4, İsra ve Bu Konudaki Rivayetler:
5, Birinci Mesele: İsrâ, Hz. Peygamber'in Ruhu İle mi,
Bedeni İle mi Olmuştur:
6. İkinci Mesele: İsrâ'nın Gerçekleştiği Tarih:
7. Üçüncü Mesele: Namazın Farz Kılınması ve Farz
Kılındığı Sıradaki Namaz Şekli:
8. Mescid-i Haram'a, Mescidi Nebevî'ye ve
Beytü'l-Makdis'e Yolculuk Yapmak
Geride Bıraktıklarının Ağlaması Dolayısıyla Ölünün Azab
Görmesi Söz konusu mudur?
1. Allah'ın Helak Etmedeki Sünneti:
2. İlahî Emirlere İtaat ve Helak Oluş:
1. Allah'ın Hükmü ve "Kadâ" Kelimesinin
Anlamları:
2. Anne Babaya İyi Davranmanın Önemi:
3. Anne-Baba'ya Sövülmesine Sebep Teşkil Etmemek, Onlara
Kötü Davranmamak:
4. Anne-Baha'nın Caiz olan Taleplerine Muhalefet Etmemek:
5. Ebeveynin İsteklerine İtaate Bir Örnek:
6. Anne İle Babanın Hakları Arasında Bir Karşılaştırma:
8. Cihad İçin Anne-Babanın İzni:
9. Cihada Çıkmak İçin Müşrik Anne ve Babanın İzni Alınır
mı:
10, Anne Babanın Sevdiklerini Gözetmek;
11. Anne Babanın Çocuğu Yanında Yaşlanması Hali:
12. Anne-Baba'ya Tahammülün Ölçüsü:
14. Anne-Babaya Karşı Şefkat ve Merhamet:
16, Anne-Baba'ya Mağfiret Dilemek:
1. Akrabalara ve Diğer Hak Sahiplerine Haklarını Vermek:
3. Kişinin Canının Çektiği Şeylere Harcamada Bulunması:
1. Muhtaçlardan Yüzçevirmenin Adabı:
3. Muhtaçlara Söylenmesi Gereken Sözler:
1. Fakirlik Korkusuyla Çocukların Öldürülmesi:
1. Zulmen Öldürülenin Velisinin Yetkisi:
3, Çünkü Veli, Yardıma Mazhar Olmuştur;
1. Yetimin Malına Kötü Maksatla El Sürmemek:
1. Bilmedik Şeyin Ardına Düşmek:
2. Benzeştirenlerin (Kaaiflerin) Dediklerine Göre Hüküm
Vermek:
3. Zeyd ve Oğlu Usame İle İlgili Cahiliyyenin İddiaları:
4. Ççcuğun Kime
Ait Olduğu Hususunda Anlaşmazlık Olursa Kıyafet Bilginlerine Başvurmak:
5. Kaiflerin Kanaatlerini Delil Kabul Edenlerin Görüş
Ayrılıkları:
6. İnsan ve Organlarının Sorumluluğu:
2. İhtiyaç Sahibi Olmadığı Halde Avcılık Yapmak:
3. Kibirlenmek, Fıtrata da, Tabiata da, Kâinata da
Aykırıdır;
4. Allah Tarafından Hoşlanılmayan Şeyler:
1-111. ÂYETLERİN
TEFSİRİ
Rahman ve Rahim
Allah'ın Adı ile (Mekke'de İnmiştir, Yüzonbir Âyettir)
Bu sûre, üç et
müstesna Mekke'de inmiştir: Birisi; "Yakında seni bu yerden çıkarmak için
mutlaka rahatsız edecekler" (76. âyet) buyruğu olup Rasûlullah (sav)'a,
Sakif heyeti gelip yahudiler: Burası peygamberlerin geldikleri diyar değildir,
dedikleri vakit inmişti.
İkinci âyet yüce
Allah'ın: "Ve de ki: Rabbim, beni doğruluk girişi ile girdir, doğruluk
çıkarışı ile çıkar" (80. âyet) buyruğudur.
Üçüncüsü ise:
"Hani sana, şüphesiz Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır..."
(60.) âyetidir. Mukatİl der ki; Yüce Allah'ın: "...Çünkü bundan önce
kendilerine ilim verilmiş olanlara,,," i 01. âyet) buyruğu da Medine'de
inmiştir. İbn Mes'ud (r.a) da, Beni İsrail (İsra) Kehf ve Meryem Sûreleri hakkında
şunları söylemiştir: Bu sureler, kimi erken dönemlerde ilk nazil olan
sûrelerdendir hem de benini ilk öğrendiğim sûreler arasında yer alırlar.[1]
1. Kulunu
geceleyin Mescİd-İ Haram'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescİd-i Aksâ'ya
götüren münezzehtir. Ona, âyetlerimizden bazısını gösterelim diye. Şüphesiz ki
O, İşitendir, görendir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı sekiz
[2] başlık
halinde sunacağız:[3]
Yüce Allah'ın:
Münezzehtir" buyruğu, mastar yerinde kullanılan bir isimdir. Ancak bu,
isim olarak mütemekkin (ismin bütün özelliklerine haiz) değildir. Çünkü, i'rab
şekillerine göre harekelerinde değişiklik olmamaktadır. Başına "elif ve
İâm" gelmez. Aynı şekilde bundan fiil türetilmez. Sonunda zâid iki harf
bulunduğundan dolayı da munsarıf değildir.
" Teşbih ettim, teşbih
etmek" denilir- Tıpkı Yemin keffaretini ödedim, ödemek gibi. Bu ismin
anlamı, yüce Allah'ın her türlü eksikliklerden tenzih edilmesi ve uzak olduğunun
ifade edilmesidir. Bu, yüce Allah'ın büyük bir zikridir. Başkası hakkında
bunun kullanılması uygun değildir. Şairin:
"Bana onun
övülmesi(ne dair ifadeler) ulaşınca derim ki: Övülmeye değer olan Alkame bundan
uzaktır."
beyitinde bu kelimenin
kullanılması oldukça nadiren görülen bir ifadedir.
Cennetle müjdelenmiş
on kişiden birisi olan Talha b. Ubeydillah el-Fey-yâd'dan rivayete göre o,
Peygamber (sav)'a şöyle sormuş: Subhanallah'ın anlamı ne demektir? Hz.
Peygamber de: "Allah'ı her bir kötülükten tenzih etmektir" diye
cevap vermiştir.[4]
Sibeveyh'in görüşüne
göre, bu kelimede âmil olan, lafzından değil de onun manasmdaki bir fiildir.
Çünkü bu lafızdan fiil kullanılmaz. Bu da; Kalçalan üzerine oturup, bacakları
dirseklerinden bükerek diktikten sonra, ellerinin de bacaklarının etrafından
birbirine kavuşturmak şeklindeki oturuş" ile, Arapların örtüye bürünürken
örtünün, bir ucunu sağ kolunun üzerinden sol omuzuna, öbür ucunu da sol kolu
üzerinden sağ omuzu üzerine atarak örtünmesi ifadelerine benzer. Sibeveyh'e
göre buyruğun takdiri; Allah'ı mutlak olarak tenzih ederim" şeklindedir.
Buna göre "Subhanallalı" ifadesi, mutlak olarak tenzih etmek, yerine
geçmektedir.
[5]
Yüce Allah'ın:
"Kulunu geceleyin... götüren" buyruğundaki; Geceleyin götürdü"
fiili iki şekilde kullanılır: (Jr ) ile şeklinde. Tıpkı ile, Su içirdi"
kelimelerinin kullanışı gibi. Nitekim bundan önce de (el-Bakara, 2/60. âyet,
1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Şair der ki:
"İkizler
burcundan yürüdü üzerine bir yürüyen Şimal onun üzerine doluyu
yağdırarak."
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"Örtüsünün
arkasında olan o güzel yüzlüyü selamla! Geceleyin yürüdü sana; önceden
gelmiyorken."
Böylelikle şairler her
iki beyitte de her iki söyleyişi bir arada kullanmış bulunmaktadırlar.
İsrâ; geceleyin
yürümek demektir. Geceleyin yürüdü ve yürümek" denilir. Şair de şöyle
demektedir:
"Ve çiğin yağdığı
bir gece yürüdüm,
Ve o gece yürümekten
hiç bir şey de beni alıkoymadı."
'ın, gecenin ilk
saatlerinde yürümek, 'ın ise, son demlerinde yürümek, anlamında olduğu da
söylenmiş ise de, birincisi daha çok bilinen bir anlamdır.
[6]
Yüce Ailah'ın: "Kulunu"
buyruğu ile ilgili olarak İlim adamları şöyle demişlerdir: Şayet Peygamber
(sav)'ın bundan daha şerefli bir ismi olsaydı, o üstün haldeki durumunu
anlatmak İçin o adı ile anardı. Bu anlamda olmak üzere şu beyitler
söylenmiştir;
"Ey kavm, kalbim,
Zehra'nın yanındadır İşiten de, gören de bunu bilir. Beni ancak; ey Onun kulu
diye çağırınız, Çünkü o, isimlerimin en sere dişidir."
Bu beyitler de daha
önceden (el-Bakara, 2/23 buyruğunu açıklarken) geçmiş bulunmakladır.
el-Kuşeyrî der ki:
Yüce Allah onu yüce huzuruna yükseltip de en yüksek yıldızların da üstüne
çıkardığında, ümmeti için tevazu olmak üzere kulluk isminden ayırmadı.
[7]
isrâ, bütün hadis
eserlerinde sabit olmuştur. Sahabeden gelen bu hadisler İslâm diyarının her
bir yerinde rivayet olunmuştur. Bu yönüyle İsra hadisleri mütevâtir
hadislerdendir. en-Nekkaş bu hadisleri rivayet eden yirmi sahabiyi
zikretmektedir. Sahih(-i Müslim)'in Enes b. Malikten rivayetine göre Rasûlullah
(sav) şöyle buyurmuştur: "Bana, Burak getirildi. O beyaz, uzunca, eşekten
daha yüksek, katırdan daha alçak boylu, ön ayaklarını gözünün gördüğü son
noktaya koyan bir binektir. Ona bindim ve nihayet Bey-tü'1-Makdis'e vardım.
Onu, peygamberlerin bineklerini bağladığı halkaya bağladım. Sonra, Mescide
girdim, orada iki rek'at namaz kıldım. Daha sonra çıktım. Cibril (a.s) bana,
birisi şarap, diğeri süt dolu iki kap getirdi. Ben, süt bulunan kabı tercih
ettim. Cibril bana: Fıtratı tercih ettin, dedi. Sonra semaya doğru
yükseldik..." diye hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir.[8]
Buharı ile Müslim'de
bulunmayan rivayetlerden birisi de, el-Âcurrî ve Se-merkandî'nin kaydettikleri
rivayetlerdir. et-Acunî, Ebu Said el-Hudn'den, yüce Allah'ın: "Kulunu
geceleyin, Mescid-i Haram'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa Ya
götüren münezzehtir" buyruğu ile ilgili olarak şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Rasûlullah (sav) İsra'ya yürütüldüğü geceyi bize anlattı.
Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Bana, hayvanlar arasında en çok katıra
benzeyen bir binek getirildi. Durmayıp oynayan kulakları vardı. Bu önceden
peygamberlerin bindiği Burak idi. Ben de buna bindim. Yola koyuldu. Ön
ayaklarını gözünün gördüğü son noktaya koyarak koşardı. Sağ tarafımdan, ey
Muhammed, biraz yavaş ol ki sana birşeyler sorayım diye bir ses işittim. Ancak,
ben ona iltifat etmeden yoluma devam ettim. Sonra, sol tarafımdan ey Muhammed,
yavaş oî diye bir ses işittim. Ben de ona iltifat etmeksizin yoluma devam
ettim. Sonra da üzerinde dünya zinetlerinin her türlüsü bulunan, ellerini
yukarı doğru kaldırmış, yavaş ol ki sana birşeyler sorayım, diyen bir kadın
karşıma çıktı. Yine ona iltifat etmeksizin yoluma devam ettim. Sonra,
Beytü'l-Makdis'e, Mescid-i Aksa'ya geldim. Binekten indim, peygamberlerin dana
önceden (bineklerini) bağladıkları halkaya Burağı bağladım, arkasından Mescide
girdim, içinde namaz kıldım.
Cebrail bana: Ey
Muhammed, neler işittin, diye sordu. Ben ona: Sağımdan, ey Muhammed, yavaş ol
sana bazı şeyler soracağım diye bir ses işittim. Ancak ben ona iltifat
etmeksizin yoluma devam ettim. O: Bu, yahudilerin da-vetçisi idi. Eğer durmuş
olsaydın, ümmetin ya hu dil esirdi. (Hz. Peygamber devamla) buyurdu ki: Sonra
solumdan bir ses işittim. Yavaş ol, sana bazı şeyler sorayım, dedi. Yine ben
ona iltifat etmeksizin yoluma devam ettim. (Cebrail) dedi ki: O da
hıristiyanların davet çişi idi. Eğer durmuş olsaydın, senin ümmetin
hıristiyanlaşırdı. (Devamla Hz. Peygamber) buyurdu ki: Sonra karşıma dünya
zinetlerinin ti er türlüsünü üzerine takınmış, ellerini yukarı doğru kaldırmış
bir kadın karşıma çıktı. Yavaş ol, diyordu. Ben de ona İltifat etmeksizin
yoluma devam ettim. (Cebrail) dedi ki: O da dünyadır. Eğer durmuş olsaydın,
hiç şüphesiz dünyayı âhirete tercih etmiş olurdun.
(.Hz. Peygamber
devamla) buyurdu ki: Sonra bana birisinde süt, diğerinde ise şarap bulunan iki
kap getirildi. Bana, al ve iç, hangisini istersen alabilirsin denildi. Ben de
sütü aldım ve içtim. Cebrail bana: Fıtrata İsabet ettin. Eğer şarabı almış
olsaydın, ümmetin azgınlaşmış olurdu, dedi.
Daha sonra,
Âdemoğullarının ruhlarının üzerinde yükseldikleri Mi'rac geldi. Gördüğüm
şeylerin en güzeli o idi. Sizler, Ölen bir kimsenin gözünü ona doğru nasıl
diktiğine hiç dikkat etmediniz mi? Bizi yukarı doğru çıkardılar. Nihayet dünya
semâsının kapısına geldik. Cebrail, kapının açılmasını istedi. Bu kim, diye
soruldu o, Cebraii dedi. Beraberinde kim var, diye sordular o, Muhammed dedi.
Peki, ona risalet verildi mi, diye soruldu o, evet dedi. Bana kapıyı açtılar,
bana selam verdiler. Beraberinde yetmiş bin melek ve fıer biriyle yüz bin
melek bulunan, İsmail diye tanınan bir meleğin semayı korumakta olduğunu
gördüm: "Rabbinin ordularını O'ndan başka kimse bilmez"
(el-Müddesir, 74/31) buyruğunu okudu ve hadisin geri kalan bölümlerini
zikrederek, daha sonra şöyle dedi: "Sonra, beşinci semaya gittik. Orada
kavmi arasında sevilen bir kişi olan İmran oğlu Harun ile karşılaştım.
Etrafında ümmetinden ona tabi pek çok kimse vardı. Peygamber (sav) onun
niteliklerini belirterek şöyle dedi: Sakalı uzundu. Nerdeyse göbeğine kadar
ulaşacaktı. Sonra, altıncı semaya gittik. Orada Musa
ile karşılaştım. Bana selam verdi ve beni çok güzel karşıladı. -Peygamber
(sav) onu da vaslederek şöyle buyurdu-: Saçı fazla bir adamdı, üzerinde iki
gömlek olsa dahi yine onun saçları aralarından çıkardı..."[9]
el-Bezzar'ın
rivayetine göre de, Rasûlullah (sav)'a bir at getirildi ve onun sırtına bindi.
Onun attığı her bir adım, gözünün değdiği en uzak noktada idi... diye hadisin
geri kalan bölümlerini anlattı.[10]
Burak'ın nitelikleri
ile ilgili olarak İbn Abbas yoluyla gelen hadisde şöyle denilmektedir:
Rasûlullab (sav) buyurdu ki: "Ben, Hicr'de uyumakta iken bana birisi
geldi. Ayağı ile beni harekete getirmek istedi. Ben, o kişinin arkasından
gittim, bir de baktım ki, Cebrail (a.s)'in beraberinde katırdan daha aşağı ve
eşekten daha yukarı, yüzü insan yüzüne benzeyen, ayağı tek tırnaklı, kuyruğu
öküz kuyruğu, yelesi at yelesine benzeyen bîr binek ile birlikte Mescid'in
kapısında ayakta dikildiğini gördüm. Cibril (a.s) bu bineği bana
yaklaştırınca, hayvan ürktü ve yelesi kabardı. Cibril (a.s) sırtını sıvazlayarak:
Ey Burak, Muhammed'den ürkme, dedi. Allah'a yemin ederim ki, Mu-hamnıed
(savVdan dalıa faziletli ve Allah nezdinde ondan daha değerli mu-karreb bir
melek yahut gönderilmiş bir peygamber (rasul) sırtına binmiş değildir. Bunun
üzerine Burak şöyle dedi: Ben onun böyle olduğunu bildim. O büyük şefaatin
sahibinin o olduğunu da biliyorum. Bununla birlikte ben, onun şefaati
kapsamında olmayı arzu ederim. Bunun üzerine şöyle dedim: Yüce Allah'ın izniyle
sen de benim şefaatimin kapsamında olacaksın..."[11]
Ebu Said Abdulmelik b.
Muhammed en-Neysaburî de, Ebu Said el-Hud-rî'den şöyle dediğini nakleder:
Peygamber (sav), dördüncü semada İdris (a.s)'ın yanından geçince, şöyle dedi:
Kendisini göreceğimiz bize va'dolunan ve ancak bu gece görebildiğimiz salih
kardeşe, salih peygambere merhaba! tiz. (Peygamber devamla) buyurdu ki: Orada
İmran'ın kızı Meryem de vardı. İnciden yetmiş köşkü vardı. Yine İmıan'ın kızı,
Musa'nın annesinin de kapıları inci ile süslenmiş tahtları, tek bir parçadan
yapılmış kırmızı mercandan yetmiş köşkü vardı. Mi'rac, beşinci semaya çıkınca,
oradakilerin de teşbihi: Karı ve ateşi bir arada bulunduranın şanı ne yücedir!
şeklinde idi. -Bunu bir defa dalıi söyleyen bir kimse, onların sevabı gibi
sevap alır.- Cibril (a.s) kapının açılmasını istedi. Ona kapı açıldı. Aniden,
olgunluk yaşında bir adam ile karşılaştım. Ondan gü2el bu yaşta bir adam
görülmüş değildir. Gözleri iri,
sakalı
nerdeyse göbeğine ulaşıyordu. Hemen hemen sakalı yarı yarıya siyah beyaz
karışımı idi. Etrafında oturmuş kimseler vardı. Onlara birşeyler anlatıyordu.
Ey Cebrail, bu kimdir? dsye sordum; o, kavmi arasında sevilen kişi Harun'dur,
dedi..." ve hadisin geri kalan bölümünü zikretti.
İşte Buhârî ile
Müslim'in dışında kalan, îsra ile ilgili hadislerden kısaltılarak sunduğumuz
bir nebze. Bu hadisleri, Ebu'r-Rabi Süieyman b. Seb' eksiksiz olarak
"Şifâü"s-Sodûr" adlı eserinde zikretmiştir, tlirn ehli ile siyer
bilginleri arasında namazın, Peygamber (sav)'a Mekke'de îsra gecesi semaya
uru-cu (çıkışı) esnasında farz kılındığında görüş ayrılığı olmamakla birlikte,
İs-ra'nın tarihi ile namazın şekli hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
İsra, Hü. Peygamber'in ruhu veya bedeni ile mi olmuştur? İşte bunlar, âyet-i
kerime ile ilgili üç ayn meseledir. Bunlar üzerinde durulması ve gerekli
araştırmaların yapılması gerekir. Ayrıca bunlar, bu husustaki hadislerin
nakledilmesinden daha ehemmiyetlidir. Ben bu hususlar ile ilgili olarak,
tesbil edebildiğim kadarıyla ilim adamlarının görüşlerini ve rukalıânın farklı
kanaatlerini -Allah'ın yardımı ile- zikretmeye gayret edeceğim.
[12]
isrânın, Hz.
Peygamber'in ruhu ile mi, cesedi ile mi olduğu hususunda, selefin de halefin de
görüş ayrılığı vardır. Bir kesim, İsranın ruh ile gerçekleştiği, bedenin ise
yattığı yerden ayrılmadığı ve îsra'nın hakikatleri ihtiva eden bir rüya olduğu
görüşündedir. Çünkü, esasen peygamberlerin rüyaları da bir haktır, Muaviye ile
Uz. Âişe bu kanaatte olduğu gibi, bu görüş el-lîascn ve İbn İshak'tan da
nakledilmiştir.
Bir diğer kesim de
şöyle demiştir: İsrâ, beden ile uyanık olarak Beytü'l-Makdis'e kadar ve oradan
da ruh ile olmuştur. Bunlar, yüce Allah'ın: "Kulunu geceleyin Mescid-i
Haram'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren
münezzehtir" buyruğunu delil göstermişlerdir. Bu buyrukta yüce Allah,
Mescid-i Aksa'yı İsrânın son noktası olarak zikretmektedir. Bu görüş sahiplen
derler ki: Eğer îsrâ, Hz. Peygamber'in bedeni ile birlikte Mescid-i Aksa'dan
daha ileriye olmuş olsaydı, hiç şüphesiz bu da söz-konusu edilirdi. Çünkü böyle
bir işin, beden ile olması övgü olarak daha ileri derecededir.
Selefin ve
müslümanlartn büyük çoğunluğu ise İsrânın, beden ile ve uyanıkken gerçekleştiği
görüşündedir. Hz. Peygamber, Mekke'de Burak'a binmiş, Beytü'l-Makdis'e
ulaşmış, orada namaz kıldıktan sonra da yine bedeniyle İsrâ devam etmiştir.
İşaret ettiğimi?, haberler ile âyet-i kerime de buna delâlet etmektedir. Hz.
Peygamber'in bedeniyle ve uyanık olarak İsrasının gerçekleşmesinde imkânsız ve
olmayacak bir taraf yoktur. Zahir ve hakikat terkedüerek tevil yoluna ise,
ancak nassın zahir ve hakikati üzere kabut edilmesinin imkânsız olması halinde
söz konusudur. Eğer İsrâ uykuda gerçekleşmiş olsaydı, burada "kulunun
ruhuyla" denilerek "kulunu" diye buyurmazdı. Yine yüce
Allalı'ın; "Göz, başka yöne kaymadı ve aşmadı rfa"(en-Necm, 53/7)
buyruğu da buna delildir. Eğer bu olay uykuda iken gerçekleşmiş olsaydı, bunda
bir alâmet ve bir mucize olacak taraf olmazdı. Um Hâni Hz. Pey-gamber'e: Sen
insanlara bunu anlatma, seni yalanlarlar, demezlerdi. Ebu Bekr es-Siddîk (bunu
tasdik etmesi dolayısıyla) üstün bir fazilete sahip olmazdı, Kureyşlilerİn de
ileri geri konuşmalarına, onu yalanlamalarına da imkân bulunmazdı. Çünkü
Kureyşliler, Uz. Peygamber'in verdiği bu haberi yalanlamış, hatta iman etmiş
birtakım kimseler irtidat dahi etmişlerdi. Eğer bu rüya ile olmuş olsaydı,
hiçbir şekilde buna tepki gösterilmezdi. Hatta müşrikler ona şöyle demişlerdi:
Eğer sen doğru söylüyor isen, haydi bize kervanımızla nerede karşılaştığını
bildir, demişler, o da şu cevabı vermişti: "Kervanınız, filan filan yerde
idi. Ben oradan geçtim, filan kişi korktu. Bunun üzerine o kimseye: Ne gördün
ey filan, denildiğinde o, ben birşey görmedim ancak develer gerçekten ürktü
1er diye cevap vermişti." Bu sefer Hz. Peygam-ber'e: Peki kervamn bize ne
zaman ulaşacağını haber ver, demeleri üzerine, Hz. Peygamber: "Kervanınız
size şu, şu günü gelecektir" dediğinde onlar, hangi saatte diye sordular.
Bu sefer Hz. Peygamber: "Bilemiyorum, acaba güneşin bu taraftan doğuşu mu
daha erken gerçekleşecek, yoksa kervanın bu taraftan görünüşü mü daha erken
olacak." O gün gelince bir kişi: İşte güneş doğdu demiş, diğeri ise: İşte
sizin kervanınız da göründü, demişti. Peygamber (sav)'dan, Beytü'LMakdis'in
nitelikleri hakkında soru sormuşlardı. Hz. Peygamber de önceden
Beytü'l-Makdis'i hiç görmediği halde onlara niteliklerini söyleyivermişti.
Sahih'de Ebu Hureyre'nîn
şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Ben,
Hicr'de bulunuyorken Kureyş bana tsrâ'ma dair soru soruyorlardı.
Beytü't-Makdis hakkında iyice tesbît edemediğim bazı hususlara dair bana soru
sordular. Bundan dolayı daha önce benzeri görülmedik bir 'sıkıntıya düştüm.
Yüce Allah, Beytü'l-Makdis'i kaldırıp gözlerimin önüne getirdi. Her ne
hakkında bana som sordularsa, ben de onlara cevaplarını verdim. "[13]
Hz. Âişe ile
Muaviye'nin: "İsrâ, ancak Rasûlullah (sav)in ruhu ile gerçekleşmiştir"
şeklindeki sözlerine de şöylece itiraz edilmiştir. O sırada Hz. Âi-şe'nin yaşı
küçüktü ve bu olaya şahit olmamıştı. Bu konuda o, Peygamber
(sav)'dan hadis
de rivayet etmiş değildir. Muaviye ise, o dönemde olaya tanık olmamış kâfir
bir kimse idi. Bu konuda o, Peygamber (sav.)'dan da badis rivayet etmiş
değildir. Bu konuda söylediklerimizden daha fazla bilgi sahibi olmak
isteyenler, Kadı İyad'ın "eş-Şifa" adlı kitabından olayı takib etmelidirler.
Orada bu konuda kalbe şifa verici bilgiler elde edeceklerdir.
Hz. Âişe'nin,
kanaatinin lehine, yüce Allah'ın: "Sana gösterdiğimiz o rüyayı... ancak
İnsanlara bir fitne kıldık." (el-İsra, 17/60) buyruğunu delil göstermişler
ve burada yüce Allah'ın buna "rüya" adını verdiğini söylemişlerdir.
Ancak, yüce Allah'ın: "Kulunu geceleyin... götüren münezzehtir"
buyruğu bunu reddetmektedir. Uykuda gerçekleşen bir olay hakkında
"geceleyin yürüten" tabiri kullanılmaz. Aym şekilde gözle görmeye de
ileride bu sûrede açıklaması geleceği üzere "rüya" denilir. Konu ile
ilgili sabit haberlerde İs-rântn, beden ile gerçekleştiğine açık bir delâlet
vardır. Eğer, aklen yüce Allah'ın kudreti çerçevesinde caiz (mümkün) görülen
herhangi bir hususa dair haber varid olacak olursa, -özellikle de harikulade
olayların gerçekleştiği dönemde bu söz konusu ise- onu inkâra kalkışmanın bir
yolu yoktur. Peygamber (sav)'ın bir çok mi'racları vardır. Bunlardan
bazılarının rüya ile olma ihtimali uzak değildir. O bakımdan, Hz. Peygamberin,
sahih hadiste yer alan: "Beyt'in yanında uyku ile uyanıklık arasında
bulunduğum bir sırada...'[14]
hadisi de buna göre yorumlanır. Diğer taraftan, İsrânin gerçekleşmesinden sonra
tekrar uykuya geri döndürülmesi ihtimali de vardır. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
[15]
İlim adamlarının, bu
hususta da görüş ayrılığı vardır. Bu hususta İbn Şi-iıab'dan farklı rivayetler
gelmiştir. Musa b, Ukbe'nin O'ndan rivâyef elliğine göre, Hz. Peygamber'in
Beylü'l-Makdis'e İsra hadisesi, hicret İçin Medine'ye çıkışından bir sene önce
gerçekleşmiştir. Yunus'un, ondan (İbn Şi-hab'dan), onun Urve'den, onun Âişe'den
rivayetine göre İse üz. Âişe şöyle demiştir: Hadice (r.anha) namaz farz
kılınmadan önce vefat etmiştir. İbn Şi-lıab da der ki: Bu, peygamber (sav)'a
peygamberlik görevinin verilişinden yedi yîl sonra olmuştur.
el-Vakkasî'nİn, İbn
Şîhab'dan rivayetine göre o şöyle demiştir: Hz. Peygambere, peygamberliğin
verilişinden beş yıl sonra İsrâ gerçekleşmiştir. İbn Şihab der ki: Oruç,
Bedir'den önce, Medine'de farz kılındı. Zekât ve hac yine Medine'de farz
kılındı. Şarap içmek ise Uhud'dan sonra haram kılındı.
İbn İshak der ki: Hz.
Peygamber'in, Mcscid-i Haram'dan, Mescid-i Aksâ'ya
ki o aynı zamanda Beytü'l-Makdis'tir- İsra hadisesi
İslâm'ın Mekke'de kabileler arasında yaygınlık kazandığı dönemde
gerçekleşmiştir. Yunus b. Bukeyr ise ondan şöyle dediğini rivayet etmekledir.
Hadice (r.anlıa) Peygamber (sav) ile birlikte namaz kılmıştır. İleride bu
rivayet gelecektir.
Ebu Ömer (b.
Abdi'1-Berr) der ki: İşte bu da İsrâ'nın hicretten birkaç yıl önce
gerçekleştiğini göstermektedir. Çünkü Hz. Hadice, hicretten beş yıl önce vefat
etmiştir. Üç ve dört yıl önce vefat ettiği de söylenmiştir. İbn İshak'ın
kanaati ise, İbn Şîhab'ın kanaatinden farklıdır Bununla birlikte -az önce geçtiği
üzere- îbn Şihab'dan konu ile ilgili farklı rivayetler de gelmiş bulunmaktadır.
el-Harbî şöyle der:
isra, hicretten bir sene Önce Rebiülahir ayının 27. gecesi gerçekleşmiştir.
Ebu Bekr Muharnmed b. Alî b. el-Kasım ez-Zehebî ise "Tarihinde şöyle
demektedir: İsra, Mekke'den Beytü'l-Makdis'e olmuştur. Oradan da semaya uruc
tahakkuk etmiştir ve bu Peygamber (sav)'ın peygamber olarak gönderilişinden
onsekiz ay sonra gerçekleşmiştir. Ebu Ömer der ki: Ben, siyer bilginlerinden
ez-Zehebî'nin naklettiği bu görüşü belirtmiş bir kimse olduğunu bilmiyorum. O,
bu sözünü siyer bilginleri arasından, bu ilmin kendisine izafe edildiği
kişilerden her hangi bir kimseye isnad etmediği gibi, bu konuda görüşü
öbürlerinin kanaatine karşı delil gösterilebilecek bir kimseye de ref etmiş
(senediyle zikretmiş) değildir.
[16]
Namazın farz kılınışı
İle farz kılındığı esnadaki namaz şekline gelince, bunun, Mekke'de, Hz.
Peygamber'in semaya mi'rac'a yükselişi esnasında, İsrâ-nın gerçekleştiği gece
farz kılındığı hususunda ilim ehli ile siyer bilginleri arasında görüş
ayrılığı yoktur. Bu husus, Sahih (i Buhârî ve Müslim) de ve başkalarında
açıkça ifade edilmiştir.
