16/ NAHL SÛRESİ 3

Rahman Ve Rahîm Olan Allah'ın Adıyla: 3

Tevhîd Ve Şirk: 3

Yaratılanın Hasımlığı: 6

İnsanlar İçin Yaratılan Çeşitli Varlıklardan Bir Demet: 6

Yine Tevhıd İnancı: 12

En Kotu Yuk: 15

Hile Yapan Kibirli İnsanların Akibeti: 16

Takva Sahiplerinin Neticesi: 18

Allah Kullarına Zulmetmez, İnsan Kendi Kendine Zulmeder: 19

Hidayet Peygamberin İsteğine Göre Değildir: 22

Öldükten Sonra Diriltilmenin Amacı: 25

Zulme Uğrayıp Hicret Edenlerin Durumu: 26

Bâe/bev' Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları: 27

Dinde Fetvayı Kim Verir?. 28

Keşke İnsan Gözlem Yapabilse: 31

Fey' Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları: 31

Ders Tevhid İnancına Yöneliktir: 32

Cahiliye Döneminde Kız Çocuklarına Takınılan Tavır: 35

Hevn Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları: 37

Yüce Allah Cezalandırmada Acele Etmez: 37

İnsanlar Kendi Fikirlerini Beğenirler: 38

Şeytana Dost Olanların Durumu: 39

Kur'an'ın Ve Hz. Peygamber'ın Görevleri: 40

Dinleme, Aklını Kullanma Ve Düşünmenin Önemi: 42

İnsanın Yaratılışı: 44

Yüce Allah'ın Rızkı Takdir Sistemi: 45

Şu Nimetlere De Nankörlük Olur Mu! 46

Sahte Tanrılar Allah Olamaz: 47

Örnekle Anlatma: 48

Tevhıd İnancına Götüren Diğer Olgular: 50

Bilgi Doğuştan Mıdır?. 50

Gözlem Ve Gözlemin Neticesi: 51

Allah İnsan İçin Neler Yaptı Ve İnsan Neler Yapıyor: 52

Kimlerin Azabı Hafifletilmez?. 54

Başkasını Kötü Anlamda Etkilemenin Cezası: 56

Hz. Peygamber'in Şahit Olması Ve Kur'ân'ın Görevleri: 57

Allah Neyi Emrediyor Ve Neyi Yasaklıyor?. 58

Ahde Vefa Bir Erdemdir: 60

Herkes Yaptığı İle Sorguya Çekilecektir: 62

Aldatma İnsana Yakışmaz: 63

Allah'ın Ahdi Satılmaz: 64

İyi Amel Neleri Getirir?. 65

Kur'an Okunurken Ne Yapmak Lazım?. 66

Hz. Peygamber Bir İftiracı Değildir: 68

Kur'an Ve Hz. Peygamberce Tepki Gösteren Kâfirlerin Özellikleri: 69

"İlhâd/Mülhid" Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları: 69

İnsanlar İmandan Sonra Neden Küfre Dönerler?. 70

Allah'ın Yardımı Kimleredir?. 73

Ahirette Herkes Kendisi İçin Uğraşacaktır: 73

Nankörlük Açlık Getirir: 74

Peygamberi Yalanlamanın Sonucu: 76

Şukur, Tevhid İnancının Göstergesidir: 77

Haram Etler: 77

Din Konusunda Gelişigüzel Konuşulmaz: 78

İnsanlar Kendilerine Zulmederler: 80

Yüce Allah Günahkarlara Bir Çıkış Kapısı Açıyor: 81

Hz. İbrahim'in Ahlâkından Kesitler: 81

Hz. Peygamber'e Vahyedilen Şey: 82

İhtilaf Çoğu Zaman Zarar Getirir: 83

Eğitim Metodları: 84

Cezalandırmada Dikkat Edilecek Hususlar: 85

Allah, Takva Sahipleri İle Beraberdir: 85

Nahl Suresinden Çıkarılan İlkeler: 86


16/ NAHL SÛRESİ

 

"Bal ansı" anlamına gelen Nahl kelimesi sûrenin 68-69. âyetlerde yer almaktadır. 128 âyetten meydana gelen bu sûrenin tamamı Mekke'de Hz. Peygamber hicret etmeden birkaç ay önce inmiştir.

Bu sûre, Yüce Allah'ın yaratıp insanların hizmetine sundu­ğu hayvan türlerinin, sûrelere isim olarak verilmesinin üçüncü­sünü teşkil etmektedir. Bakara (inek); En'âm (dört bacaklı, geviş getiren, çift tırnaklı eti yenen hayvan) ve Nahl (bal ansı) bu sûre­lerin adı olmuştur.

Bazı konular itibarı ile Hicr sûresinin devamı mahiyetinde­dir. Özellikle meleklerin inmesi, kâinatın yaratılışı ve insanın yaratılışı konuları bu bağlantıyı kurmaktadır. Bu konular itibariy­le aynı zamanda sûre, Nisa, En'âm ve Yûsuf sûresine de bağlı görülmekte, özellikle insanın yaratılışı konusunda Bakara, Âl-i İmrân, Nisa, En'âm, A'râf ve Yûnus sûrelerinin devamı özelliği­ni taşımaktadır.

Tevhîd inancını işlemesi bakımından da bu sûrenin, bu za­mana kadar geçen 15 sûreye bağlı olduğu görülmekte, şirk mese­lesini ele almakla da aynı sûrelerin devamı durumunda olduğu anlaşılmaktadır.

Nahl sûresi kadın haklarını ele alması bakımından, Nisa sûresini daha ileri noktalara taşımaktadır. Kur'ân'ın niçin indirildiğini açıklaması bakımından Âl-i İmrân, A'râf, Yûsuf ve İbrahim sûrelerinin devamı mahiyetinde­ki bu sûre dinlemeye, aklı kullanmaya ve düşünceye verdiği ö-nemle de daha önceki sûreleri devam ettirmektedir.

Nahl sûresinin temel değerleri adalet, iyilik, düşünce, akıl, ahde vefa, hikmet, sabır, bilgi ve takvadır.[1]

 

Rahman Ve Rahîm Olan Allah'ın Adıyla:

 

Tevhîd Ve Şirk:

 

1. Allah'ın emri gelmiştir. Artık onu istemekte acele etmeyin. Allah, onların koştukları ortaklardan uzaktır, yücedir.

2. Allah kendi emri ile melekleri kullarından dilediği ruh ile, 'Benden başka tanrı olmadığına dair uyarıda bulunun ve Benden sakının' diye indirir.

3.  Allah gökleri ve yeri hak ile yarattı. O, koştukları ortaklardan uzaktır (münezzehtir).

1. "Allah'ın emri gelmiştir."

Âyetinin bu kısmını, "Allah'ın emri gelecektir" şeklinde manalandırmak daha doğru olacaktır. İşte yukarıda, müşriklerin acele ettiği ve alaya aldıkları azabın geleceğini ve bu konuda acele etmemelerini söyleyerek onlara cevap verilmektedir.

Onların istediği, acele ettiği azap nasıl bir azaptı? Bu sorunun cevabını Enfâl 32. âyetle verebiliriz: Cip "Hani (o kâfirler) bir zaman da: 'Ey Allah'ım! Eğer bu kitap senin katından gelmiş bir gerçekse üzerimize gökten taş yağdır; yahut bize elem verici bir azap getir!' demişlerdi."

Kâfirlerin taş yağması veya elem verici azap istemeleri bir alaycı meydan okumadır. Kur'ân'm ilâhî vahy olmadığı konusundaki şüphelerinin, görüş ve iddialarının dillerinden dökülüş şeklidir. Onların bu küstahça tavırlarının cevabı, yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 1. âyettir. Onlar bu azabı istiyorlardı ama Hz. Peygamber onlara, onu getirmenin kendi kudretinde olmadığını söyleyen âyetleri Allah'tan almıştı (En'âm 6/57-58; Yûnus 10/50-51).

Yüce Allah'ın, etâ fiilini geçmiş zaman kalıbında getirmesinin sebebi azabın mutlaka geleceğine işaret etmektir. "Geldi", aslında "gele­cek" demektir. Çünkü Nahl sûresi Mekke'de inmiştir. Müşriklerin, yani kâfirlerin ağır yenilgileri, öldürülmeleri ve iktidarlarını kaybetmeleri Medine döneminde olmuştur. Kur'ân'in bu konudaki temel ilkesi: "Halbuki sen onların içinde iken Allah, onlara azap edecek değildir" (Enfâl 8/33) dir. Mekke'de aynı sosyal ortamda onlara ceza gelmesi müminlere de gelmesi demek olacaktı. Hicret ettirip top­lumları ayırdıktan sonra cezalandırma başlamıştır.

2. emrullâh yani "Allah'ın emri"nden kasıt nedir? Sorusunun cevabını Hûd 40 ile vermemiz mümkündür: "Nihayet emrimiz gelip de sular coşup yükselmeye başlayınca." Buradaki emir, Nûh tufanının gerçekleşmesidir.

Demek ki, müşrikleri çeşitli şekillerde cezalandırmadan önce Yüce Allah, onları cezalandırmaya karar verdi; ama bu kararın tatbikatı daha sonra olduğu için "Allah'ın emri gelecektir" ifadesine yer vermiştir.

3. Genelde   peygamberlerin   uyarılarında,   kötü   davranışların sonucunun ceza ile biteceği meselesi vardı. Onlara inanmayanlar da bu azabın hemen gelmesini isterlerdi. Bizim peygamberimizden de aynı şekilde alay edercesine, kötü fiillerine verilecek olan cezanı" berrer.gelmesini istiyorlardı.

İşte bunun üzerine Yüce Allah Nahl sûresinin birinci âyetini göndermiştir. Aslında bu âyet Hicr sûresinin 95. âyetinde yer alan alaya alma konusuna açıklık getirmektedir.

Şimdi insanların, özellikle kâfirlerin azap konusunda nasıl acele ettiklerini Kur'ân'dan âyetlerle açıklayabiliriz:

a) "De ki: Ne dersiniz? Allah'ın  azabı  size geceleyin veya gündüzün gelirse (ne yapacaksınız?) Suçlular ondan hangisini istemekle acele ediyorlar?" (Yûnus 10/50). Demek ki müşrikler, Hz. Peygamber'in uyarısında yer alan istikbaldeki azabın gelmesi için acele ediyorlardı. Ona cevaben bu âyet inmiştir.

b) "Onlar bizim azabımızı mı çabuk istiyorlar?" (Şu'arâ, 204; Sâffât 37/176). Müşrikler kesintisiz bir şekilde delil veya mu'cize olarak Allah'ın azabının gelmesini istiyorlardı.

c) "Onlar senden azabın çabuk gelmesini istiyorlar. Allah vaadinden asla dönmez" (Hacc 22/47). Sâffât 176'da sorulan sorunun cevabını bu âyet vermektedir.

d) "Senden azabı çarçabuk istiyorlar. Eğer önceden tayin edilmiş bir vade olmasaydı, azap elbette onlara gelip çatmıştı. Fakat onlar farkında değilken o ansızın kendilerine geliverecektir. Evet senden azabı çarçabuk istiyorlar. Hiç şüpheleri olmasın, cehennem kâfirleri kuşatacaktır" ('Ankebût 29/53-54).

Bu âyetlerde Yüce Allah'ın, azabı acele göndermediği, azabın bir kısmını âhirette cehenneme bıraktığı açıklanmaktadır.

e) "Nihayet onu, vadilerine doğru yayılan bir bulut şeklinde görünce; 'bu bize yağmur yağdıracak yaygın bir buluttur', dediler. Hayır! O, sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir. İçinde acı azap bulunan bir rüzgardır" (Ahkâf 46/24).

Ahkâf halkı da ilgili sûrenin 22. âyetinde Hz. Hûd ile alay edercesine, uyanda bulunduğu azabı hemen getirmesini istediler. Bundan anlıyoruz ki, iman etmeyenler uyarılarla alay ederken, azabın gelmesinde acele etmişlerdir. Kâfirlerin ortak özelliklerinden biri de budur.

4. "Allah onların koştukları ortaklardan u-zaktır, yücedir."

İnsanlar kendi fikirleri ile, ya da kendi elleriyle tanrılarını yapar, sonra da dönüp onlara tapınırlar. Beşerin böyle sapıklıkları vardır. Eliyle tanrısını yapar, sonra da tapar. Allah'ı bildiği halde bazı varlıklara da tanrısal nitelikler vererek Allah'a ortak koşar. İşte dinlerin tüm mücadelesi insanları bu sapık inançtan kurtarıp tevhîd inancını kabullenmelerini temin etmektir.

Beşerin sahte tanrıları, putlar gibi cansız şekiller olduğu gibi başka insan ve kendi nefsi de olabilir.

a) "(Firavun) 'ben, sizin yüce rabbinizim', dedi" (Nazi'ât 79/24). İnsan kendini tanrı yerine koymuştur ve koymaktadır. Firavun tanrı fikrini biliyor, tanrının var olduğuna da inanıyordu ama, kendini tanrı olarak halka kabul ettirmeye çalışıyordu.

b) "Heva ve hevesini tanrı edineni gördün mü?" (Câsiye 45/23). Burada da insanın, kendi nefsini, yani kötü arzularını tanrı haline getirip taptığını görüyoruz. Bazen insanın tanrısı kendi içinde oluyor, kendi içinde kurduğu mabedinde ona tapınıyor.

c) "Andolsun Allah, üçün üçüncüsüdür diyenler de kâfir olmuşlardır. Halbuki bir tek Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur" (Mâide 7/73). Hıristiyanlar da Yahudiler gibi peygamberlerini tanrı edindiler.

d) "Gördünüz mü o Lât ve Uzzâ'yı? Ve üçüncüleri olan ötekini, Menâfi" (Necm 53/19-20).

Bunlar da Arapların sahte tanrılık özelliklerini verdikleri sembollerdir ve çok tanrılı inanış şeklini bize anlatmaktadır. Bu sahte tanrıların Hicaz ve Necd'de heykelleri vardı.

Eski Yunandaki Zeus, Apollo ve Artemis tanrılarının temsil ettiği çok tanrılı inanış biçimi de vardı.

İşte burada verdiğimiz âyetlerde insanların tarihte nasıl sahte tanrılar edinip Allah'a şirk koştuklarını görüyoruz.

Yorumunu yaptığımız Nahl 1. âyete dönersek, Yüce Allah, sübhân yani noksanlıktan ve eşten uzak olduğunu, onların ortak koştuklarından yüce olduğunu vurgulamaktadır. Noksanlıktan uzak olmayan, sahte tanrılardan yüce olmayan varlık Allah olamaz. Böylece Yüce Allah sahte tanrılarla kendisi arasındaki farkın farkedilmesini istemektedir. Farkı farkedemeyen insanlar kendi uydurdukları tanrılara tapmaktan kendilerini kurtaramazlar. Kur'ân daima insana farkı farketmenin yollarını öğretmekte ve onun için kendisine Furkân ismini vermektedir. Böylece Yüce Allah, insanların uydurdukları şirk kültürünü temelinden sarsmakta ve köklerini temizlemektedir.

Ama şirk kültürü amipler gibi çoğalıp her çağın insanını etkilemiş ve etkilemektedir. İnsanın olduğu her ortamda bu şirkin kalıntıları virüs­ler gibi yaşamaktadır. Bazı virüsler çeşitli ilişkilerle bulaşır; şirk kültürü de şeytanın vesvesesi ve cehaletle bulaşmaktadır. Cahil beyinlere sahip insanların gönülleri virüslerin üremesine ve bulaşmasına en verimli ortamı hazırlamaktadır. Tevhîd inancının tam yerleşmediği gönüller, her zaman bu şirk virüslerine açıktır. İşte beş vakit namazını kılıp şirk koşan müslümanların varlığı buna delil olmaktadır.

Tevhîd inancının eğitimini yaparken Yüce Allah şirk ile mücadeleden işe başlıyor. Çünkü şirkin bulunduğu gönüle tevhîd inancını soksanız bile kalıcı olamaz. Tıpkı demirin pasını zımparalamadan önce vurulan boyanın tutmayacağı gibi. Önce şirk temizlenecek, ondan sonra tevhîd inancı aşılanacaktır.

5. "Allah kendi emri ile melekleri kullarından dilediği kimseye ruh ile, 'benden başka tanrı olmadığına dair uyanda bulunun ve benden sakının' diye indirir."

Bu âyetten yani Nahl 2'den çıkaracağımız önemli neticeler vardır:

a) "Allah kendi emri ile melekleri kullarından dilediği kimseye ruh ile indirir." Âlimler  yünezzilü "indirir" kelimesinin okunuşu ve okunuşuna göre manası üzerine çok durmuşlardır. Açıklamalarındaki rivayetlere dönmek istemiyoruz. "Allah meleklerini indirir" demekle yetiniyoruz.

Ancak âyetin bu kısmında üzerine durulması gereken kavram rûh ve "dilediği kimseye" ifadesidir.

Melekler rûh ile beraber iniyorlar. Buradaki rûh meleklerin taşıdığı şeydir. Allah'ın kuluna onu getirdiklerine göre ve bu kulun peygamber seçildiğini düşünürken onun "vahy" olduğunu söyleyebiliriz.

Peki âyetin bu kısmındaki ruhun vahy olduğunu nasıl ispat ederiz?

i. "De­receleri yükselten Arş'in sahibi Allah, kavuşma günüyle korkutmak için kullarından dilediğine emrinden olan ruhu indirir" (Mü'min 40/15).

Âhiretle ilgili uyarıda bulunmak üzere ruhu gönderdiğine göre, bu rûh vahyi, yani mesajı ifade etmiş olmaktadır.

ii. "İşte böylece, sana da emrimizden bir rûh vahyettik" (Şûra 42/52). Bu âyetten de anlıyoruz ki, ruhtan maksat Hz. Peygambere vahyedilen Kur'ân'dır. Yüce Allah "vahyine" can, yani rûh demektedir. Bu anlamda Kur'ân'm bir ismi ya da sıfatı da ruhtur.

Şimdi bu âyetlerin ışığında yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 2'ye dönersek, oradaki rûh kelimesinin "vahy" anlamına geldiğini söylemekte hiçbir sakınca görmüyoruz. Ancak bu yorumu hemen hemen bütün âlimler yapmaktadır.

Burada soracağımız diğer bir soru da şudur: Rûh ile vahy arasında ne alaka vardır ki, Yüce Allah vahy demek yerine rûh demiştir? Âlimler rûh kelimesinin, "can, hayat soluğu, ilham", yani "esin" ve özellikle de "vahy" anlamına geldiğini söylemektedirler. Zemahşerî, hem yorumunu yapmakta olduğumuz âyetteki hem de Şûra 52'deki rûh kelimesine, "bilgisizlikten dolayı ölü haline gelen kalbe hayat verdiği için vahye rûh dendiğini" söylemektedir. Canın bedendeki görevi ne ise, vahyin de din korusunda kalbde yaptığı görev odur (Zemahşerî, age, II, 400).

Zemahşerî ve onun bu görüşünü nakleden diğer âlimler, rûh ile vahyin can verme, hayat soluğu olma özelliklerinde birleşerek bu yoru­mu yapmışlardır. Biz de onların bu açıklamasına katılıyoruz ve açıkla­malarını biraz daha ileri götürmek istiyoruz. Kalbi ölü haline getiren se­beplerden biri bilgisizlik olduğu kadar işin içinde imansızlık da vardır.

"Kullarından dilediği kimseye" ifadesinden. "peygamberine" manasını anlıyoruz. Burada şu soruyu sorabiliriz: Yüce Allah kullarından dilediğine vahyini melekler vasıtası ile indirdiğini niçin söylüyor? Bu soruya Zuhruf 31 ile cevap verebiliriz:

"Ve dediler ki: Bu Kur'ân iki şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıydı?" İşte Yüce Allah, Mekke'nin inanmayanlarının bu sözüne karşılık bir cevap niteliğinde bu âyeti indirmiştir. "Kur'ân, Mekke ve Tâif in üstün bir statüye sahip olan zengin ulularına inmesi gerekmez miydi?" demeleri etkili olmuştur. Bunu söylerken kastettikleri kişiler Velîd b. Muğîre ve Ebû 'Amr b. Umeyr es-Sakafî idi. Birincisi Mekke'nin, ikincisi de Tâif in ululanndandı. Kimin peygamber olacağını zenginlik, soyluluk ve ululuk belirlemez, Allah'ın dilemesi belirler. Yüce Allah bunu insanlara öğret­mek için âyetin bu kısmına yer vermiştir.

 "Bu, Allah'ın lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir" (Cum'a 62/4) buyurulurken de kasdedilen peygamberliktir. Demek ki, peygamberliğin kime verileceği veya kimin peygamber seçileceği tamamen Allah'ın dilemesine aittir. Ne halkın ne de peygamber seçilenin dilemesi bunda rol oynar.

b) "Benden başka tanrı olmadığına dair uya­rıda bulunun ve benden sakının diye (indirir)."

Âyetin bu kısmı birinci âyetin devamı durumundadır. Yüce Allah birinci âyette kendisine eş koşulanlardan hem uzak hem de "yüce" oldu­ğunu söyleyerek şirk ile mücadele verilmesini istemişti; ikinci âyette de tevhîd inancını gündeme getirmektedir. Tevhîd inancının öğretilme gö­revi de peygambere yüklenmekte ve peygamber seçmenin temel sebeple­rinden biri olarak bu görev belirlenmektedir. Rûh'un yani vahyin, niçin seçilen peygamberlere gönderildiğine de işte bu cümlelerle açıklama getirilmektedir.

Âyetin bu kısmındaki en enzirû ifadesi, "uyarıda bulunun", yani "bildirin", "öğretin" anlamına gelmektedir.

Vahyin gönderilmesinin bu âyetteki ikinci amacı fettekûn "benden sakının", "bana karşı görev bilincinde olun" ifadesi olarak belir­lenmektedir. Böylece şirki terkedip tevhîd inancını kabullenmenin takva denen rûh olgunluğuna, manevî bağışıklık sistemine götürdüğüne dikkat çekilmektedir. Şirkten uzak kalma, tevhîd inancını benimseme gibi ö-nemli ilkeler, takvanın olmazsa olmazını teşkil etmektedir.

"Allah" a karşı sorumluluğunun bilincinde olma şeklinde tanımla­nan takva, ahlâkın temelini oluşturmaktadır. Haramlardan sakınma bu bilincin hayata geçirilmesi anlamına geldiğine göre, bu sakınma da ahlâ­kın temelini teşkil etmektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki, gönlü şirkten temizlemek, Allah'tan başka tanrı olmadığına inanmak ve Allah'tan sakınarak günah işleme-mek Nahl sûresinin ilk iki âyetinin içeriğini oluşturmakta, aynı zamanda bunlar ilâhî vahyin öğretiminin amacını teşkil etmektedir. Böylece Yüce Allah din eğitiminin ilk amacını tesbit etmiş ve gönülden başlanmasını ilke olarak koymuştur.

6. "Allah gökleri ve yeri hak ile yarattı. O, koştukları ortaklardan uzaktır (münezzehtir)." Bu âyet

Hicr sûresinin 85. âyetinin devamı durumundadır:

"Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri ancak hak ile

yarattık." Nahl 3. âyetin amacı şirki ortadan kaldırmak olduğu halde, Hicr 85'in amacı kıyametin kopacağını öğretmektir; başka bir.ifade ile yaratılanın mutlaka bir olgusunun olacağını öğretmektir. Nahl 3'te ya­ratma sıfatının, eşsizliğin temelini teşkil ettiğini bildirmektedir.

İnsan beyni, kâinatın gerçekliğinden hareket ederek, onu yaratanın eşi-benzeri olmadığı ilkesine ulaşmayı gerçekleştirme eğitimini vermek­te, kâinat kitabını okurken "yaratma" eylemi ile Allah'ı tanımayı amaç edinmektedir.[2]

 

Yaratılanın Hasımlığı:

 

4. O, insanı nuîfeden yarattı. Öyleyken, insan apaçık bir hasım kesildi.

Yüce Allah Nisa l'de insanı "bir cevherden" yarattığını söylerken, eşeysiz yaratılma safhasına işaret etmişti. Bu âyette ise "eşeyli" yaratıl­ma safhasına dikkat çekmektedir. 1."O, insanı nutfeden yarattı." Ayetin bu kıs­mındaki nutfe kelimesi,  "saf su, erlik suyu" demek olan "meni" anla­mına gelmektedir. Kadının yumurtasını dölleyen erlik suyunun içinde de spermler vardır.

İnsan sûresinin 2. âyetinde "karışık su" anlamına gelen nutfe-i emşâc ifadesi yer almaktadır. Bu da spermin yumurtayı döllemiş halidir. Bu ve buna benzer âyetleriyle Yüce Allah insanın önüne kendi yaratışı­nın kitabını ve o kitapta yer alan kanunlarını koymaktadır. Onun için ona şu emri vermektedir: "İnsan neden yaratıldığına bir baksın!" (Tank 86/5). Bunun anlamı, hangi maddeden yaratıldığını araş­tırsın, incelesin, tetkik etsin demektir.

Ama araştırmasında ona yol da göstermektedir: "Atılan bir sudan yaratıldı ki o su, sırt ile göğüs kafesi arasından çıkar" (Tank 86/6-7). Böylece Yüce Allah "meni" denen erlik suyunun nereden gelip dışarı çıktığına da işaret etmekte, araştırmanın nereden başlanacağını belirlemektedir.

Nahl 3. âyette göklerin ve yerin yaratılışından bahsedip sonra in­sanın yaratılışına geçmesi, uzaktan yakına metodunu kullanarak dersini verdiği anlamına gelmektedir. Uzaktan yakına metodu, daha çok yetiş­kinler için kullanılan bir öğretim metodudur.

2. "Öyleyken, insan apaçık bir hasım kesildi."

Aynı konuya Yâsîn 77'de de değinilmektedir:

"İnsan görmez mi, biz onu meniden yarattık. Bir de bakıyorsunuz ki, apaçık düşman kesilmiş."

Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 4 ile Yâsîn 77'nin nüzul se­bebi şudur: Übeyy b. Halef el-Cumahî Hz. Peygambere gelerek eline aldığı çürümüş kemikleri gösterdi ve çürümüş kemikleri mi Allah'ın dirilteceğini sormuş. Bu sorusundaki tavrı inkâr idi. Bunun üzerine Yâ­sîn sûresinin 77. âyeti ile Nahl sûresinin 4. âyeti indirilmiştir[3]. Yâsîn 78'de bu insanın tavrı şöyle açıklanmaktadır:  "Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal getirmeye kalkışıyor ve şu çürümüş kemikleri kim diriltecek? diyor." Yukarıda naklettiğimiz nüzul sebebinde sadece isim tesbit edilmiştir. Çünkü 78. âyet 77. âyetin hangi sebeple vahyedildiğini açıklamaktadır.

Yüce Allah atılan ve üzerine değdiğinde pis kabul edilen bir sudan, meniden yaratılan insanın nankör davranıp Allah'ına hasım, düşman kesilmesi ve bunu açıktan yapmasının sebebini Yâsîn 78'de "kendi yara­tılışını unutması" olarak belirlemektedir.

Âyette geçen mübîn "apaçık" kelimesi, "içindeki husumeti dışa vuran, amansız" anlamına gelmektedir.

Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, insan kendi yaratılışını ince­lerse varacağı bilginin sonucunda Allah'a karşı hasımlığını, nankörlüğü­nü önlemiş olacaktır. İşte bilimsel bilginin, hem psikolojik hem de dinî olarak doğurduğu netice bu âyetlerde net olarak görülmektedir. Bilimsel bilgiden psikolojik değişime, oradan Allah ile olan ilişkilerdeki düzel­meye giden bir dizi değişim meydana gelmektedir.

Yüce Allah, Nahl sûresinin 3. âyetinde göksel ve yerel bilimlerden tevhîd inancına geçişi; 4. âyette de biyoloji biliminin bilgisi ile husûme­tin yani inkârın ortadan kalkışına gidişi açıklamaktadır. Böylece din eği­timinin programında göksel, yerel ve biyolojik bilimlerinin yer alması da önerilmektedir. Bu bilgilerle donanmış olmak şirkten ve Allah'a hasım kesilmekten insanı kurtaracak ve tevhîd inancının kökleşmesini temin edecektir.

Kur'ân'in diğer sûrelerine de dikkatle bakıldığında pek çok âyetin insanları, kâinatı araştırmaya sevkedici olduğu gerçeği rahatlıkla görüle­bilecektir. [4]

 

İnsanlar İçin Yaratılan Çeşitli Varlıklardan Bir Demet:

 

5. O, hayvanları da yaratmıştır. Onlarda sizi sıcak tu­tacak ve daha bir çok faydalı şeyler vardır. Onlardan kimini de yersiniz.

6. Akşamleyin getirirken de sabahleyin salıverirken de onlarda sizin için bir güzellik vardır.

7. Hayvanlar kendi kendinize zor varacağınız kentlere ağırlıklarınızı taşırlar. Doğrusu Rabb'iniz affedici ve merhamet sahibidir.

8. Atları, katırları ve eşekleri binmeniz ve süs için ya­rattı. Bilmediğiniz nice şeyler yaratmaktadır.

9. Yolun doğrusu Allah 'indir. Yolun eğrisi de vardır. O, dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi.

10. Gökten size su indiren O'dur. İçeceğiniz ondandır, hayvanları otlattığınız bitkiler de onunla biter.

11. Allah, o su ile size, ekinler, zeytinler ve hurma ağaçları, bağlar ve her türlü ürünü yetiştirir. Düşünen topluma bunda ders vardır.

11. Geceyi, gündüzü, Güneş'i, Ay'ı sizin için boyundu­ruk altına almıştır. Yıldızlar onun buyruğuna boyun eğmektedir. Aklını kullananlara bunda ibretler vardır.

13. Yeryüzünde rengarenk şeyleri de sizin için yarat­mıştır. Öğüt alacak topluma bunda ders vardır.

14. Taze et yemeniz, takındığınız süsleri elde etmeniz, Allah 'in bol nimet(ler)inden faydalanmanız ve şükret­meniz için gemilerin de yara yara gittiğini gördüğün denize boyun eğdiren de O'dur.

15-16. Sizi sallar diye yeryüzüne sabit dağlar, ırmaklar ve doğru yolda olasınız diye yollar, işaretler yerleştirdi. Onlar yıldızlarla da yol bulurlar.

17. Yaratan, yaratmayana hiç benzer mi? Düşünüp anlamaz mısınız?

Sûremizin adı, bir hayvan ismi olması sebebiyle, beşinci âyetten i-tibaren bu sûrede çeşitli hayvanlarla ilgili dersler ve öğütler verilmekte­dir. Çeşitli hayvanların insanoğluna sağladığı çeşitli faydalar bu bölüm­de işlenmektedir. Ayetleri teker teker açıklama yerine genel manada içerdikleri konulara göre açıklamayı uygun görüyoruz.

1. "Fayda" kavramına göre hayvanlar kitabını okumak

Yüce Allah "faydası" olmayan hiçbir şey yaratmamıştır. Faydadan amaç da, insanın ihtiyaçlarını gidermektir. İnsan bu ihtiyaçlarını giderir­ken aklını kullanacak, düşünecek ve o faydaları kendine temin eden var­lığa ulaşacaktır.

a) Hayvanların yününden istifade edip soğuk havanın etkisinden korunuruz. Yorumunu yaptığımız Nahl 5. âyette geçen el-en'âm kelime­si, "dört bacaklı, çifte tırnaklı ve geviş getiren, eti yenen hayvanlar"dır. Koyun, deve, keçi, sığır, manda cinsinden hayvanlar Beşinci âyette geçen leküm kelimesi "sizin için"' anlamına gelmektedir. Demek ki Yüce Allah eti yenen hayvanları insan için, yani onun faydasına yarattığını ifade etmekte ve bizim bu hayvan türlerinden hangi faydaları sağlayacağımızı da açıklamaktadır:

b) "Onlarda sizi sıcak tutacak (maddeler vardır)." Hayvanların yünü ve derisinin insanları tabiat şartlarına karşı koruyucu faydası burada difun kelimesiyle açıklamaktadır. ed-diFu kelimesi  "sıcaklık"  demektir.  Bundan  hareketle  kendisiyle  ısınılan elbiseye denmektedir.

Yüce Allah hayvanların insanlara sağladığı faydanın birinci sırası­na onların yününden yapılan elbiseyi koymaktadır.

c) "Başka faydalar (vardır)." Hayvanlardan elde edilen başka faydalar ne olabilir? Derilerinden çarık, ayakkabı yaparız; onları satıp ticari kazançlar elde ederiz. Beşinci âyette geçen menafi'u kelimesi "faydalar" anlamına gelmektedir. Genel bir kavram olması nedeniyle, insanların kültürlerine göre faydalar temin edeceklerini ifade etmektedir.
Hayvanlardan istifade etmenin de bir kültürü vardır. Her kültüre mensup insanlar bu faydaları kendileri bulacaklardır.

d) "Onlardan kimini de yersiniz." Yüce Allah'ın hay­vanların etinden beslenmeyi üçüncü sıraya koymuş olması manidardır.

Aslında beslenmenin, temel ihtiyaçların başında gelmesine rağmen bu­ rada üçüncü sıraya düşmesinin bize göre sebebi, "beslenmenin sadece hayvansal gıdalarla olmaması"dır.

Yüce Allah'ın kudretini anlamak için insanın, önündeki sofrada yer alan hayvansal gıdalara bakması önerilmektedir. Bu tür gıdaların nereden geldiğinin araştırılması, kaynağa doğru düşünceyi akıtmak bir ev ödevi olarak verilmektedir. İnsanın, kendisine sağlanan faydadan ha­reket ederek Allah'a varabileceğinin metodu öğretilmektedir.

2.  "Güzellik" kavramına göre hayvanlar kitabını okumak

"Akşamleyin getirirken de sa­bahleyin salıverirken de onlarda sizin için bir güzellik vardır." Bundan önceki âyette temel ihtiyaçlardan olan beslenme ve ko­runma ele alınırken bu âyette duygusal boyut, yani güzellik anlatılmak­tadır.

a) Bu âyette revâh denen "hayvanların meradan dönüşündeki gü­zellik" gündeme getirilirken insanın duygusal boyutu işlenmekte, onun işlerliğinin önemi vurgulanmaktadır. Yüce Allah insanın faydasını düşü­nürken duygu boyutunu da ihmal etmemektedir. Biyolojik yapısındaki ihtiyacın ardından duygusal bakımdan güzellik de önemsenmektedir.

b) Serâh kelimesi de "sabahleyin hayvanları ahırdan çıkarıp otlağa salıvermek" anlamına gelmektedir.

Hayvanların toplu halde otlağa gidişleri ile akşamleyin dönüşleri gerçekten insanlara zevk veren ve güzellik duygusunu harekete geçiren bir oluşum olmaktadır.

Hayvanların bu durumu, insanın sahiplenme duygusunu da tatmin eden bir niteliğe sahiptir. İnsan, sahip olduğu kalabalık hayvan sürüsün­den iftihar eder ve iftihar etmenin özünü de güzellik duygusu oluşturur. Sürü sahipleri, hayvanların toplu halde otlağa gidiş-gelişinden haz duyar ve onları seyrederken içini bir güzellik duygusu kaplar. Aslında bu duyguyu takip etse insan Allah'a varacaktır. Çünkü duygu alanı, özellik­le güzellik duygusu insanı kaynağına götürür. Tıpkı "koku"nun, kaynağı olan çiçeğe götürdüğü gibi. Bir yerde gül kokusu varsa, hemen gülü a-rarsınız. Yüce Allah da hayvanların hareketindeki güzellik ve onun ha­rekete geçirdiği güzellik duygusu da kaynağını araştırıp bulmayı ön görmektedir.

3. "Taşımacılıkta" hayvanlar kitabını okumak

"Hayvanlar, kendi kendinize zor varacağınız kentlere ağırlıklarınızı ta­şırlar. Rabb'iniz affedici ve merhamet sahibidir."

Bu âyetle Yüce Allah hayvanlardan faydalanmanın üçüncü guru­bunu ele almaktadır. Eskiden yük taşımacılığında çoğunlukla hayvanlar kullanılırdı. Halen dünyanın pek çok yerinde durum aynıdır. Eskiden ordularda süvari birlikleri olurdu. Şimdi ise mekanize birlikleri onunyerini almıştır. Artık teknoloji taşımacılıkta çeşitli taşıtları kullanmakta­dır. Taşıtların gidemediği yerlerde hayvanlar kullanılmaktadır.

Yüce Allah insanın oturup şunu düşünmesini istiyor: Bir tarafta binek olan ve yük taşıyan at, katır ve eşek gibi hayvanlar; diğer tarafta sütünden, etinden, derisinden, kılından istifade edilen hayvanlar yer al­maktadır.

Âyette yer alan bi şıkkı'l-enfüs ifadesi, "yarı canınız tükenmesi ile" anlamına gelmektedir. İfadedeki şıkk "güçlük, masakkat'" anlamına gelirken şakk şeklindeki kalıbı da "bir şeyin yarısı" demektir.

Râzî, şıkk kelimesini "güçlük ve meşakkat" anlamına aldığından manayı: "Sizlerin ancak güçlük ve meşakkatle ulaşabileceğiniz" şeklinde vermektedir.[5] Her hayvan türü bu görevi yerine getirmemektedir. Yüce Allah insanın ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde hayvan türleri yaratmıştır. İşte insanın gönlünü Allah'a götürecek en etkili tarafı da budur.

Yüce Allah taşımacılık için yarattığı hayvanları hangi sıfatları ge­reği yaratmıştır? Âyetin sonunda bu soru cevaplandırılmaktadır. Affediciliği ve merhameti gereği bunu yapmıştır. Yüce Allah merhameti gereği insanların güçlük ve meşakkat çekmelerini istememekte, onlara yardım olsun diye bu tür hayvanları yaratmaktadır.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Çahl 8'de de bu tip hayvanların görevi anlatılmaktadır: "Atları, katırları ve eşekleri, binmeniz için ve süs olsunlar diye yarattı. Bilmediğiniz daha nice şeyler yaratmaktadır."

Bu âyette geçen hayvanların bir önceki âyette aslî görevleri, yani insanın yük taşıma, nakliyat için temel ihtiyaçlarını gidermek olarak tesbit edilirken; 8. âyette zaruri olmayan işleri açıklanmaktadır. Binmek ve süs olarak kullanıldıkları söylenirken asli görevleri değil, ikinci gö­revleri sayılmış olmaktadır.

8. âyetin sonunda "Bilmediğiniz daha nice şeyler yaratmaktadır" buyurulurken, yaratılanlar konusunda insan bilgisinin sınırlı olduğuna işaret edilmektedir. İşte hayvanlar âleminden bize sunulan bu bilgilerden hareket ederek bilmediklerimizi ortaya çıkarmamız bize ödev olarak verilmektedir. Bilinmeyenleri bilinir hale getirmek için insan çalışmalı, tabiat kitabından hayvanlar âlemini iyi tetkik etmelidir.

Bu âyette Yüce Allah'ın, kâinattaki yaratma sisteminin devam et­tiği, bu âlemin, yaratılıp kendi haline terk edilmediği, "O, her an yaratma halindedir" (Rahman 55/29) ifadesinde bu yaratmanın her an devam etmekte olduğu bize hatırlatılmaktadır.

4. Doğru yol kimindir?

"Yolun doğrusu Al­lah'ındır. Yolun eğrisi de vardır, ö, dileseydi hepinizi doğru yola iletir­di." Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 9. âyetten çıkaracağımız ne­ticeler vardır.

a) alellâh ifadesi, "Allah'a düşer, Allah'a aittir" manasına gelmektedir. Yaratıcı olan Allah olduğuna göre, doğru yola iletmek, doğru yolu göstermek, doğru yolun ne olduğunu öğretmek de ona düşer demektir. Başka bir ifade ile "doğru yola iletmek" başkalarının görevi değildir; onlar bunu yapamazlar demektir.

Bunun bir benzeri de Bakara 272'deki İOi- jJJ leyse 'aleyke "sana ait değildir, sana düşmez, senin görevin değildir" anlamına gelen ifade­dir. Bakara 272'de "sana düşmez" denirken, Nahl 9'da "Allah'a düşer" denmektedir. Bu iki âyet birbirinin devamı durumundadır.

b) Râzî, kasdü's-sebîl "yolun doğrusu" şeklinde âyette yer alan jlii kasa kelimesinin "dümdüz, gaye" anlamına geldiğini söy­lemektedir. Kasdu's-sebîl de, "doğru yol", "maksada, yani gayeye ulaş­tıran yol" demektir.

Demek ki, gayeye ulaştıran doğru yol Allah'a aittir, yani o yola

ancak o ulaştırabilir; bu yola ulaştırma işini kimse beceremez. Bunun da

Bakara 272'nin devamı olduğunu görüyoruz.

"Onları doğru yola iletmek sana ait değildir. Lakin Allah dileyeni

doğru yola iletir." Bu hitap birinci elden Hz. Peygamber'e yöneliktir. Bundan hareketle diyebiliriz ki, doğru yolu tesis etmek, belirlemek ya da insanı gayesine ulaştıracak yolu yapılandırmak Allah'tan başka kimsenin selahiyet alanına girmemektedir. Bu faaliyet alanı tamamen Allah'ın kudretindedir ve O'nun eğitim alanına girmektedir. İnsan da aklı ve iradesi ile kendini bu alanının içine atmakla yükümlüdür.

O zaman şu soruyu sormamız gerekiyor: Doğru yol ya da maksada gö­türen yol nelerden teşekkül ediyor? Nahl sûresinin ilk sekiz âyetine baktığı­mızda bunun, Allah'a giden tevhîd yolu olduğunu söylememizde hiçbir sa­kınca yoktur. Tevhîd yolunu öğretmek, tevhîd yolunun ne olduğunu belirle­mek Allah'a düşer; bu iş, O'na aittir, O'nun faaliyet alanına girmektedir.

Âyetteki sebîl kelimesini "sırat" anlamında alırsak bu yol Er/ân i 51-153'e göre hakların, yani ahlâkî kuralların yolu olmaktadır. Hak ve âhlükn meydana getirdiği yola "sebîl" denmektedir. "Sebîl", insan aklını, icşcrjcesi-ni Allah'a götüren yoldur, yani takvanın yoludur (En'âm 6/151-155

Tevhîd yolunu beşer belirleyemez. Özellikle o yola girme ışı. ilâhi takdire, irâdeye ve güce kalmıştır.

c) ve minhâ câir "yolun eğrisi de vardır" demektir. Cevr. "haktan sapmak, tevhîd inancından ayrılmak, meyletmek" anlamına gelmek­tedir. Allah'ın yolu tek iken, o yolun dışındakiler çoktur. Tevtic rncina giden hidâyet yolu tektir; ama şirkin yollan çoktur. Çokluk insanın  sebep olurken, teklik insanın sapmasına müsaade etmemektedir

Âyetin bu kısmından şuna varıyoruz: Yüce Allah eğitimim tek ta­raflı yapmamaktadır. Hakkı anlatırken bâtılı; doğruyu anlatırken >anlısı: gayeye ulaştıranı açıklarken gayeden saptıranı da açıklamaktadır Olum­lu ile olumsuz tanıtılmazsa eğitim faydalı olamaz. Her şeyi zıttı ile açık­lamak, faydalı ile zararlının ne olduğunu öğretmek eğitimin başarısını ve kalitesini temin edecektir.

Yolun doğrusu Allah'a ait iken, yolun eğrisi şeytana, nefse ve kö­tülüklere aittir. Doğru yolun ırmağı ilâhî âlemden çıkarken: yanlış yolun ırmağı da şeytanî güçlerden, nefisten çıkmaktadır. Bu bilinç, mutlaka eğitim tarafından verilmelidir.

d) "O, dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi." Âyetin bu kısmından çıkaracağımız önemli neticeler olacaktır:

Yüce Allah dileseydi bütün insanları doğru yola getirebiliyordu da neden getirmedi veya getirmiyor? Başka bir ifade ile, Yüce Allah bazı insanların yanlış yolda kalmalarını mı istiyor? Bu sorulara şu şekilde cevap verebiliriz:

i. Bunun nedeni, Yüce Allah'ın kulunu doğru yola iletmediğinden dolayı değil de onu iyi ile kötü, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin, hak ile bâtıl arasında tercih yapmakta serbest bıraktığı içindir. İnsan diğer var­lıklar gibi içgüdüleri ile yaşayan bir varlık olmadığından, kendi seçenek­leri ile yaşayıp, aklını kullanıp bir kültür oluşturarak yaşayan bir varlık olması için Yüce Allah bu hidâyete erdirme işini yapmamıştır veya yapmamaktadır. İnsana özgür irade verilmesi ve o iradeye çalışacağı bir alan bırakılması bakımından böyle takdir edilmiştir.

Yüce Allah bütün insanları doğru yola iletecek güç ve bilgiye sa­hiptir:

"De ki: Hakikatin kesin delili Al­lah katındadır. Allah dileseydi elbette hepinizi doğru yola iletirdi" (En'âm 6/149).

ii. Yüce Allah insana serbest irade ya da seçme özgürlüğü tanıma-saydı zorlama, dayatma olurdu ve işte o zaman insan bir tabiat varlığı olur, kültür varlığı olamazdı. "Eğer Rabb'in dileseydi yeryüzündekilerin hepsi el­bette iman ederlerdi. O halde sen inanmaları için insanları zorlayacak mısın? (Yûnus 10/99). Demek ki, insanları iman etmek için zorlamak doğru değildir ve bu durum Allah'ın özgürlüklerle ilgili uygulamasına ters düşmektedir. Yüce Allah'ın bu konudaki temel ilkesi şudur:

"Ve de ki: Hak Rabb'indendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin" (Kehf 18/29). İman etme konu­sunda insanın dilemesi önemli bir yer işgal etmektedir. İman etme konu­sunda kimseye bir dayatma, bir zorlama yapılamaz.

iii. Dünya hayatı bir imtihan alanıdır. Yüce Allah bütün insanları doğru yola iletmiş olsaydı, onların tamamını iman ettirmiş olsaydı, imti­hanın bir anlamı, yani âhiretteki ceza ile ödülün de bir manası kalmaya­caktı,

"Bir deneme olarak sizi iyi ve kötü ile imtihan ediyoruz (Enbiyâ 21/35). Yüce Allah insanların tümünü doğru yola ilet­miş olsaydı, dünyada iyi ile kötü kavramı olmayacaktı. Bir yerde serbest irade ve özgürce seçme var ise, orada ahlâk var demektir. Zorla yaptırı­lan bir davranışın ne ahlâk ne de ahlâksızlık anlamı olur. Ahlâk kültürel varlık olan insan için düşünülür; içgüdüsel varlıklar için düşünülemez.

Ahlâkın üzerinde oturduğu değerler sistemi için olmazsa olmazı insanın serbest iradesi ve özgürce seçimi teşkil etmektedir.

Şimdi yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 9. âyete dönersek, in­sanı amacına ulaştıran doğru yol ile, onun dışında kalan eğri, yanlış, sa­pık yollar arasında insan özgürce seçim yapacağı için Allah dayatma ile insanları hidâyete getirmemektedir. Buradaki doğru yol hidâyeti, hidâyet de iman denen tevhîd inancını ifade etmektedir.

5. Tabiat kitabını okurken akıl, tefekkür, öğüt alma ve şükretme değerlerini harekete geçirmek gerekiyor.

Gökten sizd1 su indiren O'dur. İçeceğiniz ondandır; hayvanları otlattığınız bitkiler de onunla biter. Allah o su ile size ekinler, zeytin ve hurma ağaç­ları, bağlar ve her türlü ürünü yetiştirir. Düşünen bir topluma bunda ders vardır." Yorumunu yaptığımız Nahl 10-11. âyetlerde şunu görüyoruz: Yüce Allah insanların düşüncelerini harekete geçirip ders almalarını temin etmek için su ile tabiatın ilişkisini ele almaktadır.

"Su", ikisi hidrojen birisi oksijen olmak üzere iki gazın bileşimin­den meydana gelmiştir ve canlılığın kökenidir. Vücudun suya olan ihti­yacı onunla giderilmektedir. Suyun insan sağlığı ve hayatı için ne kadar önemli olduğu üzerinde düşünülmesi ve ondan ders çıkartılması insan­lardan istenmektedir. Su, bitkilere de hayat vermektedir. İnsan, hayvanlarına yedirdiği bitkilerin su ile olan ilişkisini mutlaka düşünmelidir.

İnsanların yediği tahıl, zeytin, hurma ve her türlü ürün ile suyun i-lişkisi, düşünen insanın önüne konan kanunlar arasında yer almaktadır.

Suyun insan, bitki ve bütün ürünler ile olan ilişkisi birer âyet, birer kanun, birer ders niteliğindedir. Ama bu kanun veya dersler düşünen insanlar içindir. Böylece Yüce Allah suyun tabiata sağladıkları ile insan hayatındaki öneminin iyi okunmasını istemektedir. Peki düşünen insan­ların, tabiattaki bu oluşumların su ile olan ilişkisini tefekkür ederken varacağı nihai nokta ne olacaktır? O suyu yaratıcı olan ve bilgisi sonsuz olan Allah gökten indirmektedir. Yorumunu yapmakta olduğumuz 10. âyetin başındaki ifade bunu açıklamaktadır. O zaman hem düşünce hem de bilgi İslâmîleşmiş olacaktır. Tabiat bilimleri ile özelde Biyolojinin çeşitli dallan ile uğraşan bilim adamları tabiattaki bu olaylarla ilgilenip onlar üzerinde düşününce, onları yaratanın Allah olduğu noktasına va­rınca tevhîd inancına ulaşmış, bilgisine de İslam boyasını çalmış olacak­tır. Suyun tabiatta yaptıklarından Allah'a giden yolu Allah belirlemiştir. Bu âyetlere Nahl sûresinde yer verilmesi o yolun kilometre taşlarının tesbiti anlamında büyük önem arzetmektedir.

6. Akıl ile göksel olayları buluşturuyor.

"Geceyi, gündüzü, Güneş'i, Ay'ı sizin için boyunduruk altına almıştır. Yıldızlar O'nun buyruğuna boyun eğmektedir. Aklını kullanan­lara bunda ibretler vardır."

a) Yüce Allah sehhara kelimesi ile "geceyi, gündüzü, Güneş'i ve Ay'ı insanın hizmetine sunduğunu" ifade etmektedir. Yüce Allah tüm kâinatı, göksel cisimleri ve yerel oluşumları insana hizmet etsinler diye yaratmış, tabii güçleri insanın hizmetine sunmuştur. Onun için insanlar onlardan her zaman yararlanmaktadır.

Güneş ve Ay'ın faydası bellidir de, gece ile gündüzün faydası ne­dir? diye bir soru sorulabilir. Sorunun cevabını şu âyetlerle verebiliriz:

i. "Allah, geceyi içinde'dinlenesiniz diye sizin için yaratan, gündüzü (çalışıp ka­zanmanız için de) aydınlık kılandır. Şüphesiz bunda dinleyen bir toplum için dersler vardır" (Yûnus 10/67).

ii. "Rahmetinden ötürü Allah, geceyi ve gündüzü yarattı ki geceleyin dinlenesiniz; gündüzün O'nun lütfundan arayasınız ve şükredesiniz" (Kasas 28/73).

Gece ile gündüzün yaratılmasının amacı, dinlenmek ve çalışmak­tır. Bu iki zaman diliminin insan hayatı için sahip olduğu önem ve temin ettiği fayda küçümsenemez.

b) Yüce Allah yıldızlan boyun eğdirirken de insanın faydasını a-maç edinmektedir. Ama dikkat edilirse Yüce Allah onlara görev vermek­te ve onlar bu görevi eksiksiz ve kesintisiz yerine getirmektedir. Çünkü bahşedilen göksel cisimler ve zaman, verilen göreve ters düşecek bir davranış sergileyemezler.

c) "Aklını kullananlara bunda ibretler var­dır." Yüce Alfah insana, göksel cisim ve zamana aklı ile yanaşmasını emretmektedir. Bahsedilen konuların insan hayatına temin ettiklerine akıl ile yaklaşmak insanın görevi olmaktadır.

Akıl, göksel cisimlerin hareketi ve zamanın insana sağladıkların­dan hareketle Allah'a varmalı, O'na varacak neticeleri çıkartmalıdır. Yerel konularda insan düşüncesi, göksel konularda da insan aklı hareke­te geçirilmektedir. Böylece beşerî eğitimin amaçlarından bazısı da belir­lenmektedir. Aklı harekete geçirmek, doğru düşünme sanatını öğretmek beşerî eğitimin amaçlarının başında yer almalıdır.

7. Öğüt almak gerekir.

"Yeryüzünde rengarenk şeyleri de sizin için yaratmıştır. Öğüt olacak topluma bunda ders vardır." Bu âyetiyle Yüce Allah tabiatın süsüne, sanatsal yönüne, insanın duygu boyutuna hitap eden kısmına dikkat çekmekte, güzellik duygusu­nu harekete geçirmekte, insanın düşüncesine, yani öğüt alma yeteneğine hitap etmektedir. Tabiat renklerindeki ahenk ve bu ahengin meydana getirdiği eşsiz güzellik insan gönlünü yumuşatacak niteliktedir.

Netice olarak diyebiliriz ki Yüce Allah yerel tabiat olayları ile in­san düşüncesine; göksel cisimlerin işleyişi ile insan aklına; tabiatın gü­zellik boyutu ile de insanın hatırlayıp öğüt alma yeteneğine hitap etmek­te, onları harekete geçirmekte ve onlardan hareketle Allah'a varmayı öğretmektedir.

8. Nimete şükür gerekir.

Yüce Allah denizle ilgili nimetleri açıklamaktadır:

"Taze et yemeniz, takındığınız süsleri elde etme­niz, Allah'ın bol nimet(ler)inden faydalanmanız ve şükretmeniz için ge­milerin de yara yara gittiğini gördüğün denize boyun eğdiren de O'dur."

Görüldüğü gibi Yüce Allah tabiatla ilgili kanun ve nimetleri açık­larken önce yerel olanlarını, sonra da göksel olanlarını açıklamış; burada ise denizle ilgili olanları ele almıştır.

Yüce Allah'ın, bu âyetinde denizi bizim hizmetimize sunduğunu, ondan çeşitli şekillerde faydalanmamıza dikkat çektiğini görüyoruz. Ne­dir denizdeki bu nimetler?

a) Taze et

"Et" söz konusu olunca şöyle bir gruplama yapabiliriz: Çifte tır­naklı, geviş getiren, dört ayaklı davar, inek, deve, manda, ceylan gibi kara hayvanlarının eti; tavuk cinsi iki bacaklı hayvanların eti; balık cinsi deniz hayvanlarının eti. Tavuk cinsi deyince kuşlar da bunun içine gir­mektedir.

Deniz hayvanlarının insanlara helal kıldığını daha önce Mâide 96'da Yüce Allah açıklamıştı: "Hem size hem de yolculara fayda olmak üzere deniz avı yapmak ve onu ye­mek size helal kılındı."

Diğer eti helal olan hayvanlar da çeşitli âyetlerde açıkiânraşar: "Koyundan iki çift, keçiden iki çift" Enam 6/143);

 "Deveden de iki çift, sığırdan da" (En'âm 6/144). Yüce Allah'ın, bunlara, etleri için Kur'ân'da yer verdiği de baş­ka bir âyette açıklanmaktadır:

"Size dört ayaklı hay­vanlar helal kılındı" (Mâide 5/1).

Peki kuş etlerinin helal olduğunu nereden anlayacağız? Soruya Vâki'a 21 ile cevap verebiliriz:

"Canlarının çektiği kuş etleri." Cennette Yüce Allah kullarına kuş eti sunacaktır. Demek ki kuş eti yenebilir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 14'te geçen  lahmen tariyyen "taze et" ifadesi, bütün balık türlerini içine almaktadır. Âyette etin sıfatı olarak geçen tariyyen kelimesi, "hoş, leziz, tatlı, taze, yumuşak" anlamına gelmektedir.

Yüce Allah varlığını ve birliğini bize ispat ederken soframıza koy­duğu deniz hayvanlarını da delil olarak getirmektedir. Tuzlu sudan nasıl da tuzlu olmayan hayvan etini bize sunmaktadır! Tuzun içinden çıkıyor ama eti tuzsuz! Bu kanun bile Allah'ın var ve bir olduğuna delil olarak yeterlidir.

b) Süs eşyaları

Yüce Allah'ın, denizi insanın hizmetine sunmasının ikinci nedeni de "takındığınız süsleri ondan elde etmeniz için" ifadesidir. Bu süs eşyalarının ne olduğu Rahman 22'de açıklanmaktadır: "O iki denizden inci ve mercan çıkar." Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 14'ten anlıyoruz ki insanların çeşitli taşlarla elbiselerini süslemeleri ya da o süs taşlarını vücutlarının çeşitli yerlerine takmaları caizdir. Sudan inci ve mercanın çıkarılıp süslenilme*:. rıze Yüce Allah'ın denizdeki kuyumculuğunu hatırlatmakta ve  O nu takdir etmemiz gerektiğine işaret etmektedir. Kur'ân'in evrenselliğini bu âyetten çıkarabiliriz. Denizden çok u-zakta yaşayan Mekke halkına balık etinden, inci ve mercan gibi süs eş­yalarından bahsetmenin anlamı var mıdır? Bundan anlıyoruz ki, İslam denizaşırı ülkelere de yayılacak, oralardaki insanların denizle olan ilişki­sine dair hükümleri barındıracaktır.

c) Denizde akıp giden gemiler

Yüce Allah geminin suda yüzmesini gündeme getirerek, cisimlerin su üstünde kalma, suyun itme gücü kanununa dikkat çekmektedir. İnsa­nın, cisimlerin su üstünde durma, gemilerin suda yüzme olgusunu dik­katle inceleyip oradaki kanunu bulması gerekiyordu ve buldu da. Arşi-met bunun formülünü ortaya koydu, keşfetti. Ama Yüce Allah bu kanun­la insanlığı Hz. Nuh'un gemisi ile tanıştırmıştı.

Âyette geçen ; mevâhır kelimesinin kökü olan mahr, "suyu yara yara gitmek, akıp gitmek" anlamına gelmektedir. Kurtubî'nin, Taberî'den naklettiği mana, "esen rüzgarın çıkardığı ses"tir.

Gemilerin insana temin ettiği faydalar bellidir: Yolcu taşımak, yük taşımak vs. Yüce Allah âyette "Allah'ın bol nimetlerinden faydalanma­nız için" buyurmakta ve lütfundan aramamız için denizciliğin önemini gündeme getirmektedir. Nahl 7 ve 8'de taşımacılıkta hayvanların öne­mine dikkat çekilirken burada gemiler gündeme getirilmektedir.

Gemi teknolojisinin denizcilikteki faydalarını ele alarak ilkel bir topluma medenî olmanın yollan öğretilmekte ve üniversitedeki progra­ma gemi ile ilgili derslerin konmasına işaret edilmektedir. Gemi teknolo­jisinin ticari amaçla kullanılmasına dikkat çekilerek âyette "Allah'ın lütfundan arayasınız" ifadesine yer verilmektedir.

Yüce Allah buraya kadar anlattığı kara, hava ve deniz kanunları ve onlardan insanların istifade etmesi meselelerini düşünmemiz, aklımızı kullanmamız, öğüt almamız ve nihayet şükretmemiz için anlatmaktadır. Bütün bunlar, yani aklı kullanma, düşünme, öğüt alma ve şükretme ara yani vasıta eylemlerdir. Genel sonuç 17. âyette verilecektir.

9.  Dağların görevi nedir?

Yüce Allah tekrar yeryüzüne dönerek oradaki bazı oluşumların nedenlerini açıklamaktadır.

"Sizi sarsar diye yeryüzüne sabit dağlar, ırmaklar ve doğru yolda olasınız diye yollar, işaretler yerleştirdi. Onlar yıldızlarla da yol bulurlar."

Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 15 ve 16. âyetlerde şu ko­nular ele alınmaktadır:

a) "Sizi sarsar diye yeryüzüne sabit dağlar attı/yarattı."

Bundan anlıyoruz ki, dağların yaratılmasının amacı insanların sar-sılmamasıdır. Demek ki, yeryüzünde sabit dağlar olmasaydı, insanlar çalkalanıp sallanacak, sağlam olarak ayaklarını yere basıp ayakta dura­mayacak, sürekli deprem oluyor gibi hareketlenip sallanacaktı.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 15'te dağlar revâsiye "sabit dağlar" şeklinde yer alırken, Nebe 7'de de "direk" veya "destek" anlamına gelen "evtâd kelimesi ile isimlendirilmektedir.

Öyle anlaşılıyor ki yer kabuğu jeolojik süreç içinde şekillenirken Yüce Allah, dengeyi sağlamak için sabit ya da direk denen dağların o-luşmasını temin etmiştir. Bu dağlar, insan hayatını olumsuz şekilde etki­leyecek olan yer sarsıntılarına engel olacak dengeyi sağlamaktadır. Bu şekilde yerküre üzerinde hayat devam edebilmektedir.

Aslında insanların sarsılmamasının yanında bu arada yer kabuğu­nun varlığını devam ettirebilmesi de sağlanmaktadır.

i. "Ve onları sarsmasın diye arz üzerinde sapasağlam dağlar yerleştirdik" (Enbiyâ 21/31).

ii. "Sizi sarsmasın diye yeryüzünü sabit dağlar ile donattı" (Lokman 31/10).

Yüce Allah, yerkürenin insan ile olan ilişkisinde dağların görevini gündeme taşıyarak kendi kudretini açıklamaktadır.

b) "Irmaklar ve doğru yolda olasınız diye yollar, işaretler yerleş­tirdi."

Dağların yerleştirilmesi ile ova, vadi ve vadilerde akan nehirler gündeme gelmektedir. Bir yerden bir yere gidebilmek için yol ve işaret­lerin olması da ondan kaynaklanmaktadır.

c) "Onlar yıldızlarla da yol bulurlar."

Yeryüzünde vadiler, işaretler, gökte de yıldızlarla yol bulunacağı­na dikkat çekerken Yüce Allah, yaratılan her varlığın, göksel cismin ve yer şekillerin boşuna yaratılmadığını ifade etmektedir.

Böylece Nahl 3. âyetten 16. âyete kadar kâinat kitabından bize bir demet oluşumlar sunmuş ve bu oluşumların incelenerek hangi neticelere ulaşacağımızı öğretmiş, akıl, düşünce, öğüt alma ve şükretmek gibi ye­teneklerle bu oluşumlara yaklaşıp dersler çıkarmamızı istemiştir.

Bütün bu anlatımların ardından çıkarılacak genel ilke şudur:

10. "O halde yaratan, yaratmayan gibi olur mu? Hâlâ düşünmüyor musunuz?"

Yüce Allah yer, gök ve denizdeki kanunlara, oluşumlara ve bunla­rın insana sağlağı faydalara değinirken, onları anlatırken ondan şunu istemektedir:

Yaratanla yaratmayanın farkını anlaması gerekiyor. Şirki ortadan kaldırıp tevhîd inancını yerine getirebilmesi için insandan farkı farketmesini istemektedir. Bunu da düşünce gücü ile yapabileceğini âye­tin sonunda belirtmekte ve sorusunu o yönde sormaktadır: "Hâlâ düşünmüyor musunuz?"

Yüce Allah'ın, farkın farkedilmesinin yaratma alanında olmasını istemesi manidardır. Çünkü insanı en çok aciz bırakan, aciz olduğunu hissettiren olgulardan biri yaratmadır.

Yüce Allah, insana doğru düşünme sanatını öğretirken, nelerden hareket edip hangi genellemelere varacağını da göstermekte, tabiat olay­larından hareket eden insan aklının, Allah ile nasıl bağ kuracağını anlat- maktadır. "Bağ" anlamına gelen akıl, fiil kalıbında "bağ kurmak" mana­sını kazanırken, insanın tabiat olayları arasında bağlar kurarak bilimsel bilgiyi üreteceğine, oradan yaratıcı Allah ile bağ kuracağına dikkat çek­mektedir.

İnsanın uzak ve yakın fizikî çevresindeki oluşumların, nimetlerin tamamının kendi hizmetine sunulduğunu farketmesi onu şükür denen ibadete götürecektir.

Yüce Allah o fizikî çevredeki oluşumların neticesindeki nimetleri anlatırken insanın beynine, gönlüne hitap etmekte, beyninde aklını kul­lanarak düşünmesini, gönlünde şükredip tevhîd inancını kabullenmesini istemektedir. Böylece Yüce Allah, maddî

oluşumlardan mana aleminde­ki çıkarımlara varmanın yolunu öğretmektedir.[6]

 

Yine Tevhıd İnancı:

 

Allah'ın nimetini saymaya kalksanız, onu sayamaz­sınız. Hakikaten Allah affedici ve merhamet sahibidir.

Allah gizlediğinizi de açıkladığınızı da bilir. Allah'ı bırakıp da taptıkları (varlıklar), hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü onlar kendileri yaratılmışlardır.

Onlar diri değillerdir, ölüdürler. Ne zaman dirile­ceklerinin de bilincinde değillerdir.

Tanrınız tek bir tanrıdır. Ama, âhirete inanmayan­ların kalpleri inkâr etmektedir. Ve onlar büyüklük tas­larlar.

Doğrusu Allah, gizlediklerini de açıkladıklarını da bilir. O büyüklük taslayanları asla sevmez.

24. Onlara:  'Rabbiniz ne indirdi?' denildiği zaman; 'öncekilerin masallarını' derler.

Yüce Allah, insana temin ettiği nimetlerden hareket ederek, insanı tevhîd inancına ulaştırmak için rehberlik yapmaktadır. Yukarıda sırala­nan 7 âyetten bu konuda çıkaracağımız neticeler şunlardır:

1. Allah'ın nimetleri sayılamaz: "Allah'ın nimetini saymaya kalksanız, onu sayamazsınız. Hakika­ten Allah affedici ve merhamet sahibidir."

Bu âyet İbrahim sûresinin 34. âyetinin devamı durumundadır: "O size istediğiniz

her şeyi verdi. Allah'ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zâlim, çok nankördür." Yüce Allah, Nahl sûresinin 3. âyetinden 16. âyetine kadar insana temin ettiği maddî nimetleri sıralamakta ve ardından sayılamayacak öl­çüde nimetleri olduğunu söylemektedir. İnsanın yaratılıp hayata getiril­mesi nimetinden tutun, ölümüne kadar sahip olduğu nimetler sayım dı­şındadır. Bu durum İbrahim 34'te anlatılmıştır.

Ancak bu âyetin sonunda Yüce Allah'ın affedici ve merhamet sa­hibi olması neden gündeme getirilmiştir?

Bu soruyu cevaplandırmak için yine İbrahim 34'e gitmemiz gere­kiyor. Orada sayılmayacak nimetlere sahip olmasına, Yüce Allah'ın, bu nimetleri kendisine temin etmesine rağmen insanın zâlim ve nankör ol­duğuna dikkat çekilmişti. İnsan, nimetleri yerli yerinde kullanmadığın­dan zâlim; nimetlerin değerini bilip şükretmediği için de nankör sıfatını almıştır. İşte bu sıfatı almasına rağmen, Yüce Allah onu affedeceğini, ona merhamet edeceğini Nahl 18'de, yani yorumunu yapmakta olduğu­muz âyette söylemektedir.

2. Allah'ın bilgisi sonsuzdur.

"Allah gizlediğinizi de açıkladığınızı da bilir." Bu âyetin önceki âyetle olan ilişkisi nankörlükle alakalıdır. Ayrıca âyet, Allah'ın nimetlerine sahip oldukları halde O'nun peygamberine içten sakladıkları olumsuz duygular, kin ve nefretle de alakalıdır. Yüce Allah "açığa vurduklarını bildiği gibi, içinden geçirdiklerini de bilmek­tedir" diyerek hem uyarmakta hem de ilminin sonsuzluğunu bildirmek­tedir.

Yüce Allah'ın "insana şah damarından daha yakın olması" (Kâf 50/16); "nerede olursa olsun onunla beraber olması" (Nisa 4/108: Hadîd 57/4; Mücâdele 58/7); "bütün yaptıklarım kuşatıcı olması" (Nisa 4/108) insanların amellerini bilmesini sağlamaktadır.

3. Yaratılan yaratamaz.

"Allah'ı bırakıp da taptıkları (varlıklar), hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü onlar kendileri yaratılmışlar­dır." Bu âyet biraz önce açıkladığımız Nahl 17. âyetin devamı durumun­dadır. İnsanların, Allah'ın yarattığı varlıkları tanrı edinmeleri aklın tabia-tına aykırıdır. Bu durum inanç duygusunun meşru olmayan yollarla tat­min edilmesi anlamına gelmektedir. însanın aklı tek tanrı inancına yöne­lik olmasına rağmen, şirk sonradan ortaya çıkan, doğada yeri olmayan inanç şeklidir.

Şirk koşanlar aslında, doğada olanı sonradan olan yapay inanca fe­da etmiş olmaktadırlar. Doğada var olanı yapay olana kurban etmek zu­lümdür. Onun içindir ki Yüce Allah insan aklını, yaratan ve yaratılan arasındaki farkı anlamaya çağırmakta ve düşünmesini temin ederek şirk zulmünü önlemek istemektedir.

4. Sahte tanrıların özellikleri

"Onlar, diri değillerdir; ölüdürler. Ne zaman dirileceklerinin de bilincinde değillerdir."

Bu âyetten çıkaracağımız önemli neticeler vardır:

a) Burada kasdedilen put, yani cansız taştan edinilen tanrılar mı yoksa canlı olan varlıklar mıdır? Cansız taştan edinilen tanrılar ise, o zaman akıl sahiplerine Yüce Allah, siz canlı varlıklarsınız, nasıl olur da cansız, sizden daha aşağı seviyede olanları tanrı edinirsiniz? demekte, böylece insan ile sahte tanrıların arasındaki farkı, farketmelerini sağla­makta, üstün olanın, aşağıda olana tapınmasının akla aykırı olacağını hatırlatmaktadır.

b) Bu sahte tanrılar canlı varlıklar da olabilir. Çünkü cansız varlık­lar için canlılık ve ölüm düşünülemez. O zaman âyette kasdedilen tanrı­lar canlı varlıklar olabilir. Âyette geçen "dirilik" ve "ölüm" kavramları, "manevi dirilik" ve "manevi ölüm" anlamına gelmektedir. Yaşayan ölü­lerdir onlar. Bu yorumu nasıl ispat edebiliriz? Âyetin devamında: "Ne zaman dirileceklerinin de bilincinde değillerdir" ifadesi, "kasdedilen sahte tanrılar dirilecek ve onlarda bilinç var" demektir.

