Mekke
50
111
Mushaftaki
sıralamada (in yedinci, iniş sırasına göre ellinci sûredir. Kasas sûresinden
sonra, Yûnus sûresinden önce Mekke döneminde inmiştir. 26,32-33,60, 73-74, 80, 107-111.
âyetlerle diğer bazılarının Medine'de indiği yolunda değişik rivayetler varsa
da, büyük ihtimalle tamamı Mekke'de nazil olmuştur. İbn Âşûr, bu rivayetlerin,
süz konusu âyetlerin içerdiği hükümlerin Medine dönemindekile-rin muhtevasını
hatırlatmasından ileri gelmiş olabileceğini, fakat bunun sağlam bir gerekçe
olmadığını ifade eder.[1]
Sûre
ismini birinci âyetten almıştır. 2-8. âyetlerinde İsrâîloğullan'ndan bahsedildiği
için ashab döneminde "Benî İsrail sûresi" diye de anılırdı. Nitekim
Bu-hârî ve Tİrmizî'de, hadis mecmualarının tefsir bölümlerinde bu sûre ile
ilgili bab "Benî İsrail" başlığını taşır. Ayrıca ilk kelimesinden
dolayı "Sübhân sûresi" diye de anılmıştır.[2]
İsrâ
olayı, İsrâiloğullan'mn kötülükleri sebebiyle uğradıkları iki büyük işgal ve
yıkım, önemli bir kısmı Kur'ân-ı Kerîm'den önceki ilâhî kitaplarda da bulunan
temel dinî ve ahlâkî buyruklar, yeniden dirilmenin mümkün olduğu ve âhiiet sorumluluğu,
Allah'ın kuşatıcı ilmi, ilk insanın yaratılışı, İblîs'in isyanı, insanın seçkin
bir varlık oluşu, ibadet ve namaz, Kur'an'in önemi, müşriklerin İnatçılığı, müminlerin
itaafkârlığı sûrenin başlıca konularıdır. [3]
İbn
Hanbel, Tirmizî ve Nesâî gibi muhaddislerin aktardığı bir rivayete göre Hz.
Âişe Peygamber efendimizin, genellikle geceleri Benî İsrail (İsrâ) ve Zümer
sûrelerini okuduğunu bildirmiştir. [4]
Rahman
ve rahîm olan Allah'ın adıyla... 1. Bir gece, kendisine bazı âyetlerimizi
gösterelim diye kulunu Mescid-i Haranı'dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i
Aksâ'ya götüren Allah eksikliklerden münezzehtir. O, gerçekten işitendir,
görendir. [5]
1. Hz. Peygamberin Mekke'deki Mescid-İ Harâm'dan Kudüs'teki Mescid-i
Aksâ'ya götürülmesi şeklinde gerçekleşen olağan üstü olay İslâmî kaynaklarda,
metindeki ilgili fiilin nıasdan olan ve "geceleyin yürüme, gece
yolculuğu" anlamına gelen isrâ kelimesiyle anılır. Bu yolculuğun,
hadislerde anlatılan "göklere yükseltilme" safhasının da dahil
olduğu tamamı İse ''yükselme, yukarı tırmanma" anlamındaki urûc kökünden
türetilmiş olan ve "yükselme vasıtası, aleti" mânasına gelen nıi'râc
kelimesiyle ifade edilir.
Hz.
Muhamtned'in peygamber olmasıyla birlikte putperestlerin müslümanlar üzerinde
kurduğu baskılar, muhtemelen risâletin 6. yılından itibaren Peygamber ailesiyle
az sayıdaki miislümantara karşı ekonomik ve sosyal bir boykota dönüştü. Üç yıl
süren ve büyük acılara sebep olan bu boykotun ardından Resulullah, kısa aralıklarla
eşi Hz. Hatice ile amcası ve hamisi Ebû Talib'i kaybetti. Dolayısıyla bu yıla
hüzün yılı denildi. Bu acılı olayların ardından Allah Teâlâ, bir bakıma
resulünü, sabır ve tahammülü dolayısıyla hem teselli etmek hem de
ödüllendirmek istedi ve bunun için genellikle mi'rac diye anılan büyük
mucizevî olayı gerçekleştirdi.
tsrâ
sûresinin 1. âyeti ile Necm sûresinin ilk âyetleri mi'rac olayına işaret etmektedir.
Aynı konuda hadis mecmualarında da kırk beş kadar sahâbî vasıtasıyla bizzat Hz.
Peygamber'den bilgiler nakledilmiştir. Ancak özellikle bu hadislerdeki
ayrıntılı malûmat değişik yorumlara yol açacak nitelikte olduğu için, mi'racm
tarihi ve nasıl cereyan ettiği hakkında farklı bilgiler verilmiştir. Yaygın
kabule göre mi'rac, peygamberliğin 12 veya 13. yılında[6] vuku
bulmuştur. Konuyla ilgili çok sayıda hadis bulunmakta olup özellikle Buhârî'nin
el-Câmiu 's-sühWmâs[7],
yer alan hadislere göre bir gece Hz. Peygamber Kabe'nin avlusunda (diğer bazı
rivayetlerde amcasının kızı Ümmühânî'nin evinde) "uyku ile uyanıklık
arasında bir durumdayken" Cebrail yanına geldi, göğsünü açarak kalbini
zemzemle yıkadı, sonra Burak denilen bir binek üzerinde onu Kudüs'e götürdü.
ResûLullah'ı burada önceki bazı peygamberler karşıladılar ve onu kendilerine
imam yaparak arkasında topluca namaz kıldılar (Başka bazı rivayetlere göre Hz.
Peygamber önce Mekke'den göklere yükseltildi, dönüşte de Kudüs'teki Mescid-i
Aksa'ya götürüldü. Bu bilgiye göre âyette Resûlullah'ın bu manevî yolculuğa
Mekke'den başlayıp semalara yükseldikten sonra Mescid-i Ak-sa'ya geldiği,
oradan da Mekke'ye döndüğü özetlenmiştir). Daha sonra semaya yükseltilen
Resûlullah, semanın birinci katında Hz. Âdem, ikinci katında Hz. îsâ ve Hz.
Yahya, üçüncü kalında Hz. Yûsuf, dördüncü katında Hz. İdrîs, beşinci katında
Hz, Hârûn, altıncı kalında Hz. Mûsâ, yedinci katında ise Hz. İbrahim ile görüştü.
Kur'an'da "sidrelü'l-nıimtehâ" (hudut ağacı) denilen ve bir görüşe
göre[8] yaratılnııslai-ca
bilinebilen alanın son sınırını İşaretlediği kabul edilen hudut noktasının
ötesine, Cebrail'in geçme imkânı olmadığı için Hz. Peygamber refref denilen
bir araçla tek başına yükselmesini sürdürdü. Bu sırada kendisine evrenin
sırları, varlığın kaderiyle hükümlerin tespiti için görevlendirilmiş olan
meleklerin çalışmaları gösterildi. Nihayet bir yoruma göre[9] bir
beşerin insan olma özelliğim koruyarak Allah'a yaklaşabileceği son noktaya
kadar yaklaştı. [10]
Peygamber'in
rabbinc selâm ve ihtiramını arzettiği, Allah'ın da ona selâmla hitap ettiği ve
inananlara esenliklerin dile getirildiği "Tahiyyat" duasındaki diyalogun
mi'rac olayı sırasında gerçekleştiği kabul edilir. Mekândan münezzeh olan Allah
Teâlâ ile Kur'an'ın "âlemlere rahmet" olarak gönderildiğini
bildirdiği Hz. Muhaınmed arasında, insan idrakinin kavramaktan âciz olduğu bir
şekilde gerçekleşen bu buluşma sırasında Resûlullah'a, İçlerinden günahkâr
olanlar -eğer affedil-mezlerse- bir süre cehennemde cezalandırıldıktan sonra
bütün ümmetinin cennete kabul buyurulacağı müjdelendi; ayrıca kendisine bir
hediye olarak Bakara sûresinin "Âmene'r-resulü..." diye başlayan son
iki âyeti verildi; İslâm'ın temel ibadetlerinden beş vakit namaz emredildi.
Bazı rivayetlere göre mi'racdan dönüş sırasında kendisine cennet ve cehennem
ile buralarda bulunacak İnsanların durumları gösterildi. Nihayet Hz. Peygamber
Mekke'den ayrıldığı noktaya getirildi.
Söz
konusu hadislerin baş kısmında yer alan ve mi'racm Hz. Peygamber "uyku
ile uyanıklık arasında" bir durumdayken başladığını, uyandığında kendisini
Mescid-i Harâm'da bulduğunu belirten ifadeler dolayısıyla (Buhâiî'deki rivayetlerin
birinin sonunda[11] "Peygamber uyandı ki
Mes-cİd-i Harâm'dadır" denilmektedir) bu olayın bedenle gerçekleşen bir
yolculuk mu olduğu, yoksa bunun bir tür rüyada vuku bulan ruhanî bir durum mu
olduğu hususunda erken dönemden itibaren tartışmalar yapılmıştır. [12]Biri
uykuda diğeri uyanıkken olmak üzere iki mi'racdan bahsedildiği de olmuştur.
Müfessirlerin çoğunluğu mi'ract Hz. Peygamber'in hem bedeniyle hem de ruhuyla
uyanıkken yaşadığı bir olay olarak kabul etmişlerdir. Miracın uykudayken veya
uyanık iken ruhen vuku bulduğunu söyleyenler olmuştur. Doğru olsa bile bu
iddia miraç mucizesinin değerini ve önemini azaltmaz. Çünkü genel bir ilke
olarak vahiy yollarından birinin de rüya olduğu kabul edilir. Nitekim bu
sûrenin 60. âyetinde mi'rac olayı kastedilerek "sana gösterdiğimiz rüya
..." şeklinde bir ifade yer almaktadır. Buradaki rüya kelimesinin
uyanıkken görme anlamına gelebileceği gibi bundan uykuda görülen rüyanın
kastedilmiş olabileceği de belirtilmektedir[13] Ayrıca
Hz. İbrahim de oğlu İsmail'i kurban etme emrini rüyasında almıştı[14]
Ancak,
mi'rac Hz. Peygamber'in tamamen mucizevî bir tecrübesi olduğundan onu illâ da
aklın kalıpları İçinde açıklamanın gerekli olmadığı muhakkaktır. Taberî'ye göre
Allah, kulunun ruhunu değil, mutlak bir ifadeyle kulunu geceleyin götürdüğünü
İfade buyurduğuna göre "Peygamber sadece ruhuyla mi'raca çıkmıştır"
diyerek âyetin anlamım sınırlamaya hakkımız yoktur. [15]
Buharı'nin
naklettiği rivayetlerde Hz. Peygamber'in önce göklere çıkarıldığı, sonra
Kudüs'e getirildiği bildirilirken, önce Kudüs'e getirildiğini ifade eden rivayetler
de vardır. [16] Konumuz olan âyette isrâ anlatılırken açıkça
''Mescid-i Haram'dan Mescİd-i Aksa'ya" ifadesinin kullanılmış olması,
Resûlullah'ın semâya yükselmesinden önce Mescid-i Aksâ'ya uğradığı görüşünü
teyit etmektedir. Öte yandan Muhammed Hamîdullah, âyette geçen "en uzak
mescid" anlamına gelen Mescid-i Aksâ'mn Kudüs'teki mescid olamayacağını,
bunun "semavî bir mescid" olması gerektiğini savunan görüşü tercih
eder. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de Filistin'den "en yakın yer" diye söz
edilmektedir. [17] Şu halde "en uzak mescid"[18]
Kudüs'te olmamalıdır. Öte yandan Kudüs'te eski mabed (Süleyman mabedi)
İslâmiyet'ten çok önce ortadan kaldırılmış, şimdiki Mescid-i Aksa ise henüz
yapılmamıştı. [19] Bununla birlikte müfessirlerin tamamına
yakını bunun Kudüs'teki Süleyman mabedi olduğunda müttefiktirler. Bu görüşe
katılan İbn Âşûr, âyette Hz. Muhammed'in um- meti tarafından eski mabedin
yeniden inşa edileceğine bir işaret bulunduğu kanaatindedir. [20]
Nitekim müsliimankr hicrî 66-73 yıllan arasında bugünkü Mescİd-İ Aksâ'yı inşa
etmişlerdir.
Ayette
Mescid-i Aksâ'nm çevresinin mübarek kılındığı bildirilmektedir. Çünkü burası
İbrâhimî geleneğin merkezi olup burada Hz. İbrahim'den Hz. îsâ'ya pek çok
peygamber gelmiş geçmiş; çoğu burada vefat etmiş ve buraya defnedİl-miştir.
Nihayet Peygamber efendimizin mucizevî bir şekilde buraya getirilmesi ve daha
sonra bir süre buranın müslümanlar tarafından kıble kabut edilmesi de Mcs-cid-i
Aksâ'mn çevresinin mübarek bir mekân oluşunun başka bir ifadesidir. [21]
2.
Musa'ya kitabı verdik ve "Benden başkasına güvenip dayanmayın"
diyerek o kitabı İsrâiloğulları'na bir hidayet rehberi kıldık. 3. Ey Nûh ile
birlikte taşıdıklarımızın soyundan gelenler! Bilesiniz ki Nûh çok şükreden bir
kul idi. 4. Biz Kitap'ta İsrâiloğulları'na şöyle bildirmiştik: "Yeryüzünde
mutlaka iki defa fesat çıkaracak, çok böbürleneceksiniz. 5. Bu ikisinden
ilkinin zamanı gelince üzerinize güçlü kuvvetli kutlarımızı gönderdik. Bunlar,
evlerin arasında dolaşıp köşe bucak her tarafı aradılar. Bu, yerine getirilmiş
bir vaad idi. 6. Bir zaman sonra onlara karşı sîze tekrar üstünlük verdik,
servet ve oğullarla gücünüzü arttırdık; adamlarınızın sayısını daha da
çoğalttık. 7. Eğer iyilik ederseniz kendiniz için iyilik etmiş olursunuz;
kötülük ederseniz yine kendinize edersiniz. Nihayet ikinci cezalandırma vakti
gelince, düşman-larınız onurunuzu çiğnesinler, dahıı ünce girdikleri gibi yine
mescide girsinler ve ellerine geçirdikleri her şeyi yakıp yıksınlar istedik.
8. Umulur ki rab-biniz size acır; ama eğer yine fesatçılığa dönerseniz biz de
cezayı tekrarlarız. Biz cehennemi kâfirler için ebedî bir ceza evi yaptık. [22]
2-3. "Kitap"tan maksat Tevrat'tır. Tevrat'ın hidayet rehberi
olması, onun sayesinde İsrâiloğulları'nın cehalet ve inkarcılıktan bilginin
aydınlığına ve gerçek dine kavuşmalarıdır, 2. âyetin metnindeki vekîl kelimesi,
"kendisine dayanılıp güvenilen, işlerin kendisine bırakıldığı kimse"
demektir. Bu şekilde Allah'a güvenip bağlanmaya da tevekkül denir.
Sûrenin
ilk âyetinde İsrâ ile Hz, Muhammed'in onurlandınIdığı bildirildikten sonra
burada kendisine Tevrat indirilmek suretiyle Hz. Mûsâ'mn da şereflendiril-diği
belirtilmektedir. Bu vesileyle insanlığın en eski atalarından ve ulu peygamberlerden
olan Hz, Nün da "çok şükreden bir kul" olarak takdirle yâdedilmektedir. [23]
4. Bu âyetteki kitap genellikle Tevrat diye açıklanırken bunu levh-i
mahfuz olarak anlayanlar da vardır. Bu anîayışa göre âyet şu anlama gelir:
Sizin iki defa bozgunculuk çıkaracağınız levh-i mahfuzda yazılıdır, yani
ilmimizde mevcuttur, bunu yapacağınız bizce malûmdu. Nitekim ikisini de
yaptınız.
Yukarıda
Hz. Musa'ya kitabın gönderilmesi ve onun İsrâiloğullan'na rehber kılınması
ilâhî bir lütuf olarak zikredilmişti. Hz. Mûsâ, Mısır'da yüzlerce yıl aşağılayıcı
bir muameleye maruz kalan İsrâiloğulları'nı Firavun'un hegemonyasından
kurtarıp özgürlüklerine kavuşturmuş, ana yurtlarına götürmüş, onlara Tevrat'ı
tebliğ etmişti. Fakat gerek Kur'an'da gerekse Kitâb-ı Mukaddes'te bildirildiği
üzere onlar sık sık Allah'a olan ahidlerini bozup günaha sapmışlar, bu yüzden
de İlâhî cezaya mâruz kalmışlardı. [24]
Âyetteki
"fesad"dan maksat, Isrûiloğulları'mn genel olarak Allah'ın Tevrat'ta
koyduğu hükümleri çiğnemeleridir. Tefsirlerde iki fesaddan biri peygamber
Eş'iya'yı (İşaya) öldürmeleri veyaErmiya'yı (Yeremya) hapsetmeleri; ikincisi
ise Hz. Yahya'yı öldürmeleri, Roma yöneticileriyle iş birliği yaparak Hz.
îsâ'yı öldürmeye kalkışmaları şeklinde açıklanmaktadır. [25]
5-7. Hz. Musa'nın ölümünden sonra İsrâiloğulları'nın Filistin'deki çeşitli
putperest toplulukların tesirinde kalarak bir yandan tevhide dayalı inançlarını
bozarken bîr yandan da Tevrat'ın ilkelerinden sapıp kötülüklere bulaşıyorlardı. [26]Azgınlıklarım
peygamberlerini öldürmeye kadar götürmeleri neticesinde "ilk vaad"
gerçekleşmiştir. Tefsirlerde bu ilk vaad hakkında, Bâbii esaretinin de dahil
olduğu farklı olaylardan söz edilmiştir. [27] Tarihî
bilgilere göre ise bu ilk vaad, milâttan önce VI. yüzyılda Bâbilliler'in Kudüs'ü
işgal etmeleri ve Süleyman Mâbedi'ni (Birinci Mâbed) yıkmalanyla başlayan sürgün
ve esaret sürecini ifade etmektedir. 6. âyette, zamanın Pers kralı Kyros'un
milâttan önce 539'da Bâbil'i ele geçirdikten sonra İsrâiloğullan'nm ülkelerine
dönmelerine izin vermesiyle başlayan ve milattan önce 63 yılına kadar süren
millî birliğin yeniden kurulması, İkinci Mâbed'in inşası, Kudüs'ün iman, dinî
ve kültürel hayatın yeniden canlanması gibi olumlu gelişmelerin yaşandığı döneme
işaret edildiği anlaşılmaktadır. 7. âyette ise bu parlak dönemin ardından
girilen yeni bir dinî, kültürel, siyasî kriz ve yıkım dönemine atıfta
bulunulduğu görülmektedir. Bu dönemde önce yahudiler arasında çeşitli fikrî ve
siyasî ihtilaflar ve iç karışıklıklar başlamış; ardından iktidar mücadelesi
veren bir yahudi grubunun işbirliği yaptığı Romalılar Kudüs'ü ele geçirerek
şehri tahrip etmiş, yahudiierin bağımsızlığına son vermişler (m.ö. 63); bu
arada on binlerce yahudi öldürülmüş ve nihayet 70 yılında İkinci Mâbed de
Romalılar tarafından yıkılmıştır. [28] Tefsirlerde
yahudiierin İkinci bozgunculuklanyla ilgili olarak zikrettikleri Hz. Yahya'yı
öldürmeleri olayı da bu dönemde vuku bulmuştur. Bundan sonra 1948'e kadar
Filistin'de yahudi hakimiyeti kurulamamıştır. [29]
8. Bundan önceki âyetlerde İslâm öncesi yahudilerinden söz edilmişti.
Burada ise Hicaz'daki yahudiierin uyarıldığı anlaşılmakta; eğer tekrar
bozgunculuk yaparlarsa Allah'ın da onları tekrar cezalandıracağı
bildirilmekte, en son ceza yerinin ise cehennem olacağı hatırlatılmakta;
kendilerinden, İbrâhimî geleneğin son temsilcisi olan, Hz. Mûsâ ve Hz. îsâ'nın
ilâhî hakikatlere davetlerini tekrar eden Hz. Muhammed'e kulak vermeleri, eski
hatalarını tekrarlamayıp onu tasdik etmeleri istenmektedir. Fakat Medine'deki
yahudiler bu çağrıya olumsuz cevap vermişler; hatta Hz. Peygamber'le
yaptıkları anlaşma hükümlerine rağmen Mekkeli putperestlerle müslümanlara
karşı iş birliği yapmışlardır. Allah da onları müslüman Arapların eliyle
cezalandırmıştır. [30]
9.
Kuşkusuz bu Kur'an en doğru olana iletir; güzel işler yapan müminlere,
kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler. 10. Âhirete inanmayanlara
gelince, onlar için de ağır bir azap hazırladık. 11. İnsan, şerri de hayrı
istediği gibi ister. İnsan pek acelecidir! [31]
9-10. Kur'an'ın asıl işlevi, insanlık için bir rehber olması, "en doğru
olan"a götürmesidir. "En doğru olan "la İlgili açıklamalar
genellikle şu noktada toplanmaktadır: En doğru olan, öncelikle İslâm dini,
yani onun temel öğretisi olan doğru itikad, güzel ameldir. Bu ikisini
gerçekleştiren de Allah tarafından ödüllendirileceği için Kur'an aynı zamanda
bu büyük ecri kazanmaya vesiledir. Öte yandan Kur'an âhirete inanmayanlara
Allah'ın ağır bir azap hazırladığım da haber vermektedir ki, insanların
doğruyu bulması için Kur'an'rn dikkat çektiği hususlardan biri de budur. Çünkü
peşin fikirli olmadan hakikate kargı zihnini ve gönlünü açık tutanlar Kur'an'ın
bu uyanları sayesinde âhiret azabından korunmak gerektiğinin şuurunda olarak
günahlardan uzaklaşma ve arınma çabası gösterirler. [32]
11. Hangi insanlar kendilerine kötülük yapmayı ve zarar vermeyi isterler?
Tefsirlerde bu soruya çeşitli şekillerde cevap verilmiştir. Müşriklerden
bazıları inkâr ve inatlarını, "Allahım! Eğer bu kitap, senin katından
gelmiş bir hakikatse gökten üzerimize taş yağdır! [33] gibi
sözlerle dışa vururlardı. Muhtemelen âyette bunlar kastedilmiştir. İnsanlar
arasında ciddi bir sıkıntıyla karşılaştıkların-1 da sabır ve
metanetle bu sıkıntıyı atlatmaya, mâkul ve meşru yollarla bu sıkıntıdan
kurtulmaya çalışmak yerine, '*Allah canımı alsa da bu dertten kurtulsam!"