Ancak, namazın farz
kılındığı esnadaki şekli hususunda görüş ayrılığı vardır. Âişe (r.anha)'den
gelen rivayete göre, namaz ikişer rekat olarak farz kı-hnmıştîr. Daha sonra
ikâmet halindeki namaza İki rekat daha ilave edilerek dörde tamamlandı,
yolculuk halindeki namaz da İki rekat olarak olduğu gibi bırakıldı. eş-Şa'bî,
Meymun b. Melıran Muhammed b, tshak da böyle demişlerdir.
eş-Şa'bî, akşam namazı
bundan müstesnadır derken, Yunus b, Bukeyr de şöyle demektedir: İbn İshak dedi
ki: Daha sonra Cibril (a.s), Peygamber (savVa İsrâ gecesi namaz Hz. Peygambere
farz kılındığında Hz. Peygamber'in yanına geldi ve vadinin bir tarafına ayak
topuğunu vurdu, oradan bir su fışkırdı. Cibril, abdest alırken, Muhammed
(sav)'da ona bakıyordu. Yüzünü yıkadı, burnuna su verdi, ağzına su alarak
çalkaladı. Başına, kulaklarına mesh ettikten sonra topuklarına kadar da
ayaklarını (yıkadı) ve ön tarafına da su serpti. Daha sonra kalktı, iki rekat
namaz kıldı ve bu iki rekatte de dört defa secde etti. RasÛİullah (sav) geri
döndüğünde, Allah gözüne aydınlık vermiş, ruhu hoşnut olmuş ve yüce Allah'ın
emrinden sevdiği bir husus kendisine gelmiş halde döndü. Hz. Hadice'nin
elinden tutarak bu pınara geldi. Tıpkı Hz. Cebrail'in abdest aldığı gibi o da
abdest akit. Sonra iki rekat ve iki re-kalte de (toplam) dört secde yapmak üzere
-Hz. lladice ile birlikte- namaz kıldı. Daha sonra Hz. Hadiee ile birlikte
namaz kılıyorlardı.
Yine İbn Abbas'tan
rivayet edildiğine göre namaz, ikamet halinde dört rekat, yoiculuk halinde de
iki rekat olarak farz kılındı. Nâfi' b. Cübeyr ile el-Hasen b. Ebİ'l-Hasen
ei-Basrî de böyle demişlerdir İbn Cüreyc'in görüşü de budur. Peygamber
(sav)'dan da buna uygun rivayetler nakledilmiştir. Bu konuda rivayette
bulunanlar, Cebrail (a.s)'in, İsrâ'nm gerçekleştiği gecenin sabahında zevale
doğru İndiği ve Peygamber (sav)'a namazı ve vakitleri öğrettiği hususunda
görüş ayrılıkları yoktur.
Yunus b. Bukeyr de
Ebu'l-Muhacir'in azadhsı Salim'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Meymun
b. Mehran'ı şöyle derken dinledim: Namaz, ilkin ikişer rekât farz kılındı. Daha
sonra Rasûlullah (sav) döıt rekât kıldı ve bu bir sünnet oldu. Böylelikle
namaz, misafire (iki rekât) olarak karar oldu ve bu haliyle de namaz tamamdır.
Ebu Ömer (b.
Abdi'l-Ber) der ki: Bu delil olarak gösterilemeyecek türden bir isnaddır. Onun;
"Bu böylece bir sünnet oldu sözü" münker bir ifadedir. Aynı şekilde
eş-Ş;ı binin yalnızca akşam namazını istisna edip sabahı söz konusu
etmemesinin de bir anlamı yoktur. Müslümanlar akşam namazı ile sabah namazı
müstesna olmak üzere, ikâmet halindeki namazların farzlarının dört rekât
olduğunu icma İle kabul etmişlerdir. Onlar bunu ancak amelî olarak ve oldukça
yaygın bir nakil ile bilmişlerdir. Bu konuda ilk ve asıl farzın kaç rekât
olduğu hususundaki görüş ayrılıklarının kendilerine hiçbir zararı olmaz.
[17]
Ezan'a dair
açıklamalar -yüce Allah'a hamd olsun- el-Mâide Sûresi'nde (5/58. âyet, 2.
başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Ali İmnın Sûre-si'nde (3/97. ayet,
1. başlıkta) ise, yeryüzünde (Allah'a ibadet için) yapılmış ilk mescidin
Mescid-i Haram olduğu, ondan sonra da Mescid-i Aksa olduğu
geçmiş bulunmaktadır. Bu iki mescid arasında da kırk
yıllık bir süre bulunduğu ise, Ebu Zerr yoluyla gelen hadisten
anlaşılmaktadır. Hz. Süleyman'ın Mescid-İ Aksâ'yı bina edip ona dua etmesi ile
ilgili rivayet de, Abdullah b. Amr yoluyla gelen hadiste zikredilmektedir. Bu
iki hadisin bir arada nasıl aiv taşıtacağına dair açıklamalar da orada geçmiş
bulunduğundan, bu konu için oraya başvurulabilir, burada o bilgileri bir daha
tekrarlamanın bir anlamı yoktur.
Burada, Hz.
Peygamberin:
"Üç mescid
dışındaki (mescidkre.) yükler bağlanmaz: Mescid-i Haram'a, Benim bu mescidime
ve İlyâ mescidine yahut Beytü'l-Makdis'e."[18] Bu
hadisi İmam Malik, Ebu Hureyre yoluyla rivayet etmiştir.
Bu hadiste bu üç
mescidin sair mescidlerden daha faziletli olduğuna delil teşkil eden ifadeler
vardır. Bundan dolayı ilim adamları şöyle demişlerdir: Bir kimse, ancak
yolculukla veya binek sırtında ulaşabileceği bir mescidde namaz kılmayı
adayacak olursa, böyle bir adağı yerine getirmesin, kendisine yakın olan
mescidde namaz kılsın. Bundan tek istisna, sözü edilen üç nıes-ciddir.
Bunlardan herhangi birisinde namaz kılmayı adayan bir kimse, bu mes-cidlerde
namaz kılmak üzere yolculuğa çıkar.
İmam Malik ve ilim
ehlinden bir topluluk da, düşmana karşı bir serhad karakolunda (ribatıa) ribat
yapmayı adayan bir kimsenin, böyle bir ribatın bulunduğu yerde bu adağını
yerine getirmesi gerekir. Çünkü böyle bir iş, yüce Allah'a bir itaattir.
Ebu'l-Bahterî ise, bu
hadisin rivayetinde "el-Cened mescidini" de İlave etmiştir. Ancak bu
ifade sahih değildir ve uydurmadır. Buna dair açıklamalar, bundan önce
Kitabımızın Mukaddime bölümünde geçmiş bulunmaktadır.
[19]
Yüce Allah'ın:
"Mescld-i Aksâ'ya" buyruğunda bu mescide "el-Aksâ" niteliğinin
veriliş sebebi, onun İle Mescid-i Haram arasındaki uzaklıktır, O gün ziyaret
ile tazim olunan yeryüzünde Mekkelilere en uzak mescid o idi. Daha sonra yüce
Allah: "Çevresini mübarek kıldığınız" diye onu nitelemektedir.
Denildiğine göre bu mübarek kılış, mahsullerle ve akan ırmaklarla İdi. Bir
diğer görüşe göre ise, etrafında defnedilmiş bulunan peygamber ve sa-lihlerle
mübarek kılınmıştır. Mukaddes kılınması da bundan dolayıdır.
Muâz b. Cebel de
Peygamber (sav)'dan şöyle buyurduğunu rivayet etmekledir: "Yüce Allah
buyuruyor ki: Ey Şam, sen Benim ülkelerimin en seçkinisin. Ve Ben, sana doğru
kullarımın en seçkinlerini gönderiyorum. "[20]
"Ona
âyetlerimizden bazısını gösterelim diye" buyruğu hitabın
çeşitlen-dirilmesi[21]
kabilindendir. Yüce Allah'ın, ona göstermiş olduğu ve insanlara bildirdiği
hayret verici âyetler ile Mekke'den Mescid-i Aksâ'ya -bir aylık mesafe
olmasına rağmen- bir gecede geceleyin yürütülmesi, semaya urucu (yükselişi) -Müslim'in
Sahihi'nde ve di gederinde sabit olduğu üzere- bütün peygamberleri teker teker
nitelikleriyle anlatması, işte bu âyetler arasındadır.
"Şüphesiz ki O,
işitendir, görendir." Buna dair açıklamalar daha önceden (en-Nisâ, 4/58.
âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
[22]
2. Biz,
Musa'ya da kitabı verdik. Ve onu: "Benden başka hiç bir vekil
edinmeyin" diye İsrailoğullarına bir hidâyet kıldık.
Yani, Muhammed
(sav)'a, mi'raci lütfettiğimiz gibi, Musa'ya da kitabı yani Tevrat'ı vermek
suretiyle lütuf ta bulunduk. "Ve onu" yani o kitabı "...bir
hidâyet kddık."
Burada hidâyet
kılınanın Hz. Musa olduğu söylendiği gibi, buyruğun anlamının şöyle olduğu da
söylenmiştir: Kulunu geceleyin götüren de, Musa'ya kitabı veren de
münezzehtir. Böylelikle yüce Allah, gaip ifadeden sonra kendi zatı hakkında
haber vermek şeklindeki ifadeyi kullanmaktadır.
Şöyle de denilmiştir: Kulunu
geceleyin götüren münezzehtir" buyruğu: anlamı: Biz onu geceleyin
yürüttük, anlamındadır. Buna, ondan sonra gelen yüce Allah'ın; "Ona
âyetlerimizden bazısını gösterelim diye" buyruğu buna delildir. O halde:
"Biz, Musa'ya da kitabı verdik" buyruğu da bu manaya göre böyle
zekredilmiştir.
Edinmeyin diye"
buyruğunu Ebû Amı; şeklinde "ya" ile ("edinmesinler diye"
anlamında) okumuştur, diğerleri ise "te" ile okumuşlardır. O
takdirde ("ya" ile okunması halinde) hitabın çeşitlendirilmesi kabilinden
olur.
"Vekil",
Mücahid'den nakledilen görüşe göre ortak anlamındadır. İşlerini üstlenecek
kefil diye de açıklanmıştır ki, bunu da el-Ferrâ nakletmektedir. İşlerinde
kendisine tevekkül edecekleri bir Rab, diye de açıklanmıştır ve bu açıklamayı
ei-Kelbî yapmıştır. ei-Ferra "kâfi" demektir, demiştir.
İfadenin takdiri şöyle
olur: "Biz ona kitapta, Benden başka bir vekil edinmeyin diye
emrettik." Takdirin: Edinmemeniz için... anlamında olduğu da söylenmiştir.
Vekil işin kendisine havale edildiği, bırakıldığı kimse demektir.
[23]
3. (Ey) Nuh
ile birlikte taşıdıklarımızın soyundan gelenler! Şüphesiz o, çok şükreden bir
kuldu.
Bu buyruk, nida olmak
üzere: Ey Nuh ile birlikte taşıdıklarımızın soyundan gelenler! takdirindedir.
Bu açıklamayı Mücahid yapmış, İbn Ebi Necilı de bu açıklamayı ondan rivayet
etmiştir.
Zürriyet (soydan
gelen!er)'den kasıt, Kur'ân-ı Kerîm'in kendisine karşı de-lü getirdiği
herkestir. Bunlar da, yeryüzünde bulunan bütün insanlardır. Bu açıklamayı
el-Mehdevî yapmıştır. el-Maveıdi de der ki: Bu buyrukla Hz. Musa İle
İsrailoğullarından gelen onun kavmi kastedilmektedir. Buyruğun anlamı da; Ey
Nuh ile birlikte taşıdıklarımızın soyundan gelenler! Allah'a ortak koşmayınız,
şeklindedir.
"Nûh" (a.s) dan
söz edilmesi, alaları üzerindeki boğulmaktan kurtulma nimetini onlara
hatırlatması içindir. Süfyan'ın Humeyd'den, onun, Mücahidden rivayetine göre,
Mücahid -'zürriyet" kelimesini-: şeklinde "üe" harfi üstün,
"ra" ve "ye" harflerini de şeddeli okumuştur. Bu kıraati
aynı zamanda Âmir b. el-Vacid, Zeyd b. Sabit'den rivayet etmiştir. Yine Zeyd b.
Sabit'den, bu kelimeyi; şeklinde "zel" harfini esreli, "re"
harfini de şeddeli olarak okuduğu da rivayet edilmiştir.
Diğer taraftan H2.
Nuh'un, Allah'a, nimetlerine karşı çokça şükreden ve hayrı ancak Allah'dan
bilen, çok şükredici bir kul olduğunu beyan etmektir. Katade der ki: Hz. Nuh,
bir elbise giydiğinde: Bismillah der, onu çıkardığında da: Elhamdülillah
derdi. Ma'mer de ondan böyle dediğini rivayet etmiştir. Yine Ma'mer,
Mansur'dan, o, İbrahim'den şöyle dediğini rivayet eder: Hz. Nuh'un şükrü şuydu;
O, yemek yedi mi, bismillah derdi. Yemek yemeyi bitirdi mi de: Elhamdülillah,
derdi.
Selman-ı Farisi dedi
ki: (Hz. Nuh'un çok şükreden bir kul olduğunun söz-konusu edilmesi) yemek
yedikten sonra yüce Allah'a lıamd etmesi idi. İm-ran b Süleym de der ki: Hz.
Nuh'a çok şükreden bir kul denilmesinin sebebi, yemek yedikten sonra,
"dilerse hiç şüphesiz beni susuz bırakabilecek olan, ama bununla birlikte
bana yemek yediren Allah'a uamd olsun" demesi; bir şey içtikten sonra da:
"Dilerse hiç şüphesiz beni aç bırakabilecek olan, bununla birlikte de
bana içiren Allah'a lıamd olsun' bir şey giydiğinde de: "Dilerse hiç
şüphesiz beni çıplak bırakabilecek olan, bununla birlikte beni giydiren
Allah'a hamd olsun"; ayağına bir şey giydiği vakit de: "Dilerse ayaklarım!
çıplak bırakabilecek olan, bununla birlikte de ayağıma giyecek bir şey ihsan
eden Allah'a hamd olsun"; def-i hacette bulunduktan sonra ise:
"Dile-seydi bunu içimde bırakabilecek olan, bununla birlikte bu rahatsı?
edici şeyleri benden çıkartan Allah'a hamd olsun..," demesi idi,
Âyet-i kerimenin
anlatmak istediği şudur: Siz, Nuh'un soyundan gelen kimselersiniz. Nuh İse çok
şükreden bir kul idi. Cahil atalanndansa ona uymanız size daha yakışan bir
tutumdur.
Anlamın şöyle olduğu
da söylenmiştir: Allah, Hz. Musa'yı, Nuh'un soyundan kıldığı için o Allah'a
çok şükreden bir kuldu. Şöyle de açıklanmıştır: Buradaki "soyundan
gelenler" ifadesinin, "edinmeyin" fiilinin ikinci mefulü,
"bir vekil" buyruğu ile de çoğulun kastedilmiş olma ihtimali vardır.
Bu, her iki kıraate, -yani; Edinmeyin" buyruğunun "ye ve te" ile
okunması kıraatlerini kastediyoruz- uygundur. Aynı şekilde yine her iki
kıraatte de "soyundan gelenler" ifadesinin yüce Allah'ın:
"Vekil" buyruğundan bedel olması mümkündür, çünkü çoğul
anlamındadır. Şöyle buyurulmuş gibidir: Ey Nuh ile birlikte taşıdıklarımızın
soyundan gelenler... başka hiç bir vekil edinmeyin.
"Soyundan
gelenler" anlamındaki kelimenin, "kastediyorum ve onu övüyorum"
anlamındaki tüllerin takdirleri ile nasb edilmesi de mümkündür. Çünkü Araplar,
övmek ve yermek kastıyla söyledikleri isimleri nasb edebilirler. "Soyundan
gelenler" anlamındaki ifadenin, fiilini "ya" ile okuyanların
kıraatine göre, zamirden bedel olarak reP ile okunması da mümkündür.[24]
Ancak böyle bir açıklama, bu fiili "te" ile okuyanlara göre güzel
olmaz. Çünkü gaib muhatabdan bedel
yapılmaz.
Diğer taraftan
"soyundan gelenler" anlamındaki kelimenin, her iki okunuşa göre
Israiloğullarından bedel olarak cer ile okunması da mümkündür[25]
Yüce Allah'ın:
Edinmeyin diye..." buyruğunda yer alan;...me..." ise, "ya"
ile okuyanların kıraatine göre cer edatının lıazfi ile nasb mahallindedir ve
İfade: Edinmesinler diye Biz onlara hidâyet verdik, takdirinde olur.
"Te" ile okuyuşa göre ise, bunun zaid gelmesi ve "söylemek"
anlamındaki fiilin de -önceden geçtiği gibi- takdir edilmiş olması da mümkündür.
(Biz onlara vekil edinmeyin dedik, anlamına gelir.) Bunun, açıklayıcı
(müfessire) ve "yani" anlamında olması ve i'rabta bir mahallinin
bulunmaması da mümkündür. Bu durumda; edatı da'nehiy İçin olur ve bu takdirde
ifade, haber kipinden nehye geçiş yapmış olur.
[26]
4. Biz,
kitapda İsrailoğullarına şunu hükmettik: "Siz yeryüzünde iki defa fesat
çıkaracak ve muhakkak alabildiğine büyükleneceksiniz."
Yüce Allah'ın;
"Biz, kitapda İsrailoğullarma şunu hükmettik buyruğun -daki
"kitap" lafzım, Said b. Cübeyr ve Ebu'l-Âliye, çoğul olarak;
Kitaplarda" diye okumuşlardır. Bununla birlikte bazen tekil lafzı ile
çoğul anlamı kastedilebilir. O takdirde her iki kıraatin de anlamı bir olur.
Hükmettik" buyruğu, İbn Abbas'ın açıklamasına göre bildirdik, haber
verdik demektir. Katade, hükmettik diye açıklamıştır. Çünkü kadâ (hükmetme)
nin asıl anlamı, bir şeyi sağlam yapmak (ilıkâm) ve onu bitirmek demektir.
Bunun, valıyettik anlamında olduğu da söylenmiştir. Bundan dolayı yüce Allah:
İsraİloğuIlarına..." diye buyurmuştur.
Katade'nin
açıklamasına göre Üzerine, hakkında"
anlamında
olur. Yani, Biz, onlar hakkında şunu hükmettik demek olur. İbn Abbas da böyle
bir açıklamada bulunmuştur. "Kitap'dan kasıt ise Levh-i Mahfuz'dur.
"Siz,
yeryüzünde" yani Şam, Beytü'l-Makdis ve onlara yakın olan yerlerde.
"İki defa fesat çıkaracak(siniz)" buyruğundaki; Sîz... fesat
çı-karacakCsiniz)" anlamındaki kelimeyi İbn Abbas, Siz... İfsad edileceksiniz"
şeklinde, İsa es-Sakafî ise, Siz fesat bulacaksınız" diye okumuşlardır.
Her iki -kıraatin anlamı da birbirine yakındır-: Çünkü ifsad olundukları
takdirde kendileri de fesad bulurlar. Fesad'tan kasıt ise Tevrat'ın hükümlerine
muhalefet etmektir.
"Ve muhakkak
alabildiğine büyükleneceksiniz." Büyüklük taslayacak, haddi aşacak,
azgınlaşacak, ileri gidecek, galip gelecek ve haksızlıklarda bulunacaksınız,
demektir. "(JUJj ja_iü ): Fesat çıkaracak ve... büyüklenecek-siniz"
anlamındaki fiillerin başına gelen "lâm", önceden de geçtiği Üzere
gizli bir kasemi göstermek üzere gelen "lâm"lardır.
[27]
5. İşte o
ikisinden birincisinin vakti gelince, üzerinize çok güçlü kullarımızı
gönderdik. Onlar da evlerin aralarına kadar girip araştırdılar. Bu, yerine
getirilmiş bir vaad idi.
"İşte o ikisinden
birincisinin vakti gelince" yani, onların çıkaracakları iki fesattan
birincisinin vadesi gelince, "üzerinize çok güçlü kullarımızı gönderdik"
buyruğunda kastedilenler, Babillilerdir. Birinci seferinde İrmiya'yı yalanlayıp,
yaralamaları ve hapse atmaları üzerine bu gönderilenlerin başında Buhtnassar
vardı. Bu açıklamayı İbn Abbas ve başkaları yapmıştır.
Katade de şöyle
demektedir: Üzerlerine Calût gönderildi, o da onları öldürdü. Calût ve kavmi,
güçlü olan kimselerdi.
Mücahid de şöyle
demiştir: Parslardan bir grup asker, durumlarını tecessüs edip öğrenmek üzere
yanlarına geldi. Beraberlerinde Buhtnassar da vardı. Diğer arkadaşları
arasından söylediklerini o anladı. Daha sonra, herhangi bir savaş olmaksızın
Fars diyarına geri döndüler. İşte bu, ilk seferinde olmuştu. Ve bu sırada
evlerin aralanna kadar girmeleri söz konusu olmuştu, fakat savaş olmamıştı.
Bunu, el-Kuşeyrî Ebu Nasr nakletmektedir.
el-Mehdevî'nin,
Mücahid'den naklctüğine göre ise, Buhtnassar üzerlerine geldi, ama
İsrailoğullan onu yenilgiye urattı. Sonra ikinci defa üzerlerine geldi, bu
sefer onları öldürdü ve yurtlarını yıkıp tahrip etti. Bunu, İbn Ebi Necih
Mücahid'den rivayet etmiş olup, en-Nehhâs da nakletmiş bulunmaktadır.
Muhammed b. İshâk da
uzunca naklettiği bir haberde şöyle demektedir: Bozguna uğrayan ve yenilen
kişi, Babil hükümdarı Senhârib idi. Senhârib, beraberinde altı yüz bin sancak
ile geldi. Her bir sancağın altında yüz bin süvari vardı. Beytü'l-Makdis'in
çevresinde ordugâhını kurdu. Yüce Allah, onu bozguna uğrattı ve Senârib ile
onun yazıcılarından beş nefer müstesna hepsi öldü. O sırada adı Sıddîka olan,
İsrailoğullannın hükümdarı, Senhârib'i ta-kib etmek üzere asker gönderdi ve
Senârib beş askeri ile birlikte yakalandı. Bunlardan birisi Buhtnassar idi.
Boyunlarına zincirler vuruldu ve yetmiş gün süre üe Beytü'l-Makdis ile Ilya
çevresinde onları dolaştırıp durdu. Onların her birisine iki arpa ekmeği
veriyordu. Sonra onları serbest bıraktı, onlar da geri döndüler. Yedi yıl
sonra Senârib öldü, onun yerine Buhtnassar geçti. İsraİloğullan arasında kötü
olaylar artık durdu. Haram şeyleri helal bildi-ler, peygamberleri Şi'ya'y»
öldürdüler. Buhtnassar üzerlerine geldi, askerleriyle birlikte
Beytü'l-Makdis'e girdi. İsrailoğullnnnı bitirip tüketinceye kadar öldürdü.
tbn Abbas ve İbn
Mes'ud dedi ki: İlk fesat, Hz. Zekeıiya'mn öldürülmesi idi. îbn İshak da der
ki: Birinci seferki bozgunculukları, Allah'ın peygamberi Şi'ya'yı, ağaç içinde
iken öldürmeleridir. Şöyle ki; Hükümdarları Sıddîka ölünce, işlerinin düzeni
bozuldu ve hükümdarlık için birbirleriyle yarışa girdiler. Peygamberlerinin
sözlerine kulak asmadılar. Yüce Allah, Peygambere: sen, kavmine konuşma yapmak
üzere ayağa kalk, Ben de senin vasıtanla onlara vahiy indireceğim, dedi. Yüce
Allah'ın ona vahyettikleri bitince, onu öldürmek üzere üzerine yürüdüler. O da
onlardan kaçtı. Önünde bir ağaç açı-lıverdi, o da ağacın içine girdi. Şeytan,
arkasından yetişip elbisesinin bir tarafını çekiverdi ve o elbise parçasını
görmelerini sağladı. Bunlar da bir testere getirerek ağacın ortasına
yerleştirdiler. Ağacı testere üe biçtiler, sonunda onû ikiye böldüler.
Peygamberleri de ağacın içinde iken kesmiş oldular. İbn İshak'ın naklettiğine
göre ilim adamlarından birisi ona şunu haber vermiş: Hz. Zekeriya öldürülmeyip
ölmüştü. Öldürülen kişi Şi'yâ peygamberdir.
Said b. Cübeyr de,
yüce Allah'ın: "Üzerinize çok güçlü kullarımızı gönderdik, onlar da
evlerin aralarına kadar girip araştırdılar" buyruğu hakkında şöyle
demiştir: Burada kastedilen kişi, Musul'daki Babil hükümdarı ve Ninovalı
Senârib'dir. Bu ise, îbn İshak'ın dediğinden farklıdır. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır
Bir başka görüşe göre
burada kastedilen kişiler Amalikalılardır. Bunlar kâfir idiler. Bunu el-Hasen
söylemiştir.
Fesat ettiler, kötüîük
işlediler, öldürdüler (mealde; girip araştırdılar)" demektir. Aynı
şekilde ile fiilleri de bu anlamdadır. Bu açıklamayı İbn Aziz yapmıştır.
el-Kutebî'nin görüşü de böyledir. îbn Abbas ise bunu; şeklinde noktasız
"ha" ile okumuştur. Ebu Zeyd dedi ki: ile, hep aynı manada olup
geceleyin etrafı kuşatmak, baskın yapmak anlamındadır. el-Cevherî de der ki:
lafzı, Evlerin aralarına kadar girip araştırdılar" cümlesindeki fiilin
mastarıdır. Yani, evlerin aralarına girerek orada ne varsa araştırıp durmaya
çalıştılar. Tıpkı bir haber almak, bulmak isteyen kimsenin yaptığı gibi. da
aynı anlamdadır. ise, geceleyin ge!en tufan demektir. Ebu Ubeyde'nin görüşü
budur.
et-Taberi der ki:
Onlar, evlerin aralarını dolaşarak onlan yakalayıp giderken de gelirken de
öldürüyorlardı. O, bu açıklamalarıyla dilcilerin konu ile ilgili bütün
görüşlerini bîr arada zikretmiş olmaktadır. İbn Abbas der ki: Evler ve
meskenler arasında yürüdüler, gidip-geldiler demektir. el-Ferrâ da: Sizi,
evleriniz arasında öldürdüler, diye açıklamış ve Hassan'ın şu beyitini
nak-letmişîir:
"Muhanuned'in
kılıcı ile, (düşman ile) karşılaşıp da
O askerler arasında
düşmanları öldüren kişi bizdendir."
Kutrub da: Bu,
indiler, anlamındadır, der ve şu beyiti nakleder:
"Biz, silah
zoruyla onların yurtlarına indik.
Ve onların ileri
gelenlerini zincire vurarak geri döndük."
"Bu, yerine
getirilmiş bir vaad İdi." Yani, yerine gelecek ve asla değiştirilmeyecek
bir hüküm idi.
[28]
6. Sonra
size, bunlara karşı tekrar üstünlük verdik. Mallarla, oğullarla yardımınıza
yetiştik. Sayınızı da çoğalttıkça çoğalttık.
"Sonra sîze,
bunlara karşı tekrar üstünlük verdik." Yani siz, tevbe ve itaate yöneldikten
sonra sizi onlara karşı üstün bir konuma çıkardık, galip gelmenizi sağladık.
Denildiğine göre bu, Hz. Davud'un, Calût'u veya bir başkasını öldürmesiyle
olmuştur ki, onların düşmanlarını öldürenin kimliği hususundaki görüş
ayrılıklarına göre bu "üstün gelme" izalı edilir.
"Mallarla,
oğullarla yardımınıza yetiştik" ve sonunda eski halinize gelmenizi
sağladık. "Sayınızı da çoğaltıkça çoğalttık." Düşmanınızdan daha kalabalık
ve daha fazla askere sahip oldunuz.
"Nefir"
kelimesi kişinin aşiretinden kendisi ile birlikte savaşa çıkan kimselere
denilir. Bunu anlatmak için de "Nefir" ile "Nâfıp" denilir.
Kadir ile Kadir kelimeleri gibi kullanılır. Bununla birlikte "nefir"
kelimesinin "nerV'in çoğulu olması da mümkündür. Kelîb (in Kelb'in), Maîz
(kelimesinin Ma'z'ın), Abîd (kelimesinin Abd'in çoğulu olduğu) gibi. Şair de
şöyle demiştir:
"Baba (lan)
itibariyle Kahtan (lılar) ne kadar üstündür!
Hîmyerliler de savaşa
çıkan kimseler (nefîr) olarak ne de •üstündürler!7'
Buyruğun anlamı şudur:
Onlar, bu ilk olaydan soma birbirlerine daha bir katıldılar, daha çok
birbirlerinin yardımcısı oldular. Hallerini daha bir düzelttiler. Bu da yüce
Allah'ın, itaate dönüşlerine karşılık onlara bir mükâfatı idi.
[29]
7. Eğer
iyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz, kendi
(aleyhi)nize. Artık diğerinin vakti gelince kederiniz yüzünüzden belli olsun,
Mescid'e ilk defa girdikleri gibi girsinler ve üstünlük sağlayıp da ele
geçirdikleri her şeyi mah-vettlkçe etsinler diye.
"Eğer iyilik
ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz." İyiliğinizin faydası size
ait olacaktır.
"Kötülük
ederseniz kendinize" Kendi aleyhinize demektir. Bu, bir kimsenin: Selam
sana deyip de; Selâm üzerine" anlamına gelmesi gibidir. Şair de buna
benzer olarak şöyle demiştir:
"Ve aonra da
elleri ve ağzı üzerine yıkılmış olarak düştü."
Görüldüğü gibi burada
"lam" harfi: “Üzerine" anlamında kullanılmıştır.
et-Taberî şöyle
demektedir: Buradaki "lam"; anlamındadır. Yani, Eğer kötülük işlerseniz onadır." Bu da;
kötülük ona döner, demektir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir."
(cz-Zilzal, 99/5) Burada da "lam" harlı...e, a anlamındadır.
Şöyle de
açıklanmıştır: Amelinin karşılığı ve cezası ona aittir, demektir, el-Hüseyn b.
el-Fadl da şöyle demektedir: Onun, kötülükleri bağışlayan bir Rab-bi vardjr.
Diğer taraftan bunun,
İşin ilk başında Israiloğullarına yöneltilmiş bir hitap olma ihtimali de
vardır. Yani siz, önce kötülük ettiniz, o bakımdan öldürüldünüz, çoluk
çocuğunuz esir alındı, yurdunuz tahrib olundu. Sonra iyilikte bulundunuz, o
bakımdan tekrar hükmünüz, üstünlüğünüz size geri döndü ve haliniz de düzeldi.
Bu hitabın, Peygamber
(sav) dönemindeki israiloğullarına yöneltilmiş olma ihtimali de vardjr: Yani
siz, geçmişlerinizin isyanları karşılığında cezayı hak etmiş olduklarını
biliyorsunuz. O bakımdan (aynı şeyi yaparsanız) o cezanın bir benzerini siz de
beklemelisiniz.
Ya da bu anlamda
Kureyş müşriklerine yönelik bir hitap olma ihtimali de vardır. .
"Artık
diğerinin" yanı, ikinci fesat çıkartmanızın "vakti gelince..."
Bu, onların ikinci defada Hz. Zekeriya'nın oğlu ÎIz. Yahya'yı öldürmeleri
sırasında olmuştu. Hz. Yahya'yı, İsrailoğullanndan Lâhet diye bilinen bir
hükümdar öldürmüştü. Bu açıklama el-Kutebî'ye attir, et-Taberi ise adının
Hircdos olduğunu söylemektedir ki, Tarih'inde bunu zikretmektedir. Bu
hükümdarı Hz. Yahya'yı öldürmeye, Ezbil adındaki bir kadın zorlamıştı.
es-Süddî der ki:
îsrailoğutlannın, Hz. Zekeriya'nın oğlu Hz. Yahya'ya
çok ikramda bulunan ve her hususla onunla istişare
eden bir hükümdarları vardı. Bu hükümdar Hz. Yahya ile, bir karısının başka bir
kocadan olma kızıyla evlenmek istediği hususunda danışınca, Hz. Yahya bu işi
yapmaması gerektiğini söyledi ve ona: Bu kız ile evlenmek sana helal değildir,
dedi. Ancak, annesi Yahya (a.s)'a bundan dolayı kinlendi. Bilahare kızına ince
ve kır-mızt renkli elbiseler giydirdi. Ona güzel kokular sürdü ve İçki içmekte
iken onu hükümdarın yanına gönderdi. Kızına, hükümdara görünmesini ve eğer
yanına gelmesini isteyecek olursa, isteğini yerine getirmedikçe ona karşı koymasını
telkin etti. Hükümdar, onun bu isteğini kabui etmesi halinde ise, Ze-keriya'nın
oğlu Yahya'nın başını altından bir leğende getirmesini istemesini söyledi.