Yorumu bu şekilde yaparsak karşımıza şu soru çıkar: Canlı olan sahte tanrılar neler olabilir?

i. Bu sahte tanrılar insanlardan oluşabilir. İnsanlar ölümlü varlıkla­rı tanrı edinebilirler. Buna örnek olarak Firavun'u verebiliriz, "Ben sizin en yüce rabbinizim, dedi" (Nâzi'at 79/24). Bu dünyada nice Firavunlar geldi ve gelecektir. İnsanlar onları tanrı yerine koymuş ve koyacaktır.

Nice sahte şeylere tanrılık sıfatları yakıştırıp farkında olmadan on­lara tapanlar olmuş, oluyor ve olacaktır. Nice ölümlü varlığın türbesine gidip yardım bekleyenler vardır. İşte bunlar sahte tanrı olmakta ya da edinilmektedir.

Diğer taraftan insanlar kimi zaman şeytana tapınıp onu tanrı edin­mişler ve edinmektedirler. "Baba­cığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan Allah'a âsi oldu" (Meryem 19/44). Demek ki geçmişte de bugün de şeytana tapı­nan satanistler olmuştur.

Peki bu yaptığımız iki yorumdan hangisini tercih edebiliriz? Bun­ların ikisini de tercih ettiğimizi söylemekte yarar vardır. Çünkü insanlar bazen cansız taşlara tapınmışlar, kimi zaman da ağaç, hayvan, insan, ölü gibi varlıklara tapınmışlardır.

Ama âyetin son cümlesi yorumumuzun ikinci maddesini öne çı­karmaktadır.

Yüce Allah A'râf 191-194. âyetlerde bu sorumuzu cevaplandır­maktadır:

Kendileri yaratıldığı halde hiçbir şeyi yaratamayan varlıkları ortak mı koşuyorlar? Halbuki (sahte tanrılar) ne onlara yardım edebilirler ne de kendilerine bir yardımları olur. Onları doğru yola çağırırsanız size uymazlar, onları çağırsanız da sükut etseniz de sizin için birdir. Allah'ı bırakıp da taptıklarınız sizler gibi kullardır. Doğru iseniz, onları çağırın da size cevap versinler."

c) "Ne zaman dirileceklerinin de bilincinde değillerdir." Demek ki, tanrı olan varlık "diri olmalı", "ölümlü olmamalı", aynı zamanda "her şeyi bilmeli, yani bilincinde olmalıdır." İşte Yüce Allah şirk koşanları bu şekilde eğiterek şirkle mücadele vermekte ve bize de nasıl mücadele verileceğinin metodunu öğretmektedir.

5. Tevhîd inancını bozan psikolojik sebepler

"Tanrınız tek bir tanrıdır. Ama, âhirete inanmayanların kalpleri inkâr etmektedir. Ve onlar büyüklük taslarlar."

Yukarıdaki âyetlerdeki açıklamalarından sonra Yüce Allah tevhîd inancını ifade eden hükmünü ya da formülünü koyuyor: "Tanrınız tek bir tanrıdır." Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 22'deki bu ifadenin ayakta kalması, evrensel bir nitelik taşıması bakımından Yüce Allah nice peygamberler göndermiş, onun uğruna nice mücadeleler verilmiştir.

Biz burada şu soruyu soruyoruz: Tevhîd inancını, yani tek tanrı i-nancını ortadan kaldırmaya çalışan insanların psikolojisi ne idi? Yüce Allah âyetin devamında evrensel manada onların psikolojisinin analizini (tahlilini, açıklamasını) yapmaktadır: "Ama, âhirete inanmayanların kalpleri inkâr etmektedir. Ve onlar büyüklük taslarlar."

a) Âhirete inanmamak

Dinin en büyük iman esaslarından biri âhirete inanmaktır. Âhirete iman bir vahyi ya da inanç sistemini din haline getirmektedir. Âhiret hayatı olmayan felsefeler bu nedenle din olamamış ve olamayacaktır. Şimdi bu inanca sahip olmayanlar başka bir eyleme doğru gitmektedir­ler.

b) Kalplerin inkâr etmesi

Aslında âyette "âhirete inanmayanların kalpleri inkâr etmektedir" denilmektedir. Kalplerin inkârı sonuç; sebep ise âhireti inkâr etmek ol­maktadır. Âyetteki bu ifade bize şunu öğretmektedir: İman kalpte olduğu gibi inkâr da kalptedir. Kalbin inkâr etmesinde kalp özne, inkâr ise yük­lem olmakta, yani inkâr işini kalbin kendisi yapmaktadır. İnsanın kalbiniYüce Allah inkâra sevketmez. İnsanın kendisi kalbini inkâra sevkeder. Demek ki, âhiret inancı kalbi inkâr etmekten kurtarmaktadır.

Âhireti inkâr etmek, insanın beynini, gönlünü bütün öğütlere, uya­rılara kapatmaktadır. İnsanın içindeki kötü oluşumlar iyi oluşumları en­gellemekte ve onların ortaya çıkmasına mani olmakta, insanın iç âlemi­nin ilâhî âleme açılışını durdurmaktadır.

c) Kibretmek

Tevhîd inancına karşı çıkılmasına sebep olan üçüncü psikolojik oluşumun adını Yüce Allah "kibir" olarak koymaktadır. Dikkat edilirse âyetteki kibrin de faili insandır.

Bu âyetin analizine benzer bir âyeti Zümer 59'da buluyoruz:

"Hayır! Âyetlerim sana gelmişti de sen onları yalanladın, büyüklük tasladın ve inkarcılardan oldun." Yo­rumunu yapmakta olduğumuz Nahl 22 ile bu âyetin müşterek noktalan "inkâr" ve "kibir"dir. İşte tevhîd ile, yani tek tanrı inancı ile mücadele verenlerin psikolojisi bu olmuş, olmakta ve olacaktır.

Bir taraftan kibir inkâr psikolojisini besleyip büyütmekte, diğer ta­raftan da inkâr psikolojisi kibri besleyip büyütmektedir. Tevhîd inancına karşı koyan davranışların arkasında inkâr ve kibir vardır. Bu davranışlar, gübresi içinde tohumunu yetiştirdiği inkâr ve kibir tepkilerini ilâhî vahye ve peygamberlere kadar uzatan kocaman bir ağaç haline gelmektedir.

Yüce Allah Nahl 22. âyetiyle din eğitimcilerine davranışları analiz etme yeteneğini kazandırmakta, davranışların arka planındaki psikolojik alt yapıya dikkat çekerek, bu yapının düzeltilmesinin önemini vurgula­maktadır. Kur'ân bozuk psikolojilerin analizini yaparak nasıl düzeltile­ceklerinin metodlarını da öğretmektedir. Tanrının tek olacağını benim­seyenlerin gönüllerindeki manevi hastalığın tedavi edilmesi için vahy ile peygamberler gönderilmiştir.

6. Kibir ilâhî sevgiyi uzaklaştırır."Doğrusu Allah, onların gizlediklerini de açıkladıklarını da bilir. O, büyüklük tasla-yanları asla sevmez."

Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 23. âyette geçen yjr N lâ cerame ifadesi "şüphe yok ki", "kuşkusuz", "doğrusu" anlamına gel­mektedir. Bu ifadeye "gerçek şu ki" manası da verilebilir. lâ edatı, olumsuzluk edatıdır. Bu edatı 22. âyete bağlı olarak manalandırırsak, "onların inkâr ve kibirleri onlara fayda sağlamayacaktır, bu konudaki görüşleri yanlıştır" anlamı söz konusu olur. cerame kelimesi de "kazanmak" demektir. Böylece söz konusu ifade "inkar ve kibirleri onlara pişmanlığı, kötüyü, günahı kazandırdı, onları zarara soktu" anlamını vermektedir. Olumsuzluk edatı cerame kelimesi bir araya gelince bu ifade olumlu bir mana, yani "doğrusu", "kuşkusuz" anlamını kazanmaktadır.

İnkarcılar ve kibredenler, başka bir ifade ile kibreden inkarcılar planlarını, duygularını, kinlerini, düşmanlıklarını ikiye ayırırlar: Bir kısmını açıklarlar, bir kısmını da gizlerler. Bunun anlamı onlarda şahsi­yet parçalanması vardır, demektir. Gönülleri ile dillerini tamamen ortaya koymazlar. Çifte standart uygulamaya düşkündürler. Söyledikleri ve davranışları ile ortaya koyduklarından daha çoğu onların sinelerinde vardır.

i.  "Gerçekten, kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları ise daha büyüktür" (Âl-i İmrân 3/118).

İslâm düşmanlarının kalbinde sakladıkları kin ve düşmanlık, bu âyette dışarıya sözlerle vurduklarından daha büyük olduğu söylenmekte­dir.

ii. "Allah'ın, sırlarını da fısıltılarını da bildiğini ve gaybları çok iyi bilen olduğunu hâlâ anlamadı­lar mı?" (Tevbe 9/78). Tevbe 78'e göre, münafıkların olumsuz tepkilerinin her çeşidini, gaybı bilen Allah bilmektedir. Allah, onların bu durumunu anlatırken, müminleri terbiye etmektedir. "Kızım sana derim; gelinim sen işit" te­kerlemesinden hareketle "ben münafıklara söylüyorum, ama: Ey mümin! Sen de işit" şeklinde bir eğitim metodu kullanılmaktadır.

Yüce Allah yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 23'ün sonunda bir cezalandırma şeklini gündeme getirmekte ve bu ceza şeklinin "sevgi­yi esirgemek" olduğunu söylemektedir. Yüce Allah, "Allah büyüklük taslayanları sevmez" buyururken, kibirli insanların Allah sevgisini kay­bettiğine dikkat çekmektedir. Sevgiden mahrum bırakmak, ceza şekille­rinin önde gelenlerindendir. Yüce Allah bu cezayı sadece kâfirlerin ki­birlilerine uygulamıyor, bütün kibredenlere uyguluyor. Allah'ın sevgi­sinden mahrum kalmak, her çeşit belaya açık olmak demektir. Allah'ın sevgisinden mahrum olmak, manen Allah'tan uzak kalmak, itilmek de­mektir. Sevginin mahrumiyeti hiçbir cezaya benzemez.

7. Vahye masal derler.

"Onlara: 'Rabbiniz ne indirdi?' denildiği zaman: 'Öncekilerin masallarını' derler."

Bu âyet daha önceki Nahl 22'nin devamı durumundadır. Âhirete inanmayan ve kalpleri inkâr eden kimselere Allah'ın ne indirdiği soru­lunca cevaplarının hakaret olacağına dikkat çekilmektedir. Âyetin nüzul sebebi şudur: Nadir b. el-Hâris, Hîre'ye gitmiş ve orada Kelîle ve Dimne ile ilgili hikayeleri satın almış, Kureyşlilere bu hikayeleri okumaya baş­lamıştı. Onlara: 'Muhammed de arkadaşlarına sadece öncekilerin masal­larını okumaktadır.' Başka bir ifadeyle 'onun okuduğu şey Rabbimizin indirdikleri değildir' demişti"[7]. İşte âyet bu olay üzerine inmiştir.

Âyette geçen esâtîr kelimesi, "masallar" demektir. Zeccâc bu kelimenin tekilinin jikJ estâr, Ahfeş ustura, Ebu Ubeyde istâra, Nehhâs da ustur şeklinde olduğunu söylemektedirler. estârın ise satrın çoğulu olduğunu söyleyenler de vardır. O zaman mana "kitap satırı gibi uzunlamasına ve birbiriyle kaynaşmış haldeki şey" olmaktadır[8].

Allah'ın indirdiğine "geçmiştekilerin masalları" demek en büyük hakarettir. Bu hakaretin içinde Allah'a iftira var, peygamberi inkâr var, vahye saldın var. İşte "insan bilmediğinin düşmanıdır" tekerlemesi bu­rada da ortaya çıkmaktadır. Saldırı, hakaret doğrudan ilâhî vahye, yani Kur'ân'a yapılmaktadır.

Bir önceki, yani Nahl 23. âyete göre değerlendirirsek, Allah'ın vahyine "evvelkilerin masalıdır" sözünü, Allah'ın sevmediği, kibreden insanların söylemiş olduğunu söyleyebiliriz. Demek ki 22. âyetten itiba­ren düşünürsek, inanmamak, inkâr ve kibir gibi gönlün eylemleri insanı Allah'ın sevgisinden mahrum bırakırken, ilâhî vahye saldırıp hakaret etmeye kadar götürmektedir.[9]

 

En Kotu Yuk:

 

Kıyamet gününde kendi günahlarını tam olarak ta­şımaları ve bilgisizce saptırmakta oldukları kimselerin günahlarından da bir kısmını yüklenmeleri için (öyle derler). Bak ki yüklenecekleri şey ne kötüdür.

Ayette geçen li yahmilû fiilinin başında geçen lâm harfi, yani ön eki Râzî'nin belirttiğine göre "nedensel peşpeşeliği" ifade eden lâmu'l-'âkibe olmaktadır. Bu harf ya bağ edatı olan "ve" ya da "böyle­ce" zarfı ile manalandırılabilir.

1. "Kıyamet gününde kendi günahlarını tam olarak taşımaları için." Kur'ân'a "geçmiştekilerin masalları" diyen kibirli kâfirler mahşerde günahlarını taşıyacaklar, yani hamallığını yapa­caklardır. Bu taşıma nasıl olacaktır?

Sorunun cevabını İsrâ 13 ile verebiliriz: "Her insanın amelini boynuna bağladık, insan için kıyamet gününde açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız."

Kur'ân'ın, hukuk ve günah konusunda yaptığı köklü değişim, "su­çu, günahı ferdileştirmiş olması"dır.

"Hiçbir günahkar, başkasının günah yükünü üstlenmez" (Isrâ 17/15). işte bu ilke çağdaş hukukun bu konudaki dev­riminin kaynağı olmuştur. Suçun ferdileşmesi, toplumların ilkellikten kurtulduklarına dair işaretlerden biri olmuştur. Âhirette de insanlar kendi günahlarını taşıyacak, yani onlardan sorumlu tutulacaktır.

2. "Bilgisizce saptırmakta oldukları kimselerin günahlarından bir kısmını (yüklenmeleri için)."

Âyetin bu kısmı bir grubun toplumda bir başka grubu etkileyip yoldan çıkarmasını ele almaktadır. Genelde toplumu idare edenler, eği­timciler ve statüsü yüksek olanlar aşağı tabakadaki câhil insanları etkiler ve yoldan çıkarırlar. Tarihte böyle olmuş, olmakta ve gelecekte de ola­caktır. Yoldan çıkaran ve yoldan çıkarılan insanların meselesi sadece bu dünyada kalmayacak, âhirete de uzanacaktır. İşte Nahl 25. âyet bunun nasıl gerçekleşeceğine açıklık getirmektedir.

İnsanları etkileyip yoldan çıkarmak da bir günahtır. Ancak bu yol­dan çıkarma sadece günah olarak kalmıyor, yoldan çıkardığı insanın işlediği fiillerden meydana gelen günahların bir kısmını da üzerine al­maya neden oluyor.

Kişi, yoldan çıkardıklarının fiillerinden meydana gelen günahların bir kısmını yüklenirken, ötekilerin günahlarından eksilme olmayacaktır. Bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Herhangi bir davetçi, eğer bir sapıklığa çağırır da, ona uyulursa, davetçiye uyanların günahla­rının benzeri davet edene verilecek, ama uyanların günahları eksiltilme- yecektir. Herhangi bir davetçi de, bir doğru yola çağıracak olursa ve ona uyulursa, o takdirde uyanların sevaplarından hiç eksiltilmeksizin ona da sevap verilir"[10]

Âyetin ikinci kısmında geçen bi gayri 'ilm "bilgisizce" ifadesi, tamamen yoldan çıkanı ilgilendirmektedir.

Görüldüğü üzere bu hadis, Nahl 25. âyeti açıklamakta, insanları kötü manada etkileyip onları yoldan çıkarmanın ne kadar büyük sorum­luluğa sebep olduğunu anlatmakta, insanların bilgisizliğinden istifade ederek kötü manada onları yönlendirip istismar etmenin vebalinin ağırlı­ğına dikkat çekmektedir.

"Bilgisiz kimseleri yoldan çıkarma"yı farklı boyutlarda açıklama­mız mümkündür: "Bilgisiz insan", çocuk veya genç olabilir. O takdirde böylesine masum, yani günahsız olan birini yoldan çıkarmanın vebali büyük olmaktadır. Bir de yetkin olmasına rağmen câhil kalmış insanları yoldan çıkarmak da sorumluluk getirecektir. Özellikle kız ve yetişkin kadınları çeşitli tuzaklar kurarak yoldan çıkarmak vardır ki bu durum asıl büyük yıkımı meydana getirmektedir. Demek ki yoldan çıkarmanın bir boyutu cinsel ahlâk bakımından, diğer boyutu da fikir ve dinî inanç bakımından olabilir.

Aklın, ahlâkın genel anlamda dinin yolu Allah'ın yoludur. Bu yol­dan insanları çıkartmak insana ayrı bir vebal yüklemektedir. Yüce Allah bir çok âyetinde buna dikkat çekmektedir. Bunların en çarpıcı olanı Lokman 6'dır.

"Ama insanlar arasında öyleleri var ki, bilgisi olmayan­ları Allah yolundan saptırmak ve onu gülünç duruma düşürmek için ke­lime oyunu yapmaya kalkışırlar. Böylelerini alçaltıcı bir azap bekliyor." Bu âyette boş söz ve eğlenceye götüren fikirler sarfederek Allah'ın haki­katine karşı çelici davranışlarda bulunanların, yani zihniyeti bozuk olan­ların insanları yoldan çıkarmasına işaret edilmektedir. Burada şu soruyu sorabiliriz: Bilgisiz insanları yanlış felsefeleri ile yoldan çıkaranlar kim­ler olabilir? Bu soruyu Mü'minûn 66-67 ile cevaplandırabiliriz: "Çünkü âyetlerimiz size okundu da, siz buna karşı kibirlenerek arkanızı döner, geceleyin heze­yanlar savururdunuz."

Allah'ın âyetlerine karşı kibirlenip sırtını dönerek onlara karşı he­zeyan, yani sahte düşünceler üreten insanlar başkalarını yoldan çıkarı­yorlardı. Kendi düşüncelerini, daha doğrusu temeli olmayan görüşlerini Allah'ın âyetlerinden üstün görenler başkalarını hezeyanları ile etkile­meye çalışıp yoldan çıkarmış, çıkarmakta ve gelecekte de çıkaracaklar­dır.

3. "Bak ki yüklenecekleri şey ne kötüdür!" Yüce Al­lah'ın, başkalarını kötü manada etkileyip yoldan çıkaranlara: vebalinin çok ağır olduğunu gündeme getirip değerlendirmesinin amaç: caydır­maktır. Bir kötü yük vardır, bir de en kötü yük vardır.

Burada soracağımız soru şudur: Yüce Allah mahşerde öcak bu olguyu bize niçin anlatmaktadır? Bu bilgiler yoldan çıkma ça­lanları uyarmakta, onlara bilinç vererek korunmalarını temır.. Başkasının etkisinde kalıp yoldan çıkanların da mahşerde rr.îzereıleri olmayacaktır.

Diğer taraftan bu âyet toplumları idare eden, eğiten insanlara da hi­tap etmekte, halkın başkalarının olumsuz fikirlerinin ve davranışlarının etkisi altında kalmamaları için bilginin önemli olduğunu vurgulamakta­dır. Çünkü âyet bilgisiz insanların yoldan çıkacağına işaret etmektedir. Böylece bilginin çeşitli açılardan koruyuculuğu da öğretilmektedir.[11]

 

Hile Yapan Kibirli İnsanların Akibeti:

 

26. Onlardan öncekiler de hile yapmışlardı. Sonunda Allah da onların binalarını temellerinden söktü, üstle­rindeki tavan da tepelerine çöktü. Bu azap onlara,
farkedemedikleri bir yerden gelmişti.

27. Sonra kıyamet gününde Allah onları rezil eder ve der ki: 'Kendileri hakkında müminlere düşman kesildi­ğiniz (bana isnat ettiğiniz) ortaklarım nerede?' Kendi­lerine ilim verilmiş olanlar derler ki: 'Kuşkusuz bugün rezillik ve kötülük kâfirleredir.'

28. Kendilerine zulmederlerken meleklerin, canlarını aldıkları kimseler: 'Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk' diyerek teslim olurlar. Melekler onlara şöyle der: 'Hayır, Allah, sizin yaptıklarınızı çok iyi bilendir.'

29. O halde, içinde süreli kalacağınız cehennemin kapı­larından girin. Kibirlenenlerin yeri ne kötüdür.

Bu âyetleri teker teker ele alarak analizlerini yaptıktan sonra sente­ze yani genellemelere varmayı uygun buluyoruz.

1. "Onlardan öncekiler de hile yapmışlardı." Âyetin bu kısmında geçen 'j& mekera fiili "hile ile aldatmak"; "elbise" ile kullanılınca "elbiseyi kırmızı çamurla boyamak"; ayrıca "bir şeyi renkli yapmak, tarlayı suvarmak"; ^ mekira kalıbı "bir şey kızarmak", Ji. mekkera "bir şeyi biriktirip karaborsa yapmak"; isim kalıbı olan JİU! el-mekr "hile ile aldatma, aslan kükremesi, hırıltısı, hile ile birini mak­sadından döndürmek" manalarına gelmektedir.

Kelimenin bütün anlamlan olumsuzdur. Bunlardan "tarlayı suvar­mak" hariç tutulabilir. Kelime Kur'ân'da "inkâr edenlerin peygamberle­re karşı takındıkları olumsuz tepkiyi eylem haline getirerek tuzak kurma­ları ve hile yapmaları" anlamında kullanılmakta, olumsuz insanların o-lumlu olanlara karşı mücadele verirken yaptıkları hile, kurdukları tuzağı anlatmaktadır.

Âyetten anlıyoruz ki, kâfirlerin bu tuzakları Hz. Peygamber'den önce de yapılmış, Hz. Peygamber döneminde de. Ama Yüce Allah sade­ce geçmişi bize hatırlatmak için bunları bize anlatmamakta, zamanımız­da ve gelecekte de bu tuzak ve hilelerin olacağına işaret etmektedir. İyi ile kötünün mücadelesinde, kötülerin hile ve tuzakları insanlığın başlan­gıcından beri devam eden bir süreçtir. Bu süreç kıyamete kadar da de­vam edecektir.

Hz. Peygamber'in döneminde yaşayan kâfirlerin, müşriklerin ve münafıkların tuzaklarına benzer tuzaklar önceki peygamberleri de engel­lemek için kurulmuştu. İşte bu tuzak kurma ve tuzağa karşı mücadele vermek insanlık tarihinin önemli bir dinamiğini teşkil etmektedir. Tevhîd inancına karşı koymak, inkâr ve şirk kültürünü savunmak için aslan gibi hırıldamak, köpek gibi havlamak (A'râf 7/176) asla eskimeyen ve durmadan yanan şeytanî güçlerin bir ateşi durumundadır.

İnkar ve şirklerini boya gibi, tertemiz olan sayfa gibi tevhîd inan­cına çalmaya çalışırlar. Hz. Peygamberden önceki toplumlarda öylesine hile ve tuzaklar kurmuşlardı ki, bu tuzakları peygamberin ortadan kal­dırması mümkün değildi. Onları kurtarmak için ilâhî müdahale devreye girmiştir.

2. "Sonunda Allah da onların binalarını temellerinden söktü, üstlerindeki tavan da tepeleri­ne çöktü."

Âyetin bu kısmını hem maddî hem de manevî anlamda açıklamayı uygun buluyoruz.

a) Gerçekten Yüce Allah onların evlerini temellerinden depremle söküp anı. Temeller sökülünce tavanlar da üzerlerine çöktü. Bu oluşum maddî anlamda onlara verilen cezayı anlatmaktadır. Yüce Allah onlara tabiat kanunları ile ceza vermiş oldu. Hz. Peygamberden önce pek çok toplum buna benzer cezalarla cezalandırılmıştır: Başlarına taş yağdırarak (A'râf 7/84: Fîl 105/3-4); rüzgar ve fırtına ile (Fussilet 41/16; Ahkâf 46/24-25).

b) Maddî anlamda yorumlamasını kabul etmekle beraber, manevî bir yorum da getirmek gerekiyor.

Buradaki manevî yorum, onların peygamberlere ve onların getirdi­ği tevhîd inancına karşı kurdukları fikrî teşkilatlan çökertmek anlamına gelmektedir. O zaman olduğu gibi bugün de iyi ile mücadele vermek isteyenler müessese kurmakta, fikrî bakımdan kitap yazmakta, başından teşkilatlanmakta ve her yol denenmektedir. İşte Yüce Allah, onların bu teşkilatlanmasını başlarına geçirdi ve geçirmektedir.

Onların fikriyatının temelleri çürük olduğundan, temelleri çökünce tavanları da üzerlerine yıkıldı, kendi felsefelerinin enkazı altına kaldılar, kalıyorlar ve kalacaklardır. Tevhîd inancına karşı kurdukları tuzaklar kendi üzerlerine çöktü. Takva ve iyilik temelleri üzerine kurulmayıp günah ve düşmanlık temelleri üzerinde kurulan (Mâide 5/2) tüm maddî ve manevî oluşumlar ve müesseseler yıkılmaya mahkûmdur.

Geçmişte olan bu olgular, daha sonra Hz. Peygambere tuzak ku­ranların başına da geldi.

3. "Bu azap onlara, farketmedikleri bir yönden gelmişti."

Yüce Allah, tevhîd inancına ve peygamberlerine karşı kurulan hile ve tuzakların cezasını ansınız vermiş, vermekte ve gelecekte de verecek­tir. Bu tür tutum ve davranışlara sahip insanlar hem toplumların fikren çöküşünün farkında olamazlar hem de siyaseten çürümelerinin bilincin­de olamazlar; kötülüklerle, hilelerle, tuzaklarla, yanlış felsefelerle yaşa­maya alıştıklarından, onları kanıksamış olmaktadırlar. Çürümenin far­kında olmadıklarından, cezanın da farkına varamamaktadırlar. Onların hayatını bilinçsizlik kaplamıştır.

Eğer geçmişin toplumlarını idare edenler, toplumlarının temelleri­nin ve çatılarının çöktüğünün farkında olsalardı tedbir alma imkanları olurdu. Kötü ve düşmanlık onların şuurlarını ve farkında olma yetenek­lerini ortadan kaldırmış, karanlık bir bulut gibi kaplamıştı. İşte Yüce Allah bunu anlatarak iyiye tuzak kurmaktan caydırmaktadır.

4. "Sonra kıyamet gününde Allah onları rezil eder ve der ki: Kendileri hakkında müminlere düşman kesildiğiniz ortaklarım nerede?"

Müşrikler Allah'a karşı ortak tanrılar ediniyorlardı; bu günde e-dinmektedirler. Onlar Allah'ı kabul etmekle beraber, başka tanrılar da ediniyorlardı. Kâinatı sanki tanrılar topluluğu, şirketi idare ediyordu. Gök ve yer tanrısı edindikleri gibi, büyük her tabiat olaylarının da tanrısı olduğunu öne sürüyorlardı; adeta bir mitoloji kültürü oluşturmuşlardı.

Müşrikler bu inançlarını savunmak için tevhîd inancına sahip olan müminleri düşman ediniyorlar ve bunu da eyleme dönüştürüyorlardı. Onlar, bu düşmanlıklarını eyleme dönüştürüp müminleri rezil et­mek amacını güttükleri için, Allah da onları mahşerde rezil edecektir. Rezil etmeye, rezil olma ceza verilecektir.

26. âyete göre bu tür insanlar, dünya cezasını çektikten sonra mah­şerde de rezil olma cezası ile muamele göreceklerdir. Allah'a eş olama­yacak adi varlıkları müdafaa edenler adilik cezasına çarptırılacaklardır.

Diğer taraftan Yüce Allah eş koştukları tanrılarının nerede olduğu­nu da soracaktır. Çünkü o sahte tanrılar uğruna inananlara düşmanlık yapıyorlardı.

Bundan anlıyoruz ki, Yüce Allah olmuş olanla, olacak olanı bir a-rada anlatarak caydırma metodunu kullanmaktadır. Tevhîd inancını a-yakta tutmak, şirk ile mücadele vermenin yollarından biri de budur. Din eğitimcileri kimin uğruna kime düşmanlık beslenemeyeceğini iyice anla­tıp insanların sinelerine sindirmeli, şirkin kara bulutunun kirliliğinin, sadece bu dünyada kalmayıp âhirette alçaklık azabı şekline dönüşeceğini de iyice öğretmelidirler.

5. "Kendilerine i-lim verilmiş olanlar derler ki: Şüphesiz bugün rezillik ve kötülük kâfirle­redir."

İlim adamları mahşerde de konuşacaktır. Bu âyette "ilim öğrenen­ler" denmiyor da, "ilim verilenler" deniyor. Dünyada peygamberler tah­sil ile ilâhî vahyi öğrenmiyor, bu ilim onlara Allah tarafından veriliyor. Aslında bütün ilim adamlarına bilgi verilmektedir. İnsan çalışıyor, bilgi de ona veriliyor. Tıpkı ekonomik rızık gibi, insan çalışır, rızkı ise Allah verir. Bilgi de öyledir, insan çalışır Allah da verir.

Bir bakıma Yüce Allah bilginin kaynağını gündeme getirerek epis­temoloji denen bilgi nazariyesi yapmakta, akıl, deney, tecrübe, sezgi gibi bilginin kaynaklarının ardında ilâhî kaynak olduğuna dikkat çekmekte­dir.

Bilim adamları âhirette bunu söyleyeceğine göre, bu dünyada da söylemeli, inkar edenlerin mahşerde başlarına nelerin geleceğini öğrete­rek uyarmalıdırlar. İlim adamlarının söyleyeceği bu söz de Allah tarafın-dan onlara öğretilmektedir. Bunu nasıl ispatlarız? İşte bu soruyu şu âyet­le cevaplandırabiliriz: Hz. Mûsâ şöyle dedi: "Gerçekten bize vahyolundu ki: Peygamberleri yalanlayanlara ve yüz çevirenlere azap edilecektir" (Tâhâ 20/48).

Bu âyetten anlıyoruz ki, mahşerde kendilerine ilim verilenlerin, kâfirlere rezillik ve kötülük olacağını onlara Allah söyletecektir.

Ayrıca âyetin bu kısmından şunu da çıkartıyoruz: İnkâr, rezillik ve kötülüğü çağıran, onlara denk olan eylem aslında bir kalb eylemidir. Hele bu inkâr, eyleme dönüşüp Allah'a giden yolu tıkatır ve insanları oradan çıkarmak için hile ve tuzağa dönüşürse tamamen cehennem alevi halini almaktadır. Gençlerin beyin ve gönlünü çelerek inkâr etmelerine sebep olanlar aslında onlara rezillik ve kötülük getirmektedirler. Böylece onlar nesillerin onuru ile oynayıp ruhlarını ve âhiret hayatlarını kirlet­mektedirler.

6. "Kendilerine zulmederlerken meleklerin canlarını aldıkları kimseler: 'Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk' diyerek teslim olurlar." Âyetin bu kısmından çıkaracağımız önemli neticeler olacaktır:

a) Kendilerine zulmeden insanlar var demektir. Kimdir bunlar? Bunlar, şirk koşup bunu insanlara rahatlıkla bulaştırmak için peygamber­lere hile ve tuzak kuranlar ve sahte tanrıları uğruna müminlere düşman­lık edenlerdir. Kısaca, kendi doğalarında tevhîd inancına ait doğuştan var olan inanç duygusunu zorla, baskı ile inkâra veya şirke çevirenlerdir. Aklını yerli yerinde kullanmayanlar kendilerine zulmetmekte, yani haksızlık etmektedirler.

Aklın gereği Allah'ın var ve bir olduğunu kabullenmektir. Aklı ge­reği gibi kullanmayıp şirke zorlamak zulümdür, ona haksızlıktır. İşte bu insanlar kendi kendilerine, kendi ruhlarına zulüm yapmaktadırlar. Âyette "kendilerine zulmederlerken" ifadesinden anlıyoruz ki bu kişiler ölümle­rine kadar şirk koşmayı sürdürmektedirler.

b) Âyette meleklerin can almasından bahsedilmektedir. Can alan, Kur'ân'da ölüm meleği, halk dilinde "Azrail" denen melek tek olarak bilinmektedir. Ama âyette "melekler" çoğul olarak geçmektedir. Can alan meleklerin genel adı ölüm meleğidir ama bu kavramın içinde çoğul melekler vardır.

c) Kendilerine haksızlık eden kâfir ve müşrikler ölüm anında me­leklerle konuşacaklar ve bu konuşmalarında yalan söyleyeceklerdir. "Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk." Bunlar ölüm anında bunu niçin söyleye­ceklerdir? Acaba melekler onların canını alırken onlara azap mı edecek­ler? Bu soruların cevabını verebilmek için önce En'âm 93'e gitmemiz gerekiyor "O zâlimler ölümün dalgaları içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onla­ra: 'Haydi! Canlarınızı kurtarın' derken onların halini bir görsen!" Diğer bir âyet de şudur: "Melekler yüzlerine ve arkalarına vurarak ve: 'Tadın yakıcı cehennem azabını' diyerek o kâfirlerin canlarını alırken onları bir görseydin" (Enfâl 8/50).

İşte pençelerini uzatıp yüz ve arkalarına vurmaları neticesinde do­ğan azaba karşılık onlar da kötülük yapmadıklarını söyleyeceklerdir.

Orada, yani ölüm anında onlara: "Hayır, Allah yaptıklannızı bilmektedir" söylenecektir. Kendileri inkâr etse, yalan konuşsa bile Allah'ın her şeyi bilmesi yeterli olacaktır.

İşte âyette yer alan bu sahneler, özünde şeytanî güçlerin etkisinde kalmanın büyük yanlışlığı ve bu yanlışlıktan caymayı hedef almaktadır. Daha sonra anlatılacak cennet olgusunu dikkate alırsak sûrenin bu bölü­münde de bir ritm psikolojisinin olduğunu görürüz.

7. "O halde içinde süreli kalacağınız cehennemin kapılarından girin. Kibirlenenlerin yeri ne kötüdür." Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 29. âyetin içeriği, yapı­lan amellerin neticesini belirlemekten ibarettir.

Nahl sûresinin ilk âyetinden 29. âyete kadar konu tevhîd inancını yerleştirmek, öğretmek, yaymak ve şirki ortadan kaldırmak, en azından alanını daraltmakla ilgilidir. Yüce Allah tek olduğunu bütün delilleri ile ortaya koymasına rağ­men inkâr ve şirkte ısrar edenleri nasıl bir sonucun beklediğine de aydın­lık getirmektedir. Bütün ameller akıp bir yere dökülür. Sular akar denize dökülür. Ameller de akar ya cennete veya cehenneme dökülür.

"Şüphesiz o gün onlar azapta ortaktırlar. İşte biz, suçlulara böyle yaparız. Çünkü onlara: 'Allah'tan başka tanrı yoktur' denildiği zaman kibirle direttiler" (Sâffât 37/33-35).

Bu âyette de ifade edildiği gibi tevhîd inancına karşı kibirlenip onu kabullenmemek, cehenneme dönüşmekte ve âhirette varılacak yer ol­maktadır.

Bir önceki âyetle bağlantılı olarak açıklanırsa bu sozuranı 29. âyetin onlara ölüm anında söyleneceği ortaya çıkmaktâ±r H:cr 44 te cehennemin yedi kapısı, yani yedi çeşit cehennem olduğumu Yüce Allah bildirmişti.

Ölmekte olan insana bu kapılardan girmesi emredilecek::: Çünkü ölmekte olan ve tevhîd inancına karşı kibredip onu kabulJer rrıeer. insan mahşerde nereye gideceğini melekler ona söyleyecek ve hîk du­ruma göre kendisine muamele edeceklerdir.

İşte Yüce Allah âyetin sonunda kibirlenip inkâr edenlerin r.ieceği cehennem hakkında değerlendirmesini yaparak oranın çok koçu yer olduğunu söylemektedir. Yüce Allah, hangi amele hangi ödülün veya hangi cezanın verileceğini Kur'ân'ın genelinde açıklamaktadır

Yorumunu yapmakta olduğumuz bu âyetlerde de. aynı metodu kullanarak 26. âyette dünyevî cezayı, 27-29. âyetlerde de âhiretteki cezayı açıklamakta, ama cezaların çok kötü olduğunu söyleyerek tiksindirme duygusunu ve korku psikolojisini uyandırmaktadır.[12]

 

Takva Sahiplerinin Neticesi:

 

30. Sakınanlara: "Rabbiniz ne indirdi?" dendiğinde, "iyilik" derler. Bu dünyada iyi davranışlara iyilik var­dır. Âhiret yurdu ise daha iyidir. Sakınanların yurdu ne güzeldir!

31. Onlar,  içlerinden ırmaklar akan daimi mutluluk cennetlerine girerler. Orada diledikleri her şey vardır. İşte Allah, sakınanları böyle ödüllendirir.

32. Melekler, iyi insanlar olarak canlarını aldığı kimse­lere:  "Size selam olsun! Yapmış olduğunuza karşılık cennete girin " derler.

Biraz önceki âyetlerde kibirlenip Allah'ın âyetlerinden yüz çevirip inkâr edenlere ölüm anında nasıl muamele edileceğini anlatırken, bu âyetlerde takva sahiplerine ölüm anında neler söyleneceği ve nasıl mua­mele edileceği açıklanmaktadır.

1. "Sakınanlara: 'Rabbiniz ne indirdi?' dendiğinde, 'iyilik' derler."

Âyetin bu kısmı Nahl 24'ün devamı mahiyetindedir. 24. âyette inanmayanlara: "Rabbiniz ne indirdi? denildiği zaman, 'öncekilerin masallarını', derler." İşte Yüce Allah inanan insan ile inan­mayanın ilâhî vahye yani Kur'ân'a bakışındaki farkı ortaya koyarak, aradaki farkı göstermektedir. Böylece inancın bakış açısını ne denli etki­lediğine dikkat çekmiş olmaktadır. Demek ki, farklı bakış açılarının al­tındaki nedenlerden biri farklı inanca sahip olmaktır. İnancın beynin işlemesini etkilediğini bu âyetlerden anlıyoruz. Beyin gönlü etkilerken, gönül de beynin bakışını etkilemektedir. İnancın, değerlendirmeyi derin­den etkilediğini Yüce Allah burada anlatırken, bize değerlendirme farkı­nın nereden geldiğini öğretmektedir. Kâfir, Allah'ın indirdiğine "masal"; mümin de "hayr" yani "iyi" demektedir. İnancın farkı bakış açısına ve değerlendirmeye yansımaktadır.

Âyette geçen "takvaya erenler" ifadesini "sakınanlar" olarak alıyo­ruz. Bu insanlar hem tevhîd inancına sahip hem de Allah'ın yasakların­dan sakınıyor, emirlerini yerine getiriyor anlamına gelmektedir.

Haramdan sakınıp farzları yerine getiren kişi bu unvanı almaktadır. Baş­ka bir tanımı Nahl sûresinin bu âyete kadar olan kısmı ile yaparsak "takvaya erenler", şirkten korunanlar, tevhîd inancını gönülden kabullenenler demektir.

İşte takva denen ruh olgunluğu, kâfirin "masal" dediğine "iyi" de­meye sebep olmaktadır. Demek ki takva sahipleri iyi ile kötüyü, hayr ile şerri birbirinden ayıracak beyin gücüne, kültürüne sahiptirler.

Müfessirlerin naklettiğine göre kâfir ile müminlere sorulan bu so­rular hac mevsiminde olmuştur. Müşriklere sorduklarında, Hz. Muham-med'in "sihirbaz", "yalancı" ve Kur'ân'ın "masal" olduğunu söylüyorlardı. Müminlere sorunca da onlar da Allah'ın indirdiğine "hayr" demişlerdi.[13]

Yüce Allah, farklı inanca sahip olanların bakış açılarının çıkış nok­tasını belirleyen değeri vermektedir. Bu hareket noktası yanlış olanın varacağı yer de yanlış olacaktır. Çıkışını sağlam yapanın da varacağı yer iyi olacaktır.

2. "Bu dünyada iyi davrananlara iyilik vardır. Âhiret yurdu ise daha iyidir.

"İyilik edenler için vardır" ifadesindeki "ihsan" kelimesi "işini mükemmel yapan" anlamına geliyor. İşini yaparken Allah'ın kendisini gördüğüne, kendisinin de Allah'ı gördüğüne inanarak O'na tapan takva sahibi mümindir. Yani, takva denen ruh olgunluğunu hayata geçirendir, tatbikata koyandır.

Dünya hayatında iyiliği gerçekleştiren için, bu dünyada iyilik ola­caktır ya da Allah ona iyilik verecektir.

Âyette geçen el-ihsân, ya da el-muhsin kelimesine başka bir açılım getirebiliriz: Sakınanlar Allah'ın indirdiğine, yani ilâhî vahye, Kur'ân'a "iyi" demişlerdir. İşte "iyi" denen ilâhî vahyi hayata geçiren de ihsan denen iyiliği işlemiş olmaktadır. Buna göre âyet "Kur'ân'ı hayata geçirenlere iyilik verilecektir" anlamına gelmektedir.

Öyle anlıyoruz ki, dünyada iyiliği hayata geçirenler hemen bu dünyada iyilik bulacaklardır. Zaten bu konuda yapılacak dua da aynı şekildedir:

"Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver. âhirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru" (Bakara 2/201).

Yüce Allah, âhiret yurdunun daha iyi olduğunu buyururken bu dünyadaki iyilikle âhiretteki iyiliğin farkını ortaya koymakta, "iyi" kav­ramını âhiret yurdu ile birleştirerek değerlendirmesini bize sunmaktadır.

3. "Sakınanların yurdu ne güzeldir." Nahl 29'da "kibirlenenlerin yeri ne kötüdür" denirken 30. âyetin sonunda "sakınanların yurdu ne güzeldir" buyurulmaktadır. Böylece kibredip Allah'ın âyetlerine sırtını dönen­ler ve inkâr edenler ile, tevhîd inancına sahip olup iyiyi hayata geçirenlerin farkı gösterilmekte ve bu farkın âhirete intikal edeceği de vurgulanmaktadır.

4. "Onlar, içlerinden ırmaklar akan daimi mutluluk cennetlerine girerler. Orada diledikleri her şey vardır. İşte Allah sakınanları böyle ödüllendirir."

Âyette geçen 'adn cennetlerinin anlamı "mutluluk cennetleri" demektir. İçlerinde ırmakların çağıldadığı mutluluk cennetleri onların olacaktır. O cennet­lerin başka bir özelliği de, istenilen her şeyin orada bulunmasıdır. Çok uzun süreli mutluluğun tadılacağı bir ödül verilmesi ve bu ödülün takva sahiplerine ait olması bu âyette vurgulanırken teşvik unsuru kullanılmaktadır. Bütün istek­ler, özlemler, beklentiler 'adn cennetinde karşılanacaktır. "Canlann isteyeceği, gözlerin hoşlanacağı ne varsa oradadır" (Zuhruf 43/70).

Dünya ile âhiretin farkı da böylece ortaya çıkmaktadır. Dünyadaki mut­luluk geçici; âhiretteki ise çok uzun sürelidir ve eksiği yoktur. Takva denen ruh olgunluğuna erenlerin ödülünü Yüce Allah böyle verecektir.

5. "Melekler, iyi insanlar olarak canlarını aldığı kimselere: 'Size selam olsun! Yapmış olduğunuza karşılık cennete girin' derler."

Bu âyette Nahl 28'in devamı durumundadır. 28. âyette kendilerine zul­medenlerin canını melekler alırken neler olduğu anlatılırken, 32. âyette de iyi insanların canlan alınırken, meleklerin onlara ne diyeceği açıklanmaktadır. Melekler onların canlarını selam vererek, rahmet, esenlik dileyerek alacaklar­dır. Ölmekte olan iyi insanlar da gidecekleri yeri göreceklerdir. Yaptıkları a-mellerin karşılığını cennet ile bulacaklardır. "Cennete girin" denmesi, cennetle­rin onlar için hazırlandığını ifade eder.

Bu âyette geçen tayyibîn kelimesini "iyi kimseler" olarak manalandırdık. Bu kelimenin anlamı "temiz, arınmış, günahlardan arınmış, şirk kirinden temizlenmiş erdemli insanlar" demektir. Vâkı'a sûresinin 88. âyetine göre manalandınrsak el-mukarrabûn, yani "Allah'a yakın olanlar"ı 90. âyetine göre ise "uğurlu, yani amel defteri sağından verilenler" olarak manalandırabiliriz. Demek ki tayyibîh kelimesine "arınmış, iyi, Allah'a yakın ve uğurlu insanlar" manasını verebiliriz.

Din görevlisi ve âlimleri iyilerle kötülerin farkını ortaya koyup anlatırken mutlaka Kur'ân'm bu ve buna benzer âyetlerini konuşturmalıdırlar. Kendi dü­şüncelerini değil de, bu âyetleri insanlara sunmalıdırlar. Çünkü insanlar iyilerle kötülerin farkını dünyada, ölüm anında ve âhirette farkederlerse iyiden yana değişimi daha rahat gerçekleştirmiş olacaklardır. Farkı farketmek köklü deği­şimin en önemli adımıdır. [14]

 

Allah Kullarına Zulmetmez, İnsan Kendi Kendine Zulmeder:

 

33. 77/e kendilerine meleklerin gelmesini, yahut Rabb'inin buyruğunun gelmesini mi bekliyorlar? On­lardan öncekiler de öyle yapmıştı. Allah onlara zul­metmedi, fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.

Nihayet yaptıklarının kötülükleri onlara ulaştı ve alay ettikleri şey, onları kuşattı.

Allah 'a ortak koşanlar: "Allah dileseydi ne biz ne de atalarımız,  O'ndan başka bir şeyi tapmazdık ve O'nsuz hiçbir şeyi haram kılmazdık" dediler. Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı. Peygamberlere düşen, yal­nız açıkça tebliğ etmek değil midir?

Bu âyetlerde İslam'ın temel ilkelerini buluyoruz. Âyetlerin anali­zinden bu ilkeleri çıkarıp açıklamasını yapacağız.

1. "İlle kendilerine melek­lerin gelmesini, yaKut Rabb'inin buyruğunun gelmesini mi bekliyorlar?"

Hz. Peygamber dönemindeki insanlar ya da kâfirler kendilerine meleklerin gelmesini veya Allah'ın gönderdiği kitabın gelmesini bekliyorlardı, yani gözlemek istiyorlardı. Bu beklentilerini şöyle de ifade ediyorlardı:

a) "Kitap ehli senden, kendilerine  gökten  bir kitap  indirmeni  istiyor"  (Nisa 4/153).   Hz. Peygamberin peygamber olduğunu ispat etmesi için, gökten bir kitap indirmesini, bu beklenti içinde olduklarını ifade etmişlerdi.

b)"Bizimle karşılaşmayı ummayanlar: Bize ya melekler indirilmeliydi ya da Rabbimizi görmeliydik, dediler. Andolsun ki onlar kendileri hakkında kibre kapılmışlar ve azgınlıkta pek ileri gitmişlerdir" (Furkân 25/21).

Tefsirini yapmakta olduğumuz âyetteki "Rabbinin buyruğu"ndan kasıt, onların köklerini kazıyacak, helak edecek azabıdır.

c) "Onlar ancak kendilerine   meleklerin   gelmesini   veya   Rabbinin   gelmesini   yahut Rabbinin bazı alametlerinin gelmesini bekliyorlar" (En'âm 6/158).

Bu tarz istek ve beklentiler hem Allah'ın kaderine aykırı düşmekte hem de onların Kur'ân'a ve peygambere olumsuz baktıklarını ifade etmektedir.

Hz. Peygamber dönemindeki kâfirlerin bu beklentisini daha önceki peygamberler dönemindekiler de göstermişlerdi.

2. "Onlardan  öncekiler  de  böyle yapmışlardı." Demek ki, toplumlar ilerlemiş, ilkellikten kurtulmaya çalışmış ama, Allah'ın vahyine ve peygamberine gösterilen olumsuz tepkiler ve beklentiler hep aynı kalmış. Günümüzde bu olumsuz tepki ve beklentiler kılık değiştirse bile özde aynı kalmaktadırlar. Sanki insanlık ölümlü kültürünün yanında böylesine mantar kültürü diyebileceğimiz bir inkâr kültürü de geliştirmiştir. İnsanların oluşturdukları maddî kültür değişse bile manevî kültür­lerinin özellikle olumsuz boyutu hemen hemen aynı kalmaktadır. İyiye, güzele, doğruya hakka ve faydalı olana gösterdikleri olumsuz tavır ve takındıkları tavır hep aynı kalmıştır. Sanki geçmiş nesiller toprağın al­tından onlara böyle davranmaları için haykırmakta ve onları zorlamakta­dır. Galiba Tekâsür sûresinin 1-2. âyetleri bunu ifade etmektedir. "Çokluk kuruntusu sizi o derece oyaladı ki, nihayet kabirleri ziyaret ettiniz." Bunun anlamı yaşanan hayatı ölülerin düşünce­sine, onların bıraktığı anlayışa, yoz kültüre göre şekillendirmeye çalıştı­nız. Bu çalışma mezara kadar devam etti.

Hz. Peygamber dönemindeki kâfirler, eski nesillerin kâfirleri ile anlaşmışcasına kalıp gibi aynı şeyleri istiyor ve aynı beklentiler içine giriyor­lardı, inkârın kirli ırmağının akmasını temin ediyor ve onun biraz daha gürle-yip çağlamasını temin ediyorlardı. Bu tip istek ve beklentiler nedir?

Sorunun cevabını âyetin devamı verecektir.

3. "Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı."

İşte İslam'ın temel ilkelerinden biri âyetin bu kısmında yer almak­tadır. Hayatta öyle şeyler oluyor ki, olumsuz şartlar altında bulunanlar isyan edercesine Allah'ın zulmettiği zannına kapılıyorlar. Onlar olumsuz şartlan Allah'ın oluşturduğunu, belaların insanların başına gelmesini O'nun sağladığım iddia ediyorlar. İşte böyle zanların bulunduğu dünya ortamında şu soruyu soruyoruz: Allah yarattıklarına zulmeder mi, özelde insanlara zulmeder mi?

Bu sorunun cevabı yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin bu kıs­mında verilmektedir. "Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendi kendi­lerine zulmediyorlar."

Allah'ın zulmetmediğini, O'nun böyle bir sıfatı olmadığından anlıyoruz. Bu âyet, Hz. Peygamber dönemindeki kâfirlerin Kur'ân'a ve Hz. Peygamber'e karşı takındıkları olumsuz tavrın geçmiş nesilleri helak ettiğine işaret ederken, onların kendi kendilerine zulmettiğini, onlara Allah'ın zulmetmediğini gündeme getirmektedir. Ortada bir helak var-dır. Helak sonuç olduğuna göre sebep nedir? İşte Yüce Allah sebebi bu âyette belirlemekte ve onu kendi amellerine, inkârlarına ve olumsuz ta­vırlarına bağlamaktadır.

a) "Kul ne yaparsa kendisine yapar" ilkesini Yüce Allah şu âyetin­ de de tesbit etmektedir:

"Kim iyi bir iş yaparsa bu kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa aley­hinedir. Rabbin kullarına zulmedici değildir" (Fussilet 41/46).

b) "Kuşkusuz Allah insan­lara hiçbir şekilde zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler" (Yûnus 10/44).

Bu âyetten öncekine bakacak olursak, şu gerçeği yakalayabiliriz: Yüce Allah gerçeği bulmak için gerekli olan kabiliyet ve yetenekleri vermiştir. Bunları yaratılışta insana vererek, gerekli olan psikolojik do­nanımını temin etmiş, sonra da vahy ve peygamber göndererek eğitimini sağlamıştır. Buna rağmen gerçeği yakalayamıyorsa, hala şirkin, inkârın karanlıklarında geziniyorsa bu onun kendi kendine zulmetmesidir, Al­lah'ın ona zulmetmesi değildir.

c) Yüce Allah Nûh, 'Âd, Semûd, Medyen gibi helak olmuş top­lumlara kendisinin zulmetmediğini, onların kendi kendilerine zulmettik­lerini Tevbe 70'de açıklamaktadır.

İnsanların amelleri neyi istiyorsa Allah da onu vermektedir. Onun için fert veya toplumların başına gelen olumsuz neticelerin sebebi kendi amelleri olmaktadır. Amel neyi gerektiriyorsa Allah sonucu öyle tayin

ediyor.

4. "Nihayet yaptıklarının kötülükleri onlara ulaştı ve alay ettikleri şey onlan kuşattı."

İşte bu âyet, yani yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 34. âyet sorduğumuz sorunun açıklayıcı cevabı olmaktadır.

Aynı konuyu En'âm sûresinin 10. âyeti de gündeme getirip cevap "Senden önceki peygamberlerle de alay edilmişti, bu yüzden onlarla alayedenleri alay ettikleri şey kuşatıvermişti." hâka "kuşatıvermişti" kelimesinin anlamı "tepeleyivermişti"şeklindedir.

Şimdi yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 34'e dönebiliriz. A-raplardan önce batan toplumların batış sebepleri bu âyette verilmektedir. Onların işledikleri kötülükler, hareket eden canlı gibi onlara ulaştı, yani kötü eylemler kaybolmayıp insanın hayatında onunla beraber yaşamak­tadır. Bazen kötü ameller çoğalınca, yapanlarına yaklaşır, çığ gibi onu altına alıp ezmeye çalışır.

İnsanın kendinden çıkan kötü davranışların, geriye kendi eski yerlerine dönmesi çok tehlikeli olmaktadır. Kötü davranışlar, yapılırken insana sahte bir zevk verebilir ama çıkıp gittikten sonra dönüşleri çok acı, ızdırap verici olmaktadır. Bu izdrrabı şöyle açıklayabiliriz: Tükürük ağzınızda iken hiç tiksinti duymazsınız ama tükürüğü ağzınızdan çıkardıktan sonra bir daha ağzınıza almanızın verdiği tiksinti ne ise kötü amellerin geri dönüşü de öyle acı vermekledir. Tükürükte tiksinti ne ise, kötü amellerde de acı odur. İnsan kendi cinsinden olan yavruyu bağrına basar ama, yılanı doğurunca aynı sem­patiyi göstermez. Kötü ameller de insana yakışmayan yılan gibi yavrulardır. O yılan bir gün büyüyecek sahibine dönüp zehrini akıtacaktır. Kötü amelleri yapan fert veya topluma, o ameller dönünce onların etrafını kuşatırlar. Kendi kötü amellerinin kuşatılması ile karşı karşıya kalan fert ve toplumlar, o amel­lerin ihanetine uğramış olacaklardır.

Nefis. Hz. Musa'nın asasına benzer, kontrolden çıkarsa ejderha ke­silir ve senin bütün manevi erdemlerini yutar, onu kontrolüne alırsan ondan faydalandığın bir değnek halini alır. İşte kâfirlerin kötü amelleri kendilerine bir ejderha gibi ulaştı, alay ettikleri şey onları sardı ve tepe-leyiverdi. "Çepeçevre kuşatan şey" onların amelleri gibi olmuştur.

Yüce Allah geçmişin olgularını sebep-sonuç ilişkisi içerisinde an­latarak yaşanan ve yaşanacak hayata ışık tutmakta, düşünce, inanç ve amellerin ne kadar etkili olduğunun dersini vermekte ve din eğitiminin konularını belirlemektedir.

5. "Al­lah'a ortaJc koşanlar: Allah dileseydi, ne biz ne de atalarımız, O'ndanbaşka bir şeye tapınmazdık." İşte İslam'ın temel ilkelerinden biri de bu âyette yatmaktadır.

Mahşerde kişi şöyle diyecektir: "Yahut, eğer Allah beni doğru yola iletseydi, mutlaka sakınanlardan olurdum" (Zümer 39/57).

Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 35. âyete Râzî şu yorumu getirmiştir: Peygamberlik müessesesini inkâr edenler, Hz. Peygamberin peygamberliğini reddetmek için böyle söylemişlerdir. Her şeyi Allah yaratıp gerçekleştirdiğine göre, iman etmemizi dileseydi, bizi iman ettirir ve biz de iman ederdik. Sen peygamber olsan da olmasan da biz iman etmiş olurduk. Eğer Allah bizim kâfir olmamızı istemişse senin peygam­berliğinin hiçbir etkinliği olmayacaktır. Her şey Allah'tan olduğuna gö­re, senin peygamber olmanın hiçbir faydası yoktur. Onun için peygam­berlik müessesesi bâtıldır[15].

Yüce Allah onların bu ifadesini bir kere daha En'âm 148'de de gündeme getirmişti: "Müşrikler diyecekler ki: Allah isteseydi, ne biz ne de babalarımız ortak koşarlardı."

a) Bundan anlıyoruz ki, müşrikler şirk koşmalarının kabahatini Al­lah'a yüklemektedirler. Bu iddia ilk bakışta doğru görülmekle beraber, bu konulardaki ilâhî dilemenin kulun gönlüne, aklının çalışıp yön almasına göre olacağını bilmeleri gerekirdi. Yüce Allah'ın dilemesi her an hazır du­rumdadır. Onu harekete geçirip kulun gönlüne getirecek olan yine kulun aklı ve gönlüdür. Kul dileyecek ki Allah da dilesin. Kulun dilemesi şirkten yana olunca, Allah onun dileğini tescil eder ancak bu tescilinde isteği yok­tur. Çünkü Allah asla kulunun şirk koşmasını, inkâr etmesini istemez. O'nun dilemesi, isteği kulunun tevhîd inancını kabul etmesidir.

Bunu fıtrat kanunu ile ispat edebiliriz: Hiçbir anne, hiçbir baba an­neliğinin, babalığının başkaları tarafından paylaşılmasını ister mi? Bir çocuğun, kendini doğuran anasından başkasını annesine eş koşmasını annesi ister mi? Doğuranın eşi olmadığı gibi yaratanın da eşi yoktur.

Onun içindir ki "annenin istemediğini Allah da istemez" fikrinden hareket etmek gerekiyor. Kendisini doğurmayan bir kadını annesi olarak kabul edip gerçek annesine eş koşan sapık bir çocuk gibi, kendi yarata­nına eş koşan da sapıktır.

Yüce Allah'ın dileği, isteği kulunun tevhîd inancını kabullenme­sinden yanadır. Kul şirk koşunca Allah'ın bu isteğine ters düştüğü için kulun bu fiili zulmetmektedir.

"Allah dileseydi biz müşrik olmazdık" diyenlere Yüce Allah Zümer 59 ile cevap vermektedir: "Hayır, benim âyetlerim sana geldi. Onları sen inkâr ettin. Sen kibirlendin ve sen kâfirlerden oldun." Bu âyette inkâr etmenin, kibretmenin ve kâfirlerden olmanın öznesi insapın kendisi olmaktadır.

b) Gerek En'âm 148'de, gerekse yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 35"te müşrikler, şirk koşmanın kötü olduğunu itiraf etmektedirler. "Allah dilemediği için bu kötü fiilini işledik" sözleri bu anlamına gelmez mi?

Bu şekilde konuşanlar, hem kendi iradelerinin olmadığını söylüyor hem de şirk koşmalarına Allah'ın müdahale etmeyip kendilerini hür bı­raktığını itiraf etmektedirler. Bu söylevlerinde derin bir tenakuz vardır.

c) Yüce Allah herkese hak ettiği şeyi vermekte ve dilemesini ona göre gerçekleştirmektedir: "Allah onlardan bir kısmını doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı da sapıklığı  hak ettiler" (Nah! 16/36). Herkes hak ettiğine kavuşturulmaktadır.

Diğer taraftan Yüce Allah onların bu söylevine karşı onlardan bir delil istemektedir (En'âm 6/148). Din eğitimcileri bu konuyu iyice öğre­nip anlatmadıkça, İslam'da kader konusunu, ilâhî iradenin içinde kulun iradesinin çalışma sistemini, şirk, inkâr ve kötü fiilleri işlemekte kulun dilemesi ve bağımsızlığı konularını asla anlamazlar. Şirk, inkâr ve kötü­de sebep kulun dilemesi, sonuç da o fiiller olmaktadır.

6. "O'nsuz hiçbir şeyi haram kılmazdık."

"O'nsuz" ifadesi,  "O'nun emri olmadan" yani "Allah'ın emri olmadan hiçbir şeyi haram kılmazdık" anlamına gelmektedir. Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, bir şeyi haram kılmalarının gü­nahını da Allah'a yüklemektedirler. Demek ki, müşrikler haram ve helali biliyorlardı. İslam öncesi kendi kültürlerinde bu kavramlar vardı.

Burada şu soruyu sormamız gerekiyor: Müşrikler hangi konularda helali haram kılmışlardı? Bu sorunun cevabı En'âm 138-139. âyetlere göre müşrikler bazı hayvanlarla ekinleri kendileri haram kılmış, onları dilediklerinden başka­sının yiyemeyeceğini belirtmişler, bazı hayvanlara ise binilmesini yasaklamış­lardı. Yüce Allah En'âm 144'te onların saçma düşüncelerine göre verdikleri bu fetvaları kendisine iftira olarak kabul etmektedir. "Allah dileseydi, bunları ha­ram kılan fetvalar vermezdik" demekle de suçu Allah'a yüklemişlerdir (En'âm 6/148). Halbuki Allah onların iman edip doğru fetva vermelerini diler.

Şimdi şu soruyu sorabiliriz: Yüce Allah müşriklerin bu şekilde helali haram yapan eylemlerini bize niçin anlatmaktadır? Yüce Allah'ın haram demediğini haram, helal demediğini helal diyerek fetva vermenin müşrikle­rin ahlâkı olduğunu anlatarak, Müslüman din âlimi ve din görevlilerine fet­va verirken dikkat etmelerini, bu konuda hassas davranmalarını önermekte­dir. Dinde yanlış fetva verenler, müşriklerin yaptığını yapmış olur. Dinde haram ve helali Allah'ın fetvasına, vahyine yani Kur'ân'ına bırakmak gere­kiyor. Buradaki hata Allah'a iftira olacağından zulümdür.

"Onun emri olmadan hiçbir şeyi haram kılmazdık." Demek ki, mümin din âlimi ve görevlileri, Allah'ın emri olmadan O'nsuz asla fetva vermemelidirler.

Âyetin birinci bölümü ile bu kısmını bir araya getirdiğimizde müş­riklerin iki eylemi ortaya çıkmaktadır: Birisi şirk koşmak, diğeri helali haram kılmaktır. Onlar, Allah dileseydi bunları yapmayacaklardı dediler ve böylece yanlış iş yaptıklarını itiraf ettiler. Ancak bu yanlış işlerini Allah'ın dilememesine, Allah'ın onları engellememesine bağladılar. Yaptıkları bu hataların suçunu kendilerine yüklemeli idiler.

7. "Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı." Demek ki, Hz. Peygamberin dönemindeki müşriklerden önceki nesiller de kendi saçma düşüncelerine göre dinde fetva vermiş, ilâhî vahyin hü­kümlerinde değişiklik yapmışlardı. Kitabı bilmedikleri halde elleriyle yazıp sonra onun Allah katından olduğunu söylemişler (Bakara 2/78-79), dillerini kitaba karşı eğip büke­rek kitaptan olmayanı kitaptan zannettirdiler. Söyledikleri Allah katın­dan olmadığı halde Allah katındandır dediler ve böylece bile bile Allah'a iftira ettiler (Âl-i İmrân 3/78). Hz. Peygamber dönemindeki müşrikler, öncekilerin bu kötü ahlâkını devam ettirdiler.

8. "Peygamberlere düşen, yalnız açıkça tebliğden başka nedir?* Âyetin bu kısmından şu neticeleri çıkartıyoruz:

Peygamberler başkalarını zorla tevhîd inancına, dine getiremez­ler. Onlar sadece ilâhî mesajı açık şekilde insanlara tebliğ ederler, yani ulaştırırlar. Onların faaliyeti öğretim faaliyetidir.

Peygamberler ilâhî mesajı tebliğ ederken, kendilerinden asla bir ilâve yapamazlar. Çünkü onlar Allah'ın elçileridir. Elçiye hangi mesaj verilirse, onu iletmekle yükümlüdür. Mesajı eksiltmek ya da ona ilâve etmek onların görev alanına girmemektedir.[16]

 

Hidayet Peygamberin İsteğine Göre Değildir:

 

36. Andolsun ki biz, "Allah'a kulluk edin ve Tâğûi'tan sakının" diye her ümmete bir peygamber gönderdik. Allah onlardan bir kısmını doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı da sapıklığı hak ettiler. Yeryüzünde gezin de görün inkâr edenlerin sonu nasıl olmuştur.

37. Resulüm sen, onların hidâyete ermesine çok düş­künlük göstersen de bil ki Allah, saptırdığı kimseyi hi­dâyete erdiremez. Onların yardımcıları da yoktur.

Bu âyetleri açıklamakta varacağımız önemli neticeler olacaktır:

1. "Andolsun ki biz, 'Allah'a kulluk edin ve Tâğût'tan sakının' diye her ümmete bir pey­gamber gönderdik."

Âyetin bu kısmında peygamberlerin gönderiliş amaçlarından biri­nin iki boyutu gündeme getirilmektedir. Bu görevin bir olumlu, bir de olumsuz boyutu vardır. Olumlu yönü "Allah'a kulluk etmek", olumsuz yönü de "Tâğût'tan sakmmak"tır.

Aslında bu durum Kelime-i Tevhîd'in başka bir şekilde ifadesidir. Allah'tan başka sahte tanrılara lâ ilahe; Allah'a da illellâh. Söz konusu cümlenin başka bir ifadesini de Bakara 256'da buluyoruz. "O halde kim Tâğût'u reddedip Allah'a inanırsa." Önce Tâğût'u, yani insanı Allah'tan uzaklaştıran bütün sahte tanrıları ve şeytanî güçleri reddedecek, sonra da Allah'ın birliğini kabul edecektir. Gönülden sahte tanrılar, yani şirk temizlenecek, sonra da tek Allah inan­cı oraya girecektir.

Kelime-i Tevhid'de ve Bakara 256'da önce şirk temizlendiği hal­de, yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 36'da önce tek Allah'a kulluk, sonra da Tâğût'tan sakınma gelmektedir.

Yüce Allah şirk ile mücadele etmek ve tevhîd inancını yerleştir­mek için her ümmete bir peygamber göndermiştir. Bazı ümmetlere bir­den fazla peygamber de göndermiştir. Burada en az bir peygamber gön­derdiğine dikkat çekmektedir. Tevhîd inancı aklın gereği olmasına rağmen, Elest Bezminde Yü­ce Allah onu bizim ruhumuza yerleştirmesine rağmen (A'râf 7/172) yine de eğitim olmadan insan, şirkten kurtulup tek tanrı inancına geçmekte zorluk çekiyor.

Demek ki peygamberlerin eğitimi, insanın doğasında var olan tek tanrı inancının üstündeki Tâğût'un, sahte tanrıların külünü atıp, gerçek hak inancı ortaya çıkarmak amacını gütmektedir. Bu külleri, bu kiri ve bu karanlık perdesini atıp tek tanrı inancını ortaya çıkarmak her çağda eğitime ihtiyaç doğurmuştur.

2. "Allah onlardan bir kısmını doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı da sapıklığı hak ettiler."

Aslında bu âyetin açıklanmasını 35. âyette yapmıştık. Buradaki a-çıklamasını aynı âyetin bir önceki bölümü ile bağlantılı olarak yapaca­ğız. Âyetin bo kısmını gündeme getiren başka âyetler de vardır. O âyet­lere geçmeden önce şu açıklamayı yapmalıyız:

a) Yüce Allah kendi hidâyeti ile insanları doğru yo[a getirmeden önce, onlara tevhîd inancı eğitimi vermesi için peygamber göndermekte­dir. Tevhîd inancı eğitiminde insanların gönüllerini şirkten temizleme de yer almaktadır.

Peygamberin bu eğitimi hidâyetin gelmesi için alt yapıyı hazırla­maktadır. Alt yapı hazırlanınca Allah Te'âlâ o insanı veya insanları doğ­ru yola, yani hidâyete erdirmektedir. Demek ki, peygamberin eğitimi, faydalanan insanı hidâyete götürüyor.

Peygamberlerin eğitiminden etkilenmeyen ve bu nedenle gönlünü putlardan temizlemeyen veya temizlemeye meyli olmayanı da Yüce Al­lah sapıklığı içinde bırakmaktadır. Çünkü âyete göre onlar sapıklığı haketmiş insanlardır. Bu insanlar sapıklığı neden hak etmektedirler? So­runun cevabı, âyetin birinci bölümündedir. Onlar peygamberlerin tevhîd inancı eğitiminden istifade edemediler, ona sırtlarını döndüler, gönülle­rini hidâyete hazır hale getirmediler. Yoksa Yüce Allah durup-dururken şu hidâyet, şu sapıklığa gitsin emrini vermiyor. Buradaki ilâhî takdirde rol oynayan ana sebep insanın gönlü olmaktadır. Gönül neyi hak ediyor ve neye layık ise Allah onu veriyor ve ona göre muamelede bulunuyor.

