Rahman Ve Rahîm Olan Allah'ın Adıyla:
İnsanlar İçin Yaratılan Çeşitli Varlıklardan Bir Demet:
Hile Yapan Kibirli İnsanların Akibeti:
Allah Kullarına Zulmetmez, İnsan Kendi Kendine Zulmeder:
Hidayet Peygamberin İsteğine Göre Değildir:
Öldükten Sonra Diriltilmenin Amacı:
Zulme Uğrayıp Hicret Edenlerin Durumu:
Bâe/bev'
Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:
Fey' Kelimesinin
Kur'ân'daki Manaları:
Ders Tevhid İnancına Yöneliktir:
Cahiliye Döneminde Kız Çocuklarına Takınılan Tavır:
Hevn Kelimesinin
Kur'ân'daki Manaları:
Yüce Allah Cezalandırmada Acele Etmez:
İnsanlar Kendi Fikirlerini Beğenirler:
Şeytana Dost Olanların Durumu:
Kur'an'ın Ve Hz. Peygamber'ın Görevleri:
Dinleme, Aklını
Kullanma Ve Düşünmenin Önemi:
Yüce Allah'ın
Rızkı Takdir Sistemi:
Şu Nimetlere De
Nankörlük Olur Mu!
Tevhıd İnancına
Götüren Diğer Olgular:
Allah İnsan İçin
Neler Yaptı Ve İnsan Neler Yapıyor:
Başkasını Kötü
Anlamda Etkilemenin Cezası:
Hz. Peygamber'in
Şahit Olması Ve Kur'ân'ın Görevleri:
Allah Neyi
Emrediyor Ve Neyi Yasaklıyor?
Herkes Yaptığı İle
Sorguya Çekilecektir:
Kur'an Okunurken
Ne Yapmak Lazım?
Hz. Peygamber Bir
İftiracı Değildir:
Kur'an Ve Hz.
Peygamberce Tepki Gösteren Kâfirlerin Özellikleri:
"İlhâd/Mülhid"
Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:
İnsanlar İmandan
Sonra Neden Küfre Dönerler?
Ahirette Herkes Kendisi İçin Uğraşacaktır:
Peygamberi Yalanlamanın Sonucu:
Şukur, Tevhid İnancının Göstergesidir:
Din Konusunda Gelişigüzel Konuşulmaz:
İnsanlar Kendilerine Zulmederler:
Yüce Allah Günahkarlara Bir Çıkış Kapısı Açıyor:
Hz. İbrahim'in Ahlâkından Kesitler:
Hz. Peygamber'e Vahyedilen Şey:
İhtilaf Çoğu Zaman Zarar Getirir:
Cezalandırmada Dikkat Edilecek Hususlar:
Allah, Takva Sahipleri İle Beraberdir:
Nahl Suresinden Çıkarılan İlkeler:
"Bal
ansı" anlamına gelen Nahl kelimesi sûrenin 68-69. âyetlerde yer
almaktadır. 128 âyetten meydana gelen bu sûrenin tamamı Mekke'de Hz. Peygamber
hicret etmeden birkaç ay önce inmiştir.
Bu sûre, Yüce
Allah'ın yaratıp insanların hizmetine sunduğu hayvan türlerinin, sûrelere isim
olarak verilmesinin üçüncüsünü teşkil etmektedir. Bakara (inek); En'âm (dört
bacaklı, geviş getiren, çift tırnaklı eti yenen hayvan) ve Nahl (bal ansı) bu
sûrelerin adı olmuştur.
Bazı konular itibarı
ile Hicr sûresinin devamı mahiyetindedir. Özellikle meleklerin inmesi,
kâinatın yaratılışı ve insanın yaratılışı konuları bu bağlantıyı kurmaktadır.
Bu konular itibariyle aynı zamanda sûre, Nisa, En'âm ve Yûsuf sûresine de
bağlı görülmekte, özellikle insanın yaratılışı konusunda Bakara, Âl-i İmrân,
Nisa, En'âm, A'râf ve Yûnus sûrelerinin devamı özelliğini taşımaktadır.
Tevhîd
inancını işlemesi bakımından da bu sûrenin, bu zamana kadar geçen 15 sûreye
bağlı olduğu görülmekte, şirk meselesini ele almakla da aynı sûrelerin devamı
durumunda olduğu anlaşılmaktadır.
Nahl sûresi
kadın haklarını ele alması bakımından, Nisa sûresini daha ileri noktalara
taşımaktadır. Kur'ân'ın niçin
indirildiğini açıklaması bakımından Âl-i İmrân, A'râf, Yûsuf ve İbrahim sûrelerinin
devamı mahiyetindeki bu sûre dinlemeye, aklı kullanmaya ve düşünceye verdiği
ö-nemle de daha önceki sûreleri devam ettirmektedir.
Nahl sûresinin temel değerleri adalet, iyilik,
düşünce, akıl, ahde vefa, hikmet, sabır, bilgi ve takvadır.[1]
1. Allah'ın
emri gelmiştir. Artık onu istemekte acele etmeyin. Allah, onların koştukları
ortaklardan uzaktır, yücedir.
2. Allah kendi emri ile melekleri kullarından
dilediği ruh ile, 'Benden başka tanrı olmadığına dair uyarıda bulunun ve Benden
sakının' diye indirir.
3. Allah gökleri ve yeri hak ile yarattı. O,
koştukları ortaklardan uzaktır (münezzehtir).
1.
"Allah'ın emri gelmiştir."
Âyetinin bu
kısmını, "Allah'ın emri gelecektir" şeklinde manalandırmak daha doğru
olacaktır. İşte yukarıda, müşriklerin acele ettiği ve alaya aldıkları azabın
geleceğini ve bu konuda acele etmemelerini söyleyerek onlara cevap
verilmektedir.
Onların
istediği, acele ettiği azap nasıl bir azaptı? Bu sorunun cevabını Enfâl 32. âyetle
verebiliriz: Cip "Hani (o kâfirler) bir zaman da: 'Ey Allah'ım! Eğer bu
kitap senin katından gelmiş bir gerçekse üzerimize gökten taş yağdır; yahut
bize elem verici bir azap getir!' demişlerdi."
Kâfirlerin taş
yağması veya elem verici azap istemeleri bir alaycı meydan okumadır. Kur'ân'm
ilâhî vahy olmadığı konusundaki şüphelerinin, görüş ve iddialarının dillerinden
dökülüş şeklidir. Onların bu küstahça tavırlarının cevabı, yorumunu yapmakta
olduğumuz Nahl 1. âyettir. Onlar bu azabı istiyorlardı ama Hz. Peygamber
onlara, onu getirmenin kendi kudretinde olmadığını söyleyen âyetleri Allah'tan
almıştı (En'âm 6/57-58; Yûnus 10/50-51).
Yüce Allah'ın,
etâ fiilini geçmiş zaman kalıbında
getirmesinin sebebi azabın mutlaka geleceğine işaret etmektir.
"Geldi", aslında "gelecek" demektir. Çünkü Nahl sûresi
Mekke'de inmiştir. Müşriklerin, yani kâfirlerin ağır yenilgileri, öldürülmeleri
ve iktidarlarını kaybetmeleri Medine döneminde olmuştur. Kur'ân'in bu konudaki
temel ilkesi: "Halbuki sen onların içinde iken Allah, onlara azap edecek
değildir" (Enfâl 8/33) dir. Mekke'de aynı sosyal ortamda onlara ceza
gelmesi müminlere de gelmesi demek olacaktı. Hicret ettirip toplumları
ayırdıktan sonra cezalandırma başlamıştır.
2.
emrullâh yani
"Allah'ın emri"nden kasıt nedir? Sorusunun cevabını Hûd 40 ile
vermemiz mümkündür: "Nihayet emrimiz gelip de sular coşup yükselmeye
başlayınca." Buradaki emir, Nûh tufanının gerçekleşmesidir.
Demek ki,
müşrikleri çeşitli şekillerde cezalandırmadan önce Yüce Allah, onları
cezalandırmaya karar verdi; ama bu kararın tatbikatı daha sonra olduğu için
"Allah'ın emri gelecektir" ifadesine yer vermiştir.
3. Genelde
peygamberlerin
uyarılarında, kötü davranışların sonucunun ceza ile biteceği
meselesi vardı. Onlara inanmayanlar da bu azabın hemen gelmesini isterlerdi.
Bizim peygamberimizden de aynı şekilde alay edercesine, kötü fiillerine
verilecek olan cezanı" berrer.gelmesini istiyorlardı.
İşte bunun
üzerine Yüce Allah Nahl sûresinin birinci âyetini göndermiştir. Aslında bu âyet
Hicr sûresinin 95. âyetinde yer alan alaya alma konusuna açıklık getirmektedir.
Şimdi
insanların, özellikle kâfirlerin azap konusunda nasıl acele ettiklerini
Kur'ân'dan âyetlerle açıklayabiliriz:
a)
"De ki: Ne dersiniz? Allah'ın azabı
size geceleyin veya gündüzün gelirse (ne yapacaksınız?) Suçlular ondan
hangisini istemekle acele ediyorlar?" (Yûnus 10/50). Demek ki müşrikler, Hz.
Peygamber'in uyarısında yer alan istikbaldeki azabın gelmesi için acele
ediyorlardı. Ona cevaben bu âyet inmiştir.
b)
"Onlar bizim azabımızı mı çabuk istiyorlar?"
(Şu'arâ, 204; Sâffât 37/176). Müşrikler kesintisiz bir şekilde delil veya
mu'cize olarak Allah'ın azabının gelmesini istiyorlardı.
c)
"Onlar senden azabın çabuk gelmesini istiyorlar.
Allah vaadinden asla dönmez" (Hacc 22/47). Sâffât 176'da sorulan sorunun
cevabını bu âyet vermektedir.
d) "Senden azabı çarçabuk istiyorlar. Eğer önceden
tayin edilmiş bir vade olmasaydı, azap elbette onlara gelip çatmıştı. Fakat
onlar farkında değilken o ansızın kendilerine geliverecektir. Evet senden azabı
çarçabuk istiyorlar. Hiç şüpheleri olmasın, cehennem kâfirleri
kuşatacaktır" ('Ankebût 29/53-54).
Bu âyetlerde
Yüce Allah'ın, azabı acele göndermediği, azabın bir kısmını âhirette cehenneme
bıraktığı açıklanmaktadır.
e)
"Nihayet onu, vadilerine doğru yayılan bir bulut
şeklinde görünce; 'bu bize yağmur yağdıracak yaygın bir buluttur', dediler.
Hayır! O, sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir. İçinde acı azap bulunan bir
rüzgardır" (Ahkâf 46/24).
Ahkâf halkı da
ilgili sûrenin 22. âyetinde Hz. Hûd ile alay edercesine, uyanda bulunduğu azabı
hemen getirmesini istediler. Bundan anlıyoruz ki, iman etmeyenler uyarılarla
alay ederken, azabın gelmesinde acele etmişlerdir. Kâfirlerin ortak
özelliklerinden biri de budur.
4. "Allah onların koştukları ortaklardan u-zaktır,
yücedir."
İnsanlar kendi
fikirleri ile, ya da kendi elleriyle tanrılarını yapar, sonra da dönüp onlara
tapınırlar. Beşerin böyle sapıklıkları vardır. Eliyle tanrısını yapar, sonra da
tapar. Allah'ı bildiği halde bazı varlıklara da tanrısal nitelikler vererek
Allah'a ortak koşar. İşte dinlerin tüm mücadelesi insanları bu sapık inançtan
kurtarıp tevhîd inancını kabullenmelerini temin etmektir.
Beşerin sahte
tanrıları, putlar gibi cansız şekiller olduğu gibi başka insan ve kendi nefsi
de olabilir.
a) "(Firavun) 'ben, sizin yüce rabbinizim',
dedi" (Nazi'ât 79/24). İnsan kendini tanrı yerine koymuştur ve
koymaktadır. Firavun tanrı fikrini biliyor, tanrının var olduğuna da inanıyordu
ama, kendini tanrı olarak halka kabul ettirmeye çalışıyordu.
b)
"Heva ve hevesini tanrı edineni gördün mü?"
(Câsiye 45/23). Burada da insanın, kendi nefsini, yani kötü arzularını tanrı
haline getirip taptığını görüyoruz. Bazen insanın tanrısı kendi içinde oluyor,
kendi içinde kurduğu mabedinde ona tapınıyor.
c)
"Andolsun Allah, üçün üçüncüsüdür diyenler de
kâfir olmuşlardır. Halbuki bir tek Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur"
(Mâide 7/73). Hıristiyanlar da Yahudiler gibi peygamberlerini tanrı edindiler.
d)
"Gördünüz mü o Lât ve Uzzâ'yı? Ve üçüncüleri olan
ötekini, Menâfi" (Necm 53/19-20).
Bunlar da
Arapların sahte tanrılık özelliklerini verdikleri sembollerdir ve çok tanrılı
inanış şeklini bize anlatmaktadır. Bu sahte tanrıların Hicaz ve Necd'de
heykelleri vardı.
Eski Yunandaki
Zeus, Apollo ve Artemis tanrılarının temsil ettiği çok tanrılı inanış biçimi de
vardı.
İşte burada
verdiğimiz âyetlerde insanların tarihte nasıl sahte tanrılar edinip Allah'a
şirk koştuklarını görüyoruz.
Yorumunu
yaptığımız Nahl 1. âyete dönersek, Yüce Allah, sübhân yani noksanlıktan ve eşten uzak olduğunu, onların ortak
koştuklarından yüce olduğunu vurgulamaktadır. Noksanlıktan uzak olmayan, sahte
tanrılardan yüce olmayan varlık Allah olamaz. Böylece Yüce Allah sahte
tanrılarla kendisi arasındaki farkın farkedilmesini istemektedir. Farkı
farkedemeyen insanlar kendi uydurdukları tanrılara tapmaktan kendilerini
kurtaramazlar. Kur'ân daima insana farkı farketmenin yollarını öğretmekte ve
onun için kendisine Furkân ismini
vermektedir. Böylece Yüce Allah, insanların uydurdukları şirk kültürünü
temelinden sarsmakta ve köklerini temizlemektedir.
Ama şirk
kültürü amipler gibi çoğalıp her çağın insanını etkilemiş ve etkilemektedir.
İnsanın olduğu her ortamda bu şirkin kalıntıları virüsler gibi yaşamaktadır.
Bazı virüsler çeşitli ilişkilerle bulaşır; şirk kültürü de şeytanın vesvesesi
ve cehaletle bulaşmaktadır. Cahil beyinlere sahip insanların gönülleri
virüslerin üremesine ve bulaşmasına en verimli ortamı hazırlamaktadır. Tevhîd
inancının tam yerleşmediği gönüller, her zaman bu şirk virüslerine açıktır.
İşte beş vakit namazını kılıp şirk koşan müslümanların varlığı buna delil
olmaktadır.
Tevhîd
inancının eğitimini yaparken Yüce Allah şirk ile mücadeleden işe başlıyor.
Çünkü şirkin bulunduğu gönüle tevhîd inancını soksanız bile kalıcı olamaz.
Tıpkı demirin pasını zımparalamadan önce vurulan boyanın tutmayacağı gibi. Önce
şirk temizlenecek, ondan sonra tevhîd inancı aşılanacaktır.
5.
"Allah kendi emri ile melekleri kullarından
dilediği kimseye ruh ile, 'benden başka tanrı olmadığına dair uyanda bulunun ve
benden sakının' diye indirir."
Bu âyetten yani Nahl 2'den çıkaracağımız
önemli neticeler vardır:
a) "Allah kendi emri ile melekleri kullarından
dilediği kimseye ruh ile indirir." Âlimler
yünezzilü "indirir"
kelimesinin okunuşu ve okunuşuna göre manası üzerine çok durmuşlardır.
Açıklamalarındaki rivayetlere dönmek istemiyoruz. "Allah meleklerini
indirir" demekle yetiniyoruz.
Ancak âyetin
bu kısmında üzerine durulması gereken kavram rûh ve "dilediği kimseye" ifadesidir.
Melekler rûh ile beraber iniyorlar. Buradaki rûh meleklerin taşıdığı şeydir. Allah'ın
kuluna onu getirdiklerine göre ve bu kulun peygamber seçildiğini düşünürken
onun "vahy" olduğunu söyleyebiliriz.
Peki âyetin bu
kısmındaki ruhun vahy olduğunu nasıl
ispat ederiz?
i. "Dereceleri yükselten Arş'in sahibi Allah,
kavuşma günüyle korkutmak için kullarından dilediğine emrinden olan ruhu
indirir" (Mü'min 40/15).
Âhiretle
ilgili uyarıda bulunmak üzere ruhu gönderdiğine
göre, bu rûh vahyi, yani mesajı
ifade etmiş olmaktadır.
ii. "İşte böylece, sana da emrimizden bir rûh
vahyettik" (Şûra 42/52). Bu âyetten de anlıyoruz ki, ruhtan maksat Hz.
Peygambere vahyedilen Kur'ân'dır. Yüce Allah "vahyine" can, yani rûh demektedir. Bu anlamda Kur'ân'm bir
ismi ya da sıfatı da ruhtur.
Şimdi bu
âyetlerin ışığında yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 2'ye dönersek, oradaki rûh kelimesinin "vahy" anlamına
geldiğini söylemekte hiçbir sakınca görmüyoruz. Ancak bu yorumu hemen hemen
bütün âlimler yapmaktadır.
Burada
soracağımız diğer bir soru da şudur: Rûh
ile vahy arasında ne alaka vardır ki, Yüce Allah vahy demek yerine rûh demiştir? Âlimler rûh kelimesinin, "can, hayat soluğu,
ilham", yani "esin" ve özellikle de "vahy" anlamına
geldiğini söylemektedirler. Zemahşerî, hem yorumunu yapmakta olduğumuz âyetteki
hem de Şûra 52'deki rûh kelimesine,
"bilgisizlikten dolayı ölü haline gelen kalbe hayat verdiği için vahye rûh dendiğini" söylemektedir. Canın
bedendeki görevi ne ise, vahyin de din korusunda kalbde yaptığı görev odur
(Zemahşerî, age, II, 400).
Zemahşerî ve
onun bu görüşünü nakleden diğer âlimler, rûh ile vahyin can verme, hayat soluğu
olma özelliklerinde birleşerek bu yorumu yapmışlardır. Biz de onların bu
açıklamasına katılıyoruz ve açıklamalarını biraz daha ileri götürmek
istiyoruz. Kalbi ölü haline getiren sebeplerden biri bilgisizlik olduğu kadar
işin içinde imansızlık da vardır.
"Kullarından
dilediği kimseye" ifadesinden. "peygamberine" manasını
anlıyoruz. Burada şu soruyu sorabiliriz: Yüce Allah kullarından dilediğine
vahyini melekler vasıtası ile indirdiğini niçin söylüyor? Bu soruya Zuhruf 31
ile cevap verebiliriz:
"Ve
dediler ki: Bu Kur'ân iki şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıydı?"
İşte Yüce Allah, Mekke'nin inanmayanlarının bu sözüne karşılık bir cevap
niteliğinde bu âyeti indirmiştir. "Kur'ân, Mekke ve Tâif in üstün bir
statüye sahip olan zengin ulularına inmesi gerekmez miydi?" demeleri
etkili olmuştur. Bunu söylerken kastettikleri kişiler Velîd b. Muğîre ve Ebû
'Amr b. Umeyr es-Sakafî idi. Birincisi Mekke'nin, ikincisi de Tâif in
ululanndandı. Kimin peygamber olacağını zenginlik, soyluluk ve ululuk
belirlemez, Allah'ın dilemesi belirler. Yüce Allah bunu insanlara öğretmek
için âyetin bu kısmına yer vermiştir.
"Bu, Allah'ın lütfudur. Onu dilediğine
verir. Allah büyük lütuf sahibidir" (Cum'a 62/4) buyurulurken de
kasdedilen peygamberliktir. Demek ki, peygamberliğin kime verileceği veya kimin
peygamber seçileceği tamamen Allah'ın dilemesine aittir. Ne halkın ne de
peygamber seçilenin dilemesi bunda rol oynar.
b)
"Benden başka tanrı olmadığına dair uyarıda
bulunun ve benden sakının diye (indirir)."
Âyetin bu
kısmı birinci âyetin devamı durumundadır. Yüce Allah birinci âyette kendisine
eş koşulanlardan hem uzak hem de "yüce" olduğunu söyleyerek şirk ile
mücadele verilmesini istemişti; ikinci âyette de tevhîd inancını gündeme
getirmektedir. Tevhîd inancının öğretilme görevi de peygambere yüklenmekte ve
peygamber seçmenin temel sebeplerinden biri olarak bu görev belirlenmektedir.
Rûh'un yani vahyin, niçin seçilen peygamberlere gönderildiğine de işte bu
cümlelerle açıklama getirilmektedir.
Âyetin bu
kısmındaki en enzirû ifadesi, "uyarıda bulunun",
yani "bildirin", "öğretin" anlamına gelmektedir.
Vahyin
gönderilmesinin bu âyetteki ikinci amacı fettekûn "benden sakının", "bana karşı görev bilincinde
olun" ifadesi olarak belirlenmektedir. Böylece şirki terkedip tevhîd
inancını kabullenmenin takva denen rûh olgunluğuna, manevî bağışıklık sistemine
götürdüğüne dikkat çekilmektedir. Şirkten uzak kalma, tevhîd inancını benimseme
gibi ö-nemli ilkeler, takvanın olmazsa olmazını teşkil etmektedir.
"Allah"
a karşı sorumluluğunun bilincinde olma şeklinde tanımlanan takva, ahlâkın temelini oluşturmaktadır.
Haramlardan sakınma bu bilincin hayata geçirilmesi anlamına geldiğine göre, bu
sakınma da ahlâkın temelini teşkil etmektedir.
Netice olarak
diyebiliriz ki, gönlü şirkten temizlemek, Allah'tan başka tanrı olmadığına
inanmak ve Allah'tan sakınarak günah işleme-mek Nahl sûresinin ilk iki âyetinin
içeriğini oluşturmakta, aynı zamanda bunlar ilâhî vahyin öğretiminin amacını
teşkil etmektedir. Böylece Yüce Allah din eğitiminin ilk amacını tesbit etmiş
ve gönülden başlanmasını ilke olarak koymuştur.
6.
"Allah gökleri ve yeri hak ile yarattı. O,
koştukları ortaklardan uzaktır (münezzehtir)." Bu âyet
Hicr sûresinin
85. âyetinin devamı durumundadır:
"Biz
gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri ancak hak ile
yarattık."
Nahl 3. âyetin amacı şirki ortadan kaldırmak olduğu halde, Hicr 85'in amacı
kıyametin kopacağını öğretmektir; başka bir.ifade ile yaratılanın mutlaka bir
olgusunun olacağını öğretmektir. Nahl 3'te yaratma sıfatının, eşsizliğin
temelini teşkil ettiğini bildirmektedir.
İnsan beyni,
kâinatın gerçekliğinden hareket ederek, onu yaratanın eşi-benzeri olmadığı
ilkesine ulaşmayı gerçekleştirme eğitimini vermekte, kâinat kitabını okurken
"yaratma" eylemi ile Allah'ı tanımayı amaç edinmektedir.[2]
4. O, insanı
nuîfeden yarattı. Öyleyken, insan apaçık bir hasım kesildi.
Yüce Allah
Nisa l'de insanı "bir cevherden" yarattığını söylerken, eşeysiz
yaratılma safhasına işaret etmişti. Bu âyette ise "eşeyli" yaratılma
safhasına dikkat çekmektedir. 1."O,
insanı nutfeden yarattı." Ayetin bu kısmındaki nutfe kelimesi, "saf su,
erlik suyu" demek olan "meni" anlamına gelmektedir. Kadının
yumurtasını dölleyen erlik suyunun içinde de spermler vardır.
İnsan
sûresinin 2. âyetinde "karışık su" anlamına gelen nutfe-i emşâc ifadesi yer almaktadır. Bu da
spermin yumurtayı döllemiş halidir. Bu ve buna benzer âyetleriyle Yüce Allah
insanın önüne kendi yaratışının kitabını ve o kitapta yer alan kanunlarını
koymaktadır. Onun için ona şu emri vermektedir: "İnsan neden yaratıldığına
bir baksın!" (Tank 86/5). Bunun anlamı, hangi maddeden yaratıldığını araştırsın,
incelesin, tetkik etsin demektir.
Ama
araştırmasında ona yol da göstermektedir: "Atılan bir sudan yaratıldı ki o
su, sırt ile göğüs kafesi arasından çıkar" (Tank 86/6-7). Böylece Yüce
Allah "meni" denen erlik suyunun nereden gelip dışarı çıktığına da
işaret etmekte, araştırmanın nereden başlanacağını belirlemektedir.
Nahl 3. âyette
göklerin ve yerin yaratılışından bahsedip sonra insanın yaratılışına geçmesi,
uzaktan yakına metodunu kullanarak dersini verdiği anlamına gelmektedir.
Uzaktan yakına metodu, daha çok yetişkinler için kullanılan bir öğretim
metodudur.
2.
"Öyleyken, insan apaçık bir hasım kesildi."
Aynı konuya Yâsîn 77'de de değinilmektedir:
"İnsan
görmez mi, biz onu meniden yarattık. Bir de bakıyorsunuz ki, apaçık düşman
kesilmiş."
Yorumunu
yapmakta olduğumuz Nahl 4 ile Yâsîn 77'nin nüzul sebebi şudur: Übeyy b. Halef el-Cumahî
Hz. Peygambere gelerek eline aldığı çürümüş kemikleri gösterdi ve çürümüş
kemikleri mi Allah'ın dirilteceğini sormuş. Bu sorusundaki tavrı inkâr idi.
Bunun üzerine Yâsîn sûresinin 77. âyeti ile Nahl sûresinin 4. âyeti
indirilmiştir[3]. Yâsîn 78'de bu
insanın tavrı şöyle açıklanmaktadır: "Kendi yaratılışını unutarak bize
karşı misal getirmeye kalkışıyor ve şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?
diyor." Yukarıda naklettiğimiz nüzul sebebinde sadece isim tesbit
edilmiştir. Çünkü 78. âyet 77. âyetin hangi sebeple vahyedildiğini
açıklamaktadır.
Yüce Allah
atılan ve üzerine değdiğinde pis kabul edilen bir sudan, meniden yaratılan
insanın nankör davranıp Allah'ına hasım, düşman kesilmesi ve bunu açıktan
yapmasının sebebini Yâsîn 78'de "kendi yaratılışını unutması" olarak
belirlemektedir.
Âyette geçen
mübîn "apaçık" kelimesi,
"içindeki husumeti dışa vuran, amansız" anlamına gelmektedir.
Bu noktadan
hareketle diyebiliriz ki, insan kendi yaratılışını incelerse varacağı bilginin
sonucunda Allah'a karşı hasımlığını, nankörlüğünü önlemiş olacaktır. İşte
bilimsel bilginin, hem psikolojik hem de dinî olarak doğurduğu netice bu
âyetlerde net olarak görülmektedir. Bilimsel bilgiden psikolojik değişime,
oradan Allah ile olan ilişkilerdeki düzelmeye giden bir dizi değişim meydana
gelmektedir.
Yüce Allah,
Nahl sûresinin 3. âyetinde göksel ve yerel bilimlerden tevhîd inancına geçişi;
4. âyette de biyoloji biliminin bilgisi ile husûmetin yani inkârın ortadan
kalkışına gidişi açıklamaktadır. Böylece din eğitiminin programında göksel,
yerel ve biyolojik bilimlerinin yer alması da önerilmektedir. Bu bilgilerle
donanmış olmak şirkten ve Allah'a hasım kesilmekten insanı kurtaracak ve tevhîd
inancının kökleşmesini temin edecektir.
Kur'ân'in
diğer sûrelerine de dikkatle bakıldığında pek çok âyetin insanları, kâinatı
araştırmaya sevkedici olduğu gerçeği rahatlıkla görülebilecektir.
[4]
5. O,
hayvanları da yaratmıştır. Onlarda sizi sıcak tutacak ve daha bir çok faydalı
şeyler vardır. Onlardan kimini de yersiniz.
6. Akşamleyin
getirirken de sabahleyin salıverirken de onlarda sizin için bir güzellik
vardır.
7. Hayvanlar
kendi kendinize zor varacağınız kentlere ağırlıklarınızı taşırlar. Doğrusu
Rabb'iniz affedici ve merhamet sahibidir.
8. Atları,
katırları ve eşekleri binmeniz ve süs için yarattı. Bilmediğiniz nice şeyler
yaratmaktadır.
9. Yolun
doğrusu Allah 'indir. Yolun eğrisi de vardır. O, dileseydi hepinizi doğru yola
iletirdi.
10. Gökten
size su indiren O'dur. İçeceğiniz ondandır, hayvanları otlattığınız bitkiler de
onunla biter.
11. Allah, o
su ile size, ekinler, zeytinler ve hurma ağaçları, bağlar ve her türlü ürünü
yetiştirir. Düşünen topluma bunda ders vardır.
11. Geceyi,
gündüzü, Güneş'i, Ay'ı sizin için boyunduruk altına almıştır. Yıldızlar onun
buyruğuna boyun eğmektedir. Aklını kullananlara bunda ibretler vardır.
13. Yeryüzünde
rengarenk şeyleri de sizin için yaratmıştır. Öğüt alacak topluma bunda ders
vardır.
14. Taze et
yemeniz, takındığınız süsleri elde etmeniz, Allah 'in bol nimet(ler)inden
faydalanmanız ve şükretmeniz için gemilerin de yara yara gittiğini gördüğün denize
boyun eğdiren de O'dur.
15-16. Sizi sallar diye yeryüzüne sabit
dağlar, ırmaklar ve doğru yolda olasınız diye yollar, işaretler yerleştirdi.
Onlar yıldızlarla da yol bulurlar.
17. Yaratan,
yaratmayana hiç benzer mi? Düşünüp anlamaz mısınız?
Sûremizin adı, bir hayvan ismi olması
sebebiyle, beşinci âyetten i-tibaren bu sûrede çeşitli hayvanlarla ilgili
dersler ve öğütler verilmektedir. Çeşitli hayvanların insanoğluna sağladığı
çeşitli faydalar bu bölümde işlenmektedir. Ayetleri teker teker açıklama
yerine genel manada içerdikleri konulara göre açıklamayı uygun görüyoruz.
1. "Fayda" kavramına göre hayvanlar kitabını
okumak
Yüce Allah
"faydası" olmayan hiçbir şey yaratmamıştır. Faydadan amaç da, insanın
ihtiyaçlarını gidermektir. İnsan bu ihtiyaçlarını giderirken aklını
kullanacak, düşünecek ve o faydaları kendine temin eden varlığa ulaşacaktır.
a) Hayvanların yününden istifade edip soğuk havanın
etkisinden korunuruz. Yorumunu yaptığımız Nahl 5. âyette geçen el-en'âm kelimesi,
"dört bacaklı, çifte tırnaklı ve geviş getiren, eti yenen
hayvanlar"dır. Koyun, deve, keçi, sığır, manda cinsinden hayvanlar Beşinci
âyette geçen leküm kelimesi "sizin için"' anlamına gelmektedir. Demek
ki Yüce Allah eti yenen hayvanları insan için, yani onun faydasına yarattığını
ifade etmekte ve bizim bu hayvan türlerinden hangi faydaları sağlayacağımızı da
açıklamaktadır:
b)
"Onlarda sizi sıcak tutacak (maddeler vardır)."
Hayvanların yünü ve derisinin insanları tabiat şartlarına karşı koruyucu
faydası burada difun kelimesiyle
açıklamaktadır. ed-diFu kelimesi
"sıcaklık"
demektir. Bundan hareketle
kendisiyle ısınılan elbiseye
denmektedir.
Yüce Allah
hayvanların insanlara sağladığı faydanın birinci sırasına onların yününden
yapılan elbiseyi koymaktadır.
c)
"Başka faydalar (vardır)." Hayvanlardan elde
edilen başka faydalar ne olabilir? Derilerinden çarık, ayakkabı yaparız; onları
satıp ticari kazançlar elde ederiz. Beşinci âyette geçen menafi'u kelimesi "faydalar" anlamına
gelmektedir. Genel bir kavram olması nedeniyle, insanların kültürlerine göre
faydalar temin edeceklerini ifade etmektedir.
Hayvanlardan istifade etmenin de bir kültürü vardır. Her kültüre mensup insanlar
bu faydaları kendileri bulacaklardır.
d)
"Onlardan kimini de yersiniz." Yüce Allah'ın
hayvanların etinden beslenmeyi üçüncü sıraya koymuş olması manidardır.
Aslında
beslenmenin, temel ihtiyaçların başında gelmesine rağmen bu rada üçüncü sıraya
düşmesinin bize göre sebebi, "beslenmenin sadece hayvansal gıdalarla
olmaması"dır.
Yüce Allah'ın
kudretini anlamak için insanın, önündeki sofrada yer alan hayvansal gıdalara
bakması önerilmektedir. Bu tür gıdaların nereden geldiğinin araştırılması,
kaynağa doğru düşünceyi akıtmak bir ev ödevi olarak verilmektedir. İnsanın,
kendisine sağlanan faydadan hareket ederek Allah'a varabileceğinin metodu
öğretilmektedir.
2.
"Güzellik" kavramına göre hayvanlar
kitabını okumak
"Akşamleyin
getirirken de sabahleyin salıverirken de
onlarda sizin için bir güzellik vardır." Bundan önceki âyette temel
ihtiyaçlardan olan beslenme ve korunma ele alınırken bu âyette duygusal boyut,
yani güzellik anlatılmaktadır.
a)
Bu âyette revâh
denen "hayvanların meradan dönüşündeki güzellik" gündeme
getirilirken insanın duygusal boyutu işlenmekte, onun işlerliğinin önemi
vurgulanmaktadır. Yüce Allah insanın faydasını düşünürken duygu boyutunu da
ihmal etmemektedir. Biyolojik yapısındaki ihtiyacın ardından duygusal bakımdan
güzellik de önemsenmektedir.
b)
Serâh kelimesi
de "sabahleyin hayvanları ahırdan çıkarıp otlağa salıvermek" anlamına
gelmektedir.
Hayvanların
toplu halde otlağa gidişleri ile akşamleyin dönüşleri gerçekten insanlara zevk
veren ve güzellik duygusunu harekete geçiren bir oluşum olmaktadır.
Hayvanların bu
durumu, insanın sahiplenme duygusunu da tatmin eden bir niteliğe sahiptir.
İnsan, sahip olduğu kalabalık hayvan sürüsünden iftihar eder ve iftihar
etmenin özünü de güzellik duygusu oluşturur. Sürü sahipleri, hayvanların toplu
halde otlağa gidiş-gelişinden haz duyar ve onları seyrederken içini bir
güzellik duygusu kaplar. Aslında bu duyguyu takip etse insan Allah'a
varacaktır. Çünkü duygu alanı, özellikle güzellik duygusu insanı kaynağına
götürür. Tıpkı "koku"nun, kaynağı olan çiçeğe götürdüğü gibi. Bir
yerde gül kokusu varsa, hemen gülü a-rarsınız. Yüce Allah da hayvanların
hareketindeki güzellik ve onun harekete geçirdiği güzellik duygusu da
kaynağını araştırıp bulmayı ön görmektedir.
3. "Taşımacılıkta" hayvanlar kitabını okumak
"Hayvanlar,
kendi kendinize zor varacağınız kentlere ağırlıklarınızı taşırlar. Rabb'iniz
affedici ve merhamet sahibidir."
Bu âyetle Yüce
Allah hayvanlardan faydalanmanın üçüncü gurubunu ele almaktadır. Eskiden yük taşımacılığında
çoğunlukla hayvanlar kullanılırdı. Halen dünyanın pek çok yerinde durum
aynıdır. Eskiden ordularda süvari birlikleri olurdu. Şimdi ise mekanize
birlikleri onunyerini almıştır. Artık teknoloji taşımacılıkta çeşitli taşıtları
kullanmaktadır. Taşıtların gidemediği yerlerde hayvanlar kullanılmaktadır.
Yüce Allah
insanın oturup şunu düşünmesini istiyor: Bir tarafta binek olan ve yük taşıyan
at, katır ve eşek gibi hayvanlar; diğer tarafta sütünden, etinden, derisinden,
kılından istifade edilen hayvanlar yer almaktadır.
Âyette yer
alan bi şıkkı'l-enfüs ifadesi,
"yarı canınız tükenmesi ile" anlamına gelmektedir. İfadedeki şıkk "güçlük, masakkat'" anlamına
gelirken şakk şeklindeki kalıbı da
"bir şeyin yarısı" demektir.
Râzî, şıkk kelimesini "güçlük ve
meşakkat" anlamına aldığından manayı: "Sizlerin ancak güçlük ve
meşakkatle ulaşabileceğiniz" şeklinde vermektedir.[5] Her hayvan türü bu görevi yerine getirmemektedir.
Yüce Allah insanın ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde hayvan türleri
yaratmıştır. İşte insanın gönlünü Allah'a götürecek en etkili tarafı da budur.
Yüce Allah
taşımacılık için yarattığı hayvanları hangi sıfatları gereği yaratmıştır?
Âyetin sonunda bu soru cevaplandırılmaktadır. Affediciliği ve merhameti gereği
bunu yapmıştır. Yüce Allah merhameti gereği insanların güçlük ve meşakkat
çekmelerini istememekte, onlara yardım olsun diye bu tür hayvanları
yaratmaktadır.
Yorumunu
yapmakta olduğumuz Çahl 8'de de bu tip hayvanların görevi anlatılmaktadır:
"Atları, katırları ve eşekleri, binmeniz için ve süs olsunlar diye
yarattı. Bilmediğiniz daha nice şeyler yaratmaktadır."
Bu âyette
geçen hayvanların bir önceki âyette aslî görevleri, yani insanın yük taşıma,
nakliyat için temel ihtiyaçlarını gidermek olarak tesbit edilirken; 8. âyette
zaruri olmayan işleri açıklanmaktadır. Binmek ve süs olarak kullanıldıkları
söylenirken asli görevleri değil, ikinci görevleri sayılmış olmaktadır.
8. âyetin
sonunda "Bilmediğiniz daha nice şeyler yaratmaktadır" buyurulurken,
yaratılanlar konusunda insan bilgisinin sınırlı olduğuna işaret edilmektedir.
İşte hayvanlar âleminden bize sunulan bu bilgilerden hareket ederek
bilmediklerimizi ortaya çıkarmamız bize ödev olarak verilmektedir.
Bilinmeyenleri bilinir hale getirmek için insan çalışmalı, tabiat kitabından
hayvanlar âlemini iyi tetkik etmelidir.
Bu âyette Yüce
Allah'ın, kâinattaki yaratma sisteminin devam ettiği, bu âlemin, yaratılıp
kendi haline terk edilmediği, "O, her an yaratma halindedir" (Rahman
55/29) ifadesinde bu yaratmanın her an devam etmekte olduğu bize
hatırlatılmaktadır.
4. Doğru yol kimindir?
"Yolun
doğrusu Allah'ındır. Yolun eğrisi de vardır, ö, dileseydi hepinizi doğru yola
iletirdi." Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 9. âyetten çıkaracağımız neticeler
vardır.
a)
alellâh ifadesi, "Allah'a düşer, Allah'a
aittir" manasına gelmektedir. Yaratıcı olan Allah olduğuna göre, doğru
yola iletmek, doğru yolu göstermek, doğru yolun ne olduğunu öğretmek de ona
düşer demektir. Başka bir ifade ile "doğru yola iletmek" başkalarının
görevi değildir; onlar bunu yapamazlar demektir.
Bunun bir
benzeri de Bakara 272'deki İOi- jJJ leyse 'aleyke "sana ait değildir, sana
düşmez, senin görevin değildir" anlamına gelen ifadedir. Bakara 272'de
"sana düşmez" denirken, Nahl 9'da "Allah'a düşer" denmektedir.
Bu iki âyet birbirinin devamı durumundadır.
b)
Râzî, kasdü's-sebîl "yolun doğrusu" şeklinde
âyette yer alan jlii kasa kelimesinin "dümdüz, gaye" anlamına
geldiğini söylemektedir. Kasdu's-sebîl de, "doğru yol",
"maksada, yani gayeye ulaştıran yol" demektir.
Demek ki,
gayeye ulaştıran doğru yol Allah'a aittir, yani o yola
ancak o
ulaştırabilir; bu yola ulaştırma işini kimse beceremez. Bunun da
Bakara 272'nin devamı olduğunu görüyoruz.
"Onları
doğru yola iletmek sana ait değildir. Lakin Allah dileyeni
doğru yola
iletir." Bu hitap birinci elden Hz. Peygamber'e yöneliktir. Bundan
hareketle diyebiliriz ki, doğru yolu tesis etmek, belirlemek ya da insanı
gayesine ulaştıracak yolu yapılandırmak Allah'tan başka kimsenin selahiyet
alanına girmemektedir. Bu faaliyet alanı tamamen Allah'ın kudretindedir ve
O'nun eğitim alanına girmektedir. İnsan da aklı ve iradesi ile kendini bu
alanının içine atmakla yükümlüdür.
O zaman şu
soruyu sormamız gerekiyor: Doğru yol ya da maksada götüren yol nelerden
teşekkül ediyor? Nahl sûresinin ilk sekiz âyetine baktığımızda bunun, Allah'a
giden tevhîd yolu olduğunu söylememizde hiçbir sakınca yoktur. Tevhîd yolunu
öğretmek, tevhîd yolunun ne olduğunu belirlemek Allah'a düşer; bu iş, O'na
aittir, O'nun faaliyet alanına girmektedir.
Âyetteki sebîl kelimesini "sırat" anlamında
alırsak bu yol Er/ân i 51-153'e göre hakların, yani ahlâkî kuralların yolu
olmaktadır. Hak ve âhlükn meydana getirdiği yola "sebîl" denmektedir.
"Sebîl", insan aklını, icşcrjcesi-ni Allah'a götüren yoldur, yani
takvanın yoludur (En'âm 6/151-155
Tevhîd yolunu
beşer belirleyemez. Özellikle o yola girme ışı. ilâhi takdire, irâdeye ve güce
kalmıştır.
c) ve minhâ câir "yolun eğrisi de vardır"
demektir. Cevr. "haktan sapmak, tevhîd inancından ayrılmak,
meyletmek" anlamına gelmektedir. Allah'ın yolu tek iken, o yolun dışındakiler
çoktur. Tevtic rncina giden hidâyet yolu tektir; ama şirkin yollan çoktur.
Çokluk insanın sebep olurken, teklik
insanın sapmasına müsaade etmemektedir
Âyetin bu
kısmından şuna varıyoruz: Yüce Allah eğitimim tek taraflı yapmamaktadır. Hakkı
anlatırken bâtılı; doğruyu anlatırken >anlısı: gayeye ulaştıranı açıklarken
gayeden saptıranı da açıklamaktadır Olumlu ile olumsuz tanıtılmazsa eğitim
faydalı olamaz. Her şeyi zıttı ile açıklamak, faydalı ile zararlının ne
olduğunu öğretmek eğitimin başarısını ve kalitesini temin edecektir.
Yolun doğrusu
Allah'a ait iken, yolun eğrisi şeytana, nefse ve kötülüklere aittir. Doğru
yolun ırmağı ilâhî âlemden çıkarken: yanlış yolun ırmağı da şeytanî güçlerden,
nefisten çıkmaktadır. Bu bilinç, mutlaka eğitim tarafından verilmelidir.
d) "O, dileseydi hepinizi doğru yola
iletirdi." Âyetin bu kısmından çıkaracağımız önemli neticeler olacaktır:
Yüce Allah
dileseydi bütün insanları doğru yola getirebiliyordu da neden getirmedi veya
getirmiyor? Başka bir ifade ile, Yüce Allah bazı insanların yanlış yolda
kalmalarını mı istiyor? Bu sorulara şu şekilde cevap verebiliriz:
i. Bunun nedeni, Yüce Allah'ın kulunu doğru yola
iletmediğinden dolayı değil de onu iyi ile kötü, doğru ile yanlış, güzel ile
çirkin, hak ile bâtıl arasında tercih yapmakta serbest bıraktığı içindir. İnsan
diğer varlıklar gibi içgüdüleri ile yaşayan bir varlık olmadığından, kendi
seçenekleri ile yaşayıp, aklını kullanıp bir kültür oluşturarak yaşayan bir
varlık olması için Yüce Allah bu hidâyete erdirme işini yapmamıştır veya
yapmamaktadır. İnsana özgür irade verilmesi ve o iradeye çalışacağı bir alan
bırakılması bakımından böyle takdir edilmiştir.
Yüce Allah bütün insanları doğru yola
iletecek güç ve bilgiye sahiptir:
"De ki:
Hakikatin kesin delili Allah katındadır. Allah dileseydi elbette hepinizi
doğru yola iletirdi" (En'âm 6/149).
ii. Yüce Allah insana serbest irade ya da seçme özgürlüğü
tanıma-saydı zorlama, dayatma olurdu ve işte o zaman insan bir tabiat varlığı
olur, kültür varlığı olamazdı. "Eğer Rabb'in dileseydi yeryüzündekilerin
hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen inanmaları için insanları zorlayacak
mısın? (Yûnus 10/99). Demek ki, insanları iman etmek için zorlamak doğru
değildir ve bu durum Allah'ın özgürlüklerle ilgili uygulamasına ters
düşmektedir. Yüce Allah'ın bu konudaki temel ilkesi şudur:
"Ve de ki: Hak Rabb'indendir. Öyle ise
dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin" (Kehf 18/29). İman etme konusunda
insanın dilemesi önemli bir yer işgal etmektedir. İman etme konusunda kimseye bir
dayatma, bir zorlama yapılamaz.
iii. Dünya hayatı bir imtihan alanıdır. Yüce Allah bütün
insanları doğru yola iletmiş olsaydı, onların tamamını iman ettirmiş olsaydı,
imtihanın bir anlamı, yani âhiretteki ceza ile ödülün de bir manası kalmayacaktı,
"Bir
deneme olarak sizi iyi ve kötü ile imtihan ediyoruz (Enbiyâ 21/35). Yüce Allah
insanların tümünü doğru yola iletmiş olsaydı, dünyada iyi ile kötü kavramı
olmayacaktı. Bir yerde serbest irade ve özgürce seçme var ise, orada ahlâk var
demektir. Zorla yaptırılan bir davranışın ne ahlâk ne de ahlâksızlık anlamı
olur. Ahlâk kültürel varlık olan insan için düşünülür; içgüdüsel varlıklar için
düşünülemez.
Ahlâkın
üzerinde oturduğu değerler sistemi için olmazsa olmazı insanın serbest iradesi
ve özgürce seçimi teşkil etmektedir.
Şimdi yorumunu
yapmakta olduğumuz Nahl 9. âyete dönersek, insanı amacına ulaştıran doğru yol
ile, onun dışında kalan eğri, yanlış, sapık yollar arasında insan özgürce
seçim yapacağı için Allah dayatma ile insanları hidâyete getirmemektedir.
Buradaki doğru yol hidâyeti, hidâyet de iman denen tevhîd inancını ifade
etmektedir.
5. Tabiat kitabını okurken akıl, tefekkür, öğüt alma ve
şükretme değerlerini harekete geçirmek gerekiyor.
Gökten sizd1
su indiren O'dur. İçeceğiniz ondandır; hayvanları otlattığınız bitkiler de
onunla biter. Allah o su ile size ekinler, zeytin ve hurma ağaçları, bağlar ve
her türlü ürünü yetiştirir. Düşünen bir topluma bunda ders vardır."
Yorumunu yaptığımız Nahl 10-11. âyetlerde şunu görüyoruz: Yüce Allah insanların
düşüncelerini harekete geçirip ders almalarını temin etmek için su ile tabiatın
ilişkisini ele almaktadır.
"Su",
ikisi hidrojen birisi oksijen olmak üzere iki gazın bileşiminden meydana
gelmiştir ve canlılığın kökenidir. Vücudun suya olan ihtiyacı onunla
giderilmektedir. Suyun insan sağlığı ve hayatı için ne kadar önemli olduğu
üzerinde düşünülmesi ve ondan ders çıkartılması insanlardan istenmektedir. Su,
bitkilere de hayat vermektedir. İnsan, hayvanlarına yedirdiği bitkilerin su ile
olan ilişkisini mutlaka düşünmelidir.
İnsanların
yediği tahıl, zeytin, hurma ve her türlü ürün ile suyun i-lişkisi, düşünen
insanın önüne konan kanunlar arasında yer almaktadır.
Suyun insan,
bitki ve bütün ürünler ile olan ilişkisi birer âyet, birer kanun, birer ders
niteliğindedir. Ama bu kanun veya dersler düşünen insanlar içindir. Böylece
Yüce Allah suyun tabiata sağladıkları ile insan hayatındaki öneminin iyi
okunmasını istemektedir. Peki düşünen insanların, tabiattaki bu oluşumların su
ile olan ilişkisini tefekkür ederken varacağı nihai nokta ne olacaktır? O suyu
yaratıcı olan ve bilgisi sonsuz olan Allah gökten indirmektedir. Yorumunu
yapmakta olduğumuz 10. âyetin başındaki ifade bunu açıklamaktadır. O zaman hem
düşünce hem de bilgi İslâmîleşmiş olacaktır. Tabiat bilimleri ile özelde
Biyolojinin çeşitli dallan ile uğraşan bilim adamları tabiattaki bu olaylarla
ilgilenip onlar üzerinde düşününce, onları yaratanın Allah olduğu noktasına varınca
tevhîd inancına ulaşmış, bilgisine de İslam boyasını çalmış olacaktır. Suyun
tabiatta yaptıklarından Allah'a giden yolu Allah belirlemiştir. Bu âyetlere
Nahl sûresinde yer verilmesi o yolun kilometre taşlarının tesbiti anlamında
büyük önem arzetmektedir.
6. Akıl ile göksel olayları buluşturuyor.
"Geceyi, gündüzü, Güneş'i, Ay'ı sizin
için boyunduruk altına almıştır. Yıldızlar O'nun buyruğuna boyun eğmektedir.
Aklını kullananlara bunda ibretler vardır."
a) Yüce Allah sehhara kelimesi ile "geceyi,
gündüzü, Güneş'i ve Ay'ı insanın hizmetine sunduğunu" ifade etmektedir.
Yüce Allah tüm kâinatı, göksel cisimleri ve yerel oluşumları insana hizmet
etsinler diye yaratmış, tabii güçleri insanın hizmetine sunmuştur. Onun için
insanlar onlardan her zaman yararlanmaktadır.
Güneş ve Ay'ın
faydası bellidir de, gece ile gündüzün faydası nedir? diye bir soru
sorulabilir. Sorunun cevabını şu âyetlerle verebiliriz:
i.
"Allah, geceyi içinde'dinlenesiniz diye sizin
için yaratan, gündüzü (çalışıp kazanmanız için de) aydınlık kılandır. Şüphesiz
bunda dinleyen bir toplum için dersler vardır" (Yûnus 10/67).
ii. "Rahmetinden ötürü Allah, geceyi ve gündüzü
yarattı ki geceleyin dinlenesiniz; gündüzün O'nun lütfundan arayasınız ve
şükredesiniz" (Kasas 28/73).
Gece ile
gündüzün yaratılmasının amacı, dinlenmek ve çalışmaktır. Bu iki zaman
diliminin insan hayatı için sahip olduğu önem ve temin ettiği fayda
küçümsenemez.
b) Yüce Allah yıldızlan boyun eğdirirken de insanın
faydasını a-maç edinmektedir. Ama dikkat edilirse Yüce Allah onlara görev
vermekte ve onlar bu görevi eksiksiz ve kesintisiz yerine getirmektedir. Çünkü
bahşedilen göksel cisimler ve zaman, verilen göreve ters düşecek bir davranış
sergileyemezler.
c) "Aklını kullananlara bunda ibretler vardır."
Yüce Alfah insana, göksel cisim ve zamana aklı ile yanaşmasını emretmektedir.
Bahsedilen konuların insan hayatına temin ettiklerine akıl ile yaklaşmak
insanın görevi olmaktadır.
Akıl, göksel
cisimlerin hareketi ve zamanın insana sağladıklarından hareketle Allah'a
varmalı, O'na varacak neticeleri çıkartmalıdır. Yerel konularda insan
düşüncesi, göksel konularda da insan aklı harekete geçirilmektedir. Böylece
beşerî eğitimin amaçlarından bazısı da belirlenmektedir. Aklı harekete
geçirmek, doğru düşünme sanatını öğretmek beşerî eğitimin amaçlarının başında
yer almalıdır.
7. Öğüt almak gerekir.
"Yeryüzünde
rengarenk şeyleri de sizin için yaratmıştır. Öğüt olacak topluma bunda ders
vardır." Bu âyetiyle Yüce Allah tabiatın süsüne, sanatsal yönüne, insanın
duygu boyutuna hitap eden kısmına dikkat çekmekte, güzellik duygusunu harekete
geçirmekte, insanın düşüncesine, yani öğüt alma yeteneğine hitap etmektedir.
Tabiat renklerindeki ahenk ve bu ahengin meydana getirdiği eşsiz güzellik insan
gönlünü yumuşatacak niteliktedir.
Netice olarak
diyebiliriz ki Yüce Allah yerel tabiat olayları ile insan düşüncesine; göksel
cisimlerin işleyişi ile insan aklına; tabiatın güzellik boyutu ile de insanın
hatırlayıp öğüt alma yeteneğine hitap etmekte, onları harekete geçirmekte ve
onlardan hareketle Allah'a varmayı öğretmektedir.
8. Nimete şükür gerekir.
Yüce Allah
denizle ilgili nimetleri açıklamaktadır:
"Taze et
yemeniz, takındığınız süsleri elde etmeniz, Allah'ın bol nimet(ler)inden
faydalanmanız ve şükretmeniz için gemilerin de yara yara gittiğini gördüğün
denize boyun eğdiren de O'dur."
Görüldüğü gibi
Yüce Allah tabiatla ilgili kanun ve nimetleri açıklarken önce yerel
olanlarını, sonra da göksel olanlarını açıklamış; burada ise denizle ilgili
olanları ele almıştır.
Yüce Allah'ın,
bu âyetinde denizi bizim hizmetimize sunduğunu, ondan çeşitli şekillerde
faydalanmamıza dikkat çektiğini görüyoruz. Nedir denizdeki bu nimetler?
a) Taze et
"Et"
söz konusu olunca şöyle bir gruplama yapabiliriz: Çifte tırnaklı, geviş
getiren, dört ayaklı davar, inek, deve, manda, ceylan gibi kara hayvanlarının
eti; tavuk cinsi iki bacaklı hayvanların eti; balık cinsi deniz hayvanlarının
eti. Tavuk cinsi deyince kuşlar da bunun içine girmektedir.
Deniz
hayvanlarının insanlara helal kıldığını daha önce Mâide 96'da Yüce Allah
açıklamıştı: "Hem size hem de yolculara fayda olmak üzere deniz avı yapmak
ve onu yemek size helal kılındı."
Diğer eti
helal olan hayvanlar da çeşitli âyetlerde açıkiânraşar: "Koyundan iki
çift, keçiden iki çift" Enam 6/143);
"Deveden de iki çift, sığırdan da" (En'âm
6/144). Yüce Allah'ın, bunlara, etleri için Kur'ân'da yer verdiği de başka bir
âyette açıklanmaktadır:
"Size
dört ayaklı hayvanlar helal kılındı" (Mâide 5/1).
Peki kuş
etlerinin helal olduğunu nereden anlayacağız? Soruya Vâki'a 21 ile cevap
verebiliriz:
"Canlarının
çektiği kuş etleri." Cennette Yüce Allah kullarına kuş eti sunacaktır.
Demek ki kuş eti yenebilir.
Yorumunu
yapmakta olduğumuz Nahl 14'te geçen
lahmen tariyyen "taze et" ifadesi, bütün balık türlerini içine
almaktadır. Âyette etin sıfatı olarak geçen tariyyen kelimesi, "hoş,
leziz, tatlı, taze, yumuşak" anlamına gelmektedir.
Yüce Allah
varlığını ve birliğini bize ispat ederken soframıza koyduğu deniz hayvanlarını
da delil olarak getirmektedir. Tuzlu sudan nasıl da tuzlu olmayan hayvan etini
bize sunmaktadır! Tuzun içinden çıkıyor ama eti tuzsuz! Bu kanun bile Allah'ın
var ve bir olduğuna delil olarak yeterlidir.
b) Süs eşyaları
Yüce Allah'ın,
denizi insanın hizmetine sunmasının ikinci nedeni de "takındığınız süsleri
ondan elde etmeniz için" ifadesidir. Bu süs eşyalarının ne olduğu Rahman
22'de açıklanmaktadır: "O iki denizden inci ve mercan çıkar."
Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 14'ten anlıyoruz ki insanların çeşitli
taşlarla elbiselerini süslemeleri ya da o süs taşlarını vücutlarının çeşitli
yerlerine takmaları caizdir. Sudan inci ve mercanın çıkarılıp süslenilme*:.
rıze Yüce Allah'ın denizdeki kuyumculuğunu hatırlatmakta ve O nu takdir etmemiz gerektiğine işaret
etmektedir. Kur'ân'in evrenselliğini bu âyetten çıkarabiliriz. Denizden çok
u-zakta yaşayan Mekke halkına balık etinden, inci ve mercan gibi süs eşyalarından
bahsetmenin anlamı var mıdır? Bundan anlıyoruz ki, İslam denizaşırı ülkelere de
yayılacak, oralardaki insanların denizle olan ilişkisine dair hükümleri
barındıracaktır.
c) Denizde akıp giden gemiler
Yüce Allah
geminin suda yüzmesini gündeme getirerek, cisimlerin su üstünde kalma, suyun
itme gücü kanununa dikkat çekmektedir. İnsanın, cisimlerin su üstünde durma,
gemilerin suda yüzme olgusunu dikkatle inceleyip oradaki kanunu bulması
gerekiyordu ve buldu da. Arşi-met bunun formülünü ortaya koydu, keşfetti. Ama
Yüce Allah bu kanunla insanlığı Hz. Nuh'un gemisi ile tanıştırmıştı.
Âyette geçen ;
mevâhır kelimesinin kökü olan mahr, "suyu yara yara gitmek, akıp
gitmek" anlamına gelmektedir. Kurtubî'nin, Taberî'den naklettiği mana,
"esen rüzgarın çıkardığı ses"tir.
Gemilerin insana temin ettiği faydalar
bellidir: Yolcu taşımak, yük taşımak vs. Yüce Allah âyette "Allah'ın bol
nimetlerinden faydalanmanız için" buyurmakta ve lütfundan aramamız için
denizciliğin önemini gündeme getirmektedir. Nahl 7 ve 8'de taşımacılıkta
hayvanların önemine dikkat çekilirken burada gemiler gündeme getirilmektedir.
Gemi
teknolojisinin denizcilikteki faydalarını ele alarak ilkel bir topluma medenî
olmanın yollan öğretilmekte ve üniversitedeki programa gemi ile ilgili
derslerin konmasına işaret edilmektedir. Gemi teknolojisinin ticari amaçla
kullanılmasına dikkat çekilerek âyette "Allah'ın lütfundan
arayasınız" ifadesine yer verilmektedir.
Yüce Allah
buraya kadar anlattığı kara, hava ve deniz kanunları ve onlardan insanların
istifade etmesi meselelerini düşünmemiz, aklımızı kullanmamız, öğüt almamız ve
nihayet şükretmemiz için anlatmaktadır. Bütün bunlar, yani aklı kullanma,
düşünme, öğüt alma ve şükretme ara yani vasıta eylemlerdir. Genel sonuç 17.
âyette verilecektir.
9.
Dağların
görevi nedir?
Yüce Allah
tekrar yeryüzüne dönerek oradaki bazı oluşumların nedenlerini açıklamaktadır.
"Sizi
sarsar diye yeryüzüne sabit dağlar, ırmaklar ve doğru yolda olasınız diye
yollar, işaretler yerleştirdi. Onlar yıldızlarla da yol bulurlar."
Yorumunu
yapmakta olduğumuz Nahl 15 ve 16. âyetlerde şu konular ele alınmaktadır:
a) "Sizi sarsar diye yeryüzüne sabit dağlar
attı/yarattı."
Bundan
anlıyoruz ki, dağların yaratılmasının amacı insanların sar-sılmamasıdır. Demek
ki, yeryüzünde sabit dağlar olmasaydı, insanlar çalkalanıp sallanacak, sağlam
olarak ayaklarını yere basıp ayakta duramayacak, sürekli deprem oluyor gibi
hareketlenip sallanacaktı.
Yorumunu
yapmakta olduğumuz Nahl 15'te dağlar revâsiye "sabit dağlar" şeklinde
yer alırken, Nebe 7'de de "direk" veya "destek" anlamına
gelen "evtâd kelimesi ile
isimlendirilmektedir.
Öyle anlaşılıyor ki yer kabuğu jeolojik süreç
içinde şekillenirken Yüce Allah, dengeyi sağlamak için sabit ya da direk denen
dağların o-luşmasını temin etmiştir. Bu dağlar, insan hayatını olumsuz şekilde
etkileyecek olan yer sarsıntılarına engel olacak dengeyi sağlamaktadır. Bu
şekilde yerküre üzerinde hayat devam edebilmektedir.
Aslında
insanların sarsılmamasının yanında bu arada yer kabuğunun varlığını devam
ettirebilmesi de sağlanmaktadır.
i.
"Ve onları sarsmasın diye arz üzerinde sapasağlam
dağlar yerleştirdik" (Enbiyâ 21/31).
ii.
"Sizi sarsmasın diye yeryüzünü sabit dağlar ile
donattı" (Lokman 31/10).
Yüce Allah,
yerkürenin insan ile olan ilişkisinde dağların görevini gündeme taşıyarak kendi
kudretini açıklamaktadır.
b)
"Irmaklar ve doğru yolda olasınız diye yollar,
işaretler yerleştirdi."
Dağların
yerleştirilmesi ile ova, vadi ve vadilerde akan nehirler gündeme gelmektedir.
Bir yerden bir yere gidebilmek için yol ve işaretlerin olması da ondan
kaynaklanmaktadır.
c)
"Onlar yıldızlarla da yol bulurlar."
Yeryüzünde
vadiler, işaretler, gökte de yıldızlarla yol bulunacağına dikkat çekerken Yüce
Allah, yaratılan her varlığın, göksel cismin ve yer şekillerin boşuna
yaratılmadığını ifade etmektedir.
Böylece Nahl 3. âyetten 16. âyete kadar
kâinat kitabından bize bir demet oluşumlar sunmuş ve bu oluşumların incelenerek
hangi neticelere ulaşacağımızı öğretmiş, akıl, düşünce, öğüt alma ve şükretmek
gibi yeteneklerle bu oluşumlara yaklaşıp dersler çıkarmamızı istemiştir.
Bütün bu
anlatımların ardından çıkarılacak genel ilke şudur:
10.
"O halde yaratan, yaratmayan gibi olur mu? Hâlâ
düşünmüyor musunuz?"
Yüce Allah
yer, gök ve denizdeki kanunlara, oluşumlara ve bunların insana sağlağı
faydalara değinirken, onları anlatırken ondan şunu istemektedir:
Yaratanla
yaratmayanın farkını anlaması gerekiyor. Şirki ortadan kaldırıp tevhîd inancını
yerine getirebilmesi için insandan farkı farketmesini istemektedir. Bunu da
düşünce gücü ile yapabileceğini âyetin sonunda belirtmekte ve sorusunu o yönde
sormaktadır: "Hâlâ düşünmüyor musunuz?"
Yüce Allah'ın,
farkın farkedilmesinin yaratma alanında olmasını istemesi manidardır. Çünkü
insanı en çok aciz bırakan, aciz olduğunu hissettiren olgulardan biri
yaratmadır.
Yüce Allah,
insana doğru düşünme sanatını öğretirken, nelerden hareket edip hangi
genellemelere varacağını da göstermekte, tabiat olaylarından hareket eden
insan aklının, Allah ile nasıl bağ kuracağını anlat- maktadır. "Bağ"
anlamına gelen akıl, fiil kalıbında "bağ kurmak" manasını
kazanırken, insanın tabiat olayları arasında bağlar kurarak bilimsel bilgiyi
üreteceğine, oradan yaratıcı Allah ile bağ kuracağına dikkat çekmektedir.
İnsanın uzak
ve yakın fizikî çevresindeki oluşumların, nimetlerin tamamının kendi hizmetine
sunulduğunu farketmesi onu şükür denen ibadete götürecektir.
Yüce Allah o
fizikî çevredeki oluşumların neticesindeki nimetleri anlatırken insanın
beynine, gönlüne hitap etmekte, beyninde aklını kullanarak düşünmesini,
gönlünde şükredip tevhîd inancını kabullenmesini istemektedir. Böylece Yüce
Allah, maddî
oluşumlardan
mana alemindeki çıkarımlara varmanın yolunu öğretmektedir.[6]
Allah'ın
nimetini saymaya kalksanız, onu sayamazsınız. Hakikaten Allah affedici ve
merhamet sahibidir.
Allah
gizlediğinizi de açıkladığınızı da bilir. Allah'ı bırakıp da taptıkları
(varlıklar), hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü onlar kendileri yaratılmışlardır.
Onlar diri
değillerdir, ölüdürler. Ne zaman dirileceklerinin de bilincinde değillerdir.
Tanrınız tek
bir tanrıdır. Ama, âhirete inanmayanların kalpleri inkâr etmektedir. Ve onlar
büyüklük taslarlar.
Doğrusu Allah,
gizlediklerini de açıkladıklarını da bilir. O büyüklük taslayanları asla
sevmez.
24. Onlara: 'Rabbiniz ne indirdi?' denildiği zaman;
'öncekilerin masallarını' derler.
Yüce Allah,
insana temin ettiği nimetlerden hareket ederek, insanı tevhîd inancına
ulaştırmak için rehberlik yapmaktadır. Yukarıda sıralanan 7 âyetten bu konuda
çıkaracağımız neticeler şunlardır:
1. Allah'ın nimetleri sayılamaz: "Allah'ın nimetini
saymaya kalksanız, onu sayamazsınız. Hakikaten Allah affedici ve merhamet
sahibidir."
Bu âyet
İbrahim sûresinin 34. âyetinin devamı durumundadır: "O size istediğiniz
her şeyi
verdi. Allah'ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zâlim,
çok nankördür." Yüce Allah, Nahl sûresinin 3. âyetinden 16. âyetine kadar
insana temin ettiği maddî nimetleri sıralamakta ve ardından sayılamayacak ölçüde
nimetleri olduğunu söylemektedir. İnsanın yaratılıp hayata getirilmesi
nimetinden tutun, ölümüne kadar sahip olduğu nimetler sayım dışındadır. Bu
durum İbrahim 34'te anlatılmıştır.
Ancak bu
âyetin sonunda Yüce Allah'ın affedici ve merhamet sahibi olması neden gündeme
getirilmiştir?
Bu soruyu
cevaplandırmak için yine İbrahim 34'e gitmemiz gerekiyor. Orada sayılmayacak
nimetlere sahip olmasına, Yüce Allah'ın, bu nimetleri kendisine temin etmesine
rağmen insanın zâlim ve nankör olduğuna dikkat çekilmişti. İnsan, nimetleri
yerli yerinde kullanmadığından zâlim; nimetlerin değerini bilip şükretmediği
için de nankör sıfatını almıştır. İşte bu sıfatı almasına rağmen, Yüce Allah
onu affedeceğini, ona merhamet edeceğini Nahl 18'de, yani yorumunu yapmakta
olduğumuz âyette söylemektedir.
2. Allah'ın bilgisi sonsuzdur.
"Allah
gizlediğinizi de açıkladığınızı da bilir." Bu âyetin önceki âyetle olan
ilişkisi nankörlükle alakalıdır. Ayrıca âyet, Allah'ın nimetlerine sahip
oldukları halde O'nun peygamberine içten sakladıkları olumsuz duygular, kin ve nefretle
de alakalıdır. Yüce Allah "açığa vurduklarını bildiği gibi, içinden
geçirdiklerini de bilmektedir" diyerek hem uyarmakta hem de ilminin
sonsuzluğunu bildirmektedir.
Yüce Allah'ın
"insana şah damarından daha yakın olması" (Kâf 50/16); "nerede
olursa olsun onunla beraber olması" (Nisa 4/108: Hadîd 57/4; Mücâdele
58/7); "bütün yaptıklarım kuşatıcı olması" (Nisa 4/108) insanların
amellerini bilmesini sağlamaktadır.
3. Yaratılan yaratamaz.
"Allah'ı
bırakıp da taptıkları (varlıklar), hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü onlar
kendileri yaratılmışlardır." Bu âyet biraz önce açıkladığımız Nahl 17.
âyetin devamı durumundadır. İnsanların, Allah'ın yarattığı varlıkları tanrı
edinmeleri aklın tabia-tına aykırıdır. Bu durum inanç duygusunun meşru olmayan
yollarla tatmin edilmesi anlamına gelmektedir. însanın aklı tek tanrı inancına
yönelik olmasına rağmen, şirk sonradan ortaya çıkan, doğada yeri olmayan inanç
şeklidir.
Şirk koşanlar
aslında, doğada olanı sonradan olan yapay inanca feda etmiş olmaktadırlar.
Doğada var olanı yapay olana kurban etmek zulümdür. Onun içindir ki Yüce Allah
insan aklını, yaratan ve yaratılan arasındaki farkı anlamaya çağırmakta ve
düşünmesini temin ederek şirk zulmünü önlemek istemektedir.
4. Sahte tanrıların özellikleri
"Onlar,
diri değillerdir; ölüdürler. Ne zaman dirileceklerinin de bilincinde
değillerdir."
Bu âyetten
çıkaracağımız önemli neticeler vardır:
a)
Burada kasdedilen put, yani cansız taştan edinilen
tanrılar mı yoksa canlı olan varlıklar mıdır? Cansız taştan edinilen tanrılar
ise, o zaman akıl sahiplerine Yüce Allah, siz canlı varlıklarsınız, nasıl olur
da cansız, sizden daha aşağı seviyede olanları tanrı edinirsiniz? demekte,
böylece insan ile sahte tanrıların arasındaki farkı, farketmelerini sağlamakta,
üstün olanın, aşağıda olana tapınmasının akla aykırı olacağını
hatırlatmaktadır.
b)
Bu sahte tanrılar canlı varlıklar da olabilir. Çünkü
cansız varlıklar için canlılık ve ölüm düşünülemez. O zaman âyette kasdedilen
tanrılar canlı varlıklar olabilir. Âyette geçen "dirilik" ve
"ölüm" kavramları, "manevi dirilik" ve "manevi
ölüm" anlamına gelmektedir. Yaşayan ölülerdir onlar. Bu yorumu nasıl
ispat edebiliriz? Âyetin devamında: "Ne zaman dirileceklerinin de
bilincinde değillerdir" ifadesi, "kasdedilen sahte tanrılar dirilecek
ve onlarda bilinç var" demektir.