Kız, annesinin dediklerini yaptı ve nihayet hükümdar, Hz, Zeke-riya'nın oğlu
Hz. Yahya'nın başını getirdi. Aîtın tepsi içerisinde getirilen baş, onun önüne
konulduğunda da hâlâ baş: O kız sana helal olmaz, o kız sana heial olmaz, diye
konuşuyordu. Sabahı ettiğinde "kan kaynayıp coşuyordu. Üzerine toprak attı,
yine kan toprağın üstünde kaynamaya devam etti. Kanın üzerine toprak
koydurmaya devam edip durdu ve nihayet bu kanın üzerine konulan toprak şehrin
surunun yüksekliğine erişti, yine kaynayıp duruyordu. Bunu es-Sa'lebî ve
başkaları nakletmektedir.
Hafız İbn Asâkir de
"(Dimaşk) Tarihlinde, el-Hüseyn b. Ali'den şöyle dediğini nakletmektedir:
Bu hükümdarlardan birisi ölmüş, geriye hanımını ve kızını bırakmıştı. Onun
kaidesi de kırallığını miras almıştı. Kardeşinin hanımı ile evlenmek istedi.
Bu hususta Hz. Zekeriya'nın oğlu Hz. Yahya ile danıştı. O dönemde hükümdarlar
peygamberlerin emri gereğince uygulama yapıyorlardı. Hz. Yalıya ona: Sen o
kadınla evlenme. Çünkü o, bir fahişedir, dedi. Kadın, kendisiyle evlenmekten
söz ettiğini, ancak o kimseyi kendisiyle evlenmesinden vazgeçirdiğini
anlayınca, bu kanaat sana nereden geldi, diye sordu. Nihayet bu telkinin Hz.
Yahya tarafından yapıldığını öğrenince şöyle dedi: Ya Yahya'yı öldürür yahut
da hükümdarlıktan vazgeçer. Bunun üzerine kızını süsleyip püsledikten sonra:
Herkesin huzurunda amcanın yanına git. O seni görünce seni çağıracak ve seni
yanında oturtacak. Sana, dile benden ne dilersen; benden ne istersen mutlaka
onu sana vereceğim, diyecek. Bu sözleri sana söyledi mi, sen de ona: Yahya'nın
başından başka bir şey istemiyorum, diyeceksin.
(el-Hüseyn b, Ali)
devamla dedi ki: Hükümdarlardan herhangi bir kimse ileri gelen kimselerin
önünde herhangi bir şey söyleyip de onu yerine getirmeyecek olursa, onun
hükümdarlığı elinden alınırdı. Kız, annesinin dediklerini yerine getirdi. O
bakımdan, bir taraftan Yahya'yı öldürmek isteğinden dolayı ölür gibi oluyordu,
diğer taraftan hükümdarlığından vazgeçmeyi düşünürken de ölür gibi oluyordu.
Nihayet, hükümdarlığını tercih ederek onu
öldürdü.
O ktzın annesi yerin dibine geçti. İbn Cüd'an dedi ki: Ben bunu, İl>
nü'l-Müseyyeb'e anlattım. O da bana şöyie dedi: Peki, sana Zekeriya'nın nasıl
öldürüldüğünü haber vermedi mi? Ben hayır deyince, şöyle dedi: Zeke-riya da
oğlu öldürülünce onlardan kaçıp kurtulmak istedi. Onu takip ettiler. Uzunca
gövdeli bir ağacın yanından geçti, ağaç kendisine doğru gelmesini istedi ve
rüzgârın savurduğu elbisesinin bir parçası da dışarıda kaldı. Ağaca doğru
geldiklerinde, ondan sonra Hz. Zekeriya'nın izini bulamadılar. O elbise parçası
dikkatlerini çekince, testere getirilmesini istediler, ağacı biçince, onu da
ağaçla birlikte biçmiş oldular.
Derim ki; Taberî'nin
"et-Tari,hü'l-Kebîr"mde şöyle denilmektedir: Bana Ebu Said anlattı,
dedi ki: Bize Ebu Muaviye, el-A'meş'ten anlattı. O, e!-Min-hâl'den, o, Said b.
Cübeyr'den, o, İbn Abbas'tan dedi ki: Meryem oğlu İsa, Zekeriya oğlu Yahya'yı,
havarilerden on iki kişi ile birlikte insanlara (dini) öğretmek üzere gönderdi.
Bunların yasak olduğunu bildirdikleri şeyler arasında, erkek kardeşin kızı ile
evlenmek de vardı. Hükümdarlarının ise, kendisinden hoşlandığı kızkardeşinin
bir kızı vardı... dedikten sonra bu haberi bu anlamda olmak üzere nakletti.
İbn Abbas'tan da şöyle
dediğini nakletmektedir: Zekeriya oğlu Yahya, insanlara (dini) öğretmek üzere,
havarilerden on iki kişi ile birlikte gönderildi. İnsanlara öğrettikleri
şeyler arasında kız kardeşin kızı ile evlenmemek de vardı. Hükümdarlarının ise,
bu şekilde hoşlandığı bir kız kardeşinin kızı vardı, onunla evlenmek isterdi.
Her gün mutlaka yerine getirdiği bir isteği olurdu, Bu kızın annesi, bunların
kız kardeşin kızını nikâhlamayı yasakladıklarını haber alınca, kızına şöyle
dedi: Hükümdarın yanına girdiğinde, o sana: Bir ihtiyacın var mı, diye soracak
olursa sen de, ihtiyacım Zekeriya'nın oğlu Yahya'yı boğazlamandır, diyeceksin.
Hükümdar ona: Benden başka bir şey iste deyince, kız: Hayır, senden başka
birşey İstemiyorum, dedi. Başka bir istekte bulunmaması üzerine, o da bir leğen
getirilmesini istedi. Hz. Yahya'yı da getirtti ve boğazını kesti. Kanından bir
damla yere düştü. Bu kan kaynayıp durdu ve yüce Allah üzerlerine Bulıtnassar'ı
gönderinceye kadar kaynaması devam etti. Buhtnassar da, içten içe bu kan
üzerinde, bu kan duru-luncaya kadar onlardan pek çok kimseyi öldürmeyi
kararlaştırdı. Bu kanın üzerinde onlardan yetmiş bin kişi, bir rivayete göre
ise yetmiş beş bin kişi öldürdü.
Said b. el-Müseyyeb
dedi ki: İşte bu, her bir peygamberin diyetidir. İbn Abbas'tan da şöyle dediği
nakledilmiştir: Yüce Allah, Muhammed (sav)'a şunu vahyetti: Ben, Zekeriya oğlu
Yahya karşılığında yetmiş bin kişi Öldürdüm. Ben, senin kızının oğlu
dolayısıyla da yetmiş bin kişiden aya, yetmiş bin kişi daha öldüreceğim.
Semîr b. Atiye'den de
şöyle dediği nakledilmiştir: Beytü'l-Makdis'teki kaya üzerinde yetmiş peygamber
öldürülmüştür ki, Yahya b. Zekeriya onlardan birisidir.
Zeyd b. Vâkid'den de
şöyle dediği nakledilmektedir: Ben, Yalıya (a.s)'m başını, Dimaşk mescidini
yapmak istedikleri sırada gördüm. Onun başı, doğu tarafından mihraba bitişik
kubbenin temellerinden birisinin altında idi. Teni ve saçları hiç değişikliğe
uğramaksızın olduğu gibi duruyordu.
Kurre t>. Halid'den
de şöyle dediği nakledilmektedir: Sema, Yahya b. Zekeriya ile el-Hüseyn b. Ali
dışındaki kimse için ağlamamı ştır. Sema'nın kızıllaşması onun ağia maşıdır.
Süfyan b. Uyeyne'den
dedi ki: Âdemoğlunun en çok yalnızlık çekeceği Üç yer vardır: Dünyaya geldiği
gün. O, bir üzüntü ve keder yurduna çıkıp gelir. Ölülerle beraber ilk gecesini
geçireceği vakit. O, Jıiç benzerlerini görmediği kimselere komşu olur. Bir de
öldükten sonra diriltileceği gün. O vakit de benzerini görmediği bir tablo ile
karşı karşıya kalacaktır. İşte yüce Allah, Hz. Yahya ile ilgili olarak bu üç
yerde de şöyle buyurmaktadır; "Doğduğu günde, vefatı gününde ve diri
olarak kaldırılacağı günde selâm olsun ona." (Meryem, 18/15) Bütün bu
bilgiler sözü geçen "Tarih*ien nakledilmiştir.
Son defada üzerlerine
gönderilen kişinin kim olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. Bunun,
Buhtnassar olduğu söylenmiştir.
el-Kuşeyrî Ebu Nasr böyle
demiş ve başka bir kimseden de söz etmemiştir. es-Süheylî bu sahih değildir,
demektedir. Çünkü, Hz. Yahya, Hz. İsa'nın göğe kaldırılmasından sonra
öldürülmüştür. Buhtnassar ise, Meryem oğlu İsa (ikisine de selam olsun)'dan
uzun bir süre önce yaşamıştır. İskender'den de önce yaşamıştır. İskender ile
İsa arasında üçyüz yıla yakın bir süre vardır. Ancak burada, ikinci defa ile
Hz. Şi'ya'yi öldürmeleri kastedilmiştir.
Buhtnassar o sırada
hayatta idi. İşte İsrailoğullarım öldüren, Beytü'l-Makdis'i yıkan, Mısır'a
kadar onları takip ederek oradan da çıkartan odur.
es-Sa'lebî der ki:
Zekeriya oğlu Yahya'yı öldürdükleri vakit, İsrailoğulîa-nnın üzerine giden
Buhtnassar'dır diyen kimseler, hem siyer hem de ahbar bilginlerine göre yanlış
söylemiş olur. Çünkü, bunların hepsi de Buhtnassar'ın İsrailoğullan üzerine
İrmiya döneminde Şi'ya'yı öldürmeleri üzerine gittiğini icma ile kabul
etmişler ve şöyle demişlerdir: İrmiya ve Buhtnassar'ın, Bey-tü'1-Makdis'i
tahrip ettiği dönemden, Zekeriya oğlu Yahya'nın (ikisine de selam olsun)
doğumuna kadar, 46i yıl geçmiştir. Çiinkü onlar, Beytü'I-Makdis'in
yıkılmasından, Kusek (Kiruş, Kuruş) döneminde imar edildiği zamana kadar,
yetmiş yıl geçtiğini tesbit etmişlerdir. Mescid'in imar edilişinden,
İskender'in Beytü'l-Makdis'i ele geçirdiği tarihe kadar ise 88 yıl geçtiğini
kabul ederler.
Daha sonra İskender'in hükümdarlığından
Yahya'nın doğuşuna kadar da 330 yıl geçtiğini kabul ederler.
Derim ki: Bütün
bunları da, et-Taberî, "Tarihlinde -Allalı'in rahmeli üzerine olsun-
zikretmektedir. es-Sa'lebî der ki: Bunlar arasında sahih olan, Mu-harnmed b.
îshak'ın şu naklettikleridir: Allah, İsa'yı aralarından kaldırıp onların da
Yahya'yı -bazıları ise Zekeriya'yı derler- öldürmeleri üzerine AJlah, Babil
hükümdarlarından birisini üzerlerine gönderdi. Bu hükümdarın adı Hi-redos İdi.
O, Babilliler ile birlikte üzerlerine yürüdü ve Şam'da onlara karşı zafer
kazandı. Ordularının kumandanına da şöyle dedi: Eğer Allah bana zafer verip
Beytü'l-Makdis'İ elime geçirecek olursam, kanları askerlerimin ara-sjnda
akıncaya kadar onları öldürmeye devam edeceğim. Bunun üzerine, bu şekilde
kanları akıncaya kadar israiloğullannın öldürülmesini emretti. Başkanları
Beytü'l-Makdis'c girdi ve orada kaynamakla bulunan kanlar gördü. Onlara, bu
nedir diye sorunca, şu cevabı verdiler: Bu, takdim edip de kabul olunmayan bir
kurbanın kanıdır. Seksen yıldır bizden hâlâ kabul edilmedi.
Bu sefer; Hayır bana
doğruyu söylemedim* dedi. O kanın üzerine, ileri gelenlerinden 77 kişi öldürdü,
Takat kan bir türlü dinmedi. Yetişkin çocuklarından 700 kişi getirip o kanın
üzerinde kestirdi, yine kan dinmedi. Bir daha çocuklarından ve eşlerinden 7000
kişi getirilmesini emretti. Onları da o kanın üzerine kestiği halde yine kan
dinmedi. Ey İsrailoğullan dedi. Sizden erkek, dişi öldürmedik kimse bırakmazdan
önce bana doğruyu söyleyiniz. Bundan dolayı uğradıktan sıkıntıyı görünce, şöyle
dediler: Bu, bizden bir peygamberin kanıdır. O, Allah'ı gazaplandıran pek çok
işi yapmaktan vazgeçmemizi istiyordu. Biz de onu öldürdük. İşte bu onun
kanıdır. Adı da Yahya b. Zekeriya idi. Bir göz kırpacak kadarlık bir süre dahi
Allah'a isyan etmediği gibi, bir masiyet işlemeyi de içinden geçilmemişti.
Bu sefer: İşte şimdi
bana doğruyu söylediniz dedi, secdeye kapanarak söyle dedi: İşte böyle İşler
yaptığınız için sizden intikam alınıyor. Bunun üzerine kapıların kapatılmasını
emredip şöyle dedi: Burada, Hiredos'un askerlerinden kim varsa onları dışarı
çıkartınız, israiloğullarıyla baş başa kalıp şöyle dedi: Ey Allah'ın
Peygamberi, Ey Zekeriya oğlu Yahya! Rabbtm de, Rab-bin de-senden dolayı
kavminin başına gelen bu musibeti biliyor. Onlann hepsini yok etmeden önce,
Allah'ın izniyle artık kaynaman dursun. Bunun üzerine, yüce Allah'ın izniyle
Yahya b. Zekeriya'nın kanı durdu, o da onları öldürmeye son vererek şöyle
dedi: Rabbim, gerçekten ben de İsrailoğullannın iman ettiğine iman ettim ve onu
tasdik ettim.
Yüce Allah,
Peygamberlerin ileri gelenlerinden birisine, bu başkan gerçekten samimi bir
mü'mindir, diye vahyetti. Daha sonra bu başkan şöyle dedi: Allah'ın düşmanı
Hiredos bana, kanlarınız askerlerinin arasında akıncaya kadar sizden pek çok
kimseyi öldürmemi emretti. Ben ona isyan etmem. Bunun üzerine bir hendek
kazmalarını ve deve, at, kalır, eşek, inek, koyun gibi her türiü davarlarını
getirmelerini emretti. Bunları da, kan askerin bulunduğu yere akıncaya kadar
kesti. Arkasından önceden öldürülmüş olanların getirilmesini emretti ve
öldürülen davarların üzerlerine atıldılar. Sonra da onları bu halde bırakıp
Babil'e geri döndüler. İsrailoğullan, neredeyse tama-miyie yok olup
gideceklerdi.
Derim ki: Bu hususta
nîsbeten uzun, merfu bir hadis de varid olmuştur ki, bu hadis Huzeyfe yoluyla
rivayet edilmiştir ve biz bunu "et-Tezkire" adlı eserimizde
Mehdi'nin haberleri İle ilgili bölümlerde kısım kısım kaydettik. Burada da
âyetin anlamını açıklayacak ve tefsir edecek bazı bölümleri zikredeceğiz. Ta
ki, bununla birlikte ek bir açıklamaya ihtiyaç kalmasın.
Huzeyfe dedi ki: Ey
Allah'ın Rasulü, dedim. Beytü'l-Makdis, Allah nezdin-de büyük, kadri kıymeti
oldukça yüksektir. Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "O, en üstün ve değerli
evlerdendir. Allah onu, Davud b. Süleyman (ikisine de selâm olsun) için altın,
gümüş, inci, yakut ve zümrütten bina ettirmiştir," Şöyle ki: Davud oğlu
Süleyman (a.s) onu bina edince yüce Allah, cinleri ona müsahhar kıidı. Cinler
de ona maden yataklarından altın ve gümüş getirdiler. Mücevheratı yakut ve
zümrütü getirdiler. Yine yüce Allah ona, bu çeşitli maden ve taşlardan, Beyti
bina edinceye kadar cinleri ona müsahhar kıldı. Huzeyfe dedi ki: Ben, ey
Allah'ın Rasulü dedim. Peki, bu (değerli) eşya Beytü'l-Makdis'ten nasıl alindi?
Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "İsrailoğul-ları, Allah'a asi olup
peygamberleri öldürünce Allah da üzerlerine, Mecusi-lerden olan Buhtnassar'ı musallat
etti. O, yedi yüz yıl hükümdarlık etmişti. İşte yüce Allah'ın: "İşte o
ikincisinden birincisinin vakti gelince, üzerinize çok güçlü kullarımızı
gönderdik, onlar da evlerin aralarına kadar girip araştırdılar. Bu, yerine
getirilmiş bir vaad idi" buyruğu bunu anlatmaktadır. Beytü'l-Makdis'e
girdiler. Erkekleri Öldürüp, kadınları ve çocukları esir aldıiar. Kıymetli
mallan ve Beytü'l-Makdis'te bulunan bütün bu çeşitli şeyleri toplayıp aldılar
ve yüz yetmiş bin arabaya yükleyerek bunları taşıdılar. Sonunda Babil
topraklarına götürüp bunları bıraktılar, Babil topraklarında İs-railoğullarını
hizmetlerinde kullandılar, alçatmışlaroiarak, ceza ve ibretli eziyetler ile
onları mülkiyetlerinde tuttular. Bu yüz yıl devam etti.
Daha sonra yüce Allah,
onlara merhamet buyurarak, Fars krallarından birisine, Babil'deki Mecusîlerin
üzerine yürümesini ve İsrailoğullanndan ellerinde bulunanları kurtarmasını
ilham etti, o hükümdar da, bunların üzerlerine yürüdü, Babil topraklarına
girdi. İsıailoğullarından geri kalan kimseleri, Mecusîlerin ellerinden
kurtardığı gibi, Beytü'l-Makdİs'e ait bulunan süs eşyalarının da
kurtarılmasını sağladı ve Allah bu eşyaları Ük seferinde olduğu
gibi oraya geri döndürdü ve onlara şöyle dedi: Ey
İsrailoğulları! Tekrar ma-siyetlere dönecek olursanız, biz de tekrar sizleri
esir almaya ve öldürmeye avdet ederiz. Yüce Allah'ın; "Rabbinizin size
merhamet edeceğini umabilirsiniz. Eğer dönerseniz, biz de döneriz" (İsrâ,
17/8) buyruğu işte buna işaret etmektedir. İsraİloğullan, Beytü'l-Makdis'e geri
döndüklerinde yine masiyet-iere döndüler. Allah da üzerlerine Rum hükümdan
Kayser'î musallat etti. Yüce Allah'ın: "Artık diğerinin vakti gelince,
kederiniz yüzünüzden belli olsun; Mescide ili: defa girdikleri gibi girsinler
ve üstünlük sağlayıp da ele geçirdikleri her şeyi mahvettikçe mahvetsinler
diye" buyruğu da bunu anlatmaktadır. Karada ve denizde onların üzerine
hücum etti. Kadınlarını ve çocuklarını esir aldı. Onları öldürüp mallarını ve
kadınlarını aldı. Beytü'1-Mak-dis'de ne kadar süs eşyası varsa hepsini alarak
yüz yetmiş bin arabaya yükledi ve nihayet bunları Altın Kilİsesi'ne bıraktı.
İşte bunlar, şimdi oradadırlar. el-Mehdî, bunİan oradan geri alıp
Beytü'l-Makdîs'e geri götürünceye kadar orda kalacaktır. Bu mal ise, bin
yediyüz gemi yüküdür. Bu gemüer, Yafa limanında demirleyecektir. Ve oradan
Beytü'l-Makdis'e nakledilecek ve Allah, orada öncekileri de, sonrakileri de
bir araya getirecektir..." diye hadisin geri kalan bölümlerini
nakletmektedir.'[30]
"Artık
diğerinin" iki kerenin, ikincisinin "vakti gelince" buyruğundaki
('il.) edetanın cevabı hazfedümiştir ki, bunun takdiri de: "Onları
gönderdik" şeklindedir. Buna daha önce geçen: "Üzerinize...
gönderdik" ifadesi delil teşkil etmektedir.
"Kederiniz
yüzünüzden belli olsun." Çoluk çocuğunuzun esir alınması ve öldürülmeniz
sebebiyle, kederinizin, üzüntünüzün etkileri yüzlerinizde belli olsun diye,
dernektir. Buna göre; Belli olsun" fiili, hazfedilmiş bir müteallaka
taalluk etmektedir. Kederinizin yüzünüzden okunmasını sağlayacak işleri sizlere
yapacak kullar gönderdik, anlamındadır. Burada "yüfc-ter'den kastın, ileri
gelenler olduğu da söylenmiştir. Yani o ileri gelenleri zelil etsinler,
alçaltsınlar diye.
el-Kisaî, bu kelimeyi:
Kederinizin yüzünüzden belli olmasını
sağlayayım" anlamında "nun" iie ve "hemze"yi üstün
olarak okumuştur. Bu da yüce Allah'ın, kendi zatından ta'zim ile haber veren
bir fiildir. Daha önce geçen: "Hükmettik, gönderdik, üstünlük verdik"
fiillerini nazar-ı itibara alarak böyle okumuştur. Ali'den de buna yakın bir
rivayet nakledilmiştir. Bunu da Ubeyy'in, Mutlaka belli olmasını
sağlayalım" anlamındaki "nun" ve te'kid harfi ile okuyuşu
doğrulamaktadır. Ebu Bekr, el-A'meş,
İbn
Vessâb, Hamza ve İbn Âmir ise, şeklinde "ya" ile tekil ve hemzesini
de üstün olarak okumuşlardır ki, bunu da iki türlü açıklamak mümkündür.
Birincisine göre, Allah, kederinizin yüzünüzden okunmasını sağlasın diye
anlamında, ikincisi ise, o vaad, sizin yüzünüzden kederin okunmasına sebep
olsun diye, şeklinde olur. Diğerleri ise, şeklinde "ya" ile ve
"hemze"yi de çoğul olmak üzere ötreii okumuşlardır. Yani, üzerinize
göndereceğimiz güçlü, kuvvetli kullarımız, kederinizin yüzlerinizden okunmasını
sağlasınlar diye...
"Mescid'e ilk
defa girdikleri gibi girsinler ve üstünlük sağlayıp da, ele geçirdikleri her
şeyi mahvettikçe etsinler diye" buyruğundaki; Ocrşeyi yıksınlar,
mahvetsinler" demektir. Kutrub da yıksınlar diye açıklamıştır. Şair de
şöyle demektedir:
"İnsanlar ancak
iki türlü amel ederler. Amel edenlerin birisi Bina ettiğini tahrip edip yıkar,
diğeri ise yükseltir."
"Üstünlük
sağlayıp ele geçirdikleri" yani, topraklarınızdan ellerine geçirip galip
oldukları "her şeyi mahvettikçe etsinler diye."
[31]
8.
Rabbinizin size merhamet etmesi umulur. Eğer dönerseniz, Biz de döneriz. Öyle
ya; Biz, cehennemi kâfirlere bir zindan yaptık.
"Rabbinizin size
merhamet etmesi umulur" buyruğu, kendi kitaplarında kendilerine verilen
haberlerdendir. Umulur" buyruğu, yüce Allah'tan onların sıkıntılarını
gidereceğine dair bir vaaddir. Yüce Allah bu ifadeyle vaadde bulunduğu vakit,
onu gerçekleştireceği anlamındadır. "Size merhamet etmesi." Sizden
intikam almasından sonra size merhamet etmesi "umulur." Nitekim böyle
olmuştur. Al lalı, sayılarını artırmış ve onlardan hükümdarlar var etmiştir.
"Eğer dönerseniz
Biz de döneriz." Onlar da gerçekten döndüler, Allah da
üzerlerine Muhammed (sav)'ı gönderdi. İşte onlar
küçülmüşler olarak cizyeyi Ödemektedirler. Bu açıklama İbn Abbas'tan rivayet
edilmiştir. Ancak bu, bundan önce hadiste ve başka rivayetlerde geçen görüşlere
muhaliftir, el-Ku-şeyrî der ki: Kâfirler eliyle îsrailoğullan iki defa
cezalandırıldı, müslümanlar eliyle de bir defa cezalandırıldı. Bu ise onların
tekrar fıska dönmeleri üzerine Allah'ın da azab ile onlara dönmesi sonucu
olmuştur. Buna göre, Kata-de'nin yaptığı açıklama doğru bir açıklama olarak
ortaya çıkmaktadır.
"Öyle ya; Biz,
cehennemi kâfirlere bir zindan yaptık" buyruğundaki: Kelimesi, hapis demek
olan; den gelmektedir. el-Cevherî der ki: Aleyhine olmak üzere daraltıp
sıkıştırdı ve etrafını kuşattı" demektir. Dar ve cimri"
anlamındadır. Yine bu kelime, hasır anlamına da kullanıldığı gibi, böğür
anlamına da gelir. el-Esmaî der ki: At ve develerin böğür tarafında enine doğru
görülen bir damar ile ondan yu-kari doğru böğrün bitim yerine kadar olan yerdir.
Yine bu kelime, hükümdar anlamına da gelir. Çünkü hükümdar, başkasının
görebileceği bir yerde bulunmayıp perde arkasında bulunur. Şair Lebid de der
ki:
"Ve boyun
kısımları oldukça kaim bir takım güğümler ki, Sanki anlar hükümdar kapısının
yanı başın da ayakta duran cinleri
andırmaktadırlar,"
Bu beyit,
"Ve yerlerini
almış kaim enaeli kimseler ki..."
Şeklinde de rivayet
edilmekte olup, Kalın enseli" kelimesi; Yerlerini almış kimseler"den bedel olmak
üzere de rivayet edilmiştir ki, sanki; nice boynu kaim kimseler var ki...
demiş gibidir. Ebu Ubey-de'den ise:
"Hasırın
yanıbaşmda ayakta duruyorlar..."
Şeklinde de rivayet
edilmiştir. Yani, en-Nu'man b. Munzir'in, sevdiği hasırın yanıbaşında
duruyorlardı, anlamında olur. Bu keiime aynı zamanda hapishane, zindan manasına
da gelir. Yüce Allah da: Öyle ya. Biz, cehennemi kâfirlere bir zindan
yaptık" diye buyurmaktadır. el-Kuşeyrî der ki: Yere serilen şeye de
"hasır (hasır)" denilir. Çünkü dokuma esnasında biri diğerini
hasretmekte (sıkıştırmakta) dır.
el-Hasen der ki:
Cehennemi kâfirlere bir döşek ve bir yatak kıldık, anlamındadır. O, bu
açıklamasında hasîr'in, serilen sergi demek olduğu kanaatini benimsemiştir.
Çünkü Araplar, küçük sergiye hasır derler. es-Sa'lebî der ki: Bu da güzel bir
açıklamadır.
[32]
9. Gerçekten
bu Kur'ân, en doğru olana iletir ve salih amellerde bulunan mü'minlere
kendileri için muhakkak büyük bir mükâfat olduğunu da müjdeler;
10. Âhİrete
İman etmeyenlere de, şüphesiz pek acıklı bir azap hazırlamış olduğumuzu da.
"Gerçekten bu
Kur'ân, en doğru olana iletir." Yüce Allah, Miracı söz konusu ettikten
sonra, İsraİloğullan ile ilgili hükmünü söz konusu etti. Bu ise, Muhammed
(sav)'ın peygamberliğine delâlettir. Daha sonra, yüce Allah'ın onun üzerine
indirdiği Kitabın hidâyet bulmaya sebep olduğunu da beyan etmektedir. "En
doğru olan "dan kasıt ise, en mutedil, en doğru ve eğri büyrülükten en uzak olan yol demektir. O
halde;...an" hazfedilmiş bir mevsuf un sıfatıdır. En doğru olan yola,
demektir. ez-Zeccâc der ki: Hallerin en doğrusu olan hale iletir, demektir ki,
bu da Allah'a ve peygamberlerine iman etmektir. el-Kelbî ve el-Ferrâ da böyle
demişlerdir.
"Saüh amellerde
bulunan mü'minlere..." Buna dair açıklamalar, daha önceden (el-Bakara,
2/25. âyet, 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.
"... Kendileri
için muhakkak büyük bir mükâfat" yani cennet "olduğunu da müjdeler.
Âhirete iman etmeyenlere de" yani, onların düşmanlarına
da ceza olduğu müjdesini verir.
Kur!ân-ı Kerim'in
büyük bir bölümü vaad ve tehditlerden ibarettir. Ham-za ve e!-Kisaî; şeklinde
şeddesiz, "ya" harfi üstün, "şin" harfi de öt-reli olarak
okumuşlardır ki, (yine "müjdeler" anlamındadır) önceden de söz konusu
edilmiş İdi. (Bk. Âli İmran, 3/39- âyet).
[33]
11. İnsan,
hayra dua ediyormuş gibi şerre de dua eder. İnsan, çok acelecidir.
"İnsan hayra dua
ediyormuş gibi" Rabbİne, kendisine afiyet ihsan etmesi için dua etmesi
gibi, 'şerre de dua eder." İbn Abbas ve başkalarının dediklerine göre bu,
kişinin kendisi ve çocuklan hakkında dadanıp sıkıldığı esnada, kabul olunmasını
arzulamadığı şekilde, Allah'ım onu heiâk et ve benzeri ifadelerle beddua
etmesidir. Şayet Allah, o kimsenin kendisi hakkında yaptığı bedduayı kabul
edecek olursa, o kişinin helak olması gerekirdi. Ancak, yüce Allah lütfuyla bu
konuda onun bedduasını kabul etmez. Bu buyruğun bir benzeri de şu âyet-i
kerimedir: "Eğer Allah insanlara hayrı çabukça istedikleri gibi şerri de
çabucak veriver şeydi..." (Yunus, 10/11)
Denildiğine göre bu
âyet-i kerime en-Nadr b. el-Hâris hakkında inmiştir. O; dua eder ve bu arada
şöyle derdi: "Allah'ım, eğer bu Senin tarafından gelmiş bir hak ise Sen,
üzerimize semadan taş yağdır, yahut bize can yakıcı bir azab gönder."
(el-Enfal, 8/32)
Şöyle de denilmiştir.
Kasıt, bir kimsenin mubah olan bir şeyi isterken dua ettiği gibi, yasak olan
bir şeyi istemek için dua etmesidir. Şair İbn Cami' de şöyle demektedir:
"Tavaf edenler
arasında ben de Beyt'i tavaf ediyorum
Ve elbisemin yere
sürünen eteklerini de yukarı çekerek
Geceleyin sabaha kadar
secde ediyorum
Ve o indirilmiş muhkem
(Kur'ân) dan okuyorum.
Yusufun kederini
gideren olur ki,
Bana da o mahmili
(hevdeci) içinde bulunan kadını müsahhar kılar diye."
Âyet-i kerimedeki İnsan... dua eder" buyruğunun hem
lafzında hem de hatta "vav" hazfedilmekle
birlikte, mana itibariyle hazf edilmemiştir. Çünkü bu ref mahallindedir.
Burada "vav"in hazfediliş sebebi, ondan sonra sakin bir 'İâm"ın
gelmesidir.
Yüce Allah'ın şu
buyruklarında olduğu gibi: Biz de Ze-banileri çağınveririz."(el-Alak,
96/18); Allah, bâtılı mahveder." (eş-Şûrâ, 42/24); Allah, mü'minlere...
verecektir." (en^Nisa, 4/146); Nida edenin... sesleneceği" (Raf,
50/41); Uyarılar ise fayda vermiyor." (el-Kamer, 54/5)
"İnsan pek
acelecidir." Acelecilik onun karakteridir. O bakımdan, hayrı isterken
acelecilik yaptığı gibi, şerri isterken de acelecilik yapmaktadır.
