İSR    SÛRESİ 5

Surenin Kapsadığı Başlıca Konular: 5

İsrâ Sûresinin Bir Önceki Sûre İle Olan Bağlantısı 5

Meali: 5

İlgili Hadîsler. 6

Peygamberimiz (A.S.) Mi'rac Gecesi Rabbını Gördü Mü?. 8

Kureyşli'lerin Peygamberi (A.S.) Yalanlaması 8

İsrâ Ve Mi'rac Olayı Bize Neleri Öğretiyor?. 8

İsrâ Ve Mi'râc. 9

İsrâ Ola/I Hakkında Görüş Ve Tesbitler. 9

İsrâ Ve Mi'rac Olayları Ruhen Mi Gerçekleşmiştir?. 9

Mi'rac Olayı Rüya Olabilir Mi?. 10

Âyetler Arasında Bağlantı                                                - 10

Meali: 10

Mi'rac Olayı Ve Musa (A,S.) 10

Nuh Peygamberle Birlikte Gemiye Binenlerin Soyu. 11

İki Defa Fesat Çıkaracakları Haber Veriliyor. 11

Bir Millet Verdiği Sözden Dönerse, Allah Da Hükmünü Değiştirir. 12

Âyetler Arasında Bağlantı 12

Meali: 12

İniş Sebebi 12

İlgili Hadîsler. 13

Kur'ân'ın Üç Ayrı Vasfı 13

Kotulugu İsteyip Beddua Etmek Doğru Mudur?. 13

Neden İnsan Aceleci Yaratılmıştır?. 13

Âyetler Arasında Bağlantı 14

Meali: 14

Allah'ın Varlığına Ve Birliğine Delil 14

Ayın Önceleri Ateş Halinde Olması 14

Âyetler Arasında Bağlantı 14

Meali: 15

İniş Sebebi 15

İlgili Hadîsler. 15

Herkes Kendi Amelini Taşır. 15

Herkes Kendi Günahını Yüklenir. 16

Peygamber Gönderilmedikçe Azap Edilmez. 16

Âyetler Arasinda Bağlantı 17

Meali: 17

İlgili Hadîsler. 17

Ülkenin Yıkılmasına Sebep Olanlar. 17

Dünyayı Tek Amaç Seçenler. 18

İşte Kur'ân, bunları övmekte ve örnek göstermektedir. Allah'ın Bağış Ve İhsanı Umuma Yöneliktir. 18

Âyetler Arasında Bağlantı 19

Meali: 19

İlgili Hadîsler. 19

Oniki Emir. 21

Oniki Emir, Oniki Peygamber. 24

Âyetler Arasında Bağlantı 25

Meali: 25

İlgili Hadisler. 25

Dünya Hayatı Mutlak Hikmete Dayalı Olarak Düzenlenmiştir. 26

Kâinat Hikmetle Kurulmuştur. 26

Allah'a Evlât İsnat Etmek. 26

Kur'ân-I Kerim Akla Ve Sağduyuya Seslenir. 27

Birden Fazla İlâh Olsaydı, Neler Olurdu?. 27

Her Şey Hakk'ı Tesbîh Etmektedir. 28

Allah Haüm'dir, Gafûr'dur. 28

Âyetler Arasında Bağlantı 29

Meali: 29

İniş Sebebi 29

Kulakları Ağırlaştıran, Kalpleri  Körelten Sebepler. 30

Allah Birliğine Karşı Tepki 30

Hz, Muhammed'e (A.S.) «Büyülenmiş» Sözünü Yakıştıranlar. 30

Âyetler Arasında Bağlantı 31

Meali: 31

İlgili Hadîsler. 31

Dört Önemli Husus. 32

Yeni Bir Yaratık Olarak Dirilme Olayı 32

İster Taş Olun, İster Demir. 32

İlâhî Çağrı 33

Kabirlerde Pek Az Kalındığı Sanılır. 33

Âyetler Arasında Bağlantı 34

Meali: 34

İniş Sebebi 34

İlgili Hadîsler. 34

Sözün En Güzelini Söylemek. 35

Peygamber  Vekil  Olarak  Gönderilmemiştir. 35

Zebur, Davud Peygambere İndirilmiştir. 35

Peygamberler Dünya İşlerini De Düzene Sokma Görevini Taşıyorlar Mıydı?  36

Âyetler Arasında Bağlantı 36

Meali: 36

İniş Sebebi 36

Allah'a Yaklaşmak İçin Vesîle. 37

Her Medeniyet, Önceki Medeniyetlerin Enkazı Üzerine Kurulur. 37

Acık Âyetlere Rağmen İnkâr Devam Ederse, Ne Olur?. 38

Peygamber'e (A.S.) Gösterilen Gerçek. 38

Kur'ân'da Lanetlenmiş Ağaç. 38

Cehennem'de Yeşeren Ağaç. 38

Âyetler Arasında Bağlantı 39

Meali: 39

İlgili Hadîsler. 39

Zıtların Sürtüşeceği Âlemi Oluşturmak. 39

İblis, Nefis Ve Şehvete Seslenir. 40

Allah'ın Mü'min Kulları 40

Nar Ve Nur. 40

Âyetler Arasında Bağlantı 40

Meali: 41

İlgili Hadîsler. 41

Denizlerdeki Hazineler. 41

Denizde Korkunç Fırtına. 42

Önemli Bir Uyarı 42

İnsanın Aziz Ve Saygıdeğer Kılınması 42

Âyetler Arasinda Bağlantı 43

Meali: 43

İniş Sebebi 43

İlgili Hadîsler. 44

Toplum Daha Cok İnandığı Liderin Peşinden Gider. 44

Dünyada Kör Olan, Âhirette De Kördür. 44

Mü'minleri Fitneye Düşürmek İsteyenler. 45

Aralarında Peygamberin (A.S.) Bulunması Mutlak Rahmet İdi 45

Hicretin Gerçekleşeceğine Ve İslâm'ın Başarı Sağlayacağına İşaret Edilmektedir  46

Âyetler Arasında Bağlantı 46

Meali: 46

İlgili Hadîsler. 46

Beş Vakit Namaz. 47

Teheccüd Namazı 48

Hicrete Hazırlık İşaretleri 48

Hak Gelince Bâtıl Yok Olur. 49

Müslümanlar Fethettikleri Ülkeleri Putlardan Temizlerler. 49

Kur'ân Şifâ Ve  Rahmettir. 49

İnsan Karakteri İkiyüzlü Madalyona Benzer. 50

Âyetler Arasında Bağlantı 50

Meali: 50

İniş Sebebi 50

Ruh Kavramı 51

Âlem-İ Halk - Âlem-İ Emir. 52

Size İlimden Az Şey Verilmiştir. 52

Âyetler Arasında Bağlanti 52

Meali; 53

İniş Sebebi 53

Kur'ân Bütünüyle Rahmettir. 53

Kur'ân Sıradan Bir Kitap Değildir. 53

Kur'ân'ın Kapsadığı Başlica Konular. 54

İnsanı Gerçek Anlamda Mutlu Eden Her Şey Kur'ân'da Açıklanmıştır. 54

Meali: 55

İniş Sebebi 55

Peygamberliğin Ne Olduğunu Bilmeyen Gafiller. 56

Müşrikler, Peygamberin Meleklerden Olmasının Gereğini İddia Ediyorlardı 56

Ayetler Arasında Bağlantı 56

Meali: 57

İlgili Hadîsler. 57

Körler, Dilsizler, Sağırlar. 57

Âyetleri İnkâr. 58

Gökleri Ve Yeri Yaratan Kudret 58

Cimrilik Nefsin Karakteridir. 59

Âyetler Arasinda Bağlantı 60

Meali: 60

Musa Peygambere Verilen Dokuz Âyet (Mu'cize) 60

Âyetler Arasında Bağlantı 61

Meali: 62

İniş Sebebi 62

İlgili Hadîsler. 62

Kur'an, Hak İle İndirilmiştir. 62

Peygamber, Rahmet Müjdecisidir. 63

Kur'ân'ın Parça Parça İndirilmesi 63

Tevrat Ve İncil'i Bilen İlim Adamları 64

Allah'ın İsimleri 64

Namazda   Kıraat 64

Allah, Kendini Üç Sıfatla Anmaktadır. 65

Allah'ı Tenzih Ve Tekbîr Beş Kademede Gerçekleşir. 65


İSR    SÛRESİ

 

Sûre, ismini, taşıdığı «isrâ» ve «mi'rac» olayından alır.

İlim adamlarının çoğuna göre, Mekke'de inmiştir. İbn Abbas (R.A.)dan yapılan rivayete göre : 73. âyetten 76. âyete kadar olan bölümü Medine'de, geriye kalan kısmı Mekke'de inmiştir. Katade de aynı görüş ve tesbiti iz­har etmiştir.

Mukatil'e göre : 60, 73, 74, 80, 107. âyetler dışında, tamamı Mekke'de inmiştir.

Ayet  Sayısı     :110(veya 111)

Kelime Sayısı  : 533

Harf Sayısı       : 3460 [1]

 

Surenin Kapsadığı Başlıca Konular:

 

1—  Peygamber  (A.S.)   Efendimiz'in   Mi'rac  gecesi,   Mekke'den   Bey-tü'l-Makdis'e olan yolculuğu anlatılır.    

2—  İsrâiloğulları'nın yükselme ve alçalma devirleri konu edilerek bir­takım yönlendirici misaller verilir.

3—  Müslüman ülkeler, İsrâiloğulları'nın sık sık işledikleri hataları iş­lememeleri için uyarılır.

4—  Göklerde ve yerde bulunan her şeyin Cenâb-ı Hakk'ı tesbîh ve tenzih ettiklerine dikkatler çekilir.

5—  Öldükten sonra dirilip ikinci hayatın başlayacağına ve onunla il­gili delillere yer verilir.

6—  Allah'ı bırakıp birtakım cisimleri ilâh sayan veya öyle kabul eden müşrikler kınanır, iddiaları birtakım açık belgelerle reddedilir.

7—  Putperestlerin  ısrarla istedikleri mu'cizenin indirifmemesinin se­bep ve hikmeti üzerinde durulur.

8—  Meleklerin Âdem Peygamber'e (A.S.) secde etmesi, İblîs'in ilâhî emre uymayarak secde etmekten kaçınması, insana gösterilen ilâhî ilti­fatın tecellisi olduğu ilham edilir.

9—  Allah'ın kullarına olan  nimetlerine parmak basılarak o hususta çok duyarlı olmamız istenilir.

10—  Müşriklerin birtakım arzu ve isteklerine. Peygamber (A.S.) Efen-dimiz'in de uymasını teklif ettikleri konu edilerek, İslâm'ın başkalarına uy­mak için değil, uyulmak için gönderilen son mesaj olduğuna işaret edilir.

11—  Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e geçe kalkıp namaz kılması ve ibâ­det etmesi hakkında verilen emir açıklanır.

12—  Kur'ân-ı Kerim'in başlıbaşına bir mu'cize olduğu üzerinde duru­larak her âyetini dikkatle incelememiz istenilir.

13—  Hak ile bâtılın sürtüşme ve tartışması konu edilirken, Musa (A.S.) ile Fir'avn kıssasından bazı önemli safhalar misal verilir.

14—  Kur'ân-ı Kerîm'in parça parta indirilmesinin hikmetine atıf yapı­larak konu üzerinde iyi düşünmemiz tavsiye edilir.

15—  Sonra da Tevhid İnancı'nın sapasağlam ayakta durmasının lüzu­mu belirtilerek Allah'ın çocuk edinmekten, yardımcı bulundurmaktan mü­nezzeh olduğu hatırlatılır. [2]

 

İsrâ Sûresinin Bir Önceki Sûre İle Olan Bağlantısı

 

a)  Nahl sûresinde Yahudilerin cumartesi günü hakkında görüş ayrı­lığına düştükleri belirtilir. İsrâ sûresinde ise, cumartesine ta'zîm edenle­rin şeriatından söz edilir.

b)  Nahl sûresinde İslâm'a karşı aşırı kin ve düşmanlık gösteren müş­riklerin azgınlık ve taşkınlıklarına karşı sabredilmesi, bu yüzden üzüntüye kapılmmaması ve göğüslerin daraimaması   emredilir.   İsrâ  sûresinde ise. Peygamber (A.S.) Efendimiz'in kadr-u kıymetinin, şeref ve itibarının Allah yanındaki yüceliğinden bahsedilir. Böylece kâfirlerin hiç bir azgınlığının bu şerefe leke süremiyeceğine işaret edilir.

c)  Nahl sûresinde, gene! anlamda birçok nimetlere dikkatler çekilir. İsrâ sûresinde ise, nimetlerin önemli bir kısmından özel surette söz edilir.

d)  Nahl sûresinde balda şifa bulunduğu konu edilir.  İsrâ sûresinde

ise, Kur'ân'ın şifa ve rahmet olduğu belirtilerek birinde maddî, diğerinde manevî şifânın yer aldığı hatırlatılır.

e) Her iki sûrede de Mekke döneminin o netameli günlerinden yer yer pasajlar verilir ve Mi'rac olayıyla artık o dönemin yakında kapanacağına işaretle İslâmiyetin pek yakında başarıya erişeceği ve o nedenle bağrı ya­nık mü'minlerin küfrün tazyikinden kurtulacağı müjdelenir. [3]

 

Meali:

 

1— Kulu (Muhammedi) gecenin bir bölümünde -kendisine bir kısım âyetlerimizi (kudretimizi yansıtan belgelerimizi) göstermek için- Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah (bütün noksanlıklardan) yücedir, münezzehtir. İşiten ve gören O'dur.

 

İlgili Hadîsler

 

Enes b. Mâlik (R.A.) anlatıyor:

«Resûiüllah (A.S.) Efendimiz'in gece yolculuğunda, Kabe'de uyuduğu bir sırada kendisine bu hususta vahiy inmeden önce üç melek geliyor. On­lardan biri, «hangisidir o?» diye soruyor. İkincisi, «o, onların en hayırlısı-dır!» diye cevap veriyor. Üçüncüsü ise, «hayırlı olanı yakalayın» diyor. O gece Peygamber (A.S.) melekleri görmüyor. Diğer bir gece yine mefekler geliyorlar. Peygamberin (A.S.) ise kalbi (onları) görüyor, gözleri uyuyor. Günkü O'nun kalbi uyumaz. Zaten peygamberler hep öyledirler: Gözleri uyur, ama kalpleri uyumaz. Melekler ikinci gece O'nunla hiç konuşmadan kendisini alıp Zemzem Kuyusu'nun yanma götürüyorlar. Onlardan Cibril, ilgilenerek Peygamber (A.S.) Efendimiz'in göğsünü yarıyor, içini boşaltıp kendi eliyle Zemzem dökerek yıkayıp iyice temizliyor. Sonra altından bir leğen ve içinde altından bir tas getiriyor ki, bu kaplarda imân ve hikmet bulunuyordu. Onu Peygamberin (A.S.), boyun damarlarına ulaşıncaya ka­dar (kalbine) boşaltıyor. Göğsünü kapattıktan sonra O'nu alıp Dünya Se-ması'na yükseltiyor. Göğün kapılarından birini çalıyor. Gök ehli, «kimdir o?» diye sesleniyorlar. «Ben Cebrail'im..» diyor. «Yanındaki kim?» diye soruyorlar. O da : «Muhammed'dir..» diyor. Gök ehli: «0, peygamber ola­rak gönderildi mi?» diye soruyorlar. Cibril de: «Evet...» diyor. Gök ehli: «O'na merhaba ve hoş geldi diyoruz» söyleyerek birbirlerini müjdeliyorlar. Çünkü göklerin, Allah'ın Muhammed (A.S.) ile yeryüzünde neyi irâde etti­ğini, kendilerine bildirmedikçe bilemezler.

Birinci gökte Âdem (A.S.) ile buluşuyorlar. Cibril, «bu senin baban Âdem'dir» diyor. Peygamberimiz (A.S.) Âdem'e selâm veriyor. O da O'nun selâmını alıp cevaplıyor ve «evlâdıma merhaba, hoş geldin. Ne güzel evlât­sın sen!» diyor.

Bu arada Peygamberimiz (A.S.) gökte akmakta olan iki ırmak görü­yor ve «bunlar nedir ya Cibril!?» diye soruyor. O da, «Nil ile Fırat'ın aslı (maddesi veya benzeri) dir» diyor. Böylece gökte bir süre yol aldıktan son­ra üzerinde inci ve zebercedden bir saray bulunan başka bir ırmağa rast­lıyor. Eliyle ırmağa dokununca, onun çok güzel misk kokulu bir ırmak ol­duğunu görüyor. «Bu nedir ya Cibril!?» diye soruyor. O da; «Rabbının sana hazırladığı Kevser'dir» diyor.

Sonra Melek Cebrail, Peygamberimizle (A.S.) beraber ikinci göğe yük-seliyorlar. Birinci gökteki melekler gibi, onlar da, «bu kim?» diye soru­yorlar. «Ben Cibril'im!» diyor. Onlar: «Beraberindeki kim?» diye soruyor­lar. «Muhammed'dir...» diyor. Onlar: «O, peygamber olarak gönderildi mi?» diye soruyorlar. Cebrail, «Evet gönderildi» diyor. Melekler: «Ona mer­haba, hoş geldin» diyorlar. Sonra üçüncü göğe yükseliyorlar. Orada da, birinci ve ikinci göklerdeki sorular soruluyor. Sonra dördüncü göğe yükse­liyorlar. Aynı sorular orada da soruluyor. Sonra beşinci göğe yükseliyor-lor. Orada da benzeri şeyler soruluyor ve altıncı göğe yükseliyorlar. Orada da aynı şeyler soruluyor. Sonra yedinci göğe yükseliyorlar. Orada da ben­zeri şeyler soruluyor,

Her gökte .peygamberlerden birkaç tanesi bulunuyor ki, peygamberimiz (A.S.) onları bir bir isimleriyle andı. Onlardan İdrise ikinci gökte, Ha­run'a dördüncü gökte, bir diğerine -ki ismini hatırlıyamadım- beşinci gök­te rastlıyor. İbrahim'e ise altıncı gökte, Musa'ya yedinci gökte rastlıyor. Bu da Musa'nın ilâhî kelâmla üstün tutulmasının belirtisidir. Nitekim vak­tiyle Musa, «Rabbım! Bir başkasını benim üzerime yükselteceğini sanmı­yorum» demişti.

Sonra Melek Cibril, Peygamberimizle (A.S.) beraber yedinci göğün üstüne yükseliyorlar ki, oraları Allah'tan başkası bilmez. Tâ ki, Sidretü'l-Münteha'ya geliyorlar. Cebbar olan Rabbü'l-İzzet (rahmetiyle) yaklaşıyor ve (kudretini, azametini) sarkıtıyor. Öyle ki iki yay, ya da daha az bir mesafe kalıyor.

Allah, Peygamberimize {A.S.) bu makamda vahyettiğini vahyediyor ve bu arada Peygamberimizin ümmetine bir gün, bir gecede (kılınmak üzere} elli vakit namaz farz kılıyor. Peygamberimiz (A.S.) oradan inerken Musa ile karşılaşıyor -ki ben Musa olduğunu sanıyorum-, Musa: «Ya Muhammedi Rabbın sana ne gibi ahidde bulundu?» diye soruyor. O da: «Bir gün, bir ge­cede elli vakit namaz...» diye cevap veriyor. Bunun üzerine Musa: «Ümme­tinin buna gücü yetmez. Dön de Rabbından hafifletmesini iste!» diyor. Pey­gamber (A.S.) Melek Cebrail'e dönüp işaretini bekliyor. 0 da: «Evet, diler­sen Rabbına yüksel» diyor. Peygamber (A.S.) bulunduğu yerde: «Ya Rab-bî! Bunu hafiflet. Çünkü ümmetimin buna gücü yetmez» diyor. Allah on va­kit kaldırıyor. Sonra Peygamberimiz (A.S.), Musa'ya dönüyor -ki Musa ol­duğunu sanıyorum-, Derken gide gele bu namazı beş vakte düşürüyor. Mu­sa yine: «Ya Muhammedi Vallahi bundan daha az bir namazı İsrâiloğulla-rı'na teklîf ettim, gevşeklik ve zaaf göstererek terkettiler. Oysa senin üm­metin beden, kalp, göz ve kulak bakımından daha kudretli değildirler. Rab­bına dön de bunun hafifletilmesini iste» diyor. Peygamberimiz (A.S.) yine Cibril'e dönüp işaretini bekliyor. Cibrîl bunu uygun karşılıyor ve Peygam­berimiz (A.S.) tekrar durumu Rabbına arzediyor: «Ya Rabbî! Ümmetimin be­denleri, kalpleri, gözleri ve kulakları daha kuvvetli değildirler. Beş namazı hafiflet» diye istekte bulunuyor. Bunun üzerine Cenabı Hak;

  Ya Muhammedi diye.sesleniyor. 0 da :

  Buyur Rabbım! Emrine hazır bekliyorum, diyor. Allah :

  Artık söz benim yanımda değişmez. Bu, Ümmü'l-Kitap'ta farz kı­lındığı gibidir. Her iyilik on misliyle karşılık görür. Namaz, Ümmü'l-Kitap'ta elli (vakit)dir ve beş (vakit) namaz olarak sana farz kılınmıştır.

Peygamber (A.S,), Musa'ya (A.S.) döndüğünde, Musa (A.S.) soruyor:

  Ne yaptın, ya Muhammedi? O da :

  Rabbım hafifletti:  «Her iyilik on misliyle karşılık görür» buyurdu, diye cevap veriyor Musa (A.S.) ona :

  Ben bu konuda daha azıyla İsrâiloğulları'nı denedim, yapamadılar, terkettiier. Sen Rabbtna dön de hafifletilmesini dile, diyerek öneride bu­lunuyor. Peygamberimiz (A.S.) ona şöyle diyor:

  Ya Musa! And olsun ki, Rabbımdan utandım. Artık bu hususta is­tekte bulunamam. Musa  (A.S.) :

  Öyle ise, Allah'ın ismiyle yeryüzüne in! diyor. Peygamberimiz de (A.S.) o halden sıyrılıp kendine gelince, kendini Mescidü'l-Haram'da bu­luyor.» [4]

Aynı olayı Ahmed b. Hanbel yine Enes b. Mâlik (R.A.)den şöyle nak­lediyor :

«Bana Burak getirildi. Beyaz bir hayvandı; merkepten biraz büyük, katırdan biraz küçük idi. Ön ayağını (adımım) gözünün görebildiği mesa­fenin sonuna kadar atıyordu. Ona bindim, Beytü'l-Makdis'e vardım. Pey­gamberlerin kendi bineklerini bağladıkları halkaya bağladım. İçeri girip iki rekât namaz kıldıktan sonra dışarı çıktım. Cebrail, birinde şarap, diğerin­de süt dolu iki kap sundu. Ben sütü seçtim. Cebrail bana: «Fıtratı seçtin» dedikten sonra benimle birlikte Dünya göğüne yükseldi. Kapının açılması­nı İstedi. «Kimsin?» denildi. O da «Cibril'im» dedi. «Yanındaki kim?» de­nildi. «Muhammed'dir» dedi. Bunun üzerine: «Ona peygamberlik gönde­rildi mi?» denildi. O da: «Evet gönderildi» diye cevap verdi. Kapı açıldı. Âdem (A.S.) ile karşılaştım. Bana «merhaba!» dedi ve hayır ile duada bu­lundu. Sonra ikinci göğe yükseldik. Aynı sorular ve cevaplar orada da tekrarlandı. Kapı açıldı. İki teyze oğlu Yahya ve İsa Peygamberlerle kar­şılaştım. İkisi de bana «merhaba!» deyip hayırlı duada bulundular. Sonra üçüncü göğe yükseldik. Aynı sorular soruldu, cevaplar verildi. Kapı açıldı. Yusuf Peygamberle karşılaştım. Güzelliğin yarısı ona verilmiştir. Bana «merhaba!» dedi ve hayır ile duada bulundu. Sonra dördüncü göğe yük­seldik. Yine aynı sorular soruldu, cevaplar verildi. Kapı açıldı. İdris Pey­gamberle karşılaştım. O da bana «merhaba!» dedi ve hayır ile duâ etti. Sonra beşinci göğe yükseldik. Aynı sorular soruldu ve cevaplar verildi. Kapı açıldı. Harun Peygamberle karşılaştım. O da bana «merhaba!» dedi ve hayır ile duada bulundu. Sonra altıncı göğe yükseldik. Aynı sorular so­ruldu, cevaplar verildi. Kapı açıldı. Orada Musa Peygamberle karşılaştım.

