmemesi ve onu Kur'an'ı düşünmekten ve Kur'an'da bulunan hükümlerle
amel etmekten alıkoymaması için namazda ve namaz dışında Kur'an okumaya
başlarken ilâhî rahmetten kovulmuş şeytandan Allah'a sığınmak menduptur.
Şeytan kalbe vesvese
verir. Hatta peygamberlerin kalbine bile vesvese verir. Bunun delili şu
ayettir: "Biz senden önce hiçbir rasul, hiçbir nebi göndermedik ki o (bir
şey) arzu ettiği zaman şeytan onun dileği hakkında mutlaka bir vesvese vermiş
olmasın. Nihayet Allah şeytanın vereceği vesveseyi giderir, iptal eder. Yine
Allah ayetlerini sabit kılar." (Hac, 22/52).
Şeytan hiçbir şekilde
Allah ve Rasulünü tasdik eden müminler üzerinde kandırma ve inkâr yoluyla
hiçbir nüfuz ve hakimiyet sahibi değildir. Çünkü şeytan.
"Ey Rabbim! Beni
azdırmana karşılık ben de yemin olsun ki yeryüzünde onlara masiyetleri süslü
göstereceğim, onların hepsini muhakkak ki azdıracağım. Ancak onlardan
kendilerine ihlas verilen kullarım müstesna." (Hıcr, 15/39-40) dediği
zaman Cenab-ı Hak:
"Benim kullarımın
üzerinde senin hiçbir hakimiyetin yoktur. Ancak azıp sapıtanlardan sana tabi
olanlar müstesna." (Hıcr, 15/42) buyurmuştur.
Ancak Kurtubî diyor
ki: Bu umumî bir ifade olup tahsis kabul eder. Şeytan vesvesesiyle Hz. Âdem ile
Havva'yı kandırdı. Faziletli kimselere: Rabbin kim diyerek onların vakitlerini
meşgul etti.[32]
Beşerî maslahatları,
olayları ve gelişmeleri dikkate almak gibi bir hikmetle Kur'anda nesih vaki
olmuştur. Nesh: Şer'î bir hükmü serî bir yolla ondan sonra gelen bir hüküm ile
kaldırılmasıdır.
Cebrail Kur'an'daki
hüccet ve ayetlerle müminlerin imanını pekiştirmek için, Kur1 anı hidayete erdiren,
irşad eden ve müslümanlan Naim cennetleriyle müjdelemek için Rabbinin kelâmında
nasih olanını da mensuh olanını da indirdi. Dolayısıyla müşriklerin, neshe
itiraz etmeleri doğru olmaz.
Bakara Sûresi'nin
tefsirinde, Ebu Müslim el-Isfahani'nin görüşü bu şeriat-te nesih vaki
olmamıştır şeklindedir. Ebu Müslim, bu ayet hakkında şöyle demiştir: Ayet
geçmiş semavi kitaplardaki bir ayetin yerine bir başka ayet getirdiğimiz zaman,
demektir. Bunun misali kıblenin Beytül-Makdisten Kab-eye çevrilmesidir. Müşrikler
dediler ki: Bu değiştirme hususunda sen iftiracısın. Dolayısıyla ayet geçmiş
bir risalettir veya bir risaletin bir kısmıdır.
Diğer müfessirler ise
şöyle demişlerdir: Kur'an ve Sünnette adı geçen gerçek delillerle nesih bu
şeriatte vaki olmuştur.
İmam Şafii (r.a.)
diyor ki: Kur'an sünnetle neshedilmez. Bunun delili: "Biz bir ayeti
değiştirip yerine başka bir ayet getirdiğimiz zaman..." ayetidir. Bu
ayetin ancak bir başka ayetle neshedilmesini gerekli kılar.
Bu görüşe şöyle cevap
verilmiştir. Bu ayet, Allah Teala'nın bir ayeti başka bir ayetle değiştirdiğine
delâlet etmektedir. Bu ayette Allah Teala'nın bir ayeti ancak bir ayetle
değiştireceğine delil yoktur. Ayrıca Cebrail (a.s.) ayeti indirdiği gibi bazan
sünneti de indirebilir. Yine Sünnet ayeti te'yid olarak da gelmektedir.
Kur'an açık fasih bir
Arapça ile indirilmiştir. İnsanlar ve cinler onun benzeri bir sure veya daha
fazlasını getirmekten âciz kaldıkları halde, müşriklerin "Muhammed (s.a.)
bu Kur'anı Mekke'de oturmakta olan yabancı bir demirciden öğrenmektedir"
şeklindeki iddiaları nasıl doğru olabilir?
Allah, Kur'ana küfür
üzerine ısrar etmeleri, inatçılık etmeleri ve Rasulul-lah (s.a.)'ın
hidayetinden yüz çevirmeleri sebebiyle Kur'ana iman etmeyen müşrikleri imana
muvaffak kılmaz. Ahirette ise onlara acıklı ve acı verici bir azap vardır.
'Yalanı ancak Allah'ın
ayetlerine iman etmeyenler uydurur." ayeti müşriklerin Peygamberimiz
(s.a.)'i iftira etmekle itham etmelerine cevap olarak asıl kendilerinin
yalancılık ve iftiracılıkla nitelendirildiklerini açıkça ifade etmiştir.
"Asıl yalancı
olanlar onlardır." ayeti müşriklerin yalancılıkla tavsif edilmeleri
hususunda mübalağa ifadesidir. Yani her yalan onların yalanlarına nis-betle
basittir.
[33]
106- Kalbi imanla
huzur bulduğu halde, (inkâra) zorlanan kimse hariç, kim iman ettikten sonra
Allah'ı inkâr eder, gönlünü küfre açarsa Allah'ın gazabı onların üzerinedir.
Onlara büyük bir azap ta vardır.
107- Bunun
sebebi onların dünya hayatını ahirete tercih etmeleri ve Allah'ın
kâfirlerin topluluğuna hidayeti nasip etmemesidir.
108- İşte Allah'ın
kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimseler bunlardır. İşte
bunlar gafillerin ta kendileridir.
109- Hiç şüphesiz bunlar ahirette de hüsrana
uğrayacaklardı.
110- Sonra mihnete
uğratıldıktan sonra hicret eden, sonra cihad eden ve (işkencelere) sabreden
kimseleri Rabbin affeder. Bunlardan sonra muhakkak ki Rabbin çok bağışlayan,
çok merhamet edendir.
111- O gün herkes
gelip kendini savunmaya çalışacak ve herkese yaptıklarının karşılığı tam
olarak verilecek kimseye zulmedilmeyecektir.
"Kalbi imanla
huzur bulduğu" inancı değişmediği ve bulunduğu hal üzerine sebat ettiği
"halde" iftira etmeye ya da inkâr kelimesini söylemeye "zorlanan"
ve bunu söyleyen "kimse hariç..."
Bu ayette imanın
kalble tasdik olduğuna delil vardır.
"... Kim gönlünü
küfre açarsa" küfrü kabul eder gönlü bundan memnun olursa
"Allah'ıngazabı onun üzerinedir."
Bu şiddetli bir
tehdittir. Zira küfürden daha büyük bir günah yoktur. Gazab: Allah'ın
rahmetinden kovulmak manasında olan lanetten şiddetlidir.
"Bunun sebebi
şudur: Çünkü "onlar dünya hayatını ahirete tercih etmişlerdir..."
Dünyayı daha çok sevmiş ve öne geçirmişlerdir.
"Hiç
şüphesiz" gerçekten "bunlar" ömürleri boşa geçirdikleri ve bunu
kendilerini ebedî azaba götürecek şeylerde sarfettikleri için ve sonuda ebedî
azaba. müstahak oldukları için "ahirette de hüsrana uğrayacaklardır."
"Sonra mihnete
uğratıldıktan sonra" işkenceye maruz bırakıldıktan, ya da azapla imtihan
edildikten ve Ammar gibi diliyle küfrü telaffuz ettikten sonra.
Başka bir kıraate göre
(Fetenû şeklindeki kıraata göre) kim küfrettikten sonra ya da kölesi Cebr'i
inkâra zorlayan ve onu dinden döndüren Hadramî gibi insanları imandan
alıkoyduktan sonra aynen bu Hadramî ve kölesi Cebr'in müslüman olup hicret
etmeleri gibi "hicret eden, sonra cihad eden ve" cihad üzerine sebat
eden ve cihad zorluklarına "sabreden kimseleri Rabbin affeder. Bunlardan
sonra" yani fitneden hicretten, cihaddan ve sabırdan sonra "muhakkak
ki Rabbin" onların daha önce yaptıklarını "çok bağışlayan" ve
onlara "çok merhamet edendir." Onlara lütufta bulunan ve sonra
yaptıklarına karşılık onlara mükâfat verecek olandır.
O günü hatırla ki
"O gün" kıyamet günü "herkes gelip kendini savunmaya
çalışacak" kendi adına mücadele edecek ve kendi nefsini kurtarmaya
çalışacak. Başkasının durumu onu ilgilendirmeyecek. Sadece (Nefsî...Nefsî)
diyecek. Birinci nefis o kişinin cüssesi ve bedenidir. İkinci nefsi ise bizzat
kendisidir, "ve herkese, yaptıklarının karşılığı tam olarak verilecek,
kimseye zulmedilmeyecek-tir." Ecirlerinden hiçbir şey eksiltilmeyecektir.
[34]
106. ayetin nüzulü ile
ilgili olarak İbni Ebî Hatim, İbn-i Abbas (r.a.)'dan şöyle naklediyor: Peygamberimiz
(s.a.) Medine'ye hicret etmek istedikleri zaman Bilâl, Habbab ve Ammar b.
Yasir'e eziyet ettiler." Ammar işkenceden kendini korumak için onların
hoşuna gidecek bir söz söyledi. Peygamberimiz (s.a.)'e müracaat edip durumu
anlatınca Efendimiz (s.a.):
-Bu sözü söylerken
kalbin nasıldı? Söylediğin sözden kalbin razı mıydı? Ammar:
-Hayır, dedi. Bunun
üzerine Cenab-ı Hak: "Kalbi imanla huzur bulduğu halde inkâra zorlanan
kimse müstesna..." ayetini indirdi.
Yine İbni Ebî Hatim,
Mücahid'den naklediyor: Bu ayet Mekke'lilerden iman eden bir gurup insan
hakkında nazil oldu. Bunlara Medine'deki bazı sahabîler hicret edin diye mektup
yazdılar. Bu müminler de Medine'ye gitmek üzere yola çıktılar. Kureyşliler
yolda onlara yetiştiler ve onları işkenceye tabi tuttular. Bunlar da zorlama
altında küfrü kabul ettiler. Bu ayet onlar hakkında nazil oldu.
Bu ayetin nüzulü
hakkındaki diğer rivayetler:
İbn Cerir, İbn
Merdüveyh ve Beyhakî Delâil kitabında rivayet ediyorlar ki:
"Müşrikler Ammar
b. Yasir'e işkence ettiklerinde Peygamberimiz (s.a.)'e kötü söz söyleyip
ilâhlarını iyi olarak zikretmedikçe bırakmadılar. Rasulullah (s.a.) gelince
Ammar'a:
-Ardında ne bıraktın?
Sana ne yaptılar? dedi. Ammar:
-Bıraktığım şey çok
kötü. Sana dil uzattım. Onların ilâhlarını iyilikle zikrettim, dedi. Efendimiz
(s.a.):
-Kalbini nasıl
buluyorsun? diye sordu. Ammar: -İmanla mutmain halde, dedi. Efendimiz (s.a.):
-Eğer onlar tekrar
eziyet ederlerse aynen söyle dedi. Bunun üzerine: "Kalbi imanla huzur
bulduğu halde inkâra zorlanan kimse hariç" ayeti indi.
Rivayet edildiğine
göre: Kureyşliler, Ammar ile babası Yasir ve annesi Sümeyye'yi dinden dönmeye
zorladılar ama bunlar kabul etmediler. Sümey-ye'yi iki deve arasında (sağ
eli-ayağı bir deveye ve sol eli-ayağı bir deveye) bağladılar. Sümeyye avret
yerinden mızrakla vuruldu. Müşrikler Sümeyye'ye:
—Sen erkekler için
(onlarla ilişki kurmak için) müslüman oldun, dediler. Onu da Yasir'i de
öldürdüler. Bu iki şehid İslâm'daki ilk şehidlerdi.
Ammar'a gelince
onların kendisini zorladıkları şeyi diliyle söyledi. Peygamberimiz (s.a.)'e:
-Ya Rasulallah! Ammar
kâfir oldu, dediler. Rasulullah (s.a.):
-Hayır! Ammar hiç
şüphesiz baştan ayağa imanla doludur. İman, eti ve kamyla karışmıştır.
Ammar ağlayarak
Rasulullah (s.a.)'a geldi: Rasulullah (s.a.) Ammar'ın gözyaşlarını silerek:
-Onlar tekrar böyle
davranırlarsa sen yine aynı sözü söyle, buyurdu.
111. ayetin nüzulü ile
ilgili İbni Sa'd Tabakatta Ömer b. Hakem'den naklediyor: Ammar b. Yasir'e azap
ediliyor ne dediğini bilemiyecek duruma geliyordu. Suheyb'e azap ediliyor ne
dediğini bilemiyecek duruma geliyordu. Ebu Fükeyhe'ye azap ediliyor ne dediğini
bilemiyecek duruma geliyordu. Bilâl, Amir b. Füheyre ve müslümanlardan bir
gurup da bu durumdaydı. Bu ayet "Sonra senin Rabbin mihnete uğratıldıktan
sonra hicret eden, sonra cihad eden ve (işkencelere) sabreden kimseleri
affeder." onlar hakkında nazil oldu.
İbni Ebî Hatim,
Katâde'den naklediyor: Ebu Cehlin süt kardeşi olan Ayyaş, Ebî Cendel b.
Süheyl, Seleme b. Hişam, Abdullah b. Seleme es-Sekafî'ye müşrikler işkence ve
azap etmişlerdi. Bunlar da Kureyş'in şerrinden emin olmak için Kureyşlilerin
arzu ettikleri bazı şeyleri verdiler. Bundan sonra da hicret ettiler ve cihada
katıldılar. Bu ayet onlar hakkında nazil oldu.