Manevi gönül hastalıkları, maddi kalb hastalıklarına benzerler. Öy­le kalb hastalıkları vardır ki orada ameliyat yapılamaz. Artık o kalbe bıçak vurulamaz, operasyon yapılamaz. Manevi gönül hastalıklarından bazısı da öyledir. Şirk onun cidarına işlemiş, onu çürütmüş, bütün siste­mini bozmuş, her hücresine kök salmış, orada hidâyet operasyonu yapa­cak bir yapı bulunmadığı için Yüce Allah böylesi kişilerin sapıklığı hak ettiğini söylemektedir. Artık o gönül ölüme terkedilmiştir.

b) Peygamberler tevhîd inancının eğitimini verirlerken, kimin hi­dâyete geleceğini, kimin gelmeyeceğini bilemezler ve tahmin de ede­mezler. Onun için Yüce Allah muhtelif âyetleri ile bunu açıklamaktadır:

i. "Allah, bir grubu doğru yola iletti, bir gruba da sapıklık hak oldu. Çünkü onlar Allah'ı bırakıp şeytanları kendilerine dost edindiler. Böyle iken kendilerinin doğru yolda olduklarını sanıyorlardı" (A'râf 7/30).

Şimdi bu âyeti sebep-sonuç ilişkisi içinde ele alırsak, Allah'ın on­ları sapıtmadığı, onların kendi kendilerini sapıttırdıkları anlaşılmış ola­caktır.

Allah'ı bırakıp şeytanları dost edinen ve buna rağmen kendisinin doğru yolda olduğunu zanneden insanların peygamberden etkilenip Al­lah'a yönelmesi mümkün olmayacağından Allah onları sapıklıkları için­de bırakmaktadır.

ii. "Gerçekten haklarında Rabbinin hükmü sabit olanlar, kendilerine bütün mu'cizeler gelmiş olsa bile, elem verici azabı görünceye kadar inanma­yacaklardır"(Yûnus 10/96-97). Böylece Yüce Allah kimin iman etme­yeceğini bu âyetlerde açıklamaktadır.

iii. "Andolsun ki onların çoğu gafletlerinin cezasını hak etmişlerdir. Çünkü onlar iman etmiyorlar" (Yâsîn 36/7). Gaflet içinde olanların iman etmeyeceğini söyleyerek ceza görme gerekçeleri açıklanmaktadır.

iv. "Allah verdiği misal ile bir çoğunu saptırır ve yine o misalle bir çoğunu doğru yola iletir. Onunla fasıklardan başkasını saptırmaz" (Bakara 2/24). Demek ki fâsık insan, Yüce Allah'ın verdiği misali yanlış anladığı için Allah onu saptırmakta, yani sapıklığı içinde bırakmaktadır.

v. "Yüce Allah sağlam sözle iman edenleri hem dünya hayatında hem de âhirette sapasağlam tutar. Zâlimleri ise Allah saptırır. Allah dilediğini yapar" (İbrahim 14/27). Yüce Allah'ın, zulmetmeyen insanı saptırmadığı bu âyetten anlaşılmaktadır. Zulüm, Allah tarafından saptırılmaya sebep olmaktadır.

vi. "Kâfir olanlar diyorlar ki: Ona Rabbinden bir mu'cize indirilmeli değil miydi? De ki: Kuşkusuz Allah dileyeni saptırır, kendisine yöneleni de doğru yola ile­tir" (Ra'd 13/27). Bu âyete şu soruyu soruyoruz: Yüce Allah kimi saptırmayı diler? Soruya \ine bu âyetin sonu ile cevap verebiliriz: "Kendisine yönelmeyeni" "kendisine sırtım doneni." İbrahim 27 ile cevap verirsek, "zâlimleri" diyebiliriz.

Netice olarak diyebiliriz ki, Allah'ın yola getirmesi ile yoldan çı­karmasına sebep olan şey, kulun hakikate, ilâhî öğretiye karşı takındığı tavırdır. Yoksa Allah durup-dururken kulunu yoldan çıkarmaz; aksi tak­tirde haksızlık söz konusu olurdu.

Kulun düşüncesi, iradesi, niyeti ve davranışı hangi doğrultuda ger­çekleşirse, Allah"ın ona olan muamelesi de o yönde gerçekleşmektedir.

3. "Yeryüzünde gezin de görün, inkâr edenlerin sonu nasıl olmuştur."

Âyetin bu kısmından çıkaracağımız önemli ilkeler vardır.

a) "Yeryüzünde gezin." Bu emir Tarih ilmi ile Arkeolojinin masa başında yapılamayacağını, eski toplumların yaşadıkları toprakları bizzat gidip görmek suretiyle bu ilimlerin yapılacağını ön görmektedir. Kulak dolgusu bilgilerle ya da haberlerle bu ilimler yapılamaz. Gidip o toplumların yaşadığı ülkeleri görmenin insana neyi temin edeceğini âyetin sonu vermektedir.

b) "Görün", "bakın" anlamına da gelen bu emir "gözlem metodunun" tarih araştırmalarındaki önemini vurgulamaktadır. "Göz­lem" yapan araştırmacıların yazacağı tarih, insanlara vereceği bilgi daha doğru ve daha güvenilir olacağı gibi daha tarafsız ve objektif olacaktır.

c) "İnkâr edenlerin sonu nasıl olmuştur?"

Yüce Allah âyetin bu kısmı ile "nasılın" tesbit edilmesini, o top­lumların sonucunun nasıllığını tesbit etmek amacı ile yola çıkılıp gözlem yapılmasını istemektedir. Sonucun nasıllığını belirlemek ve olguların analizini bu doğrultuda yapmak Allah'ın emri olmaktadır.

Tarihî olgulardan eğitici nitelikte bir fayda alabilmek için, o olgu­ları sebep-sonuç ilişkisi içinde özellikle sonucun nasıllığını açıklayarak öğrencilere vermek gerekiyor. Toplumların hangi sebeplerle çöktüğünü, çöküşün nasıl gerçekleştiğini analiz ederek tarihi öğretmek gelecek ne­siller için eğitici olacak, ders ve ibret almalarını temin edecektir. Bu şe­kilde araştırılıp anlatılan tarih dersi, başlı başına bir eğitici kisvesine bürünecektir. O zaman Tarih ilmi, insanların beyninde, gönlünde, karar­larında ve davranışlarında canlı olarak yaşamaya başlayacaktır.

Hakkı yalanlamanın, toplumların başına getirdiği sonucun nasıllı­ğını tesbit etmek, yaşamakta olan ve yaşayacak nesillere yön verecek en iyi rehberlerden biri olacaktır.

Yüce Allah, böylesine araştırmanın insanlara başka neleri kazandı­racağını şu âyetinde açıklamaktadır: "Hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin sinelerdeki kalpleri kör olur" (Hacc 22/46).

İşte bu âyet, tarih araştırmalarını bizzat yerinde yapmanın, dünyayı gezmenin, gözlem yapmanın insana temin edeceği önemli şeyleri sıra­lamaktadır. İnsan kalbini düşündürecek, yani gönül ile aklı bir araya getirecek ve insanların kulaklarını açıp dinlemelerini temin edecektir. Gözlem hem gönlü açıyor hem de kulakları. Kafa gözü ile yapılan göz- lem, gönül gözünü açmaktadır. Onun içindir ki Yüce Allah, kafa gözü­nün kör olmayıp sinelerdeki gönül gözünün kör olduğunu söylemektedir.

5. "Sen onların hidâyete ermesine çok düşkünlük göstersen de bil ki Allah, sap­tırdığı kimseyi hidâyete erdirmez. Onların yardımcıları da yoktur."

Bu âyetin analizi bizi ilginç neticelere götürecektir.

a) Hz. Peygamber insanların hidâyete gelmesini, yani doğru yolu bulmalarını tutku derecesinde istiyordu. Âyette geçen il in tahriş ifadesi "düşkünlük göstermek, tutku ile istemek, şiddetle arzulamak" manalarına gelmektedir.

Ama insanların doğru yola gelmeleri, eğitimi yapanın isteğine göre değil de, o insanların beyin ve gönüllerinin yönelişine göre olacağı ger­çeğini görmek gerekiyor. Buradaki Peygamberin tutkusunun, kendini heder edecek seviyede olduğunu Şu'arâ 3'te Yüce Allah ifade etmekte­dir: "Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın."

Demek ki başkalarının yola gelmesi için tutku derecesinde arzu i-çinde olmanın bir faydası yoktur. Ancak acaba neden bir faydası yoktur? Bu sorunun cevabını şu âyetlere göre verebiliriz:

i. "Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin; bilakis Allah, dilediğine hidâyet verir ve hidâyete girecek olanları en iyi o bilir" (Kasas 28/56).

Bu âyetten anlıyoruz ki, peygamberin isteği, sevmesi hidâyet ala­nında rol oynamamaktadır. Yüce Allah bir bilgiye dayanarak kimin hi­dâyete geleceğini bilerek hidâyet etmektedir. Bu bilgi peygamberde ol­madığı için, sevdiğini hidâyete erdirememektedir.

ii. "Onları doğru yola iletmek sana ait değildir. Lakin Allah dilediğini doğru yola iletir" (Bakara 2/272).

Bu âyetler bize şunu söylüyor: Hidâyet alanına Allah'tan başkası­nın müdahalesi olamaz. Peygamberin isteği, düşkünlüğü, tutkusunun bu alanda etkinliğini olmayacaktır. Bu ilkeden hareketle diyebiliriz ki: Bazı insanlar, bazı insanları doğru yola getirdiğini söylemekte, buna kendileri de mahatapları da i-nanmaktadırlar. İşte bu söylevler, bu âyetlere ters düşmektedir.

b) "Bil ki Allah, saptırdığı kimseyi hidâyete erdirmez. Onların yardımcıları da yoktur."

Bir önceki âyette, yani Nahl 36'da kimi Allah'ın saptırdığını açık­lamıştık. Kur'ân'in bu konudaki temel ilkesini bir kere daha söylüyoruz: "Allah fâsıklardan başkasını saptırmaz" (Bakara 2/26).

Demek ki insan fâsıklık yapınca Allah onu saptırmaktadır. Fâsıklık sebep, Allah'ın saptırması da sonuç olmaktadır. Kimdir fâsık? İnsan hangi eylemleri ile bu sıfata lâyık görülmektedir? Soruların cevabını şu âyetlerle verebiliriz.

i. "Allah böyle misal vererek ne murad eder?" di­yenler (Bakara 2/26).

ii. "Verdikleri sözde durmazlar; Allah'ın bitişmesini emrettiği şeyleri bitiş­tirmezler (yani sıla-i rahim yapmazlar); yeryüzünde fitne fesat çıkarırlar" (Bakara 2/27). Demek ki bu âyette sayılan işleri yapanlar.

iii. "Allah katında, yürüyen canlıların en kötüsü kâfir olanlardır. Çünkü onlar iman etmezler" (Enfâl 8/55).

Fısk denen davranış biçimine sahip insanlar, kendi seçeneklerini kullanıp özgür iradeleriyle inkârı tercih edip imana yanaşmayanları yol­dan çıkarmaktadır.

Bu tip insanlara yardım edecek kimse de yoktur. Allah'ın saptır­masına sebep olacak kadar yanlış düşünce, inanç ve niyete sahip olan fâsıklara peygamber bile yardım edemez.

Onun için Yüce Allah yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 37'de "onların yardımcısı yoktur" ifadesine yer vermektedir. Eğer onlara Hz. Peygamber yardım edebilseydi âyette bu ifadeye yer verilmezdi.

Demek ki, insana "insanın doğru yola gelmesi" anlamına gelen hi­dâyetin ulaşmasında kişinin kendi iradesinin peşinden ancak Allah yar­dımcı olabilir.

Kur'ân'm bu temel ilkesine rağmen müminlerin hâlâ ölülerden yardım beklemeleri çok tehlike arzetmektedir. Din eğitimcileri yardımın sadece Allah'tan bekleneceği konusunu ısrarla işlemeli ve insanları şirk­ten kurtarmalıdırlar. Aksi takdirde, bütün uğraşılar boşa çıkacak, dinî hayat esas temelinden kayıp gidecektir.[17]

 

Öldükten Sonra Diriltilmenin Amacı:

 

35. "Ölen kimseyi Allah diriltemez' şeklinde bütün güç­leriyle Allah'a yemin ettiler. Hayır, Allah buna gerçek­ten söz vermiştir. Fakat insanların çoğu bilmezler.

39. Çünkü, hakkında ayrılığa düştükleri şeyi onlara (Allah) anlatacak ve inkarcılar da yalancı olduklarını bileceklerdir.

40. Bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, ona sözümüz sadece ol dememizdir. O da hemen oluşur.

Bu âyetler, insanların inanmakta çok zorluk çektikleri "'öldükten sonra" dirilme konusunu ele almaktadır. Âyetlerin analizi bize bazı neti­celer verecektir.

1. "Ölen kimseyi Allah di-riltemez' şeklinde bütün güçleriyle Allah'a yemin ettiler."

Âyetin bu kısmından şunu anlıyoruz: Bu yemini yapan müşrikler. Allah'a inanıyorlardı. Çünkü âyette, "Allah'a yemin ettikleri"' ifade e-dilmektedir. Allah'a inandıkları halde, Allah'ın ölüleri diriltemeyece|jre yemin etmelerinde derin bir tenakuz vardır. Onların bu davranışı, nac-dıkları Allah'ı güçsüz hale getirmektedir. Allah'a inananlar, Allah"a kar­şı hata yapıyorlar.

Yeminlerini bütün güçleriyle, bütün şiddetleriyle yapıyorlardı. Hz Peygamber döneminde yaşayan bu insanların neden böyle yaptıkların: yine Kur'ân'in ışığında tesbit etmemiz gerekiyor:

a) "Kendi yaratılışını unutarak  bize  karşı   misal   getirmeye  kalkışıyor  ve:   'Şu  çürümüş kemikleri kim diriltecek?' diyor" (Yâsîn 36/78). Demek ki bu kadar gayretle yemin edip öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlerin kench yaratılışlarını   unutma   gibi   bir   hastalıkları   vardı.   Günümüzde   gelecekte de aynı şekilde inkâr edenlerin hastalığı da bu olacaktır.

"İnsan görmez mi ki. ?-jr onu nutfe/meniden yarattık. Bir de bakıyorsunuz ki, apaçık düşman ke­silmiş" (Yâsîn 36/77). Gıdalardan süzülüp gelen meniden yaratılan. yoktan yaratılan insan, yaratılışını unutunca, öldükten sonra dirilme unutup inkâr etmektedir. Yâsîn 79'a göre ilk defa yaratan, ikinci kez de yaratacaktır.

b) "Ceza gününü de yalan sayıyorduk" (Müddessir 74/46). Öldükten sonra insanların bu dünyada yaptıkları amellerden sor­guya çekileceklerine inanmamaları, onu yalanlamaları, öldükten sonra dirilmelerini inkâr etmelerine sebep olmuştur.

c) "insan, kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanır?" (Kıyamet 75/3). Sanılar peşinde koşan, zandan öteye geçemeyen insan öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmekte­dir.

d) "İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?" (Kıyamet 75/36).

İnsanın âhirette hiçbir sorumluluğu olmayacağını sanması, onu in­kâra götürmektedir.

2.  "Hayır, Allah buna ger­çekten söz vermiştir. Fakat insanların çoğu bilmezler."

Âyetin bu kısmında geçen va'd "söz verme" ifadesi, Yüce Al­lah'ın böyle bir kanun koyduğu anlamına gelmektedir. Yüce Allah öl­dükten sonra kıyametin hemen ardından insanları tekrar yaratıp hasredeceği kanununu önceden koymuştur. Bu kanun "Allah'ın ahdi" anlamına gelmektedir.

Yüce Allah'ın bu kanunu gerçektir. Kâfirlerin buna inanıp inan­maması önemli değildir. Onlar, gerçeğe karşı gelmek, Allah'a karşı bu konuda yemin etmekte değerlerini Allah nazarında kaybetmektedirler.

Ama onların böylesine büyük hataya düştüklerini bilmemelerine Yüce Allah dikkat çekmektedir. Demek ki, insanların başına gelen pek çok şey bilmemelerinden kaynaklanmaktadır. Yaratılışını unutmak, zan-nın peşinden koşmak ve bilgisizlik, öldükten sonra dirilmeyi inkâr etme­ye götürmektedir.

3. "Çünkü, hakkında ayrılığa düştükleri şey, (Allah) onlara anlatacak ve inkarcılarda yalancı olduklarını bileceklerdir."

Yüce Allah öldükten sonra dirilmeyi aynı zamanda kâfirlere bir ders vermek için gerçekleştirecektir.

a) Yüce Allah, insanların dünya hayatları boyunca ihtilaf edip ay­rılığa düştükleri konulardan birinin "öldükten sonra dirilip ceza ve ödü­lün verilmesi meselesi" olduğunu bildirmektedir. Âhiret hayatının, fızi- kötesi bir olgu olduğundan iman alanına girmiş olması, insanların onun üzerinde ihtilafa düşmelerine götürmüştür. Başka bir ifade ile onlar bu konuda ayrılığa düşmüşlerdir.

İşte Yüce Allah bu konuyu onlara etraflı bir şekilde açıklamak için öl­dükten sonra dirilmeyi gerçekleştirecektir. Demek ki, öldükten sonra dirilme­nin amaçlarından biri, üzerinde ihtilafa düşülen ceza ve mükafatı açıklamaktır.

b) Diğer taraftan yaratılışını unuttuğu, zannın peşine koştuğu ve bilmediği için öldükten sonra dirilmenin olacağı konusunu inkâr edenle­rin yalancı olduklarını ispat etmek de bu olgunun amacı olmaktadır.

Öldükten sonra dirilme gerçekleştiğinde inkarcılar yalancı oldukla­rını anlayacaklardır. Halbuki önemli olan önceden Allah'ın hükmüne inanmaktı. Deney ortaya çıktıktan sonra herkes onu bilmiş olacaktır. Dünya hayatında inanılacak konulara inanmak, bilinecek konulan bil­mek bir seviye meselesidir. İhtilafı açıklamak ve yalancı olduklarını bilme­lerini temin etmek için bu olguyu gerçekleştireceğini söyleyen Yüce Allah, din eğitiminin çok önemli konularından birini gündeme getirmektedir.

4. "Bir şeyin olmasını istedi­ğimiz zaman, ona sözümüz sadece 'ol' demektir. O da hemen oluşur."

Bu âyette "olmak" , "istek", "zaman", "söz" kelimeleri ya da kav­ramları bir araya gelmiş, âyetin örgüsünü meydana getirmiştir. İstekle zaman; olmak ile söz eşleşmekte, sonra dördü bir araya gelmekteler. Âyetin analizinden varacağımız neticeler vardır:

a) Yüce Allah devamlı olarak yaratmaktadır. Kâinatı yaratıp, saat gibi kurduktan sonra yana çekilip seyretmemektedir. Her an yeni bir yaratma durumundadır: "O, her an yaratma halindedir"  (Rahman 55/29). '

b) Yüce Allah bir şeyi istediği zaman, mutlaka onu gerçekleştire­cektir. O'nun isteği yaratmak, öldürmek şeklinde tecelli ederse bu istekler mutlaka olacaktır. Bu da "oluşun" kaderidir.

"Al­lah'ın emri mutlaka yerine gelecektir; yazılmış bir kaderdir" (Ahzâb 33/38). Yüce Allah'ın emri, isteği yerde kalmaz, mutlaka hükmünü icra edecektir. )

c) Âyette geçen  kün emri kâne fiilinden türemiştir, kâne fiilinin aslı kevene idi. Bu kelime üç harften oluşmuştur. Bu üç har­fin ortadaki vâv harfi illetli (hastalıklı) harflerdendir. Kelimeyi emir ka­lıbına intikal ettirirken, illetli (hastalıklı) harfi atarak kâf harfini nûn harfine vururuz. İşte "ol" emrini verince Yüce Allah varlık o illetli harf olarak fırlayıverir. Böylece illetli varlık, yani ölümlü varlık meydana gelmiş olur. Kâf harfini nûn harfine vurunca emir kalıbı sağlamlaşıyor, çünkü vâv denen illetli harf, yani "varlık" ayrılıp meydana gelmiştir. Yüce Allah'ın kâf harfini nûn harfine vurması anlık bir meseledir. Za­man mefhumunu oraya sokmamız mümkün değildir.

Yâsîn 82'de de aynı âyet gündeme gelmektedir. Her iki âyet var olmanın, yaratılmanın keyfiyetini açıklamakta, Allah için yaratmanın zor olmadığını öğretmektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki, Yüce Allah öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlere, yaratma konusunda bir ders vermekte, ilk yaratılışın nasıl olduğunu açıklamaktadır. Kâfirler Kur'ân'ı okumayacaklarına göre, din âlimleri bu dersi onlara anlatacaktır.[18]

 

Zulme Uğrayıp Hicret Edenlerin Durumu:

 

Zulme uğratıldıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, onları dünyada güzel bir şekilde yer­leştireceğiz. Eğer bilirlerse âhiretin mükafatı elbette daha büyüktür.

Onlar sabredenler ve Rabblerine güven bağlayan kimselerdir.

Bu âyetlerin insanlığa verdiği mesaj çok büyüktür. Büyük olduğu kadar da neticelerle doludur.

1. "Zulme uğratıldıktan sonra Al­lah yolunda hicret edenler."

a) Âyetin bu kısmından hicretin ne olduğunu ve ne olmadığını anlıyoruz. "Kötülük ve zulüm diyarından çıkıp bunların bulunmadığı bir ülkeye gitme eylemi"ne "hicret" denmektedir. Sahip olduğu inançtan dolayı zulme uğrayan, zulmün egemen olduğu yerden çıkıp sadece Allah için başka bir yere giden insanın eylemine "hicret" denmektedir. Zulümsüz ve Allah yolunda bir niyetle yapılmayan harekete yolculuk denir. Hicret kelimesinin geniş açıklaması Âl-i İmrân 195'te yapılmıştır.

b) Âyetin başında yer alan ellezîne kelimesi, genellik ifade etmektedir. Yani sadece Mekke'den Medine'ye hicret eden Hz. Pey­gamber ve arkadaşlarının eylemini değil, nice zulme uğrayacak, zulmün egemen olduğu yerden çıkıp kendilerini başka ülkelere götürecek mü­minlerin eylemini de içermektedir. Ama ilk planda kasdedilen Hz. Pey­
gamber  ve   arkadaşlarının  Mekke'den  Medine'ye  o  zamanki   ismi Yesrib'e hicret edenler kasdedilmektedir.

c) Hicreti yolculuktan ayıran başka bir boyutu da onun ahlâkî olu­şumudur. Nefis ülkesinden gönül ülkesine; kötü arzuların kol gezdiği ve bir zulüm ülkesi olan nefisten akıl ülkesine göç etmek de bir hicrettir.

Şeytan zulmünün egemenliğinden Allah'a göç etmek de bir hicret­tir. Şirkin ve inkârın zulmünden tevhîd inancına geçmek de bir hicrettir. Zaten bu hicretler olmadan Mekke'den Medine'ye olacak hicretler de olmazdı ve olmayacaktır. Mekke döneminde Müslümanlar önce inkâr ve şirkten tevhîd inan­cına; şeytanın zincirlerini kırıp Allah'a; nefis ülkesinden gönül ve akıl ülkesine hicret ettiler ve sonra Mekke'den Medine'ye hicret ettiler.

İşte hicreti evrenselleştiren, tarihsel boyutundan alıp zaman sınırı­nın ötesine geçiren anlayış bu olacaktır.

Bu anlayıştan hareket edersek, hicreti "toplu halde yapılan" ve "ferdî manada gerçekleştirilen" diye iki kısma ayırmamız mümkün ola­caktır. Toplu haldeki hicretler zaman zaman olurken, ferdi manada hicret kesintisiz bir süreç olarak devam etmektedir.

Meselâ, cehaletin karınlık ülkesinden bilginin aydınlık ülkesine geçiş de bir hicrettir. İnsanlar ne çekiyorlarsa cehaletin zulmünden çeki­yorlar. Cehalet zulmünün egemen olduğu ortamdan bilginin aydınlığına ve barış ülkesine geçmek de bir hicrettir.

2. "Onları, dünyada güzel bir şekilde yerleşti­receğiz."" Âyetin bu kısmında geçen ji'jû nübevvienne kelimesi, "dönmek. .Allah'ın gazabına uğramak, döndürmek, kesilmek" manasına gelen bâe kelimesinden türemiştir.

Bu kelimenin ebâ'e kalıbı "mekan" ile kullanılınca "ikamet etmek, yerleştirmek, döndürmek, firar etmek, ikrar ettirmek" manasına gelmektedir.

Âyette geçen kalıbı, "evlenmek, yerleştirmek, birine ev hazırlayıp donatmak"; "ok"la kullanılınca "nişanlamak"; tebevve'e kalıbı da "beraber olmak, eşitleşmek, yurt edinmek" manalarına gelmektedir.

 

Bâe/bev' Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:

 

1) Hışmına uğramak

"Allah'ın hoşnutluğunu gözetenle Allah'ın hışmına uğrayan bir olur mu?" (Âl-i İmrân 3/162). Bu âyette it; bâe kalıbında gelmiştir. Hışım anlamının yanında "lanetine uğramak" anlamı da vardır.

2) Yüklenmek

"Ben istiyorum ki, sen, hem benim günahımı

hem de kendi günahını yüklenesin" (Mâide 5/29).

3) Yerleştirmek

"Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi" (A'râf 7/74); "Andolsun Biz İsrâiloğullarını güzel bir yurda yerleştir­dik" (Yûnus 9/93).

4) Göstermek

"İbrahim'e bu İbadet Evi'nin kurulacağı yeri gösterdiğimiz zaman" (Hacc 22/26).

Âyetteki bu kelimenin "hazırlamak" manası da vardır.

5) Düzene sokmak

"Hani sen müminleri savaş düzenine sokmak için sabah erkenden evinden çıkmıştın" (Âl-i-İmrân 3/121). Burada ilgili kelime "savaş mevzilerine yerleştirmek" anlamına gelmektedir.

6) Yurt edinmek

"Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş" (Haşr 59/9). Buradaki tebevve'ü ke­limesi "mekan için yurt edinmek", iman için de "gönle yerleştirmek" manasını aynı anda vermektedir.

7) Konaklamak

"Böylece Yûsuf'a o ülkede emin bir yer sağladık. İstediği yerde konaklayabilirdi" (Yûsuf 12/56). Bu âyetteki yetebevve'ü kelimesinin de yer aldığı cümle "dilediği şeyi ya­pabilirdi" manasına da gelmektedir.

8) Sığınak edinmek

"Biz de Musa ile kardeşine: 'Şehirde halkınız için bazı evleri sığmak edinin' diye variyettik" (Yûnus 10/87).

Yorumunu yapmakta olduğumuz âyete dönersek, uğradıkları zu­lümden sonra Allah yolunda, Allah uğruna hicret edenlere Yüce Allah siyâsî erki elinde tutacak bağımsız bir devlet kurma imkanı tanıyacağını anlıyoruz. Âyette geçen "yerleştirme" ile "güzel" kelimeleri bir araya gelince, onlara zulmün egemen olmadığı, özgürlüklerin yaşandığı, insan­ların itilip-kakılmadığı mutluluk ve güzellik dolu bir ülke kurdurmak anlamını kazandırmaktadır.

Buradaki "güzellik" kelimesinin anlamı içinde, kötülükle, zulümle çıkarıldıkları topraklan, ülkeyi ele geçirmeleri manası da vardır. Ayrıca "güzellik" kelimesinde, onlara zulmün egemen olmadığı bir ülke bulma anlamı da vardır.

Demek ki hicret zulüm ülkesinden çıkış olurken, aynı zamanda güzellikler, mutluluklar, iyilikler ve özgürlükler ülkesinin kuruluşunun başlangıcı olmaktadır. Hicretin başlangıcında acı, sonunda ise tat ve gü­zellik vardır.

Nefis ülkesinden çıkıp akıl ülkesine geçmek; cehaletin karanlığın­dan bilginin ışığına hicret etmek de zordur ama sonuçları güzelliklerle doludur. Hicretin zorluğu güzelliklere gebedir; yeter ki Allah için hicret edilmiş olsun. Şirk denen zulümden tevhîd inancı denen güzelliğe hicre­tin sonunda da çok uzun süreli olan cennet vardır. Onun içindir ki yoru­munu yapmakta olduğumuz Nahl 41. âyetin sonu şöyle gelmektedir:

3. "Eğer bilirlerse âhiretin mükafatı elbette daha büyüktür."

Ayetin bu kısmında Yüce Allah bilgilendirmektedir. Bu bilgilen­dirme dünyadaki güzelliklerle âhiretteki ödülün farkını tesbit etme yö­nündedir. Dünya ile âhiretin farkı gibi, onların güzellikleri arasında da farklar vardır. Bu fark veya farkların bilinmesi gerekiyor. Zulmün egemen olduğu ülkeden sadece Allah uğruna hicret etmek, O'nun koyduğu hayat değerlerini yaşamak için terketmek ve ardından dünya güzelliklerini ve âhiretin büyük ödülünü kazanmak için neler ge­rekir? Sorunun cevabını Nahl 42 vermektedir.

4. "Onlar sabreden ve Rabblerine güven bağlayan kimselerdir." Demek ki bu insanlar başarıyı iki önemli erdemle yakalamaktadırlar:

a) Güçlüklere göğüs germe anlamına gelen "sabır" ve

b) Allah'a güven bağlamak anlamına gelen "tevekkül".

Hicretin zorluklarına katlanmak, doğacak olan yeni devletin sancı­larına tahammül etmek bir sabır işidir. O zorluklara ve sancılara göğüs germek, imanın getirdiği sabır sayesinde başarıya ulaşacaktır.

Sabır yeterli değildir. Allah'a güven bağlamak, O'na dayanmak gerekiyor. Bu da ne ile olacaktır? Sorunun cevabını şu âyetlerle verebili­riz: "O, arkadaşına: 'Üzülme, çünkü Allah bi­zimle beraberdir' diyordu" (Tevbe 9/40).

İşte Mekke'den çıkarılan Hz. Peygamber tevekkülünü bu sözlerle gerçekleştiriyordu. Aynı durumu Hz. Musa da yaşamıştı: "İki topluluk birbirini görünce, Musa'nın adamları: 'İşte yakalandık' dediler. Mûsâ: 'Asla!' dedi. Rabbim elbette benimledir; bana yol gösterecektir" (Şu'arâ 26/61-62). Hz. Musa da Allah'a olan güvenini, tevekkülünü bu sözlerle ifade etmiş­tir.

Hicret ederken, yeni bir devletin doğusundaki zorluklara katlanır­ken Allah'ı yanında hissetmek, O'nun beraberliğine inanmak tevekkülün tâ kendisi olmaktadır.

İşte bu tevekkül ile sabır bir araya gelince çözülemeyecek prob­lem, üstesinden gelinemeyecek zorluk kalmayacaktır. İnsanın iç âlemin­de yaşadığı hicret ile toplu halde hicretin olmazsa olmazlarını bunlar teşkil etmektedir. Sabır ve tevekkül ile yapılan bir hareketin, eylemin ve amelin so­nunda güzellikler vardır. Vüce Alları İnsanları eğitirken bu erdemleri insanlara kazandırmayı öngörmüştür.[19]

 

Dinde Fetvayı Kim Verir?

 

Senden önce de, kendilerine vahyettiğimîz kişiler­den başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikri bilenlere sorun.

Apaçık mucizelerle ve kitaplarla gönderildiler. İn­sanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünsünler diye sana da bu Zikr 'i Kur 'ân 'ı indirdik.

Ayetlerin analizinden varacağımız genellemeler şunlardır:

1. "Senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik."

Ayetin bu kısmı, peygamberlik müessesesini inkâr edenlere ya da nübüvvet konusunda şüphede bulananlara cevap vermektedir. Âyette geçen rical kelimesi, "adam, kişi" manasına gelmektedir. Yüce Al­lah Hz. Muhammed'den önce de insanlardan peygamber seçip gönder­mişti. Kâfirler ise meleklerden peygamber istiyorlardı. Kur'ân onların bu konudaki isteklerini, iddialarını, görüşlerini çeşitli âyetlerinde açıkla­maktadır:

a) "Muhammed'e bir melek indirilseydi ya! de­diler" (En'âm 6/8).

Bu isteklerini Yüce Allah şöyle cevaplandırmaktadır: "Eğer biz öyle bir melek indirseydik elbette iş bitirilmiş olur, artık kendilerine göz bile açtırılmazdı. Eğer peygamberi bir melek kılsaydık elbette onu insan su­retine sokar, onları yine düşmekte oldukları kuşkuya düşürürdük/onları kuşkuları üzere bırakırdık" (En'âm 6/8-9).

b)"Bu yüzden dediler ki: Kavim­leri taraftarları bize kölelik ederken, bizim gibi olan bu iki adama inanırmıyız?" (Mü'minûn 23/47).

Firavun ve etrafındakiler Hz. Mûsâ ve Hz. Harun'a peygamber olarak inanmamalarını iki sebebe dayandırmışlardır: Adam olmaları, ka­vimlerini köle edinmiş olmaları.

c) "Bu, dediler, sadece sizin gibi bir insandır, sizin yediğinizden yer, sizin içtiğinizden içer. Gerçekten, sizin gibi bir beşere itaat ederseniz, herhalde ziyan edersiniz" (Mü'minûn 23/33-34).

Hz. Nûh kavmi de peygamberin insanlardan olmayacağını iddia

ediyor ve Hz. Nuh'un peygamberliğinden şüphe edip inkâr ediyorlardı.

d) "Onlar şöyle dediler: Bu ne biçim peygamber, yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor! Ona bir melek indirilmeli, kendisi ile birlikte o da uyarıcı ol­malıydı!" (Furkân 25/7).

İşte Yüce Allah bunların görüşlerine, isteklerine, şüphe ve inkârla­rına En'âm 8 ve 9 ile cevap vermişti. Bir başka cevabı da yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 43 ve aynı ibareden meydana gelen Enbiyâ 7 olmaktadır.

Yüce Allah insanlara göndereceği elçiyi, yani peygamberi onların arasından seçmiş ve bunu değişmeyen bir kanun olarak koymuştu. Yû­nus 2'de belirttiği gibi bunda hayret edilecek, şaşılacak bir şey yoktur.

Burada şu soruyu sormamız gerekiyor: Yüce Allah peygamberleri neden meleklerden seçmemiş de, insanlardan seçmiştir? Sorunun ceva­bını bazı âyetlerle vermeden önce şu açıklamayı yapabiliriz: Peygamber­lerin de, olağanüstü güçlerle donatılmış olmadığını bilmelerinin zorunluluğudur. Melekten peygamber olsaydı onu tanrı edinme ihtimalleri daha çok olacaktı. Beşer olmasına rağmen Hz. Üzeyir ve Hz. îsâ tanrı edinilmedi mi? Bu konudaki âyetleri gündeme getirerek sorunun cevabına devam edebiliriz:

i. "De ki: Ben size, Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım" (En'âm 6/50). Yüce Allah bu âyetinde pey­gamberin hangi güçlerle donatıldığını öğütlemektedir.

ii. "De ki: Ben, Allah'ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim, iyiyi çoğaltırdım" (A'râf 7/188).

Diğer taraftan meleklerin hayat tarzı ile insanların hayat tarzının çok farklı olması nedeniyle, onların insanlara peygamberlik yapması mümkün değildir. Dinin hayata geçirilmesi, kurallarının tatbiki insan hayatı içindir; melek için değildir. Dini hayata tatbik eden kişi insan o-lursa, diğer insanlar onu örnek alacak ve hayatına yön verecektir. Yeme­yen, içmeyen, cinselliği olmayan ve günah işleme iradesi bulunmayan varlığın bu vasıflara sahip olan insanlara peygamberlik yapması müm­kün değildir.

2. "Eğer bilmiyorsanız zikri bilenlere sorun."

 "Zikir ehli" yani "zikri bilenler" kimlerdir? Başka bir soru sorarsak bu âyette geçen "zikr" nedir? İbn Abbâs'a göre zikir "Tevrat"; zikir ehli de "Tevrat'a inananlar"dır. Buna delil olarak da Enbiyâ 105'i göstermektedir. "Andolsun Zikir'den sonra Zebur'da da: 'Yeryüzüne iyi kullarım vâris olacaktır', diye yazmıştık." Zebur'dan önce olan kitap Tevrat olduğuna göre, âyetteki zikir Tevrat olmaktadır.

Zeccâc ise, tefsirini yapmakta olduğumuz âyeti "Allah'ın kitapla­rının manalarını bilen kitap ehlinden sorun" şeklinde açıklamıştır. Çünkü onlar peygamberlerin tamamının beşer olduğunu bilirler. Ayrıca Zeccâc âyeti "ilim ve araştırma sahibi, düşünen insanlara sorun" diye de manalandırmıştır. Râzî de Yüce Allah "onlara Yahudi ve Hıristiyanlara sormalarını emretmektedir" görüşünü dile getirmiştir[20].

Âyeti günümüze getirirsek ve bugün için bir mana verirsek âyette­ki "zikir" kavramının Kur'ân olduğunu söylemekte hiçbir zarar yoktur. Zaten Kur'ân'm bir ismi de zikirdir (Hicr 15/9). Ayrıca bir sonraki âyet­te de "zikir" kavramı geçmektedir. O zaman yorumumuzu şu şekilde yapabiliriz: Dini konuları bilmeyenler Kur'ân'ı bilene soracaklardır. Âyet sadece geçmiş peygamberlerin beşer olduğu ve bunu Tevrat'ı bi­lenlere sorma eylemine tahsis edilemez. Âyet evrensel boyuta çekildi­ğinde, o zaman bilmeyenlerin mutlaka Kur'ân'ı bilene sormaları gerek­tiği ilkesine varmamız mümkündür.

Din hakkında gelişigüzel konuşulmamalıdır. Din hakkında konu­şurken, vahyi çok iyi bilmek gerekiyor. Böylece Yüce Allah soru sor­mayı farz haline getirmekte, ama bu farz bilmeyenlere düşmektedir. Ay­rıca kime soru sorulacağına da rehberlik etmektedir.

3. "(Ki onlar) apaçık mu'cizeler ve kitaplarla gönde­rildiler." Geçmiş peygamberler, peygamberliklerini iki temele dayandı­rıyorlardı. Mu'cize ve kitap. Böylece Yüce Allah onların insanlara tebliğ ettikleri dinin kitaba dayandığına da dikkat çekmektedir.

Bu ifadeyi lâ te'lemûn kelimesinin mef'ûlü de kabul ede­biliriz ki o zaman mana şöyle olur: "Eğer sizler açık delilleri ve kitapları bilmiyorsanız bilenlere/zikir ehline sorun."

4. "İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünsünler diye sana da Zikr'i Kur'ân'ı indirdik."

Bu âyetten çıkaracağımız neticeler şunlardır:

a) Peygamberlerin görevlerinden biri insanlara açıklama yapmak­tır. Yüce Allah'ın onlara ne indirdiğini açıklayabilmesi için Kur'ân'a başvurmalıdırlar. Kur'ân onlara bu açıklamayı yapması için indirildi.

b) Peygamberlerin bu açıklamasının amacı, insanların düşünmesini temin etmektir.

Demek ki Kur'ân ve onun açıklanması insanlara düşünmeyi öğ­renmelerini hedef almaktadır. O zaman din eğitimi, insanlara doğru dü­şünme sanatını öğretecek, yani aklı harekete geçirecek nitelikte yapılma­lı ve bu kaliteyi yakalamalıdır. Dogmatik ve dayatma bilgilerle bunu gerçekleştirmek mümkün değildir. Kur'ân ve onu insanlara tebliğ eden peygamber, insanların beynini ufuklara açmak, geniş beyinli insanlar yetiştirmek için gelmesine rağmen, din eğitimini kafa ve gönül daraltan hale getirenlerin vebali çok ağırdır. Kur'ân kendi kendine düşünen, dü­şünce üreten insanları yetiştirmeyi hedef aldığına göre, niçin kafalar ve gönüller daralıyor, dogmatik anlayışın bataklığında boğuluyor ve nefes alamıyoruz?

Kur'ân öylesine ufuk açıdır ki, bu dünyanın sınırlarını aşıp öteki dünyadaki hayatı hedef gösteriyor ve onun için uzun vadeli düşünceyi şart koşuyor. Düşünmeyen dar kafalı insanlar dinlerini nasıl anlayacak ve onu nasıl anlatacak?[21]

 

İnsan, Allah'ı Aciz Bırakamaz:

 

45-46. Kötülük tuzakları kuranlar, Allah'ın kendilerini yere geçilmeyeceğinden veya kendilerine bilemeyecek­leri bir yerden azabın gelmeyeceğinden veya onlar dö­nüp dolaşırlarken Allah'ın kendilerini yakalamayaca­ğından emin mi oldular? Onlar Allah'ı âciz bırakacak değillerdir.

47. Yoksa Allah'ın kendilerini yavaş yavaş tüketerek cezalandırmayacağından (emin mi oldular) ? Şüphesiz Rabb 'in affedici ve merhamet sahibidir.

Yüce Allah bu sorulan peygamberi yalanlayıp Allah'ın vahyini in­kâr edenlere, Allah'ın azabını yalanlayanlara sormaktadır. Onları üçüncü şahıs olarak alıp sorularını yöneltmektedir. Şimdi âyetlerin analizini ya­parak genellemelere varabiliriz:

1. "Kötülük tuzakları kuranlar."

Allah'ın dinine ve onu benimseyenlere karşı her çağda, her nesilde tuzak kuranlar olmuştur. Hz. Nûh döneminden itibaren, Hz. Muham-med'e kadar bütün peygamberler ve onların yanında yer alanlar bu tu­zaklarla karşılaşmışlardır. Tuzakların ortak noktası ilâhî vahyi ve onu getiren peygamberi reddetmektir. Ama bu red, gönülde veya sözde kal­mamış, eyleme dönüşmüştür. Bu eylemler arasında peygamberi, yaşadıkları topraklardan, ülke­den çıkarıp hicrete zorlamak, öldürmeye teşebbüs etmek veya öldürmek, alaya almak, hakaret etmek de bulunmaktadır.

Muhammed Esed'in "kötülük tuzaklarına", "şer düzen" demesi manidardır. Çünkü kötülük tuzakları zamanımızda kılık değiştirmiş, ge­lecekte de değiştirecektir. Artık kötülük tuzakları müesseseleşmiş, Al­lah'ı yok sayan felsefelere ve ahlâk anlayışlarına, kitlelerin fakirliğinin istismar edilmesi ile para tuzaklarına dönüşmüştür. Uluslararası ekono­mik, mâlî dengelerle oynayarak mideden kafa ve gönlü elde etme metodlarına dönüşmüştür. İnkâr ederek değil de yozlaşmış, aslı olmayan hurafe din anlayışı ile tuzaklar kurmaya dönüşmüştür. Kimi zaman be­denlere mermi sıkarak değil de beyin ve gönüllere saldırarak tuzak ku­rulmaktadır. Artık öylesine şer tuzaklar kuruluyor ki, şeytanla anlaşarak insanları Allah ile aldatma metoduna başvurulmaktadır.

İşte bu "şer tuzakların" pençesinde dünya gençliği düşünemez ol­muş, bırakın düşünmeyi canını kurtaramaz hale gelmiştir. İşte bu tuzak­lardan kurtulma çareleri aranırken uğraşılar, emekler hep bu gereksiz yerlere harcanmakta ve böylece insanlığın ilerlemesi, gelişmesi ve insan­laşması geri kalmaktadır. İnsan, insan olarak doğuyor ama, insan olarak ölememektedir.

2. "Kötülük tuzakları kuranlar Allah'ın, kendilerini yere geçirmeyeceğinden veya kendilerine bilemeyecekleri bir yerden azabın gelmeyeceğinden emin mi oldular?"

Allah'ın vahyine ve peygamberine karşı tuzak kuranlar, Allah'sız felsefe ve ahlâk düzeni tesis edenlerin işini Yüce Allah ele almakta, onlara iki şekilde muamele yapacağına işaret etmektedir.

a) Yerin dibine geçirmek

Bunun canlı örneği Karun'un yerin dibine geçirilmesidir (Kasas 28/81).

b) Farkına varmadan azabın gelmesi'Âd, Semûd ve Lût kavimlerinin helak olması da buna örnek veri­lebilir. Bilmeyecekleri bir yerden ve her an bu azap, bu tip tuzakları ku­ranlara gelmiş, geliyor ve gelecektir.

Bunun anlamı şudur: Yüce Allah, geçmişte olduğu gibi gelecekte de iyiyi, güzeli, hakkı ve doğruyu müdafaa etmiş ve edecektir. Bu müda­faasını öncelikle dini ile yapacak, ama çarenin tükendiği yerde çeşitli şekillerde şer tuzakları kuranlara azap ederek gerçekleştirecektir.

Demek ki Yüce Allah, kötülük tuzaklarını kuranların tuzağına kendilerini düşürmektedir: "Hatırla ki, kâfirler seni tutup bağlamaları veya öl­dürmeleri yahut seni yurdundan çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı. Allah da onlara tuzak kuruyordu. Çünkü Allah tuzak kuranların en iyisi-dir" (Enfâl 8/30).

Yüce Allah "emin mi oldular?" buyururken, mü'minlere güven vermekte, kâfirlere tehdit, müminlere de güven vererek dinini koruyaca­ğını vurgulamaktadır. Ancak onlara, tarihsel olgulardan istifade etme fırsatını da vermektedir.

3. "Veya onlar dönüp dolaşırlarken Allah'ın kendilerini yakalamayacağından emin mi oldular? Onlar Allah'ı âciz bırakacak değillerdir."

Öyle anlaşılıyor ki bu âyet ile Âl-i İmrân 196. âyetin ne demek is-tediğini daha rahat anlıyabiliriz: "İnkarcıların (refah içinde) diyar diyar dolaşması, sakın seni aldatmasın."

Her iki âyette geçen tekallüb kelimesi "dönüp dolaşmak" an­lamına gelmektedir. kallebe kökünden türeyen bu kelimenin açıklaması Âl-i İmrân 196'da yapılmıştır. Özetle bu kelime "dönmek" ('Ankebût 29/21); "kurmak" (Tevbe 9/48); "ters çevirmek" (Hacc 22/11); "elleri oğuşturmak" (Kehf 18/42); "yer değiştirmek" (Nûr 24/44); "gerisin geri dönmek" (Âl-i İmrân 3/144); "devrimle devrilmek" (Şu'arâ 26/227); "akıbet" (Kehf 18/36); "dolaşmak" (Âl-i İmrân 3/196; Mü'min 40/4) manalarına gelmektedir. Netice olarak diyebiliriz ki, Hz. Peygambere ve Allah'ın vahyine tuzak kuranlar, ülke ülke, diyar diyar zevk içinde dolaşıyorlardı. Yüce Allah, onların bu dolaşması anında yakalayacağını, yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 46'da buyurmaktadır. Diyar diyar dolaşmaları, onları cezalandırmaya mani değildir. Bundan emin olamazlar. Çünkü onlar Allah'ı âciz bırakacak güçte değillerdir. Yüce Allah ceza vermeyi takdir edince, onu hiç kimse durduramaz; cezayı tatbikata koyunca da mağlub edilemez.

4. "Yoksa Allah'ın kendilerini yavaş yavaş tüke­terek cezalandırmayacağından (emin mi oldular)?"

Âyetin bu kısmında geçen tehavvüf kelimesi, "tedricen a-zaltmak, yavaş yavaş tüketmek, derece derece noksanlaştırmak" anlamı­na gelmektedir. Toplumsal manada "içten içe çürütmek, ahlâkî değerle­rin yok olup gitmesi" anlamını da ifade etmektedir.[22]

Bu manadan hareket ederek, "toplumsal gücün gitmesi, mutlulu­ğun, ihtişamın yok olması" manasını çıkarabiliriz. Kelimenin kök anlamı "korku" olduğuna göre, dünyaya gücü ile hükmederken, giderek gücünü kaybedip korkar hale dönüşmesi demektir. Özel manada; Hz. Peygam­ber'i yurdundan çıkaran, diyar diyar dolaşacak kadar sosyal ve ekono­mik güce sahip olanlar yavaş yavaş bu güçlerini kaybettiler, daha sonra da korkar hale geldiler.

Âyetteki  tehavvüf kelimesine en güzel manayı Enfâl 46'da yer alan ve tezhebe rîhuküm "kuvvetiniz gider" ifadesiyle verebiliriz. Dolayısıyla söz konusu kelimenin "sosyal, ekonomik ve si­yâsî gücün kaybolması" anlamına geldiğini söyleyebiliriz.

Allah'ın vahyine ve peygamberine karşı kurulan tuzaklar geri tepe­rek kendi güçlerini kemiren fareler haline gelmiştir ve gelmektedir. Bu bağlamda konuya bakarsak, bazen Allah azabı ansız verirken bazen de yavaş yavaş çürüterek, yıkarak, yok ederek verir. Azabın bu şekilde ve­rilmesi de bir azap niteliği taşımaktadır. Sosyal, ekonomik ve siyâsî gü­cün altından yavaş yavaş kaydığını hissetmek, görmek ve çare bulama-mak da bir azaptır. Özel manada Hz. Peygamber dönemindeki müşrik ve kâfirlere aynı azap metodu uygulanmıştır. Aynı metod günümüzün ve geleceğin toplumlarına da uygulanmakta ve uygulanacaktır. Böyle bir metodla Yüce Allah, onları da yok edeceğinden garantide/emin olmala­rını istemiyor.

5. "Şüphesiz Rabbin affedici ve merhamet sahi­bidir."   

Âyetin sonundaki "affedici" ve "merhamet sahibi olma" sıfatları manidardır. Allah'ın vahyine ve peygamberine karşı kötülük tuzakları, şer düzenleri kuranlara bir kurtuluş, bir çıkış kapısı sunulmaktadır. Bu tuzak ve hilelerinden vazgeçip tövbe ettikleri takdirde affolacakları. Al­lah'ın onlara merhamet ile muamele edeceği söylenmektedir.

Âyetin bu kısmı pişmanlık yasasını ifade etmektedir. Yüce Allah bu tip insanlar için genel af ilan etmektedir. Bu demektir ki, Yüce Allah onlara af ve merhamet sıfatı gereği bir çıkış kapısı sunmakta ve bir fırsat tanımaktadır. Durumlarını ve alacakları cezalarını tam anlamı ile oku­duktan sonra onlardan köklü bir değişim beklenmektedir.[23]

 

Keşke İnsan Gözlem Yapabilse:

 

48.Kâfirler Allah'ın yarattığı nesneleri görmüyorlar mı? Onların gölgeleri (Allah'ın iradesine) boyun eğe­rek bir sağa bir sola dönüp Allah için saygı ve ta 'zimle yere kapanmaktadırlar.

49.Göklerde bulunanlar, yerdeki canlılar ve bütün me­lekler, büyüklük taslamadan Allah'a secde ederler.

50.Onlar, üstlerindeki Rabblerinden korkarlar ve ken­dilerine ne emrolunursa onu yaparlar.

Bu âyetler, Allah'ın dinine ve peygamberine tuzak kuranların kök­lü değişimi gerçekleştirmeleri için onlara yaratıklar aleminden tabiattan örneklerle bir ders vermektedir.

1. "Kâfirler, Allah'ın yarattığı nesneleri görmüyorlar mı?"

Âyette geçen U mâ harfini, "şey, nesne" manasına almayı uygun bulduk. Buradaki nesne ya da şeyler bizim cansız varlık dediğimiz şeyler ve bitkiler âlemi de olabilir. Yalnız Yüce Allah kâfirlerden, tabiatı göz­lemelerini istemektedir. Bu gözlemle nelerin farkına varacakları ve nele­ri çıkartacaklarını da söylemektedir.

2. "Onların gölgeleri (Allah'ın iradesine) boyun eğerek bir sağa bir sola* dönüp Allah için say­gı ve ta'zimle yere kapanmaktadırlar."

Âyetin bu kısmından bitkiler âleminin nasıl ibadet ettiğini anlıyoruz. Kâfirlerin de bunu tabiatta görüp anlamaları gerekiyor. Aksi taktirde gönüllerindeki inkârı atıp imana geçmeleri imkansızdır.

Âyetin bu kısmında geçen yetefeyyeü kelimesi el-fey'den

türemiştir. Güneşin gölgeyi yok ettikten sonra tekrar geri gelmesi için bu kelime kullanılır. Müslüman olmayanların mallarından müslümanların eline geçen şeylere fey' denir. Malların müslümanlara dönmesinden do­layı böyle ifade edilmektedir.

 

Fey' Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:

 

1) Gelmek

"Eğer müminlerden iki gurup birbiriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şayet birisi ötekine saldırırsa, Allah'ın emrine gelin­ceye kadar, saldıran tarafla savaşın" (Hucurât 49/9). Buradaki "gelmek" "Allah'ın emrine gelmek" anlamındadır.

2) Dönmek

"Kadınlarına yak­laşmamaya yemin edenler dört ay beklerler. Eğer kadınlara dönerlerse şüphe­siz Allah çok bağışlayan ve merhamet sahibidir" (Bakara 2/226). Buradaki ilgili kelime, "kocanın karısına dönmesini" ifade etmektedir.

3) Bahşetmek

"Ey peygamber! Mehirlerini verdiğin eşlerini ve Allah'ın sana bahşettiği... eşlerini sana helal kıldık" (Ahzâb 33/50). Buradaki fey', "Allah'ın sunduğu, verdiği, bahşettiği şey" demektir. Haşr 6'da da "vermek, bahşetmek" anlamına gelmektedir.

4) Sağa sola dönüp devinmek

Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 48'de bu anlama gelmektedir.

Âyette yaratıkların gölgelerinin sağdan sola doğru döndüğü söylen­mektedir. Sağdan başlamasının sebebi, Güneş'in sağdan doğup sola doğru, yani batıya doğru gitmesi, gölgenin de onun hareketini takip etmesidir.

Biz buradaki gölgeye farklı bir açılım getirmek istiyoruz: Yaratıl­mış olan cansız ve canlı cisimlerin gölgesinden kasıt, o cisimlerin veya eşyanın atomlarının çekirdeği etrafında dönen elektronlardır. Ka'be'nin etrafını tavaf etmemiz gibi elektronlar da çekirdeğin etrafında dönmek­tedirler. İşte bu ibadete "tesbîh" denmektedir. Sağa sola dönüp devinme­lerinin anlamını bu şekilde vermek daha doğru olacaktır. Bu varlıklar, bu şekilde hareket etmek zorundadırlar. Allah onlara kaderde bu görevi vermiştir. Bu görevin dışına çıkamazlar. Tek Allah'a inanmak da aklın gerekleri arasına konmuştur.

Bütün varlıklar bu hareketleri ile Allah'a secde ederler. Buradaki secdenin anlamı "verilen görevi saygı ile yerine getirme"leridir. Allah'ın emrine teslim olmak da "boyun eğmek" demektir.

Âyette geçen ve hüm dâhırûn ifadesi "zelil olarak, ken­dilerini küçük görerek, önemsemeyerek" anlamını ifade etmektedir. İn­sanın secde etmesi ile cisimlerin, eşyanın ve diğer varlıkların secde et­mesinin farkı vardır. Yüce Allah, dine ve ona sahip çıkanlara karşı tuzak ve hile kuranlara, tabiatın işleyişini, Allah'ın emrine boyun eğişini göz­leyip kendilerine çeki düzen vermelerini önermektedir. Yüce Allah, in­sanın tabiattan Allah'a, oradan kendisine yönelerek ne yaptığını ve ne yapması gerektiğini anlamasını istemektedir. Tabiatta her şey kendi ya­pısına göre görevini yerine getirirken, bazı insanlar bu görevi yerine ge­tirmemek için isyan etmektedir.

3. "Göklerde bulunanlar, yerdeki canlılar ve bütün melekler, büyüklük tas­lamadan Allah'a secde ederler."

Göklerde meleklerin dışında varlıklar olduğunu bu âyetten anlıyoruz. Yerdeki canlılar ve melekler Allah'a secde ederken müşterek özellikleri, "kibretmemeleri, yüksünmemeleri, İblis gibi kibre kapılma-maları"dır.

Bir önceki âyeti de dikkate alırsak bütün varlıklar, canlı cansız hepsi Allah'a secde etmektedir, demektir (Rahman 55/6; Ra'd 13/15).

4. "Onlar  üstlerindeki Rabblerinden korkarlar ve kendilerine ne emrolunursa onu yaparlar."

Göklerdekilerle yerdeki canlılar ve melekler de Allah'tan korktuk­ları için, emrolunanı bihakkın yerine getirirler. Yüce Allah onların psi­kolojisinin analizini yaparak ibadetlerini anlatmaktadır. Aynı psikolojiyi insan da paylaşsaydı ilâhî vahye ve peygambere kötülük tuzakları kurmazlardı.

Âyetteki fevk "üst" kavramından, Allah'ın varlıklardan yüce olduğunu anlıyoruz. Yoksa bundan maksat bir mekan nisbeti değildir.[24]

 

Ders Tevhid İnancına Yöneliktir:

 

 51. Allah buyurdu ki: "İki tanrı edinmeyin! O ancak bir Tanrıdır. O halde yalnız benden korkun!"

52. Göklerde ve yerde ne varsa, O'nundur, din de yal­nız O'nundur. O halde Allah'tan başkasından mı kor­kuyorsunuz?

53. Nimet olarak size ulaşan ne varsa, Allah'tandır. Sonra size bir zarar dokunduğu zaman yalnız O'na yal­varırsınız.

54. Sonra da sizden o zararı giderdiğinde, içinizden bir grup hemen Rabblerine ortak koşarlar.

55. Kendilerine verdiklerimize karşılık nankörlük etme­leri için. O halde bir süre daha faydalanın, fakat yakın­da hakikati bileceksiniz.

Az önce yorumunu yaptığımız Nahl 48-50. âyetlerinde Yüce Allah tabiattaki canlı cansız varlıkların Allah'ın emrini nasıl yerine getirip itaat ettiklerini, ibadetlerini yerine getirdiklerini açıkladı. Bu açıklama, kâfir­lere yönelikti ve onların tabiatı gözleyip oradan 51. âyetteki tevhîd inan­cına ulaşmalarına yönelik yapılmıştı.

1. "Allah buyurdu ki: İki tanrı edinme­yin."       '"

Aslında insanlar Allah'ın dışında pek çok tanrı edinmişlerdir. Ama Yüce Allah birin çoğaltılmaması için bu ifadeye yer vermektedir. Bıra­kınız daha çoğunu ikiye bile müsaade edilmemektedir. "İki" ifadesinin iki kere tekrar edilmemesinin sebebini Râzî, iki ilaha inanmanın akıl katında çirkinliğini ifade etmeye bağlamaktadır.

Allah'tan başka ikinci bir tanrı edinirsek ne olur? Bunun cevabını Enbiyâ 22. âyetle verebiliriz: "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök kesinlikle bozulup gider­di." Bunun anlamı şudur: Tek tanrının dışında başka tanrılar olsaydı kâi­natın maddî ve manevî dengeleri alt-üst olurdu. Birisi bir işin yapılması­nı, diğeri de yapılmamasını emredecekti.

"Tek tanrılık" fikri, beşerî âleme "tek liderlik" olarak yansımıştır. Hiçbir toplum iki başkanla idare edilmemiştir. Her idarî sistemde mutla­ka tek başkan vardır. Bir toplumu iki kral, iki padişah, iki reisicumhur idare etmemiştir. Hayvanlar alemindeki idarî sistem de böyledir. Aynı sistem kâinatın idaresinde de yer almaktadır. Kâinatın iki veya daha faz­la idarecisi olsaydı düzen bozulur ve idâri sistem yürümezdi.

2.  "O, ancak bir tanrıdır. O halde yalnız benden korkun."

Kâinatın ve içindekilerin tek yaratıcısı ve tek idare edeni vardır. O aynı zamanda kâinatın tek hakimi ve tek sahibidir.

a)"Çünkü göklerde ve yerde var olan her kim varsa hepsi O'nundur" (Enbiyâ 21/19).

b)"Göklerde ve yerde var olan her şey O'nundur"'(Nahl 16/52).'

c)"Arş'm sahibi olan Allah, onların nitelendirmelerinden   uzaktır"  (Enbiyâ 21/22). Yani O, mutlak hükümranlık tahtının efendisi, O sınırsız kudret ve yücelik sahibi Allah, insanların tanımlama ve tasvir yoluyla kendisine yakıştırdığı her şeyin ötesinde, her şeyin üstündedir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 51. âyetin sonu şu emirle gelmiştir: Ojiijü ^l!u "O halde yalnız benden korkun." Âlimler rahibe kökünden türeyen ferhebûn emrini, "yalnız benden korkun" diye tercüme etmişlerdir. Bize göre bu kelime Allah ile ilgili kullanılınca, "kemâl üzere Allah'a kulluk etmek" anlamına gelmektedir (Lisânu'1-Arab, rahibe maddesi). O zaman yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 51 'e döner ve şu manayı verebiliriz: "O halde, yalnız bana kulluk edin."

Bu anlam âyetin birinci bölümündeki tek tanrı fikrine ya da inan­cına da uygun düşmektedir. Ferhebûn emri sadece "tapınma" değil de "bütün olgunluğu ile her emri yerine getirerek ve asla şirk koşmamak şeklinde Allah'a kulluk etme"yi ifade etmektedir. Bu kulluğun içinde hem korku hem de sevgi vardır.

3. "Göklerde ve yerde ne varsa, O'nundur. Din de yalnız O'nundur. O halde Allah'tan başkasından mı korkuyorsunuz?"

a) Bu âyet önce dış âlemin sahibini açıklıyor. Kâinatı yaratan, aynı zamanda onun sahibidir. Yaratılan, yaradana aittir.

b) Din de yalnız O'nundur.

Bu ifadenin Kur'ân'da yer almasından anlıyoruz ki, başkalarının din koyabileceğini söyleyen veya ona inananlar vardır. Dinin başka kay­naklardan gelebileceğine inananlar, Allah'tan başkasına tapınmışlardır.

Meselâ, bazıları İslam dininin iki kaynağı, hatta dört kaynağı olduğunu söylerler. Bazıları Hz. Peygamber'in sünnetini dinin kay­nağı olarak görmektedir. Bu insanlar "din" ile "delili" karıştırmak­tadırlar. Delilimiz dörttür ama dinimiz ve onun kaynağı tektir.

Kur'ân hem delil hem de dinin kaynağıdır. Sünnet, icmâ' ve ictihâd sadece delildir. Dini sadece Allah koyar ve din sadece O'na aittir. Yüce Allah'ın koyduğu dine peygamber de uyacaktır. Allah'ın gönder­diği dini tebliğ etmekle görevli olan peygamber din koyamaz. Din koyan peygamber değil tanrı olur. Onun için dinin tek kaynağı olan Kur'ân ile delilleri yerli yerine koymak gerekiyor.

Yüce Allah Mâide 3'te dini/Kur'ân'ı tamamlayınca şöyle buyurdu: "Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İs­lam'ı beğendim."

Hz. Peygamber kendisine vahyedilene tâbi olmak ve onu insanlara tebliğ etmekle görevlidir. Onun din koyması veya dine bir ilâve yapması imkansızdır. Şu âyetler bunun böyle olduğunu ifade etmektedir:

i. "Onlara âyetrerimiz açık açık okunduğu zaman, bize kavuşmayı beklemeyenler: 'Ya bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu değiştir!' dediler. De ki: Onu ken­diliğimden değiştiremem, bu benim için olacak şey değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem elbette büyük günün azabından korkarım" (Yûnus 10/15).

Bu âyet bize öğretiyor ki, Hz. Peygamber Kur'ân'ı değiştiremez, yeni bir Kur'ân koyamaz. O sadece Allah'ın vahyettiğine uyar. Bunların dışında bir şey yaparsa Allah'a isyan olur. Bunun başka bir açıklaması İsrâ 73-75. âyetlerdedir:

ii. "Müşrikler, sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni neredeyse, sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan dost kabul edeceklerdi. Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten, neredeyse onlara birazcık meyledecektin. O zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırır-dık. Sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın."

Kendisine Yüce Allah'ın bu şekilde hitap ettiği bir peygamber din koyabilir mi? Dinin kaynağı o olabilir mi? Dinin sahibi olabilir mi? Al­lah tektir, dinin kaynağı da tektir. Din tapınılacak varlığın kurallarıdır, tapmanın değil.

Tefsirini yapmakta olduğumuz âyetin bu kısmında geçen vâsıb kelimesi, vesabe fiilinden türemiştir ve "devamlı oluşum, süreklilik" ifade etmektedir; "uçsuz bucaksız" manasına da gelmektedir. "Hastalığı devamlı olan"a da vâsıb denmektedir.

Kur'ân'da Sâffât sûresinin 9. âyetinde ardı arkası kesilmeyen azap ifade edilirken vâsıb kelimesi kullanılmaktadır: "Kovulup atılırlar. Ve onlar için sürekli bir azap vardır."

Şimdi vâsıb kelimesini dikkate alarak "din" kelimesine mana ve­rebiliriz. Süreklilik kelimesi ile din kelimesi bir araya gelince bu ifadeye, "dine boyun eğmek, kulluk etmek, tapınmak" manası verilebilir. Sürekli kulluk sadece Allah'a aittir.

Din kelimesini, "din" anlamına alırsak "kalıcı ve sürekli olan din Allah'a aittir" de diyebiliriz. Yüce Allah'ın burada vurguladığı şey "di­nin kendisine ait olduğunu, bu dinin kalıcılığını, devamlılığını ve bir süreç oluşturduğunu" anlatmak olmalıdır.

c) "O halde Allah'tan başkasından mı korkuyorsunuz." Buradaki takva kelimesi, bir önceki âyette yer alan ferhebûn kelimesi­nin hemen hemen eş anlamlısıdır. Takva "Allah'a karşı tam kulluğu" ifade etmektedir. Takva "severek ve çekinerek kulluk yapma"yı ifade etmektedir. O zaman manayı, "O halde Allah'tan başkasına mı kulluk ediyorsunuz? yani tapınıyorsunuz" şeklinde verebiliriz.

Yüce Allah yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 52'de kulluğa doğru giderken bir sistem takip etmektedir. Önce kâinatın sahipliği, son­ra dinin sahipliği, ardından da kulluk edilecek varlık anlatılmaktadır. Tabiattan dine; dinden kulluğa giden bir çizgi izlenmektedir.

4. "Nimet olarak size ulaşan ne varsa, Al­lah'tandır."

Yüce Allah, kâinatın yaratıcısını, sahibini, dinin kime ait olduğunu ve kime kulluk yapılacağını anlattıktan sonra, insanların sahip oldukları nimetin nereden geldiğini, o nimetin kaynağında kimin olduğunu da a-çıklamaktadır.

Şimdi insanların sahip oldukları nimetlere genel manada bakabili­riz: Varolmak, akıl ve irâde sahibi olmak, hayatını sürdüreceği maddî bir ortama sahip olmak, düşünebilmek, sağlıklı olmak bu nimetlerin en ba­şında gelenleridir.

Bu nimetlerin kaynağında Allah'ın olduğunu bilmek ve ona inan­mak erdemli olmanın olmazsa olmazını teşkil etmektedir. Din eğitimin­de sahip olunan nimetlerin kaynağını tesbit etmek ve tesbit edecek şekil­de insanları düşündürmek bir amaç olmalıdır. Önündeki tabaktaki nimetin nereden geldiğini kestiremeyen insana tevhîd inancını anlatmak zordur.

Bu âyet aslında İbrahim 34'ün devamı durumundadır: "O size istediğiniz her şeyden verdi. Al­lah'ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız."

Yaratan, Allah olduğuna göre, yarattığı insanın temel ihtiyaçları ile ikinci derecedeki ihtiyaçlarını bilmekte ve bu ihtiyaçlarını karşılamakta­dır. Bu açıklaması ile Yüce Allah nimetlerden tevhîd inancına gitmek metodunu kullanmaktadır.

5. "Sonra size bir zarar dokunduğu zaman da yalnız O'na yalvarır­sınız. Sonra da sizden o zararı giderdiğinde, içinizden bir grup hemen Rabblerine ortak koşarlar." Âyetin bu bölümü ile birinci bölümü «ırasında sanki bir kopukluk vardır. Nimetler Allah'tan geliyor ama insan Allah'a karşı nankörlük ediyor. "İnsana nimet verdiğimiz zaman yüz çevirip yan çizer" (İsrâ 17/83).

İşte yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 53. âyetin birinci bölümü ile bu bölüm arasına İsrâ 83'ü koymak gerekiyor. Nimeti Allah veriyor, insan nankörlük edip yüz çevirip yan çiziyor, sonra bir zarar dokununca yalnız O'na yalvarıyor. İnsanlar Allah'ın nimetlerinden istifade ederler, sonra O'na nankörlük edip şirk koşarlar. Kendilerine bir bela, bir sıkıntı dokununca da şirki bırakıp sadece O'ndan yardım dilemek için dua ederler.

"Denizde başınıza bir musibet geldiğinde, O'ndan başka bütün yalvardıklarınız kaybolup gider. O sizi kurtarıp karaya çıkardığında, dönersiniz. İnsanoğlu çok nankördür" (İsrâ 17/67).

Yüce Allah burada çok ince bir psikolojik analiz yapmaktadır. Sıkıntılar insanı tevhîd inancına itmektedir. İnsan rahat içinde olduğunda tek tanrı inancından sapmaktadır.

İşte bu durum, İsrâ sûresinin bu âyetinde net görülmektedir. Yûnus 12'de de aynı psikolojik analiz yapılmaktadır, "İnsana bir zarar dokununca ayakta, otururken veya yatarken bu zararı gidermesi için Allah'a yalvarır. Biz onun zararını giderince daha önce kendisine dokunan sıkıntıdan dolayı bize yalvarmamış gibi hareket edip çekip gider." Sıkıntıda tek tanrıya yalvarmak, sonra sıkıntı gidince öncesini hiç hatırlamamak bazı insanların psikolojisini ortaya koymaktadır.

Nahl 53. âyetin sonunda yer alan 'tec'erûn kelimesi, ce'era fiilinden türemiştir. Tec'erûn kelimesinin geldiği kalıbın mazisi de aynıdır. Kök fiilin anlamı, "sapmak, himaye ve yardım istemek, zulmetmek"; "yol" ile kullanılınca "yol göstermemek"; "bitki uzamak, kurtarmak, himaye etmek" demektir. "Yolun doğrusu Allah'ındır. Yolun eğrisi de vardır" (Nahİ 16/9). Bu âyette söz konusu kelime câir kalıbında "yan­lış yol" için kullanılmaktadır.