Yorumu bu
şekilde yaparsak karşımıza şu soru çıkar: Canlı olan sahte tanrılar neler
olabilir?
i. Bu sahte tanrılar insanlardan oluşabilir. İnsanlar
ölümlü varlıkları tanrı edinebilirler. Buna örnek olarak Firavun'u verebiliriz,
"Ben sizin en yüce rabbinizim, dedi" (Nâzi'at 79/24). Bu dünyada nice
Firavunlar geldi ve gelecektir. İnsanlar onları tanrı yerine koymuş ve
koyacaktır.
Nice sahte
şeylere tanrılık sıfatları yakıştırıp farkında olmadan onlara tapanlar olmuş,
oluyor ve olacaktır. Nice ölümlü varlığın türbesine gidip yardım bekleyenler
vardır. İşte bunlar sahte tanrı olmakta ya da edinilmektedir.
Diğer taraftan
insanlar kimi zaman şeytana tapınıp onu tanrı edinmişler ve edinmektedirler.
"Babacığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan
Allah'a âsi oldu" (Meryem 19/44). Demek ki geçmişte de bugün de şeytana
tapınan satanistler olmuştur.
Peki bu
yaptığımız iki yorumdan hangisini tercih edebiliriz? Bunların ikisini de
tercih ettiğimizi söylemekte yarar vardır. Çünkü insanlar bazen cansız taşlara
tapınmışlar, kimi zaman da ağaç, hayvan, insan, ölü gibi varlıklara
tapınmışlardır.
Ama âyetin son
cümlesi yorumumuzun ikinci maddesini öne çıkarmaktadır.
Yüce Allah
A'râf 191-194. âyetlerde bu sorumuzu cevaplandırmaktadır:
Kendileri
yaratıldığı halde hiçbir şeyi yaratamayan varlıkları ortak mı koşuyorlar?
Halbuki (sahte tanrılar) ne onlara yardım edebilirler ne de kendilerine bir
yardımları olur. Onları doğru yola çağırırsanız size uymazlar, onları
çağırsanız da sükut etseniz de sizin için birdir. Allah'ı bırakıp da
taptıklarınız sizler gibi kullardır. Doğru iseniz, onları çağırın da size cevap
versinler."
c) "Ne zaman dirileceklerinin de bilincinde
değillerdir." Demek ki, tanrı olan varlık "diri olmalı",
"ölümlü olmamalı", aynı zamanda "her şeyi bilmeli, yani
bilincinde olmalıdır." İşte Yüce Allah şirk koşanları bu şekilde eğiterek
şirkle mücadele vermekte ve bize de nasıl mücadele verileceğinin metodunu
öğretmektedir.
5. Tevhîd inancını bozan psikolojik sebepler
"Tanrınız
tek bir tanrıdır. Ama, âhirete inanmayanların kalpleri inkâr etmektedir. Ve
onlar büyüklük taslarlar."
Yukarıdaki
âyetlerdeki açıklamalarından sonra Yüce Allah tevhîd inancını ifade eden
hükmünü ya da formülünü koyuyor: "Tanrınız tek bir tanrıdır."
Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 22'deki bu ifadenin ayakta kalması, evrensel
bir nitelik taşıması bakımından Yüce Allah nice peygamberler göndermiş, onun
uğruna nice mücadeleler verilmiştir.
Biz burada şu
soruyu soruyoruz: Tevhîd inancını, yani tek tanrı i-nancını ortadan kaldırmaya
çalışan insanların psikolojisi ne idi? Yüce Allah âyetin devamında evrensel
manada onların psikolojisinin analizini (tahlilini, açıklamasını) yapmaktadır:
"Ama, âhirete inanmayanların kalpleri inkâr etmektedir. Ve onlar büyüklük
taslarlar."
a)
Âhirete inanmamak
Dinin en büyük
iman esaslarından biri âhirete inanmaktır. Âhirete iman bir vahyi ya da inanç
sistemini din haline getirmektedir. Âhiret hayatı olmayan felsefeler bu nedenle
din olamamış ve olamayacaktır. Şimdi bu inanca sahip olmayanlar başka bir
eyleme doğru gitmektedirler.
b)
Kalplerin inkâr etmesi
Aslında âyette
"âhirete inanmayanların kalpleri inkâr etmektedir" denilmektedir.
Kalplerin inkârı sonuç; sebep ise âhireti inkâr etmek olmaktadır. Âyetteki bu
ifade bize şunu öğretmektedir: İman kalpte olduğu gibi inkâr da kalptedir.
Kalbin inkâr etmesinde kalp özne, inkâr ise yüklem olmakta, yani inkâr işini
kalbin kendisi yapmaktadır. İnsanın kalbiniYüce Allah inkâra sevketmez. İnsanın
kendisi kalbini inkâra sevkeder. Demek ki, âhiret inancı kalbi inkâr etmekten
kurtarmaktadır.
Âhireti inkâr
etmek, insanın beynini, gönlünü bütün öğütlere, uyarılara kapatmaktadır.
İnsanın içindeki kötü oluşumlar iyi oluşumları engellemekte ve onların ortaya
çıkmasına mani olmakta, insanın iç âleminin ilâhî âleme açılışını
durdurmaktadır.
c) Kibretmek
Tevhîd
inancına karşı çıkılmasına sebep olan üçüncü psikolojik oluşumun adını Yüce
Allah "kibir" olarak koymaktadır. Dikkat edilirse âyetteki kibrin de
faili insandır.
Bu âyetin
analizine benzer bir âyeti Zümer 59'da buluyoruz:
"Hayır!
Âyetlerim sana gelmişti de sen onları yalanladın, büyüklük tasladın ve
inkarcılardan oldun." Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 22 ile bu âyetin
müşterek noktalan "inkâr" ve "kibir"dir. İşte tevhîd ile,
yani tek tanrı inancı ile mücadele verenlerin psikolojisi bu olmuş, olmakta ve
olacaktır.
Bir taraftan
kibir inkâr psikolojisini besleyip büyütmekte, diğer taraftan da inkâr
psikolojisi kibri besleyip büyütmektedir. Tevhîd inancına karşı koyan
davranışların arkasında inkâr ve kibir vardır. Bu davranışlar, gübresi içinde
tohumunu yetiştirdiği inkâr ve kibir tepkilerini ilâhî vahye ve peygamberlere
kadar uzatan kocaman bir ağaç haline gelmektedir.
Yüce Allah
Nahl 22. âyetiyle din eğitimcilerine davranışları analiz etme yeteneğini
kazandırmakta, davranışların arka planındaki psikolojik alt yapıya dikkat
çekerek, bu yapının düzeltilmesinin önemini vurgulamaktadır. Kur'ân bozuk
psikolojilerin analizini yaparak nasıl düzeltileceklerinin metodlarını da
öğretmektedir. Tanrının tek olacağını benimseyenlerin gönüllerindeki manevi
hastalığın tedavi edilmesi için vahy ile peygamberler gönderilmiştir.
6. Kibir ilâhî sevgiyi uzaklaştırır."Doğrusu Allah,
onların gizlediklerini de açıkladıklarını da bilir. O, büyüklük tasla-yanları
asla sevmez."
Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 23. âyette
geçen yjr N lâ cerame ifadesi "şüphe yok ki", "kuşkusuz",
"doğrusu" anlamına gelmektedir. Bu ifadeye "gerçek şu ki"
manası da verilebilir. lâ edatı, olumsuzluk edatıdır. Bu edatı 22. âyete bağlı
olarak manalandırırsak, "onların inkâr ve kibirleri onlara fayda
sağlamayacaktır, bu konudaki görüşleri yanlıştır" anlamı söz konusu olur.
cerame kelimesi de "kazanmak" demektir. Böylece söz konusu ifade
"inkar ve kibirleri onlara pişmanlığı, kötüyü, günahı kazandırdı, onları
zarara soktu" anlamını vermektedir. Olumsuzluk edatı cerame kelimesi bir
araya gelince bu ifade olumlu bir mana, yani "doğrusu",
"kuşkusuz" anlamını kazanmaktadır.
İnkarcılar ve
kibredenler, başka bir ifade ile kibreden inkarcılar planlarını, duygularını,
kinlerini, düşmanlıklarını ikiye ayırırlar: Bir kısmını açıklarlar, bir kısmını
da gizlerler. Bunun anlamı onlarda şahsiyet parçalanması vardır, demektir.
Gönülleri ile dillerini tamamen ortaya koymazlar. Çifte standart uygulamaya
düşkündürler. Söyledikleri ve davranışları ile ortaya koyduklarından daha çoğu
onların sinelerinde vardır.
i.
"Gerçekten, kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerden)
belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları ise daha büyüktür" (Âl-i İmrân
3/118).
İslâm
düşmanlarının kalbinde sakladıkları kin ve düşmanlık, bu âyette dışarıya
sözlerle vurduklarından daha büyük olduğu söylenmektedir.
ii.
"Allah'ın, sırlarını da fısıltılarını da
bildiğini ve gaybları çok iyi bilen olduğunu hâlâ anlamadılar mı?" (Tevbe
9/78). Tevbe 78'e göre, münafıkların olumsuz tepkilerinin her çeşidini, gaybı
bilen Allah bilmektedir. Allah, onların bu durumunu anlatırken, müminleri
terbiye etmektedir. "Kızım sana derim; gelinim sen işit" tekerlemesinden
hareketle "ben münafıklara söylüyorum, ama: Ey mümin! Sen de işit"
şeklinde bir eğitim metodu kullanılmaktadır.
Yüce Allah
yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 23'ün sonunda bir cezalandırma şeklini gündeme
getirmekte ve bu ceza şeklinin "sevgiyi esirgemek" olduğunu
söylemektedir. Yüce Allah, "Allah büyüklük taslayanları sevmez"
buyururken, kibirli insanların Allah sevgisini kaybettiğine dikkat
çekmektedir. Sevgiden mahrum bırakmak, ceza şekillerinin önde
gelenlerindendir. Yüce Allah bu cezayı sadece kâfirlerin kibirlilerine uygulamıyor,
bütün kibredenlere uyguluyor. Allah'ın sevgisinden mahrum kalmak, her çeşit
belaya açık olmak demektir. Allah'ın sevgisinden mahrum olmak, manen Allah'tan
uzak kalmak, itilmek demektir. Sevginin mahrumiyeti hiçbir cezaya benzemez.
7. Vahye masal derler.
"Onlara:
'Rabbiniz ne indirdi?' denildiği zaman: 'Öncekilerin masallarını' derler."
Bu âyet daha
önceki Nahl 22'nin devamı durumundadır. Âhirete inanmayan ve kalpleri inkâr
eden kimselere Allah'ın ne indirdiği sorulunca cevaplarının hakaret olacağına
dikkat çekilmektedir. Âyetin nüzul sebebi şudur: Nadir b. el-Hâris, Hîre'ye
gitmiş ve orada Kelîle ve Dimne ile ilgili hikayeleri satın almış, Kureyşlilere
bu hikayeleri okumaya başlamıştı. Onlara: 'Muhammed de arkadaşlarına sadece
öncekilerin masallarını okumaktadır.' Başka bir ifadeyle 'onun okuduğu şey
Rabbimizin indirdikleri değildir' demişti"[7]. İşte âyet bu olay üzerine inmiştir.
Âyette geçen
esâtîr kelimesi, "masallar" demektir. Zeccâc bu kelimenin tekilinin
jikJ estâr, Ahfeş ustura, Ebu Ubeyde istâra, Nehhâs da ustur şeklinde olduğunu
söylemektedirler. estârın ise satrın çoğulu olduğunu söyleyenler de vardır. O
zaman mana "kitap satırı gibi uzunlamasına ve birbiriyle kaynaşmış haldeki
şey" olmaktadır[8].
Allah'ın
indirdiğine "geçmiştekilerin masalları" demek en büyük hakarettir. Bu
hakaretin içinde Allah'a iftira var, peygamberi inkâr var, vahye saldın var.
İşte "insan bilmediğinin düşmanıdır" tekerlemesi burada da ortaya
çıkmaktadır. Saldırı, hakaret doğrudan ilâhî vahye, yani Kur'ân'a yapılmaktadır.
Bir önceki,
yani Nahl 23. âyete göre değerlendirirsek, Allah'ın vahyine "evvelkilerin
masalıdır" sözünü, Allah'ın sevmediği, kibreden insanların söylemiş
olduğunu söyleyebiliriz. Demek ki 22. âyetten itibaren düşünürsek, inanmamak,
inkâr ve kibir gibi gönlün eylemleri insanı Allah'ın sevgisinden mahrum
bırakırken, ilâhî vahye saldırıp hakaret etmeye kadar götürmektedir.[9]
Kıyamet
gününde kendi günahlarını tam olarak taşımaları ve bilgisizce saptırmakta
oldukları kimselerin günahlarından da bir kısmını yüklenmeleri için (öyle
derler). Bak ki yüklenecekleri şey ne kötüdür.
Ayette geçen
li yahmilû fiilinin başında geçen lâm harfi, yani ön eki Râzî'nin belirttiğine
göre "nedensel peşpeşeliği" ifade eden lâmu'l-'âkibe olmaktadır. Bu
harf ya bağ edatı olan "ve" ya da "böylece" zarfı ile
manalandırılabilir.
1.
"Kıyamet gününde kendi günahlarını tam olarak
taşımaları için." Kur'ân'a "geçmiştekilerin masalları" diyen
kibirli kâfirler mahşerde günahlarını taşıyacaklar, yani hamallığını yapacaklardır.
Bu taşıma nasıl olacaktır?
Sorunun cevabını İsrâ 13 ile verebiliriz:
"Her insanın amelini boynuna bağladık, insan için kıyamet gününde açılmış
olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız."
Kur'ân'ın,
hukuk ve günah konusunda yaptığı köklü değişim, "suçu, günahı
ferdileştirmiş olması"dır.
"Hiçbir
günahkar, başkasının günah yükünü üstlenmez" (Isrâ 17/15). işte bu ilke
çağdaş hukukun bu konudaki devriminin kaynağı olmuştur. Suçun ferdileşmesi,
toplumların ilkellikten kurtulduklarına dair işaretlerden biri olmuştur.
Âhirette de insanlar kendi günahlarını taşıyacak, yani onlardan sorumlu
tutulacaktır.
2. "Bilgisizce saptırmakta oldukları kimselerin
günahlarından bir kısmını (yüklenmeleri için)."
Âyetin bu
kısmı bir grubun toplumda bir başka grubu etkileyip yoldan çıkarmasını ele
almaktadır. Genelde toplumu idare edenler, eğitimciler ve statüsü yüksek
olanlar aşağı tabakadaki câhil insanları etkiler ve yoldan çıkarırlar. Tarihte
böyle olmuş, olmakta ve gelecekte de olacaktır. Yoldan çıkaran ve yoldan çıkarılan
insanların meselesi sadece bu dünyada kalmayacak, âhirete de uzanacaktır. İşte
Nahl 25. âyet bunun nasıl gerçekleşeceğine açıklık getirmektedir.
İnsanları
etkileyip yoldan çıkarmak da bir günahtır. Ancak bu yoldan çıkarma sadece
günah olarak kalmıyor, yoldan çıkardığı insanın işlediği fiillerden meydana
gelen günahların bir kısmını da üzerine almaya neden oluyor.
Kişi, yoldan
çıkardıklarının fiillerinden meydana gelen günahların bir kısmını yüklenirken,
ötekilerin günahlarından eksilme olmayacaktır. Bu konuda Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur: "Herhangi bir davetçi, eğer bir sapıklığa çağırır da, ona
uyulursa, davetçiye uyanların günahlarının benzeri davet edene verilecek, ama
uyanların günahları eksiltilme- yecektir. Herhangi bir davetçi de, bir doğru
yola çağıracak olursa ve ona uyulursa, o takdirde uyanların sevaplarından hiç
eksiltilmeksizin ona da sevap verilir"[10]
Âyetin ikinci
kısmında geçen bi gayri 'ilm "bilgisizce" ifadesi, tamamen yoldan
çıkanı ilgilendirmektedir.
Görüldüğü
üzere bu hadis, Nahl 25. âyeti açıklamakta, insanları kötü manada etkileyip
onları yoldan çıkarmanın ne kadar büyük sorumluluğa sebep olduğunu anlatmakta,
insanların bilgisizliğinden istifade ederek kötü manada onları yönlendirip
istismar etmenin vebalinin ağırlığına dikkat çekmektedir.
"Bilgisiz
kimseleri yoldan çıkarma"yı farklı boyutlarda açıklamamız mümkündür:
"Bilgisiz insan", çocuk veya genç olabilir. O takdirde böylesine
masum, yani günahsız olan birini yoldan çıkarmanın vebali büyük olmaktadır. Bir
de yetkin olmasına rağmen câhil kalmış insanları yoldan çıkarmak da sorumluluk
getirecektir. Özellikle kız ve yetişkin kadınları çeşitli tuzaklar kurarak
yoldan çıkarmak vardır ki bu durum asıl büyük yıkımı meydana getirmektedir.
Demek ki yoldan çıkarmanın bir boyutu cinsel ahlâk bakımından, diğer boyutu da
fikir ve dinî inanç bakımından olabilir.
Aklın, ahlâkın
genel anlamda dinin yolu Allah'ın yoludur. Bu yoldan insanları çıkartmak
insana ayrı bir vebal yüklemektedir. Yüce Allah bir çok âyetinde buna dikkat
çekmektedir. Bunların en çarpıcı olanı Lokman 6'dır.
"Ama
insanlar arasında öyleleri var ki, bilgisi olmayanları Allah yolundan
saptırmak ve onu gülünç duruma düşürmek için kelime oyunu yapmaya kalkışırlar.
Böylelerini alçaltıcı bir azap bekliyor." Bu âyette boş söz ve eğlenceye
götüren fikirler sarfederek Allah'ın hakikatine karşı çelici davranışlarda
bulunanların, yani zihniyeti bozuk olanların insanları yoldan çıkarmasına
işaret edilmektedir. Burada şu soruyu sorabiliriz: Bilgisiz insanları yanlış
felsefeleri ile yoldan çıkaranlar kimler olabilir? Bu soruyu Mü'minûn 66-67
ile cevaplandırabiliriz: "Çünkü âyetlerimiz size okundu da, siz buna karşı
kibirlenerek arkanızı döner, geceleyin hezeyanlar savururdunuz."
Allah'ın
âyetlerine karşı kibirlenip sırtını dönerek onlara karşı hezeyan, yani sahte
düşünceler üreten insanlar başkalarını yoldan çıkarıyorlardı. Kendi
düşüncelerini, daha doğrusu temeli olmayan görüşlerini Allah'ın âyetlerinden
üstün görenler başkalarını hezeyanları ile etkilemeye çalışıp yoldan çıkarmış,
çıkarmakta ve gelecekte de çıkaracaklardır.
3. "Bak ki yüklenecekleri şey ne kötüdür!"
Yüce Allah'ın, başkalarını kötü manada etkileyip yoldan çıkaranlara: vebalinin
çok ağır olduğunu gündeme getirip değerlendirmesinin amaç: caydırmaktır. Bir
kötü yük vardır, bir de en kötü yük vardır.
Burada
soracağımız soru şudur: Yüce Allah mahşerde öcak bu olguyu bize niçin
anlatmaktadır? Bu bilgiler yoldan çıkma çalanları uyarmakta, onlara bilinç
vererek korunmalarını temır.. Başkasının etkisinde kalıp yoldan çıkanların da
mahşerde rr.îzereıleri olmayacaktır.
Diğer taraftan
bu âyet toplumları idare eden, eğiten insanlara da hitap etmekte, halkın
başkalarının olumsuz fikirlerinin ve davranışlarının etkisi altında kalmamaları
için bilginin önemli olduğunu vurgulamaktadır. Çünkü âyet bilgisiz insanların
yoldan çıkacağına işaret etmektedir. Böylece bilginin çeşitli açılardan
koruyuculuğu da öğretilmektedir.[11]
26. Onlardan öncekiler de hile yapmışlardı.
Sonunda Allah da onların binalarını temellerinden söktü, üstlerindeki tavan da
tepelerine çöktü. Bu azap onlara,
farkedemedikleri bir yerden gelmişti.
27. Sonra kıyamet gününde Allah onları rezil
eder ve der ki: 'Kendileri hakkında müminlere düşman kesildiğiniz (bana isnat
ettiğiniz) ortaklarım nerede?' Kendilerine ilim verilmiş olanlar derler ki:
'Kuşkusuz bugün rezillik ve kötülük kâfirleredir.'
28.
Kendilerine zulmederlerken meleklerin, canlarını aldıkları kimseler: 'Biz
hiçbir kötülük yapmıyorduk' diyerek teslim olurlar. Melekler onlara şöyle der:
'Hayır, Allah, sizin yaptıklarınızı çok iyi bilendir.'
29. O halde,
içinde süreli kalacağınız cehennemin kapılarından girin. Kibirlenenlerin yeri
ne kötüdür.
Bu âyetleri
teker teker ele alarak analizlerini yaptıktan sonra senteze yani genellemelere
varmayı uygun buluyoruz.
1. "Onlardan öncekiler de hile yapmışlardı."
Âyetin bu kısmında geçen 'j& mekera fiili "hile ile aldatmak";
"elbise" ile kullanılınca "elbiseyi kırmızı çamurla
boyamak"; ayrıca "bir şeyi renkli yapmak, tarlayı suvarmak"; ^
mekira kalıbı "bir şey kızarmak", Ji. mekkera "bir şeyi
biriktirip karaborsa yapmak"; isim kalıbı olan JİU! el-mekr "hile ile
aldatma, aslan kükremesi, hırıltısı, hile ile birini maksadından
döndürmek" manalarına gelmektedir.
Kelimenin bütün
anlamlan olumsuzdur. Bunlardan "tarlayı suvarmak" hariç tutulabilir.
Kelime Kur'ân'da "inkâr edenlerin peygamberlere karşı takındıkları
olumsuz tepkiyi eylem haline getirerek tuzak kurmaları ve hile yapmaları"
anlamında kullanılmakta, olumsuz insanların o-lumlu olanlara karşı mücadele
verirken yaptıkları hile, kurdukları tuzağı anlatmaktadır.
Âyetten
anlıyoruz ki, kâfirlerin bu tuzakları Hz. Peygamber'den önce de yapılmış, Hz.
Peygamber döneminde de. Ama Yüce Allah sadece geçmişi bize hatırlatmak için
bunları bize anlatmamakta, zamanımızda ve gelecekte de bu tuzak ve hilelerin
olacağına işaret etmektedir. İyi ile kötünün mücadelesinde, kötülerin hile ve
tuzakları insanlığın başlangıcından beri devam eden bir süreçtir. Bu süreç
kıyamete kadar da devam edecektir.
Hz.
Peygamber'in döneminde yaşayan kâfirlerin, müşriklerin ve münafıkların
tuzaklarına benzer tuzaklar önceki peygamberleri de engellemek için
kurulmuştu. İşte bu tuzak kurma ve tuzağa karşı mücadele vermek insanlık
tarihinin önemli bir dinamiğini teşkil etmektedir. Tevhîd inancına karşı
koymak, inkâr ve şirk kültürünü savunmak için aslan gibi hırıldamak, köpek gibi
havlamak (A'râf 7/176) asla eskimeyen ve durmadan yanan şeytanî güçlerin bir
ateşi durumundadır.
İnkar ve
şirklerini boya gibi, tertemiz olan sayfa gibi tevhîd inancına çalmaya
çalışırlar. Hz. Peygamberden önceki toplumlarda öylesine hile ve tuzaklar
kurmuşlardı ki, bu tuzakları peygamberin ortadan kaldırması mümkün değildi.
Onları kurtarmak için ilâhî müdahale devreye girmiştir.
2. "Sonunda Allah da onların binalarını
temellerinden söktü, üstlerindeki tavan da tepelerine çöktü."
Âyetin bu
kısmını hem maddî hem de manevî anlamda açıklamayı uygun buluyoruz.
a)
Gerçekten Yüce Allah onların evlerini temellerinden
depremle söküp anı. Temeller sökülünce tavanlar da üzerlerine çöktü. Bu oluşum
maddî anlamda onlara verilen cezayı anlatmaktadır. Yüce Allah onlara tabiat
kanunları ile ceza vermiş oldu. Hz. Peygamberden önce pek çok toplum buna
benzer cezalarla cezalandırılmıştır: Başlarına taş yağdırarak (A'râf 7/84: Fîl
105/3-4); rüzgar ve fırtına ile (Fussilet 41/16; Ahkâf 46/24-25).
b)
Maddî anlamda yorumlamasını kabul etmekle beraber,
manevî bir yorum da getirmek gerekiyor.
Buradaki manevî yorum, onların peygamberlere
ve onların getirdiği tevhîd inancına karşı kurdukları fikrî teşkilatlan
çökertmek anlamına gelmektedir. O zaman olduğu gibi bugün de iyi ile mücadele
vermek isteyenler müessese kurmakta, fikrî bakımdan kitap yazmakta, başından
teşkilatlanmakta ve her yol denenmektedir. İşte Yüce Allah, onların bu
teşkilatlanmasını başlarına geçirdi ve geçirmektedir.
Onların
fikriyatının temelleri çürük olduğundan, temelleri çökünce tavanları da
üzerlerine yıkıldı, kendi felsefelerinin enkazı altına kaldılar, kalıyorlar ve
kalacaklardır. Tevhîd inancına karşı kurdukları tuzaklar kendi üzerlerine
çöktü. Takva ve iyilik temelleri üzerine kurulmayıp günah ve düşmanlık
temelleri üzerinde kurulan (Mâide 5/2) tüm maddî ve manevî oluşumlar ve
müesseseler yıkılmaya mahkûmdur.
Geçmişte olan
bu olgular, daha sonra Hz. Peygambere tuzak kuranların başına da geldi.
3. "Bu azap onlara, farketmedikleri bir yönden
gelmişti."
Yüce Allah,
tevhîd inancına ve peygamberlerine karşı kurulan hile ve tuzakların cezasını
ansınız vermiş, vermekte ve gelecekte de verecektir. Bu tür tutum ve
davranışlara sahip insanlar hem toplumların fikren çöküşünün farkında olamazlar
hem de siyaseten çürümelerinin bilincinde olamazlar; kötülüklerle, hilelerle,
tuzaklarla, yanlış felsefelerle yaşamaya alıştıklarından, onları kanıksamış
olmaktadırlar. Çürümenin farkında olmadıklarından, cezanın da farkına
varamamaktadırlar. Onların hayatını bilinçsizlik kaplamıştır.
Eğer geçmişin
toplumlarını idare edenler, toplumlarının temellerinin ve çatılarının
çöktüğünün farkında olsalardı tedbir alma imkanları olurdu. Kötü ve düşmanlık
onların şuurlarını ve farkında olma yeteneklerini ortadan kaldırmış, karanlık
bir bulut gibi kaplamıştı. İşte Yüce Allah bunu anlatarak iyiye tuzak kurmaktan
caydırmaktadır.
4. "Sonra kıyamet gününde Allah onları rezil eder
ve der ki: Kendileri hakkında müminlere düşman kesildiğiniz ortaklarım
nerede?"
Müşrikler
Allah'a karşı ortak tanrılar ediniyorlardı; bu günde e-dinmektedirler. Onlar
Allah'ı kabul etmekle beraber, başka tanrılar da ediniyorlardı. Kâinatı sanki
tanrılar topluluğu, şirketi idare ediyordu. Gök ve yer tanrısı edindikleri
gibi, büyük her tabiat olaylarının da tanrısı olduğunu öne sürüyorlardı; adeta
bir mitoloji kültürü oluşturmuşlardı.
Müşrikler bu
inançlarını savunmak için tevhîd inancına sahip olan müminleri düşman
ediniyorlar ve bunu da eyleme dönüştürüyorlardı. Onlar, bu düşmanlıklarını
eyleme dönüştürüp müminleri rezil etmek amacını güttükleri için, Allah da
onları mahşerde rezil edecektir. Rezil etmeye, rezil olma ceza verilecektir.
26. âyete göre
bu tür insanlar, dünya cezasını çektikten sonra mahşerde de rezil olma cezası
ile muamele göreceklerdir. Allah'a eş olamayacak adi varlıkları müdafaa
edenler adilik cezasına çarptırılacaklardır.
Diğer taraftan
Yüce Allah eş koştukları tanrılarının nerede olduğunu da soracaktır. Çünkü o
sahte tanrılar uğruna inananlara düşmanlık yapıyorlardı.
Bundan
anlıyoruz ki, Yüce Allah olmuş olanla, olacak olanı bir a-rada anlatarak
caydırma metodunu kullanmaktadır. Tevhîd inancını a-yakta tutmak, şirk ile mücadele
vermenin yollarından biri de budur. Din eğitimcileri kimin uğruna kime
düşmanlık beslenemeyeceğini iyice anlatıp insanların sinelerine sindirmeli,
şirkin kara bulutunun kirliliğinin, sadece bu dünyada kalmayıp âhirette
alçaklık azabı şekline dönüşeceğini de iyice öğretmelidirler.
5. "Kendilerine i-lim verilmiş olanlar derler ki:
Şüphesiz bugün rezillik ve kötülük kâfirleredir."
İlim adamları
mahşerde de konuşacaktır. Bu âyette "ilim öğrenenler" denmiyor da,
"ilim verilenler" deniyor. Dünyada peygamberler tahsil ile ilâhî
vahyi öğrenmiyor, bu ilim onlara Allah tarafından veriliyor. Aslında bütün ilim
adamlarına bilgi verilmektedir. İnsan çalışıyor, bilgi de ona veriliyor. Tıpkı
ekonomik rızık gibi, insan çalışır, rızkı ise Allah verir. Bilgi de öyledir,
insan çalışır Allah da verir.
Bir bakıma
Yüce Allah bilginin kaynağını gündeme getirerek epistemoloji denen bilgi
nazariyesi yapmakta, akıl, deney, tecrübe, sezgi gibi bilginin kaynaklarının
ardında ilâhî kaynak olduğuna dikkat çekmektedir.
Bilim adamları
âhirette bunu söyleyeceğine göre, bu dünyada da söylemeli, inkar edenlerin
mahşerde başlarına nelerin geleceğini öğreterek uyarmalıdırlar. İlim
adamlarının söyleyeceği bu söz de Allah tarafın-dan onlara öğretilmektedir.
Bunu nasıl ispatlarız? İşte bu soruyu şu âyetle cevaplandırabiliriz: Hz. Mûsâ
şöyle dedi: "Gerçekten bize vahyolundu ki: Peygamberleri yalanlayanlara ve
yüz çevirenlere azap edilecektir" (Tâhâ 20/48).
Bu âyetten
anlıyoruz ki, mahşerde kendilerine ilim verilenlerin, kâfirlere rezillik ve
kötülük olacağını onlara Allah söyletecektir.
Ayrıca âyetin
bu kısmından şunu da çıkartıyoruz: İnkâr, rezillik ve kötülüğü çağıran, onlara
denk olan eylem aslında bir kalb eylemidir. Hele bu inkâr, eyleme dönüşüp
Allah'a giden yolu tıkatır ve insanları oradan çıkarmak için hile ve tuzağa
dönüşürse tamamen cehennem alevi halini almaktadır. Gençlerin beyin ve gönlünü
çelerek inkâr etmelerine sebep olanlar aslında onlara rezillik ve kötülük
getirmektedirler. Böylece onlar nesillerin onuru ile oynayıp ruhlarını ve
âhiret hayatlarını kirletmektedirler.
6. "Kendilerine zulmederlerken meleklerin canlarını
aldıkları kimseler: 'Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk' diyerek teslim
olurlar." Âyetin bu kısmından çıkaracağımız önemli neticeler olacaktır:
a) Kendilerine zulmeden insanlar var demektir. Kimdir
bunlar? Bunlar, şirk koşup bunu insanlara rahatlıkla bulaştırmak için peygamberlere
hile ve tuzak kuranlar ve sahte tanrıları uğruna müminlere düşmanlık
edenlerdir. Kısaca, kendi doğalarında tevhîd inancına ait doğuştan var olan
inanç duygusunu zorla, baskı ile inkâra veya şirke çevirenlerdir. Aklını yerli
yerinde kullanmayanlar kendilerine zulmetmekte, yani haksızlık etmektedirler.
Aklın gereği
Allah'ın var ve bir olduğunu kabullenmektir. Aklı gereği gibi kullanmayıp
şirke zorlamak zulümdür, ona haksızlıktır. İşte bu insanlar kendi kendilerine,
kendi ruhlarına zulüm yapmaktadırlar. Âyette "kendilerine
zulmederlerken" ifadesinden anlıyoruz ki bu kişiler ölümlerine kadar şirk
koşmayı sürdürmektedirler.
b)
Âyette meleklerin can almasından bahsedilmektedir. Can
alan, Kur'ân'da ölüm meleği, halk dilinde "Azrail" denen melek tek
olarak bilinmektedir. Ama âyette "melekler" çoğul olarak geçmektedir.
Can alan meleklerin genel adı ölüm meleğidir ama bu kavramın içinde çoğul melekler
vardır.
c) Kendilerine haksızlık eden kâfir ve müşrikler ölüm
anında meleklerle konuşacaklar ve bu konuşmalarında yalan söyleyeceklerdir.
"Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk." Bunlar ölüm anında bunu niçin
söyleyeceklerdir? Acaba melekler onların canını alırken onlara azap mı edecekler?
Bu soruların cevabını verebilmek için önce En'âm 93'e gitmemiz gerekiyor
"O zâlimler ölümün dalgaları içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onlara:
'Haydi! Canlarınızı kurtarın' derken onların halini bir görsen!" Diğer bir
âyet de şudur: "Melekler yüzlerine ve arkalarına vurarak ve: 'Tadın yakıcı
cehennem azabını' diyerek o kâfirlerin canlarını alırken onları bir
görseydin" (Enfâl 8/50).
İşte
pençelerini uzatıp yüz ve arkalarına vurmaları neticesinde doğan azaba karşılık
onlar da kötülük yapmadıklarını söyleyeceklerdir.
Orada, yani
ölüm anında onlara: "Hayır, Allah yaptıklannızı bilmektedir"
söylenecektir. Kendileri inkâr etse, yalan konuşsa bile Allah'ın her şeyi
bilmesi yeterli olacaktır.
İşte âyette
yer alan bu sahneler, özünde şeytanî güçlerin etkisinde kalmanın büyük
yanlışlığı ve bu yanlışlıktan caymayı hedef almaktadır. Daha sonra anlatılacak
cennet olgusunu dikkate alırsak sûrenin bu bölümünde de bir ritm
psikolojisinin olduğunu görürüz.
7. "O halde içinde süreli kalacağınız cehennemin
kapılarından girin. Kibirlenenlerin yeri ne kötüdür." Yorumunu yapmakta
olduğumuz Nahl 29. âyetin içeriği, yapılan amellerin neticesini belirlemekten
ibarettir.
Nahl sûresinin
ilk âyetinden 29. âyete kadar konu tevhîd inancını yerleştirmek, öğretmek,
yaymak ve şirki ortadan kaldırmak, en azından alanını daraltmakla ilgilidir.
Yüce Allah tek olduğunu bütün delilleri ile ortaya koymasına rağmen inkâr ve
şirkte ısrar edenleri nasıl bir sonucun beklediğine de aydınlık getirmektedir.
Bütün ameller akıp bir yere dökülür. Sular akar denize dökülür. Ameller de akar
ya cennete veya cehenneme dökülür.
"Şüphesiz
o gün onlar azapta ortaktırlar. İşte biz, suçlulara böyle yaparız. Çünkü
onlara: 'Allah'tan başka tanrı yoktur' denildiği zaman kibirle direttiler"
(Sâffât 37/33-35).
Bu âyette de
ifade edildiği gibi tevhîd inancına karşı kibirlenip onu kabullenmemek,
cehenneme dönüşmekte ve âhirette varılacak yer olmaktadır.
Bir önceki
âyetle bağlantılı olarak açıklanırsa bu sozuranı 29. âyetin onlara ölüm anında
söyleneceği ortaya çıkmaktâ±r H:cr 44 te cehennemin yedi kapısı, yani yedi
çeşit cehennem olduğumu Yüce Allah bildirmişti.
Ölmekte olan
insana bu kapılardan girmesi emredilecek::: Çünkü ölmekte olan ve tevhîd
inancına karşı kibredip onu kabulJer rrıeer. insan mahşerde nereye gideceğini
melekler ona söyleyecek ve hîk duruma göre kendisine muamele edeceklerdir.
İşte Yüce
Allah âyetin sonunda kibirlenip inkâr edenlerin r.ieceği cehennem hakkında
değerlendirmesini yaparak oranın çok koçu yer olduğunu söylemektedir. Yüce
Allah, hangi amele hangi ödülün veya hangi cezanın verileceğini Kur'ân'ın
genelinde açıklamaktadır
Yorumunu
yapmakta olduğumuz bu âyetlerde de. aynı metodu kullanarak 26. âyette dünyevî
cezayı, 27-29. âyetlerde de âhiretteki cezayı açıklamakta, ama cezaların çok
kötü olduğunu söyleyerek tiksindirme duygusunu ve korku psikolojisini
uyandırmaktadır.[12]
30. Sakınanlara: "Rabbiniz ne
indirdi?" dendiğinde, "iyilik" derler. Bu dünyada iyi
davranışlara iyilik vardır. Âhiret yurdu ise daha iyidir. Sakınanların yurdu
ne güzeldir!
31.
Onlar, içlerinden ırmaklar akan daimi
mutluluk cennetlerine girerler. Orada diledikleri her şey vardır. İşte Allah,
sakınanları böyle ödüllendirir.
32. Melekler,
iyi insanlar olarak canlarını aldığı kimselere: "Size selam olsun! Yapmış olduğunuza
karşılık cennete girin " derler.
Biraz önceki
âyetlerde kibirlenip Allah'ın âyetlerinden yüz çevirip inkâr edenlere ölüm
anında nasıl muamele edileceğini anlatırken, bu âyetlerde takva sahiplerine
ölüm anında neler söyleneceği ve nasıl muamele edileceği açıklanmaktadır.
1.
"Sakınanlara: 'Rabbiniz ne indirdi?' dendiğinde,
'iyilik' derler."
Âyetin bu
kısmı Nahl 24'ün devamı mahiyetindedir. 24. âyette inanmayanlara:
"Rabbiniz ne indirdi? denildiği zaman, 'öncekilerin masallarını',
derler." İşte Yüce Allah inanan insan ile inanmayanın ilâhî vahye yani
Kur'ân'a bakışındaki farkı ortaya koyarak, aradaki farkı göstermektedir.
Böylece inancın bakış açısını ne denli etkilediğine dikkat çekmiş olmaktadır.
Demek ki, farklı bakış açılarının altındaki nedenlerden biri farklı inanca
sahip olmaktır. İnancın beynin işlemesini etkilediğini bu âyetlerden anlıyoruz.
Beyin gönlü etkilerken, gönül de beynin bakışını etkilemektedir. İnancın,
değerlendirmeyi derinden etkilediğini Yüce Allah burada anlatırken, bize
değerlendirme farkının nereden geldiğini öğretmektedir. Kâfir, Allah'ın
indirdiğine "masal"; mümin de "hayr" yani "iyi"
demektedir. İnancın farkı bakış açısına ve değerlendirmeye yansımaktadır.
Âyette geçen
"takvaya erenler" ifadesini "sakınanlar" olarak alıyoruz.
Bu insanlar hem tevhîd inancına sahip hem de Allah'ın yasaklarından sakınıyor,
emirlerini yerine getiriyor anlamına gelmektedir.
Haramdan
sakınıp farzları yerine getiren kişi bu unvanı almaktadır. Başka bir tanımı
Nahl sûresinin bu âyete kadar olan kısmı ile yaparsak "takvaya
erenler", şirkten korunanlar, tevhîd inancını gönülden kabullenenler
demektir.
İşte takva
denen ruh olgunluğu, kâfirin "masal" dediğine "iyi" demeye
sebep olmaktadır. Demek ki takva sahipleri iyi ile kötüyü, hayr ile şerri
birbirinden ayıracak beyin gücüne, kültürüne sahiptirler.
Müfessirlerin
naklettiğine göre kâfir ile müminlere sorulan bu sorular hac mevsiminde
olmuştur. Müşriklere sorduklarında, Hz. Muham-med'in "sihirbaz",
"yalancı" ve Kur'ân'ın "masal" olduğunu söylüyorlardı.
Müminlere sorunca da onlar da Allah'ın indirdiğine "hayr" demişlerdi.[13]
Yüce Allah,
farklı inanca sahip olanların bakış açılarının çıkış noktasını belirleyen
değeri vermektedir. Bu hareket noktası yanlış olanın varacağı yer de yanlış
olacaktır. Çıkışını sağlam yapanın da varacağı yer iyi olacaktır.
2.
"Bu dünyada iyi davrananlara iyilik vardır.
Âhiret yurdu ise daha iyidir.
"İyilik
edenler için vardır" ifadesindeki "ihsan" kelimesi "işini
mükemmel yapan" anlamına geliyor. İşini yaparken Allah'ın kendisini
gördüğüne, kendisinin de Allah'ı gördüğüne inanarak O'na tapan takva sahibi
mümindir. Yani, takva denen ruh olgunluğunu hayata geçirendir, tatbikata
koyandır.
Dünya
hayatında iyiliği gerçekleştiren için, bu dünyada iyilik olacaktır ya da Allah
ona iyilik verecektir.
Âyette geçen
el-ihsân, ya da el-muhsin kelimesine başka bir açılım getirebiliriz: Sakınanlar
Allah'ın indirdiğine, yani ilâhî vahye, Kur'ân'a "iyi" demişlerdir.
İşte "iyi" denen ilâhî vahyi hayata geçiren de ihsan denen iyiliği
işlemiş olmaktadır. Buna göre âyet "Kur'ân'ı hayata geçirenlere iyilik
verilecektir" anlamına gelmektedir.
Öyle anlıyoruz
ki, dünyada iyiliği hayata geçirenler hemen bu dünyada iyilik bulacaklardır. Zaten
bu konuda yapılacak dua da aynı şekildedir:
"Ey
Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver. âhirette de iyilik ver. Bizi cehennem
azabından koru" (Bakara 2/201).
Yüce Allah,
âhiret yurdunun daha iyi olduğunu buyururken bu dünyadaki iyilikle âhiretteki
iyiliğin farkını ortaya koymakta, "iyi" kavramını âhiret yurdu ile
birleştirerek değerlendirmesini bize sunmaktadır.
3.
"Sakınanların yurdu ne güzeldir." Nahl 29'da
"kibirlenenlerin yeri ne kötüdür" denirken 30. âyetin sonunda
"sakınanların yurdu ne güzeldir" buyurulmaktadır. Böylece kibredip
Allah'ın âyetlerine sırtını dönenler ve inkâr edenler ile, tevhîd inancına
sahip olup iyiyi hayata geçirenlerin farkı gösterilmekte ve bu farkın âhirete
intikal edeceği de vurgulanmaktadır.
4.
"Onlar, içlerinden ırmaklar akan daimi mutluluk
cennetlerine girerler. Orada diledikleri her şey vardır. İşte Allah sakınanları
böyle ödüllendirir."
Âyette geçen
'adn cennetlerinin anlamı "mutluluk cennetleri" demektir. İçlerinde
ırmakların çağıldadığı mutluluk cennetleri onların olacaktır. O cennetlerin
başka bir özelliği de, istenilen her şeyin orada bulunmasıdır. Çok uzun süreli
mutluluğun tadılacağı bir ödül verilmesi ve bu ödülün takva sahiplerine ait
olması bu âyette vurgulanırken teşvik unsuru kullanılmaktadır. Bütün istekler,
özlemler, beklentiler 'adn cennetinde karşılanacaktır. "Canlann
isteyeceği, gözlerin hoşlanacağı ne varsa oradadır" (Zuhruf 43/70).
Dünya ile
âhiretin farkı da böylece ortaya çıkmaktadır. Dünyadaki mutluluk geçici;
âhiretteki ise çok uzun sürelidir ve eksiği yoktur. Takva denen ruh olgunluğuna
erenlerin ödülünü Yüce Allah böyle verecektir.
5. "Melekler, iyi insanlar olarak canlarını aldığı
kimselere: 'Size selam olsun! Yapmış olduğunuza karşılık cennete girin'
derler."
Bu âyette Nahl
28'in devamı durumundadır. 28. âyette kendilerine zulmedenlerin canını
melekler alırken neler olduğu anlatılırken, 32. âyette de iyi insanların canlan
alınırken, meleklerin onlara ne diyeceği açıklanmaktadır. Melekler onların
canlarını selam vererek, rahmet, esenlik dileyerek alacaklardır. Ölmekte olan
iyi insanlar da gidecekleri yeri göreceklerdir. Yaptıkları a-mellerin
karşılığını cennet ile bulacaklardır. "Cennete girin" denmesi,
cennetlerin onlar için hazırlandığını ifade eder.
Bu âyette
geçen tayyibîn kelimesini "iyi kimseler" olarak manalandırdık. Bu
kelimenin anlamı "temiz, arınmış, günahlardan arınmış, şirk kirinden
temizlenmiş erdemli insanlar" demektir. Vâkı'a sûresinin 88. âyetine göre
manalandınrsak el-mukarrabûn, yani
"Allah'a yakın olanlar"ı 90. âyetine göre ise "uğurlu, yani amel
defteri sağından verilenler" olarak manalandırabiliriz. Demek ki tayyibîh kelimesine "arınmış, iyi, Allah'a
yakın ve uğurlu insanlar" manasını verebiliriz.
Din görevlisi
ve âlimleri iyilerle kötülerin farkını ortaya koyup anlatırken mutlaka Kur'ân'm
bu ve buna benzer âyetlerini konuşturmalıdırlar. Kendi düşüncelerini değil de,
bu âyetleri insanlara sunmalıdırlar. Çünkü insanlar iyilerle kötülerin farkını
dünyada, ölüm anında ve âhirette farkederlerse iyiden yana değişimi daha rahat
gerçekleştirmiş olacaklardır. Farkı farketmek köklü değişimin en önemli
adımıdır.
[14]
33. 77/e
kendilerine meleklerin gelmesini, yahut Rabb'inin buyruğunun gelmesini mi
bekliyorlar? Onlardan öncekiler de öyle yapmıştı. Allah onlara zulmetmedi,
fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.
Nihayet
yaptıklarının kötülükleri onlara ulaştı ve alay ettikleri şey, onları kuşattı.
Allah 'a ortak
koşanlar: "Allah dileseydi ne biz ne de atalarımız, O'ndan başka bir şeyi tapmazdık ve O'nsuz
hiçbir şeyi haram kılmazdık" dediler. Onlardan öncekiler de böyle
yapmıştı. Peygamberlere düşen, yalnız açıkça tebliğ etmek değil midir?
Bu âyetlerde
İslam'ın temel ilkelerini buluyoruz. Âyetlerin analizinden bu ilkeleri çıkarıp
açıklamasını yapacağız.
1. "İlle kendilerine meleklerin gelmesini, yaKut
Rabb'inin buyruğunun gelmesini mi bekliyorlar?"
Hz. Peygamber
dönemindeki insanlar ya da kâfirler kendilerine meleklerin gelmesini veya
Allah'ın gönderdiği kitabın gelmesini bekliyorlardı, yani gözlemek
istiyorlardı. Bu beklentilerini şöyle de ifade ediyorlardı:
a)
"Kitap ehli senden, kendilerine gökten
bir kitap indirmeni istiyor"
(Nisa 4/153). Hz. Peygamberin
peygamber olduğunu ispat etmesi için, gökten bir kitap indirmesini, bu beklenti
içinde olduklarını ifade etmişlerdi.
b)"Bizimle karşılaşmayı ummayanlar: Bize ya
melekler indirilmeliydi ya da Rabbimizi görmeliydik, dediler. Andolsun ki onlar
kendileri hakkında kibre kapılmışlar ve azgınlıkta pek ileri gitmişlerdir"
(Furkân 25/21).
Tefsirini
yapmakta olduğumuz âyetteki "Rabbinin buyruğu"ndan kasıt, onların
köklerini kazıyacak, helak edecek azabıdır.
c)
"Onlar ancak kendilerine meleklerin
gelmesini veya Rabbinin
gelmesini yahut Rabbinin bazı alametlerinin
gelmesini bekliyorlar" (En'âm 6/158).
Bu tarz istek
ve beklentiler hem Allah'ın kaderine aykırı düşmekte hem de onların Kur'ân'a ve
peygambere olumsuz baktıklarını ifade etmektedir.
Hz. Peygamber
dönemindeki kâfirlerin bu beklentisini daha önceki peygamberler dönemindekiler
de göstermişlerdi.
2. "Onlardan
öncekiler de böyle yapmışlardı." Demek ki, toplumlar
ilerlemiş, ilkellikten kurtulmaya çalışmış ama, Allah'ın vahyine ve
peygamberine gösterilen olumsuz tepkiler ve beklentiler hep aynı kalmış. Günümüzde
bu olumsuz tepki ve beklentiler kılık değiştirse bile özde aynı kalmaktadırlar.
Sanki insanlık ölümlü kültürünün yanında böylesine mantar kültürü
diyebileceğimiz bir inkâr kültürü de geliştirmiştir. İnsanların oluşturdukları
maddî kültür değişse bile manevî kültürlerinin özellikle olumsuz boyutu hemen
hemen aynı kalmaktadır. İyiye, güzele, doğruya hakka ve faydalı olana
gösterdikleri olumsuz tavır ve takındıkları tavır hep aynı kalmıştır. Sanki
geçmiş nesiller toprağın altından onlara böyle davranmaları için haykırmakta
ve onları zorlamaktadır. Galiba Tekâsür sûresinin 1-2. âyetleri bunu ifade
etmektedir. "Çokluk kuruntusu sizi o derece oyaladı ki, nihayet kabirleri
ziyaret ettiniz." Bunun anlamı yaşanan hayatı ölülerin düşüncesine,
onların bıraktığı anlayışa, yoz kültüre göre şekillendirmeye çalıştınız. Bu
çalışma mezara kadar devam etti.
Hz. Peygamber
dönemindeki kâfirler, eski nesillerin kâfirleri ile anlaşmışcasına kalıp gibi
aynı şeyleri istiyor ve aynı beklentiler içine giriyorlardı, inkârın kirli
ırmağının akmasını temin ediyor ve onun biraz daha gürle-yip çağlamasını temin
ediyorlardı. Bu tip istek ve beklentiler nedir?
Sorunun cevabını âyetin devamı verecektir.
3. "Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendi
kendilerine zulmediyorlardı."
İşte İslam'ın
temel ilkelerinden biri âyetin bu kısmında yer almaktadır. Hayatta öyle şeyler
oluyor ki, olumsuz şartlar altında bulunanlar isyan edercesine Allah'ın
zulmettiği zannına kapılıyorlar. Onlar olumsuz şartlan Allah'ın oluşturduğunu,
belaların insanların başına gelmesini O'nun sağladığım iddia ediyorlar. İşte
böyle zanların bulunduğu dünya ortamında şu soruyu soruyoruz: Allah
yarattıklarına zulmeder mi, özelde insanlara zulmeder mi?
Bu sorunun
cevabı yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin bu kısmında verilmektedir.
"Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendi kendilerine
zulmediyorlar."
Allah'ın
zulmetmediğini, O'nun böyle bir sıfatı olmadığından anlıyoruz. Bu âyet, Hz.
Peygamber dönemindeki kâfirlerin Kur'ân'a ve Hz. Peygamber'e karşı takındıkları
olumsuz tavrın geçmiş nesilleri helak ettiğine işaret ederken, onların kendi
kendilerine zulmettiğini, onlara Allah'ın zulmetmediğini gündeme getirmektedir.
Ortada bir helak var-dır. Helak sonuç olduğuna göre sebep nedir? İşte Yüce
Allah sebebi bu âyette belirlemekte ve onu kendi amellerine, inkârlarına ve
olumsuz tavırlarına bağlamaktadır.
a)
"Kul ne yaparsa kendisine yapar" ilkesini
Yüce Allah şu âyetin de de tesbit etmektedir:
"Kim iyi
bir iş yaparsa bu kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa aleyhinedir. Rabbin
kullarına zulmedici değildir" (Fussilet 41/46).
b) "Kuşkusuz Allah insanlara hiçbir şekilde
zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler" (Yûnus 10/44).
Bu âyetten
öncekine bakacak olursak, şu gerçeği yakalayabiliriz: Yüce Allah gerçeği bulmak
için gerekli olan kabiliyet ve yetenekleri vermiştir. Bunları yaratılışta
insana vererek, gerekli olan psikolojik donanımını temin etmiş, sonra da vahy
ve peygamber göndererek eğitimini sağlamıştır. Buna rağmen gerçeği
yakalayamıyorsa, hala şirkin, inkârın karanlıklarında geziniyorsa bu onun kendi
kendine zulmetmesidir, Allah'ın ona zulmetmesi değildir.
c) Yüce Allah Nûh, 'Âd, Semûd, Medyen gibi helak olmuş
toplumlara kendisinin zulmetmediğini, onların kendi kendilerine zulmettiklerini
Tevbe 70'de açıklamaktadır.
İnsanların
amelleri neyi istiyorsa Allah da onu vermektedir. Onun için fert veya
toplumların başına gelen olumsuz neticelerin sebebi kendi amelleri olmaktadır.
Amel neyi gerektiriyorsa Allah sonucu öyle tayin
ediyor.
4.
"Nihayet yaptıklarının kötülükleri onlara ulaştı
ve alay ettikleri şey onlan kuşattı."
İşte bu âyet,
yani yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 34. âyet sorduğumuz sorunun açıklayıcı
cevabı olmaktadır.
Aynı konuyu
En'âm sûresinin 10. âyeti de gündeme getirip cevap "Senden önceki peygamberlerle
de alay edilmişti, bu yüzden onlarla alayedenleri alay ettikleri şey
kuşatıvermişti." hâka "kuşatıvermişti" kelimesinin anlamı
"tepeleyivermişti"şeklindedir.
Şimdi yorumunu
yapmakta olduğumuz Nahl 34'e dönebiliriz. A-raplardan önce batan toplumların
batış sebepleri bu âyette verilmektedir. Onların işledikleri kötülükler,
hareket eden canlı gibi onlara ulaştı, yani kötü eylemler kaybolmayıp insanın
hayatında onunla beraber yaşamaktadır. Bazen kötü ameller çoğalınca,
yapanlarına yaklaşır, çığ gibi onu altına alıp ezmeye çalışır.
İnsanın
kendinden çıkan kötü davranışların, geriye kendi eski yerlerine dönmesi çok
tehlikeli olmaktadır. Kötü davranışlar, yapılırken insana sahte bir zevk
verebilir ama çıkıp gittikten sonra dönüşleri çok acı, ızdırap verici
olmaktadır. Bu izdrrabı şöyle açıklayabiliriz: Tükürük ağzınızda iken hiç
tiksinti duymazsınız ama tükürüğü ağzınızdan çıkardıktan sonra bir daha
ağzınıza almanızın verdiği tiksinti ne ise kötü amellerin geri dönüşü de öyle
acı vermekledir. Tükürükte tiksinti ne ise, kötü amellerde de acı odur. İnsan
kendi cinsinden olan yavruyu bağrına basar ama, yılanı doğurunca aynı sempatiyi
göstermez. Kötü ameller de insana yakışmayan yılan gibi yavrulardır. O yılan
bir gün büyüyecek sahibine dönüp zehrini akıtacaktır. Kötü amelleri yapan fert
veya topluma, o ameller dönünce onların etrafını kuşatırlar. Kendi kötü
amellerinin kuşatılması ile karşı karşıya kalan fert ve toplumlar, o amellerin
ihanetine uğramış olacaklardır.
Nefis. Hz.
Musa'nın asasına benzer, kontrolden çıkarsa ejderha kesilir ve senin bütün
manevi erdemlerini yutar, onu kontrolüne alırsan ondan faydalandığın bir değnek
halini alır. İşte kâfirlerin kötü amelleri kendilerine bir ejderha gibi ulaştı,
alay ettikleri şey onları sardı ve tepe-leyiverdi. "Çepeçevre kuşatan
şey" onların amelleri gibi olmuştur.
Yüce Allah
geçmişin olgularını sebep-sonuç ilişkisi içerisinde anlatarak yaşanan ve
yaşanacak hayata ışık tutmakta, düşünce, inanç ve amellerin ne kadar etkili
olduğunun dersini vermekte ve din eğitiminin konularını belirlemektedir.
5. "Allah'a ortaJc koşanlar: Allah dileseydi, ne
biz ne de atalarımız, O'ndanbaşka bir şeye tapınmazdık." İşte İslam'ın
temel ilkelerinden biri de bu âyette yatmaktadır.
Mahşerde kişi
şöyle diyecektir: "Yahut, eğer Allah beni doğru yola iletseydi, mutlaka
sakınanlardan olurdum" (Zümer 39/57).
Yorumunu
yapmakta olduğumuz Nahl 35. âyete Râzî şu yorumu getirmiştir: Peygamberlik
müessesesini inkâr edenler, Hz. Peygamberin peygamberliğini reddetmek için
böyle söylemişlerdir. Her şeyi Allah yaratıp gerçekleştirdiğine göre, iman
etmemizi dileseydi, bizi iman ettirir ve biz de iman ederdik. Sen peygamber
olsan da olmasan da biz iman etmiş olurduk. Eğer Allah bizim kâfir olmamızı
istemişse senin peygamberliğinin hiçbir etkinliği olmayacaktır. Her şey
Allah'tan olduğuna göre, senin peygamber olmanın hiçbir faydası yoktur. Onun
için peygamberlik müessesesi bâtıldır[15].
Yüce Allah
onların bu ifadesini bir kere daha En'âm 148'de de gündeme getirmişti:
"Müşrikler diyecekler ki: Allah isteseydi, ne biz ne de babalarımız ortak
koşarlardı."
a) Bundan anlıyoruz ki, müşrikler şirk koşmalarının
kabahatini Allah'a yüklemektedirler. Bu iddia ilk bakışta doğru görülmekle
beraber, bu konulardaki ilâhî dilemenin kulun gönlüne, aklının çalışıp yön almasına
göre olacağını bilmeleri gerekirdi. Yüce Allah'ın dilemesi her an hazır durumdadır.
Onu harekete geçirip kulun gönlüne getirecek olan yine kulun aklı ve gönlüdür.
Kul dileyecek ki Allah da dilesin. Kulun dilemesi şirkten yana olunca, Allah
onun dileğini tescil eder ancak bu tescilinde isteği yoktur. Çünkü Allah asla
kulunun şirk koşmasını, inkâr etmesini istemez. O'nun dilemesi, isteği kulunun
tevhîd inancını kabul etmesidir.
Bunu fıtrat
kanunu ile ispat edebiliriz: Hiçbir anne, hiçbir baba anneliğinin, babalığının
başkaları tarafından paylaşılmasını ister mi? Bir çocuğun, kendini doğuran
anasından başkasını annesine eş koşmasını annesi ister mi? Doğuranın eşi
olmadığı gibi yaratanın da eşi yoktur.
Onun içindir
ki "annenin istemediğini Allah da istemez" fikrinden hareket etmek
gerekiyor. Kendisini doğurmayan bir kadını annesi olarak kabul edip gerçek
annesine eş koşan sapık bir çocuk gibi, kendi yaratanına eş koşan da sapıktır.
Yüce Allah'ın
dileği, isteği kulunun tevhîd inancını kabullenmesinden yanadır. Kul şirk
koşunca Allah'ın bu isteğine ters düştüğü için kulun bu fiili zulmetmektedir.
"Allah
dileseydi biz müşrik olmazdık" diyenlere Yüce Allah Zümer 59 ile cevap
vermektedir: "Hayır, benim âyetlerim sana geldi. Onları sen inkâr ettin.
Sen kibirlendin ve sen kâfirlerden oldun." Bu âyette inkâr etmenin,
kibretmenin ve kâfirlerden olmanın öznesi insapın kendisi olmaktadır.
b)
Gerek En'âm 148'de, gerekse yorumunu yapmakta
olduğumuz Nahl 35"te müşrikler, şirk koşmanın kötü olduğunu itiraf
etmektedirler. "Allah dilemediği için bu kötü fiilini işledik"
sözleri bu anlamına gelmez mi?
Bu şekilde
konuşanlar, hem kendi iradelerinin olmadığını söylüyor hem de şirk koşmalarına
Allah'ın müdahale etmeyip kendilerini hür bıraktığını itiraf etmektedirler. Bu
söylevlerinde derin bir tenakuz vardır.
c) Yüce Allah herkese hak ettiği şeyi vermekte ve
dilemesini ona göre gerçekleştirmektedir: "Allah onlardan bir kısmını
doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı da sapıklığı hak ettiler" (Nah! 16/36). Herkes hak
ettiğine kavuşturulmaktadır.
Diğer taraftan
Yüce Allah onların bu söylevine karşı onlardan bir delil istemektedir (En'âm
6/148). Din eğitimcileri bu konuyu iyice öğrenip anlatmadıkça, İslam'da kader
konusunu, ilâhî iradenin içinde kulun iradesinin çalışma sistemini, şirk, inkâr
ve kötü fiilleri işlemekte kulun dilemesi ve bağımsızlığı konularını asla
anlamazlar. Şirk, inkâr ve kötüde sebep kulun dilemesi, sonuç da o fiiller
olmaktadır.
6. "O'nsuz hiçbir şeyi haram kılmazdık."
"O'nsuz"
ifadesi, "O'nun emri olmadan"
yani "Allah'ın emri olmadan hiçbir şeyi haram kılmazdık" anlamına
gelmektedir. Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, bir şeyi haram kılmalarının günahını
da Allah'a yüklemektedirler. Demek ki, müşrikler haram ve helali biliyorlardı.
İslam öncesi kendi kültürlerinde bu kavramlar vardı.
Burada şu
soruyu sormamız gerekiyor: Müşrikler hangi konularda helali haram kılmışlardı?
Bu sorunun cevabı En'âm 138-139. âyetlere göre müşrikler bazı hayvanlarla
ekinleri kendileri haram kılmış, onları dilediklerinden başkasının
yiyemeyeceğini belirtmişler, bazı hayvanlara ise binilmesini yasaklamışlardı.
Yüce Allah En'âm 144'te onların saçma düşüncelerine göre verdikleri bu
fetvaları kendisine iftira olarak kabul etmektedir. "Allah dileseydi,
bunları haram kılan fetvalar vermezdik" demekle de suçu Allah'a
yüklemişlerdir (En'âm 6/148). Halbuki Allah onların iman edip doğru fetva
vermelerini diler.
Şimdi şu
soruyu sorabiliriz: Yüce Allah müşriklerin bu şekilde helali haram yapan
eylemlerini bize niçin anlatmaktadır? Yüce Allah'ın haram demediğini haram,
helal demediğini helal diyerek fetva vermenin müşriklerin ahlâkı olduğunu
anlatarak, Müslüman din âlimi ve din görevlilerine fetva verirken dikkat
etmelerini, bu konuda hassas davranmalarını önermektedir. Dinde yanlış fetva
verenler, müşriklerin yaptığını yapmış olur. Dinde haram ve helali Allah'ın
fetvasına, vahyine yani Kur'ân'ına bırakmak gerekiyor. Buradaki hata Allah'a
iftira olacağından zulümdür.
"Onun
emri olmadan hiçbir şeyi haram kılmazdık." Demek ki, mümin din âlimi ve
görevlileri, Allah'ın emri olmadan O'nsuz asla fetva vermemelidirler.
Âyetin birinci
bölümü ile bu kısmını bir araya getirdiğimizde müşriklerin iki eylemi ortaya
çıkmaktadır: Birisi şirk koşmak, diğeri helali haram kılmaktır. Onlar, Allah
dileseydi bunları yapmayacaklardı dediler ve böylece yanlış iş yaptıklarını
itiraf ettiler. Ancak bu yanlış işlerini Allah'ın dilememesine, Allah'ın onları
engellememesine bağladılar. Yaptıkları bu hataların suçunu kendilerine
yüklemeli idiler.
7. "Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı."
Demek ki, Hz. Peygamberin dönemindeki müşriklerden önceki nesiller de kendi
saçma düşüncelerine göre dinde fetva vermiş, ilâhî vahyin hükümlerinde
değişiklik yapmışlardı. Kitabı bilmedikleri halde elleriyle yazıp sonra onun
Allah katından olduğunu söylemişler (Bakara 2/78-79), dillerini kitaba karşı
eğip bükerek kitaptan olmayanı kitaptan zannettirdiler. Söyledikleri Allah
katından olmadığı halde Allah katındandır dediler ve böylece bile bile Allah'a
iftira ettiler (Âl-i İmrân 3/78). Hz. Peygamber dönemindeki müşrikler,
öncekilerin bu kötü ahlâkını devam ettirdiler.
8. "Peygamberlere düşen, yalnız açıkça tebliğden
başka nedir?* Âyetin bu kısmından şu neticeleri çıkartıyoruz:
Peygamberler başkalarını zorla tevhîd
inancına, dine getiremezler. Onlar sadece ilâhî mesajı açık şekilde insanlara
tebliğ ederler, yani ulaştırırlar. Onların faaliyeti öğretim faaliyetidir.
Peygamberler
ilâhî mesajı tebliğ ederken, kendilerinden asla bir ilâve yapamazlar. Çünkü
onlar Allah'ın elçileridir. Elçiye hangi mesaj verilirse, onu iletmekle
yükümlüdür. Mesajı eksiltmek ya da ona ilâve etmek onların görev alanına
girmemektedir.[16]
36. Andolsun
ki biz, "Allah'a kulluk edin ve Tâğûi'tan sakının" diye her ümmete bir
peygamber gönderdik. Allah onlardan bir kısmını doğru yola iletti. Onlardan bir
kısmı da sapıklığı hak ettiler. Yeryüzünde gezin de görün inkâr edenlerin sonu
nasıl olmuştur.
37. Resulüm
sen, onların hidâyete ermesine çok düşkünlük göstersen de bil ki Allah,
saptırdığı kimseyi hidâyete erdiremez. Onların yardımcıları da yoktur.
Bu âyetleri
açıklamakta varacağımız önemli neticeler olacaktır:
1. "Andolsun ki biz, 'Allah'a kulluk edin ve
Tâğût'tan sakının' diye her ümmete bir peygamber gönderdik."
Âyetin bu
kısmında peygamberlerin gönderiliş amaçlarından birinin iki boyutu gündeme
getirilmektedir. Bu görevin bir olumlu, bir de olumsuz boyutu vardır. Olumlu
yönü "Allah'a kulluk etmek", olumsuz yönü de "Tâğût'tan
sakmmak"tır.
Aslında bu
durum Kelime-i Tevhîd'in başka bir şekilde ifadesidir. Allah'tan başka sahte
tanrılara lâ ilahe; Allah'a da illellâh. Söz konusu cümlenin başka bir
ifadesini de Bakara 256'da buluyoruz. "O halde kim Tâğût'u reddedip
Allah'a inanırsa." Önce Tâğût'u, yani insanı Allah'tan uzaklaştıran bütün
sahte tanrıları ve şeytanî güçleri reddedecek, sonra da Allah'ın birliğini
kabul edecektir. Gönülden sahte tanrılar, yani şirk temizlenecek, sonra da tek
Allah inancı oraya girecektir.
Kelime-i
Tevhid'de ve Bakara 256'da önce şirk temizlendiği halde, yorumunu yapmakta
olduğumuz Nahl 36'da önce tek Allah'a kulluk, sonra da Tâğût'tan sakınma
gelmektedir.
Yüce Allah
şirk ile mücadele etmek ve tevhîd inancını yerleştirmek için her ümmete bir
peygamber göndermiştir. Bazı ümmetlere birden fazla peygamber de göndermiştir.
Burada en az bir peygamber gönderdiğine dikkat çekmektedir. Tevhîd inancı
aklın gereği olmasına rağmen, Elest Bezminde Yüce Allah onu bizim ruhumuza
yerleştirmesine rağmen (A'râf 7/172) yine de eğitim olmadan insan, şirkten kurtulup
tek tanrı inancına geçmekte zorluk çekiyor.
Demek ki
peygamberlerin eğitimi, insanın doğasında var olan tek tanrı inancının
üstündeki Tâğût'un, sahte tanrıların külünü atıp, gerçek hak inancı ortaya
çıkarmak amacını gütmektedir. Bu külleri, bu kiri ve bu karanlık perdesini atıp
tek tanrı inancını ortaya çıkarmak her çağda eğitime ihtiyaç doğurmuştur.
2. "Allah onlardan bir kısmını doğru yola iletti.
Onlardan bir kısmı da sapıklığı hak ettiler."
Aslında bu
âyetin açıklanmasını 35. âyette yapmıştık. Buradaki a-çıklamasını aynı âyetin
bir önceki bölümü ile bağlantılı olarak yapacağız. Âyetin bo kısmını gündeme
getiren başka âyetler de vardır. O âyetlere geçmeden önce şu açıklamayı
yapmalıyız:
a) Yüce Allah kendi hidâyeti ile insanları doğru yo[a
getirmeden önce, onlara tevhîd inancı eğitimi vermesi için peygamber
göndermektedir. Tevhîd inancı eğitiminde insanların gönüllerini şirkten
temizleme de yer almaktadır.
Peygamberin bu
eğitimi hidâyetin gelmesi için alt yapıyı hazırlamaktadır. Alt yapı hazırlanınca
Allah Te'âlâ o insanı veya insanları doğru yola, yani hidâyete erdirmektedir.
Demek ki, peygamberin eğitimi, faydalanan insanı hidâyete götürüyor.
Peygamberlerin
eğitiminden etkilenmeyen ve bu nedenle gönlünü putlardan temizlemeyen veya
temizlemeye meyli olmayanı da Yüce Allah sapıklığı içinde bırakmaktadır. Çünkü
âyete göre onlar sapıklığı haketmiş insanlardır. Bu insanlar sapıklığı neden
hak etmektedirler? Sorunun cevabı, âyetin birinci bölümündedir. Onlar
peygamberlerin tevhîd inancı eğitiminden istifade edemediler, ona sırtlarını
döndüler, gönüllerini hidâyete hazır hale getirmediler. Yoksa Yüce Allah
durup-dururken şu hidâyet, şu sapıklığa gitsin emrini vermiyor. Buradaki ilâhî
takdirde rol oynayan ana sebep insanın gönlü olmaktadır. Gönül neyi hak ediyor
ve neye layık ise Allah onu veriyor ve ona göre muamelede bulunuyor.
Manevi gönül
hastalıkları, maddi kalb hastalıklarına benzerler. Öyle kalb hastalıkları
vardır ki orada ameliyat yapılamaz. Artık o kalbe bıçak vurulamaz, operasyon
yapılamaz. Manevi gönül hastalıklarından bazısı da öyledir. Şirk onun cidarına
işlemiş, onu çürütmüş, bütün sistemini bozmuş, her hücresine kök salmış, orada
hidâyet operasyonu yapacak bir yapı bulunmadığı için Yüce Allah böylesi
kişilerin sapıklığı hak ettiğini söylemektedir. Artık o gönül ölüme
terkedilmiştir.
b) Peygamberler tevhîd inancının eğitimini verirlerken,
kimin hidâyete geleceğini, kimin gelmeyeceğini bilemezler ve tahmin de edemezler.