[35]
Allah Teala, Hz. Peygamber
(s.a.)'e karşı bir takım yanlış sözler söyleyen ve onu iftiracı olarak
nitelendiren ve onun getirdiği ayetlerin Allah tarafından gönderilmeyip beşer
sözü olduğunu söyleyen kâfirlere karşı büyük bir tehditte bulunduktan sonra
bunun ardından kalbiyle küfretmeyip korku ve zorlanma sebebiyle sadece diliyle
küfiir sözü söyleyen ya da hem diliyle hem de kalbiyle küfreden kimselerin
durumunu beyan etti. Bundan sonra işkenceye uğradıktan sonra hicret eden
Mekke'deki mazlumların durumunu zikretti.
[36]
Kim iman ettikten ve
basiretle inandıktan sonra Allah'ın varlığını ve birliğini inkâr eder ve
gönlünü küfre açar ve onunla huzur bulursa Allah'ın gazabı ve laneti onun
üzerinedir. Ahirette ise imanı bilip de ondan yüz çevirdiği için ona şiddetli
bir azap vardır. Çünkü o dünya hayatını ahirete tercih etmiş, dinden dönmeye
teşebbüs etmiştir. Allah da onun kalbine hidayet vermemiş onu hak din üzerinde
sebatkâr kılmamış, kalbini mühürlemiştir. O artık istenen çizgiden gafil olan,
kendilerine fayda sağlayacak şeyi düşünmeyen kimselerdendir. Onun kulağı ve
gözü mühürlenmiştir. Bunlardan yararlanamaz. Buna hiçbir faydası olamaz.
Cenab-ı Hak daha sonra
ikrah (aşırı zorlanma) sebebiyle sadece diliyle küfür sözünü söyleyen ve
lafzıyla müşriklere olur diyen kimseyi istisna ederek şöyle buyurdu:
"Kalbi imanla
huzur bulduğu halde inkâra zorlanan kimse hariç." Yani dövme ve eziyet
sebebiyle küfre zorlanan ama kalbi bu zahiren söylediği şeyi reddeden zorlanma
sebebiyle meydana gelen sıkıntıdan sonra Allah'a ve Rasulüne imanla kalbi huzur
duyan kimse müstesnadır. Nitekim Ammar b. Yasir'e Mekke müşrikleri eziyet
edince bu şekilde hareket etmiştir.
İtmi'nan (Huzur):
Sıkıntıdan sonraki sükûnet demektir. Buradaki manası ise iman üzerine sebat
edip manen huzurlu olmak demektir.
"Kim gönlünü
küfre açarsa..." cümlesinin manası küfrü kabul etmeye meyilli olursa
demektir.
Cenab-ı Hak dinden
dönen kimseye karşı gazabının sebebini zikrederek şöyle buyurdu: "Bunun
sebebi onların dünya hayatını aşırı sevmeleri..." Yani bu ceza, Allah'ın
gazabı ve büyük azap onların dünyayı ahirete tercih etmeleri "ve Allah'ın
kâfirler topluluğuna hidayeti nasip etmemesidir." Yani Allah'ın birliğini
ve Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini inkâr etmekte aşırı giden küfür
üzerinde ısrar eden kimseleri muvaffak kılmaz.
"İşte Allah'ın
kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimseler bunlardır." Bu
dinden dönenler ya da iman ettikten sonra küfredenler Allah'ın kalplerine,
kulaklarına ve gözlerine mühür vurduğu dolayısıyla iman etmeyen, Allah'ın
kelâmını duymayan, delilleri ve burhanları basiret gözüyle görmeyen
kimselerdir. Onlar gaflet hususunda mükemmel olan kendilerinden daha gafil hiç
kimse bulunmayan kimselerdir. Çünkü neticeleri düşünmekten gaflet etmek
gafletin son noktası ve zirvesidir.
"Hiç
şüphesiz..." gerçekten ya da mutlaka ahirette helak olacak olanlar,
kıyamet günü nefislerini ve ailelerini hüsrana uğratanlar bunlardır.
Dininden dönen ve
hüsrana uğrayan bu kimselere Allah altı hükümle hükmetmiştir:
1- Bunlar
Allah'ın gazabını haketmişlerdir.
2- Acıklı
azabı haketmişlerdir.
3- Dünya
hayatını ahirete tercih etmişlerdir.
4- Allah
Teala onları doğru yolu bulmaktan mahrum etmiştir.
5- Allah
Teala onların kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlemiştir.
6- Allah
Teala onları kendileri için murad edilen kıyamet günündeki şiddetli azaptan
gafil kılmıştır.
Allah Teala daha sonra
Mekke'deki mazlum kimselerin hükmünü belirtti: Ey Muhammed! Sonra senin Rabbin
müşriklerin kendilerini dinlerinden çevirmeye teşebbüs etmelerinden sonra
Mekke'deki yurtlarını bırakıp hicret edenler ve daha sonra savaşlarda
müşriklerle cihad eden ve cihadda sebat eden kimselere ve yardımı, zaferi,
te'yidi, mağfireti ve günahlarını bağışlaması ve rah-metiyle onlara destek
olur. Bundan dolayı tevbe etmelerinden ve samimî olarak müslüman olmalarından
sonra onları cezalandırmaz.
Bunlar müminlerin bir
diğer sınıfı olup Mekke'de ezilen ve kavmi içinde küçümsenen kimselerdi. Bunlar
zahiren müşriklerin küfrü telaffuz etmeleri şeklindeki tekliflerini,
fitnelerini kabul ettiler. Sonra ilkelerini, ailelerini ve mallarını terkederek
Allah rızasını, mağfiretini talep ederek Medine'ye hicret * etmek suretiyle
kurtulma imkânı doğdu. Müminler zincirine katıldılar. Müminlerle birlikte
kâfirlere karşı cihad ettiler, eziyetlere karşı sabrettiler. Allah Teala da
bundan sonra -yani bu tavırlarından müşriklerin fitnesini kabul etmelerinden
sonra- onlara çok bağışlayıcı olduğunu, ahiret gününde onlara merhametle
davranacağını bildirdi.
"O gün her nefis
gelecek..." (Yevme) kelimesi (Rahîm) kelimesiyle ya da (Üzkür) gizli
fiiliyle mansubdur. Yani herkesin gelip kendini savunmaya çalışacağı,
başkasının durumunun kendisini ilgilendirmediği herkesin: "Nefsî,
nefsî!" dediği günde O çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. Bu aynen şu
ayet gibidir: "O gün herkes için kendini meşgul edecek bir durum
vardır." (Abese, 80/37).
Buradaki
"mücadele"nin manası: Nefsi adına özür beyan etmedir. Bu ayet aynen:
"Zaten bizi saptırdılar." (Araf, 7/38) ve "Biz müşrik
olmadık." (En'am, 6/23) ayetleri gibidir.
"...herkese
yaptıklarının karşılığı tam olarak verilecektir." Her nefse yaptığı hayır
ve şerrin karşılığı tam olarak verilecek, iyi amel işleyen iyi amelinin kötülük
işleyen kötülüğünün karşılığını bulacaktır.
"Onlara
zulmedilmeyecektir." Yani hayrın sevabı eksiltilmeyecek, şerrin kötülüğün
cezasına ilâve yapılmayacak, zerre kadar yani çok az bir şekilde bile zulme
uğramıyacaklardır.
[37]
Bu ayetler aşağıdaki
hükümleri bulundurmaktadır.
1-
Mürtedlerin (dinden dönenlerin) kıyamet günündeki cezası belirttiğimiz altı
husustur. İbni Abbas'dan, İmam Ahmed ve Kütüb-i Sitte müelliflerince rivayet
edilen "Kim dinini değiştirirse onu öldürün" hadis-i şerifinin
delaletiyle mürtedlerin dünyadaki cezaları ise öldürülmeleridir.
2- İkrah (şiddetli
zorlanma) altında kalan kimsenin kalbinin imanla huzur bulmasıyla birlikte
görünüşte küfür sözünü söylemesine izin verilmesi: Peygamberimiz (s.a.)
Ammar'a müşrikler kendisini yine zorlarlarsa müşriklerin istediğini söylemesini
emretti. Ama bunu söylememeleri daha efdaldir.
a) Alimler
diyorlar ki: Hadisteki emir mubah içindir. Bunun vacip olmamasına sebep olan
husus Hubeyb b. Adiyy'den rivayet olunan şu hadistir: Mekkeli'ler onu öldürmek
istedikleri zaman onlara takıyye olarak evet demedi, sabretti ve nihayet şehid
edildi.
Buna göre bu durumda
ikrahın (zorlamanın) etkisi sadece günahın kaldırılmasıdır. Nitekim
Peygamberimiz (s.a.) Taberânî'nin Sevban'dan -sahih senedle- rivayet ettiği
hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır: "Ümmetimden hata, unutma ve
zorlandıkları şeyler kaldırılmıştır." Bu hadis-i şerifte mükreh (zorlanan
kimse) hata eden ve unutan kimseye katılmıştır. İbni Mace'nin Ebu Zer'den
yaptığı diğer bir rivayette ise: "Allah ümmetimden hatayı, unutmayı benim
için affetmiştir." denilmektedir.
Bilâl-i Habeşî de aynı
şekilde müşriklerin sözünü söylemeyi reddetmiştir. Halbuki müşrikler ona
çeşitli işkenceler yapıyorlar hatta şiddetli sıcakta göğsüne büyük bir taş
koyuyorlar ve ona Allah'a şirk koşmasını emrediyorlar ama Bilâl-i Habeşî bunu reddediyor
ve Allah bir! Allah bir! diyordu. Bilâl diyor ki: Allah'a yemin olsun ki, onlar
için bundan daha kızgınlık veren bir kelime bilsem onu söylerdim. Allah
Bilâl'den razı olsun ve onu razı kılsın.
Habib b. Zeyd
el-Ensarî de aynı şekilde davranmıştı. Müseylimetü'1-Kez-zab ona:
- Muhammed'in Allah'ın
Rasulü olduğuna şehadet ediyor musun? dediği zaman Habîb:
- Evet, demişti.
Müseylime:
- Benim Allah'ın
Rasulü olduğuma şehadet ediyor musun? dediği zaman Habîb:
- Ben işitmiyorum, demişti. Bunun üzerine Müseylime
onu parça parça kestirmiş ama Habib bu sözünde sebat etmiştir.
Bu kıssanın rivayeti
şu şekildeydi: Müseylime iki adamı alarak birine:
- Muhammed hakkında ne
diyorsun? dedi. Adam:
- Allah'ın Rasulüdür,
dedi. Müseylime:
- Peki, benim hakkımda
ne diyorsun? dedi. Adam:
- Sen de, dedi.
Müseylime onu serbest bıraktı. Müseylime diğerini çağırdı ve ona da:
- Muhammed hakkında
sen ne diyorsun? dedi. Adam:
- Allah'ın Rasulüdür.
dedi. Müseylime:
- Peki, benim hakkımda
ne diyorsun? dedi. Adam:
- Ben sağırım, dedi.
Müseylime sorusunu üç defa tekrar etti. Adam da aynı cevabı tekrarladı.
Müseylime onu şehîd etti.
Bu durum Rasulullah
(s.a.) a ulaşınca Efendimiz şöyle buyurdu:
- Birinciye gelince
Allah'ın verdiği izni tuttu. İkinciye gelince Hakkı haykırdı. Bu durum ona
mübarek olsun[38]
Özetle: Âlimler küfür
üzerine zorlanan ve şehitliği tercih eden kimsenin Allah katında ruhsatı tercih
eden kimseden daha büyük ecre nail olacağı hususunda ittifak etmişlerdir.
b) Allah
(c.c.) şeriatın asıl temeli olan Allah'ın varlığını ikrah (şiddetli zorlanma)
anında inkâr etmeye müsaade edip bunu muaheze etmeyince âlimler şeriatın bütün
hükümlerini bunun üzerine hamletmişlerdir. Dolayısıyla insan şeriat hükümleri
üzerine zorlanırsa bu sırada söylediği ve yaptığı şeylerden muaheze olmayacak
ve buna herhangi bir hüküm gerekmiyecektir.
c) Kurtubî
diyor ki: İlim ehli, küfür üzerine zorlanan ve kendi nefsi hakkında ölümden
korkan kimsenin kalbi imanla huzur bulduğu halde küfrederse ona hiçbir günah
olmayacağı, hanımının kendisinden ayrılmayacağı ve ona kâfir hükmüyle
hükmedilmeyeceği üzerinde ittifak etmişlerdir. Bu, İmamı Malik, İmamı Şafiî ve
-İmamı Muhammed b. Hasan dışında- Kûfeli âlimlerin görüşüdür.
İmam Muhammed şöyle
demiştir: Şirkini açığa vurursa zahiren mürted olur. Kendisiyle Allah Teala
arasında ise "müslüman" .sayılır. Hanımı ondan ayrılır ve ölürse onun
cenaze namazı kılınmaz. Babası müslüman ölürse bu haliyle babasına mirasçı
olamaz. Bu kitap ve sünnetin reddettiği bir görüştür. Zira bu, şu ayete
muhaliftir: "Ancak... küfre zorlanan kimse hariç..." (Nahl, 16/106).
d) Fakihler
ikraha (zorlanmaya) tabi olan kimsenin boşanması, köle azad etmesi ve nikâhı
hakkında ihtilâf etmişlerdir.
Hanefîler boşanma v.b.
hususların bu kimseyi bağlayacağı görüşüne varmışlardır. Zira boşanma tercihe
bağlıdır. Zorlama ise rızaya zıttır ve tercihi gerçekleştirir.