Râzî bu kelimenin manasını "ineğin bağırırken çıkardığı ses, böğürtü" şeklinde belirtmiş, buradan hareketle "insanın Allah'ın yardımını korumasını istemek için yaptığı duada çıkardığı ses" yorumunu getirmiştir.

Netice olarak diyebiliriz ki, insan sıkıntı, bela ve problemler içinde yüzerken Allah'tan bütün kalbi ile böğürürcesine dua edip yardım diler. Yüce Allah ona yardım edip beladan kurtardıktan sonra sanki O'ndan hiç aman dilememiş gibi geçip gider ve O'na eş koşar.

Yüce Allah bu âyetleri ile onlara sitem etmekte ve sanki "neden böyle yapıyorsunuz?", "neden farklı tavırlar takınıyorsunuz" diye söylemektedir.

6. "Kendilerine verdiklerimize karşılık nankörlük etmeleri için." Yüce Allah yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 55. âyette, 53 ve 54. âyetteki insanın sergilediği davranışın sebebini belirlemektedir. Böyle yapmalarını, Yüce Allah'ın onlara verdiği nimetlere nankörlük yapmalarına bağlamaktadır.

Demek ki, nankörlük psikolojisinin meydana getirdiği davranış, sıkıntılı anlarda tek tanrı, rahatlık anında çok tanrı edinmektir. Bu insanların düşünce, inanış ve davranışlarında istikrar yoktur.

7. "O halde bir süre daha faydalanın, fakat ya­kında hakikati bileceksiniz." Buradaki "faydalanmak", "eğlenin, avunup durun" demektir. Yakında başınıza gelecek azap ile davranışlarınızın yanlışlığını anlayacak, hakikatin farkına varacak ve bileceksiniz. Ceza gelmeden onu anlayıp davranışlarına yön vermek en doğrusudur.

Netice olarak diyebiliriz ki, Yüce Allah bütün insanlara ders verirken müminleri öne almakta, hem iman edecek hem de nankör olacak şekilde dav­ranışın bir insanda bulunmasının yanlışlığını anlatmaktadır. Nimetin kıymeti­ni bilmek, mümin olmanın olmazsa olmazını teşkil etmektedir. [25]

 

Cahiliye Döneminde Kız Çocuklarına Takınılan Tavır:

 

56. Kendilerine verdiğimiz nzıktan ne olduğunu bilme­dikleri tanrılarına pay ayırırlar. Allah 'a yemin olsun ki, uydurup durduğunuz şeylerden, mutlaka sorguya çeki­leceksiniz

57.Onlar, kızların Allah'a ait olduğunu iddia ediyor­lar. Hâşâ! Allah bundan uzaktır. Beğendikleri de kendi­lerinin oluyor.

58.Onlardan birine kızı olduğu müjdelendiği zaman, öfkesini yutkunarak yüzü kapkara olur.

59.Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir. Onu, aşağılık duygusu içinde ya­nında mı tutsun, yoksa toprağa mı gömsün! Bakın ki verdikleri hüküm ne kadar kötüdür!

60. Kötü sıfat, âhirete inanmayanlar içindir. En yüce sıfatlar ise Allah 'a aittir. Çünkü O, mülkünde galip ve hikmet sahibidir.

Bu âyetler, insanlık tarihinin en karanlık günlerini, câhiliyet yaşan­tısının bir boyutunu ele almaktadır. Erkeğin kadını aşağılaması, onu var­lık olarak görmemesi, ayıp kabul etmesi ve ona zulmü layık görmesi bu karanlık günleri yeterince anlatmaktadır. Şimdi bu âyetlerin analizini yaparak insanlık adına çıkaracağımız neticeleri görebiliriz:

1. "Kendilerine verdiğimiz rızıktan ne olduğunu bilmedikleri tanrılarına pay ayırırlar."

Âyetin bu kısmı, Mâide 103 ile En'âm 136. âyetin devamı duru­mundadır. Cahiliye döneminde bazı Araplar şirki, Allah'tan başka tanrı­lara tapınmayı farklı biçimde gösterirlerdi.

a) "Allah bahîra, sâibe, vesîle ve hâm diye bir şeyi meşru kılmamıştır. Fakat kâfirler, yalan yere Allah'a iftira etmektedirler ve onların çoğunun da kafaları çalışmaz" (Mâide 5/103).

İslam öncesi Araplar bazı hayvanların kesimini yasaklamıştı. On­ları tanrılara adamak için böyle yaparlardı. Bu hayvanları sayılarına, cinsiyetlerine ve soylarına göre seçip tesbit ederlerdi. Bu hayvanlar, bâtıl inançlarla işaretlenmiş, insanların istifadesinden alıkonmuş ve tanrılara adanmış hayvan türleri idi.

İşte yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 56'daki verilen rızıktan sahte tanrılara ayrılan "pay" bu âyetle cevaplandırılabilir.

b) "Allah'ın yarattığı ekinlerle hayvanlardan Allah'a pay ayırıp zanlarınca, bu Allah'a, bu or­taklarımıza (putlarımıza) dediler. Ortakları için ayrılan Allah'a ulaşmıyor, fakat Allah için ayrılan ortaklarına ulaşıyor! Ne kötü hüküm veriyorlar" (En'âm 6/136). Görüldüğü gibi bu âyette de müşriklerin, ekin ve hayvanlardan hem Allah'a hem de sahte tanrılarına pay ayırdıklarına dikkat çekilmek­tedir. Bu konuda detaylı bilgi için Mâide 103 ile En'âm 136. âyetlerin açıklamasına bakılabilir.

Burada şu soruyu sorabiliriz: İnsanlara Allah'ın verdiği nimetten, ne olduğunu bilmedikleri sahte tanrılarına ayırdıkları pay sadece hayvan ve ekin türünden olan şeyler midir? Bu soruyu şu şekilde cevaplandırabi­liriz:

c) Nefsini tanrı edinen de (Câsiye 45/23) Yüce Allah'ın ona bah­şettiği akıl gibi bir nimetten ona bir pay ayırmaktadır. Nefis denen tanrı­ya aklımızın, imanımızın, amellerimizin paylarını vermiyor muyuz? Za­ten hayvan ve ekinden sahte tanrılara verilen payı önce içimizde kararlaştırıyor, ondan sonra veriyoruz.

d) İnsan insanı tanrı ediniyor ve onlara tapanlar da mallarını onla­rın uğruna harcıyor. Böyleleri, Allah uğruna verdiğinden daha çok insan olan tanrı uğruna vermektedirler. Geçmişte böyle idi, şimdi de böyle olmakta, galiba insanlık bu insan denen sahte tanrılardan hiç kurtulama­yacak.

İnsanlar, Allah'ın onlara verdiği varlık, yani hayat gibi nimetlerini sahte tanrı edindikleri Marksizm gibi ideolojilerin uğruna vermediler mi? O ideolojileri yaymak için zaman ve mal gibi nimetlerini harcamadı­lar mı? O insan denen sahte tanrıların ideolojisi uğruna can alıp can vermediler mi? İşte yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 56'da nasîb, yani "pay" kelimesini bu şekilde açıklayabiliriz.

Şimdi Mâide 103, En'âm 136 ve yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 56. âyetleri bir araya getirip şu ifadelere dikkat çekebiliriz: Mâide 103 şu ifade ile bitiyor:  "Çoğunun kafası çalışmaz", yani akıllarını kullanmazlar; En'âm 136'da "Ne kötü hüküm veriyorlar"; Nahl 56'da da "gerçeği bilmemeleri". Bu üç âyette "akıl", "bilgi" ve "hüküm vermek" bir araya gelmektedir.

Bu şekilde şirk koşmanın altında yatan nedenleri Yüce Alah bu şe­kilde tesbit etmektedir. Şirkin olduğu yerde akıl, bilgi ve doğru hüküm yoktur. İnsan şirk koşarken bu değerleri onun uğruna kurban ediyor de­mektir. Akıl, bilgi ve doğru hüküm verme yeteneğini sahte tanrılara kur­ban ettiği için şirk zulüm olmaktadır.

"Ne olduğunu bilmedikleri" ifadesi ile, onların bilinçsiz bir şekilde tapındıkları anlatılmaktadır. Başka bir anlatımla, gerçek olan Allah'ın verdiği nimetlerle sahte tanrılara ibadet etmektedirler. Nimeti veren Al­lah'tan alıp, rızık veremeyen sahte tanrılara vermek kadar akla ters düşe­cek işler yapıyorlardı. Günümüzde bu uygulamalar şekil değiştirerek devam etmektedir. Düşünme gücünü, aklı Allah'tan alıp O'nun aleyhine kullanan insanlar yok mudur?

2."Allah'a yemin olsun ki, uydurup dur­duğunuz şeylerden, mutlaka sorguya

çekileceksiniz."

Allah'ın verdiği rızıktan sahte tanrılara pay ayırmak bir iftiradır, uydurma bir hükümdür. Yüce Allah kendi kendine yemin ederek, bu iftirayı yapanları sorgulayacağını söylemektedir. A'râf 6. âyete göre, herkes sorguya çekilecektir ama, bunlar özellikle iftiralarından, uydurma tanrılara taptıklarından dolayı da sorguya çekileceklerdir. Aynı zamanda bu âyet Hicr 92-93. âyetlerin devamı durumundadır.

Sahte tanrılar edinip onlara Allah'ın rızkından pay ayırmak dini a-lana girip uydurma görüşler ortaya atmak demektir. Sorgulamanın ne zaman yapılacağı konusundaki tartışmaya girmeden bunun âhirette ola­cağını söylemekle yetinmek istiyoruz.

3. "Onlar, kızların Allah'a ait olduğunu iddia ediyorlar. Hâşâ! Allah bundan uzaktır. Beğendikleri de kendilerinin oluyor."

Yüce Allah, onların kızları istemediklerinden dolayı kendisine verdiklerini, buna rağmen çok sevdikleri erkekleri kendilerine aldıklarını söyleyerek sosyal bir olgunun altında yatan psikolojik sebebe dikkat çekmektedir. Ailede kız çocuğunun doğmasını ayıp kabul etme şeklin­deki Arap gelenekleri kuytu yerlerde yaşayan mikroplar gibi için için insanlıkta yaşamaktadır. Yüce Allah onların bu uydurmasından, iftirasından münezzeh ol­duğunu, yani uzak olduğunu da bu âyette anlatmaktadır. "Münezzeh" ya da "uzak olmak" anlamına gelen sübhân kelimesi tevhîd inancının temel direklerinden birini teşkil etmektedir. Yüce Allah'ı noksan sıfatlardan uzak tutmak, onu beşerî sıfatlar seviyesine indirgememek tevhîd inancı­nın bir ilkesidir. Kızları Allah'a verip erkekleri kendilerine almaları bu ilkeyi yaralamakta, hatta ortadan kaldırmaktadır.

"Cinleri Allah'a ortak koştular. Oysa onları da Allah yaratmıştı. Bilgi­sizce O'na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Hâşâ! O, onların ileri sürdüğü vasıflardan uzak ve yücedir" (En'âm 6/100).

Müşrikler bu isnadı bilgisizce yaptılar. Bu iftiralarının sebebi ce­haletleri olmuştur.

Arapların amcaoğullan olan İsrâiloğulları da Hz. Üzeyir'i ve Hz. îsâ'yı Allah'ın oğlu demişti. Araplar da melekleri ve kızları Allah'a isnad ederek O'nun kızı olduklarını söylemişlerdir. Dahası Yahudi ve Hıristiyanlar kendilerini Allah'ın oğulları olduğunu iddia ettiler (Mâide 5/18).

Yüce Allah bunları bize anlatırken, geçmiş insanların hangi mese­lelerde şirke düştükleri konusunda gelecek bütün nesilleri eğitip bilinç­lendirmektedir. İnsanların tevhîd inancı konusunda ayaklarının hangi alanda kaydığını, noksan sıfatlardan uzak olan Allah'a yakışmayan id­dialarda nasıl bulunduklarını anlatarak insanları aydınlatmaktadır.

Diğer taraftan, kızları Allah'a verip erkekleri almaları da insan o-lan bu varlıklar arasında fark/ayırım koydukları ortaya çıkmaktadır. İn­sanların "insan" kavramının kapsamı içine girmeleri nedeniyle eşit değe­re sahip oldukları gerçeğini gözardı ettiler. Yaptıkları, "insan" kavramı­na da bir hakaret oldu. Biyolojik farklılıkların manevî değer farkına yansıyamayacağını bilemediler.

4. "Onlardan birine kızı olduğu müjdelendiği zaman, öfkesin: yokunarak yüzü kapkara olur." İslam öncesi Arapların kız çocuğuna karşı takındıkları tavrı Yüce Allah en ince detayına kadar analiz etmektedir. Kendisine "kız çocuğu doğdu" diye verilen müjdeyi "kara bir haber" olarak kabul edip öfkelen­diği ve yüzünün biyolojik yapısının değişip karardığı ifade edilmektedir.

Bu durumdan şu neticeyi de çıkarabiliriz: Toplumun geleneği in­sanın psikolojik yapısını büyük çapta etkilemekte ve bu durum, yüzün ifadesinden anlaşılmaktadır. Arapların İslam öncesinde kadına karşı ta­kındıkları bu olumsuz tavır gelenek halini almış ve toplum fertlerini de­rinden etkilemiştir. Geleneğin psikolojiye, psikolojinin biyolojik oluşu­ma dönüştüğünü bu âyette görüyoruz. Çünkü kız çocuklarını aşağılama­ları kişiden öfkeye, sonra da yüzünün kapkara kesilmesi şekline dönüş­mektedir. Bunun bir anlamı da bu geleneğin, fertlerin psikolojik ve biyo­lojik dengelerini bozduğu gerçeğidir.

5. "Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir. Onu aşağılık duygusu içinde yanında mı tutsun, yoksa toprağa mı gömsün! Bakın ki verdikleri hüküm ne kadar kötüdür!"

Yüce Allah bu âyette de ilk çocuğu kız olan babanın iki çeşit dü­şünce tarzını vermektedir

a) Toplumdan kaçma düşüncesi

Kendisine müjdelenen kız çocuğunu zillet, ayıp, çirkin görmesin­den dolayı toplumun yüzüne çıkamaz olur ve köşe bucak kaçar. İşte ge­lenek onun iç yapısında utanma duygusuna dönüşür. Bu duygu harekete geçerek davranışlarına yansır ve böylece toplumdan kaçmasına sebep olur.

b) Aşağılık duygusu içinde yanında tutup büyütüp büyütemeyeceği ya da toprağa gömüp gömemeyeceği. Bu gibi konulan ve uygulamalarını kafasının içinden geçirip durur. Toplumdan kaçması anında bunların hangisini uygulayacağından başka bir şeyi düşünemez.

Kız çocuğunu ya yanında büyütecek ya da onu canlı canlı toprağa gömecekti. Kız çocuğu ayıp kabul edildiği için, ayıbı yanında büyütmüşolacaktı. İşte bütün bu hareket ve düşünceler tanrı halini almış geleneğin zorlamasından başka bir şey değildir.

"Gelenek" denen tanrı insan canı alıyor; kız çocukları ona kurban ediliyordu. Genel ilkel toplumlarda "gelenekler", hem hukukun hem de dini esasların yerini doldurdu.

Âyette geçen öy hûn kelimesi, "zillet, horluk, hakirlik, küçük düşürmek" manalarına gelmektedir. Kelimenin kök fiili olan hâne kelimesi "yumuşak ve kolay olmak, hakir ve zelil olmak, zayıf ve sakin olmak"; ehâne kalıbı da, "bir şeyi hakir görmek, küçümsemek"; hevvene kalıbı, "kolaylaştırmak, hafifletmek"; hâvene ise, "yumu­şak davranmak" manalarına gelmektedir.

 

Hevn Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:

 

1) Küçük düşürmek

"Onu imtihan edip rızkını daralt­tığında ise: 'Rabbim beni küçük düşürdü' der" (Fecr 89/16). Bu âyette ilgili kelimeye, "önemsemedi" manası da verilebilir.

2) Alçaltmak

"Allah kimi alçaltırsa, artık onu değerli kıla­cak kfmse yoktur" (Hacc 22/18). Buradaki alçaltmak, "hor ve hakir kıl­mak" demektir.

3) Tevazu ve vakar

"Rahman1 in kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler" (Furkân 25/63). Müminlerin yürüyüşündeki farklılık anlatılırken, tevazu ve vakar anlamına gelen hevn kalıbına yer verilmektedir.

4) Aşağılama

"Allah hakkında gerçek olmayan sözlerinizden dolayı, bugün aşağılanma azabı ile cezalandırıla­caksınız" (En'âm 6/93). Bu âyette ilgili kelime azapla beraber gelmiş vehûn kalıbı ile yer almıştır. Bu manada Kur'ân'in pek çok âyetinde yer almış ve azapla beraber kullanılmıştır.

5) Kolay

"Allah; 'Öyledir', dedi. Rabbin: 'O bana kolaydır. Daha önce, sen hiçbir şey değilken seni de yaratmıştım' buyurdu" (Meryem 19/9). Bu âyette ilgili kelime Jy» heyyin kalıbında kullanılmıştır.

6) Önemsememek, hafife almak

"Hem de onu tam dilinize doladığınız ve doğru bilgi sahibi olmadığınız konuda, bu Allah katında son derece önemli olduğu halde, hafife alıp ileri geri ko­nuştuğunuz zaman" (Nûr 24/15).

İslam öncesi Arap geleneğinde kız çocuklarının ve genelde kadın­ların aşağılanması, küçümsenmesi, zillet olarak kabullenilmesi vardı. Bu gelenek tannlaşmış, insanlar arasında özellikle kadın erkek ilişkilerinde büyük yer tutmuş, değiştirilmesi imkansız hale gelmişti. İşte Yüce Allah, Kur'ân ile bu konuda devrim yaparak kadına şerefli bir yer vermiş, onun uğruna âhirette sorgulama yapacağını ilan etmiştir: "Diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda" (Tekvîr 81/8-9).

Yüce Allah yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 59'da "Bakın ki, verdikleri hüküm ne kadar kötüdür!" buyurarak Arap geleneğinin kökünü kazımıştır.

Netice olarak diyebiliriz ki, Allah'ın verdiği nimetten sahte tanrıla­ra pay ayırmalarını, kızları Allah'a verip erkekleri kendilerine almaları­nı, kız çocuğu doğduğunda onu bir zillet olarak kabul edip yanında bü­yütüp büyütmeyeceğini veya onu toprağa gömüp gömmeyeceği konu­sundaki inanç, düşünce ve hükümlerini Yüce Allah kötülemekte, bu hü­kümlerin ne kadar kötü olduğunu bütün dünyaya ilan etmektedir.

Bu noktadan hareketle kadınlar konusunda Kur'ân'm gerçekleş­tirmiş olduğu devrim sebebiyledir ki, feminizm doğuda değil de batıda çıkmıştır. Çünkü Kur'ân kadın haklarını çok daha önceden savunmuş, insanlık da ona çok şerefli, çok yüksek ve çok onurlu bir yer vermiştir.

6. "Kotü sıfat, âhirete inanmayanlar içindir. En Yüce sıfatlar ise Allah'a aittir. Çünkü O, mülkünde galip ve hikmet sahibidir."

Buradaki el-mesel kelimesi, Muhammed Esed'in dediği gibi "nitelemek" anlamına gelmektedir. Zemahşerî ile Râzî mesel kelimesine "örnek, sıfat" man alan m vermişlerdir. Biz bu manaları kabul etmekle beraber başka bir açılım getirmek istiyoruz: " el-meselü'1-a'lâ "en yüce mesel" ifadesinin bir benzenin Tevbe 40'ta buluyoruz: Ve kelimetullâhi hire'l-'ülyâ Allah'ın sözü ise yücedir". Tevbe 40'taki kelime. Nafa] 60"dakı mesel kelimesi ile ifade edilmekte­dir. Allah'ın meseli, yani "Allah'ın kelimesi". "Allah'ın bilgisi, Allah'ın öğretisi" manalarına gelmektedir. Bir önceki, yani Nahl 69. âyetin sonu ile manalandırırsak, Allah'ın meseli, "Allah'ın hükmü" demek olur.

O zaman âyete şöyle mana vermemiz mümkündür: "Kötü hüküm, âhirete inanmayanlara aittir. En yüce hüküm ise Allah'a mahsustur. Çünkü O, mülkünde galip ve hikmet sahibidir."

Bu manadan hareket edersek âyette, inanan insanla inanmayan in­sanın vereceği hükmün ortaya koyacağı düşüncenin farklı olacağına işa­ret edildiğini de söyleyebiliriz.

Demek ki beyin, gönüldeki oluşumları etkilediği gibi, gönül de be­yindeki oluşumları etkilemektedir. Hele Nahl 59'daki kötü hükmü insa­na verdirenin nefis ve şeytan olduğunu söyleyebiliriz. Şirk inancı ve ka­dın hakkındaki yanlış değerlendirmenin arka planında nefis vardır. Bun­dan dolayıdır ki, beyin ile gönül arasına nefsi sokmayan insanların hükmünün doğruluğu ortaya çıkmaktadır.[26]

 

Yüce Allah Cezalandırmada Acele Etmez:

 

61. fi'ğer Allah, zulümlerinden dolayı insanları ceza­landıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat, onları belli bir süreye kadar erteler. Ecelleri geldiği zaman onlar ne bir saat geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.

Bu âyet 57-60. âyetlerin devamı ve değerlendirmesi durumundadır. İslam öncesi Arapların geleneklerine göre kız çocuklarını Allah'a verip erkekleri kendilerine almalarını, kendilerine kız çocuk müjdelendiğinde öfkelenip yüzlerinin kapkara kesilmesini, toplumdan kaçarak o kız ço­cuğunu bir ayıp olarak büyütme veya onu toprağa gömme konusunda karar verecek kadar kötü düşüncelere kapılıp toprağa gömmelerini, Yüce Allah bu âyette zulüm olarak nitelendirmektedir. Bu zulüm sebebiyle genel bir kanunu gündeme getirmektedir.

1. "Eğer Allah, zulümle­rinden dolayı insanları cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı."

İslam öncesi Araplar bu kadar zulüm yapmalarına rağmen, Yüce Allah niçin onları helak etmedi? sorusuna bir cevap olarak bu âyet gön­derilmiştir. Âyette Yüce Allah, insanlar anlamına gelen j-üül en-nâs ke­limesine yer vermiştir. Sonra da insanları, zulüm kelimesi ile bir araya getirmiştir. Burada "ağır hata yapan, büyük günah işleyen, insanlara ha-yat   hakkı   tanımayacak   kadar   ileri   giden,   şirk   koşan   insanlar" kasdedilmektedir.

Bu insanlara uygulanan temel kanun âyetin bu kısmında yer al­maktadır. Kanun şudur: "Zulüm işleyen insanları cezalandırmakta acele etmemek." Çünkü her yanlış iş yapanı, anında cezalandırmak yeryüzün­de canlı bırakmamak demektir. O zaman cezalandırmada, insanların de­ğişme ihtimalini dikkate alarak onlara mühlet vermek temel ilke olmalı­dır.

"Yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı" ifadesinden, insanlardan dolayı diğer canlıların da helak olacağını anlıyoruz. Onun içindir ki Yüce Allah, yeryüzünde yaşayan ve ağır günahlar işleyen top­lumları aynı anda helak etmemiştir. Farklı yerlerdeki toplumları farklı zamanlarda helak etmiştir. Böylece diğer canlılar da hayatta kalmıştır.

Bu uygulamadan beşerî eğitim için şu genellemeyi çıkartıyoruz: Ana-babalat, egj.timci.let suq işleyetv qocuk ve ö^cetvcüervne. ceıa. ver­mekte acele etmemelidirler. Cezadan önce öğüt, uyarı ve davranış hak­kında bilgilendirme yapılmalıdır. Bu uygulamayı Yüce Allah'ın önce insanlara öğüt vermek, uyarmak, iyi i\e kötüyü, doğru i\e yarAışı öğret­mek için vahy ve peygamber göndermesinden çıkarıyoruz. Eğer Allah, suç ve ağır günah işleyenleri hemen cezalandırıp helak etseydi, bu uygu­lama tarzını kullanmazdı.

Özel manada alırsak, İslam öncesi Arapların şirk ve kadınlara yap­tıkları zulüm hemen cezalandırılsaydı Arap milleti diye bir millet kal­mayacaktı.

2. "Fakat, onları belli bir süreye kadar erteler. Ecelleri geldiği zaman onlar

ne bir saat geri kalabilirler ne de öne geçebilirler."

Yüce Allah, toplumlara da bir ecel tayin etmiştir. Bu konuyu Yû­nus 49'da açıkladık. Toplumdaki fertlerin ve genel manada toplumun işlediği zulüm, yani işledikleri büyük hata ve günahlar üstüste yığılır, zincirleme oluşumlar meydana getirir ve geri dönüşü, tedavisi mümkün olmayacak dereceye ulaşırsa getireceği yıkımın da bir eceli vardır. YüceAllah buna ecel-i müsemmâ, "belirlenmiş, ismi konmuş, takdir edilmiş ecel" demektedir.

O vakit geldiğinde "bir an" bile ertelenmesi mümkün olmayacak­tır. Bu çöküş ne öne alınabilir ne de ertelenebilir. Demek ki toplumun çöküşünü hazırlayan sebepler kullardan, çöküş anının belirlenmesi ise Allah'tandır. "Ecele çare yoktur" tekerlemesinden hareketle diyebiliriz ki Allah'ın takdir ettiği ecel kader kavramının içinde yer almakta ve bu­na insan müdahale edememektedir.[27]

 

İnsanlar Kendi Fikirlerini Beğenirler:

 

62. "Kendilerinin hoşuna gitmeyen şeyleri Allah 'a mal ediyorlar. En güzel şeylerin kendilerine ait olduğunu dilleri ile yalan yere söylerler. Şüphesiz, onlara ateş vardır ve onlar orada terkolunacaklardır.

Âyetin analizinden varacağımız önemli neticeler vardır.

1. "Kendilerinin hoşuna gitmeyen şeyleri Al­lah'a mal ediyorlar."

Âyetin bu kısmındaki "mal etme" eylemi ile "hoşuna gitmeme" değerlendirmesini, inanmayanlar ya da müşrikler yapmaktadır. Bu insan­ların hoşuna gitmeyen şeyler nelerdir? Bu sorunun cevabını şu şekilde verebiliriz:

a) Müşriklerin, kendi tanrılarını ortadan kaldırıp tevhîd inancını getiren Kur'ân hoşlarına gitmiyordu. Kendi tanrılarına Allah'ın iktida­rından bir pay ayırmayı yasaklayan Kur'ân'ı Kerim'i hor görüyorlardı.

b) Nahl 57-58. âyetlerde belirtildiği gibi müşrikler kız çocuklarını kerih görüyorlardı. Onun için kızı Allah'a veriyor, erkekleri kendileri alıyordu.

c) Müşrikler, kâfirlerin toplumda sahip oldukları sosyal statüyü yı­kacak olan peygamberlik müessesesini hoş görmüyorlardı. Onun için peygamberleri yalanlıyor ve onlara sihirbaz, cin çarpmış ifadelerini ya­kıştırıyorlardı.

d) Müşrikler, yoldan çıkmalarını hep Allah'a mal ediyorlardı.

"Allah bana hidâyet verseydi, elbette sakınanlardan olurdum" (Zümer 39/57) diyerek sapıklıklarını Allah'a mal etmektedir.

Burada anlatılanlardan bir seçim yaparak kanunun içeriğine göre yorumlarsak, müşriklerin kerih gördükleri şeyin "İslam öncesi Arapların hoşlanmadıkları kızları Allah'a vermeleri" olduğunu söylebiliriz. Kendi beğenilerine göre hareket edip hüküm verdikleri ortaya çıkmaktadır. Demek ki onların beğenisi Allah'ın beğenisinin önüne geçmektedir.

2. "En güzel şeylerin kendilerine ait olduğunu dilleriyle yalan yere söylerler."

Kâfirlerin ya da müşriklerin güzel sonuçların kendilerine ait olma­larını söylemelerini Yüce Allah yalan olarak değerlendirmektedir. Onla­ra göre kız çocuğu zillet, kötü, utanılacak şey, erkek de güzel ve hoşlanı­lacak şeydir. Bu değerlendirme temelinden yalan olmaktadır. Dillerinin vasıflandırdığı ile gelişigüzel konuşarak yalan değerlendirmede bulun­maktadırlar.

Böyle görüş beyan edip değerlendirme yapmalarının sebebi nedir? sorusunun cevabı âyetin bu kısmında mevcuttur. Sebep "dilleri"dir; dil­den kasıt da "nefısleri"dir. Bir sonraki âyette göreceğimiz gibi sebep "şeytan"dır diyebiliriz. Nefsin baskısı, şeytanın süslemesi ile dilden bu yalanlar ve değerlendirmeler dökülmektedir.

3. "Şüphesiz onlara ateş vardır ve onlar orada terkolunacaklardır."

Âyette geçen "i lâ cerame ifadesini, daha önce Nahl 23'ün tef­sirinde de açıkladığımız gibi bu kelimeye "şüphesiz" manası uygun düşmektedir. Bu ifadenin başında yer alan lâ harfi ya da edatı, müşriklerin değerlendirmesini reddetmekte, değerlendirmenin onların söylediği gibi olmadığına işaret etmektedir. Tam tersine onların bu söylevleri, değerlendirmeleri kendilerine azap getirmektedir.

Âyetin bütününü değerlendirirsek, onların ağzından çıkan yalan hükümlerin âhirette ateşe dönüşeceğini görmüş oluyoruz. Ağızdan çıkan kelime daha sonra ateş oluyor. Onun için Yüce Allah insana, konuşurken gelişigüzel değerlendirmeler yapmamasını, yanlış hüküm vermemesini, yalan söylememesini öğütlemektedir.

Âyetteki "ağız" yani "dil" kavramı sadece dilimizi ifade etmemek­te, düşünceyi ifade eden her aleti kasdetmektedir. Bu dil, kalem olur, bilgisayar olur, matbaa olur, fikri üreten, taşıyan her şey bunun içine girer.

Onların söylediği yalanlar, yaptıkları yanlış değerlendirmeler ve verdikleri kötü hükümler sadece ateşe dönüşmeyecek, terkedilmelerine de sebep olacaktır. Böylece Yüce Allah, yalanın insanın terkedilmesine, tecrid edilmesine, yalnız bırakılmasına kadar götürdüğünü söyleyerek bizi buna karşı tiksindirmektedir.

Aslında müfratûn kelimesi, "aşın gitmek, ifrata kaçmak" anlamına gelmektedir. "Ateş"le ilgili olunca, "ateşe hemen koşanlar" manasını Ebû Ali el-Fârisî'nin verdiğini Râzî söylemektedir. Kisâî ve Ferrâ bu kelimenin müfratûn şeklinde okunuşunun "bırakmak, terketmek" anlamına geldiğini söylemektedir. Vahidî ve Ebû Zeyd de bu kelimenin "acele ettirilmiş" anlamına geldiğini söylemişlerdir[28].

Hangi mana alınırsa alınsın, netice şudur: İnsanın ağzından çıkan kelimeler gerçeği yansıtmayan yalanlardan meydana geliyorsa aleve dönüşüyor, o alev o insanı kuşatıyor ve insan orada terkediliyor. Yüce Allah İslam öncesi Arapların durumunu anlatırken, gelecek nesillere şu mesajı veriyor: Konuşma, yazma, basın ahlâkı ve bu ahlâkın kuralları olmalıdır. Allah adına, insanların arkasından, din adına nasıl konuşulacağının bilinmesi ve bu bilginin hayata geçirilmesi basın, fetva ve ifâde ahlâkını oluşturacaktır. Bu ahlâkın temel direkleri akıl, iman, bilgi ve doğruluktur. Konuştuğu, üzerinde fikir beyan ettiği konulara aklı ile yaklaşmayan, dini alan ise iman ile kontrol edilemeyen o konuyu bilmeyen ve doğruluk ahlâkından uzak kalan insan hem toplumu, bu­günkü basın teknolojisine göre insanlığı hem de kendi hayatını ateşe atmaktadır.

Ateşin alevi ağızlardan, kalemlerin ucundan, kitapların, makalele­rin satırları arasından çıkmaktadır. Bu alev insanlığın erdemlerini yakıp kül ederken, bunu yapanın âhiretteki hayatını da cehenneme çevirmekte­dir. İşte bu âyetlerle Yüce Allah bu mesajı ve uyarıyı veriyor.[29]

 

Şeytana Dost Olanların Durumu:

 

63. Allah'a andolsun senden önceki topluluklara da peygamberler gönderdik. Fakat şeytan onlara işlerini süslü gösterdi. Bugün de onların dostudur. Ve onlar i-çin elem verici bir azap vardır.

Âyetin analizinden çıkaracağımız bazı ilkeler vardır:

1. "Allah'a andolsun, senden önceki topluluklara da peygamberler gönderdik." Âyetin bu kısmından çıkara­cağımız neticeler şunlardır:

a) Yüce Allah Hz. Peygamberi teselli etmekte, müşrik ve kâfirlerin kendisine olumsuz ve ağır tepki göstermelerinin sebebini anlatmaktadır.

b) İnsanoğlu peygamberlere her zaman böyle tepki göstermekle bir süreçoluşturmuşlardır İnsanın olduğu yerde, sahip olduğu inancı değiş­tirmemek, inancına bağlı kalmak, değişime direnç göstermek de olmuş, oluyor ve olacaktır.

c) Eğer Yüce Allah insana seçme özgürlüğü, düşünce özgürlüğü ve iman etme özgürlüğü vermeseydi peygamber göndermez, kendisi insan­ları doğru yola koyardı, zira O, bu güce sahiptir. Ama Yüce Allah insana seçme, düşünme, karar verme ve iman etme özgürlüğünü tanıdığından, bu özgürlüklerini doğru kullanabilmesi için ona rehberlik yapmaktadır.
Onun için Kur'ân rehber olarak tanımlanmaktadır (Bakara 2/2; 185; İsrâ 17/9). Çünkü Allah dilese insanların tamamını iman ettirir (Yûnus 10/99); dilese onları hidâyet üzerinde toplardı (En'âm 6/35).

Yüce Allah, kendisinin bu işi gerçekleştirmesi yönünde takdir et­memiş, kulunun iradesinin harekete geçip tercihi kulun gerçekleştirme­sini istemiştir. O nedenle peygamber göndererek kullarını bilgilendirme­yi, onlara rehberlik etmeyi öngörmüştür.

2. "Fakat şeytan onlara işlerini süslü göster­di."

Yüce Allah Hz. Peygamber'den önceki toplumlara, önceki çağlar­da peygamber gönderdi ama şeytan insanlara yaptıkları yanlış işleri süs­lü göstermişti.

Dikkat edilirse süsleme eyleminin öznesi şeytandır. Âyetin bu kısmına kadar iki eylem yer almaktadır: Biri Yüce Allah'ın peygamber göndermesi, diğeri de şeytanın, insanların yaptığı işleri süslemesidir.

İnsana yaptığı işlerin şeytan tarafından süslenmesinin anlamı, in­sanın kandırıldığıdır. Demek ki, insanın kanan bir boyutu vardır ve şey-tan o boyutun eşiğinden girerek insanı yoldan çıkarıp hakik durmuştur.

Yüce Allah vahy ve peygamber göndermekle insana sahte ses £ıe gerçeğini, 24 ayar altınla bakırı tanıtmakta ona bir kuyumcu niteliği ka­zandırarak hareketlerini ona göre yapmasını istemiştir. Altının ayarından anlamayana bakır, altın yerine satılabilir. Hakikatin değerini anlamayana şeytan bâtılı süsleyip satabilir. Geçmişte bunun böyle olduğunu Yüce Allah söylüyor ama günümüzde ve gelecekte de böyle olacaktır.

3. "Bugün de (şeytan) onların dostudur. Ve onlar için elem verici bir azap vardır."

Âhirette şeytan, bu dünyada kandırdıklarının dostu olacaktır. Bu­radaki velî kelimesi, "efendisi, başkanı" anlamına gelmektedir. "Yaklaş­tı, yakınlaştı" anlamına gelen Jj veliye kelimesi, "Allah'ın insanlara olan yakınlığını" da ifade ettiği gibi (Bakara 2/257). "insanın insana olan ya­kınlığını" da ifade etmektedir (Âl-i İmrân 3/68). Ayrıca bu kelime, "ku­lun Allah'a olan yakınlığı" için de kullanılmaktadır (Yûnus 10/62). Yo­rumunu yapmakta olduğumuz Nahl 63'te de "şeytanın kâfirlere olan yakınlığı" gündeme getirilmektedir. Bu dünyada şeytanın süslemesine aldananlar şeytana yakın olurken, öteki dünyada da şeytan onlara yakın olacaktır.

Şeytana yakın olmak ve şeytanın yakın olduklarından olmak insan için mahşerde bir azaba dönüşecektir. Bu azap şeklini bir örnekle açıkla­yabiliriz: Şeytana dostluk, yani yakınlık, âhirette azaba dönüşecektir. Aslında bu dünyada çektiğimiz ızdırapların pek çoğunun arkasında şey­tana dostluk, yani yakınlık vardır.

Böylece Yüce Allah, sebep-sonuç ilişkisi içerisinde, azaba giden yolu anlatmakta ve insanlardan tedbir almalarını istemektedir. Şeytanın süsüne aldanması bakımından insanoğlu pek mesafe alamamıştır. Hele çağımızda ve gelecekte şeytanın aldatma metodları daha zenginleşecek, kılık değiştirecek ve insanlar da bu aldatma tuzaklarına hem düşecek hem de başkalarına bu yanlış yolda yardım edeceklerdir. Haberleşme vasıtaları geliştikçe, ahlâksızlık teknolojisinde baş döndüren bir hız ol-dukça şeytanın işi kolaylaşmaktadır. İnsanlar teknolojiyi ahlâksızlığın emrine verince şeytana iş kalmamaktadır. Onun işi, yapılanları süsle­mekten ibaret kalıyor.[30]

 

Kur'an'ın Ve Hz. Peygamber'ın Görevleri:

 

64. Biz bu Kiîab'ı sana sadece hakkında ihtilafa düş­tükleri şeyi insanlara açıklayasın ve iman eden bir topluma da hidâyet ve rahmet olsun diye indirdik.

Bu âyetin açıklaması ile varacağımız neticeler olacaktır:

1. Âyette geçen 'aleyke kelimesinde yer alan kâf zamiri Hz. Peygambere gitmektedir. Kitaptan kasıt da Kur'ân'dır. İlâhî vahyi içine alan sahifelerin toplamına kitap denmektedir. Âyet, Kur'ân'in niçin in­dirildiğine açıklık getirmektedir.

2. "İnsanlara, ihtilafa düştükleri şeyi' açıklayasın ve iman eden bir topluma da hidâyet ve rah­met olsun diye indirdik." İşte âyetin bu kısmı Kur'ân'm indiriliş amacı­nı, yani Kur'ân'ın görevlerini açıklamaktadır.

a) "Hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklamak için."

Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, Kur'ân ihtilafları ortadan kal­dırmak için gönderilmiş, ona bu görev yüklenmiştir. Burada sorulacak soru şudur: İnsanların, hangi konularda ve hangi sebeplerle ihtilaf ettik­lerine de açıklık getirmek gerekiyor.

i. Din konusunda

"Ancak kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık­tan dolayı dinde anlaşmazlığa düştüler" (Bakara 2/213). Aynı konu Âl-i İmrân 19'da da gündeme getirilmektedir. İhtilafın sebebi "kıskançlık", netice de "dinde ihtilaf olmaktadır. Dinde ihtilafı daha çok kitap ehli yapmıştır.

ii. Tevhîd inancı konusunda

"Çünkü Al­lah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O'na ibadet edin. İşte bu, doğru yoldur. Ama aralarında çıkan gruplar ihtilafa düştüler" (Zuhruf 43/64-65).

Aynı konu, Meryem 36-37'de de gündeme getirilmektedir. Burada tevhîd inancını bozan tartışma Yüce Allah'ın çocuk edinip edinemeye-ceği meselesidir.

iii. Kitap konusunda

"O azabın sebebi, Allah'ın, kitabı hak olarak indirmiş olmasıdır. (Buna rağmen farklı yorum yapıp) kitapta ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmaz­lığın içine düşmüşlerdir" (Bakara 2/176).

iv. Hz. îsâ hakkında

"İsa hakkında ihtilafa düşenler, bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler" (Nisa 4/157).

v. Cumartesi tatili konusunda

"Cumartesi tatili, ancak onda ihtilaf edenlere farz kılındı" (Nahl 16/124).

vi. Hz. Musa'ya verilen kitap hakkında

"Andolsun ki, Musa'ya kitabı verdik, fakat onda ihtilaf edildi" (Hûd 11/110).

vii. İnsanın özgürlükleri konusunda

Geçmiş nesillerde, peygamberlerin döneminde tartışılan en ciddî konulardan biri insan ile fiilleri, davranışları arasındaki ilişkidir. İnsanın, davranışını seçme özgürlüğü var mıdır? İnsanın eylemleri sebebiyle yü­kümlülüğü nedir? İnsan, fiilinin yaratıcısı mıdır, kazananı mıdır, yoksa eyleminde hiç etkinliği yok mudur? Bu ve benzeri sorular bu tartışmaları çekip götürmüştür. İnsanın hiç özgürlüğü, seçeneği olmadığını savunan­lar olduğu gibi bu konuda insanın aşırı hürriyet içinde olduğunu savu­nanlar da olmuştur. Ama Kur'ân bu konuda orta bir yolu takip edip in­sanlara sunmuştur (Zümer 39/7, 56-59).

viii. Kader meselesi konusunda

"Alın yazısı var mıdır yok mudur?" "İnsanın filleri önceden yazıl­mış mıdır?" "Başımıza gelen belâlardan kaçınılamaz mı?" "Allah ne yazdı ise başa gelir" gibi iddialar doğru mudur?

ix. Öldükten sonra dirilme konusunda

x. Haram ve helal konusunda da ihtilafa düşülmüştür.

İlk insandan buyana ihtilaf edilen konuların başında neyin haram, neyin helal olduğu ve bu konularda kimin fetva vereceği meselesi gel­mektedir. Kur'ân bu ihtilaf konularından bazısını gündeme getirir ve ne yapılacağını da söyler (En'âm 6/138-147). Bu âyetlerde bazı gıdaların, özellikle hayvan eti konusunda uzun tartışmaların yapıldığına dikkat çekilmekte, bu tür ihtilafların nasıl ortadan kaldırılacağı da açıklanmak­tadır. Peki ne yapılmalı? Birinci metod gıdalardan neyin haram, neyin helal olduğu Kur'ân'da aranacak (En'âm 6/145); ikincisi de bilgiye sa­hip olunacak (En'âm 6/148).

İşte Yüce Allah, bu konuda ihtilafları ortadan kaldırmanın yollarını göstermek için Kur'ân'a ve bilgiye ihtiyaç olunduğunu öğretmek için kitabı göndermiştir. İhtilafa düşenler, konulan açıklayacak olan peygamber olmasına rağmen çözümü kitapta yani Kur'ân'da bulacaklardır. Peygamber kendi kafasından ihtilafları çözecek bilgi ve delil üretemez. Bu açıdan bakılırsa âyette açıklama fiilinin failinin peygamber; ama çözümü, bilgiyi, delili getirenin de Kur'ân olduğu görülecektir.

Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, din adına ihtilaf edilen konu­ları çözümleme, açıklama görevi din âlimlerine düşmektedir ve onlar bu eylemlerinde kendilerine gerekli olan bilgi ve çözüm şeklini Kur'ân'da bulacaklar, orada arayacaklar ve oradan alacaklardır.

"De ki: Bana vahyolunanda, leş veya akıtılmış kan yahut domuz eti ki pisliğin kendisidir ya da günah işlenerek Al­lah'tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka, yiyecek kimseye haram kılınmış bir şey bulamıyorum" (En'âm 6/145). Bu âyetten çıkacak olan şey şudur: Gıdalar konusunda haram ve helal Kur'ân'da aranacak­tır.

Yüce Allah, peygambere "sana vahyettiğimde ara" dediğine göre, ilâhîyat bilim adamları da aynı emre muhataptırlar ve böyle yapmakla yükümlüdürler.

Bize göre Kur'ân sadece yukarıda sıralanan maddeler konusunda ihtilafları çözmeyecek, vereceği tevhîd inancı eğitimi sayesinde tefrika denen ihtilafları da ortadan kaldıracaktır (Âl-i İmrân 3/103). Toplumda düşmanlığa ve çatışmaya varan sosyal bölünmelere, ihtilaflara, tefrikaya karşı barışı getirmekle çözüm bulunacaktır (Bakara 2/208). Böylece mil­letlerarası ihtilafları barış değerini devreye sokarak çözüm getirilmiş olacaktır.

Netice olarak diyebiliriz ki, Kur'ân ihtilaf meydana getirmek için değil, ihtilafları kaldırmak için gönderilmiştir. Bunu başaracağının delili de, kendisinde ihtilafın bulunmamasıdır (Nisa 4/82). Din âlimlerine dü­şen şey? Kur'ân'ı iyi bilmektir. Kur'ân'ı bilen ihtilafa düşmez; tam tersi­ne ihtilafları çözüme ulaştırır.

b) "İman eden bir topluma da hidâyet ve rahmet olsun diye (gönderdik)."

İman eden toplum hidâyete ermiş değil mi de Kur'ân onu hidâyete getirecek? Bu soruya cevap verebilmek için şu hususun bilinmesi gere­kir: Kur'ân'ın öncelikle biri insanlığa, diğeri de inananlara olan hidâyeti vardır. Tüm insanlığa olan hidâyeti tevhîd inancına sahip olmayanları tevhîd inancına getirmektir. Onun içindir ki Bakara 185'te ^ûli gx* hüden li'n-nâs ifadesine yer verilmiştir ki buradan hareketle Kur'ân'ın "insanlara yol gösterici" görevi olduğu ve bu görevin de herkesi içine alması anlamında evrenselliği anlaşılmalıdır.

Bir de müminlere hidâyeti, yani yol gösterici görevi vardır. Bu gö­rev özel manada bir görev olmaktadır. Bakara 2'de "muttakîlere rehber­lik edeceği, onlara yol göstereceği, onlara hidâyet edeceği beyan edilir­ken" yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 64'te de mümin topluma hidâyet edeceği gündeme getirilmektedir.

Tüm insanlığa hidâyeti tevhîd inancına geçişteki değişim ile ger­çekleşirken mümin ya da müttakilere olan hidâyeti de bulundukları ma­nevî seviyeyi kaybetmemelerini temin etmektir. Mümin ya da müttakî insanların elde ettikleri manevî seviyede devamlı olarak kalmaları, he­men hemen inkârdan imana geçiş kadar zordur. Onun için her ikisi de rehberliğe, hidâyete, yol göstermeye muhtaçtır.

Kur'ân'in inanan topluma rahmet olma özelliği ve görevi de var­dır. Kur'ân'ın rahmet oluşu da hidâyet oluşuna benzemektedir. Onun tüm insanlığa rahmet oluşu gibi, sadece inanan topluma da rahmet oluşu vardır.

İnananlara olan rahmeti, iman ettikleri takdirde genel aftan yararla­nacaklarını ilan etmesi; müminlere yönelik rahmeti de Yûnus 25'te olduğu gibi rahmet, barış, esenlik yurduna çağırmak şeklinde olmaktadır.

Netice olarak diyebiliriz ki, Nahl 64'te gündeme getirilen Kur'ân'ın üç görevi birbirine zincirleme şeklinde bağlıdır. Kur'ân, ihti­lafları ortadan kaldırınca hidâyet etmiş olur; ihtilafları kaldırıp hidâyeti gerçekleştirince de rahmet etmiş olmaktadır.

Nahl 64. âyetin genel yapısına bakınca genelden özele giden bir açıklama, öğretme metodu işlendiğini görebiliriz. İhtilafları açıklaması için Hz. Peygamber'in kaynaklık etmesi bütün insanlığa olan genel gö­revini; rehber ve rahmet olması da özel görevini teşkil etmektedir. Böy­lece genelden özele giden bir iş görülmektedir. Yani âyet, Kur'ân'ın hem amaçlarını ve görevlerini hem de bunlan gerçekleştirirken izlediği yolu ve çalışma sistemini vermektedir.[31]

 

Dinleme, Aklını Kullanma Ve Düşünmenin Önemi:

 

65. Allah gökten su indirdi ve onunla ölümünden sonra yeri diriltti. Doğrusu, dinleyen topluma bunda bir ders vardır.

66.  Kuşkusuz sizin için hayvanlarda da büyük bir ibret vardır. Karınlarındaki fışkı ile kan arasından, içenlere kolay olan hâlis süt size içiririz.

67. Hurma ağacının ve üzümlerin ürünlerinden sarhoş­luk veren içecek ve güzel rızık elde edersiniz. Aklını kul­lanan toplum için bunda bir işaret vardır.

68-69. Rabbin bal arısına: "Dağlardan, ağaçlardan ve kurulmuş kovanlardan yuvalar edin. Sonra da her türlü üründen ye de Rabb'inin işlek olan yollarından yürü" diye vahyetti. Karınlarından, insanlara şifa olan türlü türlü renkte içecek çıkar. Düşünen topluma bunda bir ibret vardır.

Yüce Allah bu âyetleriyle yine tabiata dönerek, tabiat olaylarından hareketle kendi varlığına ve birliğine gitmekte, yine tabiat kitabını aç­makta ve oradan belli konularda dersler vermektedir. Dersin amacı tevhîd inancına varmaktır ama ara hedef de insanın duyu organlarını, beynini harekete geçirmektir. Şimdi bunu nasıl yaptığını ve nasıl açık­lamalar getirdiğini ele alabiliriz.

"Allah gökten su indirdi ve onunla ölümünden sonra yeri diril­tir/ti. Doğrusu dinleyen topluma bunda bir ders vardır."

Bu âyetten çıkaracağımız neticeler şunlardır:

a) Yüce Allah bu dersinde, su ile canlılık arasındaki ilişkiyi anlata­rak, ölünün tekrar dirilmesini açıklamaktadır. Hacc sûresinin 5. âyetinde de öldükten sonra dirilme konusunda şüphede olanlara bu konuyu anla­tarak ders vermekte, ölü topraklara su indirince canlanmasını örnek vere­rek ve hayat ile su arasındaki bağlantıyı göstererek ölen insanın dirilme­sine olan imanı ispatlamaktadır.

b)  Bu tabiat olayı ile Yüce Allah kendi gücünü ispat etmektedir. Bütün varlıkların gücü yaptıkları ile belli olur. Gökten su indirmek bir güç işidir.

c)  Yüce Allah, insanlara su ile hayat arasındaki bağın incelenmesi için ev ödevi vermektedir.

d)  Buradaki dersle insanın işitme duyusunu, işitme organını hare­kete geçirmeyi hedef almaktadır. Allah'ın yaratıcı etkinliğini anlamak için âyetteki derse kulak vermek gerekiyor. Ferdin değil de, toplumun kulak vermesini ön görmektedir. Âyette geçen <şi âyet kavramına "ders" anlamını vermek doğru olacaktır.

Yüce Allah'ın verdiği bu derste Kimya olduğu gibi Biyolojinin Botanik kısmı ile ilgili kanunlar da vardır. Bu âyetteki hususun insanla­rın verdiği Kimya ve Biyoloji dersinden farkı şudur: Yüce Allah bilimsel konuları anlatırken dinî bir çıkarıma gitmektedir.

Bilimsel araştırmalardan o kanunu yaratan varlığa gitmek, onu ta­nımak ve ona inanmak bu dersin hedefi olmaktadır. Dersin birinci hedefi insanları dinletmek, onlara bu kanunları öğretmek, son hedefi de Al­lah'ın var ve bir olduğuna dair imanı gönüllerde teşekkül ettirmektir. İşte Yüce Allah bütün bilimsel derslerin aynı metot üzere verilmesini de öğ­retmektedir.

3."Kuşkusuz sizin için hayvanlarda da büyük bir ibret vardır. Ka-nriîarındaki fışkı ile kan arasından içenlere kolay olan hâlis süt size içiri­riz."

a) Yüce Allah birinci dersini bitkiler âleminden verdikten sonra, bu âyette de hayvanlar âlemine geçmiştir. Yüce Allah hayvanı yaratma­dan bitkileri yaratmıştır. Çünkü bitkiler olmadan hayvan denen canlının yaşaması mümkün değildir. Önce otobur (bitki ile beslenen) hayvan, sonra da etobur hayvanlar yaratılmıştır. Otobur hayvan etobura gıda ol­maktadır.

Bir önceki derste toprak, su ve hayat ilişkisini anlatırken bitki âle­mine girmişti. Bu derste ise bitki ile hayvanın ilişkisine girmiş ve otobur hayvanları konu edinmiş, otobur hayvanlarla insanın gıdalanması mese­lesini gündeme getirmiştir.

b) Yüce Allah, otobur hayvanların biyolojik yapısına yerleştirdiği sisteme dikkat çekmektedir. Bu sistem, hem fışkı hem kan hem de ikisi­nin arasından süt imal etmektedir. Bu nasıl güçtür ki, insanın sofrasına konan sütü böyle bir arıtma ve imalat sisteminden çıkarmaktadır. Aynı sistem insanın vücudunda da vardır. Erkeğin aldığı besinlerden fışkı, kan ve sperm üretiyor. Kadın da aldığı besinlerle fışkı, kan, yumurta ve süt üretiyor. İşte bu sistemin araştırılıp Allah'ın varlığına, birliğine ve son­suz kudretine varmak hedef alınmaktadır.

Dikkat edilirse Yüce Allah sütü kendisinin içirdiğini söylemekte­dir. Bir bakıma küçük çocuğu annesinin beslemesi gibi Yüce Allah da bizi beslemektedir. İşte bu durumda da insanlar için bir ibret, bir delil, bir ders vardır.

4. "Hurma ağacının ve üzümlerin ürünlerinden sarhoşluk veren içe­cek ve güzel nzık elde edersiniz. Aklını kullanan toplum için bunda bir işaret vardır."

a) Yüce Allah, insanların beslendiği meyve türlerinden ders ver­mektedir. Bu âyette özellikle hem kendisi yenebilen hem de kendisinden sarhoşluk veren içecek imal edilen meyveleri gündeme getirmektedir.

Âyetteki seker kelimesi "sarhoşluk veren içecek" demektir. Bu an­lamından hareket eden âlimler Mekke döneminde alkolün helâl olduğu­nu, sonra da Mâide 90. âyetle nesh edildiğini/kaldırıldığını iddia etmiş­lerdir. Bu kelime, söz konusu anlamı içermesine rağmen neshe konu edilebilecek bir konumda değildir. Çünkü bu âyet, Mekke dönemi âyet-lerindendir ve hüküm içermemektedir. Sadece Yüce Allah, Mekkelilerin takip ettiği bir durumu anlatmakta, aynı meyveden hem sarhoşluk veren içecek hem de güzel rızık elde edilmekte olduğuna dikkat çekmektedir. Burada "içki için, içki içmek helaldir" anlamına gelebilecek hiçbir işaret yoktur. İçki ile ilgili hükümler, Bakara 219, Nisa 43 ve Mâide 90. âyet­lerde ele alınmıştır. Mana böyle olunca âyetler arasında nâsih-mensûh ilişkisinin olmadığını söylemek zorundayız.

Hurma ve üzüme, ibret alacak bir gözle bakınca Allah'ın varlığını ve gücünü anlamamak mümkün değildir. Ayrıca hem hoş içecek imal edilebiliyor hem de doğrudan yenebiliyor.

b) Yüce Allah bu konularda verdiği bu derslerin insan aklını çalış­tırmaya yönelik olduğunu âyetin sonunda söylemekte, insan için yarattı­ğı bu ürünlere akıl ile yaklaşılmasını istemektedir. Böylece Yüce Allah, dersi ile insan aklına hitap ettiğini, aklı harekete geçirmeyi istediğini gündeme getirmektedir.

5. "Rabbin bal arısına: 'Dağlardan, ağaçlardan ve kurulmuş kovanlardan yuvalar edin' diye vahyetti."

Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 68. âyetin ilk kelimesi  evhâ fiilidir. Bu kelime vahy'den türemiştir. Kelimenin kök fiili, "sürat etmek, ilham etmek, işaret etmek, birine elçi göndermek, gizlice söz söylemek, yazı yazmak, hemen boğazlamak, bağırmak" anlamına gelen vehâdır. Evhâ kalıbı "nefis"le beraber kullanılınca "kalbe korku, endişe düşürmek, emri altına almak, emretmek, ölünün arkasından ağ­lamak, işi çabuk yapmak" anlamlarına gelmektedir.

Kur'ân'a baktığımızda çeşitli varlıklara Allah'ın vahyettiğini görü­rüz:

a) Göğe yönelik vahy

"Böylece onları, iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti" (Fussilet 41/12). Buradaki vahyetmek "görevini bildirmek, çalışma sistemini belirlemek, onun o düzene uygun hareketini sağlamak" demektir.

b) Havarilere yönelik vahy

"Hani havarilere: 'Bana ve peygamberime iman edin' diye vahyetmiştim" (Mâide 5/111). Buradaki vahy, "ilham etmek" anlamına gelmekte, Peygambere verilen vahy an­lamını taşımamaktadır.

c) Hz. Musa'nın annesine yönelik vahy

"Musa'nın anasına vahyettik" (Kasas 28/7). Bu âyette de vahy, bir kadına Allah'ın verdiği ilham ve bu ilhamla yaptığı konuşma demektir. Peygamber olmamasına rağmen Allah ona ilham ile konuşmuştur.

d) Bal arısına yönelik vahy "Rabbin bal ansına vahyetti" (Nahl 16/68). Buradaki vahy Yüce Allah'ın, arı gibi bir hayvana bal üretmeyi öğretmesi, onun doğasına içgüdüsel olarak bal yapma yeteneği yerleştirmiş olması demektir.

e) Arza/yeryüzüne yönelik vahy

"Yerküre kendine özgü sarsıntıyla sallandığı, toprak ağırlıklarını dışarı çıkardığı ve insan: 'Ne oluyor buna!' dediği vakit, işte o gün yer, Rabbinin ona vahyetmesiyle bütün haberlerini anlatır" (Zilzâl 99/1-5). Bu âyette vahiy. Allah'ın bildirmesi anlamına gelmektedir.

f) Meleklere yönelik vahy

"Hani Rabbin meleklere vahyediyordu" (Enfâl 8/12). Bedir savaşına katılan meleklere Yüce Allah nasıl davranacakları­nı, ne yapacaklarını öğretirken, söylerken ne yaptığını bu kelime ile ifa­de etmektedir.

Buraya kadarki örneklerde de görüldüğü üzere vahyeden Allah'tır, vahye muhatap olan ise peygamber olmayan varlıklardır. Bu tür vahye tefsir usûlünde "ilâhî vahy" denmektedir.

g) Şeytanların, dostlarına fısıldaması anlamında vahy

"Gerçekten şeytanlar dostlarına si­zinle mücâdele etmeleri için telkinde bulunurlar" (En'âm 6/121)^. Şey­tanlar da insanlara vahyederler. Bu vahiy "telkin etmek" demektir ve "insan nefsine vesvese vermesi" anlamına gelmektedir (Nâs 114/5). Ay­nı konu En'âm 112'de de gündeme getirilmektedir. Bir de insanlara nisbet edilen vahy kelimesi vardır ki bu da Meryem sûresinde Hz. Zekeriyyâ'nın, kavmine yönelik seslenişidir, "(Zekeriyyâ) mihraptan kavminin huzuruna çıktı ve onlara: '(Allah'ı) sabah akşam teşbih edin' diye vahyetti" (Meyrem 19/11). Buradaki vahy de "seslenmek veya emretmek, tavsiye etmek" anlamına gelmektedir.

Bu maddede örneğini verdiğimiz ve vahyedeni Allah değil de baş­ka varlıklar olan vahye de "gayr-ı ilâhî vahy" denmektedir.

h) Peygamberlere yönelik vahy

"Biz Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik" (Nisa 4/163). Bu da insanlardan peygamber olarak seçilenlere ilâhî mesajın verilmesi, âyetle­rin bildirilmesi, Cebrail vasıtasıyla ulaştırılması anlamına gelmektedir. İşte esas vahy budur ki tefsir usûlünde bu tür vahye "hakîkî vahy" den­mektedir. İnsan hayatına hem manevî hem sosyal hem de maddî anlam­da yön veren ilkeleri öğretme faaliyetinin adı vahy olmaktadır.

Yüce Allah, dağlarda doğal yuvalar edineceği gibi insanların hazır­ladıkları kovanlarda da yuva edinmesini arıya öğretti. Geometrik bal gözeneklerini ölçüm aleti olmadan yapmasını ve harika bir sanatkar ola­rak bunları becermesini, daha sonra da çiçeklerden topladığı polenlerle hem mum hem de bal yapmasını arıya öğreten güç sadece Yüce Al­lah'tır.

Arının bunları yaparken ölçüyü mükemmel tutması, şekil vermekte maharetini göstermesi ve işini kaliteli yapması insanlar için önemli bir örnektir. O küçücük hayvanın ruhuna bu faaliyetleri yerine getirme bil­gisini koyarak onu bu davranışlarla donatması Allah'ın varlığını ve kud­retini anlatmaya yetmez mi? Öte yandan Yüce Allah hayvancılığın arıcı­lık boyutunu gündeme getirerek, ziraat öğretiminin temellerini atmıştır. Nahl 65. âyetten beri ziraatın çeşitli boyutları ele alınmış durumdadır. Hayvancılığın bilimsel esaslara göre yapılmasının programı da burada verilmektedir.

6. "Sonra da her türlü üründen ye de Rabbinin işlek olan yollarından yürü, (diye buyurdu)."

Bu âyetteki J* külî emrinden anlıyoruz ki Yüce Allah bal arısı ile konuştu. Onun davranışlarını belli işler için programladı. Bu işlerden biri her çeşit ürün; yani çiçekten yemektir. Aynı zamanda Yüce Allah bal arasına bazı işleme, hareket etme yolları tahsis etmiştir. Bu yollardan yürümesini de ona emretmektedir. Bu yollara yaylım yolları, alanları da diyebiliriz. Âyette geçen "zülülâ kelimesi, "yolun durumu"nu belir­lemekte ve "kolaylaştırılmış, emrine sunulmuş" anlamına gelmektedir, "Yeryüzünü size boyun eğdiren O'dur" (Mülk 67/15)'te de aynı kelime geçmekte, "emrine vermek, boyun eğdirmek, hizmetine sunmak" anlamına gelmektedir.

Ama bu kelime "git" anlamına gelen feslükî emrinin durumunu bildiriyorsa o zaman Râzî'nin dediği gibi mana şöyle olur: "Ey arı! Emrolunduğun şeye boyun eğerek, emre diretmeksizin git".

"Karınlarından, insanlara şifa olan türlü türlü renkte içecek çıkar. Düşünen topluma bunda bir ibret vardır."

a)  Bal. arının karnından yani midesinden çıkmaktadır. Çeşitli çi­çeklerden aldığı bal onun karnında bileşim haline geliyor ve bilinen bal oluyor.

Dikkat edilirse Yüce Allah balı, arının çıkardığını söylemiyor da "içilecek sıvının (yani balın) kendisinin çıktığını" söylüyor. Çıkma ey­lemini şarap, yani sıvı, yani bal yapmaktadır. Bundan şunu anlıyoruz: Arı çiçeklerden, meyvelerden bal sıvısını topluyor, ama karnından çıkışı sıvının kendisi gerçekleştiriyor…

b)  Arının midesinden çıkan bal sıvısının üç tane özelliği vardır: Şarap, yani içilecek olması; farklı renklerde olması ve nihayet insanlar için onda şifa bulunması.

Demek ki Yüce Allah'ın, arıya öğrettikleri ile elde edeceğimiz balda ilaç olma özelliği vardır. Bu bizi şu neticeye götürebilir: An bir ilaç sanayii kurmuştur. Daha doğrusu Allah ona bu imalâthaneyi kurdurmuştur. İnsanlar da çiçeklerden, doğal bitkilerden ilaç elde edebilir­ler. Yüce Allah bu âyetleri ile insanlara ilacı nasıl elde edecekleri, ham­maddeyi nereden bulacakları konusunda ders vermektedir.

Balın farklı renkte olmasının sebebi, elde edildiği çiçek ve meyve­lerdir. Farklı renklerin, farklı hastalıklara şifa olup olmadığının araştı­rılması gerekiyor. Arının karnının o sıvıya ne gibi bir bileşim kattığını da tespit etmek gerekiyor.

Yüce Allah arı ile ilgili dersinde ilaç imalatının hammaddesinin nerede bulunacağını ve onun ilaç haline dönüşümünü an örneğini vere­rek anlatmakta, böylece şifanın özellikle biyolojik hastalıkların bilimsel yollarla elde edileceğine de işaret etmektedir.

Sahabeden biri peygamberimize gelip kardeşinin karnının ağrıdı­ğını söyleyince Hz. Peygamber ona bal içirmesini tavsiye etmiştir.[32]

Genel manada şöyle bir netice çıkarabiliriz. Yüce Allah bitki ve hayvanlar aleminden dersler verirken genelde sistem üzerinde durmak­tadır. H2O denen su ile canlılık arasındaki ilişkiyi yağmurun ölü toprak­la buluşma sistemi ile anlatmaktadır. Ayrıca hayvanlar konusundaki der­sini, otobur hayvanların yediği ottan fışkı ve kanı çıkardığını ve bunların arasından da sütü insana sunduğunu anlatmakta, bu sistemin araştırılma­sını ve böyle sistemlerin kurulmasını önermektedir.

Aynı şekilde Yüce Allah, arının çiçeklerden bal elde etmesi ve bu balın onun karnından çıkmasının sistemini açıklamakta, böylece ilaç yapmanın temellerini atmakta, insanlara bilimsel araştırma yapmaları için temeller hazırlamakta ve nihayet kendi kudretine dikkat çekerek iman etmeyi önermekte, bir çeşit ilâhîyat dersi vermektedir.[33]

 

İnsanın Yaratılışı:

 

70. Sizi Allah yarattı; sonra sizi vefat ettirir. Daha önce bilgili iken hiçbir şeyi bilmez hale gelsin diye sizden bazı kimseler ömrün en kötü çağına kadar yaşatılacak. Şüphesiz ki Allah bilir ve sonsuz kudret sahibidir.

Yüce Allah bitkileri yaratırken suyu indirdiğini söylemiş, hayvan­lar âlemini ele alıp oradan insana sunulan hayvânî gıdaları anlatmış, bit­kiden elde edilmesine rağmen annın rafinerisinden geçip az da olsa hay­vânî gıda haline gelen balı açıklamış, an ile nasıl iletişim kurup ona bal yapmayı öğrettiğini gündeme getirmiş, ardından da en son yarattığı insa­nı ele almış, sonuçta bitki, hayvan ve insan zincirini takip ederek yarat­madaki bilgi ve kudreti konusunda üç ders vermiştir.

1. "Sızı Allah yarattı."

Bu ifade, "bitkileri ve hayvanları Allah yarattığı gibi sizi de Allah yarattı" demektir. Bunun anlamı şudur: Yüce Allah insana ilk yaratılışını hatırlatıyor ve onu asla unutmamasını istiyor. Çünkü ilk yaratılışını unu­tan insan, öldükten sonra dirilmesini de unutacaktır (Yâsîn 36/78).

İnsana nereden geldiğini ve nasıl geldiğini anlatmaz ve hatırlat­mazsanız, nereye gideceğine de inandıramazsınız. İşte Yüce Allah âhiret inancını insanlara kabul ettirmek, öldükten sonra dirilmeye inandırmak için insana yaratılışını hatırlatmaktadır.

2. "Sonra sizi vefat ettirir."

Yaratmayı ve ölümünü takdir edip hayata geçiren Allah'tır. Şu â-yette bunu Yüce Allah şöyle anlatmaktadır: "Öldüren de dirilten de O'dur" (Necm 53/44). Görüldüğü gibi yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 7O'te "yaratan da öldüren O'dur" derken Necm 44'te bunun devamını buyurmaktadır: "Öldüren de dirilten de O'dur." Birinci­sinde ilk yaratılış ve ölüm; ikincisinde ölüm ve ikinci yaratılış gündeme getirilmektedir. "O, size hayat ve­ren, sonra sizi öldürecek, sonra yine diriltecek olandır. Gerçekten insan çok nankördür" (Hacc 22/66).

3. "Daha önce bilgili iken hiçbir şeyi bilmez hale gelsin diye sizden bazı kimseler ömrün en kötü çağına kadar yaşatılacak."

"Erzel-i 'Umur" kavramını Yüce Allah Hacc 5'te de gündeme ge­tirmiştir. Nedir Erzel-i 'Umur? Âyet bunu "bildiğini bilmez hale gel­mek" şeklinde cevaplandırmaktadır: Başka bir ifade ile: "Kime uzun ömür verirsek biz onun gelişmesini tersine çeviririz (noksanlaştırırız)" (Yâsîn 36/68). Demek ki erzel-i 'umur biyolojik ya­pının, bedenin ihtiyarlaması sebebiyle ruhun görevini tam olarak yerine getirememesi neticesinde beynin tam anlamı ile çalışmaması, yetenekle­rini kaybetmesi, yaşadığı halde beynin görevlerini yerine getirememesi halidir; psikolojik güçlerini kaybetmesi veya o güçlerin çok azalmasıdır. Günlük dilimizde buna bunama safhası diyoruz.

İşte Hz. Peygamber yaşlanıp kocamaktan yani erzel-i 'umure kal­maktan Allah'a sığınmıştır. Böyle bir duruma düşmemesi için Allah'a yalvarmıştır.[34]

4. "Şüphesiz ki Allah bilir ve sonsuz kudret sahi­bidir." İşte Yüce Allah'ın, bitkiler, hayvanlar ve insanlar âleminin kitabını insanın önüne niçin koyduğu ve bu konularda ona niçin ders verdiği âyetin bu kısmı ile ortaya çıkmıştır. Yüce Allah'ın sonsuz bilgi ve kudrete sahip olduğunu kabullendirmek için ispat etmektir. Nahl 65. âyette insanın dinlemesini, 67. âyette aklını kullanmasını, 68. âyette de düşünmesini   temin   etmek   için   bilimsel   kanunlardan,   yani   tabiat kanunlarından   dersler   verdi.   Dinlemenin,   aklını   kullanmanın   ve düşünmenin varacağı nihai nokta Allah'ın sonsuz bilgi ve kudrete sahip olduğunu anlamak ve inanmaktır.[35]

 

Yüce Allah'ın Rızkı Takdir Sistemi:

 

71. Allah, kiminize kiminizden daha bol rızık verdi. Bol rızık verilenler, nzıklanm ellerinin altındakilere verip de bu hususta kendilerine onları eşit kılmazlar. Durum böyle iken Allah "in nimetini inkâr mı ediyorlar?