O da bana «merhaba!» dedi ve hayır ile duada bulundu. Sonra yedinci gö­ğe yükseldik. Kapıda aynı sorular soruldu ve cevaplar verildi. Kapı açıldı. İbrahim Peygamberle karşılaştım; sırtını Beytü'l-Ma'mur'a dayamış duru­yordu. Her gün yetmiş bin melek oraya giriyor, ama bir daha dönmüyor­lardı. Sonra Sidretü'l-Münteha'ya yükseldik. Bu(radaki) ağacın yaprakları fil kulağına, meyvaları da dağın tepesine (veya asma altına konulan pa-yendeye) benziyordu. İlâhî emirlerden (onun tecellilerinden, o meyvalar) yere düşecek gibi oluyor ve rengi değişiyordu. Allah'ın hiçbir kulu onun (ağacın ve meyvasının) güzelliğini anlatamaz. Cenâb-ı Hak, bana vah yet­tiğini etti ve üzerime elli vakit namaz farz kıldı.»

Yukarıdaki hadîste belirtildiği gibi. Peygamberimizin (A.S.), Musa (A.S.} ile görüşüp hafifletilmesi hususundaki dileği anlatılarak konuya de­vam edilir. [5]

Buna yakın bir üçüncü rivayeti ise, Müslim, Şeybar b. Ferûh tarikıyla nakletmiştir,

Beyhakî diyor ki: «Hadîslerin siyakından, Mi'rac olayının İsrâ Gecesi meydana geldiği anlaşılıyor. Şüphesiz ki, en doğru tesbit de budur. Çünkü İsrâ olayı, Mescidü'l-Haram'dan Beytü'l-Makdis'e kadar cereyan etmiştir, Oradan göklere ve ötesine yükselmek ise, Mi'rac olayıdır.»

Ahmed b. Hanbel'in Abdurrezzak tarikıyla yaptığı rivayete göre, Pey­gamber (A.S.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

«İsrâ gecesi, Burak'ı eyerlenmiş bir halde bana getirdiler. Ağzına gem vurulmuştu. Sırtına binilmek istenince zorluk çıkarıyordu. Bunun üzerine Cibril ona: «Seni bu harekete iten nedir? Allah'a and olsun ki, sana Mu-hammed'den -Allah yanında- daha iyi ve kadri yüce bir kimse binmemiş­tir.» Deyince, Burak terledi.» [6]

Mi'rac olayında temsilî gerçekler:

«Rabbım beni Mi'rac olayı ile yukarılara yükseltince, tırnakları bakır­dan bir topluluğa rastladım. Tırnaklarıyla yüzlerini ve göğüslerini tırmala­yıp tahriş ediyorlardı. Cebrail'e, «bunlar kimlerdir?» diye sordum. «Bunlar insanların etlerini yiyen ve onların namusuna tecavüz edenlerdir» diye ce­vap verdi.» [7]

Buharî'nin Ebû Zer (R.A.) hadîsinden naklen yaptığı rivayette denili­yor ki:

«Mekke'de bulunduğum bir sırada evimin damı yarıldı ve Cibril indi. Göğsümü yardı, zemzem suyu ile yıkadıktan sonra içi, hikmet ve imân do­lu altından bir leğen getirdi, göğsüme boşalttı. Göğsümü kapadıktan sonra elimden tutup Dünya göğüne yükseldik. Göğün kapısına geldiğimizde, Ceb­rail, gök bekçisine: «Kapıyı aç!» dedi. «Kimsin?» diye sorunca, «Cibril'im» dedi. «Beraberinde kim var?» dedi. O da : «Muhammed (A.S.)..,» diye ce­vap verdi. «Ona peygamberlik gönderildi mi?» diye sordu. O da : «Evet...» dedi. Kapı açılıp Dünya göğünde ilerlerken, oturan bir adamla karşılaştık, sağında bir karartı, solunda da bir karartı vardı. Sağına bakınca tebes­süm ediyor; soluna bakınca ağlıyordu. Beni görünce: «Salih evlâda, hayır­lı peygambere merhaba!» dedi. Cibril'e: «Bu adam kim?» diye sorduğum­da, «Adem Peygamberdir. Sağındaki ve solundaki karartılar, onun zürriye-tinin zerreleridir. Sağındakiler Cennet, solundakiler Cehennem ehlidirler.»dedi.[8]

Hadîsin geriye kalan kısmı, yukarıda naklettiğimiz diğer iki hadîsteki kısımlar gibidir. [9]

 

Peygamberimiz (A.S.) Mi'rac Gecesi Rabbını Gördü Mü?

 

Tabiînden Abdullah b. Şakik diyor ki : Râvî Ebû Zerr'e (R.A.)- dedim ki: «Peygamber (A.S.) Efendimizi görmüş olsaydım, herhalde O'ndan bir şey sorardım.» Ebû Zer (R.A.) : «Ne sorardın?» deyince, «Rabbını gördün mü?» diye sorardım» dedim. Bunun üzerine Ebû Zer (R.A.) şu cevabı ver­di : «Bu hususu ben Resûlüllah (A,S.) Efendimiz'den sordum. Buyurdu ki: «Şüphesiz Rabbımı bir nur olarak gördüm; artık O'nu nasıl görebilirim!» [10]

 

Kureyşli'lerin Peygamberi (A.S.) Yalanlaması

 

Resûlüllah (A.S.) buyurdu :

«Beytü'l-Makdis'e gecenin az bir bölümünde yolculuk yaptığımı du­yan Kureyş Kabilesi beni yalanladılar. Bunun üzerine Hicir'de ayağa kalk-

tim. Allah, Beytü'l-Makdis'i getirip önüme koydu. Ona bakarak oradaki alâ­metleri bir bîr onlara haber verdim.» [11]

Mekkeli'lerin bu olayı garip sayıp reddetmesi:

Olayın cereyan ettiğine dair haber halk arasında duyulunca, Mekkeli'-lerden bazı önemli kişiler soluğu Ebû Bekir Sıddîk'ın (R.A.) yanında aldılar ve: «Ya Ebâ Bekir! Arkadaşın Muhammed hakkında ne dersin? O bir gece içinde Beytü'l-Makdis'e gidip geldiğini iddia ediyormuş!» Ebû Bekir (R.A.) onlara: «Bunu Hz. Muhammed mi (A.S.) söyledi?» diye sordu. Onlar da : «Evet, o dedi» diye cevap verdiklerinde; Ebû Bekir (R.A.) : «Eğer O söyle-mişse, mutlaka doğrudur ve ben de şehadet ederim..» diyerek Peygamber'e olan inancının şüphe götürmez olduğunu ortaya koydu. «Nasıl olur?» diye­rek şaşkınlık gösterenlere: «O, bundan fazlasını da söylese yine de Onu gök haberlerinden dolayı tasdîk ederim!» diye cevap verdi. [12]

Peygamber'e (A.S.) verilen hediyeler:

Sahîh rivayetlere göre: Mi'rac gecesi Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e üç büyük hediye verilmiştir.

1—  Bakara Sûresinin son kısmı,

2—  Beş vakit namaz,

3—  Allah'a ortak koşmadıkları halde büyük günah işleyen mü'minle-rin bağışlanacağı müjdesi.. (Kul hakkı müstesna).

Şunu da belirtelim ki, İsrâ ve Mi'rac olayları hakkında sahîh ve zayıf birçok rivayetler ve farklı tesbitler vardır. Biz sadece teberrüken onlardan sahîh gördüklerimizden bir kısmını nakletmekle yetindik. [13]

 

İsrâ Ve Mi'rac Olayı Bize Neleri Öğretiyor?

 

Hicretten bir veya bir buçuk yıl kadar önce Peygamber (A.S.) Efendi­mizin hayatında meydana gelen bu çok önemli olay, birtakım gerçeklere bizi irşat etmekte ve İslâm'ın geleceğini haber vermektedir. Bunları şöyle özetleyebiliriz:

1—  İslâm'ı saran tehiike çemberinin hız ve tesirini kaybetmek üzere olduğunu; inkarcı azgınların sonunun yaklaştığını haber veriyor.

2—  Hakkın emekiiyerek de olsa, bâtıldan önce hedefine ve amacına

kavuşacağının müjdesini yansıtıyor.

3— İslâm'ın çok geçmeden yüceleceği, kıtalar üzerine yayılacağı; ay­nı zamanda Kudüs'ün fethedileceğini ilham ediyor.

Mevcut semavî dinlerin artık yürürlükten kaldırıldığının kesin hat­ları çiziliyor. Gelip geçen bütün peygamberlerin, Hz. Muhammed'i (A.S.) önder ve imam kabul ettiklerinin misalini, Beytü'I-Makdis'te sergiliyor.

5—  Burak adlı ilâhî aracın her adımını gözünün ulaşabildiği en uzak noktaya atmasıyla, İslâm'ın sür'atle gelişeceğine işaret ediliyor. İslâm mü­cahitlerinin «Allahu Ekber». sesleriyle akıllara durgunluk verecek bir htzla yeryüzüne yayılacaklarını bildiriyor.

6—  Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in Burak'ı Beytü'l-Makdis'in kapısının önündeki halkaya bağlaması, son peygamberin her şeyi sağlam esaslara bağladığını ve bir gün İslâm mücahitlerinin savaş atlarını bu halkaya bağ­layıp Beytü'I-Makdis'te cemaat halinde namaz kılacaklarını gönüllere rah­met havası içinde işliyor.

7— İlâhî emrin tecellilerinin göz alıcı renkleriyle işlenmiş Sidretü'l-Mün-teha'ya çıkılması, oradaki güzelliği anlatmanın mümkün olmadığına dik­katlerin çekilmesi, İslâm'ın kuracağı medeniyetin ve getirdiği sistemin çok yüceleceğine, girdiği yerde rahmet ve cennet havası oluşturacağına mil­letlerin bu medeniyetten yararlanarak derin uykudan uyanacaklarına işaret yollu atıflarda bulunuyor.

8—  Resûlüllah'ın  (A.S.) gökleri bir bir aşması, her gökte saygı ile karşılanıp itibar görmesi, sesinin yedi iklimde duyulacağının bir başka rem­zi oluyor.

9—  Melek Cebrail'in refakati, Hz. Muhammed'in {A.S.) kutsî âlemden kendisine gönderilen büyük bir kudrete mazhar olduğunu; küfrün, azgın­lığın ve bâtılın her çağda bu kudretin karşısında çökeceğini gönüllere iş­liyor.

10—  Beş vakit namazın, Allah'ın insanlığa -imân ve Kur'ân'dan son­ra- verdiği en büyük hediyesi ve değişmeyen emaneti olduğunu ve insan­lığın ancak bu ibâdetle huzur ve güvene kavuşabileceğini insan idrakine sunuyor.

11—  Bakara sûresinin son iki âyetinin ikinci bir hediye olarak veril­mesi, İslâm'ın zorluk, meşakkat, sıkıntı ve üzüntü dini olmadığını; insanlı­ğa ruh ve beden afiyetini, rahmet ve hidâyeti getiren Allah'ın son mesajı bulunduğunu gönüllere işliyor.

12— Allah'a ortak koşmayan mü'minlerin hediyesi ise, Allah'ın insan­lara, özellikle mü'minlere olan geniş rahmet ve mağfiretini; rahmetinin her zaman gazabının önüne geçtiğini yansıtıyor. [14]

 

İsrâ Ve Mi'râc

 

İsrâ : Gece yolculuğu yaptırmaktır. Bu bölüm, Peygamberin {A.S.) Mescid-i Haram'dan Beytü'l-Makdis'e kadar olan gece yolculuğunu belir­tir ki bu, ilgili âyetle sabit olmuştur. O bakımdan inkârı küfrü gerektirir. [15]

Mi'rac : Sözlükte, merdiven anlamına gelir, Terim olarak, İsrâ gecesi Hz. Peygamber (A.S.) Efendimiz'in Beytü'l-Makdis'ten Melek Cebrail'in eş­liğinde madde âleminin son sınırı olan Sidretü'l-Münteha'ya, oradan da mâna âlemine yükselmesi ve esrar perdelerinin kaldırılarak en kutsal hu­zura kabul edilmesidir. Bu olay da sahîh hadîslerle sabit olmuştur. [16]

 

İsrâ Ola/I Hakkında Görüş Ve Tesbitler

 

a)  İsrâ olayı, Mescid-i Haram'dan başlayıp Beytü'l-Makdis'e kadar sü­ren ve gecenin çok kısa bir parçasında gerçekleşen bir yolculuktur.

b)  Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, -bir rivayete göre- Mekke'de amcası Ebû Tâlib'in kızı Ümmu Hâni'in evinde bulunduğu bir sırada,   Melek   Cibril gelip emredilenleri yerine getirdikten sonra Peygamberimizi (A.S.} yanına alıp Beytü'l-Makdis'e hareket etmişlerdir. Tabii bu yolculuk, ışık hızının da ötesinde büyük ruhun sağladığı bir hızla gerçekleşmiştir.

c)   İlim adamlarımızın çoğuna göre :   Hicretten   bir   yıl   önce,   diğer bir kısmına göre, bir buçuk yıl önce, Rebiulevvel ayının on yedinci gecesi veya Recep ayının yirmi yedinci gecesi meydana gelmiştir, Allah daha iyi­sini bilir. [17]

 

İsrâ Ve Mi'rac Olayları Ruhen Mi Gerçekleşmiştir?

 

Bu konuda farklı görüşler, rivayetler ve yorumlar söz konusudur. Hep­sini tefsirimize nakletmekte fazla bir yarar görmüyoruz. Çünkü peygam­berlerin içyüzünü, ruhlarındaki seyyaliyet ve kudreti; Melek Cebrail'in nasıl

Buna Beytü'l-Mukaddes de denilir. Bu ad, tbranice «Bethammikdaş» kelimesinin karşılığı olan «mabet» (Süleyman Ma­bedi)  anlamına getir.

büyük bir ruh olduğunu bilmeden bu konuda yorumlarda bulunmak bizi 'olumlu sonuca götürmez.

Önce şunu belirtelim ki, peygamberleri (salât ve selâm hepsine olsun) diğer insanlardan ayıran birtakım özellikleri vardır. Onları şöyle sıralaya­biliriz :

1—  Ruhları, dünyaya gelmeden önce ruhlar âleminde edindikleri bil­gilerle donatılarak bedenlerine indirilmiştir,

2—  Ruhları, kudsî âlemle temas halindedirler.

3—  Ruhları ve bedenleri meleklerin nuraniyet havasını teneffüs ede­cek ledünnî kudrete sahiptirler.

4—  Bedenleri ruhlarına tabidir; ruhları bedenlerinin uydusu değildir.

5—  Meiek Cebrail'in büyük bir ruhî güçle onlara yaklaşmasıyla ruh­ları geniş çapta faal   duruma   geçerek   kendilerine ayrı bir kudret bah­setmiştir.

Melek Cebrail'e gelince : Az önce de belirttiğimiz gibi, o en büyük ruhtur, Bu ruh muazzam bir hayat ve enerji kaynağıdır. Dokunduğu yerde hayat ve kudret başlar. Son derece nuranîdir. Peygamberlerin kalplerine vahyi bu nur ile ilka eder ve kalbe inen bu nur, ruha üstün bir kudret ve­rir ve sırası gelince bedenin ruhlaşmasına imkân tanır.

Gerçek bu olunca, gerek ilâhî vahiy indiğinde, gerekse Melek Cebrail geldiğinde, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in. bedeni kendi faaliyetlerini dur­durup bütünüyle ruha tabi olur ve dünyadan ilgisi kesilmiş bulunurdu.

Nitekim O bu inceliğe işaretle şöyle buyurmuştur: «Ben sizin gibi değilim. Allah beni yedirir ve içirir.» [18]

Bu hadîsten de anlıyoruz ki, Peygamber (A.S.) Efendimiz'in bedeni bir bakıma ruhuna dönüşünce, maddî ihtiyaçlar ortadan kalkıyor ve ruhun yü­ce âlemden aldığı manevî gıda yeterli oluyor.

O halde İsrâ ve Mi'rac olayı hem ruhen, hem de bedenen meydana gelmiştir. Bir de büyük ruh olan Melek Cebrail'in Peygamberimize eşlik etmesini düşünürsek, yüce ruhların nasıl bir araya gelip zaman ve mekân kavramlarını aştıklarını anlamakta gecikmeyiz.

İsa Peygamberin de göğe yükselme olayı böyle olmuş; İbrahim Peygamber, ateşe atılırken maddî yapısı ruhî yapısına dönüşmüş ve o sebep­le ateş ruhu yakamamıştır ki, bütün bunlar zahirî sebep ve iilet kanunları­nın iptal edildiğine, ruhî sebeplerin nâzım rol oynadığına ve sonuç olarak mu'cizelerin gerçekleştiğine delâlet etmektedirler.

Allah'ın, sözünü ettiğimiz olayların gerçekleşmesiyle ilgili kudreti te­celli edince, Hz. Muhammed'in (A.S.) bedeni bütünüyle ruhuna dönüşmüş; ateş İbrahim Peygamber'in vücuduna tesir edememiş; İsa Peygamber de ruhlaşıp maddî kayıtlardan sıyrılınca, öldürmek için evi kuşatanlar onu göremez olmuşlardır. [19]

 

Mi'rac Olayı Rüya Olabilir Mi?

 

Böylesine fevkalâde bir olay rüya yoluyla meydana gelmiş olsaydı, bunda şaşılacak bir cihet söz konusu olmaz; Kureyş müşrikleri onu yalan sayma ihtiyacını bile duymazlardı. Zira Resûlüllah (A.S.) Efendimizin sık sık «rüyamda Cennet bana gösterildi, Cennet ile Cehennem bana arzolun-du..» şeklinde gördüklerini arkadaşlarına anlatması, Mi'rac oiayı hakkın­da cereyan eden itiraz ve yalanlamaya hiçbir zaman maruz kalmamış ve kimse bunu reddetmeyi düşünmemiştir. Çünkü rüyada o gibi olağanüstü olaylar görülebilir.

O halde İsrâ ve Mi'rac'ın uyanık halde hem ruhen, hem de bedenen gerçekleştiği muhakkaktır.

Ayette «abd» tabiri bilhassa her türlü ihtimali ortadan kaldırmak­ta, Peygamber'in (A.S.) sözü edilen olayı her iki yapısıyla birlikte yaşadığı ifade edilmektedir. Çünkü «abd» ruhla bedenin tamamına delâlet eden bir kelimedir. [20]

 

Âyetler Arasında Bağlantı                                                -

 

Yukarıdaki âyetle, İsrâ olayı ve hikmeti açıktandı.

Aşağıdaki âyetlerle, Musa Peygamber'e, İsrail oğullarına doğru yolu gösterecek, dünya hayatlarını düzene sokup âhiretlerini de kazanmalarını sağlayacak semavî kitap verildiği konu ediliyor. Böylece İsrail oğullan'na Allah'ın geniş lûtufta bulunduğuna işaretle, hem Mekkeli putperestler uyarı­lıyor, hem de mü'minlerin kendilerine indirilen kitap ile amel etmeleri ve son peygambere dosdoğru uymaları hatırlatılıyor. Aksi halde İsrail oğullan'nın uğratıldığı hüsranın bir benzerine maruz kalabileceklerine işaret edilerek kendilerine verilen en büyük nimetin kadr-ü kıymetini bilip korumaları is­teniliyor. [21]

 

Meali:

 

2— Musa'ya da kitap verdik ve «benden başkasını vekîl edinmeyin» diye onu İsrail oğullan için doğru yolu gösteren bir rehber kıldık.

 Ey Nûh ile beraber (gemiye) yüklediğimiz kimselerin soyundan olanlar! (Nuh'un sabrını taşıyın); şüphesiz ki, Nuh çok şükreden bir kul idi.

İsrail oğullan'na kitapta şunu hükmettik: Şanıma and olsun ki, yeryüzünde iki defa fesat çıkaracaksınız ve elbette gururlanıp büyük bîr serkeşlik göstereceksiniz.

Onlardan birincisinin va'desi (mukadder vakti) gelince üzerinize çok güçlü (savaşçı) kullarımızı gönderdik, yurtları(nızın) arasına kadar so­kulup (her tarafı didik dik edip) araştırdılar. Bu, yerine getirilmiş bir va'd idi ki (gerçekleşti).

6—  Sonra onlara karşı size tekrar üstünlük verdik; size mallarla, oğul­larla yardımda bulunduk ve topluluğunuzu çoğalttık.

7—  İyilik ederseniz, kendinize iyilik yapmış olursunuz; kötülük işler­seniz, onu da kendi aleyhinize (işlemiş olursunuz). Diğer ikinci fesadın vak­ti gelince, yüzlerinizi karartıp kötüleştirenleri, ilk defa girdikleri gibi Mes-cid'e girmeleri; alt-üst ettiklerini büsbütün mahv-u perişan etmeleri için (üstünüze yeni güçlü düşmanları göndereceğiz),

8—  Ola ki Rabbiniz size merhamet eder. Eğer dönerseniz, biz de dö­neriz. Cehennemi de kâfirlere zindan kıldık.

 

Mi'rac Olayı Ve Musa (A,S.)

 

İlk bakışta bu iki olay veya konu arasında bir bağlantı olmadığı sanı-lırsa da, gerçek öyle değildir. Zira İsrâ ve Mi'rac olayı, dört yönden Musa Peygamber (A.S.) ve dolayısıyla İsrail oğullan'yla ilgilidir. Şöyle ki:

1— Sık sık belirttiğimiz gibi, Tevrat'ın ilk indirilen nüshası zamanla tahribata uğramış ve o yüzden ilâhî hükümlerin bir kısmı kaybolmuş, bir kısmı da değişikliğe mâruz kalmıştır. İsrail oğulları, Allah'a kesin söz ver­dikleri halde ahde vefa göstermeyip Tevrat ile amel etmemeğe başlamış­lardı. O yüzden âhireti unutup kendilerini olduğu gibi dünyalığa vermişler ve maddeyi amaç seçtikleri için de ara yerde ahlâk ve faziletten ne varsa Çiğneyip geçmişlerdi. O yüzden üzerlerine zillet ve meskenet inmiş, salta­natlarını kaybedip başka milletlerin idaresinde uzun yıllar vasama şanssız­lığına uğratılmışlardı.

Kur'ân ilgili âyetlerle hem onların geçmişinin bir özetini veriyor, hem ondaki değişiklikleri düzeltip doğru yolu gösteriyor, hem de Tevrat'ın ar­tık yürürlükten kaldırıldığına işaret ediyor. Mi'rac ve İsrâ olayı ile de İs-lâmiyetin son din olarak Kudüs dahil, birçok ülkelere yayılacağını dolaylı şekilde anlatarak iki olay arasındaki ilgiyi yansttıyor.