Hanefüerin dışındaki
âlimler ise önceki hadisi "Ümmetimden hata, unutma, kaldırılmıştır"
hadisim delil olarak kabul ederek bu çeşit bir boşanmanın bağlayıcı olmayacağı
görüşündedirler. Hanefîler ise bu hadisi bu durumda uh-revî hükmün -yani
günahın- kaldırılması olarak anlamışlardır.
e) ikraha
(zorlanmaya) tabi olan kimsenin alışverişi hakkında iki durum vardır:
Birincisi: Üzerine
vacip olan bir hak hususunda malım satması olayı: Bu geçerlidir, bağlayıcıdır
ve bu konuda dönüş yoktur. Zira satılan mal dışında borcunu alacaklıya vermek
zorundadır. Bunu yapmayınca satışı kendisinin tercihi olmakta ve dolayısıyla
kendisini bağlamaktadır.
İkincisi: Zulme veya
aşın derecede ikraha tabi olan kimsenin satışı: Bağlayıcı olmayan bir
satıştır. Bu kişi malına herkesten daha layıktır. Bu çeşit bir satışla sattığı
malını bedelsiz olarak alır. Bedel karşılığı bu malı satın alan kimse ise bu
zalimi takip eder. Eğer mal ve müşteri o zalimin zulmettiğini bilmiyorsa
malının bedeliyle veya bundan daha fazla miktarıyla zalime müracaat eder.
f) İkrahın
mertebeleri vardır:
Birincisi:
İkrah olunan fiili yapmanın vacip olması; içki içmeye, domuz eti yemeye ve ölü
hayvan eti yemeye zorlanmak gibi. Burada bunu yapmak vaciptir. Çünkü canı
helak olmaktan korumak vaciptir. Bunun delili: "Kendinizi kendi
ellerinizle tehlikeye atmayın." (Bakara, 2/195) ayetidir.
İkincisi: Bu
fiilin vacip değil mubah olması; küfür kelimesini telaffuz etmeye zorlanmak
gibi. Mubah olur ama vacip olmaz.
Üçüncüsü:
Vacip veya mubah olmayan haram olan bir fiili yapmaya zorlanmak gibi. Bir
insanı öldürmeye veya bir uzvu kesmeye zorlanmak gibi. Fiil haram olmakta devam
eder. Ama kısas bir görüşe göre düşer, bir başka görüşe göre vaciptir.[39]
Kurtubî diyor ki: Bir
adamı öldürmesi için zorlanan kimsenin onu öldürmeye teşebbüs etmesi yahut
celde gibi onun şerefini çiğneyecek bir harekete teşebbüs etmesi caiz değildir.
O kimse kendi başına gelen bu belâya karşı sab-redecektir. Başkasını öldürerek kendi
nefsini kurtarması helâl değildir. Allah'tan dünya ve ahirette afiyet niyaz
edecektir.
Özetle: Üç
şey vardır ki bu üç şey hiçbir şekilde mubah sayılamaz: Allah'ı inkâr, adam
öldürme ve zina. Küfür (Allah'ı inkâr) sözünün bunu mubah görmeden (gönülden
kabul etmeden) sadece dille söylenmesine izin verilmiştir.
g) İkrah
neticesi zina eden kimseye had cezası uygulanır mı? Bu hususta iki görüş
vardır:
Bazıları bu kimseye
[erkekse] had uygulanır, demişlerdir. Çünkü bu fiili kendi iradesiyle
yapmaktadır.
Çoğunluk ise: Böyle
bir kimseye had cezası uygulanmaz demişlerdir. Doğru olan görüş de budur.
Kadın zinaya
zorlandığı zaman ona had cezası uygulanmaz. Bunun delili: Nahl, 106 ayeti ile
Peygamberimiz (s.a.)'in: "Allah ümmetinden hatayı, unutmayı ve zorlandıkları
şeyleri kaldırmıştır." hadisi şerifi ve "Onların -genç kızların-
ikraha tabi tutulmalarından sonrasını ise Allah çok bağışlayıcı ve çok merhamet
edicidir." (Nur, 24/33) Âlimler zina etmeye zorlanan kadına had cezası
uygulanmayacağında ittifak etmişlerdir.
h) Zinaya
zorlanan kadına mehir verilmesi vacip olur mu?
İmam Malik, Şafiî,
Ahmed, İshak ve Ebu Sevr'e göre: Bu kadının "mihr-i misil" alma hakkı
vardır.
Hanefi'ler, Sevrî ve
İmam Malik'in ashabına göre bu kadınla zina eden erkeğe had cezası uygulandığı
zaman mihir hükümsüz olur.
İbnü'l-Münzir: Birinci
görüş doğrudur, demiştir.
ı) İkraha
tabi olan (zorla kendisine yemin ettirilen) kimsenin yemini:
İmam Malik, İmam
Şafii, Ebu sevr ve âlimlerin çağuna göre bağlayıcı değildir.
Hanefiler ise şöyle
demişlerdir: Bir şeyi yapmamaya yemin ederse o şeyi yapar ve yeminini bozar.
Çünkü ikraha tabi olan kimsenin bütün yemin çeşitlerinde tevriye yapma (başka
manayı kastetme) hakkı vardır. Tevriye yapmazsa yemin kastetmiş demektir.
j) Bir adam
yemin etmeye zorlansa, yemin etmezse haraç alanlar, zalim görevliler ve haddini
aşan kimseler gibileri onun malını alacak olsa:
İmam Malik'e göre bu
hususta takıyye yapma yoktur. Yeminiyle kişi bedenini kurtarabilir, ama malını
kurtaramaz.
İbnül-Macişün diyor
ki: Malını kurtarsa bedeni hakkında korkusu olmasa bile yemini bozmuş sayılmaz.
k) Tahkik
ehli âlimleri demişlerdir ki:
Allah'ı inkâra
zorlanan kimse bunu telaffuz ederse bunu ancak diliyle tevriye sözü söyler
gibi söylemesi caizdir. Zira bu gibi tevriye sözü söylemesinde yalandan
kurtulma vardır. Bu olmazsa kâfir olur. Zira tevriyelerde ikrahın etkisi
olmaz.
Meselâ: (Ekfuru
billahi) demesi sonuna yâ ilâve etmesi gibi. Zira manası o zaman değişir
yüksekçe yeri inkâr ediyorum demektir. Ya da (kafırun bin-Nebiyyî) Haber vericiyi
inkâr ediyorum demesi gibi.
1) İkrahın
haddi:
İmam Malik, Şafii,
Ahmed, Ebu Sevr ve âlimlerin çoğuna göre korkulu tehdit, hapis, vurma,
korkutma, kelepçeleme ve bağlama gibi şeylerdir.
Hanefilerden
nakledildiğine göre onlar hapsi ve bağlamayı, içki içmek ve ölü hayvan eti
yemek hakkında ikrah olarak saymamışlardır. Zira bu ikisinde telef olmaktan
korkulmaz.
3- Mürtedler
(dininden dönenler) Allah'ın gazabını ve azabını haketmişler-dir: Zira bunlar
dünya hayatını ahirete tercih etmişler ve Allah'ın hidayetinden mahrum
olmuşlardır. Allah onların kalplerine, kulaklarına ve gözlerine mühür vurmuştur.
Bunlar kıyamet gününde kendileri için murad edilen azaptan gafil
kılınmışlardır.
4- Fitneye
uğradıktan sonra -yani müşriklerin fitne sözlerini kabul ettikten sonra-
hicret eden sonra da müminlerle birlikte cihad eden ve cihad üzerine sebat
edenlere Allah mağfiret ve rahmeti yazmıştır. Bunlar Ammar b.Yasir gibi ezilmiş
kimselerdi.
Efendisinin ikraha
tabi tuttuğu ve küfür söylediği sonra da efendisi müs-lüman olduğu zaman
İslâm'ı kabul eden Ceb'r ile efendisi de böyledir. Her ikisi de güzel müslüman
olmuştur ve hicret etmişlerdir.
Nüzul sebebi hususunda
Ayyaş, Ebü Cendel Seleme b. Hişam ve Abdullah b. Seleme de adı geçen kimseler
gibi çilekeş müminlerdir.
Abdullah b. Sa'd b.
Ebî Şerh de bunlar gibidir. Dininden dönmüş ve müşriklere katılmıştı.
Peygamberimiz (s.a.) Mekke fethi gününde onun öldürülmesini emretmiş o da Hz.
Osman'a sığınmış, Hz. Osman sebebiyle Peygamberimiz ona dokunmamıştır. Sonra
Mısır'a vali olmuştur.
Mücahid diyorki:
"İslâm'ını ilk defa açığa vuran yedi kişi şunlardır: Rasulullah (s.a.)
Ebubekir, Habbab, Suheyb, Bilâl, Ammar, Sûmeyye.
Peygamberimiz (s.a.)'i
Ebu Talip, Hz Ebubekir (r.a)'i yakınları himaye etti. Diğer ilk müslümanlar ise
işkenceye tabi tutuldu. Sırtlarına demir zırhlar giydirilip güneşte
oturtuldular. Güneş harareti ve demir zırh sebebiyle son derece bitkin
düştüler, Ebu Cehil bunların yanma geldi. Hem sövüyor hem de azarlıyordu. Ebu
Cehil Sümeyye'ye küfretti. Sonra da hayalarına mızrakla vurarak şehit
etti."
[40]
112- Allah bir ülkeyi
misal vermektedir: Bu ülke emin,
huzurlu, rızkı her taraf- tan Do1 bo1 gelen bir ülke idi. Ne var ki (bu ülkenin halkı) Allah'ın nimetlerine nankörlük etti. Bu yüzden Allah onlara yaptıklarına karşılık olarak korku ve a*?lık elbisesini tattırdı.
113" Doğrusu
onlara kendi içlerinden bir peygamber
gelmişti. Ancak onlar Du peygamberi
yalanladılar. Bu sebep- le zulmettikleri esnada azap onları yakalayıverdi.
"Bu ülke emin,
huzurlu... bir ülke idi." Burada mecaz-i mürsel yoluyla ülke halkı
kastedilmektedir. Çünkü enmiyetin yeri ve zarfı ülkedir. Yerler oraya giren
şeylerle nitelendirilebilir.
"Bu yüzden Allah
onlara yaptıklarına karşılık olarak korku ve açlık elbisesini tattırdı."
Burada ezâkahâ (tattırdı) kelimesinde istiare-i mekniyye vardır. Müşebbehün bih
(kendisine benzetilen) hazfedilmiştir. Bu ızdırap hoş-lanılmaması sebebiyle acı
yemeğe benzetilmiştir. Burada kendisine benzetilen hazfedilmiş ve gereklerinden
biri olan tatma kelimesiyle istiare-i mekniyye yoluyla buna işaret edilmiştir.
Yani zararın tesirini hissetmek için tatma kelimesi kullanılmıştır. Bu durum
(açlık ve korku) onları tamamen kapladığı için libas (elbise) kelimesi
kullanılmıştır.
[41]
"Allah bir
ülkeyi," bir kasabayı yani Mekke'yi daha doğrusu, Mekke halkını
"misal vermektedir." Razî diyor ki: Akla daha yakın olan görüşe göre
bu ülke Mekke'den başka bir kasabadır. Çünkü bu misal Mekkelilere verilmiştir.
"Bu ülke"
çalkantı içinde olmayan hücumlardan "emin", darlık ve korku sebebiyle
oradan ayrılma ihtiyacı duyulmayan "huzurlu ve rızkı" gıda maddeleri
"heryerden" her taraftan "bol bol" geniş miktarda
"gelen bir ülke idi."
Ne var ki ülkenin
halkı "Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler." Nimetlere nankörlük
Hz. Peygamber (s.a.)'i yalanlamak suretiyledir.
"Bu yüzden Allah
onlara yaptıklarına karşılık olarak" yedi sene süren kıtlık sebebiyle
"açlık ve" Hz. Peygamber (s.a.)'in seriyyelerinin kendilerini tehdit
etmesi sebebiyle "korku elbisesini tattırdı."
"Doğrusu onlara
kendi içlerinden bir peygamber" Muhammed (s.a.) "gelmişti. Ancak
onlar bu peygamberi yalanladılar. Bu sebeple zulmettikleri esnada" zulme
bulaştıkları durumda "azap" açlık ve korku "onları yakalayıverdi."
[42]
Allah Teala, kâfirleri
ahirette şiddetli bir vaîdle tehdit ettikten sonra onları açlık ve korku gibi
dünya âfetleriyle de tehdit etti.
[43]
Allah ibret için bir
ülkenin durumunu anlatmaktadır. Bu ülke, halkı düşmandan emin, kendilerini
hiçbir korkulu durumun rahatsız etmediği huzur içinde ve bol rızkı rahat, kolay
ve geniş bir şekilde diğer beldelerden gelen bir ülke idi.
Ancak bu ülke halkı
Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler. Bu nimetleri inkâr ettiler. Allah da onlara
açlık ve korku verdi. Güvenlik yerine korku, zenginlik yerine açlık ve
fakirlik sevinç yerine elem ve üzüntü geldi. Kötü davranışları sebebiyle
hayatın geniş imkânından sonra acılığını tattılar.
Onlara kendi
cinslerinden bir peygamber geldi. Bu peygamber onlara kendisinin onlara
gönderilen bir elçi ve O'na ibadet etmelerini, O'na itaat etmelerini ve
nimetine şükretmelerini tebliğ edici olduğunu bildirdi. Onlar da
inançsızlıkları ve inatçılıklarında devam ettiler. Onlar küfürleri ve peygamberleri
yalanlamaları sebebiyle zalim oldukları, zulüm yani küfür ve masiyet işledikleri
sırada tamamen helak olma azabıyla azaba uğradılar.
Mesel: Belirli bir
sıfatla tavsif edilen bir şey var olsun olmasın misale konu olabilir. Bazan da
varolan belirli bir şeyle misal verilir.
Ayette geçen karye
(ülke, kasaba) farzedilen bir kasaba da olabilir, belirli bir kasaba da
olabilir. Bu kasaba Mekke de olabilir, başka bir kasaba da olabilir.