Onun için Yüce Allah muhtelif âyetleri ile bunu açıklamaktadır:
i.
"Allah, bir grubu doğru yola iletti, bir gruba da
sapıklık hak oldu. Çünkü onlar Allah'ı bırakıp şeytanları kendilerine dost
edindiler. Böyle iken kendilerinin doğru yolda olduklarını sanıyorlardı"
(A'râf 7/30).
Şimdi bu âyeti
sebep-sonuç ilişkisi içinde ele alırsak, Allah'ın onları sapıtmadığı, onların
kendi kendilerini sapıttırdıkları anlaşılmış olacaktır.
Allah'ı
bırakıp şeytanları dost edinen ve buna rağmen kendisinin doğru yolda olduğunu
zanneden insanların peygamberden etkilenip Allah'a yönelmesi mümkün
olmayacağından Allah onları sapıklıkları içinde bırakmaktadır.
ii. "Gerçekten haklarında Rabbinin hükmü sabit
olanlar, kendilerine bütün mu'cizeler gelmiş olsa bile, elem verici azabı
görünceye kadar inanmayacaklardır"(Yûnus 10/96-97). Böylece Yüce Allah
kimin iman etmeyeceğini bu âyetlerde açıklamaktadır.
iii. "Andolsun ki onların çoğu gafletlerinin cezasını
hak etmişlerdir. Çünkü onlar iman etmiyorlar" (Yâsîn 36/7). Gaflet içinde
olanların iman etmeyeceğini söyleyerek ceza görme gerekçeleri açıklanmaktadır.
iv. "Allah verdiği misal ile bir çoğunu saptırır ve
yine o misalle bir çoğunu doğru yola iletir. Onunla fasıklardan başkasını
saptırmaz" (Bakara 2/24). Demek ki fâsık insan, Yüce Allah'ın verdiği
misali yanlış anladığı için Allah onu saptırmakta, yani sapıklığı içinde
bırakmaktadır.
v. "Yüce Allah sağlam sözle iman edenleri hem dünya
hayatında hem de âhirette sapasağlam tutar. Zâlimleri ise Allah saptırır. Allah
dilediğini yapar" (İbrahim 14/27). Yüce Allah'ın, zulmetmeyen insanı
saptırmadığı bu âyetten anlaşılmaktadır. Zulüm, Allah tarafından saptırılmaya
sebep olmaktadır.
vi. "Kâfir olanlar diyorlar ki: Ona Rabbinden bir
mu'cize indirilmeli değil miydi? De ki: Kuşkusuz Allah dileyeni saptırır,
kendisine yöneleni de doğru yola iletir" (Ra'd 13/27). Bu âyete şu soruyu
soruyoruz: Yüce Allah kimi saptırmayı diler? Soruya \ine bu âyetin sonu ile
cevap verebiliriz: "Kendisine yönelmeyeni" "kendisine sırtım
doneni." İbrahim 27 ile cevap verirsek, "zâlimleri" diyebiliriz.
Netice olarak
diyebiliriz ki, Allah'ın yola getirmesi ile yoldan çıkarmasına sebep olan şey,
kulun hakikate, ilâhî öğretiye karşı takındığı tavırdır. Yoksa Allah
durup-dururken kulunu yoldan çıkarmaz; aksi taktirde haksızlık söz konusu
olurdu.
Kulun
düşüncesi, iradesi, niyeti ve davranışı hangi doğrultuda gerçekleşirse,
Allah"ın ona olan muamelesi de o yönde gerçekleşmektedir.
3. "Yeryüzünde gezin de görün, inkâr edenlerin sonu
nasıl olmuştur."
Âyetin bu
kısmından çıkaracağımız önemli ilkeler vardır.
a) "Yeryüzünde gezin." Bu emir Tarih ilmi ile
Arkeolojinin masa başında yapılamayacağını, eski toplumların yaşadıkları
toprakları bizzat gidip görmek suretiyle bu ilimlerin yapılacağını ön
görmektedir. Kulak dolgusu bilgilerle ya da haberlerle bu ilimler yapılamaz.
Gidip o toplumların yaşadığı ülkeleri görmenin insana neyi temin edeceğini
âyetin sonu vermektedir.
b)
"Görün", "bakın" anlamına da gelen
bu emir "gözlem metodunun" tarih araştırmalarındaki önemini
vurgulamaktadır. "Gözlem" yapan araştırmacıların yazacağı tarih,
insanlara vereceği bilgi daha doğru ve daha güvenilir olacağı gibi daha
tarafsız ve objektif olacaktır.
c) "İnkâr edenlerin sonu nasıl olmuştur?"
Yüce Allah
âyetin bu kısmı ile "nasılın" tesbit edilmesini, o toplumların
sonucunun nasıllığını tesbit etmek amacı ile yola çıkılıp gözlem yapılmasını
istemektedir. Sonucun nasıllığını belirlemek ve olguların analizini bu
doğrultuda yapmak Allah'ın emri olmaktadır.
Tarihî
olgulardan eğitici nitelikte bir fayda alabilmek için, o olguları sebep-sonuç
ilişkisi içinde özellikle sonucun nasıllığını açıklayarak öğrencilere vermek
gerekiyor. Toplumların hangi sebeplerle çöktüğünü, çöküşün nasıl
gerçekleştiğini analiz ederek tarihi öğretmek gelecek nesiller için eğitici
olacak, ders ve ibret almalarını temin edecektir. Bu şekilde araştırılıp
anlatılan tarih dersi, başlı başına bir eğitici kisvesine bürünecektir. O zaman
Tarih ilmi, insanların beyninde, gönlünde, kararlarında ve davranışlarında
canlı olarak yaşamaya başlayacaktır.
Hakkı
yalanlamanın, toplumların başına getirdiği sonucun nasıllığını tesbit etmek,
yaşamakta olan ve yaşayacak nesillere yön verecek en iyi rehberlerden biri
olacaktır.
Yüce Allah,
böylesine araştırmanın insanlara başka neleri kazandıracağını şu âyetinde
açıklamaktadır: "Hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette
düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör
olmaz; lâkin sinelerdeki kalpleri kör olur" (Hacc 22/46).
İşte bu âyet,
tarih araştırmalarını bizzat yerinde yapmanın, dünyayı gezmenin, gözlem
yapmanın insana temin edeceği önemli şeyleri sıralamaktadır. İnsan kalbini
düşündürecek, yani gönül ile aklı bir araya getirecek ve insanların kulaklarını
açıp dinlemelerini temin edecektir. Gözlem hem gönlü açıyor hem de kulakları.
Kafa gözü ile yapılan göz- lem, gönül gözünü açmaktadır. Onun içindir ki Yüce
Allah, kafa gözünün kör olmayıp sinelerdeki gönül gözünün kör olduğunu
söylemektedir.
5.
"Sen onların hidâyete ermesine çok düşkünlük
göstersen de bil ki Allah, saptırdığı kimseyi hidâyete erdirmez. Onların
yardımcıları da yoktur."
Bu âyetin
analizi bizi ilginç neticelere götürecektir.
a) Hz. Peygamber insanların hidâyete gelmesini, yani
doğru yolu bulmalarını tutku derecesinde istiyordu. Âyette geçen il in tahriş
ifadesi "düşkünlük göstermek, tutku ile istemek, şiddetle arzulamak"
manalarına gelmektedir.
Ama insanların
doğru yola gelmeleri, eğitimi yapanın isteğine göre değil de, o insanların
beyin ve gönüllerinin yönelişine göre olacağı gerçeğini görmek gerekiyor.
Buradaki Peygamberin tutkusunun, kendini heder edecek seviyede olduğunu Şu'arâ
3'te Yüce Allah ifade etmektedir: "Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse
kendine kıyacaksın."
Demek ki
başkalarının yola gelmesi için tutku derecesinde arzu i-çinde olmanın bir
faydası yoktur. Ancak acaba neden bir faydası yoktur? Bu sorunun cevabını şu
âyetlere göre verebiliriz:
i.
"Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin; bilakis
Allah, dilediğine hidâyet verir ve hidâyete girecek olanları en iyi o
bilir" (Kasas 28/56).
Bu âyetten
anlıyoruz ki, peygamberin isteği, sevmesi hidâyet alanında rol oynamamaktadır.
Yüce Allah bir bilgiye dayanarak kimin hidâyete geleceğini bilerek hidâyet
etmektedir. Bu bilgi peygamberde olmadığı için, sevdiğini hidâyete
erdirememektedir.
ii. "Onları doğru yola iletmek sana ait değildir.
Lakin Allah dilediğini doğru yola iletir" (Bakara 2/272).
Bu âyetler
bize şunu söylüyor: Hidâyet alanına Allah'tan başkasının müdahalesi olamaz.
Peygamberin isteği, düşkünlüğü, tutkusunun bu alanda etkinliğini olmayacaktır.
Bu ilkeden hareketle diyebiliriz ki: Bazı insanlar, bazı insanları doğru yola
getirdiğini söylemekte, buna kendileri de mahatapları da i-nanmaktadırlar. İşte
bu söylevler, bu âyetlere ters düşmektedir.
b) "Bil ki Allah, saptırdığı kimseyi hidâyete
erdirmez. Onların yardımcıları da yoktur."
Bir önceki
âyette, yani Nahl 36'da kimi Allah'ın saptırdığını açıklamıştık. Kur'ân'in bu
konudaki temel ilkesini bir kere daha söylüyoruz: "Allah fâsıklardan
başkasını saptırmaz" (Bakara 2/26).
Demek ki insan
fâsıklık yapınca Allah onu saptırmaktadır. Fâsıklık sebep, Allah'ın saptırması
da sonuç olmaktadır. Kimdir fâsık? İnsan hangi eylemleri ile bu sıfata lâyık
görülmektedir? Soruların cevabını şu âyetlerle verebiliriz.
i.
"Allah böyle misal vererek ne murad eder?"
diyenler (Bakara 2/26).
ii.
"Verdikleri sözde durmazlar; Allah'ın bitişmesini
emrettiği şeyleri bitiştirmezler (yani sıla-i rahim yapmazlar); yeryüzünde
fitne fesat çıkarırlar" (Bakara 2/27). Demek ki bu âyette sayılan işleri
yapanlar.
iii. "Allah katında, yürüyen canlıların en kötüsü
kâfir olanlardır. Çünkü onlar iman etmezler" (Enfâl 8/55).
Fısk denen
davranış biçimine sahip insanlar, kendi seçeneklerini kullanıp özgür
iradeleriyle inkârı tercih edip imana yanaşmayanları yoldan çıkarmaktadır.
Bu tip
insanlara yardım edecek kimse de yoktur. Allah'ın saptırmasına sebep olacak
kadar yanlış düşünce, inanç ve niyete sahip olan fâsıklara peygamber bile
yardım edemez.
Onun için Yüce
Allah yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 37'de "onların yardımcısı
yoktur" ifadesine yer vermektedir. Eğer onlara Hz. Peygamber yardım
edebilseydi âyette bu ifadeye yer verilmezdi.
Demek ki,
insana "insanın doğru yola gelmesi" anlamına gelen hidâyetin
ulaşmasında kişinin kendi iradesinin peşinden ancak Allah yardımcı olabilir.
Kur'ân'm bu
temel ilkesine rağmen müminlerin hâlâ ölülerden yardım beklemeleri çok tehlike
arzetmektedir. Din eğitimcileri yardımın sadece Allah'tan bekleneceği konusunu
ısrarla işlemeli ve insanları şirkten kurtarmalıdırlar. Aksi takdirde, bütün
uğraşılar boşa çıkacak, dinî hayat esas temelinden kayıp gidecektir.[17]
35. "Ölen
kimseyi Allah diriltemez' şeklinde bütün güçleriyle Allah'a yemin ettiler.
Hayır, Allah buna gerçekten söz vermiştir. Fakat insanların çoğu bilmezler.
39. Çünkü,
hakkında ayrılığa düştükleri şeyi onlara (Allah) anlatacak ve inkarcılar da
yalancı olduklarını bileceklerdir.
40. Bir şeyin
olmasını istediğimiz zaman, ona sözümüz sadece ol dememizdir. O da hemen
oluşur.
Bu âyetler, insanların inanmakta çok zorluk
çektikleri "'öldükten sonra" dirilme konusunu ele almaktadır.
Âyetlerin analizi bize bazı neticeler verecektir.
1.
"Ölen kimseyi Allah di-riltemez' şeklinde bütün
güçleriyle Allah'a yemin ettiler."
Âyetin bu
kısmından şunu anlıyoruz: Bu yemini yapan müşrikler. Allah'a inanıyorlardı.
Çünkü âyette, "Allah'a yemin ettikleri"' ifade e-dilmektedir. Allah'a
inandıkları halde, Allah'ın ölüleri diriltemeyece|jre yemin etmelerinde derin
bir tenakuz vardır. Onların bu davranışı, nac-dıkları Allah'ı güçsüz hale
getirmektedir. Allah'a inananlar, Allah"a karşı hata yapıyorlar.
Yeminlerini
bütün güçleriyle, bütün şiddetleriyle yapıyorlardı. Hz Peygamber döneminde
yaşayan bu insanların neden böyle yaptıkların: yine Kur'ân'in ışığında tesbit
etmemiz gerekiyor:
a)
"Kendi yaratılışını unutarak bize
karşı misal getirmeye
kalkışıyor ve: 'Şu
çürümüş kemikleri kim diriltecek?' diyor" (Yâsîn 36/78). Demek ki
bu kadar gayretle yemin edip öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlerin kench
yaratılışlarını unutma gibi
bir hastalıkları vardı.
Günümüzde gelecekte de aynı
şekilde inkâr edenlerin hastalığı da bu olacaktır.
"İnsan
görmez mi ki. ?-jr onu nutfe/meniden yarattık. Bir de bakıyorsunuz ki, apaçık
düşman kesilmiş" (Yâsîn 36/77). Gıdalardan süzülüp gelen meniden
yaratılan. yoktan yaratılan insan, yaratılışını unutunca, öldükten sonra
dirilme unutup inkâr etmektedir. Yâsîn 79'a göre ilk defa yaratan, ikinci kez
de yaratacaktır.
b) "Ceza gününü de yalan sayıyorduk"
(Müddessir 74/46). Öldükten sonra insanların bu dünyada yaptıkları amellerden
sorguya çekileceklerine inanmamaları, onu yalanlamaları, öldükten sonra
dirilmelerini inkâr etmelerine sebep olmuştur.
c) "insan, kendisinin kemiklerini bir araya
toplayamayacağımızı mı sanır?" (Kıyamet 75/3). Sanılar peşinde koşan,
zandan öteye geçemeyen insan öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmektedir.
d) "İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı
sanır?" (Kıyamet 75/36).
İnsanın
âhirette hiçbir sorumluluğu olmayacağını sanması, onu inkâra götürmektedir.
2.
"Hayır,
Allah buna gerçekten söz vermiştir. Fakat insanların çoğu bilmezler."
Âyetin bu
kısmında geçen va'd "söz
verme" ifadesi, Yüce Allah'ın böyle bir kanun koyduğu anlamına
gelmektedir. Yüce Allah öldükten sonra kıyametin hemen ardından insanları
tekrar yaratıp hasredeceği kanununu önceden koymuştur. Bu kanun "Allah'ın
ahdi" anlamına gelmektedir.
Yüce Allah'ın
bu kanunu gerçektir. Kâfirlerin buna inanıp inanmaması önemli değildir. Onlar,
gerçeğe karşı gelmek, Allah'a karşı bu konuda yemin etmekte değerlerini Allah
nazarında kaybetmektedirler.
Ama onların
böylesine büyük hataya düştüklerini bilmemelerine Yüce Allah dikkat
çekmektedir. Demek ki, insanların başına gelen pek çok şey bilmemelerinden
kaynaklanmaktadır. Yaratılışını unutmak, zan-nın peşinden koşmak ve
bilgisizlik, öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmeye götürmektedir.
3. "Çünkü, hakkında ayrılığa düştükleri şey,
(Allah) onlara anlatacak ve inkarcılarda yalancı olduklarını
bileceklerdir."
Yüce Allah
öldükten sonra dirilmeyi aynı zamanda kâfirlere bir ders vermek için
gerçekleştirecektir.
a) Yüce Allah, insanların dünya hayatları boyunca
ihtilaf edip ayrılığa düştükleri konulardan birinin "öldükten sonra
dirilip ceza ve ödülün verilmesi meselesi" olduğunu bildirmektedir.
Âhiret hayatının, fızi- kötesi bir olgu olduğundan iman alanına girmiş olması,
insanların onun üzerinde ihtilafa düşmelerine götürmüştür. Başka bir ifade ile
onlar bu konuda ayrılığa düşmüşlerdir.
İşte Yüce
Allah bu konuyu onlara etraflı bir şekilde açıklamak için öldükten sonra
dirilmeyi gerçekleştirecektir. Demek ki, öldükten sonra dirilmenin
amaçlarından biri, üzerinde ihtilafa düşülen ceza ve mükafatı açıklamaktır.
b) Diğer taraftan yaratılışını unuttuğu, zannın peşine
koştuğu ve bilmediği için öldükten sonra dirilmenin olacağı konusunu inkâr
edenlerin yalancı olduklarını ispat etmek de bu olgunun amacı olmaktadır.
Öldükten sonra
dirilme gerçekleştiğinde inkarcılar yalancı olduklarını anlayacaklardır.
Halbuki önemli olan önceden Allah'ın hükmüne inanmaktı. Deney ortaya çıktıktan
sonra herkes onu bilmiş olacaktır. Dünya hayatında inanılacak konulara inanmak,
bilinecek konulan bilmek bir seviye meselesidir. İhtilafı açıklamak ve yalancı
olduklarını bilmelerini temin etmek için bu olguyu gerçekleştireceğini
söyleyen Yüce Allah, din eğitiminin çok önemli konularından birini gündeme
getirmektedir.
4. "Bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, ona
sözümüz sadece 'ol' demektir. O da hemen oluşur."
Bu âyette
"olmak" , "istek", "zaman", "söz"
kelimeleri ya da kavramları bir araya gelmiş, âyetin örgüsünü meydana
getirmiştir. İstekle zaman; olmak ile söz eşleşmekte, sonra dördü bir araya
gelmekteler. Âyetin analizinden varacağımız neticeler vardır:
a)
Yüce Allah devamlı olarak yaratmaktadır. Kâinatı
yaratıp, saat gibi kurduktan sonra yana çekilip seyretmemektedir. Her an yeni
bir yaratma durumundadır: "O, her an yaratma halindedir" (Rahman 55/29). '
b)
Yüce Allah bir şeyi istediği zaman, mutlaka onu
gerçekleştirecektir. O'nun isteği yaratmak, öldürmek şeklinde tecelli ederse
bu istekler mutlaka olacaktır. Bu da "oluşun" kaderidir.
"Allah'ın
emri mutlaka yerine gelecektir; yazılmış bir kaderdir" (Ahzâb 33/38). Yüce
Allah'ın emri, isteği yerde kalmaz, mutlaka hükmünü icra edecektir. )
c)
Âyette geçen
kün emri kâne fiilinden türemiştir, kâne fiilinin aslı kevene idi. Bu
kelime üç harften oluşmuştur. Bu üç harfin ortadaki vâv harfi illetli
(hastalıklı) harflerdendir. Kelimeyi emir kalıbına intikal ettirirken, illetli
(hastalıklı) harfi atarak kâf harfini nûn harfine vururuz. İşte "ol"
emrini verince Yüce Allah varlık o illetli harf olarak fırlayıverir. Böylece
illetli varlık, yani ölümlü varlık meydana gelmiş olur. Kâf harfini nûn harfine
vurunca emir kalıbı sağlamlaşıyor, çünkü vâv denen illetli harf, yani
"varlık" ayrılıp meydana gelmiştir. Yüce Allah'ın kâf harfini nûn
harfine vurması anlık bir meseledir. Zaman mefhumunu oraya sokmamız mümkün
değildir.
Yâsîn 82'de de
aynı âyet gündeme gelmektedir. Her iki âyet var olmanın, yaratılmanın
keyfiyetini açıklamakta, Allah için yaratmanın zor olmadığını öğretmektedir.
Netice olarak
diyebiliriz ki, Yüce Allah öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlere, yaratma
konusunda bir ders vermekte, ilk yaratılışın nasıl olduğunu açıklamaktadır.
Kâfirler Kur'ân'ı okumayacaklarına göre, din âlimleri bu dersi onlara
anlatacaktır.[18]
Zulme uğratıldıktan sonra Allah yolunda
hicret edenlere gelince, onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz.
Eğer bilirlerse âhiretin mükafatı elbette daha büyüktür.
Onlar
sabredenler ve Rabblerine güven bağlayan kimselerdir.
Bu âyetlerin
insanlığa verdiği mesaj çok büyüktür. Büyük olduğu kadar da neticelerle
doludur.
1. "Zulme uğratıldıktan sonra Allah yolunda hicret
edenler."
a)
Âyetin bu kısmından hicretin ne olduğunu ve ne
olmadığını anlıyoruz. "Kötülük ve zulüm diyarından çıkıp bunların
bulunmadığı bir ülkeye gitme eylemi"ne "hicret" denmektedir.
Sahip olduğu inançtan dolayı zulme uğrayan, zulmün egemen olduğu yerden çıkıp
sadece Allah için başka bir yere giden insanın eylemine "hicret"
denmektedir. Zulümsüz ve Allah yolunda bir niyetle yapılmayan harekete yolculuk
denir. Hicret kelimesinin geniş açıklaması Âl-i İmrân 195'te yapılmıştır.
b)
Âyetin başında yer alan ellezîne kelimesi, genellik
ifade etmektedir. Yani sadece Mekke'den Medine'ye hicret eden Hz. Peygamber ve
arkadaşlarının eylemini değil, nice zulme uğrayacak, zulmün egemen olduğu
yerden çıkıp kendilerini başka ülkelere götürecek müminlerin eylemini de
içermektedir. Ama ilk planda kasdedilen Hz. Pey
gamber ve arkadaşlarının Mekke'den
Medine'ye o zamanki
ismi Yesrib'e hicret edenler kasdedilmektedir.
c)
Hicreti yolculuktan ayıran başka bir boyutu da onun
ahlâkî oluşumudur. Nefis ülkesinden gönül ülkesine; kötü arzuların kol gezdiği
ve bir zulüm ülkesi olan nefisten akıl ülkesine göç etmek de bir hicrettir.
Şeytan
zulmünün egemenliğinden Allah'a göç etmek de bir hicrettir. Şirkin ve inkârın
zulmünden tevhîd inancına geçmek de bir hicrettir. Zaten bu hicretler olmadan
Mekke'den Medine'ye olacak hicretler de olmazdı ve olmayacaktır. Mekke
döneminde Müslümanlar önce inkâr ve şirkten tevhîd inancına; şeytanın
zincirlerini kırıp Allah'a; nefis ülkesinden gönül ve akıl ülkesine hicret
ettiler ve sonra Mekke'den Medine'ye hicret ettiler.
İşte hicreti
evrenselleştiren, tarihsel boyutundan alıp zaman sınırının ötesine geçiren
anlayış bu olacaktır.
Bu anlayıştan
hareket edersek, hicreti "toplu halde yapılan" ve "ferdî manada
gerçekleştirilen" diye iki kısma ayırmamız mümkün olacaktır. Toplu
haldeki hicretler zaman zaman olurken, ferdi manada hicret kesintisiz bir süreç
olarak devam etmektedir.
Meselâ,
cehaletin karınlık ülkesinden bilginin aydınlık ülkesine geçiş de bir
hicrettir. İnsanlar ne çekiyorlarsa cehaletin zulmünden çekiyorlar. Cehalet
zulmünün egemen olduğu ortamdan bilginin aydınlığına ve barış ülkesine geçmek
de bir hicrettir.
2. "Onları, dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz.""
Âyetin bu kısmında geçen ji'jû nübevvienne kelimesi, "dönmek. .Allah'ın
gazabına uğramak, döndürmek, kesilmek" manasına gelen bâe kelimesinden
türemiştir.
Bu kelimenin
ebâ'e kalıbı "mekan" ile kullanılınca "ikamet etmek,
yerleştirmek, döndürmek, firar etmek, ikrar ettirmek" manasına
gelmektedir.
Âyette geçen
kalıbı, "evlenmek, yerleştirmek, birine ev hazırlayıp donatmak";
"ok"la kullanılınca "nişanlamak"; tebevve'e kalıbı da
"beraber olmak, eşitleşmek, yurt edinmek" manalarına gelmektedir.
1) Hışmına uğramak
"Allah'ın
hoşnutluğunu gözetenle Allah'ın hışmına uğrayan bir olur mu?" (Âl-i İmrân
3/162). Bu âyette it; bâe kalıbında gelmiştir. Hışım anlamının yanında
"lanetine uğramak" anlamı da vardır.
2) Yüklenmek
"Ben
istiyorum ki, sen, hem benim günahımı
hem de kendi
günahını yüklenesin" (Mâide 5/29).
3) Yerleştirmek
"Ve
yeryüzünde sizi yerleştirdi" (A'râf 7/74); "Andolsun Biz İsrâiloğullarını
güzel bir yurda yerleştirdik" (Yûnus 9/93).
4) Göstermek
"İbrahim'e
bu İbadet Evi'nin kurulacağı yeri gösterdiğimiz zaman" (Hacc 22/26).
Âyetteki bu
kelimenin "hazırlamak" manası da vardır.
5) Düzene sokmak
"Hani sen
müminleri savaş düzenine sokmak için sabah erkenden evinden çıkmıştın"
(Âl-i-İmrân 3/121). Burada ilgili kelime "savaş mevzilerine
yerleştirmek" anlamına gelmektedir.
6) Yurt edinmek
"Daha
önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş" (Haşr
59/9). Buradaki tebevve'ü kelimesi "mekan için yurt edinmek", iman
için de "gönle yerleştirmek" manasını aynı anda vermektedir.
7) Konaklamak
"Böylece
Yûsuf'a o ülkede emin bir yer sağladık. İstediği yerde konaklayabilirdi"
(Yûsuf 12/56). Bu âyetteki yetebevve'ü kelimesinin de yer aldığı cümle
"dilediği şeyi yapabilirdi" manasına da gelmektedir.
8) Sığınak edinmek
"Biz de
Musa ile kardeşine: 'Şehirde halkınız için bazı evleri sığmak edinin' diye
variyettik" (Yûnus 10/87).
Yorumunu
yapmakta olduğumuz âyete dönersek, uğradıkları zulümden sonra Allah yolunda,
Allah uğruna hicret edenlere Yüce Allah siyâsî erki elinde tutacak bağımsız bir
devlet kurma imkanı tanıyacağını anlıyoruz. Âyette geçen
"yerleştirme" ile "güzel" kelimeleri bir araya gelince,
onlara zulmün egemen olmadığı, özgürlüklerin yaşandığı, insanların
itilip-kakılmadığı mutluluk ve güzellik dolu bir ülke kurdurmak anlamını
kazandırmaktadır.
Buradaki
"güzellik" kelimesinin anlamı içinde, kötülükle, zulümle
çıkarıldıkları topraklan, ülkeyi ele geçirmeleri manası da vardır. Ayrıca
"güzellik" kelimesinde, onlara zulmün egemen olmadığı bir ülke bulma
anlamı da vardır.
Demek ki
hicret zulüm ülkesinden çıkış olurken, aynı zamanda güzellikler, mutluluklar,
iyilikler ve özgürlükler ülkesinin kuruluşunun başlangıcı olmaktadır. Hicretin
başlangıcında acı, sonunda ise tat ve güzellik vardır.
Nefis
ülkesinden çıkıp akıl ülkesine geçmek; cehaletin karanlığından bilginin
ışığına hicret etmek de zordur ama sonuçları güzelliklerle doludur. Hicretin
zorluğu güzelliklere gebedir; yeter ki Allah için hicret edilmiş olsun. Şirk
denen zulümden tevhîd inancı denen güzelliğe hicretin sonunda da çok uzun
süreli olan cennet vardır. Onun içindir ki yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl
41. âyetin sonu şöyle gelmektedir:
3. "Eğer bilirlerse âhiretin mükafatı elbette daha
büyüktür."
Ayetin bu
kısmında Yüce Allah bilgilendirmektedir. Bu bilgilendirme dünyadaki
güzelliklerle âhiretteki ödülün farkını tesbit etme yönündedir. Dünya ile
âhiretin farkı gibi, onların güzellikleri arasında da farklar vardır. Bu fark
veya farkların bilinmesi gerekiyor. Zulmün egemen olduğu ülkeden sadece Allah
uğruna hicret etmek, O'nun koyduğu hayat değerlerini yaşamak için terketmek ve
ardından dünya güzelliklerini ve âhiretin büyük ödülünü kazanmak için neler gerekir?
Sorunun cevabını Nahl 42 vermektedir.
4. "Onlar sabreden ve Rabblerine güven bağlayan
kimselerdir." Demek ki bu insanlar başarıyı iki önemli erdemle
yakalamaktadırlar:
a)
Güçlüklere göğüs germe anlamına gelen
"sabır" ve
b)
Allah'a güven bağlamak anlamına gelen
"tevekkül".
Hicretin
zorluklarına katlanmak, doğacak olan yeni devletin sancılarına tahammül etmek
bir sabır işidir. O zorluklara ve sancılara göğüs germek, imanın getirdiği
sabır sayesinde başarıya ulaşacaktır.
Sabır yeterli
değildir. Allah'a güven bağlamak, O'na dayanmak gerekiyor. Bu da ne ile
olacaktır? Sorunun cevabını şu âyetlerle verebiliriz: "O, arkadaşına:
'Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir' diyordu" (Tevbe 9/40).
İşte Mekke'den
çıkarılan Hz. Peygamber tevekkülünü bu sözlerle gerçekleştiriyordu. Aynı durumu
Hz. Musa da yaşamıştı: "İki topluluk birbirini görünce, Musa'nın adamları:
'İşte yakalandık' dediler. Mûsâ: 'Asla!' dedi. Rabbim elbette benimledir; bana
yol gösterecektir" (Şu'arâ 26/61-62). Hz. Musa da Allah'a olan güvenini,
tevekkülünü bu sözlerle ifade etmiştir.
Hicret
ederken, yeni bir devletin doğusundaki zorluklara katlanırken Allah'ı yanında
hissetmek, O'nun beraberliğine inanmak tevekkülün tâ kendisi olmaktadır.
İşte bu
tevekkül ile sabır bir araya gelince çözülemeyecek problem, üstesinden
gelinemeyecek zorluk kalmayacaktır. İnsanın iç âleminde yaşadığı hicret ile
toplu halde hicretin olmazsa olmazlarını bunlar teşkil etmektedir. Sabır ve
tevekkül ile yapılan bir hareketin, eylemin ve amelin sonunda güzellikler
vardır. Vüce Alları İnsanları eğitirken bu erdemleri insanlara kazandırmayı
öngörmüştür.[19]
Senden önce
de, kendilerine vahyettiğimîz kişilerden başkasını peygamber olarak
göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikri bilenlere sorun.
Apaçık
mucizelerle ve kitaplarla gönderildiler. İnsanlara, kendilerine indirileni
açıklaman için ve düşünsünler diye sana da bu Zikr 'i Kur 'ân 'ı indirdik.
Ayetlerin
analizinden varacağımız genellemeler şunlardır:
1. "Senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz
kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik."
Ayetin bu
kısmı, peygamberlik müessesesini inkâr edenlere ya da nübüvvet konusunda
şüphede bulananlara cevap vermektedir. Âyette geçen rical kelimesi, "adam,
kişi" manasına gelmektedir. Yüce Allah Hz. Muhammed'den önce de
insanlardan peygamber seçip göndermişti. Kâfirler ise meleklerden peygamber
istiyorlardı. Kur'ân onların bu konudaki isteklerini, iddialarını, görüşlerini
çeşitli âyetlerinde açıklamaktadır:
a)
"Muhammed'e bir melek indirilseydi ya! dediler"
(En'âm 6/8).
Bu isteklerini
Yüce Allah şöyle cevaplandırmaktadır: "Eğer biz öyle bir melek indirseydik
elbette iş bitirilmiş olur, artık kendilerine göz bile açtırılmazdı. Eğer
peygamberi bir melek kılsaydık elbette onu insan suretine sokar, onları yine
düşmekte oldukları kuşkuya düşürürdük/onları kuşkuları üzere bırakırdık"
(En'âm 6/8-9).
b)"Bu yüzden dediler ki: Kavimleri taraftarları
bize kölelik ederken, bizim gibi olan bu iki adama inanırmıyız?" (Mü'minûn
23/47).
Firavun ve
etrafındakiler Hz. Mûsâ ve Hz. Harun'a peygamber olarak inanmamalarını iki
sebebe dayandırmışlardır: Adam olmaları, kavimlerini köle edinmiş olmaları.
c) "Bu,
dediler, sadece sizin gibi bir insandır, sizin yediğinizden yer, sizin
içtiğinizden içer. Gerçekten, sizin gibi bir beşere itaat ederseniz, herhalde
ziyan edersiniz" (Mü'minûn 23/33-34).
Hz. Nûh kavmi
de peygamberin insanlardan olmayacağını iddia
ediyor ve Hz.
Nuh'un peygamberliğinden şüphe edip inkâr ediyorlardı.
d) "Onlar şöyle dediler: Bu ne biçim peygamber,
yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor! Ona bir melek indirilmeli, kendisi ile
birlikte o da uyarıcı olmalıydı!" (Furkân 25/7).
İşte Yüce
Allah bunların görüşlerine, isteklerine, şüphe ve inkârlarına En'âm 8 ve 9 ile
cevap vermişti. Bir başka cevabı da yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 43 ve aynı
ibareden meydana gelen Enbiyâ 7 olmaktadır.
Yüce Allah
insanlara göndereceği elçiyi, yani peygamberi onların arasından seçmiş ve bunu
değişmeyen bir kanun olarak koymuştu. Yûnus 2'de belirttiği gibi bunda hayret
edilecek, şaşılacak bir şey yoktur.
Burada şu
soruyu sormamız gerekiyor: Yüce Allah peygamberleri neden meleklerden seçmemiş
de, insanlardan seçmiştir? Sorunun cevabını bazı âyetlerle vermeden önce şu
açıklamayı yapabiliriz: Peygamberlerin de, olağanüstü güçlerle donatılmış olmadığını
bilmelerinin zorunluluğudur. Melekten peygamber olsaydı onu tanrı edinme
ihtimalleri daha çok olacaktı. Beşer olmasına rağmen Hz. Üzeyir ve Hz. îsâ
tanrı edinilmedi mi? Bu konudaki âyetleri gündeme getirerek sorunun cevabına
devam edebiliriz:
i.
"De ki: Ben size, Allah'ın hazineleri benim
yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum.
Ben, sadece bana vahyolunana uyarım" (En'âm 6/50). Yüce Allah bu âyetinde
peygamberin hangi güçlerle donatıldığını öğütlemektedir.
ii. "De ki: Ben, Allah'ın dilediğinden başka kendime
herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı
bilseydim, iyiyi çoğaltırdım" (A'râf 7/188).
Diğer taraftan
meleklerin hayat tarzı ile insanların hayat tarzının çok farklı olması
nedeniyle, onların insanlara peygamberlik yapması mümkün değildir. Dinin hayata
geçirilmesi, kurallarının tatbiki insan hayatı içindir; melek için değildir.
Dini hayata tatbik eden kişi insan o-lursa, diğer insanlar onu örnek alacak ve
hayatına yön verecektir. Yemeyen, içmeyen, cinselliği olmayan ve günah işleme
iradesi bulunmayan varlığın bu vasıflara sahip olan insanlara peygamberlik
yapması mümkün değildir.
2. "Eğer bilmiyorsanız zikri bilenlere sorun."
"Zikir ehli" yani "zikri
bilenler" kimlerdir? Başka bir soru sorarsak bu âyette geçen
"zikr" nedir? İbn Abbâs'a göre zikir "Tevrat"; zikir ehli
de "Tevrat'a inananlar"dır. Buna delil olarak da Enbiyâ 105'i
göstermektedir. "Andolsun Zikir'den sonra Zebur'da da: 'Yeryüzüne iyi
kullarım vâris olacaktır', diye yazmıştık." Zebur'dan önce olan kitap
Tevrat olduğuna göre, âyetteki zikir Tevrat olmaktadır.
Zeccâc ise, tefsirini yapmakta olduğumuz
âyeti "Allah'ın kitaplarının manalarını bilen kitap ehlinden sorun"
şeklinde açıklamıştır. Çünkü onlar peygamberlerin tamamının beşer olduğunu
bilirler. Ayrıca Zeccâc âyeti "ilim ve araştırma sahibi, düşünen insanlara
sorun" diye de manalandırmıştır. Râzî de Yüce Allah "onlara Yahudi ve
Hıristiyanlara sormalarını emretmektedir" görüşünü dile getirmiştir[20].
Âyeti günümüze
getirirsek ve bugün için bir mana verirsek âyetteki "zikir"
kavramının Kur'ân olduğunu söylemekte hiçbir zarar yoktur. Zaten Kur'ân'm bir
ismi de zikirdir (Hicr 15/9). Ayrıca bir sonraki âyette de "zikir"
kavramı geçmektedir. O zaman yorumumuzu şu şekilde yapabiliriz: Dini konuları
bilmeyenler Kur'ân'ı bilene soracaklardır. Âyet sadece geçmiş peygamberlerin
beşer olduğu ve bunu Tevrat'ı bilenlere sorma eylemine tahsis edilemez. Âyet
evrensel boyuta çekildiğinde, o zaman bilmeyenlerin mutlaka Kur'ân'ı bilene
sormaları gerektiği ilkesine varmamız mümkündür.
Din hakkında
gelişigüzel konuşulmamalıdır. Din hakkında konuşurken, vahyi çok iyi bilmek
gerekiyor. Böylece Yüce Allah soru sormayı farz haline getirmekte, ama bu farz
bilmeyenlere düşmektedir. Ayrıca kime soru sorulacağına da rehberlik
etmektedir.
3.
"(Ki onlar) apaçık mu'cizeler ve kitaplarla gönderildiler."
Geçmiş peygamberler, peygamberliklerini iki temele dayandırıyorlardı. Mu'cize
ve kitap. Böylece Yüce Allah onların insanlara tebliğ ettikleri dinin kitaba
dayandığına da dikkat çekmektedir.
Bu ifadeyi lâ
te'lemûn kelimesinin mef'ûlü de kabul edebiliriz ki o zaman mana şöyle olur:
"Eğer sizler açık delilleri ve kitapları bilmiyorsanız bilenlere/zikir
ehline sorun."
4. "İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman
için ve düşünsünler diye sana da Zikr'i Kur'ân'ı indirdik."
Bu âyetten
çıkaracağımız neticeler şunlardır:
a)
Peygamberlerin görevlerinden biri insanlara açıklama
yapmaktır. Yüce Allah'ın onlara ne indirdiğini açıklayabilmesi için Kur'ân'a
başvurmalıdırlar. Kur'ân onlara bu açıklamayı yapması için indirildi.
b)
Peygamberlerin bu açıklamasının amacı, insanların
düşünmesini temin etmektir.
Demek ki
Kur'ân ve onun açıklanması insanlara düşünmeyi öğrenmelerini hedef almaktadır.
O zaman din eğitimi, insanlara doğru düşünme sanatını öğretecek, yani aklı
harekete geçirecek nitelikte yapılmalı ve bu kaliteyi yakalamalıdır. Dogmatik
ve dayatma bilgilerle bunu gerçekleştirmek mümkün değildir. Kur'ân ve onu
insanlara tebliğ eden peygamber, insanların beynini ufuklara açmak, geniş
beyinli insanlar yetiştirmek için gelmesine rağmen, din eğitimini kafa ve gönül
daraltan hale getirenlerin vebali çok ağırdır. Kur'ân kendi kendine düşünen, düşünce
üreten insanları yetiştirmeyi hedef aldığına göre, niçin kafalar ve gönüller
daralıyor, dogmatik anlayışın bataklığında boğuluyor ve nefes alamıyoruz?
Kur'ân
öylesine ufuk açıdır ki, bu dünyanın sınırlarını aşıp öteki dünyadaki hayatı
hedef gösteriyor ve onun için uzun vadeli düşünceyi şart koşuyor. Düşünmeyen
dar kafalı insanlar dinlerini nasıl anlayacak ve onu nasıl anlatacak?[21]
İnsan, Allah'ı Aciz Bırakamaz:
45-46. Kötülük
tuzakları kuranlar, Allah'ın kendilerini yere geçilmeyeceğinden veya
kendilerine bilemeyecekleri bir yerden azabın gelmeyeceğinden veya onlar dönüp
dolaşırlarken Allah'ın kendilerini yakalamayacağından emin mi oldular? Onlar
Allah'ı âciz bırakacak değillerdir.
47. Yoksa
Allah'ın kendilerini yavaş yavaş tüketerek cezalandırmayacağından (emin mi
oldular) ? Şüphesiz Rabb 'in affedici ve merhamet sahibidir.
Yüce Allah bu
sorulan peygamberi yalanlayıp Allah'ın vahyini inkâr edenlere, Allah'ın
azabını yalanlayanlara sormaktadır. Onları üçüncü şahıs olarak alıp sorularını
yöneltmektedir. Şimdi âyetlerin analizini yaparak genellemelere varabiliriz:
1.
"Kötülük tuzakları kuranlar."
Allah'ın dinine ve onu benimseyenlere karşı
her çağda, her nesilde tuzak kuranlar olmuştur. Hz. Nûh döneminden itibaren,
Hz. Muham-med'e kadar bütün peygamberler ve onların yanında yer alanlar bu tuzaklarla
karşılaşmışlardır. Tuzakların ortak noktası ilâhî vahyi ve onu getiren
peygamberi reddetmektir. Ama bu red, gönülde veya sözde kalmamış, eyleme
dönüşmüştür. Bu eylemler arasında peygamberi, yaşadıkları topraklardan, ülkeden
çıkarıp hicrete zorlamak, öldürmeye teşebbüs etmek veya öldürmek, alaya almak,
hakaret etmek de bulunmaktadır.
Muhammed
Esed'in "kötülük tuzaklarına", "şer düzen" demesi
manidardır. Çünkü kötülük tuzakları zamanımızda kılık değiştirmiş, gelecekte
de değiştirecektir. Artık kötülük tuzakları müesseseleşmiş, Allah'ı yok sayan
felsefelere ve ahlâk anlayışlarına, kitlelerin fakirliğinin istismar edilmesi
ile para tuzaklarına dönüşmüştür. Uluslararası ekonomik, mâlî dengelerle
oynayarak mideden kafa ve gönlü elde etme metodlarına dönüşmüştür. İnkâr ederek
değil de yozlaşmış, aslı olmayan hurafe din anlayışı ile tuzaklar kurmaya
dönüşmüştür. Kimi zaman bedenlere mermi sıkarak değil de beyin ve gönüllere
saldırarak tuzak kurulmaktadır. Artık öylesine şer tuzaklar kuruluyor ki,
şeytanla anlaşarak insanları Allah ile aldatma metoduna başvurulmaktadır.
İşte bu
"şer tuzakların" pençesinde dünya gençliği düşünemez olmuş, bırakın
düşünmeyi canını kurtaramaz hale gelmiştir. İşte bu tuzaklardan kurtulma
çareleri aranırken uğraşılar, emekler hep bu gereksiz yerlere harcanmakta ve
böylece insanlığın ilerlemesi, gelişmesi ve insanlaşması geri kalmaktadır.
İnsan, insan olarak doğuyor ama, insan olarak ölememektedir.
2.
"Kötülük tuzakları kuranlar Allah'ın, kendilerini
yere geçirmeyeceğinden veya kendilerine bilemeyecekleri bir yerden azabın
gelmeyeceğinden emin mi oldular?"
Allah'ın
vahyine ve peygamberine karşı tuzak kuranlar, Allah'sız felsefe ve ahlâk düzeni
tesis edenlerin işini Yüce Allah ele almakta, onlara iki şekilde muamele
yapacağına işaret etmektedir.
a)
Yerin dibine geçirmek
Bunun canlı
örneği Karun'un yerin dibine geçirilmesidir (Kasas 28/81).
b) Farkına varmadan azabın gelmesi'Âd, Semûd ve Lût
kavimlerinin helak olması da buna örnek verilebilir. Bilmeyecekleri bir yerden
ve her an bu azap, bu tip tuzakları kuranlara gelmiş, geliyor ve gelecektir.
Bunun anlamı
şudur: Yüce Allah, geçmişte olduğu gibi gelecekte de iyiyi, güzeli, hakkı ve
doğruyu müdafaa etmiş ve edecektir. Bu müdafaasını öncelikle dini ile yapacak,
ama çarenin tükendiği yerde çeşitli şekillerde şer tuzakları kuranlara azap
ederek gerçekleştirecektir.
Demek ki Yüce
Allah, kötülük tuzaklarını kuranların tuzağına kendilerini düşürmektedir:
"Hatırla ki, kâfirler seni tutup bağlamaları veya öldürmeleri yahut seni
yurdundan çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı. Allah da onlara tuzak
kuruyordu. Çünkü Allah tuzak kuranların en iyisi-dir" (Enfâl 8/30).
Yüce Allah
"emin mi oldular?" buyururken, mü'minlere güven vermekte, kâfirlere
tehdit, müminlere de güven vererek dinini koruyacağını vurgulamaktadır. Ancak
onlara, tarihsel olgulardan istifade etme fırsatını da vermektedir.
3. "Veya onlar dönüp dolaşırlarken Allah'ın
kendilerini yakalamayacağından emin mi oldular? Onlar Allah'ı âciz bırakacak
değillerdir."
Öyle
anlaşılıyor ki bu âyet ile Âl-i İmrân 196. âyetin ne demek is-tediğini daha
rahat anlıyabiliriz: "İnkarcıların (refah içinde) diyar diyar dolaşması,
sakın seni aldatmasın."
Her iki âyette
geçen tekallüb kelimesi "dönüp dolaşmak" anlamına gelmektedir.
kallebe kökünden türeyen bu kelimenin açıklaması Âl-i İmrân 196'da yapılmıştır.
Özetle bu kelime "dönmek" ('Ankebût 29/21); "kurmak" (Tevbe
9/48); "ters çevirmek" (Hacc 22/11); "elleri oğuşturmak"
(Kehf 18/42); "yer değiştirmek" (Nûr 24/44); "gerisin geri
dönmek" (Âl-i İmrân 3/144); "devrimle devrilmek" (Şu'arâ
26/227); "akıbet" (Kehf 18/36); "dolaşmak" (Âl-i İmrân
3/196; Mü'min 40/4) manalarına gelmektedir. Netice olarak diyebiliriz ki, Hz.
Peygambere ve Allah'ın vahyine tuzak kuranlar, ülke ülke, diyar diyar zevk
içinde dolaşıyorlardı. Yüce Allah, onların bu dolaşması anında yakalayacağını,
yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 46'da buyurmaktadır. Diyar diyar dolaşmaları,
onları cezalandırmaya mani değildir. Bundan emin olamazlar. Çünkü onlar Allah'ı
âciz bırakacak güçte değillerdir. Yüce Allah ceza vermeyi takdir edince, onu
hiç kimse durduramaz; cezayı tatbikata koyunca da mağlub edilemez.
4. "Yoksa Allah'ın kendilerini yavaş yavaş tüketerek
cezalandırmayacağından (emin mi oldular)?"
Âyetin bu
kısmında geçen tehavvüf kelimesi, "tedricen a-zaltmak, yavaş yavaş
tüketmek, derece derece noksanlaştırmak" anlamına gelmektedir. Toplumsal
manada "içten içe çürütmek, ahlâkî değerlerin yok olup gitmesi"
anlamını da ifade etmektedir.[22]
Bu manadan
hareket ederek, "toplumsal gücün gitmesi, mutluluğun, ihtişamın yok
olması" manasını çıkarabiliriz. Kelimenin kök anlamı "korku"
olduğuna göre, dünyaya gücü ile hükmederken, giderek gücünü kaybedip korkar
hale dönüşmesi demektir. Özel manada; Hz. Peygamber'i yurdundan çıkaran, diyar
diyar dolaşacak kadar sosyal ve ekonomik güce sahip olanlar yavaş yavaş bu
güçlerini kaybettiler, daha sonra da korkar hale geldiler.
Âyetteki tehavvüf kelimesine en güzel manayı Enfâl
46'da yer alan ve tezhebe rîhuküm "kuvvetiniz gider" ifadesiyle
verebiliriz. Dolayısıyla söz konusu kelimenin "sosyal, ekonomik ve siyâsî
gücün kaybolması" anlamına geldiğini söyleyebiliriz.
Allah'ın
vahyine ve peygamberine karşı kurulan tuzaklar geri teperek kendi güçlerini
kemiren fareler haline gelmiştir ve gelmektedir. Bu bağlamda konuya bakarsak,
bazen Allah azabı ansız verirken bazen de yavaş yavaş çürüterek, yıkarak, yok
ederek verir. Azabın bu şekilde verilmesi de bir azap niteliği taşımaktadır.
Sosyal, ekonomik ve siyâsî gücün altından yavaş yavaş kaydığını hissetmek,
görmek ve çare bulama-mak da bir azaptır. Özel manada Hz. Peygamber dönemindeki
müşrik ve kâfirlere aynı azap metodu uygulanmıştır. Aynı metod günümüzün ve
geleceğin toplumlarına da uygulanmakta ve uygulanacaktır. Böyle bir metodla
Yüce Allah, onları da yok edeceğinden garantide/emin olmalarını istemiyor.
5.
"Şüphesiz Rabbin affedici ve merhamet sahibidir."
Âyetin
sonundaki "affedici" ve "merhamet sahibi olma" sıfatları
manidardır. Allah'ın vahyine ve peygamberine karşı kötülük tuzakları, şer
düzenleri kuranlara bir kurtuluş, bir çıkış kapısı sunulmaktadır. Bu tuzak ve
hilelerinden vazgeçip tövbe ettikleri takdirde affolacakları. Allah'ın onlara
merhamet ile muamele edeceği söylenmektedir.
Âyetin bu
kısmı pişmanlık yasasını ifade etmektedir. Yüce Allah bu tip insanlar için
genel af ilan etmektedir. Bu demektir ki, Yüce Allah onlara af ve merhamet
sıfatı gereği bir çıkış kapısı sunmakta ve bir fırsat tanımaktadır. Durumlarını
ve alacakları cezalarını tam anlamı ile okuduktan sonra onlardan köklü bir
değişim beklenmektedir.[23]
48.Kâfirler
Allah'ın yarattığı nesneleri görmüyorlar mı? Onların gölgeleri (Allah'ın
iradesine) boyun eğerek bir sağa bir sola dönüp Allah için saygı ve ta 'zimle
yere kapanmaktadırlar.
49.Göklerde
bulunanlar, yerdeki canlılar ve bütün melekler, büyüklük taslamadan Allah'a
secde ederler.
50.Onlar,
üstlerindeki Rabblerinden korkarlar ve kendilerine ne emrolunursa onu
yaparlar.
Bu âyetler,
Allah'ın dinine ve peygamberine tuzak kuranların köklü değişimi gerçekleştirmeleri
için onlara yaratıklar aleminden tabiattan örneklerle bir ders vermektedir.
1. "Kâfirler, Allah'ın yarattığı nesneleri
görmüyorlar mı?"
Âyette geçen U mâ harfini, "şey,
nesne" manasına almayı uygun bulduk. Buradaki nesne ya da şeyler bizim
cansız varlık dediğimiz şeyler ve bitkiler âlemi de olabilir. Yalnız Yüce Allah
kâfirlerden, tabiatı gözlemelerini istemektedir. Bu gözlemle nelerin farkına
varacakları ve neleri çıkartacaklarını da söylemektedir.
2. "Onların gölgeleri (Allah'ın iradesine) boyun
eğerek bir sağa bir sola* dönüp Allah için saygı ve ta'zimle yere
kapanmaktadırlar."
Âyetin bu
kısmından bitkiler âleminin nasıl ibadet ettiğini anlıyoruz. Kâfirlerin de bunu
tabiatta görüp anlamaları gerekiyor. Aksi taktirde gönüllerindeki inkârı atıp
imana geçmeleri imkansızdır.
Âyetin bu
kısmında geçen yetefeyyeü kelimesi el-fey'den
türemiştir.
Güneşin gölgeyi yok ettikten sonra tekrar geri gelmesi için bu kelime
kullanılır. Müslüman olmayanların mallarından müslümanların eline geçen şeylere
fey' denir. Malların müslümanlara dönmesinden dolayı böyle ifade edilmektedir.
1) Gelmek
"Eğer
müminlerden iki gurup birbiriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şayet birisi
ötekine saldırırsa, Allah'ın emrine gelinceye kadar, saldıran tarafla
savaşın" (Hucurât 49/9). Buradaki "gelmek" "Allah'ın emrine
gelmek" anlamındadır.
2) Dönmek
"Kadınlarına
yaklaşmamaya yemin edenler dört ay beklerler. Eğer kadınlara dönerlerse şüphesiz
Allah çok bağışlayan ve merhamet sahibidir" (Bakara 2/226). Buradaki
ilgili kelime, "kocanın karısına dönmesini" ifade etmektedir.
3) Bahşetmek
"Ey
peygamber! Mehirlerini verdiğin eşlerini ve Allah'ın sana bahşettiği...
eşlerini sana helal kıldık" (Ahzâb 33/50). Buradaki fey', "Allah'ın
sunduğu, verdiği, bahşettiği şey" demektir. Haşr 6'da da "vermek,
bahşetmek" anlamına gelmektedir.
4) Sağa sola dönüp devinmek
Yorumunu
yapmakta olduğumuz Nahl 48'de bu anlama gelmektedir.
Âyette
yaratıkların gölgelerinin sağdan sola doğru döndüğü söylenmektedir. Sağdan
başlamasının sebebi, Güneş'in sağdan doğup sola doğru, yani batıya doğru
gitmesi, gölgenin de onun hareketini takip etmesidir.
Biz buradaki
gölgeye farklı bir açılım getirmek istiyoruz: Yaratılmış olan cansız ve canlı
cisimlerin gölgesinden kasıt, o cisimlerin veya eşyanın atomlarının çekirdeği
etrafında dönen elektronlardır. Ka'be'nin etrafını tavaf etmemiz gibi
elektronlar da çekirdeğin etrafında dönmektedirler. İşte bu ibadete
"tesbîh" denmektedir. Sağa sola dönüp devinmelerinin anlamını bu
şekilde vermek daha doğru olacaktır. Bu varlıklar, bu şekilde hareket etmek
zorundadırlar. Allah onlara kaderde bu görevi vermiştir. Bu görevin dışına
çıkamazlar. Tek Allah'a inanmak da aklın gerekleri arasına konmuştur.
Bütün
varlıklar bu hareketleri ile Allah'a secde ederler. Buradaki secdenin anlamı
"verilen görevi saygı ile yerine getirme"leridir. Allah'ın emrine
teslim olmak da "boyun eğmek" demektir.
Âyette geçen
ve hüm dâhırûn ifadesi "zelil olarak, kendilerini küçük görerek,
önemsemeyerek" anlamını ifade etmektedir. İnsanın secde etmesi ile
cisimlerin, eşyanın ve diğer varlıkların secde etmesinin farkı vardır. Yüce
Allah, dine ve ona sahip çıkanlara karşı tuzak ve hile kuranlara, tabiatın
işleyişini, Allah'ın emrine boyun eğişini gözleyip kendilerine çeki düzen
vermelerini önermektedir. Yüce Allah, insanın tabiattan Allah'a, oradan
kendisine yönelerek ne yaptığını ve ne yapması gerektiğini anlamasını
istemektedir. Tabiatta her şey kendi yapısına göre görevini yerine getirirken,
bazı insanlar bu görevi yerine getirmemek için isyan etmektedir.
3.
"Göklerde bulunanlar, yerdeki canlılar ve bütün
melekler, büyüklük taslamadan Allah'a secde ederler."
Göklerde
meleklerin dışında varlıklar olduğunu bu âyetten anlıyoruz. Yerdeki canlılar ve
melekler Allah'a secde ederken müşterek özellikleri, "kibretmemeleri,
yüksünmemeleri, İblis gibi kibre kapılma-maları"dır.
Bir önceki âyeti de dikkate alırsak bütün
varlıklar, canlı cansız hepsi Allah'a secde etmektedir, demektir (Rahman 55/6;
Ra'd 13/15).
4.
"Onlar
üstlerindeki Rabblerinden korkarlar ve kendilerine ne emrolunursa onu
yaparlar."
Göklerdekilerle
yerdeki canlılar ve melekler de Allah'tan korktukları için, emrolunanı
bihakkın yerine getirirler. Yüce Allah onların psikolojisinin analizini
yaparak ibadetlerini anlatmaktadır. Aynı psikolojiyi insan da paylaşsaydı ilâhî
vahye ve peygambere kötülük tuzakları kurmazlardı.
Âyetteki fevk
"üst" kavramından, Allah'ın varlıklardan yüce olduğunu anlıyoruz.
Yoksa bundan maksat bir mekan nisbeti değildir.[24]
51. Allah buyurdu ki: "İki tanrı
edinmeyin! O ancak bir Tanrıdır. O halde yalnız benden korkun!"
52. Göklerde
ve yerde ne varsa, O'nundur, din de yalnız O'nundur. O halde Allah'tan
başkasından mı korkuyorsunuz?
53. Nimet
olarak size ulaşan ne varsa, Allah'tandır. Sonra size bir zarar dokunduğu zaman
yalnız O'na yalvarırsınız.
54. Sonra da
sizden o zararı giderdiğinde, içinizden bir grup hemen Rabblerine ortak
koşarlar.
55.
Kendilerine verdiklerimize karşılık nankörlük etmeleri için. O halde bir süre
daha faydalanın, fakat yakında hakikati bileceksiniz.
Az önce
yorumunu yaptığımız Nahl 48-50. âyetlerinde Yüce Allah tabiattaki canlı cansız
varlıkların Allah'ın emrini nasıl yerine getirip itaat ettiklerini,
ibadetlerini yerine getirdiklerini açıkladı. Bu açıklama, kâfirlere yönelikti
ve onların tabiatı gözleyip oradan 51. âyetteki tevhîd inancına ulaşmalarına
yönelik yapılmıştı.
1. "Allah buyurdu ki: İki tanrı edinmeyin." '"
Aslında insanlar Allah'ın dışında pek çok
tanrı edinmişlerdir. Ama Yüce Allah birin çoğaltılmaması için bu ifadeye yer
vermektedir. Bırakınız daha çoğunu ikiye bile müsaade edilmemektedir.
"İki" ifadesinin iki kere tekrar edilmemesinin sebebini Râzî, iki
ilaha inanmanın akıl katında çirkinliğini ifade etmeye bağlamaktadır.
Allah'tan
başka ikinci bir tanrı edinirsek ne olur? Bunun cevabını Enbiyâ 22. âyetle
verebiliriz: "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı, yer
ve gök kesinlikle bozulup giderdi." Bunun anlamı şudur: Tek tanrının
dışında başka tanrılar olsaydı kâinatın maddî ve manevî dengeleri alt-üst
olurdu. Birisi bir işin yapılmasını, diğeri de yapılmamasını emredecekti.
"Tek tanrılık" fikri, beşerî âleme
"tek liderlik" olarak yansımıştır. Hiçbir toplum iki başkanla idare
edilmemiştir. Her idarî sistemde mutlaka tek başkan vardır. Bir toplumu iki
kral, iki padişah, iki reisicumhur idare etmemiştir. Hayvanlar alemindeki idarî
sistem de böyledir. Aynı sistem kâinatın idaresinde de yer almaktadır. Kâinatın
iki veya daha fazla idarecisi olsaydı düzen bozulur ve idâri sistem yürümezdi.
2.
"O, ancak
bir tanrıdır. O halde yalnız benden korkun."
Kâinatın ve
içindekilerin tek yaratıcısı ve tek idare edeni vardır. O aynı zamanda kâinatın
tek hakimi ve tek sahibidir.
a)"Çünkü göklerde ve yerde var olan her kim varsa
hepsi O'nundur" (Enbiyâ 21/19).
b)"Göklerde ve yerde var olan her şey
O'nundur"'(Nahl 16/52).'
c)"Arş'm sahibi olan Allah, onların nitelendirmelerinden uzaktır" (Enbiyâ 21/22). Yani O, mutlak hükümranlık
tahtının efendisi, O sınırsız kudret ve yücelik sahibi Allah, insanların
tanımlama ve tasvir yoluyla kendisine yakıştırdığı her şeyin ötesinde, her
şeyin üstündedir.
Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 51. âyetin
sonu şu emirle gelmiştir: Ojiijü ^l!u "O halde yalnız benden korkun."
Âlimler rahibe kökünden türeyen ferhebûn emrini, "yalnız benden
korkun" diye tercüme etmişlerdir. Bize göre bu kelime Allah ile ilgili
kullanılınca, "kemâl üzere Allah'a kulluk etmek" anlamına gelmektedir
(Lisânu'1-Arab, rahibe maddesi). O zaman yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 51 'e
döner ve şu manayı verebiliriz: "O halde, yalnız bana kulluk edin."
Bu anlam
âyetin birinci bölümündeki tek tanrı fikrine ya da inancına da uygun
düşmektedir. Ferhebûn emri sadece "tapınma" değil de "bütün
olgunluğu ile her emri yerine getirerek ve asla şirk koşmamak şeklinde Allah'a
kulluk etme"yi ifade etmektedir. Bu kulluğun içinde hem korku hem de sevgi
vardır.
3.
"Göklerde ve yerde ne varsa, O'nundur. Din de
yalnız O'nundur. O halde Allah'tan başkasından mı korkuyorsunuz?"
a)
Bu âyet önce dış âlemin sahibini açıklıyor. Kâinatı
yaratan, aynı zamanda onun sahibidir. Yaratılan, yaradana aittir.
b) Din de yalnız O'nundur.
Bu ifadenin
Kur'ân'da yer almasından anlıyoruz ki, başkalarının din koyabileceğini söyleyen
veya ona inananlar vardır. Dinin başka kaynaklardan gelebileceğine inananlar,
Allah'tan başkasına tapınmışlardır.
Meselâ,
bazıları İslam dininin iki kaynağı, hatta dört kaynağı olduğunu söylerler.
Bazıları Hz. Peygamber'in sünnetini dinin kaynağı olarak görmektedir. Bu
insanlar "din" ile "delili" karıştırmaktadırlar. Delilimiz
dörttür ama dinimiz ve onun kaynağı tektir.
Kur'ân hem
delil hem de dinin kaynağıdır. Sünnet, icmâ' ve ictihâd sadece delildir. Dini
sadece Allah koyar ve din sadece O'na aittir. Yüce Allah'ın koyduğu dine
peygamber de uyacaktır. Allah'ın gönderdiği dini tebliğ etmekle görevli olan
peygamber din koyamaz. Din koyan peygamber değil tanrı olur. Onun için dinin
tek kaynağı olan Kur'ân ile delilleri yerli yerine koymak gerekiyor.
Yüce Allah
Mâide 3'te dini/Kur'ân'ı tamamlayınca şöyle buyurdu: "Bugün size dininizi
ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam'ı
beğendim."
Hz. Peygamber
kendisine vahyedilene tâbi olmak ve onu insanlara tebliğ etmekle görevlidir.
Onun din koyması veya dine bir ilâve yapması imkansızdır. Şu âyetler bunun
böyle olduğunu ifade etmektedir:
i.
"Onlara âyetrerimiz açık açık okunduğu zaman,
bize kavuşmayı beklemeyenler: 'Ya bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu
değiştir!' dediler. De ki: Onu kendiliğimden değiştiremem, bu benim için
olacak şey değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime
isyan edersem elbette büyük günün azabından korkarım" (Yûnus 10/15).
Bu âyet bize
öğretiyor ki, Hz. Peygamber Kur'ân'ı değiştiremez, yeni bir Kur'ân koyamaz. O
sadece Allah'ın vahyettiğine uyar. Bunların dışında bir şey yaparsa Allah'a
isyan olur. Bunun başka bir açıklaması İsrâ 73-75. âyetlerdedir:
ii. "Müşrikler,
sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni
neredeyse, sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan
dost kabul edeceklerdi. Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten, neredeyse
onlara birazcık meyledecektin. O zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün
sıkıntılarını kat kat tattırır-dık. Sonra bize karşı kendin için bir yardımcı
da bulamazdın."
Kendisine Yüce
Allah'ın bu şekilde hitap ettiği bir peygamber din koyabilir mi? Dinin kaynağı
o olabilir mi? Dinin sahibi olabilir mi? Allah tektir, dinin kaynağı da
tektir. Din tapınılacak varlığın kurallarıdır, tapmanın değil.
Tefsirini
yapmakta olduğumuz âyetin bu kısmında geçen vâsıb kelimesi, vesabe fiilinden
türemiştir ve "devamlı oluşum, süreklilik" ifade etmektedir;
"uçsuz bucaksız" manasına da gelmektedir. "Hastalığı devamlı
olan"a da vâsıb denmektedir.
Kur'ân'da
Sâffât sûresinin 9. âyetinde ardı arkası kesilmeyen azap ifade edilirken vâsıb
kelimesi kullanılmaktadır: "Kovulup atılırlar. Ve onlar için sürekli bir
azap vardır."
Şimdi vâsıb
kelimesini dikkate alarak "din" kelimesine mana verebiliriz.
Süreklilik kelimesi ile din kelimesi bir araya gelince bu ifadeye, "dine
boyun eğmek, kulluk etmek, tapınmak" manası verilebilir. Sürekli kulluk
sadece Allah'a aittir.
Din
kelimesini, "din" anlamına alırsak "kalıcı ve sürekli olan din
Allah'a aittir" de diyebiliriz. Yüce Allah'ın burada vurguladığı şey
"dinin kendisine ait olduğunu, bu dinin kalıcılığını, devamlılığını ve
bir süreç oluşturduğunu" anlatmak olmalıdır.
c) "O halde Allah'tan başkasından mı
korkuyorsunuz." Buradaki takva kelimesi, bir önceki âyette yer alan
ferhebûn kelimesinin hemen hemen eş anlamlısıdır. Takva "Allah'a karşı
tam kulluğu" ifade etmektedir. Takva "severek ve çekinerek kulluk
yapma"yı ifade etmektedir. O zaman manayı, "O halde Allah'tan
başkasına mı kulluk ediyorsunuz? yani tapınıyorsunuz" şeklinde
verebiliriz.
Yüce Allah
yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 52'de kulluğa doğru giderken bir sistem takip
etmektedir. Önce kâinatın sahipliği, sonra dinin sahipliği, ardından da kulluk
edilecek varlık anlatılmaktadır. Tabiattan dine; dinden kulluğa giden bir çizgi
izlenmektedir.
4. "Nimet olarak size ulaşan ne varsa, Allah'tandır."
Yüce Allah,
kâinatın yaratıcısını, sahibini, dinin kime ait olduğunu ve kime kulluk
yapılacağını anlattıktan sonra, insanların sahip oldukları nimetin nereden
geldiğini, o nimetin kaynağında kimin olduğunu da a-çıklamaktadır.
Şimdi
insanların sahip oldukları nimetlere genel manada bakabiliriz: Varolmak, akıl
ve irâde sahibi olmak, hayatını sürdüreceği maddî bir ortama sahip olmak,
düşünebilmek, sağlıklı olmak bu nimetlerin en başında gelenleridir.
Bu nimetlerin
kaynağında Allah'ın olduğunu bilmek ve ona inanmak erdemli olmanın olmazsa
olmazını teşkil etmektedir. Din eğitiminde sahip olunan nimetlerin kaynağını
tesbit etmek ve tesbit edecek şekilde insanları düşündürmek bir amaç
olmalıdır. Önündeki tabaktaki nimetin nereden geldiğini kestiremeyen insana
tevhîd inancını anlatmak zordur.
Bu âyet
aslında İbrahim 34'ün devamı durumundadır: "O size istediğiniz her şeyden
verdi. Allah'ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız."
Yaratan, Allah
olduğuna göre, yarattığı insanın temel ihtiyaçları ile ikinci derecedeki
ihtiyaçlarını bilmekte ve bu ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Bu açıklaması ile
Yüce Allah nimetlerden tevhîd inancına gitmek metodunu kullanmaktadır.
5.
"Sonra size bir zarar dokunduğu zaman da yalnız
O'na yalvarırsınız. Sonra da sizden o zararı giderdiğinde, içinizden bir grup
hemen Rabblerine ortak koşarlar." Âyetin bu bölümü ile birinci bölümü
«ırasında sanki bir kopukluk vardır. Nimetler Allah'tan geliyor ama insan
Allah'a karşı nankörlük ediyor. "İnsana nimet verdiğimiz zaman yüz çevirip
yan çizer" (İsrâ 17/83).
İşte yorumunu
yapmakta olduğumuz Nahl 53. âyetin birinci bölümü ile bu bölüm arasına İsrâ
83'ü koymak gerekiyor. Nimeti Allah veriyor, insan nankörlük edip yüz çevirip
yan çiziyor, sonra bir zarar dokununca yalnız O'na yalvarıyor. İnsanlar
Allah'ın nimetlerinden istifade ederler, sonra O'na nankörlük edip şirk
koşarlar. Kendilerine bir bela, bir sıkıntı dokununca da şirki bırakıp sadece
O'ndan yardım dilemek için dua ederler.
"Denizde
başınıza bir musibet geldiğinde, O'ndan başka bütün yalvardıklarınız kaybolup
gider. O sizi kurtarıp karaya çıkardığında, dönersiniz. İnsanoğlu çok
nankördür" (İsrâ 17/67).
Yüce Allah
burada çok ince bir psikolojik analiz yapmaktadır. Sıkıntılar insanı tevhîd
inancına itmektedir. İnsan rahat içinde olduğunda tek tanrı inancından
sapmaktadır.
İşte bu durum,
İsrâ sûresinin bu âyetinde net görülmektedir. Yûnus 12'de de aynı psikolojik
analiz yapılmaktadır, "İnsana bir zarar dokununca ayakta, otururken veya
yatarken bu zararı gidermesi için Allah'a yalvarır. Biz onun zararını giderince
daha önce kendisine dokunan sıkıntıdan dolayı bize yalvarmamış gibi hareket
edip çekip gider." Sıkıntıda tek tanrıya yalvarmak, sonra sıkıntı gidince
öncesini hiç hatırlamamak bazı insanların psikolojisini ortaya koymaktadır.
Nahl 53.
âyetin sonunda yer alan 'tec'erûn kelimesi, ce'era fiilinden türemiştir.
Tec'erûn kelimesinin geldiği kalıbın mazisi de aynıdır. Kök fiilin anlamı,
"sapmak, himaye ve yardım istemek, zulmetmek"; "yol" ile
kullanılınca "yol göstermemek"; "bitki uzamak, kurtarmak, himaye
etmek" demektir. "Yolun doğrusu Allah'ındır. Yolun eğrisi de
vardır" (Nahİ 16/9). Bu âyette söz konusu kelime câir kalıbında "yanlış
yol" için kullanılmaktadır.