şeklindeki sözlerle kendilerine beddua edenler de bulunur. Ayrıca bazan
insanlar bilgisizlikleri sebebiyle kendi iyiliklerine zannederek aslında yine
kendileri için kötü olan şeyleri isterler. Çünkü insanın iyi olduğunu
zannettiği şey gerçekte kötü, kötü olduğunu zannettiği ile iyi olabilir; bu
hususta en doğrusunu Allah bilir. [34]
Âyetin,
insanı çok aceleci olarak değerlendiren ifadesi, insanın tabiatındaki bir
komplekse işaret etmektedir. Gerçekten insanın, özellikle ilk defa karşılaştığı
durumlarda neyin iyi neyin kötü, neyin faydalı neyin zararlı olduğu konusunda
isabetli hüküm vermesi her zaman mümkün olmayabilir. Bunun için insanın
aklını, bilgisini, tecrübesini kullanarak veya İnandığı, güvendiği kaynaklara
başvurarak en doğru tercihi yapması gerekir. Fakat zihinsel ve ruhsal yönden
yeterince gelişmemiş olanlar bir sabır ve olgunluk isteyen bu süreçten geçmeye
tahammül ede-ıııı;diklni îciıı genellikle nel'sfınî isteklerinin tesiriyle
aceleci davranır ve umumi- yetle de yanlış hüküm verir, yanlış tercihte
bulunurlar. İşte âyet-i kerîme bu zaaf konusunda uyarıda bulunmakta; dolaylı
olarak muhatabını, 9. âyette "en doğru olan"a götürdüğü bildirilen
Kur'an'in davetine ve ölçülerine göre karar verip hareket etmeye
çağırmaktadır. [35]
12.
Biz geceyi ve gündüzü birer nişan olarak yarattık. Nitekim rabbini-zin
nimetlerini araj asınız, ayrıca yılların sayısını ve hesabını bilesiniz diye gecenin
nişanını siler, aydınlatıcı olarak gündüzün nişanını getiririz. İşte biz her
şeyi açık açık anlattık. [36]
12. Yukarıda söz konusu edilen vahiy kitabı Kur'an'ın insanlığı kurtarıcı
rehberliğinden sonra, burada da muhatabın dikkati kâinat kitabından bir
kesite, gece ile gündüzün akışına çevrilmekte; bunun insanlık için taşıdığı
değere dikkat çekilmektedir. Gece ve gündüz için "nişan"diye
çevirdiğimiz "âyet" deyiminin kullanılması ilgi çekicidir. Kur'an
nasıl âyetlerden oluşuyorsa gece ve gündüz de "iki âyet"tir; Allah'ın
varlığı ve birliğini, kudretini, ihsanını gösteren iki işarettir, delildir.
"Gecenin nişanını sileriz" ifadesi değişik şekillerde açıklanmıştır.
Bir yoruma göre gecenin delili (âyet) karanlık, gündüzün delili aydınlıktır.
Buna göre maksat, sabaha doğru giderek gecenin karanlığının silinmesi yani
dünyanın aydmlan-masıdır. İkinci bir yoruma göre gecenin delili ay ışığıdır.
Ayın ışığının hilâlden başlayıp dolunay olduktan sonra gün geçtikçe azalması ve
nihayet gece gökyüzünün karanlığa gömülmesi "gecenin delilinin
sîlinmesi"dir.
"Gecenin
nişanını sileriz" İfadesinden ayın ışığını güneşten aldığı veya ayın bir
zamanlar tşıkh bir yıldız iken daha sonra ışığının silindiği, söndüğü şeklinde
anlamlar da çıkarılmaktadır. [37]
Ancak, bilimsel araştırmalar çerçevesinde yapılacak yorumların isabet derecesi
bir yana, Kur'an için önemli olan, 9. âyette de buyurulduğu gibi İnsanlığa
Allah'ın lütuflannı anlatarak onları en doğru yola, yani İslâm'ın itikadı ve
amelî ilkelerini benimseyip yaşamaya yöneltmektir. Buna kısaca hidayet denir.
Kur'an'm bu hidayet verici misyonunu ikinci plana atıp onda bilimsel bilgi
arayışına girerek meraklı zihinleri tatmine yönelmek Kur'an'ın istediği şey
değildir. Ayrıca âyette öncelikle bundan on dört asır öncesinin insanına hitap
edildiğini göz önüne alırsak burada onların anlayabtlece-ği şeylertk'iı sn/
alikliğiııi kabul etmemiz gerekir. Buna göre en gerçekçi ve mâkul olan yortuıı
şudur: Gecenin âyeti (nişan) karanlık, gündüzün âyeti de aydınlıktır. Herkesin
bilip gördüğü bu iki doğa olayından, insanlığın ve topyekün canlıların sayısız
yarar sağladıkları bir düzen çıkaran ise evreni yaratan ve yöneten Allah'tır,
Bu yararlardan insanla İlgili ikisine âyette işaret edilmiştir. Bunların ilki,
gündüz vakti Allah'ın nimetlerini aramak, yanı çalışıp nzık temin etmek,
ikincisi de gece ve gündüz sayesinde günleri, ayları, yıllan sayma yani takvim
yapma imkânını elde etmektir. [38]
13.
Her insanın sorumluluğunu omuzuna yükledik. Kıyamet gününde insana, açılmış
vaziyette önüne konulacak olan bir kitap çıkaracağız. 14. "Oku şimdi
kitabını! Bugün kendini yargılamak üzere kendi nefsin yeter!" 15. Kim
doğru yolu seçerse kendi iyiliği için seçmiştir, kim de saparsa kendi zararına
sapmış olur. Hiç kimse başkasının günah yükünü üstüne almaz. Biz bir resul
göndermedikçe azap edecek değiliz. 16. Bir ülkeyi helak etmek istediğimizde
oranın şımarmış yöneticilerine emirler veririz; onlar ise orada günah işlerler,
sonuçta o ülke helake müstahak olur, biz de oranın altını üstüne getiririz.
17. Nuh'tan sonraki nesillerden nicelerini helak ettik. Kullarının günahlarını
bilip görmede rabbüı yeterlidir. [39]
13-14. "Sorumluluk" diye çevirdiğimiz 13. âyetteki tiir kelimesi
sözlükte "kuş" demek olup burada mecaz olarak sorumluluk anlamında
kullanılmıştır. İslâm'dan önce Araplar, bir işi yapmanın hayırlı olup
olmayacağını anlamak için bir kuşu sahverirlerdi. Kuşun sağ tarafa doğru uçması
hayra, sol tarafa doğru uçması s.ı*rre işarot sayılırdı. Bu sebeple tâir
kelimesi "şmin, ııftur.
İnlin" ımlamımhı da kullanılmaya başlandı. Buradan hareketle tefsirlerde
tâir kelimesine "kader" mânası verildiği gibi, "hayır ve şer,
mutluluk ve mutsuzluk, amel, rızık, yükümlülük" gibi değişik açıklamalar
da getirilmiştir. [40] Bize göre bunlar İçinde
tercihe en uygun olanı "amel ve yükümlülük" anlamıdır; bunu
"sorumluluk" diye ifade etmek daha uygun düşmektedir. Âyetin devamında
gelen "kitap" yani amel defteri kavramı da bunu desteklemektedir,
Buna göre herkes kendinden sorumludur; her İnsan yaptığı ile kendini bağlamış,
sorumluluk altına girmiştir, sonucunu da önüne amel defteri konularak
görecektir.
Bundan
önceki âyetlerde İsrâiloğulları'nın tutumlarına, ardından da Kur'an'ın işlevine
atıfta bulunuldu; İslâmî literatürde tevhid, nübüvvet ve âhiret şeklinde
özetlenen dinî hakikatler üzerinde durularak inanıp iyi işler yapanların büyük
ecir alacakları, inanmayanları da "elem verici bir azap" beklediği;
Allah'ın, bildirilmesi gerekli her konuyu ayrıntılarıyla açıkladığı ifade
edildi. Bütün bunlardan sonra 13. âyette artık insanlar için mazeret kalmadığı
belirtilmek üzere, mahşer meydanında toplanan herkesin sorumluluğunun kendi
omuzunda olacağı; 14. âyette de her insana, "Oku şimdi kitabını! Bugün
kendini yargılamak üzere kendi nefsin yeter!" denileceği bildirilmektedir. [41]
15. Yüce Allah'ın hem adaletine hem de lütufkârlığına şehâdet eden en açık
Örneklerden biri olan ve bir bakıma 13. âyeti açıklayan bu âyette çok kısa ama
aynı zamanda açık olarak Allah'ın birbiriyle bağlantılı üç temel yasası yer
almaktadır. 1. Herkesin yaptığı kendisinindir; doğruyu seçen kendi iyiliğine
seçmiş, doğru yoldan sapan da kendi aleyhine sapmış olur. 2. Hiçbir masum kişi
başkasının günahını, sorumluluğunu üzerine almaz, Allah buna izin vermez, ilâhî
yasada ilke olarak sorumluluk şahsîdir. Buna göre toplu işlenen suçlarda
herkesin sorumluluğu ve cezası kendisinin katkısı oranındadır. Şu halde hiç
kimse kendi günahının, suçunun cezasını başkasının çekmesini ummamalıdır.
Aynca haram olan bir şeyi başkası yapıyor diye kendisi de yapmamalıdır; çünkü
herkesin günahı ken-disinedir. [42] 3.
Allah insanları iyiyi kötüden ayırmalarına yarayacak yeteneklerle donatmıştır;
ancak yine de -merhametinin sonucu olarak- bir peygamber göndermedikçe azap
etmeyecektir.
Bu
hususta, şu üç nokta önemlidir: a) Peygamberin gönderilmesinden maksat, onun
getirdiği dinî davet hakkında insanların yeteri kadar bilgi sahibi olmalarına
elverişli bir ortamın sağlanmasıdır, b) Ayetin bu kısmı, bilinmesi, anlaşılması
ve inanılıp uygulanması ancak bir peygamberin açıklamasına bağlı olan, insanın
beşerî aklı ve bilgisiyle aydınlanamayacağı salt dinî konularla ilgilidir, c)
Cezası belirlenmemiş suç olmaz, bu âyetin hükmüne göre kanunsuz da ceza ol- maz.
Âyetin, on dört asır önce suçun ve cezanın kanunilik ilkesini bu kadar açık ve
kesin bir şekilde ifade etmesi itgi çekicidir.
[43]
16. "Şımarık yöneticiler"e emredilenin ne olduğu hususunda
müfessirler farklı açıklamalar yapmışlardır. Zemahşerî'nin açıklaması
sosyolojik bir yasaya işaret eder. Buradaki "emir"den maksat,
Allah'ın söz konusu insanlara her türlü imkânları bol bol vermesidir; bu da
onları şımarıklığa ve azgınlığa sevkeder. [44] Böylece
o ülke yoldan çıkmış olur. Bununla birlikte müfessirlerin çoğu emredilenin
İyilik ve itaat cinsinden davranışlar olduğu kanaatindedirler. Râzî şöyle der:
Günah, emredilenin zıddını yapmaktır; bir hareketin günah olması, emredilmiş
olmasıyla çatışır. Şu halde burada günah olmayan bir şey emredilmiş olmaktadır.
Sonuç olarak Allah şımarık yöneticilere iyi işleri, yani iman ve itaati emreder;
fakat onlar ısrarla emre aykırı hareket edip günah işlerler. [45]
Ayetin
bu bölümüne şöyle bir mâna da verilmiştir: Halkının günahlara boğulması
yüzünden bir toplumu helak etmek istediğimizde, günahlar ortaya çıkınca hemen
alelacele cezalandırmayız, bilâkis şımarık yöneticilerine bu günahlardan
vazgeçmelerini emrederiz... [46]
"Emirler
veririz" diye tercüme edilen "emernâ" kelimesini
"emmernâ" şeklinde okuyanlara göre[47]
âyetin mânası şöyle olmaktadır: "Bir ülkeyi helak etmek istediğimizde
oranın şımarıklarını ve azgınlarını iş başına getiririz; onlar ise orada günah
işlerler, sonuçta o ülke helake müstahak olur, biz de oranın altını üstüne
getiririz." Bu meale göre Allah'ın şımarıkları iş başına getirmesi,
ilgili toplumun serbest iradesiyle kötülüğe sapmış olmasının tabii ve
kaçınılmaz bir sonucunu ifade etmektedir. [48]
17, Önceki âyette belirtilen ilâhî yasanın tarihî kanıtım dile getiren bu
âyet te, azgınlaşıp günahlara boğulan kişilerin ve toplulukların durumunu
Allah'ın çok iyi bildiği haber verilmektedir. Nitekim Kur'an'da çeşitli
vesilelerle, kendilerine gönderilen peygamberlerin uyan ve irşadlarına aldırış
etmeden inkâr ve isyanlarında ısrar eden eski liderler ve kavimler hakkında
uyarı maksadıyla bilgi verilmiştir. Aslında Allah Teâlâ, bizlere de uyanda bulunmakta,
yaptıklanmızı bilip gören Allah'ı daima hatırda tutarak O'nun rızâsına uygun
bir kişisel ve toplumsal yaşayış sergilememizi istemektedir. [49]
18.
Kim bu geçici dünyayı isterse burada istediğimiz kimseye dilediğimiz şeyleri
veririz; sonra da onu kınanmış ve kovulmuş olarak cehenneme göndeririz. 19.
Kim de âhireti ister ve bir mümin olarak âhiret için ona yaraşır bir çabayla
çalışırsa işte böylelerinin çabalan karşılık görecektir. 20. Hepsine, bunlara
da ötekilere de rabbinin ihsanından kesintisiz veririz. Rabbinin ihsanı
sınırlı değildir. 21. Baksana, biz insanların kimini kiminden nasıl farklı kıl»
mışızdır. Elbette âhiretteki dereceler ve farklılıklar daha büyük olacaktır. [50]
18-20, Râzî'nin kaydettiği bir yoruma göre 38. âyet 33. âyetin "Her
insanın sorumluluğunu omuzuna yükledik" mealindeki kısmının açıklaması
mahiyetindedir. 13. âyete göre her insanın sorumluluğu kendisine aittir. O
halde kim seçimim yalnız dünya çıkarları için kullanır da mal-mülk, mevki-makam
elde etmek için çalışırsa bilmelidir ki bir imtihan alanı olan bu dünyada Allah
herkese her istediğini değil, fakat kendi istediği kimselere uygun gördüğü
şeyleri verir. Ama böyle-leri Allah'ın rızâsını değil, kendi dünyevî
tutkularını esas aldıkları İçin artık yergiyi de hak etmiş olacak ve Allah'ın
rahmetinden mahrum kalarak cehenneme atılacaklardır. [51]
Âyet,
bazı dünyevî değerleri elde etmenin gerçek anlamda bir ayrıcalık ve üstünlük
olarak algılanmaması gerektiği hususunda anlamlı bir uyan olarak değerlendirilmelidir.
Çünkü Allah'ın bizden beklediği "âhireti istemek"tir. Âhireti istemenin
ne anlama geldiği sorusu da önem taşımaktadır. Bu iki âyette "dünya işi yapan,
âhiret işi yapan" denmeyip "dünyayı isteyen, âhireti isteyen"
denmesi söz konusu sorunun cevabım bulmada büyük önem taşımaktadır. Çünkü
burada yapılan iş değil, o işle neyin hedeflendiğinin altı çizilmekte, yani
niyetlere dikkat çekilmektedir. Zira insan dünya işi yaparken âhiret iyiliğini
hedefleyebileceği gibi âhiret işi yaparken {ibadet ederken) dünya çıkarlarını
da hedefleyebilir. Böylece eylemlerin Allah katındaki değerini tayin eden birinci
unsur niyetlerimizdir, Bu se- beple Hz. Peygamber, "Ameller niyetlere
göredir" buyurmuştur (Buhârî, "Bed'ü'1-vahy", 1). Bir insan,
işlerini, hatta ibadetlerini âhireti esas alarak değil de dünya menfaatini
kendisine hedef seçerek yaparsa bu kişi dünyayı istemiş olur; fakat ibadet ve
İtaatleri yanında dünya işi yaparken de bunu Allah'ın hükümlerine uyarak,
âhirette Allah'a hesap vereceğini düşünerek, sevabını Allah'tan umarak o işi
dürüstlükle yaparsa bu kişi âhireti istemiş olur. Herkes kendi niyetine göre
karşılık bulur. 19. âyette hayrrlı bir eylemin üç şartına dikkat
çekilmektedir:
a) Ahi-ret sevabı istenmeli.
b) Sadece istemekle kalmayıp âhireti kazandıracak işler yapılmalı.
c) Bütün bunlar inanarak yapılmalı. [52] Ayette
inanmanın şart olarak yer alması, diğerlerinin anlamlı hale gelmesi ve sonuç
vermesinin inanmaya bağlı olduğunu göstermektedir. [53]
21. Genel anlamda çeşitlilik güzeldir; insan hayatı da böyledir. Allah
Teâlâ, -başka hikmetler yanında- İnsanlar arasında değişik yönlerden farklılıklar,
çeşitlilikler olmasını da dilemiştir. Kimi yaşlı kimi genç, kimi sağlıklı kimi
hasta, kimi zengin kimi yoksul, kimi inançlı kimi inançsız, kimi erdemli kimi
erdemsiz, kimi akıllı kimi ahmak... Âyet, âhirette farklılıkların daha da fazla
olacağını bildirmekle beraber hangi bakımlardan olacağı hakkında ayrıntı
vermemektedir. Âhiret akılla kavranamayacağı için bu hususta âyetlerin sahih
hadislerin bildirdiklerinin ötesinde görüş belirtmek yerine buralarda
bildirilenlere iman etmekle yetinmek en uygun yoldur. [54]
22.
Allah'tan başka tanrı tanıma; sonra kınanmış ve yalnızlığa terkedilmiş olarak
kalırsın. 23. Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi ve ana babanıza iyi
davranmanızı emretti. Onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlanırsa onlara
öf bile deme! Onları azarlama! İkisine de gönül alıcı güzel sözler söyle. 24.
Onlara merhametle ve alçakgönüllülükle kol kanat ger. "Rab-bim! Onlar
nasıl küçüklükte beni şefkatle eğitip yetiştirdilerse şimdi sen de onlara
merhamet göster" diyerek dua et. 25. Rabbiniz kalplerinizdekini en iyi
bilendir. Eğer iyi olursanız bilesiniz ki Allah kendisine yönelenleri bağışlayıcıdır.
26. Akrabaya, yoksula ve yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma!
27. Çünkü savurganlar şeytanların dostlarıdır. Şeytan da rabbine karşı çok
nankördür. 28. Eğer sen kendin dahi rabbinden umduğun bir lütfü beklemek
durumunda olduğun için onlara ilgi gösteremiyorsan, hiç değilse kendilerine
rahatlatıcı bir söz söyle! 29, Eli sıkı olma, ölçüsüzce eli açık da olma;
sonra kınanacak, kendi kendine hayıflanacak duruma düşersin! 30. Rabbin rızkı
dilediğine bol bol verir de kısar da. Şüphesiz ki O, kullarından haberdardır,
onları görmektedir. 31. Fakirlik korkusuyla çocuklarınızın canına kıymayın! Biz
onların da sizin de rızkınızı veririz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir
günahtır. 32. Zinaya yaklaşmayın! Çünkü o hayâsızlıktır, çok kötü bir yoldur,
33. Haklı bir sebep olmadıkça Allah'ın dokunulmaz kıldığı cana kıymayın. Bir
kimse haksızlıkla öldürülürse velisine yetki verdik; ancak o da kısas yoluyla
öldürmede sınırı aşmamalıdır; çünkü o, yeterince yardıma mazhar olmuştur. 34.
Rüşdüne erinceye kadar yetimin malına, güzel bir niyetle olmadıkça
yaklaşmayın. Ahde vefa gösterin; çünkü ahid sorumluluk doğurur. 35. Ölçtüğünüz
zaman tastamam ölçün ve doğru terazi ile tartın. Bu hem daha iyidir hem de
sonucu daha güzeldir. 36. Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü
kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur. 37. Yeryüzünde
böbürlenerek dolaşma! Ne yeri yarabilir ne de dağlarla boy ölçüşebilirsin. 38.
Bütün bunların kötülüğü, rabbinin katında sevimsiz olmasıdır. 39, İşte bunlar,
rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdir. Allah'tan başka tanrı tanıma; sonra
kınanmış ve kovulmuş olarak cehenneme atılırsın. 40. Rabbiniz erkek çocuklan
size verdi de kendisi meleklerden kız çocuklar mı edindi? Gerçekten çok ağır
bir söz söylüyorsunuz! [55]
22. Buradan itibaren 40. âyete kadar süren kısımda yei yeT Hz. Peygamber
muhatap alınsa da onun şahsında bütün insanlığa hitap edilerek ilâhî dinlerde
ortak olan başlıca dinî ve ahlâkî ödevler sıralanmaktadır. Birinci ödev
Allah'ın birliğini tanımak, bir olan Allah'a inanmaktır. Bu inançtan sapmak
insan için en büyük kayıp, en büyük yergi ve ceza sebebidir. Çünkü münkir ve
müşrik (inkarcı ve putperest), Allah tarafından kınanmış, O'nun rızâsından ve
buna bağlı olarak âhi-retteki lütuflanndan mahrum kaldığı gibi gazabına ve
azabına da müstahak olmuştur. [56]
23-24, İkinci ödev ana babaya iyi davranmaktır. Âyette birinci ödeve bağlı
olarak Allah'ın yalnız kendisine ibadet edilmesini buyurduğu belirtildikten
hemen sonra, ana babaya iyilik etmeyi de buyurduğu belirtilmek suretiyle
Allah'a kullukla ana babaya iyilik yan yana anılmış, böylece bu ödevin önemi
vurgulanmıştır. Nitekim diğer bazı âyet ve hadislerde de Allah'a kulluk ile ana
babaya iyilik etme yan yana zikredilmektedir. Bu hadislerin birinde Hz.