Bu âyet-i kerîme, toplumsal farklılaşma ve sınıfsallaşmamn tabiî bir süreç olduğunu göstermektedir. İslâm'ın toplum teorisi farklılıklar­dan bir bütün oluşturmaya dayanır. Ancak bu bütünü oluştururken zulüm ve haksızlıkları yasaklar. Adalet sistemi ile, sosyal dayanışma ve bütün­lüğün gerçekleşmesini ister. Bu noktadan hareket edersek âyetin anali­zinden çıkaracağımız önemli neticeler olacaktır:

1. "Allah kiminize kiminizden daha bol rızık verdi."

Bazı durumlar hariç, yani meşru olmayan kazançlarla bol servet elde etmek hariç, kime ne kadar rızık, nimet vereceğini Yüce Allah be­lirlemektedir. Peki Yüce Allah neden bazı insanlara bol servet verirken, bazılarını da muhtaç duruma getirmektedir? Bunun cevabını Zuhruf 32. âyet vermektedir:. "Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Dünya hayatında onların geçimlik­lerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır."

Bu âyet bize şu temel istihdam ilkesini göstermektedir: Eğer Yüce Allah bütün insanlara bol nzık, yani nimet verseydi çalıştıracak işçi bulunamazdı. Dünya hayatının, yani iş hayatının yürüyebilmesi için bu ekonomik farklılık zarurîdir. Bazıları emeği ile bazıları da serveti ile iş hayatına katılacak ve iş hayatı gelişecek, üretim yapılacak ve dünya ha­yatı yürüyecektir. Herkesin çok büyük servete sahip olduğu yerde çalışa­cak işçi bulunamayacağından iş hayatı durur. Zuhruf 32. âyette ge­çen "Birbirlerine iş gördürmeleri için" ifadesi bunu ispat etmektedir. Ekonomik üstünlüklerin/farklılıkların sebebi budur.

2. "Bol nzık verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere verip de bu hususta kendile­rine onları eşit kılmazlar." Yüce Allah nimetini farklı vermekle beraber, yaşamda eşitliğin teminini bol nzık verdiklerinden beklemektedir.

"ellerinin altındakiler" ifadesinden ne anlıyoruz?

a)  Bize göre bu ifade, "istihdam edilen insanlar, işçiler, hizmetçi­ler, memurlar" demektir. Özel sektörde çalıştırılan her meslek erbabı kastedilmektedir. Buna devlet işleri de ilâve edilebilir.

b)  "Allah yolunda yapılan savaşta esir olarak alınanlar" manasına da gelebilir.

c)  "Geçimleri kendi sorumluluğu altında olan, başkalarına geçin­mek için bağımlı olanlar" anlamı da muhtemeldir. Bu ifadeden maksat "fakirler, miskinler ve yetimler" olabilir. Özellikle bunlar yakın akraba­dan ise, yükümlülük daha da artmaktadır.

Serveti fazla olan bir insan, kendisine muhtaç olan ya da işçisi ile kendini nasıl eşitleyecek? Tabii ki servetini onlara dağıtarak değil de, onların normal yaşamını temin ederek bunu gerçekleştirecektir. Birisi aşırı israf içinde yaşarken diğeri de ekmeğe muhtaç olmamalı. Temel ihtiyaçlarını ekonomik bakımdan rahatlıkla temin etmesi eşitliğin ku­rulması demektir. Emeğin karşılığının verilmesi, eşitliğin kurulması de­mektir.

Bu konuda eşitliğin sağlanması neyi temin edecektir? Bu sorunun cevabını Haşr 7'de bulmamız mümkündür:

"Böylece o mallar zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaz." Zengin­ler çalıştırdıkları işçilere emeklerinin hakkını vermezse, toplumda temel ihtiyaçlarını gideremeyen ihtiyaç sahiplerine bakmazlarsa, o servet dev­let, yani güç haline dönecektir. Sonuçta bu güç sömüren güç, siyasete yön veren güç; tevhîd inancını önleyen güç (Yûnus 10/88) halini alabilir.

İşçilere emeklerinin hakkını tam ve zamanında vermek, ihtiyaç sa­hiplerinin elinden tutmak, sömürüden ürkmek toplumda eşitliği sağla­maktır. Âyette Yüce Allah da bunu istemektedir.

3. "Durum böyle iken Allah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar?"

Buradaki ijİAİ yechadûn kelimesine, "nankörlük etmek" manası da verilebilir. Dolayısıyla bu âyet: "Bile bile Allah'ın verdiği nimete nankörlük mü ediyorlar?" anlamına gelmektedir.

Nimetin kaynağında Allah'ın olduğunu bilen kişi bu nimetten işçi­leri, yoksulları, ihtiyaç sahiplerini, yetimleri istifade ettirir ve işçinin emeğinin karşılığını verir ve bunun Allah'ın emri olduğunu da bilir. Bu­nu yapmadığı takdirde nimete karşı nankörlük ettiği anlaşılmış olacaktır. Nimeti inkâr eden veya nimete nankörlük edenler böyle davranan kimse­lerdir.

Netice olarak diyebiliriz ki, Yüce Allah ekonomik hayatta servet farklılığını neden verdiğini anlatmış, geçim standardındaki eşitliği zen­ginlerin sağlayacağını, paylaşım denen değerin hayata geçirilmesini in­sanlardan beklediğini vurgulamaktadır.

Paylaşımın olmadığı yerde nankörlük var demektir. Demek ki pay­laşım nankörlük denen ruh hastalığını en iyi tedâvî eden bir ibadet ol­maktadır.

Zengin insan, toplumun fakirlerini kendi kardeşi olarak görmelidir. Kardeşine, yediğinden yedirmeli, giydirdiğinden giydirmelidir. Çünkü onlar zenginlerin sorumluluğu altındadırlar.

Din eğitimcileri ve âlimleri Kasas Sûresinin 76-82. âyetleri arasın­daki Kârûn olgusunu örnek vererek paylaşımı bir erdem olarak topluma kazandırmalıdırlar. O olguda, kendisine fakirlere yardım etmesi teklif edildiğinde servetini kendi ilmi ile kazandığını öne sürüp yardım etmek­ten vazgeçen Karun'un nasıl yerin dibine geçirildiği anlatılmaktadır. Nimetin kaynağında Allah'ın olduğunu inkâr etmek toplumda ihtiyaç sahiplerinin iniltisini duymamak, onlara karşı hiç sorumluluk hissetme­mek yıkıma neden olmaktadır.[36]

 

Şu Nimetlere De Nankörlük Olur Mu!

 

72. Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı, eşleri­nizden de sizin için çocuklar ve torunlar verdi ve sizi temiz gıdalarla rızıklandırdı. Onlar hâlâ bâtıla inanıp Allah'ın nimetine nankörlük mü ediyorlar?

Bu âyet biraz önce açıkladığımız Nahl 70 ve 71. âyetlerin devamı durumundadır ve aynı zamanda 73. âyetin başlangıcı mahiyetindedir. Âyetleri bir zincirin halkaları olarak kabul edersek, halkanın öncesinde 70 ve 71. âyetler, sonrasında da 73 ve 75. âyetler vardır. Al­lah size kendi nefislerinizden eşler yarattı. Eşlerinizden de sizin için ço­cuklar ve torunlar verdi."

a) Âyetin bu kısmında geçen e'ale fiilinin açıklaması Bakara 30?da yapılmıştır. Bu kelime "bir halden diğerine intikal ettirmek, ya­ratmak, bir şeyi bir şeyden çıkarıp îcâd etmek, bir şeyle bir şey hakkında hüküm vermek, tayin etmek, göndermek, ifade etmek" manalarına gel­mektedir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 72. âyete bu manalardan en yakışanı "vermek" anlamıdır. O zaman mana "Allah size kendi nefisleri­nizden eşler verdi" şeklinde olabilir. Ancak "yaratmak" manasını veren­lere de hak vermek gerekiyor.

Bazı müfessirler buradaki verme veya yaratma olgusunu Hz. Â-dem ve eşi olarak düşünmüşlerdir. Bize göre bu verme ve yaratma eyle­mi eşeysiz yaratılmayı değil, eşeyli yaratılmayı ifade etmektedir ve her çağın nesline hitap eden bir özelliği vardır.

b) Buradaki enfüs kelimesi "kendileri" anlamına gelmektedir. Bu anlama geldiğini şu âyetlerle ispatlayabiliriz:

 "Andolsun size kendinizden öyle bir pey­gamber gelmiştir ki" Tevbe 9/128). Buradaki min enfusiküm "kendi aranızdan" anlamına gelmektedir.

"Evlere girdiği­nizde, Allah tarafıiîdan mübarek ve pek güzel bir yaşama dileği olarak kendinize selam verin" Nûr 24/61). Âyetteki'alâ enfusiküm "kendi kendinize" demektir.

"Kaynaşmanız için size kendi cinsinizden eşler yaranı" (Rûm 30/21).

Demek ki. bu ve bizim yorumunu yaptığımız âyetlerde "nefis" ke­limesi cinsel içgüdüyü ifade eden "nefis" anlamından ziyade, "kendi" manasına gelmektedir.

c)  Âyette geçen  ezvâc kelimesi zevcin çoğuludur. Bu kelime "eş" anlamında çiftler manasına gelmektedir. Hem kocayı hem de hanı­mını ifade etmektedir. Yani tek tek eşleri ifade ettiği gibi, çiftleri de ifa­de etmektedir.

d) benin kelimesi de "çocuklar" demektir. Torunlar manasına gelen sili- hafede kelimesinin asıl manası, "hizmette ve çalışmada hızlı olmak"tır. "Bir şeyi çabucak yapmak ve koşmak" manasında bu kelime kullanılır. Kunut duasındaki siâ nehfidü "Rabbim sadece sana koşar, senin için acele ederiz" anlamına gelmektedir. Özetle bu kelimeye "kız ve erkek çocuklardan gelen torunlar" manası verilmiştir.[37]

Bize göre hafede kelimesi, "kendi çocuğundan sonra gelen nesil-ler"i ifade etmektedir. Ancak bu nesillerin nimet olabilmesi için torunla­rın nine ve dedeler tarafından görülmesi gerekiyor. Sağlığında torun sahibi olmak gerekiyor.

Nahl 70'e dönersek, Yüce Allah orada insanı yaratmayı ele almış, burada ise eş, çocuk ve torunlar gibi nesil ağacını ele almıştır. Öncekin­de var olmamızı bir nimet olarak sunarken, 72. âyette eş, çocuk ve torun­ları nimet olarak takdim etmektedir.

2. "Ve sizi temiz gıdalarla rızıklandırdı."

Yüce Allah âyetin bu kısmını buraya niye koydu? Birinci bölüm ile bağlantısı nedir? Var olmak, nesillere sahip olmak bir nimet, bir de o varlığı sürdürmek için gerekli olan temel ihtiyaçlardan beslenmeyi temin etmek de bir nimettir. Biz bundan şu ilkeyi çıkartıyoruz: Doğurabilece­ğin kadar değil besleyip yetiştirebileceğin kadar doğurman gerekiyor. Nasıl Allah önce yaratıyor ve hemen ardından beslenmesi için rızkını temin ediyorsa, insan da doğurmalı ve hemen ardından gıdasını temin etmek için çalışmalı, Allah'ın rızık hazinesinden temin etmelidir.

Âyetteki tayyibât "temiz" anlamına geldiği gibi, "besleyici, helâl, faydalı" anlamına da gelmektedir. Aslında bu kelimeye "gıdalar" manası da verilebilir.

3. "Onlar hâlâ bâtıla inanıp Al­lah'ın nimetine nankörlük mü ediyorlar?"

Âyetin bu kısmındaki Jtüt el-bâtıl kelimesini âlimler farklı manaya almışlardır. Bu farklı manaları Râzî şöyle nakletmektedir. İbn Abbâs "put"; Mukâtil "şeytan"; 'Atâ "şirk" manalarını vermişlerdir.

Âlimlerin verdiği bu manaların hepsini kabul ediyoruz. Gerçek olmayan, insanı Allah'tan uzaklaştıran ve geçici olan her şeye bâtıl di­yebiliriz. Hakkın karşıtı olana bâtıl diyoruz. Sahte olan her şey bâtıldır.

Bu bilgilerin ardından şu açıklamayı yapabiliriz: 71. âyetin sonun­da da "nimet" kelimesi vardı bu "âyetin" sonunda da vardır. Acaba ikin­ci, yani 72. âyetin sonundaki nimet kelimesini "Kur'ân" ve "İslâm" ola­rak alabilir miyiz? Çünkü Yüce Allah onları da "nimet" olarak vasıflan­dırmaktadır. Kur'ân'ın inişi bittiği zaman Mâide 3'te şöyle buyurdu: "Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İs­lam'ı beğendim."

İsrâ sûresinin 81. âyetinde de hak "Kur" ân", yani "İslâm", bâtıl da onun tam tersi olmaktadır. Nah] "2"de de bâtıl geçtiğine göre nimet de "hak", "Kur'ân". "İslâm" anlamına gelebilir.

Bu manadan harekede diyebiliriz ki, Yüce Allah şu soruyu soru­yor: Onlar sahte, geçici, gerçekle alakası olmayana inanıyor da Allah'ın dinini, İslâm'ı. Kur" ân "ı inkâr mı ediyorlar? Böylece Yüce Allah hak ile bâtılı karşı karşıya getirmiş, insanların onlara karşı nasıl bir tavır takına­cağım açıklamıştır Bâtılı inkâr, hakka da iman etmek gerekiyor. Bunun tersini yapanlar da sorgulanacaktır.

Neye iman ve neyi inkâr edeceğimizi bu sorusu ile açıklayan Yüce Allah, din eğitimine hak ile bâtılın farkını ortaya koyma ve öğretme yü­kümlülüğünü vermektedir.[38]

 

Sahte Tanrılar Allah Olamaz:

 

73.  Müşrikler, Allah'ı bırakıp da kendilerine göklerde ve yerde olan rızıktan hiçbir şey veremeyen ve buna as­la güçleri yetmeyen şeylere tapıyorlar.

74. Allah 'a bir takım benzerler icat etmeyin. Çünkü Al­lah her şeyi bilir, siz ise bilemezsiniz.

Bu âyetlerde de şirk ile mücâdeleyi buluyoruz. Âyetlerden çıkarı­lacak prensipler şunlardır:

1. Yüce Allah, rızık, nimet, beslenme ve hayatı devam ettirmek i-çin gerekli olan bütün ihtiyaçları giderme konusu ile tevhîd inancı ara­sında bir bağlantı kurmaktadır. Aynı zamanda şirk ile de mücâdele ver­mektedir:

"Allah'ı bırakıp da kendilerine göklerde ve yerde olan rızıktan hiçbir şey veremeyen ve buna asla güçleri yetmeyen şeylere tapıyorlar."

Yüce Allah insanlara şunu anlatıyor: Tapınılan varlık insanın eko­nomik ihtiyaçlarını, temel ihtiyaçlarından olan beslenme ihtiyacını gide­recek güçte olmalıdır. Yani onlar da rızkın kaynağı ve bunu temin edebi­lecek güçte olmalıdır. Rızıklandırma ile güçlü olmak, sahte tanrıları ta­pınmanın dışına itecek en önemli vasıflardır.

Yüce Allah insanın tabiatında var olan bir niteliği harekete geçire­rek şirk ile mücâdele vermektedir. İnsan daima ekonomik açıdan menfaatlendirildiği kimselere boyun eğmeye yatkındır. Aynı zamanda güçlünün karşısında aczini hissedip saygı gösterir. İşte Yüce Allah insa­nın bu niteliğini işleyerek tevhîd inancı eğitimi vermektedir. Rızık ve  güç, insanı isyandan alıkoyan, boyun eğdiren, saygı gösterten iki önemli değerdir. İnsanlar rızkın kaynağını ve kimin sonsuz güce sahip olduğunu düşündüklerinde şirk koşmazlar.

2. Bu açıklamanın ardından Yüce Allah rızkı yaratan ve onu kulla­rına sunacak güçte olan Allah'a eş koşulmamasını, O'na benzerler icat edilmemesini emretmektedir. Neden ona benzer koşulmayacak? Cevabı­nı hem bir önceki âyet hem de 74. âyetin sonu vermektedir.

a) Rızkı temin ediyor.

b) Gücü her şeye yetiyor.

c) İnsanın bilmediklerini O. biliyor.

İşte bu üç şey. Allah'a eş koşulmasını yasaklıyor ve tek olan Al­lah'a imanı aklın gereği haline getiriyor. Sahiplik anlamına gelen mâlik-lik sıfatı, "her şeve gücü yetmek"" anlamına gelen kadîr ve nihayet son­suz bilgi sahibi olan Allah" in benzeri olamaz.

Yüce Allah dm eğitimcilerine şirk ile mücâdele verip tevhîd inan­cını nasıl anlatacaklarını ve nasıl ispat edeceklerini öğretmekte ve onlara asla unutmayacakları bir ders vermektedir. Bu ders burada ve bu âyet­lerde bitmemektedır:

"Cinleri Allah'a ortak koştular. Oysaki onları da Allah yaratmıştı. Bilgi­sizce O'na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Hâşâ! O, onların ileri sürdüğü vasıflardan uzak ve yücedir" (En'âm 6/100).

"O, gökleri ve yeri yoktan yaratandır. Size kendi­nizden eşler, hayvanlardan da eşler yaratmıştır. Bu suretle çoğalmanızı sağlamıştır. Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir" (Şûra 42/11).

"Onun hiçbir dengi yoktur" (İhlâs 112/4).

Son âyette "denk" anlamına gelen jîk küfüv kelimesi kullanılırken, diğerlerinde jL misi kelimesine yer verilmiştir. Bunun anlamı şudur:

Bırakınız Allah'tan daha büyük, daha güçlü ve daha bilgili varlığın ol­masını, dengi ve benzeri bile yoktur. Böylece Yüce Allah denklik ve benzerlik kavramlarını da tevhîd inancından çıkarmakta ve böyle düşü­nenleri şirkin tarafına bırakmaktadır. Bu açıklaması ile Yüce Allah, şirke düşmenin yollarını da anlatmaktadır. Büyüklük, üstünlük olmadığı gibi denklik ve benzerlik de yoktur.[39]

 

Örnekle Anlatma:

 

75. Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle ile, kendisine katımızdan verdiğimiz güzel rızıktan gizlice ve açıkça veren kimseyi örnek veriyor. Bunlar hiç eşit olur mu? Övgü Allah 'a aittir. Fakat, ço­ğu bunu bilmez.

76. Allah iki adamı örnek veriyor. Biri, hiçbir şeye gücü yetmeyen, efendisine yük olan, bir yere gönderse bir

iyilik getiremeyen bir dilsiz, şimdi bu, doğru yolda ola­rak adaletle iş yapan kimse ile bir olur mu?

Yüce Allah bu âyetlerle bir taraftan 72. âyette putperestlerin inan­dığı bâtılı açıklıyor diğer taraftan gerçek tevhîd inancının ne olduğunu belirliyor. Ölçü olarak da, bağımsız hareket edip iş üretmek ile fayda temin etmeyi kullanıyor.

1. "Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle ile... örnek veriyor."

Ayetin bu kısmında müşriklerin taptığı sahte tanrıların özellikleri bir benzetme ile açıklanmaktadır. Benzetilen bu kölenin özellikleri şun­lardır:

a) Hiçbir şeye gücü yetmeyen

Burada "güç yetirmek" ölçü olarak gündeme getirilmektedir. Tanrı olacak varlığın her şevi yapmaya gücü yetmelidir. Bu "ölçülerden" hare­ketle 72. âyetteki bânl inanca bir tanım getirilmektedir. Hiçbir şeye gücü yetmeyen bir varlığı, canlı bir varlığı veya cansız bir eşyayı tanrı kabul etmek, ona böyle bir vasıf vermek bâtıl bir inançtır.

b) Başkasının malı olan bir köle

Başkasının eşyası durumunda olan, hiçbir şeye sahip değildir. Kendisi hayatını sürdürebilmek için başkasının müdahalesine açık, baş­kasının sahiplenmesi olmadan yaşayamayan, varlığını sürdüremeyen varlığı tann edinmek de bâtıl bir inançtır.

Başkasının malı olmak demek, aynı zamanda hürriyetinin, özgür­lüğünün olmaması, kendi insiyatifi ile bir iş becerememesi demektir. Çünkü tann olan varlık hem kendi kendine sahip hem de her şeyini ya­pabilecek sonsuz ve küllî bir irâdeye sahip olmalı, bütün işlerini kendi insiyatifi ile yapmalıdır.

Demek ki başkasının malı olan, irâdesi ve özgürlüğü olmayan ve hiçbir işi yapmaya gücü yetmeyen bir varlığa tapınmak, ona tanrılık ö-zelliğini vermek bâtıl, yani sapık bir inanç olmaktadır.

2. "Kendisine katımızda verdiğimiz güzel rızıktan gizlice ve açıkça veren kimseyi (örnek veri-yor)."

Bir tarafta güçsüz ve başkasının malı olan, özgürlüğü ve insiyatifı bulunmayan bir köle, yani kul ile diğer tarafta Allah'ın verdiği rızıktan kendi insiyatifı ile gizli ve aşikâr infak eden hür bir insan. Yüce Allah bu farkın görülmesini istiyor.

Yüce Allah'ın verdiği güzel nzıktan kasıt, işte o kulun bir mala sahip olduğunu ifade etmektir. Kulun, sahip olduğu maldan gizli ve aşi­kâr vermesi de özgürce davrandığı ve bir işi yapma gücü olduğuna işa­rettir.

3.  "Bunlar hiç eşit olur mu?"

İşte köle ile hür insanın bir olmaması gibi sahte tanrılar da Allah ile bir olamaz, eşit olmadıkları gibi benzer ve denk de değillerdir. İşte farkı fark edemeyen anlayış da bâtıldır. Böylece Yüce Allah bâtıla farklı bir açıklama ve tanım getirmiştir. İşte şirkin, Allah ile başka varlıkların farkını fark edememekten kaynaklandığı bu âyetten anlaşılmaktadır. Farkı fark edememe sebep, şirk de sonuç olmaktadır.

4. "Övgü Allah'a aittir. Fakat çoğu bil­mez."

Allah ile sahte tanrı kabul edilen diğer varlıkların arasındaki farkı anlamak insanı tevhîd inancına götürecektir. Tevhîd inancına götürdü­ğünün işareti de Allah'a hamd etmesidir. Yüce Allah sonsuz kudreti, sonsuz bilgisi ve sonsuz irâdesi ile yaptıklarından dolayı övülmeyi hak etmiştir. Yaratması, besleyip büyütmesi ölçülü bir kâinat yaratması ve olmayan varlıklara hayat vermesi ile hamd ona ait olacaktır. İşte farkı fark eden, bu hamdi de gerçekleştirecektir.

Bunu gerçekleştirmek için bu gerçeği bilmek gerekiyor. İnsanların çoğu bu farkı bilmediği için övgünün yani hamdin kime ait olduğunu da bilememektedir. Demek ki şirki ortaya çıkaracak, onun yanlışlığını anla­yacak insanın bilgili olması gerekiyor. Şirk, bilginin olmadığı cehalet bataklığında üremektedir. Bütün bu kirli tapınmaların, sahte tanrı edinmelerin alt yapısında bilgisizlik, yani cehalet vardır. Bilgisizlik, kendine dahi sahip çıkamayan, bir iş yapmaya gücü ve insiyatifı olmayan, zaten kendisi de yaratılmış olan bir varlığı tanrı olarak gösterir, onun tanrı ola­rak görülmesine sebep olur.

Bundan şu neticeye varıyoruz: Allah, özgür insan istemektedir. Özgür iradeli insanlar ancak Allah'ı, putlardan arındırmış olarak algıla­yabilirler. Bilme, özgürlüğün kaynağıdır. Şirk ile mücâdele bilgi silahı ile olmalı, bilgilendirme arttıkça şirkin alanı da daralacak ve gücünü kaybedecektir. Böylece tevhîd inancını yaymada zorlama ortadan kalka­cak ve inanç alanına özgürlük ve serbest seçme hâkim olacaktır. Çünkü bilgi demek, biraz daha özgürlük demektir. Bilen insana dayatma yap­maya lüzum yoktur.

5."Allah iki adamı örnek veriyor. Biri. hiçbir şeye gücü yetmeyen, efendisine yük olan, bir yere gönderse bir iyilik getiremeyen bir dilsiz, şimdi bu, doğru yolda olarak adaletle iş yapan kimse ile bir olur mu?"

Yüce Allah bir önceki âyette köle ile hür insanı örnek vererek tevhîd inancını ve şirki anlatırken, bu âyette de faydalı iş yapanla bir işi beceremeyeni gündeme getirerek tevhîd inancını anlatmaktadır. Birinci adamın özellikleri şunlardır:

a) Dilsizdir.

Dilsiz manası verilen ı£ji ebkem kelimesi bekime fiilinden türemiştir. Bu kelimeye âlimler şu manayı vermişlerdir: Ebu Zeyd'e göre bu kelime: "Konuşmayan, sözün gelişine uygun düşmeyen fazla kelime­ler kullanan"; Sa'leb İbnu'l-'Arabî'ye göre: "Akledemeyen, düşüneme-yen"; Zeccâc'a göre ise: "Duymayan, görmeyen, baygın kimse" demek­tir.[40]

Demek ki bu kimse "düşünmeyen, düşünse bile düşüncesini anla­tamayan, söyleneni anlamayan" kişi durumundadır.

b) Hiçbir şeye gücü yetmez.

Güç yetmemek tanrı olamamanın en önemli özelliğidir. Tersine söylersek "Tanrı olabilmek için her şeye gücü yetmiş olmak" bu işin olmazsa olmazını teşkil etmektedir.

c) Efendisine yük olur.

Âyetin bu kısmında geçen js keli kelimesi, "keskin bıçağın ağzı kalınlaşıp kesmez hale geldiğinde, kalınlaşması" demektir. Yani bu âyet­teki anlamı "dilin ağızda kalınlaşıp konuşamaz hale gelmesi"dir. Bura­daki kalınlaşmak da bu kelime ile anlatılır. "Bir işin zor gelmesi sebebiy­le kişinin o işe gitmemesi" de bu kelime ile ifade edilmektedir.[41]

Söyleneni anlamadığı, düşüncesini ifade edemediği için hiçbir işi yapmaya gücü yetmeyen adam, efendisine bu günün ifadesi ile topluma ve devlete yüktür. Hatta bu insan ailesine de yüktür. Demek ki bir iş yapmak insanı başkasına yük olmaktan kurtarmaktadır.

d) Bir işe tayin edilse bir fayda getiremez.

Yüce Allah fayda getirmeyi başarılı olmanın ölçüsü olarak gör­mektedir. Gücü yetmeyen kişi doğal olarak bir fayda üretip getiremez.

Bu noksan özelliklere sahip olan insanın tersi olan bir insanı da Yüce Allah gündeme getirerek mukayese etmektedir. Bu insanın özellik­leri nelerdir?

a) Adaletle iş yapar.

Yüce Allah bu mukayesede "adaleti" öne geçen bir değer olarak almakta, erdemli olmanın önemli şartlarından ve özelliklerinden biri olarak takdim etmektedir. Adaleti tam anlamı ile gerçekleştiren insan erdemliliğin doruk noktasına gelmiş demektir. "Adaletle iş yapmak" demek, "kendi iç âleminde âdil, aile hayatında, toplumda, iş hayatında, idarede, yani siyasette âdil olmak" demektir.

"Adaleti emretmek, adaletle iş yapmak" demek sadece kendisinin erdemli kalmasını temin etmiyor; aynı zamanda söz konusu kişi, bu erdemini başkasına da emredecek güce sahip demektir. Âdil olmak, adaleti emretmek de bir güç işidir. Adaletle iş yapmak, adaleti emretmek, aynı zamanda dürüst olmayı ve doğru olmayı ifade etmektedir.

b) Doğru yol üzerindedir.

Bunun anlamı "istikameti tamdır" demektir. "Doğru yol üzerinde olmak", dürüst davranmanın ve adaletli iş yapmanın bir sonucudur. "Doğru yol üzerinde olmamak" da, sapıklık içinde olmak ve yoldan çıkmak demektir. "İstikamette olmak", her işini mükemmel yapmak de­mektir. İstikamet içerisinde olmak, faydalı iş üretmek, insanlara faydalı olmak, bütün erdemleri kendinde toplamak demektir.

Âdil olmak, adaleti emretmek, istikamette olmak, doğru ve dürüst davranmak, aynı zamanda o değerlen bilmek, tersi durumda olanlarla aradaki farkı bilmek demektir. Bütün bunların yanında bilme erdemine sahip olmak demektir

Muhammed Esed "5. âyet ile 76. âyetin işlediği, mukayese ettiği konu ve kışılen şu şekilde kıyaslamaktadır: Birinci benzetmede konu özgürlük ile kölelik, yahut daha genel bir tanımlamayla bağımsızlık ile bağımlılık arasındaki karşıtlık iken; ikinci benzetmede konu, dilsizlik ve yetersizlik, ehliyetsizlik ile dürüstlük, adalet ve yeterlilik arasındaki kar­şıtlıktır.

Yüce Allah 76. âyette de farkın fark edilmesini öngörmektedir. İn­sanların, kendi âlemlerinde bu farklılıkları fark etmelerinin neticesi ne olacaktır? Bu insanlar. Allah ile sahte tanrıların arasındaki farkı anlaya­cak, şirkten kurtulup tevhîd inancına varacaklardır. Böylece müşahhas­tan mücerrede: yani somuttan soyuta giden bir metot ile aklı çalıştırmış olacaklardır. Sonuç olarak burada tevhîd inancına varacak olan aklın işleyiş tarzının örneği verilmektedir.[42]

 

Tevhıd İnancına Götüren Diğer Olgular:

 

77. Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir. Kıyametin kopması ise, göz açıp kapama gibi veya daha az bir zamandan ibarettir. Şüphesiz Allah, her şeye kadirdir.

Bu âyette yine tevhîd inancına varmak için Yüce Allah iki şeyi birbirine bağımlı olarak öğretmektedir.

a) "Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir." Âyetin bu kısmındaki "gayb" kavramı "göklerin ve yerin bilinmeyen ve görülmeyen gerçekleri, sırları" anlamına gelmektedir.

Bunu söylemekle Yüce Allah yine tevhîd inancına, tek tanrı inan­cına götürmeyi amaçlamaktadır. Kâinatın sırlarını bilmeyen bir varlık tanrı olamaz. Müşriklerin, Allah'tan başka tapındıkları sahte tanrılarının bu özelliği olmaması onların aklını gerçek tanrıya yani Allah'a çevirme­lidir.

Âyetteki "bilinmeyen, görülemeyen gerçekler, sırlar" anlamına ge­len "gayb"ı Yüce Allah'ın, gökler ve yer ile bağlantılı olarak gündeme getirmesini, Nahl sûresinin bu âyete yakın olan yaratma sıfatını anlatan âyetleriyle ilişki içinde açıklayabiliriz. Nahl 65-74. âyetler arasında Yü­ce Allah insanın önüne göksel ve yerel bilimleri koyup onları ele alıp inceleyebileceği konular olarak gündeme getirmektedir.

Kâinat kitabını okuyanlar, oradan yaratıcısına ulaşmalıdırlar. Yara-:an varlığa ulaşan insan şunu da anlayacaktır: Eseri kim yaratmışsa onu her boyutu ile bütün sırlarını da o bilir. Görünen ve insanlar tarafından bilmen boyutu ile onlar tarafından bilinmeyen boyutunu da bilir.

b)  "Kıyametin kopması ise, göz açıp kapama gibi veya daha az bir zamandan ibarettir. Şüphesiz Allah her şeye kadîrdir."

Âyetin bu kısmından çıkaracağımız neticeler olacaktır:

Kıyametin kopuşu uzun bir zaman almayacaktır. Ayette geçen ve "çabucak bakmak" anlamına gelen lemh kelimesi bu kopuşu açıklamak­tadır. Saat da "kıyametin koptuğu an"ı ifade etmektedir.

Yüce Allah kıyametin, göz açıp kapamadan daha az bir zamanda olacağına da işaret etmektedir.

Bunlardan anlıyoruz ki. insanların kıyametin kopuşunu ne engelle­yecek güçleri vardır ne de buna zamanlan olacaktır.

Kâinatı yaratmada Allah'ın kudretinin yeterliliği ile kıyametin ko-puşundaki yeterliği âyette anlatılmaktadır. Yüce Allah'ın, yapma ve yıkmadaki gücü sonsuzdur. Böylece Yüce Allah kendi gücü hakkında yaratma ile kıyametin kopmasını örnek vererek açıklamaktadır.[43]

 

Bilgi Doğuştan Mıdır?

 

78. Siz hiçbir şey bilmezken Allah, sizi analarınızın karnından çıkardı; şükredesiniz diye size kulaklar, göz­ler ve kalpler verdi.

Felsefede bilgi doğuştan mıdır yoksa sonradan mı kazanılır? soru­su tartışılmış ve tartışılmaktadır. Yüce Allah Kur'ân'in geldiği dönemde buna çözüm getirmiştir. Bilgi doğuştan değil sonradan kazanılır. Johl Locke bu bakımdan Kur'ân'a yakın bir görüş beyan ederek, doğuştan insan zihninin "boş bir levha" olduğunu söylemiştir. Onun bu düşüncesi Kur'ân'ın bu âyetini Batı felsefesine taşımıştır. Böylece bu âyet bilginin doğuştan geldiğini söyleyen Sokrat ve takipçilerinin felsefesini yıkmış­tır.

Doğuştan insanın zihni boş bir levha olmakla beraber, bilgi öğ­renmeye müsait bir halde yaratılmıştır.

Duygularımız, kabiliyet ve yeteneklerimiz ham tohumlar halinde, potansiyel güçler olarak doğuştan gelirler, sonradan eğitimle geliştirilir ve gelişebilecekleri nihâî noktaya kadar ulaştırılırlar.

Burada insanın bilgi edinme sürecini görüyoruz. Yüce Allah bilgi edinmesi için insana kulak, göz ve gönül gibi duyu organlarını verdiğini söylemektedir.

Dikkat edilirse Yüce Allah kulağı öne almış, gözü ikinci sıraya bı­rakmıştır. Halbuki modern bilim metodolojilerinde "gözlem" öne çıkar­tılmaktadır. Allah'ın, duyma ve görme olgusunu öne çıkartmasının hik­meti ne olabilir? Aslında modern bilim metodolojisi ile Kur'ân'ın çeliş­tiği bir durum yoktur. Bilgi, gözlemle elde edilir. Ancak gözleme hazır olabilmek için doğru prensiplere kulak vermek gerekir. Dinlemesini bilmeyen, doğru bilgileri gözardı eder. Böylece öğretim faaliyetinde duyu organlarının önemi ve onların çalıştırılması vurgulanmaktadır. Ku­lak, göz ve gönül anne karnında yaratılmıştır ama faaliyetlerini doğduk­tan sonra göstermektedirler. Onun için kulağa dinleme, göze görme, gönüle de anlama şeklinde mana vermemiz daha doğru olacaktır. Bu organları biyolojik isimlerinden alıp psikolojik işlevlerine intikal ettir­memiz gerekiyor.

Yüce Allah, bu duyu organlarını bize niye verdiğini âyetin sonun­da söylemektedir: b/£j& «idiJ "Şükredersiniz diye." Buradaki "şükür" >!iklemi, "nimetin kıymetini bilip vereni takdir etmek"tir. Şükür keli­mesinin "inanmak" manası olduğunu düşünürsek, âyetin bu bölümüne "inanasımz diye" anlamını vermek de mümkün olacaktır. Böylece Yüce Allah, duyu organlarını bize niçin verdiğini de açıklamış olmaktadır.

Kısaca diyebiliriz ki bu âyet epistemoloji denen bilgi nazariyesi üzerinde yapılan tartışmaları sona erdirmekte ve bilginin doğuştan değil, sonradan kazanıldığı ilkesini koymakta, bilginin elde edilmesinde duyu organlarının etkinliğini açıklamakta ve bu organların insana verilişinin amacını tespit etmektedir. "Şükretmek" veya "inanmak" şeklinde belir­lenen bu amaç, insanı hayvandan ayıran en önemli ölçütlerden biri ol­maktadır. Bu amaç yetişmekte olan bütün çocuk ve gençlere öğretilmeli­dir.[44]

 

Gözlem Ve Gözlemin Neticesi:

 

79. Göğün boşluğunda emre boyun eğdirilmiş (olarak uçuşanı kuştan görmediler mi? Onları orada Allah'tan başkası tutamaz. Kuşkusuz bunda inanan bir toplum i-çin âyetler vardır.

Âyetten çıkaracağımız neticeler şunlardır:

1. Yüce Allah, kâfirlere, Allah'tan başka tanrı edinip şirk koşanla­ra yine tabiat kitabından bir konuyu gündeme getirerek yanlış düşünce, inanç ve yolda olduklarını anlatmaktadır: "Göğün boşluğunda emre boyun eğdirilmiş (olarak uçuşan) kuşları görmediler mi?"

Kuşların havada uçuşmasından hareketle Yüce Allah hem varlığı hem de gücü hakkında bir ders vermektedir. Bu derste öncelikle insanla­rın gözlem yapmasını istemektedir.

Buradaki "görmediler mi?" ifadesi "gözlem yapmadılar mı?" demektir. Geçmiş zaman kipi manası yerine "gözlem yapmıyorlar mı?" demekte yarar vardır. O zaman âyeti tarihsellik boyutundan kurtarıp ev­rensel boyuta taşımamız mümkün olacaktır. Aslında âyetteki "görmek" ya da "gözlem yapmak" fiiline, "düşünmek" manasını vermemiz daha doğru olacaktır. Böylece söz konusu ifadeyi "gözleyip düşünmüyorlar mı?" şeklinde çevirmemiz gerekiyor.

Kuş gibi bir canlının kanatlarını açıp hava boşluğunda hareket edip uçması belli bir tabiat kanununa bağlıdır. Biyolojide kuşun nasıl uçtuğu konusu yer almaktadır. "Kuş kanatlarını açarak ve yukarı kaldırarak u-çar" şeklindeki kanun bilimsel araştırmalar neticesinde elde edilmiştir.

Âyette geçen müsehherât kelimesine, "Allah'ın yarattığı yasalara uymak, onlara boyun eğmek" manası verilebiliriz. Havada uç­manın gerçekleşebileceğini kanuna bağlayan Allah'tır. Bu kanun da kuş­la ilgili kaderin kendisini olmaktadır. Kuşun uçmasını gözleyen, onun üzerinde düşünen insan bir taraftan Allah'ın kudretini anlayacak, diğer taraftan da uçacak bir aleti yapma düşüncesini hayata geçirecek, gökte hareket eden uçak ve ona benzer uyduları, mekikleri ve uzay araştırması yapan teknoloji ürünü makineleri üretecektir. Kuşların uçuşunu gözlem­leyerek, bu teknolojiyi üretme dersini verirken Yüce Allah, insanın bey­nine hitap etmektedir.

2. Bu gözlemden çıkarılacak diğer bir netice de şudur: "Onları orada Allah'tan başkası tutamaz" cümlesi, "kuşların gökte hareket edip düşmeden uçmaları kanununu Allah yarattı" demektir.

Kimse böyle bir kanun yaratacak güçte değildir. İnsanların yaptık­ları göksel araçların havada hareket etmesi de Allah'ın bu kanununa göre gerçekleşmektedir. îşte bu kanun Allah'ın gücünü ve yaratıcılığını ifade etmektedir.

3.  Onun için Yüce Allah inanan topluluk için bu olayda âyetlerin, yani ibret ve derslerin, hatta kanunların olduğunu söylemektedir. Demek ki. tabiatta bir kanunun işleyişini gözlemlemeyen insanın inancı, göz­lemden çıkarılacak dersi etkilemektedir. İnanan insanın alacağı ders ile inanmayan insanın alacağı ders arasında farklar vardır. İnanmayan in­sanlar bu tabiat kanununu gözlemleyip üzerinde düşününce Allah'ın varlığını, birliğini ve sonsuz kudretini anlayacaktır. İnananlar da bunlara ilâveten değişik dersler çıkaracaklardır.[45]

 

Allah İnsan İçin Neler Yaptı Ve İnsan Neler Yapıyor:

 

50. A//a/i evlerinizde size huzur verdi. Size hayvanların derilerinden yolculuk günlerinizde ve ikamet günleri­nizde kolayca taşıyabileceğiniz barınaklar; yünlerin­den, tüylerinden ve hTlarınâan hır süreye kaâar hA\u-nabileceğiniz giyimlikler ve geçimlikler var etmiştir.

81.  Allah, yarattıklarından size gölgeler yapmış, dağ­larda barınaklar var etmiş, sizi sıcaktan koruyacak giy­siler ve savaşta sizi koruyacak zırhlar yaratmıştır. İs­lam'a girip esenlik kazanasınız diye size olan nimetini böyle tamamlıyor.

82.  Eğer yüz çevirirlerse sana "ancak açıkça bildir­mek" düşer.

83.  Allah'ın nimetini bilirler, sonra da onları inkâr e-derler. Onların çoğu nankördür.

Yüce Allah gökteki kuşlara uçma yeteneğini verirken, insanlar için neler yaptığını da açıklamaktadır. Yaptıklarının çoğunu insana da öğre­terek kendisine yaptırmaktadır.

1. "Allah evlerinizde size huzur verdi."

Bunun anlamı: "Yüce Allah size, içinde huzur bulacağınız evleri yapmayı öğretti. Size o imkan ve kabiliyeti verdi" demektir. Günümüzün dili ile konuşacak olursak, şöyle açıklama yapabiliriz: İnsanın temel ihti­yaçlarından biri de barınma ihtiyacıdır. Yüce Allah bu ihtiyacını karşıla­yabilmesi için insanı öğretime tâbi tutmuş, ona bu imkan ve yeteneği vermiştir.

Ev yapabilmesinin amacını da belirlemiştir: "Huzur bulmak." İn­sanın huzur bulacağı yerlerin başında kendi evi gelmektedir.

Aslında âyetteki "ev" kelimesine anlamı biraz daha genişletip "va­tan" manasını da verebiliriz. Bağımsız bir vatana sahip olan toplumlar huzur içerisindedir. Bağımsız toprağı olmayan topluluklar huzur içinde değillerdir. Âyetin buna işaret ettiğine inanıyoruz.

2.  Diğer taraftan Yüce Allah, hayvanlar âleminden insanlara sun­duğu nimetleri de gündeme getirmektedir:  lî^i

"Size hayvanların derilerinden yolculuk günlerinizden ve ikamet günle-nnizde kolayca taşıyabileceğiniz barınaklar; yünlerinden, tüylerinden ve kıllarından bir süreye kadar kullanabileceğiniz giyimlikler ve geçimlik­ler var etmiştir."

a)  Burada insanların, hayvanların derilerini kullanarak barınak yapmalarına işaret edilmektedir. Kurumuş hayvan derisini taşımak ve onunla sığınılacak bir barınak yapmak kolaydır.

b) Hayvanların daha önce çeşitli ürünlerinden beslenme ele anılır­ken bu âyette yün, tüy ve kıllarını kullanarak giyimlikler yapma konusu­na dikkat çekilmektedir. Bunlardan kimi zaman giyimlikler, kimi zaman da satarak

Hayvanların deri, yün, tüy ve kıllarını kullanarak insanlar, barınak dediğimiz çadır türü şeyler yapmışlardır. Âyet bunlara da işaret etmekte­dir.

Ayette geçen  za"n kelimesi, "göçebelerin, koyun gitmek için veya bir suyun başında konaklamak, yahut bir otlak bulmak amacıyla yaptıkları göç hareketf'oe denilmektedir. "Sefere çıkıp yolculuk amacı ile tepelere tırmanan ve gıdenfe de zâ'in denmektedir.

Öyle anlaşılıyor ki Yüce Allah bu anlatımı ile Nahl 65. âyete dik­kat çekmekte, oraya referans vermektedir. Gökten su indirip bitkileri, meyveleri bitirmesi olgusu, insan hayatında öylesine etkili olmaktadır ki, insanlar hem kendilerini geçindirmek hem de hayvanlarını otlatmak için su ve bitkinin olduğu yerlere göç etmişler ve etmektedirler. İşte bu göç hareketine za'n denmektedir.

Böylece Yüce Allah toplumsal gelişmenin hayvancılık ve bunun getirdiği göçebe hareketlilik dönemini anlatmaktadır.

Günümüzde deri sanayii, yün ürünlerini üreten giysi sanayii dikka­te alınırsa, ilâhî nimetin işlenmesiyle neler elde ettiğimizi düşünmemiz gerekiyor. Yüce Allah'ın bize tahsis ettiği bu nimetler asla unutulmamalı ve onlara asla nankörlük yapılmamalıdır.

Âyette geçen tx\ esâs kelimesi, "insanın giydiği, örtündüğü ve cinsel ilişki de üzerine çektiği örtü"dür. £6; meta' da "evlerde döşenilen ve evlerin zinetlendirildiği şeyler"dir. [46]Yüce Allah insanın istifade ettiği en küçük şeyleri bile gündeme getirmektedir.

3. Yüce Allah, insanlara sunduğu nimetleri anlatmaya devam et­mektedir "Allah yarat­tıklarından size gölgeler yapmış, dağlarda barınaklar var etmiştir."

İnsanlar ne ile gölgelenirler? Kimi zaman bir ağacın altında, kimi zaman doğal olan mağara tipi taşların altında, kimi zaman da bulutların altında. Meselâ: "Ve sizi bulutla gölgeledik" (Bakara 2/57) buyruğu da buna işaret etmektedir.

Âyette geçen  zılâl, zili kelimesinin çoğuludur. "Gölge" denen nimet küçümsenecek türden bir nimet değildir. Yüce Allah cennetin ö-zellikleri arasında, ona da yer vermektedir: "Onları koyu bir gölgeye koyarız" (Nisa 4/57); "Onlar ve eşleri gölgeler altında tahtlara kurulurlar" (Yâsîn 36/56); "Cennet ağaçlarının gölgeleri üzerlerine sarkar" (Insân 76/14); j "Şüphesiz ki takva sahipleri gölgelerdedirler" (Mürselât 77/41).

Demek ki dünyada da, âhirette de gölge önemli nimetler arasında yer almaktadır.

"Dağlarda sizin için barınaklar var etmiş" Âyetin bu kısmında geçen oGÜ eknân kelimesi kinn kökünden türemiş­tir. Dağlardaki barınak, yaylalara göç etmeyi, yazın sıcağını orada ge­çirmeyi ifade edebilir. Bu ifade, yaz günlerinde hayvanları dağlarda ba­rındırmak ve dolayısıyla bir yayla kültürü geliştirmek anlamına da gelebilir. Ayrıca dağlarda sığmak edinmek, eski savaş kültüründe de önemli bir yer işgal etmekteydi.

4. "Sizi sıcaktan ko­ruyacak giysiler ve savaşta sizi koruyacak zırhlar yaratmıştır." Sıcak ülkelerde beyaz giysiler insanı daha serin tutmakta, güneşin ışınlarını emme yerine geri yansıtmaktadır. Onun için çok sıcak ülkelerde beyaz giysiler tercih edilmektedir.

Genel manada baktığımız zaman elbise yapmayı ilk önce insana Yüce Allah öğretmiştirrily

 "Ey Adem oğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik" (A'râf 7/26). Elbiseyi ilk insana öğreten Yüce Allah'tır.

Diğer taraftan savaşta insanı koruyacak zırh yapmayı da Yüce Al­lah öğretmiştir "Ona, savaş sıkıntıla­rından sizi koruması için zırh yapmayı öğrettik" (Enbiyâ 21/80); "Geniş zırhlar imal et, dokumasını ölçülü yap" (Sebe' 34/11).'

Demek ki zırh yapmanın önce sanatını, sonra teknolojisini insanlı­ğa Yüce Allah öğretmiştir. Öyle anlaşılıyor ki bunu ilk yapanlardan biri Hz. Dâvûd'tur.

5. "İslam'a girip esenlik kazanasınız diye size olan nimetini böyle tamamlıyor."

Yüce Allah'ın, insanlara ihtiyaçları olan her şeyi vermesi ve nime­tini en ince ayrıntısına göre takdir edip düzenlemesi, insanların O'na boyun eğip teslim olmalarını temin etmek amacını gütmektedir. Bundan şunu anlıyoruz: Allah'a bütün benliği ile teslim olmak, yani İslam'a gi­rip huzur bulmak için Yüce Allah, insana ihtiyaçlarını giderecek maddî nimetler vermektedir.

O zaman müslümanıarın, İs\arrf ı yayma\an ^e msantam inancına gelmelerini temin etmeleri için maddî güçlerinin, yani ekono­milerinin güçlü olması gerekiyor. Bir milletin ekonomisi güçlü olursa kendi inancını ve kültürünü başka milletlere kolaylıkla ihraç edebilir. Ekonominin güçlü olabilmesi için bilginin güçlü ve fazla olması ve o bilgiyi teknolojiye uygulaması gerekiyor. Çünkü insanlar temel ihtiyaç­ları olan beslenmeyi kimden temin ediyorsa onun kapısına çöker, ona teslim olur. İşte Yüce Allah'ın da, bütün nimetlerini insanlara tamamlar­ken amacı, onların teslim olmaları, yani O'na boyun eğmeleridir.

Böylece maddenin maneviyata dönüşümünü burada görüyoruz. Müslümanların, müslüman olmayan ülkelerde manevî oluşumlar mey­dana getirebilmeleri için muhataplarının temel ihtiyaçlarını giderecek maddî imkanlar sağlamalıdırlar. Suyun olmadığı yerde canlı olmayacağı gibi, maddî nimetlerin olmadığı yerde manevî yeşerme de olmaz.

6. "Eğer yüz çevirirlerse sana 'ancak açıkça bildirmek' düşer."

Yüce Allah insanlara temel ihtiyaçlarını ve bunun yanında en kü­çük ihtiyaçlarını nasıl karşıladığını anlatırken inanıp teslim olmalarını, O'na boyun eğmelerini amaç ediniyordu. Yani Yüce Allah, bunca nime­tine karşılık bir de onları doğru yolda tutmak için vahy ve peygamber göndermiş, maddî nimetlerin yanında manevî nimetlerini de ihsan etmiş­tir.

Günümüz eğitim psikolojisine göre olaya bakarsak, Yüce Allah in­sanı bütüncül bir yaklaşımla besleyip büyütmekte ve eğitmektedir. Hem beslenmesini sağlıyor hem de beyin ve gönlünü eğitmek için manevî esaslarını öğretiyor. Bir yandan midesine, diğer yandan da duygu, kabi­liyet ve yeteneklerine hitap ediyor.

İşte bu manevî eğitimi yapmak için Yüce Allah, peygamberler gö­revlendiriyor. Peygamberlerine kimi zaman olumlu kimi zaman da o-lumsuz tepki gösterenler olmuştur. Bu tepkilerin bir kısmı "yüz çevirme" şeklinde gerçekleşmiştir. Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 82'de de bu yüz çevirme şeklindeki tepki ele alınmaktadır.

Yüce Allah, peygambere yüz çevirecek kadar ileri gidenlere yapa­cak bir şey kalmadığına işaret etmektedir. O zaman peygambere düşen "sadece Allah'ın vahyini, yani mesajını açıkça duyurmak, apaçık tebli­ğini gerçekleştirmek"tir. Sırtını dönen adama zorla bir şey kabul ettirilemez; çünkü peygamberler gönüldeki inanç değişimine hükmede-mezler. Onlar öğretimini gerçekleştirirler, değişim kulun dilemesine nis­petle Allah'ın lütfuna yani onayına kalmıştır.

Bu âyet, birinci derecede Hz. Peygamber'i muhatap almakla bera­ber Hz. Peygamber'in vefatından sonra din âlimi ve görevlilerini de ilgi­lendirmektedir. Günümüzde ve gelecekte ilâhî vahye, yani Kur'ân'a sır­tını dönen insanlara aldırış etmeden, dini, yani ilâhî vahyi anlatmak ge­rekiyor. Alan alır, almayan Allah'tan uzakta kalır.

7."Allah'ın nimetini bilir­ler, sonra da onları inkâr ederler. Onların çoğu nankördür."

a) Burada soracağımız soru şudur: Allah'ın nimetinden kasıt ne o-labilir? Bu soruyu şu şekilde cevaplandırabiliriz:

i. Bu nimetler, yorumunu yaptığımız Nahl 78-81. âyetler arasında geçen ve insanın temel ihtiyaçlarını karşılayan nimetlerdir. Genel an­lamda söylersek, gıda, barınma, tabiat şartlarından korunma ve teknolo­jik keşifler yapmak şeklinde sınıflandırabiliriz. Demek ki bu insanlar, bu âyetlerde anlatılan nimetlerin Allah'tan olduğunu bilir, anlar ve tanırlar.

ii. Âyetteki "Allah'ın nimeti"ni Mâide 3'e göre manalandırırsak, bunun "ilâhî vahy", "İslâm", yani "Kur'ân", tek kelime ile "ilâhî mesaj" olduğunu söyleyebiliriz: "Bugün size dininizi ikmâl ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam'ı beğendim." Demek ki kâfirler, Allah'ın di­nini, mesajını tanıdılar, bildiler ve anladılar."

iii. "Tanımak", yani "bilmek" kelimesinden hareket edersek acaba bu nimet "Allah'ın peygamberi" olamaz mı? "Kendilerine kitap verdiklerimiz peygamberi, öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizlerler" (Bakara 2/146). En'âm 20'de de aynı konu gündeme getirilmektedir. Hz. Peygamberden yüz çevirenler aslında, Allah'ın nimetlerini, mesajını, peygamberini tanımaktalar.

b) Bilmelerine rağmen inkâra sapmaları Yüce Allah tarafından kı­nanmaktadır. "Sonra da onları inkâr ederler. Onların çoğu nankördür." Yüce Allah bir önceki âyette yer alan "sırtını dönme" eyleminin arkasındaki nedenleri açıklamakta ve bu eylemin analizini yapmaktadır. İnkar ve nankörlük psikolojisi onları bu eyleme sevk et­mektedir. Bakara 146'da geçen "bile bile gerçeği gizlediler" ifadesinde de yer alan "bile bile", burada da yer almaktadır. Tanımalarına, bilmele­rine rağmen inkâr etmeleri, nankörlüğe sapmaları gerçekten kabullenile­cek bir şey değildir. İnkâr ve nankörlük sebep, peygamberden yüz çe­virmek de sonuç olmaktadır.[47]

 

Kimlerin Azabı Hafifletilmez?

 

84. ifer milletten bir tanık getireceğimiz gün, artık in­kâr edenlere özür dileme izni verilmez ve özürleri de dinlenmez.

85.  Haksızlık edenler azabı gördüklerinde, ne azapları hafifletilir ne de onlara bir süre verilir.

86.  Allah'a ortak koşanlar, ortaklarını gördükleri za­man, "Rabbimiz! Senden başka yalvardığımız ortakla­rımız işte bunlardır" derler. Koştukları ortaklar, onla­ra: "Doğrusu, siz tam yalancısınız" diye laf atarlar.

87.  O gün, ortak koşanlar Allah 'a teslim olurlar ve uy­durup durdukları ortaklar ortaklıktan kaybolurlar.

Bu âyetlerin analizinden varacağımız neticeler olacaktır. Bu bö­lümde bu dünyada inkâr edenlerin öteki dünyadaki durumlarına ışık tu-rulmaktadır.

1. "Her milletten bir tanık getireceğimiz gün." Âyetin bu kısmında bahsedilen "şahit" kimdir? Soruya "peygam­berlerdir" diye cevap verebiliriz. Ama bu cevabın delili ne olabilir?

"Her bir ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onlara şahit olarak gösterdiğimiz zaman halleri nice olacak!" (Nisa 4/41). İşte bu âyet sorumuzu cevaplandırmak­tadır. Her peygamber kendi ümmeti için şahit olarak tayin edilecek, on­ların tümüne de Hz. Muhammed tanıklık edecektir. Bakara 143 de bura­ya delil olabilir.

Bu noktada şu soruyu sormak zorundayız: Hz. Muhammed vefat ettiğine göre, daha sonraki nesillere de şahitlik edecek midir? Yaşamakta olan dinlerin peygamberleri kendilerine inanan bütün nesillerinin şahidi olacaklardır.

Bu durumdan hareketle diyebiliriz ki, bütün peygamberlerin getir­diği ilâhî mesajın özü asla değişmemiş, ahlâkî ilkeler hep aynı kalmıştır. Bu bakımdan şahitlikleri de müşterek olacak ve aynı değerlendirmeyi yapacaklardır. Bu şahitlik, tevhîd inancı ile inkâr arasında cereyan ede­cek, tevhîd inancını kabullenenlerle inkâr edenler belirlenecektir.

Mahşerde ameller değerlendirilirken, peygamberlerin amelleri ile onlara inananların amelleri karşılaştırılacak, peygamberlerin amellerinin onların amellerine ne derece yansıdığı tesbit edilecektir. İşte bu yansıma içinde peygamberler tanıklık edeceklerdir.

Peygamberlerin "şahitliği" aynı zamanda problemi çözmek mana­sına da gelir. Her ümmetin günah bakımından âhirette problemleri ola­caktır. İman edip de problemi olanın, problemini çözmek için Allah'tan yardım ve af dilemek de şahitlik anlamına gelebilir. Demek ki, peygam­berlerin görevi bu dünyada bitmemekte, bu görev tanıklık olarak mahşe­re de intikal etmektedir.

2. "Artık inkâr edenlere özür dileme izni verilmez ve özürleri de dinlenmez."

Yüce Allah, âhiret hayatının önemli bir özelliğini gündeme getir­mektedir: "Orada özür dileme yoktur." Tövbe edip dönmek, istiğfar et­mek bu dünya ile alakalıdır.

Değişim bu dünya ile alakalıdır. İnkârdan tevhîd inancına geçişin, yapılan hatalardan özür dilemenin bu dünyada faydası var ve neticesi alınabilir. Ama bu sistemin âhirette geçerliliği olmayacaktır.

Âyette geçen velâhüm yüsta'tebûn ifadesindeki is-ti'tâb kelimesi, "rızalık istemek" anlamına gelmektedir. Kime karşı hata işlenmiş ise, onun gönlünün hoşnutluğu alınmak istenir. Bu gönül alma yoksa hata eden hatasında, öfkesinde devam ediyor demektir.[48] Âyetin bu kısmından şunu çıkartıyoruz: Âhirette kâfir­ler, mücrimler bu dünyada yaptıklarından pişmanlık duyacaklar, özür dilemek isteyeceklerdir. Oradaki pişmanlık fayda vermeyecektir. Peki kâfirler orada bu pişmanlıklarını nasıl ifade edecekler?

a) "O günahkârların, Rabbleri huzurunda başlarını öne eğecekleri: 'Rabbimiz! Gördük, duyduk, şimdi bizi geri gönder de iyi işler yapalım, artık kesin olarak inandık' diyecekleri zamanı bir görsen" (Secde 32/12).

b) "Kişinin: 'Allah'a karşı aşırı gitmemden dolayı bana yazıklar olsun! Gerçekten ben alay edenlerdendim' diyeceği günden sakının)" (Zümer 39/56).

c) "Yahut azabı gördü­ğünde: 'Keşke benim için bir kez imkan bulunsa da iyilerden olsam!' diyeceği günden sakının)" (Zümer 39/58).

d) "Onlar şöyle cevap verirler: 'Evet doğrusu bize uyarıcı bir peygamber gelmişti; fakat biz yalan saymış' ve: 'Allah'ın bir şey gönderdiği yok, siz olsa olsa bü->ük bir sapıklık içindesiniz!' demiştik. Ve: 'Şayet dinleseydik veya ak­lımızı kullanmış olsaydık, şu alevli cehennemin mahkumları arasında olmazdık!' diye ilâve ederler. Böylece günahlarını itiraf ederler. Artık uzak olsun o alevli cehennemin mahkûmları!" (Mülk 67/9-11).

Bu ve buna benzer itiraflara ve ardından özür dilemelere ne izin verilecek ne de dinlenecektir. Onların Allah'ın hoşnutluğunu, rızasını dilemelerinin de hiçbir faydası olmayacaktır. Demek ki Mahşer, yeniden amel yapmak yeri değildir. Tam tersine bu dünyada yapılanların değer­lendirip cezalandırıldığı veya ödüllendirildiği bir yerdir.

Yüce Allah bu âyetiyle şu mesajı da vermektedir: "Tövbeyi, af di­lemeyi, yani manevî değişimi bu dünyada gerçekleştirin. Öteki dünyada gerçeği anlamanın, itirafın, özrün hiçbir etkinliği olmayacaktır. Ne yapa­caksanız bu dünyada yapın. Bu dünyada ekilir; mahşerde biçilir." Din eğitimcileri bu konuyu iyi işlemeli, ısrarla üzerinde durmalı, dinin temel ilkelerinden biri olduğunu beyinlere kazımalı, dünya ile âhiretin farkını bu konuda anlatarak ümidi bu dünyada körüklemelidirler.

3. "Haksızlık edenler azabı gördüklerinde ne azapları hafifletilir ne de onlara bir süre verilir."

Burada "haksızlık edenler" diye tercüme ettiğimiz kelime zalemû kelimesidir. Asıl mana "zulmedenler" şeklinde olmalıdır. "Zul-medenler"e, "haksızlık edenler" manasını verebiliriz, ama bu mana açık­lanmaya muhtaçtır. Buradaki "zulm" kelimesine Lokman 13'e göre "şirk koşmak" manasını verebiliriz. Ama "zulm"e "insanların haklarını çiğ­nemek", Nisa 10'a göre de "yetim hakkı yemek, insanlara baskı yap­mak" anlamını da verebiliriz.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 85. âyetten hemen sonraki 86. âyete bakarsak, buradaki "zulm"ün "şirk" olduğu ve o kelimeye "şirk koşanlar" anlamının verilebileceğini anlamış oluruz.

Demek ki müşrikler âhirette azabı gördüklerinde, onların azapları hafifletilmeyecek ve onlara bir süre de verilmeyecektir.

Bu âyetten anlıyoruz ki, insanlar kafa gözü ile orada azaplarını, cehennemi göreceklerdir. Ama onlar şirk koştuklarından dolayı, ceza indiriminden istifade edemeyeceklerdir. "Azapları hafifletilmeyecek" ifadesinden, bazı insanların azap indiriminden istifade edeceği ve bu indirimin onlara uygulanacağını anlıyoruz. Aynen, âyette "onlara bir süre verilmeyeceği" ifadesinden de bazılarına bir süre tanınacağını çı­karmamız mümkündür.

Yüce Allah'ın bu açıklamaları modem hukuka şu esasları katmak­tadır: "Ceza indirimi" ve "cezayı erteleme" hukukta kullanılmalıdır. Bu­nun temellerini Yüce Allah ilk vahyinden itibaren atmış ve insanlığa öğretmiştir. Böylece ilâhî vahyin hukuka kaynaklık ettiğini görüyoruz.

Bir önceki âyetle bu âyeti bir araya getirirsek şu sentezi yapabili­riz: Kâfir ve müşriklerin özür dilemesine izin verilmeyecek ve özürleri de dinlenmeyecektir. Aynı zamanda onlara ceza indirimi ve mühlet de verilmeyecektir. İşte bu uygulamanın Kur'ân'da yer almasının, caydırıcı olması bakımından eğitimsel bir etkinliği vardır.

4. "Allah'a ortak koşanlar, ortaklarını gördükleri zaman; 'Rabbimiz! Sen­den başka yalvardığımız ortaklarımız işte bunlardır' derler."

Müşrikler, orada Allah'tan başka bu dünyada dua ettikleri, yalvar-dıkları, yardım istedikleri, Allah'a aracı koştukları insan türünden, şey­tan türünden tanrılarını göreceklerdir. Âyetten öyle anlaşılıyor ki, bura­daki şürakâ' kelimesi "bu dünyada taptıkları canlı veya ölü olan insanlaf'dır. Bunların arasında "şeytanlar" da olabilir. İnsanlar türbelere gidip dua edip yardım dilemektedirler. Her ne kadar "Allah'a dua edip yalvarıyoruz" deseler bile ölüyü, insanı aracı koşuyorlar. Bu da tevhîd inancının temeline dinamit koymaktan başka bir şey değildir.

İnsanlar sadece ölülere değil, canlı insanlara da tapınmakta, onlar­da doğa üstü güçler olduğunu zannederek farkında olmadan onlara tanrı gibi muamele etmektedirler. İşte mahşerde bu sahte tanrılarını görecek­lerdir.

O zaman o sahte tanrılarını Allah'a gösterircesine, yalvardıklan tanrıları tanıyacak ve şikâyet edeceklerdir. Demek ki bu dünyada sahte tanrı olarak neye tapındı ise onu orada hemen tanıyacaktır. Ona dua edip yalvardığını da itiraf edecektir.

5. "Koştukları ortaklar, onlara: 'Doğru­su, siz tam yalancısınız' diye laf atarlar."

Dünyada yal vardıkları, tapındıkları sahte tanrıları, onlara yalancı olduklarım, yalan konuştuklarını söyleyeceklerdir. Âyet "sözü atacaklar­dır" diyor. Demek ki sahte tanrılar insan ve şeytan türünde oldukları için mahşerde dirilecekler, onların ne dediğini anlayacak ve yalancı oldukla­rını söyleyerek cevaplandıracaklardır.

Burada şu soruyu sormamızda yarar vardır: Sahte tanrılar onların yalan söylediğini niçin söyleyecekler? Çünkü onların onlara taptıkları, onların kul oldukları bir gerçektir. Zaten müşrikler bunu itiraf etmekte­dirler. O zaman bu yalanlama neden olacak?

Bir önceki âyete bakarak cevap verirsek şöyle diyebiliriz: Müşrik­ler cezalarının hafifletilmesi için şirk koşmalarının suçunu sahte tanrıla­rına atmak için böyle söyleyecek ve sahte tanrıları da yalancı olduklarını söyleyeceklerdir. Bu görüşü Ebû Müslim el-İsfahânî'nin öne sürdüğünü Râzî nakletmektedir. Biz bir önceki âyeti İsfahânî'nin görüşünün doğru­luğu için delil gösteriyoruz.

Onların suçu şu sahte tanrılarına yüklemek isteyeceklerine dair başka âyetler de vardır:

a) "Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi inkâra çağırdım, siz de benim davetime hemen koştunuz. O halde beni yermeyin, kendinizi yerin. Ne ben sizi kurtarabilirim ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Kuşkusuz daha önce ben, beni ortak koşmanızı reddettim" (İbrahim 14/22).

b) "Onların hepsini bir araya toplayacağımız, sonra da Allah'a ortak koşanlara: 'Siz ve koş­tuğunuz ortaklar yerinizde bekleyin' diyeceğimiz gün artık onların arala­rını tamamen ayırımsızdır. Ve onların ortakları derler ki: 'Siz, bize iba­det etmiyordunuz.' Bu yüzden bizimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Şüphesiz ki biz, sizin tapmanızdan tamamen habersizdik" (Yûnus 10/28-29).

c) "Hayır, hayır! Taptıkları sahte tanrıları, onların kendilerine tapmalarını reddedecekler ve onlara hasım olacaklar" (Meryem 19/82).

6. "O gün, ortak koşanlar Allah'a teslim olurlar ve uydurup durdukları ortaklar ortalıktan kaybolurlar."

Bu âyette iki eylem söz konusudur:

a)  Müşrikler Allah'a teslim olacaklardır. İş işten geçtiği bir an ve mekanda teslim olmalarını bildirmelerinin bir faydası olmayacaktır. Mahşerde değil de bu dünyada onu yapmalı idiler.

b)  Uydurup durdukları ortaklar ortalıktan kaybolacaktır. Tanrıları orada onları yüz üstü bırakacaktır.

Yüce Allah, bu dünyada taptıkları sahte tanrıların âhirette onları terk edeceğini başka âyetlerde de anlatmaktadır:

i. "Yaratılışınızda ortaklarımız sandığınız şefaatçilerinizi de yanı­nızda göremeyeceğiz. Andolsun aranız açılmış ve tanrı sandığınız şeyler sizden kaybolup gitmiştir" (En'âm 6/94).

ii. Yine o günü: 'Benim ortaklarım olduklarını ileri sürdüğünüz şeyleri çağırın!' buyurur. Çağırmışlardır onları; fakat kendilerine cevap vermemişlerdir. Biz onların arasına tehlikeli bir uçurum koyduk" (Kehf 18/52).

iii. "Gör ki; kendi aleyhle­rine nasıl yalan söylediler ve uydurdukları şeyler kendilerinden nasıl kaybolup gitti" (En'âm 6/24).

iv. "Doğrusu Rabbimizin peygamberleri gerçeği getirmişler. Şimdi bizim şefaatçilerimiz var mı ki bize şefaat etsinler veya dünyaya geri dönmemiz mümkün mü ki yapmış olduğumuz amellerden başkasını yapalım? Onlar cidden kendilerine yazık ettiler ve uydurdukları sahte tanrılar da kendilerinden kaybolup gitti" (A'râf 7/53).

"Orada herkes geçmişte yaptıklarını karşısında bulur. Artık onlar gerçek sahipleri olan Allah'a döndürülmüşlerdir. Uydurmakta oldukları sahte tanrılar da onları terkedip kaybolmuştur" (Yûnus 10/30).

"Böylece önceden yalvarıp durdukları onlardan uzaklaşmıştır" (Fussilet 41/48).