Râzî bu
kelimenin manasını "ineğin bağırırken çıkardığı ses, böğürtü"
şeklinde belirtmiş, buradan hareketle "insanın Allah'ın yardımını
korumasını istemek için yaptığı duada çıkardığı ses" yorumunu getirmiştir.
Netice olarak
diyebiliriz ki, insan sıkıntı, bela ve problemler içinde yüzerken Allah'tan
bütün kalbi ile böğürürcesine dua edip yardım diler. Yüce Allah ona yardım edip
beladan kurtardıktan sonra sanki O'ndan hiç aman dilememiş gibi geçip gider ve
O'na eş koşar.
Yüce Allah bu
âyetleri ile onlara sitem etmekte ve sanki "neden böyle
yapıyorsunuz?", "neden farklı tavırlar takınıyorsunuz" diye
söylemektedir.
6.
"Kendilerine verdiklerimize karşılık nankörlük
etmeleri için." Yüce Allah yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 55. âyette, 53
ve 54. âyetteki insanın sergilediği davranışın sebebini belirlemektedir. Böyle
yapmalarını, Yüce Allah'ın onlara verdiği nimetlere nankörlük yapmalarına
bağlamaktadır.
Demek ki,
nankörlük psikolojisinin meydana getirdiği davranış, sıkıntılı anlarda tek
tanrı, rahatlık anında çok tanrı edinmektir. Bu insanların düşünce, inanış ve
davranışlarında istikrar yoktur.
7. "O halde bir süre daha faydalanın, fakat yakında
hakikati bileceksiniz." Buradaki "faydalanmak", "eğlenin,
avunup durun" demektir. Yakında başınıza gelecek azap ile
davranışlarınızın yanlışlığını anlayacak, hakikatin farkına varacak ve
bileceksiniz. Ceza gelmeden onu anlayıp davranışlarına yön vermek en
doğrusudur.
Netice olarak
diyebiliriz ki, Yüce Allah bütün insanlara ders verirken müminleri öne almakta,
hem iman edecek hem de nankör olacak şekilde davranışın bir insanda
bulunmasının yanlışlığını anlatmaktadır. Nimetin kıymetini bilmek, mümin
olmanın olmazsa olmazını teşkil etmektedir.
[25]
56.
Kendilerine verdiğimiz nzıktan ne olduğunu bilmedikleri tanrılarına pay
ayırırlar. Allah 'a yemin olsun ki, uydurup durduğunuz şeylerden, mutlaka
sorguya çekileceksiniz
57.Onlar,
kızların Allah'a ait olduğunu iddia ediyorlar. Hâşâ! Allah bundan uzaktır.
Beğendikleri de kendilerinin oluyor.
58.Onlardan
birine kızı olduğu müjdelendiği zaman, öfkesini yutkunarak yüzü kapkara olur.
59.Kendisine
verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir. Onu, aşağılık duygusu
içinde yanında mı tutsun, yoksa toprağa mı gömsün! Bakın ki verdikleri hüküm
ne kadar kötüdür!
60. Kötü
sıfat, âhirete inanmayanlar içindir. En yüce sıfatlar ise Allah 'a aittir.
Çünkü O, mülkünde galip ve hikmet sahibidir.
Bu âyetler,
insanlık tarihinin en karanlık günlerini, câhiliyet yaşantısının bir boyutunu
ele almaktadır. Erkeğin kadını aşağılaması, onu varlık olarak görmemesi, ayıp
kabul etmesi ve ona zulmü layık görmesi bu karanlık günleri yeterince
anlatmaktadır. Şimdi bu âyetlerin analizini yaparak insanlık adına çıkaracağımız
neticeleri görebiliriz:
1. "Kendilerine verdiğimiz rızıktan ne olduğunu
bilmedikleri tanrılarına pay ayırırlar."
Âyetin bu
kısmı, Mâide 103 ile En'âm 136. âyetin devamı durumundadır. Cahiliye döneminde
bazı Araplar şirki, Allah'tan başka tanrılara tapınmayı farklı biçimde
gösterirlerdi.
a)
"Allah bahîra, sâibe, vesîle ve hâm diye bir şeyi
meşru kılmamıştır. Fakat kâfirler, yalan yere Allah'a iftira etmektedirler ve
onların çoğunun da kafaları çalışmaz" (Mâide 5/103).
İslam öncesi
Araplar bazı hayvanların kesimini yasaklamıştı. Onları tanrılara adamak için
böyle yaparlardı. Bu hayvanları sayılarına, cinsiyetlerine ve soylarına göre
seçip tesbit ederlerdi. Bu hayvanlar, bâtıl inançlarla işaretlenmiş, insanların
istifadesinden alıkonmuş ve tanrılara adanmış hayvan türleri idi.
İşte yorumunu
yapmakta olduğumuz Nahl 56'daki verilen rızıktan sahte tanrılara ayrılan
"pay" bu âyetle cevaplandırılabilir.
b)
"Allah'ın yarattığı ekinlerle hayvanlardan
Allah'a pay ayırıp zanlarınca, bu Allah'a, bu ortaklarımıza (putlarımıza)
dediler. Ortakları için ayrılan Allah'a ulaşmıyor, fakat Allah için ayrılan
ortaklarına ulaşıyor! Ne kötü hüküm veriyorlar" (En'âm 6/136). Görüldüğü
gibi bu âyette de müşriklerin, ekin ve hayvanlardan hem Allah'a hem de sahte
tanrılarına pay ayırdıklarına dikkat çekilmektedir. Bu konuda detaylı bilgi
için Mâide 103 ile En'âm 136. âyetlerin açıklamasına bakılabilir.
Burada şu
soruyu sorabiliriz: İnsanlara Allah'ın verdiği nimetten, ne olduğunu
bilmedikleri sahte tanrılarına ayırdıkları pay sadece hayvan ve ekin türünden
olan şeyler midir? Bu soruyu şu şekilde cevaplandırabiliriz:
c)
Nefsini tanrı edinen de (Câsiye 45/23) Yüce Allah'ın
ona bahşettiği akıl gibi bir nimetten ona bir pay ayırmaktadır. Nefis denen
tanrıya aklımızın, imanımızın, amellerimizin paylarını vermiyor muyuz? Zaten
hayvan ve ekinden sahte tanrılara verilen payı önce içimizde kararlaştırıyor,
ondan sonra veriyoruz.
d)
İnsan insanı tanrı ediniyor ve onlara tapanlar da
mallarını onların uğruna harcıyor. Böyleleri, Allah uğruna verdiğinden daha
çok insan olan tanrı uğruna vermektedirler. Geçmişte böyle idi, şimdi de böyle
olmakta, galiba insanlık bu insan denen sahte tanrılardan hiç kurtulamayacak.
İnsanlar,
Allah'ın onlara verdiği varlık, yani hayat gibi nimetlerini sahte tanrı
edindikleri Marksizm gibi ideolojilerin uğruna vermediler mi? O ideolojileri
yaymak için zaman ve mal gibi nimetlerini harcamadılar mı? O insan denen sahte
tanrıların ideolojisi uğruna can alıp can vermediler mi? İşte yorumunu yapmakta
olduğumuz Nahl 56'da nasîb, yani "pay" kelimesini bu şekilde
açıklayabiliriz.
Şimdi Mâide
103, En'âm 136 ve yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 56. âyetleri bir araya
getirip şu ifadelere dikkat çekebiliriz: Mâide 103 şu ifade ile bitiyor: "Çoğunun kafası çalışmaz", yani
akıllarını kullanmazlar; En'âm 136'da "Ne kötü hüküm veriyorlar";
Nahl 56'da da "gerçeği bilmemeleri". Bu üç âyette "akıl",
"bilgi" ve "hüküm vermek" bir araya gelmektedir.
Bu şekilde şirk koşmanın altında yatan
nedenleri Yüce Alah bu şekilde tesbit etmektedir. Şirkin olduğu yerde akıl,
bilgi ve doğru hüküm yoktur. İnsan şirk koşarken bu değerleri onun uğruna
kurban ediyor demektir. Akıl, bilgi ve doğru hüküm verme yeteneğini sahte
tanrılara kurban ettiği için şirk zulüm olmaktadır.
"Ne
olduğunu bilmedikleri" ifadesi ile, onların bilinçsiz bir şekilde
tapındıkları anlatılmaktadır. Başka bir anlatımla, gerçek olan Allah'ın verdiği
nimetlerle sahte tanrılara ibadet etmektedirler. Nimeti veren Allah'tan alıp,
rızık veremeyen sahte tanrılara vermek kadar akla ters düşecek işler
yapıyorlardı. Günümüzde bu uygulamalar şekil değiştirerek devam etmektedir.
Düşünme gücünü, aklı Allah'tan alıp O'nun aleyhine kullanan insanlar yok mudur?
2."Allah'a yemin olsun ki, uydurup durduğunuz
şeylerden, mutlaka sorguya
çekileceksiniz."
Allah'ın
verdiği rızıktan sahte tanrılara pay ayırmak bir iftiradır, uydurma bir
hükümdür. Yüce Allah kendi kendine yemin ederek, bu iftirayı yapanları
sorgulayacağını söylemektedir. A'râf 6. âyete göre, herkes sorguya çekilecektir
ama, bunlar özellikle iftiralarından, uydurma tanrılara taptıklarından dolayı
da sorguya çekileceklerdir. Aynı zamanda bu âyet Hicr 92-93. âyetlerin devamı
durumundadır.
Sahte tanrılar
edinip onlara Allah'ın rızkından pay ayırmak dini a-lana girip uydurma görüşler
ortaya atmak demektir. Sorgulamanın ne zaman yapılacağı konusundaki tartışmaya
girmeden bunun âhirette olacağını söylemekle yetinmek istiyoruz.
3.
"Onlar, kızların Allah'a ait olduğunu iddia
ediyorlar. Hâşâ! Allah bundan uzaktır. Beğendikleri de kendilerinin
oluyor."
Yüce Allah,
onların kızları istemediklerinden dolayı kendisine verdiklerini, buna rağmen
çok sevdikleri erkekleri kendilerine aldıklarını söyleyerek sosyal bir olgunun
altında yatan psikolojik sebebe dikkat çekmektedir. Ailede kız çocuğunun doğmasını
ayıp kabul etme şeklindeki Arap gelenekleri kuytu yerlerde yaşayan mikroplar
gibi için için insanlıkta yaşamaktadır. Yüce Allah onların bu uydurmasından,
iftirasından münezzeh olduğunu, yani uzak olduğunu da bu âyette anlatmaktadır.
"Münezzeh" ya da "uzak olmak" anlamına gelen sübhân
kelimesi tevhîd inancının temel direklerinden birini teşkil etmektedir. Yüce
Allah'ı noksan sıfatlardan uzak tutmak, onu beşerî sıfatlar seviyesine
indirgememek tevhîd inancının bir ilkesidir. Kızları Allah'a verip erkekleri
kendilerine almaları bu ilkeyi yaralamakta, hatta ortadan kaldırmaktadır.
"Cinleri
Allah'a ortak koştular. Oysa onları da Allah yaratmıştı. Bilgisizce O'na
oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Hâşâ! O, onların ileri sürdüğü vasıflardan
uzak ve yücedir" (En'âm 6/100).
Müşrikler bu
isnadı bilgisizce yaptılar. Bu iftiralarının sebebi cehaletleri olmuştur.
Arapların
amcaoğullan olan İsrâiloğulları da Hz. Üzeyir'i ve Hz. îsâ'yı Allah'ın oğlu
demişti. Araplar da melekleri ve kızları Allah'a isnad ederek O'nun kızı
olduklarını söylemişlerdir. Dahası Yahudi ve Hıristiyanlar kendilerini Allah'ın
oğulları olduğunu iddia ettiler (Mâide 5/18).
Yüce Allah
bunları bize anlatırken, geçmiş insanların hangi meselelerde şirke düştükleri
konusunda gelecek bütün nesilleri eğitip bilinçlendirmektedir. İnsanların
tevhîd inancı konusunda ayaklarının hangi alanda kaydığını, noksan sıfatlardan
uzak olan Allah'a yakışmayan iddialarda nasıl bulunduklarını anlatarak
insanları aydınlatmaktadır.
Diğer
taraftan, kızları Allah'a verip erkekleri almaları da insan o-lan bu varlıklar
arasında fark/ayırım koydukları ortaya çıkmaktadır. İnsanların
"insan" kavramının kapsamı içine girmeleri nedeniyle eşit değere
sahip oldukları gerçeğini gözardı ettiler. Yaptıkları, "insan"
kavramına da bir hakaret oldu. Biyolojik farklılıkların manevî değer farkına
yansıyamayacağını bilemediler.
4. "Onlardan birine kızı olduğu müjdelendiği zaman,
öfkesin: yokunarak yüzü kapkara olur." İslam öncesi Arapların kız çocuğuna
karşı takındıkları tavrı Yüce Allah en ince detayına kadar analiz etmektedir.
Kendisine "kız çocuğu doğdu" diye verilen müjdeyi "kara bir
haber" olarak kabul edip öfkelendiği ve yüzünün biyolojik yapısının
değişip karardığı ifade edilmektedir.
Bu durumdan şu
neticeyi de çıkarabiliriz: Toplumun geleneği insanın psikolojik yapısını büyük
çapta etkilemekte ve bu durum, yüzün ifadesinden anlaşılmaktadır. Arapların
İslam öncesinde kadına karşı takındıkları bu olumsuz tavır gelenek halini
almış ve toplum fertlerini derinden etkilemiştir. Geleneğin psikolojiye,
psikolojinin biyolojik oluşuma dönüştüğünü bu âyette görüyoruz. Çünkü kız
çocuklarını aşağılamaları kişiden öfkeye, sonra da yüzünün kapkara kesilmesi
şekline dönüşmektedir. Bunun bir anlamı da bu geleneğin, fertlerin psikolojik
ve biyolojik dengelerini bozduğu gerçeğidir.
5.
"Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı
kavminden gizlenir. Onu aşağılık duygusu içinde yanında mı tutsun, yoksa
toprağa mı gömsün! Bakın ki verdikleri hüküm ne kadar kötüdür!"
Yüce Allah bu
âyette de ilk çocuğu kız olan babanın iki çeşit düşünce tarzını vermektedir
a) Toplumdan kaçma düşüncesi
Kendisine
müjdelenen kız çocuğunu zillet, ayıp, çirkin görmesinden dolayı toplumun
yüzüne çıkamaz olur ve köşe bucak kaçar. İşte gelenek onun iç yapısında utanma
duygusuna dönüşür. Bu duygu harekete geçerek davranışlarına yansır ve böylece
toplumdan kaçmasına sebep olur.
b)
Aşağılık duygusu içinde yanında tutup büyütüp
büyütemeyeceği ya da toprağa gömüp gömemeyeceği. Bu gibi konulan ve
uygulamalarını kafasının içinden geçirip durur. Toplumdan kaçması anında
bunların hangisini uygulayacağından başka bir şeyi düşünemez.
Kız çocuğunu
ya yanında büyütecek ya da onu canlı canlı toprağa gömecekti. Kız çocuğu ayıp
kabul edildiği için, ayıbı yanında büyütmüşolacaktı. İşte bütün bu hareket ve
düşünceler tanrı halini almış geleneğin zorlamasından başka bir şey değildir.
"Gelenek"
denen tanrı insan canı alıyor; kız çocukları ona kurban ediliyordu. Genel ilkel
toplumlarda "gelenekler", hem hukukun hem de dini esasların yerini
doldurdu.
Âyette geçen
öy hûn kelimesi, "zillet, horluk, hakirlik, küçük düşürmek"
manalarına gelmektedir. Kelimenin kök fiili olan hâne kelimesi "yumuşak ve
kolay olmak, hakir ve zelil olmak, zayıf ve sakin olmak"; ehâne kalıbı da,
"bir şeyi hakir görmek, küçümsemek"; hevvene kalıbı,
"kolaylaştırmak, hafifletmek"; hâvene ise, "yumuşak
davranmak" manalarına gelmektedir.
1) Küçük düşürmek
"Onu imtihan edip rızkını daralttığında
ise: 'Rabbim beni küçük düşürdü' der" (Fecr 89/16). Bu âyette ilgili
kelimeye, "önemsemedi" manası da verilebilir.
2) Alçaltmak
"Allah kimi alçaltırsa, artık onu
değerli kılacak kfmse yoktur" (Hacc 22/18). Buradaki alçaltmak, "hor
ve hakir kılmak" demektir.
3) Tevazu ve vakar
"Rahman1
in kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler" (Furkân 25/63).
Müminlerin yürüyüşündeki farklılık anlatılırken, tevazu ve vakar anlamına gelen
hevn kalıbına yer verilmektedir.
4) Aşağılama
"Allah
hakkında gerçek olmayan sözlerinizden dolayı, bugün aşağılanma azabı ile
cezalandırılacaksınız" (En'âm 6/93). Bu âyette ilgili kelime azapla
beraber gelmiş vehûn kalıbı ile yer almıştır. Bu manada Kur'ân'in pek çok
âyetinde yer almış ve azapla beraber kullanılmıştır.
5) Kolay
"Allah;
'Öyledir', dedi. Rabbin: 'O bana kolaydır. Daha önce, sen hiçbir şey değilken
seni de yaratmıştım' buyurdu" (Meryem 19/9). Bu âyette ilgili kelime Jy»
heyyin kalıbında kullanılmıştır.
6) Önemsememek, hafife almak
"Hem de
onu tam dilinize doladığınız ve doğru bilgi sahibi olmadığınız konuda, bu Allah
katında son derece önemli olduğu halde, hafife alıp ileri geri konuştuğunuz
zaman" (Nûr 24/15).
İslam öncesi
Arap geleneğinde kız çocuklarının ve genelde kadınların aşağılanması,
küçümsenmesi, zillet olarak kabullenilmesi vardı. Bu gelenek tannlaşmış,
insanlar arasında özellikle kadın erkek ilişkilerinde büyük yer tutmuş,
değiştirilmesi imkansız hale gelmişti. İşte Yüce Allah, Kur'ân ile bu konuda
devrim yaparak kadına şerefli bir yer vermiş, onun uğruna âhirette sorgulama
yapacağını ilan etmiştir: "Diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günah
sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda" (Tekvîr 81/8-9).
Yüce Allah
yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 59'da "Bakın ki, verdikleri hüküm ne
kadar kötüdür!" buyurarak Arap geleneğinin kökünü kazımıştır.
Netice olarak
diyebiliriz ki, Allah'ın verdiği nimetten sahte tanrılara pay ayırmalarını,
kızları Allah'a verip erkekleri kendilerine almalarını, kız çocuğu doğduğunda
onu bir zillet olarak kabul edip yanında büyütüp büyütmeyeceğini veya onu
toprağa gömüp gömmeyeceği konusundaki inanç, düşünce ve hükümlerini Yüce Allah
kötülemekte, bu hükümlerin ne kadar kötü olduğunu bütün dünyaya ilan
etmektedir.
Bu noktadan
hareketle kadınlar konusunda Kur'ân'm gerçekleştirmiş olduğu devrim
sebebiyledir ki, feminizm doğuda değil de batıda çıkmıştır. Çünkü Kur'ân kadın
haklarını çok daha önceden savunmuş, insanlık da ona çok şerefli, çok yüksek ve
çok onurlu bir yer vermiştir.
6. "Kotü sıfat, âhirete inanmayanlar içindir. En
Yüce sıfatlar ise Allah'a aittir. Çünkü O, mülkünde galip ve hikmet
sahibidir."
Buradaki
el-mesel kelimesi, Muhammed Esed'in dediği gibi "nitelemek" anlamına
gelmektedir. Zemahşerî ile Râzî mesel kelimesine "örnek, sıfat" man
alan m vermişlerdir. Biz bu manaları kabul etmekle beraber başka bir açılım
getirmek istiyoruz: " el-meselü'1-a'lâ "en yüce mesel"
ifadesinin bir benzenin Tevbe 40'ta buluyoruz: Ve kelimetullâhi hire'l-'ülyâ
Allah'ın sözü ise yücedir". Tevbe 40'taki kelime. Nafa] 60"dakı mesel
kelimesi ile ifade edilmektedir. Allah'ın meseli, yani "Allah'ın
kelimesi". "Allah'ın bilgisi, Allah'ın öğretisi" manalarına
gelmektedir. Bir önceki, yani Nahl 69. âyetin sonu ile manalandırırsak,
Allah'ın meseli, "Allah'ın hükmü" demek olur.
O zaman âyete
şöyle mana vermemiz mümkündür: "Kötü hüküm, âhirete inanmayanlara aittir.
En yüce hüküm ise Allah'a mahsustur. Çünkü O, mülkünde galip ve hikmet
sahibidir."
Bu manadan
hareket edersek âyette, inanan insanla inanmayan insanın vereceği hükmün
ortaya koyacağı düşüncenin farklı olacağına işaret edildiğini de
söyleyebiliriz.
Demek ki
beyin, gönüldeki oluşumları etkilediği gibi, gönül de beyindeki oluşumları
etkilemektedir. Hele Nahl 59'daki kötü hükmü insana verdirenin nefis ve şeytan
olduğunu söyleyebiliriz. Şirk inancı ve kadın hakkındaki yanlış değerlendirmenin
arka planında nefis vardır. Bundan dolayıdır ki, beyin ile gönül arasına nefsi
sokmayan insanların hükmünün doğruluğu ortaya çıkmaktadır.[26]
61. fi'ğer
Allah, zulümlerinden dolayı insanları cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde
hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat, onları belli bir süreye kadar erteler. Ecelleri
geldiği zaman onlar ne bir saat geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.
Bu âyet 57-60.
âyetlerin devamı ve değerlendirmesi durumundadır. İslam öncesi Arapların
geleneklerine göre kız çocuklarını Allah'a verip erkekleri kendilerine
almalarını, kendilerine kız çocuk müjdelendiğinde öfkelenip yüzlerinin kapkara
kesilmesini, toplumdan kaçarak o kız çocuğunu bir ayıp olarak büyütme veya onu
toprağa gömme konusunda karar verecek kadar kötü düşüncelere kapılıp toprağa
gömmelerini, Yüce Allah bu âyette zulüm olarak nitelendirmektedir. Bu zulüm
sebebiyle genel bir kanunu gündeme getirmektedir.
1. "Eğer Allah, zulümlerinden dolayı insanları
cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı."
İslam öncesi
Araplar bu kadar zulüm yapmalarına rağmen, Yüce Allah niçin onları helak
etmedi? sorusuna bir cevap olarak bu âyet gönderilmiştir. Âyette Yüce Allah,
insanlar anlamına gelen j-üül en-nâs kelimesine yer vermiştir. Sonra da
insanları, zulüm kelimesi ile bir araya getirmiştir. Burada "ağır hata
yapan, büyük günah işleyen, insanlara ha-yat
hakkı tanımayacak kadar
ileri giden, şirk
koşan insanlar"
kasdedilmektedir.
Bu insanlara
uygulanan temel kanun âyetin bu kısmında yer almaktadır. Kanun şudur:
"Zulüm işleyen insanları cezalandırmakta acele etmemek." Çünkü her
yanlış iş yapanı, anında cezalandırmak yeryüzünde canlı bırakmamak demektir. O
zaman cezalandırmada, insanların değişme ihtimalini dikkate alarak onlara
mühlet vermek temel ilke olmalıdır.
"Yeryüzünde
hiçbir canlı bırakmazdı" ifadesinden, insanlardan dolayı diğer canlıların
da helak olacağını anlıyoruz. Onun içindir ki Yüce Allah, yeryüzünde yaşayan ve
ağır günahlar işleyen toplumları aynı anda helak etmemiştir. Farklı yerlerdeki
toplumları farklı zamanlarda helak etmiştir. Böylece diğer canlılar da hayatta
kalmıştır.
Bu uygulamadan
beşerî eğitim için şu genellemeyi çıkartıyoruz: Ana-babalat, egj.timci.let suq
işleyetv qocuk ve ö^cetvcüervne. ceıa. vermekte acele etmemelidirler. Cezadan
önce öğüt, uyarı ve davranış hakkında bilgilendirme yapılmalıdır. Bu
uygulamayı Yüce Allah'ın önce insanlara öğüt vermek, uyarmak, iyi i\e kötüyü,
doğru i\e yarAışı öğretmek için vahy ve peygamber göndermesinden çıkarıyoruz.
Eğer Allah, suç ve ağır günah işleyenleri hemen cezalandırıp helak etseydi, bu
uygulama tarzını kullanmazdı.
Özel manada
alırsak, İslam öncesi Arapların şirk ve kadınlara yaptıkları zulüm hemen
cezalandırılsaydı Arap milleti diye bir millet kalmayacaktı.
2. "Fakat, onları belli bir süreye kadar erteler.
Ecelleri geldiği zaman onlar
ne bir saat
geri kalabilirler ne de öne geçebilirler."
Yüce Allah,
toplumlara da bir ecel tayin etmiştir. Bu konuyu Yûnus 49'da açıkladık.
Toplumdaki fertlerin ve genel manada toplumun işlediği zulüm, yani işledikleri
büyük hata ve günahlar üstüste yığılır, zincirleme oluşumlar meydana getirir ve
geri dönüşü, tedavisi mümkün olmayacak dereceye ulaşırsa getireceği yıkımın da
bir eceli vardır. YüceAllah buna ecel-i müsemmâ, "belirlenmiş, ismi
konmuş, takdir edilmiş ecel" demektedir.
O vakit
geldiğinde "bir an" bile ertelenmesi mümkün olmayacaktır. Bu çöküş
ne öne alınabilir ne de ertelenebilir. Demek ki toplumun çöküşünü hazırlayan
sebepler kullardan, çöküş anının belirlenmesi ise Allah'tandır. "Ecele
çare yoktur" tekerlemesinden hareketle diyebiliriz ki Allah'ın takdir
ettiği ecel kader kavramının içinde yer almakta ve buna insan müdahale
edememektedir.[27]
62. "Kendilerinin hoşuna gitmeyen
şeyleri Allah 'a mal ediyorlar. En güzel şeylerin kendilerine ait olduğunu
dilleri ile yalan yere söylerler. Şüphesiz, onlara ateş vardır ve onlar orada
terkolunacaklardır.
Âyetin
analizinden varacağımız önemli neticeler vardır.
1.
"Kendilerinin hoşuna gitmeyen şeyleri Allah'a
mal ediyorlar."
Âyetin bu
kısmındaki "mal etme" eylemi ile "hoşuna gitmeme"
değerlendirmesini, inanmayanlar ya da müşrikler yapmaktadır. Bu insanların
hoşuna gitmeyen şeyler nelerdir? Bu sorunun cevabını şu şekilde verebiliriz:
a) Müşriklerin,
kendi tanrılarını ortadan kaldırıp tevhîd inancını getiren Kur'ân hoşlarına
gitmiyordu. Kendi tanrılarına Allah'ın iktidarından bir pay ayırmayı
yasaklayan Kur'ân'ı Kerim'i hor görüyorlardı.
b)
Nahl 57-58. âyetlerde belirtildiği gibi müşrikler kız
çocuklarını kerih görüyorlardı. Onun için kızı Allah'a veriyor, erkekleri
kendileri alıyordu.
c)
Müşrikler, kâfirlerin toplumda sahip oldukları sosyal
statüyü yıkacak olan peygamberlik müessesesini hoş görmüyorlardı. Onun için
peygamberleri yalanlıyor ve onlara sihirbaz, cin çarpmış ifadelerini yakıştırıyorlardı.
d)
Müşrikler, yoldan çıkmalarını hep Allah'a mal
ediyorlardı.
"Allah
bana hidâyet verseydi, elbette sakınanlardan olurdum" (Zümer 39/57)
diyerek sapıklıklarını Allah'a mal etmektedir.
Burada
anlatılanlardan bir seçim yaparak kanunun içeriğine göre yorumlarsak,
müşriklerin kerih gördükleri şeyin "İslam öncesi Arapların hoşlanmadıkları
kızları Allah'a vermeleri" olduğunu söylebiliriz. Kendi beğenilerine göre
hareket edip hüküm verdikleri ortaya çıkmaktadır. Demek ki onların beğenisi
Allah'ın beğenisinin önüne geçmektedir.
2. "En güzel şeylerin kendilerine ait olduğunu
dilleriyle yalan yere söylerler."
Kâfirlerin ya
da müşriklerin güzel sonuçların kendilerine ait olmalarını söylemelerini Yüce
Allah yalan olarak değerlendirmektedir. Onlara göre kız çocuğu zillet, kötü,
utanılacak şey, erkek de güzel ve hoşlanılacak şeydir. Bu değerlendirme
temelinden yalan olmaktadır. Dillerinin vasıflandırdığı ile gelişigüzel
konuşarak yalan değerlendirmede bulunmaktadırlar.
Böyle görüş
beyan edip değerlendirme yapmalarının sebebi nedir? sorusunun cevabı âyetin bu
kısmında mevcuttur. Sebep "dilleri"dir; dilden kasıt da
"nefısleri"dir. Bir sonraki âyette göreceğimiz gibi sebep
"şeytan"dır diyebiliriz. Nefsin baskısı, şeytanın süslemesi ile
dilden bu yalanlar ve değerlendirmeler dökülmektedir.
3. "Şüphesiz onlara ateş vardır ve onlar orada
terkolunacaklardır."
Âyette geçen
"i lâ cerame ifadesini, daha önce Nahl 23'ün tefsirinde de açıkladığımız
gibi bu kelimeye "şüphesiz" manası uygun düşmektedir. Bu ifadenin
başında yer alan lâ harfi ya da edatı, müşriklerin değerlendirmesini
reddetmekte, değerlendirmenin onların söylediği gibi olmadığına işaret
etmektedir. Tam tersine onların bu söylevleri, değerlendirmeleri kendilerine
azap getirmektedir.
Âyetin
bütününü değerlendirirsek, onların ağzından çıkan yalan hükümlerin âhirette
ateşe dönüşeceğini görmüş oluyoruz. Ağızdan çıkan kelime daha sonra ateş
oluyor. Onun için Yüce Allah insana, konuşurken gelişigüzel değerlendirmeler
yapmamasını, yanlış hüküm vermemesini, yalan söylememesini öğütlemektedir.
Âyetteki
"ağız" yani "dil" kavramı sadece dilimizi ifade etmemekte,
düşünceyi ifade eden her aleti kasdetmektedir. Bu dil, kalem olur, bilgisayar
olur, matbaa olur, fikri üreten, taşıyan her şey bunun içine girer.
Onların
söylediği yalanlar, yaptıkları yanlış değerlendirmeler ve verdikleri kötü
hükümler sadece ateşe dönüşmeyecek, terkedilmelerine de sebep olacaktır.
Böylece Yüce Allah, yalanın insanın terkedilmesine, tecrid edilmesine, yalnız
bırakılmasına kadar götürdüğünü söyleyerek bizi buna karşı tiksindirmektedir.
Aslında
müfratûn kelimesi, "aşın gitmek, ifrata kaçmak" anlamına gelmektedir.
"Ateş"le ilgili olunca, "ateşe hemen koşanlar" manasını Ebû
Ali el-Fârisî'nin verdiğini Râzî söylemektedir. Kisâî ve Ferrâ bu kelimenin
müfratûn şeklinde okunuşunun "bırakmak, terketmek" anlamına geldiğini
söylemektedir. Vahidî ve Ebû Zeyd de bu kelimenin "acele ettirilmiş"
anlamına geldiğini söylemişlerdir[28].
Hangi mana
alınırsa alınsın, netice şudur: İnsanın ağzından çıkan kelimeler gerçeği
yansıtmayan yalanlardan meydana geliyorsa aleve dönüşüyor, o alev o insanı
kuşatıyor ve insan orada terkediliyor. Yüce Allah İslam öncesi Arapların
durumunu anlatırken, gelecek nesillere şu mesajı veriyor: Konuşma, yazma, basın
ahlâkı ve bu ahlâkın kuralları olmalıdır. Allah adına, insanların arkasından,
din adına nasıl konuşulacağının bilinmesi ve bu bilginin hayata geçirilmesi
basın, fetva ve ifâde ahlâkını oluşturacaktır. Bu ahlâkın temel direkleri akıl,
iman, bilgi ve doğruluktur. Konuştuğu, üzerinde fikir beyan ettiği konulara
aklı ile yaklaşmayan, dini alan ise iman ile kontrol edilemeyen o konuyu
bilmeyen ve doğruluk ahlâkından uzak kalan insan hem toplumu, bugünkü basın
teknolojisine göre insanlığı hem de kendi hayatını ateşe atmaktadır.
Ateşin alevi
ağızlardan, kalemlerin ucundan, kitapların, makalelerin satırları arasından
çıkmaktadır. Bu alev insanlığın erdemlerini yakıp kül ederken, bunu yapanın
âhiretteki hayatını da cehenneme çevirmektedir. İşte bu âyetlerle Yüce Allah
bu mesajı ve uyarıyı veriyor.[29]
63. Allah'a
andolsun senden önceki topluluklara da peygamberler gönderdik. Fakat şeytan
onlara işlerini süslü gösterdi. Bugün de onların dostudur. Ve onlar i-çin elem
verici bir azap vardır.
Âyetin analizinden çıkaracağımız bazı ilkeler
vardır:
1.
"Allah'a andolsun, senden önceki topluluklara da
peygamberler gönderdik." Âyetin bu kısmından çıkaracağımız neticeler
şunlardır:
a)
Yüce Allah Hz. Peygamberi teselli etmekte, müşrik ve
kâfirlerin kendisine olumsuz ve ağır tepki göstermelerinin sebebini
anlatmaktadır.
b)
İnsanoğlu peygamberlere her zaman böyle tepki
göstermekle bir süreçoluşturmuşlardır İnsanın olduğu yerde, sahip olduğu inancı
değiştirmemek, inancına bağlı kalmak, değişime direnç göstermek de olmuş,
oluyor ve olacaktır.
c) Eğer Yüce Allah insana seçme özgürlüğü, düşünce
özgürlüğü ve iman etme özgürlüğü vermeseydi peygamber göndermez, kendisi insanları
doğru yola koyardı, zira O, bu güce sahiptir. Ama Yüce Allah insana seçme,
düşünme, karar verme ve iman etme özgürlüğünü tanıdığından, bu özgürlüklerini
doğru kullanabilmesi için ona rehberlik yapmaktadır.
Onun için Kur'ân rehber olarak tanımlanmaktadır (Bakara 2/2; 185; İsrâ 17/9).
Çünkü Allah dilese insanların tamamını iman ettirir (Yûnus 10/99); dilese
onları hidâyet üzerinde toplardı (En'âm 6/35).
Yüce Allah,
kendisinin bu işi gerçekleştirmesi yönünde takdir etmemiş, kulunun iradesinin
harekete geçip tercihi kulun gerçekleştirmesini istemiştir. O nedenle
peygamber göndererek kullarını bilgilendirmeyi, onlara rehberlik etmeyi
öngörmüştür.
2.
"Fakat şeytan onlara işlerini süslü gösterdi."
Yüce Allah Hz.
Peygamber'den önceki toplumlara, önceki çağlarda peygamber gönderdi ama şeytan
insanlara yaptıkları yanlış işleri süslü göstermişti.
Dikkat
edilirse süsleme eyleminin öznesi şeytandır. Âyetin bu kısmına kadar iki eylem
yer almaktadır: Biri Yüce Allah'ın peygamber göndermesi, diğeri de şeytanın,
insanların yaptığı işleri süslemesidir.
İnsana yaptığı
işlerin şeytan tarafından süslenmesinin anlamı, insanın kandırıldığıdır. Demek
ki, insanın kanan bir boyutu vardır ve şey-tan o boyutun eşiğinden girerek
insanı yoldan çıkarıp hakik durmuştur.
Yüce Allah
vahy ve peygamber göndermekle insana sahte ses £ıe gerçeğini, 24 ayar altınla
bakırı tanıtmakta ona bir kuyumcu niteliği kazandırarak hareketlerini ona göre
yapmasını istemiştir. Altının ayarından anlamayana bakır, altın yerine
satılabilir. Hakikatin değerini anlamayana şeytan bâtılı süsleyip satabilir.
Geçmişte bunun böyle olduğunu Yüce Allah söylüyor ama günümüzde ve gelecekte de
böyle olacaktır.
3. "Bugün de (şeytan) onların dostudur. Ve onlar
için elem verici bir azap vardır."
Âhirette
şeytan, bu dünyada kandırdıklarının dostu olacaktır. Buradaki velî kelimesi,
"efendisi, başkanı" anlamına gelmektedir. "Yaklaştı,
yakınlaştı" anlamına gelen Jj veliye kelimesi, "Allah'ın insanlara
olan yakınlığını" da ifade ettiği gibi (Bakara 2/257). "insanın
insana olan yakınlığını" da ifade etmektedir (Âl-i İmrân 3/68). Ayrıca bu
kelime, "kulun Allah'a olan yakınlığı" için de kullanılmaktadır
(Yûnus 10/62). Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 63'te de "şeytanın
kâfirlere olan yakınlığı" gündeme getirilmektedir. Bu dünyada şeytanın
süslemesine aldananlar şeytana yakın olurken, öteki dünyada da şeytan onlara
yakın olacaktır.
Şeytana yakın
olmak ve şeytanın yakın olduklarından olmak insan için mahşerde bir azaba
dönüşecektir. Bu azap şeklini bir örnekle açıklayabiliriz: Şeytana dostluk,
yani yakınlık, âhirette azaba dönüşecektir. Aslında bu dünyada çektiğimiz
ızdırapların pek çoğunun arkasında şeytana dostluk, yani yakınlık vardır.
Böylece Yüce
Allah, sebep-sonuç ilişkisi içerisinde, azaba giden yolu anlatmakta ve
insanlardan tedbir almalarını istemektedir. Şeytanın süsüne aldanması
bakımından insanoğlu pek mesafe alamamıştır. Hele çağımızda ve gelecekte
şeytanın aldatma metodları daha zenginleşecek, kılık değiştirecek ve insanlar
da bu aldatma tuzaklarına hem düşecek hem de başkalarına bu yanlış yolda yardım
edeceklerdir. Haberleşme vasıtaları geliştikçe, ahlâksızlık teknolojisinde baş
döndüren bir hız ol-dukça şeytanın işi kolaylaşmaktadır. İnsanlar teknolojiyi
ahlâksızlığın emrine verince şeytana iş kalmamaktadır. Onun işi, yapılanları
süslemekten ibaret kalıyor.[30]
64. Biz bu
Kiîab'ı sana sadece hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın ve
iman eden bir topluma da hidâyet ve rahmet olsun diye indirdik.
Bu âyetin
açıklaması ile varacağımız neticeler olacaktır:
1.
Âyette geçen 'aleyke kelimesinde yer alan kâf zamiri
Hz. Peygambere gitmektedir. Kitaptan kasıt da Kur'ân'dır. İlâhî vahyi içine
alan sahifelerin toplamına kitap denmektedir. Âyet, Kur'ân'in niçin indirildiğine
açıklık getirmektedir.
2.
"İnsanlara, ihtilafa düştükleri şeyi' açıklayasın
ve iman eden bir topluma da hidâyet ve rahmet olsun diye indirdik." İşte
âyetin bu kısmı Kur'ân'm indiriliş amacını, yani Kur'ân'ın görevlerini
açıklamaktadır.
a) "Hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara
açıklamak için."
Âyetin bu
kısmından anlıyoruz ki, Kur'ân ihtilafları ortadan kaldırmak için gönderilmiş,
ona bu görev yüklenmiştir. Burada sorulacak soru şudur: İnsanların, hangi
konularda ve hangi sebeplerle ihtilaf ettiklerine de açıklık getirmek
gerekiyor.
i.
Din konusunda
"Ancak kendilerine kitap verilenler,
apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan dolayı dinde
anlaşmazlığa düştüler" (Bakara 2/213). Aynı konu Âl-i İmrân 19'da da
gündeme getirilmektedir. İhtilafın sebebi "kıskançlık", netice de
"dinde ihtilaf olmaktadır. Dinde ihtilafı daha çok kitap ehli yapmıştır.
ii. Tevhîd inancı konusunda
"Çünkü Allah, benim de Rabbim, sizin de
Rabbinizdir. O'na ibadet edin. İşte bu, doğru yoldur. Ama aralarında çıkan
gruplar ihtilafa düştüler" (Zuhruf 43/64-65).
Aynı konu,
Meryem 36-37'de de gündeme getirilmektedir. Burada tevhîd inancını bozan
tartışma Yüce Allah'ın çocuk edinip edinemeye-ceği meselesidir.
iii. Kitap konusunda
"O azabın sebebi, Allah'ın, kitabı hak
olarak indirmiş olmasıdır. (Buna rağmen farklı yorum yapıp) kitapta ayrılığa
düşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir" (Bakara
2/176).
iv. Hz. îsâ hakkında
"İsa hakkında ihtilafa düşenler, bundan
dolayı tam bir kararsızlık içindedirler" (Nisa 4/157).
v. Cumartesi tatili konusunda
"Cumartesi
tatili, ancak onda ihtilaf edenlere farz kılındı" (Nahl 16/124).
vi. Hz. Musa'ya verilen kitap hakkında
"Andolsun ki, Musa'ya kitabı verdik,
fakat onda ihtilaf edildi" (Hûd 11/110).
vii. İnsanın özgürlükleri konusunda
Geçmiş nesillerde, peygamberlerin döneminde
tartışılan en ciddî konulardan biri insan ile fiilleri, davranışları arasındaki
ilişkidir. İnsanın, davranışını seçme özgürlüğü var mıdır? İnsanın eylemleri
sebebiyle yükümlülüğü nedir? İnsan, fiilinin yaratıcısı mıdır, kazananı mıdır,
yoksa eyleminde hiç etkinliği yok mudur? Bu ve benzeri sorular bu tartışmaları
çekip götürmüştür. İnsanın hiç özgürlüğü, seçeneği olmadığını savunanlar
olduğu gibi bu konuda insanın aşırı hürriyet içinde olduğunu savunanlar da
olmuştur. Ama Kur'ân bu konuda orta bir yolu takip edip insanlara sunmuştur
(Zümer 39/7, 56-59).
viii. Kader meselesi konusunda
"Alın
yazısı var mıdır yok mudur?" "İnsanın filleri önceden yazılmış
mıdır?" "Başımıza gelen belâlardan kaçınılamaz mı?" "Allah
ne yazdı ise başa gelir" gibi iddialar doğru mudur?
ix. Öldükten sonra dirilme konusunda
x. Haram ve helal konusunda da ihtilafa düşülmüştür.
İlk insandan
buyana ihtilaf edilen konuların başında neyin haram, neyin helal olduğu ve bu
konularda kimin fetva vereceği meselesi gelmektedir. Kur'ân bu ihtilaf
konularından bazısını gündeme getirir ve ne yapılacağını da söyler (En'âm
6/138-147). Bu âyetlerde bazı gıdaların, özellikle hayvan eti konusunda uzun
tartışmaların yapıldığına dikkat çekilmekte, bu tür ihtilafların nasıl ortadan
kaldırılacağı da açıklanmaktadır. Peki ne yapılmalı? Birinci metod gıdalardan
neyin haram, neyin helal olduğu Kur'ân'da aranacak (En'âm 6/145); ikincisi de
bilgiye sahip olunacak (En'âm 6/148).
İşte Yüce
Allah, bu konuda ihtilafları ortadan kaldırmanın yollarını göstermek için
Kur'ân'a ve bilgiye ihtiyaç olunduğunu öğretmek için kitabı göndermiştir.
İhtilafa düşenler, konulan açıklayacak olan peygamber olmasına rağmen çözümü
kitapta yani Kur'ân'da bulacaklardır. Peygamber kendi kafasından ihtilafları
çözecek bilgi ve delil üretemez. Bu açıdan bakılırsa âyette açıklama fiilinin
failinin peygamber; ama çözümü, bilgiyi, delili getirenin de Kur'ân olduğu
görülecektir.
Bu noktadan
hareketle diyebiliriz ki, din adına ihtilaf edilen konuları çözümleme,
açıklama görevi din âlimlerine düşmektedir ve onlar bu eylemlerinde kendilerine
gerekli olan bilgi ve çözüm şeklini Kur'ân'da bulacaklar, orada arayacaklar ve
oradan alacaklardır.
"De ki:
Bana vahyolunanda, leş veya akıtılmış kan yahut domuz eti ki pisliğin
kendisidir ya da günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilmiş bir
hayvandan başka, yiyecek kimseye haram kılınmış bir şey bulamıyorum"
(En'âm 6/145). Bu âyetten çıkacak olan şey şudur: Gıdalar konusunda haram ve
helal Kur'ân'da aranacaktır.
Yüce Allah,
peygambere "sana vahyettiğimde ara" dediğine göre, ilâhîyat bilim
adamları da aynı emre muhataptırlar ve böyle yapmakla yükümlüdürler.
Bize göre
Kur'ân sadece yukarıda sıralanan maddeler konusunda ihtilafları çözmeyecek,
vereceği tevhîd inancı eğitimi sayesinde tefrika denen ihtilafları da ortadan
kaldıracaktır (Âl-i İmrân 3/103). Toplumda düşmanlığa ve çatışmaya varan sosyal
bölünmelere, ihtilaflara, tefrikaya karşı barışı getirmekle çözüm bulunacaktır
(Bakara 2/208). Böylece milletlerarası ihtilafları barış değerini devreye
sokarak çözüm getirilmiş olacaktır.
Netice olarak
diyebiliriz ki, Kur'ân ihtilaf meydana getirmek için değil, ihtilafları
kaldırmak için gönderilmiştir. Bunu başaracağının delili de, kendisinde
ihtilafın bulunmamasıdır (Nisa 4/82). Din âlimlerine düşen şey? Kur'ân'ı iyi
bilmektir. Kur'ân'ı bilen ihtilafa düşmez; tam tersine ihtilafları çözüme
ulaştırır.
b)
"İman eden bir topluma da hidâyet ve rahmet olsun
diye (gönderdik)."
İman eden toplum hidâyete ermiş değil mi de
Kur'ân onu hidâyete getirecek? Bu soruya cevap verebilmek için şu hususun
bilinmesi gerekir: Kur'ân'ın öncelikle biri insanlığa, diğeri de inananlara
olan hidâyeti vardır. Tüm insanlığa olan hidâyeti tevhîd inancına sahip
olmayanları tevhîd inancına getirmektir. Onun içindir ki Bakara 185'te ^ûli gx*
hüden li'n-nâs ifadesine yer verilmiştir ki buradan hareketle Kur'ân'ın
"insanlara yol gösterici" görevi olduğu ve bu görevin de herkesi
içine alması anlamında evrenselliği anlaşılmalıdır.
Bir de müminlere
hidâyeti, yani yol gösterici görevi vardır. Bu görev özel manada bir görev
olmaktadır. Bakara 2'de "muttakîlere rehberlik edeceği, onlara yol
göstereceği, onlara hidâyet edeceği beyan edilirken" yorumunu yapmakta
olduğumuz Nahl 64'te de mümin topluma hidâyet edeceği gündeme getirilmektedir.
Tüm insanlığa
hidâyeti tevhîd inancına geçişteki değişim ile gerçekleşirken mümin ya da
müttakilere olan hidâyeti de bulundukları manevî seviyeyi kaybetmemelerini
temin etmektir. Mümin ya da müttakî insanların elde ettikleri manevî seviyede
devamlı olarak kalmaları, hemen hemen inkârdan imana geçiş kadar zordur. Onun
için her ikisi de rehberliğe, hidâyete, yol göstermeye muhtaçtır.
Kur'ân'in
inanan topluma rahmet olma özelliği ve görevi de vardır. Kur'ân'ın rahmet
oluşu da hidâyet oluşuna benzemektedir. Onun tüm insanlığa rahmet oluşu gibi,
sadece inanan topluma da rahmet oluşu vardır.
İnananlara
olan rahmeti, iman ettikleri takdirde genel aftan yararlanacaklarını ilan
etmesi; müminlere yönelik rahmeti de Yûnus 25'te olduğu gibi rahmet, barış,
esenlik yurduna çağırmak şeklinde olmaktadır.
Netice olarak
diyebiliriz ki, Nahl 64'te gündeme getirilen Kur'ân'ın üç görevi birbirine
zincirleme şeklinde bağlıdır. Kur'ân, ihtilafları ortadan kaldırınca hidâyet
etmiş olur; ihtilafları kaldırıp hidâyeti gerçekleştirince de rahmet etmiş
olmaktadır.
Nahl 64.
âyetin genel yapısına bakınca genelden özele giden bir açıklama, öğretme metodu
işlendiğini görebiliriz. İhtilafları açıklaması için Hz. Peygamber'in kaynaklık
etmesi bütün insanlığa olan genel görevini; rehber ve rahmet olması da özel
görevini teşkil etmektedir. Böylece genelden özele giden bir iş görülmektedir.
Yani âyet, Kur'ân'ın hem amaçlarını ve görevlerini hem de bunlan
gerçekleştirirken izlediği yolu ve çalışma sistemini vermektedir.[31]
65. Allah gökten su indirdi ve onunla ölümünden sonra
yeri diriltti. Doğrusu, dinleyen topluma bunda bir ders vardır.
66. Kuşkusuz
sizin için hayvanlarda da büyük bir ibret vardır. Karınlarındaki fışkı ile kan
arasından, içenlere kolay olan hâlis süt size içiririz.
67. Hurma ağacının ve üzümlerin ürünlerinden sarhoşluk
veren içecek ve güzel rızık elde edersiniz. Aklını kullanan toplum için bunda
bir işaret vardır.
68-69. Rabbin bal arısına: "Dağlardan, ağaçlardan
ve kurulmuş kovanlardan yuvalar edin. Sonra da her türlü üründen ye de
Rabb'inin işlek olan yollarından yürü" diye vahyetti. Karınlarından,
insanlara şifa olan türlü türlü renkte içecek çıkar. Düşünen topluma bunda bir
ibret vardır.
Yüce Allah bu âyetleriyle yine tabiata dönerek, tabiat
olaylarından hareketle kendi varlığına ve birliğine gitmekte, yine tabiat
kitabını açmakta ve oradan belli konularda dersler vermektedir. Dersin amacı
tevhîd inancına varmaktır ama ara hedef de insanın duyu organlarını, beynini
harekete geçirmektir. Şimdi bunu nasıl yaptığını ve nasıl açıklamalar
getirdiğini ele alabiliriz.
"Allah gökten su indirdi ve onunla ölümünden
sonra yeri diriltir/ti. Doğrusu dinleyen topluma bunda bir ders vardır."
Bu âyetten çıkaracağımız neticeler şunlardır:
a) Yüce
Allah bu dersinde, su ile canlılık arasındaki ilişkiyi anlatarak, ölünün
tekrar dirilmesini açıklamaktadır. Hacc sûresinin 5. âyetinde de öldükten sonra
dirilme konusunda şüphede olanlara bu konuyu anlatarak ders vermekte, ölü
topraklara su indirince canlanmasını örnek vererek ve hayat ile su arasındaki
bağlantıyı göstererek ölen insanın dirilmesine olan imanı ispatlamaktadır.
b)
Bu tabiat olayı ile Yüce Allah kendi gücünü
ispat etmektedir. Bütün varlıkların gücü yaptıkları ile belli olur. Gökten su
indirmek bir güç işidir.
c)
Yüce Allah, insanlara su ile hayat arasındaki
bağın incelenmesi için ev ödevi vermektedir.
d)
Buradaki dersle insanın işitme duyusunu,
işitme organını harekete geçirmeyi hedef almaktadır. Allah'ın yaratıcı
etkinliğini anlamak için âyetteki derse kulak vermek gerekiyor. Ferdin değil
de, toplumun kulak vermesini ön görmektedir. Âyette geçen <şi âyet kavramına
"ders" anlamını vermek doğru olacaktır.
Yüce Allah'ın verdiği bu derste Kimya olduğu gibi
Biyolojinin Botanik kısmı ile ilgili kanunlar da vardır. Bu âyetteki hususun
insanların verdiği Kimya ve Biyoloji dersinden farkı şudur: Yüce Allah
bilimsel konuları anlatırken dinî bir çıkarıma gitmektedir.
Bilimsel araştırmalardan o kanunu yaratan varlığa
gitmek, onu tanımak ve ona inanmak bu dersin hedefi olmaktadır. Dersin birinci
hedefi insanları dinletmek, onlara bu kanunları öğretmek, son hedefi de Allah'ın
var ve bir olduğuna dair imanı gönüllerde teşekkül ettirmektir. İşte Yüce Allah
bütün bilimsel derslerin aynı metot üzere verilmesini de öğretmektedir.
3."Kuşkusuz
sizin için hayvanlarda da büyük bir ibret vardır. Ka-nriîarındaki fışkı ile kan
arasından içenlere kolay olan hâlis süt size içiririz."
a) Yüce
Allah birinci dersini bitkiler âleminden verdikten sonra, bu âyette de
hayvanlar âlemine geçmiştir. Yüce Allah hayvanı yaratmadan bitkileri
yaratmıştır. Çünkü bitkiler olmadan hayvan denen canlının yaşaması mümkün
değildir. Önce otobur (bitki ile beslenen) hayvan, sonra da etobur hayvanlar
yaratılmıştır. Otobur hayvan etobura gıda olmaktadır.
Bir önceki derste toprak, su ve hayat ilişkisini
anlatırken bitki âlemine girmişti. Bu derste ise bitki ile hayvanın ilişkisine
girmiş ve otobur hayvanları konu edinmiş, otobur hayvanlarla insanın
gıdalanması meselesini gündeme getirmiştir.
b) Yüce
Allah, otobur hayvanların biyolojik yapısına yerleştirdiği sisteme dikkat
çekmektedir. Bu sistem, hem fışkı hem kan hem de ikisinin arasından süt imal
etmektedir. Bu nasıl güçtür ki, insanın sofrasına konan sütü böyle bir arıtma
ve imalat sisteminden çıkarmaktadır. Aynı sistem insanın vücudunda da vardır.
Erkeğin aldığı besinlerden fışkı, kan ve sperm üretiyor. Kadın da aldığı
besinlerle fışkı, kan, yumurta ve süt üretiyor. İşte bu sistemin araştırılıp
Allah'ın varlığına, birliğine ve sonsuz kudretine varmak hedef alınmaktadır.
Dikkat edilirse Yüce Allah sütü kendisinin içirdiğini
söylemektedir. Bir bakıma küçük çocuğu annesinin beslemesi gibi Yüce Allah da
bizi beslemektedir. İşte bu durumda da insanlar için bir ibret, bir delil, bir
ders vardır.
4. "Hurma
ağacının ve üzümlerin ürünlerinden sarhoşluk veren içecek ve güzel nzık elde
edersiniz. Aklını kullanan toplum için bunda bir işaret vardır."
a) Yüce
Allah, insanların beslendiği meyve türlerinden ders vermektedir. Bu âyette
özellikle hem kendisi yenebilen hem de kendisinden sarhoşluk veren içecek imal
edilen meyveleri gündeme getirmektedir.
Âyetteki seker kelimesi "sarhoşluk veren
içecek" demektir. Bu anlamından hareket eden âlimler Mekke döneminde
alkolün helâl olduğunu, sonra da Mâide 90. âyetle nesh
edildiğini/kaldırıldığını iddia etmişlerdir. Bu kelime, söz konusu anlamı
içermesine rağmen neshe konu edilebilecek bir konumda değildir. Çünkü bu âyet,
Mekke dönemi âyet-lerindendir ve hüküm içermemektedir. Sadece Yüce Allah,
Mekkelilerin takip ettiği bir durumu anlatmakta, aynı meyveden hem sarhoşluk
veren içecek hem de güzel rızık elde edilmekte olduğuna dikkat çekmektedir.
Burada "içki için, içki içmek helaldir" anlamına gelebilecek hiçbir
işaret yoktur. İçki ile ilgili hükümler, Bakara 219, Nisa 43 ve Mâide 90. âyetlerde
ele alınmıştır. Mana böyle olunca âyetler arasında nâsih-mensûh ilişkisinin
olmadığını söylemek zorundayız.
Hurma ve üzüme, ibret alacak
bir gözle bakınca Allah'ın varlığını ve gücünü anlamamak mümkün değildir.
Ayrıca hem hoş içecek imal edilebiliyor hem de doğrudan yenebiliyor.
b) Yüce
Allah bu konularda verdiği bu derslerin insan aklını çalıştırmaya yönelik
olduğunu âyetin sonunda söylemekte, insan için yarattığı bu ürünlere akıl ile
yaklaşılmasını istemektedir. Böylece Yüce Allah, dersi ile insan aklına hitap
ettiğini, aklı harekete geçirmeyi istediğini gündeme getirmektedir.
5. "Rabbin
bal arısına: 'Dağlardan, ağaçlardan ve kurulmuş kovanlardan yuvalar edin' diye
vahyetti."
Yorumunu yapmakta olduğumuz
Nahl 68. âyetin ilk kelimesi evhâ
fiilidir. Bu kelime vahy'den türemiştir. Kelimenin kök fiili, "sürat
etmek, ilham etmek, işaret etmek, birine elçi göndermek, gizlice söz söylemek, yazı
yazmak, hemen boğazlamak, bağırmak" anlamına gelen vehâdır. Evhâ kalıbı
"nefis"le beraber kullanılınca "kalbe korku, endişe düşürmek,
emri altına almak, emretmek, ölünün arkasından ağlamak, işi çabuk yapmak"
anlamlarına gelmektedir.
Kur'ân'a baktığımızda çeşitli varlıklara Allah'ın
vahyettiğini görürüz:
a) Göğe
yönelik vahy
"Böylece onları, iki günde
yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti" (Fussilet 41/12).
Buradaki vahyetmek "görevini bildirmek, çalışma sistemini belirlemek, onun
o düzene uygun hareketini sağlamak" demektir.
b) Havarilere
yönelik vahy
"Hani havarilere: 'Bana ve
peygamberime iman edin' diye vahyetmiştim" (Mâide 5/111). Buradaki vahy,
"ilham etmek" anlamına gelmekte, Peygambere verilen vahy anlamını
taşımamaktadır.
c) Hz.
Musa'nın annesine yönelik vahy
"Musa'nın anasına vahyettik" (Kasas 28/7).
Bu âyette de vahy, bir kadına Allah'ın verdiği ilham ve bu ilhamla yaptığı
konuşma demektir. Peygamber olmamasına rağmen Allah ona ilham ile konuşmuştur.
d) Bal
arısına yönelik vahy "Rabbin bal ansına vahyetti" (Nahl 16/68).
Buradaki vahy Yüce Allah'ın, arı gibi bir hayvana bal üretmeyi öğretmesi, onun
doğasına içgüdüsel olarak bal yapma yeteneği yerleştirmiş olması demektir.
e)
Arza/yeryüzüne yönelik vahy
"Yerküre kendine özgü
sarsıntıyla sallandığı, toprak ağırlıklarını dışarı çıkardığı ve insan: 'Ne
oluyor buna!' dediği vakit, işte o gün yer, Rabbinin ona vahyetmesiyle bütün
haberlerini anlatır" (Zilzâl 99/1-5). Bu âyette vahiy. Allah'ın bildirmesi
anlamına gelmektedir.
f) Meleklere
yönelik vahy
"Hani Rabbin meleklere
vahyediyordu" (Enfâl 8/12). Bedir savaşına katılan meleklere Yüce Allah
nasıl davranacaklarını, ne yapacaklarını öğretirken, söylerken ne yaptığını bu
kelime ile ifade etmektedir.
Buraya kadarki örneklerde de görüldüğü üzere vahyeden
Allah'tır, vahye muhatap olan ise peygamber olmayan varlıklardır. Bu tür vahye
tefsir usûlünde "ilâhî vahy" denmektedir.
g)
Şeytanların, dostlarına fısıldaması anlamında vahy
"Gerçekten şeytanlar
dostlarına sizinle mücâdele etmeleri için telkinde bulunurlar" (En'âm
6/121)^. Şeytanlar da insanlara vahyederler. Bu vahiy "telkin etmek"
demektir ve "insan nefsine vesvese vermesi" anlamına gelmektedir (Nâs
114/5). Aynı konu En'âm 112'de de gündeme getirilmektedir. Bir de insanlara
nisbet edilen vahy kelimesi vardır ki bu da Meryem sûresinde Hz. Zekeriyyâ'nın,
kavmine yönelik seslenişidir, "(Zekeriyyâ) mihraptan kavminin huzuruna
çıktı ve onlara: '(Allah'ı) sabah akşam teşbih edin' diye vahyetti"
(Meyrem 19/11). Buradaki vahy de "seslenmek veya emretmek, tavsiye
etmek" anlamına gelmektedir.
Bu maddede örneğini verdiğimiz ve vahyedeni Allah
değil de başka varlıklar olan vahye de "gayr-ı ilâhî vahy"
denmektedir.
h)
Peygamberlere yönelik vahy
"Biz Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere
vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik" (Nisa 4/163). Bu da insanlardan
peygamber olarak seçilenlere ilâhî mesajın verilmesi, âyetlerin bildirilmesi,
Cebrail vasıtasıyla ulaştırılması anlamına gelmektedir. İşte esas vahy budur ki
tefsir usûlünde bu tür vahye "hakîkî vahy" denmektedir. İnsan hayatına
hem manevî hem sosyal hem de maddî anlamda yön veren ilkeleri öğretme
faaliyetinin adı vahy olmaktadır.
Yüce Allah, dağlarda doğal yuvalar edineceği gibi
insanların hazırladıkları kovanlarda da yuva edinmesini arıya öğretti.
Geometrik bal gözeneklerini ölçüm aleti olmadan yapmasını ve harika bir
sanatkar olarak bunları becermesini, daha sonra da çiçeklerden topladığı
polenlerle hem mum hem de bal yapmasını arıya öğreten güç sadece Yüce Allah'tır.
Arının bunları yaparken ölçüyü mükemmel tutması, şekil
vermekte maharetini göstermesi ve işini kaliteli yapması insanlar için önemli
bir örnektir. O küçücük hayvanın ruhuna bu faaliyetleri yerine getirme bilgisini
koyarak onu bu davranışlarla donatması Allah'ın varlığını ve kudretini
anlatmaya yetmez mi? Öte yandan Yüce Allah hayvancılığın arıcılık boyutunu
gündeme getirerek, ziraat öğretiminin temellerini atmıştır. Nahl 65. âyetten
beri ziraatın çeşitli boyutları ele alınmış durumdadır. Hayvancılığın bilimsel
esaslara göre yapılmasının programı da burada verilmektedir.
6. "Sonra
da her türlü üründen ye de Rabbinin işlek olan yollarından yürü, (diye
buyurdu)."
Bu âyetteki J* külî emrinden
anlıyoruz ki Yüce Allah bal arısı ile konuştu. Onun davranışlarını belli işler
için programladı. Bu işlerden biri her çeşit ürün; yani çiçekten yemektir. Aynı
zamanda Yüce Allah bal arasına bazı işleme, hareket etme yolları tahsis
etmiştir. Bu yollardan yürümesini de ona emretmektedir. Bu yollara yaylım
yolları, alanları da diyebiliriz. Âyette geçen "zülülâ kelimesi, "yolun
durumu"nu belirlemekte ve "kolaylaştırılmış, emrine sunulmuş"
anlamına gelmektedir, "Yeryüzünü size boyun eğdiren O'dur" (Mülk
67/15)'te de aynı kelime geçmekte, "emrine vermek, boyun eğdirmek,
hizmetine sunmak" anlamına gelmektedir.
Ama bu kelime "git" anlamına gelen feslükî
emrinin durumunu bildiriyorsa o zaman Râzî'nin dediği gibi mana şöyle olur:
"Ey arı! Emrolunduğun şeye boyun eğerek, emre diretmeksizin git".
"Karınlarından, insanlara şifa olan türlü türlü
renkte içecek çıkar. Düşünen topluma bunda bir ibret vardır."
a)
Bal. arının karnından yani midesinden
çıkmaktadır. Çeşitli çiçeklerden aldığı bal onun karnında bileşim haline
geliyor ve bilinen bal oluyor.
Dikkat edilirse Yüce Allah balı, arının çıkardığını
söylemiyor da "içilecek sıvının (yani balın) kendisinin çıktığını"
söylüyor. Çıkma eylemini şarap, yani sıvı, yani bal yapmaktadır. Bundan şunu
anlıyoruz: Arı çiçeklerden, meyvelerden bal sıvısını topluyor, ama karnından
çıkışı sıvının kendisi gerçekleştiriyor…
b)
Arının midesinden çıkan bal sıvısının üç tane
özelliği vardır: Şarap, yani içilecek olması; farklı renklerde olması ve
nihayet insanlar için onda şifa bulunması.
Demek ki Yüce Allah'ın, arıya
öğrettikleri ile elde edeceğimiz balda ilaç olma özelliği vardır. Bu bizi şu
neticeye götürebilir: An bir ilaç sanayii kurmuştur. Daha doğrusu Allah ona bu
imalâthaneyi kurdurmuştur. İnsanlar da çiçeklerden, doğal bitkilerden ilaç elde
edebilirler. Yüce Allah bu âyetleri ile insanlara ilacı nasıl elde edecekleri,
hammaddeyi nereden bulacakları konusunda ders vermektedir.
Balın farklı renkte olmasının sebebi, elde edildiği
çiçek ve meyvelerdir. Farklı renklerin, farklı hastalıklara şifa olup
olmadığının araştırılması gerekiyor. Arının karnının o sıvıya ne gibi bir
bileşim kattığını da tespit etmek gerekiyor.
Yüce Allah arı ile ilgili dersinde ilaç imalatının
hammaddesinin nerede bulunacağını ve onun ilaç haline dönüşümünü an örneğini
vererek anlatmakta, böylece şifanın özellikle biyolojik hastalıkların bilimsel
yollarla elde edileceğine de işaret etmektedir.
Sahabeden biri peygamberimize gelip kardeşinin
karnının ağrıdığını söyleyince Hz. Peygamber ona bal içirmesini tavsiye
etmiştir.[32]
Genel manada şöyle bir netice çıkarabiliriz. Yüce
Allah bitki ve hayvanlar aleminden dersler verirken genelde sistem üzerinde
durmaktadır. H2O denen su ile canlılık arasındaki ilişkiyi yağmurun ölü toprakla
buluşma sistemi ile anlatmaktadır. Ayrıca hayvanlar konusundaki dersini,
otobur hayvanların yediği ottan fışkı ve kanı çıkardığını ve bunların arasından
da sütü insana sunduğunu anlatmakta, bu sistemin araştırılmasını ve böyle
sistemlerin kurulmasını önermektedir.
Aynı şekilde Yüce Allah, arının çiçeklerden bal elde
etmesi ve bu balın onun karnından çıkmasının sistemini açıklamakta, böylece
ilaç yapmanın temellerini atmakta, insanlara bilimsel araştırma yapmaları için
temeller hazırlamakta ve nihayet kendi kudretine dikkat çekerek iman etmeyi
önermekte, bir çeşit ilâhîyat dersi vermektedir.[33]
70. Sizi Allah yarattı; sonra sizi vefat ettirir. Daha
önce bilgili iken hiçbir şeyi bilmez hale gelsin diye sizden bazı kimseler
ömrün en kötü çağına kadar yaşatılacak. Şüphesiz ki Allah bilir ve sonsuz
kudret sahibidir.
Yüce Allah bitkileri yaratırken suyu indirdiğini
söylemiş, hayvanlar âlemini ele alıp oradan insana sunulan hayvânî gıdaları
anlatmış, bitkiden elde edilmesine rağmen annın rafinerisinden geçip az da
olsa hayvânî gıda haline gelen balı açıklamış, an ile nasıl iletişim kurup ona
bal yapmayı öğrettiğini gündeme getirmiş, ardından da en son yarattığı insanı
ele almış, sonuçta bitki, hayvan ve insan zincirini takip ederek yaratmadaki
bilgi ve kudreti konusunda üç ders vermiştir.
1. "Sızı
Allah yarattı."
Bu ifade, "bitkileri ve hayvanları Allah
yarattığı gibi sizi de Allah yarattı" demektir. Bunun anlamı şudur: Yüce
Allah insana ilk yaratılışını hatırlatıyor ve onu asla unutmamasını istiyor.
Çünkü ilk yaratılışını unutan insan, öldükten sonra dirilmesini de unutacaktır
(Yâsîn 36/78).
İnsana nereden geldiğini ve nasıl geldiğini anlatmaz
ve hatırlatmazsanız, nereye gideceğine de inandıramazsınız. İşte Yüce Allah
âhiret inancını insanlara kabul ettirmek, öldükten sonra dirilmeye inandırmak
için insana yaratılışını hatırlatmaktadır.
2. "Sonra
sizi vefat ettirir."
Yaratmayı ve ölümünü takdir
edip hayata geçiren Allah'tır. Şu â-yette bunu Yüce Allah şöyle anlatmaktadır:
"Öldüren de dirilten de O'dur" (Necm 53/44). Görüldüğü gibi yorumunu
yapmakta olduğumuz Nahl 7O'te "yaratan da öldüren O'dur" derken Necm
44'te bunun devamını buyurmaktadır: "Öldüren de dirilten de O'dur."
Birincisinde ilk yaratılış ve ölüm; ikincisinde ölüm ve ikinci yaratılış
gündeme getirilmektedir. "O, size hayat veren, sonra sizi öldürecek,
sonra yine diriltecek olandır. Gerçekten insan çok nankördür" (Hacc
22/66).
3. "Daha
önce bilgili iken hiçbir şeyi bilmez hale gelsin diye sizden bazı kimseler
ömrün en kötü çağına kadar yaşatılacak."
"Erzel-i 'Umur" kavramını Yüce Allah Hacc
5'te de gündeme getirmiştir. Nedir Erzel-i 'Umur? Âyet bunu "bildiğini
bilmez hale gelmek" şeklinde cevaplandırmaktadır: Başka bir ifade ile:
"Kime uzun ömür verirsek biz onun gelişmesini tersine çeviririz
(noksanlaştırırız)" (Yâsîn 36/68). Demek ki erzel-i 'umur biyolojik yapının,
bedenin ihtiyarlaması sebebiyle ruhun görevini tam olarak yerine getirememesi
neticesinde beynin tam anlamı ile çalışmaması, yeteneklerini kaybetmesi,
yaşadığı halde beynin görevlerini yerine getirememesi halidir; psikolojik
güçlerini kaybetmesi veya o güçlerin çok azalmasıdır. Günlük dilimizde buna
bunama safhası diyoruz.