Peygamber, en önemli amelleri "vaktinde kılman namaz, anne babaya iyilik
ve Allah yolunda cıhad" şeklinde sıralamış[57]
diğer bir hadiste ise büyük günahların en büyüklerini "Allah'a ortak
koşmak, ana babaya âsi olmak ve yalan şahitliği yapmak" diye ifade
etmiştir. [58]âyet ve hadislerde Allah'a
itaatle ana babaya iyilik ve- cîbelerinin yan yana zikredilmesinin sebeplerini
özetle şöyle sıralar:
a) İnsanın maddî ve manevî gelişmesi için en değerli katkı, Allah'ın
nimetlerinden sonra ana babanın fedakârlıklarıdır.
b) Çocuğun varlık alanına çıkmasının asıi ve gerçek sebebi Allah, zahirî
ve hukukî sebebi ise ana babadır.
c) Allah nimetlerini karşılıksız verdiği gibi ana baba da çocuklarının
ihtiyaçlarım tamamen karşılık beklemeden yerine getirirler.
d) Allah, kuluna günahkâr olsa bile nimet verdiği gibi ana baba da âsi
bile olsa evlâtlarına desteklerini sürdürürler.
e) Allah, kullarının iyiliklerinden memnun olup karşılığını fazlasıyla
verdiği gibi ana baba da çocuklarının İmkânlarını daha çok geliştirmelerine
yardım eder, bundan mutlu olurlar. [59]
25. Kuşkusuz ibadet ve ana babaya saygı her şeyden önce bir kalp ve gönül
işidir. İbadet ve itaat, insanın içindeki inanç, istek, sevgi ve bağlılıktan
kaynaklanırsa bir değer taşır. Âyette "Rabbiniz kalpierinizdekini en iyi
bilendir" ifadesiyle bu hususa işaret edilmiştir. Öyleyse insan öncelikle
ruhen "sâlıh" olmalı, yani ruhunda güzel duygular, niyetler
geliştirmeli, iç dünyasını düzeltmelidir. O zaman Allah bu şekilde iç
dünyasındaki yanlışları silip atanlara af ve mağfiretiyle muamele edecektir. [60]
26-27. Üçüncü Ödev akrabaya ve muhtaçlara iyilik etmek, hayır yapmaktır, Bu
hususta önceliği olanlar akrabalar
olduğu için 26. âyette onlar başa alınmıştır. Bu âyetteki "... hakkını
ver" ifadesi, hem nafaka borcunu ve zekât ibadetini hem de bunun ötesinde
nafile cinsinden hayırları kapsamaktadır. Burada yoksulların da zikredilmesi,
yardımın özellikle malî olanının söz konusu edildiğini gösterir,
"Savurganlar
şeytanların dostlarıdır" ifadesi, "Kötü iş yapmak bakımından onlarla
şeytanlar arasında bir benzerlik gerçekleşir" şeklinde açıklanmıştır. [61]
Râzî'ye göre âyet metninde şeytanın niteliği olarak geçen "kefûr"dan
maksat, şeytanın varlığını İsyana adaması, yer yüzünde bozgunculuk yapıp insanları
yoldan saptırmasıdır. Bunun gibi Allah'ın kendisine mal ve mevki nasip ettiği
kimse bunu Allah rızâsına aykın yollarda kullanırsa o da şeytanın niteliği olan
kefûr sıfatıyla nitelendirilir. [62]
28. Hz. Peygamber, yoksul müslümanların geçimiyle bizzat ilgilenir, imkânları
nispetinde onların bakımını sağlar, kendisinde yoksa diğer miislü manian buna
teşvik ederdi. Âyette Hz. Peygamber'in, bizzat kendisi de maddî sıkıntı içinde
bulunduğu ve bu hususta Allah'ın rahmetini, lütuf ve ihsanını beklediği için
İhtiyaç içinde olduğunu açıklayanlara yardım edemeyecekse nasıl davranması
gerektiği bildirilmektedir. Buna göre insan, yardım isteyen birine olumlu cevap
verme imkânına sahip değilse ümit verici, yatıştırıcı, güzel sözler söylemeli;
onu kırmama- ya, gönlünü incitmemeye çalışmalı, tatlı dille mazeretini ifade
etmelidir. [63]
29. Dördüncü ödev hem cimrilikten hem israftan sakınmaktır. Cimrilik de savurganlık
da aşırılıktır, bu sebeple haramdır. İkisinin ortası cömertliktir. Ahlâk kitaplarında
savurganlık ifrat, cimrilik tefrit olarak nitelenir. İfrat, aklın ve dinin uygun
gördüğü ölçünün ilerisinde veya uygun bulmadığı yollarda harcamayı; tefritde
gerekli yerlere gerektiği ölçüde harcamaktan kaçınmayı ifade eder. İsraf da cimrilik
de erdemsizlikler arasında sayılır. İkisinin ortası (itidal, vasat) ise cömertliktir. [64]
30. Allah rabdir, dolayısıyla elimizdeki şeylerin asıl sahibidir ve
bunları O vermiştir. "Mülk û'rnın elindedir"[65]
kiminin rızkını bollaştırır, kimininkini de kısar. Âyetin son cümlesi, bunun
hikmetsiz ve anlamsız olmadığına işaret etmektedir. Allah her kulunun durumunu
görür, bilir. Genellikle herkes zengin olmak ister, fakirlikten korkar. Fakat
Allah, hikmeti uyarınca kimi ne az kimine çok verir. Ama ne çok vermesi mutlak
anlamda hayır, ne de az vermesi mutlak anlamda serdir. Zenginlik yüzünden
maddî veya manevî birçok şeyini, hatta inancını, sevdiklerini veya hayatını
kaybedenler olduğu gibi fakirlik sebebiyle birçok kayıptan kurtulanlar, manevî
kazançlara kavuşanlar da vardır. Zenginlik kimini kurtarır, kimini de
mahveder. Bununla birlikte varlık yokluğa yeğlenir. Onun için âyetlerde
"Allah'tan fakirlik isteyin" anlamına gelebilecek hiçbir ifadeye yer
verilmemiş; "Mal, nzık, servet isteyin" denilmiş; fakat bunun da hakkının
verilmesi gerektiği bildirilmiştir. [66] Hz.
Peygamber'in de fakirlik konusunda insanları uyardığını ve bu fakirlikten
Allah'a sığındığını bildiren hadisler vardır. [67]
31. Beşinci ödev çocukların hayatını korumaktır. İslâm öncesinde çok nâdir
olsa da bazı Araplar'ın geçim korkusuyla çocuklarını öldürdükleri
anlaşılmaktır. Bunun nâdir olması, suçun vahametini değiştirmeyeceği için burada
önemle zikredilmiştir. Ayrıca, zamanla sebebi ve şekli değişse de insanlar,
isteyerek veya istemeyerek, doğrudan ya da dolaylı olarak çocuklarını
öldürmeye devam ettiler ve etmektedirler. Âyetin hükmü mutlaktır:
"Çocukların öldürülmesi büyük bir günahtır." Râzî şöyle der:
"Çocuklara karşı sevgisizlik, ruhun şiddetle karardığına ve kalbin
katılaşmışlığına delâlet eder; bu cürüm kötü ahlâkın en belirgin örneklerindendir.
Allah, öyle kötü huyların önlenmesi maksadıyla evlâtlara güzellikle davranmayı
teşvik etmiştir"[68]
32. Altıncı ödev zinadan, fuhuştan kaçınmaktır. Âyette "Zina
etmeyin" denil- meyip "Zinaya yaklaşmayın" denilmesi, zinaya
götürme tehlikesi bulunan tutum ve davranışlardan da uzak durmayı ifade eder.
Burada zina yasağının ardından "Çünkü o hayâsızlıktır, çok kötü bir yoldur"
denilmesi, zinanın insanın temiz fıtratına ve akl-ı selime aykırı olduğuna
işaret etmektedir, [69]
33. Yedinci ödev adam öldürmemektir. [70]
"Yetki" diye çevirdiğimiz sultân kelimesi, bu bağlamda haksız yere
öldürülen kişinin velisine, katile yasal cezanın uygulanmasını talep etme veya
affetme şıklarından birini tercih yetkisi olarak açıklanmıştır. [71]Âyet,
katile ölüm cezası uygulanması halinde velinin öldürmede aşırılığa gitmemesi
istenmektedir, Bu "aşırılık" iki şekilde açıklanmaktadır:
a) Sadece ölüm cezası uygulanmalı; işkence etme, organlarını kesme gibi
zararlar verilmemelidir.
b) Katilden başkasına zarar verilmemelidir. Kaynakların bildirdiğine
göre Câhİliye Araplan'nda maktulün yakınları sadece katilin öldürülmesiyle
yetinmez, ya ondan daha şerefli birini veya bir kişiye karşı iki ya da daha
fazla kişiyi öldürmedikçe adaletin yerine gelmeyeceğine inanırlardı. Âyet bu
haksızlığı yasaklamaktadır. [72]
Râzî
"Ancak o da kısas yoluyla öldürmede sınırı aşmamalıdır" ifadesini, hemen
ölüm cezası verme yolunu seçmeyip "öncelikle diyet alma veya affetme şıklarının
düşünülmesi daha uygundur" şeklinde açıklamıştır. [73] Yine
Râzî, 'LBir kimse haksızlıkla öldürülürse ..." ifadesini
dikkate alarak, "Öldürülen kişi mazlum olma sıfatını tam olarak taşımazsa
konu bu âyetin hükmüne girmez, yani böyle bir olayda ölüm cezası
uygulanmaz" görüşündedir.
Âyetin
sonundaki yardımdan maksat, Allah'ın katile verilecek cezayı takdir etmek
suretiyle maktulün yakınına yardım etmiş olmasıdır. Şu halde o kişi katil için
tayin edilmiş olan cezanın uygulanmasıyla yetinmeli, aşırılığa sapmamalıdır. [74]
34, Sekizinci ödev yetim malı yememek, dokuzuncu ödev verilen sözü tutmaktır.
Zeccâc "Allah'ın her emri, her nehyi ahiddir, Allah ile kul arasındaki konulara
dair emir ve nehiyler, insanların birbirleri arasındaki ilişkilerle İlgili emir
ve nehiyler de bu cümledendir" der. [75]
35. Onuncu ödev ölçüyü ve tartıyı tam yapmaktır. Âyette bu ödevi yerine getirmenin
hem ödev olarak iyi hem de sonucunun güzel olduğu belirtilmektedir. Râzî'ye
göre ölçü ve tartıyı tam yapmanın iyi olması, bunu yapanın gerek Allah gerekse
insanlar katında sevilmesidir; akıbetinin güzel olması ise dünyada kendisine
yarar sağlaması, âhirette de sevap kazandırmasıdır. [76]
36. On birinci ödev kişinin bilmediği bir şeyin peşine düşmemesi, bilgisiz
hüküm vermemesidir. Âyette insanın bitmediği bir konuda söz söylemesi, hüküm vermesi,
bilgisizce davranması, bilmediği tanımadığı kişiler hakkında ileri-geri konuşması,
daha özel olarak yalancı şahitlik yapması, iftira atması, kısaca bilgi sahibi
olmadan tahmine göre herhangi biri için maddî veya manevî zarara yol açacak
şekilde konuşması ve hareket etmesi yasaklanmaktadır. İnsan ya duyduğu ya gördüğü
ile veya akıl ve vicdanıyla hareket eder; yani bilgilerimiz ya habere ya gözleme
ya da akla dayanır. Âyette bu bilgi kaynaklarının doğru kullanılması gerektiği,
bunlardan sorumlu olunduğu ifade edilmektedir, Kuşkusuz bu yasak, insan ilişkileriyle
ilgili olup bilimsel ve fikrî konularda kurallara uygun olarak tahminler
yürütmek, görüş belirtip ictihadlarda bulunmak meşru, hatta gereklidir. Nitekim
Hz. Peygamber, Kitap ve Sünnet'te deli] bulunmaması halinde şahsî görüş (re'y) istikametinde
uygulamalarda bulunmayı tasvip etmiştir. [77]
İslâm
hukukunda kıyasın delil sayılamayacağım kabul edenlerin dayanaklarından biri de
bu âyettir. Çünkü âyet uygulamada kesin bilgiyi emretmektedir; oysa kıyas zamıa
dayanır. Ancak bu görüş azınlıkta kalmıştır. [78]
37. On ikinci ödev büyüklük taslamaktan sakınmaktır. Âyet bunu "Yer
yüzünde böbürlenerek dolaşma!" diye ifade eder. Çünkü bu boş kuruntudan
başka bir şey değildir. Resûlullah, kibrin ne kadar kötü bir huy olduğunu
vurgulamak üzere, kalbinde zerre kadar kibir bulunanın cennete giremeyeceğini
bildirmiştir. [79]Gerçekten değerli, akıllı,
bilgili ve erdemli insanlar daima alçak gönüllü, ağır başlı olurlar. Bunun en
güzel örneği de Peygamber efendimizdir. Kibirden nefret eden Resûlullah, bütün
müslümanlar karşısında mütevazı olmayı değişmez bir davranış kuralı olarak
özenle korumuş; müslümanlaraı kendisini "Anam babam sana feda olsun yâ
Resûlellah!" diyecek kadar çok sevmelerinde de alçak gönüllülüğünün büyük
bir rolü olmuştur. Bu sebeple İslâm ahlâk geleneğinde tevazu bir peygamber
sıfatı olarak değerlendirilir. Furkan sûresinde (25/63) Allah'ın iyi kullarının
başlıca hasletlerinden söz edilirken ilk olarak tevazu erdemine yer
verilmiştir.
Yukarıdaki
âyetlerde geçen dinî ve ahlâkî buyrukları şöylece sıralamak mümkündür:
1, Allah'ın birliğini tanımak, bir olan Allah'a inanmak,
2, Ana babaya iyi davranmak,
3, Akrabaya ve muhtaçlara iyilik etmek, hayır yapmak,
4, Hem cimrilikten hem israftan sakınmak.
5, Çocukların hayatını korumak,
6, Zinadan, fuhuştan kaçınmak,
7, Adam öldürmemek,
8,Yetim malı yememek,
9, Verilen sözü tutmak,
10, Ölçüyü ve tartıyı tam yapmak,
11, Bitmediği şeyin peşine düşmemek, bilgisiz hüküm vermemek,
12,Büyüklük taslamaktan sakınmak. [80]
38-40. On iki madde halinde Kiralanan ilkelerle İlgili davranış tarzlarının
kötü olanlarını seçmenin Allah'ın nezdinde sevimsiz, dolayısıyla haram olduğu
ifade edilmekte; 39. âyette bu ödevlerin "hikmetten vahyedilmiş
ilkeler" olduğu bildirilmektedir. Şevkânî'nin de işaret ettiği bir mânaya
göre hikmetin bir anlamı geçmiş dinî kültüiler, o kültürlerde bulunan evrensel
yasalar, ortak doğrulardır. Mûsâ şeriatında on emir denilen ödevler de bu
kültürün bir parçası olup Tevrat'ta bunlar şöyle sıralanmıştır:
1, Allah'tan başka ilâh tanımamak,
2, Puta tapmamak,
3, Allah'ın ismini boş yere ağzına almamak. [81]
4,
Cumartesi yasağına saygı göstermek (İslâm'da kaldırılmıştır),
5, Ana babaya saygılı olmak,
6, Adam öldürmemek,
7, Zina etmemek,
8, Hırsızlık yapmamak,
Sûrede
bu buyrukların ardından kımııtmı/ olan âyette Kur'an'ın ilk muhatapları olan
putperest Araplar'a, ilk ödevi belirleyen "Allah'tan başka tanrı tanıma!"
şeklindeki buyruk, diğer buyrukların temeli olduğu için bir defa daha tekrar
edildikten sonra müşriklerin en saçma inançlarından biri olan "Allah'ın
erkek çocukları kendilerine bıraktığı, meleklerin İse Allah'ın kızları
olduğu" şeklindeki bâtıl inançları reddedilmektedir. [82]
41.
İyice düşünmeleri için bu Kur'an'da ayrıntılı açıklamalar yaptık. Ama bu,
sadece onların kaçışlarını arttırdı. 42. De ki: Eğer söyledikleri gibi
Allah'tan başka ilâhlar olsaydı onlar da arşın sahibine yakınlaşmak için yollar
ararlardı, 43. Allah onların söylediği şeylerden münezzehtir, çok çok yücedir.
44. Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O'nu teşbih eder; O'nu hamd ile teşbih
etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların teşbihini anlayamazsınız, O
halîmdir, bağışlayıcıdır. [83]
41. Kur'an, başta ilk muhatabı olan Mekke'nin putperest topluluğu olmak
üzere insanları Allah'a ve diğer İtikad esaslarına inanmaya, Allah'a kulluk
etmeye ve insana yaraşır bir hayat sürdürmeye çağırdığı gibi genellikle bunun
delillerini, gerekçelerini de sağduyulu ve iyi niyetli her insanın
kavrayabileceği şekilde açıklar. Buna rağmen Kur'an'in çağrışma uymak şöyle
dursun, gerçekler karşısında nefret duygulan kabaranlar da olmuştur ve
olmaktadır. Aslında âyet, insanoğlunun söz konusu açıklamalar üzerinde iyice
düşünerek bu güçlüğü aşabileceklerine işaret etmektedir. Fakat bâtıl inançlar,
ön yargılar ve bayağı arzular gibi olumsuz motiflerin etkisinden
kurtulamayanlar düşünce kabiliyetlerini de sağlıklı kullanamazlar. [84]
42-43. Tefsirlerde 42. âyete genellikle iki anlam verilmektedir. Buna göre
eğer -farzımuhal- Allah'tan başka ilâhlar olsaydı: a) Tıpkı bir ülkede krallık
tahtına göz diken birden fazla heveslinin birbiriyle taht kavgasına girişmesi
gibi o sözde ilâhlarda "arş, in sahibine" (Allah) ulaşmak ve O'nun
egemenliğine son vermek için yol arar, kavgaya tutuşurlardı; b) Allah nezdînde
daha çok yakınlık kazanıp itibar sahibi olmak için birbiriyle yarışırlardı. [85]
Müşrikler sözde tanrıların kendilerini Allah'a yaklaştıracağına inanıyorlardı.
İkinci şıktaki yoruma göre, eğer öyle tanrılar olsaydı önce onlar Allah'a
yaklaşma yarışma girerlerdi. Böyle varlıklara da tanrı denemez[86] Şu
halde Allah, bu şekilde kendisine ortak koşulmasından münezzehtir; O, hiçbir
şey ile hiçbir yönden denk tutulamayacak kadar yücedir, büyüktür. [87]
44. "Yedi gök" ile onlarda bulunan varlıkların hepsi hal
lisanıyla Allah'ı teşbih eder, O'na ibadet eder, fakat insanlar onların
teşbihlerini anlayamazlar. [88]
Tefsirlerde
âyetteki teşbih kavramı açıklanırken teşbihin iki şeklinin bulunduğu
belirtilir: Dil ile teşbih, hal ile teşbih. Birincisi, kulun Allah'ı her türlü
eksiklikten tenzih ederek zâtı. sıfatlan ve fiilleriyle insan zihninin
düşünebileceği bütün mükemmellik özelliklerine sahip olduğunu dile getirmesi,
Allah'ı hep böyle bilip böyle anmasıdır. Hal ile teşbih ise insanın imanı,
ibadeti, ahlâkı, genel olarak her türlü tutum ve davranışlarıyla Allah'ın
birliğine, eksiksiz ve kusursuz olduğuna inandığını göstermesi, yasalarına
boyun eğmesi, amelinin imanına şahitlik etmesidir. Bu belirtilenler, Râgıb
el-lsfahânî'nin iradî dediği teşbih olup şuurlu ve iradeli varlıklara
mahsustur. [89]
Bir
de konumuz olan âyetin üzerinde durduğu, bütün varlıkların Cenâb-ı Hakk'ı
teşbih etmesi vardır. Müfessirlere göre bu da iki çeşittir 1. Dil ile teşbih.
Her şey kendi diliyle Hakk'ı teşbih eder ama âyette belirtildiği gibi insanlar
bunu anlayamazlar; 2. Hal ile teşbih. Evrendeki varlık ve olayların var oluş ve
işleyişini gerçekleştiren ilâhî yasalara bütün kâinat mutlak bir zorunlulukla
boyun eğmekte, bu suretle yaratanı teşbih etmektedir. Bu anlamda müminiyle
münkiriyle bütün insanlar da Allah'ı teşbih ederler, varlığına tanıklık
ederler. Özetle zerreden küreye, galaksilerden hidrojen çekirdeğinin etrafında
saniyede 2000 km. hızla dönen elektrona kadar evrendeki her şey Allah'ın mutlak
düzeni içinde işlemekte, O'nu teşbih etmekte, O'nun varlığına, birliğine kudret
ve hikmetine tanıklık etmektedir.
Putperestlerin
İnancındaki saçmalığı dile getiren 42. âyetin ardından evrenin düzenine işaret
eden âyetin gelmesi son derece anlamlıdır, engin hikmetler taşımaktadır.
Ayette
evrendeki her varlığın Allah'ı övgü ile teşbih ettiği belirtildikten sonra
"Fakat siz onların teşbihini anlayamazsınız" buyurulmaktadır.