Şöyle de
açıklanmıştır: Bununla yüce Allah, Âdem (a.s)a ruhu tamamiy-le yerleştirmeden
önce kalkmak istemesine işaret etmektedir.
Seiman der ki: Yüce
Allah'ın, Âdem'den ilk yarattığı şey, onun başıdır. Yüce Allah, onun bedenin
sair bölümlerini yaratırken, o bakıp duruyordu. İkindi vaktinde ayakları onlara
ruh üflenmemiş halde kalmıştı. Bu sefer: Rabbim, gece olmadan acele buyur,
dedi. Yüce Allah'ın; "İnsan pek acelecidir" buyruğu buna işaret
etmektedir. İbn Abbas da der ki: Ona üflenen ruh göbeğine ulaşınca, bedenine
bakmaya başladı ve kalkmak istedi, ancak güç yetireme-di. Eşte Allah'ın;
"İnsan pek acelecidir" buyruğu buna işaret etmektedir.
İbn Mes'ud da şöyle
demektedir; "Ruh, Âdem'in gözlerine girince, cennet meyvelerine bakmaya
başladı, Karnına gelince canı yemek istedi. Ruh ayaklarına ulaşmadan acele
edip cennet meyvelerine kavuşmak için yerinden kalkmak istedi. İşte yüce
Allah'ın: "İnsan aceleden yaratılmıştır" (el-Enbiya, 21/37) buyruğu
bunu anlatmaktadır. Bunu da el-Beyhakî zikretmiştir.
Müslim'in Sahih'inde
Enes b. Malik'ten rivayete göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Yüce
Allah, Âdem'e cennette suret verince, onu Allah dilediği kadar bir süre öylece
bıraktı. İblis onun etrafında dolaşır ve ona; nedir diye bakıyordu. Onun
karnının boş olduğunu görünce, böylelikle kendisine hakim olamayacak bir
yaratık olarak halk edileceğini anladı."
[34] Bu
hadis daha önceden de geçmiş bulunmaktadır.
Şö'yle de
açıklanmıştır: Peygamber (sav) Hz. Sevde'ye bir esir teslim etmişti. Bu kişi
geceleyin inlemeye başladı. Ona, durumunu sorunca: Ben, şu bağın oldukça sıkı
olmasından ve esir düşmekten dolayı İnliyorum, dedi. Hz. Şevde, kollan
üzerindeki bağı biraz gevşetti. Uykuya daldıktan sonra esir kaçtı. Durumu
Peygamber (sav)'a bildirince o da: "Hay Allah senin ellerini koparsın"
diye beddua etti. Sabah olduğunda bu bedduanın gerçekleşmesini umuyordu.
Peygamber (sav) da
şöyle buyurdu: ;'Ben, yüce Allah'tan, aile halkımdan hak etmeyen kimselere
yaptığım bedduayı bir rahmet kumasını istedim. Çünkü ben de bir beşerim. Sair
insanların gazap ettiği gibi gazap ederim." Bunun üzerine de bu âyet-i
kerime nazil oldu. Bunu, ei-Kuşeyri Ebu Nasr -Allah'ın rahmeti üzerine olsun-
zikretmiştir.
Müslim'in Sahih'inde
de Ebu Hureyre'den şöyle dediği nakledilmektedir: Ben, Rasûlullah (sav.)'ı
şöyle buyururken dinledim: "Allah'ım, Muhamnıed de ancak bir beşerdir. O
da sair insanların gazap ettiği gibi gazap eder. Ben, Senin nezdinde asla
caymayacağın bir ahid almış bulunuyorum. Herhangi bir mü'mine (haksız yere)
eziyet eder, yahut hakaret eder veya sopa vuracak olursam onu Sen o kimseye
bir keffaret ve kıyamet gününde kendisi sebebiyle Sana yakınlaşma vesilesi kıl”[35]
Bu hususta Hz. Âişe ve
Hz. Cabir'den de hadisler rivayet edilmiştir.
"İnsan pek acelecidir"
buyruğunun şu anlamda olduğu da söylenmiştir: O, az da olsa âcil olanı, çok
dahi olsa sonradan verilecek olana tercih eder.
[36]
12. Biz,
gece ile gündüzü İki âyet kıldık. Gece âyetini sildik, gündüz âyetini de
gösterici kıldık. Rabbinizden bir lütuf arayasınız, günlerin sayısını ve hesabı
bilesiniz. İşte Biz, her şeyi gereği gibi açıkladık.
"Biz, gece ile
gündüzü iki âyet kıldık." Vahdaniyetimize, varlığımıza, ilim
ve'kudretimizin kemaline iki alâmet kıldık. Her ikisinin de âyet olma özelliği
şuradadır: Onların her birisi bilinmeyen bir yerden gelmekte, yine bilinmeyen
bir yere gitmektedir. Birisi eksilirken diğeri artmakta ve bunun aksi
olmaktadır, işte bu{nlar) da bir(er) âyettir. Aynı şekilde gündüzün aydınlık
olması, gecenin karanlık olması da böyledir. Buna dair açıklamalar daha önceden,
(el-Bakara, 2/164. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
"Gece âyetini
sildik." Yüce Allah, burada "geceyi sildik" diye
buyurma-maktadır. Ayeti geceye ve gündüze izafe etmesi, sözü geçen iki âyetin
onlar hakkında söz konusu olduğunu, bizatihi kendilerinin olmadığını göstermektedir.
"Sildik" görünmez kıldık, demektir.
Haberde yer aldığına
göre yüce Allah, Cebrail (a.s)'a emretti, o da kanadını ayın yüzünden geçiri
verdi. Böylelikle ayın ışığı sönmüş oldu. Halbuki ay daha önce ışık saçıcı olma
özelliği ile güneşi andırıyordu. Ayda görülen siyahlık işte bu silmenin bir
etkisidir.[37]
İbn Abbas da şöyle
demektedir: Allah, güneşi yetmiş cüz, ayı da yetmiş cüz kılmıştır. Ayın
nurundan altmış dokuz cüzü sildi ve bunları güneşin ışığına kattı. O bakımdan
güneş, yüz otuz dokuz cüz, ay ise bir cüz aydınlığa sahiptir. Yine ondan
nakledildiğine göre: Allah, arşının nurundan iki güneş yarattı. Ezeli ilminde
güneş olarak yaratacağını takdir buyurduğu ismi; dünya ve onun doğulan iie
batıları arasındaki uzaklık kadar yarattı. Ayı da güneşten küçük yarattı.
Cebrail (a.s)'ı gönderdi, o da kanadını ayın üzerinden üç defa geçirdi. Ay da o
gün bir güneş idi. Onun aydınlığı giderildi, geriye nuru kaldı. İşte ayda
görmekte olduğunuz siyahlık bu silmenin bir izidir. Eğer, ayı da güneş olarak
bırakmış olsaydı, gece gündüzden ayırt edilemezdi.
Ondan gelen birinci
rivayeti es-Sa'lebî, ikincisini ise ei-Mehdevî naklet-miştir, ileride merfu bir
rivayet olarak gelecektir.
Ali (r.a) ile Katade
şöyle demişlerdir: Yüce Allah, "silmek" ile ayda bulunan siyah beneği
kastetmektedir. Böylelikle ayın ışığının, güneşin ışığından daha az olması ve
bu suretle de gecenin gündüzden ayrılması sağlanmış oldu.
uGündü2 âyetini de
gösterici kıldık." Yani, Biz onun güneşini, etrafın görünmesi için
aydınlatıcı kıldık. Ebu Amr b. el-Alâ da, onun aydınlığında görülmektedir,
diye açıklamıştır. el-Kisaî der ki: Bu, Arapların gündüz aydınlanıp artık
görülebilecek bir hale geldiğinde, "( jl+Jlj^uf ): Gündüz gördü
(gösterdi)" şeklindeki tabirlerinden gelmektedir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Bu, Arapların bir kimsenin arkadaşları pis ve murdar kimseler
olduğu takdirde, demelerini andırmaktadır. Yine binekleri zayıf olan bir adama
da; demeleri de bu kabildendir, tşte, gündüzün insanlar ve sair yaratıkiar
görebiliyor iseler, gündüze de "gösterici (görücü)" denilmektedir.
-Katibinizden bir
lütuf arayasınız" buyruğu ile geçiminizi sağlamak için tasarrufta
bulunmayı kastetmekledir, Geceleyin sükûn bulmayı söz konusu
etmeyişi ise, gündüz hakkında söz konusu edilenlerle
yetinmesi dolayısıy-ladır. Bir başka yerde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır;
"Geceyi, içinde dinlenmeniz için, gündüzü ise aydınlık olarak yaratan
O'dur." (Yunus, 10/67)
"Yılların
sayısını ve hesabı bilesiniz." Eğer Allah bunu yapmamış olsaydı, gece
gündüzden ayırt edilemeyecek, hesap ve sayı bilinemeyecekti.
"İşte Biz, her
şeyi gereği gibi açıkladık." Teklif ile ilgili hükümleri hep açıkladık. Bu
da Allah'ın: "Her şeyi açıklayan" (en-Nah\, 16/89); "Biz, o kitapta
hiç bir şeyi eksik bırakmadık" (el-En'âm, 6/38) buyruklarına benzer.
İbn Abbas'tan rivayete
göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Allah, yaratıklarını halk edip,
yaratıklarından geriye Âdem'den başkası kalmayınca, arşının nurundan bir güneş
ve bir ay yarattı. Her ikisi birlikte iki güneş İdi. Allah'ın ezeli ilminde
güneşi güneş olarak bırakması takdir edilmiş olanı Allah, dünya gibi, onun
doğulan ve batıları arasındaki kadar yarattı. Al-lah'm ilminde ay olarak
yaratacağı takdir edilmiş olanı da Allah, büyüklük itibariyle güneşten daha
küçük yarattı. Ancak, onun küçük oluşu, semanın fazla yüksekliği ve yerden
çokça uzaklığından dolayıdır. Şayet yüce Allah, güneşi ve ayı ilk yarattığı
gibi bırakmış olsaydı, gece gündüzden ayırt edilemeyecekti.
Ücretle çalışan hiç
bir kimse ne zamana kadar çalışacağını, oruç tutan bir kimse, ne zamana kadar
oruç tutacağını, iddet bekleyen bir kadın nasıl id-det bekleyeceğini
bilemeyecekti. Aynı şekilde namaz ve hac vakitleri de bilinemeyecekti.
Borçların vadelerinin ne zaman geldiği, ne zaman tohum saçacaklarını ve ekin
ekeceklerini, ne zaman bedenlerini rahatlatmak için dinlenmeye çekileceklerini
bilmeyeceklerdi. Adeta, Allah kullarına -ki O, kendilerine kendi nefislerinden
daha çok merhamet edendir- rahmet nazarıyla baktı da Cebrail'i gönderdi. O da
kanadını üç defa ayın yüzü üzerinden geçirdi. O gün ay bir güneş idi. Bu
vesile ile ayın ışığı söndürüldü ve geriye aydınlığı (nuru) kaldı. İşte yüce
Allah'ın: "Biz, gece ile gündüzü iki âyet kıldık" buyruğu bunu
anlatmaktadır."[38]
13. Her
İnsanın amelini kendi boynuna ayrılmayacak şekilde doladık. Kıyamet günü de
yayılmış bir halde karşısında bulacağı bir kitap çıkarırız.
14.
"Oku kitabını! Bugün kendine karşı iyi hesaplayıcı olarak kendin
yetersin."
Yüce Allah'ın:
"Her insanın amelini kendi boynuna ayrılmayacak şekilde doladık"
buyruğu ile İlgili olarak, ez-Zeccâc şöyle dernekledir: Burada ''boyurTun söz
konusu edilmesi, gerdanlığın boyundan ayrılmadığı gibi, (amelin de)
ayrılmayacağını anlatmak için kullanılan bir tabir oluşundandır.
ibn Abbas der ki:
Amelini" kelimesi, kişinin ameli ve hakkında takdir olunan hayır ve şen
kabilinden işlerdir. Nerede otursa olsun, bu ameli ondan ayrılmaz. Mukatil ve
el-Kelbî derler ki:*Kişinin hayrı da şerri de kendisiyle birliktedir. Amelinden
dolayı hesaba çekilinceye kadar ameli ondan ayrılmayacaktır.
Mücahid de der ki:
Bundan kasıl, kişinin ameli ve rızkıdır. Yine ondan nakledilen bir rivayete
göre, her doğan kişinin boynunda bir yaprak (sahile) vardır. Ve o yaprakta bahtiyar
mı olduğu, bedbaht mı olduğu yazılıdır.
cl-Hasen der ki:
"Amelini kendi boynuna ayrılmayacak şekilde doladık"
buyruğundan maksat;
onun bedbahtlığı, bahtiyarlığı, hakkında yazılmış bulunan hayır İle şer,
hakkında tesbit edilmiş takdiı-i ilahidir ki, ezelde bunlar paylaştırıldtğı
vakil, payına düşenlerin ondan ayrılmayacağı tespit edilmiştir.
Bir diğer açıklamaya
göre, bununla yüce Allah, kulun mükellefiyetini kast etmiştir. Yani Biz ona,
şeriata bağlı kalmayı takdir ettik. Eğer o, emrolundu-ğu işi yapmak ister ve
yapmaması islenen şeylerden de uzak kalmak isterse, bu da onun için imkân
dahilinde olan bir şeydir.
"Kıyamet günü de
yayılmış bir halde karşısında bulacağı bir kitap çıkarırız." Bununla,
boynunda yazılı bulunan ve ondan ayrılmayacak şekildeki amel kitabı
kastedilmektedir, el-Hasen ve libu Recâ, Mücahid, İnsanın amelini"
ifadesini "elif'siz olarak; İnsanın uğurunu" diye okumuşlardır. Şu
haberdeki bu kelime de bu anlamdadır:
Allah'ım, Senin
hayrından başka bir hayır, Senin uğurundan başka bir uğur yoktur, Senden başka
Rabb da yoktur."[39]
ibn Abbas, el-Hasen,
Mücahid, İbn Muhaysın, Ebu Cafer ve Yakub ise, ("çıkarırız* anlamındaki
kelimeyi) "ya" harfi üstün, "ra" harlı ötreli olmak üzere;
Çıkar" diye okumuşlardır ki bu, boynundaki ameli ona karşı bir kitap
halinde çıkar, anlamındadır. Buna göre; Bir kitap" kelimesi hal olarak
nasb edilmiştir. Anlamın şöyle olma ihtimali de vardır: Boynundaki ameli çıkar
ve bir kitap oluverir.
Yahya b. Vessâb ise,
"ya" harfini ötreli, "ra" harfini esreli; Çıkarır"
diye okumuştur. Bu kıraat, Mücahid'den de rivayet edilmiştir ki, Allah çıkarır,
demek olur.
Şeybe, Muharnrned b.
cs-Semeyka' ve aynı zamanda Ebu Cafer'den de gelen rivayet ise, "ya"
harfi ötreli, "ra" harfi üstün olmak üzere, meçhul fiil halinde; şeklinde
ve "boynundaki ameli ona bir kitap olarak çıkartılır" anlamında
okumuşlardır. Diğerleri İse, "nûn" harfi ötreli, "ra" hadi
t'sreli; Çıkarırız" şeklinde okumuşlardır.
Ebû Amr bu kıraatin
lehine, Ayrılmayacak şekilde doladık" buyruğunu delil göstermiştir.
Ebu Cafer, e!-Hasen ve
İbn Amr, "karşısında bulacağı" anlamındaki kelimeyi, "ya"
harfi ötreli, "lam" üstün, "kut" harfi de şeddeli olmak
üzere; Kendisine verileceği1' anlamında okumuşlardır. Diğerleri ise, "ya"
harfi üstün ve şeddesiz olarak okumuşlardır ki, yayılmış bir halde karşısında
bulacağı bir kitap... anlamındadır.
Yüce Allah'ın:
"Yayılmış bir halde" diye buyurması, iyilik ile müjdenin
çabuklaştırılması, kötülük dolayısıyla da azarlamanın çabuklaştırılması içindir.
Ebu's-Sevvâr el-Adevî: "Her insanın amelini kendi boynuna ayrılmayacak
şekilde doladık" âyetini okuduktan sonra şunları söylemekledir: Bu
sahifeler iki defa açık tutulur ve bir defa da katlı bulunur. Ey Âdemoğlu, sen
hayatta bulunduğun sürece, açılmış olan sahifene istediğin şeyi yazdır. Öldükten
sonra bu sahife dürülür ve nihayet diriltileceğin vakit de bu sahife açılır.
"Oku
kitabını!" el-Hasen der ki: Kişi ümmî olsun, olmasın kendi kitabını
bizzat okuyacaktır.
"Kendine karşı
İyi hesaplayıcı olarak" kendini iyi bir hesaba çeken olarak "kendin
yetersin." Salihlerden birisi şöyle demektedir: İste bu senin kitabın,
dilin onun kalemi, tükürüğün onun mürekkebi, azaların onun sahi-leleri, kendi
Halaza meleklerine yazdıran sensin. Ona hiç bir şey eklenmediği gibi, hiç bir
şey de eksiltilmemiştir. Ondan, herhangi bir bölümü kabul etmeyip inkâr edecek
olursan, bu sefer bizzat senin kendinden senin aleyhine o hususta şahit
olunacaktır.[40]
15- Kim
doğru yolu bulursa, ancak kendi lehine doğru yolu bulmuş olur. Kim de sapıklığa
düşerse, o da ancak kendi aleyhine sapmış olur. Hiç bir yük taşıyıcı
başkasının yükünü yüklenmez. Biz, bir râsul göndermedikçe azab ediciler
değiliz.
"Kim doğru yolu
bulursa, ancak kendi lehine doğru yolu bulmuş olur. Kim de sapıklığa düşerse, o
da ancak kendi aleyhine sapmış olur." Yani, herkes kendi nefsinden dolayı
hesaba çekilir. Başkasından dolayı hesaba çekilmeyecektir, Buna bağlı olarak
hidâyet bulan kimsenin hidâyetinin mükâfatı kendisinindir. Sapan kimsenin küfür
ve İnkârının cezası da onun aleyhinedir.
"Hiç bir yük
taşıyıcı, başkasının yükünü yüklenmez" buyruğuna dair açıklamalar, bundan
önce el-En'âm Süresi'nde (6/164. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
İbn Abbas der ki:
Âyet-i kerime, el-Velid b. el-Muğire hakkında inmiştir. O, Mekkelilere şöyle
demişti: Bana uyun, Muhammed'i inkâr edin. Ben de sizin günahlarınızı
yükleneyim. Bunun üzerine bu âyeti kerime indi. Yani el-Vclid, sizin
günahlarınızı laşıyamayacaktır. Bilakis, her bir kimsenin günahı kendi
aleyhine olacaktır.
(Günah anlamındaki
"vizr" kelimesinin kullanımı ile ilgili olarak) şöyle denilir: Günah
kazandı, kazanır" demektir. Esasen "vizı" kelimesi ağır gelen,
ağır yük demek olup, bunun çoğulu "evzâr" şeklinde gelir.
"Günahlarını sırtlarına yüklenerek..." (el-En'âm, 6/31) buyruğunda
da aynı şekilde kullanılmıştır ki, günahlarının ağır yükleri anlamındadır.
Yük taşıdı"
anlamında kullanılır ki, ismi faili, "vâzir" şeklinde gelir.
Sultanın, devlet idaresinin ağır yüklerini taşıyan yardımcısına da
"vezîr" denilmesi buradan gelmektedir. "Vâzir"in sonundaki
"te" harfi nefisten kinayedir. Yani, günahkâr hiçbir nefis, bir
başkasının günahı dolayısıyla sorumlu tutulmayacaktır. O kadar kî anne,
kıyamet gününde evladı ile karşılaşacak ve şöyle diyecektir: Oğulcuğum, benim
bağrım senin yatağın değil miydi, benim göğsüm senin için bir su kaynağı değil
miydi, karnım senin için bir kab değil miydi?
O, evet öyleydi anneciğim, diyecektir. Annesi de: Oğlum, işte gerçekten
günahlarım bana çok ağır gelmektedir. Haydi, benim yerime bir günah olsun
yükleniver. O, beni bırak anacığım, çünkü bugün ben kendi günahlarımla
uğraşmaktayım, senin günahlarını caşıyacak durumum yok, diye cevap verecek.
[41]
Âişe (r.anha), bu
âyet-i kerimeden hareketle, İbn Ömer'in: "Ölen kişi, yakınlarının
ağlaması dolayısıyla azaba uğratılır"[42]
şeklindeki kanaatini reddetmiştir. İlim adamları derler ki: Hz. Âİşe'yi bu
kanaati reddetmeye iten husus, onun bu konudaki hadisi duymamış olması ve bu
iddianın âyet-i kerime ile tearuz halinde olduğunu görmesidir. Ancak, Hz.
Âişe'nin bunu reddetmesinin bir sebebi yoktur. Çünkü bu anlamdaki rivayet pek
çok yoldan gelmiştir. Hz. Ömer, onun oğlu, Muğire b. Şu'be, Kayle bint Mahreme
gibi. Bunlar rivayeti kesin ve açık ifadelerle nakletmektedirler. O bakımdan
bunların bu rivayetleri dolayısıyla hatalı olduklarını söylemenin haklı bîr
gerekçesi yoktur. Diğer taraftan, âyet-i kerime ile hadîs-i şerif arasında
herhangi bîr zıtlık da söz konusu değildir. Çünkü hadis-i şerifin sözünü ettiği
bu durumlar, ağlayıp ağıt yakmanın, ölenin vasiyeti, adet ve uygulamasından
olması halinde söz konusudur. Nitekim cahiliye dönemi insanları böyle
yapmaktaydı. O kadar ki, Tarafe şöyle demiştir:
"Ölecek olursam,
layık olduğum şekilde benim için ağıt yak
Ve ölümüm dolayısıyla
elbisenin yakalarını parçala ey Mabed'in kızı!"
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"Ve bir seneye
kadar (her gün benim için ağlamaya devanı edin) sonra selâmın adı üzerinize
olsun (selam olsun sizlere). Zaten tam bir yıl ağlayıp duran artık (ondan sonra
ağlama3a) mazurdur,"
Buhârî de bu
kanaattedir. İlim ehlinden bir gurup da -ki, Dâvûd (ez-Zâ-lıirî) da
bunlardandır- hadisin zahirinin bildirdiğine inanmakta ve ölünün, yakınlarının
ağıt yakmaları dolayısıyla azap gördüğünü kabul etmektedir. Çünkü o, ölümünden
önce bu işi yapmamalarını söylemeyi ve bu hususta onlara gerekli şekilde
te'dipde bulunmayı ilıma! etmiştir Bu sebepten, bu konudaki kusurlu
davranışmdan ve yüce Allah'ın: "O ateşten nefislerinizi ve ailelerinizi
koruyunuz" (et-Tahrim, 66/6) buyruğu gereği Allah'ın kendisine emrettiği
şeyi terk ettiğinden dolayı azab görecektir. Başkasının günahından dolayı
değil. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Biz, bir rasûl
göndermedikçe azab ediciler değiliz." Yani Biz, insanları başıboş
bırakmadık. Aksine peygamberler gönderdik. Bu buyruk -akıl bir şeyin çirkin ve
güzel olduğuna hükmedebilir, mubah ve yasak olduğu hükmünü verebilir diyen
Mu'tezile'nin kanaatlerinin aksine- ahkâmın ancak şeriat ile sabit olduğuna delildir.
el-Bakara Sûresi'nde (2/29. âyet, 2. başlıkta) buna dair açıklamalar geçmiş
bulunmaktadır. Cumhurun kanaatine göre bu buyruk dünyadaki azab ile ilgilidir.
Yani, yüce Allah bir ümmete risalet gönderip onları uyarıp korkutmadan önce o
ümmeti heîâk etmez.
Bir kesim ise bunun
hem dünya, hem âhiret hakkında umumî olduğunu kabul etmekte ve buna yüce
Allah'ın şu buyruğunu gerekçe olarak göstermektedirler: "İçine her bir
grup atıldığında bekçileri onlara: Size uyarıcı bir peygamber gelmedi mi, diye
sorarlar? Onlar: Evet, gerçekten bize uyarıp korkutan geldi,
derler."(el-Mülk, 67/8-9)
İbn Atiyye der ki:
İlgili buyruklar üzerinde düşünmenin neticesinde varılan kanaat şu ki: Yüce
Allah, Âdem (a.s)'ı tevhid ile gönderip inanç esaslarını evlatları arasında yayması,
mutlak yaratıcının varlığına delil teşkil eden delilleri de ortaya koyması,
ayrıca, her bir kimsenin iman etmesini ve Allah'ın şeriatına tabi olmasını
gerektiren şekil, fıtratların kötülüklerden uzak bulunması; herkesin belli bir
imana sahip olmasını ve Allah'ın şeriati-ne uymasını gerektirmektedir, Daha
sonra aynı husus, kâfirlerin suda boğulmasından sonra Nuh (a.s) zamanında da
yenilendi. Bu âyet-i kerimenin lafızları aynı zamanda kendilerine risaletin
ulaşmadığı kimseler hakkında da benzeri bir kanaatin söz konusu olması
gerektiğini İhtimal olarak ifade etmektedir. Kendilerine risaletin ulaşmadığı
kimseler, bazı ilim ehlinin varlığını kabul ettiği "fetret dönemi"
insanlarıdır. Şanı yüce Allah'ın, kıyamet gününde onlara, delilere ve
çocuklara peygamber göndereceğine dair gelen rivayet ise, sahih olmayan bir
hadistir. Ayrıca şeriatın âhiretin teklif yurdu olmadığına dair verileri de
böyle bir şey olmamasını gerektirmektedir.
el-Mehdevî der ki: Ebu
Hureyre'den rivayet edildiğine göre, yüce Allah, kıyamet gününde fetret ehline,
sağır ve dilsizlere bir peygamber gönderecektir. Ve bunlar arasından dünya
hayatında o peygambere itaat etmesini isteyen kimseler de itaat edecektir,
demiş ve bu âyel-i kerimeyi okumuştur. Bunu Ma'mer, îbn Tavus'dan, o, babasından,
o, Ebu Hureyre yoluyla rivayet etmiş, eniNehhâs da bunu zekretmişlir.
Derim ki: Bu rivayet
mevkuftur. İleride yüce Allah'ın izniyle Tâ-Hâ Sûre-si'nin sonlarında merfu
okrak gelecektir, ama sahih değildir.
Bir takını kimseler
şunu delil göstermişlerdir: İssız adalarda bulunan insanlar, islâm'ı işitip
iman edecek olurlarsa, geçmiş dönemler hakkında onlar için teklif söz konusu
değildir. Bu doğru bir iddiadır. Davetin kendisine ulaşmadığı bir kimse, aklî
bakımdan azaba müstelıak değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[43]
16. Bir
ülkeyi helak etmek istediğimiz zaman, onun nimet ve refahtan şımarmış
elebaşılarına emrederiz de arada fâsıklık ederler. Artık üzerlerine söz hak
olur. Biz de onu kökünden yıkar, helak ederiz.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı
üç baslık halinde sunacağız:
[44]
Bundan önceki âyet-i
kerimede yüce Allah, peygamberler göndermeden herhangi bir ülkeyi helak
etmeyeceğini haber vermektedir. Buna sebep ise, öyle bir şey yapacak olursa
bunun O'nun için çirkin ve güzel olmayacağından dolayı değil, ama bu O'nun bir
va'didir ve O'nun vadinden cayması söz-konusu değildir.
Eğer yüce Allah,
va'dini gerçekleştirdiği halde bir ülkeyi helak etmek isteyecek olursa, oranın
nimet ve refahtan şımarmış olan elebaşılarına emir verir, onlar da orada
fâsıklık ve zulüm yaparlar. O bakımdan o ülke aleyhine yıkılıp helak edilmesine
dair ilâhî buyruk hak olur.
Böylelikle, yüce
Allah, helak olan kimsenin kendi İradesiyle helak olduğunu bize
bildirmektedir. Bununla birlikte sebepleri yaratan ve bu sebepleri gayelerine
doğru sürükleyen O'dur. Tâ ki, yüce Allah'ın ezelî buyruğu yerini bulup
gerçekleşsin diye.
[45]
Yüce Allah'ın:
Emrederiz" buyruğunu Ebu Osman en-Nehdî, Ebu Recâ, Ebu'l-Âliye, er-Rabi',
Mücahid ve el-Hasen, "mim" harfini şeddeli olarak; Amirlik makamına
getiririz, yönetici yaparız" diye okumuşlardır. Bu, Ali (r.a)'ın da
kıraatidir ki, onların kötülerini onlara musallat eder, yönetici kılarız.
Onlar da o ülkede İsyan ederler. İşte onlar bunu yaptılar mı, Biz de onları
helak ederiz, demektir. Ebu Osman en-Nehdî der ki: Bu kelimenin "mim"
harfinin şeddeli okunması, Biz onları yetki ve otorite sahibi emirler yaparız,
anlamına gelir. İbn Aziz de bu açıklamayı yapmıştır. Çünkü; Onlara musallat
oldu, yetki ve otoriteyle onları yönetti" demektir.
Yine el-Hasen, Katade,
Ebu Hayve eş-Şa'mî, Yakub ve Harice de, Nafi' ile Hammad b. Seleme'den, o, İbn
Kesir, Ali ve İbn Abbas'dan -ikisinden (Nafi ve Hammad'dan) farklı rivayetler
ile- şeklinde "elif" harfini medli ve şed-desiz olarak okumuş
olduklarını rivayet etmişlerdir. Bu da; onların zorbalarını ve amirlerini
çoğalttık demektir ki, bu açıklamayı el-Kisaî yapmıştır.
Ebu Ubeyde der ki: şeklinde
med ile ve; şeklinde medsiz olarak; onu çoğlaüım anlamında İki ayrı şivedir.
Hadis-i şerifte geçen:
En hayırlı mal çok yavru yapan bir kısrak, yahut da yolun iki kenarında dizilmiş
aşılı hurma ağaçlarıdır"[46]
ifadeleri de bu kabildendir.
İbn Aziz de böyle
demiştin Medli okuyuş da medsiz okuyuş da aynı anlamda olup, ikisi de
çoğalttık demektir.
Yine el-Hasen ve Yahya
b. Ya'mer'den, şeklinde medsiz ve "mim" harfini esreli olarak
okudukları da rivayet edilmiştir. Bu okuyuş İbn Abbas'dan da rivayet
edilmiştir. Katade ve el-Hasen derler ki: Onları çoğalttık demektir. Buna
yakın bir açıklama Ebu Zeyd ve Ebu Ubeyde tarafından da nakledilmiştir. Ancak,
el-Kisaî bunu kabul etmeyerek şöyle demektedir: Çokluğu anlatmak için ancak
medli olan şekil kullanılır. Bunun aslı; şeklinde olup, "hernze"ler
hafifletilmiş (ve med yapılmış) dır. Bunu da el-Melıdevî nakletmektedir.
es-Sıhah'ta da şöyle
denilmektedir: Ebu'l-Hasen dedi ki: Onun malı çoğaldı" anlamındadır. O
kişiler çoğaldılar" demek olur. Şair de şöyle demiştir:
"Onlar çok
kalabalık kimselerdir. O bakımdan ataları az kimselerin payını miras
almazlar."
şeklinde med ile,
Allah onun malını çoğalttı, anlamındadır, es-Sa'lebi der ki: Pek çok olan bir
şeye de; denilir. Bundan gelen fiil kullanılarak: O kavim çoğaldılar,
çoğalırlar" denilir. İbn Mes'ud der ki: Cahİliye döneminde biz, sayıca
çoğalan bir kabileye: Filan oğullarının sayısı kala b alık la ştı, çoğaldı,
derdik. Şair Lebid de şöyle demektedir:
"Her hür bir
kadının evladı olanların âkibeti
Azalmaktır. İsterse
sayılmayacak kadar çok olsunlar.
Eğer yükselirlerse
düşerler (ölürler) ve bir gün çoğalacak olurlarsa
Sonunda helak olurlar,
kötülükle karşı karşıya kalırlar."