2— Kutsal mâbed Mescid-i Aksa'nın çok sürmeden Müslümanların eline geçeceğini ve İsrail oğullarınca terkedilen namaz ibâdetini, sözü edilen mabette mü'minlerin saf bağlayıp kılacakları haber veriliyor.

3__ Musa Peygamber'in Tür dağında ilâhî tecellinin nuruna bile bak­maya güç getiremediği, ama Hz. Muhammed'in {A.S.) madde âlemini aşıp ilâhî cemalin tecellilerine mazhar kılındığı, böylece hiçbir peygambere açıl­mayan manevî kapıların Ona açıldığı, hiçbir varlığın aşamadığı yüce ma­kamlara çıkarıldığı belirtilerek peygamberliğin Muhammed (A.S.) ile mü­hürlendiği ühâm ediliyor.

4— Kitap Ehli kabul edilen Yahudîlerin, -hayli değişikliklere uğratıl­masına rağmen- Tevrat'ta geleceği haber verilen son peygambere imân etmelerinin lüzumu üzerinde duruluyor.

Böylece İsrâ ve Mi'rac olayıyla Musa Peygamber (A.S.) arasındaki il­gi ve irtibatın bir bölümü anlatılmış oluyor. [22]

 

Nuh Peygamberle Birlikte Gemiye Binenlerin Soyu

 

<<Ev Nûh ile beraber (gem'V&) Yük­lediğimiz kimselerin soyundan olanlar! (Nuh'un sabrını taşıyın); şüphesiz ki Nuh, çok şükreden bir kul idi.»

Âyetin açık anlatımından, İsrâiloğullan'nın, Nuh Peygamber'in {A.S.} gemisine binen mü'minlerin soyundan geldikleri anlaşılıyor. Böylece Nûh tufanının geniş bir bölgeyi içine aldığı ve eanlı namına ne varsa hepsini yok ettiği ortaya çıkıyor. Gemiye alınan mü'minlerin zamanla çoğalıp böl­genin tamamına yayıldıkları ve İsrail oğullan'nın da onların soyundan üre­yip çoğaldıkları kesinlik kazanıyor.

Nûh Peygamber'e (A.S.) gelince: O, tufandan önce de, sonra da Al­lah'a çokça şükreden bir kul olarak bize tanıtılmaktadır. İsrail oğulları ise, refah günlerinde şükretmiyen, sıkıntı günlerinde bazan el açıp yalvarıp ya-karan, bazan da gönderilen peygamberlere kafa tutan sert enseli bir mil­lettir. O yüzden zaman zaman düşman istilâsına uğrayıp çok şeylerini kay­betmişlerdir.

Allah, onların bu tutumunu, sık sık ortaya çıkan nankörlüklerini kendi ilmiyle öneeden tesbit edip hangi noktaya geleceklerini bilmiş ve Sünne-tullahı gereği, onların hayatının portresini çizmiştir. Artık mukadder vakit gelince tesbit edilenler bir bir gerçekleşmiştir ve gerçekleşecektir.

Mr'rac olayıyla da kendilerine geniş lûtufta bulunulan Muhammed (A.S.) ümmetinin onlar gibi, refah günlerinde Hakk'ı unutmalarının kendi­lerine hiç bir zaman hayır getirmiyeceğine işaret ediliyor. Hür ve müstakil yaşayabilmeleri için kendilerine emanet olarak verilen Kur'ân ve İslâm nimetinin kadrini bilip şükretmelerinin gereği hatırlatılıyor. [23]

 

İki Defa Fesat Çıkaracakları Haber Veriliyor

 

«İsrail oğulları'na kitapta şunu hükmettik: Şanıma and olsun ki, yeryüzünde iki defa fesat çıkaracaksınız ve elbette gururlanıp büyük bir serkeşlik gösterecek-

siniz.»

Bilindiği gibi, Dâvud Peygamber aynı zamanda güçlü bir hükümdardı da. Câlut'u öldürdükten sonra Kudüs'ü ele geçirdi ve orayı kendine baş­kent yaptı. (M.Ö, X. yy.)

Oğlu Süleyman Peygamber'in (A.S.) krallığı dönemi ise, Yahudilerin aitın çağı sayılır. Süleyman Peygamber, Tevrat'ın yazılı bulunduğu Levha­ları korumak için Yehova Tapınağı'nı yaptırmıştır. Bu da onun Tevrat'a ne kadar bağlı bulunduğunun ayrı bir belgesidir. O çağda Rum kralı Hirman'ın da bu tapınak için bol m4ktarda sedir ağaoı kerestesi göndererek yardım­da bulunduğu rivayetler arasında geçer.

M.Ö. 587'de Nabukodonosor kumandasındaki Babillilerin istilâsı baş­ladı. Üçyüz yıl korunan Beytü'f-Makdis, gelen bu güçlü ordu tarafından yerle bir edildi. İsrail oğulları zelil ve perişan durumda uzun bir esaret dö­nemi yaşamaya başladılar.

Sonra Cenâb-ı Hak onların pişmanlık ve tevbesini kabul ederek Aka-manışlar kralı Keyhusrev'i imdatlarına sevkediyor. Böylece bu kral, İsrail oğulları'nın esaret zincirlerini ktnp onları kurtarıyor. M.Ö. 538'de Yahudiler tekrar Kudüs'e dönme imkânını bulmuş oluyorlar. 520-515 tarihleri arasın­da Mesoid-i Aksa'yı eski plânına göre yeniden yapıyorlar.

İsrail oğulları yine faiz, haksızlık ve azgınlığa başlıyorlar. Geçmiş olay­ları unutur gibi oluyorlar. Allah'ın verdiği nîmete karşı nankörlükte hayli ileri gidiyorlar. Derken Allah'ın onlar aleyhine inecek hükmü yaklaşıyor.

Böylece çok geçmeden Selevkeia kralı Antiokhos Epiphanos tarafın­dan istilâya uğruyorlar ve Kudüs tekrar yağmalanıp o güzelim bayındır şe­hir harabeye çevriliyor. (M.Ö. 168)

Sonra M.Ö. 63'de Romalı'lar Kudüs'ü ele geçirdiler. Üç aylık bir ku­şatmadan sonra şehri istilâ ettiler. Mesoid-i Aksa'ya girip duâ eden din adamlarını kılıçtan geçirdiler.

Ayrıca M.S. 70'de Titus kumandasındaki Romalı'ların ikinci istilâsı başladı. Meseid-i Aksa'yı yaktılar. Bazı önemli gördükleri kutsal emanet­leri Roma'ya götürdüler,

Yahudiler M.S. 132'de tekrar Kudüs'ü ele geçirdilerse de, bu çok sür­medi. Romalılar güçlü bir orduyla Yahudileri yenilgiye uğratıp şehri yıktı­lar. Mescid-i Aksa'nın yerine Jüpiter Capitolinus'un heykelini diktiler. Böy­lece Kur'ân daha çok iki büyük fesadın sebep olduğu istilâ ve tahribatlara parmak basıyor.

Sonra da, Tevrat'ın hükümlerine sırtlarını çeviren ve yeryüzünde fe­sat çıkaran Yahudilerin bu zikzaklı hayatlarına, Kudüs'ten çıkarılıp esaret hayatı yaşamalarına dikkatler çekiliyor ve Mi'rae olayından hemen sonra bu konuya geçilmekle, ileride Müslümanların da güçlü bir devlet kuracak­larına işaret ediliyor. Aynı zamanda Kur'ân ile amel etmelerinin lüzumu be­lirtiliyor ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmamaları tenbih ediliyor.

Nitekim Hz. İsa (A.S.) da bir zamanlar bu konuda yahudileri uyarmış ve gelecek olan tehlikeden kapalı da olsa haber vermişti. Matta İncil'inde deniliyor ki:

«Ey Yeruşalim (Kudüslüler)! Peygamberleri öldüren ve kendisine gön­derilenleri taşlayan Yeruşalim! Tavuk, yavrularını kanatları altına nastl top­larsa, ben de senin çocuklarını kaç kere öyle toplamak istedim ve siz iste­mediniz. İşte eviniz size ıssız bırakılacak.» [24]

 

Bir Millet Verdiği Sözden Dönerse, Allah Da Hükmünü Değiştirir

 

«Olur ki Rabbınız size merhamet eder. Eğer dönerseniz, biz de döneriz..»

Cenâb-ı Hak ilgili âyetle, cari olan sünnetini hatırlatıyor. Aşın nankör­lük, katı tutum, faizi mubah sayma ve insan haklarına el uzatma gibi gü­nahlar bir milletin felâkete uğrayıp perişan olması için yeterli sebeplerden biridir. Yahudiler bu yüzden sık sık düşman istilâlarına uğrayıp yurtların[25]dan çıkarılmışlardır. Sonra her defasında kendilerini düzeltip tevbe ve piş­manlık duygusu içinde Allah'a yönelmişler. Tevbeleri kabul edilip tekrar yurtlarına dönme mutluluğuna erişmişlerdir.

Allah onlara, değişmeyen ilâhî kanununu hatırlatıyor: Eski nankör­lük ve azgınlığınıza dönerseniz, sünnetullah yine hükmünü yürütür; baş­ka bir güç üzerinize gönderilerek perişan edilirsiniz!

Bu uyarı aynı zamanda inanan her milletedir de. Özellikle âyetin in­diği devirde, devlet olma yoluna giren mü'minlere de tarihî bir ibret ve öğüt levhası özelliğini taşımaktadır. Yahudilerin daha çok iki büyük fesat çıkarma ve aşırı nankörlüğü, onlara pek pahallıya mal olmuş, kısa fasıla­larla düşman istilasından kurtulamamışlardır. [26]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Mi'rao olayı ile Musa Peygamber'in doğru yola davet ettiği İsrail oğulları'nın tarih boyunca çizdikleri zikzaktı yol arasın­da birtakım uyarı mahiyetinde ilgilerin bulunduğuna işaret edildi. Allah'ın insanlara en büyük hediyesi olan hak dine arkasını döndüren Yahudilerin tarih boyunoa zilletten zillete uğratıldıkları misal verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Kur'ân'ın indiği gibi korunduğuna işaretle, taşı­dığı esas ve hükümlerle insanları en doğruya, en güzele ilettiği belirtiliyor. O bakımdan inanan milletlerin ayakta durabilmeleri için Kur'ân ile yaşa­malarının söz konusu olduğuna dikkatler çekiliyor. Sonra da Kur'ân'ın bu yüceliğini idrâk edip imân temeli üzerinde salih amellerle gelişen mü'min-ier müjdeleniyor. Arkasından da olaylar karşısında sarsılmanın, aceleci olup şer ile duâ etmenin kimseye yarar sağlamıyaeağı hatırlatılıyor. [27]

 

Meali:

 

9—  Şüphesiz ki bu Kur'ân, en doğruya, en sağlama iletir. Güzel-yararlı amellerde bulunan mü'minlere büyük bir mükâfatı müjdeler.

10—  Âhiret'e inanmayanlara elem verici bir azabı hazırladığımızı bil­dirir.

11—  İnsan hayra duâ eder gibi kötülüğe duâ eder; zaten insan çok acelecidir,

 

İniş Sebebi

 

Peygamber (A.S.) Efendimiz, bir esiri Hz. Sevde'ye (R.A.) teslim edip ikinci güne kadar korumasını tenbih etmişti. Akşam olunca esir inleme­ye başladı. Hz. Şevde (R.A,), bunun sebebini sorunca, esir şu cevabı ver­di: «Ellerimi çok sıkı bağladıkları için fena halde açıyor.» Hz. Sevde'nin merhamet duygusu harekete geçti ve esirin elinin bağını biraz gevşetiver-di. Ortalık kararınca, esir bir fırsatını bulup kaçtı. Durumu Hz. Peygam-ber'e (A.S.) arzedince. Peygamber (A.S.) ona : «Allah senin elini kopar­sın!» diyerek üzüntüsünü belirtti, Hz. Şevde (R.A.) sabah olunca başına bir felâketin geleceğini beklemeye başladı. Derken Hz. Peygamber (A.S.) pişman oldu ve «doğrusu ben bedduanın ailemden rahmete lâyık olma­yana dokunmasını dilerim. Zira ben de bir insanım; diğer insanların öf­kelendiği gibi öfkelenebilirim.» dedi,

Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. [28]

 

İlgili Hadîsler

 

«Allahım! Muhammed de bir insandır, insanların öfkelendiği gibi öf­kelenebilir. Şüphesiz ki Senin yanında bir ahd edindim (Sana söz verdim). Benî va'dimden döndürme. Hangi bir mü'mine eziyet ettim veya dil uzat­tım, ya da dövdümse, benim o yaptığımı o kimse için kıyamet gününde onu sana yaklaştırmaya vesile eyle.» [29]

«Allah, Âdem'i Cennet'te şekillendirdikten sonra onu dilediği kadar kendi haline bıraktı. İblis gelip onun etrafında dönüp dolaştı ve ne oldu­ğunu anlamak istedi. Sonra onun içinin boş olduğunu görünce, anladı ki, o kendine pek sahip olamayan (ve aceleci bir karaktere sahip bulunan) bir yaratıktır.» [30]

 

Kur'ân'ın Üç Ayrı Vasfı

 

«Şüphesiz kî bu Kur'ân, en doğruya, en sağlama iletir. Güzel, yararlı amellerde bulunan mü'minlere büyük bir mükâfatı müjdeler..»

Tevrat ile amel etmiyen Yahudilerin uğradığı felâketler hatırlatıldık­tan sonra, Kur'ân'ın en doğruya, en sağlama ilettiğine dikkatler çekilerek, Müslümanların Kur'ân'ı bir tarafa itmek suretiyle Yahudilerin durumuna düşmemeleri tenbîh ediliyor. Sonra da Kur'ân'ın ilâhî kelâm olarak üç ayrı vasfı açıklanıyor:

1— Kur'ân, kendisine inanıp uyan kimseyi en doğru, en sağlam yola iletir. Bu yol bütünüyle bâtıldan uzak, hakka uzanan sırat-ı müstakimdir. Gerçek mü'minle Allah arasındaki bütün engelleri kaldırır. Dünya hayatını en uygun ve en düzenli şekilde disipline eder. Âhiret hayatı için en sağlam ortamı hazırlar,

2- İyi, hayırlı, yararlı işlerde bulunanlara, âhirette hazırlanan büyük mükâfatın doyurucu tablosunu sunar ve böylece huzur, güven ve umut do-İu bir hava oluşturarak ilâhî müjdeyi kalp ve kafalara işler.

3— Âhiret'e inanmayıp ömür sermayesini küfür, sapıklık, azgınlık ve fenalık yollarında harcayanlara, dönüş yapmadıkları, ölmeden önce tev-be ve istiğfar etmedikleri takdirde, elim bir azabın hazırlandığını, -yine

İlâhî rahmetin ayrı bir tezahürü olarak- haber verir.

Böylece Kur'ân'ın sözünü ettiğimiz üç önemli vasfı ve özelliği, onun tamamının özetini kendinde taşır ve yansıtır. Çünkü en doğru olan Allah'­ın varlığına ve birliğine inanmaktır. En'sağlam olan, ruhla beden, dünya ile âhiret, madde ile mâna arasında köprü kurup hayatın gaye ve hede­fini belirlemek, ona göre amel etmektir. Güzel ve yararlı ameller ise, dün­yada bizi Allah'a yaklaştıran, İblîs'ten uzaklaştıran, nefsimizi terbiye eden, ruhumuzu cilalayan, duygu ve düşüncelerimizi arındıran işler ve ibâdetler­dir. [31]

 

Kotulugu İsteyip Beddua Etmek Doğru Mudur?

 

<(İnsan havra düâ eder kötülük için dua eder. Zaten insan çok acelecidir.»

İnsan, yaratılışı gereği hemen her konuda acelecidir. Faydalı bir şe­ye erişmekte acele ettiği gibi, bazan öfkesine hâkim olamiyarak şerrin de hemen gelmesini ister ve bunun için beddua eder. Allah ise çok sabırlı ve halîmdir. Onlarm hayırlı dualarını kabul ettiği gibi, beddualarını da kabul etseydi, birçok kimseler felâkete uğrardı. Ama Allah, insanlardan yana rahmetinin tezahürü gereği, o gibi duaları kabul etmez. Meğer ki, beddua eden kimse zulme uğramış, hakları elinden alınmış, yanlış ve kasıtlı bir muameleye mâruz kalmış olsun.. O takdirde, biraz gecikse bile Allah hak­sızlığa uğrayanın duasını kabul eder. Çünkü o tür duâ ile Allah arasında hiçbir engel perde yoktur. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu hususu şöyle belirtmiştir; «Haksızlığa uğrayanın duasından sakın. Çünkü gerçekten o duayla Allah arasında hiçbir engel yoktur.» [32]

 

Neden İnsan Aceleci Yaratılmıştır?

 

«Zaten insan çok acelecidir.»

İnsanın aceleci yaratıldığı Kur'ân'da bildirilirken, elbette bunun se­bep ve hikmetine de işaret edilir. Şöyle ki: İnsan ömrü kısadır. Yapılacak iş ise sayılmayacak kadar çoktur. Her günün, her saatin, hattâ dakikanın kendine mahsus bir değerlendirilmesi söz konusudur. Eğer insanın ruhuna acelecilik mayası katılmasaydı, hayat çok ağır seyreder, kısa ömür içinde kayda değer bir şeyler yapılamazdı. Oysa şu dünyada her iki haya­tı paralel yürütüp düzene koymak, mutlu gelecekler hazırlamak ve bizden sonraki kuşaklara övünülecek örnekler, eserler miras bırakmak gerekmek­tedir. Bu da bir yönüyle cok çalışmaya, tezcanlı olmaya bağlı bir olaydır.

Ne var ki, ruhumuza enjekte edilen acelecilik mayası, eğitim ve öğ­retimle disiplin altına alınmaz, kendi haline bırakılırsa, hiçbir işi doğru, kalıcı ve yararlı yapıp ortaya koyamayız. O bakımdan insanın dine, dinî ahlâka, sağlam örfe, ilim ve ilim adamına ihtiyacı vardır.

İşte en doğruya, en sağlam yola ve yönteme ileten Kur'ân, bu husus­ta da bize ölçü ve metot vermekte, aceleciliğimizi programlayıp daha akıl­cı bir düzeye getirmektedir.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in Mekke'nin on üc yıllık o netameli ve üzücü günlerinde, insan ruhundaki aceleciliği nasıl disiplin altına alıp hak yoluna kanalize ettiğini anlatmaya gerek var mıdır? Müşriklerin ölçü ve sınır tanımaz saldırılarına, işkence ve hayasızlıklarına karşı, acelecilik da­hil, diğer bütün duygu ve düşüncelerini imân ve aklının buyruğuna vererek onları disiplin altına almamış olsaydı, zamansız karşılık vermek İslâmiye-tin yayılmasına engel olur ve belki doğduğu yerde ölmesini sonuçlandmrdı. [33]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Kur'ân'ın üç ayrı vasfı ve özelliği üzerinde duru­larak mü'minlere yol gösterildi. Kur'ân'ın ışığı altında onların hayatlarını nasıl değerlendireceklerine işaret edildi. Sonra da Kur'ân'ın bu özellik­lerini araştırmayan inkarcılar için hazırlanan azaptan söz edilerek, hayat­larını berbat etmemeleri istenildi.

Aşağıdaki âyetle, insan aklına ışık tutuluyor. Gece ve gündüzün en yararlı şekilde düzenlenmesine dikkatler çekilerek, kurulan düzen üzerin­de aklımızı kullanmamız ve onu imânımızla birleştirmek suretiyle yaratıl­dığımız amaca yönelmemiz ilham ediliyor. [34]

 

Meali:

 

12— Gece ve gündüzü (varlığımıza, kudretimize) birer delil ve belge kıldık; gece belgesini silip gündüz belgesini aydınlık yaptık; tâ ki Rabbi-nizin geniş lütuf ve keremini ist ey esiniz ve yılların sayısını ve hesabı bi­lesiniz; (böylece) her şeyi yeterince açıklayıp bildirdik.

 

Allah'ın Varlığına Ve Birliğine Delil

 

«Gece ile gündüzü (varlığımıza, kudretimize) birer delil ve belge kıldık..»

İnsanların, hayvanların ve bitkilerin yaşayıp gelişmesi, dinlenmesi, to­parlanması ve yaşayışlarını düzenli sürdürmesi için gündüze olduğu ka­dar, geceye de ihtiyaç vardır. Bu rastgele bir düzen veya düzenleme de­ğildir. Yüksek bir kudretin ezelî plânının tabii neticesidir.

Yerkürenin kendi ekseni etrafında ve bir elips çizerek güneşin çev­resinde iki ayrı hareket halinde bulunup devam etmesi, gece ile gündüzü, ayları ve yılları, matematiksel düzenlemeleri oluşturuyor.

O haide mutlak bir düzen ve düzenleme varsa, mutlaka bir düzenle­yici, proğramlayıcı davardır. Ölçülü, hesaplı bir hareket varsa, harekete geçiren yüksek bir irâde söz konusudur.

Böylece Kur'ân, insanın aceleci olduğunu bildirirken, arkasından ilâ­hî varlığı, birliği kanıtlayan belgeleri anmakla, ademoğlunun da aceieci yaratılmasının belli bir amaca yönelik bulunduğunu hatırlatmak ve o yüce kudretin şaşmaz plânını bildirmek istemiştir.

Demek oluyor ki kâinat her parçasıyla düzenli, ölçülü ve hesaplı bir hareket içindedir. Ondan bir parça olan insanın da devamlı hareket ha­linde olması gerekir. Ruhuna'acelecilik mayasının katılmasının sebebi bu­dur. Ancak yerküre nasıl yaratıldığı amaca yöneiik hizmetini düzenli sür­dürüyorsa, insanın da enerjisini acelecilik duygusuyla birleştirip bir plâna bağlaması ve programlayıp yararlı düzeye getirmesi öylece gerekmektedir.

Sonuç olarak, gece ile gündüzün yararlan şöyle özetleniyor:

1—  Gece ve gündüzün birbirini aksatmadan izlemesi, Allah'ın varlığı­na ve birliğine, kudretinin şaşmazlığına delâlet eden iki âyettir.

2—  Gündüzün aydınlık içinde geçmesi, Allah'ın bol ve cömertçe ni­metlerini arzulayıp elde etmemize imkân vermek içindir.

3—  Dünyanın bu hareketi, yılların sayısını, işlerin ona göre düzenlen­mesini sağlar. Güneş yılı, ay yılı bize birçok kolaylıkları getirir.

4—  Yine aynı düzenli hareket, bize hesabı, matematiksel yolları öğre­tir. [35]

 

Ayın Önceleri Ateş Halinde Olması

 

Ayrıaa çok önemli, bilimsel çalışmaya ışık tutan, temel bilgi veren bir husus belirtiliyor: «Gece âyetini silip gündüz âyetini aydınlık yaptık..» Bu, Ay'ın önceleri Güneş gibi bir ateş parçası olduğunu, belki de Güneşten kopma bir parça bulunduğunu, sonraları soğuyup bugünkü durmuna gel­diğini hatırlatmaktadır. Çünkü «âyet» kelimesi, belge, delil, kanıt gibi mâ­nalara gelmektedir. Ayın ışık yayan bir ateş küre olması, belge ve deliller­den biridir ki, Güneş'ten koptuğunu gösterir. [36]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle, insan aklına ışık tutup harekete geçiren yerküre­nin iki ayrı hareketine ve gece ile gündüzün bu hareketlerle gerçekleştiği­ne değinildi. Allah'ın varlığına delâlet eden açık bir belge olarak gözler önüne konuldu.