Müfessirlerin çoğuna
göre burada geçen karye (kasaba) Mekke ve Mekke halkıdır. Çünkü Mekke emin,
huzur içinde ve istikrarlı bir yer olup çevresinde bulunan kasabalarda insanlar
canlarından emin değillerdi. Mekke'ye giren ise emniyet içinde olup korku
hissetmiyordu. Mekkeliler Allah'ın nimetlerini inkâr ettiler. Bu nimetlerin en
büyüğü Hz. Muhammed (s.a.)'in gönderilmesi nimeti idi. Allah'da onlara refah ve
emniyetten sonra şiddetli açlık ve korku tattırdı. Onlar, Rasulullah (s.a.)'a
karşı inatçılıkla davranmakta ısrar ettiler. Peygamberimiz (s.a.) de onlara
beddua etti: "Allahım Mudar'a baskını arttır. Onlara Hz. Yusuf (a.s.)
zamanındaki kıtlık gibi kıtlık ver." dedi. Mekkelilere her şeyi gideren
kıtlık isabet etti. Yağmursuzluk imtihanına yakalandılar. Cifeleri, ölü köpek
etlerini, yanmış kemikleri ve hayvanlar tarafından öldürülmüş parçalanmış
develerini yemek zorunda kaldılar. Sonra da Bedir'de reisleri öldürüldü.
Razî diyor ki: Akla
yakın olan husus bu karyenin (kasabanın) Mekke'den başka bir yer olmasıdır.
Çünkü bu Mekke'lilere misal olarak verilmiştir. Mek-ke'lilere verilecek misal
Mekke dışından olur. Yani bu misal her kasaba için -ve özellikle Mekke için-
onların benzeri bir akıbete karşı uyarmak için bir ibret vesilesidir. Bu
Allah'ın kendilerine nimet ihsan ettiği ve nimetin kendilerini şımarttığı ve bu
sebeple küfre düşüp haktan yüzçeviren, Allah'ın da kendilerine azabını
indirdiği, her kavim için bir misaldir.
(Âmineten) ifadesi
emniyete, güvenlik içinde yaşamaya işarettir. (Mut-meinneten) ifadesi de hava
ve iklimin güzelliği sebebiyle sıhhat içinde olmaya işarettir. "Rızkı her
yerden bol olarak gelir" ifadesi rızık hususunda yeterli imkâna sahip
olduklarına işarettir.[44]
Bu kasaba bu üç
sıfatla tavsif edildikten sonra Cenab-ı Hak "Allah'ın nimetlerini inkâr
etti." buyuruyor. En'um nimetin çoğuludur. Bu cem'i kıllettir. Yani o
kasaba nimetlerden pek azını inkâr ettiler ve Allah onlara azab etti demektir.
Bundan maksat az nankörlük anlatılarak çok nankörlüğün durumuna dikkat
çekmektedir. Az nimetlere nankörlük azabı gerektirirse çok nimetlerin azabı
gerektirmesi daha evlâ olur.
Bu sıfatlar her ne
kadar ülkenin sıfatlan olarak verilmiş olsa da gerçekte burada murad edilen bu
ülke halkıdır.
Bunun için ayetin
sonunda "yaptıklarına karşılık olarak" denilmiştir. Allah buna açlık
ve korku elbisesi adını vermiştir. Çünkü bu durum aynen elbise gibi
çelimsizlik, yüzün renginin solması ve kötü durum şeklinde üzerlerinde
belirmektedir.
[45]
Bu ayet Allah'a ve
Peygamberine iman etmenin vacip olduğuna ve yalnız O'na kullukta bulunmaya ve
O'nun pek çok nimetleri ve lütuflanna karşı şük-retmeye ayrıca ilâhî azabın
Allah'ı inkâr edip O'na isyan eden ve Allah'ın kendi üzerindeki nimetine
nankörlük eden herkese ulaşacağına işaret etmektedir.
Bu zulüm ile -yani
küfür ve isyanla- nitelendirilen her ülke halkına bir uyan ve tehdittir. Zira
Allahu Tealâ'nın hakkında küfür ve masiyetten daha şiddetli bir zulüm yoktur.
Azap veya ceza amelin
cinsinden olacaktır. Çünkü bu ülke halkı nimetle şımardıkları zaman onu
zıddıyla yani nimetin yokolması ve kaldırılması ile karşı karşıya gelmişler,
doyduktan sonra şiddetli açlığa düşmüşler, emniyet ve huzurdan sonra korku ve
dehşete yeteri kadar yiyecek temininden sonra geçim kaynaklarındaki kıtlığa
maruz kalmışlardı.
[46]
114- Allah'ın size
rızık olarak verdiği helâl ve teiniz şeylerden yiyin. Eğer sadece Allah'a
kulluk ediyorsanız Allah'ın nimetine şükredin.
115- Allah sizlere sadece ölü hayvan etini, kanı,
domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesilenleri haram kıldı. Bir kimse
(zaruret) haddini aşmadan ve başkalarının hakkına tecavüz etmeden buna mecbur
kalırsa (ve bunlardan yer ise) ona günah yoktur. Şüphesiz ki Allah çok
bağışlayan ve çok merhamet edendir.
116- Dilinizin alıştığı yalanlarla: "Bu
helâldir, bu haramdır" demeyin. Aksi takdirde (bu sözlerinizle) Allah'a
yalan isnad etmiş olursunuz. Şüphesiz ki Allah'a yalan isnad edenler hiçbir
zaman kurtuluşa ermezler.
117- Bu, (dünyada) pek
az bir yararlanmadır. (Ahirette) onlara can yakıcı bir azap da vardır.
118- (Ey Peygamber!) Daha önce sana anlattığımız
şeyleri yahudilere haram kılmıştık. Biz onlara zulmetmedik. Fakat onlar kendi
kendilerine zulmettiler.
119- Sonra şüphesiz ki Rabbin, bilmeden günah
işleyip ardından tevbe eden ve kendilerini düzeltenleri bağışlar. Bunlardan
sonra Rabbin çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
"Halâl" ve
"Haram" arasında tezat sanatı vardır.
[47]
Ey müminler!
"Allah'ın size rızık olarak verdiği helâl ve temiz şeylerden yiyin."
Allah Teala küfrü yasaklayıp buna karşı tehditte bulunduktan sonra, müminlere
Allah'ın helâl kıldığı şeyleri yemelerini, kendilerine verdiği nimetlere
şükretmelerini emretti.
"...Dilinizin
alıştığı yalanlarla: 'Bu helâldir bu haramdır, demeyin." Ayetten murad
şudur: Hiçbir delil olmaksızın mücerret sözle bir şeyi helâl veya haram
kılmayın..
...Allah'ın helâl
kılmadığı şey için "Bu helâldir," haram kılmadığı şey için "bu
haramdır, demeyin."
"Bu" dünya
onlar için "pek az bir yararlanmadır" Ahirette "onlara can
yakıcı bir azap da vardır."
"Daha önce",
"Biz her tırnaklıyı Yahudilere haram kılmıştık" (En'am, 6/146)
ayetinde "sana anlattığımız şeyleri yahudilere haram kılmıştık."
Bunları haram kılmakla "biz onlara zulmetmedik. Fakat onlar" bu azabı
gerektiren masiyetleri işlemek sebebiyle "kendi kendilerine
zulmettiler."
"Sonra şüphesiz
ki Rabbin bilmeden" kötülük veya şirk "işleyip ardından tevbe
eden" bundan dönen "ve kendilerini" amellerini
"düzeltenleri bağışlar. Bunlardan sonra" Bu bilgisizlikten veya
tevbeden sonra "Rabbin" onları "çok bağışlayıcı" ve onlara
"çok merhamet edicidir."
[48]
Allahu Teala nimetlere
karşı nankörlük yapmaları sebebiyle kâfirlere tehditte bulunduktan ve misal
vererek onları küfürden sakındırdıktan sonra müminlere Allah'ın kendilerine
helâl kıldığı şeyleri yemelerini ve Allah'ın kendilerine nimet olarak verdiği
şeye şükretmelerini emretti.
Mana şöyledir: Sizler
iman edip küfrü terkettiniz. O halde helâl ve temiz olan şeylerden yani
ganimetten yiyin. Pis olan şeyleri -ölü hayvan etini kan vb. şeyleri terkedin.
Daha sonra helâli ve
haramı tayin etmenin nefsî arzu ve istekle ve sırf akılla olamayacağını mutlaka
bir delil ve şer*î nas bulunmasının zorunlu olduğunu, Yahudilere haram kılman
şeylerin En'am Sûresi'nde zikri geçen şeyler olduğunu ve kötülükleri (yani hiç
de uygun olmayan küfür ve masiyetleri) bilgisizce yani taşkınlıkla ve
sonuçlarını düşünmeden işleyen -ki bütün kötülük işleyenler bunu bilgisizce
işlemektedirler- ve sonra da tevbe eden kimselerin masiyetini Allah'ın bağışlayacağını
ve rahmetle muamele edeceğini açıklamaktadır.
[49]
Bu ayetler uyan ve
korkutma ayetlerinden sonra gönül huzuru, hatırlan teskin etme, mümin gönülleri
hoş tutma, ölü hayvan eti ve kan gibi haram ve pis olan yiyecekleri değil de
hayatın helâl rızıklarma izin verme konularına geçiş ayetleridir.
Ey müminler!
"Allah'ın helâl ve temiz olan rızkından yiyin." Buna karşılık Allah'a
şükredin. Çünkü asıl nimet veren ve lütufta bulunan hiçbir ortağı olmaksızın
tek olarak ibadete layık olan O'dur. Eğer siz gerçekten O'na kulluk ediyorsanız
emrettiği hususlarda O'na itaat eder nehyettiği hususlardan da vazgeçersiniz.
Son cümleden murad
edilen mana ibadete teşvik etmektir.
Helâl olanlar haram
olanlardan pek çoktur. Fakat bu husus cahiliyet araplannın Allah'ın helâl
kıldığını haram kılmaları şeklinde değil, Allah'ın izin verdiği ölçüdedir.
Bunun için pek çok ve geniş helâller yanında pek az olan haramların beyan
edilmesi uygun düşmektedir. Bunun için Cenab-ı Hak: "Size sadece ölü
hayvan etini...haram kılmıştır." buyurmaktadır. Yani Rabbiniz size sadece
dört şeyi haram kılmıştır. Çünkü (innema) kelimesi hasr ifade eder. Bu haram
olan dört şey:
Ölmüş hayvan etini
yemek, kan, domuz eti, putlara kesilen hayvanların eti.
Sonuncusu
"Allah'tan başkasının adı anılan" yani Allah'ın adından başka bir
isimle boğazlanan ayetine dahildir.
İmam Ahmed'in, İbni
Abbas (r.a.) dan rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şu ifade yeralmaktadır:
"Allah'tan başkasının adıyla boğazlayan kimse lanete uğramıştır. " O
halde Allah'ın size helâl kıldığı şeyleri haram kılmayın.
Bu dört haram daha
önce geçen bazı surelerde zikredilmektedir:
- Meselâ: Medenî olan
Bakara Sûresinde (2/172).
- Yme Medenî olan
Maide Sûresinde (5/30).
- Bu sure gibi Mekkî
olan En'am Sûresinde (6/1*45) aynı şekilde yer almaktadır. Ancak Maide
Sûresi'nde zikredilen Münhanika, Mevkûze, Nâlîha ile sağken şer'an
boğazlanmadan yırtıcı hayvanın yediği şeklindeki hususlar (meyte) ifadesine
dahildir.
Cenab-ı Hak daha sonra
zaruret halini istisna etti: "Kim mecbur kalırsa..." yani zaruret
hali onu zor durumda bırakırsa, büyük bir ihtimalle o sebeple helak olacağını
zannettiği açlık sebebiyle bu haram kılınan şeylere muhtaç kalırsa, sadece
kendisinin yararlanıp ve bununla bir başkasının helak olması gibi başka muhtaç
bir kimseye haksızlık etmeksizin ve açlığı giderecek kadar yemesi yani zarurî
miktarı aşmaksızın yeme hali sözkonusudur. Bu ifade, haram kılınan şeylerden
karnı doyuracak kadar yararlanmanın haram olduğuna delildir. Bu pek çok âlimin
görüşü ve takip ettikleri yoldur.
Zira Allah çok
bağışlayan, o kimsenin günahını ve hatasını örtendir. O kimseyi bu sebeple
muaheze etmez. Bu gibi durumlarda ceza vermeyip rahmetle muamele eder.
Bu ifadelerde
Allah'ın, hakkında kolaylık dilediği, zorluk dilemediği bu ümmete kolaylık ve
genişlik imkânı verilmiştir.
Cenâb-ı Hak daha sonra
kişilerin kendi şahsî görüşleriyle helâl ve haramı tayin etmeleri sebebiyle
müşriklerin yoluna girmekten ve müşriklerin cahiliyet devrinde Bahire, Sâibe,
Vasile ve Ham vb. hayvanların etini yemeyi haram kılmak, ölü hayvan etini ve
kanı helâl kılmak gibi dinde icad ettikleri şeylere tabi olmaktan nehyetti.
"Dilinizin
alıştığı yalanlarla: Bu helâldir, bu haramdır, demeyin." Hiçbir delil
bulunmadan sırf dilinizin tavsif ettiği yalanla Allah'ın şeriatına uymaksızın
şahsi görüş, nefsî arzu ve bilgisizlikle helâl ve haramı siz tayin etmeyin. Bu
ayet haram kılınan şeylerin yukarıda geçen dört maddede toplandığını daha fazla
vurgulama niteliğindedir.
"Aksi takdirde
(bu sözlerinizde) Allah'a yalan ısnad etmiş olursunuz." Yani böylece
kendiniz helâl ve haramı belirler ve bir konuda Allah hiçbir şey indirmediği
halde kendi hükümlerini Allah'a isnad etmiş olursunuz. Hiçbir delil ya da Allah
tarafından bir vahiy olmaksızın kendi görüşüyle bir şeyi helâl veya haram
kılarsa Allah Teala'ya yalan isnad edenlerden olur.
Sadece kendi görüşü ve
arzusuyla Allah'ın haram kıldığı bir şeyi helâl, Allah'ın mubah kıldığı bir
şeyi haram sayan ve şer'î bir dayanak olmayan bir bid'ati icad eden herkes bu
nehyin içerisine dahildir.