İşte Hz. Peygamber yaşlanıp kocamaktan yani erzel-i
'umure kalmaktan Allah'a sığınmıştır. Böyle bir duruma düşmemesi için Allah'a
yalvarmıştır.[34]
4. "Şüphesiz
ki Allah bilir ve sonsuz kudret sahibidir." İşte Yüce Allah'ın, bitkiler,
hayvanlar ve insanlar âleminin kitabını insanın önüne niçin koyduğu ve bu
konularda ona niçin ders verdiği âyetin bu kısmı ile ortaya çıkmıştır. Yüce
Allah'ın sonsuz bilgi ve kudrete sahip olduğunu kabullendirmek için ispat
etmektir. Nahl 65. âyette insanın dinlemesini, 67. âyette aklını kullanmasını,
68. âyette de düşünmesini temin etmek
için bilimsel kanunlardan, yani
tabiat kanunlarından
dersler verdi. Dinlemenin,
aklını kullanmanın ve düşünmenin varacağı nihai nokta Allah'ın
sonsuz bilgi ve kudrete sahip olduğunu anlamak ve inanmaktır.[35]
71. Allah, kiminize kiminizden daha bol rızık verdi.
Bol rızık verilenler, nzıklanm ellerinin altındakilere verip de bu hususta
kendilerine onları eşit kılmazlar. Durum böyle iken Allah "in nimetini
inkâr mı ediyorlar?
Bu âyet-i kerîme, toplumsal farklılaşma ve sınıfsallaşmamn
tabiî bir süreç olduğunu göstermektedir. İslâm'ın toplum teorisi farklılıklardan
bir bütün oluşturmaya dayanır. Ancak bu bütünü oluştururken zulüm ve
haksızlıkları yasaklar. Adalet sistemi ile, sosyal dayanışma ve bütünlüğün
gerçekleşmesini ister. Bu noktadan hareket edersek âyetin analizinden
çıkaracağımız önemli neticeler olacaktır:
1.
"Allah kiminize kiminizden daha bol rızık verdi."
Bazı durumlar hariç, yani meşru olmayan kazançlarla
bol servet elde etmek hariç, kime ne kadar rızık, nimet vereceğini Yüce Allah
belirlemektedir. Peki Yüce Allah neden bazı insanlara bol servet verirken,
bazılarını da muhtaç duruma getirmektedir? Bunun cevabını Zuhruf 32. âyet
vermektedir:. "Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Dünya
hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş
gördürmeleri için kimini ötekine üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların
biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır."
Bu âyet bize şu temel istihdam ilkesini
göstermektedir: Eğer Yüce Allah bütün insanlara bol nzık, yani nimet verseydi
çalıştıracak işçi bulunamazdı. Dünya hayatının, yani iş hayatının yürüyebilmesi
için bu ekonomik farklılık zarurîdir. Bazıları emeği ile bazıları da serveti
ile iş hayatına katılacak ve iş hayatı gelişecek, üretim yapılacak ve dünya hayatı
yürüyecektir. Herkesin çok büyük servete sahip olduğu yerde çalışacak işçi
bulunamayacağından iş hayatı durur. Zuhruf 32. âyette geçen "Birbirlerine
iş gördürmeleri için" ifadesi bunu ispat etmektedir. Ekonomik
üstünlüklerin/farklılıkların sebebi budur.
2. "Bol
nzık verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere verip de bu hususta
kendilerine onları eşit kılmazlar." Yüce Allah nimetini farklı vermekle
beraber, yaşamda eşitliğin teminini bol nzık verdiklerinden beklemektedir.
"ellerinin altındakiler" ifadesinden ne
anlıyoruz?
a)
Bize göre bu ifade, "istihdam edilen insanlar,
işçiler, hizmetçiler, memurlar" demektir. Özel sektörde çalıştırılan her
meslek erbabı kastedilmektedir. Buna devlet işleri de ilâve edilebilir.
b)
"Allah yolunda yapılan savaşta esir
olarak alınanlar" manasına da gelebilir.
c)
"Geçimleri kendi sorumluluğu altında
olan, başkalarına geçinmek için bağımlı olanlar" anlamı da muhtemeldir.
Bu ifadeden maksat "fakirler, miskinler ve yetimler" olabilir.
Özellikle bunlar yakın akrabadan ise, yükümlülük daha da artmaktadır.
Serveti fazla olan bir insan, kendisine muhtaç olan ya
da işçisi ile kendini nasıl eşitleyecek? Tabii ki servetini onlara dağıtarak
değil de, onların normal yaşamını temin ederek bunu gerçekleştirecektir. Birisi
aşırı israf içinde yaşarken diğeri de ekmeğe muhtaç olmamalı. Temel
ihtiyaçlarını ekonomik bakımdan rahatlıkla temin etmesi eşitliğin kurulması
demektir. Emeğin karşılığının verilmesi, eşitliğin kurulması demektir.
Bu konuda eşitliğin sağlanması
neyi temin edecektir? Bu sorunun cevabını Haşr 7'de bulmamız mümkündür:
"Böylece o mallar zenginler arasında dolaşan bir
devlet olmaz." Zenginler çalıştırdıkları işçilere emeklerinin hakkını
vermezse, toplumda temel ihtiyaçlarını gideremeyen ihtiyaç sahiplerine
bakmazlarsa, o servet devlet, yani güç haline dönecektir. Sonuçta bu güç
sömüren güç, siyasete yön veren güç; tevhîd inancını önleyen güç (Yûnus 10/88)
halini alabilir.
İşçilere emeklerinin hakkını tam ve zamanında vermek,
ihtiyaç sahiplerinin elinden tutmak, sömürüden ürkmek toplumda eşitliği sağlamaktır.
Âyette Yüce Allah da bunu istemektedir.
3. "Durum
böyle iken Allah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar?"
Buradaki ijİAİ yechadûn kelimesine, "nankörlük
etmek" manası da verilebilir. Dolayısıyla bu âyet: "Bile bile
Allah'ın verdiği nimete nankörlük mü ediyorlar?" anlamına gelmektedir.
Nimetin kaynağında Allah'ın olduğunu bilen kişi bu
nimetten işçileri, yoksulları, ihtiyaç sahiplerini, yetimleri istifade ettirir
ve işçinin emeğinin karşılığını verir ve bunun Allah'ın emri olduğunu da bilir.
Bunu yapmadığı takdirde nimete karşı nankörlük ettiği anlaşılmış olacaktır.
Nimeti inkâr eden veya nimete nankörlük edenler böyle davranan kimselerdir.
Netice olarak diyebiliriz ki, Yüce Allah ekonomik hayatta
servet farklılığını neden verdiğini anlatmış, geçim standardındaki eşitliği zenginlerin
sağlayacağını, paylaşım denen değerin hayata geçirilmesini insanlardan
beklediğini vurgulamaktadır.
Paylaşımın olmadığı yerde nankörlük var demektir.
Demek ki paylaşım nankörlük denen ruh hastalığını en iyi tedâvî eden bir
ibadet olmaktadır.
Zengin insan, toplumun
fakirlerini kendi kardeşi olarak görmelidir. Kardeşine, yediğinden yedirmeli,
giydirdiğinden giydirmelidir. Çünkü onlar zenginlerin sorumluluğu altındadırlar.
Din eğitimcileri ve âlimleri Kasas Sûresinin 76-82.
âyetleri arasındaki Kârûn olgusunu örnek vererek paylaşımı bir erdem olarak
topluma kazandırmalıdırlar. O olguda, kendisine fakirlere yardım etmesi teklif
edildiğinde servetini kendi ilmi ile kazandığını öne sürüp yardım etmekten
vazgeçen Karun'un nasıl yerin dibine geçirildiği anlatılmaktadır. Nimetin
kaynağında Allah'ın olduğunu inkâr etmek toplumda ihtiyaç sahiplerinin
iniltisini duymamak, onlara karşı hiç sorumluluk hissetmemek yıkıma neden
olmaktadır.[36]
72. Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı,
eşlerinizden de sizin için çocuklar ve torunlar verdi ve sizi temiz gıdalarla
rızıklandırdı. Onlar hâlâ bâtıla inanıp Allah'ın nimetine nankörlük mü ediyorlar?
Bu âyet biraz önce açıkladığımız Nahl 70 ve 71.
âyetlerin devamı durumundadır ve aynı zamanda 73. âyetin başlangıcı
mahiyetindedir. Âyetleri bir zincirin halkaları olarak kabul edersek, halkanın
öncesinde 70 ve 71. âyetler, sonrasında da 73 ve 75. âyetler vardır. Allah
size kendi nefislerinizden eşler yarattı. Eşlerinizden de sizin için çocuklar
ve torunlar verdi."
a) Âyetin bu
kısmında geçen e'ale fiilinin açıklaması Bakara 30?da yapılmıştır. Bu kelime
"bir halden diğerine intikal ettirmek, yaratmak, bir şeyi bir şeyden
çıkarıp îcâd etmek, bir şeyle bir şey hakkında hüküm vermek, tayin etmek,
göndermek, ifade etmek" manalarına gelmektedir.
Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 72. âyete bu
manalardan en yakışanı "vermek" anlamıdır. O zaman mana "Allah
size kendi nefislerinizden eşler verdi" şeklinde olabilir. Ancak
"yaratmak" manasını verenlere de hak vermek gerekiyor.
Bazı müfessirler buradaki verme veya yaratma olgusunu
Hz. Â-dem ve eşi olarak düşünmüşlerdir. Bize göre bu verme ve yaratma eylemi eşeysiz
yaratılmayı değil, eşeyli yaratılmayı ifade etmektedir ve her çağın nesline
hitap eden bir özelliği vardır.
b) Buradaki
enfüs kelimesi "kendileri" anlamına gelmektedir. Bu anlama geldiğini
şu âyetlerle ispatlayabiliriz:
"Andolsun size kendinizden öyle bir peygamber
gelmiştir ki" Tevbe 9/128). Buradaki min enfusiküm "kendi
aranızdan" anlamına gelmektedir.
"Evlere girdiğinizde, Allah tarafıiîdan mübarek
ve pek güzel bir yaşama dileği olarak kendinize selam verin" Nûr 24/61).
Âyetteki'alâ enfusiküm "kendi kendinize" demektir.
"Kaynaşmanız için size kendi cinsinizden eşler
yaranı" (Rûm 30/21).
Demek ki. bu ve bizim yorumunu yaptığımız âyetlerde
"nefis" kelimesi cinsel içgüdüyü ifade eden "nefis"
anlamından ziyade, "kendi" manasına gelmektedir.
c)
Âyette geçen
ezvâc kelimesi zevcin çoğuludur. Bu kelime "eş" anlamında
çiftler manasına gelmektedir. Hem kocayı hem de hanımını ifade etmektedir.
Yani tek tek eşleri ifade ettiği gibi, çiftleri de ifade etmektedir.
d) benin
kelimesi de "çocuklar" demektir. Torunlar manasına gelen sili- hafede
kelimesinin asıl manası, "hizmette ve çalışmada hızlı olmak"tır.
"Bir şeyi çabucak yapmak ve koşmak" manasında bu kelime kullanılır.
Kunut duasındaki siâ nehfidü "Rabbim sadece sana koşar, senin için acele
ederiz" anlamına gelmektedir. Özetle bu kelimeye "kız ve erkek
çocuklardan gelen torunlar" manası verilmiştir.[37]
Bize göre hafede kelimesi, "kendi çocuğundan
sonra gelen nesil-ler"i ifade etmektedir. Ancak bu nesillerin nimet
olabilmesi için torunların nine ve dedeler tarafından görülmesi gerekiyor.
Sağlığında torun sahibi olmak gerekiyor.
Nahl 70'e dönersek, Yüce Allah orada insanı yaratmayı
ele almış, burada ise eş, çocuk ve torunlar gibi nesil ağacını ele almıştır.
Öncekinde var olmamızı bir nimet olarak sunarken, 72. âyette eş, çocuk ve
torunları nimet olarak takdim etmektedir.
2. "Ve
sizi temiz gıdalarla rızıklandırdı."
Yüce Allah âyetin bu kısmını buraya niye koydu?
Birinci bölüm ile bağlantısı nedir? Var olmak, nesillere sahip olmak bir nimet,
bir de o varlığı sürdürmek için gerekli olan temel ihtiyaçlardan beslenmeyi
temin etmek de bir nimettir. Biz bundan şu ilkeyi çıkartıyoruz: Doğurabileceğin
kadar değil besleyip yetiştirebileceğin kadar doğurman gerekiyor. Nasıl Allah
önce yaratıyor ve hemen ardından beslenmesi için rızkını temin ediyorsa, insan
da doğurmalı ve hemen ardından gıdasını temin etmek için çalışmalı, Allah'ın
rızık hazinesinden temin etmelidir.
Âyetteki tayyibât "temiz" anlamına geldiği
gibi, "besleyici, helâl, faydalı" anlamına da gelmektedir. Aslında bu
kelimeye "gıdalar" manası da verilebilir.
3. "Onlar
hâlâ bâtıla inanıp Allah'ın nimetine nankörlük mü ediyorlar?"
Âyetin bu kısmındaki Jtüt el-bâtıl kelimesini âlimler
farklı manaya almışlardır. Bu farklı manaları Râzî şöyle nakletmektedir. İbn
Abbâs "put"; Mukâtil "şeytan"; 'Atâ "şirk"
manalarını vermişlerdir.
Âlimlerin verdiği bu manaların
hepsini kabul ediyoruz. Gerçek olmayan, insanı Allah'tan uzaklaştıran ve geçici
olan her şeye bâtıl diyebiliriz. Hakkın karşıtı olana bâtıl diyoruz. Sahte
olan her şey bâtıldır.
Bu bilgilerin ardından şu açıklamayı yapabiliriz: 71.
âyetin sonunda da "nimet" kelimesi vardı bu "âyetin"
sonunda da vardır. Acaba ikinci, yani 72. âyetin sonundaki nimet kelimesini
"Kur'ân" ve "İslâm" olarak alabilir miyiz? Çünkü Yüce
Allah onları da "nimet" olarak vasıflandırmaktadır. Kur'ân'ın inişi
bittiği zaman Mâide 3'te şöyle buyurdu: "Bugün size dininizi ikmal ettim,
üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam'ı beğendim."
İsrâ sûresinin 81. âyetinde de hak "Kur"
ân", yani "İslâm", bâtıl da onun tam tersi olmaktadır. Nah]
"2"de de bâtıl geçtiğine göre nimet de "hak",
"Kur'ân". "İslâm" anlamına gelebilir.
Bu manadan harekede diyebiliriz ki, Yüce Allah şu
soruyu soruyor: Onlar sahte, geçici, gerçekle alakası olmayana inanıyor da
Allah'ın dinini, İslâm'ı. Kur" ân "ı inkâr mı ediyorlar? Böylece Yüce
Allah hak ile bâtılı karşı karşıya getirmiş, insanların onlara karşı nasıl bir
tavır takınacağım açıklamıştır Bâtılı inkâr, hakka da iman etmek gerekiyor.
Bunun tersini yapanlar da sorgulanacaktır.
Neye iman ve neyi inkâr edeceğimizi bu sorusu ile
açıklayan Yüce Allah, din eğitimine hak ile bâtılın farkını ortaya koyma ve
öğretme yükümlülüğünü vermektedir.[38]
73. Müşrikler,
Allah'ı bırakıp da kendilerine göklerde ve yerde olan rızıktan hiçbir şey
veremeyen ve buna asla güçleri yetmeyen şeylere tapıyorlar.
74. Allah 'a bir takım benzerler icat etmeyin. Çünkü
Allah her şeyi bilir, siz ise bilemezsiniz.
Bu âyetlerde de şirk ile mücâdeleyi buluyoruz.
Âyetlerden çıkarılacak prensipler şunlardır:
1. Yüce
Allah, rızık, nimet, beslenme ve hayatı devam ettirmek i-çin gerekli olan bütün
ihtiyaçları giderme konusu ile tevhîd inancı arasında bir bağlantı
kurmaktadır. Aynı zamanda şirk ile de mücâdele vermektedir:
"Allah'ı bırakıp da
kendilerine göklerde ve yerde olan rızıktan hiçbir şey veremeyen ve buna asla
güçleri yetmeyen şeylere tapıyorlar."
Yüce Allah insanlara şunu anlatıyor: Tapınılan varlık
insanın ekonomik ihtiyaçlarını, temel ihtiyaçlarından olan beslenme ihtiyacını
giderecek güçte olmalıdır. Yani onlar da rızkın kaynağı ve bunu temin edebilecek
güçte olmalıdır. Rızıklandırma ile güçlü olmak, sahte tanrıları tapınmanın
dışına itecek en önemli vasıflardır.
Yüce Allah insanın tabiatında var olan bir niteliği
harekete geçirerek şirk ile mücâdele vermektedir. İnsan daima ekonomik açıdan
menfaatlendirildiği kimselere boyun eğmeye yatkındır. Aynı zamanda güçlünün
karşısında aczini hissedip saygı gösterir. İşte Yüce Allah insanın bu
niteliğini işleyerek tevhîd inancı eğitimi vermektedir. Rızık ve güç, insanı isyandan alıkoyan, boyun eğdiren,
saygı gösterten iki önemli değerdir. İnsanlar rızkın kaynağını ve kimin sonsuz
güce sahip olduğunu düşündüklerinde şirk koşmazlar.
2. Bu açıklamanın
ardından Yüce Allah rızkı yaratan ve onu kullarına sunacak güçte olan Allah'a
eş koşulmamasını, O'na benzerler icat edilmemesini emretmektedir. Neden ona
benzer koşulmayacak? Cevabını hem bir önceki âyet hem de 74. âyetin sonu
vermektedir.
a) Rızkı
temin ediyor.
b) Gücü her
şeye yetiyor.
c) İnsanın
bilmediklerini O. biliyor.
İşte bu üç şey. Allah'a eş koşulmasını yasaklıyor ve
tek olan Allah'a imanı aklın gereği haline getiriyor. Sahiplik anlamına gelen
mâlik-lik sıfatı, "her şeve gücü yetmek"" anlamına gelen kadîr
ve nihayet sonsuz bilgi sahibi olan Allah" in benzeri olamaz.
Yüce Allah dm eğitimcilerine şirk ile mücâdele verip
tevhîd inancını nasıl anlatacaklarını ve nasıl ispat edeceklerini öğretmekte
ve onlara asla unutmayacakları bir ders vermektedir. Bu ders burada ve bu âyetlerde
bitmemektedır:
"Cinleri Allah'a ortak
koştular. Oysaki onları da Allah yaratmıştı. Bilgisizce O'na oğullar ve kızlar
yakıştırdılar. Hâşâ! O, onların ileri sürdüğü vasıflardan uzak ve yücedir"
(En'âm 6/100).
"O, gökleri ve yeri yoktan
yaratandır. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da eşler yaratmıştır. Bu
suretle çoğalmanızı sağlamıştır. Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir,
görendir" (Şûra 42/11).
"Onun hiçbir dengi yoktur" (İhlâs 112/4).
Son âyette "denk" anlamına gelen jîk küfüv
kelimesi kullanılırken, diğerlerinde jL misi kelimesine yer verilmiştir. Bunun
anlamı şudur:
Bırakınız Allah'tan daha büyük, daha güçlü ve daha
bilgili varlığın olmasını, dengi ve benzeri bile yoktur. Böylece Yüce Allah
denklik ve benzerlik kavramlarını da tevhîd inancından çıkarmakta ve böyle düşünenleri
şirkin tarafına bırakmaktadır. Bu açıklaması ile Yüce Allah, şirke düşmenin
yollarını da anlatmaktadır. Büyüklük, üstünlük olmadığı gibi denklik ve
benzerlik de yoktur.[39]
75. Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının
malı olan bir köle ile, kendisine katımızdan verdiğimiz güzel rızıktan gizlice
ve açıkça veren kimseyi örnek veriyor. Bunlar hiç eşit olur mu? Övgü Allah 'a
aittir. Fakat, çoğu bunu bilmez.
76. Allah iki adamı örnek veriyor. Biri, hiçbir şeye
gücü yetmeyen, efendisine yük olan, bir yere gönderse bir
iyilik getiremeyen bir dilsiz, şimdi bu, doğru yolda
olarak adaletle iş yapan kimse ile bir olur mu?
Yüce Allah bu âyetlerle bir taraftan 72. âyette
putperestlerin inandığı bâtılı açıklıyor diğer taraftan gerçek tevhîd
inancının ne olduğunu belirliyor. Ölçü olarak da, bağımsız hareket edip iş
üretmek ile fayda temin etmeyi kullanıyor.
1. "Allah,
hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle ile... örnek
veriyor."
Ayetin bu kısmında müşriklerin taptığı sahte
tanrıların özellikleri bir benzetme ile açıklanmaktadır. Benzetilen bu kölenin
özellikleri şunlardır:
a) Hiçbir
şeye gücü yetmeyen
Burada "güç yetirmek" ölçü olarak gündeme
getirilmektedir. Tanrı olacak varlığın her şevi yapmaya gücü yetmelidir. Bu
"ölçülerden" hareketle 72. âyetteki bânl inanca bir tanım
getirilmektedir. Hiçbir şeye gücü yetmeyen bir varlığı, canlı bir varlığı veya
cansız bir eşyayı tanrı kabul etmek, ona böyle bir vasıf vermek bâtıl bir
inançtır.
b) Başkasının
malı olan bir köle
Başkasının eşyası durumunda olan, hiçbir şeye sahip
değildir. Kendisi hayatını sürdürebilmek için başkasının müdahalesine açık, başkasının
sahiplenmesi olmadan yaşayamayan, varlığını sürdüremeyen varlığı tann edinmek
de bâtıl bir inançtır.
Başkasının malı olmak demek, aynı zamanda
hürriyetinin, özgürlüğünün olmaması, kendi insiyatifi ile bir iş becerememesi
demektir. Çünkü tann olan varlık hem kendi kendine sahip hem de her şeyini yapabilecek
sonsuz ve küllî bir irâdeye sahip olmalı, bütün işlerini kendi insiyatifi ile
yapmalıdır.
Demek ki başkasının malı olan, irâdesi ve özgürlüğü
olmayan ve hiçbir işi yapmaya gücü yetmeyen bir varlığa tapınmak, ona tanrılık
ö-zelliğini vermek bâtıl, yani sapık bir inanç olmaktadır.
2. "Kendisine
katımızda verdiğimiz güzel rızıktan gizlice ve açıkça veren kimseyi (örnek
veri-yor)."
Bir tarafta güçsüz ve başkasının malı olan, özgürlüğü
ve insiyatifı bulunmayan bir köle, yani kul ile diğer tarafta Allah'ın verdiği
rızıktan kendi insiyatifı ile gizli ve aşikâr infak eden hür bir insan. Yüce
Allah bu farkın görülmesini istiyor.
Yüce Allah'ın verdiği güzel
nzıktan kasıt, işte o kulun bir mala sahip olduğunu ifade etmektir. Kulun,
sahip olduğu maldan gizli ve aşikâr vermesi de özgürce davrandığı ve bir işi
yapma gücü olduğuna işarettir.
3.
"Bunlar hiç eşit olur mu?"
İşte köle ile hür insanın bir olmaması gibi sahte
tanrılar da Allah ile bir olamaz, eşit olmadıkları gibi benzer ve denk de
değillerdir. İşte farkı fark edemeyen anlayış da bâtıldır. Böylece Yüce Allah
bâtıla farklı bir açıklama ve tanım getirmiştir. İşte şirkin, Allah ile başka
varlıkların farkını fark edememekten kaynaklandığı bu âyetten anlaşılmaktadır.
Farkı fark edememe sebep, şirk de sonuç olmaktadır.
4. "Övgü
Allah'a aittir. Fakat çoğu bilmez."
Allah ile sahte tanrı kabul edilen diğer varlıkların
arasındaki farkı anlamak insanı tevhîd inancına götürecektir. Tevhîd inancına
götürdüğünün işareti de Allah'a hamd etmesidir. Yüce Allah sonsuz kudreti,
sonsuz bilgisi ve sonsuz irâdesi ile yaptıklarından dolayı övülmeyi hak
etmiştir. Yaratması, besleyip büyütmesi ölçülü bir kâinat yaratması ve olmayan
varlıklara hayat vermesi ile hamd ona ait olacaktır. İşte farkı fark eden, bu
hamdi de gerçekleştirecektir.
Bunu gerçekleştirmek için bu
gerçeği bilmek gerekiyor. İnsanların çoğu bu farkı bilmediği için övgünün yani
hamdin kime ait olduğunu da bilememektedir. Demek ki şirki ortaya çıkaracak,
onun yanlışlığını anlayacak insanın bilgili olması gerekiyor. Şirk, bilginin
olmadığı cehalet bataklığında üremektedir. Bütün bu kirli tapınmaların, sahte
tanrı edinmelerin alt yapısında bilgisizlik, yani cehalet vardır. Bilgisizlik,
kendine dahi sahip çıkamayan, bir iş yapmaya gücü ve insiyatifı olmayan, zaten
kendisi de yaratılmış olan bir varlığı tanrı olarak gösterir, onun tanrı olarak
görülmesine sebep olur.
Bundan şu neticeye varıyoruz: Allah, özgür insan
istemektedir. Özgür iradeli insanlar ancak Allah'ı, putlardan arındırmış olarak
algılayabilirler. Bilme, özgürlüğün kaynağıdır. Şirk ile mücâdele bilgi silahı
ile olmalı, bilgilendirme arttıkça şirkin alanı da daralacak ve gücünü
kaybedecektir. Böylece tevhîd inancını yaymada zorlama ortadan kalkacak ve
inanç alanına özgürlük ve serbest seçme hâkim olacaktır. Çünkü bilgi demek,
biraz daha özgürlük demektir. Bilen insana dayatma yapmaya lüzum yoktur.
5."Allah
iki adamı örnek veriyor. Biri. hiçbir şeye gücü yetmeyen, efendisine yük olan,
bir yere gönderse bir iyilik getiremeyen bir dilsiz, şimdi bu, doğru yolda
olarak adaletle iş yapan kimse ile bir olur mu?"
Yüce Allah bir önceki âyette köle ile hür insanı örnek
vererek tevhîd inancını ve şirki anlatırken, bu âyette de faydalı iş yapanla
bir işi beceremeyeni gündeme getirerek tevhîd inancını anlatmaktadır. Birinci
adamın özellikleri şunlardır:
a)
Dilsizdir.
Dilsiz manası verilen ı£ji ebkem kelimesi bekime
fiilinden türemiştir. Bu kelimeye âlimler şu manayı vermişlerdir: Ebu Zeyd'e
göre bu kelime: "Konuşmayan, sözün gelişine uygun düşmeyen fazla kelimeler
kullanan"; Sa'leb İbnu'l-'Arabî'ye göre: "Akledemeyen,
düşüneme-yen"; Zeccâc'a göre ise: "Duymayan, görmeyen, baygın
kimse" demektir.[40]
Demek ki bu kimse "düşünmeyen, düşünse bile
düşüncesini anlatamayan, söyleneni anlamayan" kişi durumundadır.
b) Hiçbir
şeye gücü yetmez.
Güç yetmemek tanrı olamamanın en önemli özelliğidir.
Tersine söylersek "Tanrı olabilmek için her şeye gücü yetmiş olmak"
bu işin olmazsa olmazını teşkil etmektedir.
c)
Efendisine yük olur.
Âyetin bu kısmında geçen js keli kelimesi,
"keskin bıçağın ağzı kalınlaşıp kesmez hale geldiğinde, kalınlaşması"
demektir. Yani bu âyetteki anlamı "dilin ağızda kalınlaşıp konuşamaz hale
gelmesi"dir. Buradaki kalınlaşmak da bu kelime ile anlatılır. "Bir
işin zor gelmesi sebebiyle kişinin o işe gitmemesi" de bu kelime ile
ifade edilmektedir.[41]
Söyleneni anlamadığı,
düşüncesini ifade edemediği için hiçbir işi yapmaya gücü yetmeyen adam,
efendisine bu günün ifadesi ile topluma ve devlete yüktür. Hatta bu insan
ailesine de yüktür. Demek ki bir iş yapmak insanı başkasına yük olmaktan
kurtarmaktadır.
d) Bir işe
tayin edilse bir fayda getiremez.
Yüce Allah fayda getirmeyi başarılı olmanın ölçüsü
olarak görmektedir. Gücü yetmeyen kişi doğal olarak bir fayda üretip
getiremez.
Bu noksan özelliklere sahip olan insanın tersi olan
bir insanı da Yüce Allah gündeme getirerek mukayese etmektedir. Bu insanın
özellikleri nelerdir?
a) Adaletle
iş yapar.
Yüce Allah bu mukayesede "adaleti" öne geçen
bir değer olarak almakta, erdemli olmanın önemli şartlarından ve
özelliklerinden biri olarak takdim etmektedir. Adaleti tam anlamı ile
gerçekleştiren insan erdemliliğin doruk noktasına gelmiş demektir.
"Adaletle iş yapmak" demek, "kendi iç âleminde âdil, aile
hayatında, toplumda, iş hayatında, idarede, yani siyasette âdil olmak"
demektir.
"Adaleti emretmek,
adaletle iş yapmak" demek sadece kendisinin erdemli kalmasını temin
etmiyor; aynı zamanda söz konusu kişi, bu erdemini başkasına da emredecek güce
sahip demektir. Âdil olmak, adaleti emretmek de bir güç işidir. Adaletle iş yapmak,
adaleti emretmek, aynı zamanda dürüst olmayı ve doğru olmayı ifade etmektedir.
b) Doğru yol
üzerindedir.
Bunun anlamı "istikameti tamdır" demektir.
"Doğru yol üzerinde olmak", dürüst davranmanın ve adaletli iş
yapmanın bir sonucudur. "Doğru yol üzerinde olmamak" da, sapıklık
içinde olmak ve yoldan çıkmak demektir. "İstikamette olmak", her
işini mükemmel yapmak demektir. İstikamet içerisinde olmak, faydalı iş
üretmek, insanlara faydalı olmak, bütün erdemleri kendinde toplamak demektir.
Âdil olmak, adaleti emretmek, istikamette olmak, doğru
ve dürüst davranmak, aynı zamanda o değerlen bilmek, tersi durumda olanlarla
aradaki farkı bilmek demektir. Bütün bunların yanında bilme erdemine sahip
olmak demektir
Muhammed Esed "5. âyet ile 76. âyetin işlediği,
mukayese ettiği konu ve kışılen şu şekilde kıyaslamaktadır: Birinci benzetmede
konu özgürlük ile kölelik, yahut daha genel bir tanımlamayla bağımsızlık ile
bağımlılık arasındaki karşıtlık iken; ikinci benzetmede konu, dilsizlik ve
yetersizlik, ehliyetsizlik ile dürüstlük, adalet ve yeterlilik arasındaki karşıtlıktır.
Yüce Allah 76. âyette de farkın fark edilmesini
öngörmektedir. İnsanların, kendi âlemlerinde bu farklılıkları fark etmelerinin
neticesi ne olacaktır? Bu insanlar. Allah ile sahte tanrıların arasındaki farkı
anlayacak, şirkten kurtulup tevhîd inancına varacaklardır. Böylece müşahhastan
mücerrede: yani somuttan soyuta giden bir metot ile aklı çalıştırmış
olacaklardır. Sonuç olarak burada tevhîd inancına varacak olan aklın işleyiş
tarzının örneği verilmektedir.[42]
77. Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir. Kıyametin
kopması ise, göz açıp kapama gibi veya daha az bir zamandan ibarettir. Şüphesiz
Allah, her şeye kadirdir.
Bu âyette yine tevhîd inancına varmak için Yüce Allah
iki şeyi birbirine bağımlı olarak öğretmektedir.
a) "Göklerin
ve yerin gaybı Allah'a aittir." Âyetin bu kısmındaki "gayb"
kavramı "göklerin ve yerin bilinmeyen ve görülmeyen gerçekleri,
sırları" anlamına gelmektedir.
Bunu söylemekle Yüce Allah yine tevhîd inancına, tek
tanrı inancına götürmeyi amaçlamaktadır. Kâinatın sırlarını bilmeyen bir
varlık tanrı olamaz. Müşriklerin, Allah'tan başka tapındıkları sahte
tanrılarının bu özelliği olmaması onların aklını gerçek tanrıya yani Allah'a
çevirmelidir.
Âyetteki "bilinmeyen, görülemeyen gerçekler,
sırlar" anlamına gelen "gayb"ı Yüce Allah'ın, gökler ve yer ile
bağlantılı olarak gündeme getirmesini, Nahl sûresinin bu âyete yakın olan
yaratma sıfatını anlatan âyetleriyle ilişki içinde açıklayabiliriz. Nahl 65-74.
âyetler arasında Yüce Allah insanın önüne göksel ve yerel bilimleri koyup
onları ele alıp inceleyebileceği konular olarak gündeme getirmektedir.
Kâinat kitabını okuyanlar, oradan yaratıcısına
ulaşmalıdırlar. Yara-:an varlığa ulaşan insan şunu da anlayacaktır: Eseri kim
yaratmışsa onu her boyutu ile bütün sırlarını da o bilir. Görünen ve insanlar
tarafından bilmen boyutu ile onlar tarafından bilinmeyen boyutunu da bilir.
b)
"Kıyametin kopması ise, göz açıp kapama gibi veya
daha az bir zamandan ibarettir. Şüphesiz Allah her şeye kadîrdir."
Âyetin bu kısmından çıkaracağımız neticeler olacaktır:
Kıyametin kopuşu uzun bir zaman almayacaktır. Ayette
geçen ve "çabucak bakmak" anlamına gelen lemh kelimesi bu kopuşu
açıklamaktadır. Saat da "kıyametin koptuğu an"ı ifade etmektedir.
Yüce Allah kıyametin, göz açıp
kapamadan daha az bir zamanda olacağına da işaret etmektedir.
Bunlardan anlıyoruz ki. insanların kıyametin kopuşunu
ne engelleyecek güçleri vardır ne de buna zamanlan olacaktır.
Kâinatı yaratmada Allah'ın kudretinin yeterliliği ile
kıyametin ko-puşundaki yeterliği âyette anlatılmaktadır. Yüce Allah'ın, yapma
ve yıkmadaki gücü sonsuzdur. Böylece Yüce Allah kendi gücü hakkında yaratma ile
kıyametin kopmasını örnek vererek açıklamaktadır.[43]
78. Siz hiçbir şey bilmezken Allah, sizi analarınızın
karnından çıkardı; şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi.
Felsefede bilgi doğuştan mıdır yoksa sonradan mı
kazanılır? sorusu tartışılmış ve tartışılmaktadır. Yüce Allah Kur'ân'in
geldiği dönemde buna çözüm getirmiştir. Bilgi doğuştan değil sonradan
kazanılır. Johl Locke bu bakımdan Kur'ân'a yakın bir görüş beyan ederek,
doğuştan insan zihninin "boş bir levha" olduğunu söylemiştir. Onun bu
düşüncesi Kur'ân'ın bu âyetini Batı felsefesine taşımıştır. Böylece bu âyet
bilginin doğuştan geldiğini söyleyen Sokrat ve takipçilerinin felsefesini
yıkmıştır.
Doğuştan insanın zihni boş bir levha olmakla beraber,
bilgi öğrenmeye müsait bir halde yaratılmıştır.
Duygularımız, kabiliyet ve yeteneklerimiz ham tohumlar
halinde, potansiyel güçler olarak doğuştan gelirler, sonradan eğitimle
geliştirilir ve gelişebilecekleri nihâî noktaya kadar ulaştırılırlar.
Burada insanın bilgi edinme sürecini görüyoruz. Yüce
Allah bilgi edinmesi için insana kulak, göz ve gönül gibi duyu organlarını
verdiğini söylemektedir.
Dikkat edilirse Yüce Allah kulağı öne almış, gözü
ikinci sıraya bırakmıştır. Halbuki modern bilim metodolojilerinde
"gözlem" öne çıkartılmaktadır. Allah'ın, duyma ve görme olgusunu öne
çıkartmasının hikmeti ne olabilir? Aslında modern bilim metodolojisi ile
Kur'ân'ın çeliştiği bir durum yoktur. Bilgi, gözlemle elde edilir. Ancak
gözleme hazır olabilmek için doğru prensiplere kulak vermek gerekir.
Dinlemesini bilmeyen, doğru bilgileri gözardı eder. Böylece öğretim
faaliyetinde duyu organlarının önemi ve onların çalıştırılması
vurgulanmaktadır. Kulak, göz ve gönül anne karnında yaratılmıştır ama
faaliyetlerini doğduktan sonra göstermektedirler. Onun için kulağa dinleme,
göze görme, gönüle de anlama şeklinde mana vermemiz daha doğru olacaktır. Bu
organları biyolojik isimlerinden alıp psikolojik işlevlerine intikal ettirmemiz
gerekiyor.
Yüce Allah, bu duyu organlarını bize niye verdiğini
âyetin sonunda söylemektedir: b/£j& «idiJ "Şükredersiniz diye."
Buradaki "şükür" >!iklemi, "nimetin kıymetini bilip vereni
takdir etmek"tir. Şükür kelimesinin "inanmak" manası olduğunu
düşünürsek, âyetin bu bölümüne "inanasımz diye" anlamını vermek de
mümkün olacaktır. Böylece Yüce Allah, duyu organlarını bize niçin verdiğini de
açıklamış olmaktadır.
Kısaca diyebiliriz ki bu âyet epistemoloji denen bilgi
nazariyesi üzerinde yapılan tartışmaları sona erdirmekte ve bilginin doğuştan
değil, sonradan kazanıldığı ilkesini koymakta, bilginin elde edilmesinde duyu
organlarının etkinliğini açıklamakta ve bu organların insana verilişinin
amacını tespit etmektedir. "Şükretmek" veya "inanmak"
şeklinde belirlenen bu amaç, insanı hayvandan ayıran en önemli ölçütlerden
biri olmaktadır. Bu amaç yetişmekte olan bütün çocuk ve gençlere öğretilmelidir.[44]
79. Göğün boşluğunda emre boyun eğdirilmiş (olarak
uçuşanı kuştan görmediler mi? Onları orada Allah'tan başkası tutamaz. Kuşkusuz
bunda inanan bir toplum i-çin âyetler vardır.
Âyetten çıkaracağımız neticeler şunlardır:
1. Yüce
Allah, kâfirlere, Allah'tan başka tanrı edinip şirk koşanlara yine tabiat
kitabından bir konuyu gündeme getirerek yanlış düşünce, inanç ve yolda
olduklarını anlatmaktadır: "Göğün boşluğunda emre boyun eğdirilmiş (olarak
uçuşan) kuşları görmediler mi?"
Kuşların havada uçuşmasından hareketle Yüce Allah hem
varlığı hem de gücü hakkında bir ders vermektedir. Bu derste öncelikle insanların
gözlem yapmasını istemektedir.
Buradaki "görmediler mi?" ifadesi
"gözlem yapmadılar mı?" demektir. Geçmiş zaman kipi manası yerine
"gözlem yapmıyorlar mı?" demekte yarar vardır. O zaman âyeti
tarihsellik boyutundan kurtarıp evrensel boyuta taşımamız mümkün olacaktır.
Aslında âyetteki "görmek" ya da "gözlem yapmak" fiiline,
"düşünmek" manasını vermemiz daha doğru olacaktır. Böylece söz konusu
ifadeyi "gözleyip düşünmüyorlar mı?" şeklinde çevirmemiz gerekiyor.
Kuş gibi bir canlının kanatlarını açıp hava boşluğunda
hareket edip uçması belli bir tabiat kanununa bağlıdır. Biyolojide kuşun nasıl
uçtuğu konusu yer almaktadır. "Kuş kanatlarını açarak ve yukarı kaldırarak
u-çar" şeklindeki kanun bilimsel araştırmalar neticesinde elde edilmiştir.
Âyette geçen müsehherât kelimesine, "Allah'ın
yarattığı yasalara uymak, onlara boyun eğmek" manası verilebiliriz. Havada
uçmanın gerçekleşebileceğini kanuna bağlayan Allah'tır. Bu kanun da kuşla
ilgili kaderin kendisini olmaktadır. Kuşun uçmasını gözleyen, onun üzerinde
düşünen insan bir taraftan Allah'ın kudretini anlayacak, diğer taraftan da
uçacak bir aleti yapma düşüncesini hayata geçirecek, gökte hareket eden uçak ve
ona benzer uyduları, mekikleri ve uzay araştırması yapan teknoloji ürünü
makineleri üretecektir. Kuşların uçuşunu gözlemleyerek, bu teknolojiyi üretme
dersini verirken Yüce Allah, insanın beynine hitap etmektedir.
2. Bu
gözlemden çıkarılacak diğer bir netice de şudur: "Onları orada Allah'tan
başkası tutamaz" cümlesi, "kuşların gökte hareket edip düşmeden
uçmaları kanununu Allah yarattı" demektir.
Kimse böyle bir kanun yaratacak güçte değildir.
İnsanların yaptıkları göksel araçların havada hareket etmesi de Allah'ın bu
kanununa göre gerçekleşmektedir. îşte bu kanun Allah'ın gücünü ve
yaratıcılığını ifade etmektedir.
3.
Onun için Yüce Allah inanan topluluk için bu
olayda âyetlerin, yani ibret ve derslerin, hatta kanunların olduğunu
söylemektedir. Demek ki. tabiatta bir kanunun işleyişini gözlemlemeyen insanın
inancı, gözlemden çıkarılacak dersi etkilemektedir. İnanan insanın alacağı
ders ile inanmayan insanın alacağı ders arasında farklar vardır. İnanmayan insanlar
bu tabiat kanununu gözlemleyip üzerinde düşününce Allah'ın varlığını, birliğini
ve sonsuz kudretini anlayacaktır. İnananlar da bunlara ilâveten değişik dersler
çıkaracaklardır.[45]
50. A//a/i evlerinizde size huzur verdi. Size
hayvanların derilerinden yolculuk günlerinizde ve ikamet günlerinizde kolayca
taşıyabileceğiniz barınaklar; yünlerinden, tüylerinden ve hTlarınâan hır
süreye kaâar hA\u-nabileceğiniz giyimlikler ve geçimlikler var etmiştir.
81. Allah,
yarattıklarından size gölgeler yapmış, dağlarda barınaklar var etmiş, sizi
sıcaktan koruyacak giysiler ve savaşta sizi koruyacak zırhlar yaratmıştır. İslam'a
girip esenlik kazanasınız diye size olan nimetini böyle tamamlıyor.
82. Eğer yüz
çevirirlerse sana "ancak açıkça bildirmek" düşer.
83. Allah'ın
nimetini bilirler, sonra da onları inkâr e-derler. Onların çoğu nankördür.
Yüce Allah gökteki kuşlara uçma yeteneğini verirken,
insanlar için neler yaptığını da açıklamaktadır. Yaptıklarının çoğunu insana da
öğreterek kendisine yaptırmaktadır.
1. "Allah
evlerinizde size huzur verdi."
Bunun anlamı: "Yüce Allah size, içinde huzur
bulacağınız evleri yapmayı öğretti. Size o imkan ve kabiliyeti verdi"
demektir. Günümüzün dili ile konuşacak olursak, şöyle açıklama yapabiliriz:
İnsanın temel ihtiyaçlarından biri de barınma ihtiyacıdır. Yüce Allah bu
ihtiyacını karşılayabilmesi için insanı öğretime tâbi tutmuş, ona bu imkan ve
yeteneği vermiştir.
Ev yapabilmesinin amacını da belirlemiştir:
"Huzur bulmak." İnsanın huzur bulacağı yerlerin başında kendi evi
gelmektedir.
Aslında âyetteki "ev" kelimesine anlamı
biraz daha genişletip "vatan" manasını da verebiliriz. Bağımsız bir
vatana sahip olan toplumlar huzur içerisindedir. Bağımsız toprağı olmayan
topluluklar huzur içinde değillerdir. Âyetin buna işaret ettiğine inanıyoruz.
2. Diğer taraftan Yüce Allah, hayvanlar
âleminden insanlara sunduğu nimetleri de gündeme getirmektedir: lî^i
"Size hayvanların derilerinden yolculuk günlerinizden
ve ikamet günle-nnizde kolayca taşıyabileceğiniz barınaklar; yünlerinden,
tüylerinden ve kıllarından bir süreye kadar kullanabileceğiniz giyimlikler ve
geçimlikler var etmiştir."
a)
Burada insanların, hayvanların derilerini
kullanarak barınak yapmalarına işaret edilmektedir. Kurumuş hayvan derisini
taşımak ve onunla sığınılacak bir barınak yapmak kolaydır.
b)
Hayvanların daha önce çeşitli ürünlerinden beslenme ele anılırken bu âyette
yün, tüy ve kıllarını kullanarak giyimlikler yapma konusuna dikkat
çekilmektedir. Bunlardan kimi zaman giyimlikler, kimi zaman da satarak
Hayvanların deri, yün, tüy ve kıllarını kullanarak
insanlar, barınak dediğimiz çadır türü şeyler yapmışlardır. Âyet bunlara da
işaret etmektedir.
Ayette geçen
za"n kelimesi, "göçebelerin, koyun gitmek için veya bir suyun
başında konaklamak, yahut bir otlak bulmak amacıyla yaptıkları göç hareketf'oe
denilmektedir. "Sefere çıkıp yolculuk amacı ile tepelere tırmanan ve
gıdenfe de zâ'in denmektedir.
Öyle anlaşılıyor ki Yüce Allah bu anlatımı ile Nahl
65. âyete dikkat çekmekte, oraya referans vermektedir. Gökten su indirip
bitkileri, meyveleri bitirmesi olgusu, insan hayatında öylesine etkili
olmaktadır ki, insanlar hem kendilerini geçindirmek hem de hayvanlarını
otlatmak için su ve bitkinin olduğu yerlere göç etmişler ve etmektedirler. İşte
bu göç hareketine za'n denmektedir.
Böylece Yüce Allah toplumsal gelişmenin hayvancılık ve
bunun getirdiği göçebe hareketlilik dönemini anlatmaktadır.
Günümüzde deri sanayii, yün ürünlerini üreten giysi
sanayii dikkate alınırsa, ilâhî nimetin işlenmesiyle neler elde ettiğimizi
düşünmemiz gerekiyor. Yüce Allah'ın bize tahsis ettiği bu nimetler asla
unutulmamalı ve onlara asla nankörlük yapılmamalıdır.
Âyette geçen tx\ esâs kelimesi, "insanın giydiği,
örtündüğü ve cinsel ilişki de üzerine çektiği örtü"dür. £6; meta' da
"evlerde döşenilen ve evlerin zinetlendirildiği şeyler"dir.
[46]Yüce
Allah insanın istifade ettiği en küçük şeyleri bile gündeme getirmektedir.
3. Yüce
Allah, insanlara sunduğu nimetleri anlatmaya devam etmektedir "Allah
yarattıklarından size gölgeler yapmış, dağlarda barınaklar var etmiştir."
İnsanlar ne ile gölgelenirler? Kimi zaman bir ağacın
altında, kimi zaman doğal olan mağara tipi taşların altında, kimi zaman da
bulutların altında. Meselâ: "Ve sizi bulutla gölgeledik" (Bakara
2/57) buyruğu da buna işaret etmektedir.
Âyette geçen
zılâl, zili kelimesinin çoğuludur. "Gölge" denen nimet
küçümsenecek türden bir nimet değildir. Yüce Allah cennetin ö-zellikleri
arasında, ona da yer vermektedir: "Onları koyu bir gölgeye koyarız"
(Nisa 4/57); "Onlar ve eşleri gölgeler altında tahtlara kurulurlar"
(Yâsîn 36/56); "Cennet ağaçlarının gölgeleri üzerlerine sarkar"
(Insân 76/14); j "Şüphesiz ki takva sahipleri gölgelerdedirler"
(Mürselât 77/41).
Demek ki dünyada da, âhirette de gölge önemli nimetler
arasında yer almaktadır.
"Dağlarda sizin için barınaklar var etmiş"
Âyetin bu kısmında geçen oGÜ eknân kelimesi kinn kökünden türemiştir.
Dağlardaki barınak, yaylalara göç etmeyi, yazın sıcağını orada geçirmeyi ifade
edebilir. Bu ifade, yaz günlerinde hayvanları dağlarda barındırmak ve
dolayısıyla bir yayla kültürü geliştirmek anlamına da gelebilir. Ayrıca
dağlarda sığmak edinmek, eski savaş kültüründe de önemli bir yer işgal
etmekteydi.
4. "Sizi
sıcaktan koruyacak giysiler ve savaşta sizi koruyacak zırhlar
yaratmıştır." Sıcak ülkelerde beyaz giysiler insanı daha serin tutmakta,
güneşin ışınlarını emme yerine geri yansıtmaktadır. Onun için çok sıcak
ülkelerde beyaz giysiler tercih edilmektedir.
Genel manada
baktığımız zaman elbise yapmayı ilk önce insana Yüce Allah öğretmiştirrily
"Ey Adem
oğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik"
(A'râf 7/26). Elbiseyi ilk insana öğreten Yüce Allah'tır.
Diğer taraftan savaşta insanı koruyacak zırh yapmayı
da Yüce Allah öğretmiştir "Ona, savaş sıkıntılarından sizi koruması için
zırh yapmayı öğrettik" (Enbiyâ 21/80); "Geniş zırhlar imal et,
dokumasını ölçülü yap" (Sebe' 34/11).'
Demek ki zırh yapmanın önce sanatını, sonra
teknolojisini insanlığa Yüce Allah öğretmiştir. Öyle anlaşılıyor ki bunu ilk
yapanlardan biri Hz. Dâvûd'tur.
5. "İslam'a
girip esenlik kazanasınız diye size olan nimetini böyle tamamlıyor."
Yüce Allah'ın, insanlara
ihtiyaçları olan her şeyi vermesi ve nimetini en ince ayrıntısına göre takdir
edip düzenlemesi, insanların O'na boyun eğip teslim olmalarını temin etmek
amacını gütmektedir. Bundan şunu anlıyoruz: Allah'a bütün benliği ile teslim
olmak, yani İslam'a girip huzur bulmak için Yüce Allah, insana ihtiyaçlarını giderecek
maddî nimetler vermektedir.
O zaman müslümanıarın, İs\arrf ı yayma\an ^e msantam
inancına gelmelerini temin etmeleri için maddî güçlerinin, yani ekonomilerinin
güçlü olması gerekiyor. Bir milletin ekonomisi güçlü olursa kendi inancını ve
kültürünü başka milletlere kolaylıkla ihraç edebilir. Ekonominin güçlü
olabilmesi için bilginin güçlü ve fazla olması ve o bilgiyi teknolojiye
uygulaması gerekiyor. Çünkü insanlar temel ihtiyaçları olan beslenmeyi kimden
temin ediyorsa onun kapısına çöker, ona teslim olur. İşte Yüce Allah'ın da,
bütün nimetlerini insanlara tamamlarken amacı, onların teslim olmaları, yani
O'na boyun eğmeleridir.
Böylece maddenin maneviyata dönüşümünü burada
görüyoruz. Müslümanların, müslüman olmayan ülkelerde manevî oluşumlar meydana
getirebilmeleri için muhataplarının temel ihtiyaçlarını giderecek maddî
imkanlar sağlamalıdırlar. Suyun olmadığı yerde canlı olmayacağı gibi, maddî
nimetlerin olmadığı yerde manevî yeşerme de olmaz.
6. "Eğer
yüz çevirirlerse sana 'ancak açıkça bildirmek' düşer."
Yüce Allah insanlara temel ihtiyaçlarını ve bunun
yanında en küçük ihtiyaçlarını nasıl karşıladığını anlatırken inanıp teslim
olmalarını, O'na boyun eğmelerini amaç ediniyordu. Yani Yüce Allah, bunca nimetine
karşılık bir de onları doğru yolda tutmak için vahy ve peygamber göndermiş,
maddî nimetlerin yanında manevî nimetlerini de ihsan etmiştir.
Günümüz eğitim psikolojisine göre olaya bakarsak, Yüce
Allah insanı bütüncül bir yaklaşımla besleyip büyütmekte ve eğitmektedir. Hem
beslenmesini sağlıyor hem de beyin ve gönlünü eğitmek için manevî esaslarını
öğretiyor. Bir yandan midesine, diğer yandan da duygu, kabiliyet ve
yeteneklerine hitap ediyor.
İşte bu manevî eğitimi yapmak için Yüce Allah,
peygamberler görevlendiriyor. Peygamberlerine kimi zaman olumlu kimi zaman da
o-lumsuz tepki gösterenler olmuştur. Bu tepkilerin bir kısmı "yüz
çevirme" şeklinde gerçekleşmiştir. Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 82'de
de bu yüz çevirme şeklindeki tepki ele alınmaktadır.
Yüce Allah, peygambere yüz çevirecek kadar ileri
gidenlere yapacak bir şey kalmadığına işaret etmektedir. O zaman peygambere
düşen "sadece Allah'ın vahyini, yani mesajını açıkça duyurmak, apaçık
tebliğini gerçekleştirmek"tir. Sırtını dönen adama zorla bir şey kabul
ettirilemez; çünkü peygamberler gönüldeki inanç değişimine hükmede-mezler.
Onlar öğretimini gerçekleştirirler, değişim kulun dilemesine nispetle Allah'ın
lütfuna yani onayına kalmıştır.
Bu âyet, birinci derecede Hz.
Peygamber'i muhatap almakla beraber Hz. Peygamber'in vefatından sonra din
âlimi ve görevlilerini de ilgilendirmektedir. Günümüzde ve gelecekte ilâhî
vahye, yani Kur'ân'a sırtını dönen insanlara aldırış etmeden, dini, yani ilâhî
vahyi anlatmak gerekiyor. Alan alır, almayan Allah'tan uzakta kalır.
7."Allah'ın
nimetini bilirler, sonra da onları inkâr ederler. Onların çoğu
nankördür."
a) Burada
soracağımız soru şudur: Allah'ın nimetinden kasıt ne o-labilir? Bu soruyu şu
şekilde cevaplandırabiliriz:
i. Bu
nimetler, yorumunu yaptığımız Nahl 78-81. âyetler arasında geçen ve insanın
temel ihtiyaçlarını karşılayan nimetlerdir. Genel anlamda söylersek, gıda,
barınma, tabiat şartlarından korunma ve teknolojik keşifler yapmak şeklinde
sınıflandırabiliriz. Demek ki bu insanlar, bu âyetlerde anlatılan nimetlerin
Allah'tan olduğunu bilir, anlar ve tanırlar.
ii. Âyetteki
"Allah'ın nimeti"ni Mâide 3'e göre manalandırırsak, bunun "ilâhî
vahy", "İslâm", yani "Kur'ân", tek kelime ile
"ilâhî mesaj" olduğunu söyleyebiliriz: "Bugün size dininizi
ikmâl ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam'ı
beğendim." Demek ki kâfirler, Allah'ın dinini, mesajını tanıdılar,
bildiler ve anladılar."
iii.
"Tanımak", yani "bilmek" kelimesinden hareket edersek acaba
bu nimet "Allah'ın peygamberi" olamaz mı? "Kendilerine kitap
verdiklerimiz peygamberi, öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen
onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizlerler" (Bakara 2/146). En'âm
20'de de aynı konu gündeme getirilmektedir. Hz. Peygamberden yüz çevirenler
aslında, Allah'ın nimetlerini, mesajını, peygamberini tanımaktalar.
b)
Bilmelerine rağmen inkâra sapmaları Yüce Allah tarafından kınanmaktadır.
"Sonra da onları inkâr ederler. Onların çoğu nankördür." Yüce Allah
bir önceki âyette yer alan "sırtını dönme" eyleminin arkasındaki
nedenleri açıklamakta ve bu eylemin analizini yapmaktadır. İnkar ve nankörlük
psikolojisi onları bu eyleme sevk etmektedir. Bakara 146'da geçen "bile
bile gerçeği gizlediler" ifadesinde de yer alan "bile bile",
burada da yer almaktadır. Tanımalarına, bilmelerine rağmen inkâr etmeleri,
nankörlüğe sapmaları gerçekten kabullenilecek bir şey değildir. İnkâr ve
nankörlük sebep, peygamberden yüz çevirmek de sonuç olmaktadır.[47]
84. ifer milletten bir tanık getireceğimiz gün, artık
inkâr edenlere özür dileme izni verilmez ve özürleri de dinlenmez.
85. Haksızlık
edenler azabı gördüklerinde, ne azapları hafifletilir ne de onlara bir süre
verilir.
86. Allah'a
ortak koşanlar, ortaklarını gördükleri zaman, "Rabbimiz! Senden başka
yalvardığımız ortaklarımız işte bunlardır" derler. Koştukları ortaklar,
onlara: "Doğrusu, siz tam yalancısınız" diye laf atarlar.
87. O gün,
ortak koşanlar Allah 'a teslim olurlar ve uydurup durdukları ortaklar
ortaklıktan kaybolurlar.
Bu âyetlerin analizinden varacağımız neticeler
olacaktır. Bu bölümde bu dünyada inkâr edenlerin öteki dünyadaki durumlarına
ışık tu-rulmaktadır.
1. "Her
milletten bir tanık getireceğimiz gün." Âyetin bu kısmında bahsedilen
"şahit" kimdir? Soruya "peygamberlerdir" diye cevap verebiliriz.
Ama bu cevabın delili ne olabilir?
"Her bir ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni
de onlara şahit olarak gösterdiğimiz zaman halleri nice olacak!" (Nisa
4/41). İşte bu âyet sorumuzu cevaplandırmaktadır. Her peygamber kendi ümmeti
için şahit olarak tayin edilecek, onların tümüne de Hz. Muhammed tanıklık
edecektir. Bakara 143 de buraya delil olabilir.
Bu noktada şu soruyu sormak zorundayız: Hz. Muhammed
vefat ettiğine göre, daha sonraki nesillere de şahitlik edecek midir? Yaşamakta
olan dinlerin peygamberleri kendilerine inanan bütün nesillerinin şahidi
olacaklardır.
Bu durumdan hareketle diyebiliriz ki, bütün
peygamberlerin getirdiği ilâhî mesajın özü asla değişmemiş, ahlâkî ilkeler hep
aynı kalmıştır. Bu bakımdan şahitlikleri de müşterek olacak ve aynı
değerlendirmeyi yapacaklardır. Bu şahitlik, tevhîd inancı ile inkâr arasında
cereyan edecek, tevhîd inancını kabullenenlerle inkâr edenler belirlenecektir.
Mahşerde ameller değerlendirilirken, peygamberlerin
amelleri ile onlara inananların amelleri karşılaştırılacak, peygamberlerin
amellerinin onların amellerine ne derece yansıdığı tesbit edilecektir. İşte bu
yansıma içinde peygamberler tanıklık edeceklerdir.
Peygamberlerin "şahitliği" aynı zamanda
problemi çözmek manasına da gelir. Her ümmetin günah bakımından âhirette
problemleri olacaktır. İman edip de problemi olanın, problemini çözmek için
Allah'tan yardım ve af dilemek de şahitlik anlamına gelebilir. Demek ki, peygamberlerin
görevi bu dünyada bitmemekte, bu görev tanıklık olarak mahşere de intikal
etmektedir.
2. "Artık
inkâr edenlere özür dileme izni verilmez ve özürleri de dinlenmez."
Yüce Allah, âhiret hayatının
önemli bir özelliğini gündeme getirmektedir: "Orada özür dileme
yoktur." Tövbe edip dönmek, istiğfar etmek bu dünya ile alakalıdır.
Değişim bu dünya ile alakalıdır. İnkârdan tevhîd
inancına geçişin, yapılan hatalardan özür dilemenin bu dünyada faydası var ve
neticesi alınabilir. Ama bu sistemin âhirette geçerliliği olmayacaktır.
Âyette geçen velâhüm yüsta'tebûn ifadesindeki is-ti'tâb
kelimesi, "rızalık istemek" anlamına gelmektedir. Kime karşı hata
işlenmiş ise, onun gönlünün hoşnutluğu alınmak istenir. Bu gönül alma yoksa
hata eden hatasında, öfkesinde devam ediyor demektir.[48]
Âyetin bu kısmından şunu çıkartıyoruz: Âhirette kâfirler, mücrimler bu dünyada
yaptıklarından pişmanlık duyacaklar, özür dilemek isteyeceklerdir. Oradaki
pişmanlık fayda vermeyecektir. Peki kâfirler orada bu pişmanlıklarını nasıl
ifade edecekler?
a) "O
günahkârların, Rabbleri huzurunda başlarını öne eğecekleri: 'Rabbimiz! Gördük,
duyduk, şimdi bizi geri gönder de iyi işler yapalım, artık kesin olarak
inandık' diyecekleri zamanı bir görsen" (Secde 32/12).
b)
"Kişinin: 'Allah'a karşı aşırı gitmemden dolayı bana yazıklar olsun!
Gerçekten ben alay edenlerdendim' diyeceği günden sakının)" (Zümer 39/56).
c) "Yahut
azabı gördüğünde: 'Keşke benim için bir kez imkan bulunsa da iyilerden olsam!'
diyeceği günden sakının)" (Zümer 39/58).
d)
"Onlar şöyle cevap verirler: 'Evet doğrusu bize uyarıcı bir peygamber
gelmişti; fakat biz yalan saymış' ve: 'Allah'ın bir şey gönderdiği yok, siz
olsa olsa bü->ük bir sapıklık içindesiniz!' demiştik. Ve: 'Şayet dinleseydik
veya aklımızı kullanmış olsaydık, şu alevli cehennemin mahkumları arasında
olmazdık!' diye ilâve ederler. Böylece günahlarını itiraf ederler. Artık uzak
olsun o alevli cehennemin mahkûmları!" (Mülk 67/9-11).
Bu ve buna benzer itiraflara ve ardından özür
dilemelere ne izin verilecek ne de dinlenecektir. Onların Allah'ın
hoşnutluğunu, rızasını dilemelerinin de hiçbir faydası olmayacaktır. Demek ki
Mahşer, yeniden amel yapmak yeri değildir. Tam tersine bu dünyada yapılanların
değerlendirip cezalandırıldığı veya ödüllendirildiği bir yerdir.
Yüce Allah bu âyetiyle şu mesajı da vermektedir:
"Tövbeyi, af dilemeyi, yani manevî değişimi bu dünyada gerçekleştirin.
Öteki dünyada gerçeği anlamanın, itirafın, özrün hiçbir etkinliği olmayacaktır.
Ne yapacaksanız bu dünyada yapın. Bu dünyada ekilir; mahşerde biçilir."
Din eğitimcileri bu konuyu iyi işlemeli, ısrarla üzerinde durmalı, dinin temel
ilkelerinden biri olduğunu beyinlere kazımalı, dünya ile âhiretin farkını bu
konuda anlatarak ümidi bu dünyada körüklemelidirler.
3.
"Haksızlık edenler azabı gördüklerinde ne azapları hafifletilir ne de
onlara bir süre verilir."
Burada "haksızlık edenler" diye tercüme
ettiğimiz kelime zalemû kelimesidir. Asıl mana "zulmedenler" şeklinde
olmalıdır. "Zul-medenler"e, "haksızlık edenler" manasını
verebiliriz, ama bu mana açıklanmaya muhtaçtır. Buradaki "zulm"
kelimesine Lokman 13'e göre "şirk koşmak" manasını verebiliriz. Ama
"zulm"e "insanların haklarını çiğnemek", Nisa 10'a göre de
"yetim hakkı yemek, insanlara baskı yapmak" anlamını da verebiliriz.
Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 85. âyetten hemen
sonraki 86. âyete bakarsak, buradaki "zulm"ün "şirk" olduğu
ve o kelimeye "şirk koşanlar" anlamının verilebileceğini anlamış
oluruz.
Demek ki müşrikler âhirette azabı gördüklerinde,
onların azapları hafifletilmeyecek ve onlara bir süre de verilmeyecektir.
Bu âyetten anlıyoruz ki, insanlar kafa gözü ile orada
azaplarını, cehennemi göreceklerdir. Ama onlar şirk koştuklarından dolayı, ceza
indiriminden istifade edemeyeceklerdir. "Azapları hafifletilmeyecek"
ifadesinden, bazı insanların azap indiriminden istifade edeceği ve bu indirimin
onlara uygulanacağını anlıyoruz. Aynen, âyette "onlara bir süre
verilmeyeceği" ifadesinden de bazılarına bir süre tanınacağını çıkarmamız
mümkündür.
Yüce Allah'ın bu açıklamaları modem hukuka şu esasları
katmaktadır: "Ceza indirimi" ve "cezayı erteleme" hukukta
kullanılmalıdır. Bunun temellerini Yüce Allah ilk vahyinden itibaren atmış ve
insanlığa öğretmiştir. Böylece ilâhî vahyin hukuka kaynaklık ettiğini
görüyoruz.
Bir önceki âyetle bu âyeti bir araya getirirsek şu
sentezi yapabiliriz: Kâfir ve müşriklerin özür dilemesine izin verilmeyecek ve
özürleri de dinlenmeyecektir. Aynı zamanda onlara ceza indirimi ve mühlet de
verilmeyecektir. İşte bu uygulamanın Kur'ân'da yer almasının, caydırıcı olması
bakımından eğitimsel bir etkinliği vardır.
4. "Allah'a
ortak koşanlar, ortaklarını gördükleri zaman; 'Rabbimiz! Senden başka
yalvardığımız ortaklarımız işte bunlardır' derler."
Müşrikler, orada Allah'tan
başka bu dünyada dua ettikleri, yalvar-dıkları, yardım istedikleri, Allah'a
aracı koştukları insan türünden, şeytan türünden tanrılarını göreceklerdir.
Âyetten öyle anlaşılıyor ki, buradaki şürakâ' kelimesi "bu dünyada
taptıkları canlı veya ölü olan insanlaf'dır. Bunların arasında
"şeytanlar" da olabilir. İnsanlar türbelere gidip dua edip yardım
dilemektedirler. Her ne kadar "Allah'a dua edip yalvarıyoruz" deseler
bile ölüyü, insanı aracı koşuyorlar. Bu da tevhîd inancının temeline dinamit
koymaktan başka bir şey değildir.
İnsanlar sadece ölülere değil, canlı insanlara da
tapınmakta, onlarda doğa üstü güçler olduğunu zannederek farkında olmadan
onlara tanrı gibi muamele etmektedirler. İşte mahşerde bu sahte tanrılarını
göreceklerdir.
O zaman o sahte tanrılarını Allah'a gösterircesine,
yalvardıklan tanrıları tanıyacak ve şikâyet edeceklerdir. Demek ki bu dünyada
sahte tanrı olarak neye tapındı ise onu orada hemen tanıyacaktır. Ona dua edip
yalvardığını da itiraf edecektir.
5. "Koştukları
ortaklar, onlara: 'Doğrusu, siz tam yalancısınız' diye laf atarlar."
Dünyada yal vardıkları, tapındıkları sahte tanrıları,
onlara yalancı olduklarım, yalan konuştuklarını söyleyeceklerdir. Âyet
"sözü atacaklardır" diyor. Demek ki sahte tanrılar insan ve şeytan
türünde oldukları için mahşerde dirilecekler, onların ne dediğini anlayacak ve
yalancı olduklarını söyleyerek cevaplandıracaklardır.
Burada şu soruyu sormamızda yarar vardır: Sahte
tanrılar onların yalan söylediğini niçin söyleyecekler? Çünkü onların onlara
taptıkları, onların kul oldukları bir gerçektir. Zaten müşrikler bunu itiraf
etmektedirler. O zaman bu yalanlama neden olacak?
Bir önceki âyete bakarak cevap verirsek şöyle
diyebiliriz: Müşrikler cezalarının hafifletilmesi için şirk koşmalarının
suçunu sahte tanrılarına atmak için böyle söyleyecek ve sahte tanrıları da
yalancı olduklarını söyleyeceklerdir. Bu görüşü Ebû Müslim el-İsfahânî'nin öne
sürdüğünü Râzî nakletmektedir. Biz bir önceki âyeti İsfahânî'nin görüşünün
doğruluğu için delil gösteriyoruz.
Onların suçu şu sahte tanrılarına yüklemek
isteyeceklerine dair başka âyetler de vardır:
a) "Zaten
benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi inkâra çağırdım, siz de benim
davetime hemen koştunuz. O halde beni yermeyin, kendinizi yerin. Ne ben sizi
kurtarabilirim ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Kuşkusuz daha önce ben, beni
ortak koşmanızı reddettim" (İbrahim 14/22).
b) "Onların
hepsini bir araya toplayacağımız, sonra da Allah'a ortak koşanlara: 'Siz ve koştuğunuz
ortaklar yerinizde bekleyin' diyeceğimiz gün artık onların aralarını tamamen
ayırımsızdır. Ve onların ortakları derler ki: 'Siz, bize ibadet etmiyordunuz.'
Bu yüzden bizimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Şüphesiz ki biz,
sizin tapmanızdan tamamen habersizdik" (Yûnus 10/28-29).
c) "Hayır,
hayır! Taptıkları sahte tanrıları, onların kendilerine tapmalarını
reddedecekler ve onlara hasım olacaklar" (Meryem 19/82).
6. "O
gün, ortak koşanlar Allah'a teslim olurlar ve uydurup durdukları ortaklar
ortalıktan kaybolurlar."
Bu âyette iki eylem söz konusudur:
a)
Müşrikler Allah'a teslim olacaklardır. İş
işten geçtiği bir an ve mekanda teslim olmalarını bildirmelerinin bir faydası
olmayacaktır. Mahşerde değil de bu dünyada onu yapmalı idiler.
b)
Uydurup durdukları ortaklar ortalıktan
kaybolacaktır. Tanrıları orada onları yüz üstü bırakacaktır.
Yüce Allah, bu dünyada taptıkları sahte tanrıların
âhirette onları terk edeceğini başka âyetlerde de anlatmaktadır:
i. "Yaratılışınızda
ortaklarımız sandığınız şefaatçilerinizi de yanınızda göremeyeceğiz. Andolsun
aranız açılmış ve tanrı sandığınız şeyler sizden kaybolup gitmiştir"
(En'âm 6/94).
ii. Yine o
günü: 'Benim ortaklarım olduklarını ileri sürdüğünüz şeyleri çağırın!' buyurur.
Çağırmışlardır onları; fakat kendilerine cevap vermemişlerdir. Biz onların
arasına tehlikeli bir uçurum koyduk" (Kehf 18/52).
iii. "Gör
ki; kendi aleyhlerine nasıl yalan söylediler ve uydurdukları şeyler
kendilerinden nasıl kaybolup gitti" (En'âm 6/24).
iv. "Doğrusu
Rabbimizin peygamberleri gerçeği getirmişler. Şimdi bizim şefaatçilerimiz var
mı ki bize şefaat etsinler veya dünyaya geri dönmemiz mümkün mü ki yapmış
olduğumuz amellerden başkasını yapalım? Onlar cidden kendilerine yazık ettiler
ve uydurdukları sahte tanrılar da kendilerinden kaybolup gitti" (A'râf
7/53).
"Orada herkes geçmişte
yaptıklarını karşısında bulur. Artık onlar gerçek sahipleri olan Allah'a
döndürülmüşlerdir. Uydurmakta oldukları sahte tanrılar da onları terkedip
kaybolmuştur" (Yûnus 10/30).
"Böylece önceden yalvarıp durdukları onlardan
uzaklaşmıştır" (Fussilet 41/48).
Bu âyetleri yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 87'ye
götürürsek şu neticeyi çıkartabiliriz: İnsanların bu dünyada taptıkları şeytanî
ve insanî sahte tanrılar, mahşerde onları terk edip gideceklerdir.
Bu âyetin bildirdiği gibi günümüzde yaşayan ve Hz.