Fahreddin er-Râ-A bu ifadeyi şöyle açıklıyor: Bir elma düşünelim; bu
elma çeşitli atomlardan oluşmaktadır ve bu parçalardan her biri Allah
Teâlâ'nın varlığına tam ve başlı başına bir delildir. Bu atomlardan her birinin
kendine özgü doğal yapısı (tab'), tadı, ren-ui, kokusu, hacmi gibi nitelikleri
vardır. Atomun bu özel sıfatlarla belirlilik kazanması imkân dahilindedir ve
bu belirliliği ona ancak kudretli ve hakîm olan bir be-lirk'viri
kazandırabilir. Şu İnikle rlm;mııı her bîr parçası Yıia1 Tanruıın
varlığımı eksiksiz bir delildir. [90]Eşyanın
kendilerine mahsus dil ile yaptığı teşbihi insanlar anlayamazlar; öte yandan
atomların sayılarını, niteliklerini, mahiyetlerini de bütünüyle bilmek mümkün
değildir. Bu sebeple âyette, "...bilmezsiniz, anlayamazsınız" büyütülmüştür.
Kuşkusuz bilimsel keşifler ilerledikçe insanoğlunun evren hakkındaki bilgileri
de artacaktır. Nitekim genetikçilerin çözmeye çalıştıkları genlerin şifresi de
bir çeşit dildir. Ayrıca bu çalışmalar İlerledikçe evrenin sırlarla dolu
olduğu, bilinenlere göre bilinmeyenlerin ne kadar çok olduğu ortaya çıkacaktır.
Âyette
Allah'ın sıfatı olarak geçen hafim kelimesi, "sabırlı, akıllı, ağır başlı
ve temkinli" demektir. Özellikle Allah için kullanıldığında
"kullarının günah ve isyanları karşısında sabırlı, onları cezalandırmakta
acele etmeyen" anlamına gelir. Allah'ın halîm ismiyle "günahları
bağışlayan, tövbeleri kabul eden" anlamındaki afüv, gafur, tevvâb;
"her şeyin iç yüzünden haberdar olup bütün ayrıntıları bilen"
anlamındaki habîr, muhsî, vâsi'; "her şeye gücü yeten, kudretli"
anlamındaki kadir, kavı, metîn, muktedir" ve "çok sabırlı"
anlamındaki sabûr isimleri arasında anlam yakınlığı bulunduğu kabul edilir. [91]
45.
Kur'an okuduğun zaman seninle âhirete inanmayanlar arasına gizli bir perde çekeriz.
46. Ayrıca onu anlamamaları için kalplerinin üzerine örtüler, kulukltınnu dil
bir tıkaç koyarız. Sen rabbinin Kur'an'daki ismini tek bu-şına andığında
canları sıkılmış olarak arkalarını dönüp giderler. 47. Biz onların seni
dinlerken neye kulak verdiklerini, kendi aralarında tısıldaşırken de o
zalimlerin, "Siz, sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz!"
dediklerini çok iyi biliyoruz. 48. Bak işte, senin için ne türlü benzetmeler
yapıyorlar! Bu yüzden yoldan saptılar, hir daha da doğru yolu bulamazlar. 49.
Dediler ki: "Biz bir kemik yığını haline gelmiş, ufalanmışken yepyeni bir
hilkatte dirilecek miymişiz?" 50. De ki: "İster taş olun ister
demir; 51. İsterse canlanmasını aklınızın almadığı herhangi bir yaratık!"
Bu defa da "Bizi tekrar hayata kim döndürecek?" diyecekler.
"Sizi birinci defa yaratan" de. Sonunda onlar, sana alaylı bir tarzda
başlarını sallayacak ve "Ne zamanmış o?!" diye soracaklar. De ki:
"Yakın olduğunu sanıyorum. 52.0 gün Allah sizi çağıracak ve siz, önceki
yerde çok az kaldığınız zannı içinde O'na hamdederek çağrısına
uyacaksınız." [92]
45-46. Müşriklerin "âhirete inanmayanlar" şeklinde tanıtılması, bu
inkâra dayalı olarak sorumsuzluğu ilke edindiklerine, bundan dolayı her türlü
haksızlığı fütursuzca yapmaktan çekinmediklerine işaret eder. Bu psikolojide
olan insanlar, kaçınılmaz olarak akıl ve vicdanlarına göre hüküm vermekten de
uzaklaşırlar. Müşrikler, Hz. Peygamber kendilerine Kur'an âyetlerini
okuduğunda bunların üzerinde dürüst, samimi ve objektif olarak düşünecekleri
yerde ona sorumsuzca karşı çıkıyorlardı. Âyetlerde bu husus Allah tarafından
onların gözlerinin perdelenmiş, kalplerinin mühürlenmiş, kulaklarının tıkanmış
olmasıyla izah edilmiştir. Bu üslûp, olup biten her şeyin Allah'ın izni ve
iradesiyle olduğunu vurgulayan Kur'an'm hâkim üslûbudur. 47 ve devamındaki
âyetler yanında konuya ilişkin başka birçok âyet dikkate alındığında bu âyetin,
kesinlikle Allah'ın insanları hak etmedikleri halde böyle durumlara mahkûm
ettiği anlamına gelmediği görülür. Onlar bunu istemiş, Allah da bu hususta
imkân ve hürriyet vermiştir. Allah âdildir, insanların hakikati görmelerine,
bunun üzerinde düşünmelerine asla engel olmaz. BuTada anlatılmak istenen,
inkarcıların Kur'an karşısındaki olumsuz ön yargılandır. Nitekim 46. âyetin
sonunda bu tavrın arkasında inanç bozukluğu bulunduğuna işaret edilmektedir;
ayrıca 41. âyette de bu husus ifade edilmiştir. [93]
47. Hz. Peygamber, kendisine âyetler geldikçe onları insanlara okur
açıklardı. Fakat özellikle putperestlerin ileri gelenleri, kendilerinin
Peygamber'e itibar ettiği, değer verdiği gibi bir anlam çıkarılmasın diye
genellikle onun okuduğu âyetleri açıktan dinlemekten kaçınırlardı. Ancak
burada belirtildiği gibi zaman zaman onların bir yerlere gizlenerek âyetleri
dinledikleri de olurdu ve bu sırada onda bir noksanlık yakalamaya çalışırlar,
alaylı ve yalanlayıcı İfadelerle aralarında fısıltılı konuşmalar yaparlardı.
Âyette bu tür konuşmalardan söz edilmekte; genellikle Peygamber'e yönelttikleri
''büyülenmiş" şeklindeki iftiralarına değinilmektedir.
Âyetin
iniş sebebiyle ilgili bir rivayete göre Resûlullah, Hz. Ali'nin bir yemek
hazırlamasını isteyerek, Kureyş eşrafını yemeğe davet etmiş, davet sırasında
onlara âyetler okuyarak kendilerini tevhid inancım kabul etmeye çağırmış; o takdirde
-sandıklarının aksine- itibar kaybetmek şöyle dursun, hem kendi çevrelerinde
öncekine göre daha çok saygı göreceklerini hem de Arap olmayanlar nezdinde
itibar kazanacaklarını ifade etmişti. Fakat onlar bu çağrıyı kabul etmemekle
kalmamış, bir de Hz. Peygamber konuşurken nezaket kurallarım hiçe sayarak
fısıltılı konuşmalarla onun büyülenmiş olduğunu ileri sürmüşlerdir. [94]îbn
İshak'ın anlattığına göre Ebû Cehil, Ebû Süfyân, Ahnes b. Şerîk gibi putperest
büyükleri bazı gecelerde biri diğerinden habersiz olarak ResûLullah'ın
bulunduğu yere giderek gizlice onun Kur'an okumasını dinler, yolda tesadüfen
karşılaştıklarında da birbirlerini suçlarlardı . [95]
48, Bir önceki âyette de belirtildiği gibi müşrikler Peygamber efendimiz
için "şair, kâhin, mecnun, büyülenmiş" gibi haksız benzetmeler
yapıyor, isnatlarda bulunuyorlardı. Âyet, gerçekler karşısında bu şekilde tavır
takınan bir insanın hidayete, doğru yok ulaşmasının mümkün olmadığına işaret
etmektedir. [96]
49, Geneli içinde Kur'an, inkarcıları Allah'ın birliğini tanımaya; adalet,
dürüstlük, insaf ve merhamet gibi ahlâk ilkelerine uygun davranmaya;
bencillikten kurtularak başkalarının haklarını da kendi menfaatleri kadar
önemli görmeye davet ediyor; aksi halde en büyük yargılama günü olan âhirette
günah ve haksızlıklarının hesabını mutlaka vereceklerini bildiriyordu. Oysa
putperestlerin ileri gelenlerinin bilhassa öldükten sonra yeniden dirilmeyi ve
âhiret hayatını inkâr etmelerinin temelinde kötülük ve haksiziıklannda ısrar
etme ihtirasları vardı. Onlar, bu ihtiraslarının önüne geçerek kötülüklerden
kendilerini uzak tutacakları yerde yaptıklarının hesabını verecekleri âhiretİ
inkâr etme yolunu seçiyor; akıllarınca öldükten sonra artık yeni bir var
oluşun imkânsızlığını kanıtlamaya çalışıyorlardı. [97]
50-51. Kur'an, insan bedeninin ölüm sonrasındaki fiziksel bozulmasına dayanarak
âhireti inkâra kalkışanlara şu cevabı veriyor: Değil bedeninizin çürümesi veya
toz toprak olması, taş veya demire döniişseniz, hatta canlı varlık haline gelmesini
büsbütün imkânsız gördüğünüz başka bir nesne haline gelseniz, yine de Allah
size tekrar hayat verip daha önceki kimliğinize kavuşturur, İlk başta maddî
nesneleri yaratan ve onlara can veren Allah, onları öldükten sonra da tekrar
h.ıyn-ta döndürecektir. [98]
52. Yeniden dirilme üe başlayan hayatta artık insanların Allah'a âsi olma,
günah işleme özgürlükleri bulunmayacaktır. Nitekim Allah kabirdekileri mahşere
çağırdığında inanan inanmayan bütün İnsanlar O'nu övgüyle anarak buyruğuna
boyun eğeceklerdir. [99]
53.
Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler; sonra şeytan aralarını bozar.
Çünkü şeytan insanların apaçık düşmanıdır. 54. Rabbiniz sizi en iyi bilendir.
Dilerse size merhamet eder, dilerse sizi cezalandırır. Biz seni onların üstüne
bir vekil olarak göndermedik. 55. Rabbin göklerde ve yerde olanları en iyi
bilendir. Doğrusu biz peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık; Davud'a da
Zebur'u verdik. [100]
53. Âyette dolaylı bir mukayese anlamı vardır. Şöyle ki: 46-51. âyetlerde
müşriklerin kendileri gibi düşünmeyenlere karşı kibirli, kaba, alaycı ve
suçlayıcı bir tavır takındıklarına işaret edilmişti. Burada ise müminlerin
konuşmalarında bir güzellik ve incelik bulunması gerektiği belirtilmekte,
müşriklerle ilişkilerinde ve konuşmalarında bile terbiye ve nezaket kurallarına
riayet etmeleri öğütlenmekte-dir. Çünkü bu davranış biçimi insan olmanın bir
gereğidir; ayrıca kötü söz ve davranış insanın aslî fıtratına aykırı olduğu
için genellikle bu tür olumsuz söz ve davranışlar insanları tepki psikolojisine
iter; böylece âyetteki ifadesiyle "Şeytan onların arasını bozar."
İslâm ahlâkında Câhiliye Araplan'nın kaba, küstah ve alaycı tavırlarına sefeh,
müslümanlarm barışçı, nâzik ve ağır başlı tavırlarına da hilim denmektedir.
İslâm öncesi dönemin adı olan Câhiliye ilk kategorideki karakter ve zihniyeti,
İslâm kelimesi de ikincisini ifade etmektedir, Nitekim Hz. Peygamber ve onun
şahsında müminlere affedici olmayı, iyilik için çalışmayı ve
"câhiller"e al-dırmamayı öğütleyen A'râf sûresinin 199. âyeti, keza
müminlerin ağır başlı olduklarını, kendilerine sözle sataşan ucâhiller"e
"selâm" diyerek karşılık verdiklerini bildiren Furkan sûresinin 63.
âyeti gibi örnekler bu iki karakterin ahlâkî Özellikle- rini ortaya
koymaktadır. Kuşkusuz bunlar sadece belirli bir dönemin tipleri değildir.
Tarihin çeşitli dönemlerinde olduğu gibi günümüzde de akıl, irfan ve hikmetten
yoksun olduğu için "sefih" diye anılan Câhiliye örneğindeki küstah,
alaycı ve saldırgan tipler mevcuttur. Öte yandan çeşitli dönemlerde, özelikle
de günümüzde "şeytanın aralanın bozduğu" ve bu yüzden birbiriyle
çekişen, bölünüp parçalanan müsiümanlann bu duruma düşmelerinin bir sebebi de
Kur'an'ın istediği güzel söz ve davranışlardan uzaklaşmalarıdır. [101]
54. Hiç kimse kendisini Allah'ın bildiği kadar bilemez. Âyette müminlere
mi müşriklere mî hitap edildiği açık değildir. Müminlere hitap edildiğini
söyleyen müfessirlere göre Allah'ın onlara merhamet etmesinden maksat,
kendilerini düşmanlarından koruması, azap etmesinden maksat da düşmanlarını
onlara musallat etmesidir. Her iki durumda da Allah'ın rahmet veya azap
etmesinin sebepsiz olmadığı âyetin başındaki "Rabbiniz sizi en iyi
bilendir" ifadesinden anlaşılıyor. Şu halde Allah her insanı, onun
kendisini bildiğinden daha iyi bildiği ve tanıdığı için neyi hak ettiyse öyle
muamele eder. Allah'ın bizi bildiği kadar biz kendimizi bilemediğimiz için
bazan karşılaştığımız iyi veya kötü durumun bizden kaynaklanan sebebini de
bilemeyiz. Böyle durumlarda Allah'tan gelene razı olmak gerekmektedir. Eğer
Allah'tan hayır gelmişse onun devamı için daha çok gayret gösterip Ce-nâb-ı
Hakk'ın bize yönelik sevgi ve hoşnutluğunun daha da güçlenmesine; eğer şer
gelmişse bunun sebebi olan kusurlarımızı araştırarak halimizi düzeltmeye ve
böylece şerre değil hayra lâyık olmaya çalışmamız gerekir. Bu suretle, uğradığımız
bîr serden, zarardan kurtulmak için elimizden gelen maddî ve manevî çarelere
başvurmakla birlikte, asla Allah'a âsi olmamak lâzımdır.
Âyet,
başkaları hakkında yargıya varırken dikkatli olmak gerektiğine de işaret
etmektedir. Herkesin hesabı sonunda Allah'a aittir; çünkü herkesi en iyi bilen
O'dur. Âyetin sonundaki ifade, Peygamber'in dahi insanlar üzerinde bir
"vekil", yani insanların akıbetleri hakkında nihaî karar veren bir
otorite olmadığını; görevinin tebliğden, uygulama, aydınlatma ve uyarıdan
ibaret bulunduğunu bildirmektedir. [102]
55. Allah, kullarını en İyi bilen olduğu gibi göklerde ve yerde
bulunanları, yani evreni ve evrendekileri de en iyi bilendir; dolayısıyla
evrende olup biten bütün olaylar O'nun bilgisiyle oluşmakta ve
gerçekleşmektedir. Şu halde Allah'ın hükümlerinde, yapıp yarattıklarında bir
eksiklik, yanlışlık, haksızlık aramak abestir. Allah, Hz. Muhammed'i son
peygamber olarak seçtiğine göre bu da O'nun yüce bilgisi ve hikmetiyle olmuştur
ve bunda bir yanlışlık, haksızlık yoktur. Allah, peygamberleri tek tip
varlıklar olarak şekillendirmemiştir. Her birinin kendilerim1 özgü
üstünlükleri vardır. Nitekim Allah Teâlâ çeşitli âyetlerde Hz. İbrahim'i kendisine
dost (halîl) edindiğini, Hz, Mûsâ ile konuştuğunu, Hz. îsâ'yı babasi2 yarattığını
ve küçük yaşta kendisine mucizeler lütfettiğini, Hz. Süleyman'a ihtişamlı bir
hükümranlık verdiğini,Hz. Muhammed'i âlemlere rahmet olarak gönderdiğini bildirmiştir.
Hz. Davud'a büyük bir saltanat verildiği halde âyetin sonunda bu saltanatın
değil de, ona verilen kutsal kitabın bir üstünlük sebebi olarak zikredilmesi,
ilimde ve dinde üstünlüğün mal-mülk üstünlüğünden daha değerli olduğuna işaret
eder. Bir rivayete göre Kurey^ Arapları aklî ve mantıkî tartışma usul ve âdabım
bilmedikleri (veya eski dinler hakkında bilgileri olmadığı) için Hz.
Peygamberle tartışmaya girmeden önce yahudilerden taktik alırlardı; yahudiler
de onlara son peygamberin Hz. Mûsâ, son ilâhî kitabın da Tevrat olduğunu
söylerlerdi. Ayette Davud'a verilen Zebur hatırlatılarak bizzat yahudi
tarihinin bu iddiayı çürüttüğü ortaya konmaktadır. [103]
Ancak Mekke'de böyle bîr yahudi topluluğu bulunmadığına göre Araplar bu
görüşmeleri ticarî amaçlı gezileri sırasında veya panayırlarda karşılaştıkları
yahudilerle yapmış olabilirler. [104]
56.
De ki: "Allah'ı bırakıp da tanrı olduğunu ileri sürdüklerinize yalva-nn!
Ama onlar sizin sıkıntınızı ne kaldırabilir ne de ferahlığa
çevirebilirler."
Bu
insanların yaşardıkları o varlıkların Allah'a en yakut olanları bile rablerine
daha yakın olabilmek için vesile ararlar; O'nun rahmetini umar, azabından
korkarlar. Rabbinin azabı gerçekten sakınılması gereken bir azaptır.
Ne
kadar ülke varsa hepsini kıyamet gününden önce ya helak edecek veya onlara çetin
bir şekilde azap vereceğiz. Bu, kitapta yazılıdır. 59. Bizi işaretler
göndermekten alıkoyan şey, öncekilerin bunları yalanlamış olmasıdır. Nitekim
Semûd kavmine, açık bir mucize olmak üzere dişi deveyi vermiştik, ama ona
(ınanmayıp) kötülük yaptılar. Oysa biz mucizeleri yalnızca korkutup uyarmak
için göndeririz. 60. Hani sana, "Rabbin insanları çepeçevre
kuşatmıştır" demiştik. Sana gösterdiğimiz o rüyayı ve Kur an'da lanetlenen
ağacı, sadece insanlan sınamak için meydana getirdik. Biz onları korkutan uyarılarda
bulunuruz, fakat bu onlara büyük bir taşkınlıktan başka bir şey sağlamaz. [105]
56-57. Zemahşerî, Râzî, Şevkânî gibi müfessirler burada Allah'tan başka tanrı
edinilen varlıkların melekler olduğunu belirtirler. Müşrikler taptıkları
putları ve heykelleri meleklerin sembolleri olarak kabul eder, onların şahsında
meleklere taptıklarını söylerlerdi. İşte âyet bu batıl inancın ne kadar çürük
olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü melekler de dahil olmak üzere Allah'tan
başka hiçbir varlık, Allah'ın yardımı ve yaratması olmadan kendisini zarardan
koruma imkânına dahi sahip değildir.
57.
âyetin baş kısmına değişik şekillerde mâna verilmekle birlikte biz âyeti Zemahşerî'nin
tercih ettiği açıklamayı dikkate alarak çevirmeye çalıştık. Zemahşerî'nİn
açıklaması şöyledir: "Onların tanrı diye taptığı (melekler gibi)
varlıkların bizzat kendileri Allah'a vesile ararlar... Yani onların Allah'a en
yakın olanları bile O'na daha da yakınlaşmak İçin yol aradığına göre en yakın
olmayanları elbette arayacaktır" (II, 364). Sonuç olarak, melekler -tanrı
olmak şöyle dursun- bütün yaratılmışlar gibi onlar da rahmete, yardım ve
desteğe muhtaç olup Allah'a yakınlaşmak için çareler aramak durumundadırlar.
Âyetteki "azap" kelimesini mutlaka bilinen mânasında anlamak
gerekmez; kulun, başına gelmesini istemediği her şey onun için bir azaptır. Şu
halde konu melekler olunca onların korktuğu azap da onların varlık yapılarıyla
ilgili olumsuz bir durumdur.
Bu
iki âyetin, Hz. îsâ'yı tanrılaştıran hıristiyanlar ve benzeri kitabî din mensuplarıyla
ilgili olduğu da ifade edilmektedir. Ancak bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu
sûrenin indiği Mekke'de kayda değer bir hıristiyan topluluğu bulunmadığı bilinmektedir.
Bununla birlikte âyetlerin içeriği o tür bâtıl inançları da reddetmektedir. [106]
58. Halkı zalim olmadığı takdirde hiçbir ülkenin helak edilmeyeceğini
bildiren âyet[107]
dikkate alındığında burada helak edileceği veya şiddetli bir şekilde
cezalandırılacağı bildirilen ülke, halkı yoldan çıkmış olanlardır. Önceki âyetlerle
ilişki kurup değerlendirildiğinde bu âyet öncelikle Allah'ın birliğini ve
peygamberliğini tanımamakta direnen, tnüslumanlara karşı haksız, zalim ve
baskıcı tutumlarını sürdüren putperest Araplar'a karşı bir uyarıdır; onlara,
"Ya bu yanlış tutumda ısrar etmekten vazgeçersiniz ya da eskilerin başına
gelmiş olanlar sizin de başınıza gelir" denilmektedir. Çünkü "Bu,
kitapta yazılıdır" yani Allah'ın şaşmaz yasasıdır. İnkarcılık, ahlâk
bozukluğu ve zulümle birlikte varlığım sürdürebilmiş hiçbir uygarlık yoktur.
Kur'an bu gerçeğe geçmiş kavimlerden sık sık örnekler vermektedir. [108]
59, "İşaret" diye çevirdiğimiz "âyet'ten maksat mucizedir,
Tefsirlerde bildirildiğine göre Mekke putperestleri akıllarınca Hz.