Bu âyetleri yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 87'ye götürürsek şu neticeyi çıkartabiliriz: İnsanların bu dünyada taptıkları şeytanî ve in­sanî sahte tanrılar, mahşerde onları terk edip gideceklerdir.

Bu âyetin bildirdiği gibi günümüzde yaşayan ve Hz. îsâ'ya Al­lah'ın oğlu diyen ve bir zamanlar Hz. Üzeyir'e de aynı sıfatı yakıştıran­lar, mahşerde böyle bir şeyin olmadığını göreceklerdir. Diğer taraftan bu dünyada Allah'a dua ederken aracı koştukları, şefaatçi olacağını zannet­tikleri o sahte tanrılarının böyle bir gücü olmadığını görecekler ve o sah­te tanrıları onları terk edecektir.

Yüce Allah bu mesajı bizlere verirken, gizli şirkten bizleri koru­maya çalışmakta, koruyucu sağlık tedbirleri gibi, önceden koruyucu tevhîd inancı tedbirleri almakta, mahşerde olacak olanı, önceden haber vererek uyanda bulunmakta ve insanın tevhîd inancı bakımından ayağı­nın nasıl kayabileceğine ışık tutmaktadır.[49]

 

Başkasını Kötü Anlamda Etkilemenin Cezası:

 

88. İnkâr edip de Allah yolundan alıkoyanlar var ya, iş­te onların, yapmakta oldukları bozgunculukları sebe­biyle, azaplarını kat kat artıracağız.

Yüce Allah bu âyeti ile bize şu mesajları veriyor:

1. "inkâr edip de Allah yolundan alı­koyanlar."

İnkâr eden insanlar inkâr psikolojisini başkalarına bulaştırmadan duramazlar. İnkâr, insanın manevî yapısının tedavisi zor olan mikropla­rından biridir. Bu mikrop yerleştiği kalpte durmaz; çıkıp başkalarına da bulaşmak ister. İç âleminde inkâr mikrobu olan kişi da rahat durmaz, daima içindeki bu mikrobu başkalarına bulaştırmak için olanca gücünü sarf eder.

İnkarcının işi insanları Allah yolundan alıkoymaktır. Kendisi iyiler gibi olamadığından onları kendine benzetmek gayretindedir. Allah'ın yolu nedir? Bu sorunun cevabını En'âm 151-153. âyetlerde vermiştik. Burada kısaca açıklayacak olursak, aklın, düşüncenin, imanın, hakların ve özel manada insan haklarının, iyinin, doğrunun, güzelin ve hakkın yoludur. Bunlar Allah'ın yolunun teşkil eden değerlerdir.

Allah'ın yoluna engel koymak, insanları ondan alıkoymak, uzak­laştırmak bozgunculuktur.

2. "işte onların yapmakta oldukları bozgunculukları sebebiyle azaplarını kat kat artıracağız."

Yüce Allah âyetin bu kısmı ile, birinci bölümündeki kâfirlerin Al­lah'ın yolundan insanları alıkoyma eylemini tanımlamaktadır. Bu eylem, fesat çıkarma, yani bozgunculuk yapmaktır.

Aklın, imanın, düşüncenin, hakların, iyinin, güzelin, doğrunun ve hakkın oluşturduğu Allah'ın yoluna engel olmak, insanların o yola gir­mesine mâni olmak bozgunculuk yapmaktır. Yukarıda saydığımız değer­lerin hepsi Kur'ân'in yolunu ifade etmektedir. Yüce Allah'ın bütün pey­gamberlere gönderdiği vahyin yolu, Allah'ın yolu olmaktadır.

Bu yolda insanların yürümelerini durdurmanın azaba dönüşeceğini Yüce Allah âyette haber vermektedir. Hatta bu durum, azabın artmasına sebep olacaktır. Nahl 85'te zulmedenlerin azabında hafifletilme olmaya­cağını söylerken bu âyette kâfirlerin Allah yolunu engelleme eylemlerine kat kat azap vereceğine dikkat çekilmektedir. Burada da ceza artırımına gidilmektedir. Neden ceza artınmına gidilmektedir? Bunun cevabını şöyle verebiliriz: inkar etmelerine bir ceza, bir de Allah yolunu engelle­melerine bir ceza vardır. Kat kat günah işleyene, kat kat ceza uygulan­maktadır. Nahl 85. âyetin ters manasından hareketle ceza indirimi ilkesi­ni çıkarttığımız gibi. burada da ceza artımı ilkesini çıkartıyoruz.

Kendi içindeki inkâr pisliğini başkasına bulaştırmaya kalkan fesat çıkarıyor demektir. Onun bu eyleminin cezasında da artış olacaktır.

Genel anlamda din eğitimi ve eğitimcileri, Allah'a giden yolu, yani Allah'ın yolunu açık tutmak, oradaki engelleri kaldırmak, insanların orada rahatlıkla yürümesini temin etmek görevi ile yükümlü olduklarını bilmelidirler. Aklın, imanın, doğru düşünme sanatının, takvanın, iyinin, güzelin, doğrunun ve hakkın önünü açmalı, onların bir ışık gibi akmala­rını temin etmelidirler. Bunu yapamayan din eğitimcileri inkâr psikoloji­sinin girdabında boğulmaya mahkûm kalacaklardır.[50]

 

Hz. Peygamber'in Şahit Olması Ve Kur'ân'ın Görevleri:

 

89. O gün her ümmetin içinden kendilerine birer şahit göndereceğiz. Seni de hepsinin üzerine şahit olarak ge­tireceğiz. Ayrıca bu Kitab 'ı da sana, her şey için bir a-çıklama, bir hidâyet ve rahmet kaynağı ve müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.

Bu âyet iki konuyu ele almaktadır. Biri şahitlik meselesi, diğeri de Kur'ân'm gönderiliş amacıdır.

 

1. O gün her ürnmettin içinden kendilerine birer şahit göndereceğiz. Seni de hepsinin üzerine şahit olarak getireceğiz."

Âyetin bu kısmının bir benzeri de Nahl 84. âyette geçmişti. Orada "Her ümmetten bir şahit göndereceğimiz gün" şek­linde geçmektedir. Mahşerde her ümmetin başında peygamberi buluna­caktır.

Bu âyette de, onların tümünün şahidinin de Hz. Peygamber olacağı gündeme getirilmektedir. Bundan anlıyoruz ki, Hz. Peygamber evrensel bir peygamberdir. Mahşerde şahitlerin şahidi olacaktır. Âyetin bu kısmı­na birkaç açıdan bakmamız gerekiyor.

a) Âyette geçen "ümmet" kelimesini "fert" anlamına alabiliriz. Buna delilimiz ne olabilir? Soruya Nahl 120. âyeti cevap olarak verme­miz mümkündür: "Gerçekten İbrahim bir ümmet idi." De­mek ki bir kişiye de "ümmet" denilebilmektedir. O zaman Yüce Allah

herkese kendinden bir şahit göndermiş olacaktır. Bu nasıl olabilir? Soru­nun cevabını şu âyetlerle verebiliriz:

i. "Yapmış olduklarına, dilleri, elleri ve ayaklarının şahitlik edeceği gün" (Nûr 24/24).

ii. "° §ün ona­rın ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şa­hitlik eder" (Yâsîn 36/65).

iii. "Nihayet o-raya geldikleri zaman kulaklan, gözleri ve derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şahitlik edecektir" (Fussilet 41/20).

Demek ki, iki göz, iki kulak, ayaklar, eller, deri ve dil her ferdin şahidi olacaktır. Bu görüşü ileri süren Ebû Bekir el-Esamm olmuştur ama, âyetlerle ispat etmemiştir. O zaman âyette geçen min enfusihim "içlerinden" ifadesini "nefislerinden" şeklinde tercüme etmek daha doğru olacaktır.[51] Âyete bu yorumu getirmenin biraz uzaktan geçen bir yorum olduğunu söylemekte yarar vardır. Ancak hakikat ile bir ilişkisi olduğu da gerçektir.

b) Bu dünyada ümmet olan topluluklar -ki bunlar dini açıdan bir­birlerinden ayrılmaktadırlar- âhirette başkalarına mutlaka şahit olacaktır. Böylece buradaki ümmet kelimesi, biyolojik veya kültürel kökene dayalı değil de kategorik temele dayanan bir kavram olmaktadır.

O zaman bir peygamberin getirdiği mesaja inanan çağlardaki in­sanlar da o kavramın kapsamına girmektedir.

Hz. Peygamber bütün şahitlere şahitlik edecektir. Bunun anlamı şudur: Bütün peygamberlerin getirdiği ilâhî mesajın evrensel olan boyut­ları vardır. Onun için onlar kendi ümmetlerine şahitlik ederken peygam­ber de onlara şahitlik edecektir. İşte bu da onların mesajlarındaki benzer­liği, aynılığı göstermektedir.

c)  Müslümanlar bütün insanlık için şahittir. Peygamber de onlara şahitlik edecektir:

"İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, peygamberin de size şahit olması için sizi orta (mu'tedil) bir ümmet kıldık" (Bakara 2/142).

2. "Ayrıca bu kitabı da sana, her şey için bir açıklama, bir hidâyet ve rahmet kayna­ğı ve müslümanlar için bir müjde olarak indirdik."

Âyetin bu kısmı Nahl 44. âyetin devamı durumundadır. Öncelikle Kur'ân'ın niçin indirildiği ve görevlerinin neler olduğu açıklanmaktadır.

a) "Bu Kitab"ı sana, her şey için bir açıklama olsun diye indirdik."

44. âyette "insanlara, kendilerine indirileni açıklaman için" ifadesi yer almaktadır. Demek ki Kur'ân her şey için bir "açıklamadır." Tibyân kelimesi beyândan gelen bir isimdir ve "açıklama" anlamına gelmektedir. Âyette geçen likülli şey'in "her şey için" ifadesinden anlıyoruz ki Kur'ân, insanı ilgilendiren her şeye bir açıklama getirmektedir. O, insanın kendisi ile ilişkilerine, Allah ile ilişkilerine, yakınında ve uzağında olan insanlarla ilişkilerine, tabiatla olan ilişkilerine girerek onlarla ilgili doğru, yanlış, iyi, kötü, güzel, çirkin, hak ve bâtıl, haram helâl gibi konulara bir açıklama getirmektedir. Kur'ân'ın indiriliş amaçlarından biri de budur.

b) "Bir hidâyet olsun diye (indirdik)."

Kur'ân'ın görevlerinden biri de rehberlik etmesidir. Önce insanın her çeşit ilişkilerine açıklık getiriyor, sonra da bu açıklamanın temelleri­ne dayanan rehberliğini yapıyor. Meselelere açıklık getiremeyen rehber­lik yapma yetkisine sahip olamaz.

Kur'ân'ın rehberliğini Bakara 2 ve Nahl 64'te ve diğer âyetlerde açıkladık. Kur'ân'ın hidâyeti kâfirler için inkârdan, şirkten tevhîd inan­cına geçiş gibi köklü bir değişimi, mümin ve mettakîler için de bulun­dukları manevî seviyede kalmalarını ifade etmektedir.

c) "Rahmet kaynağı olsun diye (indirdik)."

Kur'ân'ın rahmet oluşu, kuruyan gönüllere, çölleşen beyinlere su akıtarak doyuma ulaştırması, oradan tevhîd inancı denen yeşilliğe can vermesi demektir. Ayrıca Kur'ân, inkâr ve şirkten tevhîd inancına ge­çenlere genel af ilan ettiği için de bir rahmettir.

d) "Müslümanlar için bir müjde olarak (indirdik)."

Nahl 64'te müminler için bir müjde denirken, burada da müslümanlar için bir müjde denmektedir. Buradaki müslüman kelimesi, "boyun eğen, bütün benliği ile Allah'a teslim olan, kendi benliğini bir tarafa atıp her şeyi ile Allah'a teslim olan" anlamına gelmektedir.

Bu âyetten çıkaracağımız neticeler şunlardır: Âyet âhiretteki şahit­liği de kapsamaktadır. Âhiret hayalında şahitlerin, aleyhte değil de lehte şahitlik edebilmeleri için Kur" ân'm geliş gayesini iyi anlayıp hayatına indirgemeleri gerekiyor.

Kur'ân'in insanı merkeze alıp onun tüm ilişkilerine ve ihtilaflarına getirdiği açıklamalar, hükümler ve açılımlar mutlaka hayata geçirilmeli­dir. Din eğitimcileri Kur"ân"m bu açıklamalarını, emirlerini ve açılımla­rını iyi öğrenmeli, öğretmeli ve hayatlarına tatbik ederek örnek olmalı, insanları Kur"ân"ın rehberlik alanına çekebilmeli, onun rahmetinden istifade ettirebilmeli. müminlere verdiği müjdelerin neler olduğunu iyi anlayıp anlatmalı, sonuçta. Kur ân'ın bu olumlu görevleri ile ahlâklamp insanların karşısına oraek olarak çıkmalıdırlar.

"Kur'ân'ın açıklamalısı" din eğitimcilerine "ilâhî vahyin bilgisi"; "rehberliği" "etkileyip insanları doğru yola getirmesi"; "rahmeti" "mer­hamet edişi'"; "müjdesi" de "daima iyi gelecekleri açıklaması" şeklinde yansımalıdır. Din eğitimcileri, insanlara tehdîd yağdırma ve onları kor­kutma yerine, onlara müjde verme, onlara daima iyimserliği aşılama yolunu tutmalıdırlar. Kur "ân, bu görevlerini yerine getirebilmesi için onu iyi anlayan, iyi anlatan ve hayata geçiren mümin âlimler istemektedir.[52]

 

Allah Neyi Emrediyor Ve Neyi Yasaklıyor?

 

90. Gerçek şu ki, Allah adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder; yüz kızartıcı işleri, fenalığı ve azgınlığı yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.

Yüce Allah bu âyette dinin üç temel değerini emrediyor; üç kötü davranışı da yasaklıyor. Yerine getirilmesi gerekli olan üç davranış ile kaçınılması gereken üç davranış, İslâm dininin temellerini oluşturmakta­dır. Yani İslâm ahlâkının temel direklerini bu üç davranışın yerine geti­rilmesi, diğer üçünden de kaçınılması oluşturmaktadır. Şimdi âyetin ana­lizine geçebiliriz:

1. Allah'ın emrettiği üç temel değer ve davranış:

a) "Allah adaleti emreder."

Nedir adalet? Bu soruya cevap verebilmek için şirkin ne olduğunu açıklamak gerekiyor.

Lokman sûresinin 13. âyetine göre şirk, zulümdür. Şirk zulüm olunca, tevhid inancı da adalet olmaktadır. İbn Abbâs A'râf sûresinin 29. âyetinde geçen "adalet" kelimesine, "tevhid inancı" manasını vermişti: "De ki: Rabbim adaleti emretti." Bu âyetin açıklamasını yaparken ibn Abbâs'in tercih ettiği bu anlamdan hareket etmiştik.

O zaman âyetin bu kısmını şu şekilde manalandırabiliriz: "Allah tevhid inancını emreder." Adalet kelimesi kullanılarak zulüm denen şirk dışlanmaktadır.

O zaman şu soruyu sorabiliriz: Âyette neden "tevhid inancı" denmedi de "adalet" dendi? Tevhid inancına "adalet" isminin verilmesinin sebebi, adaletin, "Allah'ın hakkını yerine getirmek" anla­mında olmasındandır. Adalet, "bir şeyi yerli yerinde kullanmak" oldu­ğuna göre, "iman"ı da yerli yerinde kullanmak adalet olmaktadır, imanın yeri, Allah'ın var ve bir olduğunu gönülde/kalbde kabullenmektir.

Bu âyetteki "adalet" kavramı, hukuktaki adaleti de kapsamına al­maktadır. Hâkimin doğru karar vermesi ile şahidin doğru şahitlik yap­ması şeklindeki uygulama da adalettir. Yüce Allah bunu bir çok âyetinde emretmektedir. Bunlardan sadece iki tanesini zikretmekle yetineceğiz:

"Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız, ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik etliklerinizi ister zengin olsunlar, ister fakir olsun­lar, Allah onlara daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın. Şahitliği eğer. büker, yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız, Allah yaptık­larınızdan haberdardır" «Nisa4/135).

"(Allah'ın kullan) yalan yere şahitlik etmezler" (Furkân 25/72». Hukuku yanıltmamak da adalettir. Kişinin, kendisi, ak­rabası, zengin, fakır bile olsa herkes hakkında doğru söylemesini Allah emretmektedir. İşte toplumu ayakta tutan temel değerlerden biri olan adaleti hayata geçirmek dinin temelidir.

b) "(Allah) iyiliği (emreder)."

Âyetin bu kısmından geçen ihsan kelimesini Hz. Peygamber şöyle tanımlamaktadır: "İhsan, senin Allah'ı görürcesine O'na ibadet etmen­dir. Her ne kadar sen O'nu göremiyorsan da, O, seni görüyor" (Buhârî, İmân, 47).

Demek ki iyilik diye tercüme ettiğimiz ihsan, kişinin, davranışla­rına gerçek imanı katarak Allah'ın kendisi ile beraber olduğunu hissedip öyle davranmasını sağlamaktadır.

i."Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir" (Tevbe 9/40).

ii."Şüphesiz Rabbim benimle beraberdir, bana yol gösterecektir" (Şu'arâ 26/62).

iii. "Nerede olursanız, O sizinle beraberdir" (Hadîd 57/4).

iv. "Nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir" (Mücâdele 58/7).

İşte bu düşünce, bu bilgi, bu iman ve bu ihlâs ile yapılan davranışa ihsan denmektedir.

"İhsan" denen iyilik, insana Allah sevgisini kazandıran davranışlar yumağını ifade etmektedir.

Yüce Allah bu şekildeki ihsanın tanımını Âl-i İmrân 134'te yap­maktadır. Bollukta ve darlıkta infâk etmek, kinini yutmak ve insanları affetmek ihsandır. Bu davranışları üreten ve Allah'ın sevgisini kazanan kişi de muhsin olmaktadır.

Yüce Allah, ana-babaya iyi bakmak, ihtiyarladıklarında onlara ge­reken ihtimamı göstermek, onlara söz çevirmemek, öf bile dememek (İsrâ 17/23-24) ihsan olmaktadır. Bu davranışlar da ihsan tanımının içi­ne girmektedir. İyiyi, güzeli yaymak, hayata geçirmek ve insanlığa fay­dalı olmak da ihsandır.

c) "(Allah), akrabaya yardım etmeyi (emrediyor)."

Âyetteki "akraba" kavramının, genelde kan bağı ile birbirine bağlı, evlilik bağları ile teşekkül eden yakınlık, aynı ana-babadan gelmenin verdiği bağları ifade ettiği söylenmektedir. Bu açıklama biyolojik temel­lere dayanan sosyal bir gruplaşma niteliğini taşımaktadır.

Bu açıklamayı kabul etmekle beraber, akrabalık bağlarını kültürel ve dinî temeller üzerine oturtarak, ayın inancı, aynı ideali ve aynı değer­leri paylaşan insanların yakınlığı olarak da alabiliriz. Meselâ bir Müslü­man'ın kardeşi, kendisine düşmanlık yapacak kadar kâfir ise, mümin olan ve akrabası olmayan gruptaki bir adamdan ona daha uzak düşmek­tedir. Tevbe sûresinin 23. âyeti buna işaret etmektedir.

Kısaca diyebiliriz ki inanan akraba, beyin ve gönül bakımından birbirine yakın olanlar bu kavramın kapsamına girmektedir. İşte bu in­sanlardan fakir olanların elinden tutmak, onların ekonomik bakımdan ihtiyaçlarını gidermek Allah'ın emrettiği üçüncü ameldir. Buradaki "vermek" eylemi fedâkârlık ve paylaşım denen erdemin hayata geçiril­mesidir.

Kısaca diyebiliriz ki, Yüce Allah önce adaleti yani tevhid inancını, ardından iyilik denen ihsanı, sonra da yardımlaşmayı emretmektedir.

Bu üç değer ve onların hayata geçirilmesi dinin yarısını, ama ol­mazsa olmazını teşkil etmektedir. Olumlu manada bütün inanç ve davra­nış boyutunu bu üç amel, değer veya kavram meydana getirmektedir.

2. Allah'ın yasakladığı üç temel davranış:

a) "Yüz kızartıcı işleri yasaklıyor."

Yüce Allah âyetin bu kısmında el-fahşâ' kelimesine yer vermekte ve "çirkin iş, arsızca hareket etmek" anlamına gelen bu fiili yasaklamaktadır. Bu kelime Kur'ân'da zina için de kullanılmaktadır: "Zinaya yaklaşmayın. Zira o, bir fahişelik (hayasızlık)tır ve çok kötü bir yoldur" (İsrâ 17/32). Nisa 15'te de zina, fahişelik olarak tanımlanmaktadır. A'râf 80'de homoseksüel davranış da fahişe kavramı ile ifade edilmektedir. Kısaca "fuhuş" denen davranış cinsel sapıklığı, cinsel ahlâkın göz ardı edilmesini ifade etmektedir.

Ancak söz ve davranışlardan yüz kızartıcı ve çok kötü olanları için de bu kelime kullanılır. Meselâ Bakara 268'de cimrilik fahşâ' olarak manalandınlmaktadır: »li^İJL YjiÇj ^iijVSjuî 5üajJÜİ "Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin eder." Buradaki cimrilik, âyette fahşâ olarak geçmektedir. Aslında cimrilik de yüz kızartıcı bir davranıştır.

Netice olarak diyebiliriz ki, fuhuş kelimesi tamamen ahlâkla ilgili bir kavramdır ve âyetin başında geçen ve tevhid inancı manasını verdi­ğimiz adaletin karşıtı olan ve onunla tedavi edilecek bir ilişki sistemi içinde yer almaktadır. Fuhşu engelleyecek olan güçlerden biri ve en ö-nemlisi imandır. Ahlâkî değerleri ayakta tutan, fuhşu önleyen değerler­den biri de tevhid inancıdır.

b. "Fenalığı (yasaklıyor)."

Fenalık diye manalandırılan el-münker kelimesi, "yanlış ve kötü olan" anlamına da gelmektedir. Bu kelimeye en ilginç manayı "ak­lın kabul etmediği ya da aklın yanlış olduğuna hükmettiği şey" diyerek Zemahşerî vermektedir[53]. Münker kısaca, aklın, mantığın, sağduyunun kabullenmediği onlara ters düşen düşünce ve dav­ranışlardır. Zemahşerî bu tanımı ile, aklı davranışlara sokmakta ve ahlâ­kın temeline onu koymaktadır.

Âyette bu kelimenin karşıtı ihsan olmaktadır. Demek ki ihsan, "akla, mantığa ve sağduyuya uygun düşen davranış" olurken, münker de bunlara ters düşen, onlarla uyuşmayan düşünce ve davranış olmakta­dır.

"Münker" kelimesi "aklın, dinin ve hukukun kabul etmediği şey" şeklinde de tanımlanmaktadır.

c)  "Azgınlığı da (yasaklıyor)."

Âyetin bu kısmında geçen "azgınlık, taşkınlık, haddi aşmak" manasına gelmektedir. Yâni bağy, "insanlara karşı kibredip, on­lara tepeden bakarak zulmetmek, haklarını çiğnemek, onlara hukuki ba­kımdan hiç nefes aldırmamak" demektir. Halkın ezilmesinden zevk alan ve onları daha da ezmeye çalışan yöneticilerin durumu bağy kelimesini en iyi tanımlayan davranışlardır.

İşte Allah'ın yasakladığı bu üç ahlâk dışı davranış da dinin ikinci yarısını teşkil etmektedir. Üç olumlu değere karşı üç olumsuz davranış âyette gündeme getirilirken, İslam ahlâkının esasları belirlenmiş olmak­tadır.

3. Yüce Allah bu üç davranışı niçin emrediyor, diğer üçünü niçin yasaklıyor?

Yüce Allah, bunları emredip yasaklamakla öğüt verdiğini buyur­makta ve:  ya'ızuküm "size öğüt veriyor" derken de, dinin aynı zamanda bir öğüt olduğuna dikkat çekmektedir.

Öğüdün amacı da, insanların onu dinleyip tutmaları, akıllarını kul­lanıp düşünmeleri ve öğüt almalarıdır.

Bir önceki âyetle bu âyeti bir araya getirdiğimizde şu neticeyi çı­kartabiliriz: Yüce Allah Nahl 89'da "bu kitabı sana her şey için bir açık­lama olarak gönderdik" demişti. İşte açıklanması gereken yükümlülükle­rin altı tanesini de 90. âyette açıklamaktadır.

Fuhuş, münker ve azgınlık yasaklanırken, onların panzehiri olan adalet, ihsan ve akrabaya yardım önerilmektedir. İkincilerle birinciler ortadan kaldırılmaktadır. Kötü fiillerin iyileriyle giderilmesi öngörül­mektedir. Böylece Yüce Allah bize şu ilkeyi öğretmektedir: Kötülüklerle mücâdele ederken, iyilikleri hayata geçirmek gerekiyor. Biyolojik hayat­ta mikropla mücâdele ancak antibiyotikle olabilir. Aksi takdirde insanın kendisi onunla mücâdele veremez.

İşte insan, sosyal ve psikolojik hayatın mikrobu olan fuhuş, münker ve azgınlık ile mücâdelesini ancak, adalet, tevhid inancı, iyilik ve fedâkârlık denen cömertlikle verebilir. Çünkü o kötülüklerin antibiyo­tiği bunlardır.

Yüce Allah'ın Nahl 90'da sıraladığı 6 yükümlülük, dinî, ahlâkî ve sosyal hayatın koruyucu sağlık ilkeleri olmaktadır. Bu ilkeler yerine gel­diğinde bu hayatların sağlıklı yürümesinde bir aksaklık olmayacaktır.[54]

 

Ahde Vefa Bir Erdemdir:

 

91. Sözleştiğiniz zaman Allah'ın ahdini yerine getirin. Yeminleri, Allah'ı kendinize kefil göstererek pekiştirdik­ten sonra bozmayın. Doğrusu Allah, yaptığınızı bilir.

92. Bir milletin diğer bir milletten daha çok olmasından dolayı, ipliğini iyice eğirip katladıktan sonra, örgüsünü bozan kadın gibi, aranızdaki yeminlerinize hile sokarak bozmayın. Şüphesiz, Allah onunla sizi deniyor ve aranız­da anlaşmazlığa düştüğünüz şeyi kıyamet günü elbette si­ze açıklayacaktır.

Bu âyetler Allah'a verilen sözden başlayarak, insanın insana, mil­letlerin milletlere verdiği söz ve yaptığı antlaşmalara kadar uzanmakta ve bunları sağlıklı yürütmenin gereğini ele almaktadır. Sözleşme ve ya­pılan antlaşmalar insanlar için çok önemli manevî, ahlâkî ve toplumsal işlevler taşıması nedeniyle ilâhî vahye konu olmuşlardır.

Şimdi âyetlerin analizine geçebilir ve varacağımız genellemeleri ortaya koyabiliriz:

1.  "Sözleştiğiniz zaman Allah'ın ahdini yerine getirin." "Allah'ın ahdi" demek, "Allah ile olan sözleşmeniz" anlamına gelmektedir. Peki insanın Allah ile nasıl sözleşmesi olur?

mına gelmektedir. Peki insanın Allah ile nasıl sözleşmesi olur? Allah bir tarafta, insan da bir tarafta sözleşme mi yapıyorlar? Bu durumu nasıl açıklarız? Bu sorulan geçmiş âlimlerin açıklaması ile cevapladıktan son­ra kendi açıklamamızı yapabiliriz:

a) Zemahşerî, Allah ile olan sözleşmeyi, Müslüman olmak üzere Hz. Peygamber'e biat etmek olarak manalandırıp yorumlamış, delil ola­rak da Fetih sûresinin İD. âyetini getirmiştir:

"Gerçekten, sana biat edenler Allah'a biat etmiş olurlar" [55]

b) Râzî, insanın, kendi hür iradesi ile başkalarına verdiği her sözü de Allah'a verilmiş bir söz olarak kabul etmektedir.[56]

Demek ki Râzî. insanların birbirleri ile yaptıkları antlaşmaları, verdikleri sözleri Allah ile yapılmış antlaşma ve O'na verilmiş söz ola­rak kabul etmektedir. Ancak Râzî bu yorumunu ispat için delil getirme­mektedir. Râzî'nin bu yorumunun doğruluğunu ispat eden delili biz geti­rebiliriz:

"Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka Al­lah'tır. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur. Bun­lardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka Allah, onlarla beraberdir" (Mücâdele 58/7). İşte insanlar birbirleriyle konuşurken Allah'ın onların yanında olmasını antlaşma konusuna uyar­layabiliriz. İnsanlar antlaşma yaparken Allah Teala onların yanındadır. O da antlaşmaya her iki taraf adına taraf olmaktadır. O da antlaşmayı tas­dik etmektedir. Bir bakıma her iki taraf Allah'a söz vermiş olmaktadır­lar. Zaten yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin devamı buna işaret etmektedir.

c) Bize göre, geçmiş âlimlerin yaptıkları bu açıklama doğru ol­makla beraber, "Allah'ın ahdi" denince akla A'râf sûresinin 172. âyeti gelmektedir. Elest Bezmin'de Allah'a iman etme yükümlülüğünü üzeri-

ne alması, insanın, Allah'a verdiği söz olmaktadır. Çünkü bu iman ol­madan insanın, Allah'ı yeminlerine kefil göstermesi mümkün değildir.

"Kıyamet gününde, biz bundan ha­bersizdik demeyesiniz diye Rabbin Ademoğullarından, onların bellerin­den zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Onlar da: Evet sen bizim Rabbimizsin, de­diler." İşte Allah ile yapılan sözleşme budur. Buna Ra'd 20'yi de delil getirebiliriz. İşte Allah ile yapılan anlaşma, insanın Allah'a inanması ve bu inancından doğan manevî, ahlâkî ve toplumsal yükümlülükleri yerine getirmesi demektir.

d) Diğer taraftan Bakara 40. âyete gidersek, Allah Teala'nın İsrâiloğulları ile antlaşma yaptığını görürüz: "Ey İsrâiloğulları! Size verdiğim ni­metimi hatırlayın, bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de size vaadettiklerimi vereyim. Sadece benden korkun."

İsrâiloğullannın Allah'a verdikleri söz ne olabilir? Kanaatimizce bu söz, Allah'a iman etmek ve onun emirlerini yerine getirmektir. Baka­ra 83-84. âyetler bu antlaşmanın yükümlülüklerini, maddelerini sırala­maktadır. Allah'a şirk koşmamak, ana-babaya iyilik etmek, fakirlere infak etmek, insanlara iyi söz söylemek, namazı kılmak, zekatı vermek, birbirinin kanını dökmemek, birbirini yurdundan çıkarmamak bu söz­leşmenin maddelerini teşkil etmektedir. İşte iman etmenin zorunlu kıldı­ğı manevî, ahlâkî ve sosyal yükümlülüklerin bazıları bunlardır.

Demek ki Allah'a iman, O'nunla yapılan bir sözleşmedir. Bu ima­nın getirdiği yükümlülükleri hayata geçirmek de ahde vefa olmaktadır. İman denen sözleşmeyi yerine getirmenin delili manevî, ahlâkî ve top­lumsal görevlerini yerine getirmek olacaktır. Ra'd 19 ve 20. âyetlere bakarsak, hakkı bilmenin, düşüncenin ve aklın gereği de Allah'a verilen sözü yerine getirmekle başlar. Sonuç olarak diyebiliriz ki, insanın Al­lah'a, kendine ve başkalarına verdiği tüm sözler bu âyetin kapsamına girmektedir.

2. "Yeminleri, Allah'ı kendinize kefil göstererek pekiştirdikten sonra bozmayın. Doğrusu Allah yaptığınızı bilir."

Âyetin birinci bölümünde geçen "ahde vefa" genel bir kavram ol­duğu için, özel mana ifade eden yemin de onun içine girmektedir. Yemin de bir çeşit "ahd"dir, bir sözleşmedir.

Yeminini pekiştirmek de Allah'ı kefil göstermekle olmaktadır. Vallahi, billahi ve tallahi gibi ifadeleri kullanarak ve bunu tekrar ede­rek yemini pekiştirmek âyette gündeme getirilmektedir. Pekiştirmenin diğer bir anlamı da yeminin bilinçli olarak yapılmasıdır. Çünkü Bakara 225'e göre, kasıtsız, gelişigüzel yapılan yeminlerden dolayı Allah, insanı sorumlu tutmamaktadır: "Allah sizi kasıtsız yeminlerinizden sorumlu tutmaz. Lakin kalplerinizin kasıtlı olarak yaptığı yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutar." Demek ki Yüce Allah bilinçli yemin ile bilinçsiz yemini birbirinden ayırmakta­dır ki kasıtsız olarak yapılan yemine yemin-i lağv demektedir. Bilinçli yemin ise, Allah'ın kefil tutulduğu veya kalben yapılan yemin olmakta­dır.

Yüce Allah bu tür yeminlerin bozulmamasını emretmektedir. Âye­tin bu kısmına dikkat edilirse Yüce Allah bu bozmama emrini "yapılan­ları bilmesi" ile desteklemektedir. "'Doğrusu Allah yaptığınızı bilir" ifa­desi ile insanın imanını harekete geçirerek yeminini muhafaza etmesini sağlamaktadır. İnsan. "Allah benim yaptığım her şeyi biliyor" inancında ise, yeminini bozma ihtimali daha da düşmektedir. Yüce Allah bilmesini devreye sokarak, kulunun yeminini yerine getirmesini temin etmektedir.

Âyetin sonunda yer alan h mâ tef alûn ifadesi, "yapmakta olduğunuz işler" anlamına gelmektedir. Bunun anlamı şudur: Yemini yapmak da bir iştir, bozmak da. Bu ifadeyle "yemini bozduktan sonra yapılan şeyler" de kastedilmiş olabilir.

Netice olarak diyebiliriz ki, kişi ağzından çıkardığı yemin tarzın­daki söze sahip çıkmalı ve bu şekilde davrananların erdemli birer insan olduğu ortaya konmalıdır.

Ahde vefa ve yemininin gereğini yerine getirmek, İslam ahlâkının temel değerlerinden birkaçını teşkil etmektedir.

Âyetin geneline baktığımızda, Yüce Allah'ın, ferdî anlamda ahdi yerine getirme ile yeminleri bozmamayı gündeme getirdiğini rahatlıkla görürüz. Toplumlararası sözleşmeler ise bir sonraki âyette ele alınmakta ve hükme bağlanmaktadır.

3. "Bir millet diğer bir milletten daha çok olduğu için, yeminlerinizi aranızda hile vesilesi yaparak, ipliğini iyice eğirip katladıktan sonra, örgüsünü bozan kadın gibi olmayın."

İletişimin bir sonucu ve karara bağlanması olan ahit, fertler, grup­lar ve toplumlar arasında cereyan eder. Yüce Allah bu âyette milletlera­rası antlaşmaları bozacak bir duruma dikkat çekmektedir. Ayetteki "çok­luk" nüfus çokluğunu ifade ettiği gibi, daha ziyade toplumsal gücü ifade etmektedir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 92'deki Jpî erbâ kelimesi "hem ekonomik gücü hem de teknolojik gücü" ifade etmektedir. Bu ke­lime, Enfâl 46'da geçen  rîh "rüzgar" kelimesinin ifade ettiği sosyal güç anlamına da gelmektedir.

Güçlülük, sonuçta antlaşmayı, yemini bozmayı getirmemelidir. Bu açıdan bakınca sanki âyet yeni inmiş gibi gözükmekte, çağdaş milletlera­rası ilişkileri gündeme getirmektedir. Çünkü güçlü toplumlar, kendile­rinden güçsüz olan toplumlarla yaptıkları antlaşmalara sadık kalmamak­tadırlar. Güçlü toplumlar ya da devletler, kendi aralarında yaptıkları ant­laşmalara sadık kalırken, güçsüzlerle yaptıklarına aldırış etmemektedir­ler. Erdem, güçlünün güçlüye sadakatinden öte, güçlünün güçsüze ver­diği sözü, yaptığı antlaşmayı yerine getirmesidir.

Yüce Allah güçlü toplumların bu erdemsizliği yapacağını bildiğin­den, hükmünü bir benzetme ile açıklamaktadır. Yaptığı antlaşmayı, ver­diği sözü, yaptığı yemini yerine getirmeyen toplumu, "bunamış bir ka-dın"a benzetmektedir. Bu kadın, dantelini, oyasını, çorabını örer ve son­ra da onu söker. İşte yeminini bozan güçlü milletler de ahlâkî bakımdan bunamakta, başka bir ifade ile aklı bir kenara itip akılsızca davranmak­tadırlar.

Böylece Yüce Allah ahdi bozma, yeminini yerine getirmeme ile bunama arasında bir bağlantı kurmaktadır. O zaman şu neticeyi çıkarta­biliriz: Ahde vefa ve yeminini yerine getirmek akıllı olmanın işaretidir; akılcı davranışın gereğidir. Aklı başında idarecilere sahip olan devletler ne kadar güçlü olursa olsunlar, yaptıkları yemini yerine getirirler.

Âyet, bu şekilde bozulan yeminlerde hile olduğunu da hatırlatmak­tadır. Bir taraftan yemini bozma günahı, diğer taraftan da işe hile karış­tırmanın günahı vardır.

Âyetin bu kısmından şu genellemeyi çıkartıyoruz: Yüce Allah mil­letlerarası ilişkilerde yapılan antlaşmalara dikkat çeken evrensel hükmü­nü koymakta, gücü, antlaşmayı bozmaya neden olarak kullanmanın akıl işi olmadığını belirterek, bu konuda aklı devreye sokmaktadır. Milletle­rarası zulmün kaynağında da, güçsüze verilen sözün yerine getirilmeme­si vardır.

4. "Şüphesiz, Allah onunla sizi deniyor." İşte dünya hayatının toplumsal boyuttaki imtihanlarından biri de, milletlerarasında yapılan antlaşmalara, güçlü olmasına rağmen sadık kalıp kalmamaktır. Bu imtihanın sorularından biri de ahde vefa ve yaptığı yemini yerine getirmektir. Bu konuda Allah'ın emirlerini ve yasaklarını yerine getirip getirmemek bir imtihan meselesidir.

5. "Aranızda antlaşmazlığa düştüğünüz şeyi kıyamet günü elbette size açıklayacaktır." Milletlerarası anlaşmazlıkların, ihtilafların bu dünyada çözüme ulaştırılamaması, güç­lünün güçsüzü ezmesi âhirete kadar uzanmakta ve böylece dinî bir nite­lik kazanmakta, hem Allah emrettiği hem de âhirete intikal ettiği için dinî bir nitelik taşımaktadır. Âhirette Yüce Allah çözülemeyen ihtilafları açıklayacaktır; haklı ile haksızı ayıracaktır; gücünü kullanıp güçsüzü ezeni belirleyip, hakları alacaktır.[57]

 

Herkes Yaptığı İle Sorguya Çekilecektir:

 

93. Allah dileseydi hepinizi bir tek ümmet yapardı; fa­kat O, dileyeni saptırır, dileyeni de doğru yola iletir. Yaptıklarınızdan elbette sorgulanacaksınız-

Âyetin analizinden çıkaracağımız neticeler olacaktır.

1. "Allah dileseydi hepinizi bir tek ümmet yapardı."

Âyetin bu kısmında açıklanması gereken kelime veya kavram "ümmef'tir. Daha önce Bakara 213'te bu kavramı açıklamıştık. Ama buradaki âyetlerle bağlantısı için de bir açıklama yapmak zorundayız.

a) Sosyolojik bir anlam yüklersek "ümmet" kelimesi, "tek bir top­lum, tek bir millet" anlamına gelir. Bakara 213'te: "Bü­tün insanlık bir zamanlar bir tek topluluktu" ifadesiyle insanlığın ilk dö­nemindeki tek toplum hali kastedilmiş olabilir.

Demek ki, ümmet kavramı "bir arada yaşayan toplumsal bir bü­yüklüğü" ifade etmektedir.

Diğer taraftan: "Her ümmetin bir peygamberi vardır" (Yûnus 10/47) ifadesiyle de "toplum, millet" kastedilmiş olmaktadır.

b) Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 93'teki "ümmet" kelime­si, toplumsal büyüklükten ziyade "aynı inancı, ideali, ahlâkî değerleri, dünya görüşünü paylaşan toplumsal büyüklüğü" ifade etmektedir. Hatta Bakara 213 ve Yûnus 47'de de bu anlamı yakalamak mümkündür. Ge­nelde aynı peygambere bağlı ve onun getirdiği mesajı benimseyen ve inanç sistemine, ahlâkî kurallara inanan ve onları hayata geçirenlere ümmet denmektedir. Bu manadaki ümmet kavramı çağlan aşmaktadır. Hz. Muhammed'den asırlarca sonra yaşamış, başka bir kökenden olabi­lirsiniz ama onun getirdiği mesaja inanıyorsanız, onun ümmeti olursu­nuz. lyJüü îj^-Ij oî VI J«ûı as \y, "İnsanlar sadece bir tek ümmetti. Sonradan ayrılığa düştüler" (Yûnus 10/19).

Bunun anlamı şudur: İnsanlar, sonradan ayrı görüşleri, inançları, idealleri, dünya görüşlerini benimsemeye başlayınca ihtilafa düşmüş oldular. Aynı inancı, ideali, göriişii ve dünyaya bakış açısını benimse­yince farklı ümmet, yani millet olmaya başladılar. Demek ki, önce inanç, düşünce, görüş ve ahlâki değerler alanında parçalanmalar, bölünmeler başladı, sonra da bu durum sosyal hayata yansıyıp farklı topluluklar meydana geldi. İnsanların beyninde, gönlünde ve nefsinde başlayan bu bölünmeler sosyal hayan eociey-.p oradaki bölünmelere yol açmıştır.

"Şüphe­siz insanlar bir tek iirraıe: otarak sîzin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyleyse benden sakının. Ne var ki, insanlar kendi araların­daki işlerini parça parça boliuier Her grup kendilerinde bulunan ile se­vinip böbürienmeki&iır" Ma'mıiıûn 23/52-53). Demek ki aynı Allah'a inanan insan topluluklar: tek. bir ümmettir. Aralarındaki inanç ve düşün­ce birliğini bozup parçalardı ışını insanlar yapmıştır.

Her grup kendi beaımsedığı öğretinin, inançların, düşüncenin dar kalıplan içinde nefes almaya başladı, ama bu bölünmeler insanlık için ağır bir astım hastalığından başka bir şey ifade etmedi.

Bu kopmalar, bölünmeler manevi alanda olduğundan, tevhid inan­cından aynlmalar. uzaklaşmalar, ilâhî mesaja ters düşmeler başladı ve bu çatlak gittikçe derinleşti; önü alınamayacak hale geldi. İnsanların hür iradeleri ile oluşturduklan bu durumun zararını azaltmak için Yüce Al­lah şu ilkeyi gönderdi:

"Ey İnsanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve sizi kavimler ve kabileler haline getirdik ki birbirinizi tanıyabilesiniz. Şüphesiz Allah katında en üstün olanınız, takvada en üstün olanınızdır" (Hucurât 49/13). Yüce Allah, insana, geldiği ilk kanyağı hatırlatıyor ve insanların farklı kavim ve kabileler haline gelmelerini, tanışmaları, kay­naşmaları ve birbirlerini sevmeleri için gerçekleştirdiğini söylemektedir.

Yüce Allah, farklılıkların, birleşmeyi meydana getirmesini istiyor. Ayrıca farklılıkların, daha iyi ve manevi bakımdan daha erdemli, daha üstün olmak için bir yarış meydana getirmesine de dikkat çekilmektedir.

Demek ki inanç, düşünce ve ahlâkî değerlerde ayrılığı insanlar; sosyal bakımdan farklı kabile, millet ve kavim haline gelmeyi de Yüce Allah meydana getirmiştir. İnsanlığın tabîi hali farklı farklı sosyal grup­lar ve milletler halinde bulunması olduğu kadar, inanç birliği de onları bütünleştirir. Yüce Allah'ın amacı kaynaşmayı sağlamak ve medeniyette yarışmayı temin etmekti. İnsanların meydana getirdiği bölünmeler ise tefrikayı, düşmanlığı, kavgayı ve tevhid inancından ayrılmayı getirmiş­tir.

Şimdi bu açıklamaların ardından yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 93'e dönersek şu neticeyi çıkartabiliriz: Âyetteki ümmet kelimesi "aynı inancı paylaşmak, tevhid inancını kabullenmek" anlamına gelmek­tedir. Hatta önceki üç âyeti dikkate alırsak "aynı ahlâkî değerleri pay-laşma"yi da bu tanıma katmamız gerekiyor.

Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette geçen "Allah dileseydi he­pinizi tek ümmet kılardı" ifadesinin anlamını en iyi şekilde Yûnus sûre­sinin 99. âyeti vermektedir "Rabbin di­leseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi." Buradaki üm­metin, "aynı inancı paylaşan sosyal grup" anlamına geldiğini bu âyetle anlıyoruz. Yûnus 99. âyetin devamında: "O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?" ifadesi yer al­maktadır. Aynı ifadeyi Nahl 93. âyete getirirsek, Yüce Allah'ın bir tek inancı paylaşmaları, yani tek ümmet olmaları için insanları zorlamadığı ilkesi ortaya çıkacaktır. Dileseydi tek ümmet haline getirirdi, ama burada bir zorlama olurdu ve insanların hür iradeleri, özgürlükleri ellerinden alınmış olurdu.

Bu anlatımı Nahl 90-92. âyetlerini dikkate alarak 93. âyete uyarla­yabiliriz. Yüce Allah adalet denen tevhid inancını, iyiliği, paylaşım denen fakire yardım etmeyi, ahde vefayı ve yeminini yerine getirmeyi em­rederken ahlâkî değerleri insanlara sunmuştur.

Bunun ardından yüzkızartıcı fiilleri, fenalık ve azgınlığı, ahde ve­fasızlığı ve ihtilafı da yasaklamıştır. Bütün bunların hayata geçirilmesini isterken, tek bir ümmet yaratmayı murad etmiştir. Ama insanlar bu imânî ve ahlâkî değerleri paylaşmayınca sapıtmış oldular. İşte Allah'ın, âyetin ikinci bölümündeki sapıttırmasının bir sonuç olduğu buradan çıkmakta­dır.

2. "O, dileyeni saptırır, dileyeni de doğru yola iletir." Demek ki in­sanın kendi özgür iradesiyle tevhid inancından ve ahlâkî değerlerden ayrılması sebep, Allah'ın onu saptırması da sonuç olmaktadır. Aksi tak­dirde Allah'ın kulunu durup dururken saptırması zulüm olurdu. Burada Allah'ın dilemesini harekete geçiren kulun inancı ve ahlâki davranışları­dır.

Yüce Allah'ın dilediğini doğru yola iletmesinin sebebi de insanla­rın özgür iradeleri ile tevhıd inancını kabullenip ahlâkî değerleri hayata geçirmeleridir

Allah, beyn: \s gönlü hidâyete müsait olmayanı hidâyete erdirmez. Yeryüzünden buhar yukarı çıkmayınca yağmur yağmayacağı gibi, kulun beyin ve gönlünden iyiye yönelik işaretler ilâhî aleme yükselmedikçe hidâyet gelmez

3. "Yaptıklarınızdan mutlaka sorumlu tutu­lacaksınız." Ayetin bu bölümü ikinci bölümüne temel teşkil etmekte ve sorduğumuz   sorulan  cevaplandırmaktadır.  İnsanların,   yaptıklarından sorumlu tutulabilmeleri için, seçeneklerinde özgür olmaları gerekiyor. Sorumluluk özgürlüğe dayanır ve o ölçüde gerçekleşir. Eğer Allah, du­rup dururken kulunu saptırsaydı, yaptıklarından onu sorumlu tutamaya­caktı.

Âyetin bu kısmından şu ilkeyi çıkartıyoruz: Bu dünyada yapılanlar asla kaybolmuyor. Yapılanların mutlaka ortaya konacağı ve sorgulana­cağı bir an olacaktır. Özellikle tevhid inancı ve ahlâkî değerleri çiğne­menin sorgulanması akıldan çıkarılmamalıdır. Nahl 92. âyetin sonunda belirtilen, insanların imânî ve ahlâkî yönden birlik ve beraberliğini bozan ihtilafların, derin tartışmaların, bölünmelerin ve tefrikanın sorgulanması yapılacaktır. Yüce Allah, önce bu ihtilafları açıklayacak, sonra da sorgu­layacaktır.[58]

 

Aldatma İnsana Yakışmaz:

 

94. Birbirinizi aldatmak için yemin etmeyin, yoksa sağ­lam basmış olan ayak sürçebilir ve Allah'ın yolundan alıkoymuş olacağınızdan dolayı da acı azabı tadarsınız-Üstelik büyük bir azaba da uğrarsınız.

Âyetin açıklamasından çıkaracağımız neticeler olacaktır.

1. "Birbirinizi aldatmak için yemin et­meyin."

Başka bir ifadeyle bu cümle "yeminlerinizi aranızda bir aldatma aracı olarak kullanmayın" demektir. Aslında âyetin bu kısmı, biraz önce açıkladığımız Nahl 91 ve 92. âyetlerin devamı durumundadır. Ahde vefa olmayınca, verilen sözde durulmayınca yapılan yemin aldatmadan başka bir şey olmamaktadır. Yeminini aldatma aracı olarak kullanan insan Müslüman ise, Müslümanlığı zayıf; Müslüman değilse erdemi yok de­mektir.

Yeminlerini aldatma aracı olarak kullananlar münafıklardır. De­mek ki, münafığın özelliklerinden biri, yeminini istismar etmek, onunla insanları aldatmaktır.

"Münafıklar yeminlerini kalkan yapıp Allah yolundan yan çizdiler" (Münâfikûn 63/2). Bu ifade, Allah'a ve onun mesajına inanma konusunda Hz. Peygamber'e verilen sözü boz­mak anlamına da gelir.

2. "Yoksa sağlam basmış olan ayak sürçebilir."

Bu ifade, Müslüman iken münafıklığa düşersiniz demektir. "Aya­ğın sağlam basması", Müslüman olmak; "ayağın sürçmesi" de münafık­lığa düşmektir. Râzî'nin de ifade ettiği gibi bu âyete: "İyi halden sonra belaya, nimetten sonra sıkıntıya düşmek" şeklinde de anlam verebiliriz.

Diğer taraftan tevhid inancını kabul edip Allah'a teslim olan insan, ayağını yücelere sağlam basmış demektir; verdiği bu sözden cayınca ise sapıklığa düşmüş olur. Bu sapıkça davranış, olduğu yerde durmaz, top­luma yayılabilir; böylece âyetin üçüncü bölümündeki manevî ve sosyal hastalık baş gösterir.

3. "Allah'ın yolundan alıkoymuş olacağınızdan dolayı da acıklı azabı tadarsınız. Sizin için büyük de bir azap vardır." Yüce Allah, Müslüman iken münafıklığa düşmenin bir çeşit hastalık olduğuna ve bunun başkalarına bulaşma ihtimalinin büyük olduğuna dikkat çekmektedir. İyiden kötüye doğru değişen kişi, bu değişimi sebebiyle de başkalarını etkileyerek Allah'ın yolundan çıkarma yoluna girer.

İnsanlarla yapılan her sözleşme, her antlaşma Allah ile yapılmış demektir. Ancak taraflardan biri verdiği sözü ya da yaptığı antlaşmayı iyice anlayacak nitelikte değilse, kandırılma ihtimali olabilir. Baştan doğru saydığı maddelerin veya sözlerin zamanla aleyhine olduğu ortaya çıkar. İşte bu noktada aldatma vardır. 92. âyette belirtildiği gibi, bu du­rum, aldatan tarafın imtihanı kaybetmesi ile sonuçlanmaktadır.

Neticede Yüce Allah bu şekilde davranıp Allah'ın yolundan alıko­yanlara iki çeşit azap uygulamaktadır: Birisi, "dünyada kötülüğü tatmak", diğeri de, "âhirette acıklı azaba uğramak"tır. Yeminini, insanları aldatmak için kullanması ve insanları Allah'ın yolundan alıkoyması gibi iki büyük hata ona iki çeşit azabı getirmektedir.

Âyette, "Allah'ın yolundan alıkoymak" ile "yeminleri fesada araç, yani aldatmaya araç olarak kullanmak" arasında bir bağlantı kurulmasına başka bir açıdan bakabiliriz: Öğretmenler öğrencilerine öğrettikleri bilgi­leri bozgunculuk için kullanabilirler. Onların beyin ve gönüllerini yanlış bilgilerle doldurabilirler. Bunları öğretirken de yemin edercesine ısrarlı olabilirler. Öğrettikleri bâtıl, sahte ve yanlış bilgilerle onları Allah'ın yolundan çıkarabilirler.

Konuyu siyaset alanına da çekebiliriz: Toplumu idare edenler, hal­ka her konuda özellikle manevî alanda iyi hamleler yapacaklarına dair ısrarla yemin edebilirler. İktidarı ele alınca manevî alanda tam tersini yapıp, halkın manevî kültürünü zehirleme yoluna, planlarına girebilirler. İşte bunlar yeminlerini aldatmak için kullanıyorlar demektir. İşte bu in­sanlar hem bu dünyada hem de âhirette azabı tadacaklardır.[59]

 

Allah'ın Ahdi Satılmaz:

 

95. Allah'ın antlaşmasını az bir değere satmayın. Eğer gerçeği biliyorsanız, Allah'ın katında olan sizin için çok daha iyidir.

96. Sizde olanlar tükenir, ama Allah katında olan tü­kenmez! Elbette sabırlı davrananlara yapmakta olduk­larının ödülünü en güzeli ile ödeyeceğiz.

Âyetleri açıklamakla varacağımız neticeler olacaktır:

1. "Allah'ın antlaşmasını az bir değere satmayın."

Antlaşma diye manalandırdığımız kelime "and" kelimesidir. O zaman "Allah'ın ahdi" ne anlama gelmektedir? Müslümanlığı kabul e-den, tevhid inancını benimseyen, İslam dinine giren kişi Allah ile bir ahd, yani bir antlaşma yapmış demektir. Kişinin Müslümanlığını dünye­vî bir menfaat, bir değer uğruna bırakıp başka bir inanç sistemine, dine dönmesi Allah'ın ahdini az bir pahaya satması demektir.

Bu anlamı ile âyet sanki şimdi inmiştir. Günümüzde Hıristiyan misyonerler iş, aş vaadi ile kandırıp Müslüman gençleri hıristiyanlaştırmaktadırlar. Onlar da gönüllerinde sağlam olarak yerleş­meyen ve bilincinde olmadıkları inançlarını, dinlerini az bir pahaya, dünyalık uğruna satmaktadırlar.

Olumsuz yönde inanç veya din değiştirmeler bu âyetin kapsamına girmekte ve Allah'ın ahdini satmak şeklinde nitelendirilmektedir. Özel­likle İslam'dan başka dinlere geçiş bu değerlendirmeye tabi tutulmakta­dır. Hz. Muhammed'i peygamber olarak kabul etmek, Allah'ın ahdini kabul etmek, Allah'a söz vermek anlamına gelmektedir. Daha sonra o-nun peygamberliğini kabulden vazgeçmek de Allah'ın ahdini bozmaktır. Hele bir de dünyalık için yapılıyorsa o antlaşmayı büsbütün satmaktır.

2. "Eğer gerçeği biliyorsanız, Allah'ın katında olan, sizin için çok daha iyidir."

Yüce Allah, burada "daha iyi olan"ın nerede olduğunun bilinmesi­ni ve "bilgi" ile "daha iyi"yi bir araya getirerek hatayı önlemek istiyor. Allah'ın ahdini az bir pahaya satma hatasının durdurulması için bilmek şarttır. Neyi bilirsek bu hatayı önlemiş oluruz? "Daha iyi"nin nerede olduğunu bilirsek, onun eğitimini alırsak, değerli olanı verip değersiz olanı almayız. Böylece zarar veren bir alış-verişten vazgeçmiş oluruz.

Din eğitimi ve din âlimleri "iyi" ve "daha iyi" kavramlarının kültü­rünü, mukayese bilincini halka kazandırmalıdır. Genelde din adına al­danmalar, inanç ve din değiştirmeler bu bilgi, kültür ve bilincin noksan­lığından kaynaklanmaktadır.

3. "Sizde olanlar tükenir, ama Allah katında olan tükenmez."

Allah'ın ahdini az bir pahaya satma gibi büyük bir hatanın önlene­bilmesi için neyin geçici, neyin kalıcı olduğunu bilmek gerekiyor. Yüce Allah Nahl 96. âyette de bu bilgiyi vermektedir.

Kişi, insanların sahip oldukları veya başkasına temin ettikleri men­faatlerin kalıcı değil, geçici ve zamanla tükenen özelliklere sahip olduk­larını bilmeli ve ona göre özgür seçeneğini kullanmalıdır. Yüce Allah iki şeyi insanın önüne koyuyor: "İnsanların katında olan"la "Allah katında olan". Bunların hangisinin geçici, hangisinin kalıcı olduğunun bilgisini vererek Yüce Allah, az bir pahaya hak dini bırakıp sahte dinlere geçenle­rin, baki kalanı atmış, dolayısıyla kısa zamanda tükenecek olanı almış olduğunu bildirmektedir.

4. "Elbette sabırlı davrananlara yapmakta olduklarının ödülünü en güzeli ile ödeyeceğiz."

Dünya menfaatini atıp, yahut almayıp, Allah katında olanı yani uzun vadeli olanı almak gerçekten bir sabır ve dayanma işidir. Eylemle­rin en büyüğü sabırdır. Sabreden insan, ihsan denen fiili işlemiştir. Yüce Allah onun ödülünü en iyisi ile verecektir. Demek ki ödülün bir alt sevi­yesi, bir de en üst seviyesi vardır. Bu insanların ödülü en üst seviyesin­den verilecektir. Âyetteki ahsen kelimesi "en üst seviye"yi ifade etmektedir.

Yüce Allah burada insanlara, bir ödüllendirme ilkesini öğretmek­tedir. Bazı başarılara ödülü alt seviyeden verilirken bazılarına da en üst seviyeden verilir. Bir kişi pek çok başarılı iş yapabilir. Bunların en iyi olanına en üst seviyede ödül verilerek ödüllendirilmelidir.

Netice olarak diyebiliriz ki: Allah'ın antlaşmasını az bir değere satma gibi büyük bir hatayı önlemenin yolu eğitim ve öğretimden geçmektedir. Bu eğitim ve öğretim insanlara şunları kazandırıp bilinçlendi­recek:

a) Daha iyi olan nerededir? Daha iyi olanı tercih etmek gerekir.

b)  Kalıcı olan ile geçici olan nelerdir ve bunlar nerede bulunur? Allah katındaki kalıcı, insanların katındaki geçicidir.

c)  Sabrın karşılığı nedir? Dünya menfaatine karşı koyup uzun va­deli faydanın peşine koşmak bir sabır işidir. Onun için bunu becerenlere en üst düzeyde ödül verilecektir.

İlk iki madde bilgilendirme ve bilinçlendirme olurken, üçüncüsü de teşvik niteliğindedir. Böylece insanları bir davranışa motive etmek, yani onları teşvik etmek için ödülün şart olduğu ilkesi de getirilmiş ol­maktadır. Onun için eğitim ve öğretim faaliyetinin ayrılmayan bir parça­sı da ödüllendirmektir.[60]

 

İyi Amel Neleri Getirir?

 

97. Erkek veya kadın olsun her kim inanmış olarak iyi bir iş yaparsa, onu hoş bir hayatla yaşatırız ve onların ödülünü yaptıklarının en güzeli ile veririz.

Aslında bu âyet önceki iki âyetin devamı durumundadır ama biz onu önemli bir mesajı nedeniyle ayrı olarak tefsir etmeyi uygun buluyo­ruz.

1.  Bu âyetten çıkaracağımız birinci ilke şudur: Kur'ân kadına da amel yapma özgürlüğünü tanımıştır. Meselâ bu bağımsız ameli zekat, infak, hac gibi ibadetler konusuna getirirsek, çalışıp para kazanan kadın bağımsız olarak, kocasından ayrı zekatını verebilir, infakını yapabilir, haccmı yapabilir ve kurbanını kesebilir.

Bunu nereden çıkarıyoruz? Âyette erkek ve kadın ayrı ayrı anıl­maktadır. Bu bizi bu genellemeye götürmektedir. Demek ki Kur'ân ile Yüce Allah kadına kendi başına ibadet yapma özgürlüğünü tanımıştır. Buradaki özgürlük, kadın kız ise ailenin büyüklerinden; eş ise kocasın­dan habersiz bunları yapacaktır anlamına alınmamalıdır. Haberleşmek, bilgilendirmek, özgürlüğü engelleyen ya da yaralayan bir şey değildir.

2. Âyette geçen  ve hüve mü'min ifadesi, iyi ameli yapanın iman etmiş olmasını şart koşmaktadır. Burada iman, amelin şartı duru­mundadır. Çünkü iman, amelin değerlendirilmesinde olmazsa olmazı teşkil etmektedir. İman edip amel yapmayan ile amel yapıp iman etme­yen arasında fark vardır. İman etmeyip amel yapanların amelleri mah­şerde değerlendirilmeye tâbi tutulmayacaktır (Âl-i İmrân 3/22; Muham-med47/l;9).

Böylece âyet, iman ile amelin arasındaki ilişkiye dikkat çekmekte ve konunun iman edenlerin ameliyle ilgili olduğuna işaret etmektedir. Tek başına iman Allah katında bir değer ifade ettiği halde, imansız amel bir değer teşkil etmemektedir.

3. "Onu hoş bir hayatla yaşatırız."

İman edip iyi amel işleyenlerin bu yaptıkları şeyler, onlara mutlu, hoş, temiz bir hayat olarak geri dönecektir. Onlara bu mutlu, hoş ve te­miz hayatı bizzat Allah temin edecektir.

Âyette geçen îd» "tayyibe" sıfatı ne anlama gelmektedir?

a) Fâtır sûresinin 10. âyetine göre, "şerefli" anlamına gelmektedir:

"Kim şeref istiyorsa, bilsin ki şerefin hepsi Allah'a aittir. O'na ancak temiz sözler yükselir. Onları da Allah'a, iyi amel ulaştırır." Demek ki iman, tayyibe denen, "güzel, hoş, doğru, temiz söz" anlamına gelmekte ve amel ile

birleşince de, Allah'tan şeref alıp gelmektedir. O zaman tefsirini yap­makta olduğumuz âyette hayât-i tayyibe, "şerefli hayat" demek oluyor.

b) Tayyib kelimesine "şeref manası verince bu defa âyet, "Kur'ân'a uygun yaşanan hayatın kazandırdığı şeref anlamına gelmekte ve akıl ile Kur'ân'ı bir araya getiren insanın yaşayacağı hayat olmakta­dır.

Bu anlama Enbiya 10. âyeti delil getirebiliriz: "Andolsun, size içinde şerefiniz olan bir kitap indirdik. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?"

Demek ki, iman edip iyi amel işleyenlere, bu dünyada şerefli, o-nurlu bir hayatı Allah temin edecektir.

c) Bu âyetteki tayyib kelimesi, "dünya hayatının güzellikleri" an­lamına da gelir. Bu yorumun delili Ahkâf 20'dedir: "Dünyadaki hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadınız." O za­man bu âyeti yorumunu yaptığımız Nahl 97'e getirirsek âyete, "onu gü­zel bir hayatla yaşatırız" manasını verebiliriz.

d) tâbe kelimesinden türeyen ve tayyib kelimesinin kardeşi durumunda olan  tûbâ kalıbı da "mutluluk" anlamına gelmektedir (Ra'd 13/29). Bu manadan hareket edersek, yorumunu yapmakta oldu­ğumuz Nahl 97'deki tayyib kelimesine "mutlu" manasını verebilir ve âyeti de "ona Allah'ın mutlu bir hayat yaşatacağı" şeklinde anlamlandı-rabiliriz.

e)  A'râf 58 ve Sebe' 15. âyetlere göre de bu insanlara ekonomik açıdan bereketli bir hayat yaşatılacağını söylememiz mümkündür.

f) Âl-i İmrân 38'e göre de bu âyet temiz bir hayat yaşatılacağı an­lamına gelmektedir. Neslinin de mükemmel, asaletli, temiz, şahsiyetli olacağı bir dünya hayatı ona bahşedilecektir.

4. "Ve onların ödülünü yaptıklarının en güzeli ile veririz.'

Âyetin bu kısmının açıklamasını Nahl 96'nın son kısmında yap­mıştık.

Ancak burada söyleyeceğimiz tek şey, bu ödülün âhirette verilece­ğidir.

Netice olarak diyebiliriz ki, Yüce Allah bu âyeti ile insanların yap­tıkları amellerin boşa gidip gitmediği konusundaki düşüncelerini, tered­dütlerini cevaplandırmaktadır. İman ve iyi amelin karşılığı hem bu dün­yada hem de âhirette görülecektir. Ameller kaybolmamakta, mutlaka değerlendirilip karşılıkları kat kat Allah tarafından geri ödenmektedir ve ödenecektir. Böylece bu düşünce ve tereddütler ortadan kalkmaktadır.

Bu âyetten çıkaracağımız diğer netice şudur: Din, insana âhireti sunan, âhiret hayatında ceza ve ödülün olduğunu sunan bir inanç ve e-mirler bütünüdür. Ama Felsefe insana âhiret sunamadığı için din ola­mamaktadır. Felsefeyi insan ürettiği için insana böyle bir hayat veremez; ama dini Allah koyduğu için böyle bir hayatı ve ödülü sunabilmektedir.[61]

 

Kur'an Okunurken Ne Yapmak Lazım?

 

98.  Kur'ân okuduğun zaman, o kovulmuş şeytandan Al­lah 'a sığın.

99.  Gerçek şu ki: İman edip de yalnız Rabblerine tevek­kül edenler üzerinde şeytanın bir hakimiyeti yoktur.

100. Onun hakimiyeti, ancak onu dost edinenlere ve onu Allah 'a ortak koşanlaradır.

Kur'ân okumaktan söz eden mesajla başlayan bu âyetler, kovul­muş şeytanın hakimiyetine kadar uzanmakta, ancak öncelikle Kur'ân okunurken yapılması gereken işi belirlemektedir.

1. "Kur'ân okuduğun zaman o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın."

Âlimler, Kur'ân okuyup bitirdikten sonra mı isti'âze/e'ûzü çekip Allah'a sığınılacağı, yoksa başlarken mi bu işlemin yapılacağı mesele­sinde ihtilaf etmişlerdir. Bir kısmı bitirince, bir kısmı da başlarken "Al­lah'a sığınmak farzdır", demişlerdir. Âyette emir, doğrudan Hz. Pey­gamber'e verilmekle beraber onun şahsında bütün Müslümanlaradır. Meselâ, Müslüman olmayıp da Kur'ân'la ilgili sadece araştırma yapanı bu emir bağlamaz.

Burada şu soruyu sormamızda yarar vardır: Kur'ân okumaya baş­larken neden kovulmuş şeytandan Allah'a sığınmak anlamına gelen is-ti'âze, yani e'ûzüyü çekeceğiz? Daha önce açıkladığımız 89. âyetten itibaren 95. âyete kadar olan âyetlerde yer alan inanç, ahlâk ve sosyal kuralları, ilâhî hükümleri yerine getirebilmek için şeytanın müdahalesini devre dışı bırakmak için isti'âze emredilmektedir.

Daha geniş manada alırsak, Kur'ân'ı okumak Kur'ân'ı anlayıp ha­yata tatbik etmek, onu öğretmek demektir. Buradaki okuma emri, bugün yapıldığı gibi sadece okumayı değil, onu öğretmeyi, yaşamayı yani ha­yata tatbik etmeyi de içine almaktadır.

Buradan eğitim için, özellikle din eğitimi için önemli bir ilkeyi çı­kartıyoruz. Kur'ân okunurken isti'âze denen e'ûzü çekilmesi lazım. Baş­ka bir ifade ile kovulmuş, taşlanmış şeytanın etkisinden Allah'a sığın­mak gerekiyor. Bunu tamamlayacak nitelikte olmak üzere aynı durum ' Alak sûresinde de besmele için geçmektedir. Yüce Allah: "Yaratan Rabb'inin adı ile oku!" ('Alak 96/1) buyururken, okumaya başlarken besmeleyi çekmeyi şart koşmaktadır. Bu âyet ile yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 98. âyeti bir araya getirirsek, Kur'ân okurken

hem isti'âze, yani e'ûzü çekilecek hem de besmeleyle yani Allah'ın a-dıyla başlanacaktır.

Demek ki Nahl 98'e göre, Kur'ân okunurken sadece Allah'a sı­ğınmakla yetinilmeyecek, aynı zamanda okumaya 'Âlak l'in de deste­ğiyle O'nun adıyla başlanacaktır. Kur'ân okumaya başlanırken isti'âze ve besmelenin çekilmesi keyfî değil, tam tersine Allah'ın emri olduğun­dan farzdır. Bundan giderek şunu söylüyoruz: İsti'âzesiz ve besmelesiz eğitim ve öğretim bereketsizdir ve şeytanın müdahalesine açıktır.

İşte hem Kur'ân'ı öğreten hem de öğrenen kişiler, isti'âze ve bes­meleyi çekeceklerdir. Hacc sûresinin 52. âyetine göre şeytan, peygam­berlerin eğitimine bile karışma çabasında olmaktadır. Bizim eğitim ve öğretimimize elbette müdahale edecektir. Bu müdahaleyi devre dışı bı­rakmak için Kur'ân okumaya, öğretmeye isti'âze ve besmele ile başla­mamız zorunludur.

Bu izahlarımızda da görüldüğü gibi isti'âzenin ne zaman gerekli olduğu konusundaki tartışma da açıklığa kavuşmuş olmaktadır. Okuma­ya Allah'ın adıyla başlamanın emredildiği 'Alak sûresinin ilk âyetiyle bu âyet birlikte düşünüldüğünde isti'âzenin de Kur'ân okumaya başlamadan önce gerekli olduğu anlaşılmış olmaktadır.

Bir sonraki âyete bakarsak isti'âzenin, şeytanın hakimiyetini kır­mak için de şart koşulduğunu anlarız.