Derim ki: Sahih bir
hadis olan, Herakliyus hadisinde de şöyle denilmektedir: Andolsun ki, Ebu
Kebşe oğlunun (Rasûlullah'ı kastediyor) işi alabildiğine büyümüş (çoğalıp
yayılmış) bulunuyor. Gerçek şu ki, Asfar oğullan (Bizanslılar) hükümdarı bile
ondan korkmaktadır. "[47]
Ancak bütün buradaki
fiiller müteaddi değildir. el-K.isaî'nin, bu anlamda kullanılışı kabul etmeyişi
de bundandır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
el-Mehdevî der ki:
okuyuşu da bir şiveye uygundur. Bunun teaddi etmesi ise şöyle açıklanır: Bu
fiil "imar etmek" fiiline benzemektedir. Çünkü çokluk, imara en
yakın olan bir fiildir, O bakımdan: "İmar etti" fiili nasıl teaddi
ettiyse onu da böylece müteaddi kabul ederler.
Diğerleri ise bu fiili
emr'den geien bir kelime olarak; Emrederiz" şeklinde okumuşlardır. Yani
Biz, onların ileri sürecek bir mazeretleri kalmamak üzere uyarmak, korkulmak
ve tehdit olmak üzere onlara itaati emrederiz "de orada fasıldık
ederler." Bize isyan ederek itaatin dışına çıkarlar. "Artık
üzerlerine söz" İbn Abbas'tan nakledilen açıklamaya göre azab tehdidi
"hak olur" icabeder.
Bu şekildeki okuyuşun,
Biz onları âmirler kıldık, anlamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü araplar,
"emir veren âmir ve kendisine emir verilmeyen kişi"
anlamında;derler. Buyruğun, biz oranın müstekbir olanlarını göndeririz
anlamında olduğu da söylenmiştir. Harun dedi ki: Bu, Ubey'in de kıraatidir.
Nitekim o şöyle okumuştur: Oranın günahkârlarının büyüklerini göndeririz de
orada faşıklık ederler." Bunu el-Ma-verdî nakletmektedir.
en-Nehhâs da şöyle
der: Harun, Ubey'in kıraatinin şöyle olduğunu söylemektedir: BİZ, bir ülkeyi
helak etmek istediğimiz zaman, orada günahkârlarının büyüklerini (.ileri
gelenlerini, büyüklük taslayalanlannı) göndeririz, onlar da orada hilakârlık
yaparlar, artık üzerlerine söz hak olur."
Bununla beraber 'in,
"çoğaltırız" anlamında olması da mümkündür. Önceden de geçtiği üzere
-Hz. Peygamber'in: En hayırlı mal, çokça nesil veren kısraktır" buyruğu
da buradan gelmektedir. Bazılarına göre; hadisteki; ifadesi yine aynı hadiste
geçen; Aşılanmış" kelimesine lafzan tabi ohnak için kullanılmıştır. Sabah
gidenler, akşam gelenler" deyimi ile hadis-î şerifteki;
Sizler, ecir
kazanmamış ve günah kazanmış olarak geri dönünüz."[48]
hadisine benzemektedir. Buna göre, ifadesinin, Allah onları çoğalttı,
anlamında olduğu söylenemez. Bunun yerine; Allah onu çoğalttı" denilir.
Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim, genelin kıraatini tercih etmişlerdir. Ebu Ubeyd de
şöyle demektedir: Bizim bu kıraati tercih edişimizin sebebi, bu kelimenin üç
manası olan, emretmek, amirlik ve çokluk manalarının aynı anda bir arada ifade
edilmesinden dolayıdır.
"Mütref",
nimetlere gark olmuş kimseler demektir. Emrin bunlara verildiğinin özellikle
sözkonusu edilmesinin sebebi ise, diğerlerinin onlara tabi olmasından
dolayıdır.
[49]
Yüce Allah'ın:
"Biz de onu kökünden yıkar helak ederiz" buyruğunda, böyle bir ülkeyi
kökünden helak edeceğini bildirmektedir. Aynı fiil kökünden mastarın
getirilmesi ise, onların başına gelecek azabı mübalağa yoluyla ifade etmek
İçindir.
Peygamber (sav)'ın hanımı
Zeyneb bint Cahş (r.anha) yoluyla gelen sahih hadiste şöyle dediği
kaydedilmektedir: Rasûlullah (sav) bir gün dehşete kapılmış ve yüzü kızarmış
halde dışarı çıkarken: "Allah'tan başka hiç bir ilah yoktur. Gerçekten
yaklaşmış olan bîr kötülükten dolayı vay Araplann haline! Bugün Ye'cuc ile
Me'cuc şeddinden şunun gibi bir gedik açıldı" deyip baş parmağı iie onun
yanındaki (şehadet) parmağını halka yapıp gösterdi, Hz. Zeyneb dedi ki: Ey
Allah'ın Rasûlü, peki aramızda salih kimseler de bulunduğu halde helak edilir
miyiz, dedim. Şöyle buyurdu: "Evet, kötülük çoğalacak olursa.[50]
Bu husustaki
açıklamalar ile masiyetler baş gösterip bunlara karşı çıkılarak
değiştirilmeyecek olurlarsa, herkesin toptan helakine sebep olacağına dair
açıklamalar, daha önceden (cl-Entâl, 8/25. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[51]
17.Nuh’tan
sonra nice nesilleri helak etik.Rabbinin, kullarının bütün günahlarından
hakkıyla haberdar ve görücü olması yeter.
Nuh’tan sonra nice
nesilleri helak ettik. Yani, nice kavimler küfre sapmış ve helak olmuş
gitmişlerdir.Bu buyrukla yüce Allah, Mekke kafirlerini korkutmaktadır. El-en’am
Suresi’nin baş taraflarında (6/6) Karn (nesil)’a dair açıklamalar geçmiş
bulunmaktadır, yüce Allah’a hamd olsun.
“Rabbinin, kullarının
bütün günahlarından hakkıyla haberdar” onları bilen “ve görücü” amellerini
gören “olması yeter.” Buna dair açıklamalar da daha önce (el-Bakara, 2/96.
ayetin tefsirinde geçmiş bulunmaktadır.[52]
18. Kim bu
çabuk geçeni İsterse, Biz de burada istediğimiz kimseye dilediğimizi çabucak
veririz. Sonra da onu cehenneme koyarız. O burayı, kınanmış ve kovulmuş olarak
boylar.
19. Kim de
mü'min olarak âhireti diler ve bunun için gereği gibi çalışırsa, işte onların
çalışmaları makbul olur.
"Kim, bu çabuk
geçeni..." yani, dünyayı... Çabuk geçen yurdu... demek olup, sıfat
zikredilerek mevsuf kastedilmiştir- "isterse, Biz de burada istediğimiz
kimseye dilediğimizi çabucak veririz." Yani, Biz ancak dilediğimiz kadarını
ona veririz, sonra da ameli dolayısıyla sorgularız. Akibeti ise, "kınanmış
ve kovulmuş olarak" yani Allah'ın rahmetinden uzaklaştır]İmiş olarak ateşe
girmek o]ur.
İşte bu fasık,
riyakâr, yüze karşı övücülerin niteliğine dairdir. Bunlar, islâm ve itaat
kılığına bürünürler. Ama bundan maksatları, çabucak geçen bu dünyada acilen ele
geçirecekleri ganimet ve başka şeylere nail olabilmektir. Onların bu maksatla
yaptıkları amelleri alıirette kabul olunmayacaktır ve dünya da onlara ancak
kendileri için kısmet olarak ayrılmış olan şeyicr verilir. Daha önce Hud
Sûresi'nde, bu âyet-i kerimenin oradaki mutlak âyetleri kayıtladığını
açıklamış bulunuyoruz. Buna dikkat edilmelidir.
"Kimde mü'min
olarak..." Çünkü itaatler ancak mü'min kişi tarafından yapılırsa
makbuldür; "âhlretl diler™ âhiret yurdunu ister "ve bunun için gereği
gibi çalışırsa." Yani, âhirette ecrini almak için itaatlerde bulunursa,
"işte onların çalışmaları makbul olur." Onların bu amelleri geri
çevrilmez. Kat kat mükâfatlandırılır, diye de açıklanmıştır. Yani, onların
yaptıkları iyilikler on kat fazlasıyla, yetmiş kat, hatta yedi yüz kat, hatta
pek çok kat fazJasiy-la.mükâfatlandırılır. Nitekim Ebu Hııreyre'den rivayet
edilen hadiste de böyle denilmektedir. Ona: Sen. Rasûlullah (sav)'ın:
"Muhakkak Allah bir tek ha-seneye karşı bir milyon basene İle mükâfat
verir" dediğini duydun mu diye sorulduğunda o, şöyle demiştir: Ben onu
şöyle buyururken dinledim: "Muhakkak Allah, bir tek haseneye karşılık iki
milyon hasene ile mükâfat verir,"[53]
20.
Herbirine, onlara da bunlara da Rabbİnİn nimetinden ardarda veririz. Rabbînin
bağışı ahkonmuş değildir.
21. Onların
kimini kiminden nasıl üstün kıldığımıza bir bak! Elbette âhiret, dereceleri
itibariyle de daha büyüktür, üstün kılmak bakımından da daha büyüktür.
22. Allah
ile beraber başka bir ilâh edinme! Sonra kınanmış ve kendi başına bırakılmış
olursun.
"Herbirine,
onlara da bunlara da Rabbinin nimetinden ardarda veririz." Yüce Allah,
mü'minleri de kâfirleri de rızıklandırdığmı bildirmektedir.
"Rabbinin bağışı
akkonmuş" engellenmiş, hapsedilmiş "değildir." Buradaki
"alikonmuş" anlamındaki; kelimesi; Alıkoydu , engelledi, alıkoyar,
engeller" den gelmektedir. Daha sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
'Onların kimini kiminden" rızık ve amel bakımından "nasıl üstün
kıldığımıza bir bak." O bakımdan kimisi çokça amel etmekte, kimisi az
amel etmektedir. "Elbette âhiret" mü'minler için "dereceleri itibariyle
de daha büyüktür, üstün kılmak bakımından da daha büyüktür." Kâfire,
dünyada bir sefer genişlik verilecek olsa ve mü'mine dünyada yine aynı şekilde
bir sefer daraltılacak olursa âhiret, amelleri dolayısıyla yalnız bir defa pay
edilir. Artık âhirette birşeyleri etden kaçıran kimse bir daha onu ele geçirip
telafi edemez. Yüce Allah'ın: "Allah ile beraber başka bir ilâh edinme"
buyruğunda hitap, Peygamber (sav)'a olmakla birlikte, maksat onun ümmetidir.
Hitabın, cins olarak insana yönelik olduğu da söylenmiştir.
"Sonra kınanmış
ve kendi başına bırakılmış" yardımcısı, dostu bulunmayan bir halde
terkedilmiş "olursun."
[54]
23. Kabbin
şunları hükmetti: Kendisinden başkasına ibadet etmeyin. Anne ve babaya iyi
davranın. Eğer onlardan biri veya ikisi yanında ihtiyarlığa ererse sakın
onlara öf deme. Onları azarlama, onlara tatlı ve güzel söz söyle.
24.
Merhametinden dolayı onlara alçak gönüllülük kanadını indir ve de ki:
"Rabbinı, onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse, Sen de onlara öyle
rahmet et!"
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı onaltı başlık halinde sunacağız:
[55]
"Rabbin şunları
hükmetti." Yani, bağlayıcı ve vacip olmak üzere emretti. İbn Abbas,
el-Hasen ve Katade şöyle demişlerdir: Bu hüküm, kazaî bir hüküm değil; emir
vermek anlamındaki bir hükümdür.
îbn Mes'ud'un
Mushafında ise Tavsiye etti..." şeklindedir. Bu, aynı zamanda İbn Mes'ud'un
arkadaşlarının da, İbn Abbas, Ali ve diğerlerinin de kıraatidir. Ubey b.
Ka'b'ın nezdinde de böyledir. İbn Abbas der ki: Bu buyruk aslında; Ve Rabbin
şunları tavsiye etti" şeklinde olup, iki vav'dan birisi (diğerine)
bitiştiğinden dolayı Rabbin şunları hükmetti" diye okunmuştur. Çünkü eğer
bu Allah'ın takdiri anlamında bir hükmü olsaydı, hiç bir kimsenin Allah'a asi
olmaması gerekirdi. ed-Dahhâk da der ki: Mushaf in yazılışı esnasında
"vav" ile "sad" birbirine karışarak; Vasiyet etti"
kelimesi; Hükmetti" şeklinde tashif
(hat itibariyle yakın kelimelerde benzer harflerden birini diğerinin yanına
yazmak! olmuştur.
Ebu Hatim İbn
Abbas'tan ed-Dahhâk'ın görüşüne benzer bir söz nakletmektedir. Meymun b.
Mehran'ın şöyle dediği nakledilmektedir: Hiç şüphesiz İbn Abbas'ın bu görüşü,
bir nur ve bir aydınlığa sahiptir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"O, dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyetti-ğimizi... size de şeriat
yaptı." (eş-Şura, 42/13) Diğer taraftan Ebu Hatim, İbn Abbas'ın böyle bir
sözü söylemiş olduğunu kabul etmemekte ve şöyle demektedir: Biz bu görüşü
kabul edecek olursak, zındıklar elimizdeki musha-fa dil uzatırlar. Diğer
taraftan dil bilgini ilim adamlarımız ve başkaları da şöyle demektedir:
"Kaza (hüküm vermek) sözlükte bir kaç anlamda kullanılır: Birisi emretmek
anlamındadır. Yüce Allah'ın: "Rabbin şunları hükmetti (emretti):
Kendisinden başkasına ibadet etmeyin" buyruğunda hükmetmek, emir vermek
anlamındadır. Bir diğer anlamı yaratmaktır. Yüce Allah'ın: "Böylece onları
yedi gök olmak üzere yarattı." (Fussilet, 41/12) Görüldüğü gibi burada
"kaza" kelimesi, halketti, yarattı, anlamındadır. Bir diğer anlamı
hükmetmek, hüküm vermek anlamındadır. Yüce Allah'ın: "İstediğin hükmü
ver."(Tâ-Hâ, 20/72) Yani, ne hükmedeceksen et,
demektir. Yine bu kelime, işi bitirmek anlammdadEr. Yüce Allah'ın: "İşte
hakkında sorduğunuz iş olup bitmiştir" (Yusuf, 12/41) buyruğunda olduğu
gibi. Yani bu işiniz (böylece) olup bitmiştir, demektir. Yüce Allah'ın:
"Menâsikinizi bitirince" (el-Bakara, 2/200.) buyruğu ile: "Namaz
bittiğinde" (el-Cuma, 62/10) buyruğu da böyledir. İrade etmek, dilemek
anlamında da kullanılır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Bir
işe hükmedince, ona yalnızca ol der, o da oluverir." (Ali-İmran, 3/47)
Ahid anlamında da kullanılır. Yüce Allah'ın: "Biz, Musa'ya o buyruğu
vahyettiğimizde sen batı tarafında değildin" (el-Kasas, 28/44)
buyruklarında olduğu gibi.
"Kaza"
kelimesinin bütün bu anlamlara gelme ihtimali olduğuna göre, ma-siyetlerin
Allah'ın kazası (hükmü) ile olduğunu söylemek caiz olmaz. Çünkü şayet bu
kelime ile "emretmek" kastedilecek olursa, böyle bir şeyin kabul
olunmayacağında görüş ayrılığı yoktur. Çünkü'yüce Allah masiyetlerin
işlenmesini emretmiş değildir. Çünkü O, fahşâyı (kötülükleri, hayasızlığı) emr
etmez.
Zekertya b. Sellâm
dedi ki: Bir kişi, el-Hasen'e gelerek, hanımını üç talak ile boşadığını
söyledi. Ona: Sen, hem Rabbine asi oldun, hem de hanımın senden bâin talâk ile
boş oldu, dedi. Adam: Allah bunu benim hakkımda böylece hükmetmiştir (kaza
etmiştir) deyince, fasüı bîr kişi olan el-Hasen ona şöyle dedi: Hayır, Allah
böyle bir şeyi hükmetmiş (kaza etmiş) değildir. Yani Allah bunu emretmemiştir,
diyerek şu: "Rabbin şunları hükmetti: Kendisinden başkasına ibadet
etmeyin..." âyetini okudu.
[56]
Şanı yüce Allah
kullarına, kendisine ibadet edip kendisini tevhid etmelerini emretmiş, anne ve
babaya İyilikte bulunmayı da bununla birlikte zikretmiştir. Tıpkı onlara
şükretmeyİ kendi yüce zatına şükretmekle birlikte zikrettiği gibi. O hem:
"Rabbin şunları hükmetti: Kendisinden başkasına ibadet etmeyin, anne ve
babaya iyi davranın" diye, hem de: "Bana ve ana-baba-na şükret. Dönüş
yalnız Banadır" (Lukman, 31/14) diye buyurmaktadır.
Sahih'-i Buhârî'de,
Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle dediği nakledilmektedir Peygamber (sav)'a: Aziz ve
celil olan Allah'ın en sevdiği amel hangisidir, diye sordum, o: "Vaktinde
kılınan namazdır" diye buyurdu. Sonra hangisidir, diye sordum,
"Anne-babaya iyilik yapmaktır" diye buyurdu. Ben: Sonra hangisidir
diye sordum, o da: "Allah yolunda cihaddır" dedi.[57]
Böylelikle Peygamber
(sav), anne-babaya iyilik yapmanın, İslâm'ın en büyük direklerinden birisi
olan namazdan sonra amellerin en faziletlisi olduğunu haber vermekte ve bunu
tertip ve mühlet anlamını veren "sümme; sonra" ile sıralamış
bulunmaktadır.
[58]
Anne-babanın
sövülmesine sebep olmamak, onlara kötü davranmamak anne-babaya iyilik yapmak
ve iyi davranmak çerçevesi içerisindedir. Çünkü bunların aksini yapmanın büyük
günahlardan olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Bu husustaki sabit sünnet de
böylece varid olmuştur. Nitekim Müslim'in Sahih'inde Abdullah b. Amr'dan
rivayete göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Kişinin anne babasına
sövmesi büyük günahlardandır." Ey Allah'ın Ra-sûlü, hiç bir kimse anne
babasına söver mi? diye sormaları üzerine o şöyle buyurdu: "Evet, bir
başkasının babasına söver, o da onun babasına söver. Başkasının annesine
söver, o da onun annesine söver."[59]
Anne-babanın, caiz
olan istek ve maksatlannda muhalefet etmek anne babaya kötü davranma
çerçevesindedir. Nitekim onların maksatlarına uygun hareket etmek de onlara
iyilikte bulunmaktır, Buna göre anne-baba yahut onlardan herhangi birisi
çocuklarına, kendilerine itaat edilmesi vacip olan bir işi emredecek olursa ve
eğer bu emir masiyeti gerektirmiyor İse, o emr olunan husus aslı itibariyle
mubah kabilinden olsa bile, onlara itaat etmek vacip olur. Mendup kabilinden
olması halinde de durum böyledir. Bazı kimselerin kanaatine göre ise, onların
mubah emirleri, çocuk hakkında o emrin mendup olmasını gerektirir. Mendubu
emretmeleri ise, o emrin mendupîu-ğundaki tekidi daha bir artırır.
[60]
Tirmizî, İbn Ömer'den
şöyle dediğini rivayet eder: Nikâhım altında sevdiğim bir kadın vardı. Babam
İse ondan hoşlanmıyordu. Bana, onu boşamamı emrettiği halde ben kabul etmedim.
Durumu Peygamber (sav)'a açınca o şöyle buyurdu: "Ey Ömer'in oğlu
Abdullah! Hanımını boşa." (Tirmizi) dedi ki: Bu kasen, sahih bir hadistir.[61]
Sahih'in rivayetine
göre Ebu Hureyre şöyle demiş: Bir adam, Peygamber (sav)'a gelerek şöyle sordu:
Benim güzel sohbet ve arkadaşlığıma insanlar arasında en layık kimdir?
Peygamber: "Annendir" diye buyurdu. Sonra kimdir, diye sorunca, Hz.
Peygamber; "Sonra yine annendir" diye buyurdu. Adam: Sonra kimdir,
diye sorunca, Hz. Peygamber yine: "Sonra yine annendir" diye
buyurdu. Adam, sonra kimdir diye sorunca, bu sefer Hz. Peygamber: "Sonra
babandır" diye buyurdu.[62]
İşte bu hadis-i şerif,
anneyi sevip ona şefkat göstermenin baba sevgisinin Üç misli olması gerektiğine
delildir. Çünkü Peygamber (sav) anneyi üç defa, babayı da dördüncüsünde
yalnızca bir defa söz konusu etmiştir. Şimdi bu husus bu şekilde anlaşıldığı
gibi, esasen vakıa da buna tanıklık etmektedir. Şöyle ki: Hamileliğin zorluğu,
doğumun zorluğu, süt emzirme ve terbiye zorluğu yalnızca annenin çektiği
zorluklardır. Babanın bu zorluklarla bir İlgisi yoktur. İşte bu üç aşamada
babanın herhangi bir katkısı bulunmamaktadır,
Malik'ten de rivayet
edildiğine göre, adamın birisi ona şöyle demiş: Benim babam Sudan'da
bulunuyor. Bana, yanıma gel diye mektup yazdı. Annem ise benim gitmemi
engelliyor. Bu sefer İmam Malik: Babana itaat et, annene de asi olma, dedi.
Malik'in bu
sözlerinden, onun her ikisine de itaat edilmesinin eşit olduğu kanaatine sahip
olduğu anlaşılmaktadır.
el-Leys (b. Sa'd)'a da
bu mesele hakkında sorulunca, o da anneye itaati emretmiş ve annenin ebeveyne
gösterilecek itaat ve iyi davranışın Üçte ikisi miktarda sahip oluduğunu ileri
sürmüştür. Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği hadis ise annenin, ebeveyne
gösterilmesi gereken itaat ve iyiliğin dörtte üçüne sahip olduğuna delildir.
Ve bu, bu konuda muhalif kanaate sahip olanlara karşı da bir delildir.
el-Muhasibi "Kitabu'r Riâye"de ebeveyne gösterilmesi gereken iyilik
ve itaatin, dörtte üçünün annenin hakkı, dörtte birinin de babanın hakkı olduğu
hususunda İlim adamları arasında hiç bir görüş ayrılığı bulunmadığını iddia
etmektedir. Bu, Ebu Hureyre (r.a) yoluyla rivayet edilen hadisin muktezasına
göre ileri sürülmüş bir görüştür. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[63]
Anne babaya iyi
davranmak müslüman olmaları haline mahsus değildir. Aksine, anne-baba kâfir
iseler dahi evlatları onlara iyi davranır ve eğer onların zimmet ve benzeri
ahidleri var ise, iyi muamelede bulunur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Sizinle din hususunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış
olanlara iyilik yapmanızı... Allah size yasaklamaz." Cel-Mümtehine, 60/8)
Buhârî'nin Sahilı'inde
de Esma (r.anba)'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Kureyşliler, Peygamber
(sav) ile antlaşma yaptıkları sırada banş süresi içerisinde annem, babası ile
birlikte müşrik olduğu halde yanıma geldi. Ben, Peygamber (sav)'a durumu sorup
şöyle dedim: Annem benim ona iyilikte bulunmam ümidi ile yanıma geldi. Ona
iyilikte bulunayım mı, onu gözeteyim mi? O: "Hvet, ona iyilikte bulun, onu
gözet" diye buyurdu.[64]
Yine Hz. Esma'dan
şöyle dediği rivayet edilmiştir: Peygamber (sav) döneminde annem, benim
kendisine iyilik yapmam ümidiyle yanıma geldi. Ben, Peygamber (sav)'a; Ona
iyilikte bulunayım mı, akrabalık bağını gözeteyim mı? diye sordum. O:
"Evet" diye buyurdu.[65]
İbn Uyeyne dedi ki:
Aziz ve celil olan Allah da onun hakkında: "Sizinle din hususunda
savaşmamış... olanlara adaletli davranmanıza Allak size yasaklamaz"
(el-Mümtahine, 60/8) buyruğunu indirdi.[66]
Birincisi muallaktır, ikincisi ise müsneddir.[67]
Anne babaya iyilikte
bulunmak, onlara karşı iyi davranmanın kapsamına -eğer cihad farz-ı ayn
değilse- onların iznini almadan cihad etmemek de vardır. Sahih'te, Abdullah b.
Amr'ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bir adam, Peygamber (sav)'m yanına
gelerek, cihad etmek için ondan izin istedi. Hz. Peygamber: "Annen baban
hayatta mıdır?" diye sordu. O, evet deyince Hz. Peygamber: "Sen onlar
hakkında (onlara iyilik yapmak suretiyle) cihad et." diye buyurdu. Bu,
Müslim'in lafzıdır.[68]
Sahih'in dışındaki
hadis kitaplarında da şöyle demektedir: Evet, ve onları ben ağlıyor bırakıp
geldim. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Git, onları ağ-latüğın gibi
güldür."[69] Bir başka rivayette de
şöyle denilmektedir: "Senin, annen baban ile birlikte onların
(yanlarındaki) yatakta uyuman, onların seninle gülüşüp seninle oynaşmaları,
senin için benimle cihad etmenden daha faziletlidir." Bunu da İbn
Huveyzimendad nakletmektedir.[70]
Buhârî bu hadisi
"Birrü'l-Valideyn" (Anne-Babaya İyi Davranmak) bölümünde şu
lafızlarla zikretmektedir: Bize Ebu Nuaym haber verdi. Bize Süf-yan, Ata b.
es-Saib'den haber verdi. O, babasından, o, Abdullah b, Amr'dan dedi ki: Bir
adam, Peygamber (sav.)'a, hicret etmek üzere bey'at etmeye geldi. Ancak bu
sırada anne-babasını ağlar bırakıp gelmişti. Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Onların yanlarına dön ve onları ağlattığın gibi güldür."[71]
Îbnü'l-Münzir dedi ki:
Bu hadis-i şerif nefir (farz-ı ayın olan seberberlik çağrısı) vuku bulmadığı
sürece anne babanın izni olmaksızın cihada çıkmanın yasakiığını ihtiva
etmektedir. Eğer nefir söz konusu olursa, o takdirde zaten herkesin cihada
çıkması vacip olur. Bu husus Ebu Katade yoluyla gelen hadiste gayet açıktır.
Rasûlullah (sav), kumandanlar ordusunu (Mute ordusunu) gönderdi... Bu arada
Zeyd b. Harise, Cafer b. Ebi Talib ve ibn Revâ-ha'nın başından geçenleri de söz
konusu etmekle birlikte, Rasûlullah (sav)'ın münadisinin bundan sonra: Topluca
namaza! diye nida etmesi üzerine herkesin toplandığını da söz konusu etti.
Bunun üzerine (Hz. Peygamber) Allah'a hamd-ü senada bulunduktan sonra şöyle
buyurdu: "Ey insanlar! Haydi çıkınız, kardeşlerinizin yardımına koşunuz.
Hiç kimse de geri kalmasın." Bunun üzerine, oldukça sıcak bir günde insanlar
piyade olarak ve binekli olarak savaşa katılmak üzere yola çıktılar.[72]
İşte Hz. Peygamber'in:
"Kardeşlerinize yardımcı olmak üzere çıkınız" diye buyurması,
cihaddan geri kalmak hususunda mazur görüiebilmenin nefir (umumi seferberlik)
çağrısı söz konusu olmadığı hallerde olacağına delildir. Diğer taraftan Hz.
Peygamber'in: "Ama hep birlikte savaşa çıkmanız İstenirse, hep birlikte
savaşa çıkınız"[73]
hadisi de bununla birlikle aynı gerçeği dile getirmektedir.
Derim ki: Bu hadis-i
şeriflerde şuna da delil vardır: Farzlar, yahut mendup-lar eğer bir arada
bulunacak olursa, bunlar arasından daha önemli olana öncelik tanınır. Ru
anlamdaki açıklamaları el-Muhasibi, "Kitabu'r-Riâye" adlı eserinde
yeterince açıklamış bulunmaktadır.[74]
Cihad farz-ı kifaye
ise, kişinin cihada katılmak için müşrik anne-babasinın iznini alıp almayacağı
hususunda ilim adamları, farklı görüşlere sahiptirler. es-Scvrî, onların
İznini almaksızın gazaya gitmez, der. Şafiî ise: Onların iznini almaksızın
gazaya gidebileceğini söylemiştir.
İbnü'l-Münzir de şöyle
demektedir: Dedeler de babalar gibidir, nineler de anneler gibidir. O bakımdan
kişi yine onların iznini almaksızın gazaya çıkamaz. Ben, onlar dışında
kardeşler ve sair akrabaların da iznini almayı gerektiren herhangi bir delil
bilmiyorum. Ama Tavus, kız kardeşlerin ihtiyaçlarını karşılamanın, Allah
yolunda cihaddan daha faziletli olduğu görüşünde idi.
[75]
Anne babanın
sevdikleri kimseleri gözetmek de anne-babaya iyiliğin tamamlayıcı
unsurlarındandır, Çünkü Salıilvte İbn Ömer'den şöyle dediği nakledilmektedir:
Ben, Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "Hiç şüphesiz bir
kimsenin babasının sevdiği kimseleri babasının vefatından sonra gözetmesi de
ona karşı İyi davranmanın en ileri derecesidir."[76]
Ebu Useyd -ki, Bedir'e
katılmışlardandır- şöyle demektedir: Peygamber (sav) ile birlikte oturuyordum.
Ona, Ensar'dan bir adam geldi ve şöyle dedi; Ey Allah'ın Rasûlü! Annem ve bababım
vefat etmesinden sonra benini onlara karşı iyi davranışım olarak sayılacak ve
yapabileceğim bir iyiliğim kaldı mı? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Evet,
onlara dua edersin, onlara mağfiret dilersin. Onlardan sonra onların verdikleri
sözleri yerine getirirsin, arkadaşlarına ikramda bulunursun. Ancak onlar
vasıtasıyla mevcut bulunan akrabalık bağlarını da gözetirsin. İşte geriye senin
üzerinde kalanlar bunlardır."[77]
Uz. Peygamber de, Hz,
Hatice'ye karşı iyi davranmak, ona vefakârlık göstermek kastıyla -hanımı
olduğu halde- hanımının arkadaşlarına hediyeler gönderirdi. Ya anne-baba
hakkında ne düşünülebilir!
[78]
Yüce Allah: "Eğer
onlardan biri veya ikisi yanında ihtiyarlığa ererse"
buyruğu ile, özellikle
onların yaşlanma hallerini söz konusu etmiştir. Çünkü bu, zayıflıkları ve
yaşlılıkları dolayısıyla durumlarında meydana gelen değişiklikten ötürü
anne-babanın, evlatlarının iyiliklerine daha çok muhtaç oldukları bir
durumdur. Yüce Allah, böyle bir durumda onların hallerine gereken riâyeti ve
titizliği, daha önce emretmiş olduğu dereceden daha ileri boyutlarda
emretmektedir. Çünkü böyle bir durumda anne-baba, çocuklarının bakımına muhtaç
düşerler. Yaşlılık halinde anne-babanın, çocuklarının bakımına ihtiyaçları,
çocuğun küçüklüğünde onların bakımına duyduğu ihtiyaca benzer. O bakımdan yüce
Allah bu buyrukta özellikle bu hali söz konusu etmektedir.
Aynı şekilde kişinin
uzun bir süre böyle kalması, adeta onun bu durumun istiskal etme (ağır bulma,
zor görmeye sebep olur) kişiyi usandırır ve çokça sıkıntısı artar.
Anne-babasına karşı gazabı su yüzüne çıkar, onlara karşı Öfkelenir, evlatları
olmasına rağmen ve dine bağlılığın azlığından ötürü onlara karşı kötü
davranmaya kalkışır, Kişinin, hoşlan mayısının açığa çıktığı asgari hal İse,
sıkıntıdan dolayı tekrarlayıp duran solumasıdır. Yüce Allah ise onlara yumuşak
nitelikte sözler söylemeyi ve onlara öylece karşılık vermeyi, bu sözünün de
her türlü kusurdan arınmış ohnasınt emrederek: "Sakın onlara öf deme,
onları azarlama, onlara tath ve güzel söz söyle" diye buyurmaktadır.