Peygamber'i zor durumda bırakmak için kendisinden Safa tepesini altına
çevirmesi, Mekke'nin dağlık çevresini bereketli bir ova haline getirmesi gibi
mucizeler göstermesini isterlerdi. [109]
Âyette Allah, bu mucizeleri gerçekleştirmeyişinin nedenini açıklamaktadır.
Çünkü Allah'ın yasası uyarınca, bu mucizeler gösterildiği halde yine de İnkârda
direnirlerse -ki zaten bu isteklerinde samimi değillerdi- o takdirde hak ettikleri
ceza hemen verilecekti. Nitekim eski bir Arap toplumu olan Semûd kavminin
istedikleri mucize gerçekleştiği halde, bir mucize olarak yaratılan ve kesinlikle
zarar vermemeleri istenen deveyi boğazlamışlar, böylece Allah'ın buyruğunu tanımadıkları
için cezalandırılmışlardır. [110]Mucizenin
ikna etmeyi değil korkutmayı, heyecan ve ürperti vermeyi amaçladığı belirtilmektedir.
Kur'an'm amacı ise ikna etmektir. Nitekim burada belirtilen anlamıyla diğer
mucizelere benzemeyen, kendine Özgü bir mucize oian Kur'an akla, sağduyuya
hitap etmektedir. Mucize ise genellikle olağan üstü bir olay olup akıl otesidir;
bu sebeple de insanlarda korku ve heyecan uyandırır. [111]
60. Allah'ın insanları "çepeçevre kuşatması", hiçbir insanın
Allah'ın kudreti dışına çıkamayacağı, O neye İzin verirse insanların ancak onu
başarabilecekleri anlamına gelir. [112] ve
putperestlerin inkâr, inat ve baskılarına rağmen Hz. Peygamber ve müslümanlar
karşısında son tahlilde başarısız olacaklarına işaret eder. Nitekim âyette
Allah Teâlâ'nın Hz. Peygamber'e, -putperestlerin zannettiklerinin aksine-
kendisinin onlara karşı başarılı olacağını rüya yoluyla bildirdiği ifade
edilmektedir. Onun bu rüyayı ne zaman gördüğü, rüyanın içeriği hakkında kayda
değer üç farklı açıklama yapılmıştır: Bir açıklamaya göre Resûlullah Mekke'yi
fethedeceğini rüyasında görmüş, nitekim hicretin 8. yılında (630) bu rüya
gerçekleşmiştir. İkinci açıklamaya göre putperestlerin İslâm orduları karşısında
yenilecekleri ve önderlerinin ölecekleri yerler Hz. Peygamber'e rüyasında gösterilmiş,
bu rüya hicretin 2. yılında (624) Bedir zaferinde gerçekleşmiştir. Bu İki;:örüşü
kabul edilebilir görmeyen alimler buna gerekçe olarak sûrenin Mekke'de indiğini,
oysa eerek Hnlir Savası gerekse Mekke'nin fethinin Medine döneminde gerçekleştiğini
hatırlatırlar. Çoğunluğun tercihi olan üçüncü yorumda ise âyetteki rüya, İsrâ
gecesinde Hz, Peygamber'e gösterilenler şeklinde açıklanmıştır, tsrânın uyku
halinde gerçekleştiğini kabul edenler buradaki "rüya"yı uykuda görme
olarak açıklamışlarken İslâm âlimlerinin çoğunluğu, rüya kelimesinin kök
anlamının "gözle görmek" olduğunu da dikkate alarak İsrâ'mn
Resûlulîah uyanıkken cereyan ettiğini savunmuşlardır.
Fitne,
"sınav, deneme" demektir; Kur'an'da daha çok müminin inancını tehlikeye
sokan, bu nedenle bir yönüyle onun imanındaki kararlılığını kanıtlamasına imkân
veren, bu yönden bir imtihan vermesine yol açan sıkıntılı durumlar ve olaylar
için kullanılır. Bu rüya olayının fitne olması, Resûlullah'ın İsrâ sırasında
gördüklerini, yaşadıklarını anlatınca inancında henüz yeterince sebat ve
kararlılık kazanmamış kişilerin olayı imkânsız görerek İslâm'dan dönmeleridir.
Böylece Resûlullah'ın anlattıkları onlar için bir fitne (sınav) olmuş ve bu
sınavı kaybetmişlerdir. [113] "Kur'an'da
lanetlenmiş ağac"a gelince, bununla ilgili farklı rivayetler bulunmakla
birlikte[114] çoğunluğun yorumu bunun
cehennemdeki "zakkum ağacı" olduğu yönündedir. [115]
Şevkânî'nin Zeccâc'dan aktardığına göre Araplar hoşlanmadıkları yemeklere
genellikte "mekruh ve lânetli yemek!" derlerdi. [116]
Aynı müfessir, âyette bu ağacın bir fitne olarak gösterilmesini de şöyle
açıklar: Cehennemde böyle bir ağaç bulunacağı bildirilince Ebû Cehil gibi
fırsatçı müşrikler, "Muhammed hem cehennemin taşı bile kavuracağını
söylüyor hem de orada ağaç biteceğinden söz ediyor" diyerek Resûiullah'ı
alaya almışlar, bunun üzerine söz konusu olan âyet inmiştir. Buna göre ağaçla
ilgili olarak Kur'an'da verilen bilgi bir imtihandır; mümin bu bilgiye
inanmakla imtihanı kazanmış, kafir de inkâr etmekle İmtihanı kaybetmiş olur. [117]
61.
Meleklere, "Âdem'e secde edin" demiştik. İblîs'in dışında hepsi secde
ettiler. İblîs, "Ben, çamurdan yarattığın kimseye secde eder miyim!"
dedi. 62. Yine dedi ki: "Şu benden üstün kıldığına bak! Yemin ederim ki
eğer beni kıyamete kadar yaşatırsan, az bir kısmı dışında, onun neslini peşime
takacağım!" 63. Allah şöyle buyurdu: "Git! Onlardan kim sana uyarsa
cezanız cehennem olacaktır. Eksiksiz bir ceza! 64. Haydi, onlardan gücünün
yettiklerini çağrınla ayart! Süvarilerinle yayalarınla onlara karşı ordu
topla; mallarına, evlâtlarına ortak ol, kendilerine vaadde bulun. -Şeytan
insanlara aldatmadan başka bir şey vaad etmez.- 65. Şurası muhakkak ki benim
kullarını üzerinde senin hiçbir nüfuzun olmayacaktır. Koruyucu olarak rabbin
yeter." [118]
61-63. Meleklerin Âdem'e secde etmesi olayı Kur'an'da yedi defa tekrar edilerek
yaratılmışlar içinde insanın seçkinliğine dikkat çekilmesinin amaçlandığı anlaşılmaktadır.
Şeytanın insanla üstünlük yarışına girmeye kalkışması, gururu uğruna Allah'a
âsi olması, melekler gibi itaatkâr olmak yerine, Âdem'e saygı göstermemekte
direnmesi, Allah'a saygısızlığın ve İsyankârlığın şeytan kaynaklı olduğuna
işaret etmektedir. Diğei yandan şeytanın kıskançlığı sebebiyle kıyamete kadar
insanları kendi günahkârlık yoluna çekeceğine ant içmesi ve ona bu iznin verilmesi,
dünya hayatının bir sınav ortamı olduğunu, imanın bileTek günah işlemesinin
şeytanla ortak davranışta bulunması anlamı taşıdığım gösterir. [119]
64. Şeytan, insanlara vesvese vererek, gizli maksadını ve hedefini
anlamayacakları bir dille onları günah işlemeye çağırarak yoldan saptırmak
ister. [120] Bir yoruma göre
"süvariler ve yayalar"dan maksat, şeytanın her türlü hileleridir;
diğer bir yoruma göre de Allah'a isyan yoluna koyulanlardır. Şeytanın, kendine
uyanların mallarına ortak olması, insanlara gasp, hırsızlık, tefecilik gibi
haksız işler yaptırmak suretiyle onlara haram servet kazanrjırmasıdır. Buna
göre haram kazanan şeytanın öğüdüne uymuş, onunla ortaklık etmiş olduğu için
bu ortaklık kazandığı mal için de söz konusudur. Diğer bir yoruma göre burada
Câhiliye Arapları'nm hayvanlarının ve ziraat ürünlerinin bir kısmım cinlerin ve
meleklerin sembolleri saydıkları putlarına ayırmaları, onların hizmetine
harcamaları şeklindeki uygulamaları kastedilmiştir. Aslında putperestlik
şeytanın teşvik ettiği bir inanç şekli olduğu için putperestler putlara
adadıklarını da şeytanlara adamış ve böylece onu mallarına ortak yapmış
sayılırlar. [121]Daha uygun görünen diğer
bir yoruma göre burada insanların mâ-nevt hayatlarına saldırıp tahrip etmeye
çalışan şeytan, atlıları ve yayalanyla bir ye- ri yağmalamaya gelen eşkıyaya
benzetilmiştir [122] Bu eşkıya, işgal ettiği
yerin halkının zayıf karakterlilerini kendi tarafına çekip hükmü altına alır,
onların mallarına ve evlâtlarına ortak olur.
Müşrikler,
mallarından ve ürünlerinden putlara pay ayırdıkları gibi çocuklarına da
Abdiillât, Abdüluzzâ gibi putlara bağlı isimler verir, onları putperest olarak
yetiştirirlerdi. Âyetin ifadesine göre bu, şeytanın mallarında ve çocuklarında
onlara ortak olmasıydı. Daha genel olarak insanlar, mallarını haram yollarda
harcamak, evlâtlarını da bâtıl inanç ve kötü ahlâk üzerinde yetiştirmekle bu
konularda şeytanı kendilerine ortak yapmış olmaktadırlar. [123]
65. Allah'a bağlılıklarından dolayı âyette "benim kullarım"
şeklinde anılan kişiler, Allah'ın kendilerine verdiği akıl, irade gibi yüksek
melekelerini gerektiği şekilde kullanarak hak yolunda sebat eden ve bu yolda
Allah'ın da desteğini kazanan insanlar olup bunlar üzerinde şeytanın nüfuz
kuramayacağı, dolayısıyla bu insanların şeytana karşı koyarken ondan daha
güçlü olacakları belirtilmektedir. Böylece âyette hem insanın üstünlüğüne
vuigu yapılmakta hem de ona ümit ve cesaret aşılanmaktadır,
Âyetin
son cümlesi Hz. Peygamber'e müşriklerin baskıcı tutumları karşısında tebliğ
göTevini yılgınlık göstermeden, Allah'a güvenerek sürdürmesini telkin etmekte,
ona cesaret vermektedir. Kuşkusuz bu ifade, aynı zamanda Peygamberin yolunu
izleyen diğer müminlerin hak davalarını yaşatıp geliştirmelerinde de bir güven
ve moral kaynağı taşır. [124]
66.
Lütfuna nail olasınız diye denizde gemileri sizin için yüzdüren rabbi-nizdir.
Doğrusu O, sîze çok merhametlidir. 67. Denizde bir tehlikeyle yüzyü-ze
geldiğinizde O'ndan başka bütün yardıma çağırdıklarınız kaybolup gider. O sizi
kurtarıp karaya çıkardığında ise yüz çevirirsiniz. İnsan oğlu çok nankördür!
68. Peki O'nun sizi karada yerin dibine geçirmeyeceğinden yahut başınıza taş
yağdırmayacağından emin misiniz? Sonra kendinize bir koruyucu da bulamazsınız.
69. Yahut sizi bir defa daha denize döndürüp üzerinize bir kasırga göndererek
-inkâr etmeniz nedeniyle- sizi boğmayacağından emin misiniz? O zaman bize karşı
size arka çıkacak birini de bulamazsınız. 70. An-dolsun biz insanoğluna şan,
şeref ve nimetler verdik; onlan karada ve denizde taşıdık, kendilerine güzel
güzel rızıklar verdik ve onları yarattıklarımızın çoğundan üstün kıldık. 71.
Her insan topluluğunu Önderleriyle birlikte çağıracağımız o günde kimlerin
amel defterleri sağından verilirse işte onlar, amel defterlerini okuyacaklar ve
en küçük bir haksızlığa uğramayacaklardır, 72. Bu dünyada kör olan âhirette de
kördür, yolunu daha da şaşırmıştır. [125]
66, Allah'tan başka tanrı veya tanrılar edinen insanlara gerçek lütuf
sahibinin Allah olduğu hatırlatılarak buna bazı örnekler verilmektedir:
Gemilerin sulara gömülmeden yüzüp gitmesi Allah'ın yasalarıyla olmaktadır ve
bu sayede insanoğlu deniz ticareti yaparak, uzak ülkelerden mal taşıyarak
Allah'ın nimetlerini ve rızkı
nı elde etmektedir. Bu durum, âyetin sonunda Allah'ın kullarına bir rahmeti olarak
açıklanmıştır. [126]
67, İnsanlar denizde gemiyle seyahat ederken bir felâketle yüz yüze
gelseler, kimilerinin tam bilip güvendikleri bütün uydurma güçler kaybolur
gider ve orada Allah ile baş başa kalırlar, O'na yakanrlar; fakat esenliğe
kavuşunca yine eski hallerine dönerler. Allah onların bu hallerini nankörlük
olarak nitelemektedir. Bu ifade, bir kısım insanların günlük hayatlarında Allah'ı
tamamen unuttuklarını, O'nu âdeta hayatlarından sildiklerini, Allah yokmuş gibi
davrandıklarını; fakat çaresiz kaldıkları zaman da O'na sığındıklarım, normal
şartlara dönünce, yine unuttuklarını bildirerek bunun Allah'a karşı bir
nankörlük ve dolayısıyla dinden uzaklaşma olduğuna işaret etmektedir. Günümüz
din felsefesi incelemelerinde "Tanrı konusunda ilgisizlik" şeklinde
tanımlanan bu tutum ateizmin bir türü olarak gösterilmekte ve buna
"ilgisizlerin ateizmi" denilmektedir. [127]
68-69. İnsanoğlu tabiatın türlü felâketleriyle karşı karşıya kalabilir ve
kal-maktadır. Bu sebeple esenlik zamanlarında da sıkıntılı zamanlarda da Allah
ile olmak gerekir. Güvenliğimiz ve bütünüyle hayatımız geçicidir; Allah'tan
başka "vekilimiz", güvenip dayanacağımız biri yoktur; sonunda
varacağımız yer O'nun huzurudur. Bu sebeple samimi, dürüst ve gerçekten akıllı
kula yaraşan odur ki hayattayken de, güven içindeyken de Allah ile olsun;
şeytana aldanıp Allah'ın yolunu terketmesin. Çünkü "Şeytan insanlara
sadece boş şeyleri vaad eder." [128]
70. "Şan, şeref ve nimetler" diye çevirdiğimiz kerem kavramı,
İslâmî literatürde hem Allah'ın insanlara şeref, soyluluk, üstünlük gibi
manevî meziyetler bahşetmesini hem de mal-mülk vermesini ifade eder. Böylece
âyet İnsanı dünyada Allah'ın lütfuna en çok mazhar olmuş, en seçkin, en
değerli varlık olarak göstermektedir. Tefsirlerde insana seçkinlik kazandıran
özellikler akıl, zekâ, temyiz, düşünme, yazma gibi melekelerden başlayarak
çeşitli psikolojik ve fizyolojik özelliklere, estetik zevklere, ahlâkî
yatkınlıklara, canlı ve cansız varlıklar üzerinde tasarruf yetkisine, ekonomik
faaliyetlerde bulunma özelliğine, şehirler ve uygarlıklar kurma kabiliyetine
kadar birçok meziyete sahip olmasıyla açıklanmaktadır.
Eski
tefsirlerde insan mı melek mi daha üstün diye bir tartışmaya girilmişse de [129]İbn
Âşûr'un belirttiği gibi[130] burada
böyle bir mukayese söz konusu olmayıp insanın bazı varlıktan çeşitli
şekillerde kendi hizmetinde kullanması, onlardan yararlanması kastedilmiştir.
Fahreddin
er-Râzî, dönemindeki felsefe ve psikoloji birikiminden de yararlanarak insanın
asıl şerefini ve diğer yaratılmışlar karşısındaki üstünlüğünü, "eşyanın
gerçeklerim aslına uygun olarak kavrama yeteneği olan akıl gücü"yle
açıklar. Çünkü "Mârifetullahın aydınlığı akla doğar; akıl yeteneği, madde
ve mâna (halk ve emir) âleminin sırlarına ulaşan, sahip olduğu bilgi sayesinde
Allah'ın ruhlar ve cisimler âleminde yarattığı varlık türlerini kuşatan
güçtür... Böyle olunca insan varlığı, bu âlemdeki bütün varlıkların en
değerliyidir... [131]
Burada
özellikle insanın taşıma araçları kullanmasına dikkat çekilmiştir. İnsanın
hayvanları bu maksatla değerlendirmesi yanında, ayrıca bunun İçin gemi vb.
araçlar yapması anlamlıdır. Çünkü başka hiçbir varlıkta böyle özellikler
yoktur. "Bütün bunlar, dünyamızda insanoğlunun, kendisine uyulup itaat
edilen mutlak başkan ve yönetici, diğer varlıkların da onun buyruğu altındaki tabileri
olduğunu gösterir"[132]
Kur'an
genellikle insanların hemen her gün yaşadıkları ya da çevrelerinde sürüp
gittiği için farkına varamadıkları, fakat aslında son derece anlamlı olayların
ibret verici yönlerine dikkat çekerek burada tecelli eden ilâhî güç ve hikmetin
acık seçik kanıtlarını görmelerini ister. İnsanların taşıma araçları kullanarak
tiaırrl vh konulardaki amaçlannı daha kolay ve verimli bir şekilde
gerçekleştirmeleri Allah'ın bir lütfudur. Allah'ın "değerli kıldığı"
insanoğlunun, bugün taşımacılıkta, uzayın derinliklerine kadar uzanan ulaşım ve
iletişim araçları icat edip kullanmada geldiği nokta, Kur'ân-ı Kerîm'İıı neden
özellikle bu konuyu anılmaya ve ibret alınmaya değer gördüğünü de
açıklamaktadır. Ayette bunun hemen ardından "kendilerine güzel güzel
nzıklar verdik" buyuruimaktadır. Rmk, insanın yararlandığı her türlü
imkânı kuşatan geniş kapsamlı bîr kavramdır. "Güzel güzel
nzık-lar"dan maksat, hem helâl hem de hoşa giden rızıklardır. Burada
insanın, ihtiyaç duyduğu şeylerin helâlini araması yanında sağlık yönünden daha
kaliteli, daha temiz, estetik yönden daha güzel olmasına özen göstermesi
gerektiğine de işaret vardır. [133]
71-72. İlâhî hikmet, bu imtihan dünyasında insanoğluna nimetler vermesine
paralel olarak sorumluluklar da yüklemiştir. İnsan değerli bir varlık olarak
yaratılmış, karalara ve denizlere hâlim kılınmış, güzel nimetlerle
nzıklandırılmış, kendisine birçok varlığı hizmetinde kullanma imkânı
verilmiştir. Şu halde onun bu konumunun gerektirdiği sorumlulukları da
olmalıdır; i!k sorumluluğu da kendisini seçkin kılan, ihsanlarda bulunan
Allah'ı tanımak, O'na iman etmek, inancına uygun amelî davranışlarda bulunmak
ve ahlâkî bir hayat sürdürmektir. 71-72. âyetlerde bu sorumluluğu yerine
getirenlerin ve getirmeyenlerin âhirettekİ durumlarına İlişkin kısa ve özlü
bir açıklama yapılmakta, dolayısıyla bir uyanda bulunulmaktadır.
"Önder"
diye çevirdiğimiz imam kelimesi "amel defteri, her ümmete indirilmiş olan
kutsal kitap, her ümmetin kendi peygamberi, mezhep imamları, her asrın önderi,
her topluluğun öncelikle ağırlık verdikleri ve meşhur oldukları iyi veya kötü
işleri" gibi çeşitli şekillerde açıklanmıştır. Taberî, Araplar'daki
anlamını dikkate alarak imam kelimesini, "Her topluluğun, görüş ve inanç
sahiplerinin dünyada kendilerine önder ve rehber kabul ettikleri kişiler"
olduğu görüşünü tercih eder[134]
"Amel
defteri" diye çevirdiğimiz kelimenin âyetteki karşılığı
"kitâb"dır. 71. âyette amel defteri sağ taraftan verilecek olanların
onları okuyacakları bildirilirken, solundan verilenlerden söz edilmemiştir, Bu
konuda Râzî şöyle der: "Amel defteri solundan verilenler, onun içerdiği
büyük kötülükleri, çirkinlikleri, utanç verici günahları görünce kalplerini
korku ve dehşet sarar; o kadar ki dillerinde amel defterlerini okuyacak mecal
kalmaz" (XXI, 18). Onların durumunu 72. âyet haber veriyor: "Bu
dünyada kör olanlar âhirette de kördür."
70.