Aşağıdaki âyetlerle, insana oüz'î irâde verildiği ve bu nedenle her­kesin kendi amelinden sorumlu tutulacağı belirtiliyor. O bakımdan kıyamet gününde her kişinin kendi amelini boynunda taşıyıp hesap vereceği hatır­latılarak, amel defterini iyilikler, hayırlar, sevaplar ve ibâdetlerle doldur­mamız isteniliyor.

Sonuç olarak, ilâhî emirlere uyup iyi, yararlı iş ve amellerde bulunan­ların kendi lehlerine; kötü ve zararlı amellerde bulunanların da kendi aleyh­lerine bir yo! seçtikleri bildirilerek, hayatımızı nasıl değerlendirmemizin ge­reğine işaret ediliyor. [37]

 

Meali:

 

13—  Her insanın (Dünya'da işlediği)  amelini  boynuna  dolarız;   Kı­yamet günü de açtk vaziyette bulacağı bir kitabı önüne çıkaracağız.

14—  Oku kitabını! Bugün hesap görücü olarak sen kendine yetersin,

15—  Kim doğru yolu bulup seçerse, onu ancak kendi lehine bulup seçer. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapmış olur. Hiçbir günahkâr diğer bir günahkârın günahını yüklenmez. Ve biz peygamber göndermedik­çe azap ediciler de değiliz,

 

İniş Sebebi

 

İbn Abbas (R.A.) diyor ki: «On beşinci âyet, Velîd b. Muğîre hakkında inmiştir. O, Mekkeli'lere, sık sık şöyle diyordu : Siz bana uyun, beni dinle­yin. Muhammed'i tanımayın, dediklerine inanmayın. Günah varsa bana ol­sun!» [38]

 

İlgili Hadîsler

 

«Kim güzel, yararlı bir çığır açarsa, onunla amel edildiği sürece, se­vabı kendisine de verilir. Kim de kötü bir çığır açarsa, o terkedi(inceye ka­dar günahı onadır.» [39]

«Kim benden sonra öldürülmüş (unutturulmuş) bir sünnetimi diriltir­se, ona, o sünnet ile amel edenlerin sevabının bir misli vardır. Hiç birinin sevabından bir şey eksilmez. Kim de Allah ve Peygamberinin razı olmaya­cağı, sapıklık ifade eden bir bid'a (din adına uydurulup dindenmiş gibi gös­terilen şey) uydurursa, onunla amel edenlerin günahının bir misli ona var­dır. Bu, hiç birinin günahlarından bir şey eksiltmez.» [40]

«Doğrusu bu hayır ve iyilikler, birtakım hazinelerdir ve bu hazinelerin anahtarları vardır. Artık müjde olsun o kimseye ki, Allah onu iyiliğe ve hay­ra anahtar; kötülüğü de kilit yapmıştır. Yazıklar olsun o kimseye ki, Allah onu kötülüklere anahtar, iyilik ve hayra kilit yapmıştır.)) [41]

«Her insanın ameli boynuna asılı bulunacak!» [42]

 

Herkes Kendi Amelini Taşır

 

«Her insanın (Dünyada işlediği) amelini boynuna dolarız; Kıyamet gününde de açık va­ziyette bulacağı bir kitabı önüne çıkaracağız.»

Şüphesiz ki, şu dünyada zerre kadar hayır ve iyilik işleyen, âhirette onun karşılığını; zerre kadar kötülük işleyen de âhirette onun karşılığını görür. Bu, Allah'ın insan hayatının belli dönemlerinde hazırladığı bir plân­dır. Bizi birtakım yeteneklerle donatıp dünya denilen geçici bir hayat uğ­rağına getiren Cenâb-ı Hak, nelerin iyilik ve hayır; nelerin de kötülük ve günah olduğunu gönderdiği peygamberleri vasıtasıyla açıklamış ve şüp­helere yer bırakmıyacak şekilde, hükümlerini ona göre düzenlemiştir.

Sonra da insanın sağ ve sol omuzları üzerinde devamlı gözcülük ya­pan ve işlediklerini noksansız yazan görevli iki melek indirmiştir. Onlar bizim dünyada  ayrılmayan  arkadaşlarımızdır.   Kendilerine  verilen  görevi kusursuz yerine getirirler.

Hayatımızın bu yönünü öğrenip inandığımız takdirde, söyleyeceğimiz her söze, atacağımız her adıma, yapacağımız her işe dikkat etmenin lü­zumunu anlar ve böylece kendimizi düzen ve dengede tutmaya çalışırız.

Diyebiliriz ki, hayatta insanı bundan daha güzel eğiten, iç disiplinine kavuşturan ve yararlı düzeye getiren daha tesirli bir müeyyide yoktur.

Âhiret gününde ise, Cenâb-ı Hak, meleklerin yazdıklarını açık bir va­ziyette kişinin önüne koyacak ve sonra da şöyle emredecektir: «Oku kita­bını! Bugün hesap görücü olarak sen kendine yetersin..»

Böylece herkes dünya hayatını ne ile geçirdiğini çok daha iyi anlaya­cak ve kendisine verilen fırsatları yeterince değerlendirmediğine hayıfla­nıp üzülecek.. Tabii o âlemdeki üzüntü ve dönüşün hiçbir yararı olmaya­cak. Çünkü orası ibâdet ve amel, hayır ve hasenat yeri değil; onların he­sabının görülüp karşılığının verileceği gündür.

O bakımdan herkes kendi annelini okumak zorunda kalacak. Okumak bilmeyenler ise, Allah'ın «oku!» emri inince okuma yeteneğine kavuşacak. İyiliklerle kötülüklerin bilançosu çıkarılmış olacak ve kişinin gerçek değe­ri ortaya çıkacak.

Görülüyor ki, doğru yolu seçip iyi, yararlı işlerde bulunan kendi lehi­ne puan toplamış; doğru yoldan saparak kötülük işleyenler de kendi aleyh­lerine bir durum meydana getirmişlerdir. Bunun için diyebiliriz ki, her kişi Cennet saadetini, Cehennem azabını şu dünyada hazırlayıp beraberinde götürür. [43]

 

Herkes Kendi Günahını Yüklenir

 

«Hiçbir günahkâr diğer bîr günahkârın günahını yüklenmez.»

İnsanları Allah yolundan alıkoyanlara ve o yüzden kötü çığır açanlara gelince : Hem işledikleri günah ve sapıklığın^cezasını, hem de onların yü­zünden kötü yola düşenlerin kazanacağı günahların bir mislini yüklenir-Isr. Hiç birisinin günahı eksilmez. Nitekim konunun baş kısmında naklet­tiğimiz hadîsler bu âyeti en güzel şekilde açıklamaktadır. O bakımdan faz­la bir şey yazmaya gerek görmüyoruz. [44]

 

Peygamber Gönderilmedikçe Azap Edilmez

 

«Ve biz peygamber göndermedikçe azap ediciler de değiliz.,»

Kur'ân'ın bu açık anlatımından, her ümmete, her millete peygamber gönderildiği ve peygamber gönderilmedikçe de azap edilmiyeçeği anlaşılı­yor.

Demek oluyor ki, son nebi Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz'den önae yeryüzünde yaşamakta olan her kavim ve millete gerektiğinde peygamber­ler gönderilmiştir. Peygamberimiz {A.S.) bütün insanlara gönderilen son peygamber olduğu için artık her kavim ve kabileye, her millet ve yöreye peygamber göndermeye lüzum kalmamıştır.

Bundaki hikmeti şöyle belirtebiliriz :

a)  İnsan zıtlann sürtüştüğü bir âlemde bulunuyor.

b)  İnsan hem hayvanı, hem de melekî sıfatların  çoğunu  kendinde toplayan çok değişik bir canlıdır.

c)  İlimden kendisine pek az şey verilmiştir.

d)  İnsan kendine tamamıyla kumanda edememektedir. İç organları ve kumanda merkezi sayılan beyni onun irâdesi dışında bağımsız çalış­maktadır,

e)  Kendi ruhunun mahiyet ve kudretini tam olarak bilmemektedir.

f)  Akıl ve idrâki henüz fizik âlemini tamamen çözememiş ve bir çok esrar ve hikmeti anlayamamıştır.

g)  İlim ve teknikteki  başarısı,  kâinatın büyüklüğüne,  ilâhî plân ve programın ihtişamına, mevcut nîmetlerin çokluğuna oranla pek az sayılır.

h) Henüz fizik âlemini ve taşıdığı denge ve düzeni yeterince bilmeyen insan, fizikötesini, Allah isminin delâlet ettiği yüce kudreti nasıl bilebilir?

İlim daha çok deney ve gözleme dayanır. Bu ikisinin dışında kalan varlık âleminin çok önemii bir kısmı henüz kapalı bir kutu gibi duruyor, içinde nelerin bulunduğunu bilmiyoruz.

i) Cismanî, yani üç boyutlu varlık olmayıp tamamen nurdan yaratılan melekleri anlamak; ateşten yaratılan cin ve şeytanları ve yaptıkları İşleri tesbit etmek mümkün müdür?

Görüldüğü gibi, insanoğlu kendisine nisbetle çok karmaşık, kapalı esrarlı ve hikmetli bir âlemde bulunuyor. O bakımdan biz beşer ilminin dı­şında kalan hakikatleri ancak peygamberler ve kutsal kitaplar vasıtalarıy­la öğrenebiliriz.

O halde akıl ve idrâk, varlık alemindeki plânlı düzene ve taşıdığı este­tiğe bakınca, mutlak surette bir yaratanın varlığını kalın çizgileriyle olsun anlayabilir. Ancak o varlığın sıfatlarını, sünnetlerini, insan için hazırladığı ikinci hayatı ve onun özelliklerini düşünemez, düşünse bile pek anlaya­maz; gerçek anlamda nasıl ibâdet edeceğini bilemez. Onun için ilâhî vah-ya mazhar olan peygamberin tebliğ ve irşadına ihtiyaç, duyar.

İşte peygamberlerin gönderilmesinin sebeplerinden bir kısmı bunlar­dır ve onun için Cenâb-ı Hak, bir kavme veya millete peygamber gönder­medikçe azap etmiyeceğini açıklamaktadır. Sonra da insanın bu âlemde başıboş, gayesiz, amaçsız yaratılıp bırakıldığını sanmanın çok hatalı ola­cağına işarette bulunmakta; hayatın, ölümün, kabrin ve bağlı bulunduğu­muz değişmez kanunların mutlak anlamda birtakım amaç ve hikmetleri bulunduğunu hatırlatmaktadır.

İlim adamları bu âyete dayanarak diyorlar ki: «İlâhî hükümler ancak, gönderilen peygamber ve kitapla sübut bulur. Bunların başka türlü bilin­mesi mümkün olmaz.»

Peygamber gönderildiğinden bütünüyle habersiz bulunan bir topluluk, bir kavim ya da millet veya kişi ve aile, sadece kâinatın bir yaratanı vardır gerçeğini düşünüp kabul etmekle yükümlü sayılırlar. Bu, kalın çizgileriyle de olsa idrâk edildiği takdirde, insanı ebedî azaptan kurtarır ve ilâhî lütfa mazhar kılma düzeyine getirir. Çünkü insan aklı ve zekâsı, kâinattaki mü­kemmel düzen ve dengeyi anlayacak güçtedir. Bunun için medenî bir mil­let veya kavim olmak şart değildir. Zira varlıktaki ahenk ve düzeni anla­mak, medenî insanlar için olduğu gibi, ibtidaî insanlar için de mümkündür. [45]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, insana verilen cüz'î irâdenin önemine değinildi. Peygamber göndermenin hikmetine parmak basılarak, varlıktaki mutlak düzene bakan herkesin bir yaratıc'mın varlığını istidlal edebileceği konu edildi.

İyi ve yararlı amellerden, kötü ve zararlı işlerden söz edilerek, her şe­yin melekler tarafından noksansız yazılıp tesbit edildiğine dikkatler çekil­di. Sonra da âhirette yazılan bu amellerin ortaya döküleceği en duyarlı anlatımla belirtildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın yüksek kudretini ve mutiak tasarrufunu görmeyip kendini lüks ve konfora vermek suretiyle gününü gün eden ahlâk­sızların sadece kendilerine yazık etmedikleri, ülkelerinin de yıkılıp yok edi­leceğine sebep olacakları haber veriliyor. Nûh kavminin şımarık ileri ge­lenleri buna misal verilerek geçmiş olaylar üzerinde daha iyi düşünme­miz ilham ediliyor. Nuh (A.S.)dan sonra, bu büyük olaydan öğüt ve ibret almayan, geçmişteki olayları çarçabuk unutan kavim ve milletlerin de yer­le bir edildiği belirtiliyor. Sonra da dünyalık isteyenin dünyalığa; âhiret saa­detini arzu edip onun için çalışanın da o saadete erişeceği hatırlatılarak, insana dünya hayatında cüz'î irade verildiğine işaret ediliyor. [46]

 

Meali:

 

16—  Bir memleketi yıkıp yok etmek istediğimiz zaman oranın lüks ve konfor içinde yaşayan şımarık varlıklılarına,   (peygambere   uyarak   doğ­ru yolu seçmelerini) emrederiz; buna rağmen onlar itaatsizlik edip yanlış yolda yürümeye devam ederler; o takdirde o memleket üzerine (azap ile ilgili) hüküm hak olur ve artık orayı yıkıp yerle bir ederiz.

17—  Nûh'dan sonra nice kuşakları yok ettik. Kullarının günahlarından haberli ve gören olarak Rabbin yeter.

18-Kim acele (ve peşin bir dünya hayatı) istiyorsa, biz Dünya'da di­lediğimizi istediğimize acele olarak veririz. Sonra da Cehennem'i ona ayı­rırız; yerilmiş ve kovulmuş olarak oraya varıp girer.

19—  Kim de Âhiret'i ister ve mü'min olarak orası için lâyık olduğu biçimde çalışıp çaba gösterirse, işte onların çalışıp çabalaması övülmeye ve kabul edilmeye lâyıktır.

20—  Her birine: Onlara da, bunlara da Rabbinin bağış ve ihsanından ardarda veririz. Zaten Rabbinin bağış ve ihsanı (kimselerden) yasaklanmış değildir.

21—  Bak, onların kimini kiminden nasıl üstün kıldık ve şanıma and olsun ki, Âhiret, dereceler bakımından da daha büyüktür, üstünlük bakı­mından da daha büyüktür.

 

İlgili Hadîsler

 

Mü'minlerin annesi Zeyneb bint Cahş (R.A.) anlatıyor:

«Bir gün Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ürpererek içeri girdi ve LÂ İLAHE İLLALLAH, yaklaşmakta olan serden Arapların vay hâline! Bugün Ye'cüc ve Me'cüc'ün şeddi böylece açıldı, (derken baş parmağıyla şehadet par­mağının ucunu biraraya getirip halka yaptı).

Hz. Zeyneb (R.A.) bunun üzerine soruyor:

  Ya Resûlellah! Yoksa helak mı olacağız? Oysa aramızda sâlih ki­şiler vardır. Peygamber (A.S.) ona şu cevabı veriyor:

  Evet, habislik çoğalınca...» [47]

«Dünya, âhirette yurdu ve nasibi olmayanın yurdudur; malı olmayanın malıdır. Aklını kullanamayan kişi ise, durmadan dünyalık toplar (da âhire-ti ihmal eder).» [48]

«Hangi kul dünyada bir derece yükselmeyi amaç seçer de yükselirse, mutlaka Allah onu âhirette daha büyük bir dereceden aşağı indirir.»[49]

 

Ülkenin Yıkılmasına Sebep Olanlar

 

«Bir memleketi yıkıp yok etmek istediğimiz zaman oranın lüks ve konfor içinde yaşayan şımarık varlıklılarına (peygamber ve kitaba uyarak doğru yolu seçmelerini) emrederiz. Buna rağmen onlar itaatsizlik edip yanlış yolda yürümeğe devam ederler; o takdirde o memleket üzerine (azap ile ilgili) hüküm hak olur ve artık orayı yıkıp yerle bir ederiz.»

Dünyanın hemen her ülkesinde mal ve makamca aşağı tabaka, diğer bir tabirle halk tabakası, mal ve makamca yukarı tabakaya bakar; onların yaşayışına, lüks ve konfor içinde günlerini gün etmelerine özenirler. Böy­lece yukarı tabaka aşağı tabakayı değil, aşağı tabaka onları örnek alır­lar; onlar gibi yaşamanın yollarını araştırırlar. Yukarı tabaka ne kadar sa­vurgan davranır, ne kadar gayr-i meşru yollara saparlarsa, ülkede o nis-bette ahlâk sarsıntı geçirir, ekonomik sıkıntı baş gösterir ve denge bozu­lur. Zengin olmayan orta hallilerin veya dar gelirlilerin, zenginleri taklide çalışmaları, sözü edilen dengesizliği hızlandırır. Ayrıca ahlâkî çöküntü ül­kenin her yanında kendini hissettirir. Derken idare edenlerle idare edilen­ler arasında da bir boşluk meydana gelir. Böylece lüks, konfor, aşırı har­cama, meşru olmayan kazanç, faiz, dolaylı yollardan kazanç sağlama yay­gınlaşır ve ülkenin temelini sarsmaya yönelir. Ciddi bir uyanma, toparlan­ma, önlem alma, kutsal değerlere dönme, dünya ile âhiret arasında denge kurma sağlanmaz ve mürşitlerin, hatiplerin, ilim adamlarının uyarıcı seslerine kulak verilmezse, ülke yıkıjmaya yüz tutar ve çok geçmeden çöküp gider.

Tabii bu yıkılıp yok olmanın birçok zahiri sebepleri vardır. Ama unut­mayalım ki, sebepleri harekete geçiren ilâhî kudret söz konusudur.

Nuh (A.S.) tufanı bunun en açık misali iken, ondan sonra gelen bir­çok milletler ve kuşaklar, geçmişten ders ve ibret almadıkları için kendi­lerini belli çizgiye itip götürmüşler ve sonra da dönüşü mümkün olmayan bir noktaya gelip dayanmışlar. Öylece aleyhlerine tecelli eden ilâhî hüküm inerek onları da yerle bir etmiştir. Bugün bir kısmının kalıntıları mahzun bakışlarıyla gelip geçenlere seslenmekte ve geçmişin ağıtını okumaktadır­lar. Tabii eğer onları gören ve duyanlar, duyup da öğüt alanlar varsa.. [50]

 

Dünyayı Tek Amaç Seçenler

 

Dünyaya gözünü açanlar, yaşamakta olan şu üç gruptan birine -ister istemez- girme ihtiyacını duyarlar.

a)  Yalnız dünya hayatını benimseyip âhireti kabul etmeyenler.

b)  Yalnız âhireti kazanmaya yönelip dünyayı bütün nimetleriyle onun ehline bırakanlar.

c)  Hem dünyayı, hem âhireti kucaklayıp birinin diğerini tamamladığı­na inananlar.

İslâm, son ve en mükemmel din olarak üçüncü gruba girmemizi emre­der. Böylece üçüncü grubu gerçek müslümanlar oluşturur. Nitekim Resû-lüliah (A.S.) Efendimiz bu konuyu açıklayarak şöyle buyurmuştur:

«Dünyayı çok seven kimse, âhiretine zarar verir. Âhiretini seçip (dün­yayı terkeden) kimse İse, dünyasına zarar verir. Artık siz baki olanı fâni olan üzerine tercih edin (ona ağırlık verin).» [51]

Ne var ki, çağımızda bu grupta yer alanların önemli bir kısmı diğer grupların aktardıkları yabancı kültür havasından kendilerini kurtaramadık­ları için özelliklerini kaybetmiş durumdadırlar.

Kur'ân-ı Kerîm daha çok İslâm kültürünü kaybedip yabancı kültüre kurban olan bu insanları kasdetmekte ve onlardan dünyalığı pek acele is­teyenlere, bir şeylerin verilebileceğini bildirirken, âhirette saadet va'deden bir nasiplerinin olamıyacağını hatırlatmaktadır. Zira onlar yabancı kültürde şahsiyetlerini yitirmekle kalmayıp, kendi öz değerlerini inkâr edecek kadar ileri giderler; hiç değilse, dünya nimetlerini kendilerine gerçek amaç se­çerler.

Böyle bir akıbete kendilerini lâyık görenler, Âhiret'te hem çok yeri­lirler, hem de inkâr üzere ölenler ilâhî rahmetten kovulurlar.

Mü'minlere gelince: Onlar Âhiret'i amaç seçerler. Dünya'ya ise, Âhi-ret'e hazırlanma yeri olduğu için kısmen önem verirler, fakat hiç bir za­man onu gaye olarak önlerine koymazlar, Böylece amaçla aracı birarada dengede tutup sürdürmeye gayret ederler. [52]

 

İşte Kur'ân, Bunları Övmekte Ve Örnek Göstermektedir. Allah'ın Bağış Ve İhsanı Umuma Yöneliktir

 

«Her birine: On-lara da bunlara da Rabbmın bağış ve ihsanından ardarda veririz. Zaten Rabbının bağış ve ihsanı (kimselerden) yasaklanmış değildir.»

Cenâb-ı Hakk'ın câri sünnetlerinden biri de, nimetlerinin, bağış ve ih­sanının kapılarını herkese açık bulundurmasıdır. Artık her kişi, inancı, Al­lah'a bağlılığı ve bilerek meşru şekilde çalışıp kazanması ölçüsünde bun­ları ya lehine, ya da aleyhine değerlendirir. Aynı zamanda herkes aklı, ze­kâsı, idrâki, yeteneği ve gayreti nisbetinde bu kapılardan içeri girip payını alır. Alış biçimine göre de, ya onu helâl lokma olarak hazırlar, ya da hara­ma bulaştırıp ruhunu zehirler.

O halde Cenâb-ı Hakk'ın hazırlayıp verdiği sayısız nimetleri rahmet ve saadete, ya da gazap ve azaba çevirenler, insanlardır.

Konuyu bu açıdan değerlendirdiğimizde, görülür ki, yukarıda sözünü ettiğimiz üç gruptan üçüncüler, dünyalık bakımından bazan biraz geride de kalsalar, Allah yanında çok yüksek derecelerde bulunduklarında şüphe yoktur. Âhiretteki derece ve mükâfatlan ise, elbette ki daha büyüktür.

Özellikle çağımızda maddenin amaç seçildiği bir dönemde, meşru yol­dan rızkını sağlayanlar azalmıştır. O bakımdan gerçek mü'minlerden bir kısmı gerek aile, gerekse ticarî ve iş hayatında birtakım sıkıntılarla karşı karşıya bulunuyorlar. Faizden, aşırı kârdan; dolaylı, hileli kazançtan ve tek kelimeyle gayr-i meşru alım-satımdan kaçınanlar toplum bünyesinde azın­lıkta kalmış; diğerleri ise, gemi azıya alıp aşırı servet edinme hırsıyla her şeyi mubah sayacak kadar âhiretlerini unutmuşlardır.

İlâve edelim ki, gerçek dindarlık, Allah'a gönülden bağlılık ve hakiki kulluk böyle dönemlerde daha çok belli olur. [53]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle dünyayı kendilerine amaç seçip gününü gün eden­ler kınandı. Bir ülkenin yıkılıp yok olmasının başlıca nedenleri üzerinde du­rularak, refah içinde yüzen şımarık zenginlerin her türlü kutsal değerlere sırt çevirmeleri ve ahlâkî kuralları çiğnemeleri misal verildi. Sonra da Nuh (A.S.) kavmine dikkatler çekilerek yıkılıp yok edilmelerinin sebepleri üze­rinde düşünmemiz istendi.