îsâ'ya Allah'ın oğlu diyen ve bir zamanlar Hz. Üzeyir'e de aynı sıfatı
yakıştıranlar, mahşerde böyle bir şeyin olmadığını göreceklerdir. Diğer
taraftan bu dünyada Allah'a dua ederken aracı koştukları, şefaatçi olacağını
zannettikleri o sahte tanrılarının böyle bir gücü olmadığını görecekler ve o
sahte tanrıları onları terk edecektir.
Yüce Allah bu mesajı bizlere verirken, gizli şirkten
bizleri korumaya çalışmakta, koruyucu sağlık tedbirleri gibi, önceden koruyucu
tevhîd inancı tedbirleri almakta, mahşerde olacak olanı, önceden haber vererek
uyanda bulunmakta ve insanın tevhîd inancı bakımından ayağının nasıl kayabileceğine
ışık tutmaktadır.[49]
88. İnkâr edip de Allah yolundan alıkoyanlar var ya,
işte onların, yapmakta oldukları bozgunculukları sebebiyle, azaplarını kat
kat artıracağız.
Yüce Allah bu âyeti ile bize şu mesajları veriyor:
1. "inkâr
edip de Allah yolundan alıkoyanlar."
İnkâr eden insanlar inkâr psikolojisini başkalarına
bulaştırmadan duramazlar. İnkâr, insanın manevî yapısının tedavisi zor olan
mikroplarından biridir. Bu mikrop yerleştiği kalpte durmaz; çıkıp başkalarına
da bulaşmak ister. İç âleminde inkâr mikrobu olan kişi da rahat durmaz, daima
içindeki bu mikrobu başkalarına bulaştırmak için olanca gücünü sarf eder.
İnkarcının işi insanları Allah yolundan alıkoymaktır.
Kendisi iyiler gibi olamadığından onları kendine benzetmek gayretindedir.
Allah'ın yolu nedir? Bu sorunun cevabını En'âm 151-153. âyetlerde vermiştik.
Burada kısaca açıklayacak olursak, aklın, düşüncenin, imanın, hakların ve özel
manada insan haklarının, iyinin, doğrunun, güzelin ve hakkın yoludur. Bunlar
Allah'ın yolunun teşkil eden değerlerdir.
Allah'ın yoluna engel koymak, insanları ondan
alıkoymak, uzaklaştırmak bozgunculuktur.
2. "işte
onların yapmakta oldukları bozgunculukları sebebiyle azaplarını kat kat
artıracağız."
Yüce Allah âyetin bu kısmı ile,
birinci bölümündeki kâfirlerin Allah'ın yolundan insanları alıkoyma eylemini
tanımlamaktadır. Bu eylem, fesat çıkarma, yani bozgunculuk yapmaktır.
Aklın, imanın, düşüncenin, hakların, iyinin, güzelin,
doğrunun ve hakkın oluşturduğu Allah'ın yoluna engel olmak, insanların o yola
girmesine mâni olmak bozgunculuk yapmaktır. Yukarıda saydığımız değerlerin
hepsi Kur'ân'in yolunu ifade etmektedir. Yüce Allah'ın bütün peygamberlere
gönderdiği vahyin yolu, Allah'ın yolu olmaktadır.
Bu yolda insanların yürümelerini durdurmanın azaba
dönüşeceğini Yüce Allah âyette haber vermektedir. Hatta bu durum, azabın
artmasına sebep olacaktır. Nahl 85'te zulmedenlerin azabında hafifletilme
olmayacağını söylerken bu âyette kâfirlerin Allah yolunu engelleme eylemlerine
kat kat azap vereceğine dikkat çekilmektedir. Burada da ceza artırımına
gidilmektedir. Neden ceza artınmına gidilmektedir? Bunun cevabını şöyle
verebiliriz: inkar etmelerine bir ceza, bir de Allah yolunu engellemelerine
bir ceza vardır. Kat kat günah işleyene, kat kat ceza uygulanmaktadır. Nahl
85. âyetin ters manasından hareketle ceza indirimi ilkesini çıkarttığımız
gibi. burada da ceza artımı ilkesini çıkartıyoruz.
Kendi içindeki inkâr pisliğini başkasına bulaştırmaya
kalkan fesat çıkarıyor demektir. Onun bu eyleminin cezasında da artış
olacaktır.
Genel anlamda din eğitimi ve eğitimcileri, Allah'a
giden yolu, yani Allah'ın yolunu açık tutmak, oradaki engelleri kaldırmak,
insanların orada rahatlıkla yürümesini temin etmek görevi ile yükümlü olduklarını
bilmelidirler. Aklın, imanın, doğru düşünme sanatının, takvanın, iyinin,
güzelin, doğrunun ve hakkın önünü açmalı, onların bir ışık gibi akmalarını
temin etmelidirler. Bunu yapamayan din eğitimcileri inkâr psikolojisinin
girdabında boğulmaya mahkûm kalacaklardır.[50]
89. O gün her ümmetin içinden kendilerine birer şahit
göndereceğiz. Seni de hepsinin üzerine şahit olarak getireceğiz. Ayrıca bu
Kitab 'ı da sana, her şey için bir a-çıklama, bir hidâyet ve rahmet kaynağı ve
müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.
Bu âyet iki konuyu ele almaktadır. Biri şahitlik
meselesi, diğeri de Kur'ân'm gönderiliş amacıdır.
1. O gün her
ürnmettin içinden kendilerine birer şahit göndereceğiz. Seni de hepsinin
üzerine şahit olarak getireceğiz."
Âyetin bu kısmının bir benzeri
de Nahl 84. âyette geçmişti. Orada "Her ümmetten bir şahit göndereceğimiz
gün" şeklinde geçmektedir. Mahşerde her ümmetin başında peygamberi bulunacaktır.
Bu âyette de, onların tümünün şahidinin
de Hz. Peygamber olacağı gündeme getirilmektedir. Bundan anlıyoruz ki, Hz.
Peygamber evrensel bir peygamberdir. Mahşerde şahitlerin şahidi olacaktır.
Âyetin bu kısmına birkaç açıdan bakmamız gerekiyor.
a) Âyette
geçen "ümmet" kelimesini "fert" anlamına alabiliriz. Buna
delilimiz ne olabilir? Soruya Nahl 120. âyeti cevap olarak vermemiz mümkündür:
"Gerçekten İbrahim bir ümmet idi." Demek ki bir kişiye de
"ümmet" denilebilmektedir. O zaman Yüce Allah
herkese kendinden bir şahit göndermiş olacaktır. Bu
nasıl olabilir? Sorunun cevabını şu âyetlerle verebiliriz:
i. "Yapmış
olduklarına, dilleri, elleri ve ayaklarının şahitlik edeceği gün" (Nûr
24/24).
ii. "°
§ün onarın ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları
da şahitlik eder" (Yâsîn 36/65).
iii. "Nihayet
o-raya geldikleri zaman kulaklan, gözleri ve derileri, işledikleri şeye karşı
onların aleyhine şahitlik edecektir" (Fussilet 41/20).
Demek ki, iki göz, iki kulak, ayaklar, eller, deri ve
dil her ferdin şahidi olacaktır. Bu görüşü ileri süren Ebû Bekir el-Esamm
olmuştur ama, âyetlerle ispat etmemiştir. O zaman âyette geçen min enfusihim
"içlerinden" ifadesini "nefislerinden" şeklinde tercüme
etmek daha doğru olacaktır.[51]
Âyete bu yorumu getirmenin biraz uzaktan geçen bir yorum olduğunu söylemekte
yarar vardır. Ancak hakikat ile bir ilişkisi olduğu da gerçektir.
b) Bu
dünyada ümmet olan topluluklar -ki bunlar dini açıdan birbirlerinden
ayrılmaktadırlar- âhirette başkalarına mutlaka şahit olacaktır. Böylece
buradaki ümmet kelimesi, biyolojik veya kültürel kökene dayalı değil de
kategorik temele dayanan bir kavram olmaktadır.
O zaman bir peygamberin getirdiği mesaja inanan
çağlardaki insanlar da o kavramın kapsamına girmektedir.
Hz. Peygamber bütün şahitlere şahitlik edecektir. Bunun
anlamı şudur: Bütün peygamberlerin getirdiği ilâhî mesajın evrensel olan boyutları
vardır. Onun için onlar kendi ümmetlerine şahitlik ederken peygamber de onlara
şahitlik edecektir. İşte bu da onların mesajlarındaki benzerliği, aynılığı
göstermektedir.
c)
Müslümanlar bütün insanlık için şahittir.
Peygamber de onlara şahitlik edecektir:
"İşte böylece sizin
insanlığa şahitler olmanız, peygamberin de size şahit olması için sizi orta
(mu'tedil) bir ümmet kıldık" (Bakara 2/142).
2. "Ayrıca
bu kitabı da sana, her şey için bir açıklama, bir hidâyet ve rahmet kaynağı ve
müslümanlar için bir müjde olarak indirdik."
Âyetin bu kısmı Nahl 44. âyetin devamı durumundadır.
Öncelikle Kur'ân'ın niçin indirildiği ve görevlerinin neler olduğu
açıklanmaktadır.
a) "Bu
Kitab"ı sana, her şey için bir açıklama olsun diye indirdik."
44. âyette "insanlara,
kendilerine indirileni açıklaman için" ifadesi yer almaktadır. Demek ki
Kur'ân her şey için bir "açıklamadır." Tibyân kelimesi beyândan gelen
bir isimdir ve "açıklama" anlamına gelmektedir. Âyette geçen likülli
şey'in "her şey için" ifadesinden anlıyoruz ki Kur'ân, insanı
ilgilendiren her şeye bir açıklama getirmektedir. O, insanın kendisi ile
ilişkilerine, Allah ile ilişkilerine, yakınında ve uzağında olan insanlarla
ilişkilerine, tabiatla olan ilişkilerine girerek onlarla ilgili doğru, yanlış,
iyi, kötü, güzel, çirkin, hak ve bâtıl, haram helâl gibi konulara bir açıklama
getirmektedir. Kur'ân'ın indiriliş amaçlarından biri de budur.
b) "Bir
hidâyet olsun diye (indirdik)."
Kur'ân'ın görevlerinden biri de rehberlik etmesidir.
Önce insanın her çeşit ilişkilerine açıklık getiriyor, sonra da bu açıklamanın
temellerine dayanan rehberliğini yapıyor. Meselelere açıklık getiremeyen
rehberlik yapma yetkisine sahip olamaz.
Kur'ân'ın rehberliğini Bakara 2 ve Nahl 64'te ve diğer
âyetlerde açıkladık. Kur'ân'ın hidâyeti kâfirler için inkârdan, şirkten tevhîd
inancına geçiş gibi köklü bir değişimi, mümin ve mettakîler için de bulundukları
manevî seviyede kalmalarını ifade etmektedir.
c)
"Rahmet kaynağı olsun diye (indirdik)."
Kur'ân'ın rahmet oluşu, kuruyan gönüllere, çölleşen
beyinlere su akıtarak doyuma ulaştırması, oradan tevhîd inancı denen yeşilliğe
can vermesi demektir. Ayrıca Kur'ân, inkâr ve şirkten tevhîd inancına geçenlere
genel af ilan ettiği için de bir rahmettir.
d) "Müslümanlar
için bir müjde olarak (indirdik)."
Nahl 64'te müminler için bir müjde denirken, burada da
müslümanlar için bir müjde denmektedir. Buradaki müslüman kelimesi, "boyun
eğen, bütün benliği ile Allah'a teslim olan, kendi benliğini bir tarafa atıp
her şeyi ile Allah'a teslim olan" anlamına gelmektedir.
Bu âyetten çıkaracağımız neticeler şunlardır: Âyet
âhiretteki şahitliği de kapsamaktadır. Âhiret hayalında şahitlerin, aleyhte
değil de lehte şahitlik edebilmeleri için Kur" ân'm geliş gayesini iyi
anlayıp hayatına indirgemeleri gerekiyor.
Kur'ân'in insanı merkeze alıp onun tüm ilişkilerine ve
ihtilaflarına getirdiği açıklamalar, hükümler ve açılımlar mutlaka hayata
geçirilmelidir. Din eğitimcileri Kur"ân"m bu açıklamalarını,
emirlerini ve açılımlarını iyi öğrenmeli, öğretmeli ve hayatlarına tatbik
ederek örnek olmalı, insanları Kur"ân"ın rehberlik alanına
çekebilmeli, onun rahmetinden istifade ettirebilmeli. müminlere verdiği
müjdelerin neler olduğunu iyi anlayıp anlatmalı, sonuçta. Kur ân'ın bu olumlu
görevleri ile ahlâklamp insanların karşısına oraek olarak çıkmalıdırlar.
"Kur'ân'ın
açıklamalısı" din eğitimcilerine "ilâhî vahyin bilgisi";
"rehberliği" "etkileyip insanları doğru yola getirmesi";
"rahmeti" "merhamet edişi'"; "müjdesi" de
"daima iyi gelecekleri açıklaması" şeklinde yansımalıdır. Din
eğitimcileri, insanlara tehdîd yağdırma ve onları korkutma yerine, onlara
müjde verme, onlara daima iyimserliği aşılama yolunu tutmalıdırlar. Kur
"ân, bu görevlerini yerine getirebilmesi için onu iyi anlayan, iyi anlatan
ve hayata geçiren mümin âlimler istemektedir.[52]
90. Gerçek şu ki, Allah adaleti, iyiliği, akrabaya
yardım etmeyi emreder; yüz kızartıcı işleri, fenalığı ve azgınlığı yasaklar. O,
düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.
Yüce Allah bu âyette dinin üç temel değerini
emrediyor; üç kötü davranışı da yasaklıyor. Yerine getirilmesi gerekli olan üç
davranış ile kaçınılması gereken üç davranış, İslâm dininin temellerini
oluşturmaktadır. Yani İslâm ahlâkının temel direklerini bu üç davranışın
yerine getirilmesi, diğer üçünden de kaçınılması oluşturmaktadır. Şimdi âyetin
analizine geçebiliriz:
1. Allah'ın
emrettiği üç temel değer ve davranış:
a) "Allah
adaleti emreder."
Nedir adalet? Bu soruya cevap verebilmek için şirkin
ne olduğunu açıklamak gerekiyor.
Lokman sûresinin 13. âyetine göre şirk, zulümdür. Şirk
zulüm olunca, tevhid inancı da adalet olmaktadır. İbn Abbâs A'râf sûresinin 29.
âyetinde geçen "adalet" kelimesine, "tevhid inancı"
manasını vermişti: "De ki: Rabbim adaleti emretti." Bu âyetin
açıklamasını yaparken ibn Abbâs'in tercih ettiği bu anlamdan hareket etmiştik.
O zaman âyetin bu kısmını şu şekilde
manalandırabiliriz: "Allah tevhid inancını emreder." Adalet kelimesi
kullanılarak zulüm denen şirk dışlanmaktadır.
O zaman şu soruyu sorabiliriz: Âyette neden
"tevhid inancı" denmedi de "adalet" dendi? Tevhid inancına
"adalet" isminin verilmesinin sebebi, adaletin, "Allah'ın
hakkını yerine getirmek" anlamında olmasındandır. Adalet, "bir şeyi
yerli yerinde kullanmak" olduğuna göre, "iman"ı da yerli
yerinde kullanmak adalet olmaktadır, imanın yeri, Allah'ın var ve bir olduğunu
gönülde/kalbde kabullenmektir.
Bu âyetteki "adalet" kavramı, hukuktaki
adaleti de kapsamına almaktadır. Hâkimin doğru karar vermesi ile şahidin doğru
şahitlik yapması şeklindeki uygulama da adalettir. Yüce Allah bunu bir çok
âyetinde emretmektedir. Bunlardan sadece iki tanesini zikretmekle yetineceğiz:
"Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta
tutan, kendiniz, ana-babanız, ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için
şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik etliklerinizi ister zengin
olsunlar, ister fakir olsunlar, Allah onlara daha yakındır. Hislerinize uyup
adaletten sapmayın. Şahitliği eğer. büker, yahut şahitlik etmekten
kaçınırsanız, Allah yaptıklarınızdan haberdardır" «Nisa4/135).
"(Allah'ın kullan) yalan yere şahitlik
etmezler" (Furkân 25/72». Hukuku yanıltmamak da adalettir. Kişinin,
kendisi, akrabası, zengin, fakır bile olsa herkes hakkında doğru söylemesini
Allah emretmektedir. İşte toplumu ayakta tutan temel değerlerden biri olan
adaleti hayata geçirmek dinin temelidir.
b)
"(Allah) iyiliği (emreder)."
Âyetin bu kısmından geçen ihsan kelimesini Hz.
Peygamber şöyle tanımlamaktadır: "İhsan, senin Allah'ı görürcesine O'na
ibadet etmendir. Her ne kadar sen O'nu göremiyorsan da, O, seni görüyor"
(Buhârî, İmân, 47).
Demek ki iyilik diye tercüme ettiğimiz ihsan, kişinin,
davranışlarına gerçek imanı katarak Allah'ın kendisi ile beraber olduğunu
hissedip öyle davranmasını sağlamaktadır.
i."Üzülme,
çünkü Allah bizimle beraberdir" (Tevbe 9/40).
ii."Şüphesiz
Rabbim benimle beraberdir, bana yol gösterecektir" (Şu'arâ 26/62).
iii.
"Nerede olursanız, O sizinle beraberdir" (Hadîd 57/4).
iv.
"Nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir"
(Mücâdele 58/7).
İşte bu düşünce, bu bilgi, bu iman ve bu ihlâs ile
yapılan davranışa ihsan denmektedir.
"İhsan" denen iyilik, insana Allah sevgisini
kazandıran davranışlar yumağını ifade etmektedir.
Yüce Allah bu şekildeki ihsanın
tanımını Âl-i İmrân 134'te yapmaktadır. Bollukta ve darlıkta infâk etmek,
kinini yutmak ve insanları affetmek ihsandır. Bu davranışları üreten ve
Allah'ın sevgisini kazanan kişi de muhsin olmaktadır.
Yüce Allah, ana-babaya iyi bakmak, ihtiyarladıklarında
onlara gereken ihtimamı göstermek, onlara söz çevirmemek, öf bile dememek
(İsrâ 17/23-24) ihsan olmaktadır. Bu davranışlar da ihsan tanımının içine
girmektedir. İyiyi, güzeli yaymak, hayata geçirmek ve insanlığa faydalı olmak
da ihsandır.
c) "(Allah),
akrabaya yardım etmeyi (emrediyor)."
Âyetteki "akraba"
kavramının, genelde kan bağı ile birbirine bağlı, evlilik bağları ile teşekkül
eden yakınlık, aynı ana-babadan gelmenin verdiği bağları ifade ettiği söylenmektedir.
Bu açıklama biyolojik temellere dayanan sosyal bir gruplaşma niteliğini
taşımaktadır.
Bu açıklamayı kabul etmekle beraber, akrabalık
bağlarını kültürel ve dinî temeller üzerine oturtarak, ayın inancı, aynı ideali
ve aynı değerleri paylaşan insanların yakınlığı olarak da alabiliriz. Meselâ
bir Müslüman'ın kardeşi, kendisine düşmanlık yapacak kadar kâfir ise, mümin
olan ve akrabası olmayan gruptaki bir adamdan ona daha uzak düşmektedir. Tevbe
sûresinin 23. âyeti buna işaret etmektedir.
Kısaca diyebiliriz ki inanan akraba, beyin ve gönül
bakımından birbirine yakın olanlar bu kavramın kapsamına girmektedir. İşte bu
insanlardan fakir olanların elinden tutmak, onların ekonomik bakımdan
ihtiyaçlarını gidermek Allah'ın emrettiği üçüncü ameldir. Buradaki
"vermek" eylemi fedâkârlık ve paylaşım denen erdemin hayata geçirilmesidir.
Kısaca diyebiliriz ki, Yüce
Allah önce adaleti yani tevhid inancını, ardından iyilik denen ihsanı, sonra da
yardımlaşmayı emretmektedir.
Bu üç değer ve onların hayata geçirilmesi dinin
yarısını, ama olmazsa olmazını teşkil etmektedir. Olumlu manada bütün inanç ve
davranış boyutunu bu üç amel, değer veya kavram meydana getirmektedir.
2. Allah'ın
yasakladığı üç temel davranış:
a) "Yüz
kızartıcı işleri yasaklıyor."
Yüce Allah âyetin bu kısmında el-fahşâ' kelimesine yer
vermekte ve "çirkin iş, arsızca hareket etmek" anlamına gelen bu
fiili yasaklamaktadır. Bu kelime Kur'ân'da zina için de kullanılmaktadır:
"Zinaya yaklaşmayın. Zira o, bir fahişelik (hayasızlık)tır ve çok kötü bir
yoldur" (İsrâ 17/32). Nisa 15'te de zina, fahişelik olarak
tanımlanmaktadır. A'râf 80'de homoseksüel davranış da fahişe kavramı ile ifade
edilmektedir. Kısaca "fuhuş" denen davranış cinsel sapıklığı, cinsel
ahlâkın göz ardı edilmesini ifade etmektedir.
Ancak söz ve davranışlardan yüz kızartıcı ve çok kötü
olanları için de bu kelime kullanılır. Meselâ Bakara 268'de cimrilik fahşâ'
olarak manalandınlmaktadır: »li^İJL YjiÇj ^iijVSjuî 5üajJÜİ "Şeytan sizi
fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin eder." Buradaki cimrilik,
âyette fahşâ olarak geçmektedir. Aslında cimrilik de yüz kızartıcı bir
davranıştır.
Netice olarak diyebiliriz ki, fuhuş kelimesi tamamen
ahlâkla ilgili bir kavramdır ve âyetin başında geçen ve tevhid inancı manasını
verdiğimiz adaletin karşıtı olan ve onunla tedavi edilecek bir ilişki sistemi
içinde yer almaktadır. Fuhşu engelleyecek olan güçlerden biri ve en ö-nemlisi
imandır. Ahlâkî değerleri ayakta tutan, fuhşu önleyen değerlerden biri de
tevhid inancıdır.
b. "Fenalığı
(yasaklıyor)."
Fenalık diye manalandırılan el-münker kelimesi,
"yanlış ve kötü olan" anlamına da gelmektedir. Bu kelimeye en ilginç
manayı "aklın kabul etmediği ya da aklın yanlış olduğuna hükmettiği
şey" diyerek Zemahşerî vermektedir[53].
Münker kısaca, aklın, mantığın, sağduyunun kabullenmediği onlara ters düşen
düşünce ve davranışlardır. Zemahşerî bu tanımı ile, aklı davranışlara sokmakta
ve ahlâkın temeline onu koymaktadır.
Âyette bu kelimenin karşıtı ihsan olmaktadır. Demek ki
ihsan, "akla, mantığa ve sağduyuya uygun düşen davranış" olurken,
münker de bunlara ters düşen, onlarla uyuşmayan düşünce ve davranış olmaktadır.
"Münker" kelimesi "aklın, dinin ve
hukukun kabul etmediği şey" şeklinde de tanımlanmaktadır.
c)
"Azgınlığı da (yasaklıyor)."
Âyetin bu kısmında geçen
"azgınlık, taşkınlık, haddi aşmak" manasına gelmektedir. Yâni bağy,
"insanlara karşı kibredip, onlara tepeden bakarak zulmetmek, haklarını
çiğnemek, onlara hukuki bakımdan hiç nefes aldırmamak" demektir. Halkın
ezilmesinden zevk alan ve onları daha da ezmeye çalışan yöneticilerin durumu
bağy kelimesini en iyi tanımlayan davranışlardır.
İşte Allah'ın yasakladığı bu üç ahlâk dışı davranış da
dinin ikinci yarısını teşkil etmektedir. Üç olumlu değere karşı üç olumsuz
davranış âyette gündeme getirilirken, İslam ahlâkının esasları belirlenmiş
olmaktadır.
3. Yüce
Allah bu üç davranışı niçin emrediyor, diğer üçünü niçin yasaklıyor?
Yüce Allah, bunları emredip yasaklamakla öğüt
verdiğini buyurmakta ve: ya'ızuküm
"size öğüt veriyor" derken de, dinin aynı zamanda bir öğüt olduğuna
dikkat çekmektedir.
Öğüdün amacı da, insanların onu dinleyip tutmaları,
akıllarını kullanıp düşünmeleri ve öğüt almalarıdır.
Bir önceki âyetle bu âyeti bir araya getirdiğimizde şu
neticeyi çıkartabiliriz: Yüce Allah Nahl 89'da "bu kitabı sana her şey
için bir açıklama olarak gönderdik" demişti. İşte açıklanması gereken
yükümlülüklerin altı tanesini de 90. âyette açıklamaktadır.
Fuhuş, münker ve azgınlık
yasaklanırken, onların panzehiri olan adalet, ihsan ve akrabaya yardım
önerilmektedir. İkincilerle birinciler ortadan kaldırılmaktadır. Kötü fiillerin
iyileriyle giderilmesi öngörülmektedir. Böylece Yüce Allah bize şu ilkeyi
öğretmektedir: Kötülüklerle mücâdele ederken, iyilikleri hayata geçirmek
gerekiyor. Biyolojik hayatta mikropla mücâdele ancak antibiyotikle olabilir.
Aksi takdirde insanın kendisi onunla mücâdele veremez.
İşte insan, sosyal ve psikolojik hayatın mikrobu olan
fuhuş, münker ve azgınlık ile mücâdelesini ancak, adalet, tevhid inancı, iyilik
ve fedâkârlık denen cömertlikle verebilir. Çünkü o kötülüklerin antibiyotiği
bunlardır.
Yüce Allah'ın Nahl 90'da sıraladığı 6 yükümlülük,
dinî, ahlâkî ve sosyal hayatın koruyucu sağlık ilkeleri olmaktadır. Bu ilkeler
yerine geldiğinde bu hayatların sağlıklı yürümesinde bir aksaklık
olmayacaktır.[54]
91. Sözleştiğiniz zaman Allah'ın ahdini yerine
getirin. Yeminleri, Allah'ı kendinize kefil göstererek pekiştirdikten sonra
bozmayın. Doğrusu Allah, yaptığınızı bilir.
92. Bir milletin diğer bir milletten daha çok olmasından
dolayı, ipliğini iyice eğirip katladıktan sonra, örgüsünü bozan kadın gibi,
aranızdaki yeminlerinize hile sokarak bozmayın. Şüphesiz, Allah onunla sizi
deniyor ve aranızda anlaşmazlığa düştüğünüz şeyi kıyamet günü elbette size
açıklayacaktır.
Bu âyetler Allah'a verilen sözden başlayarak, insanın
insana, milletlerin milletlere verdiği söz ve yaptığı antlaşmalara kadar
uzanmakta ve bunları sağlıklı yürütmenin gereğini ele almaktadır. Sözleşme ve
yapılan antlaşmalar insanlar için çok önemli manevî, ahlâkî ve toplumsal
işlevler taşıması nedeniyle ilâhî vahye konu olmuşlardır.
Şimdi âyetlerin analizine geçebilir ve varacağımız
genellemeleri ortaya koyabiliriz:
1.
"Sözleştiğiniz zaman Allah'ın ahdini
yerine getirin." "Allah'ın ahdi" demek, "Allah ile olan
sözleşmeniz" anlamına gelmektedir. Peki insanın Allah ile nasıl sözleşmesi
olur?
mına gelmektedir. Peki insanın
Allah ile nasıl sözleşmesi olur? Allah bir tarafta, insan da bir tarafta
sözleşme mi yapıyorlar? Bu durumu nasıl açıklarız? Bu sorulan geçmiş âlimlerin
açıklaması ile cevapladıktan sonra kendi açıklamamızı yapabiliriz:
a) Zemahşerî,
Allah ile olan sözleşmeyi, Müslüman olmak üzere Hz. Peygamber'e biat etmek
olarak manalandırıp yorumlamış, delil olarak da Fetih sûresinin İD. âyetini
getirmiştir:
"Gerçekten, sana biat edenler Allah'a biat etmiş
olurlar"
[55]
b) Râzî,
insanın, kendi hür iradesi ile başkalarına verdiği her sözü de Allah'a verilmiş
bir söz olarak kabul etmektedir.[56]
Demek ki Râzî. insanların birbirleri ile yaptıkları
antlaşmaları, verdikleri sözleri Allah ile yapılmış antlaşma ve O'na verilmiş
söz olarak kabul etmektedir. Ancak Râzî bu yorumunu ispat için delil getirmemektedir.
Râzî'nin bu yorumunun doğruluğunu ispat eden delili biz getirebiliriz:
"Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü
mutlaka Allah'tır. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur.
Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka
Allah, onlarla beraberdir" (Mücâdele 58/7). İşte insanlar birbirleriyle
konuşurken Allah'ın onların yanında olmasını antlaşma konusuna uyarlayabiliriz.
İnsanlar antlaşma yaparken Allah Teala onların yanındadır. O da antlaşmaya her
iki taraf adına taraf olmaktadır. O da antlaşmayı tasdik etmektedir. Bir
bakıma her iki taraf Allah'a söz vermiş olmaktadırlar. Zaten yorumunu yapmakta
olduğumuz âyetin devamı buna işaret etmektedir.
c) Bize
göre, geçmiş âlimlerin yaptıkları bu açıklama doğru olmakla beraber,
"Allah'ın ahdi" denince akla A'râf sûresinin 172. âyeti gelmektedir.
Elest Bezmin'de Allah'a iman etme yükümlülüğünü üzeri-
ne alması, insanın, Allah'a verdiği söz olmaktadır.
Çünkü bu iman olmadan insanın, Allah'ı yeminlerine kefil göstermesi mümkün
değildir.
"Kıyamet gününde, biz
bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Ademoğullarından, onların bellerinden
zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin
Rabbiniz değil miyim? Onlar da: Evet sen bizim Rabbimizsin, dediler."
İşte Allah ile yapılan sözleşme budur. Buna Ra'd 20'yi de delil getirebiliriz.
İşte Allah ile yapılan anlaşma, insanın Allah'a inanması ve bu inancından doğan
manevî, ahlâkî ve toplumsal yükümlülükleri yerine getirmesi demektir.
d) Diğer
taraftan Bakara 40. âyete gidersek, Allah Teala'nın İsrâiloğulları ile antlaşma
yaptığını görürüz: "Ey İsrâiloğulları! Size verdiğim nimetimi hatırlayın,
bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de size vaadettiklerimi vereyim.
Sadece benden korkun."
İsrâiloğullannın Allah'a verdikleri söz ne olabilir?
Kanaatimizce bu söz, Allah'a iman etmek ve onun emirlerini yerine getirmektir.
Bakara 83-84. âyetler bu antlaşmanın yükümlülüklerini, maddelerini sıralamaktadır.
Allah'a şirk koşmamak, ana-babaya iyilik etmek, fakirlere infak etmek,
insanlara iyi söz söylemek, namazı kılmak, zekatı vermek, birbirinin kanını
dökmemek, birbirini yurdundan çıkarmamak bu sözleşmenin maddelerini teşkil
etmektedir. İşte iman etmenin zorunlu kıldığı manevî, ahlâkî ve sosyal
yükümlülüklerin bazıları bunlardır.
Demek ki Allah'a iman, O'nunla yapılan bir
sözleşmedir. Bu imanın getirdiği yükümlülükleri hayata geçirmek de ahde vefa
olmaktadır. İman denen sözleşmeyi yerine getirmenin delili manevî, ahlâkî ve
toplumsal görevlerini yerine getirmek olacaktır. Ra'd 19 ve 20. âyetlere
bakarsak, hakkı bilmenin, düşüncenin ve aklın gereği de Allah'a verilen sözü
yerine getirmekle başlar. Sonuç olarak diyebiliriz ki, insanın Allah'a,
kendine ve başkalarına verdiği tüm sözler bu âyetin kapsamına girmektedir.
2. "Yeminleri,
Allah'ı kendinize kefil göstererek pekiştirdikten sonra bozmayın. Doğrusu Allah
yaptığınızı bilir."
Âyetin birinci bölümünde geçen "ahde vefa"
genel bir kavram olduğu için, özel mana ifade eden yemin de onun içine
girmektedir. Yemin de bir çeşit "ahd"dir, bir sözleşmedir.
Yeminini pekiştirmek de Allah'ı kefil göstermekle olmaktadır.
Vallahi, billahi ve tallahi gibi ifadeleri kullanarak ve bunu tekrar ederek
yemini pekiştirmek âyette gündeme getirilmektedir. Pekiştirmenin diğer bir
anlamı da yeminin bilinçli olarak yapılmasıdır. Çünkü Bakara 225'e göre,
kasıtsız, gelişigüzel yapılan yeminlerden dolayı Allah, insanı sorumlu
tutmamaktadır: "Allah sizi kasıtsız yeminlerinizden sorumlu tutmaz. Lakin
kalplerinizin kasıtlı olarak yaptığı yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu
tutar." Demek ki Yüce Allah bilinçli yemin ile bilinçsiz yemini
birbirinden ayırmaktadır ki kasıtsız olarak yapılan yemine yemin-i lağv
demektedir. Bilinçli yemin ise, Allah'ın kefil tutulduğu veya kalben yapılan
yemin olmaktadır.
Yüce Allah bu tür yeminlerin bozulmamasını
emretmektedir. Âyetin bu kısmına dikkat edilirse Yüce Allah bu bozmama emrini
"yapılanları bilmesi" ile desteklemektedir. "'Doğrusu Allah
yaptığınızı bilir" ifadesi ile insanın imanını harekete geçirerek
yeminini muhafaza etmesini sağlamaktadır. İnsan. "Allah benim yaptığım her
şeyi biliyor" inancında ise, yeminini bozma ihtimali daha da düşmektedir.
Yüce Allah bilmesini devreye sokarak, kulunun yeminini yerine getirmesini temin
etmektedir.
Âyetin sonunda yer alan h mâ tef alûn ifadesi,
"yapmakta olduğunuz işler" anlamına gelmektedir. Bunun anlamı şudur:
Yemini yapmak da bir iştir, bozmak da. Bu ifadeyle "yemini bozduktan sonra
yapılan şeyler" de kastedilmiş olabilir.
Netice olarak diyebiliriz ki, kişi ağzından çıkardığı
yemin tarzındaki söze sahip çıkmalı ve bu şekilde davrananların erdemli birer
insan olduğu ortaya konmalıdır.
Ahde vefa ve yemininin gereğini yerine getirmek, İslam
ahlâkının temel değerlerinden birkaçını teşkil etmektedir.
Âyetin geneline baktığımızda, Yüce Allah'ın, ferdî
anlamda ahdi yerine getirme ile yeminleri bozmamayı gündeme getirdiğini
rahatlıkla görürüz. Toplumlararası sözleşmeler ise bir sonraki âyette ele
alınmakta ve hükme bağlanmaktadır.
3. "Bir
millet diğer bir milletten daha çok olduğu için, yeminlerinizi aranızda hile
vesilesi yaparak, ipliğini iyice eğirip katladıktan sonra, örgüsünü bozan kadın
gibi olmayın."
İletişimin bir sonucu ve karara bağlanması olan ahit,
fertler, gruplar ve toplumlar arasında cereyan eder. Yüce Allah bu âyette
milletlerarası antlaşmaları bozacak bir duruma dikkat çekmektedir. Ayetteki
"çokluk" nüfus çokluğunu ifade ettiği gibi, daha ziyade toplumsal
gücü ifade etmektedir.
Yorumunu yapmakta olduğumuz
Nahl 92'deki Jpî erbâ kelimesi "hem ekonomik gücü hem de teknolojik
gücü" ifade etmektedir. Bu kelime, Enfâl 46'da geçen rîh "rüzgar" kelimesinin ifade
ettiği sosyal güç anlamına da gelmektedir.
Güçlülük, sonuçta antlaşmayı, yemini bozmayı
getirmemelidir. Bu açıdan bakınca sanki âyet yeni inmiş gibi gözükmekte, çağdaş
milletlerarası ilişkileri gündeme getirmektedir. Çünkü güçlü toplumlar,
kendilerinden güçsüz olan toplumlarla yaptıkları antlaşmalara sadık kalmamaktadırlar.
Güçlü toplumlar ya da devletler, kendi aralarında yaptıkları antlaşmalara
sadık kalırken, güçsüzlerle yaptıklarına aldırış etmemektedirler. Erdem,
güçlünün güçlüye sadakatinden öte, güçlünün güçsüze verdiği sözü, yaptığı
antlaşmayı yerine getirmesidir.
Yüce Allah güçlü toplumların bu erdemsizliği
yapacağını bildiğinden, hükmünü bir benzetme ile açıklamaktadır. Yaptığı
antlaşmayı, verdiği sözü, yaptığı yemini yerine getirmeyen toplumu,
"bunamış bir ka-dın"a benzetmektedir. Bu kadın, dantelini, oyasını,
çorabını örer ve sonra da onu söker. İşte yeminini bozan güçlü milletler de
ahlâkî bakımdan bunamakta, başka bir ifade ile aklı bir kenara itip akılsızca
davranmaktadırlar.
Böylece Yüce Allah ahdi bozma, yeminini yerine
getirmeme ile bunama arasında bir bağlantı kurmaktadır. O zaman şu neticeyi
çıkartabiliriz: Ahde vefa ve yeminini yerine getirmek akıllı olmanın
işaretidir; akılcı davranışın gereğidir. Aklı başında idarecilere sahip olan
devletler ne kadar güçlü olursa olsunlar, yaptıkları yemini yerine getirirler.
Âyet, bu şekilde bozulan yeminlerde hile olduğunu da
hatırlatmaktadır. Bir taraftan yemini bozma günahı, diğer taraftan da işe hile
karıştırmanın günahı vardır.
Âyetin bu kısmından şu genellemeyi çıkartıyoruz: Yüce
Allah milletlerarası ilişkilerde yapılan antlaşmalara dikkat çeken evrensel
hükmünü koymakta, gücü, antlaşmayı bozmaya neden olarak kullanmanın akıl işi
olmadığını belirterek, bu konuda aklı devreye sokmaktadır. Milletlerarası
zulmün kaynağında da, güçsüze verilen sözün yerine getirilmemesi vardır.
4. "Şüphesiz,
Allah onunla sizi deniyor." İşte dünya hayatının toplumsal boyuttaki
imtihanlarından biri de, milletlerarasında yapılan antlaşmalara, güçlü olmasına
rağmen sadık kalıp kalmamaktır. Bu imtihanın sorularından biri de ahde vefa ve
yaptığı yemini yerine getirmektir. Bu konuda Allah'ın emirlerini ve yasaklarını
yerine getirip getirmemek bir imtihan meselesidir.
5. "Aranızda
antlaşmazlığa düştüğünüz şeyi kıyamet günü elbette size açıklayacaktır."
Milletlerarası anlaşmazlıkların, ihtilafların bu dünyada çözüme
ulaştırılamaması, güçlünün güçsüzü ezmesi âhirete kadar uzanmakta ve böylece
dinî bir nitelik kazanmakta, hem Allah emrettiği hem de âhirete intikal ettiği
için dinî bir nitelik taşımaktadır. Âhirette Yüce Allah çözülemeyen ihtilafları
açıklayacaktır; haklı ile haksızı ayıracaktır; gücünü kullanıp güçsüzü ezeni
belirleyip, hakları alacaktır.[57]
93. Allah dileseydi hepinizi
bir tek ümmet yapardı; fakat O, dileyeni saptırır, dileyeni de doğru yola
iletir. Yaptıklarınızdan elbette sorgulanacaksınız-
Âyetin analizinden çıkaracağımız neticeler olacaktır.
1. "Allah
dileseydi hepinizi bir tek ümmet yapardı."
Âyetin bu kısmında açıklanması gereken kelime veya
kavram "ümmef'tir. Daha önce Bakara 213'te bu kavramı açıklamıştık. Ama
buradaki âyetlerle bağlantısı için de bir açıklama yapmak zorundayız.
a)
Sosyolojik bir anlam yüklersek "ümmet" kelimesi, "tek bir toplum,
tek bir millet" anlamına gelir. Bakara 213'te: "Bütün insanlık bir
zamanlar bir tek topluluktu" ifadesiyle insanlığın ilk dönemindeki tek
toplum hali kastedilmiş olabilir.
Demek ki, ümmet kavramı "bir arada yaşayan
toplumsal bir büyüklüğü" ifade etmektedir.
Diğer taraftan: "Her ümmetin bir peygamberi
vardır" (Yûnus 10/47) ifadesiyle de "toplum, millet" kastedilmiş
olmaktadır.
b) Yorumunu
yapmakta olduğumuz Nahl 93'teki "ümmet" kelimesi, toplumsal
büyüklükten ziyade "aynı inancı, ideali, ahlâkî değerleri, dünya görüşünü
paylaşan toplumsal büyüklüğü" ifade etmektedir. Hatta Bakara 213 ve Yûnus
47'de de bu anlamı yakalamak mümkündür. Genelde aynı peygambere bağlı ve onun
getirdiği mesajı benimseyen ve inanç sistemine, ahlâkî kurallara inanan ve
onları hayata geçirenlere ümmet denmektedir. Bu manadaki ümmet kavramı çağlan
aşmaktadır. Hz. Muhammed'den asırlarca sonra yaşamış, başka bir kökenden olabilirsiniz
ama onun getirdiği mesaja inanıyorsanız, onun ümmeti olursunuz. lyJüü îj^-Ij
oî VI J«ûı as \y, "İnsanlar sadece bir tek ümmetti. Sonradan ayrılığa
düştüler" (Yûnus 10/19).
Bunun anlamı şudur: İnsanlar, sonradan ayrı görüşleri,
inançları, idealleri, dünya görüşlerini benimsemeye başlayınca ihtilafa düşmüş
oldular. Aynı inancı, ideali, göriişii ve dünyaya bakış açısını benimseyince
farklı ümmet, yani millet olmaya başladılar. Demek ki, önce inanç, düşünce,
görüş ve ahlâki değerler alanında parçalanmalar, bölünmeler başladı, sonra da
bu durum sosyal hayata yansıyıp farklı topluluklar meydana geldi. İnsanların
beyninde, gönlünde ve nefsinde başlayan bu bölünmeler sosyal hayan eociey-.p
oradaki bölünmelere yol açmıştır.
"Şüphesiz insanlar bir tek iirraıe: otarak sîzin
ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyleyse benden sakının. Ne var ki, insanlar
kendi aralarındaki işlerini parça parça boliuier Her grup kendilerinde bulunan
ile sevinip böbürienmeki&iır" Ma'mıiıûn 23/52-53). Demek ki aynı
Allah'a inanan insan topluluklar: tek. bir ümmettir. Aralarındaki inanç ve
düşünce birliğini bozup parçalardı ışını insanlar yapmıştır.
Her grup kendi beaımsedığı öğretinin, inançların,
düşüncenin dar kalıplan içinde nefes almaya başladı, ama bu bölünmeler insanlık
için ağır bir astım hastalığından başka bir şey ifade etmedi.
Bu kopmalar, bölünmeler manevi alanda olduğundan,
tevhid inancından aynlmalar. uzaklaşmalar, ilâhî mesaja ters düşmeler başladı
ve bu çatlak gittikçe derinleşti; önü alınamayacak hale geldi. İnsanların hür
iradeleri ile oluşturduklan bu durumun zararını azaltmak için Yüce Allah şu ilkeyi
gönderdi:
"Ey İnsanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden
yarattık ve sizi kavimler ve kabileler haline getirdik ki birbirinizi
tanıyabilesiniz. Şüphesiz Allah katında en üstün olanınız, takvada en üstün
olanınızdır" (Hucurât 49/13). Yüce Allah, insana, geldiği ilk kanyağı
hatırlatıyor ve insanların farklı kavim ve kabileler haline gelmelerini,
tanışmaları, kaynaşmaları ve birbirlerini sevmeleri için gerçekleştirdiğini
söylemektedir.
Yüce Allah, farklılıkların, birleşmeyi meydana
getirmesini istiyor. Ayrıca farklılıkların, daha iyi ve manevi bakımdan daha
erdemli, daha üstün olmak için bir yarış meydana getirmesine de dikkat
çekilmektedir.
Demek ki inanç, düşünce ve ahlâkî değerlerde ayrılığı
insanlar; sosyal bakımdan farklı kabile, millet ve kavim haline gelmeyi de Yüce
Allah meydana getirmiştir. İnsanlığın tabîi hali farklı farklı sosyal gruplar
ve milletler halinde bulunması olduğu kadar, inanç birliği de onları
bütünleştirir. Yüce Allah'ın amacı kaynaşmayı sağlamak ve medeniyette yarışmayı
temin etmekti. İnsanların meydana getirdiği bölünmeler ise tefrikayı,
düşmanlığı, kavgayı ve tevhid inancından ayrılmayı getirmiştir.
Şimdi bu açıklamaların ardından yorumunu yapmakta
olduğumuz Nahl 93'e dönersek şu neticeyi çıkartabiliriz: Âyetteki ümmet kelimesi
"aynı inancı paylaşmak, tevhid inancını kabullenmek" anlamına gelmektedir.
Hatta önceki üç âyeti dikkate alırsak "aynı ahlâkî değerleri
pay-laşma"yi da bu tanıma katmamız gerekiyor.
Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette geçen "Allah
dileseydi hepinizi tek ümmet kılardı" ifadesinin anlamını en iyi şekilde
Yûnus sûresinin 99. âyeti vermektedir "Rabbin dileseydi,
yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi." Buradaki ümmetin,
"aynı inancı paylaşan sosyal grup" anlamına geldiğini bu âyetle
anlıyoruz. Yûnus 99. âyetin devamında: "O halde sen, inanmaları için
insanları zorlayacak mısın?" ifadesi yer almaktadır. Aynı ifadeyi Nahl
93. âyete getirirsek, Yüce Allah'ın bir tek inancı paylaşmaları, yani tek ümmet
olmaları için insanları zorlamadığı ilkesi ortaya çıkacaktır. Dileseydi tek
ümmet haline getirirdi, ama burada bir zorlama olurdu ve insanların hür
iradeleri, özgürlükleri ellerinden alınmış olurdu.
Bu anlatımı Nahl 90-92.
âyetlerini dikkate alarak 93. âyete uyarlayabiliriz. Yüce Allah adalet denen tevhid
inancını, iyiliği, paylaşım denen fakire yardım etmeyi, ahde vefayı ve yeminini
yerine getirmeyi emrederken ahlâkî değerleri insanlara sunmuştur.
Bunun ardından yüzkızartıcı fiilleri, fenalık ve
azgınlığı, ahde vefasızlığı ve ihtilafı da yasaklamıştır. Bütün bunların
hayata geçirilmesini isterken, tek bir ümmet yaratmayı murad etmiştir. Ama
insanlar bu imânî ve ahlâkî değerleri paylaşmayınca sapıtmış oldular. İşte
Allah'ın, âyetin ikinci bölümündeki sapıttırmasının bir sonuç olduğu buradan
çıkmaktadır.
2. "O,
dileyeni saptırır, dileyeni de doğru yola iletir." Demek ki insanın kendi
özgür iradesiyle tevhid inancından ve ahlâkî değerlerden ayrılması sebep,
Allah'ın onu saptırması da sonuç olmaktadır. Aksi takdirde Allah'ın kulunu
durup dururken saptırması zulüm olurdu. Burada Allah'ın dilemesini harekete
geçiren kulun inancı ve ahlâki davranışlarıdır.
Yüce Allah'ın dilediğini doğru yola iletmesinin sebebi
de insanların özgür iradeleri ile tevhıd inancını kabullenip ahlâkî değerleri
hayata geçirmeleridir
Allah, beyn: \s gönlü hidâyete
müsait olmayanı hidâyete erdirmez. Yeryüzünden buhar yukarı çıkmayınca yağmur
yağmayacağı gibi, kulun beyin ve gönlünden iyiye yönelik işaretler ilâhî aleme
yükselmedikçe hidâyet gelmez
3. "Yaptıklarınızdan
mutlaka sorumlu tutulacaksınız." Ayetin bu bölümü ikinci bölümüne temel
teşkil etmekte ve sorduğumuz
sorulan cevaplandırmaktadır. İnsanların,
yaptıklarından sorumlu tutulabilmeleri için, seçeneklerinde özgür
olmaları gerekiyor. Sorumluluk özgürlüğe dayanır ve o ölçüde gerçekleşir. Eğer
Allah, durup dururken kulunu saptırsaydı, yaptıklarından onu sorumlu tutamayacaktı.
Âyetin bu kısmından şu ilkeyi çıkartıyoruz: Bu dünyada
yapılanlar asla kaybolmuyor. Yapılanların mutlaka ortaya konacağı ve sorgulanacağı
bir an olacaktır. Özellikle tevhid inancı ve ahlâkî değerleri çiğnemenin
sorgulanması akıldan çıkarılmamalıdır. Nahl 92. âyetin sonunda belirtilen,
insanların imânî ve ahlâkî yönden birlik ve beraberliğini bozan ihtilafların,
derin tartışmaların, bölünmelerin ve tefrikanın sorgulanması yapılacaktır. Yüce
Allah, önce bu ihtilafları açıklayacak, sonra da sorgulayacaktır.[58]
94. Birbirinizi aldatmak için yemin etmeyin, yoksa sağlam
basmış olan ayak sürçebilir ve Allah'ın yolundan alıkoymuş olacağınızdan dolayı
da acı azabı tadarsınız-Üstelik büyük bir azaba da uğrarsınız.
Âyetin açıklamasından çıkaracağımız neticeler
olacaktır.
1. "Birbirinizi
aldatmak için yemin etmeyin."
Başka bir ifadeyle bu cümle "yeminlerinizi
aranızda bir aldatma aracı olarak kullanmayın" demektir. Aslında âyetin bu
kısmı, biraz önce açıkladığımız Nahl 91 ve 92. âyetlerin devamı durumundadır.
Ahde vefa olmayınca, verilen sözde durulmayınca yapılan yemin aldatmadan başka
bir şey olmamaktadır. Yeminini aldatma aracı olarak kullanan insan Müslüman
ise, Müslümanlığı zayıf; Müslüman değilse erdemi yok demektir.
Yeminlerini aldatma aracı
olarak kullananlar münafıklardır. Demek ki, münafığın özelliklerinden biri,
yeminini istismar etmek, onunla insanları aldatmaktır.
"Münafıklar yeminlerini kalkan yapıp Allah
yolundan yan çizdiler" (Münâfikûn 63/2). Bu ifade, Allah'a ve onun
mesajına inanma konusunda Hz. Peygamber'e verilen sözü bozmak anlamına da
gelir.
2. "Yoksa
sağlam basmış olan ayak sürçebilir."
Bu ifade, Müslüman iken münafıklığa düşersiniz
demektir. "Ayağın sağlam basması", Müslüman olmak; "ayağın
sürçmesi" de münafıklığa düşmektir. Râzî'nin de ifade ettiği gibi bu
âyete: "İyi halden sonra belaya, nimetten sonra sıkıntıya düşmek"
şeklinde de anlam verebiliriz.
Diğer taraftan tevhid inancını kabul edip Allah'a
teslim olan insan, ayağını yücelere sağlam basmış demektir; verdiği bu sözden
cayınca ise sapıklığa düşmüş olur. Bu sapıkça davranış, olduğu yerde durmaz,
topluma yayılabilir; böylece âyetin üçüncü bölümündeki manevî ve sosyal
hastalık baş gösterir.
3.
"Allah'ın yolundan alıkoymuş olacağınızdan dolayı da acıklı azabı
tadarsınız. Sizin için büyük de bir azap vardır." Yüce Allah, Müslüman
iken münafıklığa düşmenin bir çeşit hastalık olduğuna ve bunun başkalarına
bulaşma ihtimalinin büyük olduğuna dikkat çekmektedir. İyiden kötüye doğru
değişen kişi, bu değişimi sebebiyle de başkalarını etkileyerek Allah'ın
yolundan çıkarma yoluna girer.
İnsanlarla yapılan her sözleşme, her antlaşma Allah
ile yapılmış demektir. Ancak taraflardan biri verdiği sözü ya da yaptığı
antlaşmayı iyice anlayacak nitelikte değilse, kandırılma ihtimali olabilir.
Baştan doğru saydığı maddelerin veya sözlerin zamanla aleyhine olduğu ortaya
çıkar. İşte bu noktada aldatma vardır. 92. âyette belirtildiği gibi, bu durum,
aldatan tarafın imtihanı kaybetmesi ile sonuçlanmaktadır.
Neticede Yüce Allah bu şekilde davranıp Allah'ın
yolundan alıkoyanlara iki çeşit azap uygulamaktadır: Birisi, "dünyada
kötülüğü tatmak", diğeri de, "âhirette acıklı azaba uğramak"tır.
Yeminini, insanları aldatmak için kullanması ve insanları Allah'ın yolundan
alıkoyması gibi iki büyük hata ona iki çeşit azabı getirmektedir.
Âyette, "Allah'ın yolundan alıkoymak" ile
"yeminleri fesada araç, yani aldatmaya araç olarak kullanmak"
arasında bir bağlantı kurulmasına başka bir açıdan bakabiliriz: Öğretmenler
öğrencilerine öğrettikleri bilgileri bozgunculuk için kullanabilirler. Onların
beyin ve gönüllerini yanlış bilgilerle doldurabilirler. Bunları öğretirken de
yemin edercesine ısrarlı olabilirler. Öğrettikleri bâtıl, sahte ve yanlış
bilgilerle onları Allah'ın yolundan çıkarabilirler.
Konuyu siyaset alanına da çekebiliriz: Toplumu idare
edenler, halka her konuda özellikle manevî alanda iyi hamleler yapacaklarına
dair ısrarla yemin edebilirler. İktidarı ele alınca manevî alanda tam tersini
yapıp, halkın manevî kültürünü zehirleme yoluna, planlarına girebilirler. İşte
bunlar yeminlerini aldatmak için kullanıyorlar demektir. İşte bu insanlar hem
bu dünyada hem de âhirette azabı tadacaklardır.[59]
95. Allah'ın antlaşmasını az bir değere satmayın. Eğer
gerçeği biliyorsanız, Allah'ın katında olan sizin için çok daha iyidir.
96. Sizde olanlar tükenir, ama Allah katında olan tükenmez!
Elbette sabırlı davrananlara yapmakta olduklarının ödülünü en güzeli ile
ödeyeceğiz.
Âyetleri açıklamakla varacağımız neticeler olacaktır:
1. "Allah'ın
antlaşmasını az bir değere satmayın."
Antlaşma diye manalandırdığımız
kelime "and" kelimesidir. O zaman "Allah'ın ahdi" ne anlama
gelmektedir? Müslümanlığı kabul e-den, tevhid inancını benimseyen, İslam dinine
giren kişi Allah ile bir ahd, yani bir antlaşma yapmış demektir. Kişinin
Müslümanlığını dünyevî bir menfaat, bir değer uğruna bırakıp başka bir inanç
sistemine, dine dönmesi Allah'ın ahdini az bir pahaya satması demektir.
Bu anlamı ile âyet sanki şimdi inmiştir. Günümüzde
Hıristiyan misyonerler iş, aş vaadi ile kandırıp Müslüman gençleri
hıristiyanlaştırmaktadırlar. Onlar da gönüllerinde sağlam olarak yerleşmeyen
ve bilincinde olmadıkları inançlarını, dinlerini az bir pahaya, dünyalık uğruna
satmaktadırlar.
Olumsuz yönde inanç veya din değiştirmeler bu âyetin
kapsamına girmekte ve Allah'ın ahdini satmak şeklinde nitelendirilmektedir.
Özellikle İslam'dan başka dinlere geçiş bu değerlendirmeye tabi tutulmaktadır.
Hz. Muhammed'i peygamber olarak kabul etmek, Allah'ın ahdini kabul etmek,
Allah'a söz vermek anlamına gelmektedir. Daha sonra o-nun peygamberliğini
kabulden vazgeçmek de Allah'ın ahdini bozmaktır. Hele bir de dünyalık için yapılıyorsa
o antlaşmayı büsbütün satmaktır.
2.
"Eğer gerçeği biliyorsanız, Allah'ın katında olan, sizin için çok daha
iyidir."
Yüce Allah, burada "daha iyi olan"ın nerede
olduğunun bilinmesini ve "bilgi" ile "daha iyi"yi bir
araya getirerek hatayı önlemek istiyor. Allah'ın ahdini az bir pahaya satma
hatasının durdurulması için bilmek şarttır. Neyi bilirsek bu hatayı önlemiş
oluruz? "Daha iyi"nin nerede olduğunu bilirsek, onun eğitimini
alırsak, değerli olanı verip değersiz olanı almayız. Böylece zarar veren bir
alış-verişten vazgeçmiş oluruz.
Din eğitimi ve din âlimleri
"iyi" ve "daha iyi" kavramlarının kültürünü, mukayese
bilincini halka kazandırmalıdır. Genelde din adına aldanmalar, inanç ve din
değiştirmeler bu bilgi, kültür ve bilincin noksanlığından kaynaklanmaktadır.
3. "Sizde
olanlar tükenir, ama Allah katında olan tükenmez."
Allah'ın ahdini az bir pahaya satma gibi büyük bir
hatanın önlenebilmesi için neyin geçici, neyin kalıcı olduğunu bilmek
gerekiyor. Yüce Allah Nahl 96. âyette de bu bilgiyi vermektedir.
Kişi, insanların sahip oldukları veya başkasına temin
ettikleri menfaatlerin kalıcı değil, geçici ve zamanla tükenen özelliklere
sahip olduklarını bilmeli ve ona göre özgür seçeneğini kullanmalıdır. Yüce
Allah iki şeyi insanın önüne koyuyor: "İnsanların katında olan"la
"Allah katında olan". Bunların hangisinin geçici, hangisinin kalıcı
olduğunun bilgisini vererek Yüce Allah, az bir pahaya hak dini bırakıp sahte
dinlere geçenlerin, baki kalanı atmış, dolayısıyla kısa zamanda tükenecek
olanı almış olduğunu bildirmektedir.
4. "Elbette
sabırlı davrananlara yapmakta olduklarının ödülünü en güzeli ile
ödeyeceğiz."
Dünya menfaatini atıp, yahut almayıp, Allah katında
olanı yani uzun vadeli olanı almak gerçekten bir sabır ve dayanma işidir.
Eylemlerin en büyüğü sabırdır. Sabreden insan, ihsan denen fiili işlemiştir.
Yüce Allah onun ödülünü en iyisi ile verecektir. Demek ki ödülün bir alt seviyesi,
bir de en üst seviyesi vardır. Bu insanların ödülü en üst seviyesinden
verilecektir. Âyetteki ahsen kelimesi "en üst seviye"yi ifade
etmektedir.
Yüce Allah burada insanlara,
bir ödüllendirme ilkesini öğretmektedir. Bazı başarılara ödülü alt seviyeden
verilirken bazılarına da en üst seviyeden verilir. Bir kişi pek çok başarılı iş
yapabilir. Bunların en iyi olanına en üst seviyede ödül verilerek
ödüllendirilmelidir.
Netice olarak diyebiliriz ki: Allah'ın antlaşmasını az
bir değere satma gibi büyük bir hatayı önlemenin yolu eğitim ve öğretimden
geçmektedir. Bu eğitim ve öğretim insanlara şunları kazandırıp bilinçlendirecek:
a) Daha iyi
olan nerededir? Daha iyi olanı tercih etmek gerekir.
b) Kalıcı olan ile geçici olan nelerdir ve
bunlar nerede bulunur? Allah katındaki kalıcı, insanların katındaki geçicidir.
c)
Sabrın karşılığı nedir? Dünya menfaatine
karşı koyup uzun vadeli faydanın peşine koşmak bir sabır işidir. Onun için
bunu becerenlere en üst düzeyde ödül verilecektir.
İlk iki madde bilgilendirme ve bilinçlendirme olurken,
üçüncüsü de teşvik niteliğindedir. Böylece insanları bir davranışa motive
etmek, yani onları teşvik etmek için ödülün şart olduğu ilkesi de getirilmiş olmaktadır.
Onun için eğitim ve öğretim faaliyetinin ayrılmayan bir parçası da
ödüllendirmektir.[60]
97. Erkek veya kadın olsun her kim inanmış olarak iyi
bir iş yaparsa, onu hoş bir hayatla yaşatırız ve onların ödülünü yaptıklarının
en güzeli ile veririz.
Aslında bu âyet önceki iki âyetin devamı durumundadır
ama biz onu önemli bir mesajı nedeniyle ayrı olarak tefsir etmeyi uygun buluyoruz.
1.
Bu âyetten çıkaracağımız birinci ilke şudur:
Kur'ân kadına da amel yapma özgürlüğünü tanımıştır. Meselâ bu bağımsız ameli
zekat, infak, hac gibi ibadetler konusuna getirirsek, çalışıp para kazanan
kadın bağımsız olarak, kocasından ayrı zekatını verebilir, infakını yapabilir,
haccmı yapabilir ve kurbanını kesebilir.
Bunu nereden çıkarıyoruz? Âyette erkek ve kadın ayrı
ayrı anılmaktadır. Bu bizi bu genellemeye götürmektedir. Demek ki Kur'ân ile
Yüce Allah kadına kendi başına ibadet yapma özgürlüğünü tanımıştır. Buradaki
özgürlük, kadın kız ise ailenin büyüklerinden; eş ise kocasından habersiz
bunları yapacaktır anlamına alınmamalıdır. Haberleşmek, bilgilendirmek,
özgürlüğü engelleyen ya da yaralayan bir şey değildir.
2. Âyette
geçen ve hüve mü'min ifadesi, iyi ameli
yapanın iman etmiş olmasını şart koşmaktadır. Burada iman, amelin şartı durumundadır.
Çünkü iman, amelin değerlendirilmesinde olmazsa olmazı teşkil etmektedir. İman
edip amel yapmayan ile amel yapıp iman etmeyen arasında fark vardır. İman
etmeyip amel yapanların amelleri mahşerde değerlendirilmeye tâbi
tutulmayacaktır (Âl-i İmrân 3/22; Muham-med47/l;9).
Böylece âyet, iman ile amelin arasındaki ilişkiye
dikkat çekmekte ve konunun iman edenlerin ameliyle ilgili olduğuna işaret
etmektedir. Tek başına iman Allah katında bir değer ifade ettiği halde, imansız
amel bir değer teşkil etmemektedir.
3. "Onu
hoş bir hayatla yaşatırız."
İman edip iyi amel işleyenlerin bu yaptıkları şeyler,
onlara mutlu, hoş, temiz bir hayat olarak geri dönecektir. Onlara bu mutlu, hoş
ve temiz hayatı bizzat Allah temin edecektir.
Âyette geçen îd» "tayyibe" sıfatı ne anlama
gelmektedir?
a) Fâtır
sûresinin 10. âyetine göre, "şerefli" anlamına gelmektedir:
"Kim şeref istiyorsa, bilsin ki şerefin hepsi
Allah'a aittir. O'na ancak temiz sözler yükselir. Onları da Allah'a, iyi amel
ulaştırır." Demek ki iman, tayyibe denen, "güzel, hoş, doğru, temiz
söz" anlamına gelmekte ve amel ile
birleşince de, Allah'tan şeref
alıp gelmektedir. O zaman tefsirini yapmakta olduğumuz âyette hayât-i tayyibe,
"şerefli hayat" demek oluyor.
b) Tayyib
kelimesine "şeref manası verince bu defa âyet, "Kur'ân'a uygun
yaşanan hayatın kazandırdığı şeref anlamına gelmekte ve akıl ile Kur'ân'ı bir
araya getiren insanın yaşayacağı hayat olmaktadır.
Bu anlama Enbiya 10. âyeti delil
getirebiliriz: "Andolsun, size içinde şerefiniz olan bir kitap indirdik.
Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?"
Demek ki, iman edip iyi amel işleyenlere, bu dünyada
şerefli, o-nurlu bir hayatı Allah temin edecektir.
c) Bu
âyetteki tayyib kelimesi, "dünya hayatının güzellikleri" anlamına da
gelir. Bu yorumun delili Ahkâf 20'dedir: "Dünyadaki hayatınızda bütün
güzel şeylerinizi harcadınız." O zaman bu âyeti yorumunu yaptığımız Nahl
97'e getirirsek âyete, "onu güzel bir hayatla yaşatırız" manasını
verebiliriz.
d) tâbe
kelimesinden türeyen ve tayyib kelimesinin kardeşi durumunda olan tûbâ kalıbı da "mutluluk" anlamına
gelmektedir (Ra'd 13/29). Bu manadan hareket edersek, yorumunu yapmakta olduğumuz
Nahl 97'deki tayyib kelimesine "mutlu" manasını verebilir ve âyeti de
"ona Allah'ın mutlu bir hayat yaşatacağı" şeklinde
anlamlandı-rabiliriz.
e)
A'râf 58 ve Sebe' 15. âyetlere göre de bu
insanlara ekonomik açıdan bereketli bir hayat yaşatılacağını söylememiz
mümkündür.
f) Âl-i
İmrân 38'e göre de bu âyet temiz bir hayat yaşatılacağı anlamına gelmektedir.
Neslinin de mükemmel, asaletli, temiz, şahsiyetli olacağı bir dünya hayatı ona
bahşedilecektir.
4. "Ve
onların ödülünü yaptıklarının en güzeli ile veririz.'
Âyetin bu kısmının açıklamasını Nahl 96'nın son kısmında
yapmıştık.
Ancak burada söyleyeceğimiz tek
şey, bu ödülün âhirette verileceğidir.
Netice olarak diyebiliriz ki, Yüce Allah bu âyeti ile
insanların yaptıkları amellerin boşa gidip gitmediği konusundaki
düşüncelerini, tereddütlerini cevaplandırmaktadır. İman ve iyi amelin
karşılığı hem bu dünyada hem de âhirette görülecektir. Ameller kaybolmamakta,
mutlaka değerlendirilip karşılıkları kat kat Allah tarafından geri ödenmektedir
ve ödenecektir. Böylece bu düşünce ve tereddütler ortadan kalkmaktadır.
Bu âyetten çıkaracağımız diğer netice şudur: Din,
insana âhireti sunan, âhiret hayatında ceza ve ödülün olduğunu sunan bir inanç
ve e-mirler bütünüdür. Ama Felsefe insana âhiret sunamadığı için din olamamaktadır.
Felsefeyi insan ürettiği için insana böyle bir hayat veremez; ama dini Allah
koyduğu için böyle bir hayatı ve ödülü sunabilmektedir.[61]
98. Kur'ân
okuduğun zaman, o kovulmuş şeytandan Allah 'a sığın.
99. Gerçek şu
ki: İman edip de yalnız Rabblerine tevekkül edenler üzerinde şeytanın bir
hakimiyeti yoktur.
100. Onun hakimiyeti, ancak onu dost edinenlere ve onu
Allah 'a ortak koşanlaradır.
Kur'ân okumaktan söz eden
mesajla başlayan bu âyetler, kovulmuş şeytanın hakimiyetine kadar uzanmakta,
ancak öncelikle Kur'ân okunurken yapılması gereken işi belirlemektedir.
1. "Kur'ân
okuduğun zaman o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın."
Âlimler, Kur'ân okuyup bitirdikten sonra mı
isti'âze/e'ûzü çekip Allah'a sığınılacağı, yoksa başlarken mi bu işlemin
yapılacağı meselesinde ihtilaf etmişlerdir. Bir kısmı bitirince, bir kısmı da
başlarken "Allah'a sığınmak farzdır", demişlerdir. Âyette emir,
doğrudan Hz. Peygamber'e verilmekle beraber onun şahsında bütün
Müslümanlaradır. Meselâ, Müslüman olmayıp da Kur'ân'la ilgili sadece araştırma
yapanı bu emir bağlamaz.
Burada şu soruyu sormamızda yarar vardır: Kur'ân
okumaya başlarken neden kovulmuş şeytandan Allah'a sığınmak anlamına gelen
is-ti'âze, yani e'ûzüyü çekeceğiz? Daha önce açıkladığımız 89. âyetten itibaren
95. âyete kadar olan âyetlerde yer alan inanç, ahlâk ve sosyal kuralları, ilâhî
hükümleri yerine getirebilmek için şeytanın müdahalesini devre dışı bırakmak
için isti'âze emredilmektedir.
Daha geniş manada alırsak, Kur'ân'ı okumak Kur'ân'ı
anlayıp hayata tatbik etmek, onu öğretmek demektir. Buradaki okuma emri, bugün
yapıldığı gibi sadece okumayı değil, onu öğretmeyi, yaşamayı yani hayata
tatbik etmeyi de içine almaktadır.
Buradan eğitim için, özellikle din eğitimi için önemli
bir ilkeyi çıkartıyoruz. Kur'ân okunurken isti'âze denen e'ûzü çekilmesi
lazım. Başka bir ifade ile kovulmuş, taşlanmış şeytanın etkisinden Allah'a
sığınmak gerekiyor. Bunu tamamlayacak nitelikte olmak üzere aynı durum ' Alak
sûresinde de besmele için geçmektedir. Yüce Allah: "Yaratan Rabb'inin adı
ile oku!" ('Alak 96/1) buyururken, okumaya başlarken besmeleyi çekmeyi
şart koşmaktadır. Bu âyet ile yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 98. âyeti bir
araya getirirsek, Kur'ân okurken
hem isti'âze, yani e'ûzü çekilecek hem de besmeleyle
yani Allah'ın a-dıyla başlanacaktır.
Demek ki Nahl 98'e göre, Kur'ân okunurken sadece
Allah'a sığınmakla yetinilmeyecek, aynı zamanda okumaya 'Âlak l'in de desteğiyle
O'nun adıyla başlanacaktır. Kur'ân okumaya başlanırken isti'âze ve besmelenin
çekilmesi keyfî değil, tam tersine Allah'ın emri olduğundan farzdır. Bundan
giderek şunu söylüyoruz: İsti'âzesiz ve besmelesiz eğitim ve öğretim
bereketsizdir ve şeytanın müdahalesine açıktır.
İşte hem Kur'ân'ı öğreten hem de öğrenen kişiler,
isti'âze ve besmeleyi çekeceklerdir. Hacc sûresinin 52. âyetine göre şeytan,
peygamberlerin eğitimine bile karışma çabasında olmaktadır. Bizim eğitim ve
öğretimimize elbette müdahale edecektir. Bu müdahaleyi devre dışı bırakmak
için Kur'ân okumaya, öğretmeye isti'âze ve besmele ile başlamamız zorunludur.
Bu izahlarımızda da görüldüğü gibi isti'âzenin ne
zaman gerekli olduğu konusundaki tartışma da açıklığa kavuşmuş olmaktadır.
Okumaya Allah'ın adıyla başlamanın emredildiği 'Alak sûresinin ilk âyetiyle bu
âyet birlikte düşünüldüğünde isti'âzenin de Kur'ân okumaya başlamadan önce
gerekli olduğu anlaşılmış olmaktadır.
Bir sonraki âyete bakarsak isti'âzenin, şeytanın
hakimiyetini kırmak için de şart koşulduğunu anlarız.
2. "Gerçek
şu ki: İman edip de yalnız Rabb'lerine tevekkül edenler üzerinde şeytanın bir
hakimiyeti yoktur."