Cenab-ı Hak daha sonra
buna karşı vaîd ve tehditte bulunarak şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki Allah'a
yalan isnad edenler hiçbir zaman kurtuluşa ermezler. Bu dünyadaki pek az bir
yararlanmadır." Yani Allah'a yalan uyduranlar ne dünyada ne de ahirette kazançlı
çıkamazlar. Dünyada onlar için pek az ve yokolmaya mahkûm bir istifade imkânı
ve basit dünya metaı vardır. Ahirette ise onlar için çok acıklı bir azap
vardır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Onlara biraz imkân veririz.
Sonra da şiddetli bir azaba maruz kılarız." (Lokman, 31/24).
Ayet aslında
"Bahîra" ve "hibe" develerini haram sayan ve ölü bile olsa
hayvanların karnından çıkan yavrularını helâl sayan kâfirlere hitap etmektedir.
Helâl ile haramı ve bu
ümmet için zaruret sebebiyle mubah olanı beyan ettikten sonra Allah Teala
Yahudilere neshedilmesinden önce kendi şeriatlerin-de haram kıldığı hayvanları
zikrederek şöyle buyurdu: "Daha önce sana anlattığımız şeyleri Yahudilere
haram kılmıştık."
Ey Peygamber! En'am
Sûresi'ndeki şu ayetle sana bildirdiğimiz şeyleri Yahudilere haram kılmıştık:
"Biz Yahudilere bütün tırnaklı (hayvan)ları haram ettik. Sığır ve koyunun
iç yağlarını da üzerlerine haram kıldık. Bunların sırtlarına veya
bağırsaklarına yapışan yahut kemiğe karışan (yağlar bu hükümden) müstesnadır."
(En'am, 6/146).
Ey Araplar! Helâl ve
haramı kendi kendine tayin etmek ve kendilerine haram kılınan hususlarda
Yahudileri taklit etmek doğru değildir. Biz onlara sadece bu zikredilen şeyleri
haram kıldık.
Bu şeylerin haram
kılınmasının sebebi şudur: "Biz onlara zulmetmedik.
Fakat onlar kendi
kendilerine zulmettiler." Yani bu haram kılma bizim tarafımızdan bir zulüm
ve haksızlık sebebiyle değildi. Fakat kendilerinin irtikap ettikleri bir zulüm
sebebiyle idi. Zira onlar Rablerine isyan etmeleri, peygamberlerine karşı
inatla davranmaları ve hadlerini aşmaları sebebiyle kendi nefislerine
zulmettiler. Dolayısıyla buna layık oldular. Kendilerine haram kıldığımız
şeylerle cezalandırıldılar. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle
buyurmaktadır: "Haddi aşanların (Yahudilerin) zulmetmeleri sebebiyle biz
onlara helâl kılınmış olan temiz ve güzel şeyleri haram ettik." (Nisa,
4/160) Bu ayet haram kılmanın zulüm ve haddi aşmak sebebiyle bir ceza olduğu
hususunda açık bir ifadedir.
Cenab-ı Hak daha sonra
isyankârlara, Allah'a iftira edenlere ve Allah'ın haramlarını çiğneyenlere bir
lütuf ve ihsan olmak üzere tevbenin kabul edilme imkânını beyan etti. Şöyle
buyurdu: "Sonra şüphesiz ki Rabbin..."
Yani Allah'a iftira
etmek ve Allah'ın emrine muhalefet etmek onların tev-be etmelerine, mağfiret ve
rahmetin meydana gelmesine engel olmaz. Çünkü Rabbin çok bağışlayıcıdır,
günahları örtücüdür, helâl ve haramı tayin etmek suretiyle Allah'a iftira
edenlere çok merhamet edendir.
"Kötülük
işleyenler" Kötülük: Bilgisizlik sebebiyle küfür ve masiyetler gibi uygun
olmayan davranıştır. Çünkü her kötülük işleyen kimse bunu bilgisizlikle yapar.
Hiç kimse küfür olduğunu bilerek küfür işlemeye razı olmaz. Masiyet de ancak
şehvet, akıl ve ilme galip olduğu zaman meydana gelir.
Ancak mağfiret ve
rahmet tevbe ve Allah'a yönelme ile, yaptıklarına pişman olmakla ve amellerini
Allah ve Rasulünün muradına uygun olarak ıslah etmekle bağlantılıdır. Bundan
sonra yani bu günahı işledikten veya bu bilgisizlikten sonra tevbe eder,
amelini ıslah ederse, Allah ve Rasulüne iman eder, Allah ve Rasulüne itaat
ederse elbette Allah onun günahını bağışlayacak dünya ve ahirette ona rahmetle
muamele edecektir.
"Bundan sonra
Rabbin..." cümlesini te'kid yoluyla tekrar etmiş, sonra da bilgisizlik
sebebiyle onlardan sadır olan bu günahları "çok bağışlayan ve çok merhamet
edendir." demiştir.
Bu gösteriyor ki günah
işleme genellikle şehvetin akıl ve ilim kefesinden daha ağır gelmesi ya da
gencin bilgisizliği ve taşkınlığı sebebiyle olmaktadır. Yine bu durum
gösteriyor ki kim uzun bir müddet küfür ve masiyetlere teşebbüs etse sonra da
tevbe edip iman etse ve salih amel işlese Allah onun tev-besini kabul edecek ve
onu azaptan kurtaracaktır.
[50]
Bu ayetlerden
aşağıdaki hükümler çıkmaktadır:
1- Zararlı
olmayan temiz ve helâl olan şeyler mubah, rahatsızlık ve kötülüğe sebep olan
zararlı ve pis şeyler ise haramdır. Bu da gerçekten nimetlere şükredilmesini
gerektirir.
2- Şeriatta
asıl haram olan yiyecekler dörttür. Bunlar: ölü hayvan eti yemek, kan, domuz
eti yemek ve Allah'tan başkası için putlar ve saire adına kesilen hayvan eti
yemektir.
3- Eğer
herhangi bir şey yenilmezse büyük bir ihtimalle ölümün meydana geleceği
zarurete binaen az önce belirtilen haram yiyeceklerden ölümden kurtaracak
kadar yenilmesi caizdir.
4- Müminler
hakikî şeriat koyucu olan Allah tarafından herhangi bir burhan ya da delil
olmaksızın haramı helâl, helâli haram sayan kâfirlere benzemekten
sakınmalıdır. Bu Allah'a yalan iftira etmektir. İftiracılar ise dünya ve
ahirette iflah olmazlar. Onların dünyadaki yararlanmaları az bir yararlanmadır.
Dünyanın nimeti ise yakında yokolacaktır. Onlar az bir dünya malıyla istifade
edecekler, sonra da acıklı bir azaba havale olunacaklardır.
5- Helâli ve
haramı tayin etme hakkı Allah'a aittir. Hiçbir kimse Allah'ın bu konuda haberi
olmaksızın herhangi bir şey hakkında haram ve helâl deme hakkı yoktur.
İçtihadının bir şeyin haram olduğuna götürdüğü durumda müc-tehid: Ben bunu
mekruh görüyorum, der.
İmamı Malik, İmam Ahmed
ve selef-i salihînden fetva ehli kimseler böyle yaparlardı. Haram kılan delil
kuvvetli ise "Bu haramdır" demekte hiçbir mahzur yoktur: Faizin
'Ribal-Fadl' ve 'Riba'n-Nesîe' kısmına giren ve hadislerde varid olan altı
sınıf dışındaki faizlerin haram olması gibi.
6- En'am
(evcil hayvanlar) ve Hars (ekin ve bitkiler) bu ümmete helâldir. Yahudilere ise
bunlardan bir kısmı haram kılınmıştı. Onlara haram kılınan şeyleri haram
kılmakla Allah onlara zulmetmemiş onlar kendilerine zulmetmişlerdir. Bu şeyler
Yahudilere ceza olarak haram kılınmıştır.
7- Allah'ın
rahmeti, lütfü ve keremi gereği küfür ve masiyet gibi günahları işleyen sonra
da bunları işledikten sonra tevbe eden amellerini ıslah eden kulların tevbesi
kabul edilir, Allah onları bağışlar.
[51]
120- Şüphesiz ki
İbrahim Allah'a boyun eğen, tevhid dininde olan bir önderdi. Hiçbir zaman
müşriklerden olmadı.
121- Rabbinin nimetlerine şükrederdi. Allah O'nu
(peygamberlik için) seçti ve doğru yola şevketti.
122- Biz dünyada İbrahim'e iyilik verdik.
Şüphesiz ki o ahirette de salih kimselerdendir.
123- (Ey peygamber!) Sonra sana biz: Hakka yönelen
müşriklerden olmayan İbrahim'in dinine tabi ol, diye vahyet-tik.
124- Cumartesi gününe
hürmet, sadece bu hususta ihtilaf edenlere (Yahudilere) farz kılındı. Rabbin
muhakkak ki kıyamet gününde ihtilâf ettikleri hususlarda onların arasında
hükmedecektir.
"Şüphesiz ki
İbrahim...bir önderdi." Yani pekçok vasıflarla muttasıf olması sebebiyle
bir ümmet veya bir cemaat gibi hayırları toplayan bir zat idi.
"Biz dünyada ona
iyilik verdik." ifadesinde Hz. İbrahim'in durumunu yüceltmek için üçüncü
şahıstan birinci şahsa geçiş iltifat sanatı yapılmıştır.
[52]
"Ümmet"
burada çeşitli hayırlı hasletleri birarada toplayan lider ve önder demektir.
Ümmet: kelimesinin asıl manası büyük cemaat, büyük toplum demektir. Hz.
İbrahim, kâmil bir şahsiyete sahip olması, pek çok şahıslarda ayrı ayrı
bulunan hasletlerin kendisinde bulunması, neredeyse imkânsız olan faziletleri
birarada toplaması sebebiyle bu şekilde adlandırılmıştır. Bu aynen Ebu Nüvas'ın
Harun Reşid'i medhetmek için söylediği şu söz gibidir.
"İnkâr edilecek
bir şey değildir Allah için. Her şeyi bir kişide toplamış olması."
Zira bütün insanlar
kâfir iken sadece Hz. İbrahim (a.s.) mümin idi.
"Allah'a boyun
eğen" Allah'a itaat eden ve O'nun emrini yerine getiren "tevhid
dininde olan" batıl dinden en sağlam Hak dine meyleden "bir
önderdi." Onların iddia ettikleri gibi "Hiçbir zaman müşriklerden
olmadı." Kureyşliler kendilerinin Hz. İbrahim (a.s.) dininden olduklarını
iddia ediyorlardı. Halbuki onlar Allah'a şirk koşuyorlardı.
"Rabbinin
nimetlerine şükrederdi." Nimet kelimesinin çoğulu olan (En'um) kelimesi
(cem'i kıllet) olarak Hz. İbrahim (a.s.)'in az nimetlerin şükrünü ihlâl
etmediğine dikkat çekmek için zikredilmiştir. Ya pek çok nimete nasıl şükretmez?
"Allah O'nu" peygamberlik için "seçti, ve onu" Allah'a
davet hususunda "doğru yola sevketti."
"Biz ona" İbrahim'e
"dünyada iyilik" güzel övgüye ve bütün dinlerin mensuplarının
sevgisine nail olma nimeti "verdik". Bu cümlede üçüncü şahıstan
birinci şahsa geçiş iltifat sanatı yapılmıştır. "Şüphesiz ki o ahirette de
salih kimselerdendir." Cennet ehlinden olan ve yüksek derecelere nail olan
kimselerdendir. Nitekim İbrahim (a.s.) da "Beni salihlere kat"
duasıylabunu istemişti.
Ya Muhammed!
"Sonra" Bu ifade ya Peygamberimiz (s.a.)'i ta'zim etmek için ve
İbrahim (a.s.)'a verilen en büyük nimet RasuluUah (s.a.)m O'nun dinme tabi
olmasıdır gerçeğine dikkat etmek içindir. Yahut Rasulullah (s.a.) in zamanının
daha sonra gelmesi sebebiyledir.
"Sana biz: Hakka
yönelen ve müşriklerden olmayan" Muvahhidlerin önderi olan 'İbrahim'in
dinine" Allah'ın birliği, Allah'a yumuşaklıkla davet etme, delilleri
peşpeşe zikretme ve herkesle anlayışı ölçüsünde mücadele etme hususunda
"tabi ol, diye vahyettik." Yahudi ve Hristiyanların Hz. İbrahim
(a.s.)ın kendi dinlerinde olduğu iddialarına cevap olarak bu ifade (Hz. İbrahim'in
müşriklerden olmadığı ifadesi) tekrar edildi.
"Cumartesi gününe
hürmet" Bu güne ta'zim ve hürmet etmenin farz oluşu ve o günü ibadete
ayırma ve o gün avlanmanın terkedilmesi "sadece bu hususta"
Peygamberlerine karşı "ihtilaf edenlere" Yahudilere "farz
kılındı."
Hz. Musa (a.s.)
Yahudilere Cuma gününü ibadet için ayırmalarını emretmiş, onlar:
Biz bu günü istemeyiz.
Biz Cumartesi gününü isteriz. Çünkü Allahu Teala gökleri ve yeri yaratmayı o
gün bitirdi dediler. Allah da onlara şiddetle davrandı. Cumartesi gününü onlara
mecburî hürmet kıldı.
Denilmiştir ki:
Cumartesi gününün vebali -ki bu vebal onların maymun veya hınzıra çevrilmesi
şeklindeydi- bu konuda ihtilaf edenlere verilmişti. Zira bunlar Cumartesi günü
bazan avlanmayı helâl kılıyorlar, bazan haram sayıyorlar, bunun için birtakım
hileler icad ediyorlardı. Burada bu ifâde, Allah'ın nimetlerini inkâr eden
kasabanın zikredilmesi gibi müşrikleri tehdit etmek için zikredilmiştir.