Aşağıdaki âyetlerle, maddeyi ve serveti ilâhlaştıranlar üzerinde duru­luyor. İbâdet edilmeye ancak Allah'ın lâyık olduğu belirtilerek, fânilere kut­sallık atfetmenin şirk olduğuna işaret ediliyor. Sonra da Ana-baba hakları üzerinde durularak, onlara karşı nasıl davranılması gerektiği açıklanıyor. Arkasından sosyal adaleti ayakta tutacak konulara geçiliyor. Yakınlara, yoksullara, yolda kalmışlara yardım edilmesi emredilerek huzur ve güve­nin anoak böyle gerçekleşebileceği işleniyor. İsraftan kaçınmamız tavsiye edilerek, yasaklanan şeylerden bir kısmına dikkatlerimiz çekiliyor. [54]

 

Meali:

 

22—  Allah ile beraber başka bir ilâh edinip tapma! Sonra yerilmiş ve yalnızlığa itilip yardımsız bırakılmış olursun.

23—  Rabbin ancak kendisine kulluk etmeni; ana-babaya iyilikte bu­lunmanı emretmiştir. Onlardan biri ya da ikisi senin yanında yaşlanırsa, onlara «öf!» bile deme; onları sakın azarlama, onlara hep güzel,  tatlı, iç açıcı söz söyle.

24—  Onlara çok merhametli davranıp tevazu' kanadını indir ve de ki: Rabbim! küçükken beni besleyip büyüttükleri gibi onlara merhamette bu­lun.

25—  Rabbiniz, içinizde olanı daha iyi bilir; eğer lyl-yorarfı kişiler olursanız, şüphesiz ki O, kendisine (imânla, tevbeyle) dönüp yönelenler için çok bağışlayıcıdır.

26— Yakınlara, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver ve sakın saçıp savurma.

27—  Şüphe yok ki, saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir. Şey­tan ise Rabbine karşı çok nankördür.

28— Rabbinden umduğun rahmeti arzulayarak, onlardan (sözü edilen hak sahiplerinden) yüzçevirirsen, o durumda onlara (hiç değilse) tatlı yu­muşak bir söz söyle.

29—  Elini boynuna bağlayıp asma, onu büsbütün açma, sonra kına­nır, pişmanlık içinde açıkta kalırsın.

30—  Şüphesiz ki Rabbin rızkı dilediğine genişletir, dilediğine de bir ölçüye göre daraltır. Çünkü O, kullarından elbette haberlidir ve onları mut­laka görür.

31—  Çocuklarınızı fakirlik endişe ve korkusuyla öldürmeyin. Biz on­ları da, sizi de rızıklandırıyoruz. Şüphesiz ki, onları öldürmek büyük bîr suçtur.

32—  Zinaya yaklaşmayın; çünkü o elbette hayâsızlıktır ve kötü bir yoldur.

33—  Allah'ın haram kıldığı, (öldürülmesini kesinlikle yasakladığı) kim­seyi -haklı bir sebep dışında- öldürmeyin. Kim haksız yere öldürürse, onun velîsine bir yetki vermişizdir; artık o da öldürme hususunda aşırı gitmesin; çünkü o yardıma eriştirilmiştir.

34—  Yetim malına da -rüşde erinceye kadar- en güzel ve uygun şek­lin dışında yaklaşmayın. Verilen sözü, yapılan sözleşmeyi yerine getirin. Çünkü verilen söz ve yapılan sözleşmede mutlaka sorumluluk vardır.

35—  Ölçtüğünüz zaman ölçeği tam olarak yerine getirin; doğru tera­ziyle tartın. Bu daha hayırlı ve sonuç yönünden de daha iyidir.

36—  Bilmediğin bir şeyin ardına düşme; çünkü doğrusu kulak, göz ve kalp, bunların herbiri ondan (ardına düştüğün şeyden) sorumludur.

37—  Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; çünkü sen yeri delemezsin ve boyca da dağlara ulaşamazsın.

38—  Daha kötüsü, bütün bunlar Rabbin katında sevilmeyen şeylerdir.

 

İlgili Hadîsler

 

Abdullah b. Amr b. Âs (R.A.) anlatıyor:

«Bir adam, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e gelerek, cihada çıkmak için izin istedi. Resûlüllah (A.S.) ona:

  Anan-baban hayatta mıdır? diye sordu.

  Evet... deyince, Resûlüllah (A.S.) ona:

  O halde onları (memnun etmek) için cihatta bulun! buyurdu.» [55] " Abdullah b. Mes'ud (R.A.) diyor ki:

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'den sordum :

  Amellerin hangisi Allah yanında daha çok sevimlidir? .:    Buyurdu ki:

  Vaktinde kılınan namaz... 1    — Sonra hangisi?..

— Ana-babaya iyilikte bulunmak...

  Ondan sonra hangisi?..

  Allah yolunda cihat etmek...» [56] Mâlik b. Rabi'a es-Sâidî (R.A.) anlatıyor:

«Ansardan bir adam, Peygamber (A.S.) Efendimiz'e gelerek sordu:

  Ey Allah'ın Resulü! Ölümlerinden sonra ana-babama iyilik olarak yapmam gereken bir şey var mıdır, onu yerine getireyim?

Peygamber (A.S.) şu cevabı verdi:

  Evet, dört husus vardır-. Onlar için duâ ve istiğfarda bulunmak, on­ların (başkalarına) verdikleri sözü yerine getirmek, dostlarına ikramda bu­lunmak, ikisi tarafından olan hısımlarla İyi ilişkiler kurmak -ki hısımlar an­cak o ikisi tarafından olabilir-. İşte ölümlerinden sonra onlara yapacağın iyilikler bunlardır.» [57]

«Şüphesiz ki Cenâb-ı Hak, babalarınızı size tavsiye ediyor ve gerçek­ten Allah analarınızı size tavsiye ediyor, Allah analarınızı size tavsiye edi­yor, Allah analarınızı size tavsiye ediyor. Şüphesiz ki Allah derece derece akrabanızı da size tavsiye ediyor.» [58]

«Rızkının genişlemesini, ecelinin geciktirilmesini isteyen kimse, hısım-larıyla (iyi ve sıcak) ilgisini devam ettirsin.» [59]

«Ölen babasıyla kabirde ilgi kurmak isteyen kimse, onun ölümünden sonra arkadaş ve dostlarıyla ilgi kursun.» [60]

«Hiç bir gün yok ki, (Allah'ın) kulları sabahladığında gökten iki meiek inmesin. Onlardan biri şöyle der: «Allahım, (senin için) harcayanın harca­dığının yerini doldur.» Diğeri ise şöyle der: «Allahım, malını tutup (senin için) harcamayana telef ver (malının feyiz ve bereketini kaldır).» [61]

«Verilen sadakadan dolayı mal eksilmez/Allah için harcayanın Allah ancak şerefini artırır. Kim de alçak gönüllü davranırsa, Allah onu yüksel­tir.» [62]

«Aşırı cimrilikten sakının. Çünkü bu sizden öncekileri yok etmiştir. Şeytan onlara cimrilikle emretmiş (fısıldamış), onlar da cimri olmuşlar. Hı­sımlarla ilgilerini kesmelerini emretmiş, onlar da ilgilerini kesmişler. Ha­yasızlıkla emretmiş, onlar da hayasızlığa başlamışlar.» [63]

«Nafaka (konusunda harcama)da bulunurken iktisada riâyet, geçimin yarısıdır.» [64]

«İktisada riâyet eden fakir olmaz.» [65]

İbn Mes'ud (R.A.) diyor ki: «Peygamber (A.S.) Efendimize sordum:

  Hangi günah daha büyüktür?

  Allah'a eşi ortak, denk ve benzer koşman, buyurdu.

  Ondan sonra hangi günah daha büyüktür?

  Seninle birlikte yemek yer endişesiyle çocuğunu öldürmen..,

  Ondan sonra hangisi?

  Komşunun karısıyla zina etmen...» [66] Ebû Ümâme (R.A.) anlatıyor:

«Bir gün genç bir adam, Peygamber (A.S.) Efendimiz'© gelerek, «Ey Allah'ın Peygamberi! Zina hususunda bana izin ver» diyerek ruhsat istedi. Orada hazır bulunanlar, onu bu sözünden dolayı kınayıp vazgeçirmek is­tediler. Bunun üzerine Peygamber (A.S.) Efendimiz o gence, «Yaklaş.,» de­di. O da yaklaşınca, Peygamber (A.S.) «otur» dedi. O da oturdu ve arala­rında şu söyleşi geçti:

  Başkasının senin annenle zina etmesini ister misin?

— Hayır, vallahi.. Allah beni sana feda etsin.

  O halde başkaları da bu fiili anaları için arzu etmez.      

 — Kızın için böyle bir şey ister misin?

  Hayır, vallahi.. Allah beni sana feda etsin,

— Öylece başkaları da kendi kızları için bunu istemez.     

— Kız kardeş İn için ister misin?

  Hayır, vallahi.. Allah beni sana feda etsin.

  O halde başkaları da kendi kızkardeşleri için böyle bir şey istemez.

  Ya halâların için ister misin?

  Hayır, vallahi.. Allah beni sana feda etsin.

  Başkaları da bunu kendi halâları için istemez. Ya teyzelerin İçin ister misin?

  Hayır, vallahi.. Allah beni sana feda etsin.

  Başkaları da bunu teyzeleri için istemez, buyurdu. Sonra da elini o gencin üzerine koyarak şöyle duâ etti: «Allahım! Bunun günahını bağışta, kalbini temizle, namusunu koru..» [67]

Artık o günden itibaren o gene harama yaklaşmadı.

«Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın peygam­beri bulunduğuna şehadet eden müslüman bir kişinin kanı, şu üç sebep dışında helâl değildir:

1—  Cana karşılık can (kısas),

2—  Evli iken zina eden,

3—  Dinini terkedip İslâm cemaatinden ayrılan..» [68]

«Dünyanın yıkılıp zeval bulması, Allah yanında, bir müslümartı (haksız yere) öldürmekten daha hafif, daha zararsızdır.» [69]

«Zandan sakının; çünkü zan, sözün en yalanıdır.» [70]

«Kim Allah için tevazu (alçak gönüllülük)de bulunursa, Allah onu yük­seltir. Öyle ki, o kendi nefsinde önemsizdir, insanların yanında büyüktür. Kim de büyüklük taslarsa, Allah onu alçaltir. Öyle ki, o kendi nefsinde büyük, insanlar yanında önemsizdir. Hattâ o, insanların nazarında köpek ve domuzdan daha sevimsizdir.» [71]

 

Oniki Emir

 

İslâm'ın kendi ölçülerine göre devlet, millet, toplum, aile ve fertleri bir bütünlük içinde ele alıp yönlendiren, sağlıklı şekilde disipline edip dü­zene koyan on iki emri, başlıbaşına bir sistem oluşturmaktadır. Aynı za­manda ruh ile beden, madde ile mana, dünya ile âhiret arasında kopmaz köprü vücuda getiren bu emirler, üzerinde ciltlerle kitap yazılacak ana fi­kirleri, temel kaideleri, esasa dayalı bilgileri içermektedir.

Diğer bir yönüyle de Tevrat'ta yer alıp kısmen değişikliğe uğratılan dokuz veya on emri tashih etmekte ve bu gibi esasların bîr kısmında se­mavî dinlerin birleştiğine İşaret edilmektedir.

Önemine binaen, önce bu emirlerin özetini, sonra da açıklamasın! yapmamızda, -hafızalarda iz bırakması bakımından- yarar görüyoruz:

1—  Allah'tan başkö ilâh tanımamak, O'ndan başkasına tapmamak.

2—  Anaya, babaya -Allah'ın emrine uyarak- iyilikte bulunmak.

3—  Hısımların, yoksul ve yolda kalmışların (zekât, sadaka, yardım ve bağış gibi) haklarını vermek, onları gözetip korumak.

4—  Savurganlıktan  kaçınmak;  kazanılan  mal ve serveti  har vurup harman savurmamak.

5—  Ne cimri, ne de müsrif olmak; bu ikisi arasında bir yol tutup tu­tumlu olmaya dikkat etmek.

6—  Açlık, ekonomik sıkıntı endişesiyle çocukları öldürmemek, mese­lâ, kürtaj yaptırmamak.

7—  Zinaya yaklaşmamak; o gibi hayasızlıklardan sakınmak.

8—  Haksız yere adam öldürmemek.

9—  Yetim malına -iyi ve uygun yolun dışında- yaklaşmamak.

10—  Ölçü ve tartıyı tam kullanıp, insan haklarına dolaylı yoldan da ol­sa tecavüz etmemek.

11—Bilmediğimiz (bilmemizde yarar olmayan, bizi ilgilendirmeyen) şe­yin peşine düşmemek. Gerçeği iyice tesbit edip anlamadan zanna dayalı hüküm vermemek.

12— Yeryüzünde böbürlenerek, büyüklük taslayarak yürümemek.

Şüphesiz ki, bunların hepsi de Aliah yanında sevilmeyen kötülüklerdir.

Tevrat'taki emirler:

1—Tanrın Rabbın ismini boş yere ağza almıyacaksın. Çünkü Rab kendi ismini boş yere ağza alanı suçsuz tutmayacaktır.

2—  Sebt gününü (cumartesi) takdîs etmek için onu hatırında tut.

3—  Babana ve anana hürmet et; ta ki, Tanrın Rabbın sana vermekte olduğu toprakta ömrün uzun olsun.

4—  Katletmiyeceksin (haksız yere adam öldürmeyeceksin).

5—  Zina etmiyeceksin.

6—  Calmıyacaksın.

7—  Komşuna karşı yalan şehadet etmiyeceksin.

8—  Komşunun evine tamah  etmiyeceksin;

9— Komşunun karısına, yahut kölesine, yahut eşeğine, yahut kom­şunun hiç bir şeyine tamah etmiyeceksin. [72]

Açıklama :

  Allah ile beraber başka ilâh edinmemek.

Bu, katıksız Tevhîd İnancı'nı yansıtır. Öyle ki, Allah'ın varlığına, birli-ğine, kudretinin sınırsızlığına inandıktan sonra, hiçbir şeyi O'na tercîh et­memek ve hiç bir nesneyi O'ndan fazla sevmemek gerekir. Aynt zamanda bir olan Allah'a imân odağında birleşip bütünleşmeyi kalplere ve kafalara enjekte eder.

Sonra da çok aziz ve şerefli yaratılan insanı, fânilere, diğer canlı, can­sız eşyaya tapma alçaklığından kurtarıp korumayı öngörür. Onun için na­maz farz, camilerde cemaatle namaz kılmak kuvvetli sünnet kılınmıştır. Cuma namazının cemaat halinde farz-ı ayn olarak kılınması da her hafta Tevhîd İnancı'nın yönlendirici havasını tazelemeğe, insanın azizliğini orta­ya koymaya ve dinin ibâdet ruhunu daha da geliştirmeğe yöneliktir.

Kur'ân-ı Kerîm'de, Allah'tan başkasına tapanların, iki büyük felâkete sebep olacakları çok anlamlı bir ifadeyle şöyle hatırlatılıyor:

a)  Aşağılanıp rüsvay edilir, yalnızlığa itilerek yerilir.

b)  Âhiret gününde büsbütün yardımsız bırakılır.

Birincisi, insanı âdileştirip vakar ve kadrini düşürür. İkincisi, ilâhî rah­metin feyiz havasından. Peygamber (A.Ş.) şefaatinin ümit kapısından uzak­laştırır.

  Ana ve babaya iyilikte bulunmak.

Bu emrin gerektirdiği husus, insan ruhunu besleyen, rızkın kapısını genişleten, ömrün uzamasını, ecelin geciktirilmesini sağlayan; ilâhî rah­metten bolca nasip almayı kolaylaştıran ölçü ve anlamdadır. Aksini yap­mak, aksine bir durumla karşılaşmayı ve ona göre karşılık görmeyi sonuç­landırır,

  Hısımlara, yoksullara ve yolda kalmışlara ilgi gösterip birtakım hak­larını vermek.

Bu, hem aile düzenini, hem sosyal yapıyı huzura kavuşturan önemli emirlerden biridir. İnsanların birbirlerine güven ve saygısını artırır. Aynı zamanda belânın geri çevrilmesine, rızkın genişlemesine ve ömrün uza­masına da sebep olur.

— Malı saçıp savurmamak.

Elimize ulaşan bir parça ekmeğin nasıl ve nereden, hangi ellerle, ne gibi hizmetlerle hazırlandığını düşünecek olursak, karşımıza şu gerçekler '. çıkar: Bir buğday başağının filizlenip olgunlaşabilmesi için güneş, bulut, rüzgar, toprak, topraktaki bakteriler, yağmur ve daha nice şeylerin hiz­mette bulunmaları gerekmektedir. O halde ağzımıza koyduğumuz bir lok­ma ekmekte bütün bu hizmetleri görmemiz ve ona göre nîmetin kıymetini bilip şükrünü yerine getirmemiz gerekmez mi?

Özel mülkiyetin yeri ve anlamı:

Kur'ân'ın birçok yerinde zekât ve sadaka vermemiz, yardımda bulun­mamız; hısım ve komşuları gözetmemiz emredilir. Bu her bakımdan özel mülkiyete geniş yer verildiğini yansıtır. Ayrıca ilgili âyette, malınızı saçıp savurmayın, sözü, kişinin özel mülkiyetinde olan servetini korumaya yönelik bir tenbihtir.

Bilindiği gibi, İslâm ekonomisi kendine has yapısıyla hem sosyalizm­den, hem kapitalizmden ayrılır. Temelde bu üçü arasında büyük farklar söz konusudur.

Genellikle İslâm ekonomisinin iskeletini şu üç unsur oluşturur:

1—  Ferdî mülkiyet

2—  Meşru sınırlar içinde ekonomik serbesti

3—  Sosyal adaletin sağlanması..

Bu bakımdan İslâm ve onun kitabı Kur'ân, ne özel mülkiyeti hiçbir sı­nır tanımadan serbest bırakan kapitalizme yer verir; ne de toplumsal mül­kiyeti savunup ferdi mülkiyete yer vermeyen sosyalizme iltifat eder.

İslâm ferdî mülkiyeti, uhrevî müeyyidelerle, ahlâkî kurallarla; sonra da zekât, sadaka, keffaret, adak vergi ve benzeri yardımlarla bir bakıma sinırtt tutar.

Yukarıda konumuzu oluşturan iki âyet, sınırlı ekonomik serbestiyi ve sosyal adaleti bütünleştirici bir temel.düşünce olarak belirtmektedir.

İslâm sosyal adaleti güzel ahlâkla bütünleştirir:

İslâm, ferdi topluma, ibâdet, kardeşlik, dayanışma, yardımlaşma ve benzeri ekonomik cihetlerle bağlar. Bunların her birinde Allah rızası, âhiret mükâfatı ve güzel ahlâkın tatlı meyvası önemli yer tutar. Böylece sos­yal adaleti sadece ekonominin dar kalıbına sokmaz; onu manevî değerler­le donatıp ruhlar arasında bağlantı kurar.

Ekonomik yönden yardımda bulunma imkânı olmayan mü'minleri saf dışı bırakmaz. Toplum yapısmdaki hısımların birbirlerine sıcak ilgi göster­melerini, yoksullara, yolda kalmışlara güzel söz, tatlı dil kullanmayı tav­siye eder.

  EH boyna bağlamamak (cimrilik etmemek). Onu büsbütün açma­mak.

İslâm'da cimriliğin yeri olmadığı gibi, israfın da yeri yoktur. Çünkü bu iki tutum da İslâm'ın getirdiği sosyal adalete ters düşer. O bakımdan cihan peygamberi Hz. Muhammed (A.S.) cimriye: «Bana fazla yaklaşma, sonra ateşin dokunur!» buyururken, «Nehir kıyısında da olsan, su kullanırken is­raf etme!» [73] diyerek uyarıda bulunmuştur. O'nun bu iki uyarısı elbette çok anlamlı ve düşündürücüdür. Çünkü Ailah ile Peygamberi, cimrilikle israf arasında ortalama bir yol tutulmasını emretmektedirler. Nitekim Furkan sûresi 67. âyetle bu husus çok net bir anlatımla belirtilmiştir.

  Rabbın rızkı dilediğine genişletir, dilediğine de bir ölçüye göre daraltır.

Gelir dağılımı, hiçbir zaman her ferde aynı ölçüde isabet etmez. Zira her kişi kendi akıl, zekâ, beceri, ticarî kabiliyet ve iş hacmine göre haya­tını kazanma yolunda mücadele verrr. İnsanların hepsi aynı kuvvet ve ka­biliyette, aynı akıl ve zekâda yaratılmadığına göre, aynı ölçüde nîmete de erişemezler. Sosyal hayat ve sosyal yapı da ancak farklı yeteneklerle ger­çek düzenini bulur, dengesini sağlayabilir.

Allah'ın rızkı genişletip daraltması, şüphesiz ki insanların yetenekle­rine, becerilerine ve çalışma bilgilerine, azim ve gayretlerine göre bir an­lam taşır, yani bunlarla bağlantılıdır.

  Çocukları fakirlik endişesiyle katletmemek. Şüphesiz onları öldür­mek büyük bir suçtur.

İslâm dini, kadınların gebe kaldıktan sonra rahimlerinde, oluşan ceni­ne dokunulmasına, yani kürtaj yaptırmalarına cevaz vermez. Ancak gebe kalmamak için meşru ölçülere göre tedbir almayı da yasaklamaz. Nitekim bu konu, biri En'am, biri İsrâ, biri de Tekvîr sûrelerinde olmak üzere üç ayrı yerde açıklanır. Cenin ana rahminde oluştuktan sonra artık ona dokunulmaz.

Nitekim mezhep imamları bu konu üzerinde içtihatlarını şöyle ortaya koymuşlardır:

İmam Ebû Hanîfe'ye göre: Kadının kendi fiiliyle rahmindeki çocuğu dü­şürmesi bir cinayet kabul edilir. Ancak rahimden düşürülen parçanın cenin olduğu kesinlik arzetmelidir. Bu da uzman bilirkişilerin marifetiyle tesbit edilir. İmam Şafiî de aynı görüş ve içtihattadır. [74]

Bu cinayetin cezası ise, beş devedir. Deve bulunmadığı takdirde ona göre nakit para takdir edilir. Kadın kendi müdahalesiyle veya birine gidip kürtaj yaptırarak rahmindeki çocuğu aldırırsa, hem ona, hem de kürtaj ya­pana ceza terettüp eder.

Doktor kürtaj yaptığında kadın o yüzden ölürse, biri, kadını kasde ben­zer bir fiille öldürdüğü, biri de cenini rahimden aldığı için iki ayrı ceza ge­rekir. [75]

  Zinaya yaklaşmamak.

Kur'ân, zinayı hayasızlık ve kötü bir yol olarak vasıflamaktadır. Cid­den böylesine bir hayasızlık aile yuvasını mefluç hale getirir, namus ve if­fet mefhumunu kaldırır; neslin karışmasına, ana-babası belli olmayan ço­cukların çoğalmasına ve birtakım hastalıkların doğmasına, ya da bulaşma­sına neden olur. Zührevî hastalıkların çoğu ve son yıllarda ortaya çıkan AİDS belâsı bunlardan bir kısmıdır. Nitekim zinanın yaygın olduğu Ameri­ka'da ve Avrupa'nın bazı ülkelerinde AİDS vakasının korkunç rakamlara ulaştığı artık bilinmektedir.

  Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı kimseyi -haklı bir sebep ol­maksızın- öldürmemek.