2. "Gerçek şu ki: İman edip de yalnız Rabb'lerine tevekkül edenler üzerinde şeytanın bir haki­miyeti yoktur."

Yüce Allah, âyette "hakimiyet, nüfuz, yaptırım" anlamına gelen sultân kelimesini kullanmaktadır. Bunu da şeytana bağlamaktadır. Âyet, şeytanın hakimiyetinin, nüfuzunun, yaptırımının kimlere etkili olmaya­cağı meselesine açıklık getirmektedir. Şeytanın:

a) İman eden,

b) Allah'a tevekkül eden müminlerin üzerinde yaptırımı yoktur.

Bu âyetin, Kur'ân okumaya başlarken isti'âze çekme emrinden hemen sonra gelmiş olması ilginçtir. İman edip Rabb'lerine dayanan, O'na tevekkül eden mümin kimse kendini şeytanın etkisine kapamış demektir. Buradaki "iman" kelimesi tevekkülün dışındaki bütün amelleri kapsamına almaktadır. Çünkü şeytanın kendisi ihlâsa erenleri etkisi altı­na alamayacağını Sâd 82-83'te itiraf etmektedir.

İbrahim 22'de de şeytan, insanları davet etmekten başka bir nüfu­zu, etkisi ve hakimiyeti olmadığını söylemektedir.

Başka bir açılımla diyebiliriz ki, imandan sonra gelen tevekkül ke­limesi, insan-ı kâmil olmak için gerekli olan bütün amelleri kapsamına almaktadır. Şeytanın gücünü, hakimiyetini, nüfuzunu, yaptırımını kıran ve bağımsızlığını ilan eden kâmil insanın durumu bu âyette anlatılmakta ve böylece şeytanî güçlerden kurtulmanın yolu açıklanmaktadır.

Allah'a sığınan, yani Allah'a dayanıp tevekkül eden insan, Al­lah'ın koruması altına giriyor demektir. İman, isti'âze, tevekkül ve eği­tim bu korumayı elde etmenin şartlarını teşkil etmektedir. Kur'ân oku­mak eğitim-öğretimi; iman, isti'âze ve tevekkül de Allah'a güvenip sı­ğınmayı ifade etmektedir. Bunlar insanın şeytanın elinde oyuncak olma­sını önleyecek ilâhî müdahaleyi sağlamaktadır.

3. "Onun hakimiyeti, ancak onu dost edinenlere ve onu Allah'a ortak koşanlaradır."

Yüce Allah bir önceki âyette, şeytanın etki altına alamayacağı in­sanların iki özelliğini vermişti. Bu âyette de onun etkisi altına girenlerin iki özelliğini gündeme getirmektedir:

a) Şeytanı dost edinen

b) Onu Allah'a ortak koşan

Şimdi şeytanı dost edinenlerin kimler olduğu sorusunu cevaplandı­rabiliriz.

i. Şeytana veya şeytanın adımlarına tabi olanlar ve haram yiyenler

"Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz olanlarından yeyin; şeytanın peşine düşmeyin, zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır" (Ba­kara 2/168). Demek ki helâl ve temiz rızıklardan yemeyenler şeytana tâbi olmaktadır.

ii. Barışa girmeyenler

"Ey iman edenler! Hep birden barışa girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o, apaçık düşmanınızdır" (Bakara 2/208). Demek ki barışa gir­meyenler, şeytana tâbi olup onu dost edinmiş olacaktır.

iii. İnanmayıp mallarını gösteriş için harcayanlar "Allah'a ve âhiret' gününe inanmadıkları halde mallarını, insanlara gösteriş için sarf edenler de (âhirette azaba uğrayacaklardır). Şeytan bir kimseye arkadaş olursa, ne kötü arkadaştır o" (Nisa 4/38). İnkar edip mallarını gösteriş için infak edenler, şeytanın arkadaşı olmaktadır. Şeytana arkadaş olan aynı zamanda onun dostu olmaktadır.

iv. Tâğûtun uğruna savaşanlar

"İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inanmayan­lar ise tâğût yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın. Şüphesiz ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır" (Nisa 4/76). Bâtıl düşünce­ler, felsefeler, sistemler ve şeytan tâğûtu teşkil etmektedir. Tâğûtun diğer tanımı, Allah'tan insanı uzaklaştıran her şeydir. Bunun uğruna savaşan­lar şeytanın dostu olmaktadır.

v. Allah'ı anmayı unutanlar

"Şeytan onları etkisi altına aldı da kendilerine Allah'ı anmayı unutturdu. İşte onlar şeytanın yandaşlarıdır. İyi bilin ki şeytanın yandaş­ları hep kayıptadırlar" (Mücâdele 58/19);

"Kim Rahman'ı anmaktan gafil olursa yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz" (Zuhruf 43/36).

vi. Müminlerle mücâdele edenler

"Üzerine Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin. Kuşkusuz bu, büyük günahtır. Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücâdele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsa­nız, şüphesiz siz de Allah'a ortak koşanlar olursunuz" (En'âm 6/121).

vii. İnanmayanlar

"Şüphesiz ki biz, şeytanları inanma­yanların dostları kıldık" (A'râf 7/27).

viii. Sapıtanlar

"O, bir grubu doğru yola iletti, bir gruba da sapıklık müstehak ol­du. Çünkü onlar Allah'ı bırakıp şeytanları kendilerine dost edindiler. Böyle iken kendilerinin doğru yolda olduklarını sanıyorlar" (A'râf 7/30).

ix. İsraf edenler

"Zira böylesine saçıp savuranlar şeytanların dostlarıdırlar. Şeytan ise Rabb'ine karşı çok nan­kördür" (İsrâ 17/27).

Diğer taraftan şeytanın gücü, kendisini Allah'a ortak koşanlara yetmektedir. Şeytanı Allah'a ortak koşan var mıdır? Hz. İbrahim'in ba­basına söylediğinden bu tip insanların olduğunu anlıyoruz: ji£ V cJJ \ illallll "Babacığım şeytana tapınma" (Meryem 19/44). Günümüzde satanistlerin olması da buna delil teşkil etmektedir. Şeytanın elbette et­kinliği olacaktır.

Netice olarak diyebiliriz ki, iman edip Allah'a tevekkül edenin ü-zerinde şeytanın hiçbir yaptırımı olamayacaktır; ama şeytanı dost edinen ve onu Allah'a ortak koşanların üzerinde etkisi olacaktır. Demek ki iman ve tevekkül şeytandan uzaklaştırmakta, aynı zamanda da Allah'a yaklaştırarak O'nun korumasını temin etmektedir. Onun içindir ki Kur'ân oku­nurken Allah'a sığınmak anlamına gelen isti'âze çekilmesi zorunludur. Bu âyetler aynı zamanda din eğitiminin amaçlarını ve metodunu tayin etmektedir.[62]

 

Hz. Peygamber Bir İftiracı Değildir:

 

İ02. âyetin yerini başka bir âyetle değiştirdiği­miz zaman -ki Allah ne indirdiğini en iyi bilendir- onlar şöyle derler: Sen sadece düpedüz bir iftiracısın. Hayır, onların çoğu bilmiyorlar.

102. De ki: Kur 'ân 'ı Kutsal Ruh, Rabb'inin katından, inananların inançlarını pekiştirmek için ve Müslüman­lara rehber ve müjde olarak gerçekle indirmiştir.

1. Âyetin analizinden çıkacak önemli neticeler olacaktır.

"Biz bir âyetin yerini başka bir âyetle değiş­tirdiğimiz zaman."

Âyetin bu kısmının nesh konusu ile ilgili olduğunu söyleyenler vardır. Nesh konusunu geniş bir şekilde Bakara 106'da açıkladık. Bura­da aynı konuyu tekrar etmenin bir anlamı yoktur. Ama şunu söylememiz gerekiyor:   Kur'ân'ın   herhangi   bir   âyeti   diğerinin   hükmünü   asla kaldırmaz.

Birbirinden farklı görünen ve aynı konu ile ilgili âyetler, insanlara farklı şartlar altında farklı davranma seçeneğini tanıyan âyetlerdir. Kur'ân'ın bir âyetini diğer bir âyeti kaldırmış, hükmünü değiştirmiş de­mek, Kur'ân'a hakaretten başka bir şey değildir.

Kur'ân'ın geliş sebebi ne ise, nesh konusunda önceki kitaplarla o-lan ilişkisi de odur. Bu âyet, bütün peygamberlere gelen vahyin evrensel olanları hariç, yöresel olan hükümlerin bazısını kaldırması meselesine işaret etmektedir. Bakara 106'da nesh ile yorumunu yapmakta olduğu­muz Nahl 101. âyetteki tebdîl kelimelerini bu anlamda düşünmek gere­kiyor. Kur'ân kendinden önceki ilâhî vahyi ihtiva eden kitapların evren­sel ilkelerini tasdik ederken, yöresel ve o günkü kültürle ilgili olanların yerine de yeni hükümler koymuştur.

2. "Allah ne indirdiğini en iyi bilendir."

Vahyi gönderen, vahyin kaynağında olan zat, ne indirdiğini en iyi bilendir. Böyle olmasından daha doğal ne olabilir. Önceki peygamberle­re gönderilen mesajların evrensel olmayanını kaldırıp yerine Kur'ân â-yetlerinin evrensel olanını koyması meselesini insanların tartışması doğ­ru değildir. Kur'ân âyeti gibi, sûresi gibi bir âyet veya sûre getiremeye­cek olanların böyle bir tartışmayı açması doğal değildir.

Beşer, beşerin yazdığı bir kitabı, bir fikri, görüşü tenkit edebilir; ama Allah'ın vahyini tenkit etme hakkına sahip değildir.

Âyetleri indiren, onlar arasındaki ilişkiyi en iyi bilen olduğu için hangisini hangisinin yerine koyacağını da bilir ve buna insanların karış­ması da yersizdir.

3. "Onlar şöyle derler: Sen sadece düpedüz bir iftiracısın. Hayır, onların çoğu bilmiyorlar."

Müşrikler, Yüce Allah'ın, önceki âyetleri yani önceki peygamber­lere gelen vahyin yöresel olan hükümlerini değiştirmeyeceğini, böyle bir değişimin olacağını söyleyen kişinin, vahyi getiren Hz. Muhammed'in iftira ettiğini, uydurduğunu ileri sürdüler. Hz. Peygamber'in katıksız bir iftiracı olduğunu kimlerin söylediğini cevaplandıran âlimler, hep müşrik ve kâfirlere işarette bulunmuşlardır. Halbuki günümüzün değerlendirme­lerine bakarsak bu iddiaya günümüz kitap ehlinin de katıldığını söyleye­biliriz.

Onların Hz. Peygamberi iftira ile suçlamalarının sebebini Yüce Al­lah âyetin sonunda "bilmeme"lerine bağlamaktadır. Bilgisizlik onların bu aşırı ve ağır saldırılarına neden olmuştur.

Onların bilmemesi, cehaletleri yeni peygamberin geçmiş vahyin yöresel ilkelerinde yaptığı değişimi hazmetmelerini, anlamalarını engelliyor ve bu konudaki değişime ayak uyduramıyorlardı. Bilmeyen insanlar, hayata yeni ufuklar katan, yeni çözümler getiren, eskinin yerine yenisini koyan mesajı getiren peygamberlere hep olumsuz tepki göster­mişlerdir.

Yüce Allah bunu bize anlatırken, yeniliğin, değişimin ve daha gü­zelin sevdalısı olan ve bu uğurda üretim yapan düşünürlerin, bilim a-damlarının tepki göreceğine işaret etmektedir. İnsanlar her zaman yeniye tepki göstermişlerdir ve bu insanlar medeniyetin, insanlığın gelişmesine engel olmuşlardır.

Dini alanda bu işi yapanlar da İslam'ın yayılmasını zorlaştırmış ve geciktirmişlerdir.

4.  "De ki: Kur'ân'ı, Kutsal Rûh, Rabb'inin katından inananların inançlarını pekiştirmek için ve Müslümanlara rehber ve müjde olarak gerçekle in­dirmiştir."

a) Rûhu'l-Kudüs ifadesi, "kutsal, temiz ruh" anlamına gelmekte­dir. Bunun ilâhî vahyi peygamberlere taşıyan Cebrail olduğunda hemen hemen âlimler arasında ittifak vardır. Kur'ân "rûh" olduğuna göre (Şûra 42/52) onu taşıyan da "rûh" olmalıdır.

Yüce Allah Hz. Peygamber'in uydurmadığını, müfteri olmadığını ispat için onlara bu şekilde cevap vermektedir. Bu cevapla Yüce Allah hem vahyin kaynağının Kendisi olduğunu hem de onu Hz. Muhammed'e

Cebrail'in taşıdığını söyleyerek, Hz. Muhammed'in onun oluşumunda hiçbir dahlinin olmadığını ispat etmektedir.

b) Diğer taraftan, Kur'ân'in neyi değiştirip değiştirmediği konusu onları ilgilendirmediği için, Kur'ân'ın görevinin neler olduğuna bakma­ları kendilerine önerilmektedir.

Yüce Allah, kendilerini aşan, bilemedikleri ve anlamalarının mümkün olamayacağı işleri değil de, Kur'ân'dan nasıl istifade edecekle­ri konusunu düşünmelerini buyurmaktadır. Bu konudaki açıklamalarını şöyle yapmaktadır:

i. Kur'ân, inananların inançlarını pekiştirmek için gönderilmiştir. Kur'ân'ın gönderiliş amacı inanan insanların imanını sağlamlaştırmaktır.

Buradaki "iman edenler" ifadesine yeni bir boyut kazandırabiliriz. Buradaki ifade, Hz. Muhammed'in getirdiği vahye inananlar olduğu gibi, Hz. Muhammed'den önceki dinlerin tevhid inancına bağlı olanları da ifade etmiş olabilir. Tevhid inancına inananların inancını pekiştirmek, kuvvetlendirmek için Kur'ân gönderilmiştir. Çünkü Kur'ân'ın onların inandıkları vahyin evrensel olan ilkelerini tasdik edip yöresel olanlarını değiştirdiğini görünce imanları pekişecektir.

ii. Kur'ân, bütün benlikleri ile Allah'a teslim olanların rehberidir. Buradaki "rehber" kavramını, "doğru yol bilgisini sunmak" anlamına almak gerekiyor. Ama Müslüman adam hidâyete erdiğine göre, "rehber" kelimesine başka bir açıdan bakmak zorundayız. Kur'ân, Müslümanın ulaştığı manevi seviyeyi koruması için ona destek vermekte, ona rehber­lik etmektedir. Bu demektir ki, manevi bakımdan her seviyede olan in­sanın Kur'ân'ın rehberliğine ihtiyacı vardır.

iii. Kur'ân, bütün benlikleri ile Allah'a teslim olanlara bir müjde­dir.

Demek ki Yüce Allah, Hz. Peygamber'i müfteri ilan edenlere Kur'ân'ın imanı pekiştirici, rehberlik edici ve müjde verişi yönü ile ilgi­lenmelerini, bu görevleri bakımından ondan istifade etmelerini önermek­tedir. Kur'ân, iman eden ve bütün benliği ile Allah'a teslim olanlarla uğraşmaktadır. Kur'ân'in, iman etmeyenleri imana, iman edip teslim olanları da manen geliştirmeye yönelik faaliyetleri vardır.[63]

 

Kur'an Ve Hz. Peygamberce Tepki Gösteren Kâfirlerin Özellikleri:

 

103.  Andolsun ki biz, onların "Kur'ân'ı ona bir insan öğretiyor" demekte olduklarını biliyoruz. Nisbet etmeye uğraştıkları adamın dili yabancıdır. Oysaki bu apaçık bir Arapça'dır.

104.  Allah'ın âyetlerine inanmayanlara Allah kılavuz­luk etmez. Onlar için acıklı bir azap vardır.

105. Allah'ın âyetlerine inanmayanlar, ancak yalan uy­durur. İşte onlar yalancıların kendileridir.

Yüce Allah kâfirlerin tepkisinin boyutlarını gündeme getirmekte­dir.

1. "Andolsun ki biz, onların 'Kur'ân'ı ona bir insan öğretiyor' demekte olduklarını biliyoruz."

101. âyette Hz. Peygamber'in Kur'ân'ı uydurduğunu söyleyenlerin olduğunu gördük, 103. âyette de Kur'ân'ı ona başka bir insanın öğretti­ğini söyleyenler gündeme getirilmektedir.

Kur'ân'ın önceki kitaplarının evrensel ilkelerini tasdik edici boyu­tundan hareket edenler, ona o vahyleri ve geçmiş peygamberlerin olgula­rını anlatanın onları bilen birinin olduğunu iddia ettiler. Kur'ân o kişinin sadece Arapça bilmediğini söylemekle yetinmekte, onun ismini ve inan­cını belirtmemektedir. Bilginler bunun Mekke de oturan, Hıristiyan olan yabancı biri olduğunu söylemektedirler. Rumca bilen Ebu Meysere ol­duğunu Râzî nakletmektedir.

Kimin olduğu önemli değildir, önemli olan o kişinin Arapça bil­memesi ve kâfirlerin böyle birinin olduğunu iddia etmeleridir.

Yüce Allah onların bu iddialarım, o kişinin dilinin Arapça olmadı­ğı ve Kur'ân'ın apaçık Arapça olması esası ile çürütmektedir.

Âyette geçen ı el-ilhâd kelimesi jJ- lehade fiilinden türemiştir. "Ölüyü defnetmek, kabir kazmak, bir şeye meyletmek, bir şeyden yüz çevirmek, zulmetmek, şüphe etmek, ok hedeften sapmak, doğru yoldan sapmak, münakaşa yapmak, yanlış sözler söyleyerek hareket etmek, Al­lah'ın dininden sapmak, küfretmek" anlamlarına gelen bu kelimeden türeyen mülhid kalıbı da. "kâfir, ateist" anlamına gelmektedir.[64]

 

"İlhâd/Mülhid" Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:

 

1) Eğip bükmek

"En güzel isimler Al­lah'ındır. O halde O'na güzel isimlerle dua edin. Ve O'nun isimlerinin anlamını eğip büken kimselerden uzak durun" (A'râf 7/180).

2) Anlamım saptırmak

"Âyetlerimizin anlamını saptıranlar bizden gizlenemezler" (Fussilet 41/40).

3) Sapıkça eylemler yapmak

"Kim orada sapıkça eylemler yapmak isterse, ona acı azaptan tattırırız" (Hacc 22/25). Bu eylemler Mescid-i Haram'in değerini düşürmeye yönelik olursa bu kelime ile ifa­de edilmektedir.

4) Nisbet etmek

Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 103'te ilgili kelime bu an­lama gelmektedir.

5) Sığınılacak yer

"Rabb'inin kitabında sana vahyedileni oku. Onun kelimelerini değiştirebilecek yok­tur. O'ndan başka bir sığmak da bulamazsın" (Kehf 18/27).

Aynı anlmda olmak üzere bu kelime Cin 22'de de "multeheda" ka­lıbında gelmektedir.

Dini ilkelere karşı ortaya konan her türlü sapmaya ilhâd denmek­tedir. Kök manalarından biri olan, "kabir kazıp ölüyü defnetmek" anla­mından hareket edersek, "hakikati, doğruyu ve tevhid inancını gömen" manasına gelen mülhid kelimesi "dinden uzak duran, her çeşit inancı terk eden" demektir. Mülhidlerin durumu, yani imandan sonra inkârı seçenler Âl-i İmrân 90-91. âyetlerde ele alınıp açıklanmıştır.

Demek ki yorumunu yaptığımız âyette yülhidûn kelimesi, "mey­ledip işaret etmek" manasına gelmektedir. Bu kelimenin bu anlamda burada kullanılması manidardır. Kur'ân'ın şerefini düşürmek için yapı­lan bir iş olduğu için burada da Hacc 25'teki anlamında kullanılmıştır.

Âyetin genelinden şu neticeyi çıkartabiliriz: Öğretim ana dili ile olursa etkili olur. Kaliteli öğretimin olmazsa olmazını ana dili ile öğre­tim teşkil etmektedir.

2. "Allah'ın âyet­lerine inanmayanlara Allah kılavuzluk etmez. Onlar için acıklı bir azapardır."

Yüce Allah iman ile hidâyet arasında bir bağlantı kurmaktadır. Başka bir ifadeyle tersine bir bağlantı kurarak inkâr edenleri doğru yola iletmeyeceğini söylemektedir. Kılavuzluk diye tercüme ettiğimiz kavram hidâyettir. Hidâyet kelimesi âyette fiil kalıbında gelmiştir. Bunun en güzel örneğini Hz. Ömer yaşamıştır. Tâhâ sûresinin ilk âyetlerini eline alıp okumasaydı, onların manasını derinden kavramasaydı Allah onu hidâyete erdirmezdi.

Bu tip insanların cezasını Yüce Allah acıklı azap olarak belirtmek­tedir. Allah'ın âyetlerini, mesajlarını inkâr etmek ya da onlara inanma­mak Allah'a isyan etmek, O'nun üzerimize olan hakkını çiğnemekten başka bir şey değildir. İsyan eden de elbette bunun karşılığını bulacaktır. Demek ki, iman Allah'ın müdahalesinin, hidâyetinin alt yapısını oluş­turmaktadır.

3. "Allah'ın âyetlerine inanmayanlar, ancak yalan uydurur. İşte onlar yalancıların tâ kendileridir."

Yüce Allah "yalan uydurmanın" sebebini tesbit etmektedir. Al­lah'ın âyetlerine inanmamak sebep; yalan uydurmak da sonuç olmakta­dır. Demek ki yalan iftirada bulunan, yalan uyduran insanların imandan zorları vardır. Yüce Allah onları "yalancı" olarak ilan etmektedir.

Onların Hz. Peygamber'e, birinden ders aldı, biri ona öğretti diye­rek iftira etmelerinin altında inkârları, inanmamaları, yalancı olmaları yatmaktadır. Çünkü Kur'ân'm ihtiva ettiği konuları bir kişiden öğrene­bilmek için uzun zaman o insandan ders almak gerekiyor. Ayrıca o insa­nın da Kur'ân'in bütün konularını bilecek ilmi seviyede olması gereki­yor. Daha dili Arapça olmayan bir insanın, bütün bu konuları, bu edebi seviyede öğretmesi imkansızdır. Kur'ân gibi bir kitabı yazacak, öğrete­cek bir insanı çağımızda bile bulmak imkansızdır. O devirde bunu ger­çekleştirmeyi iddia etmek aklın sınırlarını aşmaktır.

Bir de eğer böyle bir kişi var idiyse bu muhteşem kitabı onun ken­disi gündeme getirirdi. Neden başkasına bu şerefi versin ki? Kur'an'da pek çok âyet Hz. Peygamber'in bu kitaba hiçbir müdahelede bulanamayacağı gerçeğini dile getirmekte, değişiklik isteyenlere bunu kendisinin yapamayacağını bildirmekte, mucize isteklerine devamlı olarak olumsuz cevaplar vermektedir. Hz. Peygamber'e soru sorulduğunda cevap ver­mek için zaman istemesi bu kitabı vahyen bir makamdan aldığının en önemli göstergelerinden biridir.

Durum böyle olunca kendi dili yabancı bir dil olan bir şahsın, Kur'an gibi edebiyat şaheseri olan bir kitabı Hz. Peygamber'e öğrettiği iddiası çok garip bir iddiadır ve Kur'an da bunun mümkün olmadığını kendisinin apaçık bir Arapça olduğu bilgisiyle reddetmektedir. Fussilet sûresinin 44. âyetinde müşriklerin muhtemel bir sorusu gündeme getiri­lerek "eğer Kur'an'ı yabancı dilde bir kitap yapsaydık o zaman 'Onun âyetlerinin açıklanması gerekmez miydi? Bu Arapça mı, başka bir dilde mi?' derlerdi" ifadesine yer verilerek yabancı dilde olmanın Kur'an'a uygun bir nitelik oluşturmadığı belirtilmektedir.

Yukarıda her ne kadar âyetlerin yerinin değiştirilmesi konusunu iş­lerken bu karşı çıkışı ehl-i kitabın yapmış olabileceği bilgisine yer ver­miş olsak da devam eden âyetlerde konunun müşriklerin karşı çıkışlarıy­la ilgili olduğu bilgisi ağır basmaktadır. Sûrenin Mekke'de indirildiği gerçeği de göz önüne alındığında tüm bu iddialı sözlerin müşriklere ai­diyeti ortaya çıkmakta ve Kur'an'm onlara verdiği mantıklı cevaplar görülmektedir.

Sonuç olarak Kur'an'ı Allah, vahy meleği aracılığıyla indirmiş, âyet değişikliklerini de kendisi yaparak onu bir beşerin öğrettiği iddiala­rını geçersiz kılmıştır. Çünkü Kur'an, apaçık bir dille indirilmiş, Arap olmayan birinin bu edebî sanatı bu şekilde uygulamaya koymasının im­kansızlığı gündeme getirilmiştir.[65]

 

İnsanlar İmandan Sonra Neden Küfre Dönerler?

 

106. Kalbi imanla dolu olduğu halde, zorlananın dışın­da olan kimse inandıktan sonra, Allah'ı inkâr eder ve gönlünü inkarcılığa açarsa, bunlara Allah katında bir öfke vardır ve büyük azap da onlaradır.

107.  Bu, onların âhirete karşı dünya hayatını tercih et­melerinden ve Allah'ın da inkâr eden toplumu doğru yola getirmemesinden ötürüdür.

108.  İşte, Allah'ın gönüllerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimseler bunlardır. Ve onlar gafillerin tâ kendileridir.

109.  Şüphesiz, âhirette kaybedecek olanlar da bunlar­dır.

Bu üç âyet birbirini tamamlar nitelikte, Hz. Peygamber döneminde olan bir olayı evrensel boyuta taşıyan bir özelliktedir. Olay şudur:

Kureyş kâfirleri Ammâr, babası Yâsir ve annesi Sümeyye'yi zor­layarak İslam'dan müşrikliğe döndürmeye çalışıyorlardı. Onlar bunu kabul etmeyince annesi Sümeyyenin bir ayağını bir deveye, diğer aya­ğını da başka bir deveye bağlayıp develeri ters istikamette hareket ettir­diler. Böylece Sümeyye'yi parçaladılar. Babası Yâsir'i de öldürdüler. İşte İslam'ın ilk şehitleri bunlardır. Ammâr ise. onların işkencelerine dayanamadı ve dili ile onların istediklerini söyledi, ama bu söyleyişi gönülden değil, dilden idi. Durum Hz. Peygambere bildirilince, Hz. Peygamber şöyle dedi: Ammar başından ayağına kadar imanla doludur. İman onun etine ve kanına karışmıştır. Daha sonra Ammâr" a: Seni yine zorlarlarsa istediklerini söyleyebilirsin, dedi"[66].

İşte bu olgu karşısında Ammâr'ın imanının sağlamlığını, bu davra­nışın evrensel boyutta çözümünü hükme bağlamak için bu âyet gelmiştir.

Âyet bu yöresel olguyu kıyamete kadar taşıyan hükmü vermiş ve çözümü üretmiştir:

1. "Kalbi imanla dolu olduğu halde zorlananın dışında."

Âyetin bu kısmı, inanç özgürlüğünün olmadığı, zorlamanın olduğu toplumlarda ve şartlarda nasıl davranılacağını açıklamaktadır. Zorlama­nın olduğu yerde kişi, kendi tevhid inancını gönlünde gizleyerek açığa vurmayabilir ve istenilen şekilde inandığını söyleyebilir. Bu bir şahsiyet parçalanması ve bir münafıklık, yani ikili oynama değildir. Önemli olan dil değil; önemli olan gönüldür. Gönülde olan doğru inancın tersini zor­lama ile söylemek caizdir. İşte âyet bu hükmü evrenselleştirmiştir.

Günümüzde olduğu gibi gelecekte de insanlara inanç, ideoloji ve düşünceler zorla kabul ettirilmekte ve ettirilecektir. İnanç ve ibadet öz­gürlükleri ayaklar altına alınıp çiğnenecektir. İnanç ve ibadet özgürlüğü bakımından insanlık sanıldığı ve söylendiği kadar mesafe alamamıştır.

Günümüzde inanç ve din özgürlüğüne iki türlü saldırı vardır: Ya kandırarak, yani ekonomik imkansızlıklar istismar edilerek, istikbal vaad edilerek din değiştirilmesine gidilmekte veya zorlayıcı metotlar kullanılarak bu iş yapılmaktadır. İnsanların faaliyet alanları daraltılarak, bulun­duğu yerde başarılı olmasına rağmen ilerlemesinin önü kesilerek, sosyal statüsü elinden alınarak, görev dışı bırakılarak bu uygulamalar gerçek­leştirilmektedir. Dünyanın her tarafında bu metotlar uygulanmış ve uy­gulanmaktadır.

Artık Sümeyye'ye uygulanan develerle parçalama metodu kılık değiştirmiş, devenin yerini başka şeyler almıştır. Artık Ammâr'ın dili ile itiraf edip gönlünde imanı saklama metodu da nadir şartlar altında geçer­liliğini korumaktadır. Çünkü dilinle ne dersen de, davranışların seni ele veriyor, saçının şekli bile yeterli oluyor. Yüzüğünüzün rengi, bıyığınızın şekli hangi inanca ve dine mensup olduğunuz konusunda sizi ele veriyor.

Demek ki âyete göre dil önemli değil, önemli olan gönüldür. Gö­nülde doyuma ulaşan iman varsa, dil ile zor altında farklı bir şey söyle­mek münafıklık değildir. Ama gönülde inkâr, dilde iman varsa işte bu münafıklıktır.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 106. âyete delil olarak baş­ka âyetler getirebiliriz:

a) "Onlar o gün, imandan çok kâfirliğe yakın idiler. Ağızlarıyla, kalplerin­de olmayanı söylüyorlardı. Halbuki Allah, onların içlerinde gizledikleri­ni daha iyi bilir" (Âl-i İmrân 3/167). Kalplerinde yanlışı saklayıp ağızla­rıyla doğruyu söyleyenlerin durumu budur.

b) "Müminlerle karşılaştıklan vakit, 'iman ettik' derler. Reisleri ile baş başa kaldıklarında ise: 'Biz sizinle beraberiz, biz onlarla sadece alay ediyoruz' derler" (Bakara 2/14). Mü'minlere söyledikleri sahte olduğu halde, gönüllerinde inkârı saklıyorlardı. Bu söylevleri zor şartlar altında olmadığı gibi, gönüllerinde gerçek iman da yoktu. Bu yönü ile onlar ikili oynadıklarından münafık sıfatını alıyorlardı.

İşte bu âyetlerden hareket edersek, kalbi imanla dolu olan, doyum noktasına ulaşan bir gönüle sahip olan kişinin zorlama şartları altında dili ile inkâr etmesi caizdir; bu onun imanını sarsmamaktadır.

Bu izahlarımıza ilaveten zor şartlar altında imanını gizlemeyen ve bu uğurda canını verenlerin çok daha büyük bir erdemi gerçekleştirdikle­rini de burada ifade etmemiz gerekmektedir. İman ve can yan yana iken canı değil de imanı tercih edebilmek herkesin yapabileceği fedakarlık değildir. Bunu yapabilenlere ne mutlu. Ammâr'ı konuşurken annesini ve babasını unutmak doğru değildir. Belki de annesi ve babası üzerinde daha çok durmak dinde o tür fedakarlıkları kavratmakta önemli bir me­safenin alınmasını sağlayacaktır.

2. "Ancak (bir kimse inandıktan sonra, Allah'ı inkâr eder ve) gönlünü inkarcılığa açarsa, bu kişilere Allah katında bir öfke vardır ve büyük azap da onlar içindir."

Yüce Allah bir önceki bölümün veya hükmün tersini burada gün­deme getirmektedir. Bir kimse, zorlama olmadan, kendi hür iradesi ile gerçek imandan sonra inkârı seçer, yani inanç değişikliğini olumsuz an­lamda gerçekleştirirse durumu ne olacaktır? İşte bu kısım ve başka âyet­ler konuyu çözümlemektedir.

Allah'a iman ettikten sonra O'nu inkâr etmek, gönlünü inkâra aç­mak gibi özellikleri kendinde toplayan adama mülhid, "din değiştiren kişi" denir. Bu kişi, gerçek imanı, hakikati mezara koymuş demektir. Tevhid inancından tanrısızlığa, inkâra ve ateizme dönen kişinin durumu­nu Yüce Allah şöyle açıklamaktadır:

a)  Allah katında, onlara bir öfke vardır ve onlar Yüce Allah'ın girdabını, öfkesini, nefretini kazanmaktadırlar.

b) Büyük azap da âhirette onları beklemektedir. Demek ki öfke bu dünyada, büyük azap da âhirette olacaktır.

"İnandıktan sonra kâfirliğe sapıp sonra inkarcılıkta daha da ileri gidenlerin tövbeleri asla kabul edilmeyecektir. Ve işte onlar, sapıkların tâ kendileridir. Gerçekten, inkâr edip kâfir olarak ölenler var ya, onların hiçbirinden, fidye olarak dünya dolusu altın verecek olsa dahi kabul edilmeyecektir. Onlar için acı bir azap vardır, hiçbir yardımcıları da yok­tur" (Âl-i İmrân 3/90-91).

Demek ki gerçek imandan, tevhid inancından inkâra ısrarlı ve ka­rarlı dönüşün ardından yapılacak tövbe de kabul edilmemektedir.

3. "Bu, onların âhirete karşı dünya hayatını tercih etmelerinden ve Allah'ın da inkâr eden toplumu doğru yola getirmemesinden ötürüdür."

Yüce Allah, onların gerçek imandan sonra inkâra sapmalarının, yani irtidâd edip mülhid olmalarının sebebini bu âyette açıklamaktadır. Demek ki Yüce Allah konuyu sebep-sonuç ilişkisi içerisinde açıklaya­rak, irtidâd, yani Allah'a inandıktan sonra inkâra sapmalarının sonuç olduğuna, bunun sebep veya sebepleri olması gerektiğine dikkat çek­mektedir. Âyete göre nedir bu sebepler?

a) Âhirete karşı dünya hayatını tercih etmeleri

Âyetin bu kısmında geçen ijiiill istehabbû fiili, "sevmek" anla­mına gelen Ç>- habbe fiilinden türemiştir. Bu kelime, altılı harfe sahip kalıba (südâsî) aktarılınca "tercih etmek" manasını kazanmaktadır. O zaman "sevip tercih etmek, sevdiğini tercih etmek" demek olur.

Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, Yüce Allah, insana seçme öz­gürlüğünü tanımıştır. Onun seçme özgürlüğüne baskı yapmadığı için, seçeceğinden dolayı onu sorumlu tutmaktadır.

Yüce Allah'ın tanıdığı bu seçme özgürlüğünü bu insanlar kötü an­lamda kullandıklarından, âhirete karşı dünyayı tercih ettiklerinden, Al­lah'a imanı bırakıp inkâr etme yoluna gitmişlerdir. Demek ki, kalpte iman bakımından olumsuz yönde meydana gelen oluşumların altında tercihin olumsuz yönde yapılması yatmaktadır.

b) İnkâr eden toplumu Yüce Allah'ın doğru yola, yani hidâyete er-dirmemesi de ikinci sebep olmaktadır. Bu ne anlama gelmektedir? İnsan Allah'a iman ettikten sonra O'nu inkâr etmesi sonucunda Allah ondan uzaklaşmaktadır, ya da o insan kendini Allah'tan uzaklaştırmaktadır.

Allah'tan uzağa düşen, aynı zamanda O'nun hidâyetinden de uzaklaş­maktadır.

Âyetin bu kısmında yer alan "doğru yola getirme, hidâyet etme­me" ifadesi Âl-i İmrân 90'da "tövbeleri asla kabul edilmeyecek" şeklini almaktadır. Çünkü tövbesi kabul edilmeyene hidâyet yolu yoktur. Tövbe ile hidâyet kavramları insanın gönlünde olan büyük ve köklü değişimin adı olmaktadır.

Dikkat edilirse, âhirete karşı dünyayı tercih etmelen. aynı zamanda Allah'ın, onların tövbesini kabul etmemesine, hidâyet etmemesine neden olmaktadır. Onlar tercihlerini âhiretten yana kullanmış olsalardı, belki de Allah onlara hidâyet ederek imandan inkâra geçişlerini engelleyebilirdi.

Ama biraz daha inceden bakılırsa, hem dünya hayatını âhirete kar­şı tercih etmelerinin hem de irtidâd, yani imandan inkâra geçişlerinin Allah'ın onları hidâyete erdirmemesinin sebebi olduğu görülecektir. Bir çeşit sebepler zinciri meydana gelmektedir.

4. " İşte  Allah'ın, gönüllerini,bulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimseler bun­lardır. Onlar gafillerin tâ kendileridir."

İşte, âhireti bırakıp dünyayı tercih etmenin doğurduğu başka bir netice de bu olmaktadır. Onlara Yüce Allah'ın layık gördüğü bu netice ve muamele duyu organlarında gerçekleşmektedir. Çünkü duyu organları sorumluluklarını, yaratılış amaçlarını yerine getirmediler. Sorumluluğu­nu yerine getirmeyen de damgalanmaktadır.  "Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur" (İsrâ 17/36).

Aslında kulak, göz ve gönül insanda tevhid inancından inkâra geçmeye müsaade etmemelidir. Onların görevlerini icra etmemeleri mü­hürlenmelerine sebep olmaktadır. Bu şekilde mühürlenen insanlar da gaflettedirler. İrtidâd eden insanlar hem Allah'ın rehberliğini kaybedi­yor, hem kulak, göz ve gönülleri mühürleniyor hem de gaflet içine düşü­yorlar.

5. "Şüphesiz, âhirette kaybedecek olanlar da bunlardır."

Âyetten anlıyoruz ki, âhiretteki iflası bu dünyadaki ameller tayin etmektedir. Âyetteki yjr N lâ cereme ifadesi, "şüphesiz, kesinlikle, elbette" anlamına gelmektedir. Onları âhirette kaybettiren, iflas ettiren şeyler nelerdir? Sorunun cevabını yorumunu yapmakta olduğumuz 106-108. âyetlerle verebiliriz: Âhirete karşı dünya hayatını tercih etmek, Allah'a iman ettikten sonra irtidâd ederek küfre dönmek, Allah'ın hidâyetten mahrum bırakması, Allah'ın öfkesine sebep olmak, bu yaptıkları sebebiyle kulak, göz ve gönüllerinin Allah tarafından mühürlenmesi, ileride çekecekleri cezadan gâfıl olmaları ve nihayet âhirette büyük azap ile cezalandırılmış olmaları onların iflasını, kaybını hazırlamıştır. Görüldüğü gibi Yüce Allah âhirette insanı hüsrana götüren amelleri sebep-sonuç ilişkisi içinde anlatmaktadır.[67]

 

Allah'ın Yardımı Kimleredir?

 

110. Sonra şüphesiz Rabb'in, eziyet edildikten sonra hicret edip ardında da sabrederek cihad edenlerin yar-dımcısıdır. Bütün bunlardan sonra Rabb'in elbette çok affedici ve merhamet sahibidir.

Yüce Allah bu âyette üç ameli gündeme getirmektedir. Bunları ya­panlara yardımda bulunacağına da dikkat çekmektedir. Âyetin açıklama­sından çıkacak neticeler olacaktır:

1. "Eziyet edildikten sonra"

Âyetin nüzul sebebi daha önce 106. âyette anlatılmıştı. Aynı nüzul sebebi bu âyet için de söz konusudur. Tarihi boyutu ile bu âyete bakınca,

Hz. Peygamber'e ilk inananlar Müslüman olmak ve tevhid inancını be­nimsemeleri sebebiyle büyük baskı ile karşılaştılar. İnanç özgürlüğünün yara aldığı en önemli dönemlerden biri bu dönem olmuştur. Çünkü bas­kılar ölüme kadar gidiyordu.

Bir çeşit tevhid inancını kabul edenlere karşı, "Andolsun ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, hepinizi astıracağım" (Şu'arâ 26/49) diyen Firavun dönemi Hz. Peygamber döneminde yaşanıyordu.

2. "Hicret edenlere"

İnancı ve dini için göç etmeye manevi bir anlam vererek hicret denmektedir. Bu kelimenin açıklaması Bakara 218'de yapılmıştır. Terk etmek (Bakara 2/218); yalnız bırakmak (Nisa 4/34); uzak durmak (Mer­yem 19/46); saçma laf konuşmak (Mü'minûn 23/67); dönmek ('Ankebût 29/26); gelmek (Haşr 59/9); ayrılmak (Müzzemmil 73/10); kötü şeyleri terk etmek (Müddessir 74/5). İlk Müslümanlar, inanç özgürlüğünün kalmadığı ve bunun şiddet kazanarak ölüme kadar uzandığı dönemde vatanlarını terk etmek mecburiyetinde kaldılar.

Aslında Mekke'den Medine'ye olan bu hicret, daha önce iç alem­lerinde nefis ülkesinden gönül ülkesine olmuştu. Maddi hicret olmadan, yani sosyolojik manada hicret olmadan psikolojik diyebileceğimiz ma­nevi hicret olmuştu.

Cehalet ülkesinden aydınlık ülkesine, zulüm ülkesinden hürriyet, özgürlükler ülkesine olan göçe hicret denmektedir. Hicret tanımının di­ğer şartlan da baskı olması ve Allah adına yapılmış olmasıdır. Hicret, inanç ve din uğruna yapılıyorsa Allah adına yapılmış olmaktadır.

3. "Sonra da cihâd edenler"

Cihâd kelimesinin açıklaması Bakara 218'de yapılmıştır. Bu ke­lime Kur'ân'da şu manalara gelmektedir: Direnç göstermek (Furkân 25/52); üstün gayret göstermek ('Ankebût 29/69); zorlamak (Lokman 31/15); savaşmak (Saff 61/11).

İnancından dolayı hicret eden insana, baskılar uzaktan da olsa de­vam ediyorsa o kişi ikinci hicret yerine çıkış kapısı için cihâd yapacaktır.

Savaşın cihâd olabilmesi için, inanç uğruna yani Allah adına yapılmış olması gerekiyor. Cihâdın savaştan bir diğer farkı da, nefis ile yapılabil­miş olmasıdır. Aklın nefsin arzulan ile verdiği savaşa cihâd denmekte­dir.

Diğer taraftan cihâd bir çeşit "bilgilendirmektir, insanı öldürmek­ten ziyade onu kazanmak"tır. Cihâd her çeşit inancını, nefsini ve sahip olduğu değerleri sadece Allah için savunmaktır.

4. "Sabredenler"

Hicret ve cihâdın getirdiği zorluklara, ağır olumsuz, şartlara ve e-konomik yoksulluklara göğüs germek anlamına gelen sabretmek, hicret ve cihâddan daha büyük bir amel gibi görünmektedir. Savaş, hicret ve ekonomik sıkıntılarına karşı sabretmek, iyiyi, takvayı yakalamanın şart­larından biridir (Bakara 2/117). Sabır belki de kâmil insan olmanın do­ruk noktasını teşkil etmektedir.

5. "Bütün bunlardan sonra Rabb'in elbette çok affedici ve merhamet sahibidir."

Yüce Allah hicret, cihâd ve sabır gibi değerleri hayata geçirenlere ne yapacağını âyetin bu kısmında açıklamaktadır. Onların günahlarını affedecek ve onlara merhamet edecektir.

Demek ki bu eylemler, Yüce Allah'ın affedici sıfatı ile merhamet sıfatını harekete geçirmektedir. Yüce Allah hicret, cihâd ve sabır arasın­da bir bağlantı kurarak bunların ibadet olma yönlerini ele almakta ve sabırla onları tamamen manevi bir boyuta çekmektedir. Af ve merhameti ile de onlara dinî bir özellik kazandırmaktadır.[68]

 

Ahirette Herkes Kendisi İçin Uğraşacaktır:

 

111. O gün, herkes gelip kendi canını kurtarmak için uğraşır. Ve herkese yaptığının karşılığı eksiksiz ödenir. Onlara asla zulmedilmez.

Yüce Allah âhiretteki durumun bir boyutunu bu âyetiyle anlatmak­tadır. Âyette işlenen konular şunlardır:

1. Herkes kendi başının çaresine bakacak

"O gün, herkes gelip kendi canını kurtarmak için uğraşır." Âyetin bu kısmında iki tane nefis kelimesi geçmektedir.

Nefis kelimesinin geniş açıklaması Nisa l'de yapılmıştır. Ancak buradaki nefis kelimelerinden birincisi "kişi" anlamına gelmektedir. Tıpkı 'Abese 34'teki el-mer'u kelimesinin "kişi" anlamına gelmesini andırmaktadır. Onunla bu âyetteki nefis kelimesini manalandırmamız mümkündür. İkinci nefis ise "kendi ruhu" anlamına gelmektedir. Manayı şöyle verebiliriz: "O gün, herkes gelip kendini savunacaktır." Bunun anlamı da kendi derdi ile baş başa kalacak, kendini düşünecek, başkala­rına aldırmayacaktır. Bu âyetin yorumunu çeşitli âyetlerle yapabiliriz:

a) "İşte o gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar" (Abese 80/34-36). Şimdi bu âyetin açısından yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 111. âyete bakarsak, insanın neden mahşerde kendi derdine düşüp, ken­dini savunacağı, başkaları ile ilgilenmeyeceği ortaya çıkmaktadır. Mah­şer bir kaçış, bir ayrılık ve tek başına kalma yeridir.

b) "Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geleceksiniz. Ve size ver­diğimiz şeyleri arkanızda bırakacaksınız" (En'âm 6/94).

İşte, dünyadan âhirete, mahşere gidişin kuralı olan teker teker Al­lah'ın huzuruna çıkmak prensibi budur. Bu ilkeye göre insan da kendisi­ni savunacak ve bu savunma tek başına gerçekleşecektir.

c) "Herkes kazandıklarına bir rehindir"

(Müddessir 74/38). Bunun anlamı, insan bu dünyada yaptığı amellerin âhirette ipoteği altında olacaktır; kazandıklarının hesabını verecektir.

d) "Kıyamet günü hepsi O'na teker teker gele­cektir" (Meryem 19/95).

Demek ki Allah'ın huzuruna teker teker çıkılacak, en yakın insan­lar bile birbirinden kaçacak, herkes kendi hesabını verecek, kendini sa­vunacak, kendi derdinin peşine düşecek, kendi canını kurtarmaya çalışa­cak ve kimseye aldırış etmeyecektir. Din eğitimi insanlara bunu hatırla­tırken, şu konuyu vurgulamalıdır: Hakikate, İslam'a, tevhid inancına karşı koymak için yapılan bütün teşkilatlanmalarda yer alan fertler, ora­da bu dünyada birbirlerine destek çıktıkları gibi destek çıkamayacaklar­dır. Bu dünyada her vasıtayı kullanarak birbirine destek çıkmalarının orada hiçbir yararı olmayacaktır. Yaptıklarının hesabını teker teker vere­ceklerdir. Bâtılı, haksızlığı, şeytanî şeyleri, yanlışı, çirkini ve kötüyü iyi zannedip birbirini savunan, teşkilat kuran insanlar orada kendi başlarına kalacak, bu dünyadaki arkadaşları onları orada terk edecektir.

İşte Nahl 103-110. âyetlerde anlatılan olumsuz, kötü ve iğrenç davranışlar, İslam'a, Hz. Muhammed'e karşı koymaların ardından bu âyetin gelmesi manidardır.

Aynı zamanda 110. âyette geçen hicret, cihâd ve sabır gibi eylem­leri gerçekleştirenler de, mahşerde tek başına kendilerini savunacaklarını bilmelidirler.

2. "Ve herkese yaptığının karşılığı eksiksiz ödenir, onlara asla zulmedilmez."

Herkes kendi savunmasını tek başına yaparken, kendisine haksız­lık yapılmadan dünyada yaptıkları kendisine ödenecektir. Ameller neyi gerektiriyorsa ona verilecektir. Burada "yaptığı şey" ifadesinin içine iman da girmektedir. Çünkü iman da, gönlün/aklın amelidir.

İnsan bu dünyada yaptığı iyi veya kötü amellerin zerresini orada görecek ve bulacaktır (Zilzâl 99/7-8)

Bundan şu ilkeyi çıkartıyoruz: Bu dünyada insanların haklarını en küçük zerresine kadar ödemeyenler zulüm işlemektedirler. Medenî top­lumlar, insanların en küçük amellerini de dikkate alarak değerlendirme­lerini yapıp haklarını ödeyen toplumlardır. Müslüman toplum da aynı vasfı taşımalıdır. Allah'ın sünneti, uygulaması budur. Bunu ne ölçüde uy gülüyorsak, o ölçüde medenîyiz.

Âyetin bu kısmından çıkaracağımız diğer ilke de di'amilet fii­linde yatmaktadır. "Amel yapmak" fiilinin faili nefistir, yani insanın kendisidir. Yüce Allah, insanın kendisinin yaptığı işe amel diyor. Kişi bu dünyada kendi özgür iradesi ile amelini yapar ve onun karşılığını âhirette görür. İşte bu özgürce seçim ve özgürce davranış onu orada sorumlu kılacaktır.

Diğer bir netice de şudur: Kişi başkasının yaptıkları ile sorumlu tu­tulmayacak, bu dünyada suç veya günah ferdî olduğu gibi, öteki dünyada da ameller ferdî olarak değerlendirilip karşılığı ödenecektir. Kimse kim­senin günah veya sevabını yüklenemeyecektir. Hakların ödenmesi müs­tesnadır. Aslında bu da ferdî bir işlem olarak görülmelidir.[69]

 

Nankörlük Açlık Getirir:

 

112. A//a/î  ülkeyi örnek verdi: Bu ülke güvenli, hu­zurlu idi, ona rızkı her yerden bol bol gelirdi. Sonra on­lar, Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ettiler. Allah da onlara yaptıklarından dolayı açlık ve korku sıkıntı­sını tattırdı.

1. Yüce Allah'ın verdiği bu örnek daha önce yaşamış olan gerçek bir toplum olabileceği gibi, tasarlanan örnek bir toplum da olabilir. Eğer bu ülke gerçek bir ülke ise o zaman Fecr Sûresinin 6-8. âyetlerinde ge­çen, direkleri olan, ülkelerde benzeri yaratılmamış İrem şehri kasdedilmiş olabilir. Ama Yüce Allah, Müslümanların teşkil edeceği bir ülkenin durumunu da anlatmış olabilir. Bunlardan hangisi olursa olsun önemli değildir, önemli olan o ülkenin önceki durumu ile oradaki kötü manada köklü değişimin sebepleri ve sonuçlandır.

2."Bu ülke güvenli, hu­zurlu idi, ona hzkı her yerden bol bol gelirdi."

Medenî bir ülkenin sahip olması gereken üç önemli özellik burada gündeme getirilmektedir:

a) "Güvenli idi"

Dikkat edilirse Yüce Allah emniyeti, yani güveni birinci sıraya almıştır. Bir toplum için en başta gelen şey güven içinde olmasıdır. Gü­venliği, sadece düşmanlarının saldırmasından korunması anlamına al­mayacağız. Aslında "güven" kavramı, ana-babaların çocuklarından gü­vende olması, bu güvenin aile boyutunu; toplumun gençlerinden güven­de olması eğitim boyutunu; halkın devleti yönetenlerden; devleti yönetenlerin halktan güvende olması siyâsî boyutunu; toplumlar arası güven de toplumsal gücü ve medenî üstünlüğü ifade etmektedir.

Aslında Bakara 125. âyete baktığımızda önem sırasılamasında bilginin ön sırada yer aldığını görürüz. Çünkü bilginin, doğrunun, güze­lin üretilmediği yerde cehalet vardır; cehaletin olduğu yerde de güvenlik olmaz. Önce bilgi sonra emniyet gelmektedir. Demek ki Bakara 125'i yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 112'ye getirirsek, buradaki emni­yet/güvenlik kavramının içinde bilgi de vardır, diyebiliriz. Güvenli ülke demek, aydın, kültürlü ve zengin, geniş ve aydın insanların yaşadığı ülke demektir.

Yüce Allah'ın müminler için tasarladığı veya örnek verdiği ülke güvenli bir ülkedir ve daima böyle olmalıdır.

Emniyette olmak, aynı zamanda barış içinde yaşamayı da ifade etmektedir. Barış içinde olmayan toplum güven içinde olamaz. Ailede, toplumda ve devlette bunların birbiriyle barış içinde olmaları güvenin tâ kendisidir.

Âyette geçen âmineten kelimesinin başka bir boyutu da "iman" ile ilişkili olmasıdır. İman kavramının özünde "güven" yer almaktadır. İman eden kişinin, güvenilen kişi olması da bundan gelmektedir. Demek ki âyetteki "güven" kelimesi, bilgiyi, barışı ve imanı beraberinde getir­mektedir. Çünkü bunlar varsa güven de vardır.

b) "Huzurludur"

Âyetteki sıra manidardır. Önce güven, sonra huzur gelmektedir. Bu demektir ki, güvenin olmadığı bir ülkede huzur yoktur. Huzur diye tercüme ettiğimiz kelime "tatmin" anlamına gelmektedir. İnsanlar do­yum noktasına ulaştıklarından dolayı huzurludurlar. Bunun anlamı, ül­kede esenlik, mutluluk ve huzur vardır.

Biraz daha ince noktalara inersek emniyet, "aydın beynin topluma yansıması"; huzur da "gönlün toplum hayatına şekil vermesi"dir.

Beyin "emniyef'i; gönül de "huzur"u vermektedir. Demek ki bu ülkede eğitim bütüncül eğitimi yakalamış, kaliteye ulaşmıştır. Beyin ve gönül beraberce eğitilmektedir veya eğitilecektir. Beyne bilgi verilirken gönül de sevgi ve iman boyutu ile eğitilmelidir.

Toplumdaki huzur gönülden kaynaklanmaktadır. Huzurlu gönüller huzurlu toplum oluştururlar. Kişinin kendi içinde, komşusuyla, devleti ile problemsiz durumuna huzur diyoruz. Kişinin nefis bakımından do­yum noktasına ulaşması gibi toplum da doyum noktasına ulaşmıştır. Bu noktaya ulaşan fert kâmil insan olduğu gibi, bu özellikte olan toplum da medenî toplum olmuş demektir.

Emniyet ve huzur, bütün toplumların bulmak için her şeyini sefer­ber ettiği iki büyük değeri teşkil etmektedir.

c) "Ona rızkı her yerden bol bol gelirdi." Bunun anlamı bu ülkenin ekonomisinin de güçlü olduğu gerçeğidir. Âyetin devamındaki JS\ en'um kelimesi  ni'metin çoğuludur. "Allah'ın nimetleri" ifadesinden anlıyoruz ki, nimetin kaynağında Allah vardır. Ama jû ye'tî "gelirdi" fiilinin faili "rızık" olmaktadır. Sanki rızık hareket eden bir canlıdır. Yüce Allah ona böyle bir nitelik tanımıştır. Rızkın gelmesinden anlıyoruz ki insan çalışır, rızık ona gelir, ancak rız­kın asıl göndericisi de Yüce Allah'tır.

Şimdi Yüce Allah'ın örnek gösterdiği bu ülkenin üç özelliğini tek­rar edebiliriz: Emniyet, huzur ve güçlü ekonomi. Bu üç özellik içten bir­birine bağlıdırlar. Ekonomisi güçlü olan ülkenin emniyeti ve huzuru da sağlam olur. Emniyeti güçlü olan ülkenin huzuru ve ekonomisi de sağ­lam olur. Huzurlu bir ülkenin emniyeti güçlü, ekonomisi de zengin olur. "Güçlü ülke", güçlü ekonomi, sağlam emniyet ve çok üstün huzur sahibi demektir.

3."Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ettiler. Allah da onlara yaptıklarından dolayı açlık ve korku sıkıntısı tattırdı."

O ülke halkı sahip oldukları nimetlerin değerini bilemedi ve bu nedenle yapmaları gereken şükrü de yapmadılar. Sahip olduğu nimetin kıymetini bilip şükrünü yapmayanlar zamanla onu kaybederler. Önceki

üç özelliğe karşı Yüce Allah onlarda üç özelliğin oluştuğuna işaret et­mektedir:

a) "Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler." Nankörlük aslında manevî bir oluşumun adıdır, ama nimetin ve maddî imkanların kaybolmasına neden olmakta ve sonuçta psikolojik durumun, ekonomik hayatı etkilediğine işaret etmektedir.

b) "Allah da onlara açlık sıkıntısı tattırdı." Âyette geçen libâs, aslında "giysi, elbise" anlamına gelmektedir. Elbise insanın nasıl her tarafını sarıyorsa, sıkıntılar da o ülkeyi öyle sardığı için bu ifade kullanılmıştır.

Yüce Allah açlık elbisesini onlara giydirmiştir. Bir ülke için en zor şey, emniyet, huzur içinde güçlü bir ekonomi ile yaşarken, bir anda açlık elbisesini giymesidir. Güçlü bir ekonomiye sahipken, halkın her taraftan açlıkla kuşatılması, her yerden açlık, sefalet iniltilerinin gelmesi korkunç bir azaptır.

c) "Korku (sıkıntısını tattırdı)."

Yüce Allah onlara korkuyu da bir elbise şeklinde giydirdi. Korku tamamen emniyetten yoksun olmayı ifade eden psikolojik bir haldir. Demek ki emniyet ve huzur yerini korkuya; bol nimet ve güçlü ekonomi de açlığa bırakmış oldu. Âyetin bir önceki bölümündeki emniyet, huzur ve bol rızık Allah'ın nimetleri idi. Nankörlük bu nimetleri açlık ve kor­kuya dönüştürmüştür. Âyetin sonunda gelen 'j^iliş \£s Cc "yaptıklarından dolayı" ifadesi, ülkedeki olumsuz manadaki değişimin sebebinin ülke halkının yaptıkları olduğuna dikkat çekmekte, sosyal olay ve olguların sebep-sonuç ilişkisi içerisinde cereyan ettiğini vurgulamaktadır.

O ülke halkının nankörlüğü ve yaptıkları yanlışlar sebep, Allah'ın onlara açlık ve korku elbisesini giydirmesi de sonuç olmaktadır. Burada­ki determinizme dikkat çekerek Yüce Allah Müslümanları uyarmakta ve onlara siz de böyle yaparsanız aynı netice ile karşılaşırsınız demektedir. Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük aynı şartlar altında aynı neticeyi doğuracaktır.

Görüldüğü gibi âyet siyasete, toplum bilimine, psikolojiye ve sos­yal değişime önemli hareket noktalan verirken sebep-sonuç ilişkisi üze­rinde durmaktadır.

Burada şu soruyu sorabiliriz: Nimete nankörlük, ekonomiyi olum­suz manada etkilerken ve bütün dengelerin alt-üst olmasına neden olur­ken acaba olumlu manada etkilemesi nasıl olmaktadır? Bu sorunun ce­vabını verebilmek için A'râf 96'ya gitmemiz gerekiyor:

 "O ülkele­rin halkı inansalar ve sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yer­den nice bereket kapıları açardık, fakat yalanladılar, biz de ettikleri yü­zünden onları yakalayıverdik." İşte bu ve benzeri âyetler (Hûd 52; Nûh 11-12), ülke halkının iman etmesi ve günahlardan sakınması neticesinde bereket kapılarının açılacağını beyan etmektedir. Maneviyatın ekonomik yapıyı ne denli etkilediğine ve etkileyeceğine bu âyet işaret etmektedir. Aynı zamanda yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 112. âyetle beraber de maneviyattaki gerilemenin ekonomideki gerilemeye sebep olduğuna da işaret edilmektedir.

Din âlimi ve görevlileri toplumun emniyetini, huzurunu ve eko­nomik nimetin devamlılığını sağlamak istiyorlarsa, nimetin değerini bilmeyi, nankörlüğün kötülüğünü mutlaka halka öğretmeli, hayata ge­çirmeleri için de çaba sarf etmelidirler. Yapılmadıkları taktirde toplumu batırmayacak olan bireysel ibadetlerden önce nankörlüğün kötülüğü ve nimetin değerini bilmenin önemi öğretilmelidir.[70]

 

Peygamberi Yalanlamanın Sonucu:

 

213. Andolsun ki, onlara kendilerinden peygamber gel­di de onu yalanladılar. Onlar zulmederlerken azap on­ları yakalayıverdi.

Âyet bir önceki âyetin devamı durumundadır. Buna rağmen biz onu ayrı olarak ele alıyoruz.

1. "Andolsun ki, onlara kendilerinden peygamber geldi." Yüce Allah, bir önceki âyette örnek olarak verdiği, güvenli, huzurlu ve ekonomisi güçlü topluma, daha sonra Allah'ın nimetinin kıymetini bilip şükretmeyince, yani nankörlük yapınca açlık ve korku elbisesini giydirdi. Yaptıklarının karşılığı bu idi. Onlar bu kötü yola düşünce Allah onları terbiye etmek için, içlerinden onlara peygamber gönderdi.

Bundan anlıyoruz ki Yüce Allah nerede sosyal hayat için bir ba­taklık varsa o bataklığı kurutmak için peygamber göndermiştir. Hayatı çekilmez hale getiren problemleri çözüp hayatı kolaylaştırmak için onla­ra vahy vermiş ve insanları eğitmelerini istemiştir.

Bir toplum, yukarıdaki toplum gibi iyiden kötüye giden bir deği­şim geçiriyorsa onu durdurmanın yolu peygamber gönderip eğitim faali­yeti gerçekleştirmektir. O zaman ortaya şu ilke çıkıyor: Yüce Allah bil­gilendirme yapmadan, eğitime tâbi tutmadan cezalandırma yapmamak­tadır. Bunu İsrâ 15'te şöyle ifade etmektedir: "Biz bir peygamber göndermedikçe azap edecek değiliz."

Yüce Allah peygamberine verdiği vahy ile insana yükümlülükleri­ni, haklarını, davranış şekillerini, insanı günaha götüren yolları ve davranışlannın sonucunda elde edeceği ödül veya cezayı bildirmekte ve bu konularda onları aydınlatıp bilinçlendirmektedir.

2. "Onu yalanladılar. Onlar zulme­derken azap onları yakalayıverdi."

Bir önceki âyette örnek verilen toplum geçmişte yaşayan bir top­lum ise işte onların helak edilmelerinin sebepleri burada açıklanmakta­dır. Geleceğe yönelik Müslümanların kuracakları bir devleti anlatıyorsa, yıkılmalarının sebeplerini, dinamiklerini gündeme getirmektedir.

Kurulacak yeni toplum, peygamberi yalanlar hale gelmemeli, zul­me sapmamalıdır. Yalanlamanın ve zulüm yapmanın sonucu azap ola­caktır. Bu açıklaması ile Yüce Allah Müslümanları devleti çökerten se­bepler konusunda bilinçlendirmekte, belki de geçmişten geleceğe ışık tutmaktadır.

Diğer taraftan âyet, tarihî araştırmaların hangi düzeyde yapılması gerektiği konusuna da ışık tutmakta, toplumların yıkılışının sebepleri arasında yer alan manevî oluşumlara dikkat edilmesini ön görmekte ve manevî değerlere sırt çevirmenin, onları hayattan çıkarmanın, onları a-yaklar altına almanın nelere mal olacağını anlatmaktadır.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 113. âyeti 112. âyetle bir­leştirirsek şu neticeye varabiliriz: Nankörlük, yani sahip oldukları güven, huzur ve ekonomik gücün değerini bilmeyip Allah'a şükretmemek, pey­gamberi yalanlamak, zulme devam etmek toplumun helakini getirmekte, onlara açlık ve korku elbisesini giydirmekte ve azaba uğratmaktadır. Böylece bir toplumun güzelden iyiye, kötüye doğru olan değişiminin sebepleri ve onların getirdiği sonuçlan anlatılırken tarihî araştırmalara ışık tutulmakta ve din âlimlerine toplumları uyaracak, bilgilendirecek ve eğitecek program da verilmekte, diğer taraftan Sosyoloji araştırmalarına da ışık tutulmaktadır. Değişim konusunda manevî dinamiklerin rolü me­selesinin dikkate alınmasının, toplumsal araştırmaların en önemli konusu olduğu vurgulanmaktadır.[71]

 

Şukur, Tevhid İnancının Göstergesidir:

 

114. Artık, Allah'ın size verdiği rızıktan helâl ve temiz olarak yiyin. Eğer yalnız Allah 'a kulluk/ibadet ediyor­sanız, O'nun nimetine şükredin.

1. Bu âyetin açıklamasını önceki iki âyetle bağlantılı olarak yapa­biliriz. Madem ki bir toplumun temel direklerinden biri ekonominin güç­lü olmasıdır, öyle ise toplumu ıslah etmenin çarelerinden biri de ekono­minin düzeltilmesidir. Ekonomik hayatın düzelmesinde "helâl" ve "te­miz gıda ve beslenme" kavramını buna katmak gerekiyor. Ekonomik hayata helâl, haram, temiz ve pis kavramları girmedikçe ekonominin düzelmesi mümkün değildir.

Allah'ın verdiği rızkı, bugünkü ifade ile ekonomi olarak ele alma­mız gerekiyor.

Ekonomide haram, bizatihi kendisi haram olan ve haram li 'aynihi diye ifade edilen, "yenilmesi, satılması haram olan madde­lerdir. Bunlar bir sonraki âyette sayılacaktır. Temiz olandan kasıt da kendisi haram olmadığı halde ticaretin kendisinden kirlenmiş olanıdır. Temizin karşıtı pistir, faiz pistir. Birini aldatarak elde edilen ticarî değer pistir (NisâV 29). Bu âyete göre rızanın bulunmadığı, rızanın bulunup da aldatmanın da bulunduğu ticaret pistir (Bakara 2/188).

Bu âyetleri yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 114. âyete götü-rürsek, helâl ve temiz olanı yemenin aslında toplumun ekonomisini a-yakta tutan iki temel kavram olduğunu rahatlıkla anlarız. Aslında Al­lah'ın bu emri, toplumun ekonomisini düzene sokan değerleri vermektedir. Ekonomi haramdan helâle, pisten temize çekilirse ve bu da köklü bir değişim gerçekleştirirse düzelme olacaktır.

2. "Eğer yalnız Allah'a kul­luk/ibadet ediyorsanız, O'nun nimetine şükredin."

Âyetin bu kısmı ile birinci bölümün ne ilgisi vardır? Ekonominin helâl ve temiz temeller üzerine oturabilmesi için manevî bir uygulamaya ihtiyaç vardır. Şükür, yani nimetin değerini bilmek, bunu itiraf edip nan­körlükten uzak kalmak ilâhî lütfü artıracaktır.

Ayetin birinci bölümünde verilen emri yerine getirmek için kulluk, yani sadece ve sadece Allah'a tapınmak şarttır. Parayı, ekonomik değeri tanrı edinen kişi, helâl-haram, temiz-pis demeden hareket edecektir. Bu da ekonomiyi rayında çıkaracaktır.

Yüce Allah âyetin bu kısmında Kendi nimetlerine şükrü kulluğun işareti, delili, gereği olarak görmektedir. Buradaki şükür fertten aileye, aileden topluma ve devleti idare edenlere uzanan bir çizgide cereyan etmelidir.[72]

Haram Etler:

 

115. Allah size, sadece ölü hayvanı (leşi), kanı, domuz etini ve Allah 'tan başkası adına kesilen hayvanı haram kıldı. Ancak kim mecbur kalırsa aşırı gidip ihtiyacının ötesine geçmemek şartıyla (bu yasaklamanın dışında­dır. Çünkü) Allah affedici ve merhamet sahibidir.

Âyetin ilk bölümü haram gıdalardan bahsetmektedir. Bu konu dört sûrede gündeme getirilmektedir.

a) "Allah size ancak leşi, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim de bunu yemeye mecbur kalırsa, aşırı gidip ihtiyacının ötesine geçmemek şartıyla ona bir günah yoktur. Çünkü Allah affedici ve merhamet sahibidir" (Bakara 2/173). Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 115. âyet ile Bakara 173. âyet, yenmesi yasak olanları belirlemektedir.

b) Mâide l'de haram oldukları belirlenen hayvanların dışındakile­rin helâl kılınacağına işaret edilmiş, 3. âyetinde de haramlar sayılmıştır.

"Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, vurup öldürülmüş, yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş, canavarların yediği hayvanlar -ölmeden yetişip kestikleriniz müstesna-, dikili taşlar üzerinde boğazlanmış hayvanlar size haram kılındı."

c) "De ki: Bana vahyolunanda, leş veya akıtılmış kan, yahut domuz eti ki- pisliğin kendisidir-, ya da günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka, yiyecek kimseye haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Başkasına zarar vermemek ve sınırı aşmamak üzere kim yemek zorunda kalırsa bilsin ki Rabb'in affedici ve merhamet sahibidir" (En'âm 6/145).

Bir de yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 115'te bu yasak gıda­lar sayılmaktadır. Yüce Allah, haram hayvanı gıdaları sayarak, helâl olanlarını ortaya çıkarmaktadır. Öncelikle bu âyetlerde helâl olanları değil de haram olanları belirlemektedir. Böylece haramlardan helâle gi­diş metodunu kullanarak helâl olanlarını da tesbit etmektedir.

Yüce Allah, helâl olan hayvanlar için genelde el-en'âm ke­limesini kullanmaktadır. Çift tırnaklı, geviş getiren, dört bacaklı hayvanların helâl olduğu bu şekilde ortaya çıkmaktadır. Tavuk ve kuş cinsi hayvanlar da bu gurubun içine girmektedir.

En'âm 145. âyette de bu konudaki haramların Allah'ın vahyinde, yani Kur'ân'da aranması konusundaki hüküm yer almaktadır. Hz. Pey-gamber'e, Kur'ân'da araması konusundaki emir verilmektedir. Bu konu­da gelişigüzel fetva verilemeyeceği de bir sonraki âyette yer almaktadır.