"Rabbin muhakkak
ki kıyamet gününde ihtilaf ettikleri hususlarda" bu ihtilafa karşılık
vermek ya da Cumartesi gününe değer vermeyenlerle bu güne hürmet eden her iki
guruba layık olduğu şekilde itaatkâra sevap ve bu günün hürmetini çiğnemek
suretiyle isyankâra azap vermek üzere "onların arasında
hükmedecektir."
[53]
Allahu Teala,
kendisine ortak ispat etmek, nebî ve resullerin peygamberlikleri hakkında dil
uzatmak Allah'ın haram kıldığı bazı şeyleri helâl kılmak ve Allah'ın mubah
kıldığı bazı şeyleri haram kılmak gibi müşriklerin ortaya koyduğu görüşlerinin
hükümsüz olduğunu beyan etti. Bu müşrikler aynı zamanda ataları Hz. İbrahim
(a.s.) ile iftihar ediyorlar, onun yolunun güzelliğini ve ona uymanın vacip
olduğunu itiraf ediyorlardı.
Cenab-ı Hak, bundan
sonra bu sureyi eğer onlar Hz.İbrahim'in yoluna uyma hususunda samimi iseler,
tevhid ehlinin reisi ve kökten dincilerin(=usuliyyûn) lideri olan Hz. İbrahim'i
örnek almaları için ve müşrikleri Allah'ın birliğini ikrar etmeye, şirkten
dönmeye ve dokuz sıfatı taşıması sebebiyle Hz. İbrahim'e uymaya sevketmek için
bu sureyi Hz. İbrahim'i anlatarak bitirdi. Hz. İbrahim (s.a.) bu yüce
sıfatlarla tavsif edildikten sonra Cenab-ı Hak Peygamberine Hz. İbrahim'in
dinine uymayı emretti.
Hz. Muhammed (s.a.)'in
cuma gününü tercih etmesi Hz. İbrahim (a.s.)'ın da şeriatinde cuma gününü
tercih ettiğine delâlet etmektedir. Bu durum beraberinde şöyle bir soru
getirmektedir: Yahudiler niçin cumartesi gününü tercih etmişlerdir? Allahu
Teala bunun, cumartesi gününe hürmet etme ve o günü ibadet için ayırmanın, Hz.
İbrahim'in şeriatından ve dininden olmadığını açıkladı. Bu durum Hz. Musa'nın
Yahudilere cuma gününe hürmet etmelerini emredip onların da cumartesi günü
hürmet etmeleri, peygamberleri Hz. Musa'ya karşı ihtilaf eden Yahudilere, farz
kılınmıştı. Yahudilerin cumartesi gününde ihtilaf etmeleri bu gün hakkında
peygambeKİerine karşı ihtilaf etmeleri şeklindedir. Yoksa yahudilerden bir
kısmı cumartesi gününü tercih edip diğer bir kısmı ise bu günü tercih etmemiş
değildir. Zira Yahudiler bu konuda ittifak etmişlerdi. Razî'nin de doğruladığı
husus budur.[54]
Allah Teala
muvahhidlerin önderi, Peygamberler babası Hz. İbrahim'i övmekte, O'nun
müşriklerden, Yahudilik ve Hristiyanlıktan uzak olduğunu bildirmekte ve şöyle
buyurmaktadır:
"Şüphesiz ki
İbrahim Allah'a boyun eğen tevhid dininde olan bir önderdi..." Allah Teala
Hz. İbrahim (a.s.)'ı şu dokuz sıfatla tavsif etti:
1- Hz.
İbrahim bir ümmetti. Yani hayır sıfatlarında kemale erdiği için baş-lıbaşına
bir ümmet idi. Ayetin manası şudur: İbrahim kendisine tabi olunacak bir önder
idi.
2- Hz.
İbrahim Allah'a boyun eğen, huşu sahibi Allah'a itaat eden, emrini yerine
getiren bir şahsiyetti.
3- Hz.
İbrahim hanifidi. Yani şirki ve batılı reddedip tevhide yönelmişti.
4- Hz.
İbrahim müşriklerden olmamış, küçük yaşında ve büyüklüğünde muvahhidlerden
olmuştu. O, zamanının kralına (Nemrud'a): "Benim Rabbim can veren ve
öldürendir." (Bakara, 2/258) demişti. O putlara ve yıldızlara tapınmayı
"Ben böyle (doğup da sonradan) kaybolanları sevmem." (En'am, 6/76)
diyerek reddetmiş, sonra da putları kırmış ve onu ateşe atmışlardı.
Bu ayetin benzeri şu
ayettir: "İbrahim ne bir Yahudi, ne de bir Hristiyan idi. O sadece Allah'ı
birliğini tanıyan bir müslümandı. O müşriklerden değildi." (Âl-iİmran,
3/67).
5- Hz.
İbrahim üzerindeki Allah'ın nimetlerine karşı şükredici idi.
"En'um"
kelimesi, her ne kadar cem'i kıllet olsa da bundan murad onun Allah'ın bütün
nimetlerine karşı bu nimetler az da olsa şükredici olmasıydı, pek çok nimetlere
karşı şükretmesi tabii ki daha evladır.
Bu ayet şu ayet
gibidir: "Vefakarlık yapan (verdiği sözünde duran) İbrahim." (Necm,
53/37) Yani İbrahim, Allah'ın kendisine emrettiği her şeyi yerine getirdi
demektir.
Bu ifade Kureyş ve
benzerleri gibi Allah'ın nimetlerini inkâr eden kimselere bir ta'riz
niteliğindedir.
6- Hz.
İbrahim'i Rabbi seçmişti. Onu peygamberlik için seçmiş, seçkin bir kul
kılmıştı. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki biz daha
önce İbrahim'e de rüşdünü verdik. Biz onu gayet iyi bilenleriz." (Enbiya,
21/51).
7- Allah Hz.
İbrahim'i doğru yola iletti. Yani Allah'a davet etme, Hak dine teşvik etme ve
batıl dinden nefret ettirme hususunda hidayete erdirdi. Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurdu: "Bu, benim dosdoğru yolumdur." (En'am, 6/153).
8- Allah,
Hz. İbrahim'e dünyada iyilik -itabar- verdi. Allah, onu bütün insanlara
sevdirdi. Bütün dinlerin mensupları -ister müslümanlar, isterse Yahudi ve
Hristiyanlar olsun- onu kabul etmektedirler. Kureyş kâfirleri ve diğer
Arapların ise ondan başka iftihar vesileleri yoktur. Bu Hz. İbrahim'in şu
duasının kabul edilmesi sebebiyle olmuştur. "(Allahım! )Sonrakiler içinde
benim için güzel bir itibar ihsan eyle." (Şuara, 26/84).
9- Hz.
İbrahim ahirette de sahillerdendir yani salihler zümresindendir. Bu konudaki şu
duası da böylece gerçekleşecektir: "Ey Rabbim! Bana hüküm ihsan et ve
beni salihlere kat." (Şuara, 26/83).
Salihlerle beraber
olması kendisinin salihlerin en yüce makamlarında olmaması demek değildir.
Bunun delili şu ayettir: "İşte bunlar kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz
hüccetlerdi. Biz kimi dilersek onu derece derece yükseltiriz..." (En'am,
6/83).
Hz. İbrahim'in bu
sıfatlarının, bir bir sayılmasından sonra Allah peygamberine ona tabi olmayı
emrederek şöyle buyurdu:
"Sonra sana biz:
Hakka yönelen, müşriklerden olmayan İbrahim'in dinine tabi ol, diye vahyettik."
Ey Rasul! İbrahim'in
kâmil bir şahsiyet oluşu, tevhid inancının ve gittiği yolun doğruluğuna binaen
sana: Hanif olan Hakka yönelen bütün dinleri, şirki ve batılı reddedip tevhid
dinine yönelen ve hiçbir zaman da müşrik olmayan İbrahim'in dinine tabi ol,
diye vahyettik.
"Hiçbir zaman
müşrik olmadı" cümlesi daha fazla te'kid içindir. Bu Hz. İbrahim'in
dinine tabi olmanın sadece temel esaslarda yani tevhide faziletli ahlâk ve
amellere davet hususunda olduğuna delâlet etmektedir.
'Fürû' (seri hükümler)
hususunda "(Ey ümmetler!) Biz sizin her biriniz için ayrı bir şeriat ve
yol kıldık." (Maide, 5/48) ayetinin delaletiyle durum değişiklik
arzedebilir. Bu durumda zamandaki ilerlemelere, aklın gelişmesine, insanî
olgunluğa, milletlerin ve halkların durumlarının dikkate alınmasına göre (ana
esaslar çerçevesinde) farklılık meydana gelebilir.
"Sümme
evhaynâ..." cümlesinde "sümme" kelimesinin zikredilmesi
Rasulullah (s.a.)'ın mertebesinin yüceliğine delâlet eder. Ayrıca İbrahim Halil
(a.s.)'a verilen en şerefli ikram ve en değerli nimet Rasulullah (s.a.)'m onun
yoluna onun dinine tabi olmasıdır.
Hz. İbrahim'e tabi
olarak Hz. İbrahim'in de Hz. Peygamber (s.a.) gibi ibadet için cuma gününü
seçmiş olmasını gerektirmektedir. Çünkü bu gün Allah'ın yaratmayı kemale
erdirdiği kullarına olan nimetini tamamladığı gündür.
Yahudilerce cumartesi
gününün hürmete layık görülmesi konusunda Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Cumartesi (gününe hürmet) sadece bu hususta ihtilaf edenlere (Yahudilere)
farz kılındı." Yahudiler, bu günü tercih etmişlerdir. Zira bu gün Cenab-ı
Hakkın yaradılışı tamamladığı cuma gününden sonra mahlukatından hiçbir şeyi
yaratmadığı gün olduğu için Yahudiler bu günü tercih etmişlerdi. Bunun üzerine
Cenab-ı Hak da tevrat şeriatında bu güne hürmet etmeyi Yahudilere farz kıldı.
Cumartesi gününe
hürmet, Hz. Musa'nın Yahudilere cuma gününe hürmet etmelerini emredip onların
da cumartesi gününü tercih etmeleri üzerine o güne hürmet etmeleri konusunda
Peygamberleri Hz. Musa'ya karşı ihtilaf eden Yahudilere farz kılınmıştı.
Yahudilerin cumartesi gününde ihtilaf etmeleri bu gün hakkında peygamberlerine
karşı ihtilaf etmeleri şeklindedir. Yoksa Yahudilerden bir kısmı cumartesi
gününü tercih edip diğer bir kısmı ise bu günü tercih etmemiş değildir. Zira
Razî'nin de doğruladığı gibi[55]
Yahudiler bu konuda ittifak etmişlerdir.
Zemahşerî diyor ki:
"Mana şudur: Cumartesi gününün vebali -yani dünyada maymuna çevrilmeleri
cezası- bu konuda farklı tavır sergileyen Yahudilere verilmiştir. Çünkü onlar
cumartesi günü avlanmayı bazan helâl sayıyor, bazen de haram sayıyorlardı.
Halbuki onların üzerine vacip olan Cenab-ı Hakk'ın o günü ta'zim etmeleri ve o
günde avlanmaktan el çekmelerini kesin olarak emretmesinden sonra tek ifade ile
"Cumartesi günü avlanmayı haram saymaları" idi. Bu ayetten maksat
isyankârları, Allah'ın emirlerine muhalif olanları ve Allah'a itaat bağını
koparanları gelecek Allah'ın gazabından korkutmaktır. Allah bazan bu hususu
helak kılmaları bazan haram saymaları şeklindeki bu fiillerinin cezasıyla
onları cezalandıracaktır."[56]
"Rabbin muhakkak
ki kıyamet gününde ihtilaf ettikleri hususlarda onların aralarında
hükmedecektir." Yani Allah ihtilafa düştükleri konuda her iki gurup
arasında kesin hükmünü verecektir. Her gurubu layık olduğu sevap ve ceza ile
cezalandıracaktır.
Bana göre daha
kuvvetli görüş birinci tefsirdir. Mücahid: "Cumartesi (gününe hürmet)
sadece bu hususta ihtilaf edenlere (Yahudilere) farz kılındı." ayeti
hakkında şöyle demiştir: "Onlar bu güne tabi oldular ve cuma'yı
terket-tiler." "Bu hususta ihtilaf edenler" den murad cuma
gününde ihtilaf edenler, peygamberleri Hz. Musa ve Hz. İsa'ya karşı ihtilaf
edenler demektir.
Yahudiler Hz. İsa
(a.s.) gönderilene kadar cumartesi gününe hürmet ve bu günü ta'zim etme esasına
sarıldılar.
Rivayete göre: Hz. İsa
onları Pazar gününe saygı göstermeye çağırdı. Bir başka rivayete göre: Hz. İsa
da cumartesi gününe ta'zim etmeye devam etti. Fakat O'ndan sonra gelen
Kostantin zamanındaki hristiyanlara Kudüs'ten vazgeçerek ibadetlerini doğuya
doğru yapmaya başladılar ve Yahudilere muhalefet ederek cumartesi yerine pazar
gününe ta'zim etmeye başladılar.
[57]
1- Hz.
İbrahim (a.s.)'in şerefli ve yüce dokuz sıfatla tavsif edilmesi ona uymayı
gerekli kılmaktadır. Bundan maksat Arap müşriklerini insanları Allah'ın
birliğine, şirki reddetmeye ve ilâhî hükümlere davet eden Hz. İbrahim'in dinine
davet etmektedir. Zira Hz. İbrahim (a.s.) onların iftihar ettikleri, güzel
yolunu takdir ettikleri ve kendisine uyulmasını kabul ettikleri babaları olup
izzetlerinin, şereflerinin sebebi olan Beytullah'ı inşa eden de o idi.
2-
Peygamberimiz (s.a.) şeriatının inanç esaslarında ve Allah'ın birliğine davet
etmek gibi temel esaslarda Hz İbrahim'e uymakla emrolunmuştur.
Peygamberimiz (s.a.)
ahkam noktasında olmasa bile Şeriatın akîde esaslarında, Allah'ın birliğine ve
güzel ahlâk ile ahlaklanmaya davet hususunda Hz. İbrahim (a.s.)'m dinine
uymakla emrolundu. Bunun delil: "Ey ümmetler biz sizin her biriniz için
bir şeriat ve yol tayin ettik." (Maide, 5/48).