âyette belirtilen üstün liitufların asıl sahibini göremeyen, varlık ve olay lamı
arkasındaki yaratıcı güçlen habersiz olarak yaşayan basiret yoksunu inkarcıların
âhiretteki durumunun daha kötü olacağı bildiriliyor. Hasan-ı Basrî'den bu
âyetle ilgili şöyle bir açıklama nakledilmektedir: Bu dünyada yoldan çıkıp
inkâra sapmış olanlar âhirette de kördür, yolunu daha da şaşırmıştır. Çünkü
böyleleri dünyada iken tövbe etselerdi tövbeleri kabul edilecekti, fakat
âhirette artık kabul edilmeyecektir; dünyada kendilerine çeşitli felâketlerden
korunma imkânları verilmişti, âhirette asla böyle imkânlara sahip
olamayacaklardır. [135]
72.
ayete "Dünyada kör olanlar, yani Allah'ı tanımayanlar âhirette hiç tanımayacaklar"
şeklinde bir mâna verilmişse de müfessiilerin çoğu bu görüşü reddeder. Çünkü
âhirette herkes zorunlu olarak Allah'ı tanıyıp, O'na iman edecektir. Şu halde
oradaki körlük, cennetin yolunu görememek, yani ondan mahrum kalmaktan
kinayedir [136] Dünya âhiretin
tarlasıdır. Bu dünyada hakikati görüp tanıyan ve bu sayede doğru imana ulaşan,
iyi ve güzel işlerle ruhlarını zenginleştirenler âhirette bunun karşılığım
eksiksiz bulacaklardır; onların amel defterleri sağ yanlarından verilecek ve
asla haksızlığa uğramayacaklardır. [137]
73.0
putperestler, sana vahyettiklerimizden başka şeyleri yalan yere bize yamayasm
diye neredeyse seni ayartıp ondan saptıracaklar, işte o zaman seni kendilerine
dost sayacaklardı. 74. Hatta seni yerinde sağlam tutmasay-dık neredeyse biraz
da olsa onlara kayacaktın! 75. Ama o zaman sana hayatın ve ölümün
sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da
bulamazdın! 76. Yine onlar, seni yurdundan çıkartmak için neredeyse sana
dünyayı dar getirmişlerdi. Ama senden sonra kendileri de fazla kalamayacaklar!
77. Senden önce gönderdiğimiz peygamberler hakkındaki kanun da budur. Bizim
kanunumuzda hiçbir değişiklik bulamazsın. [138]
73. Önceki âyetler grubunun sonunda bu dünyada kör olanların âhirette de
kör olacakları belirtilmişti. Burada ise bu dünyada kör olanların körlüklerine
Mekke putperestlerinin Hz. Peygamber'e karşı sergiledikleri tutumlarından bir
örnek veriliyor. Onlar genellikle benzeri her zaman görülen diğer bâtıi inanç
ve ideoloji sahipleri gibi doğru olan düşünce ve hayat tarzının güçlenip
yaşamasından rahatsız oluyor, kendileri yoldan saptıkları gibi Resûlullah'ı da
kendi çizgilerine çekmeye çalışıyorlardı. İşte âyet metnindeki fitne kavramının
buradaki anlamı, bizzat Peygamberin, düşmanları tarafından böyle bir
tehlikenin içine çekilmeye çalışılmasıdır. Eski tefsirlerde müdriklerin Hz.
Peygamberi kendi yollarına çekmeleriyle ilgili çeşitli rivayetler sıralanmışa
da[139] İbn
Âşûr haklı olarak bu rivayetleri temelsiz bulmakta ve şöyle demektedir. [140]
Peygamber'i» putperestleri İslâm'a çekmek ve müslümanlara güvenlik ortamı
sağlamak istemesi, onun içinde putperestlerin bazı önerilerini olumlu karşılama
eğilimi doğurdu. Bu öneriler, onlara karşı daha yumuşak bir üslûp kullanma, kendilerini
dinleme, liderlerine meclislerde yer açma gibi Peygamberin onları memnun
etmesini sağlayacak, gönüllerini kazanmaya ve sonuçta dini yaymaya yarayacak
davranışlardı; cıı azından bunlar müslümanlara bir zarar doğurmayacaktı. İşte
âyet Resülulİah'ı bu tür tutumlar hususunda dikkatli olmaya çağırmaktadır. [141]
74-75. Tefsirlerde bu iki âyet genellikle şöyle açıklanmaktadır: Eğer aklını
ve düşünceni sağlam laştırıp kararlı yapmasaydık, düşünce ve içtihadında hata yapmaktan
seni koru masaydık, onların aslında bir "fitne" olan (doğru İmandan
saptırma riski taşıyan) tekliflerine meyledebilir, bazı haksız isteklerine
olumlu cevap vermeyi düşünebilirdin; o zaman da hem hayatta hem de ölümde
acılar çekerdin; hayattayken inkarcılar karşısında yenik düşmekten doğan
sıkıntılarla ve daha başka belâlarla karşılaştığın gibi önünde yenilgiye
uğrayıp gidecekken senin tâvizkâr tutumun sayesinde başarı kazanan inkarcılar
karşısında aşağılık bir ölümle ölürdün. [142] âhirette de bunun cezasını görürdün.
Kuşkusuz
Hz. Peygamber'in putperestlere kanarak lüzumundan fazla tâviz verdiği, fiilen
böyle bir olayın gerçekleştiği düşünülemezse de âyet-i kerîme, onun şahsında
genel olarak müslümanları, putperestlik gibi asla üzerinde uzlaşılması mümkün
olmayan sapkın inanç sahibi gruplar karşısında kendi İnançlarını, vazgeçilmez
değerlerini ve kişiliklerini korumaya; haksızlık ve adaletsizliğe sapmadan
akıllı ve onurlu bir duruş sergilemeye çağırmaktadır. Gerçekten farklı inanç
grupları arasında yaşarken adalet ve dürüstlük ilkeleri çerçevesinde mâkul bir
hoşgörü ortamı oluşturmaya çalışmak gerektiğinde kuşku yoktur; bununla birlikte
bu sim- nn ötesine geçerek tâvizkâr ve ilkesiz bir tutum sergileyenlerin,
-âyette işaret bu-yurulduğu üzere- "Bizim gibi olursanız sizi dost kabul
ederiz" diyen çeşitli zümreler nezdinde inançlarım, düşüncelerini ve
kendilerini kabul ettirmek şöyle dursun, saygınlıklarını dahi
koruyamayacakları açıktır.
75.
âyetin son kısmında müminlerin akıllarından çıkarmamaları gereken anlamlı bir
uyarı daha vardır: İlkelerine, buyruklarına uyduğunuz, öğüdünü dinleyip
yolundan gittiğiniz sürece daima yardımıyla sizi destekleyecek olan Allah, eğer
inkarcıların uydusu olursanız arkanızdan yardımını çektiği gibi artık O'nun
size vereceği cezayı önleyecek başka bir yardımcı da bulamazsınız. Bunlar
Kur'an'ın. değeri ve önemi hiçbir zaman göz ardı edilmemesi gereken evrensel
uyarılarıdır. İnsanlar, İyinin ve doğrunun ne olduğu konusunda dürüstlükle,
inanarak bîr noktada buluşabilirler; bu sakıncalı olmadığı gibi istenen bir
sonuçtur. Bu sonucu elde etmek için duruma göre bazı feragat ve
fedakârlıklardan da çekinmemek gerekir. Buna rağmen hoşgörü ve tâviz adına iyi,
doğru ve gerekli olduğuna inanmadığı şeylere inanıyormuş gibi görünmek, ona
göre hareket etmek İslâm ahlakıyla bağdaşmadığı gibi insan haysiyetiyle de
çelişen küçültücü bir durumdur. Kur'ân-ı Ke-rîm'de münafıkların (inançta iki
yüzlülük sergileyenler) cehennemin en dibinde gösterilmesinin[143]sebebi
de budur. İlginçtir ki konumuz olan 75. âyet gibi Nisa süresindeki âyetin
sonunda da "Artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın" buyurul
muştur. [144]
76-77. Putperestlerin Mekke'de Hz. Peygamber ve diğer müslümanlara uyguladıkları
baskıların artmasına rağmen Peygamber'in Mekke'de kalmakta ısrar ettiğine
işaret vardır, Zira o, daha sonra da sırf bu baskı yüzünden değil, öncelikle Allah
istediği için hicret etmiştir. Resûlullah'ı Mekke'den çıkarmak isteyenlere
karşı böyle bir şey olursa oranın kendilerine de kalmayacağı uyarısında bulunulmaktadır.
Nitekim Hz. Muhammed'i Mekke'den çıkmaya mecbur bırakan müşrikler, daha sonra
müslümanlarla yaptıkları savaşlar sonucu bir hayli yıpranmışlar; nihayet
Mekke'nin müslümanlar tarafından fethedilmesi üzerine putperestlerin Mekke'ye
hâkimiyetleri de ebediyen son bulmuş ve böylece âyetin daha önce bildirdiği
sonuç ortaya çıkmıştır. Allah'ın önceki peygamberler hakkında uyguladığı yasası
gerçekleşmiş, yani bir peygamberin çıkarıldığı yer onu çıkaranlara da yurt
olmamıştır. [145]
78.
Gündüzün güneşin gün ortasını aşmasından gecenin karanlığına kadar namazı kıl;
bir de sabah namazını; çünkü sabah namazı şahitlidir. 79. Gecenin bir vaktinde
kalkıp kendine mahsus nafile bir ibadet olarak da namaz kıl ki, rabbin seni
övülmüş bir makama yükseltsin. 80. Ve şöyle niyaz et: "Rabbim! Girilecek
yere doğrulukla girmemi, çıkılacak yerden de doğrulukla çıkmamı sağla, bana
tarafından yardımcı bir güç ver!" 81. De ki: "Hak geldi bâtıl
yıkılıp gitti! Zaten bâtıl yıkılmaya mahkûmdur." 82. Biz Kur'an'dan öyle
bir şey indiriyoruz ki, o müminler için bir şifa, bir rahmettir; zalimlerin ise
sadece ziyanını arttırır. 83. İnsana nimet verdiğimiz zaman yüz çevirip yan
çizer; başına bir kötülük gelince de hemen karamsarlığa düşer. 84. De ki:
"Herkes kendi mizaç ve karakterine göre iş yapar." Rabbiniz kimin
doğru bir yol tuttuğunu en iyi bilendir. 85. Sana ruh hakkında soru sorarlar.
De ki: "Ruh rabbünin emrindendir ve size pek az bilgi verilmiştir." [146]
78. Sûrenin buraya kadarki kısmında umumiyetle ulûhiyyet, âhiret ve peygamberlikle
ilgili inanç konulan üzerinde durulmuştu. Burada ise ibadetlerin en önemlisi
kabul edilen namaz ve namaz vakitleri konusuna geçilmektedir. Tefsirlerde
genellikle namazın farz kılındığı İsrâ olayının ardından inen sûrenin bu âyetinde
beş vakit namaza işaret edildiği belirtilmektedir.
"Diilûk"
kavramı "güneşin bir günde izlediği farazi çemberi dönerken gündüz vakti
en yüksek noktayı geçerek batmaya yönelmesi" anlamına gelir. Gün ortasından
başlayarak çemberin dörtte üçlük kısmını tamamlaması diye de açıklanmıştır ki
bu da ikindi vaktidir. Ayrıca günbatımı İçin de kullanılmıştır. [147] Sonuç
olarak îbn Âşûr'a göre "dülükü'ş-şems" deyimi, öğle, ikindi ve akşam
vakitlerini içermektedir. Nitekim "ilâ" edatının da bu deyimin birden
fazla vakti içerdiğine işaret etmektedir,
Şevkânî
bu deyimin anlamıyla ilgili görüşleri şöyle sıralar: a) Zeval vakti[148] b)
Gün batımı, c) Güneşin zevalinden batınıma kadar geçen süre[149]
"Gasak"
kavramı "karanlık" demektir, şafağın tamamının kaybolduğu yatsı vaktini
ifade eder; "kur'ânü'1-feer" ise sabah namazına işaret eder. Ayrıca
bu deyimin, namaz içinde Kur'an okunması gerektiğini de ima ettiği, bu bütün
namazlar için gerekli olmakla birlikte burada sabah namazının örnek olarak
anıldığı, nitekim Hz. Peygamber'in uygulaması uyarınca sabah namazında daha
fazla Kur'an okunduğu belirtilmektedir.
Fahreddin
cr-Râzî (XXI, 27) "gasak" kelimesinin iki farklı yorumundan birinin
esas alınması halinde âyette başlıca üç vakit zikredilmiş olduğu sonucunun çıktığını
belirtip şu bilgiyi verir: Âyette geçen "dülûkü'ş-şems" öğle ve
ikindiyi, "ga-saku'1-leyl" akşam ve yatsıyı,
"kur'ânü'1-fecr" de sabah namazını ifade etmektedir. Öğle ile
ikindinin ve akşam ile yatsının bir arada anılması, mutlak olarak bu namazların
cem edilebileceğini (öğle ile ikindi, akşam İle de yatsı birleştirilerek dört
na-mazm iki vakitte kılınabileceğini) göstermektedir. Şu var ki, başka
deliller, namazların cemi konusunda sınırlamalar getirdiği için, bunun ancak
sefer vb. gerekçelerle caiz olduğuna hükmedil mistir. [150]
79. "Kalkıp namaz kıl" diye çevirdiğimiz "tehecced"
fiilinin masdarı olan te-heccüd kelimesi, yerine göre hem "uyumak"
hem de "uyanmak" anlamına gelmektedir. Kelime, sözlüklerde bu
âyetteki kullanımından hareketle "geceleyin uykudan kalkıp namaz
kılmak" şeklinde açıklanmaktadır. [151]
Fıkıh kitaplarında yatsı, vitir ve teravih namazları dışında geceyi ihya
etmek, ibadet etmek için kılman nafile namazlara teheccüd namazı denmektedir.
Âyetin ilgili kısmındaki üslûptan hareketle bu namazın Hz. Peygambere farz
olduğu ileri sürüldüğü gibi bunun gerek Hz. Peygamber'e gerekse diğer
miisliimanlara nafile olduğu kanaatini taşıyanlar da vardır. Bu son görüşü savunanlara
göre âyette "sana mahsus bir nafile..." denilerek Hz. Peygamber'in bu
namazdan daha çok sevap kazanacağına işaret edilmişse de, aynı ibadete farklı
sevap verilmesi ancak o ibadeti yapan kişinin ihlâs. huşu gibi manevî durumuyla
ilgili olabilir. Teheccüd namazının sekiz, dört veya iki rek'at kılınabileceği
yönünde görüşler vardır. [152] Rize göre feheccüd namazının ya farz olması
veya derecesini yüksı-ll mesi gibi Hz. Peygamber'e mahsus yönü bulunmakla
birlikte, bunun bereketinden yararlansınlar diye ümmetine de tavsiye
edilmiştir. Ayrıca teheccüd namazı nafileler grubuna girdiği için kesin bir
rek'at sayısı ileri sürerek bundan daha az veya daha fazla kılınamayacağını
iddia etmek doğru değildir,
Müfessirler
"övülmüş bir makam" diye çevrilen "makamen mahmuden" ifadesini,
Hz, Peygamber'in kıyametteki şefaat makamı, yine kıyamette kendisine "hamd
bayrağı" verilmesi gibi değişik şekillerde yorumlamışlardır. Bunun belirli
bir makam olmayıp çeşitli mazhariyetleri içerdiği de belirtilir. Her ne kadar
Şevkâ-nî (III, 284) gibi bazı müfessirler âyette özel bir makamın kastedildiğini
ileri siir-müşlerse de bize göre Zetnahşerî'nin de benimsediği (II, 372) son
görüş daha mâkuldür. Ancak bu "Övülen nıakarrT'ın dünyevî bir makam
olduğunu düşünmek de mümkündür. Gerçekten Allah, resulünü daha dünyada üstün
bir makama yüceltmiş; her şeyden önce onu "hâtemü'l-enbiyâ"
(peygamberlerin sonuncusu) ve âlemlere rahmet yapmış; kendisine, zorluklan
aşarak hiçbir peygambere nasip olmayan basanlar elde etme, Câhil iye denilen
bir devirden kısa sürede dünyaya yayılan bir uygarlık dönemine geçişin yolunu
açma onurunu ve mutluluğunu yaşatmıştır.
Şevkânî,
"makamen mahmuden" deyimini açıklarken Hz. Peygamber'i tanıyan
herkesin onu övgüyle andıklarını belirtir. Gerçekten en yaman düşmanları olan
Mekke putperestleri bile onu peygamber olmadan önceki döneminde "el-emîn"
(güvenilir, dürüst kişi) diye anarlardı. Peygamber olduğu dönemlerde de ona
bazı asılsız isnatlarda bulunsalar da dürüstlük ve saygınlığına gölge düşürecek
iddialar ileri sürmeye cesaret edememişlerdir. Tarih boyunca bütün tnüslümanlar
onu övgü ve saygıyla andıkları gibi hayatını ve kişiliğini yeterince İnceleme
imkânı bulan pek çok yabancı ilim ve fikir adamı da ondan takdir ve
hayranlıkla söz etmiştir. Meselâ müsteşrik W. Montgomery Watt şöyle der:
"O, faaliyetinin dinî temelleri ve cesaret, gözü peklik, tarafsızlık,
sertliğe kadar varan fakat gönül yüceliğinin yumuşattığı kararlılık gibi
özellikleri sayesindedir ki insanların saygı ve güvenini kazanmıştı...
Muhammed'İn çağdaşları onda hiçbir ahlâkî kusur görememişlerdir... Mekke'de de
Medine'de de Muhammed'İn çağdaşları onu erdemli ve doğru bir insan olarak
tanımışlardı. Tarih de onun şahsında ahlâkî ve sosyal değerlerin bir
reformcusunu görmektedir... Muhammed'İn dikkate değer bir uyumluluk taşıyan
üstün vasıfları olmasaydı bir Arap istilâsı söz konusu bile olamazdı... Eğer
onun peygamberlik, devlet adamlığı ve yöneticilik yeteneği, bütün bu yeteneklerin
üstünde de Allah'a güveni ve kendisini Allah'ın göndermiş olduğuna sarsılmaz
imanı olmasaydı insanlık tarihinin önemli bir bölümü hiçbir zaman yazılmamış
nliiaıkll" tMiilıanımıul Prnplırt and Statesnuuı, [153]
80. Tefsirlerde genellikle âyetteki "giriş" ile Resûlullah'ın
hicret sırasında Medine'ye girişinin, "çıkış" ile de Mekke'den çıkışının
kastedildiği belirtilmektedir. [154] Hz.
Peygamberin Mekke fethi için Medine'den çıkmasına ve Mekke'ye girmesine işaret
edildiği de öne sürülmüştür. Ancak İbn Âşûr'un da belirttiği gibi[155]sûrenin
Mekke'de inmiş olması bu ihtimali zayıflatmakta; âyetin, Hz. Peygamberin Medineli
müslümanlarla yaptığı, hicret planının başlangıcını oluşturan Birinci Akabe Biatı'ndan
kısa bir süre önce inmiş olduğunu, dolayısıyla burada hicret yolculuğuna
işaret edildiğini düşünmek daha isabetli görünmektedir. Râzî ise bu âyetin namazla
ilgili önceki âyetlerle münasebetini kurarak "giriş"! namaza başlama,
"çıkış'l da namazı bitirme şeklînde yorumlamış ve âyetin şöyle
yorumlanmasını tercih eder: "Rabbim! Namaza başlarken de bitirirken de
daima samimi ve ihlâslı olmam, gönlümde seni taşımam, sana şükür için gerekli
olan görevlerimi yerine getirmem için bana yardım et! [156] Bununla
birlikte âyette daha genel olarak insanın bir yere girerken veya çıkarken, bir
işe başlarken veya bitirirken daima her şeyin iyi ve düzgün gitmesi, dürüstçe
yapılması, sonucunun hayır doğurması için çabalaması; niyetinin ve gönlünün bu
yönde olması; ayrıca bunun için dua edip Allah'tan iyilik yönündeki çabalarında
yardım dilemesi gerektiğine işaret edildiği de düşünülebilir. [157]
81. Sözlükte hak, "gerçek, sabit ve doğru olan, varlığı kesin olan
şey" demek olup daha çok gerçeğe uyan İnanç, düşünce, bilgi ve hükümleri
ifade etmek üzere kullanılır. Hiçbir bozulmaya uğramadan aslî hüviyetini
koruyan ilâhî dine hak din, çeşitli mezhepler arasında bu dini en doğru temsil ettiği
kabul edilen mezhep veya mezheplere de hak mezhep denilmektedir. Hakkın karşıtı
hatıldır. Buna göre bâtılda terim olarak asılsız, gerçeğe uymayan inanç, hüküm
ve düşünceleri; ayrıca ilâhî kaynaklı olmadığı için hak olma özelliği de
taşımayan veya ilâhî kaynaklı olmakla birlikte belirtilen Özelliğini kısmen ya
da tamamen kaybetmiş dinleri ve mezhepleri ifade eden bir terimdir. Söz konusu
âyetteki hak kelimesinin öncelikli anlamı İslâm dini, bâtılın anlamı da
putperestliktir. Hak kelimesinin burada özetlenen anlamı yanında bir de hukuk
ve ahlâkı ilgilendiren anlamı vardır ki bu da "korunması, gözetilmesi ya
da sahibine ödenmesi gerekli olan maddî veya manevî imkân, pay, eşya ve menfaatler"
şeklinde özetlenebilir. [158]
Taberî,
âyetteki hak ve bâtıl kelimeleriyle ne kastedildiği hakkında farklı görüşler
olduğunu belirterek bunlara dair rivayetleri aktardıktan sonra -bizim de kalıklığımı/ knuli y.öıiişünii öf.vüe şöyle ifade
çimektedir Buradaki hak, Allah'ın hoşnut olduğu, O'na itaat anlamı taşıyan her
şeyi kapsar... İnsanı şeytana uymaktan koruyan her şey hak, şeytana boyun eğme
sayılabilecek her şey de bitlidir. Kur'an hakkı getirmiştir, Allah'ın elçisi
putperestlere karşı bütün anlamlarıyla hakkı gerçekleştirmenin ve bütün
anlamlarıyla bâtılın kökünü kurutmanın rnüca-delesini vermiştir. [159]
82. Bİr önceki âyette geçen hak kavramı Kur'an'ı da kapsar. Çünkü
Kur'an'ın getirdiği din hak din, verdiği bilgiler doğru bilgiler, çağırdığı yol
doğru yoldur; ahlâk ve yaşayışta da doğruluğa ve dürüstlüğe çağırmakta ve
böylece bütün yönleriyle bâtılı ortadan kaldırmaya yöneltmektedir. Bu sebeple
de Allah âyette Kur'an'ın getirdiklerini müminler için "şifa ve
rahmet" olarak nitelemiştir. Mti-fessirler genellikle Kur'an'ın şifa ve
rahmet oluşunu manevî anlamda açıklamışlardır. Buna göre Kur'an'da şifa
vardır; yani o, iman, amel ve ahlâka iliştin manevî hastalıkları iyileştirir,
müminleri bunlardan korur; kalplerden cahillik örtüsünü kaldırır, Allah'ın
varlığı ve birliği konusunda kuşkuları ve tereddütleri giderir . Kur'an'da
rahmet vardır; yani Kur'an kısaca din ve dünya hayatının doğru, sağlıklı ve
güzel olması için gerekli bilgiler içerir; hakkını vererek okuyanlara büyük
ecirler kazandırır, Allah'ın mağfiretine ve hoşnutluğuna lâyık kılar; Kur' an
müminler İçin güçlükleri kolaylığa çevirir, kusurları giderir, günahları siler. [160] Kur'an'ın şifa oluşu, öncelikle bu manevî
anlamdadır; ancak tıbbî tedavi ile birlikte veya tıbben tedavi imkânının
kalmadığı durumlarda Kur'an'ın bedenî ve psikolojik hastalıklar konusunda şifa
verici tesirinin olabileceği yolunda yorumlar da yapılmaktadır. [161]
Âyette
Kur'an'ın "zalimlerin de sadece ziyanını arttıracağı" ifade edilmektedir.