İslâm, insan hayatına ve kanına üstün değer veren bir dindir. Savaş­larda bile kan dökmek en son çare olarak düşünülür. O bakımdan haklı bir sebep dışında adam öldürene kısas gerekir, hükmü konulmuştur. Ayrıca evli olduğu halde açıktan fuhuş yapar da dört şahitle belgelendirilirse, ölüm cezasıyla tecziye edilir.

Anlaşıldığı gibi, İslâm, hayasızlığı önlemek, fuhşa imkân vermemek, aile yuvasını selâmette tutmak, faziletli nesillerin yetişmesini sağlamak ve birtakım kötü, öldürücü hastalıkların yaygınlaşmasını önlemek için zinayı

haram kılmakla kalmamış, bir de zina edenlerin tecziye edilmesi hususun­da ağır müeyyideler koymuştur. [76]

  Yetim malına el uzatmamak.

Yetim çocukların, rüşde erinceye kadar, mallarını en güzel şekilde ko­rumak vasilerine farz kılınmıştır. Ancak rüşd kavramı ve taşıdığı hüküm üzerinde müctehit imamların farklı tesbit ve içtihatları söz konusudur. Şöy­le ki:

Genellikle rüşd, erkek çocuklarda ihtilâm ve inzal ile belirginleşir. Kız çocuklarında ise, ayhali veya gebe kalmakla gerçekleşir. Onlarda böyle bir durum ortaya çıkmazsa, o takdirde ergenlik yaşı dikkate alınır. Şöyle ki:

a)  İmam Ebû Yusuf'a göre, 15 yaş itibar edilir.

b)  İmam Ebû Hanîfe'ye göre, erkek çocukta 18, kız çocukta 17 yaş itibar edilir. [77]

Bu yaşa gelen yetim çocuklarda rüşd seziürse, malları kendilerine tes­lim edilir. İmam Ebû Hanîfe, böyle bir şey sezîlmediği takdirde 25 yaşına kadar beklenir. Diğer iki imama göre, rüşd alâmeti görülünceve kadar bek­letilir. [78]

Yetimin malına güzel şekilde yaklaşmaya gelince: Onun velisi veya vasisi muhtaç durumda ise, hizmeti karşılığında, hâkimin ya da örfe da­yalı bilir kişilerin takdir ettiğini alabilir. Muhtaç durumda olmayan velî ve­ya vasinin bu hizmeti Allah rızası için başka bir karşılık beklemeden yü­rütmesi en güzel yoldur.

  Ölçü ve tartıyı tam tutmak, doğruluktan ayrılmamak.

Ölçü ve tartı günlük hayatımızın kopmaz birer parçasıdır ve insan haklarıyla içiçedir. İslâm, Allah'ın varlığını, birliğini inkârdan ve dinî esas­ları reddetmekten sonra insan haklarına tecavüzü, günahların en büyüğü ve ödenmediği, yani asıl sahibine geri çevirilmediği takdirde affedilmeyeni olarak belirlemiştir. Şuayb Peygamber'in (A.S.) kavminin daha çok bu yüz­den yok edildiklerini yine Kur'ân haber vermektedir.

Ölçü ve tartıyı tam kullanmak, imân ve irfanla birleşip bütünleşen doğ­ruluk ve fazilettir. Bunun aksine bir yol izlemek ise, inançsızlık, şüpheci­lik, tatminsizlik, aşağılık ve rüsvaylıktır. O bakımdan Cihan Peygamberi Hz.

Muhammed (A.S.): «Bizi aldatan bizden değildir» buyurmuştur. [79]

  Bilmediğin bir şeyin ardına düşmemek.

Zanna, şüpheye dayalı hüküm verme. Birtakım varsayımları gerçek sayıp sonuçlar çıkarma. Bilmediğin konularda iddialı olma. Uzmanlığa say­gılı olmaya çalış. Hemen her konuda ciddi araştırma yapmadan, hakikati tesbit edip öğrenmeden ortaya çıkma.

Cenâb-ı Hak bu âyetle, toplum yapısında yer atan her sınıfa seslen­mektedir. Şöyle ki:

a)  Devlet adamı, gerçekleri tesbit etmeden halkın karşısına çıkıp kı­rık, dökük bilgilerle açıklamada bulunmamalıdır. Zira bu hem halkı yanıltır, hem de çok geçmeden o devlet adamını gözden düşürür ve böylece güve­nirliğini kaybettirir.

b)  Basın mensubu, muhabir ve benzeri görevlen yürütenlerin kendi­lerine ulaşan bir haberi iyice tahkik etmeden, gerçek olup olmadığını öğ­renmeden neşretmemeleri gerekir.

c)  İlim adamı, bir konuyu araştırmadan, kaynaklarına inmeden, yap­tığı gözlem ve deneylerden kesin sonuç almadan ortaya atmamah ve bu böyledir diye konuşmamalıdır.

Zira kulak, göz ve kalbin bu gibi şeylerden de sorumlu olduklarını unutmamak gerekir. Her işittiğine inanmamak, her gördüğünü iyice araştır­madan sonuç çıkarmamak değişmeyen prensip olmalıdır. Hisler çoğu za­man yanılabilir. Sonra kendisini hiç ilgilendirmeyen, dünya ve âhiretinden yana bir fayda getirmeyen ve zamanın boşa akıp gitmesine neden olan konuların peşine takılmamak, o gibi şeylerle ilgilenmemek kalbin huzur duyması, ruhun yatışması, ömrün değer kazanması bakımından oldukça önemlidir.

  Yeryüzünde böbürlenerek, büyüklük taslayarak yürümemek.

Kendini olduğundan fazla göstermeye çalışmak, çevresindeki insan­lara tepeden bakmak, toplum arasında saygısızca söz ve davranışlarda bulunmak; kendini hep üstün, hep haklı görüp başkalarını küçümsemek ruhî bir marazdır. Allah'a, Âhiret'e ve dinin diğer esaslarına dosdoğru imân bu hastalığı tedavi edip iyileştiren en tesirli ilâçtır.

Unutmamak gerekir ki, toplum içinde bu tipler sevilmez ve itibar görmezler. Onlarla ofan dostluklar ve yakınlıklar hep sun'idîr ve yapmacıktır. İnsanların sevmediklerini Allah da, melekleri de sevmezler. Böyleleri ma­kamlarından düştükleri veya ellerindeki servet ve imkânları tükendiği gün, çevrelerinde hiçbir dostun kalmadığını ancak görebilirler. Dünyada ken­dini böylesine bir yalnızlığa itenler, âhirette de yalnızlığa itileceklerinden hiç şüphe etmemelidirler.

Allah'ın yegâne büyük olduğunu unutmamak gerekir, O'nun mülkün­de, O'nun denetimi altında O'nun nimetlerinden yararlanıp geçinirken bö­bürlenmenin bir anlamı var mıdır? Sahip olduğumuz her şey, hakikatte bi­zim değil, Allah'ındır. Her şey eğreti verilmiştir. Günü, saati gelince geri alınırlar.

- O bakımdan tevazu, yüksek idrâkin, köklü bilginin, sağlam imânın, ge­lişmiş irfanın ürünüdür. Böbürlenmek ise, cehaletin, inançsızlığın ve had­dini bilmezliğin mahsulüdür.

Ünlü şâir Salih b. Şerif (H.8-M. 15) ne güzel söylemiştir:

«Çıkan iner, kalkan düşer, her yükselişin var bir sonu. Niçin bunca gurur maldan mülkten, addan sandan insanoğlu!

Oluşta ne var ki olduğu gibi dursun, hiç değişmesin.

Sen de gök gibisin, bir gün masmavi güneşlik, bir gün bulutlu.

Bu dünya kime kalmış, yaramış ki kalsın yarasın sana da.

Yok hiçbir çizgisinde bu yeryüzünün ölmezlik rengi ve ölmezlik kokusu.»

İlgili 37. âyetin son bölümünde Cenâb-ı Hak, insanın bir bakıma güç­süzlüğünü tasvîr ederek böbürlenmenin ona hiç yakışmadığını şöyle belirt­mektedir: «Çünkü sen yeri delemezsin ve boyca da dağlara ulaşamazsın.» [80]

 

Oniki Emir, Oniki Peygamber

 

Müfessirlerimiz ilgili âyetlerle açıklanan oniki emirden her birinin bir peygamberin uyarı ve sünnetini taşıdığını ve sonra da Kur'ân'da birarayo getirilerek sözü edilen konularda bütün peygamberlerin ortak yanlarının belirtildiğini değişik bir yorum olarak ortaya koymuşlardır. Şöyle ki ;

Birinci emir: Allah'ın varlığına ve birliğine davet, her peygamberin ana hedefi ve değişmeyen amacı bulunduğunu yansıtır.

İkinoi emir: Ana, babaya iyilik daha çok İbrahim Peygamber'in {A.S.} sünnetini yansıtır. Allah'a karşı günah ve isyana çağırmadıkları sürece ana, babaya itaat etmek, sözlerini dinlemek vaciptir.

Üçüncü emir: Hısımlara, yoksullara ve yolda kalmışlara yardım da­ha çok Davut Peygamber'in (A.S.) sünnetini yansıtır.

Dördüncü emir: Süleyman Peygamber'in (A.S.) sünnetini, Beşinci emir: Yusuf Peygamber'in (A.S.) sünnetini, Altıncı emir: Yâkub Peygamber'in (A.S.} sünnetini, Yedinci emir: Lût Peygamber'in (A.S.) sünnetini. Sekizinci emir: Musa Peygamber'in (A.S.) sünnetini, Dokuzuncu emir: Zekeriya Peygamber'in (A.S.) sünnetini, Onuncu emir: Şuayb Peygamber'in (A.S.) sünnetini. On birinci emir: Yahya Peygamber'in (A.S.) sünnetini. On ikinci emir: İsâ Peygamber'in (A.S.) sünnetini yansıtır.

Ve bunların hepsi, son peygamber Hz, Muhammed (A.S,) Efendimizin sünnetleri arasında en mükemmel ölçü., ve anlamını almış; uygulanması ise, mü'minlerin imân ve irfanlarına bırakılmıştır.

Burada peygamberlerin sünnetleri denilince, insanlara tebliğ ile yü­kümlü bulundukları dinî hükümler kasdedilmektedir. [81]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, fert, toplum, aile ve milletlerin hayatını düzene sokup güvenli ve huzurlu bir atmosfer oluşturan on iki emir açıklandı. Al­lah'a dosdoğru imân eden mü'minlerin günlük yaşayışlarında nelere dik­kat etmelerinin gereği üzerinde duruldu.

Aşağıdaki âyetlerle, Tevhîd İnancı'm zedeleyen şeylerden kaçınılma­sının gereği üzerinde duruluyor. Hiçbir şeyin Allah'a eş, ortak, denk ve ben­zer olamıyacağı belirtilerek, bu hakikatleri iyice düşünüp anlayabilmeleri için insanlara yeterince ilâhî bilgiler verildiğine dikkatler çekiliyor. Sonra da varlık âleminde her şeyin Allah'ı tesbîh ettiği anlatılarak O Yüce Kud-ret'in hilkat damgasının eşya   üzerinde   bulunduğuna   işaret ediliyor. [82]

 

Meali:

 

39— İşte bunlor Rab bin sana vahyettiği hikmetlerdendir. Allah ile be­raber başka bir tanrı edinme, sonra kınanmış, koğulmus olarak Cehen-nem'e atılırsın.

40—  Rabbiniz sizi oğullarla seçkinleştirdi de kendisi meleklerden di­şiler (kızlar) mı edindi?! Doğrusu siz çok büyük (çok ağır) bir söz soylu* yorsunuz.

41—  Şanıma and olsun ki biz, bu Kur'ân'da (sözü edilen hususları), iyice düşünüp öğüt alsınlar diye bir bir açıklayıp tekrarladık. Ne yazık ki bu uyarı ve öğütler onların sadece nefretini artırmaktadır.

42—  De ki: Eğer O'nunla beraber -dedikleri gibi- başka ilâhlar olsay­dı, herhalde onlar Arş'ın sahibine bir yol ararlardı,

43—  Münezzeh ve çok yüce olan Allah onların dediklerinden hem çok yüce, hem çok büyüktür.

44— Yedi gökler, yer ve bunlarda bulunanlar O'nu tesbîh ve tenzih ederler. Zaten hiçbir şey yoktur ki, O'nu hamd ile tesbîh etmesin; ne var ki, siz onların teşbihlerini anlamazsınız. Şüphesiz ki O, Haİîm'dir (şefkatlidir, merhametlidir, sabırlıdır, lûtf ile muamele edicidir) ve çok bağışlayandır.

 

İlgili Hadisler

 

İbn Mes'ud (R.A,) diyor ki: «Biz* âyetleri (mu'cizeleri) bereket sayarken, siz onları korkutucu, uya­rıcı vasıfta bulup yorumluyorsunuz. Bir seferinde Resûlülloh (A.S.) Efendi­miz İle birlikte bulunuyorduk. Yanımızda su az kalmıştı. Bunun üzerine Re-sûlüilah (A.S.), «Yanınızda arta kalan sudan ne varsa getirin» diye buyur­du. İçinde azıcık su kalan bir kap getirdiler. Peygamber (A.S.) Efendimiz eli­ni o kaba soktuktan sonra şöyle dedi: «Haydi, Allah'tan sunulan mübarek, bereketli ve temizleyici suya geliniz!» Bu sırada O'nun parmaklarının ara­sından suyun kaynadığını gözlerimle gördüm. Aynı zamanda Peygamberi­miz (A.S.) yemek yerken yediği gıda maddesinin tesbîh ettiğini Allah'a ye­min ederim ki kulaklarımla işittim.» [83]

«Şüphesiz ki Mekke'de bir taş vardır ki, peygamber olarak gönderil­diğim (ilk yıllar)da geceleri bana selâm verirdi. Ben şimdi o taşı biliyorum ve tanıyorum.» [84]

Abdullah b. Ömer (R.A.) diyor ki -.

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Mescid'de bir hurma kütüğüne dayana­rak hutbe okurdu. Kendisine minber yapılınca, cuma günü minbere yöne­lince, hurma kütüğü inlemeğe başladı. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz dönüp eliyle onu okşadı da iniltisi kesiliverdi.» [85]

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Mescid-i Aksa'ya gece yolculuğu yaptığı gün, makam ile zemzem kuyusu arasında bulunuyordu. Cebrail sağında, Mikâil solunda oldukları halde yedi kat göklere doğru yükseldiler.

Dönüşünde şöyle buyurdu : «En yüksek göklerde birçok tesbîh ses­leri duydum. Yüksek gökler, o heybet sahibinden, onun yüceliğinden korkarak tesbîh ediyorlardı, «en yüce olan (Rabbımızı) teşbih ederiz» diyorlar­dı.» [86]

Ebû Zer (R.A.) anlatıyor:

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz eline birkaç çakıl taşı almış bulunuyordu, Bai arılarının vızıltısını andıran bir sesle tesbîh ettikleri duyuluyordu.» [87]

İbn Ömer (R.A.) diyor ki:

«Resûlüllah A.S.) Efendimiz, kurbağa öldürmeyi yasakladı ve şöyle buyurdu: «Doğrusu onun vakırdısı teşbihtir.» [88]

«Şüphesiz ki Nuh (A.S.) ölmek üzere iken iki oğlunu çağırıp onlara şöyle dedi: «Size iki şeyi yapmanızı, İki şeyden de kaçınmanızı vasiyet ediyorum: Lâilâhe illallah ile emrediyorum. Çünkü gökler, yer ve bu ikisi arasında bulunan her şey terazinin bir kefesine, Lâ ilahe illallah da diğer kefesine konulsa, elbette Lâ ilahe illallah ağır gelir. Eğer gökler ve yer bir halka olsa, Lâ ilahe illallah da onun üzerine konulsa, mutlaka onu bö­lüp birbirinden ayırırdı. Ve size «Sübhanellahi ve bi-hamdihi» demenizi de emrediyorum. Çünkü bu, varlık âleminde her şeyin teşbihidir ve her şey bu sebeple rızıklanır.» [89]

 

Dünya Hayatı Mutlak Hikmete Dayalı Olarak Düzenlenmiştir

 

 «İŞte bunlar Rab bin sana vartyettiği hikmetlerdendir.»

Toplum düzenine yönelik oniki emir açıklandıktan sonra, bunların o yegâne terbiyeci, yetiştirici, geliştirip kemâle erdirici Rabbın vahyettiği hik­metler olduğu belirtiliyor.

Hikmet çok yönlü bir kelimedir. Burada daha çok şu mâna kasdedil-miştir: Hakkın, uyum ve dengenin; düzen ve bağlı bulunduğu şeylerin ilim ve akla uygun şekilde gerçekleşip yerini bulmasıdır.

İlâhî hikmet denilince de, eşyayı yeterince bilip her şeyi en sağlam, en uygun ve uyumlu düzeye getirerek amacına yönelik kılmak ve her şeyi lâyık olduğu hizmete yöneltmek akla gelir.

İnsana nisbet edilen hikmet ise, eşyanın yaratılış gayesini bilmek, fay­dalı ve zararlı yanlarını anlamak ve Allah'ın verdiği nimetleri yerince har­camak, günlük hayatı Kur'ân'ın ışığı altında düzenlemek mânasına yorum­lanabilir.

Hikmet ile hüküm arasında «umum, husus min vecih» kaidesi vardır. Şöyle ki: Her hikmet aynı zamanda hükümdür de.. Ama her hüküm hikmet değildir.

İşte aile ve toplumu dengeli, düzenli, huzurlu, güvenli düzeyde tutan, kardeşlik ve sosyal adalet ilkeleriyle toplumu ahenkli biçimde biraraya ge­tirip bütünleştiren hikmetleri içeren on iki ilâhî emir, hemen hemen bütün hak dinlerde az farkla da olsa yer almış; hattâ insan kafasının ürünü olan bazı yasalarda bile onlara kısmen yer verilmiştir. Öyle ki hak dinlerin in­sanlığa yansıttığı bu emirlerin gereği hiçbir devirde bütünüyle kaldırılma­mıştır.

Birtakım değişmelere ve orijinal nüshalarının kaybolmasına rağmen mevcut Tevrat ve İnoil'de bu emirlerin önemli bir kısmına rastlamak müm­kündür. [90]

 

Kâinat Hikmetle Kurulmuştur

 

Her şey bir amaca yönelik olarak bulunduğu ortamda dengeyi sağla-yaçak özellikte; her düzen de mutlak bir plân içinde yaratılmıştır. Şu kâi­natta boş ve anlamsız hiçbir şey var kılınmamıştır. Bunun aksini iddia et­mek, kâinattaki mutlak düzeni görmemek ve anlamamak demektir. Zira Cenâb-ı-Hak mutlak hikmet sahibidir, yani Onun doksan dokuz isminden biri de el-Hakîm'dir.

O bakımdan canlı-cansız her türlü varlığa ilim ve iman acısından baktığımız zaman, ilâhî kudret ve hikmet damgasını görebilmekteyiz.

Buna en yakınımızdan misal verecek olursak, insanın çabuk intibakı­nı gösterebiliriz. Nitekim yüksek rakımlara insan ancak kan dolaşımı, so­lunum, iskelet ve kas mekanizmalarının süratle değişmesiyle uyum sağlaya­bilmektedir. Bu değişmeyi sağlayan gizli ptân veya kudret nedir? Yüce Yaratan, vücut sistemini, dünyadaki mevcut şartlara uyum sağlayabilecek bir ortamdan ve bulunduğu şartlardan çıkıp diğer bir ortam ve şartlara adım attığında kendini uyum haline getirip gereken . değişiklikleri oto-matikman yapacak özellikte yaratmıştır.

O bakımdan diyebiliriz ki, insan kendi damgasını muhite vururken, mu­hit de kendi damgasını ona vurmakta ve kjsa bir zaman içinde uyum, in­tibak sağlanmaktadır.

O halde her işi hikmetle vücut bulan Cenâb-ı Hak ile beraber başka jlâhlar edinmek, sağduyunun, gelişmiş aklın, sağlam idrâkin yolu ve ürünü olamaz. Çünkü birden fazla ilâhın uyum ve ahenk içinde bir kâinat yara­tıp idare etmeleri düşünülemez. Tıpkı bir ülkede birden fazla hükümdarın bulunamıyacağı gibi..

Eşyada O'nun kudret ve hikmet damgasını görmeyenlerin kıyamet gü­nünde kınanacağı ve kendilerine verilen bunca yetenekleri yerinde kullan­madıklarından dolayı sorumlu tutulacakları da ilâhî hikmet ve adaletin bir gereğidir. Dünyada kendini hikmetin gerektirdiği düzen ve dengeye eriş-tirmeyenlerin âhirette düzen ve denge yüzü göremiyecekleri kesindir. Çün­kü düzensiz, amaçsız ve gayesiz bir hayat, düzensiz bir sonuç doğurur ve onun cezası da o nisbette ağır olur. [91]

 

Allah'a Evlât İsnat Etmek

 

«Rabbıntr sizi oğullarla seçkin (eştirdi de kendisi meleklerden dişiler (kızlar) mı edindi?! Doğrusu siz çok büyük (çok ağır) bir söz söylüyorsunuz.»

Üremek, sonradan yaratılanlarla ilgili bir kanundur ki, buna «nesli de-vam ettirme kanunu» da diyebiliriz. Diğer canlıları bir yana bırakırsak bu, insanoğlu yeryüzüne ayak bastığı andan itibaren belli bir programa göre yürütülmektedir. Mevcut plân ve programı üreyenler değil, üretme kanunu­nu koyan Yüce Kudret hazırlamıştır.

Melekleri Allah'ın kızları sayarsak, Allah'ın belli bir üreme kanununa bağlı bulunduğunu veya tutulduğunu kabul etmemiz gerekir. Sonra da o üreme kanununun da Allah'ın değil, daha yüce bir kudretin iradesiyle ol­duğunu kabul etmemize lüzum hasıl olur. O takdirde ise, Allah, mutlak kud­ret sahibi olma vasfını kaybedip yaratıcı iken yaratılmış durumuna düşer. Böylece Allah hakkında mutlak uluhiyete yakışan ve has olan hiçbir vasıf kalmaz. Cok tanrı inancı başlar ve fasit bir daire içinde dönülüp dolaşılır, olumlu hiçbir sonuca varmak mümkün olmaz.

Onun için Kur'ân-r Kerîm'de bu, selîm akıl, sağlam mantık ve keskin idrâk dışı inanç, ölçü ve hikmet dışı büyük bir söz olarak vasıflandırılıyor. Tek ilâh inancı üzerinde çok ciddi durmamız ve araştırma yapmamız ilham ediliyor.

«And olsun ki, ortaya pek kötü bir şey (inanç) attınız. O Rahmân'a ev­lât isnat etmelerinden dolayı neredeyse gökler darmadağın olacak, yer ya­rılacak, dağlar yerinden oynayıp göçecek!..» mealindeki Meryem Sûresi 90.

âyetle bu husus ne güzel açıklanmaktadır. [92]

 

Kur'ân-I Kerim Akla Ve Sağduyuya Seslenir

 

«Şanıma and olsun ki, biz bu Kur'ân'da (sözü edilen hususları) iyice düşünüp öğüt alsınlar diye bir bir açıklayıp tekrarladık.»

İlgili âyetin ışığında konumuzu aydınlatır mahiyette  Kur'ân'ın  akla ve sağduyuya seslenişinden birkaç örnek sıralıyoruz :

  Kur'ân, hakkı, doğruyu ve gerçeği bütün parlaklık ve berraklığıyla sergiler. Koyduğu temel bilgi ve ana fikirlerle hakikati araştırıp bulmamızı kolaylaştırır. Daha doğrusu bize bu konuda hareket noktasını belirler.