Müslim, Ebu
Hureyre'den şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (.sav) buyurdu ki:
"Burnu yere sürtülsün, burnu yere sürtülsün, burnu yere sürtülsün."
Kim ey Allah'ın Rasûlü! diye soruldu, o da şöyle buyurdu: "Yaşlılık
halinde ebeveyninden birisi yahut ikisi yanında bulunup da sonra buna rağmen
cennete giremeyen kişinin."[79]
Buhârî de: "Anne
babaya iyilik" bahsinde şöyle demektedir: Bize Müsed-ded anlattı. Bize,
Bişr b. el-Mufaddal anlattı, bize Abdurrahman b. tshak anlattı. O, Ebu Said
el-Makburi'den, o, Ebu Hureyre'den, o, Peygamber (sav)'dan dedi ki:
"Yanında anıldığım halde bana selat (ve selam) getirmeyen adamın burnu
yere sürtülsün, Anne-babası yahut onlardan birisi yaşlılık halinde yetişip de
onlar vasıtasıyla cennete girmeyen kişinin de burnu yere sürtülsün. Ramazana
erişip de sonra kendisine mağfiret olunmadığı halde Ramazan ayını bitiren
kişinin de burnu yere sürtülsün."[80]
Bize İbn Ebi Üveys
anlattı. Bana kardeşim, Süleyman b. Bİlal'den anlattı. O, Muhammed b.
Hilal'den, o, Sa'd b. İslıak b. Ka'b b. Ucre es-Sâlimî'den, o babası (r.a)'dan
dedi ki: Ka'b b. Ucre (r.a) dedi ki: Peygamber (sav) şöyle buyurdu:
"Minber'in yanında hazır bulununuz.™ Hz, Peygamber (hücresinden) çıkınca
minbere çıktı. Minberin ilk basamağına çıktığında: "Amin" dedi,
sonra ikincisine çıktı yine: "Amin" dedi, sonra üçüncüsüne çıktı,
yine: Amin" dedi. Konuşmasını bitirip minberden indiğinde biz: Ey Allah'ın
Rasûlü, dedik. Bugün senden biz öyle bir söz işittik ki, daha önce bunu söylediğini
hiç işitmemiştik. Hz. Peygamber: "Dediğimi duydunuz mu?" diye
buyurdu, bizler: Evet dedik. Uz. Peygamber şöyle buyurdu: "O, Cibril
(a.s)'dır. Önüme çıktı ve şöyle dedi: Ramazana yetişip de kendisine mağfiret
olunmadan bu ayj bitiren kişi Allah'ın rahmetinden uzak kılınsın. Ben de: Âmin
dedim. Yine ikinci basamağa çıktığımda: Yanında senin adın anılıp da sana
se-lât (ve selam) getirmeyen kişi de (Allah'ın rahmetinden) uzak olsun, dedi,
ben de: Âmîn dedim. Üçüncüsüne çıktığımda: Yanında anne-babası, yahut onlardan
birisi yaşlanıp da onlar sebebiyle cennete giremeyen kişi (Allah'ın
rahmetinden) uzak düşsün, dedi, ben de; Âmin dedim."[81]
Bize Ebu Nuaym
anlattı, bize Seleme b. Verdân anlattı (dedi ki): Enes (r.a)'ı şöyle derken
dinledim: Rasûlullah (sav) minberin bir basamağını çıktı, âmin dedi. Sonra bir
basamak daha çıktı yine: Âmin dedi, sonra bir basamak daha çıktı yine: Âmin
dedi. Sonra, minberin üzerine çıkıp oturdu. Ashabı ona; Ey Allah'ın Rasûlü! Ne
diye âmin dedin diye sordular, o da şöyle buyurdu: "Bana Cibril (a.s)
geldi ve dedi ki: Yanında adın anıldığı halde sana salât (ve selâm) getirmeyen
kişinin burnu yere sürtülsün. Ben, âmin dedim. Yine an-ne-babasına yahut
onlardan birisine yetiştiği halde onlar sebebiyle cennete giremeyen kişinin de
burnu yere sürtülsün dedi, ben de âmin dedim" diyerek hadisin geri kalan
bölümlerini zikretti.[82]
O halde mutlu olan
kişi, anne-babaya iyilik yapma firsatını ganimet bilerek bu konuda elini çabuk
tutan; böylelikle onların ölümünden sonra fırsatı elinden kaçırmamaya gayret
eden kişidir. Çünkü fırsat elinden kaçacak olursa, bundan dolayı pişman olur.
Bedbaht olan kişi, onlara karşı kötü davranandır, özellikle de onlara iyilik
yapma emri o kişiye ulaşmış ise.
[83]
"Onlara öf
deme!" Yani, onlara bir sıkıntı ifade edecek en ufak bir söz söyleme. Ebû
Recâ el-Utaridi'den şöyle dediği nakledilmektedir: Of, bayağı, basit ve gizli
söylenen sözdür. Mücahid de der ki: Yani sen yaştı olandan, küçükken senden
gördükleri küçük ve büyük necasetlerini görecek olsan bile, onları tiksinti
verici görüp de öf dahi deme. Ancak âyet-i kerime bundan daha umumidir.
"Of" ile "tur" aslmda tırnakların pislikleridir. Bu şekilde
tiksinti veren ve istiskal olunan her bir şeye "öf ona" denilir.
el-Ezherî der ki: Tut,
aynı zamanda önemsiz ve basit şey demektir. Burada bu kelime; şeklinde
tenvinli ve esreli olarak okunmuştur. Nitekim bu tür ses ifade eden sözler de
esreli ve lenvinli okunur. Mesela kişi; " Sus ve vazgeç" denilir.
Bu kelime
"hemze" csreli olarak. ve (hemze ötreli "fe" harfi sakin
olarak; İle, şeklinde "fe" harfi şedde-siz olmak üzere on şekilde
kullanılır. Hadiste de; Elbisesinin bir ucunu burnunun üzerine bıraktı, sonra
da uf, uf dedi"
[84] denilmektedir.
Ebu Bekir dedi ki: Bu, alınan kokudan tiksinildiğini ifade eder.
Kimisi de bu
kelimenin, az ve önemsiz görmek anlamında olduğunu ve bunun, az demek olan; den
geldiğini söylemiştir. el-Kutebî der ki: Bu kelimenin aslı, senin üzerine düşen
kül, toprak ve buna. benzer şeyleri liflemekten ve yine bir yerde oturmak
isterken, orada rahatsızlık verici şeyleri izale etmek kastıyla üflemekten
gelmektedir. O bakımdan bu kelime ağır karşılanan her şey için söylenir
olmuştur. Ebu Amr b. el-Âlâ der ki: Of, tırnaklar arasındaki kire, t uf ise
kesilen tırnaklara denilir.
ez-Zeccâc der ki: Of,
pislik demektir. el-Esmaî de şöyle dernektedir: Of kulak pisliği, tuf İse
tırnak pisliğidir. Bu kelime çokça kullanılarak sonunda rahatsızlık duyulan her
bir şey hakkında kullanılır olmuştur.
Mi b. Ebi Taİib
(r.a)'dan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ra.sûlullah (sav) buyurdu ki:
"Eğer yüce Allah, anne-babaya kötü davranmak hususunda "öf" den
daha bayağı bir şey olsaydı, elbetteki onu da zikrederdi.[85] O bakımdan
iyi davranan kişi, yapmak istediği şekilde yapsın. O, asla cehenneme
girmeyecektir. Anne babasına kötü davranan kişi de istediği şekilde amelde
bulunsun, o asla cennete girmeyecektir."
ilim adamlarımız
derler ki: Anne-babaya öf demenin en kötü ve adi bir şey olması, onları red ve
inkâr etmenin, nimete karşı nankörlük oluşundan, terbiyeyi red ediş ve yüce
Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'de tavsiyeyi kabul etmeyiş oluşundan dolayıdır.
"Öf" kelimesi, reddedilen, kabul olunmayan her şeye karşı söylenen
bir sözdür. Dundan dolayt İbrahim (a.s) da kavmine: "Uf size ve sizin
Allah'tan başka taptıklarınıza!" (el-Enbİya, 21/67) Yani, hem sizi kabul
etmeyip reddediyorum, hem de sizinle birlikteki bu putları, demiştir.
[86]
Yüce'Allah'ın;
"Onları azarlama" buyruğundaki; Azar" şiddetle reddetmek ve kaba
davranmak demektir.
Onlara tatlı ve güzel
söz söyle" yumuşak ve incelikli söz söyle. Babacığım, anneciğim deyip
onları isimleriyle zikretmeyerek, künyeleriyle onları çağırmamak gibi. Bu
açıklamayı Ata yapmıştır. İbn Beddâh et-Tucibi de der
ki: Ben, Said b. el-Müseyyeb'e şöyle dedim: Kur'ân-ı
Kerim'de yer alan anne babaya iyilik ile ilgili her bir hususun ne manaya
geldiğini biliyorum. Bundan tek istisna, yüce Allah'ın: "Onlara tatlı ve
güzel söz söyle" buyruğudur. Bu kavl-i kerimin mahiyeti nedir? İbn
Müseyyeb dedi ki: Bu, uslu bir kölenin, kaba ve haşin efendisine karşı
söyleyeceği sözler demektir.
[87]
Yüce Allah'ın:
"Merhametinden dolayı onlara alçak gönüllülük kanadını indir"
buyruğu, onlara karşı duyulacak şefkat ve merhameti onlara karşı gösterilecek
alçak gönüllülüğü anlatmak için kullanılan bir istiaredir. Onlara karşı
gösterilecek alçak gönüllülük, tıpkı yönetilenlerin emire, kölelerin de
efendilerine gösterdikleri gibi olmalıdır. Nitekim Said b. el-Müseyyeb de buna
işaret etmektedir. Yüce Allah burada, kanadın yukarı doğru kaldırıp aşağı
doğru alca İtinasını, kuşun yavrusu kanadını kaldırmasına misal olarak
vermektedir.
"Zül",
yumuşaklık demektir. Cumhur bunu "zel" harfini ötreli olarak okumuştur
ve buna göre bu kelime; Yumuşadı, yumuşar" kökünden gelir. Zillet,
mezellet kelimeleri de buradan geldiği gibi, bu nitelikte olana da denilir.
Said b. Cübeyr, İbn
Abbas ve Urve b. ez-Zübeyr ise, "zili" şeklinde "zel"
harfini esreli okumuşlardır. Bu kıraat Âsım'dan da rivayet edilmiştir ki;
Kolaylıkla bilinebilen, idare olunabilen ve bu vasfı açıkça ortada bulunan
binek" ifadesinden alınmadır. Bu tabir, çekilmesi, istenen tarafa
götürülmesi kolay olan hayvanlar, binekler hakkında kullanılır.
Bu âyetin hükmü
gereğince insanın anne ve babasına karşı sözlerinde, davranışlarında, onlara
bakışında en hayırlı bir alçak gönüllülük niteliğinde olması gerekir. Onlara
sert ve keskin bakmamalıdır. Çünkü böyle bir bakış onlara gazap edenin bir
bakışıdır.
[88]
Bu âyet-i kerimede
hitap Peygamber (sav)'a olmakla birlikte maksat, onun ümmetidir. Çünkü o
dönemde Hz. Peygamber'in anne-babası yoktu. Diğer taraftan yüce Allah'ın:
"Sana uyan mü'minlere de kanadını indir." (eş-Şuarâ, 26/215)
buyruğunda ise, "alçakgönüllülük" ifadesi zikredilmemektedir. Bu
âyet-i kerimede zikredilmesinin sebebi ise, hakkın büyüklüğü ve te'kid
edilmesidir.
Merhametinden
dolayı" buyruğundaki;...den" edatı, cinsi beyan etmek içindir. Yani,
alçak gönüllülük kanadının indirilmesi insanın ruhunda yer etmiş bulunan
merhametten ötürü olmalıdır. Yoksa böyle bir şey İzhar edilsin diye
olmamalıdır. Gayenin son noktasını ifade etmek için olması da mümkündür.
Daha sonra yüce Allah
kullarına, babalarına, anneferine rahmet okumalarını, onlara dua etmelerini
emretmektedir. Onlar sana nasıl merhamet etti iseler, sen de onlara öylece
merhamet etmelisin. Onlar sana nasıl şefkatle dav-randılarsa, sen de onlara
öylece şefkatli davranmalısın. Çünkü sen küçükken, birşey bilmezken ve ihtiyaç
içindeyken seni koruyup gözettiler, seni tercih ettiler, gecelerini uykusuz
geçirdiler. Kendileri aç kaldılar, seni doyurdular, çıplak kaldılar, seni
giydirdiler. O bakımdan, senin onlara yaptıklarının karşılığını verebilmen,
ancak küçüklükteki haline onlar büyüklüklerinde ulaştıkları takdirde mümkün
olabilir ve onların (vaktiyle) sana yaptıklarını sen de onlara yapabilirsin.
Bununla birlikte onların bu konuda öncelikli davcanma faziletleri vardır.
Nitekim Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır: "Bir evladın babasına
karşılığını vermesi, ancak onu köle bulup satın alması ve sonra da onu azad
etmesi halinde düşünülebilir."[89]
İleride bu hadise dair açıklamalar Meryem Suresi'nde (19/92. âyet, 2,
başlıkta) gelecektir.
[90]
Yüce Allah'ın:
"Rabbim, onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse..."
buyruğunda özellikle
terbiye etmelerinin sözkonusu edilmesi, kulun anne-babasının şefkatini, onu
terbiye ederken yorgunluklarını hatırlasın diyedir. Bu, onun anne-babasına
karşı şefkat ve bağlılığını daha bir artırsın, diyedir. Bütün bunlar mü'min
olan anne-baba hakkındadır. Kur'ân-ı Kerim ise, önceden de geçtiği üzere
(et-Tevbe, 9/113- âyet, 2. başlık ve devamında) ötmüş müşriklere en yakın
akrabalardan olsalar dahi, mağfiret dilemeyi yasaklamış bulunmaktadır. İbn
Abbas ve Katade'den ise bütün bunların: "O çılgın ateşlikler oldukları
açıkça ortaya çıktıktan sonra akrabaları dahi olsalar müşriklere Peygamberin
de mü'minlerin de mağfiret dilemeleri olur şey değildir" (et-Tevbe,
9/113) buyruğu ile bütün bunlar nesh edilmiştir. Buna göre müslüman bir
kimsenin anne-babası eğer zırnmi iseler, Allah'ın burada ona kendisine
emrettiği şekilde onlara karşı davranır. Ancak, küfür üzere öldükten sonra
onlara Allah'tan rahmet dileyemez. Çünkü sözü geçen âyet-i kerime ile yalnızca
bu nesh edilmiştir.
Şöyle de denilmiştir:
Bu buyruk, neshe konu olacak bir yer değildir. Çünkü, -önceden de geçtiği gibi-
burada sözkonusu edilen, hayatta kaldıkları sürece müşrik anne ve babaya
dünyada rahmet ile dua etmektir. Yalıui da bu âyetin (et-Tevbe Sûresi'ndeki
âyetin) umumî ifadesi öbürü ile tahsis edilmiştir ve âhirct için rahmet
kasiedümemiştir. Özellikle de yüce Allah'ın: "Rabbim... Sen de onlara öyle
merhamet et" buyruğunun Sa'd b. Ebi Vak-kas hakkında indiği de
söylenmiştir. Çünkü o, İslâm'a girdikten sonra, annesi de kendisini elbisesiz
vaziyetle güneşte kızmış taşlar üzerine almıştı. Durum Hz. Sa'd'a anlatılınca
o da: Ölürse ölsün demişti, bunun üzerine bu âyet-i kerime inmiştir.
Âyet-i kerimenin
müslüman olan anne-babaya dua etmek hakkında hususi olduğu da söylenmiştir.
Doğrusu, önceden de belirttiğimiz gibi, âyetin umum ifade etliğidir. İbn Abbas
da şöyle demektedir: Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Kim anne-babasını
razı ederek akşam» eder ve öylece sabahı ederse o, cennetle açılmış iki kapısı
bulunduğu halde akşamı ve sabahı etmiş olur. Eğer onlardan birisini razı
etmişse bir kapısı bulunur. Kini de anne-babasını kızdırarak akşam ve sabah
edecek olursa o da, cehennem ateşine giden açık iki kapısı bulunarak akşam ve
sabahı eder. Onlardan birisini kızdırmışsa bir kapısı bulunur." Bir adam:
Ey Allah'ın Rasûlü! Anne-baba-sı ona zulmederse de mi? diye sorunca, Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: "Anrie-babası ona zulmetse dahi, anne-babası ona
zulmetse dahi, anne-ba-bası ona zulmetse dahi" diye buyurdu,[91]
Biz, Câbir b. Abdullah
(r.a)'dan, muttasıl bir isnad ile şöyle dediğini rivayet etmekteyiz: Bir adam,
Peygamber (sav)'a gelip şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, babam benim malımı
aldı. Peygamber (sav): "Babanı bana getir" dedi. Cibril (a.s),
Peygamber (.sav)'a inerek şöyle dedi: "Aziz ve celil olan Allah sana
selam söylüyor ve sana şöyle diyor: O yaşlı adam yanına gelecek olursa, sen ona
kulaklarının işitmediği, takat içinde söylemiş olduğu bir şeyi sor.'' Yaşlı
adam gelince, Peygamber (sav) ona şöyle sordu: "Neden senin oğlun seni
şikâyet ediyor? Sen onun malını almak mı istiyorsun?" Yaşlı adam: Ona sor
ey Allah'ın Rasûlü. Ben, ondan islediğim o malı ya halalarından birisine, ya
teyzelerinden birisine, ya kendime harcamayacak mıyım? Bunun üzerine Rasûlullah
(sav) ona şöyle buyurdu: "Hadi sen bunları bir kenara bırak da, senin
kulaklarının işitmediği, fakat içinde söylediğin bir şeyi bana haber ver:'
Yaşlı adam şöyle dedi: Allah'a and olsun, ey Allah'ın Rasûlü! Yüce Allah, sana
olan kesin inancımızı artırıp durmakladır. Ben, gerçekten içimde bir şey
söyledim ama, kulaklarım daha onu işitmiş değildir. Hz. Peygamber: "Haydi
söyle ben de dinleyeyim" diye buyuranca adam (şu beyitleri) söyledi:
"Yeni doğmuş bir
bebekken seni besledim. Gençken de senin
ihtiyaçlarını
karşıladım.
Senin için
kazandıklarımdan ardı arkasına sen içip durdun. Bir gece, hastalığıyla
misafirin olsa eğer, benim gecem
Senin o hastalığın
dolayısıyla ancak uykusuz geçer ve yerimde rahat edemem. Sanki sana isabet
eden, senden Önce bana isabet etmiş de o bakımdan Göz yaşlarım durmayıp
akıyordu.
Senin helak oluşundan
dolayı korkup duruyordum ve şüphesiz ki ben, Ölüm vaktinin tayin edilmiş
olduğunu da bilmekteyim. Nihayet senden birşeyler umduğum bu yaşına ulaştığın
vakit Bana verdiğin karşılık, bîr sertlik ve bir kabalık oldu. Sanki nimetler
verip lütufta bulunan senmişsm gibi. Ah! Keşke benim babalık hakkıma riâyet
etmesen bile, Hiç olmazsa yakın komşunun yaptığını yapabilaeydin Ve bana
komşuluk hakkını verip de senin olmayan bir maldan Bana karşı cimrilik
etmeseydin."
Bunun üzerine
Peygamber (sav) oğlunun yaka tarafından elbiselerini yakalayarak şöyle dedi:
"Sen de, malın da banana aitsiniz." et-Taberânî dedi ki: el-Lahmî bu
hadisi, İbnü'î-Munkedir'den bu şekilde tamam olarak ve ;iir ile birlikte
yalnızca bu sened ile rivayet etmektedir. Bunu da Ubeydul-ah b. Halasa
münferiden rivayet etmiştir.[92]Doğrusunu
en iyi bilen Allah'tır.
[93]
25- Rabbinîz
İçinizdekini en İyi bilendir. Eğer salih kimseler olursanız şüphesiz ki O,
kendine dönenleri gerçekten bağışlayıcıdır.
"Rabbiniz
içinizdekini en iyi bilendir." içinizde nnne-babanıza karşı merhamet ve
onlara şefkat inancı mı, yoksa bunun dışında onlara karşı gelmek yahut zahiren
riyakârlık olmak üzere onlara itaat ediyor görünmek mi istediğinizi bilir.
İbn Cübeyr der ki:
Yüce Allah, bir yanlışlık ve bir yanılgı gibi kişinin, an-ne-babasına yahut da
onlardan birisine onlara kötü davranmak kastı olmaksızın yaptığı davranışı
kastetmektedir. İşte yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer salih
kimseler" anne-babaya iyilik yapmak niyetinde samimi kimseler
"olursanız, şüphesiz ki O" Allah, istemeyerek yaptığınız yanlışlığı
affeder.
"Kendine
dönenleri gerçekten bağışlayıcıdır." Yüce Allah, burada bağışlama
vaadinde bulunmakla birlikte bunu hem salih olma, hem de tekrar tekrar şanı
yüce Allah'a itaatin sınırlarına dönme şartına bağlamaktadır.
Said b. eî-Müseyyeb
der ki: Bundan kasıt, önce tevbe eden, sonra günah işleyen, sonra tevbe eden,
sonra bir daha günah işleyen kullardır.
İbn Abbas (r.a) der
ki: Evvâb (dönen), günahlarını hatırladığı vakit bunlardan dolayı Allah'tan
mağfiret dileyen, günahlarını bilen kimsedir,
Ubeyd b. Umeyr der ki:
Bunlar, yalniz kaldıklarında günahlarım hatırlayan, sonra da yüce Allah'tan
mağfiret isteyen kimselerdir. Bu açıklamalar birbirlerine yakındırlar.
Avn el-Ukaylî der ki:
Dönen kimseler (evvâbûn), kuşluk namazını kılan kimselerdir. Sahih hadiste de
şöyle denilmektedir: "Evvâbîn namazı, deve yav-rulannın, yerin
ısınmasından dolayı yere çöktükleri vakit kılınan namazdır."[94]
Bu lafzın, gerçek
manası; "döndü, döner" anlamına gelen; fiilinden gelmektedir.
[95]
26. Akrabaya
hakkını ver. Yoksula da, yolda kalmışa da. Ama saçıp savurma.
27. Çünkü
saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir. Şeytansa Rabbine karşı çok
nankördür.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
[96]
Yüce Allah:
"Akrabaya hakkını ver" buyruğu ile bize şunu emretmektedir:
Anne-babanın hakkına riâyet ettiğin gibi, akrabalık bağını da gözet. Diğer
taraftan yoksula ve yolda kalmışa da tasaddukta bulun. Ali b. el-Hüseyn, yüce
Allah'ın: "Akrabaya hakkını ver" buyruğu hakkında: Bunlardan kasıt,
Peygamber (sav)'ın akrabalarıdır, demiştir. Peygamber (sav)'a, bunlara haklarının
beytü'i-malden verilmesini emretmiştir. Yani, gaza ve ganimetlerden elde
edilenler arasından yakın akrabaların payından akrabaların hakkını ver.
O takdirde bu,
yöneticilere yahut da onların görevlerini yerine getirmek durumunda ojanlara
yönelik bir hitaptır. Muayyen olarak yerine getirilmesi gereken akrabalık
bağlarını gözetmek, ihtiyaçları gidermek, muhtaç olan kimseleri mal ile
gözetmek ve her türlü yoila yardım ve destek olmak şeklindeki ameller, bu
âyetin kapsamı içerisinde mütalaa edilmiştir.
[97]
"Ama saçıp
savurma" buyruğu, hak olmayan yerde harcamakta bulunmak suretiyle israf
etme, demektir.
Şafiî (r.a) şöyle
demiştir: Saçıp savurmak, malı hak olmayan yerde harcamak demektir. Hayır
ameide savurganlık sözkonusu olmaz. Cumhurun görüşü de bu şekildedir. Eşheb
Malik'den şöyle dediğini nakletmektedir: Saçıp savurmak, malı hak yolla elde
etmekle birlikte onu hak olmayan bir yere koymak demektir ki, bu da israftır
ve yüce Allah'ın: "Çünkü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir"
buyruğu dolayısıyla haramdır.
Ayrıca
"kardeşleri" buyruğu, onlarla aynı hükümde oldukları anlamındadır.
Çünkü savurgan bir kimse, tıpkı şeytanlar gibi fesat çıkarmak için çalışan bir-kimsedir.
Yahut da onlar, şeytanların kendilerine hoş gösterdiği şeyleri yaptıkları
için, ya da yarın cehennemde onlarla birlikte zincire vurulacakları için böyle
buyurulmuştur; diye üç ayrı açıklama vardır.
Buradaki "ihvan;
kardeşler" kelimesi neseb dışındaki kardeş anlamı ile;'ın çoğuludur. Şanı
yüce Allah'ın: "Ancak mü'minler kardeştir" (el-Hu-curât, 49/10)
buyruğu da bu kabildendir.
"Şeytansa Rabbine
karşı çok nankördür." Yani, ona tabi olmaktan ve fesat hususunda ona
benzemekten çokça sakınınız.
Şeytan, cins bir
isimdir. ed-Dahhâk; "Şeytanın kardeşleri" şeklinde, şeytan
kelimesini tekil olarak okumuştur. Enes b. Malik (r.a)'ın Mushaf'ında da bu
böylece sabit olmuştur.
[98]
Bir kimse, ihtiyaç
miktarından fazla arzu ettiği şeylerde malını harcayacak olursa ve böylelikle
malını tükenmekle karşı karşıya getirirse, o kimse savurgan bir kimsedir.
Şayet, malının kârını canının çektiği şeylere harcamakla birlikte, aslını veya
sermayesini koruyabiliyor ise, bu kimse savurgan bir kimse değildir.
Haram bir alanda tek
bir dirhem dahi harcayan bir kimse savurgan kabul edilir ve o, haranı olan
şeyde harcadığı dirherm hususunda haar altına alınır. Ancak, malının
tükenmesinden korkulmadığı sürece, canının çektiği şeylerde malını bol bol
harcaması dolayısıyla hacr altına alınmaz.
[99]
28. Şayet
Rabbinden umduğun bir rahmeti arayarak onlardan yüz-çevirirsen, o halde
kendilerine ağır gelmeyecek bir söz söyle.
Bu buyruğa dair
açıklamalarınım üç başlık halinde sunacağız:
[100]
Şanı yüce Allah, bu:
"Şayet Rabbinden umduğun bir rahmeti arayarak onlardan yüzçevirtrsen*
buyruğu ile özel olarak, Peygamberini kastetmektedir. Bu, hayret verici bir
te'dip, son derece incelikli harikulade bir ifadedir, yani sen onlardan zengin
ve güç yetirdiğin halde küçümseyen bir kimsenin yüzçevirişi İle yüzçevirerek
onları mahrum etme. Onlardan, ancak -şanı yüce Allah'tan, dilencinin
ihtiyacını kollayıp gözetebileceğin şekilde önüne bir hayır kapısını açacağını
umduğun takdirde- ancak herhangi bir acizlik halinde ya da bir engelin
bulunması halinde yüzçevlrebilirsin. Eğer onlara yardım etme imkânın yoksa, en
azından onlara ağır gelmeyecek güzel sözler söyle.
[101]
Âyetin nüzul sebebi
ile ilgili olarak İbn Zeyd şöyle demektedir: Bu âyel-i kerime, Rasûlullah
(sav)'dan kendilerine bir şeyler vermesini isteyen, Hz. Feygambcr'in de
kendilerine birşeyler vermek istemediği bir takım kimseler hakkında inmiştir.
Çünkü Hz. Peygamber, onların mallarını külü yerlere harcayacaklarını
biliyordu. O bakımdan onların kötülük ve fesadlarına yardımcı olmamak, onlara
birşeyler vermemek suretiyle ve ecir almak arzusuyla onlardan yü z çeviri
yordu.
Ata el-Horasanî de,
yüce Allah'ın: "Şayet Rabbinden umduğun bir rahmeti arayarak onlardan
yüzçevirirsen" buyruğu hakkında şunları söylemektedir: Bu. anne-baba ile
ilgili değildir. Müzeyne'den bazı kimseler Peygamber (sav)'a gelerek,
kendilerini taşıyacak bir binek vermesini istediler, Hz. Pey-gamber'in de:
"Size verecek binek bulamıyorum." demesi üzerine bunlar,
üzüntülerinden dolayı gözleri yaşlarla dola dola geri döndüler. (Bk. et-Tev-be,
9/92) Bunun üzerine de yüce Allah: "Şayet Rabbinden umduğun bir rahmeti
arayarak anlardan yüzçevirîrsen..." buyruğunu indirdi. Buradaki
"rahmeften kasıl ise, ley'dir.
[102]
Yüce Allah: "O
halde, kendilerine ağır gelmeyecek bir söz söyle" buyruğu ile,
böyleleıine dua elmesini emretmektedir. Yani, onlara yapacağın dua ile onların
fakirliklerini onlara kolaylaştır. Şöyle de açıklanmıştır: Onlara, kendileri
İçin hayırlı bir çıkış yolu ve hallerinin düzelmesini ihtiva edecek şekilde
dua et. Bir diğer açıklama da şöyledir: Ey Muhammed, elinin darlığı dolayısıyla
onlara birşeyler vermekten "yüz çevirecek olursan" onlara ağır gelmeyecek
güzel sözler söyle. Yani, onlara güzel söz söyleyerek uzun uzun mazeretini
anlat, azıklarının genişlemesi için onlara dua et ve de ki: Bir şey bulacak
olursam veririm, ikramda bulunurum. Çünkü böyle bir tutum, istekli bulunan
kimsenin ruhunu tıpkı ona birşeyler vermiş gibi etkiler. Hz. Peygamber de
kendisinden bırşey istendiğinde eğer yanında verecek bir şey bulunmuyor ise,
yüce Allah'tan bir rızık gelir beklentisiyle susardı, çünkü boş çevirmekten
hoşlanmazdı. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. Peygamber (sav) da,
kendisinden bir şey istenip de yanında verecek birşey bulunmuyor ise şöyle
derdi: "Allah, lütr'undan bize de size de ihsan buyurur inşa-allah."
Bu açıklamaya göre "rahmet"den kasıt, Allah'tan beklenen nzıktır. İbn
Abbas, Mücahid ve İkrime'nin görüşü de budur.
Onlardan"
buyruğundaki zamir bundan önce kendilerinden söz edilen anne-babalar,
akrabalar, yoksullar ve yolculardır, "Ağır gelmeyecek
bîr söz" İse yumuşak, latif ve hoş söz demektir
ve fail anlamında mef uldür. Açıkladığımız gibi, onlara güzel vaadde bulun,
anlamındadır. Şu beyitleri söyleyen ne güzel söylemiş:
"Dilenenlere
içimden gelerek vereceğim gümüş bir param olmazsa şayet, Ben, en azından onlara
karşı yumuşak davranırım. Böylelikle dilenenler benim huyumdan hayır görmekten
yana
mahrum kalmazlar.
Ya benim bağışımı elde
ederler, yahut da benim güzel bir şekilde
onlara
karşılık verdiğimi görürler."
İfadesi, sana bu şeyi
hazırladım, anlamındadır. (Ağır gelmeyecek diye meâllendirdiğimiz
"meysûr" ile aynı kökten gelen fiili kullanmıştır).
[103]
29. Elini
boynuna bağlanmış kılma! Onu büsbütün de açma! Yoksa sonra kınanmış, yaptığına
pişman olur kalırsın.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımız dört başlık halinde sunacağız:
[104]
Yüce Allah'ın:
"Elini boynuna bağlanmış kılma" buyruğu, kalbinden gelerek malından
herhangi bir şey çıkarıp vermeye güç yetiremeyen cimrinin halini
ifadelendirdiği bir mecazdır. Böyle bir kimseye yüce Allah, kişinin eliyle
tasarrufta bulunmasını engelleyen ve eli boynuna bağlayan demir halkayı misal
vermektedir.