Buradaki zalimlerden maksat, kör bir İnat ve şuursuzlukla İslâm ve omın içerdiği
hakikatleri reddederek bunun yerine başta şirk olmak üzere yalan ve düzmecelerden
ibaret olan bâtıl inançları koyanlar, bunlara inanan putperestler ve benzerleridir.
Bunlar İçin Kur'an'ın şifa ve rahmet kaynağı olması şöyle dursun, on-laı
Kur'an'm beyanlarına rağmen sapkın inanç ve davranışlarında direnmeleri nedeniyle
manevî yönden kendi zararlarını daha da çoğaltırlar. [162]
83. "İnsan"dan maksat, bütün insanlar olmayıp önceki âyette
"zalimler" diye tanımlanan inkarcılardır. Bunlar nimetlere mazhar
olduklarında "yüz çevirip yan çizerler" yani nimetin asıl sahibi olarak
Allah'ı bilip O'na şükretmezler, nankörlüklerine devam ederler; belâ ve
musibete uğradıklarında da elem ve kedere boğulurlar. Halbuki Kur'an'ın şifa
ve rahmet kaynağı olan eğitimine göre Allah nimetler verdiğinde insanın sözü
ve eylemleriyle O'na şükretmesi, sıkıntı w bdfıyıı ııf radığmdada
sabredip kurtuluş için Cenâb-ı Hakk'adua ve niyazda bulunarak yardımını
istemesi gerekir, kulluğun gereği budur. Bu tutum, yalnız dinî bakımdan değil,
psikolojik ve moral bakımından da önemlidir, insan fıtratının bir ihtiyacıdır. [163]
84, "Mizaç ve karakter" diye çevirdiğimiz sakile kelimesi
"tabiat, âdet, din, ahlâk, niyet, seciye" gibi mânalara gelir. [164]
Buna göre âyet önemli bir psikolojik gerçeğe işaret etmektedir. Zira insan
davranışlarının temeli, onun ruhsal yapısındaki psikolojik eğilimlerdir. Bu
eğilimlerin oluşmasında İnsanın yaratılıştan sahip olduğu karakter yapısının
yanında geniş anlamıyla eğitim öğretiminde tesiri vardır. Dinî inanç ve
telakkilerle ahlâkî erdemler yahut erdemsizlikler de psikolojik eğilimlerin
oluşması ve gelişmesinde iyi veya kötü yönde tesir eder. Bu durumda doğru yol,
Allah'ın hükümleri çerçevesinde doğru bir eğitimden geçmiş; ruhî ve ahlâkî
melekeleri, duygu ve düşünceleri, inanç, irade ve ahlâkı Allah'ın rızâsına
uygun bir çizgide oluşmuş insanların tuttuğu yoldur. Sonuçta kullarının durumunu,
yani -özellikle ebedî kuruluş bakımından- kimin iyi yolda, kimin kötü yolda
olduğunu en iyi Allah bilir. Onun için insanın temel kaygısı Allah'ın rızâsına
uygun yaşamak, O'nun doğru diye tanımladığı yoldan gitmek olmalıdır. [165]
85, Sözlükte ruh "can, nefes, güç" gibi anlamlara gelir. Terim
olarak çoğunlukla "bedenin zıddı olan, yani insanın mânevi cevherini ve
özünü oluşturan, onu insan yapan ve diğer bütün varlıklardan ayrı olmasını sağlayan
soyut varlık" olarak anlaşılmıştır. Özellikle ilk dönemlerin kelâm âlimleri
arasında ruhu "latîf bir cisim" şeklinde tanımlayanlar da olmuştur.
Kelimenin Kur'an'da başlıca üç anlamda kullanıldığı söylenebilir
1.
Cebrail anlamında [166]
2. Vahiy anlamında [167]
3. Canlılarda hayat kaynağı olan güç, özellikle insanın manevî cevheri
ve özü anlamında[168] Âyetteki ruh kelimesini "Cebrail, bu ismi
taşıyan özel bir melek, îsâ, vahiy, Kur'an, yaratılış" gibi değişik
şekillerde yorumlayanlar olmuşsa da müfessirlerin büyük çoğunluğu buradaki
ruhu, "insanı canlı varlık yapan, bedeni yöneten manevî cevher"
olarak açıklamışlardır. Şevkânî, ruhun insanı insan yapan asıl ve öz varlık
olduğunu; bir şeyin aslını ve özünü bilmek onun hallerini, niteliklerini bilmekten
daha önemli olduğu için, soru sahiplerinin insan hakkında bilgi almak İstemeleri
sebebiyle sorulanın ruh konusunda sorduklarını belirtir. Daha çok felsefe,
kelâm ve ahlâk kitaplarında bu anlamdaki ruh için nefis kelimesi de kullanılmıştır.
Bütün müslümanlar bu anlamda bir ruhun varlığına İnanmakla birlikte İslimi
bilgin ve düşünürleri ruhun mahiyeti konusunda farklı görüşler ileri süraıüşIt-ı,
hıızı krlAın ritimleri ruhu hava gibi "latîf bir cisim" kabul ederken
başta filo- zoilar olmak üzere büyük çoğunluk, ruhun maddeden ve maddî
niteliklerden bağımsız gerçek bir varlık olduğunu; her insanın, kendine Özgü
ferdiyeti olan bir ruhu bulunduğunu ve bireysel sorumluluğunun böyle bir
bağımsız ruha sahip bulunmasının sonucu olduğunu belirtmişlerdir.
İslâm
düşünce tarihinde ruhun gerçek bir varlık olduğunu kanıtlamak üzere çeşitli
deliller ileri sürülmüş olup başlıcaları şunlardır:
1, İnsanın bedeni değişmekte, gelişmekte, başkalaşmaktadır; halbuki onun kişiliği
daima aynı kalmaktadır. Bu değişmeyen kişilik ruhun varlığının dışa yansımasıdır.
2, Herkes, insanın ahlâkî, hukukî yönden sorumluluğunu kabul eder. Eğer ruh
olmasaydı sorumluluktan söz etmek anlamsız olurdu. Nitekim ruh taşımayan nesneler
için böyle bir şey söz konusu edilmez. Şu halde bizim ahlâkî ve hukukî kişiliğimizi
oluşturan varlığımız bize ait ruhumuzdur.
3, İnsandaki bilinç, irade, seçme özgürlüğü gibi yetenek ve kapasitelerin
bedene ait özellikler olmadığı açıktır. Bu yeteneklere sahip olan ve bunlarla
bedeni hareket ettiren, durduran vb. işlevleri gerçekleştiren güç ruhtur.
4, İnsanın sırf maddî ve bedensel varlığı açısından bakıldığında
kendisinden çok daha güçlü olan varlıklardan daha üstün olmasını sağlayan da
akıl, zihin, muhakeme, irade, seçme ve karar verme özgürlüğü gibi ruha ait
yeteneklerdir.
5, Ölüm olayının gerçekleşmesinden önce ortada gerçek bir insan varken ölümle
birlikte artık cesedin insan olarak varlığının son bulduğunu herkes kabul eder;
bunun da sebebi ruhun bedeni terketmiş olmasıdır.
Bu
tespitlere rağmen ruhun varlığını bilimsel ölçülerle kanıtlamak ve mahiyetini
tam olarak kavramak bugüne kadar mümkün olmamıştır. Nitekim âyette de ruh
konusunda insanlara pek az bilgi verildiği belirtilmiştir. İnsana pek az bilgi
verildiği ifadesini genel anlamda yorumlayarak "Bütün insanlara her
konuda az bir bilgi verildi" şeklinde açıklayanlar da vardır. [169] Çünkü
Allah'ın sınırsız ilmi dikkate alındığında insanın bilgisi daima az ve
sınırlıdır. [170]
86.
Gerçek şu ki, biz dilersek sana vahyettiğimizi ortadan kaldırırız; bundan sonra
da sen bize karşı hiçbir koruyucu bulamazsın. 87. Rabbinden bîr rahmet gelmiş o
başka. Onun sana ihsanı çok büyük olmuştur. 88. De ki: "Yemin ederim, bu
Kur'an'in bir benzerini ortaya koymak için ins ve cin bir araya gelip birbirine
destek olsa dahi onun benzerini ortaya koyamazlar." 89. Muhakkak ki biz bu
Kur'an'da insanlara (gerçekleri anlatmak için) her türJü misali denedik. Yine
de insanların çoğu inkarcılıkta direndikçe direndiler. [171]
86-87."... sen bize karşı hiçbir koruyucu bulamazsın" şeklinde
çevirdiğimiz 86. âyetin ilgili ifadesi, "... onu sana geri verebilecek bir
destekçi, yardımcı bulamazsın" şeklinde de açıklanmıştır. [172]
Bütün
bilgilerin kaynağı ilâhîdir, her şeyi veren Allah'ttr. Peygambere vahiy
bilgisini veren de O'dur. Dilerse gönderdiği vahyi Peygamber'e ve sonra gelen
nesillere unutturmak suretiyle onların bu bilgiden mahrum kalmalarını sağlamaya
muktedirdir. Nitekim Kur'an'dan önceki kutsal kitapların büyük bir kısmı
tamamen, bazısı da kısmen unutulmuş ve insanlar eliyle değiştirilmiştir. Öyle
bir durum karşısında insanların dayanıp güvenecekleri, yardım alacakları,
ellerindekini kaybetmelerini önleyecek veya yerine yenisini verecek başka bir
güç de yoktur, Ailah, Hz, Muhammed'e gönderdiği vahyi unutturmaya da nazarî
olarak kadir olmakla birlikte -87. âyetten anlaşıldığına göre- rahmeti
uyarınca bunu fiilen gerçekleştirme/. Kuşkusuz insanların vahyi unutmaları,
başka yollara sapmaları mümkündür; fakat bu, onlartn kendi istek ve
tercihlerinin sonucu olup sorumluluğu da onlara aittir. 87. âyette Allah'ın Hz.
Peygamber'e geniş liitfunun neticesi olarak İslâm vahyinin değişme ve
bozulmaya uğramadan nesilden nesile aktarılacağı yönünde bir müjde de vardır. [173]
88-89. Kur'ân-ı Kerîm'in Allah tarafından gönderilmediğini, Hz. Muhatn-med'in
sözü olduğunu iddia edenlere bir cevap olan bu âyetlerde, insanların görünmez
varlıklardan da destek alarak Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymaya
kal-kışsalar da bunu başaramayacakları, çünkü Kur'an'ın, gerek ifade güzelliği,
gerekse içeriğinin zenginliği ve kusursuzluğu dolayısıyla Allah'tan başkasının
ortaya koyması mümkün olmayacak derecede mükemmel ve ulaşılamaz bir kitap
olduğu anlatılmaktadır. [174]
90.
Dediler ki: "Sen bizim için yerden bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla
inanmayacağız. 91. Veya senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı; öyle ki,
içlerinden çağıl çağıl nehirler akıtmalısın. 92. Yahut -iddia ettiğin gibi-
üzerimize gökten parçalar yağdirmahsın veya Allah'ı ve melekleri şöyle
karşımıza getirmelisin. 93. Veya altından bir evin olmalı; ya da göğe çıkmalısın.
Bize okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece oraya çıktığına da asla
inanmayacağız." De ki: "Rabbimi tenzih ederim! Ben sadece bir
beşer-pey-gamberim." 94. Kendilerine kurtuluş rehberi geldiğinde
insanların inanmalarını, özellikle "Allah, peygamber olarak bir beşeri mi
gönderdi?" demeleri engellemiştir. 95. De ki: "Yeryüzünde gezip
dolaşan melekler bulunsaydı elbette onlara peygamber olarak gökten bir melek
gönderirdik." 96. Yine de ki: "Benimle sizin aranızda gerçek şahit
olarak Allah kâfidir. O, kullarını çok iyi bilip görmektedir." [175]
90-93. Tefsirlerde 90. âyetin iniş sebebiyle ilgili olarak İbn İshak'tan
nakledilen bir rivayete göre[176]
Ut-be ve Şeybe kardeşler, Ebû Süfyân, Nadr b. Haris, Ebû Cehil, Ümeyye b.
Halef, Vclîd b. Mugîre gibi Kureyş'in ileri gelen müşrikleri, Kur'an'ın
mucizevî üstünlüğünü kabul etmedikleri gibi onun benzerini ortaya koymaktan da
âciz kaimen bir heyet halinde Kabe'nin yanında toplanıp kendisiyle görüşmek
üzere Hz. Peygamber'i oraya davet etmişlerdi. Hz. Peygamber, samimi bir
görüşme yapacaklarını umarak yanlarına geldiğinde ona özetle şunları
söylediler: Sen şimdiye kadar Araplar'dan hiç kimsenin yapmadığı kadar halkımız
arasında bir ihtilâf ortaya çıkardın; atalarımızı yerdin, ilâhlarımıza hakaret
ettin, akıllılarımızı ahmak yerine koydun, toplumumuzu böldün, bize olmadık
kötülükler yaptın. Eğer bunları mal için yapıyorsan aramızda sana mal
toplayalım ve seni en zenginimiz yapalım, şan ve şeref kazanmak için yapıyorsan
seni başımıza lider yapalım, eğer ruhsal bir rahatsızlık sebebiyle bunu
yapıyorsan bir tabip bulup iyileşmen İçin malımızı mülkümüzü harcayalım veya
seni mazur sayalım (çünkü onu cin çarptığını düşünenler de vardı). Hz.
Peygamber, bu söylediklerinin hiçbirinin doğru olmadığını, aksine Allah'ın
kendisini gerçek bir elçi olarak gönderdiğini, kendisine bir kitap indirdiğini,
uyancıhk görevini yerine getirmesini emrettiğini; bu nedenle onlara Allah'ın
mesajlarını tebliğ ettiğini ve uyanda bulunduğunu ifade ederek eğer kendisini
dinleyip uyarısını kabul ederlerse bundan dünya ve âhiret hayatları bakımından
kârlı çıkacaklarını, ama reddederlerse artık kendisi için sabredip Allah'ın
hükmünü beklemekten başka bir çare kalmayacağını ifade etti. Bunun üzerine söz
konusu heyet, alaycı bir üslûpla -etraftaki dağlan kaldırarak verimli
topraktannı genişletmesi, söylediklerini doğrulaması için atalanndan bir zatı
diriltmesi gibi daha başka talepler yanında- konumuz olan âyetlerde belirtilen
saçma isteklerini sıraladılar. Resü-lullah ise, kendisinin bunlan
gerçekleştirmek gibi bir görevinin olmadığını belirterek yukarıda anlatılan
açıklamalarını tekrar hatırlattı ve nihayet umduğunu bulamamanın verdiği
üzüntü içinde onlardan ayrıldı[177]
94-96. "Kurtuluş rehberi" diye çevirdiğimiz "hüdâ"dan
maksat vahiy bilmişidir. [178] Bu âyetlerden
anlaşıldığına göre putperestlerin Hz. Peygamber'e inanmamalarının bir sebebi
de, onun melek benzeri bir varlık değil kendileri gibi bir insan olmasıydı.
Halbuki onlar, peygamberlerin insan üstü olması gerektiğini düşünüyorlar;
Allah'ın, peygamberleri insanların kendi varlık türlerinden göndermesindeki
hikmeti anlayamıyorlardı. Eğer yeryüzünde melekler yaşasaydı iletişim
kurabilmeleri İçin Allah onlara elçi olarak melek gönderirdi. Ama Allah insanlara
peygamber olarak melek gönderseydi onu göremezler, kendi dilleriyle iletişim
kuramazlar, sonuçta risâletin hedefi gerçekleşemezdi,
96.
âyet, davet ve tebliğin bütün açıklığına, ikna ediciliğine rağmen müşriklerin
red ve inkârda inat etmeleri, küstahça tavırlarını sürdürmeleri karşısında Peygamber'e
güven telkin ederken inkarcılara da bu anlamsız tavırlannın Allah tarafından
bilindiği hatırlatılarak bir defa daha uyanda bulunulmaktadır. [179]
97.
Allah kime hidayet verirse doğru yolu bulan işte odur; kimi de hidayetten
uzaklaştırırsa artık Allah'a karşı böylelerine arka çıkacak kimseler
bulamazsın. Kıyamet gününde onları kör, dilsiz ve sağır bir halde yüzükoyun
süründürerek toplarız. Onların varıp kalacağı yer cehennemdir; onun ateşi
yavaşladıkça onlarm yakıcı alevlerini çoğaltarak sürdürürüz. 98. Cezaları işte
budur. Çünkü onlar âyetlerimizi inkâr etmişler ve demişlerdi ki: "Bizler,
bir kemik yığını ve un ufak olmuşken yepyeni bir hilkatle dirilecek
miymi-şiz?" 99. Düşünmediler mî kî, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah,
benzerlerini de yeniden yaratmaya kadirdir! Allah onlar için bir vade takdir
etti, bunda kuşku yoktur. Ama zalimler inkârcdıktan başkasını kabullenmediler.
100. De ki: "Rabbimin rahmet hazinesine eğer siz sahip olsaydınız, harcanır
korkusuyla kıstıkça kısardınız. İnsan oğlu pek eli sıkıdır!" [180]
97-98. Putperestlerin kendi bâtıl inançlarında ısrar etmeleri, İslâm'a ve
müs-lümanlara karşı düşmanca tutumlarım sürdürmeleri Hz. Peygamberi derinden
üzüyor; bu sebeple onlarm mutlaka müslüman olmalarını arzuluyor; onca delile ve
gösterdiği gayrete rağmen bu hususta sonuç alamaması üzüntüsünü daha da
arttı-nyordu. Bu üzüntüsü dolayısıyla Hz. Peygamber'! teselli maksadı taşıyan
97. âyette risâktin mahiyeti üzerinde akıl ve insaf ölçülerinde düşünüp
taşınacakları yerde, duygularına kapılıp inkârda inat edenlere Allah'ın hidayet
nasip etmeyeceği. O'nun sapkınlıkla başbaşa bıraktıklarına, peygamber de dahil
olmak üzere hiç kimsenin yardım edemeyeceği, kurtuluş sağlayamayacağı bildirilmektedir. [181] Ayrıca,
Allah'ın âyetlerini ve öldükten sonra tekrar dirilme- yi alaycı bir tavırla
inkâr eden dik başlı müşriklerin âhirette nasıl yüzüstü sürünerek, aşağılık
bir görüntü içinde mahşer yerine getirilecekleri; dünyada İken İslâm ve müslümanlar
karşısında her türlü haksız ve insafsız sözleri sarfetmelerinin, yaymalarının,
bu uğurda faaliyet göstermelerinin bir cezası olarak mahşerde kör, dilsiz ve
sağır bırakılacakları, nihayet varıp kalacakları yerin cehennem olduğu ve orada
hiç azalmayan bir azapta cezalandırılacakları ifade edilmektedir. [182]
99. Müşriklerin, bir önceki âyette geçen, öldükten sonra yeniden dirilmeyi
inkâr mahiyetindeki somlarına cevap verilmektedir. Onlar, Allah'ın insanları
yeniden diriltmesini imkânsız görmekle çelişkiye düşmüş oluyorlardı; çünkü
kendilerine sorulduğunda gökleri ve yeri Allah'ın yarattığını söylüyorlardı. [183]
"...(Onların)
benzerlerini de yeniden yaratmaya kadirdir" ifadesi, tercih edilen yoruma
göre "ikinci defa yaratmaya, (âhiret hayatı için) yeniden diriltmeye kadirdir"
anlamına gelmektedir. [184]
100. Tefsirlerde rahmet kelimesi "mal-mülk" olarak açıklanmıştır.
Bu sebeple kelimeyi "rahmet hazineleri" diye çevirmeyi uygun bulduk.