Yüce Allah, âyette "hakimiyet, nüfuz,
yaptırım" anlamına gelen sultân kelimesini kullanmaktadır. Bunu da şeytana
bağlamaktadır. Âyet, şeytanın hakimiyetinin, nüfuzunun, yaptırımının kimlere
etkili olmayacağı meselesine açıklık getirmektedir. Şeytanın:
a) İman
eden,
b) Allah'a
tevekkül eden müminlerin üzerinde yaptırımı yoktur.
Bu âyetin, Kur'ân okumaya
başlarken isti'âze çekme emrinden hemen sonra gelmiş olması ilginçtir. İman
edip Rabb'lerine dayanan, O'na tevekkül eden mümin kimse kendini şeytanın
etkisine kapamış demektir. Buradaki "iman" kelimesi tevekkülün
dışındaki bütün amelleri kapsamına almaktadır. Çünkü şeytanın kendisi ihlâsa
erenleri etkisi altına alamayacağını Sâd 82-83'te itiraf etmektedir.
İbrahim 22'de de şeytan,
insanları davet etmekten başka bir nüfuzu, etkisi ve hakimiyeti olmadığını
söylemektedir.
Başka bir açılımla diyebiliriz ki, imandan sonra gelen
tevekkül kelimesi, insan-ı kâmil olmak için gerekli olan bütün amelleri
kapsamına almaktadır. Şeytanın gücünü, hakimiyetini, nüfuzunu, yaptırımını
kıran ve bağımsızlığını ilan eden kâmil insanın durumu bu âyette anlatılmakta
ve böylece şeytanî güçlerden kurtulmanın yolu açıklanmaktadır.
Allah'a sığınan, yani Allah'a dayanıp tevekkül eden
insan, Allah'ın koruması altına giriyor demektir. İman, isti'âze, tevekkül ve
eğitim bu korumayı elde etmenin şartlarını teşkil etmektedir. Kur'ân okumak
eğitim-öğretimi; iman, isti'âze ve tevekkül de Allah'a güvenip sığınmayı ifade
etmektedir. Bunlar insanın şeytanın elinde oyuncak olmasını önleyecek ilâhî
müdahaleyi sağlamaktadır.
3. "Onun
hakimiyeti, ancak onu dost edinenlere ve onu Allah'a ortak koşanlaradır."
Yüce Allah bir önceki âyette, şeytanın etki altına
alamayacağı insanların iki özelliğini vermişti. Bu âyette de onun etkisi
altına girenlerin iki özelliğini gündeme getirmektedir:
a) Şeytanı
dost edinen
b) Onu
Allah'a ortak koşan
Şimdi şeytanı dost edinenlerin kimler olduğu sorusunu
cevaplandırabiliriz.
i. Şeytana
veya şeytanın adımlarına tabi olanlar ve haram yiyenler
"Ey insanlar! Yeryüzünde
bulunanların helâl ve temiz olanlarından yeyin; şeytanın peşine düşmeyin, zira
şeytan sizin açık bir düşmanınızdır" (Bakara 2/168). Demek ki helâl ve
temiz rızıklardan yemeyenler şeytana tâbi olmaktadır.
ii. Barışa
girmeyenler
"Ey
iman edenler! Hep birden barışa girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü
o, apaçık düşmanınızdır" (Bakara 2/208). Demek ki barışa girmeyenler,
şeytana tâbi olup onu dost edinmiş olacaktır.
iii.
İnanmayıp mallarını gösteriş için harcayanlar "Allah'a ve âhiret' gününe
inanmadıkları halde mallarını, insanlara gösteriş için sarf edenler de
(âhirette azaba uğrayacaklardır). Şeytan bir kimseye arkadaş olursa, ne kötü
arkadaştır o" (Nisa 4/38). İnkar edip mallarını gösteriş için infak
edenler, şeytanın arkadaşı olmaktadır. Şeytana arkadaş olan aynı zamanda onun
dostu olmaktadır.
iv. Tâğûtun
uğruna savaşanlar
"İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inanmayanlar
ise tâğût yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın.
Şüphesiz ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır" (Nisa 4/76). Bâtıl düşünceler,
felsefeler, sistemler ve şeytan tâğûtu teşkil etmektedir. Tâğûtun diğer tanımı,
Allah'tan insanı uzaklaştıran her şeydir. Bunun uğruna savaşanlar şeytanın
dostu olmaktadır.
v. Allah'ı
anmayı unutanlar
"Şeytan onları etkisi
altına aldı da kendilerine Allah'ı anmayı unutturdu. İşte onlar şeytanın
yandaşlarıdır. İyi bilin ki şeytanın yandaşları hep kayıptadırlar"
(Mücâdele 58/19);
"Kim Rahman'ı anmaktan gafil olursa yanından
ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz" (Zuhruf 43/36).
vi.
Müminlerle mücâdele edenler
"Üzerine Allah'ın adı anılmadan kesilen
hayvanlardan yemeyin. Kuşkusuz bu, büyük günahtır. Gerçekten şeytanlar
dostlarına, sizinle mücâdele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız,
şüphesiz siz de Allah'a ortak koşanlar olursunuz" (En'âm 6/121).
vii.
İnanmayanlar
"Şüphesiz ki biz,
şeytanları inanmayanların dostları kıldık" (A'râf 7/27).
viii.
Sapıtanlar
"O, bir grubu doğru yola iletti, bir gruba da
sapıklık müstehak oldu. Çünkü onlar Allah'ı bırakıp şeytanları kendilerine
dost edindiler. Böyle iken kendilerinin doğru yolda olduklarını
sanıyorlar" (A'râf 7/30).
ix. İsraf
edenler
"Zira böylesine saçıp savuranlar şeytanların
dostlarıdırlar. Şeytan ise Rabb'ine karşı çok nankördür" (İsrâ 17/27).
Diğer taraftan şeytanın gücü, kendisini Allah'a ortak
koşanlara yetmektedir. Şeytanı Allah'a ortak koşan var mıdır? Hz. İbrahim'in babasına
söylediğinden bu tip insanların olduğunu anlıyoruz: ji£ V cJJ \ illallll
"Babacığım şeytana tapınma" (Meryem 19/44). Günümüzde satanistlerin
olması da buna delil teşkil etmektedir. Şeytanın elbette etkinliği olacaktır.
Netice olarak diyebiliriz ki, iman edip Allah'a
tevekkül edenin ü-zerinde şeytanın hiçbir yaptırımı olamayacaktır; ama şeytanı
dost edinen ve onu Allah'a ortak koşanların üzerinde etkisi olacaktır. Demek ki
iman ve tevekkül şeytandan uzaklaştırmakta, aynı zamanda da Allah'a
yaklaştırarak O'nun korumasını temin etmektedir. Onun içindir ki Kur'ân okunurken
Allah'a sığınmak anlamına gelen isti'âze çekilmesi zorunludur. Bu âyetler aynı
zamanda din eğitiminin amaçlarını ve metodunu tayin etmektedir.[62]
İ02. âyetin yerini başka bir âyetle değiştirdiğimiz
zaman -ki Allah ne indirdiğini en iyi bilendir- onlar şöyle derler: Sen sadece
düpedüz bir iftiracısın. Hayır, onların çoğu bilmiyorlar.
102. De ki: Kur 'ân 'ı Kutsal Ruh, Rabb'inin katından,
inananların inançlarını pekiştirmek için ve Müslümanlara rehber ve müjde
olarak gerçekle indirmiştir.
1. Âyetin
analizinden çıkacak önemli neticeler olacaktır.
"Biz bir âyetin yerini başka bir âyetle değiştirdiğimiz
zaman."
Âyetin bu kısmının nesh konusu ile ilgili olduğunu
söyleyenler vardır. Nesh konusunu geniş bir şekilde Bakara 106'da açıkladık.
Burada aynı konuyu tekrar etmenin bir anlamı yoktur. Ama şunu söylememiz
gerekiyor: Kur'ân'ın herhangi
bir âyeti diğerinin
hükmünü asla kaldırmaz.
Birbirinden farklı görünen ve aynı konu ile ilgili
âyetler, insanlara farklı şartlar altında farklı davranma seçeneğini tanıyan
âyetlerdir. Kur'ân'ın bir âyetini diğer bir âyeti kaldırmış, hükmünü
değiştirmiş demek, Kur'ân'a hakaretten başka bir şey değildir.
Kur'ân'ın geliş sebebi ne ise, nesh konusunda önceki
kitaplarla o-lan ilişkisi de odur. Bu âyet, bütün peygamberlere gelen vahyin
evrensel olanları hariç, yöresel olan hükümlerin bazısını kaldırması meselesine
işaret etmektedir. Bakara 106'da nesh ile yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl
101. âyetteki tebdîl kelimelerini bu anlamda düşünmek gerekiyor. Kur'ân kendinden
önceki ilâhî vahyi ihtiva eden kitapların evrensel ilkelerini tasdik ederken,
yöresel ve o günkü kültürle ilgili olanların yerine de yeni hükümler koymuştur.
2. "Allah
ne indirdiğini en iyi bilendir."
Vahyi gönderen, vahyin kaynağında olan zat, ne
indirdiğini en iyi bilendir. Böyle olmasından daha doğal ne olabilir. Önceki
peygamberlere gönderilen mesajların evrensel olmayanını kaldırıp yerine Kur'ân
â-yetlerinin evrensel olanını koyması meselesini insanların tartışması doğru
değildir. Kur'ân âyeti gibi, sûresi gibi bir âyet veya sûre getiremeyecek
olanların böyle bir tartışmayı açması doğal değildir.
Beşer, beşerin yazdığı bir kitabı, bir fikri, görüşü
tenkit edebilir; ama Allah'ın vahyini tenkit etme hakkına sahip değildir.
Âyetleri indiren, onlar arasındaki ilişkiyi en iyi
bilen olduğu için hangisini hangisinin yerine koyacağını da bilir ve buna
insanların karışması da yersizdir.
3. "Onlar
şöyle derler: Sen sadece düpedüz bir iftiracısın. Hayır, onların çoğu
bilmiyorlar."
Müşrikler, Yüce Allah'ın, önceki âyetleri yani önceki
peygamberlere gelen vahyin yöresel olan hükümlerini değiştirmeyeceğini, böyle
bir değişimin olacağını söyleyen kişinin, vahyi getiren Hz. Muhammed'in iftira
ettiğini, uydurduğunu ileri sürdüler. Hz. Peygamber'in katıksız bir iftiracı
olduğunu kimlerin söylediğini cevaplandıran âlimler, hep müşrik ve kâfirlere
işarette bulunmuşlardır. Halbuki günümüzün değerlendirmelerine bakarsak bu
iddiaya günümüz kitap ehlinin de katıldığını söyleyebiliriz.
Onların Hz. Peygamberi iftira
ile suçlamalarının sebebini Yüce Allah âyetin sonunda
"bilmeme"lerine bağlamaktadır. Bilgisizlik onların bu aşırı ve ağır
saldırılarına neden olmuştur.
Onların bilmemesi, cehaletleri yeni peygamberin geçmiş
vahyin yöresel ilkelerinde yaptığı değişimi hazmetmelerini, anlamalarını
engelliyor ve bu konudaki değişime ayak uyduramıyorlardı. Bilmeyen insanlar,
hayata yeni ufuklar katan, yeni çözümler getiren, eskinin yerine yenisini koyan
mesajı getiren peygamberlere hep olumsuz tepki göstermişlerdir.
Yüce Allah bunu bize anlatırken, yeniliğin, değişimin
ve daha güzelin sevdalısı olan ve bu uğurda üretim yapan düşünürlerin, bilim
a-damlarının tepki göreceğine işaret etmektedir. İnsanlar her zaman yeniye
tepki göstermişlerdir ve bu insanlar medeniyetin, insanlığın gelişmesine engel
olmuşlardır.
Dini alanda bu işi yapanlar da İslam'ın yayılmasını
zorlaştırmış ve geciktirmişlerdir.
4.
"De ki: Kur'ân'ı, Kutsal Rûh, Rabb'inin
katından inananların inançlarını pekiştirmek için ve Müslümanlara rehber ve
müjde olarak gerçekle indirmiştir."
a)
Rûhu'l-Kudüs ifadesi, "kutsal, temiz ruh" anlamına gelmektedir.
Bunun ilâhî vahyi peygamberlere taşıyan Cebrail olduğunda hemen hemen âlimler
arasında ittifak vardır. Kur'ân "rûh" olduğuna göre (Şûra 42/52) onu
taşıyan da "rûh" olmalıdır.
Yüce Allah Hz. Peygamber'in uydurmadığını, müfteri
olmadığını ispat için onlara bu şekilde cevap vermektedir. Bu cevapla Yüce
Allah hem vahyin kaynağının Kendisi olduğunu hem de onu Hz. Muhammed'e
Cebrail'in taşıdığını söyleyerek, Hz. Muhammed'in onun
oluşumunda hiçbir dahlinin olmadığını ispat etmektedir.
b) Diğer
taraftan, Kur'ân'in neyi değiştirip değiştirmediği konusu onları
ilgilendirmediği için, Kur'ân'ın görevinin neler olduğuna bakmaları
kendilerine önerilmektedir.
Yüce Allah, kendilerini aşan, bilemedikleri ve
anlamalarının mümkün olamayacağı işleri değil de, Kur'ân'dan nasıl istifade
edecekleri konusunu düşünmelerini buyurmaktadır. Bu konudaki açıklamalarını
şöyle yapmaktadır:
i. Kur'ân,
inananların inançlarını pekiştirmek için gönderilmiştir. Kur'ân'ın gönderiliş
amacı inanan insanların imanını sağlamlaştırmaktır.
Buradaki "iman edenler" ifadesine yeni bir
boyut kazandırabiliriz. Buradaki ifade, Hz. Muhammed'in getirdiği vahye
inananlar olduğu gibi, Hz. Muhammed'den önceki dinlerin tevhid inancına bağlı
olanları da ifade etmiş olabilir. Tevhid inancına inananların inancını
pekiştirmek, kuvvetlendirmek için Kur'ân gönderilmiştir. Çünkü Kur'ân'ın
onların inandıkları vahyin evrensel olan ilkelerini tasdik edip yöresel
olanlarını değiştirdiğini görünce imanları pekişecektir.
ii. Kur'ân,
bütün benlikleri ile Allah'a teslim olanların rehberidir. Buradaki
"rehber" kavramını, "doğru yol bilgisini sunmak" anlamına
almak gerekiyor. Ama Müslüman adam hidâyete erdiğine göre, "rehber"
kelimesine başka bir açıdan bakmak zorundayız. Kur'ân, Müslümanın ulaştığı
manevi seviyeyi koruması için ona destek vermekte, ona rehberlik etmektedir.
Bu demektir ki, manevi bakımdan her seviyede olan insanın Kur'ân'ın
rehberliğine ihtiyacı vardır.
iii. Kur'ân,
bütün benlikleri ile Allah'a teslim olanlara bir müjdedir.
Demek ki Yüce Allah, Hz.
Peygamber'i müfteri ilan edenlere Kur'ân'ın imanı pekiştirici, rehberlik edici
ve müjde verişi yönü ile ilgilenmelerini, bu görevleri bakımından ondan
istifade etmelerini önermektedir. Kur'ân, iman eden ve bütün benliği ile
Allah'a teslim olanlarla uğraşmaktadır. Kur'ân'in, iman etmeyenleri imana, iman
edip teslim olanları da manen geliştirmeye yönelik faaliyetleri vardır.[63]
103. Andolsun
ki biz, onların "Kur'ân'ı ona bir insan öğretiyor" demekte
olduklarını biliyoruz. Nisbet etmeye uğraştıkları adamın dili yabancıdır.
Oysaki bu apaçık bir Arapça'dır.
104. Allah'ın
âyetlerine inanmayanlara Allah kılavuzluk etmez. Onlar için acıklı bir azap
vardır.
105. Allah'ın âyetlerine inanmayanlar, ancak yalan uydurur.
İşte onlar yalancıların kendileridir.
Yüce Allah kâfirlerin tepkisinin boyutlarını gündeme
getirmektedir.
1. "Andolsun
ki biz, onların 'Kur'ân'ı ona bir insan öğretiyor' demekte olduklarını
biliyoruz."
101. âyette Hz. Peygamber'in
Kur'ân'ı uydurduğunu söyleyenlerin olduğunu gördük, 103. âyette de Kur'ân'ı ona
başka bir insanın öğrettiğini söyleyenler gündeme getirilmektedir.
Kur'ân'ın önceki kitaplarının
evrensel ilkelerini tasdik edici boyutundan hareket edenler, ona o vahyleri ve
geçmiş peygamberlerin olgularını anlatanın onları bilen birinin olduğunu iddia
ettiler. Kur'ân o kişinin sadece Arapça bilmediğini söylemekle yetinmekte, onun
ismini ve inancını belirtmemektedir. Bilginler bunun Mekke de oturan,
Hıristiyan olan yabancı biri olduğunu söylemektedirler. Rumca bilen Ebu Meysere
olduğunu Râzî nakletmektedir.
Kimin olduğu önemli değildir, önemli olan o kişinin
Arapça bilmemesi ve kâfirlerin böyle birinin olduğunu iddia etmeleridir.
Yüce Allah onların bu iddialarım, o kişinin dilinin
Arapça olmadığı ve Kur'ân'ın apaçık Arapça olması esası ile çürütmektedir.
Âyette geçen ı el-ilhâd kelimesi jJ- lehade fiilinden
türemiştir. "Ölüyü defnetmek, kabir kazmak, bir şeye meyletmek, bir şeyden
yüz çevirmek, zulmetmek, şüphe etmek, ok hedeften sapmak, doğru yoldan sapmak,
münakaşa yapmak, yanlış sözler söyleyerek hareket etmek, Allah'ın dininden
sapmak, küfretmek" anlamlarına gelen bu kelimeden türeyen mülhid kalıbı
da. "kâfir, ateist" anlamına gelmektedir.[64]
1) Eğip
bükmek
"En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na
güzel isimlerle dua edin. Ve O'nun isimlerinin anlamını eğip büken kimselerden
uzak durun" (A'râf 7/180).
2) Anlamım
saptırmak
"Âyetlerimizin anlamını saptıranlar bizden
gizlenemezler" (Fussilet 41/40).
3) Sapıkça
eylemler yapmak
"Kim orada sapıkça eylemler yapmak isterse, ona
acı azaptan tattırırız" (Hacc 22/25). Bu eylemler Mescid-i Haram'in değerini
düşürmeye yönelik olursa bu kelime ile ifade edilmektedir.
4) Nisbet
etmek
Yorumunu yapmakta olduğumuz
Nahl 103'te ilgili kelime bu anlama gelmektedir.
5)
Sığınılacak yer
"Rabb'inin kitabında sana
vahyedileni oku. Onun kelimelerini değiştirebilecek yoktur. O'ndan başka bir
sığmak da bulamazsın" (Kehf 18/27).
Aynı anlmda olmak üzere bu kelime Cin 22'de de
"multeheda" kalıbında gelmektedir.
Dini ilkelere karşı ortaya konan her türlü sapmaya
ilhâd denmektedir. Kök manalarından biri olan, "kabir kazıp ölüyü
defnetmek" anlamından hareket edersek, "hakikati, doğruyu ve tevhid
inancını gömen" manasına gelen mülhid kelimesi "dinden uzak duran,
her çeşit inancı terk eden" demektir. Mülhidlerin durumu, yani imandan
sonra inkârı seçenler Âl-i İmrân 90-91. âyetlerde ele alınıp açıklanmıştır.
Demek ki yorumunu yaptığımız âyette yülhidûn kelimesi,
"meyledip işaret etmek" manasına gelmektedir. Bu kelimenin bu
anlamda burada kullanılması manidardır. Kur'ân'ın şerefini düşürmek için yapılan
bir iş olduğu için burada da Hacc 25'teki anlamında kullanılmıştır.
Âyetin genelinden şu neticeyi çıkartabiliriz: Öğretim
ana dili ile olursa etkili olur. Kaliteli öğretimin olmazsa olmazını ana dili
ile öğretim teşkil etmektedir.
2. "Allah'ın
âyetlerine inanmayanlara Allah kılavuzluk etmez. Onlar için acıklı bir
azapardır."
Yüce Allah iman ile hidâyet arasında bir bağlantı
kurmaktadır. Başka bir ifadeyle tersine bir bağlantı kurarak inkâr edenleri
doğru yola iletmeyeceğini söylemektedir. Kılavuzluk diye tercüme ettiğimiz
kavram hidâyettir. Hidâyet kelimesi âyette fiil kalıbında gelmiştir. Bunun en
güzel örneğini Hz. Ömer yaşamıştır. Tâhâ sûresinin ilk âyetlerini eline alıp
okumasaydı, onların manasını derinden kavramasaydı Allah onu hidâyete
erdirmezdi.
Bu tip insanların cezasını Yüce Allah acıklı azap
olarak belirtmektedir. Allah'ın âyetlerini, mesajlarını inkâr etmek ya da
onlara inanmamak Allah'a isyan etmek, O'nun üzerimize olan hakkını çiğnemekten
başka bir şey değildir. İsyan eden de elbette bunun karşılığını bulacaktır. Demek
ki, iman Allah'ın müdahalesinin, hidâyetinin alt yapısını oluşturmaktadır.
3. "Allah'ın
âyetlerine inanmayanlar, ancak yalan uydurur. İşte onlar yalancıların tâ
kendileridir."
Yüce Allah "yalan uydurmanın" sebebini
tesbit etmektedir. Allah'ın âyetlerine inanmamak sebep; yalan uydurmak da
sonuç olmaktadır. Demek ki yalan iftirada bulunan, yalan uyduran insanların
imandan zorları vardır. Yüce Allah onları "yalancı" olarak ilan
etmektedir.
Onların Hz. Peygamber'e, birinden ders aldı, biri ona
öğretti diyerek iftira etmelerinin altında inkârları, inanmamaları, yalancı
olmaları yatmaktadır. Çünkü Kur'ân'm ihtiva ettiği konuları bir kişiden öğrenebilmek
için uzun zaman o insandan ders almak gerekiyor. Ayrıca o insanın da Kur'ân'in
bütün konularını bilecek ilmi seviyede olması gerekiyor. Daha dili Arapça
olmayan bir insanın, bütün bu konuları, bu edebi seviyede öğretmesi
imkansızdır. Kur'ân gibi bir kitabı yazacak, öğretecek bir insanı çağımızda
bile bulmak imkansızdır. O devirde bunu gerçekleştirmeyi iddia etmek aklın
sınırlarını aşmaktır.
Bir de eğer böyle bir kişi var idiyse bu muhteşem
kitabı onun kendisi gündeme getirirdi. Neden başkasına bu şerefi versin ki?
Kur'an'da pek çok âyet Hz. Peygamber'in bu kitaba hiçbir müdahelede
bulanamayacağı gerçeğini dile getirmekte, değişiklik isteyenlere bunu
kendisinin yapamayacağını bildirmekte, mucize isteklerine devamlı olarak
olumsuz cevaplar vermektedir. Hz. Peygamber'e soru sorulduğunda cevap vermek
için zaman istemesi bu kitabı vahyen bir makamdan aldığının en önemli
göstergelerinden biridir.
Durum böyle olunca kendi dili yabancı bir dil olan bir
şahsın, Kur'an gibi edebiyat şaheseri olan bir kitabı Hz. Peygamber'e öğrettiği
iddiası çok garip bir iddiadır ve Kur'an da bunun mümkün olmadığını kendisinin
apaçık bir Arapça olduğu bilgisiyle reddetmektedir. Fussilet sûresinin 44.
âyetinde müşriklerin muhtemel bir sorusu gündeme getirilerek "eğer
Kur'an'ı yabancı dilde bir kitap yapsaydık o zaman 'Onun âyetlerinin
açıklanması gerekmez miydi? Bu Arapça mı, başka bir dilde mi?' derlerdi"
ifadesine yer verilerek yabancı dilde olmanın Kur'an'a uygun bir nitelik
oluşturmadığı belirtilmektedir.
Yukarıda her ne kadar âyetlerin yerinin değiştirilmesi
konusunu işlerken bu karşı çıkışı ehl-i kitabın yapmış olabileceği bilgisine
yer vermiş olsak da devam eden âyetlerde konunun müşriklerin karşı çıkışlarıyla
ilgili olduğu bilgisi ağır basmaktadır. Sûrenin Mekke'de indirildiği gerçeği de
göz önüne alındığında tüm bu iddialı sözlerin müşriklere aidiyeti ortaya
çıkmakta ve Kur'an'm onlara verdiği mantıklı cevaplar görülmektedir.
Sonuç olarak Kur'an'ı Allah, vahy meleği aracılığıyla
indirmiş, âyet değişikliklerini de kendisi yaparak onu bir beşerin öğrettiği
iddialarını geçersiz kılmıştır. Çünkü Kur'an, apaçık bir dille indirilmiş,
Arap olmayan birinin bu edebî sanatı bu şekilde uygulamaya koymasının imkansızlığı
gündeme getirilmiştir.[65]
106. Kalbi imanla dolu olduğu halde, zorlananın dışında
olan kimse inandıktan sonra, Allah'ı inkâr eder ve gönlünü inkarcılığa açarsa,
bunlara Allah katında bir öfke vardır ve büyük azap da onlaradır.
107. Bu,
onların âhirete karşı dünya hayatını tercih etmelerinden ve Allah'ın da inkâr
eden toplumu doğru yola getirmemesinden ötürüdür.
108. İşte,
Allah'ın gönüllerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimseler bunlardır.
Ve onlar gafillerin tâ kendileridir.
109. Şüphesiz,
âhirette kaybedecek olanlar da bunlardır.
Bu üç âyet birbirini tamamlar nitelikte, Hz. Peygamber
döneminde olan bir olayı evrensel boyuta taşıyan bir özelliktedir. Olay şudur:
Kureyş kâfirleri Ammâr, babası Yâsir ve annesi
Sümeyye'yi zorlayarak İslam'dan müşrikliğe döndürmeye çalışıyorlardı. Onlar
bunu kabul etmeyince annesi Sümeyyenin bir ayağını bir deveye, diğer ayağını
da başka bir deveye bağlayıp develeri ters istikamette hareket ettirdiler.
Böylece Sümeyye'yi parçaladılar. Babası Yâsir'i de öldürdüler. İşte İslam'ın
ilk şehitleri bunlardır. Ammâr ise. onların işkencelerine dayanamadı ve dili
ile onların istediklerini söyledi, ama bu söyleyişi gönülden değil, dilden idi.
Durum Hz. Peygambere bildirilince, Hz. Peygamber şöyle dedi: Ammar başından
ayağına kadar imanla doludur. İman onun etine ve kanına karışmıştır. Daha sonra
Ammâr" a: Seni yine zorlarlarsa istediklerini söyleyebilirsin, dedi"[66].
İşte bu olgu karşısında Ammâr'ın imanının
sağlamlığını, bu davranışın evrensel boyutta çözümünü hükme bağlamak için bu
âyet gelmiştir.
Âyet bu yöresel olguyu kıyamete kadar taşıyan hükmü
vermiş ve çözümü üretmiştir:
1. "Kalbi
imanla dolu olduğu halde zorlananın dışında."
Âyetin bu kısmı, inanç özgürlüğünün olmadığı,
zorlamanın olduğu toplumlarda ve şartlarda nasıl davranılacağını
açıklamaktadır. Zorlamanın olduğu yerde kişi, kendi tevhid inancını gönlünde
gizleyerek açığa vurmayabilir ve istenilen şekilde inandığını söyleyebilir. Bu
bir şahsiyet parçalanması ve bir münafıklık, yani ikili oynama değildir. Önemli
olan dil değil; önemli olan gönüldür. Gönülde olan doğru inancın tersini zorlama
ile söylemek caizdir. İşte âyet bu hükmü evrenselleştirmiştir.
Günümüzde olduğu gibi gelecekte de insanlara inanç,
ideoloji ve düşünceler zorla kabul ettirilmekte ve ettirilecektir. İnanç ve
ibadet özgürlükleri ayaklar altına alınıp çiğnenecektir. İnanç ve ibadet
özgürlüğü bakımından insanlık sanıldığı ve söylendiği kadar mesafe alamamıştır.
Günümüzde inanç ve din
özgürlüğüne iki türlü saldırı vardır: Ya kandırarak, yani ekonomik
imkansızlıklar istismar edilerek, istikbal vaad edilerek din değiştirilmesine
gidilmekte veya zorlayıcı metotlar kullanılarak bu iş yapılmaktadır. İnsanların
faaliyet alanları daraltılarak, bulunduğu yerde başarılı olmasına rağmen
ilerlemesinin önü kesilerek, sosyal statüsü elinden alınarak, görev dışı
bırakılarak bu uygulamalar gerçekleştirilmektedir. Dünyanın her tarafında bu
metotlar uygulanmış ve uygulanmaktadır.
Artık Sümeyye'ye uygulanan develerle parçalama metodu
kılık değiştirmiş, devenin yerini başka şeyler almıştır. Artık Ammâr'ın dili
ile itiraf edip gönlünde imanı saklama metodu da nadir şartlar altında geçerliliğini
korumaktadır. Çünkü dilinle ne dersen de, davranışların seni ele veriyor,
saçının şekli bile yeterli oluyor. Yüzüğünüzün rengi, bıyığınızın şekli hangi
inanca ve dine mensup olduğunuz konusunda sizi ele veriyor.
Demek ki âyete göre dil önemli değil, önemli olan
gönüldür. Gönülde doyuma ulaşan iman varsa, dil ile zor altında farklı bir şey
söylemek münafıklık değildir. Ama gönülde inkâr, dilde iman varsa işte bu
münafıklıktır.
Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 106. âyete delil
olarak başka âyetler getirebiliriz:
a) "Onlar
o gün, imandan çok kâfirliğe yakın idiler. Ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı
söylüyorlardı. Halbuki Allah, onların içlerinde gizlediklerini daha iyi
bilir" (Âl-i İmrân 3/167). Kalplerinde yanlışı saklayıp ağızlarıyla doğruyu
söyleyenlerin durumu budur.
b) "Müminlerle
karşılaştıklan vakit, 'iman ettik' derler. Reisleri ile baş başa kaldıklarında
ise: 'Biz sizinle beraberiz, biz onlarla sadece alay ediyoruz' derler"
(Bakara 2/14). Mü'minlere söyledikleri sahte olduğu halde, gönüllerinde inkârı
saklıyorlardı. Bu söylevleri zor şartlar altında olmadığı gibi, gönüllerinde
gerçek iman da yoktu. Bu yönü ile onlar ikili oynadıklarından münafık sıfatını
alıyorlardı.
İşte bu âyetlerden hareket edersek, kalbi imanla dolu
olan, doyum noktasına ulaşan bir gönüle sahip olan kişinin zorlama şartları
altında dili ile inkâr etmesi caizdir; bu onun imanını sarsmamaktadır.
Bu izahlarımıza ilaveten zor şartlar altında imanını
gizlemeyen ve bu uğurda canını verenlerin çok daha büyük bir erdemi
gerçekleştirdiklerini de burada ifade etmemiz gerekmektedir. İman ve can yan
yana iken canı değil de imanı tercih edebilmek herkesin yapabileceği fedakarlık
değildir. Bunu yapabilenlere ne mutlu. Ammâr'ı konuşurken annesini ve babasını
unutmak doğru değildir. Belki de annesi ve babası üzerinde daha çok durmak
dinde o tür fedakarlıkları kavratmakta önemli bir mesafenin alınmasını
sağlayacaktır.
2.
"Ancak (bir kimse inandıktan sonra, Allah'ı inkâr eder ve) gönlünü
inkarcılığa açarsa, bu kişilere Allah katında bir öfke vardır ve büyük azap da
onlar içindir."
Yüce Allah bir önceki bölümün veya hükmün tersini
burada gündeme getirmektedir. Bir kimse, zorlama olmadan, kendi hür iradesi
ile gerçek imandan sonra inkârı seçer, yani inanç değişikliğini olumsuz anlamda
gerçekleştirirse durumu ne olacaktır? İşte bu kısım ve başka âyetler konuyu
çözümlemektedir.
Allah'a iman ettikten sonra O'nu inkâr etmek, gönlünü
inkâra açmak gibi özellikleri kendinde toplayan adama mülhid, "din
değiştiren kişi" denir. Bu kişi, gerçek imanı, hakikati mezara koymuş
demektir. Tevhid inancından tanrısızlığa, inkâra ve ateizme dönen kişinin
durumunu Yüce Allah şöyle açıklamaktadır:
a)
Allah katında, onlara bir öfke vardır ve
onlar Yüce Allah'ın girdabını, öfkesini, nefretini kazanmaktadırlar.
b) Büyük
azap da âhirette onları beklemektedir. Demek ki öfke bu dünyada, büyük azap da
âhirette olacaktır.
"İnandıktan sonra
kâfirliğe sapıp sonra inkarcılıkta daha da ileri gidenlerin tövbeleri asla
kabul edilmeyecektir. Ve işte onlar, sapıkların tâ kendileridir. Gerçekten,
inkâr edip kâfir olarak ölenler var ya, onların hiçbirinden, fidye olarak dünya
dolusu altın verecek olsa dahi kabul edilmeyecektir. Onlar için acı bir azap
vardır, hiçbir yardımcıları da yoktur" (Âl-i İmrân 3/90-91).
Demek ki gerçek imandan, tevhid inancından inkâra
ısrarlı ve kararlı dönüşün ardından yapılacak tövbe de kabul edilmemektedir.
3. "Bu,
onların âhirete karşı dünya hayatını tercih etmelerinden ve Allah'ın da inkâr
eden toplumu doğru yola getirmemesinden ötürüdür."
Yüce Allah, onların gerçek imandan sonra inkâra
sapmalarının, yani irtidâd edip mülhid olmalarının sebebini bu âyette
açıklamaktadır. Demek ki Yüce Allah konuyu sebep-sonuç ilişkisi içerisinde
açıklayarak, irtidâd, yani Allah'a inandıktan sonra inkâra sapmalarının sonuç
olduğuna, bunun sebep veya sebepleri olması gerektiğine dikkat çekmektedir.
Âyete göre nedir bu sebepler?
a) Âhirete
karşı dünya hayatını tercih etmeleri
Âyetin bu kısmında geçen
ijiiill istehabbû fiili, "sevmek" anlamına gelen Ç>- habbe
fiilinden türemiştir. Bu kelime, altılı harfe sahip kalıba (südâsî) aktarılınca
"tercih etmek" manasını kazanmaktadır. O zaman "sevip tercih
etmek, sevdiğini tercih etmek" demek olur.
Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, Yüce Allah, insana
seçme özgürlüğünü tanımıştır. Onun seçme özgürlüğüne baskı yapmadığı için,
seçeceğinden dolayı onu sorumlu tutmaktadır.
Yüce Allah'ın tanıdığı bu seçme
özgürlüğünü bu insanlar kötü anlamda kullandıklarından, âhirete karşı dünyayı
tercih ettiklerinden, Allah'a imanı bırakıp inkâr etme yoluna gitmişlerdir.
Demek ki, kalpte iman bakımından olumsuz yönde meydana gelen oluşumların
altında tercihin olumsuz yönde yapılması yatmaktadır.
b) İnkâr
eden toplumu Yüce Allah'ın doğru yola, yani hidâyete er-dirmemesi de ikinci
sebep olmaktadır. Bu ne anlama gelmektedir? İnsan Allah'a iman ettikten sonra
O'nu inkâr etmesi sonucunda Allah ondan uzaklaşmaktadır, ya da o insan kendini
Allah'tan uzaklaştırmaktadır.
Allah'tan uzağa düşen, aynı zamanda O'nun hidâyetinden de
uzaklaşmaktadır.
Âyetin bu kısmında yer alan
"doğru yola getirme, hidâyet etmeme" ifadesi Âl-i İmrân 90'da
"tövbeleri asla kabul edilmeyecek" şeklini almaktadır. Çünkü tövbesi
kabul edilmeyene hidâyet yolu yoktur. Tövbe ile hidâyet kavramları insanın
gönlünde olan büyük ve köklü değişimin adı olmaktadır.
Dikkat edilirse, âhirete karşı
dünyayı tercih etmelen. aynı zamanda Allah'ın, onların tövbesini kabul
etmemesine, hidâyet etmemesine neden olmaktadır. Onlar tercihlerini âhiretten
yana kullanmış olsalardı, belki de Allah onlara hidâyet ederek imandan inkâra
geçişlerini engelleyebilirdi.
Ama biraz daha inceden
bakılırsa, hem dünya hayatını âhirete karşı tercih etmelerinin hem de irtidâd,
yani imandan inkâra geçişlerinin Allah'ın onları hidâyete erdirmemesinin sebebi
olduğu görülecektir. Bir çeşit sebepler zinciri meydana gelmektedir.
4.
" İşte Allah'ın, gönüllerini,bulaklarını ve
gözlerini mühürlediği kimseler bunlardır. Onlar gafillerin tâ
kendileridir."
İşte, âhireti bırakıp dünyayı
tercih etmenin doğurduğu başka bir netice de bu olmaktadır. Onlara Yüce
Allah'ın layık gördüğü bu netice ve muamele duyu organlarında
gerçekleşmektedir. Çünkü duyu organları sorumluluklarını, yaratılış amaçlarını
yerine getirmediler. Sorumluluğunu yerine getirmeyen de damgalanmaktadır. "Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına
düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur" (İsrâ
17/36).
Aslında kulak, göz ve gönül
insanda tevhid inancından inkâra geçmeye müsaade etmemelidir. Onların
görevlerini icra etmemeleri mühürlenmelerine sebep olmaktadır. Bu şekilde
mühürlenen insanlar da gaflettedirler. İrtidâd eden insanlar hem Allah'ın
rehberliğini kaybediyor, hem kulak, göz ve gönülleri mühürleniyor hem de
gaflet içine düşüyorlar.
5.
"Şüphesiz, âhirette
kaybedecek olanlar da bunlardır."
Âyetten anlıyoruz ki, âhiretteki
iflası bu dünyadaki ameller tayin etmektedir. Âyetteki yjr N lâ cereme ifadesi,
"şüphesiz, kesinlikle, elbette" anlamına gelmektedir. Onları âhirette
kaybettiren, iflas ettiren şeyler nelerdir? Sorunun cevabını yorumunu yapmakta
olduğumuz 106-108. âyetlerle verebiliriz: Âhirete karşı dünya hayatını tercih
etmek, Allah'a iman ettikten sonra irtidâd ederek küfre dönmek, Allah'ın
hidâyetten mahrum bırakması, Allah'ın öfkesine sebep olmak, bu yaptıkları
sebebiyle kulak, göz ve gönüllerinin Allah tarafından mühürlenmesi, ileride
çekecekleri cezadan gâfıl olmaları ve nihayet âhirette büyük azap ile
cezalandırılmış olmaları onların iflasını, kaybını hazırlamıştır. Görüldüğü
gibi Yüce Allah âhirette insanı hüsrana götüren amelleri sebep-sonuç ilişkisi
içinde anlatmaktadır.[67]
110. Sonra şüphesiz Rabb'in,
eziyet edildikten sonra hicret edip ardında da sabrederek cihad edenlerin
yar-dımcısıdır. Bütün bunlardan sonra Rabb'in elbette çok affedici ve merhamet
sahibidir.
Yüce Allah bu âyette üç ameli
gündeme getirmektedir. Bunları yapanlara yardımda bulunacağına da dikkat
çekmektedir. Âyetin açıklamasından çıkacak neticeler olacaktır:
1.
"Eziyet edildikten
sonra"
Âyetin nüzul sebebi daha önce
106. âyette anlatılmıştı. Aynı nüzul sebebi bu âyet için de söz konusudur.
Tarihi boyutu ile bu âyete bakınca,
Hz. Peygamber'e ilk inananlar
Müslüman olmak ve tevhid inancını benimsemeleri sebebiyle büyük baskı ile
karşılaştılar. İnanç özgürlüğünün yara aldığı en önemli dönemlerden biri bu
dönem olmuştur. Çünkü baskılar ölüme kadar gidiyordu.
Bir çeşit tevhid inancını kabul
edenlere karşı, "Andolsun ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim,
hepinizi astıracağım" (Şu'arâ 26/49) diyen Firavun dönemi Hz. Peygamber
döneminde yaşanıyordu.
2.
"Hicret edenlere"
İnancı ve dini için göç etmeye
manevi bir anlam vererek hicret denmektedir. Bu kelimenin açıklaması Bakara
218'de yapılmıştır. Terk etmek (Bakara 2/218); yalnız bırakmak (Nisa 4/34);
uzak durmak (Meryem 19/46); saçma laf konuşmak (Mü'minûn 23/67); dönmek
('Ankebût 29/26); gelmek (Haşr 59/9); ayrılmak (Müzzemmil 73/10); kötü şeyleri
terk etmek (Müddessir 74/5). İlk Müslümanlar, inanç özgürlüğünün kalmadığı ve
bunun şiddet kazanarak ölüme kadar uzandığı dönemde vatanlarını terk etmek
mecburiyetinde kaldılar.
Aslında Mekke'den Medine'ye olan
bu hicret, daha önce iç alemlerinde nefis ülkesinden gönül ülkesine olmuştu.
Maddi hicret olmadan, yani sosyolojik manada hicret olmadan psikolojik
diyebileceğimiz manevi hicret olmuştu.
Cehalet ülkesinden aydınlık
ülkesine, zulüm ülkesinden hürriyet, özgürlükler ülkesine olan göçe hicret
denmektedir. Hicret tanımının diğer şartlan da baskı olması ve Allah adına
yapılmış olmasıdır. Hicret, inanç ve din uğruna yapılıyorsa Allah adına
yapılmış olmaktadır.
3.
"Sonra da cihâd
edenler"
Cihâd kelimesinin açıklaması
Bakara 218'de yapılmıştır. Bu kelime Kur'ân'da şu manalara gelmektedir: Direnç
göstermek (Furkân 25/52); üstün gayret göstermek ('Ankebût 29/69); zorlamak
(Lokman 31/15); savaşmak (Saff 61/11).
İnancından dolayı hicret eden
insana, baskılar uzaktan da olsa devam ediyorsa o kişi ikinci hicret yerine
çıkış kapısı için cihâd yapacaktır.
Savaşın cihâd olabilmesi için,
inanç uğruna yani Allah adına yapılmış olması gerekiyor. Cihâdın savaştan bir
diğer farkı da, nefis ile yapılabilmiş olmasıdır. Aklın nefsin arzulan ile
verdiği savaşa cihâd denmektedir.
Diğer taraftan cihâd bir çeşit
"bilgilendirmektir, insanı öldürmekten ziyade onu kazanmak"tır.
Cihâd her çeşit inancını, nefsini ve sahip olduğu değerleri sadece Allah için
savunmaktır.
4.
"Sabredenler"
Hicret ve cihâdın getirdiği
zorluklara, ağır olumsuz, şartlara ve e-konomik yoksulluklara göğüs germek
anlamına gelen sabretmek, hicret ve cihâddan daha büyük bir amel gibi görünmektedir.
Savaş, hicret ve ekonomik sıkıntılarına karşı sabretmek, iyiyi, takvayı
yakalamanın şartlarından biridir (Bakara 2/117). Sabır belki de kâmil insan
olmanın doruk noktasını teşkil etmektedir.
5.
"Bütün bunlardan sonra
Rabb'in elbette çok affedici ve merhamet sahibidir."
Yüce Allah hicret, cihâd ve
sabır gibi değerleri hayata geçirenlere ne yapacağını âyetin bu kısmında
açıklamaktadır. Onların günahlarını affedecek ve onlara merhamet edecektir.
Demek ki bu eylemler, Yüce
Allah'ın affedici sıfatı ile merhamet sıfatını harekete geçirmektedir. Yüce
Allah hicret, cihâd ve sabır arasında bir bağlantı kurarak bunların ibadet
olma yönlerini ele almakta ve sabırla onları tamamen manevi bir boyuta
çekmektedir. Af ve merhameti ile de onlara dinî bir özellik kazandırmaktadır.[68]
111. O gün, herkes gelip kendi
canını kurtarmak için uğraşır. Ve herkese yaptığının karşılığı eksiksiz ödenir.
Onlara asla zulmedilmez.
Yüce Allah âhiretteki durumun
bir boyutunu bu âyetiyle anlatmaktadır. Âyette işlenen konular şunlardır:
1.
Herkes kendi başının çaresine
bakacak
"O gün, herkes gelip kendi
canını kurtarmak için uğraşır." Âyetin bu kısmında iki tane nefis kelimesi
geçmektedir.
Nefis kelimesinin geniş
açıklaması Nisa l'de yapılmıştır. Ancak buradaki nefis kelimelerinden birincisi
"kişi" anlamına gelmektedir. Tıpkı 'Abese 34'teki el-mer'u
kelimesinin "kişi" anlamına gelmesini andırmaktadır. Onunla bu
âyetteki nefis kelimesini manalandırmamız mümkündür. İkinci nefis ise
"kendi ruhu" anlamına gelmektedir. Manayı şöyle verebiliriz: "O
gün, herkes gelip kendini savunacaktır." Bunun anlamı da kendi derdi ile
baş başa kalacak, kendini düşünecek, başkalarına aldırmayacaktır. Bu âyetin
yorumunu çeşitli âyetlerle yapabiliriz:
a)
"İşte o gün kişi
kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar"
(Abese 80/34-36). Şimdi bu âyetin açısından yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl
111. âyete bakarsak, insanın neden mahşerde kendi derdine düşüp, kendini
savunacağı, başkaları ile ilgilenmeyeceği ortaya çıkmaktadır. Mahşer bir
kaçış, bir ayrılık ve tek başına kalma yeridir.
b)
"Andolsun ki, sizi ilk defa
yarattığımız gibi teker teker bize geleceksiniz. Ve size verdiğimiz şeyleri
arkanızda bırakacaksınız" (En'âm 6/94).
İşte, dünyadan âhirete, mahşere
gidişin kuralı olan teker teker Allah'ın huzuruna çıkmak prensibi budur. Bu
ilkeye göre insan da kendisini savunacak ve bu savunma tek başına
gerçekleşecektir.
c) "Herkes kazandıklarına bir
rehindir"
(Müddessir 74/38). Bunun anlamı,
insan bu dünyada yaptığı amellerin âhirette ipoteği altında olacaktır;
kazandıklarının hesabını verecektir.
d) "Kıyamet günü hepsi O'na
teker teker gelecektir" (Meryem 19/95).
Demek ki Allah'ın huzuruna teker
teker çıkılacak, en yakın insanlar bile birbirinden kaçacak, herkes kendi
hesabını verecek, kendini savunacak, kendi derdinin peşine düşecek, kendi
canını kurtarmaya çalışacak ve kimseye aldırış etmeyecektir. Din eğitimi
insanlara bunu hatırlatırken, şu konuyu vurgulamalıdır: Hakikate, İslam'a, tevhid
inancına karşı koymak için yapılan bütün teşkilatlanmalarda yer alan fertler,
orada bu dünyada birbirlerine destek çıktıkları gibi destek çıkamayacaklardır.
Bu dünyada her vasıtayı kullanarak birbirine destek çıkmalarının orada hiçbir
yararı olmayacaktır. Yaptıklarının hesabını teker teker vereceklerdir. Bâtılı,
haksızlığı, şeytanî şeyleri, yanlışı, çirkini ve kötüyü iyi zannedip birbirini
savunan, teşkilat kuran insanlar orada kendi başlarına kalacak, bu dünyadaki
arkadaşları onları orada terk edecektir.
İşte Nahl 103-110. âyetlerde
anlatılan olumsuz, kötü ve iğrenç davranışlar, İslam'a, Hz. Muhammed'e karşı
koymaların ardından bu âyetin gelmesi manidardır.
Aynı zamanda 110. âyette geçen
hicret, cihâd ve sabır gibi eylemleri gerçekleştirenler de, mahşerde tek
başına kendilerini savunacaklarını bilmelidirler.
2.
"Ve herkese yaptığının
karşılığı eksiksiz ödenir, onlara asla zulmedilmez."
Herkes kendi savunmasını tek
başına yaparken, kendisine haksızlık yapılmadan dünyada yaptıkları kendisine
ödenecektir. Ameller neyi gerektiriyorsa ona verilecektir. Burada "yaptığı
şey" ifadesinin içine iman da girmektedir. Çünkü iman da, gönlün/aklın
amelidir.
İnsan bu dünyada yaptığı iyi
veya kötü amellerin zerresini orada görecek ve bulacaktır (Zilzâl 99/7-8)
Bundan şu ilkeyi çıkartıyoruz:
Bu dünyada insanların haklarını en küçük zerresine kadar ödemeyenler zulüm
işlemektedirler. Medenî toplumlar, insanların en küçük amellerini de dikkate
alarak değerlendirmelerini yapıp haklarını ödeyen toplumlardır. Müslüman toplum
da aynı vasfı taşımalıdır. Allah'ın sünneti, uygulaması budur. Bunu ne ölçüde
uy gülüyorsak, o ölçüde medenîyiz.
Âyetin bu kısmından
çıkaracağımız diğer ilke de di'amilet fiilinde yatmaktadır. "Amel
yapmak" fiilinin faili nefistir, yani insanın kendisidir. Yüce Allah,
insanın kendisinin yaptığı işe amel diyor. Kişi bu dünyada kendi özgür iradesi
ile amelini yapar ve onun karşılığını âhirette görür. İşte bu özgürce seçim ve
özgürce davranış onu orada sorumlu kılacaktır.
Diğer bir netice de şudur: Kişi
başkasının yaptıkları ile sorumlu tutulmayacak, bu dünyada suç veya günah
ferdî olduğu gibi, öteki dünyada da ameller ferdî olarak değerlendirilip
karşılığı ödenecektir. Kimse kimsenin günah veya sevabını yüklenemeyecektir.
Hakların ödenmesi müstesnadır. Aslında bu da ferdî bir işlem olarak
görülmelidir.[69]
112. A//a/î ülkeyi örnek verdi: Bu ülke güvenli, huzurlu
idi, ona rızkı her yerden bol bol gelirdi. Sonra onlar, Allah'ın nimetlerine
karşı nankörlük ettiler. Allah da onlara yaptıklarından dolayı açlık ve korku
sıkıntısını tattırdı.
1. Yüce Allah'ın verdiği bu örnek
daha önce yaşamış olan gerçek bir toplum olabileceği gibi, tasarlanan örnek bir
toplum da olabilir. Eğer bu ülke gerçek bir ülke ise o zaman Fecr Sûresinin 6-8.
âyetlerinde geçen, direkleri olan, ülkelerde benzeri yaratılmamış İrem şehri
kasdedilmiş olabilir. Ama Yüce Allah, Müslümanların teşkil edeceği bir ülkenin
durumunu da anlatmış olabilir. Bunlardan hangisi olursa olsun önemli değildir,
önemli olan o ülkenin önceki durumu ile oradaki kötü manada köklü değişimin
sebepleri ve sonuçlandır.
2."Bu ülke güvenli, huzurlu
idi, ona hzkı her yerden bol bol gelirdi."
Medenî bir ülkenin sahip olması
gereken üç önemli özellik burada gündeme getirilmektedir:
a) "Güvenli idi"
Dikkat edilirse Yüce Allah
emniyeti, yani güveni birinci sıraya almıştır. Bir toplum için en başta gelen
şey güven içinde olmasıdır. Güvenliği, sadece düşmanlarının saldırmasından
korunması anlamına almayacağız. Aslında "güven" kavramı, ana-babaların
çocuklarından güvende olması, bu güvenin aile boyutunu; toplumun gençlerinden
güvende olması eğitim boyutunu; halkın devleti yönetenlerden; devleti
yönetenlerin halktan güvende olması siyâsî boyutunu; toplumlar arası güven de
toplumsal gücü ve medenî üstünlüğü ifade etmektedir.
Aslında Bakara 125. âyete
baktığımızda önem sırasılamasında bilginin ön sırada yer aldığını görürüz.
Çünkü bilginin, doğrunun, güzelin üretilmediği yerde cehalet vardır; cehaletin
olduğu yerde de güvenlik olmaz. Önce bilgi sonra emniyet gelmektedir. Demek ki
Bakara 125'i yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 112'ye getirirsek, buradaki emniyet/güvenlik
kavramının içinde bilgi de vardır, diyebiliriz. Güvenli ülke demek, aydın,
kültürlü ve zengin, geniş ve aydın insanların yaşadığı ülke demektir.
Yüce Allah'ın müminler için
tasarladığı veya örnek verdiği ülke güvenli bir ülkedir ve daima böyle
olmalıdır.
Emniyette olmak, aynı zamanda
barış içinde yaşamayı da ifade etmektedir. Barış içinde olmayan toplum güven
içinde olamaz. Ailede, toplumda ve devlette bunların birbiriyle barış içinde
olmaları güvenin tâ kendisidir.
Âyette geçen âmineten
kelimesinin başka bir boyutu da "iman" ile ilişkili olmasıdır. İman
kavramının özünde "güven" yer almaktadır. İman eden kişinin,
güvenilen kişi olması da bundan gelmektedir. Demek ki âyetteki
"güven" kelimesi, bilgiyi, barışı ve imanı beraberinde getirmektedir.
Çünkü bunlar varsa güven de vardır.
b)
"Huzurludur"
Âyetteki sıra manidardır. Önce
güven, sonra huzur gelmektedir. Bu demektir ki, güvenin olmadığı bir ülkede
huzur yoktur. Huzur diye tercüme ettiğimiz kelime "tatmin" anlamına
gelmektedir. İnsanlar doyum noktasına ulaştıklarından dolayı huzurludurlar.
Bunun anlamı, ülkede esenlik, mutluluk ve huzur vardır.
Biraz daha ince noktalara
inersek emniyet, "aydın beynin topluma yansıması"; huzur da
"gönlün toplum hayatına şekil vermesi"dir.
Beyin "emniyef'i; gönül de
"huzur"u vermektedir. Demek ki bu ülkede eğitim bütüncül eğitimi
yakalamış, kaliteye ulaşmıştır. Beyin ve gönül beraberce eğitilmektedir veya
eğitilecektir. Beyne bilgi verilirken gönül de sevgi ve iman boyutu ile
eğitilmelidir.
Toplumdaki huzur gönülden
kaynaklanmaktadır. Huzurlu gönüller huzurlu toplum oluştururlar. Kişinin kendi
içinde, komşusuyla, devleti ile problemsiz durumuna huzur diyoruz. Kişinin
nefis bakımından doyum noktasına ulaşması gibi toplum da doyum noktasına
ulaşmıştır. Bu noktaya ulaşan fert kâmil insan olduğu gibi, bu özellikte olan
toplum da medenî toplum olmuş demektir.
Emniyet ve huzur, bütün
toplumların bulmak için her şeyini seferber ettiği iki büyük değeri teşkil
etmektedir.
c)
"Ona rızkı her yerden bol
bol gelirdi." Bunun anlamı bu ülkenin ekonomisinin de güçlü olduğu
gerçeğidir. Âyetin devamındaki JS\ en'um kelimesi ni'metin çoğuludur. "Allah'ın
nimetleri" ifadesinden anlıyoruz ki, nimetin kaynağında Allah vardır. Ama
jû ye'tî "gelirdi" fiilinin faili "rızık" olmaktadır. Sanki
rızık hareket eden bir canlıdır. Yüce Allah ona böyle bir nitelik tanımıştır.
Rızkın gelmesinden anlıyoruz ki insan çalışır, rızık ona gelir, ancak rızkın
asıl göndericisi de Yüce Allah'tır.
Şimdi Yüce Allah'ın örnek
gösterdiği bu ülkenin üç özelliğini tekrar edebiliriz: Emniyet, huzur ve güçlü
ekonomi. Bu üç özellik içten birbirine bağlıdırlar. Ekonomisi güçlü olan
ülkenin emniyeti ve huzuru da sağlam olur. Emniyeti güçlü olan ülkenin huzuru
ve ekonomisi de sağlam olur. Huzurlu bir ülkenin emniyeti güçlü, ekonomisi de
zengin olur. "Güçlü ülke", güçlü ekonomi, sağlam emniyet ve çok üstün
huzur sahibi demektir.
3."Allah'ın nimetlerine karşı
nankörlük ettiler. Allah da onlara yaptıklarından dolayı açlık ve korku
sıkıntısı tattırdı."
O ülke halkı sahip oldukları
nimetlerin değerini bilemedi ve bu nedenle yapmaları gereken şükrü de
yapmadılar. Sahip olduğu nimetin kıymetini bilip şükrünü yapmayanlar zamanla
onu kaybederler. Önceki
üç özelliğe karşı Yüce Allah
onlarda üç özelliğin oluştuğuna işaret etmektedir:
a)
"Allah'ın nimetlerine
nankörlük ettiler." Nankörlük aslında manevî bir oluşumun adıdır, ama
nimetin ve maddî imkanların kaybolmasına neden olmakta ve sonuçta psikolojik
durumun, ekonomik hayatı etkilediğine işaret etmektedir.
b)
"Allah da onlara açlık
sıkıntısı tattırdı." Âyette geçen libâs, aslında "giysi, elbise"
anlamına gelmektedir. Elbise insanın nasıl her tarafını sarıyorsa, sıkıntılar
da o ülkeyi öyle sardığı için bu ifade kullanılmıştır.
Yüce Allah açlık elbisesini
onlara giydirmiştir. Bir ülke için en zor şey, emniyet, huzur içinde güçlü bir
ekonomi ile yaşarken, bir anda açlık elbisesini giymesidir. Güçlü bir ekonomiye
sahipken, halkın her taraftan açlıkla kuşatılması, her yerden açlık, sefalet
iniltilerinin gelmesi korkunç bir azaptır.
c)
"Korku (sıkıntısını
tattırdı)."
Yüce Allah onlara korkuyu da bir
elbise şeklinde giydirdi. Korku tamamen emniyetten yoksun olmayı ifade eden
psikolojik bir haldir. Demek ki emniyet ve huzur yerini korkuya; bol nimet ve
güçlü ekonomi de açlığa bırakmış oldu. Âyetin bir önceki bölümündeki emniyet,
huzur ve bol rızık Allah'ın nimetleri idi. Nankörlük bu nimetleri açlık ve korkuya
dönüştürmüştür. Âyetin sonunda gelen 'j^iliş \£s Cc "yaptıklarından
dolayı" ifadesi, ülkedeki olumsuz manadaki değişimin sebebinin ülke
halkının yaptıkları olduğuna dikkat çekmekte, sosyal olay ve olguların
sebep-sonuç ilişkisi içerisinde cereyan ettiğini vurgulamaktadır.
O ülke halkının nankörlüğü ve
yaptıkları yanlışlar sebep, Allah'ın onlara açlık ve korku elbisesini
giydirmesi de sonuç olmaktadır. Buradaki determinizme dikkat çekerek Yüce
Allah Müslümanları uyarmakta ve onlara siz de böyle yaparsanız aynı netice ile karşılaşırsınız
demektedir. Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük aynı şartlar altında aynı
neticeyi doğuracaktır.
Görüldüğü gibi âyet siyasete,
toplum bilimine, psikolojiye ve sosyal değişime önemli hareket noktalan
verirken sebep-sonuç ilişkisi üzerinde durmaktadır.
Burada şu soruyu sorabiliriz:
Nimete nankörlük, ekonomiyi olumsuz manada etkilerken ve bütün dengelerin
alt-üst olmasına neden olurken acaba olumlu manada etkilemesi nasıl
olmaktadır? Bu sorunun cevabını verebilmek için A'râf 96'ya gitmemiz
gerekiyor:
"O ülkelerin halkı inansalar ve
sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları
açardık, fakat yalanladılar, biz de ettikleri yüzünden onları
yakalayıverdik." İşte bu ve benzeri âyetler (Hûd 52; Nûh 11-12), ülke
halkının iman etmesi ve günahlardan sakınması neticesinde bereket kapılarının
açılacağını beyan etmektedir. Maneviyatın ekonomik yapıyı ne denli etkilediğine
ve etkileyeceğine bu âyet işaret etmektedir. Aynı zamanda yorumunu yapmakta
olduğumuz Nahl 112. âyetle beraber de maneviyattaki gerilemenin ekonomideki
gerilemeye sebep olduğuna da işaret edilmektedir.
Din âlimi ve görevlileri
toplumun emniyetini, huzurunu ve ekonomik nimetin devamlılığını sağlamak
istiyorlarsa, nimetin değerini bilmeyi, nankörlüğün kötülüğünü mutlaka halka
öğretmeli, hayata geçirmeleri için de çaba sarf etmelidirler. Yapılmadıkları
taktirde toplumu batırmayacak olan bireysel ibadetlerden önce nankörlüğün
kötülüğü ve nimetin değerini bilmenin önemi öğretilmelidir.[70]
213. Andolsun ki, onlara
kendilerinden peygamber geldi de onu yalanladılar. Onlar zulmederlerken azap
onları yakalayıverdi.
Âyet bir önceki âyetin devamı
durumundadır. Buna rağmen biz onu ayrı olarak ele alıyoruz.
1.
"Andolsun ki, onlara kendilerinden
peygamber geldi." Yüce Allah, bir önceki âyette örnek olarak verdiği,
güvenli, huzurlu ve ekonomisi güçlü topluma, daha sonra Allah'ın nimetinin
kıymetini bilip şükretmeyince, yani nankörlük yapınca açlık ve korku elbisesini
giydirdi. Yaptıklarının karşılığı bu idi. Onlar bu kötü yola düşünce Allah
onları terbiye etmek için, içlerinden onlara peygamber gönderdi.
Bundan anlıyoruz ki Yüce Allah
nerede sosyal hayat için bir bataklık varsa o bataklığı kurutmak için
peygamber göndermiştir. Hayatı çekilmez hale getiren problemleri çözüp hayatı
kolaylaştırmak için onlara vahy vermiş ve insanları eğitmelerini istemiştir.
Bir toplum, yukarıdaki toplum
gibi iyiden kötüye giden bir değişim geçiriyorsa onu durdurmanın yolu
peygamber gönderip eğitim faaliyeti gerçekleştirmektir. O zaman ortaya şu ilke
çıkıyor: Yüce Allah bilgilendirme yapmadan, eğitime tâbi tutmadan cezalandırma
yapmamaktadır. Bunu İsrâ 15'te şöyle ifade etmektedir: "Biz bir peygamber
göndermedikçe azap edecek değiliz."
Yüce Allah peygamberine verdiği
vahy ile insana yükümlülüklerini, haklarını, davranış şekillerini, insanı
günaha götüren yolları ve davranışlannın sonucunda elde edeceği ödül veya
cezayı bildirmekte ve bu konularda onları aydınlatıp bilinçlendirmektedir.
2.
"Onu yalanladılar. Onlar
zulmederken azap onları yakalayıverdi."
Bir önceki âyette örnek verilen
toplum geçmişte yaşayan bir toplum ise işte onların helak edilmelerinin
sebepleri burada açıklanmaktadır. Geleceğe yönelik Müslümanların kuracakları
bir devleti anlatıyorsa, yıkılmalarının sebeplerini, dinamiklerini gündeme
getirmektedir.
Kurulacak yeni toplum,
peygamberi yalanlar hale gelmemeli, zulme sapmamalıdır. Yalanlamanın ve zulüm
yapmanın sonucu azap olacaktır. Bu açıklaması ile Yüce Allah Müslümanları
devleti çökerten sebepler konusunda bilinçlendirmekte, belki de geçmişten
geleceğe ışık tutmaktadır.
Diğer taraftan âyet, tarihî
araştırmaların hangi düzeyde yapılması gerektiği konusuna da ışık tutmakta,
toplumların yıkılışının sebepleri arasında yer alan manevî oluşumlara dikkat
edilmesini ön görmekte ve manevî değerlere sırt çevirmenin, onları hayattan
çıkarmanın, onları a-yaklar altına almanın nelere mal olacağını anlatmaktadır.
Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl
113. âyeti 112. âyetle birleştirirsek şu neticeye varabiliriz: Nankörlük, yani
sahip oldukları güven, huzur ve ekonomik gücün değerini bilmeyip Allah'a
şükretmemek, peygamberi yalanlamak, zulme devam etmek toplumun helakini
getirmekte, onlara açlık ve korku elbisesini giydirmekte ve azaba uğratmaktadır.
Böylece bir toplumun güzelden iyiye, kötüye doğru olan değişiminin sebepleri ve
onların getirdiği sonuçlan anlatılırken tarihî araştırmalara ışık tutulmakta ve
din âlimlerine toplumları uyaracak, bilgilendirecek ve eğitecek program da
verilmekte, diğer taraftan Sosyoloji araştırmalarına da ışık tutulmaktadır.
Değişim konusunda manevî dinamiklerin rolü meselesinin dikkate alınmasının,
toplumsal araştırmaların en önemli konusu olduğu vurgulanmaktadır.[71]
114. Artık, Allah'ın size
verdiği rızıktan helâl ve temiz olarak yiyin. Eğer yalnız Allah 'a
kulluk/ibadet ediyorsanız, O'nun nimetine şükredin.
1. Bu âyetin açıklamasını önceki
iki âyetle bağlantılı olarak yapabiliriz. Madem ki bir toplumun temel
direklerinden biri ekonominin güçlü olmasıdır, öyle ise toplumu ıslah etmenin
çarelerinden biri de ekonominin düzeltilmesidir. Ekonomik hayatın düzelmesinde
"helâl" ve "temiz gıda ve beslenme" kavramını buna katmak
gerekiyor. Ekonomik hayata helâl, haram, temiz ve pis kavramları girmedikçe
ekonominin düzelmesi mümkün değildir.
Allah'ın verdiği rızkı, bugünkü
ifade ile ekonomi olarak ele almamız gerekiyor.
Ekonomide haram, bizatihi
kendisi haram olan ve haram li 'aynihi diye ifade edilen, "yenilmesi,
satılması haram olan maddelerdir. Bunlar bir sonraki âyette sayılacaktır.
Temiz olandan kasıt da kendisi haram olmadığı halde ticaretin kendisinden
kirlenmiş olanıdır. Temizin karşıtı pistir, faiz pistir. Birini aldatarak elde
edilen ticarî değer pistir (NisâV 29). Bu âyete göre rızanın bulunmadığı,
rızanın bulunup da aldatmanın da bulunduğu ticaret pistir (Bakara 2/188).
Bu âyetleri yorumunu yapmakta
olduğumuz Nahl 114. âyete götü-rürsek, helâl ve temiz olanı yemenin aslında
toplumun ekonomisini a-yakta tutan iki temel kavram olduğunu rahatlıkla
anlarız. Aslında Allah'ın bu emri, toplumun ekonomisini düzene sokan değerleri
vermektedir. Ekonomi haramdan helâle, pisten temize çekilirse ve bu da köklü
bir değişim gerçekleştirirse düzelme olacaktır.
2.
"Eğer yalnız Allah'a kulluk/ibadet
ediyorsanız, O'nun nimetine şükredin."
Âyetin bu kısmı ile birinci
bölümün ne ilgisi vardır? Ekonominin helâl ve temiz temeller üzerine
oturabilmesi için manevî bir uygulamaya ihtiyaç vardır. Şükür, yani nimetin
değerini bilmek, bunu itiraf edip nankörlükten uzak kalmak ilâhî lütfü
artıracaktır.
Ayetin birinci bölümünde verilen
emri yerine getirmek için kulluk, yani sadece ve sadece Allah'a tapınmak
şarttır. Parayı, ekonomik değeri tanrı edinen kişi, helâl-haram, temiz-pis
demeden hareket edecektir. Bu da ekonomiyi rayında çıkaracaktır.
Yüce Allah âyetin bu kısmında
Kendi nimetlerine şükrü kulluğun işareti, delili, gereği olarak görmektedir.
Buradaki şükür fertten aileye, aileden topluma ve devleti idare edenlere uzanan
bir çizgide cereyan etmelidir.[72]
115. Allah size, sadece ölü
hayvanı (leşi), kanı, domuz etini ve Allah 'tan başkası adına kesilen hayvanı
haram kıldı. Ancak kim mecbur kalırsa aşırı gidip ihtiyacının ötesine geçmemek
şartıyla (bu yasaklamanın dışındadır. Çünkü) Allah affedici ve merhamet
sahibidir.
Âyetin ilk bölümü haram
gıdalardan bahsetmektedir. Bu konu dört sûrede gündeme getirilmektedir.
a)
"Allah size ancak leşi,
kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim de
bunu yemeye mecbur kalırsa, aşırı gidip ihtiyacının ötesine geçmemek şartıyla
ona bir günah yoktur. Çünkü Allah affedici ve merhamet sahibidir" (Bakara
2/173). Yorumunu yapmakta olduğumuz Nahl 115. âyet ile Bakara 173. âyet,
yenmesi yasak olanları belirlemektedir.
b) Mâide l'de haram oldukları
belirlenen hayvanların dışındakilerin helâl kılınacağına işaret edilmiş, 3.
âyetinde de haramlar sayılmıştır.
"Leş, kan, domuz eti,
Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, vurup öldürülmüş, yuvarlanıp
ölmüş, boynuzlanıp ölmüş, canavarların yediği hayvanlar -ölmeden yetişip
kestikleriniz müstesna-, dikili taşlar üzerinde boğazlanmış hayvanlar size
haram kılındı."
c)
"De ki: Bana vahyolunanda,
leş veya akıtılmış kan, yahut domuz eti ki- pisliğin kendisidir-, ya da günah
işlenerek Allah'tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka, yiyecek kimseye
haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Başkasına zarar vermemek ve sınırı aşmamak
üzere kim yemek zorunda kalırsa bilsin ki Rabb'in affedici ve merhamet
sahibidir" (En'âm 6/145).
Bir de yorumunu yapmakta
olduğumuz Nahl 115'te bu yasak gıdalar sayılmaktadır. Yüce Allah, haram
hayvanı gıdaları sayarak, helâl olanlarını ortaya çıkarmaktadır. Öncelikle bu
âyetlerde helâl olanları değil de haram olanları belirlemektedir. Böylece
haramlardan helâle gidiş metodunu kullanarak helâl olanlarını da tesbit
etmektedir.
Yüce Allah, helâl olan hayvanlar
için genelde el-en'âm kelimesini kullanmaktadır. Çift tırnaklı, geviş getiren,
dört bacaklı hayvanların helâl olduğu bu şekilde ortaya çıkmaktadır. Tavuk ve
kuş cinsi hayvanlar da bu gurubun içine girmektedir.
En'âm 145. âyette de bu konudaki
haramların Allah'ın vahyinde, yani Kur'ân'da aranması konusundaki hüküm yer
almaktadır. Hz. Pey-gamber'e, Kur'ân'da araması konusundaki emir verilmektedir.
Bu konuda gelişigüzel fetva verilemeyeceği de bir sonraki âyette yer
almaktadır.
Demek ki haram olan etler
bunlardan ibarettir. Bir sonraki âyetin de ifade ettiği üzere yeni haramlar
üretmeye hiç kimsenin yetkisi yoktur. Hatta Yûnus sûresinin 59. âyetiyle Tahrîm
sûresinin ilk âyeti bu konuda bize ışık tutmaktadır. Dikkat edilirse haram
etlerden söz eden bu âyetlerin iki tanesinin Mekkî, diğer ikisinin ise Medenî
sûrelerde yer alması, üstelik Mâide sûresinde bu konuda son hükmün aynı şekilde
belirlenmiş olması bu konunun artık tartışmaya açık bir konu olmadığını, dinde
hüküm koyma yetkisini Yüce Allah'ın hiç kimseyle
paylaşmadığını ortaya
koymaktadır.[73]
116. Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak, bu
helâldir, şu da haramdır demeyin, çünkü Allah 'a karşı yalan uydurmuş
olursunuz. Kuşkusuz Allah 'a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.