Buhârî ve Müslim'in
Sahih'lerinde Ebu Hureyre (r.a)'dan şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah
(sav) cimri ile sadaka veren kimsenin misalini, üzerlerinde demirden cübbeler
bulunan iki kişiye benzetmektedir. Bunların elleri (bu ciibbelerirt etkisi
ile) göğüslerine, boğazlarına kadar çıkmıştır. Sadaka veren kişi, sadaka
verdiği her seferinde bu cübbesi genişler. Nihayet bu cübbe parmak uçlarını da
kapatır ve onun ayak izlerini dahi silecek hate gelir. Cimri kimsenin bu
cübbesi sadaka vermek istediği her seferinde daha da daralır ve her bir halka
yerini .daha da (sıkıştırarak) alır. Ebu Hureyre (r.a) dedi ki: Ben, Rasûlullah
(sav)'ı, parmağı ile yakasında bu şekilde hareket yaptığını gördüm. Keşke sen
de onun bunu genişletmek isterken hareket ettiğini ve onun da genişlemediğini
(anlatmak isterken) bir görseydin.[105]
"Onu büsbütün de
açma" buyruğu ile, elin açılmasını malın gitmesine misal olarak
vermektedir. Çünkü avucun kapatılması İçinde bulunanları turnasına, açılması
ise içinde bulunanların gitmesine sebeptir.
Bütün bunlar Peygamber
(sav)'a hitab olmakla birlikte, maksat onun ümmetidir. Bu türden hitablar
Kur'ân-ı Kerim'de pek çoktur. Peygamber (sav) ümmetinin efendisi ve onları
Rabblerine ulaştıran vasıtaları olduğundan dolayı bu konuda Arapların adeti
üzere onları kastetmek üzere bizzat Hz. Peygamberi sözkonusu etmiştir. Aynı
şekilde Peygamber (sav) ertesi güne birşeyler saklamazdı. O, açlıktan dolayı
karnına taş bağlayacak derecede acıkırdı. Ashab-i Kiramdan pek çok kimse Allah
yolunda bütün mallarım infak ederlerdi. Peygamber (sav) bundan dolayı onları
azarlamaz ve onların bu yaptıklarını olumsuz bulmazdı. Çünkü onların yakinteri
son derece sağlam ve basiretleri oldukça güçlüydü. Şanı yüce Allah'ın, infakta
aşırı gitmeyi ve elinde bulunan ne varsa hepsini çıkarıp vermeyi yasaklaması
ise, sadece elinden gidenlere hasret ve pişmanlık duyacağından korkulan kimseler
içindir. Aziz ve celil olan Allah'ın vaadine ve infak ettiği şeylere karşılık
pek çok mükâfat ve sevap vereceğine güvenen ve bundan emin olan kimseler ise,
bu âyet-i kerimede kastedilen kimseler değildir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Şöyle de denilmiştir:
Burada hitab özel olarak Peygamber (sav)'a hastır. Yüce Allah, bu buyruğu ile
infakın keyfiyetini ona öğretmekte ve iktisatlı davranmasını emretmektedir.
Câbir (b. Abdillah) ve
İbn Mes'ud dediler ki: Bir delikanlı, Peygamber (sav)'ın yanına gelerek şöyle
dedi: Annem senden şunları şunları ister. Hz. Peygamber: "Bugün elimizde
hiçbir şey yok" diye buyurdu. Bu sefer şöyle dedi: Sana, bana gömleğini
giydirmeni söyledi, deyince, Hz. Peygamber de
gömleğini çıkartıp ona verdi ve evde elbisesin oturdu, Cabir yoluyla
gelen rivayette şu ilave vardır; Bilal, namaz için ezan okudu, Rasûlullah
(sav)'ı beklediler, ancak dışarı çıkmadı. Kalplere farklı düşünceler geldi.
Birisi (Hz. Peygamber'in hücresinden) içeriye girdi, elbisesi olmadığını
gördü, bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu."[106]
Bütün bunlar, hayır
yollarında infak ile ilgilidir. Fesat uğrunda ini akın ise, azı da çoğu da
-önceden geçtiği gibi- haramdır.
[107]
Bu âyet-i kerime,
mü'minler arasından ilk olarak bir şeyler isteyen kimselere verebileceği ne
kadarsa hepsini vermeyi yasaklamaktadır. Böylelikle daha sonra geleceklere
verebilecek birşeyler bulunabilsin diye. Ya da bu şekilde verecek olursa,
intakta bulunan kişi, bakmakla mükellef olduğu kişileri zayi etmesin diye bu
yasak sözkonusudur. Şu hikmetli söz de bu kabildendir: Ben, ne kadar israf
gördümse, mutlaka onunla birlikte bir hakkın da zayi edildiğini gördüm.
Bu âyet-i kerimeler,
halin fıkhı ile İlgili âyetlerdendir. Kişiler, ayrı ayrı na-zar-ı itibara
alınmadıkça bunun (kişiler hakkındaki) hükmü beyan edilemez.
[108]
"Yoksa sonra
kınanmış, yaptığına pişman olur kalırsın" buyruğu ile ilgili olarak İbn
Arefe şöyle demektedir: Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: İsraf etme, malım
telef etme! O takdirde sen, harcayacak ve tasarrufla bulunacak imkânını
kaybetmiş, pişman bir kimse oluverirsin. Tıpkı, yerinden kal-kamayan (hasır)
deve gibi olursun ki, bu da yerinden kalkabilecek gücünü de kaybetmiş olan deve
demektir. Şanı yüce Allah'ın; "Göz, hor ve hakir, yorulmuş olarak yine
sana dönecektir" (el-Mülk, 67/4) buyruğundaki; Yorulmuş olarak"
ifadesi de aynı kökLen gelmektedir ki, bitip tükenmiş demektir. Kata de der
ki-. Bu, yaptığına pişman olarak, demektir. Bu açıklamasıyla o bu kelimeyi
"hasret" den gelmiş kabul etmektedir ki, buradan gelme ihtimali uzaktır.
Çünkü "hasret"den l'ail; ile şekillerinde gelir, denilmez.
"Kınanmış"
kelimesi ise, malını telef ettiğinden dolayı kınanan kimse, yahut da kendisine
birşeyler vermediği kişi tarafından kınanan kişi demektir.
[109]
30. Şüphesiz
ki Rabbin, dilediğinin rızkını genişletir ve daraltır. Şüphesiz O, kullarından
gerçekten haberdardır, hakkıyla görendir.[110]
31.
Evlatlarınızı fakirlik korkusu İle öldürmeyin. Onları da sizi de Biz
rızıklandırırız. Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı
iki başlık halinde sunacağız:
[111]
Bu âyeti kerimeye dair
açıklamalar -Yüce Allah'a hamd olsun ki- daha önce el-En'âm Sûresi'nde (6/156.
âyet, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır,
"îmlâk: Fakirlik
korkusu", fakirlik ve bir şeye malik olmamak demektir, "Bir kimsenin
elinde malâka denilen büyük ve düzgün taşlardan başka bîr şey kalmaması"
demektir. Şair el-Hüzdî, bir avcıyı vasfederken şöyle demektedir:
"Derken onun
karşısına, kısa boylu ve yıpranmış elbiseli bir avcı çıktı O, büyük ve düz
taşlar (malaka) üzerine çıkacak olsa, avcı da çıkardı."
Şemir der ki: fiili,
hem lazım (geçişsiz)dır, hem müteaddi (geçişli)dir. O bakımdan kişinin fakir
düşmesi halini anlatmak için de kullanılır, Zaman, elindeki avucundakîni alıp
götürdü" anlamındadır. Şair Evs de şöyle demektedir:
"Ve yanımda ne
varsa büyük ve zorlu sıkıntılar alıp götürdü (beni fakir düşürdü)."
[112]
Yüce Allah'ın;
"Bir günah" anlamındaki; buyruğunu cumhur, "hı" harfi
esreli, "ti" sakin, hemzeli ve kasr ile okumuşlardır. İbn Âmir ise,
"hı" ve "ti" harflerini üstün, hemzeli ve kasr ile
okumuştur. Ebu Cafer Yezid de böyle okumuştur. Bu iki kıraat de "kasti
günah işledi" anlamındaki den alınmıştır.
İbn Arefe der ki: Bir
kimsenin günah işlemesi halinde; Günah işledi" denilir. Kasti olarak veya
olmayarak hatalı bir yol izledi, denilmek istenirse de, denilir. Bununla
birlikte; Hata ve günah işledi" fiilinin; Kasti otsun olmasın hata yolunu
izledi" anlamında da kullanıldığı olur.
el-Ezherî der ki: Bir
kimse kastî olarak hata işlerse Hata işledi, işler" denilir. Bu da; Günah
işledi, işler" ile aynı anlamdadır. Eğer kasıt gütmeyecek olursa; denilir
ki; mastarları da şekillerinde gelir.
Şair de şöyle demiştir:
"Hata ve
doğrularımla beni baş başa bırak
Onlar bana aittir.
Nihayet tüketip bitirdiğim şey bir mal (dan ibaret)dır."
" Hata" isim
olarak: " yanlışlık yapmak" yerinde kullanılan bir isimdir ve bu da
doğruluğun zıddıdır. Bu kelime iki türlü kullanılır. Birincisi kasr ile
kullanılması ki, güzel olan budur. Diğeri ise med İle kullanılmasıdır, bu da
az kullanılır.
İbn Abbas (r.a) dan
da; (uW) şeklinde "hı" harfini üstün, "ti" harfini sakin
ve hemze ile okuduğu rivayet edilmiştir. İbn Kesir ise, "hı" harfini
esreli, "ti" harfini üstün, hemzeyi de med ile ("Hitaen"
şeklinde) okumuştur, en-Nehhâs şöyle demektedir: Ben, bu kıraatin açıklanabilir
bir tarafı olduğunu bilmiyorum. Bundan dolayı da Ebu Hatim bu kıraati yanlış
kabul etmektedir. Ebu Ali ise der ki: Bu kelime; 'in mastarıdır. Her ne kadar;
diye bir kullanım bulamıyor isek de; şeklinde bir kullanım tes-bit
edebiliyoruz. Bu ise; 'in mutavaat kipidir. İşte bu bize böyle bir kullanımın
doğru olabileceğini göstermiştir.
Şairin şu beyiti de bu
kabildendir:
"Atılan oklar
onun karnına bir türlü, isabet etmedi (hata etti) Benim günümü de erteledi,
artık ben acele etmiyorum."
Bir başka şairin bir
yaban ineğini nitelendirirken söylediği şu beyiti de bu türdendir:
"Avcı ona isabet
ettiremedi (hata etti), nihayet ben onu, Burnunu bir su birikintisine koymuş
gördüm."
el-Cevherî der ki: Ona
isabet ettiremedi (hata etti, tutturamadı)" anlamındadır. Evfa b, Mutarrif
el-Mâzinî de şöyle demiştir:
"Hey!... Bildirin
Câbir'e arkadaşlığımı ve Senin arkadaşın öldürülmedi, diye. Atılan oklar onun
karnına bir türlü isabet etmedi Ve benim (ölüm) günümü erteledi, acele
etmedi."
el-Hasen İse, şeklinde
"İn" ve "ti" harflerini üstün, hemze'yi de med ile
okumuştur. Ebu Hatim şöyle demektedir: Dilde böyle bir kullanım bilinmemektedir
ve bu caiz olmayan bir yanlışlıktır. Ebu'1-Feth de şöyle demektedir:
Hata" kelimesinin, Hata ettim" kelimesi ile İlgisi; Bağış"
kelimesinin: Bağışladım, verdim" kelimesi ile ilgisine benzer. Bu da
mastar anlamında bir isimdir.
Yine el-Hasen'den; "hı"
harfini üstün, "ti" harfini de iki üstün ile ve hemzesiz olarak
okuduğu da rivayet edilmiştir.
[113]
32. Zinaya
yaklaşmayın. O, cidden hayasızlıktır, kötü bir yoldur.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı tek başlık halinde sunacağız;
[114]
İlim adamları derler
ki, yüce Allah'ın: "Zinaya yaklaşmayın" buyruğu, zina etmeyin,
demekten daha beliğdir. Çünkü bu, zinaya yakın düşmeyin, demektir.
"Zina", kelimesi, hem med ile hem de kasır ile okunur, iki ayrı
söy-leyişcîr. Şair der ki:
"Senin söylediğin
şeyin farziyeti
Zinanın farziyetinin
(farz cezasının) reem. oluşu gibidir."
"Bir yol"
lafzı ise, temyiz olarak nasb edilmiştir. İfade, o yol kötü bir yoldur,
takdirindedir. Çünkü cehennem ateşine götürür. Zina, büyük günahlardandır.
Büyük günah olduğu hususunda da, çirkinliği hususunda da görüş ayrılığı yoktur.
Özellikle de komşunun helal hanımı ile oîursa. Çünkü zinadan dolayı başkasına
ait olan çocuk, başkası tarafından hizmette kullanılır, evlat edinilir, buna
benzer miras ve suların karışımı (aynı rallime farklı menilerin dökülmesi)
dolayısıyla neseblerin bozuluşu gibi pek çok zararları vardır.
Sahih hadiste
belirtildiğine göre Peygamber (sav) bir çadırın kapısı önünde doğumu yaklaşmış
hamile bir kadının yanından geçti. Peygamber şöyle buyurdu: "Muhtemeldir
ki, (bu cariyenin sahibi) onunla ilişki kurmak istiyor." Orada bulunanlar,
evet dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Ona,
kendisiyle birlikte kabrine girecek bir lanet ile onu lanetlemek istedim.
(Eğer onu kendi evladı kabul ederse) helâl olmadığı halde onu naşı] (kendisine)
mirasçı yapacak? Ve onu hizmetinde kullanması -kendisine helâl olmadığı halde-
nasıl hizmetinde kullanacak?"[115]
33. Allah'ın
haram kıldığt canı hak ile olmadıkça öldürmeyin. Kim zulmedilerek öldürülürse
Biz, velisine bir güç ve yetki vermişizdir. O halde o da öldürmekte aşırıya
gitmesin. Çünkü o, zaten yardıma mazhar olmuştur.
Yüce Allah'ın:
"Allah'ın haram kıldığı canı, hak ile olmadıkça öldürmeyin"
buyruğunu dair açıklamalar, bundan önce el-Ervâm Sûresi'nde (6/151 âyet, 8.
başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Yüce Allah'ın:
"Kim zulmedilerek öldürülürse Biz, velisine bir güç ve yetki vermişizdir.
O halde o da öldürmekte aşırıya gitmesin. Çünkü o, zaten yardıma mazhar
olmuştur" buyruğuna dair açıklamalarımız) da üç başlık halinde sunacağız:
[116]
"Kim,
zulmedilerek™ yani öldürülmesini gerektiren bir sebep olmaksızın
"Öldürülürse Biz, velisine" onun kanını talep etmek hakkına sahip
olanlara "bir güç ve yetki vermişizdir."
ibn Iluveyzimendad der
ki: Velinin erkek olması gerekir. Çünkü yüce Allah veliyi tekil ve müzekker
olarak zikretmiştir, ismail b. İshak da, yüce Allah'ın: "Biz velisine bir
güç ve yetki vermişizdir" buyruğunda, kadının, "veli" lafzının
mutlak olarak kullanımının dışında kaldığına delil bulunmaktadır. Hiç
şüphesiz, kadınların kısasta her hangi bir haklan yoktur. Bundan dolayı
kadının, kısas hakkını affetmesinin de bir etkisi olmaz ve onun kısas uygulanmasını
gerçekleştirme yetkisi de yoktur.
Muhalif görüşte
olanlar ise şöyle demektedir: Burada "veli"den kasıt mirasçıdır.
Zaten yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Mü'min erkeklerle mü'min
kadınlar birbirlerinin velileridir." (ct-Tevbe, 9/71) Bir başka yerde de:
"İman edip de hicret etmeyenlere gelince; hicret edene kadar sizin onlarla
hiç bir velayetiniz yoktur." (el-Enfal, 8/72) Yine yüce Allah, bir başka
yerde: "Akrabalar, Allah'ın Kitabınca birbirlerine daha yakındırlar"
(el-Enfal, 8/75) dîye buyurmaktadır. Bu ise, diğer mirasçıların da kısas
hakkını talep edebileceklerini kabul etmeyi gerektirmektedir. Sözünü ettikleri
velinin, zahiri itibariyle müzekker olup tekil olduğu iddialarına gelince,
müzekker ile müennesinin (eril ve dişilinin) eşit olduğu cins isim olan
lafızlar gibidir. Bu görüş ayrılığının geri kalan diğer bilgileri ise, hilaf
(mukayeseli mezhepler fıkhı) kitaplarında yer alır.
"Bir güç ve yetki
(sulta) vermişizdir." Yani Biz, ona bir otorite vermişizdir. Dilerse
katili öldürür, dilerse affeder, dilerse de diyet alır. Bu açıklamayı İbn Abbas
-r.a-, ed-Dahhâk, Eşheb ve Şafiî yapmışlardır.
İbn Vehb de der ki:
Malık dedi ki: Buradaki "sultan (güç ve. yetki}" Allah'ın emridir.
İbn Abbas ise, kesin delildir demiştir, Bunun, katilin kendisine teslim
edilmesi için istemesi demek olduğu da söylenmiştir.
İbnu'l-Arabî der ki:
Bu görüşler birbirlerine yakındır. Bunların en net olanları ise, Malik'in
dediği: Burada sultandan kaşıtın Allah'ın emridir, şeklindeki açıklamasıdır.
Diğer taraftan şanı yüce Allah'ın emri açık bir nas halinde vaki olmadığından
dolayı, ilim adamlarının bu hususta farklı görüşleri vardır, İbnü'l-Kasım,
Malik ve Ebu Hanife'nin, bundan kastın özellikle öldürmedir dediklerini
nakletmektedir. Eşheb ise şöyle demektedir: Bundan kasıt, az önce sözünü
ettiğimiz gibi muhayyer olması demektir, Şafiî de böyle demiştir. Bu anlamdaki
açıklamalar, bundan önce el-Bakara Sûresi'nde (2/178. âyet, 1. başhk ve
devamında) geçmiş bulunmaktadır.
[117]
"O halde, o da
öldürmekte aşırıya gitmesin" buyruğu ile ilgili olarak üç ayrı açıklama
yapılmıştır:
1- Katilden
başkasını öldürmeye kalkışmasın. Bu, el-Hasen, ed-Dahhâk, Mücahid ve Said b.
Cübeyr'in görüşüdür.
2- Arapların
yaptıkları gibi velisi olduğu kimsenin yerine iki kişi öldürmeye kalkışmasın.
3- Katile
müsle yapmasın (azalarını kesmesin). Bunu da Talk b. Habib söylemiştir.
Aslında bunların hepsi de kastedilmiştir, çünkü bunların hepsi yasak kılınmış
olan aşırılığa gitmektir. Yine buna dair yeterli açıklamalar, el-Bakara
Sûresi'nde (2/178. âyet 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Cumhur, Aşırıya
gitmesin" diye "ya" ile okumuşlardır kî, bundan kasıt velidir,
ibn Âmir, Hamza ve el-Kisaî ise, şeklinde; "(kısas uygulayacak kişi)
aşırıya gitme!" anlamında "te" ile okumuşlardır ki, Huzey-fe'nin
kıraati de böyledir. el-Âlâ b. Abdülkerim, Mücahid'den şöyle dediğini rivayet
eder: Bundan maksat, ilk katile hitaptır. Yani bize göre, ey Katil! Sen,
(öldürmek suretiyle) aşırıya gitme demektir.
Taberî ise şöyle
demektedir: Bu, Peygamber ile ondan sonraki yöneticilere hitap manasınadır.
Yani, (ey bu gibi hükümleri uygulamakla yükümlü olan yöneticiler) katilden
başkasını öldürmeyiniz! Ubey'in Mushaf'ında ise: Öldürmekte aşırıya
gitmeyiniz" şeklindedir.
[118]
Yüce Allah'ın:
"Çünkü o" buyruğunda kastolunan velidir. "Zaten yardıma mazhar
olmuştur" ona yardım olunmuştur.
Eğer: Nice maktul
velisi vardır ki, yardımsızdır, hakkını alamamaktadır denilecek olursa,
cevabımız şudur: Yardım, kimi zaman delilin açıkça ortaya çıkmasıyla, kimi
zaman da bunun gereğinin tam olarak yerine getirilmesiyle, üçüncü olarak da her
ikisi birlikte sözkonusu olmak suretiyle gerçekleşir. Hangisi olursa olsun bu
şüphesiz ki, şanı yüce Allah'tan bir yardımdır.
İbn Kesir de,
Mücahid'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Şüphesiz ki öldürülen kişi yardıma
mazhar olmuştur, demektir. en-Nelıhâs da der ki; Buyruk: Muhakkak Allah ona
velisi vasıtasıyla yardım eder demektir. Yine bu buyruğun, übeyy (r.a)'tn
kıraatinde şu şekilde olduğu rivayet edilmiştir: Öldürmekte aşiiıya gitmeyin.
Çünkü o maktulün velisi zaten yardıma mazhar olmuştur."
en-Nehhâs der ki: Daha
açık olan bu ("aşırıya gitmesin" fiilinin) "ya" İle olması
ve veli için söz konusu edilmesidir. Çünkü eğer öldürme hakkına sa-hîp ise o
kimseye "aşıcıya gitmesin" denilebiiir. Bu ise velinin bîr hakkıdır.
Bununla birlikte "te" ile (aşırıya gitmeyin) anlamında olması da
mümkündür, yine bu hitap veliye olur. Ancak bu durumda (gaibden) muhataba
geçişe ihtiyaç vardır.
ed-Dehhâk der ki:
Kur'ân-ı Kerim'de öldürme ile İlgili ilk nazil olan buyruk budur ve bu buyruk
Mekke'de inmiştir.
[119]
34. Ergenlik
çağına erinceye kadar -en güzel şekilde olması müstesna- .yetimin malına
yaklaşmayın. Bir de ahdi yerine getirin. Çünkü ahidden sorumluluk vardır.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
[120]
Yüce Allah'ın:
"Ergenlik çağına erinceye kadar -en güzel şekilde olması müstesna-
yetimin malına yaklaşmayın" buyruğuna dair açıklamalar
daha önceden el-En'âm Sûresi'nde (6/151- âyet, 10.
başlık ve devamında} geçmiş bulunmakladır.
[121]
Yüce Allah'ın:
"Bir de ahdi yerine getirin" buyruğu ile ilgili açıklamalar birkaç
yerde, (mesela; el-Bakara, 2/42, âyet; en-Nahl, 16/91-92 vd.) geçmiş
bulunmaktadır. ez-Zeccâc der ki: Allah'ın emrettiği ve yasakladığı herbir şey
ahdin kapsamı içeresinde yer alır.
"Çünkü, ahidden
sorumluluk vardır" buyruğunda:...den" hazf edilmiştir. Yüce Allah'ın:
Ve emrolunduklarını yaparlar" (et-Tahrim, 66/6.) buyruğunda; ... şeyi..." lafzının hazf edildiği gibi.
Denildiğine göre, ahde
dair sorgulama, onu bozan kimseleri azarlamak için yapılacaktır. Ona, sen
ahdini bozdun ha? denilecektir. Nitekim kız çocuğunu, diri diri gömene
azarlamak için sorulacağı gibi.
[122]
35-
Ölçtüğünüzde tam ölçün ve dosdoğru terazi ile tartta. Bu, hem daha hayırlı, hem
sonuç itibariyle daha güzeldir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
[123]
"Ölçtüğünüzde tam
Ölçün" buyruğuna dair açıklamalar, bundan önce el-En'âm Sûresi'nde (6/152.
âyet, 12. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bu âyet-i kerime ölçmenin, satıcının
görevi olmasını gerektirmektedir. Yusuf Sûresi'nde de bu'hususa dair açıklama
geçtiğinden dolayı, (12/88. âyet, 2. başlıkta) tekrarlamanın anlamı yoktur.
"Kustâs"
kelimesi, "kaf" harfi ötreli olarak kullanıldığı gibi, esrelî olarak
(kıstas şeklinde) de kullanılır. Bu, Rumcada terazi demektir. Bu açıklamayı İbn
Aziz yapmıştır. ez-Zeccâc da şöyle demekledir: Kıstas, küçük olsun büyük olsun
terazi demektir. Mücahid de: Kıslas, adalet anlamındadır, der. O da: Bu Rumca
bir kelimedir, derdi. Bu buyrukla insanlara şöylece hitab edilmiş gibidir:
Tartılarınızı adaletli tartınız.
İbn Kesir, Ebu Amr,
Nafi', İbn Âmir ve Ebu Bekir'in rivayetine göre Asım, bu kelimeyi
"el-Kustas" şeklinde "kaf harfini ötreli olarak okumuşlardır.
Ham-za, e!-Kisaî ve Âsim yoluyla Hafs da, "kar harfini esreli olarak
(el-Kıstas şeklinde) okumuşlardır ki, iki ayrı söyleyiştir.
[124]
"Bu, hem daha
hayırlı, hem sonuç itibariyle daha güzeldir" buyruğu şu demektir: Ölçüyü
tam yapmak ve teraziyi dengede tutmak, Rabbinin nezdin-de daha hayırlı ve daha
mübarektir.
"Hem sonuç
itibariyle" yani akıbeti itibariyle "daha güzeldir."
el-Hasen der ki: Bize
nakledildiğine göre, Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Bir kimse, bir
haramı elde edebilecek güce sahip olduğu halde, bunu terkeder ve buna sebep de
yalnızca yüce Allah'ın korkusu ise, mutlaka Allah âhiretten önce dünyada acilen
onun yerine o kimseye ondan daha hayırlısını verir."[125]
36.
Bilmediğin bir şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalbin her biri ondan
sorumludur.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:
[126]
Yüce Allah'ın:
"Bilmediğin bir şeyin ardına düşme" buyruğu, hakkında bilgin olmayan ve
seni ilgilendirmeyen şeyin arkasına düşme, demektir.
Kacade der ki:
Görmediğin halde gördüm, duymadığın halde duydum, bilmediğin halde bildim
demeyeceksin. Bu açıklamaları ibn Abbas (r.a) da yapmıştır. Mücahid der ki:
Hakkında bilgin olmayan bir hususu sözkonusu ederek hiç bir kimseyi yermeye
kalkışma. îbn Abbas (r.a) da yine aynı görüşü dile getirmiştir. Muhammed b.
el-Hanefiyye der ki: Bundan kasıt yalan sahiciliktir. el-Kutebî der ki: Zan ve
tahminlerin peşinden gitme, demektir. Bütün bunlar birbirine yakın
açıklamalardır.
Aslında batıl ve hak
olmayan şeyleri ileri sürüp iftira etmek" demektir. Hz. Peygamberin: Biz,
Nadr b. Kinaneoğullan olarak ne annemize söveriz, ne de babamızı reddederiz"[127]buyruğunda
da bu kökten gelen kelime kullanılmıştır. Şair eî-Kümeyt de şöyle demektedir:
"Ben, suçsuz
kimseye günahsız yere iftirada bulunmam Namuslu ve iffetli kadınlar da
-arkalarından gidilecek olsa-ben izlerini takip edip arkalarından gitmem."
Onun izini takip ettim
demektir. "el-Kafe" diye anılan kimselere bu ismin veriliş sebebi,
başkalarının izlerini takib etmelerinden dolayıdır. Her şeyin kafiyesi ise
onun sonu anlamındadır. Şiir kafiyesi de buradan gelmektedir. Çünkü o, beytin
sonunda gelir. Peygamber (sav)'in İsmi olan "ei-Mukaffî" de bu kökten
gelmektedir. Çünkü o peygamberlerin sonuncusudur. Benzerliklerin izlerini
takip eden kişiye "kaif" denilmesi de buradan gelmektedir. Kaif, bu
işini yaptığı takdirde bunu anlatmak üzere, denilir. "Fe" harfi
"kafa takdim edilmek suretiyle; "i tzi takip ettim" de denilir,
İbn Atiyye der ki: Bu
kelimenin bu şekilde kullanılışı, Arapların bazı kelimelerle oynadığı gibi
bununla da oynamış olduğu ihtimalini vermektedir. Nitekim, "leamrî: ömrüm
hakki için" demek isterken, "reamlî" demeleri böyledir.
et-Taberî de bu fiili
bir kesimin; şeklinde fiili gibi kullandıklarını da nakletmektedir.
Münzir b. Said'İn
kanaatine göre ise, bu şekildeki kullanış Kendisine doğru çekti" fiilinin
kullanılışına benzemektedir.
Özetle bu âyet-i
kerime yalan söz söylemeyi, iftirada bulunmayı ve buna benzer asılsız ve adi
sözler söylemeyi yasaklamaktadır.
el-Kisaî'nin
naklettiğine göre bazı kimseler "ka" harfini ötreli, "fe" harfini
de sakin olmak üzere; diye okumuşlardır. el-Cerrah, kalp anlamındaki el-Fuâd
kelimesini; şeklinde, "fe" harfini üstün olarak okumuştur. Bu,
bazılarının şivesidîr. Ancak, Ebu Hatim ve başkaları bunu kabul etmemişlerdir.
[128]
İbn Huveyzimendad der
ki: Bu âyet-i kerime, kafc (benzerlik) ile hüküm vermeyi ihtiva etmektedir.
Çünkü yüce Allah: "Bilmediğin bir şeyin ardına düşme" (burada
"düşme" anlamındaki kelime ile kalenin aynı kökten geldiğini
hatırlatalım) diye buyurduğuna göre bu, bizim bilgi sahibi olduğumuz şeylere
göre hüküm vermemizin caiz olduğuna delildir. Buna göre insanın bildiği yahut
zannı galip İle öyle olduğunu anladığı her bir şeye göre hüküm vermesi caiz
olur. İşte kur'a ve mahsullerin tahmininin kabul edileceğine dair delilimiz de
budur. Çünkü bu da bir çeşit galip zandır ve kelimenin anlamı genişletilerek
buna da "ilim" adı verilebilir. Kaif de çocuğu, aralarındaki
benzerliklerden hareket ederek babasına katar (babasının kim olduğunu tes-bit
eder). Bu, tıpkı takibin, aralarındaki benzerlik dolayısıyla (kıyas yapar-ken)
fer'i asla katması gibidir. Sahih'te de Hz. Âişe'den şöyle dediği nakledilmektedir:
Rasûlullah (sav) yüzünden sevinç parıltıları okunarak yanıma girip şöyie dedi:
"Zeyd b. Harise ile Üsâme b. Zeyd üzerlerinde ayaklarını dı-şarda bırakan
fakat başlarını örttükleri bir kadife parçası bulunduğu halde Mü-cezziz'in,
gelip onlara bakarak, şüphesiz bu ayaklar birbirlerindendir, dediğine dikkat
etmez misin?"[129]
Yunus b. Yezid yoluyla gelen hadiste ise, "ve MÜ-cezzîz, kaif İdi"
denilmektedir.[130]
İmam Ebu Abdulİah
el-Mazeri der ki: Cahiliyye mensupları, Usame'nin nesebi hakkında ileri geri
konuşuyorlardı. Çünkü Usame oldukça siyah tenli idi. Babası Zeyd ise pamuktan
da beyazdı. Ebu Dâvûd, Ahmed b. Salih'den böylece nakletmektedir. Kadı îyad da
şöyle demektedir: Ahmed'den başkaları ise, Zeyd'in, katıksız ve parlak beyaz
tenli olduğunu, Usame'nin de oldukça esmer olduğunu söylemişlerdir.[131]"
Zeyd b. Harise, Keib kabilesinden halis Araptır. İleride yüce Allah'ın izniyle
el-Alızâb Sûresi'nde (.33/4. ayet, 5. başlıkta) geleceği gibi, esir düşmüştür,
Kelb kabilesinden halis Arabttr.
[132]
İlim adamlarının
çoğunluğu, çocuğun kime ait olduğu hususunda anlaşmazlık sözkonusu olduğu
takdirde kıyafet bilginlerine (el-Kafe) başvurulacağına, Peygamber (sav)'tn,
sözü geçen kaifın sözleri üzerine sevinmesini delil göstermişlerdir. Hz.
Peygamber ise hiç bir zaman batıl ile sevinecek veya bundan dolayı memnun olup
onu beğenecek bir kimse değildir.