90-93. âyetlerde müşriklerin ileri gelenleri alaylı bir tavırla, Hz. Peygamber'e
inanmaları için kendilerine menfaat sağlayacak bazı mucizeler
gerçekleştirmesini istemişler; bu tutumlarıyla da din konusunu bir menfaat
meselesi olarak algıladıklarını ortaya koymuşlardı. Bu tavırları aynı zamanda
onların şuuraltını yansıtıyor, yani maddî hırsla dolu olduklarını ortaya
koyuyordu. Zaten yoksullar karşısındaki duyarsız tutumlarıyla bu
bencilliklerini fiilen de sergiliyorlardı. Âyetin son cümlesi bu egoizmin, iman
ve ahlâk terbiyesinden yoksun kalmış her insanda köklü bir ruh hali, bir karakter
olduğuna işaret etmektedir. [185]
101,And
olsun biz Musa’ya açık seçik dokuz ayet verdik. Haydi İsrail oğullarına sor;Mûsâ
onlara geldiğinde Firavun ona, "Ey Mûsâ, demişti, senin büyülenmiş
olduğunu düşünüyorum!" 102. Mûsâ şöyle dedi: "Çok iyi biliyorsun ki,
bunları birer ibret olmak üzere ancak göklerin ve yerin rabbi indirdi. Ey
Firavun! Ben de öyle düşünüyorum ki hakikaten senin işin bitik! 103. Derken
Firavun onların ülkedeki varlığına son vermek istedi. Bu yüzden biz onu ve yanındakileri,
hepsini denizde boğduk. 104. Arkasından da İsrâiloğulla-rı'na, "O
topraklarda oturun! Âhiret vakti gelince hepinizi toplayıp bir araya
getireceğiz!" dedik. [186]
101. Müfessirler, buradaki "dokuz âyef'in Hz. Musa'nın elinde
gerçekleştirilen dokuz mucize veya Tavrat'ın dokuz âyeti yani dokuz buyruğu,
hükmü anlamına gelebileceğini belirtmişlerdir. Birinci yoruma göre dokuz mucize
şunlardır: Yılana dönüşen âsa, ışık saçan el, çekirge, ekin böceği, kurbağa,
kan, taştan su fışkırması,
denizin yarılması ve Tur dağının İsrâiloğulları'nı korkutması mucizeleridir. [187] İkinci
yorum şöyle bir rivayete dayanmaktadır: İki yahudi Hz. Peygatnber'e gelerek buradaki
"dokuz âyet"le ne kastedildiğini sormuşlar, o da bunların şu dokuz
dinî ve ahlâkî buyruktan ibaret olduğunu belirtmiştir: Allah'a ortak koşmayın,
haksız yere adam öldürmeyin, zina etmeyin, faiz yemeyin, sihir yapmayın,
suçsuz insanı öldürmesi için zalim yöneticiye teslim etmeyin, savurganlık
yapmayın, namuslu kadınlara iftira atmayın, savaştan kaçmayın[188] MuhammedHamıduİlah
bu dokuz âyetin, Tevrat'taki "on emir"den, cumartesi yasağı dışındaki
hükümler olduğunu belirtir. [189]
Allah'ın
bu dokuz mucize veya dokuz hüküm hakkında bildirdiğine Hz. Mu-hammed'in
inanmaması söz konusu olamaz. Bu sebeple âyetteki "İsrâiloğullan'na
sor" buyruğu, Peygamber'in şahsında, bu hususta tereddüdü olan diğer
insanlara yöneliktir. [190]
102, "Çok iyi biliyorsun ki..." ifadesi, Firavun'un inkârının,
gerçekten aklen ikna olmamasından kaynaklanan bir inkâr değil, inatçılığından
gelen inkâr (küfr-i inâdî) olduğuna İşaret etmektedir. [191]
103, "Ülkemden maksat, İsrâiloğullarf nın Hz, Mûsâ ile birlikte
Sînâ'ya geçmelerinden önce yüzyıllardır yaşadıkları Firavunlar ülkesi
Mısır'dır. Âyetin, "varlığına son vermek" diye çevirdiğimiz kısmı
tefsirlerde Firavun'un öldürme, sürgüne tâbi tutma gibi yollarla
İsrâiloğullan'nm ülkesindeki varlığına son vermesi şeklinde açıklanmıştır.
Ayette Allah'ın, Firavun ve etrafındaki adamları, askerleri Nil'de boğarak bu
planı tersine döndürdüğü belirtilmektedir. [192]
104. "Topraklar"dan maksat Filistin ülkesidir. Âyetin sonunda
âhiret hayatı ve sorumluluğu hatırlatılarak İsrâiloğuUan'mn bundan sonraki
görevlerini hakkıyla yerine getirmeleri uyarısında bulunulmakta; böylece
onların Allah tarafından kayıtılmış seçkin kavim oldukları ve özel muamele
görecekleri yolundaki iddiaları reddedilmektedir. [193]
105.
Biz Kur'an'ı sadece gerçeğin bilgisi olarak indirdik, o da yalnız gerçeği
söyleyerek geldi; seni de ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. 106.
Biz onu, insanlara aralıklarla okuyasın diye okumaya elverişli bölümlere
ayırdık, peyderpey indirdik. 107. De ki: "Siz ona inanın veya inanmayın,
şu bir gerçektir ki, bundan Önce kendilerine ilim verilen kimselere (Hakkın
kelâmı) okununca derhal yüz üstü secdeye kapanırlar. 108. Ve "Rabbimizi
teşbih ederiz, rabbimizin vaadi mutlaka yerine getirilir" derler, 109.
Ağlayarak yüzüstü yere kapanırlar; Koran onların saygısını arttırır. 110. De
ki: "İster Allah diyerek, ister Rahman diyerek yakarın; hangisiyle
yakarsanız olur, çünkü en güzel isimler O'na mahsustur." Namazında
niyazında sesini fazla yükseltme, fazla da kısma, ikisinin arasında bir yol
tut. 111. "Çocuk edinmeyen, hâkimiyette ortağı bulunmayan, acizlikten
münezzeh olduğu için bir dayanağa da ihtiyacı olmayan Allah'a hamdcdcrim"
de ve tekbir getirerek O:nun şanını yücelt [194]
105-106, Kur'an'ın "gerçeğin bilgisi" olmasından
maksat, onun yalnızca gerçeği, doğruyu içermesi; Allah'ın varlığı, birliği,
aşkın sıfatları, peygamberlik ve fıhiiTt hiivatı uibi temel dinî akideleri
.bütün ilâhî dinlerde ortak olan evrensel hsı
kikatleri
bildirmesidir. Ayet aynı zamanda Kur'an'ın da hak olduğunu, yani hem Allah'ın
kelâmı olduğunda kuşku bulunmadığını, hem de ebedî olarak kalacak olan değişmez
hakikat olduğunu, gerçeğin ortaya konması dışında başka bir amaçla
İndirilmediğini dile getirmektedir. [195] Taberî'ye
göre Kur'an'ın hak olarak indirilmesinden maksat, onun adalet ve insafı, güzel
ahlâkı, iyi ve övgüye değer davranışları emretmesi; zulüm, haksızlık, kötü huy
ve çirkin davranışları yasaklamasıdır. [196]
Kur'an,
Hz. Peygamber'e kırk yaşından itibaren yirmi üç seneye yakın bir sürede âyetler
ve sûreler halinde kısım kısım indirilmiş; bu da Resûtullah'ın ilâhî tebliğleri
insanlara zamana, zemine ihtiyaçlara ve şartlara göre yavaş yavaş, anlata
anlata, hazmettirerek okuması, duyurması imkânını getirmiştir. Bu durum aynı
zamanda müminlerin de ilâhî hükümleri merhale merhale, alışa ahşa uygulamalarını
sağlamıştır. Hatta içki yasağıyla ilgili âyetlerde olduğu gibi bazı âyetler,
insanların doğal olarak birden terketmeleri mümkün olmayan kötü al
ışkaniıklarım, yanlış inanç ve telakkilerini zaman içinde terketmelerini
kolaylaştıracak bîr süreçte indirilmiştir. [197]
107-109. Zemahşerî'ye göre 107. âyetin başında putperestlikte
inat eden Araplar'a hitap edilmekte: onlara, Peveamber'in görevinin ilâhî
kelâmı tebliğ etmekten ibaret olduğu, artık İnanıp inanmamanın kendilerine
bırakıldığı; iman ederlerse bundan kendilerinin yarar göreceği bildirilmektedir.
"Bundan önce kendilerine ilim verilen kimseler"den maksat ise
Kur'an'dan önceki kitaplar hakkında az-çok bilgisi olan, vahiv ve din
konularında malumat sahibi Araplar'dır. [198]
Bunların, Ehl-i kitap'tan iken ihtida etmiş bazt müminler olduğu söylenmiş-se de
[199] bu
sûrenin indiği Mekke'de kayda değer bir Ehl-i kitap toolulueu bulunmadığına
göre bu görüş isabetli görünmemektedir. Taberî ise bunların Kur'an inmeden
önce karşılaşılan az sayıdaki Ehl-i kitap müminleri olduğu kanaatinde olup,
onların Kur'an'ı duyduklarında onun Allah'tan geldiğini anlayarak saygıyla
yere kapanmışlardır. [200] slâmî kaynaklarda bu
müminlere "Hanîtter" denmektedir. [201]
110-111. Hemen her tefsirde geçen 1 İÜ. âyetin iniş sebebiyle
ilgili bir rivayete göre putperestlerden biri Hz. Peygamber'in "ey
Allahım!, ey Rahman!" veya "vâ Rahman, yâ Rahîm" seklinde farklı
isimlerle dua ettiğini duyunca, "Muham-med iki tanrıya tapıyor"
diyerek dedikodu yapmaya başlamışlar, bunun üzerine Allah'ın "güzel
isimler")nden hangisiyle olsa dua edilebileceği bildirilmiştir. [202] Ancak
İslâm'dan önce Araplar, putlara tapmakla birlikte bir yüce yaratıcının
varlısına da inanır. O'nu hem Allah hem de rah- mân isimleriyle anarlardı. Bu
sebeple Resûlullah'a karşı mücadeleyi dava edinenler, böyle bir dedikodunun
toplum nezdinde etkisinin olmayacağını bilirlerdi. Muhtemelen müslümanların
eskiden kullandıkları rahman gibi ilâhî isimleri bundan sonra da kullanıp
kullanamayacakları hususunda tereddüt göstermeleri üzerine bu açıklama
yapılmıştır. [203]
"Nama?
niyaz" deyimiyle çevirdiğimiz salât kelimesinin burada hangi anlamda
kullanıldığı hakkında farklı görüşler vardır. Bir görüşe göre burada kelime
"namaz" anlamında kullanılmıştır. Bir rivayete göre Hz. Peygamber
Mekke'de as-habıyla namaz kılarken âyetleri yüksek sesle okur, onun okuyuşunu
duyan müşrikler Kur'an'a hakaret ederlerdi. Bunun üzerine sesini kısmasını,
fakat yanında bulunanların duyamayacağı kadar da gizli okumamasını buyuran bu
âyet inmiştir. Hz. Âişe ve Ebû Hüreyre'ye m&d edilen
diğer bir rivayete göre salât kelimesi burada "dua" anlamındadır.
"Sesini fazla yükseltme!" derken Öğle ve ikindi namazlarının,
"sesini fazla da kısma" derken diğer namazların kastedildiği görüşü
de vardır. [204]Taberî, bu görüşlere dair
rivayetleri geniş olarak aktardıktan sonra âyete şu mânayı vermektedir: Ey
Muhammed! Namazında Kur'an okurken, dua ederken, rabbinden dilekte bulunurken,
O'nu zikrederken sesini yükseltme ki müşrikler sesini duyup da seni
üzmesinler..." [205]
Önceki âyetlerde hem Kur'an okumaktan hem de duadan söz edildiği, ayrıca 111.
âyette de bir dua örneği yer aldığı dikkate alındığında salât kelimesinin dua
ve kıraat anlamlarını birlikte içerdiği de düşünülebilir.
Son
âyetin metnindeki veled kelimesi sözlükte "erkek evlât" anlamına gelmekle
birlikte, âyette hıristiyanların Hz. îsâ'yı Allah'ın oğlu olarak telakki eden
inançları; keza putperest Araplar'ın, erkek çocuklarını kendilerine, kız
çocuklarını Allah'a nispet etmeleri, melekleri Allah'ın kızları saymaları
şeklindeki bâtıl inanç ve telakkilerine [206]işaret
edilmiş olmalıdır. Bunu göz önüne alarak mealde bu kelimeye "çocuk"
anlamı vermeyi uygun bulduk. Âyette ayrıca Allah'ın hüküm ve hâkimiyetinde
ortağı bulunmadığı, O'nun için acizlikten, dolayısıyla kendisine yardım edecek
bir destekçiye asla ihtiyacı olmadığı hatırlatılarak, müslümanların dilek ve
ihtiyaçlarını yalnız O'na arzetmeleri, hayatlarını buna göre düzenlemeleri, bu
inancın verdiği onurla gayretlerini üretken kılmaları gerektiğine işaret
edilmektedir. Tekbir buyruğu da müslümanın Allah'ı bu inançla yüceltmeleri
anlamına gelmekte; böylece sûre, İslâm'ın ulûhiyyet ve tevhid inancının âdeta
özeti olan veciz bir dua örneğiyle son bulmaktadır. [207]
[1] XV, 6
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/401.
[2] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/401.
[3] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/401.
[4] Şevkânî, III, 233
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/401.
[5] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/402.
[6] Muhammed Hamîdullah'a göre bi'se-tin 9. yılında; bk. İslâm
Peygamberi, 1,92
[7] Salât",1; "Bed'ü'1-halk", 6;
"Tevhîd", 37
[8] bk. Şevkânî. V, 124
[9] bk. Şevkânî, V, 123
[10] Necm sûresinde "yay1' örneği ile
anlatılan yaklaşma, ağırlıklı yoruma göre Cebrail ile Hz. Peygamber arasında
olmuştur; bk. en-Necm 53/8-9
[11] Tcvhîd", 37; Taberî, XV, 5
[12] meselâ bk. Taberî, XV, 5; İbn Kesîr. V, 40-41
[13] meselâ bk. Taberî, XV, 110; İbn Âşûr, XV, 146
[14] Sâffât 37/102
[15] XV. 26
[16] bk. Taberî, XV, 3-5
[17] Rûm 30/3
[18] el-Mescidü'1-aksâ
[19] a.g.e., I, 107-108
[20] XV, 8,18
[21] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/402-405.
[22] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/405-406.
[23] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/406.
[24] bu konuda ayrıntılı bilgi ve Kitâb-ı Mukaddes'te-ki
açıklamalar için bk. Bakara 2/74,100-101
[25] Şevkânî, III. 327).
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/406.
[26] bk. Hakimler, 2/11-13
[27] bk. Şevkânî, III, 237
[28] Konuyla ilgili tarihî bilgiler için bk. Moshe
Sevilla-Sharon,/^™/ Uiusu'nun Tarihi, s. 29-76
[29] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/406-407.
[30] Râzî, XX, 160; Şevkânî, III, 138
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/407.
[31] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/408.
[32] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/408.
[33] Enfâl 8/32
[34] bk. Bakara 2/216
[35] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/408-409.
[36] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/409.
[37] bk. Ateş, V, 203-204
[38] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/409-410.
[39] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/410.
[40] bk. Kurtubî, X, 233-234
[41] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/410-411.
[42] Râzî, XX, 171
[43] Peygamberler gelmediği dönemlerde yaşayan veya
bulundukları yer ve durum İtibariyle peygamberlerin tebliğlerini alamamış,
bunlarla yeteri kadar ilgi kuramamış bulunan insanların sorumlulukları ve
uhrevî kurtuluşları konusunda bilgi için Bakara bk. 2/62; Nisa 4/48, 165
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/411-412.
[44] II, 354-355
[45] XX, 174-175
[46] Râzî, XX, 176
[47] bk. Şevkânî, III; 242
[48] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/412.
[49] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/412.
[50] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/413.
[51] Râzî, XX, 178
[52] Zemarışerî, II, 356
[53] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/413-414.
[54] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/414.
[55] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/415-416.
[56] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/416.
[57] Buhâiî, "Edeb", 1; Müslim, "îmân",
137
[58] Buharı, "Edeb, 6; Müslim, "îman", 143,
144). Râ/.î (İN, 165-166
[59] bu konuda daha fazla bilgi için bk, Mustafa Çağrıcı,
"Ana Baba", Dİ A, III, 103-105
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/416-417.
[60] Şevkânî; III, 249
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/417.
[61] Râzî, XX, 193
[62] XX, 194
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/417.
[63] Şevkânî, 111,250-251
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/417-418.
[64] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/418.
[65] Yâsîn 36/83; Mülk 67/1
[66] meselâ bk. Nisa 4/32; Ankebût 29/17; Rûm 30/46; Cum'a
62/10
[67] bk. Müsned, II, 305,325,354,540; VI, 57,207;
Nesâî, "İstiâze", 14.16
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/418.
[68] XX, 196
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/418.
[69] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/418-419.
[70] bk. En'âm 6/151
[71] Ebû Bekir İbnü'l-Arabî, 111,1208-1209
[72] Râzî, XX, 203; Şevkânî, 111,255
[73] XX, 202
[74] Zemahşerî,II,360
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/419.
[75] Şevkânî, III, 256
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/419.
[76] XX, 206-207
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/419.
[77] Şevkânî, III, 257
[78] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/420.
[79] Müslim, "îmân", 147-149; Miisned, 1,399,412,416,451
[80] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/420-421.
[81] Allah'ın adını kullanarak yalan yere yemin etmek gibi;
bk. Catechisme de VEgtise catholique, s. 441-443
[82] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/421.
[83] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/422.
[84] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/422.
[85] Taberî, XV, 91
[86] çok tanrıcılığın reddine ilişkin olarak aynca bk.
Enbiyâ 21/22
[87] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/422-423.
[88] yedi gök" hakkında açıklama için bk. Bakara 2/29
[89] el-MUfredât, "sbh", sed" md.leri
[90] XX, 210-211
[91] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/423-424.
[92] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/424-425.
[93] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/425.
[94] Râzî. XX, 223
[95] Sîreîü îbn îshâk, s. 169-170
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/425-426.
[96] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/426.
[97] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/426.
[98] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/426.
[99] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/427.
[100] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/427.
[101] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/427-428.
[102] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/428.
[103] Râzİ, XX, 230
[104] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/428-429.
[105] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/429-430.
[106] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/430.
[107] Kasas 28/59
[108] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/430-431.
[109] bk. İs-râ 17/90-93
[110] bk. A'râf 7/73-79; Hûd 11/61-68
[111] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/431.
[112] Taberi, XV, 109
[113] bk. İbn Kesîr, V, 89-90; Kurtubî, X, 282
[114] bk. Taberî, XV, 113-115; Râzî, XX, 236-237
[115] bk. Duhân 44/43-44
[116] III, 270
[117] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/431-432.
[118] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/433.
[119] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/433.
[120] bk. Ze-mahşerî, II, 367; Şevkânî, III, 273
[121] İbn Âşûr, XV, 154
[122] Mevdûdî,III, 123
[123] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/433-434.
[124] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/434
[125] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/435.
[126] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/435.
[127] bilgi için bk. Etienne Gilson,Ateizmin Çıkmazı, s.
23-30
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/435.
[128] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/435-436.
[129] bk. Râzî, XXI, 16
[130] XV. 166
[131] XXI, 12
[132] Râzî, XXI, 15
[133] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/436-437.
[134] XV, 127
[135] Râzî, XXI, 19
[136] Râzî, XXI, 19
[137] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/437-438.
[138] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/438.
[139] bk. Taberî, XV. 129-130; Kurtubî, X, 304-305
[140] XV, 172
[141] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/439.
[142] îbn Âşûr, XV, 176-177
[143] Nisa 4/145
[144] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/439-440.
[145] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/440.
[146] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/441.
[147] İbn Âşûr, XV, 182
[148] Fahreddin er-Râzî'ye göre bu çoğunluk görüşüdür; XXI,
25
[149] III. 282
[150] namazların cemi konusunda bilgi için bk. Halit Ünal,
"Cem"', Dİ A, VII, 277-278; Beşir Gözübenli, "Cem"7,
İFAVAns., 1,276-284
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/441-442.
[151] Râgıb el-İsfahânî, ei-Müf-redâty "hed"
md.
[152] bilgi için bk. Beşİr Gözübenlt, "Nafile
Namazlar", İFAVAns., III, 408-401
[153] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/442-443.
[154] Taberî, XV, 149-150; Zemahşerî, II, 372; Şevkânî, III,
285
[155] XV, 187
[156] XXI, 29
[157] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/444.
[158] bilgi için bk. Fahrettin Olguner, "Bâtıl" Dİ
A, V, 147-148; Mustafa Çağrıcı, "Hak", a^., XV, 137-139 V, 147-148
[159] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/444-445.
[160] bk. Kur-tubî, X, 322; Şevkânî, III, 286
[161] meselâ bk. Kurtubî, X, 322-327; amalık, V, 3195
[162] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/445.
[163] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/445-446.
[164] Elmalık, V, 3197
[165] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/446.
[166] Bakara 2/87; Meryem 19/17; Şuarâ 26/193; Meâric 70/4;
Kadr 97/4
[167] Nahl 16/2; Mü'min 40/15; Şûra 42/52
[168] ayrıca bk. Nİsâ 4/1,171
[169] bk. Taberî, XV, 157; Kurtubî, X, 331
[170] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/446-447.
[171] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/448.
[172] İbn Âşûr, XV, 201
[173] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/448.
[174] Kur'an'm i'cazı konusunda bk. Bakara 2/23
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/448-449.
[175] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/449.
[176] meselâ bk. Taberî, XV, 164-166; Kurtubî, X, 334-336
[177] meselâ bk. Taberî, XV, 164-166; Kurtubî, X, 334-336
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez,
Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/449-450.
[178] Taberî, XV, 166; Zemahşerî, II, 375
[179] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/450.
[180] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/451.
[181] İbn Âşûr, XV, 214-215
[182] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/451-452.
[183] bk. Ankebût29/61-63
[184] Râzî, XXI, 62
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/452.
[185] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/452.
[186] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/452-453.
[187] bu mucizeler için bk, A'râf 7/108,133; Tâlıâ 20/17-23
[188] bk. Taberî, XV, 172; Zemahşerî, II, 377; İbn Atıyye,
III, 488
[189] Le Saint Coran, s. 292; krş. a.e., s.
281
[190] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/453.
[191] İbn Atıyye, III, 489
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/453.
[192] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/453.
[193] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/454.
[194] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/454.
[195] Râzî, XXI, 67-68
[196] XV, 177
[197] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/454-455.
[198] II, 378
[199] Kurtubî, X, 347
[200] XV; 180, 181
[201] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/455.
[202] Taberî. XV, 182-183; Kurtubî. X. 349
[203] esmâ-i hüsnâ hakkında bk. A'râf 7/380
[204] bu ve benzeri yorumlarla konu hakkında geniş bilgi
için bk. Râzî, XXI, 70-71
[205] XV, 188
[206] bk. Nahl 16/57
[207] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/455-456.