  Hakkı isbat edip onun temel gücünü ortaya koyarken, bâtılı bütün çürüklüğü ve cılızlığı ile getirip önümüze serer ve böylece rahat mukayese yapabilmemize imkân sağlar.

  Sadece insan aklına hitapla yetinmez; onun vicdan ve idrâkini ha­rekete geçirmeyi, duygu ve düşüncesini kamçılamayı plânlar. Bunun için de ümitle korku halkalarını birleştirip bir bütünlük meydana getirir ve in­san düşünae ve duygusunu bu iki kavram arasında yönlendirir.

  Taşıdığı her hükmü, koyduğu her ana fikri, naklettiği her tarihî ola­yı, Tevhîd İnancı'nın katıksız mayasıyla yoğurur; ahlâk ve fazilet iksiriyle şekillendirir ve âh i ret korkusuyla değerlendirir. Böylece tarihî olaydan ve ortada kalan kalıntılardan ne gibi ders ve ibret alınması gereğini en uygun şekilde öğütler.

  Münasebet düştükçe hafizalardaki izi derinleştirmek, idrâki uyanık, tutmak; aynı zamanda yine düşünceleri berraklaştırmak, duyguları yönlen­dirmek için de bazı önemli olayları ve gelecekle ilgili haberleri yer yer tek­rarlar. Bununla beraber her tekrarı ayrı bir hüküm, değişik bir öğüt ve baş­ka bir ibret yansıtır.

  İnkârı imân derecesine çıkaranlar ise, Kur'ân'ı dinledikçe veya on­dan söz edildikçe kin ye nefretleri artar. Çünkü öyleleri, akıllarını nefisleri­nin ve duygularının emrine vermişlerdir. Böylece kalplerinin gözü körelmiş, ruhlarının cilâsı matlaşmıştır. Artık, bu durumda ondaki hikmetleri ve hakikatleri görmeleri ve anlamaları pek düşünülemez. Zira beşer ruhunun tek gıdası, Allah sözüdür. Kalplere şifa ve yatışkanlık veren tek iksir odur. Ken­dini bu ilâhî gıdadan mahrum edenler, sadece kendilerine ve peşlerine ta­kılanlara çok yazık etmişlerdir. [93]

 

Birden Fazla İlâh Olsaydı, Neler Olurdu?

 

«De ki: E9e>' Onunla beraber -dedikleri gibi- başka ilâhlar olsaydı, elbette onlar Arş'ın sahibine bir yol ararlardı.»

Müşriklerin iddia ettikleri gibi, Allah'tan başka ilâhlar da bulunsaydı, durum ne olurdu? Bunun cevabını şöyle maddeleştirebiliriz:

a)  İlâhlardan her birinin bir kudrete sahip olması gerekir. Çünkü kud­retli olmayan ilâh olamaz. O takdirde her ilâh kendi kudretiyle tasarruf ederdi... Böyle bir durumda ise, ya her biri ayrı bir kâinat yaratıp vücuda getirir ve biri diğerine hasım ve rakip olurdu. Diğer bir İhtimalle, aynı kâi­nat üzerinde her biri kendine bir sınır belirlemeğe heveslenirdi. Bu durum­da bugünkü mevcut düzen olmazdı.. Mademki kurulan düzen bozulmadan devam etmektedir, o halde tek bir ilâh vardır, o da Allah'tır.

b)  Diğer ilâhlar, o yüce Arş sahibine erişmek için bir yol ararlar; ya onun saltanatına son vermek, ya da ona uymak isterlerdi. Uymaları düşü­nülemez, çünkü ilâhlık vasfını taşıdıklarına göre, her birinin kendine has bir üstünlük ve saltanatının olması gerekir.

Kâinattaki ilâhî saltanat bütün görkemliğiyle ve dengesiyle şaşma­dan, değişmeden, bozulmadan süregeldiğine göre, varsayalım ki, diğer ilâhlar ister istemez ona uymak, emrine baş eğmek zorunda kalmışlardır. Böyle bir durumda, Arş'ın Sahibine uyanların ilâh olmaları düşünülemez.

O halde mülkünde ortaksız, saltanatında eşsiz, kudretinde bağımsız, tasarrufunda rakipsiz, uygulamasında denksiz ve emsalsiz olan âlemlerin yegâne Rabbına tapmak, ara yere canlı, cansız cisimleri, ay ve yıldızları sokmadan yalnız O'na yönelmek selîm aklın, sağduyunun, kâmil idrâkin gereği değil midir?

Bunun için Cenâb-ı Hak 43. âyetle bu konuyu şöyle noktalıyor: «Mü­nezzeh ve çok yüce olan Allah, onların dediklerinden hem çok yüce, hem; de çok büyüktür..» [94]

 

Her Şey Hakk'ı Tesbîh Etmektedir

 

«Yedi gök, yer ve bunlarda bulimanlar O'nu tesbîh ve tenzih ederler. Zaten hiçbir şey yoktur ki, O'nu hamd ile tesbîh etmesin. Ne var ki, siz onların teşbihlerini anlayamıyor­sunuz.»

Bölünemiyeoeği sanılan en küçük parçanın, yani atomun bölünüp par­çalanmasıyla, âyetin taşıdığı mâna bir bakıma daha iyi anlaşılmış oluyor. Şöyle ki: Tesbîh kelimesi, « s a b h » kökünden çokluk ifade eden bir mas-dardır. Kök mana olarak sözlükte : Havada, ya da suda çok seri geçiş an­lamına gelir. Fezada kendi yörüngesinde süratle hareket edip dönen güneş sistemi ve diğer sistemler hakkında da bu kökten türetilen fiiller kullanıl­maktadır. Yasın sûresi 40. ve Enbiyâ sûresi 33. âyetlerde aynen şöyle be­lirtilmektedir:

«Ne Güneş'in Ay'a yetişmesi uygun (bir kanun)dur, ne de gece gün­düzün önüne geçebilir. Her biri ayrı bir yörüngede yüzerler (hareketlerini sürdürürler).»

«Gece ve gündüzü; Güneş ile Ay'ı yaratan O'dur. Her biri bir yörünge­de yüzüp gitmektedir.»

Her iki âyette de Güneş ile Ay'ın kendi yörüngelerinde hareketlerini sürdürmeleri «yesbahun» fiiliyle ifade edilmektedir ki bu, «sabh» kö­künden türetilmiştir.

Atın süratle geçmesi de bu fiille anlatılır. Bir işte sürat gösteren kim­senin o hali de bu fiille belirtilir.

Allah'ı tesbîh : Sözü edilen kök mana doğrultusundaki bir anlatımla, ibâdet ve dualarımızda düşünce ve duygumuzu arındırıp çok seri bir se­yirle O'nu her türlü noksanlıktan, beşerî sıfatlardan tenzih etmek, övgüyle ismini anmaktır.

Bilindiği gibi, varlık âleminde melekler her an zikir ve tesbîh halinde­dirler. Geriye kalan diğer varlıklar hem ilâhî kudret ve hikmet damgasını taşıdıkları için, hem de her biri kendi yapısında sayısı belirsiz atomları ta­şıdığı için her an Hakk'ı tesbîh etmekteler. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, atom çekirdeği etrafında baş döndürücü brr hızla hareket eden elektronlar da bu hareketleriyle Hakk'ın sonsuz kudretine baş eğmekteler ve O'nu an-maktalar.

O halde kâinat, yani varlık âlemi bütünüyle hareket halindedir. Bunun istisnası yoktur. Öyle değil midir? Elektronlar çekirdek etrafında ilâhî sün­nete uyarak hem kâinatın en küçük modelini oluşturmakta, hem de müs­tesna bir hareket ve kentline has bir ahenk ve musiki sergilemektedirler. Bu Allah'ın yegâne yaratıcı olan üstün kudretini, O'nun eşsizliğini teren­nüm etmiyor mu?

İşte Kur'ân insan aklına ışık tutmak, ilim adamına temel bilgi vermek, diğer bir tabirle hareket noktasını befirlerjıek için «Hiçbir şey yoktur ki O'nu hamd ile tesbîh etmesin..» buyuruyor. Ne var ki, insanların çoğu eş­yanın teşbihini anlamamaktadırlar.

Âyette bir diğer incelik daha vardır, o da, «hamd» kelimesidir. Cenâb-ı Hakk'ın buyruğuna baş eğip O'nun emrine uyan her şey, taşıdığı ilâhî sa­natın eşsizliğiyle O'nu övmekte ve bu övgü ile onu tesbîh etmektedir. De­mek oluyor ki, canlı-cansız her şey Allah'ın eşsiz sanatını yansıtmakta ve estetik hayranlarına seslenmektedir. Zira estetik duygusu, en medenî in­sanlarda olduğu gibi, en ilkel insanlarda da vardır. Yeter ki insan bu duy­gudan kaynaklanan hayranlığını ona yön veren Kudretin yüceliğine çevir­miş olsun.

Her şeyin Hakk'ı tesbîh etmesinin yorumlarından biri budur. O bakım­dan diyebiliriz ki, kâinatta güneş sistemi dahil, diğer bütün sistemlerin. mikro modelini atoma yerleştiren o sonsuz kudreti inkâr, güneşin varlığını inkâr etmek kadar şaşırtıcı ve hayret uyandırıcıdır.

Bu gerçeği bilimsel yoldan kavrayan ünlü fizik âlimi Einstein diyor ki: «Benim tanrı görüşüm, anlaşılmayan evrende kendini gösteren üstün bir düşünüş kudretinin mevcudiyetine kuvvetle ve heyecanla inanmaktır.» [95]

Şüphesiz ki bu itiraf, Allah hakkında köklü ve detaylı bilgisi olmayan büyük bir ilim adamının bilimsel araştırmasıyla vardığı olumlu bir sonuçtur. O bununla, kâinatı idare eden çok yüksek ve sınırsız bir zekânın varlığını kabul etmektedir. İlmin ve âlimin haysiyetine yakışan da, bu gerçeği bulup çıkarmak ve sonra da itiraf etmektir. [96]

 

Allah Haüm'dir, Gafûr'dur

 

«Şüphesiz ki O, Halîm'dir (şefkatlidir, merhametlidir, lütuf ile muamele edendir) ve çok bağışlayandır.»

Kur'ân fezaya serpiştirilmiş sistemlerin hareket halinde olduğunu belirttikten ve atom çekirdeği etrafında akıl almaz bir hızla dönen elektron­lara işaret ettikten sonra, insan bilgisinin sınırlı olduğuna geçiyor ve Al-lah'm iki sıfatını anarak konuyu noktalıyor.

Ama neden ilmin çok önemli kabul ettiği bir konuya dikkat çekilirken bu iki sıfata yer verildi? Bu soruyu cevaplamak için önce sözü edilen sı­fatlardan «Ha!îm»in manasını açıklamamız .kâfi gelecektir. Şöyle ki:

Halîm : «Hilm» kökünden gelen bir sıfattır. Sözlükte, nefis ve duygu­ları heyecan, telaş, öfke ve acelecilikten alıkoyup frenlemektir. Bu tanım­lamaya göre, «hilm», aklın araçlarından biri sayılır.

Ayrıca bir şeyi başıboşluktan kurtarıp idare etmek, yararsız durum­dan kurtarıp yararlı düzeye getirmek anlamına a'a geiir. «Hallemtü fülâ-nen» .denilince, «Yanlış hareket etmek üzere bulunan bir kimseyi sakinleş­tirip temkinli hareket etmeğe yönelttims.anlaşılır ve buna misal teşkil eder.

O halde Allah'ın Halîm sıfatı bu makamda bize, kâinatın en büyük parçalarının da, en küçük atomların ve taşıdığı mikro sistemlerin de kendi haline terkedilmiş olmadığını öğretmektedir. Aksi halde birh diğeri­nin yörünge sınırına kayar ve düzen diye bir şey olmazdı. Allah hilm tecel-lisiyle onları sünnetullaha bağlayarak belli kanunlarla idare etmektedir.

Ayrıca insanların çoğu bu gerçeği bilmediğinden inkâr içinde yüzmek-teler. Ama Halîm sıfatının bir tezahürü olarak, Allah oniarı kahretmemek-te, ömürlerinin son dönemlerine kadar onlara mühlet vermektedir. Çünkü O çok bağışlayandır. [97]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Tevhîd İnancı'nın önemi üzerinde duruldu. Mü'-minlerin bu doğrultuda nelere dikkat etmeleri gerektiğine atıflar yapıldı. Sonra da insan aklını harekete geçirmek ve düşünce ufkunu genişletmek için kâinatta her şeyin Allah'ı tesbîh ettiği belirtilerek, hareket halinde ol­mayan hiçbir şeyin bulunmadığı anlatıldı ve hiçbir hareketin ölçüsüz, he­sapsız ve gelişigüzel olmadığı hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, kâinattaki bu mükemmel ve düzenli hareketi ve o hareketi idare eden yüce kudretin eserlerini göremiyen inkarcıların oku­nan Kur'ân'ı anlamalarının söz konusu olmadığı; kalplerinin üzerine geri­len kesif perdeyi kaldırmadıkları sürece, o feyizden nasip alamıyacakları açıklanıyor. Böylece inkâr ve madde vadisinde şartlanan ve hakka karşı gelmeyi önyargı halinde zevkli bir görev sayanların doğru yolu görüp bul­malarının çok uzak olduğu, anlamlı bir anlatımla mü'minlere bildiriliyor.

Bununla beraber tebliğ ve irşat görevini sürdürmenin gerekli olduğu il­ham edilerek, doğru yolu görüp onu tercih edenlerin kendi lehlerine, et-miyenlerin kendi aleyhlerine bir sonuç hazırladıkları dolaylı şekilde anlatı­lıyor. [98]

 

Meali:

 

45—  Kur'ân'ı okuduğun zaman, seninle Âhîret'e inanmayanlar arası­na görünmez bir perde yerleştiririz.

46—  Kalpleri üzerine O'nu anlamalarına engel kılıflar geçiririz (per­deler örteriz); kulaklarına da bir ağırlık koyarız. Kur'ân'da Rabbinin birliği­ni andığın zaman nefretle arkalarını dönüp giderler.

47—  Seni dinledikleri zaman neye nasıl kulak verdiklerini ve o gizli toplanıp fisıldaşarak zâlimlerin,  «siz ancak büyülenmiş bir adama uyu­yorsunuz» dediklerini çok iyi biliyoruz.

48— Dikkat et, sana nasıl da misâller verdiler de bu yüzden sapıttılar; artık bir yol da bulamıyacaklar.

 

İniş Sebebi

 

Hz. Esma binti Ebû Bekir (R.A.) anlatıyor:

«Tebbet yedâ... sûresi inince, Ebû Leheb'in karısı Avrâ' Ümmu Cemil elinde bir taş, dilinde hezeyan olduğu halde Hz, Muhammed'i (A.S.) arı­yordu, O sırada Peygamber (A.S.), Ebû Bekir (R.A.) ile beraber oturuyorlar­dı. Derken Ümmu Cemil çıkageldi. Ebû Bekir (R.A.) hayli endişelendi ve ; «Ya Resûlellah! Bize doğru geliyor. Sizi burada görmesinden endişeliyim» deyince, Peygamber (A.S.} Efendimiz ona : «Endişe etme ya Ebâ Bekir! Şüphen olmasın ki, o beni göremez» buyurdu, Çok sürmedi ki Ümmu Ce­mil geldi, hayli öfkeliydi. Peygamber'! (A.S.) oralarda aradı, sağa sola ba­kındı, ama göremedi ve ayrılıp gitti. Oysa Peygamber (A.S.) acık ortada oturuyordu.» [99] O sebeple yukarıdaki âyetler indi.

Lübabu't-te'vîl müellifi Alâeddin Ali'ye göre : Kadın ayrılıp gittikten sonra Ebû Bekir (R.A.) bunun hikmetini sordu. Efendimiz (A.S.) şu cevabı verdi: «Benimle onun arasına bir melek perde olup durdu.» [100]

Bir başka rivayet:

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Kur'ân okumaya başlayınca, azılı kâfir­lerden iki kişi sağ tarafına, iki kişi de sol tarafına geçip O'nu şaşırtmak için şiir okurlar ve böyleoe Kur'ân'ın etrafta duyulmasına engel olurlardı. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [101]

Diğer bir rivayet:

Bir gece Ebû Süfyan, Ebû Cehî ve Ahnes b. Şerîk, Peygamber (A.S.) Efendimizi kendi evinde namaz kılıp Kur'ân okurken dinlemek üzere bir­birlerinden haberleri bulunmadığı halde dışarı çıktılar. Karanlıkta her biri münasip bir yere gizlenip okunan Kur'ân'ı dinlemeye koyuldular. Derken fecir doğmaya başladı ve onlar da kimseler kendilerini görmeden bulun­dukları yerlerinden kalkıp usulca evlerine dönmeye başladılar. Ne var ki yolda karşılaştılar ve birbirlerini kınamaktan kendilerini alamadılar. Son­ra da «Bir daha buralara gelip Muhammed'i dinlemeğe özenmiyelim. Bir aksilik olur da ayak takımı bizleri görürlerse, Muhammed'e karşı ilgi duymaya başlarlar ve böylece O'na yardımda bulunmuş oluruz» şeklinde söz-leşerek oradan uzaklaştılar. Ama ikinci gece yine dayanamadılar, gizlice gelip dinlediler. Fecir doğunca evlerine dönerlerken birbirlerini gördüler. Biri diğerini kınadı ve bir gece önce olduğu gibi bir daha gelip dinlemiye-ceklerine dair andlaştılar ve ayrıldılar. Üçüncü gece yine dayanamadılar ve gizlice gelip dinlediler. Fecir doğunca evlerine dönerlerken birbirlerini yine gördüler. Bu defa aynt hatayı tekrarlamamaya dair yemin ettiler.

Sabahleyin Ahnes b. Şerîk bastonunu alıp Ebû Süfyan'a gitti ve : «Ya Ebâ Süryani Muhammed'den işittiklerin hakkında fikrin nedir, öğrenebilir miyim» diye sordu. O da : «Vallahi ondan çok şeyler duydum, kimini anla­dım, kimini anlayamadım» diye cevap verdi. Ahnes de: «Vallahi ben de se­nin gibi..» dedi. Sonra kalkıp Ebû Cehl'e uğradı. Aynı şeyi ondan sordu. Ebû Cehl şunları söyledi: «Bizimle Abdülmenaf oğulları, şeref hususunda yarıştık; onlar da bunu arzufadı, biz de arzuladık. Onlar bu şerefi taşımak istediler, biz de taşımak istedik. Onlar bu uğurda bir şeyler verdiler, bizler de verdik. Derken bu konuda atbaşı gittik. Şimdi ise, onlardan biri çıktı, gökten vahiy aldığını söylüyor. Burxi ne zaman biz erişebiliriz? Onun için hiçbir zaman Muhammed'e inanmayacağız ve O'nu tasdik etmiyeceğiz.».

İşte ilgili âyetlerle, böylesine kalpleri ilâhî hidâyete karşı örtülü tutu­lan, kulaklarına ağırlık konan idraksiz müşriklerin durumu açıklanıyor. Bir­kaç günlük sahte gurur, avutucu şerefin insanları nasıl kör ve sağır et­tiğine parmak basılarak dünya hayatını çok iyi anlamamız ve hikmetini kavramamız isteniliyor. [102]

 

Kulakları Ağırlaştıran, Kalpleri  Körelten Sebepler

 

«Ko'P'eri üzerine, O'nu anla­malarına engel kılıflar geçiririz (perdeler örteriz); kulaklarına da bir ağır­lık koyarız.»

Şartlanmışlıkfa birleşip bütünleşen inkâr ve inat kulaklara ağırlık ve­rir; imân ve irfanla ilgili sözler bu durumda olanların sadece nefret ve küf­rünü artırır. Maddeyi tek amaç seçtikleri için de kalpleri köreljr de kutsal değerlerin ışığını görmez olurlar. Artık haktan yana hiçbir söz öylelerine tesir etmez. Zira zıtiarın aynı kalpte ve kafada birleşmesi çok zor, hattâ birçok konularda imkânsızdır. Hele o zıtlar bir de hak ile bâtıl, doğru ile eğ­ri olursa..

Bu düzeyde basiretsizliğin bir ucu da, sünnetullahı anlamamaya, be­şer için çizilen hayat plânını bilmemeye dayanır. Çünkü gerçekten sünne-tullahın değişmeyen ölçüleri ve kıstasları vardır. Onlardan biri de, olay­lar karşısında duygudan sıyrılmak, kin ve nefreti bir tarafa itmek, indî de­ğerlendirmeyle yetinmemektir. Sünnetullah hemen her konuda aklın, id­râkin, sağduyunun ve gerçek belgelerin ortaya konulmasını ister. Hilkat kanunu, ruhun uyum sağlayacağı, vicdanın huzur duyacağı şart ve orta­mı beraberinde getirir. Bu iki ölçüden sapma ve saptırma, insanı bâtılın boğucu havasına sürükler. O bakımdan gören gözler göremez olur; işiten kulaklar ağırlaşır ve anlama yeteneğinde olan kalpler anlayamaz olur.

İlgili âyetle, «Kalplerinin üzerine kılıflar geçiririz; kulaklarına da ağır­lık koyarız» mealindeki açıklama bu manaya işarettir. [103]

 

Allah Birliğine Karşı Tepki

 

«Kur'ân'da Rabbının birli­ğini andığın zaman nefretle arkalarını dönüp giderler.»

Allah'ın birliğine imân : Güzel ahiâk ve sağlam itikat birliğini; eğitim ve öğretimin sağlam temelini oluşturur. Nefisten kaynaklanan şehvet, ihti­ras, kin, düşmanlık ve benzeri kötü eğilimlerin iyiliğe dönüşmesini yani meşru sınırlar içine alınmasını sağlar. Sınırsız hürriyet arzusunu frenle­yip onu yararlı düzeye getirir. İnsan haklarını insan ruhuna ezelde yerleş­tirilen din ve Allah duygusuna uygun biçimde korur.

Allah'ı inkâr ise, bunların hiç birine iltifat etmez. Zira küfür dinî ahlâ­ka değer vermez. Sorumluluk duygusuna kapı açmaz. Kişisel çıkarı ön plâna alır. İnsan haklarını korumayı sınıf kavgasına yol açacak şekilde hedefinden saptırır.

O bakımdan Allah'ın varlığından ve birliğinden söz eden hiçbir mür­şide kulak vermez; ortaya konulan hiçbir belgeyi kabul etmez. Nitekim il­gili âyetle konu değerlendirilirken inkarcının bir bakıma karakter yapısına dikkatler çekiliyor. [104]

 

Hz, Muhammed'e (A.S.) «Büyülenmiş» Sözünü Yakıştıranlar

 

«Zâlimlerin, «siz ancak büyü­lenmiş bir adama uyuyorsunuz» dediklerini çok iyi biliyoruz.»

Câhil müşrikler, mu'cizeyle sihri, nübüvvetle büyüyü birbirine karıştı­rıp yalan ve iftira çarkını durmadan döndürüyor, zihinleri bulandırmaya ça­lışıyorlardı. Oysa Peygamberin (A.S.) getirdiği hakikatlerin büyü ve sihir ile yakından, uzaktan hiçbir ilgisi, benzerliği yoktur. Aynı zamanda kendisi de büyülenmiş veya aklî dengesi bozulmuş bir kişi değildi. Tebliğ ettiği ilâ­hî beyânlar, dehanın en yüksek noktasında bulunan bir âlimin ortaya ko-yamıyacağı, akademik bir çalışmanın benzeri bir sistem getiremiyeceği ka­dar mükemmel ve kusursuzdur. O bakımdan Hz. Muhammed'e (A.S.) ya­kışan en uygun sıfat, Allah'ın lâyık gördüğü «nebî» ve «resul» sıfatlarıdır.