Demek ki haram olan etler bunlardan ibarettir. Bir sonraki âyetin de ifade ettiği üzere yeni haramlar üretmeye hiç kimsenin yetkisi yoktur. Hatta Yûnus sûresinin 59. âyetiyle Tahrîm sûresinin ilk âyeti bu konuda bize ışık tutmaktadır. Dikkat edilirse haram etlerden söz eden bu âyetle­rin iki tanesinin Mekkî, diğer ikisinin ise Medenî sûrelerde yer alması, üstelik Mâide sûresinde bu konuda son hükmün aynı şekilde belirlenmiş olması bu konunun artık tartışmaya açık bir konu olmadığını, dinde hü­küm koyma yetkisini Yüce Allah'ın hiç kimseyle

paylaşmadığını ortaya koymaktadır.[73]

 

Din Konusunda Gelişigüzel Konuşulmaz:

 

116.  Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak, bu he­lâldir, şu da haramdır demeyin, çünkü Allah 'a karşı ya­lan uydurmuş olursunuz. Kuşkusuz Allah 'a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.

117.  Kazandıkları pek az bir menfaattir. Halbuki onlar için elem verici bir azap vardır.

Âyetin analizinden varacağımız hayatî neticeler olacaktır:

1.  Dinde haram ve helâl konusunda tesadüfi, gelişigüzel, dile gel­diği veya akla geldiği şekilde konuşma yapılamaz, fetva verilemez, gö­rüş beyan edilemez. Bu konuda Kur'ân ne diyorsa ona dayanılarak ko­nuşulabilir. En'âm 145'te Hz. Peygamber'e gıda konusundaki haram şeylerin neler olduğunu Kur'ân'da araması söylenmektedir.

Din alanı Felsefe alanı gibi değildir. Dini koyan Allah, felsefeyi üreten ise insandır. Allah'ın hükmü bilinmedikçe din hakkında hüküm verilemez ve verilmemelidir.

Daha önce "bahîra", "sâibe", "vesîle" ve "hâm" gibi hayvanları ha­ram kılan kâfirlerin bu görüşünü Yüce Allah Kendisine iftira olarak de­ğerlendirmiştir (Mâide 5/103).

Helâl ve haram kavramları dini alanı ilgilendirmektedir ve bunla­rın belirleyicisi de Yüce Allah'tır. O'nun bildirmesi olmadan Hz. Pey-gamber de bu konuda beyanda bulunmaz. "Dillerinizin uydurduğu yalan" ifadesinden anlıyoruz ki haram ve helâl konusunda görüş beyan ederken gerçeği bilmek gerekiyor. Câhil insanların bu konuda fetva vermeleri doğru değildir. Bilgiye dayanmadan, özellikle ilâhî vahy bilgisini bilmeden fetva verilemez.

Günümüzün din alimi ve görevlileri, dine saygılarını, bilmeden fetva vermeme şeklinde ifade etmelidirler. Birilerinin menfaatine, dost­luğuna ve beğenisine kapılarak dinde fetva vermeleri çok ciddi boyutta günah olur.

2.  "Çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz."

Allah'a yalan uydurmaktan, iftira etmekten daha büyük günah olur mu? Yüce Allah bunu zulmün en büyüğü olarak vasıflandırmaktadır. Bu konudaki pek çok âyetten sadece birkaçını zikretmekle yetinmek istiyoruz:

a) "Elleriyle bir kitap yazıp sonra az bir bedel karşılığında satmak için 'bu Allah katındandır' diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından dolayı vay haline onların! ve kazındıklarından ötürü vay haline onların" (Bakara 2/79).

Bunu İslam'dan önce Yahudiler yapıyorlardı. Kitaplarına Allah'ın demediğini, emretmediğini, hükmetmediğini yazıyor ve onun Allah ka­tından olduğunu söyleyerek yalan uydurup Allah'a iftira ediyorlardı. Ondan dolayı da Allah onları şiddetle kınamaktadır.

İşte Nahl 116. âyetle Yüce Allah, Müslümanların, Yahudilerin du­rumuna düşmesini istememektedir.

b)"Kitap ehlinden bir grup okuduklarını kitaptan sanasınız diye, kitabı okurken dillerini eğip büker­ler. Halbuki okudukları, kitaptan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde 'bu, Allah katındandır' derler. Onlar bile bile Allah'a iftira ediyorlar" (Âl-i İmrân 3/78).

Bu âyetten anlıyoruz ki, kitap ehli Müslümanları kandırmak için, Kitaptan olmayanın kitaptan, Allah'tan olmayanın Allah'tan olduğunu söylüyorlardı. Günümüzde gruplara ayrılan Müslümanlar da, birbirlerini kandırmaları için, dinde olmayan fetvaları Allah vermiş gibi göstermiyorlar mı? Her grup kendine yandaş bulmak, yandaşlarını artır­mak için aldatma yoluna gitmiyor mu ve bu uğurda dinde fetva uydurmuyor mu? Böylece Yüce Allah'ın neden Âl-i İmrân 78. âyete Kur'ân'da yer verdiği ortaya çıkmaktadır ki bu da Müslümanların, kitap ehlinin durumuna düşmemesini sağlamaktır.

Bir yerde din adına aldatma varsa orada cehalet ve taraflı bakış var demektir. Çünkü ilmin olduğu yerde aldatma kendine alan bulamayacak ve böylece din rencide olmaktan, yaralanmaktan kurtulacak ve Allah'a iftira da son bulacaktır.

Dinler hakkında yapılan konuşmaların, aldatmaların, dayatmaların, dogmatik öğretilerin temelinde dinlerin mukayeseli bir şekilde tetkik edilmemesi, araştırılmaması ve ortaya konulmaması yatmaktadır. Diğer kutsal kitapları tarafsız bir bakış ve tavırla araştırıp, kendi kitabı ile mu­kayese ederek kabullerini belirlemek, belki de insanlığın erişeceği erdem ve seviyenin zirvesi olacaktır. Bunu yapamayan din âlimi ve adamları insanları ayartarak, aldatarak kendi din veya gruplarına çekme gayretine gireceklerdir; zaten geçmişte girmişlerdir de. İşte bu zihniyet, dinde hizipçiliği meydana getirmiş, hizipçiliği dine sokmuştur.

c)  "De ki: Eğer doğru sözlü iseniz, o zaman Tevrat'ı getirip onu okuyun. Artık bundan sonra her kim Allah'a karşı yalan uydurursa, işte bunlar zâlimlerin tâ kendisidirler" (Âl-i İmrân 3/93-94).

Yüce Allah Hz. Peygamber'den İsrâiloğullanna neyin haram, ne­yin helâl kılındığını Tevrat'tan okumalarını teklif etmesini istemekte, kitaba rağmen, yine de Allah'a iftira edip fetva verenleri zâlim olarak ilan etmektedir.

Demek ki, din âlimi ve görevlileri dini konularda fetva verirlerken Kur'ân'ı getirip onu okumalı ve fetvalarını onunla ispat etmelidirler. Din ve ahlâkî alanda neyin doğru neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü, neyin hak neyin bâtıl; neyin faydalı neyin zararlı olduğu konusunda keyfî, sübjektif hükümler vermek kimsenin harcı değildir. Bu konularda keyfi fetva verenler şeytanın etkisi altında kalmış, onun çağrısına uymuşlardır.

"(Şeytan,) hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyleri Allah'a isnad etmeye çağırır" (Bakara 2/169). Bu çağrıyı şeytanın yaptığını bir önceki âyet söylemektedir. Demek ki, bilmediği halde Al­lah'ın dini hakkında konuşan kişi, şeytanın etkisi altındadır, onun oyun­cağı durumundadır, ona uymuştur.

Âl-i îmrân 93'e göre Allah'ın emri, ilâhî vahyin bulunduğu Kitabı getirip ondan okumaktır. Peygamberimiz o emri yerine getirdiğine göre de sünneti o olmaktadır.

d) "Allah'a karşı yalan uyduranlardan daha zâlim kim vardır?" (En'âm 6/93). Âyetin tamamına bakılırsa Allah'a yalan iftirası, yalancı peygamber olmak ve Kur'ân gibi bir kitap yazabi­leceğini iddia eden kâfirle beraber zikredilmekte ve onlara eşit olmakta­dır. Burada Allah'a karşı kimlerin yalan uydurduğunu birinci elden En'âm 91. âyet belirlemektedir.

e) Allah'a iftira edenlerin, yalan uydurup fetva verenlerin amacı ne olabilir? Bu sorunun cevabını En'âm 144 vermektedir:

"Yoksa Allah'ın size böyle vasiyet ettiğine şahit mi oldunuz? Bilgisizce insanları saptırmak için Allah'a karşı yalan uydurandan kim daha zâlim­dir? Şüphesiz Allah o zâlimler topluluğunu doğru yola iletmez." Demek ki, bu insanların amacı insanları yoldan çıkarmaktır ve kendi görüşlerini, fetvalarını Allah'ın emri, vahyi, hükmü gibi gösterip Allah'ın adını kul­lanarak insanları kandırıp onları yoldan çıkarmaktır.

f)  "De ki: Rabb'im ancak açık ve gizli kötülükleri, günahı ve haksız yere sının aşmayı, hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi Allah'a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmedi­ğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır" (A'râf 7/33).

Bu âyette Yüce Allah neleri haram kıldığını sıra ile açıklamakta ve bunların arasına "bilmediği bir şeyi Allah hakkında söyleme"yi de koy­maktadır.

Allah hakkında bilerek konuşmak gerekiyor. Allah hakkında bil­mek, O'nun vahyini bilmek anlamına gelmektedir. Din hakkında ko­nuşmak için, vahyin bilinmesi temel ilkelerden biridir. Din eğitiminin etkinliği, kalitesi ve başarısı buna bağlıdır.

g) "Ben, bana vahyolunandah başkasına uymam. Çünkü Rabb'ime isyan edersem elbette büyük günün azabından korkarım" (Yûnus 10/15). Yüce Allah Hz. Peygamber'e bunu söyletmektedir. Hz. Peygamber vahye uymak zorun­da olduğuna göre, din âlimi ve görevlileri de ona uymak zorunda değiller mi? "Vahye tâbi olmak", onu insanlara tebliğ etmek, öğretmek, dini bil­giyi ondan almak ve onu hayata geçirmek demektir.

h) "De ki: Allah'ın size indirdiği nzıktan bir kısmını helâl, bir kısmını da haram kılmanıza ne dersiniz? De ki: Allah mı size izin verdi, yoksa Allah'a iftira mı ediyorsunuz" (Yûnus 10/59).

Allah'ın indirdiği helâl rızkı harama çevirmek ve bu konuda yapı­lan yanlış işlerin neler olduğu meselesini Yunus 59. âyetinde genişçe açıkladık. Dileyen o açıklamalara bakabilir. Aynı şeyleri burada tekrar etmeyi gereksiz buluyoruz.

Bu tip uygulamaların iki kaynağı vardır: Ya Allah izin vermiş ola­cak ya da Allah'a iftira ediyorlar. Yüce Allah bu âyette, Allah'a iftira edenlerin âhiret inancında bir probleminin olduğuna dikkat çekmekte ve şu soruyu sormaktadır: "Allah'a karşı yalan uyduranların kıyamet günü hakkındaki kanaatleri nedir?" (Yûnus 10/60).

i) "Kim Allah'a karşı yafan uydurandan daha zâ­lim olabilir? Onlar kıyamet gününde Rabb'lerine arz edilecekler; şahit­ler de: İşte bunlar Rabb'lerine karşı yalan söyleyenlerdir, diyecekler. Bilin ki, Allah'ın la'neti zâlimler üzerinedir" (Hûd 11/18). Bu âyet birin­ci derecede Hûd 13'te geçen, Kur'ân'ı Hz. Muhammed'in kendisi uy­durdu diyen müfterileri ilgilendirmektedir.

Ama âyetin evrensel özelliğini dikkate alırsak, bizim konumuza da girmektedir. Allah'a yalan iftira edeni Yüce Allah zâlim ilan etmekte ve la'netinin üzerinde olacağını söylemektedir.

3. Bütün bu âyetleri yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 116 ile bir araya getirdiğimizde din eğitiminin temel ilkesi ortaya çıkmaktadır. Din âlimi ve görevlileri gelişi güzel fetva verip bu helâldir, şu haramdır diyemezler. Çünkü bu âyetlerden aldıkları bilinç, bunun Allah'a ait ol­duğunu onlara öğretecektir. Onlar, böyle yaptıkları takdirde hata yaparak Allah'a iftira etmiş olacaklarını bilmelidirler. Yüce Allah Kendisine ifti­ra edenlere felah vermeyeceğini esasa bağlamaktadır. Tersine iş yapanlar "kurtuluş, zafer, mutluluk" anlamına gelen felahı elde edemeyecek, ona kavuşamayacaklardır.

Demek ki, din adına verilen yanlış fetvalar toplumların, hatta İslam aleminin mutluluğunu, başarısını, bereketini, erdemini alıp götürmekte­dir.

4. "(Kazandıkları) pek az bir menfaattir. Halbuki onlar için elem verici bir azap vardır."

Bu âyeti 116. âyet ile beraber düşündüğümüzde, fetvaların bir menfaat karşılığı verildiği ortaya çıkacaktır. Helâle haram, harama helâl diyerek Allah'a iftira edecek kadar ileri gitmenin altında ekonomik geti-ri, statü, yaranmak gibi menfaatler yatmaktadır. Onun için Yüce Allah onların bu fetvalarla kazandıklarının az bir menfaat olduğunu söylemek­tedir.

Bunun en güzel örneğini Hz. Peygamber yaşamıştır: "Ey peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun? Allah affedici ve çok merhamet sahibidir" (Tahrîm 66/1).

Demek ki, bir insanın veya grubun menfaatini gözeterek fetva verilemez, Allah'ın haram ve helâli ile oynanamaz. Ayrıca ekonomik menfaat veya sosyal statü elde edeceğim diye dinin öğretileri ile ters düşen fetvalar verilemez. Bu duruma düşenler 116. âyete göre felahı kaybediyor, 117. âyete göre de âhirette acıklı azaba çarptırılıyor. İşte bu cezalar, din âlimi ve görevlilerini yanlış fetva vermekten caydırmak için konmuş gerçeklerdir.

Geçmişteki kendi grubu ve cemaati, mezhebi, tarikatı doğrultusun­da dinde fetva verenler olduğu gibi, günümüzde de bunların olduğunu görüyoruz, gelecekte de olacaktır. Yüce Allah'ın vahyine saygı duyan ve onu insanlara öğretmeyi, ulaştırmayı amaç edinen âlimler bu uyarıları yapmak zorundalar. Dine, Allah'ın vahyine mezhep, tarikat, cemaat, grup gözlüğü ile değil de onlara Allah'ın vahyi gözlüğü ile bakılmalıdır. Bunu gerçekleştirdiğimiz an, İslam âleminde birlik-beraberlik gerçekle­şecek ve tevhid inancı hayata geçirilmiş olacaktır. Allah adına, Allah için fetva vermeyi ahlâk haline getirenler öne geçtiği, itibar gördüğü gün, İslam'ın nuru etrafı aydınlatacaktır.

Çünkü yanlış fetvalar Allah'ın nurunun etrafında bir duvar örmek­te ve onun, etrafı, uzakları aydınlatmasını engellemektedirler. O nuru kimse söndüremez ama, bizim din adına verdiğimiz yanlış fetvalar bir karabulut gibi, o ilâhî nurun kaynağı olan güneşin önüne geçmekte, ışı­ğının insanlara ulaşmasını engellemektedir.

İlâhî vahyin bilgisi, ona objektif yani tarafsız yaklaşmamız, onu bi­rilerinin görüşüne vasıta kullanarak delil göstermememiz, aksine kendi görüşlerimizi onu anlamak için vasıta olarak kullanmamız bizi aydınlığa çıkaracak ve dinin başkaları tarafından kabulünü artıracaktır. Şu âyet, bizi ürpertir hale gelince çözüm başlamış demektir: "De ki: Siz dininizi Allah'a mı öğretiyorsunuz?" (Hucurât 49/16). Bir din anlayışı koyup, onu Allah'a öğretenler her zaman olacaktır ama bizim de âyetin ne denli bir tehdit oluşturduğunun bilincinde olmamız gerekiyor.[74]

 

İnsanlar Kendilerine Zulmederler:

 

215. 5ana anlattıklarımızı daha önce, yahudilere de ha­ram kılmıştık. Biz onlara haksızlık etmedik, aksine on­lar kendi kendilerine zulmediyorlardı.

Âyetin analizi ile varacağımız genellemeler olacaktır:

1. "Sana anlattıklanmızı daha önce, yahudilere de haram kılmıştık."

Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, hangi peygambere gelirse gelsin ilâhî vahy, müşterek değerler, hükümler, helâl ve haramlar taşımaktadır. Özellikle Nahl 114'te geçen "helâl" ve "temiz gıda"lar, hemen hemen bütün dinlerde aynıdır. Şüphesiz ki bu dinlerin kaynağı ilâhî vahiy olma­lıdır. Bu durum ilâhî din eğitiminde kesintisiz bir süreci andırmaktadır. En'âm 145. âyete baktığımızda, haram ve helâl olan hayvanî gıdaların bütün vahiylerde müşterek olduğu görülecektir.

Ancak yahudilere konan perhiz türünden bazı yasaklama ve kısıt-lamalarsa inatla sürdürdükleri bazı günahlara karşı sadece onlara özgü bir ceza, bir te'dîb olduğunu göstermektedir. [75]

Bu durumu şu âyet açıklamaktadır: "Tevrat indi­rilmeden önce, İSTâiloğulIannm (günah diyerek) kendine yasakladığı şeyler dışında bütün yiyecekler onlara helâl idi. De ki: Söylediklerinizde samimi iseniz Tevrat"ı getirin de onu okuyun" (Âl-i İmrân 3/93).

İşte Kur" ân onlara işledikleri günah nedeniyle yasaklanan bazı gı­daları helâl kılmıştır. Ne idi yahudilere yasaklanan gıdalar? Bu sorunun

cevabını En'âm 146 vermektedir:

 "Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında taşıdıkları ya da kemiğe karışan yağlar hariç ol­mak üzere sığır ve koyunun iç yağlarını da onlara haram kıldık. Bu, zu­lümleri yüzünden onlara verdiğimiz cezadır. Biz elbette doğru söyleye­niz."

2. "Biz onlara haksızlık etmedik, aksine onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı." Yahudilerin yaptığı zulüm, Allah'ın helâl kıldığı şeyleri haram, haram kıldıklarını Allah'ın açık emri olmadan helâl kılmaları olmuştur. Yahudilerin bu yaptıkları, 116. âyette Müslümanlara verilen emre bir örnek teşkil etmektedir.

Ayrıca âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, Yüce Allah kimseye zulmetmez, insanlar kendi kendilerine zulmederler. Allah'tan gelen açık bir delil olmadıkça fetva verenler, dinlerini Allah'a öğretmeye kalkanlar, aslında kendilerine zulmetmektedirler.

Müslümanlar, özellikle Müslüman din âlimi ve görevlilerinin bu duruma düşmemeleri için Yüce Allah bu âyetleri göndermiştir. Bize gö­re, yüksek din eğitimi, öğrencileri bilgilendirmeden önce, bu ahlâkı onla­ra kazandırmalıdır.[76]

 

Yüce Allah Günahkarlara Bir Çıkış Kapısı Açıyor:

 

119. Sonra şüphesiz Rabb 'in, cahillik sebebiyle kötülük yapan sonra da bunun ardından tövbe edip durumunu düzeltenleri bağışlayacaktır. Çünkü onlar tövbe ettikten sonra uslandılar. Bütün bunlardan sonra Rabb'in elbet affedicidir, merhamet sahibidir.

Bu âyet önceki âyetlerin devamı ve sonucunu belirlemektedir.

1. "Sonra şüphesiz Rabb'in, cahillik sebebiyle kötülük yapanları (bağışlayacaktır)."

Âyetin bu kısmında, Yüce Allah, kendisine iftira eden ve emirleri­ne karşı çıkan kimselerin cehaletleri nedeniyle bunları yapmış olabile­ceklerine işaret etmektedir. Bu demektir ki bunu kasdî olarak yaparlarsa ihanet etmiş olurlar. İhanetin cezası ağır olduğundan bunu bir Müslü­man'ın yapacağına ihtimal verilmemektedir.

Ama cehaletinden dolayı, böyle bir işe girişmiş ise ona bir açık kapı bırakılmaktadır.

2. "Sonra da bunun ardından tövbe edip durumunu düzeltenleri (bağışlayacaktır)."

Dikkat edilirse tövbe yeterli görülmemektedir. "Dönüş ve günahı­nın affını dilemek" anlamına gelen tövbe bir söz vermekten ibarettir. Bu sözün, yani tövbenin gerçekleşmesi gerekiyor. Düzelmenin anlamı bu­dur. Furkân 71'de bu durum şöyle ifade edilmektedir: "Kim tövbe edip iyi davranış gösterirse, şüphesiz o, tövbesi kabul edilmiş olarak Allah'a döner." Nahl 119'daki: 'ç£İÜ eslehû "dü­zeltenler" ifadesi Furkân 71'de 'amile sâlihan şeklinde geç­mektedir. Düzeltmek ile iyi amel işlemek aynı manaya gelmektedir. İkisi de köklü değişim anlamına gelmektedir.

3."Bütün bunlardan sonra Rabb'in elbet affedicidir, merhamet sahibidir." Yüce Allah yanlışından sonra tövbe edip dönen ve kendini ıslah edenlere af kapısını açmakta ve onlara bir şans tanımaktadır. Aslında Onun af sıfatının temelinde merhamet sıfatı vardır. Kuluna acıdığı için. tövbelerini kabul edip affetmektedir.

Şirkin dışında (Nisa 4/48: 116) bütün günahların affolma ihtimali­nin olduğu bu âyet ile bir kere daha vurgulanmaktadır. Şirk koşanlara dininden, yani İslam'dan çıkanları da ilave edebiliriz (Âl-i İmrân 3/90-91; Nahl 16/106-109).

Yüce Allah'ın Nahl 119'da anlattıklarını hayatın temel kuralı hali­ne getirenler, daima affedici olmalı ve kendilerine karşı yapılan yanlışla­rı bağışlama yoluna gitmelidirler. Öyle olurlarsa hem Allah'ın sevgisini kazanacaklar hem de muhsin sıfatını elde edeceklerdir (Âl-i İmrân 3/133-134); hem Allah'ın emrini yerine getirecek hem de peygamber ahlâkına bürüneceklerdir (A'râf 7/199).

Yüce Allah'ın bu âyeti eğitimin ve hukukun temel ilkeleri arasında yer almalıdır. Eğitimciler suç işleyip özür dileyen ve kendi durumunu düzeltenlere ceza vermemeli ve merhamet ederek onları affetmelidirler. Suç işleyip hukukun cezalandırdığı insanlarda düzelme görülürse affet­me, cezasını indirme usulleri uygulanmalıdır.[77]

 

Hz. İbrahim'in Ahlâkından Kesitler:

 

120. Gerçek şu ki, İbrahim, Hakk'a yönelen, Allah'a i-taat eden bir önder idi. Allah 'a ortak koşanlardan de­ğildi.

121.  Allah'ın nimetlerine şükredici idi. Çünkü Allah onu seçmiş ve doğru yola iletmişti.

122.  Ona dünyada güzellik verdik. Elbette o, âhirette de sâlihlerdendir.

Bu âyetler Hz. İbrahim'in ne denli inancı kuvvetli, teslimiyet sahi­bi ve erdemleri kendinde toplamış bir peygamber olduğunu açıklamak­tadır. Bu âyetler ayrıca Nahl sûresini Bakara, Âl-i İmrân, Tevbe, Hûd, îbrâhim ve Hicr sûrelerine bağlamaktadır. Ayrıca Meryem, Enbiyâ, Hacc, Şu'arâ, ve A'lâ sûrelerini de müjdelemektedir. Bütün bu sûreler Hz. İbrahim'i ele almakta ve onu bir ümmet olarak da Nahl 120'de ta­nıtmaktadır. Bu açıklamadan sonra âyetlerin analizini yapabiliriz:

1. "İbrahim bir ümmet idi."

"Ümmet" kelimesi Kur'ân'da genel olarak "bir dînî sosyal grup" olarak kullanmaktadır. Meselâ:

"Sizi mutedil bir ümmet kıldık" (Bakara 2/143). Bazen de bu kelime "din" anlamında geçmektedir:

"Babalarınızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izine uyarız, derlerdi" (Zuhruf 43/23).

Ama bu âyetteki Hz. İbrahim'in sıfatı olarak "ümmet" kelimesine sosyal içerikli bir mana verecek olursak, Hz. İbrahim'in bir topluma be­del olduğunu söyleyebiliriz, yani o, tek başına bir toplum idi. Bu manada biraz zorlama olacağı da bir gerçektir. Ama âlimler "ümmet" kelimesine ahlâkî mana yüklemişlerdir.

a) "Ümmet", insana yakışan bütün erdemleri kendinde toplayan, ahlâk dışı bütün davranışlardan kendini arındıran, uzak kalan anlamına gelmektedir (Muhammed Esed). Hz. İbrahim, bir ferdin yaşamasının mümkün olamayacağı, ama bir ümmetin yaşayabileceği erdemlere sahip­ti. Kurtubî de onu pek çok hayn kendinde toplayan adam olarak tanım­lamaktadır.

b) "Önder" anlamına gelmektedir, "Seni insanlara önder (imam) yapacağım" (Bakara 2/124).

c)  İnsanlara iyiyi öğreten manasına gelmektedir.[78]

Bu üç manayı bir araya getirirsek, bütün ahlâkî erdemleri kendinde toplayan, iyiyi öğreten, önder kimse olduğu için Hz. İbrahim'e "ümmet" denmiştir, diyebiliriz. Biz ümmet kavramının Hz. İbrahim ile başladığı­nı, o böyle bir sosyal yapıyı meydana getirdiği için bu sıfatı Yüce Al­lah'ın ona layık gördüğünü düşünmekteyiz.

2. "Allah'a itaat eden" biri idi. Âyette geçen LjU kanıt kelimesi, "Allah'ın iradesine yürekten bağlanıp boyun eğen, itaat eden" anlamına gelmektedir ve Allah'ın emirlerini hakkıyla yerine getiren de­mektir. Bakara 116'da 'üjşû kânitûn kelimesi "boyun eğmek" anlamına gelmektedir. Dolayısıyla söz konusu âyet: "Kâinatın her zerresi Allah'a boyun eğmektedir" anlamına gelmektedir. Kâinatın her zerresi Allah'a nasıl boyun eğiyorsa Hz. İbrahim'de öyle boyun eğmişti.

3. O,hanif idi."

Hz. İbrahim'in üçüncü sıfatı, katıksız iman ile Allah'a yönelen, teslim olan kişi olmasıdır. Hanîf, "İslam'a, yani Allah'ın vahyine güçlü bir temayül ile meyleden, ondan bir daha ayrılmayıp imanına şirk bulaş­tırmayan" anlamına gelmektedir.

4. "Allah'a ortak koşanlardan değildi."

Zaten bu ifade, hanîfliği açıklamaktadır. Hz. İbrahim tevhid inan­cına bağlı, babası ise müşrik olmasına rağmen, o, küçük yaşlarda tevhid inancına gönül vermiş ve bu inancı savunmuştur. Bakara 258. âyete bak­tığımızda, zamanının ileri gelenleri ile tevhid inancı konusunda tartışma­lara girişmiş ve bu inancı savunmuştur. Kur'ân En'âm 76-79. âyetlerde onun tevhid inancını nasıl arayıp bilinçle iman ettiğine yer vermektedir.

En'âm 76'da sevgi ile imanı bir araya getirip, sevginin imana, i-manın sevgiye dönüştüğünü ifade etmiştir.

5. "Allah'ın nimetlerine şükrediciydi."

Demek ki, peygamber ahlâkının temel amellerinden biri ve en ö-nemlisi, Allah'ın nimetlerine şükretmektir. Râzî'ye göre Hz. İbrahim Allah'ın en küçük nimetine bile şükrederdi. Bu anlamdan hareketle di­yebiliriz ki, o, bütün nimetlere şükrederdi. Bütün nimetlere şükretmesi, onun nankörlük yapmadığına delil teşkil etmektedir. Olumluyu açıklaya­rak olumsuzun olmadığına işaret edilmektedir.

6. "Allah onu seçmişti."

"Koparıp almak, devşirip toplamak, topladığını getirmek, suyun havuzda birikip toplanması" anlamına gelen ^ cebâ fiilinden türeyen , ictebâ kalıbı "seçmek" manasını ifade etmektedir. Yüce Allah Hz. İbrahim'i kendisine peygamber olarak seçti.

7. "Onu doğru yola iletmişti."

Hz. İbrahim çocukluğundan itibaren, müşrik bir aile ve toplumda doğmuş olması sebebiyle Allah Teala'nın kontrolü altında idi. Onu Yüce Allah eğitiyordu. İşte bu eğitimin bir parçası da En'âm 75'te yer almak­tadır: "Böylece biz, ke­sin iman edenlerden olması için İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk." Göklerin ve yerin melekûtu, "onların Allah tarafından idare edilmesi, kâinatın işleme tarzı ve kanunları" anlamına gelmektedir. İşte kâinatı gözleyerek, onun kanunlarını öğrenerek Hz. İbrahim kesin imana ulaşmıştı. Bu da onu hidâyete erdirmek, doğru yola götürmek anlamına gelmektedir.

Bu öğretinin içinde, yani doğru yola götürme faaliyetinde ailesinin ve toplumunun sahip olduğu şirk inancına gönül vermemeyi temin et­mek de vardır. Böylece dış gözlemle kâinatın işleyiş tarzını ve bununla ilâhî irâdenin üstünlüğünü öğretirken diğer taraftan iç âleminde de tevhid inancına yönelik oluşumları meydana getiriyordu.

8. "Ona dünyada güzellik verdik."

Buradaki güzelliğin ne anlama geldiğini anlayabilmek için şu iki âyete gitmemiz gerekiyor:

a) "Bana, sonra gelecek nesiller içinde, iyilikle anılmak nasip eyle!" (Şu'arâ 26/84). Bunun anlamı şudur: Hz. İbrahim, kendisinden sonra gelecek nesillerde anılmasını, şöhretinin de­vam etmesini, yani tek kelime ile herkes tarafından sevilmesini Allah'tan istedi. Allah da bunu ona verdi. Onun için Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar, Hz. İbrahim'i sevmekte ve gelecekte de seveceklerdir. Tevhid inancının yer aldığı neresi varsa Hz. İbrahim orada gündeme gelecek ve sevilecektir. İşte ona verilen güzelliğin biri budur.

b) "Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden senin âyetlerini kendile­rine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan sen­sin" (Bakara2/129).

Yüce Allah bu duayı da kabul etti. Ve onun neslinden bir çok pey­gamber gönderdi. Bu iki âyet bu dünyada Hz. İbrahim'e verilen güzellik­leri, iyilikleri açıklar mahiyettedir. Tâbi ki, Hz. İbrahim'e verilen güzel­likler, iyilikler sadece bunlardan ibaret değildir. Hz. Peygamber'in: "Ben dedem İbrahim'in duasıyım" demesi, gerçekten güzelliklerin zirvesi de­ğil midir?[79]

9. "Elbette o, âhirette de sâlihlerdendir."

Hz. İbrahim başka bir duasında şöyle dilekte bulundu: "Rabbim, bana hikmet ver ve beni sâlihler arasına kat" (Şu'arâ 26/83). İşte bu duanm kabul edildiğinin delili de yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 122. âyet olmuştur.

Bu noktada şu soruyu sorabiliriz: Nahl 119. âyete kadar işlenen konular ile alakası görülmemekte olan Hz. İbrahim'le ilgili bu âyetlere neden burada yer verilmiştir? Bu soruya cevap verebilmek için Nahl 123. âyete gitmemiz gerekiyor. O âyetin içeriği neden burada Hz. İbra­him'in özelliklerine yer verildiğini açıklamaktadır.[80]

 

Hz. Peygamber'e Vahyedilen Şey:

 

123. Sonra da sana: 'Doğru yola yönelerek İbrahim 'in dinine uy! O müşriklerden değildi', diye vahyettik.

Âlimler buradaki y\ ittebi' "uy" emrini başka yönlere çekerek, Hz. İbrahim ile Hz. Muhammed'in üstünlüklerini tartışmışlardır. Üstün olanın, üstün olmayana uymasının hikmetlerini aramışlar ve açıklamaya

çalışmışlardır. Hatta Râzî'nin belirttiğine göre, Hz. Muhammed'in bir hukuk sistemi olmadığı, onun için Hz. İbrahim'in dinine, hukukuna uy­masının emredildiği iddiasına kadar meseleyi götürmüşlerdir.

Biz bu ihtilaflara, tarafgir, duygu dolu iddialara bulaşmadan konuyu açıklamaya çalışacağız. Tevhid inancı ve onu insanlığa taşıyan ilâhî vahyin oluştuğu İslam dini her peygamberin dini olmuştur. Demek ki evrensel boyutuyla tevhid inancının özünü oluşturduğu İslam dini bir süreç niteliği taşımaktadır.

Meseleye süreç açısından bakarsak tüm peygamberler birbirinin yoluna uymuşlar ve inanırlarına kendilerinden önceki peygamberlere imanı şart koşmuşlardır. Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 123'ten önce şu âyete bakarsak, bu âyeti daha kolay anlama imkanımız olacaktır:

"İşte o peygamberler Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy. De ki: Ben buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Bu, âlemler için ancak bir öğüttür" (En'âm 6/90).

Kur'an'da Allah'ın hidâyet ettiğini söylediği bazı peygamberler şunlardır: İbrahim, İshâk. Ya'kûb. Nûh, Dâvûd, Süleyman, Eyyûb, Yû­suf, Mûsâ. Hârûn. Zekeriyyâ. Yahya. îsâ, İlyâs, İsmail, Elyesa', Yûnus, Lût (En'âm 83-86». Kuşkusuz Yüce Allah, tüm peygamberlerine hidâyet etmiştir. Ancak biz Kur'an "da sayılanlarına değindik. İşte âyette uyul­ması istenen peygamberler bunlardır.

Yola uymak, dinine tâbi olmak üstünlük meselesi değil, tevhid i-nancının, dinlerin evrensel boyutlarının niteliğidir. Konuya kişi açısın­dan değil de İslam dini niteliği açısından bakmak gerekiyor.

Hz. Muhammed'e müşriklerden olmayan İbrahim'in dinine uyması emrediliyor. Bu suretle İbrahim'e bağlılıklarını iddia eden müşriklerin, gerçekte onunla bağlan bulunmadığı, çünkü onun bir müşrik atası değil, Allah'ı birleyen bir lider olduğu vurgulanıyor.[81] diyen Ateş, konuya başka bir açıdan bakabilmiş, toparlayıcı bir açıklama getirmiştir.

Daha önceki âyetlerde Hz. İbrahim'in özellikleri sayılırken, kastın bu uyma emrinin temellerini oluşturmak olduğu anlaşılmaktadır. Zaten 123. âyetin sonu olan "o müşriklerden değildi" ifadesi, uymanın sebebini belirlemektedir. İnancına hiç şirk bulaştırmamış olan Hz. İbrahim'e, yine inancına hiç şirk bulaştırmayan Hz. Muhammed'in uyması doğaldır. Bize göre Hz. İbrahim ismi burada, bütün peygamberleri temsil etmek­tedir. En'âm 90. âyete bakınca bunu daha rahat anlayabiliriz.[82]

 

İhtilaf Çoğu Zaman Zarar Getirir:

 

124. Cumartesi tatili, ancak onda ihtilaf edenlere farz kılınmıştı. Kıyamet günü Rabb 'in, muhakkak onların ih­tilafa düştükleri şey hakkında aralarında hüküm vere­cektir.

Muhammed Esed'e göre, Hz. İbrahim'in özelliklerinin bir önceki âyetlerde anlatılmasının sebeplerinden biri de bu âyettir. Esed açıklama­sına şöyle devam etmektedir: Yahudilerin çoğu tevhid dininin esaslarına açıkça ters düşen bir biçimde, sırf bu büyük peygamberin soyundan gelmiş olmalarına dayanarak kendilerinin, Allah tarafından seçilmiş ka­vim olduklarını ileri sürmek sureti ile Hz. İbrahim'in gerçek dininden sapmışlardı. "Onun hakkında uyuşmaz görüşler ileri sürüp çekişenler" ifadesiyle dile getirilmek istenen de, kanaatimizce işte bu sapmadır. Kur'ân'da sık sık işaret edildiği gibi, bu manevi taşkınlık ya da küstah­lık, İsrâiloğullanna ve yalnızca onlara bir takım ciddi yasaklar, kısıtla­malar ve mecburiyetler yükletilerek Allah tarafından cezalandırılmıştır. İşte bu kısıtlama ya da ilave yükümlülüklerden biri de sebt (Cumartesi) günü her türlü işten, alış-verişten uzak durmaktır. En geniş anlamıyla bu âyet, Allah tarafından ön görülen tüm biçimsel yükümlülüklerin kendi başlarına dini birer amaç olmadıklarını, ama sadece manevî ve rûhânî disiplinin biçimlendirilmesinde araç ve vesile olarak iş gördüklerini işa­ret etmektedir.[83] "Doğrusu bu Kur'ân, İsrâiloğullarma, hakkında ihtilaf edegeldikleri şeylerin pek ço­ğunu anlatmaktadır" (Nemi 27/76) buyuran âyetin çözdüğü ihtilaflardan biri de budur. Başka bir ifade ile Kur'ân'in amaçlarından biri, İsrâiloğullarının ihtilaf ettikleri şeyleri açıklayıp çözüme ulaştırmaktır.

İsrâiloğullarının, bu dünyada çözüme ulaştıramadığı ihtilaflarını Yüce Allah âhirette bir şekilde çözecektir.

Bu açıklamadan sonra şu soruyu sorabiliriz: Yüce Allah, Yahudile­rin cumartesi günü konusundaki tutumunu, ihtilaflarını bize niye anlatı­yor? Bu soruya verilecek cevaplardan birini az önce anlattık: Kur'ân, ihtilafları çözüme ulaştırmaktadır. Diğer cevap ise şudur: Ceza huku­kunda bazı davranışlardan kısıtlama, bazı davranışlara yani suçlara ilave yükümlülükler vererek cezalandırma yoluna gidilebileceğini öğretmek­tedir. Aynca. Müslümanlara yaşanmış örnek bir olguyu anlatarak, ma­nevî aşırılıklara gitmemelerini. Allah'ın emirlerini, yaşanmış bir olgu ile gelecek nesillere öpt verme metodunu kullanmakta ve bu metodu öğ­retmektedir.

Başka bir açıdan bakınca şu neticeye varabiliriz: Âl-i İmrân 65-69. âyetlerinde açıklandığı gibi bir kısım Kitap ehli yani Yahudi ve Hıristiyanlar Hz. İbrahim hakkında derin ihtilaflara dalmışlardı. Onların bu tartışmalarına karşı Yüce Allah onlara Nahl 120-123. âyetlerde Hz. İbrahim'i tanıtmaktadır.

Böylece Nahl 120-124. âyetleri bir bütünlük içinde ele almak, açı­lımlarını ve genellemelerini bu açıdan yapmak gerekiyor. Birbirinden ayrı gibi görünen bu âyetlerin içten birbirine bağlı oldukları düşünülme­den açıklamaları yapılmamalıdır.

Demek ki, bu dünyada manevî, yani dinî alanda çıkarılan ihtilafla­rın burada kalmayıp âhirete intikal ettiğini de öğreniyoruz. Çözümsüzlük ihtilaflara can vermekte, onları derinleştirmekte, ömürlerini uzatmakta ve âhirete kadar yaşatmaktadır. "Onların ihtilafları konusunda kıyamet günü Allah hükmünü verecektir" ifadesinde bir tehdit unsuru vardır.

Şimdi İslam âlimleri ve bu alanda görev yapanlar, dinde ihtilafın ne denli ciddî bir sıkıntı olduğunu anlamalı, Kur'ân'a dayanmadan veri­len fetvaların halkı derin tartışmalara sokup gruplaşmaların zararının bilincinde olmalı ve ona göre dinî konularda görüş beyan etmelidirler.[84]

 

Eğitim Metodları:

 

125. Sen, Rabb'inin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et! Rabb 'in, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidâyete eren­leri de çok iyi bilir.

Ayetten çıkaracağımız ve eğitimi ilgilendiren bazı genellemeler olacaktır:

1. "Rabb'inin yoluna çağır."

Âyetteki fö üd'u "çağır" emri, birinci derecede Hz. Peygamber'i ilgilendirmekte, dolaylı olarak da din eğitimi yapan herkese hitap etmek­tedir.

Dikkat edilirse, çağrının Allah'ın yoluna yapılacağı hükme bağ­lanmıştır. Bu demektir ki, Peygamber bile bir yol uydurup ona çağıramaz. Diğer taraftan herhangi bir âlim veya beşer, kendine, kendi kurduğu yola çağırma hakkına sahip değildir. Yol, Allah'ın yoludur; o yoldan başkası bölünmelere, tefrikaya, çatışmaya götürür.

Bu konuyu Yüce Allah şöyle ifade etmektedir: "Şüphesiz bu, be­nim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. Başka yollara uymayın. Zira o yol­lar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte sakınasınız diye Allah size bunları emretti" (En'âm 6/153).

2. "Hikmet ile."

Yüce Allah, Kendi yoluna ne ile çağırılacağı sorusunu cevaplandı­rırken, hikmet ile çağırılacağını emretmektedir. Hikmet kelimesinin geniş açıklaması için Bakara 269'a bakılabilir. Burada verilmesi gereken mana, "ilim, basiret, akıllılık, sağlam, ilâhî bilgi, kemâle erdirici bilgi" şeklinde olmalıdır. Bu manalardan "ilâhî bilgi" yi almak en doğrusu ola­caktır. Allah'ın yoluna, Allah'ın bilgisi ile çağır emri verilmektedir. Ama hikmete "basiret" manası verirsek, Allah'ın yoluna basiretle, akılla çağır manası verilebilir.

Kur'ân'in olmadığı bir öğüt, güzel olamaz. Böyle bir yargıyı neye dayandırabiliriz? Sorunun cevabını şu âyetlerle verebiliriz:

a)  "Ey insanlar! Size Rabb'inizden bir öğüt gelmiştir" (Yûnus 10/57). Demek ki Kur'ân bir öğüttür. Bu ö-ğüdün bulunduğu beşeri bir öğüt de güzel olacaktır.

b) "Kazandıkları ile hiçbir nefsin felakete uğramaması için Kur'ân ile öğüt ver" (En'âm 6/70).

c) "Tehdidimden korkanlara Kur'ân ile öğüt ver" (Zâriyât 50/45).

Demek ki Allah'ın yoluna Kur'ân ile davet etmek, din eğitiminin önemli metodlarından biridir. Hikmeti "akıl ve basiret" manasına alır­sak, Allah'ın yoluna akıl ve Kur'ân ile çağırma zorunluluğu ortaya çıkaçaktır. Yüce Allah, Hz. Peygambere bu emri verdiğinden dolayı, onu yerine getirmiş olması ile de onun sünneti doğmuştur. Bu metodları kul­lananlar hem Allah'ın emrini yerine getiriyor hem de peygamberin sün­netini uygulamış oluyor.

3. "Mev'ıza-yı hasene ile."

Mev'ıza-yı hasene, "güzel öğüt" anlamına gelmektedir. Yüce Al­lah bu âyette insanları Allah yoluna davet etmenin iki metodunu koy­maktadır: Bunlardan ilki hikmet, ikincisi de güzel öğüttür. Davet bu iki yolla yapılmalıdır. Kur'an'da Yüce Allah "mev'ıza" kelimesini Kur'an için kullandığına göre (Yûnus 10/57; Hûd 11/120) biz burada Hakk yola davette müracaat edilecek en önemli öğüt kaynağının yine bizzat Kur'an olduğunu söyleyebiliriz. İnsanlar hakka davet edilirken kendi kanaatleri­ni değil Kur'an'ın mesajını kullanmalıdırlar. Çünkü din adına konuşan­lar Allah adına konuştuklarını unutmamalıdırlar. Bu yönüyle bu âyet yine bu sûrenin 116. âyetindeki mesajla irtibatlıdır. Yani insanlar kendi dillerinin veya kanaatlerinin şekillendirdiği üzere din adına "şu iyidir, şu kötüdür" demekten kaçınmalıdırlar.

4. "Ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et." Peki mücâdelenin en güzeli ne ile olacaktır? Demek ki bir mücâdele vardır, bir de en güzel mücâdele. Şu âyetlerle en güzel mücâdeleyi yaka­lamamız mümkündür:

a) Yumuşak söz söyleyerek

"Ona yumuşak söz söyleyin. Belki dü­şünür veya saygı duyar" (Tâhâ 20/44).

Bu metodu kullanmaları için Yüce Allah Hz. Mûsâ ve Harun'a emretmiştir. Aynı metodu Hz. Peygamber de kullanmıştır:  "O vakit Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın" (Âl-i Imrân 3/159).

b) Kötülüğe iyilikle karşılık vererek

 "Kötülüğü iyilikle savan kimselerdir" (Rad 13/22.)

"İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur" (Fussilet 41/34).

c) Bilgi ile

Mücâdeleyi en güzele ulaştıran değerlerden biri de "bilgi"dir. Bil­ginin olmadığı mücâdeleyi veren kişi şeytana tâbi olur. "İnsanlardan bazıları vardır, hiçbir bilgiye sa­hip olmadan Allah konusunda mücâdele eder ve her inatçı şeytana tâbi olur" (Hacc 22/3).

d) Sabır ile

Bu metodun en güzel örneğini Firavun ile Hz. Musa'nın tartışma­sında buluyoruz. Şu'arâ 23-30. âyetleri bu gözle tetkik edilirse, Hz. Mû-sâ'nın ne denli sabırlı davrandığı görülecektir. Bütün hakaretlere rağmen aldırış etmeden, mesajını vermeye çalışmaktadır.

e) Müşterek inanç noktalarını öne çıkararak

"İçlerinden zulmedenleri bir yana Ki­tap ehli ile ancak en güzel yoldan mücâdele edin. Ve deyin ki: Bize indi­rilene de. size indirilene de iman ettik. Bizim tanrımız da sizin tanrınız da birdir. Ve biz ona teslim olmuşuzdur" ('Ankebût 29/46).

Kitap ehli ile en güzel bir şekilde mücâdele etmenin yolu, tevhid inancının etrafında toplanmayı önererek, vahy ve tanrı birliği işlenmek­ten geçer. En güzel mücâdele, inançta müşterek noktalan bulmaktır (Âl-i İmrân 3/64).

5. "Rabb'in kendi yolundan sapanları en iyi bitendir ve O, hidâyete erenleri de çok iyi bi­lir."

Âyetin ilk bölümü ile bu bölümü arasında sanki bir kopukluk var­dır, ama aslında derinden ve sıkı bir bağlantıyı basiret sahipleri görebile­ceklerdir. Kimin yoldan çıktığı ve çıkacağı; kimin doğru yola geldiği veya geleceğini Allah bilir. Peygamber bunlarla uğraşmayacak; o, Allah'ın yoluna hikmet, güzel öğüt ve en iyi mücâdele ile çağıracaktır ve zaten o bununla mükelleftir. Peygamber, herkesin eğitilebileceği esasın­dan hareket eder ve çağrısını bu ilke üzerinde yapar, ama saptırma ve hidâyete erme işine karışmaz.

Âyetin bu kısmı ile ilk bölümünün ilişkisine başka bir açıdan baka­rak diyebiliriz ki, Hz. Peygamber'in ve din adamlarının çağrıları, zorla­maya dönüşmemeli; öğretim, yani tebliğ ve çağrı safhasında kalmalıdır. Çünkü bu çağrı, gönülde operasyon yapacak olan Yüce Allah'ın müda­halesine bir ön hazırlık niteliğindedir.[85]

 

Cezalandırmada Dikkat Edilecek Hususlar:

 

126. Eğer ceza verecekseniz, size yapılan işkencenin dengi ile ceza verin. Fakat sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır.

Ayeti bir önceki âyetin devamı olarak manalandırırsak Muhammed Esed'in meali, en uygunu olacaktır. "Bunun içindir ki tartışmada zora baş vurmanız gerekirse, ancak onların sizi zora soktukları kadar zora baş vurun. Fakat eğer kendinizi tutarsanız, bilin ki güçlüklere göğüs germe­sini bilen kimseler için bu daha iyidir."

Muhammed Esed'in meali, 125. âyette geçen mücâdelenin en iyi şekilde yapılması meselesinin devamı durumunda ve farklı şartlar altında nelerin yapılacağına ışık tutmaktadır.

Bu ifade, insanları Allah'ın yoluna davet ederken, onlardan zoırta-ma şeklinde gelecek olan bir tepkiye denk bir zorlama ile karşılık verile­bileceğini hükme bağlamaktadır. Karşı taraf aşağılayıcı, onur kırıcı, tez­yif edici tarzda konuşuyor ise, misli ile cevap vermek caizdir.

Fakat, bu şekilde tepki gösterenlere karşı sabırlı davranmak, yani kendini tutup misli ile karşılık vermemek, tartışmadaki çıkmazlara, güç­lüklere göğüs germek Müslüman için en iyi olandır. O zaman şu soruyu sorabiliriz: Sabredersek bizim için daha iyi olan nedir? Sorunun cevabını şöyle verebiliriz: Tartışmada karşılaşılan zorlamaya karşı zora misli ile baş vurmak metodunda bir sevap yoktur. Ama zora baş vurfnayıp kendi­ni tutmak, yani sabretmek, güçlüklere göğüs germek ise sevaptır. İşte daha iyi olan tarafı budur. Birinci metot da caiz hükmü geçerli iken, i-kincisinde sevap söz konusudur.

Onun içindir ki Yüce Allah bu iki metottan birini tercih etme işini müminlere bırakmıştır. Sonraki âyetlerde sabrın neler getireceği de anla­tılmaktadır.

Âyetten çıkaracağımız diğer bir netice de şudur: İlk mealimizde belirttiğimiz gibi, âyet hukuki boyutuyla değil de eğitim boyutuyla öne çıkmakta, onun için Muhammed Esed'in meali buraya daha uygun düş­mektedir.

Demek ki farklı inançlara mensup insanların bazen zorlamaya va­ran tartışmaları, mücâdeleleri olabilir. Belki de hayatın doğal işleyiş şek­li budur. Ama Müslüman tavrının nasıl olması gerektiği meselesini âyet cevaplandırmaktadır.[86]

 

Allah, Takva Sahipleri İle Beraberdir:

 

/27. Sabret! Senin sabrın da ancak Allah'ın yardımı i-ledir. Onlardan dolayı kederlenme, kurmakta oldukları tuzaktan kaygı duyma!

128. Çünkü Allah, takva sahipleri yani güzel amel işle­mekte devamlı olanlarla beraberdir.

Bu âyetler 125-126. âyetlerin devamı durumundadır. 126. âyette Yüce Allah Müslümanlara zorlamaya denk bir şekilde karşılık verebile­ceklerini ama sabrı seçmenin daha iyi olacağını buyurmuştu. O âyette, kulunu daha doğrusu Hz. Peygamber'i iki seçenekle karşı karşıya bırak­mıştı. Ama 127. âyette ise, rehberlik olsun diye bunlardan hangisinin seçilmesi konusunda Yüce Allah tercihini sabırdan yana kullandığına işaret etmektedir.

1. "Sabret!"

İşte bu emirle Yüce Allah, Kendi seçeneğinin Hz. Peygamber'in dolayısıyla bütün müminlerin seçeneği olmasını istemektedir. Ama mü­minin zorlamaya denk bir zorlama seçeneği hâlâ vardır.

Bu durumu şu âyetlerle açıklamamız mümkündür:

a) "Bir kötü­lüğün cezası, ona denk bir kötülüktür. Kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun ödülü Allah'a aittir. Doğrusu Allah, zâlimleri sevmez" (Şûra 42/40).

b) "Kim sabreder ve affederse şüphe­siz bu hareketi, yapılmaya değer işlerdendir" (Şûra 42/43).

Demek ki, zorlamaya denk bir zorlama, kötülüğe denk bir kötülük­le cezalandırmak caizdir ama bunda sevap yoktur. Fakat zorlama veya kötülüğe bağışlama, barış ve sabır ile karşılık vermenin ödülü vardır ve Allah bu davranışı övgüye lâyık bulmaktadır.

İşte hakkı inkâr edenlere karşı takınılacak tavır ve tutulacak yoldan biri, belki de en önemlisi "sabır" olmaktadır. Çünkü sabır, mücâdele verilen kişilerle fırsatı düştüğünde bir daha konuşma imkanını sağlayacaktır.

2. "Senin sabrın da ancak Allah'ın yardımı iledir."

Hz. Peygamber'e ve onun ümmetine güçlüklere göğüs germe, on­ların altından kalkma, onları çözümleme gücünü veren yalnızca Allah olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Zorlamalara, baskılara, kötülüklere, tuzaklara, hakaretlere karşı göğüs gerip sabretmek bazen beşerin takatini aşmaktadır. Allah'ın yardımı olmaksızın bunu gerçekleştirmek mümkün değildir.

Allah'ın yardımı ile gerçekleşen sabırda sahte bir dürüstlük, sahte bir kendine güvenin ya da bir küstahlığın yeri yoktur ve böyle bir psiko­lojik alt yapıdan kaynaldanmamaktadır. Sabır, hastalıklı yani marazî bir pasifliğin eseri değildir. Bu demektir ki, Yüce Allah sabrı tercih etmeye rehberlik ederken, sabn bizzat destekleyeceğini de vurgulamaktadır.

3. "fe "Onlardan dolayı kederlen­me, kurmakta oldukları tuzaktan kaygı duyma!"

Onların kurdukları tuzakların ne olduğu sorusunu 125. âyette ge­çen "mücâdele" meselesine bağlı olarak manalandırırsak, bunların, tevhid inancına, Kur'ân'a ve Peygamber'e karşı ileri sürdükleri iftiralar, asılsız ve tutarsız iddialar, yalanlar ve düşmanca fikirler olduğunu söyle­yebiliriz. Demek ki onların tuzakları fikir, iddia ve iftira bazında kalıp eyleme dönüşmemiş bir niteliğe sahipti.

Onlarla mücâdele ederken, sözleriyle tevhid inancına karşı kurduk­ları tuzaklardan kederlenmemek Yüce Allah'ın Hz. Peygamber'e teklif ettiği bir psikolojik tavırdır. Bunun anlamı, onların zorlayıcı ve saldırgan niteliğindeki sözlerinin senin gönlüne inip tahrip etmesine müsaade verme, senin kulağına çarpıp geri dönsün, yahut birinden girip diğerin­den çıksın. Demek ki sabır, dıştan gelen hakaret dolu sözlere kendi iç alemini teslim etmemektir.

Böylece Yüce Allah sabra yeni ve farklı bir tanım getirmektedir.

Eğer bu âyetler Mekke'de indi ise bu yorum doğru düşer, ama â-yetler Medine'de indi ise, âyetleri Âl-i İmrân 125. âyete göre yorumla­mamız gerekiyor. "Evet, siz sabır gösterir ve Allah'tan sakınırsanız, onlar hemen şu anda üzerinize gelseler, Rabb'iniz, nişanlı beş bin Melekle sizi takviye eder." Bu âyetleri Nahl 125. âyet ile Âl-i İmrân 125. âyete bağlamamız halinde âyetlerin rakamı bakımından da bir mânidarlık olduğunu gör­mekteyiz. Âl-i İmrân'daki müşriklerin tuzakları eyleme dönüşmüş bir mücâdeledir. Bu mücâdeledeki sabır ile Nahl 125'teki mücâdeledeki sabır birbirinden biraz daha farklıdır. Nahl'de sözle saldırılara karşı, me­tanetini bozmadan fikrini savunmaya devam etmek, karamsarlığa düş­memek varken, Âl-i İmrân 125'te Bedir Savaşı'nda gösterilen kahra­manlık, savaşa girginlik, yılmamak vardır. Nahl 125'te sabır denen psi­kolojik güç beyni ve gönlü idare ederken; Âl-i İmrân 125'teki de eylem­leri idare etmektedir.

4. "Çünkü Allah, takva sahipleri yani güzel amel işlemekte devamlı olanlarla beraberdir."

Yüce Allah, haramları işlemekten sakınan ve Allah'ın farzlarını yerine getiren takva sahipleri, yani muhsinlerle beraberliğini ilan etmek­tedir. Nahl 128. âyetteki takva ve muhsin kelimelerinin anlamı sabır gösterenlerdir.

"Sabır, sabredenler için daha hayırlıdır", ifadesinin yer aldığı 126. âyete "nedir o hayır?" diye sorabiliriz. Cevabını da 128. âyetle verebili­riz: İşte buradaki hayır "Allah'ın beraberliğini temin etmek"tir.

"Üzülme Allah bizimle beraberdir" (Tevbe 9/40) buyuran Hz. Peygamber ve: "(Mûsâ): Asla! dedi, Rabb'im şüphesiz benimle beraberdir" (Şu'arâ 26/62) diyen Hz. Musa'nın ifade­lerinin aynısını Yüce Allah Nahl 128'de bizzat kendisi kullanmaktadır.

Netice olarak diyebiliriz ki, din eğitimi Kur'ân'ın bu temel esasla­rını insanlara kazandırıp, hangi davranışlara sahip olanların Allah'ın beraberliğini kazandıklarını titizlikle öğretmelidir.[87]

 

Nahl Suresinden Çıkarılan İlkeler:

 

1.  Nahl sûresinde Yüce Allah Kur'ân'ı bir "rûh" olarak tanımla­makta, onun geliş sebebinin şirki ortadan kaldırıp yerine tevhid inancını dikmek olduğunu tesbit etmektedir. Kur'ân'in diğer bir görevi de ihtilaf­ları ortadan kaldırmaktır. Kur'an. her şey için bir açıklama, bir hidâyet, bir rahmet ve Müslümanlar için de bir müjde olarak gönderilmiştir (âyet: 1-2, 64, 89, 102).

2.  Yüce Allah, gökleri ve oradaki cisimleri, Güneş'i, Ay'ı, yıldız­ları; Yerküreyi ve orada insanların istifadesine sunduğu bütün yaratıkla­rı, aklı, düşünceyi ve öğüt alma yeteneği ile yanaşmayı ve bundan hare­ketle bunları yaratan sonsuz kudrete sahip Allah'a kulluk etmeyi hükme bağlamaktadır (âyet: 5-17, 65-69).

3.  Nahl sûresi, insanın yaratılışını ele almakta ve bunun incelen­mesini insana ödev olarak vermektedir (âyet: 4).

4. Kıyamette herkes kendi günahını taşıyacaktır, ancak bu dünyada biri diğerini yoldan çıkarmış ise, yoldan çıkaran kişi ötekinin günahının bir kısmını da kendi üzerine alacaktır. Bu ilkesi ile Yüce Allah başkala­rını kötü manada etkilemekten caydırmayı hedeflemektedir. İnsanların bilgisizliğinden, yani cehaletinden istifade ederek onları yoldan çıkarıp istismar etmenin ne denli günah olduğunu tüm insanlığa ilan etmektedir (âyet: 25).

5. Sûrede, kötülük yapanların canlarını meleklerin nasıl alacağı ve onlarla neleri konuşacakları; iyilik yapanların canlarını meleklerin nasıl alacağı ve onlarla neleri konuşacakları gündeme getirilmekte ve böylece insanlar iman edip iyi işler yapmaya teşvik edilmektedir (âyet: 28-32).

6.  "Allah insanlara zulmetmez, insanlar kendi kendilerine zulme­derler," ilkesi bir kere daha bu sûrede tekrar edilmektedir. İnsanlara bu dünyada veya âhirette isabet eden ceza yaptıkları amellerden dolayıdır (âyet: 33-34, 111-112).

7.  Peygamberlere düşen açık seçik tebliğ etmektir. İnsanları hidâ­yete erdirmek başkalarının özellikle peygamberlerin isteğine bağlı değil­dir. Kulun gönlüne göre bunu takdir edecek olan Allah'tır (âyet; 35-37).

8. Zulme uğradıktan sonra, hicret edenlere Allah Teala yeryüzünde iktidar olma vaadini vermekte ve âhirette de onları ödüllendireceğini söylemektedir. İnanç özgürlüğünün yaşanmadığı toplumlardan hicret etmenin zorluğu ve bunun bir ibadet olduğu böylece gündeme getiril­mektedir (âyet: 41).

9. Dinî konularda bilgisi olmayan insanlar mutlaka Kur'ân'ı bilene soracaklardır (âyet: 43).

10. Kâinat Allah'a ait olduğu gibi din de ona aittir. O'ndan başkası din koyamaz ve O'ndan başkasına tapılamaz. Böylece Yüce Allah dinin tek kaynağı olduğunu, sahibinin de tek olduğunu vurgulamakta, insanla­rın din koyamayacağına dikkat çekmektedir (âyet: 52).

11.  Kız çocuklarını Allah'a verip erkek çocuklarını kendilerine a-lan; kız çocuğunu bir ayıp olarak kabul eden, kendisine müjdelendiğinde yüzü simsiyah kesilen, yaşatmakla toprağa gömme arasındaki kararında bocalayan insanların oluşturduğu geleneği kötüleyen Yüce Allah, onların zulüm yaptığına işaret etmektedir.

Kadın haklan konusunda diğer âyetleriyle beraber Kur'ân bir inkı­lap yapmış ve köklü bir değişimi gerçekleştirmiştir.

Araplar kendilerinin hoşlarına gitmeyen şeyleri Allah'a isnat eder­ken, en güzel sonucun kendilerinin olduğunu iddia edip yalan söylüyorlardı (âyet: 57-59, 62).

12.  Ekonomi bakımından insanlar arasındaki farklılığı Yüce Al­lah'ın takdir ettiğini, ama işverenlerin emeği ile çalışanlara haklarını vermesini ve böylece yaşam standardı bakımından eşitliğin sağlanmasını insanların temin edeceğini bu sûre hükme bağlamaktadır (âyet: 71).

13. Yüce Allah, bilgi nazariyesi bakımından, insanın doğuştan bil­gi getirmediğini, bilgiyi sonradan öğrendiğini gündeme getirerek, filo­zofların hangisinin doğru söylediğine ışık tutmakta ve kararımıza rehberlik etmekte, bilginin doğuştan geldiğini söyleyen felsefi okulun, yani klasik rasyonalizmin temellerini yıkmaktadır; bununla beraber bilginin sonradan kazanıldığını söyleyen felsefi okulun doğruluğunu da onayla­maktadır (âyet: 78).

14. Şirk koşarak zulmedenlerle âhirette ceza indirimine gidilmeye­ceğini söyleyerek, dünyevî hukuka, ceza indiriminin yapılacağı veya yapılmayacağı suçların olduğunu öğretmektedir (âyet: 85).

15.  Allah'a bu dünyada ortak koşanlar, sahte tanrılarını âhirette gördüklerinde diyecekler ki: "Rabbimiz, seni bırakıp ortak koştuklarımız bunlardır." O sahte tanrılar da onların yalan söylediğini belirteceklerdir. Ardından da kendilerine tapanlardan ayrılıp gideceklerdir (âyet: 86-87).

16. Yüce Allah adaleti, yani tevhid inancını, iyiyi, akrabaya infakta bulunmayı emretmekte; yüz kızartıcı davranışları, azgınlığı ve kötülüğü yasaklamaktadır. Ayrıca ahde vefayı emredip güçlü toplumların zayıf toplumlarla yaptıkları antlaşmaları güçlerine güvenerek bozmamalarını emretmektedir. Böylece evrensel ahlâkî değerleri insanlığın hayatına sokmakta ve ahlâkın, üzerine oturduğu temel değerlerin öğretimini yap­maktadır (âyet: 90-95).

17.  Yüce Allah, ödüllendirdiğinde kulunun yaptığı davranışlarının en güzelini dikkate alacağını, bunu kimlere yapacağını gündeme getir­mektedir. Böylece, insanlara, kendi aralarında ödüllendirmelerini de aynı şekilde yapmalarını öğretmektedir (âyet: 97).

18.  Yüce Allah, Kur'ân okumaya başlarken istiaze'de bulunmak, yani kovulmuş şeytandan Allah'a sığınmak gerektiğini buyurmaktadır. Bunu emrederken, şeytanın kimlere karşı bir yaptırımı olduğunu, kimle­re karşı olmadığını da ele almaktadır (âyet: 98-100).

19.  Allah, kimleri doğru yola iletmeyeceğini, kimlerin iftira ettik­lerini, kimlerin yalancı olduğunu, iman ettikten sonra inkâra dönenlere Allah'ın uygulayacağı cezayı, bu insanların bu davranışlarda bulunmala­rının sebeplerini, dünya ve âhireti tercih ederken yanıldıklarını ve onla­rın kalp, kulak ve gözlerini mühürlediğini ve âhirette iflasta olacaklarını açıklamaktadır (âyet: 103-109).

20. Mahşerde herkes kendi derdine düşeceğinden, kimseye aldırış etmeyeceği, herkesin kendi amelleri ile baş başa kalacağı burada gün­deme getirilmektedir (âyet: 111).

21.  Yüce Allah güvende, huzurlu ve ekonomik bakımdan refah i-çinde olan geçmişteki toplumu veya Müslümanların kuracakları toplu­mun projesini anlatmaktadır. Bu olumlu özelliklere sahip olan bir toplu­mun Allah'ın nimetlerine nankörlük yapıp nasıl çöktüğünü anlatmakta­dır. Çöküşlerin başka bir nedeninin de peygamberleri yalanlamak oldu­ğunu da söylemektedir (âyet: 112-113).

22.  Allah'ın haram ve helâl dedikleri konusunda gelişigüzel fetva verilemeyeceği, verildiği takdirde bunun Allah'a iftira olacağı, iftira edenlerin de felahı olmayacağı vurgulanmaktadır. Dünya menfaati uğru­na böylesine ilâhî haram ve helâller hakkında kaydırma yapılamayacağı konusunda ders verilmektedir (âyet: 116-117).

23.  Yüce Allah, şirkin dışında, davranışlarının kötülüğünü anlayıp günahını itiraf ederek tövbe edenlere ve kendisini düzeltenlere af kapısı­nı açmaktadır (âyet: 119).

24.  Yüce Allah. Hz. İbrahim hakkında tartışma  meydana getiren kitap ehline, Hz. İbrahim'in kim olduğunu sıfatları ile beraber açıkla­maktadır (âyet: 120-124).

25.  Yüce Allah, Hz. Peygamber'e, Allah'ın yoluna çağırmasını, çağırırken de hikmet, güzel öğüt ve en iyi şekilde mücâdele metodunu kullanmasını emretmekte ve böylece din öğretimi ve eğitiminin metotla­rından bazısını gündeme getirmektedir (âyet: 125).

26.  Yüce Allah, tartışmaları yaparken, karşı tarafın zor kullanabi­leceğini, zor kullanana benzeri ile karşılık verilebileceğini; ama sabrın tercih edilmesinde rehberlik ettiğini ve böylece Allah'ın sabreden takva sahipleri ile beraber olacağını ilan etmektedir (âyet: 126-128).

Kısaca Nahl sûresinin, Kur'ân, tevhid inancı ve ahlâkî değerleri gündeme taşıyan sûrelerden biri olduğu ortaya çıkmaktadır.[88]

 



[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/433-434.

[2] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/435-443.

[3] Kurtubî, age, X, 109.

[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/443-445.

[5] Râzî, age, XIV, 167.

[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/446-463.

[7] Kurtubi, age, X, 151.

[8] Kurtubî, age, VI, 559.

[9] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/463-472.

[10] Az farkla Müslim, İlm, 16, Zikr, 1; İbn Mâce, Mukaddi­me, 14; Ebû Dâvûd, Sünnet, 6; Tirmizî, İlm, 15.

[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/472-475.

[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/476-483.

[13] Râzî, age, XIV, 206.

[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/484-487.

[15] Râzî, age, XIV, 211.

[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/488-496.

[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/496-504.

[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/504-508.

[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/508-514.

[20] Râzî, age, XIV, 225.

[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/514-518.

[22] Lisânu'l-'Arab, hevefe maddesi: Zemahşerî, age, II, 411; Râzî, age, XIV, 229.

[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/519-523.

[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/523-527.

[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/527-534.

[26] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/535-543.

[27] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/544-546.

[28] Râzî, age, XIV, 263.

[29] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/546-549.

[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/549-552.

[31] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/552-557.

[32] Buhârî, Tıp, 24; Müslim, Selâm, 91.

[33] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/13-21.

[34] Buhârî, Tefsir 16. sûre, 1; Da'avât, 42; Müslim, Zikr, 50.

[35] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/22-23.

[36] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/24-27.

[37] Râzî, age, XIV, 291.

[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/27-30.

[39] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/31-33.

[40] Râzî, age, XTV, 298.

[41] Râzî, age, XIV, 298.

[42] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/33-38.

[43] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/39-40.

[44] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/40-42.

[45] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/42-44.

[46] Râzî, age, IXV, 307.

[47] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/44-50.

[48] bk. Râzî, age, XIV, 313.

[49] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/51-58.

[50] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/58-60.

[51] Râzî, age, XIV, 318.

[52] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/61-64.

[53] Zemahşerî, age, n, 425.

[54] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/65-70.

[55] Zemahşerî, age, II, 425.

[56] Râzî, age, XIV, 329-330.

[57] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/71-76.

[58] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/77-81.

[59] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/81-83.

[60] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/83-86.

[61] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/86-89.

[62] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/89-95.

[63] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/95-99.

[64] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/99-100.

[65] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/100-103.

[66] Râzî, age, XIV, 351; Müsned, IV/89-90'dan nakil.

[67] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/104-110.

[68] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/110-112.

[69] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/113-115.

[70] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/116-120.

[71] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/121-122.

[72] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/123-124.

[73] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/124-126.

[74] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/126-133.

[75] Muhammed Esed, age, Nahl, 118. âyete yaptığı tefsir, dip not, 142.

[76] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/133-135.

[77] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/135-137.

[78] İbn Mes'ûd'dan naklen Kurtubî.

[79] Taberî, Câmi'u'l-Beyân, I, 556. Benzer bir hadis için ayrıca bkz: Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 127-128.

[80] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/137-141.

[81] Süleyman Ateş, age, V, 158.

[82] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/141-143.

[83] Muhammed Esed, age, Nahl sûresi 124. âyetine düşülen 147. dip not.

[84] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/143-145.

[85] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/145-149.

[86] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/149-150.

[87] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/151-154.

[88] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/155-158.