Ancak Ebu Hanife,
tslıak, es-Sevrî ve onların arkadaşları, Peygamber (sav), liân hadisinde
benzerliği kabul etmeyişini delil alarak, kaiflerin hükümlerini kabul
etmemişlerdir. Liân ile ilgili hadis, yüce Allah'ın izniyle en-Nûr Sûresi'nde
gelecektir.
[133]
Kaiflerin dediklerini
kabul edenler de kendi aralarında; "acaba onların görüşleri hem hür, hem
de cariye kadınların çocuklarında mı delil kabul edilir, yoksa yalnızca
cariyelerin çocukları hakkında'mı delil kabul edilir?" hususunda iki ayrı
görüşe sahiptirler.
Birinci görüş, (yani
hem hür kadınların, hem cariyelerin çocukları hakkında kabul edileceği görüşü)
Şafiî ile İbn Vehb'in rivayetine göre Malik'in görüşüdür. Ancak, Maliki
mezhebinde meşhur olan görüş, bunun yalnızca cariyenin çocuğuna münhasır
olduğu şeklindedir. Sahih oian ise, İbn Vehb'in Ma-lik'den rivayet ettiği görüş
ile Şafiî (r.a )'ın kabul ettiği görüştür. Bu konuda asıl delili teşkil eden
hadis, hür kadınlar hakkında vaki olmuştur. Çünkü Üsame de, onun babası da hür
idiler. Hükmün delilinin esas kabul edildiği sebep -ki bu hükmü vermenin sebebi
de odur- nasıi ortadan kaldırılabilir?
Bu usul bilginlerine
göre caiz olmayan bir yöntemdir.
Aynı şekilde bu görüşü
kabul edenler, tek bir kaifin görüşü ile yetinilir mi, yoksa şahidlik
olduğundan dolayı mutlaka İki kişinin kanaati mi gerekli olduğu hususunda da
ihtilaf etmişlerdir. İbnü'l-Kasim birinci görüştedir. Bu hususa dair haberin
zahiri hatta nassi da bunu ifade etmektedir. Malik ve Şafiî -Allah ikisinden de
razı olsun- ise ikincisini kabul etmişlerdir.
[134]
"Çünkü kulak, göz
ve kalbin herbiri ondan sorumludur." Yani, bunların herbirisi kazandıklarından
dolayı sorumlu tutulacaktır. Kalb, düşündüğü ve inandığı şeylerden, kulak ve
göz görüp duyduklarından sorumlu tutulacaklardır.
Anlamın şöyle olduğu
da söylenmiştir: Şanı yüce Allah, insana işittiklerinden, gördüklerinden ve
kalbinden geçirdiklerinden soracaktır. Bunun bir benzeri de Hz. Peygamberin şu
buyruğudur: "Hepiniz birer çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlu
tutulacaksınız."'[135]
İnsan, organlarının
çobanıdır. Buyrukta: İşte bütün bunlardan insan sorumlu tutulacaktır, denilmiş
gibidir. O halde burada bir mu7.afın hazfedilmesi sözkonusudur.
Ancak, delil olmak
bakımından birinci anlamı daha beliğdir. Çünkü insanın organları tarafından
yalanlanması da sözkonusu olacaktır. Bu İse, rüsvay-hğm en ileri derecesidir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bugün Biz ağızlarına mühür
vururuz ve neler kazandıklarını elleri Bize söyler ve ayaklan şahidlik
eder," (Yâsîn, 36/65); "Oraya geldiklerinde kulakları, gözleri,
derileri, işlediklerini bildirerek aleyhlerine şahidlik edecektir." (Fussilet,
41/20)
Burada kulak, göz ve
kalpten; Bunkrün her biri)" diye söz edilmesi bunların idrak duyulan
oluşlarından ve bu âyef-i kerimede sorumlu olarak söz konusu edildiklerinden
dolayıdır. Bu, aklı eren varlıkların bir halidir. İşte bundan dolayı onlardan
bu şekilde söz edilmiştir. Sibeveyh, -Allah'ın rahmeti ezerine olsun- yüce
Allah'ın: "Gördüm ki onlar bana secde ediyorlardı" (Yusuf, 12/4)
buyruğu hakkında şu açıklamayı yapmaktadır: Yüce Allah'ın, burada yıldızlar
hakkında aklı eren varlıkların 2amirini kullanma sebebi şundandır: Allah, bu
yıldızları aklı eren varlıkların fiili olan secde etmekle vasfettiğinden
dolayı, yine aklı eren varlıklara ait zamiri onlar için kullanmış
bulunmaktadır. Nitekim bu açıklamalar daha önceden (anılan âyetin tefsirinde)
geçmiş bulunmaktadır. ez-Zeccâc'ın naklettiğine göre de Araplar hem aklı eren
varlıklar hakkında, hem de ermeyen varlıklar hakkında; Onlar" zamirini
kullanırlar. ez-Zeccnc ve et-Taberi de (buna örnek olmak üzere) şu beyili
zikrederler:
"el-Livâ'daki
konaklamadan sonraki bütün konaklamaları ve O günlerden sonraki her türlü
yaşayışı zem eyle."
Bu ise, durulması
gereken bir sınırı göstermektedir. Ancak bu beyitte "günler" yerine
"kavimler" de rivayet edilmiştir.
Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
[136]
37.Yeryüzünde
kibir ve azametle yürümcl çünkü sen hiç bir zaman yeri de yaramazsın, boyca da
asla dağlara erişemezsin.
38. Kötü
olan bütün bunlar, Rabbinin katında hoşlanılmayan şeylerdir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:
[137]
Yüce Allah'ın:
"Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme" şeklindeki bu buyruğu,
böbürlenip kibirlenmeyi yasaklamakta, alçak gönüllülüğü emretmektedir.
"Aşırı derecede
sevinip şımarmak" demektir. Yürürken büyüklen-mek anlamında olduğu
söylendiği gibi, insanın kendi haddini, hududunu aşması diye de açıklanmıştır.
Kalede: Bu, yürüyüşte
büyüklenip böbürlenmek demektir, der. Yine bunun, azgınlık etmek ve
kibirlenmek anlamında olduğu söylendiği gibi, gayret ve çalışkanlık ile işe sarılmak
anlamında olduğu da söylenmiştir.
Bu görüşler
birbirlerine yakın olmakla birlikte, iki kısma ayrılırlar: Bu kı-sımlann birisi
verilmiştir, diğeri övülmüştür. Büyüklcnmek, azmak, böbürlenmek, insanın
haddini aşması verilmiştir. Ama sevinmek ve gayret ise ovül-miş bir şeydir.
Şanı yüce Allah, bunlardan birisi ile kendisini vasf'etmiş bulunmaktadır.
Meselâ; sahih hadiste: "Allah'ın, kulunun tevbesi dolayısıyla sevinmesi..."[138]
denilmektedir. Tembellik ise şer'an yerilmiş bir şeydir ama, ciddiyet ve gayret
onun zıddidır. Hatta bazen büyükienmek ve onun anlamındaki tutumlar da övülen
bir davranış olabilir. Bunun hükmü, Allah'ın düşmanlarına ve zalimlerine karşı
yapılırsa böyledir,
Ebu Hatim Muhammed b.
Hibban, İbn Cabir b. Atik'den, o babasının senediyle Rasûlullah (sav)'ın şöyle
buyurduğunu rivayet etmektedir: "Gayret (kıskançlık)'ın bazısını aziz ve
celil olan Allah buğz eder. Bazısını da Allah sever. Kibirin kimisini yüce
Allah sever, kimisine de Allah buğzeder. Allah'ın
sevdiği gayret, din hususundaki gayrettir. Allah'ın buğzettiği gayret
ise, din dışı hususlardaki gayrettir. Allah'ın sevdiği büyüklenmek kişinin,
savaşırken kendi kendisine büyüklenip böbürlenmesidir, sadaka verirken
(halinden memnun olması) dır. Allah'ın buğzettiği böbürlenmek ise, batıldaki
böbürlenmedir." Bunu, Ebû Dâvûd da Musennefİnde (Sünen'inde) ve başkaları
da rivayet etmiştir.[139] Şu
beyitler bu hususa dairdir:
"Yer üzerinde
ancak mütevazı olarak yürü. Çünkü onun altında senden çok daha yüce nice
kimseler vardır. Eğer sen güç, kuvvet, koruma ve koruyuculara sahip isen,
Senden daha güçlü ve daha çok korumaları bulunan nice kimseler
ölmüş bulunuyor."
[140]
İnsanın, ihtiyacı
bulunmaksızın, -kendisini yüce bilerek- avlanmaya ve benzeri şeylere yönelmesi
bu âyet-i kerimenin kapsamına girmektedir ve böyle bir tutum hayvana
işkencedir, anlamsız ve boş yere böyle bir iş yapmaktır.
Bir kimsenin, nadiren
bir gün dinlenmesi veya bir günün bir saatinde dinlenmesi ve böylelikle ilim
okumak, yahut namaz kılmak gibi hayırlı işleri yapabilmek için gerekli gücü
toparlamak kastıyla rahat edip dinlenmeye çalışması, kendisine gelmeye
çalışması, bu âyetin kapsamına girmez.
"Kibir ve
azametle" kelimesini cumhur, "ra" harfini Üstün olarak
okumuşlardır. Yakub'un naklettiğine göre İse bazıları İsm-i fail olarak, (kibirli
ve azametli anlamında) "ra" harfini esreli okumuşlardır. Ancak,
birincisi daha beliğdir. Çünkü; Zeyd koşarak geldi" ifadesi, Zeyd koşucu
olarak geldi" ifadesinden daha beliğdir. İşte bu kelime de böyledir. Bunun
mastar olarak kullanılması, ism-i fail olarak kullanılmasından daha beliğdir.
[141]
"Çünkü sen hiç
bir zaman yeri de yaramazsın." Yani, yerin iç tarafına
girerek orada neler olduğunu bileme7sin. "Boyca
da asla dağlara erişemezsin." Yani, boyunun uzunluğunu ve haddini aşmaya
kalkışmak suretiyle hiçbir zaman dağların seviyesine ulaşamazsın.
"Elbiseyi
yardı"; yeri katetti" demektir. yerdeki geniş bir bölüm"
demektir.
Yani sen,
büyüklenmenle ve üzerinde yürümek suretiyle yeryüzünü asla yaramayacaksın.
"Boyca da asla
dağlara erişemezsin." Azametinle yani kendi gücünle sen bu seviyeye
gelemezsin. Aksine sen zelil bir kulsun. Altından da üstünden de kuşatılmış
bulunuyorsun. Kuşatılmış bir kimse, muhasara atlında ve güçsüz demektir. O
bakımdan büyüklenmek sana yakışmaz.
Burada "yerin
yarı İması "ndan kasıt, mesafesinin kat edilmesi değil, aşağı doğru
delinmesidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
el-Ezheri der ki: Sen
onu katedemezsin anlamındadır. en-Nehhas da bu daha açıkça anlaşdan bir
ifadedir, der. Çünkü bu, genişlik düzlük ve ova anlamındaki; dan alınmıştır.
Yine, Filanın yolculuğu, güç ve kuvveti ve koruması titandan daha
ileridir" denilir.
Rivayet olunduğuna
göre Sebe', dünyanın doğusundan batısına kadar da-ğıyla, ovasıyla bütün yer
yüzünü eline geçirmişti. İleri gelen bir çok kimseyi öldürmüş ve esir almıştı.
Bundan dolayı da ona Sebe' denilmiştir. Herkes onun itaatine girmişti. Bu
durumu görünce, arkadaşlarından ayrılıp tek başına üç gün süreyle uzlete
çekildi, sonra yanlarına çıkıp şöyle dedi: Ben, hiç bir kimsenin nail olmadığı
şeylere nail olduğumu gördüğümden, öncelikle bu nimetlere şükretmekle İşe
başlamayı uygun gördüm. O bakımdan, görüşüme göre en uygun şey, güneşe doğduğu
vakit secde etmektir. Bunun üzerine güneşe secde etmeye başladılar. İşte
güneşe İbadetin başlangıcı böyle olmuştur. Büyüklenmenin, tekebbürün ve
şımarmanın akıbeti işte budur. Bundan Allah'a sığınırız.
[142]
"Kötü olan bütün
bunlar, Rabbinin katında hoşlanılmayan şeylerdir"
buyruğundaki Bu daha önce sözü edilen, Allah'ın yerine
getirilmesini emredip yasaklanmasını istediği şeylere bir işarettir. Bu işaret
edatı hem tekil için hem çoğu) için, hem müennes hem müzekker için kullanılabilir.
Âsim, İbn Âmir, Hamza,
el-Kisaî ve Mesrûk, Kötü olan"ı zamire iza-feli olarak okumuşlardır.
Bundan dolayı da; Hoşlanılmayan" şeklinde ve;...dir"in haberi olarak
nasb halindedir. Hoşlanılmayan şey, kötü şey" demektir. Allah'ın razı
olmadığı ve emretmediği her şeydir.
Yüce Allah,
"Rabbin şunları hükmetti..."(el-İsrâ, 17/23) buyruğundan itibaren
"hoşlanılmayan şeylerdir" buyruğuna kadar emrolunan ve yasak kılınan
bir takım şeyleri söz konusu etmektedir. O bakımdan burada bütün bun-lann
hepsinin kötülük olduğunu haber vermesi düşünülemez. O takdirde emr olunan
şeylerle yasak kılınan şeyler birbirinin içine girer. Ebu Ubeyd de bu kıraati
tercih etmiştir. Çünkü Ubey'in kıraatinde; Bütün bunların günahları..." diye okumuştur,
Böyie bir kıraal ise ancak izafet için söz-konusu olabilir.
İbn Kesir, Nâfi' ve
Ebû Amr ise, tenvin ile; Bir günalı" diye okumuşlardır. Yani, Allah ve
Rasûlünün yasak kıldığı her bif şey bir günahtır demektir. Buna göre söz hem
"sonuç itibariyle daha güzeldir" (el-İsrâ, 17/35 buyruğunda tamam
olup sona ermekte, daha sonra da yeni bir buyruk olmak üzere: "Bilmediğin
bir şeyin ardına düşme... yürüme" (el-İsrâ, 17/36-37) diye buyurduktan
sonra da tenvinli olarak Çünkü bütün bunlar birer günahtır" diye
buyurmaktadır.
Yüce Allah'ın:
"Evlatlarınızı... öldürmeyin" (el-İsrâ, 17/31) buyruğundan itibaren
bu âyete kadar birer kötülüktür, bunlar arasında iyilik olan her hangi bir
şeyden söz edilmemiştir. O bakımdan "bütün bunlar" buyruğu, yalnızca
yasaklanan şeyleri kapsar, başka şeyi kapsamaz, demişlerdir.
Yüce Allah'ın:
"Hoşlanılmayan şeyler" buyruğu ise, "kötü olan"ın sıfatı
olmayıp ondan bedeldir. İfadenin takdiri de şöyle olur: Bütün bunlar birer
kötülüktür ve hoşlanılmayan şeylerdir.
"Hoşlanılmayan şeyler"
anlamındaki kelimenin;...dir"in ikinci haberi olup ve Bütün bunlar"
lafzı dolayısıyla böyle geldiği de söylenmiştir. Bir kötülüktür" ifadesi
ise bundan önce sözü edilen bütün bu şeylerdeki manaya hamledilir.
Kimisi de bu,
"(hoşlanılmayan şeyler)"; seyyie (kötü olan şey)" in sıfatıdır
demektedir. Çünkü bunun müennesliğî hakiki olmadığından dolayı mü-zekker olan
bir kelime ile vasfedilmesi mümkündür. Ebu Ali el-Farisî ise bu görüşü zayıf
kabul eder ve şöyle der: Eğer müennesten müzekker olarak söz edilecek olursa,
ondan sonrasının da müzekker olması gerekir. Bu konuda kaidenin nazar-ı itibara
alınmaması, müsned fiilin müennesten önce gelip mü-
"Onun şimşek
çaktığı gibi çakmış bir bulut yoktur, Ve onun bitirdiğini bitirmiş bir arazi de
yoktur."
Ancak bu, Araplarca
çirkin görülen bir kullanımdır. Bir kimse. Bir arazi, bitki yetiştirdi"
diyecek olsa, bu çirkin bir İfade olmaz. Ebu Ali (el-Fârîsî) da der ki: Fakat,
yüce Allah'ın; Hoşlanılmayan şeyler" buyruğunun, Kötü olan bir
şey"den bedel olması mümkündür. Aynı şekilde "Rabbinin katında"
buyruğundaki tamirden hal; buna karşılık "Rabbinin katında"
buyruğunun da "kötü olan"ın sıfatı mahallinde olması da mümkündür.
[143]
İlim adamları bu
âyet-t kerimeyi, raksetmenin ve bu işi sürdürmenin yerilen bir şey olduğuna
delil göstermişlerdir. İmam Ebu'l-Vefâ b. Akıl der ki: Kur'ân-ı Kerim, raksı
yasakladığını açık nass ile ifade ederek: "Yeryüzünde kibir ve azametle
yürüme" diye buyurmuş ve kibirlenen]eri yermiştir. Raks, kibirlenip azgınlaşmanın
en ileri derecesidir. Bizler, neşe ve sarhoşluk vermeye ortak özellikleri
dolayısıyla nebizi şaraba kıyas etmiyor muyuz? Ne diye mızrabı ve onunla
birlikte şiirin bestelenerek söylenmesini, tanbur, zurna ve davula
-aralarındaki ortak özellik dolayısıyla- kıyas etmiyoruz ki? Sakallı bir
kimsenin -hele bir de yaşlı olursa- raksedip nağmelere ve vurgulara göre alkış
tutması ne kadar çirkin bir şeydir! Özellikle nağmeli sesler, kadın ve tüyü
bitmemiş çocukların sesi ise. Acaba, önünde ölüm, sorgulanmak, haşr ve sırat
bulunan, bundan sonra da cennet ya da cehennemden birisine gideceği belli
olmayan bir kimsenin raks ile hayvanlar gibi şaha kalkmasının, kadınlar gibi
alkışlamasının güzel bir tarafı olabilir mi? An dolsun ki, ömrüm boyunca öyle
hocalarımı gördüm ki, sürekli olarak onlarla oturup kalkmama rağmen gülmek
şöyle dursun, tebessüm ettikleri İçin bir tek dişleri dahi görülmüş değildir.
Ebu'l-Ferec
tbnü'l-Cevzî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demektedir: İlim
adamlarından birisinin, İmam el-Gazali -Allah ondan razı olsun- bana
anlattığına göre o şöyle demiştir: Raks, ancak ortun ile ortadan kalkabi-len
iki omuz arasındaki bir ahmaklıktır.
İleride el-Kehf
Sûresi'nde (18/14. âyet, 2. başlıkta) ve başka yerlerde (Luk-man, 3l/â. âyetin
tefsirinde) yüce Allah'ın izniyle bu bahise dair daha geniş açıklamalar
gelecektir.
[144]
[1] Buhâri, Tefsir 17. sfıre
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 10/315
[2] 1, 2, 3, 4. başlıklar zikredildikten sonra, tekrar
"1. taşlık" diye yeni başlık sırası verilmekte, anc'fk-3. başlıklın
sonra 4. taşlık yerine. 5. başlık denilmektedir. Böylelikle ilk başlıktan
itibaren nnitesclsilerı sayüsn toplara b;ıştık sayısı dokuz olmaktadır,
[3] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/315
[4] Suyûtî, ed-Durru'1-Mensû.r, V. lB2'de belirtildiğine
göre, bu açıklama Nnfi' b. el-Ezmkın sonun sı üzerine, Abdullah b. Abbfıs'a :ı
ittir.
[5] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/316
[6] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
10/316-317
[7] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/317-318
[8] Müslim, İman 259: MiLtned, III, 148.
[9] Sııyûtî, ed-Durru'l-Mensür, V, 195
[10] Suyûrî, a.g.e., V, 199.
[11] Gerek Buhârî ve Müslim'in kaydettikleri rivayetleri ve
gerek onların dışındaki kaynaklarda yer alan diğer rivayetlerin önemli bir
bölümünü bir arada görmek üzere özellikle bk. el-Heyseıııî. Mecmau'z-Zevâid,
I. 64-78: İbn Kesir, Tefsiru'l-Ku.rJân.i't-As'im,V'. 4-39: Sııyûtî,
ed-Durru'l-Mensûr, V. 182-234.
[12] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/318-321
[13] Müslim, îman 278
[14] Buhûrl, lîed'ıt'l-Hnlk 6: Müslim, İman 264, Nesâî,
Sîilâl 1; Müsned, IV. 207
[15] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/321-323
[16] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/323-324
[17] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/324-325
[18] Muvatta, Cunııuı 16 (ancak, '15 cuşeddu'r-rihplu;
yükler bağlanmaz, vurulmaz" yerine: "İS tıı'melu'İ-Mntiyy: binekler
yola konulmaz..." lafzıyla); Bahân, Fadlu's-Salâli fî Mescid-i Mekke
ve'l-Medine 1, 6. Savın 67. Cezâu's-Sayd 26; Müslim, Hacc 415, 511; Bbû Dâvûd,
Menâsik 94: Tirmizl, Salât 126: Nesâî, Mesrrid 10; Dârimî, Salât H2-t Müsned,
II. 234, 238,,.. 111, 7. 34, 93, VI, 7, 397
[19] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/325-326
[20] Elimizin altındaki kaynaklarda hadis olarak tesbit
edemedik.
[21] Tdvjnu'l-Hitab (hitabın çeşitlendirilmesi): Diğer adı
ile "iltifat" diye bilinen edebî bir sa-natur. '-Gaibten muhataba
geçiş, ya da onun aksine geçiş" (Dr. İn'âm Fevvâl Akküvî,
el-Mu'cemu'l-Mufassal fi Ulami'l-Belâğü,.., Beyrut 141.V1992, s. 209) diye
tarif edilir. Burada cenabı Allah önce: "Yürüttü" diye buyurup kendi
zatından gaib şahıs olarak söz ederken, "ona gösterilim diye"
buyruğunda da mitıekelliı» kipi ile söz etmektedir.
[22] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/326-327
[23] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/327-328
[24] Nuh ile birlikte taşıdıklarımızın soyund;ın gelenler.
Bentten büşkii hiçbir vekil edinmesinler, anlamındadır.
[25] Nuh ile birlikte taşıdıklarımızın soyundan gelen
İsnıiloğııllanna bir hidâyet kıldık,,, anlamına gelir.
[26] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/328-330
[27] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/330-331
[28] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/331-333
[29] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/334
[30] Kurtııbî, et-Tetkire, s. 704 vd. Bütün bu rivayetlerin
sıhhati su götürdüğü gibi; bu buyrukların anlaşılmasına da bir kntkıları
yoktur.
[31] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/334-342
[32] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/342-344
[33] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/344-345
[34] Müslim, Bin- 111; Müsned, III, 152, 229. 240. 254.
[35] Müslim, Biri' 91; Müsned, 11. 493. Aynı nnLımdn ynkın
rivayetler: Müslim, Birr 90, 92-94; Müsned, II, 316-317, 390, 449, III. 33.
[36] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/345-347
[37] İmam Kıırtubnıin rivayeti doğrudan Uz. Peygambere
nisbet etmediğine, sadece "ve fı'J-haberi; haberde yer aldığına göre':
diyerek, kesin bir ifade kullanmadığına dikkat et mek gerekir.
[38] Suyûti. ed-Durru'I-Mensur, V. 2<f7'de senedinin
v;1hî (kabul edilemeyecek kadar gevşek ve zayıf) olduğu kaydıyla.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 10/347-349
[39] Müsned, II. 220
[40] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/350-351
[41] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/352-353
[42] Bu manadaki hadislerin bulunduğu yerler için bk. el
Mu'cemu'l-Müfehres li Elfâzi'l-Ha-disi'n-Nebevî, I, 213, "bvıkS"
maddesi
[43] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/353-355
[44] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/355
[45] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/355
[46] Müsned, III, 468
[47] Buhâri, Bed'u'1-Vahy 6. Cihâd 102, 122, Tefeir J, sûre
4-, Müslim, Cihâd 74; Müsned, I, 263.
[48] İbnMûce, Cenâiz 50.
[49] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/356-358
[50] Buhârî, Enbiyâ 7, Menâkıb 25, Firen 28; Müslim, Fiten
2; Tirmizi, Fiten 23; Mfisned, VI, 428, 429.
[51] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/358-359
[52] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/359
[53] Cenâb-ı Allah'ın, yapılan iyilikleri pek çok kat
fazlasıyla mükâfatlandıracağına d;ıir ilyer ve hadisler oldukça çok olmakla
bernber; bu lafızda bir rivayeti tesbit edemedik.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 10/360
[54] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/361
[55] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/362
[56] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/362-363
[57] Buhârî, Mevakîtu's-SalSt 5, Cihâd 1, Edeb 1, Tevhid
48; Müslim, İman 137-139; Tirmi-zî, Salüt 13, Birr 2; Nesâî, Mevâkît Slj
Müsned, I, 409-410, 418, 421, 444, 448, 451.
[58] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/363-364
[59] Müslim, İmnn 146; Tirmizl, Birr 4: Mümed, II, 164,
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 10/364
[60] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/364
[61] Tirmizî, Talâk 13; Ebû Dâvûd, Edeb 120: îbn Mâce,
Talâk 36; Müsned, 51, 42, 53, 157.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 10/364
[62] Bukârl, Edeb 2: Müslim, Birr 1, 2; Tirmizî, Birr 1;
tbn Mâce, Ecieb 1; Miisned, II, 327-328, 391.
[63] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/365
[64] Buharl, Cizye 18, Edeb 8; Müslim, Zekât 50, Hibe 29;
Ebû Dâvûd, Zekât 34; Mü&ned, VI, 544, 347.
[65] Buharı, Edeb 7; Müslim, Zekât 49.
[66] Buhari, Edeb 7.
[67] Meıhıun Kurlubî, bu sözleriyle her iki hadisi
kastediyorsa, ikisi de ınüsneddir.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 10/365-366
[68] Buhârl, Cihâd 138, Edeb 3; Müslim, Birr 5; Ebû Dûvûd,
Cihâc) 31; Nesâl, CiVıâd 5: Müs-ned, II, 165, 188. 193, 197, 221.
[69] Ebû Dâvûd, Cihâd 31; Nesâi, Bey al 10; İbnMâce, Cihâd
12; Müsned, II, 160, 194, 198.
[70] Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr,
V, 263.
[71] Buharı. el-Edebtı'l-Müfred, Lübnan tarihsiz, s. 5
[72] Müsned, V, 299, 301.
[73] Buhârî, CezâııVSayd 10, Cilıâd 1", 27, 194, Cizye 22; Müslim, Hacc 445, İınâre 85: Ebû Dûvûd, Cihâd 2; Tirmizî, Siyer 33; Nesâİ, Bey'at 15: İbn Mâce, Cihâd 9. Dârimî, Siyer 69: Müsned, I, 226, 266, 316, 355, 111, 401, VI, 466
[74] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/366-367
[75] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/367-368
[76] Müslim, Birr 11-13; EbâDâvûd, Edeb 120; Tinnizi, Birr
5: Müsned, I], 88, 91, 97, 111
[77] Ebû Dâvüd. Ucleb 120; İbn Mâce, Edeb 2; Müsned, IH,
498.
[78] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/368
[79] Müslim, Birr 9, 10; Müsned, II, 346.
[80] Tirmhî, Deavflt 100; Müsned, II, 254.
[81] İbn Kesir, V, 62
[82] İbn Kesir, V, 63
[83] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/368-370
[84] İbnii'l-Esir. en-Nîhâye, I, 55. Ayııc;ı bk. Ebû Dâvûd,
, İsliskaa 9
[85] Bııray;ı kadar ve: Zikrederdi" yerine "lüinım
ederdi": Sııyûtî, ed Durru'l-Mensûr, V. 258
[86] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/370-371
[87] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/371-372
[88] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/372
[89] Müslim, Itk 25; Ebü Dâv&d, Edeb 120; Tirmizl, Birr
8; İbn Mâee, Edeb 1; Müsned, II, 230, 263, 516, 445.
[90] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/372-373
[91] Suyutî, ed-Durru'i-Msnsûr, V, 268.
[92] Taberânî, et-Mu'cemu's-Sağîr, s. 392-2;
el-Mu'cemu'l-Kebir, VII, 293-295. cl-Heysemî, Afee-mau'z-Zevâid, IV, 55'Le
luıclisi üikrettikten sonra şunları kaydetmektedir: "... Senedinde
tantmndığmı kimseler vardır. e-I-Miiilkedir b. Mııhnmmed zayıf bir râvidir. Alımed
si-k.ı (güvenilir) olduğunu söyteınişlir. Ancak İmlis bu şekliyle münkerdir.
Rivayet seııed-lerirKİeki râvileri sahili Kivileri olun rmıhriisar bir lakım
rivayetleri dalıa önceden geçmiş hııhınınnktndır..." ol-llcyscnıTnin
îşısreî ettiği rivayet! erden ikisi, İbn Mâcet'\"n"irÂX 63 de
görülebilir.
[93] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/373-375
[94] Müslim, SalaLırl-Müsâfirin 143-144; Müsned, IV, 366.
367, 372, 375. Özellikle IV, 366 ve 375't.eki açıklamalar, "evvribîn
namazı"nın kuşluk namazı olduğunu ortaya koymaktadır.
[95] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/375-376
[96] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/376-377
[97] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/377
[98] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/377-378
[99] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/378
[100] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/378
[101] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/378
[102] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/379
[103] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/379-380
[104] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/380
[105] Buhârî, Libâs 9; Müslim. Zekât 75, 76; Nesâl, Zekât
61; Müsned, II, 523.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 10/380-381
[106] el-Vâhidt, Esbâbu Nüzûti'l-Kur'ân, s 294; eserin
muhakkikinin notuna göre senedi zayıftır.
[107] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/381-382
[108] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/382
[109] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/382
[110] Arapça baskıyı lıtızırtoynnlann ifade eniğine göre ınüfe'Hf, bu âyet-i kerime ile ilgili her-hangi bir nçjklniTiîidî) bulunmadığj gibi, ekle bıılunnn nüshaların herhangi birisinde de 'buna dair bir açıklama tespit edilememiştir.
[111] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/383
[112] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/383-384
[113] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/384-385
[114] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/385-386
[115] Müslim, Nik:lh 139; Ebû Dâvûd, Nik.nh 44: Dârünî,
Siyer 38; Müsned, V, 195: VI, 446.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 10/386
[116] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/387
[117] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/387-388
[118] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/388
[119] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/389
[120] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/389
[121] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/389-390
[122] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/390
[123] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/390
[124] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/390-391
[125] Taberi, XV, 85
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 10/391
[126] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/391
[127] İbn Mâce, Hııdûd 37; Müsned, V, 211, 212.
[128] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/391-392
[129] Bukârî, Menâkıb 23, Ferâiz 31; Müslim, Radn' 38-40;
Ebû Dâvûd, Talâk 31: Tirmizl, Ve-lâ 5; Nesâl, Talâk 51; İbn Mâce, Ahkâm 21;
Müsned, VI. 38: 226.
[130] Müslim, Radâ: 40
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 10/393
[131] Ebü DâvCtd., Talâk 31'de az önce geçen hadisi
kaydettikten sonra şu notu düşmektedir: "Ahmed b. Salih'i şöyle derken
dinledim: Usame k:ıiran gibi oldukça siyalı, Zeyd de pamuk gibi oldukça beyaz
idi."
[132] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/393
[133] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/393-394
[134] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/394
[135] Buharı, Cumııa 1], Cen.îiz 5L-.: Müslim, İnıâre 20;
Ebû Dâvûd, İmâ re 1, 13; Tırmizî, Cihâri 27; MüaneA. II v vi .
[136] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/394-395
[137] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/396
[138] Buhârî, Deavâı 4; Müslim, Tevbe 2-8: Tirmizî,
Sıfalıı'l-Kıynme 49, Dc:ıvâı 98; Dârimî, Rikîuık 19; Müsned, I, 383, II. 316.
VI, 61. 98
[139] Ebû Dâvûd, CihSd 104; Nesâî, Zckrt 66; Dâriıni, Niknh
37; Müsned, V, 445, 446 (iafzî bazı farklılıklarla)
[140] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/396-397
[141] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/397
[142] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/397-398
[143] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/398-400
[144] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 10/400