117. Kazandıkları pek az bir menfaattir. Halbuki
onlar için elem verici bir azap vardır.
Âyetin analizinden varacağımız
hayatî neticeler olacaktır:
1.
Dinde haram ve helâl konusunda tesadüfi, gelişigüzel, dile geldiği veya
akla geldiği şekilde konuşma yapılamaz, fetva verilemez, görüş beyan edilemez.
Bu konuda Kur'ân ne diyorsa ona dayanılarak konuşulabilir. En'âm 145'te Hz.
Peygamber'e gıda konusundaki haram şeylerin neler olduğunu Kur'ân'da araması
söylenmektedir.
Din alanı Felsefe alanı gibi
değildir. Dini koyan Allah, felsefeyi üreten ise insandır. Allah'ın hükmü
bilinmedikçe din hakkında hüküm verilemez ve verilmemelidir.
Daha önce "bahîra",
"sâibe", "vesîle" ve "hâm" gibi hayvanları haram
kılan kâfirlerin bu görüşünü Yüce Allah Kendisine iftira olarak değerlendirmiştir
(Mâide 5/103).
Helâl ve haram kavramları dini
alanı ilgilendirmektedir ve bunların belirleyicisi de Yüce Allah'tır. O'nun
bildirmesi olmadan Hz. Pey-gamber de bu konuda beyanda bulunmaz.
"Dillerinizin uydurduğu yalan" ifadesinden anlıyoruz ki haram ve
helâl konusunda görüş beyan ederken gerçeği bilmek gerekiyor. Câhil insanların
bu konuda fetva vermeleri doğru değildir. Bilgiye dayanmadan, özellikle ilâhî
vahy bilgisini bilmeden fetva verilemez.
Günümüzün din alimi ve
görevlileri, dine saygılarını, bilmeden fetva vermeme şeklinde ifade
etmelidirler. Birilerinin menfaatine, dostluğuna ve beğenisine kapılarak dinde
fetva vermeleri çok ciddi boyutta günah olur.
2.
"Çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz."
Allah'a yalan uydurmaktan,
iftira etmekten daha büyük günah olur mu? Yüce Allah bunu zulmün en büyüğü
olarak vasıflandırmaktadır. Bu konudaki pek çok âyetten sadece birkaçını
zikretmekle yetinmek istiyoruz:
a) "Elleriyle bir kitap yazıp
sonra az bir bedel karşılığında satmak için 'bu Allah katındandır' diyenlere
yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından dolayı vay haline onların! ve
kazındıklarından ötürü vay haline onların" (Bakara 2/79).
Bunu İslam'dan önce Yahudiler
yapıyorlardı. Kitaplarına Allah'ın demediğini, emretmediğini, hükmetmediğini
yazıyor ve onun Allah katından olduğunu söyleyerek yalan uydurup Allah'a
iftira ediyorlardı. Ondan dolayı da Allah onları şiddetle kınamaktadır.
İşte Nahl 116. âyetle Yüce
Allah, Müslümanların, Yahudilerin durumuna düşmesini istememektedir.
b)"Kitap ehlinden bir grup
okuduklarını kitaptan sanasınız diye, kitabı okurken dillerini eğip bükerler.
Halbuki okudukları, kitaptan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı
halde 'bu, Allah katındandır' derler. Onlar bile bile Allah'a iftira
ediyorlar" (Âl-i İmrân 3/78).
Bu âyetten anlıyoruz ki, kitap
ehli Müslümanları kandırmak için, Kitaptan olmayanın kitaptan, Allah'tan
olmayanın Allah'tan olduğunu söylüyorlardı. Günümüzde gruplara ayrılan
Müslümanlar da, birbirlerini kandırmaları için, dinde olmayan fetvaları Allah
vermiş gibi göstermiyorlar mı? Her grup kendine yandaş bulmak, yandaşlarını
artırmak için aldatma yoluna gitmiyor mu ve bu uğurda dinde fetva uydurmuyor
mu? Böylece Yüce Allah'ın neden Âl-i İmrân 78. âyete Kur'ân'da yer verdiği
ortaya çıkmaktadır ki bu da Müslümanların, kitap ehlinin durumuna düşmemesini
sağlamaktır.
Bir yerde din adına aldatma
varsa orada cehalet ve taraflı bakış var demektir. Çünkü ilmin olduğu yerde
aldatma kendine alan bulamayacak ve böylece din rencide olmaktan, yaralanmaktan
kurtulacak ve Allah'a iftira da son bulacaktır.
Dinler hakkında yapılan
konuşmaların, aldatmaların, dayatmaların, dogmatik öğretilerin temelinde
dinlerin mukayeseli bir şekilde tetkik edilmemesi, araştırılmaması ve ortaya
konulmaması yatmaktadır. Diğer kutsal kitapları tarafsız bir bakış ve tavırla
araştırıp, kendi kitabı ile mukayese ederek kabullerini belirlemek, belki de
insanlığın erişeceği erdem ve seviyenin zirvesi olacaktır. Bunu yapamayan din
âlimi ve adamları insanları ayartarak, aldatarak kendi din veya gruplarına
çekme gayretine gireceklerdir; zaten geçmişte girmişlerdir de. İşte bu
zihniyet, dinde hizipçiliği meydana getirmiş, hizipçiliği dine sokmuştur.
c)
"De ki: Eğer doğru sözlü iseniz, o zaman
Tevrat'ı getirip onu okuyun. Artık bundan sonra her kim Allah'a karşı yalan
uydurursa, işte bunlar zâlimlerin tâ kendisidirler" (Âl-i İmrân 3/93-94).
Yüce Allah Hz. Peygamber'den
İsrâiloğullanna neyin haram, neyin helâl kılındığını Tevrat'tan okumalarını
teklif etmesini istemekte, kitaba rağmen, yine de Allah'a iftira edip fetva
verenleri zâlim olarak ilan etmektedir.
Demek ki, din âlimi ve
görevlileri dini konularda fetva verirlerken Kur'ân'ı getirip onu okumalı ve
fetvalarını onunla ispat etmelidirler. Din ve ahlâkî alanda neyin doğru neyin
yanlış, neyin iyi neyin kötü, neyin hak neyin bâtıl; neyin faydalı neyin
zararlı olduğu konusunda keyfî, sübjektif hükümler vermek kimsenin harcı
değildir. Bu konularda keyfi fetva verenler şeytanın etkisi altında kalmış,
onun çağrısına uymuşlardır.
"(Şeytan,) hakkında bilgi
sahibi olmadığınız şeyleri Allah'a isnad etmeye çağırır" (Bakara 2/169).
Bu çağrıyı şeytanın yaptığını bir önceki âyet söylemektedir. Demek ki,
bilmediği halde Allah'ın dini hakkında konuşan kişi, şeytanın etkisi
altındadır, onun oyuncağı durumundadır, ona uymuştur.
Âl-i îmrân 93'e göre Allah'ın
emri, ilâhî vahyin bulunduğu Kitabı getirip ondan okumaktır. Peygamberimiz o
emri yerine getirdiğine göre de sünneti o olmaktadır.
d) "Allah'a karşı yalan
uyduranlardan daha zâlim kim vardır?" (En'âm 6/93). Âyetin tamamına
bakılırsa Allah'a yalan iftirası, yalancı peygamber olmak ve Kur'ân gibi bir
kitap yazabileceğini iddia eden kâfirle beraber zikredilmekte ve onlara eşit
olmaktadır. Burada Allah'a karşı kimlerin yalan uydurduğunu birinci elden
En'âm 91. âyet belirlemektedir.
e)
Allah'a iftira edenlerin, yalan
uydurup fetva verenlerin amacı ne olabilir? Bu sorunun cevabını En'âm 144
vermektedir:
"Yoksa Allah'ın size böyle
vasiyet ettiğine şahit mi oldunuz? Bilgisizce insanları saptırmak için Allah'a
karşı yalan uydurandan kim daha zâlimdir? Şüphesiz Allah o zâlimler
topluluğunu doğru yola iletmez." Demek ki, bu insanların amacı insanları
yoldan çıkarmaktır ve kendi görüşlerini, fetvalarını Allah'ın emri, vahyi,
hükmü gibi gösterip Allah'ın adını kullanarak insanları kandırıp onları yoldan
çıkarmaktır.
f)
"De ki: Rabb'im ancak açık ve gizli kötülükleri,
günahı ve haksız yere sının aşmayı, hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi
Allah'a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi
haram kılmıştır" (A'râf 7/33).
Bu âyette Yüce Allah neleri
haram kıldığını sıra ile açıklamakta ve bunların arasına "bilmediği bir
şeyi Allah hakkında söyleme"yi de koymaktadır.
Allah hakkında bilerek konuşmak
gerekiyor. Allah hakkında bilmek, O'nun vahyini bilmek anlamına gelmektedir.
Din hakkında konuşmak için, vahyin bilinmesi temel ilkelerden biridir. Din
eğitiminin etkinliği, kalitesi ve başarısı buna bağlıdır.
g)
"Ben, bana vahyolunandah
başkasına uymam. Çünkü Rabb'ime isyan edersem elbette büyük günün azabından
korkarım" (Yûnus 10/15). Yüce Allah Hz. Peygamber'e bunu söyletmektedir.
Hz. Peygamber vahye uymak zorunda olduğuna göre, din âlimi ve görevlileri de
ona uymak zorunda değiller mi? "Vahye tâbi olmak", onu insanlara
tebliğ etmek, öğretmek, dini bilgiyi ondan almak ve onu hayata geçirmek
demektir.
h)
"De ki: Allah'ın size
indirdiği nzıktan bir kısmını helâl, bir kısmını da haram kılmanıza ne
dersiniz? De ki: Allah mı size izin verdi, yoksa Allah'a iftira mı
ediyorsunuz" (Yûnus 10/59).
Allah'ın indirdiği helâl rızkı
harama çevirmek ve bu konuda yapılan yanlış işlerin neler olduğu meselesini
Yunus 59. âyetinde genişçe açıkladık. Dileyen o açıklamalara bakabilir. Aynı
şeyleri burada tekrar etmeyi gereksiz buluyoruz.
Bu tip uygulamaların iki kaynağı
vardır: Ya Allah izin vermiş olacak ya da Allah'a iftira ediyorlar. Yüce Allah
bu âyette, Allah'a iftira edenlerin âhiret inancında bir probleminin olduğuna
dikkat çekmekte ve şu soruyu sormaktadır: "Allah'a karşı yalan
uyduranların kıyamet günü hakkındaki kanaatleri nedir?" (Yûnus 10/60).
i)
"Kim Allah'a karşı yafan
uydurandan daha zâlim olabilir? Onlar kıyamet gününde Rabb'lerine arz
edilecekler; şahitler de: İşte bunlar Rabb'lerine karşı yalan söyleyenlerdir,
diyecekler. Bilin ki, Allah'ın la'neti zâlimler üzerinedir" (Hûd 11/18).
Bu âyet birinci derecede Hûd 13'te geçen, Kur'ân'ı Hz. Muhammed'in kendisi uydurdu
diyen müfterileri ilgilendirmektedir.
Ama âyetin evrensel özelliğini
dikkate alırsak, bizim konumuza da girmektedir. Allah'a yalan iftira edeni Yüce
Allah zâlim ilan etmekte ve la'netinin üzerinde olacağını söylemektedir.
3. Bütün bu âyetleri yorumunu yapmakta
olduğumuz Nahl 116 ile bir araya getirdiğimizde din eğitiminin temel ilkesi
ortaya çıkmaktadır. Din âlimi ve görevlileri gelişi güzel fetva verip bu
helâldir, şu haramdır diyemezler. Çünkü bu âyetlerden aldıkları bilinç, bunun
Allah'a ait olduğunu onlara öğretecektir. Onlar, böyle yaptıkları takdirde
hata yaparak Allah'a iftira etmiş olacaklarını bilmelidirler. Yüce Allah
Kendisine iftira edenlere felah vermeyeceğini esasa bağlamaktadır. Tersine iş
yapanlar "kurtuluş, zafer, mutluluk" anlamına gelen felahı elde
edemeyecek, ona kavuşamayacaklardır.
Demek ki, din adına verilen
yanlış fetvalar toplumların, hatta İslam aleminin mutluluğunu, başarısını,
bereketini, erdemini alıp götürmektedir.
4.
"(Kazandıkları) pek az bir
menfaattir. Halbuki onlar için elem verici bir azap vardır."
Bu âyeti 116. âyet ile beraber
düşündüğümüzde, fetvaların bir menfaat karşılığı verildiği ortaya çıkacaktır.
Helâle haram, harama helâl diyerek Allah'a iftira edecek kadar ileri gitmenin
altında ekonomik geti-ri, statü, yaranmak gibi menfaatler yatmaktadır. Onun
için Yüce Allah onların bu fetvalarla kazandıklarının az bir menfaat olduğunu
söylemektedir.
Bunun en güzel örneğini Hz.
Peygamber yaşamıştır: "Ey peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah'ın
sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun? Allah affedici ve çok
merhamet sahibidir" (Tahrîm 66/1).
Demek ki, bir insanın veya
grubun menfaatini gözeterek fetva verilemez, Allah'ın haram ve helâli ile
oynanamaz. Ayrıca ekonomik menfaat veya sosyal statü elde edeceğim diye dinin
öğretileri ile ters düşen fetvalar verilemez. Bu duruma düşenler 116. âyete
göre felahı kaybediyor, 117. âyete göre de âhirette acıklı azaba çarptırılıyor.
İşte bu cezalar, din âlimi ve görevlilerini yanlış fetva vermekten caydırmak
için konmuş gerçeklerdir.
Geçmişteki kendi grubu ve
cemaati, mezhebi, tarikatı doğrultusunda dinde fetva verenler olduğu gibi,
günümüzde de bunların olduğunu görüyoruz, gelecekte de olacaktır. Yüce Allah'ın
vahyine saygı duyan ve onu insanlara öğretmeyi, ulaştırmayı amaç edinen âlimler
bu uyarıları yapmak zorundalar. Dine, Allah'ın vahyine mezhep, tarikat, cemaat,
grup gözlüğü ile değil de onlara Allah'ın vahyi gözlüğü ile bakılmalıdır. Bunu
gerçekleştirdiğimiz an, İslam âleminde birlik-beraberlik gerçekleşecek ve tevhid
inancı hayata geçirilmiş olacaktır. Allah adına, Allah için fetva vermeyi ahlâk
haline getirenler öne geçtiği, itibar gördüğü gün, İslam'ın nuru etrafı
aydınlatacaktır.
Çünkü yanlış fetvalar Allah'ın
nurunun etrafında bir duvar örmekte ve onun, etrafı, uzakları aydınlatmasını
engellemektedirler. O nuru kimse söndüremez ama, bizim din adına verdiğimiz
yanlış fetvalar bir karabulut gibi, o ilâhî nurun kaynağı olan güneşin önüne
geçmekte, ışığının insanlara ulaşmasını engellemektedir.
İlâhî vahyin bilgisi, ona
objektif yani tarafsız yaklaşmamız, onu birilerinin görüşüne vasıta kullanarak
delil göstermememiz, aksine kendi görüşlerimizi onu anlamak için vasıta olarak
kullanmamız bizi aydınlığa çıkaracak ve dinin başkaları tarafından kabulünü
artıracaktır. Şu âyet, bizi ürpertir hale gelince çözüm başlamış demektir:
"De ki: Siz dininizi Allah'a mı öğretiyorsunuz?" (Hucurât 49/16). Bir
din anlayışı koyup, onu Allah'a öğretenler her zaman olacaktır ama bizim de
âyetin ne denli bir tehdit oluşturduğunun bilincinde olmamız gerekiyor.[74]
215. 5ana anlattıklarımızı daha
önce, yahudilere de haram kılmıştık. Biz onlara haksızlık etmedik, aksine onlar
kendi kendilerine zulmediyorlardı.
Âyetin analizi ile varacağımız
genellemeler olacaktır:
1.
"Sana anlattıklanmızı daha
önce, yahudilere de haram kılmıştık."
Âyetin bu kısmından anlıyoruz
ki, hangi peygambere gelirse gelsin ilâhî vahy, müşterek değerler, hükümler,
helâl ve haramlar taşımaktadır. Özellikle Nahl 114'te geçen "helâl"
ve "temiz gıda"lar, hemen hemen bütün dinlerde aynıdır. Şüphesiz ki
bu dinlerin kaynağı ilâhî vahiy olmalıdır. Bu durum ilâhî din eğitiminde
kesintisiz bir süreci andırmaktadır. En'âm 145. âyete baktığımızda, haram ve
helâl olan hayvanî gıdaların bütün vahiylerde müşterek olduğu görülecektir.
Ancak yahudilere konan perhiz
türünden bazı yasaklama ve kısıt-lamalarsa inatla sürdürdükleri bazı günahlara
karşı sadece onlara özgü bir ceza, bir te'dîb olduğunu göstermektedir.
[75]
Bu durumu şu âyet
açıklamaktadır: "Tevrat indirilmeden önce, İSTâiloğulIannm (günah
diyerek) kendine yasakladığı şeyler dışında bütün yiyecekler onlara helâl idi.
De ki: Söylediklerinizde samimi iseniz Tevrat"ı getirin de onu
okuyun" (Âl-i İmrân 3/93).
İşte Kur" ân onlara
işledikleri günah nedeniyle yasaklanan bazı gıdaları helâl kılmıştır. Ne idi
yahudilere yasaklanan gıdalar? Bu sorunun
cevabını En'âm 146 vermektedir:
"Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları
haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında taşıdıkları ya da kemiğe
karışan yağlar hariç olmak üzere sığır ve koyunun iç yağlarını da onlara haram
kıldık. Bu, zulümleri yüzünden onlara verdiğimiz cezadır. Biz elbette doğru
söyleyeniz."
2.
"Biz onlara haksızlık
etmedik, aksine onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı." Yahudilerin yaptığı
zulüm, Allah'ın helâl kıldığı şeyleri haram, haram kıldıklarını Allah'ın açık
emri olmadan helâl kılmaları olmuştur. Yahudilerin bu yaptıkları, 116. âyette
Müslümanlara verilen emre bir örnek teşkil etmektedir.
Ayrıca âyetin bu kısmından
anlıyoruz ki, Yüce Allah kimseye zulmetmez, insanlar kendi kendilerine
zulmederler. Allah'tan gelen açık bir delil olmadıkça fetva verenler, dinlerini
Allah'a öğretmeye kalkanlar, aslında kendilerine zulmetmektedirler.
Müslümanlar, özellikle Müslüman
din âlimi ve görevlilerinin bu duruma düşmemeleri için Yüce Allah bu âyetleri
göndermiştir. Bize göre, yüksek din eğitimi, öğrencileri bilgilendirmeden
önce, bu ahlâkı onlara kazandırmalıdır.[76]
119. Sonra şüphesiz Rabb 'in,
cahillik sebebiyle kötülük yapan sonra da bunun ardından tövbe edip durumunu
düzeltenleri bağışlayacaktır. Çünkü onlar tövbe ettikten sonra uslandılar.
Bütün bunlardan sonra Rabb'in elbet affedicidir, merhamet sahibidir.
Bu âyet önceki âyetlerin devamı
ve sonucunu belirlemektedir.
1.
"Sonra şüphesiz Rabb'in,
cahillik sebebiyle kötülük yapanları (bağışlayacaktır)."
Âyetin bu kısmında, Yüce Allah,
kendisine iftira eden ve emirlerine karşı çıkan kimselerin cehaletleri
nedeniyle bunları yapmış olabileceklerine işaret etmektedir. Bu demektir ki
bunu kasdî olarak yaparlarsa ihanet etmiş olurlar. İhanetin cezası ağır
olduğundan bunu bir Müslüman'ın yapacağına ihtimal verilmemektedir.
Ama cehaletinden dolayı, böyle
bir işe girişmiş ise ona bir açık kapı bırakılmaktadır.
2.
"Sonra da bunun ardından
tövbe edip durumunu düzeltenleri (bağışlayacaktır)."
Dikkat edilirse tövbe yeterli
görülmemektedir. "Dönüş ve günahının affını dilemek" anlamına gelen
tövbe bir söz vermekten ibarettir. Bu sözün, yani tövbenin gerçekleşmesi
gerekiyor. Düzelmenin anlamı budur. Furkân 71'de bu durum şöyle ifade
edilmektedir: "Kim tövbe edip iyi davranış gösterirse, şüphesiz o, tövbesi
kabul edilmiş olarak Allah'a döner." Nahl 119'daki: 'ç£İÜ eslehû "düzeltenler"
ifadesi Furkân 71'de 'amile sâlihan şeklinde geçmektedir. Düzeltmek ile iyi
amel işlemek aynı manaya gelmektedir. İkisi de köklü değişim anlamına
gelmektedir.
3."Bütün bunlardan sonra
Rabb'in elbet affedicidir, merhamet sahibidir." Yüce Allah yanlışından
sonra tövbe edip dönen ve kendini ıslah edenlere af kapısını açmakta ve onlara
bir şans tanımaktadır. Aslında Onun af sıfatının temelinde merhamet sıfatı
vardır. Kuluna acıdığı için. tövbelerini kabul edip affetmektedir.
Şirkin dışında (Nisa 4/48: 116)
bütün günahların affolma ihtimalinin olduğu bu âyet ile bir kere daha
vurgulanmaktadır. Şirk koşanlara dininden, yani İslam'dan çıkanları da ilave
edebiliriz (Âl-i İmrân 3/90-91; Nahl 16/106-109).
Yüce Allah'ın Nahl 119'da
anlattıklarını hayatın temel kuralı haline getirenler, daima affedici olmalı
ve kendilerine karşı yapılan yanlışları bağışlama yoluna gitmelidirler. Öyle
olurlarsa hem Allah'ın sevgisini kazanacaklar hem de muhsin sıfatını elde
edeceklerdir (Âl-i İmrân 3/133-134); hem Allah'ın emrini yerine getirecek hem
de peygamber ahlâkına bürüneceklerdir (A'râf 7/199).
Yüce Allah'ın bu âyeti eğitimin
ve hukukun temel ilkeleri arasında yer almalıdır. Eğitimciler suç işleyip özür
dileyen ve kendi durumunu düzeltenlere ceza vermemeli ve merhamet ederek onları
affetmelidirler. Suç işleyip hukukun cezalandırdığı insanlarda düzelme
görülürse affetme, cezasını indirme usulleri uygulanmalıdır.[77]
120. Gerçek şu ki, İbrahim,
Hakk'a yönelen, Allah'a i-taat eden bir önder idi. Allah 'a ortak koşanlardan
değildi.
121. Allah'ın nimetlerine şükredici idi. Çünkü
Allah onu seçmiş ve doğru yola iletmişti.
122. Ona dünyada güzellik verdik. Elbette o,
âhirette de sâlihlerdendir.
Bu âyetler Hz. İbrahim'in ne
denli inancı kuvvetli, teslimiyet sahibi ve erdemleri kendinde toplamış bir
peygamber olduğunu açıklamaktadır. Bu âyetler ayrıca Nahl sûresini Bakara,
Âl-i İmrân, Tevbe, Hûd, îbrâhim ve Hicr sûrelerine bağlamaktadır. Ayrıca
Meryem, Enbiyâ, Hacc, Şu'arâ, ve A'lâ sûrelerini de müjdelemektedir. Bütün bu
sûreler Hz. İbrahim'i ele almakta ve onu bir ümmet olarak da Nahl 120'de tanıtmaktadır.
Bu açıklamadan sonra âyetlerin analizini yapabiliriz:
1. "İbrahim bir ümmet
idi."
"Ümmet" kelimesi
Kur'ân'da genel olarak "bir dînî sosyal grup" olarak kullanmaktadır.
Meselâ:
"Sizi mutedil bir ümmet
kıldık" (Bakara 2/143). Bazen de bu kelime "din" anlamında
geçmektedir:
"Babalarınızı bir din
üzerinde bulduk, biz de onların izine uyarız, derlerdi" (Zuhruf 43/23).
Ama bu âyetteki Hz. İbrahim'in
sıfatı olarak "ümmet" kelimesine sosyal içerikli bir mana verecek
olursak, Hz. İbrahim'in bir topluma bedel olduğunu söyleyebiliriz, yani o, tek
başına bir toplum idi. Bu manada biraz zorlama olacağı da bir gerçektir. Ama
âlimler "ümmet" kelimesine ahlâkî mana yüklemişlerdir.
a) "Ümmet", insana
yakışan bütün erdemleri kendinde toplayan, ahlâk dışı bütün davranışlardan
kendini arındıran, uzak kalan anlamına gelmektedir (Muhammed Esed). Hz.
İbrahim, bir ferdin yaşamasının mümkün olamayacağı, ama bir ümmetin
yaşayabileceği erdemlere sahipti. Kurtubî de onu pek çok hayn kendinde
toplayan adam olarak tanımlamaktadır.
b) "Önder" anlamına
gelmektedir, "Seni insanlara önder (imam) yapacağım" (Bakara 2/124).
c)
İnsanlara iyiyi öğreten manasına gelmektedir.[78]
Bu üç manayı bir araya getirirsek,
bütün ahlâkî erdemleri kendinde toplayan, iyiyi öğreten, önder kimse olduğu
için Hz. İbrahim'e "ümmet" denmiştir, diyebiliriz. Biz ümmet
kavramının Hz. İbrahim ile başladığını, o böyle bir sosyal yapıyı meydana
getirdiği için bu sıfatı Yüce Allah'ın ona layık gördüğünü düşünmekteyiz.
2. "Allah'a itaat eden"
biri idi. Âyette geçen LjU kanıt kelimesi, "Allah'ın iradesine yürekten
bağlanıp boyun eğen, itaat eden" anlamına gelmektedir ve Allah'ın
emirlerini hakkıyla yerine getiren demektir. Bakara 116'da 'üjşû kânitûn
kelimesi "boyun eğmek" anlamına gelmektedir. Dolayısıyla söz konusu
âyet: "Kâinatın her zerresi Allah'a boyun eğmektedir" anlamına
gelmektedir. Kâinatın her zerresi Allah'a nasıl boyun eğiyorsa Hz. İbrahim'de
öyle boyun eğmişti.
3. O,hanif idi."
Hz. İbrahim'in üçüncü sıfatı,
katıksız iman ile Allah'a yönelen, teslim olan kişi olmasıdır. Hanîf,
"İslam'a, yani Allah'ın vahyine güçlü bir temayül ile meyleden, ondan bir
daha ayrılmayıp imanına şirk bulaştırmayan" anlamına gelmektedir.
4.
"Allah'a ortak koşanlardan
değildi."
Zaten bu ifade, hanîfliği
açıklamaktadır. Hz. İbrahim tevhid inancına bağlı, babası ise müşrik olmasına
rağmen, o, küçük yaşlarda tevhid inancına gönül vermiş ve bu inancı
savunmuştur. Bakara 258. âyete baktığımızda, zamanının ileri gelenleri ile
tevhid inancı konusunda tartışmalara girişmiş ve bu inancı savunmuştur. Kur'ân
En'âm 76-79. âyetlerde onun tevhid inancını nasıl arayıp bilinçle iman ettiğine
yer vermektedir.
En'âm 76'da sevgi ile imanı bir
araya getirip, sevginin imana, i-manın sevgiye dönüştüğünü ifade etmiştir.
5. "Allah'ın nimetlerine
şükrediciydi."
Demek ki, peygamber ahlâkının
temel amellerinden biri ve en ö-nemlisi, Allah'ın nimetlerine şükretmektir.
Râzî'ye göre Hz. İbrahim Allah'ın en küçük nimetine bile şükrederdi. Bu
anlamdan hareketle diyebiliriz ki, o, bütün nimetlere şükrederdi. Bütün
nimetlere şükretmesi, onun nankörlük yapmadığına delil teşkil etmektedir.
Olumluyu açıklayarak olumsuzun olmadığına işaret edilmektedir.
6.
"Allah onu seçmişti."
"Koparıp almak, devşirip
toplamak, topladığını getirmek, suyun havuzda birikip toplanması" anlamına
gelen ^ cebâ fiilinden türeyen , ictebâ kalıbı "seçmek" manasını
ifade etmektedir. Yüce Allah Hz. İbrahim'i kendisine peygamber olarak seçti.
7.
"Onu doğru yola
iletmişti."
Hz. İbrahim çocukluğundan
itibaren, müşrik bir aile ve toplumda doğmuş olması sebebiyle Allah Teala'nın
kontrolü altında idi. Onu Yüce Allah eğitiyordu. İşte bu eğitimin bir parçası
da En'âm 75'te yer almaktadır: "Böylece biz, kesin iman edenlerden
olması için İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk."
Göklerin ve yerin melekûtu, "onların Allah tarafından idare edilmesi,
kâinatın işleme tarzı ve kanunları" anlamına gelmektedir. İşte kâinatı
gözleyerek, onun kanunlarını öğrenerek Hz. İbrahim kesin imana ulaşmıştı. Bu da
onu hidâyete erdirmek, doğru yola götürmek anlamına gelmektedir.
Bu öğretinin içinde, yani doğru
yola götürme faaliyetinde ailesinin ve toplumunun sahip olduğu şirk inancına
gönül vermemeyi temin etmek de vardır. Böylece dış gözlemle kâinatın işleyiş
tarzını ve bununla ilâhî irâdenin üstünlüğünü öğretirken diğer taraftan iç
âleminde de tevhid inancına yönelik oluşumları meydana getiriyordu.
8. "Ona dünyada güzellik
verdik."
Buradaki güzelliğin ne anlama
geldiğini anlayabilmek için şu iki âyete gitmemiz gerekiyor:
a)
"Bana, sonra gelecek
nesiller içinde, iyilikle anılmak nasip eyle!" (Şu'arâ 26/84). Bunun
anlamı şudur: Hz. İbrahim, kendisinden sonra gelecek nesillerde anılmasını,
şöhretinin devam etmesini, yani tek kelime ile herkes tarafından sevilmesini
Allah'tan istedi. Allah da bunu ona verdi. Onun için Yahudiler, Hıristiyanlar
ve Müslümanlar, Hz. İbrahim'i sevmekte ve gelecekte de seveceklerdir. Tevhid
inancının yer aldığı neresi varsa Hz. İbrahim orada gündeme gelecek ve
sevilecektir. İşte ona verilen güzelliğin biri budur.
b)
"Ey Rabbimiz! Onlara,
içlerinden senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti
öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü üstün gelen, her
şeyi yerli yerince yapan sensin" (Bakara2/129).
Yüce Allah bu duayı da kabul
etti. Ve onun neslinden bir çok peygamber gönderdi. Bu iki âyet bu dünyada Hz.
İbrahim'e verilen güzellikleri, iyilikleri açıklar mahiyettedir. Tâbi ki, Hz.
İbrahim'e verilen güzellikler, iyilikler sadece bunlardan ibaret değildir. Hz.
Peygamber'in: "Ben dedem İbrahim'in duasıyım" demesi, gerçekten
güzelliklerin zirvesi değil midir?[79]
9.
"Elbette o, âhirette de
sâlihlerdendir."
Hz. İbrahim başka bir duasında
şöyle dilekte bulundu: "Rabbim, bana hikmet ver ve beni sâlihler arasına
kat" (Şu'arâ 26/83). İşte bu duanm kabul edildiğinin delili de yorumunu
yapmakta olduğumuz Nahl 122. âyet olmuştur.
Bu noktada şu soruyu
sorabiliriz: Nahl 119. âyete kadar işlenen konular ile alakası görülmemekte
olan Hz. İbrahim'le ilgili bu âyetlere neden burada yer verilmiştir? Bu soruya
cevap verebilmek için Nahl 123. âyete gitmemiz gerekiyor. O âyetin içeriği
neden burada Hz. İbrahim'in özelliklerine yer verildiğini açıklamaktadır.[80]
123. Sonra da sana: 'Doğru yola
yönelerek İbrahim 'in dinine uy! O müşriklerden değildi', diye vahyettik.
Âlimler buradaki y\ ittebi'
"uy" emrini başka yönlere çekerek, Hz. İbrahim ile Hz. Muhammed'in
üstünlüklerini tartışmışlardır. Üstün olanın, üstün olmayana uymasının
hikmetlerini aramışlar ve açıklamaya
çalışmışlardır. Hatta Râzî'nin
belirttiğine göre, Hz. Muhammed'in bir hukuk sistemi olmadığı, onun için Hz.
İbrahim'in dinine, hukukuna uymasının emredildiği iddiasına kadar meseleyi
götürmüşlerdir.
Biz bu ihtilaflara, tarafgir,
duygu dolu iddialara bulaşmadan konuyu açıklamaya çalışacağız. Tevhid inancı ve
onu insanlığa taşıyan ilâhî vahyin oluştuğu İslam dini her peygamberin dini
olmuştur. Demek ki evrensel boyutuyla tevhid inancının özünü oluşturduğu İslam
dini bir süreç niteliği taşımaktadır.
Meseleye süreç açısından
bakarsak tüm peygamberler birbirinin yoluna uymuşlar ve inanırlarına
kendilerinden önceki peygamberlere imanı şart koşmuşlardır. Yorumunu yapmakta
olduğumuz Nahl 123'ten önce şu âyete bakarsak, bu âyeti daha kolay anlama
imkanımız olacaktır:
"İşte o peygamberler
Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy. De ki: Ben buna
karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Bu, âlemler için ancak bir öğüttür"
(En'âm 6/90).
Kur'an'da Allah'ın hidâyet
ettiğini söylediği bazı peygamberler şunlardır: İbrahim, İshâk. Ya'kûb. Nûh,
Dâvûd, Süleyman, Eyyûb, Yûsuf, Mûsâ. Hârûn. Zekeriyyâ. Yahya. îsâ, İlyâs,
İsmail, Elyesa', Yûnus, Lût (En'âm 83-86». Kuşkusuz Yüce Allah, tüm
peygamberlerine hidâyet etmiştir. Ancak biz Kur'an "da sayılanlarına
değindik. İşte âyette uyulması istenen peygamberler bunlardır.
Yola uymak, dinine tâbi olmak
üstünlük meselesi değil, tevhid i-nancının, dinlerin evrensel boyutlarının
niteliğidir. Konuya kişi açısından değil de İslam dini niteliği açısından
bakmak gerekiyor.
Hz. Muhammed'e müşriklerden
olmayan İbrahim'in dinine uyması emrediliyor. Bu suretle İbrahim'e
bağlılıklarını iddia eden müşriklerin, gerçekte onunla bağlan bulunmadığı,
çünkü onun bir müşrik atası değil, Allah'ı birleyen bir lider olduğu
vurgulanıyor.[81]
diyen Ateş, konuya başka bir açıdan bakabilmiş, toparlayıcı bir açıklama
getirmiştir.
Daha önceki âyetlerde Hz.
İbrahim'in özellikleri sayılırken, kastın bu uyma emrinin temellerini
oluşturmak olduğu anlaşılmaktadır. Zaten 123. âyetin sonu olan "o
müşriklerden değildi" ifadesi, uymanın sebebini belirlemektedir. İnancına
hiç şirk bulaştırmamış olan Hz. İbrahim'e, yine inancına hiç şirk bulaştırmayan
Hz. Muhammed'in uyması doğaldır. Bize göre Hz. İbrahim ismi burada, bütün
peygamberleri temsil etmektedir. En'âm 90. âyete bakınca bunu daha rahat
anlayabiliriz.[82]
124. Cumartesi tatili, ancak
onda ihtilaf edenlere farz kılınmıştı. Kıyamet günü Rabb 'in, muhakkak onların
ihtilafa düştükleri şey hakkında aralarında hüküm verecektir.
Muhammed Esed'e göre, Hz.
İbrahim'in özelliklerinin bir önceki âyetlerde anlatılmasının sebeplerinden
biri de bu âyettir. Esed açıklamasına şöyle devam etmektedir: Yahudilerin çoğu
tevhid dininin esaslarına açıkça ters düşen bir biçimde, sırf bu büyük
peygamberin soyundan gelmiş olmalarına dayanarak kendilerinin, Allah tarafından
seçilmiş kavim olduklarını ileri sürmek sureti ile Hz. İbrahim'in gerçek
dininden sapmışlardı. "Onun hakkında uyuşmaz görüşler ileri sürüp
çekişenler" ifadesiyle dile getirilmek istenen de, kanaatimizce işte bu
sapmadır. Kur'ân'da sık sık işaret edildiği gibi, bu manevi taşkınlık ya da
küstahlık, İsrâiloğullanna ve yalnızca onlara bir takım ciddi yasaklar,
kısıtlamalar ve mecburiyetler yükletilerek Allah tarafından
cezalandırılmıştır. İşte bu kısıtlama ya da ilave yükümlülüklerden biri de sebt
(Cumartesi) günü her türlü işten, alış-verişten uzak durmaktır. En geniş
anlamıyla bu âyet, Allah tarafından ön görülen tüm biçimsel yükümlülüklerin
kendi başlarına dini birer amaç olmadıklarını, ama sadece manevî ve rûhânî
disiplinin biçimlendirilmesinde araç ve vesile olarak iş gördüklerini işaret
etmektedir.[83]
"Doğrusu bu Kur'ân, İsrâiloğullarma, hakkında ihtilaf edegeldikleri şeylerin
pek çoğunu anlatmaktadır" (Nemi 27/76) buyuran âyetin çözdüğü
ihtilaflardan biri de budur. Başka bir ifade ile Kur'ân'in amaçlarından biri,
İsrâiloğullarının ihtilaf ettikleri şeyleri açıklayıp çözüme ulaştırmaktır.
İsrâiloğullarının, bu dünyada çözüme
ulaştıramadığı ihtilaflarını Yüce Allah âhirette bir şekilde çözecektir.
Bu açıklamadan sonra şu soruyu
sorabiliriz: Yüce Allah, Yahudilerin cumartesi günü konusundaki tutumunu,
ihtilaflarını bize niye anlatıyor? Bu soruya verilecek cevaplardan birini az
önce anlattık: Kur'ân, ihtilafları çözüme ulaştırmaktadır. Diğer cevap ise
şudur: Ceza hukukunda bazı davranışlardan kısıtlama, bazı davranışlara yani
suçlara ilave yükümlülükler vererek cezalandırma yoluna gidilebileceğini
öğretmektedir. Aynca. Müslümanlara yaşanmış örnek bir olguyu anlatarak, manevî
aşırılıklara gitmemelerini. Allah'ın emirlerini, yaşanmış bir olgu ile gelecek
nesillere öpt verme metodunu kullanmakta ve bu metodu öğretmektedir.
Başka bir açıdan bakınca şu
neticeye varabiliriz: Âl-i İmrân 65-69. âyetlerinde açıklandığı gibi bir kısım
Kitap ehli yani Yahudi ve Hıristiyanlar Hz. İbrahim hakkında derin ihtilaflara
dalmışlardı. Onların bu tartışmalarına karşı Yüce Allah onlara Nahl 120-123.
âyetlerde Hz. İbrahim'i tanıtmaktadır.
Böylece Nahl 120-124. âyetleri
bir bütünlük içinde ele almak, açılımlarını ve genellemelerini bu açıdan
yapmak gerekiyor. Birbirinden ayrı gibi görünen bu âyetlerin içten birbirine
bağlı oldukları düşünülmeden açıklamaları yapılmamalıdır.
Demek ki, bu dünyada manevî,
yani dinî alanda çıkarılan ihtilafların burada kalmayıp âhirete intikal
ettiğini de öğreniyoruz. Çözümsüzlük ihtilaflara can vermekte, onları
derinleştirmekte, ömürlerini uzatmakta ve âhirete kadar yaşatmaktadır.
"Onların ihtilafları konusunda kıyamet günü Allah hükmünü verecektir"
ifadesinde bir tehdit unsuru vardır.
Şimdi İslam âlimleri ve bu
alanda görev yapanlar, dinde ihtilafın ne denli ciddî bir sıkıntı olduğunu
anlamalı, Kur'ân'a dayanmadan verilen fetvaların halkı derin tartışmalara sokup
gruplaşmaların zararının bilincinde olmalı ve ona göre dinî konularda görüş
beyan etmelidirler.[84]
125. Sen, Rabb'inin yoluna
hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et! Rabb 'in,
kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidâyete erenleri de çok iyi
bilir.
Ayetten çıkaracağımız ve eğitimi
ilgilendiren bazı genellemeler olacaktır:
1.
"Rabb'inin yoluna
çağır."
Âyetteki fö üd'u
"çağır" emri, birinci derecede Hz. Peygamber'i ilgilendirmekte,
dolaylı olarak da din eğitimi yapan herkese hitap etmektedir.
Dikkat edilirse, çağrının
Allah'ın yoluna yapılacağı hükme bağlanmıştır. Bu demektir ki, Peygamber bile
bir yol uydurup ona çağıramaz. Diğer taraftan herhangi bir âlim veya beşer,
kendine, kendi kurduğu yola çağırma hakkına sahip değildir. Yol, Allah'ın
yoludur; o yoldan başkası bölünmelere, tefrikaya, çatışmaya götürür.
Bu konuyu Yüce Allah şöyle ifade
etmektedir: "Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. Başka
yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte sakınasınız
diye Allah size bunları emretti" (En'âm 6/153).
2.
"Hikmet ile."
Yüce Allah, Kendi yoluna ne ile
çağırılacağı sorusunu cevaplandırırken, hikmet ile çağırılacağını
emretmektedir. Hikmet kelimesinin geniş açıklaması için Bakara 269'a
bakılabilir. Burada verilmesi gereken mana, "ilim, basiret, akıllılık,
sağlam, ilâhî bilgi, kemâle erdirici bilgi" şeklinde olmalıdır. Bu
manalardan "ilâhî bilgi" yi almak en doğrusu olacaktır. Allah'ın
yoluna, Allah'ın bilgisi ile çağır emri verilmektedir. Ama hikmete
"basiret" manası verirsek, Allah'ın yoluna basiretle, akılla çağır
manası verilebilir.
Kur'ân'in olmadığı bir öğüt,
güzel olamaz. Böyle bir yargıyı neye dayandırabiliriz? Sorunun cevabını şu
âyetlerle verebiliriz:
a)
"Ey insanlar! Size Rabb'inizden bir öğüt gelmiştir" (Yûnus
10/57). Demek ki Kur'ân bir öğüttür. Bu ö-ğüdün bulunduğu beşeri bir öğüt de
güzel olacaktır.
b)
"Kazandıkları ile hiçbir
nefsin felakete uğramaması için Kur'ân ile öğüt ver" (En'âm 6/70).
c)
"Tehdidimden korkanlara
Kur'ân ile öğüt ver" (Zâriyât 50/45).
Demek ki Allah'ın yoluna Kur'ân
ile davet etmek, din eğitiminin önemli metodlarından biridir. Hikmeti
"akıl ve basiret" manasına alırsak, Allah'ın yoluna akıl ve Kur'ân
ile çağırma zorunluluğu ortaya çıkaçaktır. Yüce Allah, Hz. Peygambere bu emri
verdiğinden dolayı, onu yerine getirmiş olması ile de onun sünneti doğmuştur.
Bu metodları kullananlar hem Allah'ın emrini yerine getiriyor hem de
peygamberin sünnetini uygulamış oluyor.
3.
"Mev'ıza-yı hasene ile."
Mev'ıza-yı hasene, "güzel
öğüt" anlamına gelmektedir. Yüce Allah bu âyette insanları Allah yoluna
davet etmenin iki metodunu koymaktadır: Bunlardan ilki hikmet, ikincisi de
güzel öğüttür. Davet bu iki yolla yapılmalıdır. Kur'an'da Yüce Allah
"mev'ıza" kelimesini Kur'an için kullandığına göre (Yûnus 10/57; Hûd
11/120) biz burada Hakk yola davette müracaat edilecek en önemli öğüt
kaynağının yine bizzat Kur'an olduğunu söyleyebiliriz. İnsanlar hakka davet
edilirken kendi kanaatlerini değil Kur'an'ın mesajını kullanmalıdırlar. Çünkü
din adına konuşanlar Allah adına konuştuklarını unutmamalıdırlar. Bu yönüyle
bu âyet yine bu sûrenin 116. âyetindeki mesajla irtibatlıdır. Yani insanlar
kendi dillerinin veya kanaatlerinin şekillendirdiği üzere din adına "şu iyidir,
şu kötüdür" demekten kaçınmalıdırlar.
4.
"Ve onlarla en güzel
şekilde mücâdele et." Peki mücâdelenin en güzeli ne ile olacaktır? Demek
ki bir mücâdele vardır, bir de en güzel mücâdele. Şu âyetlerle en güzel
mücâdeleyi yakalamamız mümkündür:
a) Yumuşak söz söyleyerek
"Ona yumuşak söz söyleyin.
Belki düşünür veya saygı duyar" (Tâhâ 20/44).
Bu metodu kullanmaları için Yüce
Allah Hz. Mûsâ ve Harun'a emretmiştir. Aynı metodu Hz. Peygamber de
kullanmıştır: "O vakit Allah'tan
bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın" (Âl-i Imrân 3/159).
b) Kötülüğe iyilikle karşılık
vererek
"Kötülüğü iyilikle savan
kimselerdir" (Rad 13/22.)
"İyilikle kötülük bir
olmaz. Sen kötülüğü en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında
düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur" (Fussilet 41/34).
c) Bilgi ile
Mücâdeleyi en güzele ulaştıran
değerlerden biri de "bilgi"dir. Bilginin olmadığı mücâdeleyi veren
kişi şeytana tâbi olur. "İnsanlardan bazıları vardır, hiçbir bilgiye sahip
olmadan Allah konusunda mücâdele eder ve her inatçı şeytana tâbi olur"
(Hacc 22/3).
d) Sabır ile
Bu metodun en güzel örneğini
Firavun ile Hz. Musa'nın tartışmasında buluyoruz. Şu'arâ 23-30. âyetleri bu
gözle tetkik edilirse, Hz. Mû-sâ'nın ne denli sabırlı davrandığı görülecektir.
Bütün hakaretlere rağmen aldırış etmeden, mesajını vermeye çalışmaktadır.
e) Müşterek inanç noktalarını öne
çıkararak
"İçlerinden zulmedenleri
bir yana Kitap ehli ile ancak en güzel yoldan mücâdele edin. Ve deyin ki: Bize
indirilene de. size indirilene de iman ettik. Bizim tanrımız da sizin tanrınız
da birdir. Ve biz ona teslim olmuşuzdur" ('Ankebût 29/46).
Kitap ehli ile en güzel bir
şekilde mücâdele etmenin yolu, tevhid inancının etrafında toplanmayı önererek,
vahy ve tanrı birliği işlenmekten geçer. En güzel mücâdele, inançta müşterek
noktalan bulmaktır (Âl-i İmrân 3/64).
5. "Rabb'in kendi yolundan
sapanları en iyi bitendir ve O, hidâyete erenleri de çok iyi bilir."
Âyetin ilk bölümü ile bu bölümü
arasında sanki bir kopukluk vardır, ama aslında derinden ve sıkı bir
bağlantıyı basiret sahipleri görebileceklerdir. Kimin yoldan çıktığı ve
çıkacağı; kimin doğru yola geldiği veya geleceğini Allah bilir. Peygamber
bunlarla uğraşmayacak; o, Allah'ın yoluna hikmet, güzel öğüt ve en iyi mücâdele
ile çağıracaktır ve zaten o bununla mükelleftir. Peygamber, herkesin
eğitilebileceği esasından hareket eder ve çağrısını bu ilke üzerinde yapar,
ama saptırma ve hidâyete erme işine karışmaz.
Âyetin bu kısmı ile ilk
bölümünün ilişkisine başka bir açıdan bakarak diyebiliriz ki, Hz. Peygamber'in
ve din adamlarının çağrıları, zorlamaya dönüşmemeli; öğretim, yani tebliğ ve
çağrı safhasında kalmalıdır. Çünkü bu çağrı, gönülde operasyon yapacak olan
Yüce Allah'ın müdahalesine bir ön hazırlık niteliğindedir.[85]
126. Eğer ceza verecekseniz,
size yapılan işkencenin dengi ile ceza verin. Fakat sabrederseniz, elbette o,
sabredenler için daha hayırlıdır.
Ayeti bir önceki âyetin devamı
olarak manalandırırsak Muhammed Esed'in meali, en uygunu olacaktır. "Bunun
içindir ki tartışmada zora baş vurmanız gerekirse, ancak onların sizi zora
soktukları kadar zora baş vurun. Fakat eğer kendinizi tutarsanız, bilin ki
güçlüklere göğüs germesini bilen kimseler için bu daha iyidir."
Muhammed Esed'in meali, 125. âyette
geçen mücâdelenin en iyi şekilde yapılması meselesinin devamı durumunda ve
farklı şartlar altında nelerin yapılacağına ışık tutmaktadır.
Bu ifade, insanları Allah'ın
yoluna davet ederken, onlardan zoırta-ma şeklinde gelecek olan bir tepkiye denk
bir zorlama ile karşılık verilebileceğini hükme bağlamaktadır. Karşı taraf
aşağılayıcı, onur kırıcı, tezyif edici tarzda konuşuyor ise, misli ile cevap
vermek caizdir.
Fakat, bu şekilde tepki
gösterenlere karşı sabırlı davranmak, yani kendini tutup misli ile karşılık
vermemek, tartışmadaki çıkmazlara, güçlüklere göğüs germek Müslüman için en
iyi olandır. O zaman şu soruyu sorabiliriz: Sabredersek bizim için daha iyi
olan nedir? Sorunun cevabını şöyle verebiliriz: Tartışmada karşılaşılan
zorlamaya karşı zora misli ile baş vurmak metodunda bir sevap yoktur. Ama zora
baş vurfnayıp kendini tutmak, yani sabretmek, güçlüklere göğüs germek ise
sevaptır. İşte daha iyi olan tarafı budur. Birinci metot da caiz hükmü geçerli
iken, i-kincisinde sevap söz konusudur.
Onun içindir ki Yüce Allah bu
iki metottan birini tercih etme işini müminlere bırakmıştır. Sonraki âyetlerde
sabrın neler getireceği de anlatılmaktadır.
Âyetten çıkaracağımız diğer bir
netice de şudur: İlk mealimizde belirttiğimiz gibi, âyet hukuki boyutuyla değil
de eğitim boyutuyla öne çıkmakta, onun için Muhammed Esed'in meali buraya daha
uygun düşmektedir.
Demek ki farklı inançlara mensup
insanların bazen zorlamaya varan tartışmaları, mücâdeleleri olabilir. Belki de
hayatın doğal işleyiş şekli budur. Ama Müslüman tavrının nasıl olması
gerektiği meselesini âyet cevaplandırmaktadır.[86]
/27. Sabret! Senin sabrın da
ancak Allah'ın yardımı i-ledir. Onlardan dolayı kederlenme, kurmakta oldukları
tuzaktan kaygı duyma!
128. Çünkü Allah, takva
sahipleri yani güzel amel işlemekte devamlı olanlarla beraberdir.
Bu âyetler 125-126. âyetlerin
devamı durumundadır. 126. âyette Yüce Allah Müslümanlara zorlamaya denk bir
şekilde karşılık verebileceklerini ama sabrı seçmenin daha iyi olacağını
buyurmuştu. O âyette, kulunu daha doğrusu Hz. Peygamber'i iki seçenekle karşı
karşıya bırakmıştı. Ama 127. âyette ise, rehberlik olsun diye bunlardan
hangisinin seçilmesi konusunda Yüce Allah tercihini sabırdan yana kullandığına
işaret etmektedir.
1.
"Sabret!"
İşte bu emirle Yüce Allah, Kendi
seçeneğinin Hz. Peygamber'in dolayısıyla bütün müminlerin seçeneği olmasını
istemektedir. Ama müminin zorlamaya denk bir zorlama seçeneği hâlâ vardır.
Bu durumu şu âyetlerle
açıklamamız mümkündür:
a)
"Bir kötülüğün cezası, ona
denk bir kötülüktür. Kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun ödülü Allah'a
aittir. Doğrusu Allah, zâlimleri sevmez" (Şûra 42/40).
b)
"Kim sabreder ve affederse
şüphesiz bu hareketi, yapılmaya değer işlerdendir" (Şûra 42/43).
Demek ki, zorlamaya denk bir
zorlama, kötülüğe denk bir kötülükle cezalandırmak caizdir ama bunda sevap
yoktur. Fakat zorlama veya kötülüğe bağışlama, barış ve sabır ile karşılık
vermenin ödülü vardır ve Allah bu davranışı övgüye lâyık bulmaktadır.
İşte hakkı inkâr edenlere karşı
takınılacak tavır ve tutulacak yoldan biri, belki de en önemlisi
"sabır" olmaktadır. Çünkü sabır, mücâdele verilen kişilerle fırsatı
düştüğünde bir daha konuşma imkanını sağlayacaktır.
2.
"Senin sabrın da ancak
Allah'ın yardımı iledir."
Hz. Peygamber'e ve onun ümmetine
güçlüklere göğüs germe, onların altından kalkma, onları çözümleme gücünü veren
yalnızca Allah olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Zorlamalara, baskılara,
kötülüklere, tuzaklara, hakaretlere karşı göğüs gerip sabretmek bazen beşerin
takatini aşmaktadır. Allah'ın yardımı olmaksızın bunu gerçekleştirmek mümkün
değildir.
Allah'ın yardımı ile gerçekleşen
sabırda sahte bir dürüstlük, sahte bir kendine güvenin ya da bir küstahlığın
yeri yoktur ve böyle bir psikolojik alt yapıdan kaynaldanmamaktadır. Sabır,
hastalıklı yani marazî bir pasifliğin eseri değildir. Bu demektir ki, Yüce
Allah sabrı tercih etmeye rehberlik ederken, sabn bizzat destekleyeceğini de
vurgulamaktadır.
3.
"fe "Onlardan dolayı
kederlenme, kurmakta oldukları tuzaktan kaygı duyma!"
Onların kurdukları tuzakların ne
olduğu sorusunu 125. âyette geçen "mücâdele" meselesine bağlı olarak
manalandırırsak, bunların, tevhid inancına, Kur'ân'a ve Peygamber'e karşı ileri
sürdükleri iftiralar, asılsız ve tutarsız iddialar, yalanlar ve düşmanca
fikirler olduğunu söyleyebiliriz. Demek ki onların tuzakları fikir, iddia ve
iftira bazında kalıp eyleme dönüşmemiş bir niteliğe sahipti.
Onlarla mücâdele ederken,
sözleriyle tevhid inancına karşı kurdukları tuzaklardan kederlenmemek Yüce
Allah'ın Hz. Peygamber'e teklif ettiği bir psikolojik tavırdır. Bunun anlamı,
onların zorlayıcı ve saldırgan niteliğindeki sözlerinin senin gönlüne inip
tahrip etmesine müsaade verme, senin kulağına çarpıp geri dönsün, yahut
birinden girip diğerinden çıksın. Demek ki sabır, dıştan gelen hakaret dolu
sözlere kendi iç alemini teslim etmemektir.
Böylece Yüce Allah sabra yeni ve
farklı bir tanım getirmektedir.
Eğer bu âyetler Mekke'de indi
ise bu yorum doğru düşer, ama â-yetler Medine'de indi ise, âyetleri Âl-i İmrân
125. âyete göre yorumlamamız gerekiyor. "Evet, siz sabır gösterir ve
Allah'tan sakınırsanız, onlar hemen şu anda üzerinize gelseler, Rabb'iniz,
nişanlı beş bin Melekle sizi takviye eder." Bu âyetleri Nahl 125. âyet ile
Âl-i İmrân 125. âyete bağlamamız halinde âyetlerin rakamı bakımından da bir
mânidarlık olduğunu görmekteyiz. Âl-i İmrân'daki müşriklerin tuzakları eyleme
dönüşmüş bir mücâdeledir. Bu mücâdeledeki sabır ile Nahl 125'teki mücâdeledeki
sabır birbirinden biraz daha farklıdır. Nahl'de sözle saldırılara karşı, metanetini
bozmadan fikrini savunmaya devam etmek, karamsarlığa düşmemek varken, Âl-i
İmrân 125'te Bedir Savaşı'nda gösterilen kahramanlık, savaşa girginlik,
yılmamak vardır. Nahl 125'te sabır denen psikolojik güç beyni ve gönlü idare
ederken; Âl-i İmrân 125'teki de eylemleri idare etmektedir.
4.
"Çünkü Allah, takva
sahipleri yani güzel amel işlemekte devamlı olanlarla beraberdir."
Yüce Allah, haramları işlemekten
sakınan ve Allah'ın farzlarını yerine getiren takva sahipleri, yani muhsinlerle
beraberliğini ilan etmektedir. Nahl 128. âyetteki takva ve muhsin
kelimelerinin anlamı sabır gösterenlerdir.
"Sabır, sabredenler için
daha hayırlıdır", ifadesinin yer aldığı 126. âyete "nedir o
hayır?" diye sorabiliriz. Cevabını da 128. âyetle verebiliriz: İşte
buradaki hayır "Allah'ın beraberliğini temin etmek"tir.
"Üzülme Allah bizimle
beraberdir" (Tevbe 9/40) buyuran Hz. Peygamber ve: "(Mûsâ): Asla!
dedi, Rabb'im şüphesiz benimle beraberdir" (Şu'arâ 26/62) diyen Hz.
Musa'nın ifadelerinin aynısını Yüce Allah Nahl 128'de bizzat kendisi
kullanmaktadır.
Netice olarak diyebiliriz ki,
din eğitimi Kur'ân'ın bu temel esaslarını insanlara kazandırıp, hangi
davranışlara sahip olanların Allah'ın beraberliğini kazandıklarını titizlikle
öğretmelidir.[87]
1.
Nahl sûresinde Yüce Allah Kur'ân'ı bir "rûh" olarak tanımlamakta,
onun geliş sebebinin şirki ortadan kaldırıp yerine tevhid inancını dikmek
olduğunu tesbit etmektedir. Kur'ân'in diğer bir görevi de ihtilafları ortadan
kaldırmaktır. Kur'an. her şey için bir açıklama, bir hidâyet, bir rahmet ve
Müslümanlar için de bir müjde olarak gönderilmiştir (âyet: 1-2, 64, 89, 102).
2.
Yüce Allah, gökleri ve oradaki cisimleri, Güneş'i, Ay'ı, yıldızları;
Yerküreyi ve orada insanların istifadesine sunduğu bütün yaratıkları, aklı,
düşünceyi ve öğüt alma yeteneği ile yanaşmayı ve bundan hareketle bunları
yaratan sonsuz kudrete sahip Allah'a kulluk etmeyi hükme bağlamaktadır (âyet:
5-17, 65-69).
3.
Nahl sûresi, insanın yaratılışını ele almakta ve bunun incelenmesini
insana ödev olarak vermektedir (âyet: 4).
4. Kıyamette herkes kendi günahını
taşıyacaktır, ancak bu dünyada biri diğerini yoldan çıkarmış ise, yoldan
çıkaran kişi ötekinin günahının bir kısmını da kendi üzerine alacaktır. Bu
ilkesi ile Yüce Allah başkalarını kötü manada etkilemekten caydırmayı
hedeflemektedir. İnsanların bilgisizliğinden, yani cehaletinden istifade ederek
onları yoldan çıkarıp istismar etmenin ne denli günah olduğunu tüm insanlığa
ilan etmektedir (âyet: 25).
5. Sûrede, kötülük yapanların
canlarını meleklerin nasıl alacağı ve onlarla neleri konuşacakları; iyilik
yapanların canlarını meleklerin nasıl alacağı ve onlarla neleri konuşacakları
gündeme getirilmekte ve böylece insanlar iman edip iyi işler yapmaya teşvik
edilmektedir (âyet: 28-32).
6.
"Allah insanlara zulmetmez, insanlar kendi kendilerine zulmederler,"
ilkesi bir kere daha bu sûrede tekrar edilmektedir. İnsanlara bu dünyada veya
âhirette isabet eden ceza yaptıkları amellerden dolayıdır (âyet: 33-34,
111-112).
7.
Peygamberlere düşen açık seçik tebliğ
etmektir. İnsanları hidâyete erdirmek başkalarının özellikle peygamberlerin
isteğine bağlı değildir. Kulun gönlüne göre bunu takdir edecek olan Allah'tır
(âyet; 35-37).
8. Zulme uğradıktan sonra, hicret
edenlere Allah Teala yeryüzünde iktidar olma vaadini vermekte ve âhirette de
onları ödüllendireceğini söylemektedir. İnanç özgürlüğünün yaşanmadığı
toplumlardan hicret etmenin zorluğu ve bunun bir ibadet olduğu böylece gündeme
getirilmektedir (âyet: 41).
9. Dinî konularda bilgisi olmayan
insanlar mutlaka Kur'ân'ı bilene soracaklardır (âyet: 43).
10. Kâinat Allah'a ait olduğu gibi
din de ona aittir. O'ndan başkası din koyamaz ve O'ndan başkasına tapılamaz.
Böylece Yüce Allah dinin tek kaynağı olduğunu, sahibinin de tek olduğunu
vurgulamakta, insanların din koyamayacağına dikkat çekmektedir (âyet: 52).
11.
Kız çocuklarını Allah'a verip erkek çocuklarını kendilerine a-lan; kız
çocuğunu bir ayıp olarak kabul eden, kendisine müjdelendiğinde yüzü simsiyah
kesilen, yaşatmakla toprağa gömme arasındaki kararında bocalayan insanların
oluşturduğu geleneği kötüleyen Yüce Allah, onların zulüm yaptığına işaret
etmektedir.
Kadın haklan konusunda diğer
âyetleriyle beraber Kur'ân bir inkılap yapmış ve köklü bir değişimi
gerçekleştirmiştir.
Araplar kendilerinin hoşlarına
gitmeyen şeyleri Allah'a isnat ederken, en güzel sonucun kendilerinin olduğunu
iddia edip yalan söylüyorlardı (âyet: 57-59, 62).
12.
Ekonomi bakımından insanlar arasındaki farklılığı Yüce Allah'ın takdir
ettiğini, ama işverenlerin emeği ile çalışanlara haklarını vermesini ve böylece
yaşam standardı bakımından eşitliğin sağlanmasını insanların temin edeceğini bu
sûre hükme bağlamaktadır (âyet: 71).
13. Yüce Allah, bilgi nazariyesi
bakımından, insanın doğuştan bilgi getirmediğini, bilgiyi sonradan öğrendiğini
gündeme getirerek, filozofların hangisinin doğru söylediğine ışık tutmakta ve
kararımıza rehberlik etmekte, bilginin doğuştan geldiğini söyleyen felsefi
okulun, yani klasik rasyonalizmin temellerini yıkmaktadır; bununla beraber
bilginin sonradan kazanıldığını söyleyen felsefi okulun doğruluğunu da onaylamaktadır
(âyet: 78).
14. Şirk koşarak zulmedenlerle
âhirette ceza indirimine gidilmeyeceğini söyleyerek, dünyevî hukuka, ceza
indiriminin yapılacağı veya yapılmayacağı suçların olduğunu öğretmektedir
(âyet: 85).
15.
Allah'a bu dünyada ortak koşanlar, sahte tanrılarını âhirette
gördüklerinde diyecekler ki: "Rabbimiz, seni bırakıp ortak koştuklarımız
bunlardır." O sahte tanrılar da onların yalan söylediğini
belirteceklerdir. Ardından da kendilerine tapanlardan ayrılıp gideceklerdir
(âyet: 86-87).
16. Yüce Allah adaleti, yani tevhid
inancını, iyiyi, akrabaya infakta bulunmayı emretmekte; yüz kızartıcı
davranışları, azgınlığı ve kötülüğü yasaklamaktadır. Ayrıca ahde vefayı emredip
güçlü toplumların zayıf toplumlarla yaptıkları antlaşmaları güçlerine güvenerek
bozmamalarını emretmektedir. Böylece evrensel ahlâkî değerleri insanlığın
hayatına sokmakta ve ahlâkın, üzerine oturduğu temel değerlerin öğretimini yapmaktadır
(âyet: 90-95).
17.
Yüce Allah, ödüllendirdiğinde kulunun yaptığı davranışlarının en
güzelini dikkate alacağını, bunu kimlere yapacağını gündeme getirmektedir.
Böylece, insanlara, kendi aralarında ödüllendirmelerini de aynı şekilde yapmalarını
öğretmektedir (âyet: 97).
18.
Yüce Allah, Kur'ân okumaya başlarken istiaze'de bulunmak, yani kovulmuş
şeytandan Allah'a sığınmak gerektiğini buyurmaktadır. Bunu emrederken, şeytanın
kimlere karşı bir yaptırımı olduğunu, kimlere karşı olmadığını da ele
almaktadır (âyet: 98-100).
19.
Allah, kimleri doğru yola iletmeyeceğini, kimlerin iftira ettiklerini,
kimlerin yalancı olduğunu, iman ettikten sonra inkâra dönenlere Allah'ın
uygulayacağı cezayı, bu insanların bu davranışlarda bulunmalarının sebeplerini,
dünya ve âhireti tercih ederken yanıldıklarını ve onların kalp, kulak ve
gözlerini mühürlediğini ve âhirette iflasta olacaklarını açıklamaktadır (âyet:
103-109).
20. Mahşerde herkes kendi derdine
düşeceğinden, kimseye aldırış etmeyeceği, herkesin kendi amelleri ile baş başa
kalacağı burada gündeme getirilmektedir (âyet: 111).
21.
Yüce Allah güvende, huzurlu ve ekonomik bakımdan refah i-çinde olan
geçmişteki toplumu veya Müslümanların kuracakları toplumun projesini
anlatmaktadır. Bu olumlu özelliklere sahip olan bir toplumun Allah'ın
nimetlerine nankörlük yapıp nasıl çöktüğünü anlatmaktadır. Çöküşlerin başka
bir nedeninin de peygamberleri yalanlamak olduğunu da söylemektedir (âyet:
112-113).
22.
Allah'ın haram ve helâl dedikleri konusunda gelişigüzel fetva
verilemeyeceği, verildiği takdirde bunun Allah'a iftira olacağı, iftira
edenlerin de felahı olmayacağı vurgulanmaktadır. Dünya menfaati uğruna
böylesine ilâhî haram ve helâller hakkında kaydırma yapılamayacağı konusunda
ders verilmektedir (âyet: 116-117).
23.
Yüce Allah, şirkin dışında, davranışlarının kötülüğünü anlayıp günahını
itiraf ederek tövbe edenlere ve kendisini düzeltenlere af kapısını açmaktadır
(âyet: 119).
24.
Yüce Allah. Hz. İbrahim hakkında tartışma meydana getiren kitap ehline, Hz. İbrahim'in
kim olduğunu sıfatları ile beraber açıklamaktadır (âyet: 120-124).
25.
Yüce Allah, Hz. Peygamber'e, Allah'ın yoluna çağırmasını, çağırırken de
hikmet, güzel öğüt ve en iyi şekilde mücâdele metodunu kullanmasını emretmekte
ve böylece din öğretimi ve eğitiminin metotlarından bazısını gündeme
getirmektedir (âyet: 125).
26.
Yüce Allah, tartışmaları yaparken, karşı tarafın zor kullanabileceğini,
zor kullanana benzeri ile karşılık verilebileceğini; ama sabrın tercih
edilmesinde rehberlik ettiğini ve böylece Allah'ın sabreden takva sahipleri ile
beraber olacağını ilan etmektedir (âyet: 126-128).
Kısaca Nahl sûresinin, Kur'ân,
tevhid inancı ve ahlâkî değerleri gündeme taşıyan sûrelerden biri olduğu ortaya
çıkmaktadır.[88]
[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/433-434.
[2] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/435-443.
[3] Kurtubî, age, X,
109.
[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/443-445.
[5] Râzî, age, XIV, 167.
[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/446-463.
[7] Kurtubi, age, X, 151.
[8] Kurtubî, age, VI, 559.
[9] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/463-472.
[10] Az farkla Müslim, İlm, 16, Zikr, 1; İbn Mâce, Mukaddime, 14; Ebû Dâvûd, Sünnet, 6; Tirmizî, İlm, 15.
[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/472-475.
[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/476-483.
[13] Râzî, age, XIV, 206.
[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/484-487.
[15] Râzî, age, XIV, 211.
[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/488-496.
[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/496-504.
[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/504-508.
[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/508-514.
[20] Râzî, age, XIV, 225.
[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/514-518.
[22] Lisânu'l-'Arab, hevefe maddesi: Zemahşerî, age, II, 411; Râzî, age, XIV,
229.
[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/519-523.
[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/523-527.
[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/527-534.
[26] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/535-543.
[27] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/544-546.
[28] Râzî, age, XIV, 263.
[29] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/546-549.
[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/549-552.
[31] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 10/552-557.
[32] Buhârî, Tıp, 24; Müslim, Selâm, 91.
[33] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/13-21.
[34] Buhârî, Tefsir 16. sûre, 1; Da'avât, 42; Müslim, Zikr,
50.
[35] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/22-23.
[36] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/24-27.
[37] Râzî, age, XIV, 291.
[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/27-30.
[39] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/31-33.
[40] Râzî, age, XTV, 298.
[41] Râzî, age,
XIV,
298.
[42] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/33-38.
[43] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/39-40.
[44] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/40-42.
[45] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/42-44.
[46] Râzî, age, IXV, 307.
[47] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/44-50.
[48] bk. Râzî, age, XIV, 313.
[49] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/51-58.
[50] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/58-60.
[51] Râzî, age, XIV, 318.
[52] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/61-64.
[53] Zemahşerî, age, n, 425.
[54] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/65-70.
[55] Zemahşerî, age,
II,
425.
[56] Râzî, age,
XIV,
329-330.
[57] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/71-76.
[58] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/77-81.
[59] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/81-83.
[60] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/83-86.
[61] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/86-89.
[62] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/89-95.
[63] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/95-99.
[64] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/99-100.
[65] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/100-103.
[66] Râzî, age,
XIV,
351;
Müsned, IV/89-90'dan nakil.
[67] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/104-110.
[68] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/110-112.
[69] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/113-115.
[70] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/116-120.
[71] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/121-122.
[72] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/123-124.
[73] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/124-126.
[74] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/126-133.
[75] Muhammed Esed,
age, Nahl, 118. âyete yaptığı tefsir, dip not, 142.
[76] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/133-135.
[77] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/135-137.
[78] İbn Mes'ûd'dan
naklen Kurtubî.
[79] Taberî,
Câmi'u'l-Beyân, I, 556. Benzer bir hadis için ayrıca bkz: Ahmed b. Hanbel,
Müsned, IV, 127-128.
[80] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/137-141.
[81] Süleyman Ateş,
age, V, 158.
[82] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/141-143.
[83] Muhammed Esed,
age, Nahl sûresi 124. âyetine düşülen 147. dip not.
[84] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/143-145.
[85] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/145-149.
[86] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/149-150.
[87] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/151-154.
[88] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/155-158.