3- Ayet (Nahl,
16/123) efdal olan kişinin fazilette daha düşük mertebede olan kimseye
uymasının caiz olduğuna delil vardır. Çünkü Peygamberimiz (s.a.) bütün
peygamberlerin en üstünüdür. Buna rağmen onlara uymakla emrolunmuştur. Cenab-ı
Hak şöyle buyurmuştur: "Onların doğru yoluna uy." (En'am, 6/90).
Burada ise şöyle buyurulmaktadır: "Sonra sana İbrahim'in dinine tabi ol
diye vahyettik." (Nahl, 16/123).
4- Hz.
İbrahim (a.s.)'ın ne şeriatında, ne de dininde cumartesi gününe tazim emri
yoktu. Cumartesi gününe tazim edilmesi emri Yahudilere bu konuda ihtilafa
düştükleri için o gün çalışmama ve geçim hususunda, refahı terket-me konusunda
şiddetli bir imtihan olmuştur.
5- Allah
sadece ibadet için ayrılan bir gün tayin etmemiş, sadece haftanın bir gününün
tazim edilmesini emretmiştir. Bunun üzerine Yahudiler cumartesi gününü tayin
ettiler. Çünkü Allah o gün yaratmayı tamamlamıştı. Hristiyan-lar'da pazar
gününü tayin ettiler. Zira Allah o gün yaratmaya başlamıştı. Hepsi
ictihadlannm vardığı nokta ile mecbur tutuldular.
Cenab-ı Hak ümmeti
içtihada havale etmeden kendi tarafından bir lütuf ve nimet olarak bu ümmet
için de cuma gününü tayin etti. Böylece ümmetlerin en hayırlısı "Muhammed
(s.a.) ümmeti" oldu.
Buhari ve Müslim'in
Sahih lerinde yeralan -Buharî'nin ifadesine göre-Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet
edilen bir hadis-i şerifte peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuşlardır:
"Biz sonuncular
kıyamet gününde öncüleriz. Ancak diğer ümmetler bizden önce ilâhî kitaba nail
oldular. Sonra Allah'ın hürmet etmelerini farz kıldığı gün hususunda ihtilafa
düştüler. Allah da bu hususta bize hak yolu gösterdi. Bu konuda insanlar bize
tabi olacaklar. Kıyamet günü önce bizim hesabımız görülecek ertesi gün
Yahudilerin, daha sonraki gün de Hristiyanların hesabı görülecektir."
Müslim'in Ebu Hureyre
ve Huzeyfe (r.a.)'den rivayet ettikleri hadis-i şerifin lafzı şöyledir:
"Allah bizden öncekileri cuma günü hususunda saptırdı. Yahudiler için
cumartesi günü Hristiyanlar için pazar günü mübarek sayıldı. Daha sonra Allah
bizi -bu ümmeti- dünyaya getirdi. JBize cuma gününü mübarek gün olarak
gösterdi. Dolayısıyla cuma, cumartesi ve pazar günleri bu üç ümmet için mübarek
günler oldu. Aynı şekilde onlar kıyamet günü bize tabi olacaklar. Biz dünya
ehli içinde sonuncularız (en son ümmetiz) Kıyamet günü ise ilkleriz. Kıyamet
günü haklarında en önce hüküm verilen hesabı ilk önce görülen ümmet biz
olacağız."
6- "Cumartesi" ayetinden maksat şudur:
Peygamberimiz (a.s.) Hakka tabi olmakla emrolundu. Cenab-ı Hak ümmeti bu
hususta ihtilaf etmekten sakındırdı. Aksi takdirde Yahudilere şiddetli
davranıldığı gibi Muhammed (s.a.) ümmetine de böyle davranılır.
[58]
125- Rabbinin yoluna
hikmetle ve güzel öğütle davet et. Onlarla en güzel şekilde mücadele et.
Şüphesiz ki Rabbin yolundan sapanları da çok iyi bilir, doğru yolda yürüyenleri
de çok iyi bilir.
126- Ceza verdiğiniz
zaman size "verilen cezanın aynıyla karşılık verin. Yemin olsun ki eğer
sabrederseniz bu sabredenler için daha hayırlıdır.
127- (Ey peygamber!)
Sabret. Senin sabretmen ancak Allah'ın lutfuyladır. Onlardan dolayı üzülme.
Kurdukları tuzaklar sebebiyle darlığa düşme.
128- Şüphesiz ki Allah
kendisinden korkanlarla ve iyilikte bulunan kimselerle beraberdir.
"Ey Muhammed!
insanları "Rabbinin yoluna" Allah'ın dinine "hikmetle"
hikmetli sözle, hakkı açıklayan şüpheyi ortadan kaldıran delille "ve güzel
öğütle" nasihatle faydalı ibretlerle ve nazik sözle "davet et."
Beyzavî diyor ki:
Birincisi -yani hikmet- hakikatleri talep eden ümmetin özel-seçkin kesimini
davet etmek içindir. İkincisi -yani nasihatler- halkı davet içindir.
"Onlarla en güzel
şekilde mücadele et." Onların inatçı olanlarıyla mücadele yollarından
nezaket, yumuşaklık gibi en güzel yolla ve en kolay şekli, en sağlam delili ve
en bilinen öncülleri tercih ederek mücadele et. Çünkü bu onların heyecanlarını
teskin etmek ve karışıklık çıkarma arzularını açığa vurmak hususunda daha
faydalıdır.
"Şüphesiz ki
Rabbin yolundan sapanları da çok iyi bilir, doğru yolda yürüyenleri de çok iyi
bilir." Yani senin üzerine düşen tebliğ etmek ve davet etmektir.
Hidayetin ve dalâletin meydana gelişi ve bunlara verilecek ceza sana ait
değildir. Sapıkları ve hidayette olanları en iyi bilen Allah'tır. Onları
cezalandıracak veya mükâfatlandıracak olan da O'dur.
"Ceza verirken
size verilenin aynı ile karşılık verin." Burada kendisi lehine kısas
yapılan kişinin suçludan benzeri cezayı talep etme hakkının olduğuna delil
vardır. Yoksa onun cezalandırma hakkı yoktur. "Ceza verdiğiniz zaman'
ifadesinde tariz yoluyla affa teşvik vardır. "Eğer sabrederseniz bu sabr
edenler için daha- hayırlıdır." ifadesinde ise açıkça af teşvik
edilmektedir. Yani sabr intikamdan daha hayırlıdır. Sabır baştanbaşa hayırdır.
"Sabret!
Sabretmen ancak Allah'ın lutfuyladır." Yani Ey MuhammedîSab-ret! Senin
sabretmen ancak Allah'ın muvaffak kılması ve sebat ihsan etmesiy-ledir. Bu
Rasulullah (s.a.)'a verilen açık bir emirdir. Çünkü insanlar arasında Allah'ı
en fazla bilen ve Allah'a en çok güvenen biri olması sebebiyle bu dereceye en
layık olan odur. "Onlardan dolayı üzülme." Kâfirlerin iman etmelerini
şiddetle arzu ettiğin için kâfirler iman etmiyorlar diye üzülme. Yahut Uhud
günü müminlerin başına gelenler sebebiyle müminler için üzülme.
"Kurdukları tuzaklar sebebiyle darlığa düşme." Onlardan sadır olan
hile ve tuzaklar sebebiyle daralma. Yani onların tuzaklarına aldırma. Onlara
karşı sana ben yardım edeceğim.
"Şüphesiz ki
Allah" küfür ve masiyetlerden "sakınan" kendisinden korkan, ve
iyilikte bulunan" itaat, sabır gibi amellerinde "kimselerle"
onlara yardım etmek, destek olmak, sahip çıkmak ve lütufta bulunmak
vesilesiyle "beraberdir."
[59]
126. ayetin nüzulü ile
ilgili olarak Hakim, Beyhakî Delâil kitabında ve Bezzar Afüsnedinde Ebu Hureyre
(r.a.)'den rivayet ediyorlar ki: Peygamberimiz (s.a.) amcası Hz. Hamza şehid
olduğu ve tanınmayacak bir şekilde kulağı, burnu vs. azalarının kesildiği
(müsle yapıldığı) zaman onun başında ayakta durmuş:
- Yemin olsun ki,
senin yerine onlardan yetmiş kişiye böyle müsle yapacağım, demişti. Henüz
peygamberimiz (s.a.) ayakta iken Cebrail, Nahl Suresi'nin son ayetlerini
indirmişti: "Ceza verirken size verilen cezanın aynıyla karşılık
verin.." (Nahl, 16/126-128) Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) bu arzusundan
vazgeçmiş, bu isteğini yerine getirmemişti.
Tirmizî'nin
"hasendir" diyerek, ayrıca Hakim'in Mustedrekin.de Übeyy b. Ka'b'dan
rivayet ettiği bir hadis-i şerifte anlatılıyor ki: Uhud savaşı yapıldığında
Ensardan 64, muhacirlerden içlerinde Hz. Hamza'nın da bulunduğu 6 kişi) şehid
olmuştu. Hz. Hamza'ya müsle yapılmıştı. Ensar:
-Biz de birgün onları
mağlup edersek, mutlaka onlara bu muameleyi yapacağız, dediler.
Mekke feth olunca,
Allah şu ayeti indirdi. "Ceza verirken size verilen cezanın aynıyla
karşılık verin."
Suyûtî diyor ki: Bu
ifadenin zahirinden bu surenin nüzulünün Mekke fethine kadar geciktiği
anlaşılmaktadır. Önceki hadiste ise bu surenin Uhud'da indirildiği söz
konusudur. İbnü'l-Hısar bu surenin önce Mekke'de nazil olduğu, ikinci olarak
Uhud'da ve Allah tarafından bir hatırlatma olarak üçüncü olarak Fetih günü
indirildiği şeklinde bu rivayetleri cem'etti.
Özetle: Bu ayet
müfessirlerin çoğunluğunun görüşüne göre Medine'de inen ayetlerden olup, Uhud
günü Hz. Hamza'ya "müsle" konusunda nazil oldu. Bu rivayet Buharî'nin
Sahihinde Kitabu's-Siyer'de yer almaktadır.
[60]
Herim b. Hıbban'a
hayatının son demlerinde
- Vasiyyet et,
denildi. Herim
- Vasiyet mal
sebebiyle olur, benim de malım yok. Ben size Nahl Sûre-si'nin son ayetlerini
tavsiye ediyorum, dedi.
[61]
Allahu Teala, Hz.
Muhammed (s.a.)'e Hz. İbrahim'e tabi olmasını emrettikten sonra ona uymayı
emrettiği hususu beyan etti. Bu husus insanları dine şu üç yoldan biriyle davet
etmektir:
- Hikmet.
- Güzel öğüt.
- En güzel yolla
mücadele.
Allah'ın dinine ve
şeriatına davet yumuşaklıkla olacaktır. Bu da davet olunan kimseye hikmeti
duyurmaktır. Hikmet ise gönle en güzel şekilde yerleşen doğru ve mantığa yakın
sözdür.
Bu ayetlerde davet
edilen ve öğüt verilen kişi sonra kendisiyle mücadele edilen kişi ve nihayet
fiilinin karşılığı verilen kişi şeklinde tedriç gözetildiği için bu ayet bundan
önceki ayetlerle güzel bir şekilde münasebet halindedir.
Allahu Teala daha
sonra adalet ve insafa riayet edilmesini, kısasın misliyle yapılmasını
emretti. Allahu Teala sonra da meşakkatlere ve musibetlere karşı sabretmeyi
emretti. Sabır Allah'ın tevfiki ve yardımıyla olup huzurun anahtarıdır.
[62]
Allah'ın dinine ve
birliğine davet etmek yahut bunun bildirilmesi, bilinmesi zaruri olan bir
husustur. Bunun için bu peygamberin asıl görevi olmuş, Allah Rasulüne (s.a.)
insanları Allah'a hikmetle davet etmeyi emretmiş: "Rab-binin yoluna
hikmetle... davet et." buyurmuştur.
Ey Rasul! İnsanları
Rabbinin şeriatına -İslâm'a hikmetle- yani muhkem sözler ve güzel öğütle -yani
ibretler ve onların gönüllerinde tesir bırakacak uyarılarla davet et. Allah
Teala'mn azabından sakınmaları için onları bunlarla hatırlat.
"Onlarla en güzel
şekilde mücadele et." Yani onlara karşı başkalarından daha güzel bir
metodla karşı dur. Bunlardan münazara ve mücadeleye ihtiyaç duyan kimse
yumuşaklık, nezaket ve güzel hitapla güzel bir şekilde davransın. Kötü söz
söyleyen kimseleri affet. Onlara hitap ederken yumuşak davran. Kötülüğü
iyilikle karşıla. Mücadelede sesi yükseltmeksizin ve hasma küfret-meksizin ya
da eziyet etmeksizin hakka vasıl olma maksadı taşı. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle
buyurdu: "Zulmeden kimseler müstesna Ehl-i Kitapla en güzel şekilde
mücadele edin." (Ankebut, 29/46).
Bu Peygamberimiz (s.a.)'e
yumuşaklık ve nazik hitapla davet etmesi emri idi. Nitekim Hz. Musa ile Hz.
Harun Firavuna gönderildikleri zaman da şu ayette olduğu gibi yumuşak
davranmakla emrolunmuşlardı: "İkiniz Firavuna yumuşak söz söyleyin. Olur
ki nasihat dinler yahut Allah'tan korkar." (Ta-Ha, 20/44) Her davetçiye
düşen davetinde bu ilâhî emre uymaktır.
"Hiç şüphesiz
Rabbin yolundan sapan kimseleri en iyi bilendir." Yani Allah onlardan
bedbaht ve mes'ud olanları, hak yolundan sapanları ve hak yolu bulanları gayet
iyi bilmektedir. Allah kıyamet gününde sapıklıkları ve hidayetlerine göre
onlara yaptıklarının karşılığını verecektir. Amellerinin karşılığını vermek ne
sana -Ya Muhammed- ne de başkalarına ait değil, O'nadır. Onlara hidayet vermek
sana ait değildir. Sana düşen sadece tebliğ etmek, hesap görmek ise bize
aittir.
Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki sen sevdiğini doğru yola iletemezsin.
Fakat Allah dilediğini doğru yola iletir." (Kasas, 28/56) "Onlara
hidayet vermek sana ait değildir. Fakat Allah dilediğine hidayet verir."
(Bakara, 2/272) Ayet hem vaad hem de vaîd ihtiva etmektedir:
Peygamberimiz
(s.a.)'in davetteki yumuşaklık örneklerinden biri Ebu Ümame'nin rivayet ettiği
şu hadis-i şeriftir: Bir delikanlı Peygamberimiz (s.a.) e gelerek
-Ey Allah'ın
Peygamberi! Bana zina etmek hususunda izin verir misin? dedi. İnsanlar ona
bağırdı. Peygamberimiz (s.a.):
-O halde bunu
yaklaştırın, buyurdu. Genç yaklaştı ve Peygamberimiz (s.a.)'in önüne oturdu.
Gence:
-Bunun annene
yapılmasını ister misin? dedi. Genç:
-Hayır, Allah bizi
sana feda eylesin, dedi. Peygamberimiz:
-İnsanlar da annesine
böyle yapılmasını istemezler buyurdu. Sonra gence:
-Bunun kızkardeşine
yapılmasını ister misin? dedi. Genç:
-Hayır, Allah beni
sana feda eylesin, dedi. Peygamberimiz:
-İnsanlar da
kızkardeşlerine böyle yapılmasını istemezler, buyurdu.
Bundan sonra
Peygamberimiz (s.a.) elini gencin göğsüne koydu ve "Allah'ım! Onun
kalbini, temizle günahını affet. İffetini koru" diye dua etti. Artık zina
o genç için en kötü şey olmuştu.
Allah Teala davet ve
hitapta güzellikle davranmayı emrettikten sonra ceza verirken adalet ve insaflı
davranmayı, hakkı alırken misilleme yapmayı emretti. Zira davet başkalarını
kızdırmaya, onların öldürmeye, vurmaya veya küfretmeye teşebbüs etmelerine
sebep olabilir. Bunun için Cenab-ı Hak "Ceza verirken size verilen
cezanın aynıyla karşılık verin" buyurdu.
Yani ey müminler bir
günahkârı cezalandırmak istediğiniz zaman ona günahının misliyle ve hiçbir
ilave yapmadan haddi de aşmadan ceza verin. Bizden bir adam bir şey alırsa siz
onun aldığı kadar alın. Çünkü fazlası zulümdür. Zulmü ise Allah sevmez ve
zulümden razı olmaz.
"Ceza verildiği
zaman" ifadesinde Allah "müşakele" yoluyla bunu ikab (ceza)
olarak adlandırdı. Zira ikabın (cezanın) aslı bir fiile karşılık vermektir.
Fiil işin başında ikab (ceza) değildir.
Cenab-ı Hak daha sonra
cezayı kaldırmaya ve aynıyla karşılık vermekten daha yüce bir tavır içinde
olmaya davet etti ve şöyle buyurdu: "Eğer sabrederseniz bu, sabredenler
için daha hayırlıdır."
Yani aynıyla karşılık
vermez, sabrederseniz kötülükten vazgeçerseniz ve size ulaşan zulme karşı
sabredip Allah'tan ecir ve sevap beklerseniz Allah onun cezasını üstlenir.
Sabretmek sabreden kimse için intikamdan daha hayırlıdır. Zira Allah'ın
intikamı daha şiddetlidir.
Cenab-ı Hak sabrın
neticesini belirttikten sonra genel bir sıfat olarak sabrı zikrederek şöyle
buyurdu: "Sabret. Senin sabrın Allah'ın yardımıyladır." Yani davet
yolunda sana isabet eden eziyetlere sabret. Senin sabrın sadece Allah'ın
yardımı ve güzelce muvaffak kılması ve dilemesiyledir. Yani Allah Teala sabır
meşakkatli olduğundan sabra yardımcı olacak şeyi zikretti. Sabır talep etmek ve
sebatkârlık için Allah'a iltica etmeye teşvik etti.
"Sabret"
ifadesi sabır emrini te'kid etmekte, ve buna ancak Allah'ın dilemesi ve
yardımıyla ulaşabileceğini bildirmektedir. Bu aynı zamanda kavminden gördüğü
eziyete karşılık Peygamberimiz (s.a.)'e bir teselli ve onu sebata davet
etmektir.
"Onlardan dolayı
üzülme" Yani müşriklerin ve sana muhalefet eden herkesin yüzçevirmelerinden
dolayı endişelenme. Zira bunu Allah takdir etmiştir. Yahut Uhud şehidlerine
üzülme. Üzüntü ve tasayı terketme, sabra yardımcı olan hususlardandır.
"Onların kurmakta
oldukları tuzaklardan dolayı darlığa düşme." Onların hilelerinden ve senin
için kurdukları planlardan dolayı gam ve gönül darlığı içinde ve sana karşı
düşmanlığı hususunda aşırı gitmeleri ve senin hakkında kötülük, düşünmelerinden
dolayı gam ve gönül darlığı içinde olma. Zira Allah sana yeter. O sana yardımcı
ve destektir.
Yine Cenab-ı Hak şöyle
buyuruyor: "Artık bundan sonra göğsünde bir sıkıntı olmasın." (A'raf,
7/2) "Şimdi sen (müşriklerin): 'Ona (gökten) bir hazine indirilseydi yahut
beraberinde bir de melek gelseydi ya!demelerinden dolayı sana vahy edilenlerden
bir kısmını bu yüzden daralarak hemen terk mi edeceksin? Allah ise her şeye
hakkıyla vekildir." (Hud, 11/12).
"Hiç şüphesiz ki
Allah Takva sahipleriyle beraberdir." Allah haramları ter-keden
masiyetlerden kaçınan müttekilerle onlara yardım, zafer ve destek vermek suretiyle
beraberdir. Yina Allah farzlara riayet etmek, taata sarılmak ve hakları
sahiplerine eda etmek suretiyle güzel amel işleyenlerle beraberdir. Sabr: takva
ve ihsan sıfatlarındandır. "Takva sahibi olanlar" yani haramları
terkedenler "iyi amel işleyenler" ibadet ve taat işleyenler demektir.
Bu özel bir
beraberliktir. Bununla yardım, te'yid ve hidayet murad edilir. Bu aynen şu
ayetler gibidir:
"Hani Rabbin
meleklere: Şüphesiz ki ben sizinle beraberim. Haydi siz iman edenlere
(mücahidlere) sebat ilham edin diye vahyediyordu." (Enfal, 8/12).
Yine Cenab-ı Hakkın
Hz. Musa ile Hz. Harun'a emri şu şekildedir: "Korkmayın. Ben sizinle
beraberim duyuyor ve görüyorum." (Taha, 20/46).
Peygamberimiz
(s.a.)'in mağarada iken Hz. Ebubekir'e "Üzülme, hiç şüphesiz Allah bizimle
beraberdir" (Tevbe, 9/40) demiştir.
Ayrıca duymak, görmek
ve bilmek suretiyle genel bir beraberliktir. Bunun misali şu ayetlerdir:
"Siz nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı
görür." (Hadid, 57/3) "Onlar nerede olurlarsa olsunlar O onlarla
beraberdir." (Mücadele, 58/7).
[63]
Bu ayetlerden şu
hükümler çıkmaktadır:
1- İnsanları
Allah'ın dinine davet eden kimse şu üç yoldan birine uymalıdır. Bunlar hikmet,
güzel öğüt ve güzel bir yolla mücadele etmektir.
Yine davetçi hak
yolunda cesur olmalı, gevşememelidir. Doğru sözde azimli olup zaaf
göstermemelidir. İhlâslı olup dâvasında fedakâr olmalıdır. Dünyanın geçici
metaı ve ziyneti mukabilinde dâvasını satmamak, insanların elinde bulunan şeylere
özenmemen ve davetinde sebetkâr olmalıdır.
Kureyşliler
Peygamberimiz (s.a.)'in amcası Ebu Talib'e geldiler ve ona Muhammed (s.a.)'in
dilediği kadar mallarından almalarını ve hu daveti terket-melerini arzettiler.
Ebu Talib, Peygamberimiz (s.a.)'e bu durumu zikredince Efendimiz (s.a.) ağladı
ve:
"Ey amca! Allah'a
yemin olsun ki bu dâvayı terketmem için güneşi sağ elime ve ayı sol elime
koysalar ben bu davayı yine de terketmem. Sonunda ya Allah bunu hakim kılacak
ya da ben bu yolda helak olacağım.
2- Hidayetin
meydana gelişi davetçinin elinde değildi: Allah Teala sapıkları da gayet iyi
bilir, hidayete lâyık olanları da...
3- Ceza
hiçbir ilâve olmaksızın misliyle olur. Zulme uğrayan kimse zalimden hakkının
fazlasını almaktan nehyedilmiştir.
Bir kimsenin malını
almak suretiyle ona zulmeden, sonra da bir vesileyle kendi malını ona teslim
eden kimse hakkında âlimler, "Haksız yere malını aldığı kimsenin kendi
malı kadar o zulmeden kişinin malından alması caiz midir, değil midir?
hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Bir gurup âlim:
"Ceza verirken size verilen cezanın aynıyla karşılık verin." ayetiyle
ve lafzının umumî oluşuyla delil getirerek buna hakkı vardır demişlerdir.
İmam Malik ve onunla
birlikte bir gurup âlim bu onun için caiz olamaz demişlerdir. Delilleri Darakutnî'nin
rivayet ettiği Peygamberimiz (s.a.)'in şu hadis-i şerifidir: "Emaneti sana
teslim edene ver. Sana ihanet edene sen ihanet etme."
İbni İshak'ın
Müsnedinde bu hadis arkadaşının hanımıyla zina eden ve sonra da kendi hanımını
arkadaşının yanında emanet bırakan adam hakkında varid olmuştu. Bu zinakâr
adamın arkadaşı Peygamberimiz (s.a.)'e gelip bu konuda onunla istişare etmiş,
Efendimiz (a.s.) "Emaneti sana teslim edene aynen ver. Sana ihanet edene
sen ihanet etme" buyurdu.
4-
"Size verilen cezanın aynısıyla..." ayeti kısasla misillemenin caiz
olduğuna delâlet etmektedir. Kim bir demirle öldürülmüşse katile onunla kısas
yapılır, kim taşla öldürülmüşse katile taşla kısas yapılır. Vacip olan sınır
tecavüz edilmez.
5- Cenab-ı
Hak bu ayetteki eziyeti ceza olarak adlandırdı. Halbuki hakikî ceza
ikincisidir. Ancak lafızların eşit olması ve sözün başıyla uyum sağlanması için
"müşakele" yoluyla aynı ifade kullanılmıştır. Birincisi (akabtüm)
mecaz ikincisi (ûkibtüm) ise hakikattir.
Bu ifade şu ayetlerin
aksidir: "Onlar hile yaptılar Allah da onların hilelerinin cezasını
verdi." (Âl-i İmran, 3/54) "Allah onlara alay etmelerinin cezasını
verir." (Bakara, 2/15) Zira Allah tarafından olan (mekr) ve (istihza)
fiili -İbni Atıyye'nin dediği gibi- mecazdır. Birincisi hakikattir.
6- Sabırla
süslenmek bir fazilet olup Allah bununla emretmiştir, ibni Zeyd "Sabret.
Senin sabretmen sadece Allah'ın yardımıyladır" ayeti hakkında: Bu ayet
kıtal ayetiyle neshedilmiştir, demektedir. Fakat âlimlerin cumhuru bu ayetin
muhkem olduğu görüşündedirler. Yani affetmek suretiyle onlara verilen müsle
(tanınmayacak şekilde cesede eziyet) cezası gibi bir cezalandırmaktan vazgeçip
sabret demektir.
7- Allah,
hayasızlıkları ve masiyetleri terkeden muttaki kullarının yardımcısı,
destekleyicisidir. O aynı zamanda ibadet ve taatleri işleyen muhsin iyiliksever
kullarının da yardımcısıdır.
[64]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/299.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/299.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/401.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/401-402.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/402.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/402-403.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/403-404.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/404-406.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/407-408.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/408-409.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/409-412.
[12] Zi'boğulları'nın kâhini olup cahiliyet devrinde kâhinlik ile uğraşırdı. İsmi Rabi' b. Rabîa'dır.
[13] Kurtubî, X/164.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/412-413.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/415.
[16] el-Bahrul-Muhit, V/529.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/415-418.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/418.
[19] İbni Kesir, 11/582.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/418-425.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/425-428.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/429.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/429.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/429-430.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/430.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/431-432.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/432-433.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/433.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/433-434.
[30] Kurtubî diyor ki: Hepsi ihtimal dahilindedir. Zira Peygamberimiz (s.a.) bu kimselere Allah'ın kendisine öğrettiklerini bildirmek için çeşitli vakitlerde bunlarla oturur, konuşurdu.
[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/434-437.
[32] Kurtubî, X/176.
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/437-439.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/440-441.
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/441-442.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/442-443.
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/443-444.
[38] Zemahşerî, 11/219; İbni Kesir, 11/588, Kurtubî; X/188.
[39] Razî,XX/122.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/445-449.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/450.
[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/450-451.
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/451.
[44] Şairlerden biri bu üç unsurun hayat için önemine işaretle şöyle demiştir: Üç şey vardır ki muhtacız her an: Huzur, sağlık ve yeterli imkân.
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/451-452.
[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/452.
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/453.
[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/453-454.
[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/454.
[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/454-457.
[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/457-458.
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/459.
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/459-461.
[54] Razî, XX/127.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/461.
[55] Razî, XX/127.
[56] Zemahşerî, 11/221.
[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/461-464.
[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/464-465.
[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/466-467.
[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/467-468.
[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/468.
[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/468.
[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/468-471.
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
7/471-472.