Büyünün ana çizgileri :

a)  Şeytan ve cin gibi, gizli güçlerin aracılığına başvurulur.

b)  Belli bir kişiyi, belli bir'konuda tesir altına almayı, duygu ve dü­şünceleri kötü bir sonuca yönlendirmeyi amaçlar.

c)  Parçanın üstündeki tesirin bütünü üstündeki tesirle aynı olduğunu iddia eder. O bakımdan büyücü, büyülemek istediği kimsenin ya sacından bir iki kıl koparılmasını veya tırnağından bir parça elde edilmesini ister.

d)  Elde edilen bu iki parçadan biri üzerinde birtakım afsunlar okuyup sabuna veya demir parçasına bağlar. Erimeyen bir madde ise, ateşe atıl­masını ve öylece tesirinin sonucunun beklenmesini telkin eder.

e)  Büyünün yüksek ahlâk, ilim, irfan, fazîlet, aile düzeni, kamu yararı, sosyal adalet, âhiret, hesap ve ceza ile hiçbir ilgisi yoktur. Tamamen ipti­daî bir buluş ve yöntemdir. Gerçeğe yakın olan hiçbir yanı yoktur. Sadece büyücünün, büyülemek istediği kimse üzerinde ruhsal bir etki doğurması söz konusudur. Zira bazı kişilerin bazı hususlarda ruhî bir tezahürde bu­lunup düşünce ve duygu üzerinde birtakım tesirler meydana getirebileceği bilinmektedir. Böyle bir tesir kişiyi ne bilgili, ne âlim, ne peygamber, ne de veli yapabilir.

Peygamberliğe gelince: O bütünüyle ilme, yüksek ahlâka, sosyal dü­zene, manevî değerlere, uhrevî gerçeklere yönelik kutsal bir görevdir ve tamamıyla ilâhî vahyin eseridir. Amacı ise, mutlu, huzurlu ve düzenli bir hayatı gerçekleştirmek ve onu âhirette mutlak saadete vesîle kılmaktır. Gücünü, cinden, şeytandan değil, ilâhî kudretin tecellîsinden alır.

İslâm'ın ilk yıllarında putperest Arapların büyücülükle yakından ilgi­leri vardı. O bakımdan büyücüye, kâhine, yani gaipten haber verene rağ­bet edilir ve her yerde onlar aziz tutulurdu.

Araplarda daha çok tütsüleme, tılsım yapma, üfleme, yıldızlara bakıp gelecekten haber verme; yatay ve dikey olarak içindeki sayılar toplandı­ğında aynı rakamı bulan kareler çizme revaçta idi.

İslâm Dini, getirdiği ilâhî hakikatlerle bunların hepsini haram kılıp kö­künden yasaklamış ve inananları o gibi hurafelerden kurtarmıştır.

Günümüzde bazı kimselerin hâlâ büyücülere rağbet etmeleri, yazı bi­le yazmasını dosdoğru bilmeyen cahil muskacıların eşiklerini aşındırma­ları; gaipten yalan, yanlış haber veren kâhinlere inanmaları çok düşündü­rücüdür. Zira toplumun sadece ilim ve teknikte ilerlemesi, ekonomik yönden güçlenmesi yeterli değildir. Bunlara paralel olarak ciddi şekilde dinî eğiti­me ve öğretime ihtiyaç vardır. Sözünü ettiğimiz kimselerin çoğu günün gelişen ilim ve tekniğinden yararlanmakta ve medeniyetin birçok nimet­lerinden istifade etmektedirler. Ancak Kur'ân kültürünü almadıkları için hep noksanlık içindedirler. Bu nedenle de, birtakım hurafelere, bâtıl inanç­lara rağbet etmektedirler.

Kur'ân-ı Kerîm bu konuda 48. âyetle cehaletin bu türlüsünü yererken hem mü'minleri, hem de diğer insanları şu sözlerle uyarıyor:

«Dikkat et, sana nasıl da misaller verdiler de bu yüzden sapıttılar. Ar­tık onlar bir yol da bulamıyacaklar.» [105]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, kendini tanımayan, kâinattaki mükemmel düzen ve düzenin bağlı bulunduğu ilâhî plânı görmeyen inkarcı maddecilerin Kur'ân okununca ona sırt çevirip nefret duydukları konu edildi. Hz. Mu­hammed'e (A.S.) «büyülenmiş» diyecek kadar aklını, mantığını ve idrâkini kaybetmiş müşriklerin hemen her devirde bulunabileceğine işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, inkarcı müşriklerin öldükten sonra dirilip ikinci hayata kalkmaya inanmadıkları konu ediliyor. Sonra da Allah'ın bununla ilgili ezelî plânından söz edilerek insanları hiç yok iken yaratıp vücuda ge­tiren Cenâb-ı Hakk'ın örnek ve modeli ortada olan insanları öldüklerin­den sonra diriltip kaldıracağında şüpheye mahal olmadığı hatırlatılıyor. [106]

 

Meali:

 

49— Biz kemik (yığını) ve ufalanıp toz haline geldiğimiz zaman, biz mi yepyeni bir yaratık olarak dirilip kaldırılacağız? derler.

50-51— De ki: «İster taş olun, ister demir; isterse gönlünüzde büyü­yen başka bir yaratık olun, (mutlaka diriltilip kaldırılacaksınız).» «Bizi kim diriltebilecek?» diyecekler. De ki: «Sizi ilk defa yoktan var edip yaratan..» Böylece hemen arkasından sana başlarını sallayacaklar ve «ne vakit bu?» diyecekler. De ki: «Yakında ofuvermesi umulur.»

52— O (yüce kudret sahibi) sizi çağıracağı gün övgüyle koşacaksınız ve (kabirlerinizde ya da Dünya'da) pek az bir süre kaldığınızı sanacaksı­nız.

 

İlgili Hadîsler

 

«Lâ ilahe illallah, ehline kabirlerinde yabancılık yoktur. Şu anda san­ki ben Lâ ilahe illallah ehliyle beraberim de kabirlerinden kalkıyorlar, baş­ları üzerindeki toprağı silkiyorlar ve Lâ ilahe illallah diyorlar.»

Diğer bir rivayette ise, hadîsin son kısmında şu cümleye de yer veril*

mistir: «Bizden üzüntüyü gideren Allah'a hamd olsun, diyorlar.» [107]

«Âdemoğlunun vücudunun hepsini toprak yiyip bitirir. Ancak kuyruk sokumundaki küçücük (yuvarlak) kemiği değil. İnsan ondan yaratıldı ve yine ondan oluşup meydana gelecek.» [108]

Açıklama :

Kuyruk sokumunun ucundaki küçücük biiya şeklindeki kemiğin hilka­tin çekirdeği olduğu ve öldükten, toprak olup belirsiz hale geldikten sonra kıyamet gününde o kemikten yaratılacağımız belirtiliyor. Bu konuda henüz ilmî bir çalışma yapılmamıştır. Ancak ilk akla gelen şudur; Sözü edilen ke­mik yandığı veya bir hayvan tarafından yenilip belirsiz hale geldiği takdir­de durum ne olur? Nitekim öteden beri bazı gayr-i-müslim ülkelerde ölü­ler yakılmakta ve insan vücudu bir avuç küt haline dönüşmektedir. Tabii bu arada adı geçen küçücük kemiğin de yanıp kül olduğu bir gerçektir. O halde hadîsin asıl yorumu ne olabilir? Burada kesin bir hüküm verebilmek için zaman çok erkendir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu konuda ilmî hiç­bir çalışma yapılmarmştır. Kemiğin özünde yer alan genler ve maya hatıra gelebilir; ruhanî bir nüve taşıdığı söylenebilir. [109]

 

Dört Önemli Husus

 

İlgili âyetlerle, imânın temelini oluşturan dört önemli husus üzerinde duruluyor: İlahiyat, Nübüvvet, Öldükten sonra dirilip kalkmak, Kaza-Kader.

Bir bakıma İslâmiyetin özeti olan bu dört madde ile selîm akla, geliş­miş viedana, sağ duyuya sesleniliyor. Zira ilahiyat nübüvvetle ilgilidir. İkin­ci hayat, nübüvvetin temel konusudur. Kaza ve kadere inanmak bu üçü­nün tabii ürünleri ve tamamlayıcı parçalarıdır, [110]

 

Yeni Bir Yaratık Olarak Dirilme Olayı

 

«Biz kemik (yğmı) ve ufalanıp, toz haline geldiğimiz zaman, biz mi yepyeni bir yaratık olarak di­riltilip kaldırılacağız?! derler.»

Bilindiği gibi, vücudumuz kâinatın bir parçasıdır. Özel biçimde organize edilmiştir. Bununla beraber kâinatın geri kalan bölümlerindeki carî kanunlara tabidir. Çünkü vücudumuz içinde bulunduğu fizikî muhitle aynı elementlerden oluşmuştur.

Bizi özel şekilde oluşturup meydana getiren bir kanun ve o kanunun bağlı bulunduğu bir plân mevcuttur. Şüphesiz bu kanun kendiliğinden mey­dana gelmemiştir. Her yönüyle bizi muhite uydurmakta ve belirlenmiş bir programa göre yaşamamıza imkân vermektedir. «Meselâ gırtlağın ön ta­rafında bulunan ve salgısını kana veren kalkanbezi (tiroit), damarlara ti­roksin ifraz etmezse ne zekâ, ne iyiyi kötüden ayırma duygusu, ne güzellik hissi, ne de dinî inanç ve kutsal değerlere saygı düşüncesi kalır. Vücuttaki kalsiyumun azalıp çoğalması zihnî dengesizliğe neden otur. Kronik ayyaş­lığın tesiriyle de şahsiyette ikilik meydana gelir.» [111]

Bütün bunlar neyi göstermektedir? Vücudumuzu belli şartlara ve plâ­na göre organize edip düzen ve dengede tutan çok mükemmel bir progra­mın varlığını ve o programın yürütülmesini sağlayan çok yüksek bir kud­retin mevcudiyetini isbat etmiyor mu? Gırtlağın ön tarafındaki kalkanbezi-nin bir an yüklendiği programı yerine getirmediğini düşünelim, vücut de­nilen o akıl üstü sistemin birtakım özelliklerini kaybedeceği ortaya çıkar.

Özetliyecek olursak, şöyle diyebiliriz: Vücudumuz su ile havadan ve­ya topraktan alınan elemanlardan oluşmuştur. Fizik ve kimya kanunları dış âlemde olduğu kadar, dokularımızın ve ruh hallerimizin iç âleminde de câridir.

Gerçek bu olunca, bizi su ve havadan veya topraktan alınan eleman­larla oluşturup ruhla birleştiren bu ilâhî kanun, bir gün yine ruhumuzla be­denimizi ayırıp çözer ve her elemanı geldiği yere çevirir. Çünkü bu da aâri bir kanundur ve her canlı ister-istemez bu kanuna bağlıdır.

O halde bizi oluşturan ve sonra yine çözüp eski haline getiren câri bir kanun mevcut olduğuna göre, bu kanunun, bir gün yine sebepler oluş­turulup bir araya getirildiğinde bizi tekrar eski elemanlardan oluşturup meydana getirmesi mümkün değil midir? Önce getirdiğini kabul ettiğimize göre, çözdükten ve modeli kurulduktan sonra neden meydana getireme-sin? Kur'ân bu gerçeğe işaret ediyor ve bu soruyu hemen cevaplıyor: «De ki: İster taş otun, ister demir; ister gönlünüzde büyüyen başka bir yaratık olun, (elbette diriltilip kaldırılacaksınız). «Bizi kim diriltecek?» diyecekler. De ki: «Sizi ilk defa yoktan var edip yaratan..»

Tekrar belirtelim ki, biz âlemdeki nizama bağlıyız ve tabiiz. Bu nizamı şaşmaz kanunlarıyla yürüten ilâhî kudret, bütün sebepleri, vasıtaları, illet­leri kendinde taşımaktadır ve bunları belli bir plân ve programa göre yü­rütmekte, sirast gelince hükmünü icra etmektedir. [112]

 

İster Taş Olun, İster Demir

 

<<De ki: 'ster tas o!un' ister demir..»

Kur'ân, insanın yeniden yaratılacağını açıklarken dikkatleri önemli iki konuya çekiyor; böylece dinin bu alandaki haberini ilmî açıdan değerlen­dirme sezişini uyandırıyor. Ölmüş bir bedenin elemanları toprağa düşünce değişerek gübre olmakta, toprağı verimli kılmakta ve başka canlıları, mil­yarlarca bakterileri meydana getirmektedir. Bir yanardağdan çıkan püs­kürüklerin arasında beden denilen madde onunla birlikte taşlaşıp fosille­sin Madensel bir püskürüğün içine düşünce onunla birlikte madenlesin

O halde insan ölünce bedeni neye dönüşürse dönüşsün, önemli de­ğildir. Çünkü yaratan kudretin koyduğu kanunlar, belli elementleri bir-araya getirip şekillendirir. Çünkü o kanun her zaman faal durumdadır ve câridir. Bir bedenin ilk hücrelerini biraraya getirme söz konusu değildir. Hücreleri ve canlılık vasfını oluşturan elementleri bir araya getirip şekil­lendirme söz konusudur. Zira ölmeden önce de canlıdaki hayatın devamı­nın ölen hücrelerin yerine canlı hücrelerin geçmesiyle sağlandığını bilmek­teyiz. Öyle ki, 60, 70 yıl içinde insan vücudu birkaç defa yenilenmektedir.

Bu yenilenmeyi bilimsel olarak tesbit etmişlerdir. Öldükten sonra de­ğişime uğrayan ve başka elementlerle birleşip başka şeyleri meydana getiren hücrelerimizin yerine, tekrar yaratılacağımız gerçekleşince, yani bu husustaki ilâhî kanun tekrar harekete geçince, eskiyip değişen hücre­lerimiz değil, onların yerine yeni canlı hücreleri oluşturan elementleri bir­araya getirilip biçimlendirilecek. İlk hücrelerimiz ister taşlaşsın, ister de-mirleşsin, isterse topraklaşsın fark etmez. İlk defa modelsiz, benzersiz, ör-neksiz yaratıp şekillendiren, aynı kanunla ikinci defa -örnek ve benzeri mevcut olduğu halde- yaratıp şekiilendiremez mi? Ancak dünyada bizi oluş­turup şekillendirilen kanunun dünyadaki tecellisiyle, âhiretteki tecellisi fark­lıdır. Öyle ki, kanun aynı kudretin kanunudur, tecelli ve tezahürleri arasın­da nüans söz konusudur. [113]

 

İlâhî Çağrı

 

İlâhî çağrı, bedenleri oluşturan elementlerin belli programa göre bir-araya gelip biçimlendirme kanunudur. O kusursuz şekilde hükmünü yürü­tür. Şöyle ki: «Kün», yani «ol» emri tecelli edince, sebepler ve bağlı bu­lundukları kanunlar harekete geçer. Elementler biraraya getirilir, hücreler oluşur ve beden denilen kalıp meydana gelir.

O halde «ol» emri tecelli edince, birdenbire oluşturmaz, daha çok ilâ­hî kanunlar gereği, sünnetullah doğrultusunda sebepleri harekete geçirir.. İşte kıyamet koptuktan sonra ölenlerin yeniden diriltilip kaldırılması tama­mıyla ilâhî çağrıya bağlıdır. Zira hiçbir sebep ve kanun kendi haline bıra­kılmamıştır. Onları ezelî plâna göre, yürüten görevli melekler vardır. [114]

 

Kabirlerde Pek Az Kalındığı Sanılır

 

{vÜce kudret sâhİbi) sizi çağıracağı gün övgüyle koşacaksınız ve (kabirlerinizde ya da dünyada) pek az bir süre kaldığınızı sanacaksınız.»

Kabir âlemi ve ruhlar hakkında ilgiii âyetle bize bir ip ucu verilmekte ve ilâhî adaletin şaşmazlığını, sünnetullahın ona göre konulduğunu bildir­mektedir.

«(Kabirlerinizde ya da dünyada) pek az bir süre kaldığınızı sanacak­sınız.» mealindeki âyet az değişik ifadeyle Kur'ân'ın yedi yerinde anılmış­tır. Böylece Cenâb-ı Hak âhirete nisbetle" dünya hayatının çok kısa oldu­ğunu, hem de kabir âleminde bir bakıma zaman kavramı ortadan kalktığı için çok az bir süre sanılacağım aydınlatıcı bilgi olarak veriyor.

Bilindiği gibi, zaman ve mekân kavramları madde alemiyle İlgilidir. Diğer bir tabirle bu iki kavram da nisbî ve izafîdir. Ruhlar ilâhî kudretin nu-ranî tezahür ve tecellisiyle yaratıldığı için zaman ve mekân kaydıyla bağlı değillerdir. Ayrıca kabir, yani berzah âlemine intikal edince, maddeden tamamen sıyrılmakta ve dünyada edindiği bilginin dışında, dünyayla ilgisi, yine maddesel yönden kesilmektedir.

Berzah alemindeki nîmet, ya da azabın ruhu meşgul etmesi ne kadar uzun olsa bile, çok az bir zaman parçasında tezahür eder gibi anlaşılır. Tıpkı güneş sisteminin mikro modeli olan atom, bir mikro film gibi, büyük küçültülmüş, uzun bir devre çok kısa bir zaman parçasına sığdırılmış olur. Bunun keyfiyetini tam Kavramak mümkün olmadığından biz biraz kolay antaşılsın diye mikro modelleri misal olarak veriyoruz. Çünkü dev bîr sistemi rakama sığmayacak kadar biçimde küçültüp maddenin en küçük parça-' sıyla modellendiren yüee kudret, şüphesiz ki milyarlarca yıllan bir günlük veya bir saatlik zamana sığdırmaya kadirdir. Peygamberimizin (A.S.) Mi'raç'ı da bunun örneklerinden bindir. Milyarlarca yılda katedilmesi müm­kün olmayan Sidretü'l-Münteha'ya çok kısa bir süre içinde varıp döndü­ğü kesindir. Birçok olayları rüyada bir anda görmemiz gibi.. Eğer o geçe maddeyi aşıp mâna âleminde bir süre geciktirilseydi, dünyanın ömründen^ binlerce yıl gelip geçmiş olurdu ve döndüğünde başka bir dünya ile kar­şılaşırdı. Zira Cenâb-ı Peygamberin (A.S.) o gece bedeni bütünüyle ruhî yapısına dönüşmüş ve o bakımdan tamamen ruhlaşmıştı. Bu yönden za­man kavramı bir bakıma ortadan kalkmış bulunuyordu.

İşte kabir, berzah ve ruhlar âlemi de böyle. Kıyamet kopunca ruhlar bir veya birkaç saat, ya da gün eyleştiklerini sanırlar. Böylece milyonlarca yıl önce ölenlerle yeni ölenler arasında fark katmamakta, bir anda aynı düzeye gelmektedirler. O sebeple biri çok azap görmüş veya daha çok nî-mete erişmiş, biri daha az azap görmüş veya nîmete kavuşmuş söz konu­su olmaz ve kimsenin de buna itiraz etmesine gerek kalmaz.

Şunu da unutmayalım ki, bu az bir süre kalmanın kabirlerde değil de dünyayla ilgili olduğunu söyleyenler de vardır. Ancak birinci yoruma ağır­lık verilmiştir. [115]

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in Mi'rac gecesi az da olsa bir süre içinde seyretmesi, daha çok madde âlemini asmasıyla ilgilidir. Mâna âleminde artık süre kavramı söz konusu değildir. Berzah ve ruhlar âlemleri, her ba­kımdan mâna alemiyle ilgili olduklarından, bir bakıma zaman kavramıyla bağımlı değillerdir. [116]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle âhirette meydana gelecek dirilme, hesap ve ebe­dî hayata intikale inanmayan müşriklerin Kur'ân'a nasıl sırt çevirdikleri ko­nu edildi. Sonra da ilâhî kudretin hilkat kanununu oluşturup harekete ge­çirmesinde bir zorluğun söz konusu olamıyacağı üzerinde duruldu.

Aşağıdaki âyetlerle, gerek beşerî münasebetleri sürdürürken, gerek dinî hakikatleri teblîğ ederken, sözün en güzelini söylememiz emrediliyor. İnsanların arasına soğukluk sokmak ve fitne havası estirmek için şeytanın, devamlı sert ve kaba davranmayı fısıldadığına işaretle, aklı eren kim­selerin insanın düşmanı olan şeytana değil, hakikî dost olan Allah'a uyma­larının gereği belirtiliyor.

Sonra da peygamberlerin hepsinin hürmete lâyık oldukları, ancak ilâ­hî emirleri teblîğ ve insanları irşatta, onlardan bir kısmına daha geniş yet­ki verildiği, o bakımdan diğerlerinden üstün tutulduğu açıklanarak Allah'­ın elçileri hakkında yanlış bir inanca sahip olmamız önleniyor. [117]

 

Meali:

 

53—  Kullarıma de ki: Sözün en güzelini söylesinler. Çünkü şeytan aralarını bozmaya çalışır. Şüpheniz olmasın ki, Şeytan insanın açık bir düş­manı olarak bulunuyor.

54—  Rabbiniz sizi daha iyi bilir. Dilerse size merhamet eder, dilerse size azap eder. Biz seni onlara vekil olarak göndermedik.

55—  ve Rabbin göktekileri ve yerde olan kimseleri daha iyi bilir. And olsun ki, peygamberlerin bir kısmını bir kısmından üstün kıldık; Davud'a da Zebur'u verdik.

 

İniş Sebebi

 

Araplardan yontulmadık bir adam, Hz. Ömer'e (R.A.) sövüp saydı. Ömer (R.A.) karşılık vermedi. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [118]

Diğer bir rivayet:

Putperest müşrikler, Müslümanlara sözlü ve eylemli eziyette bulunu­yorlardı. Bunun üzerine yukarıdaki âyetlerin indiği söylenir. Böylece mü'-minlerin müşriklere karşıda olsa sözün en güzelini söylemeleri emredil­di. [119]

Yahudiler Musa (A.S.)dan sonra peygamber, Tevrat'tan sonra da kut­sal kitap olmadığını, olamıyacağını iddia edip duruyorlardı. Bunun üzerine Allah onların yalancı olduklarını bildirerek Musa'dan (A.S.) sonra Davud Peygamber'e, hem peygamberlik, hem de hükümdarlık verdiğini, ayrıca Ze­bur'un ona indirildiğini hatırlatarak yukarıdaki âyetleri indirdi. [120]

 

İlgili Hadîsler

 

«Sizden hiç kimse silahıyla din kardeşine işarette bulunmasın. Çünkü farkında olmadan şeytan onu onun elinde ifsat eder de (o yüzden) Cehen­nem çukuruna yuvarlanmış olur.» [121]

«Müslüman müslümanın kardeşidir; ne ona haksızlık eder, ne de onu alçaltıp rezil eder. Takva buradadır, (buyurarak eliyle kalbine işarette bu­lundu).» [122]

«Peygamberler arasında (şu şundan daha üstündür diye) tafdîlde bu­lunmayın. (Şu sizin peygamberdir, bu da bizim peygamberi m İzdir. Bizimki sizinkinden daha üstündür demeyin).» [123]

«Dâvud Peygambere (A.S.) kutsal kitabı okumak hafifletilmişti. Hay­vanı eyerlemeyi emreder, henüz eyerleme işi bitmeden o okumasını ta­mamlardı.» [124]

 

Sözün En Güzelini Söylemek

 

«Kullanma de ki: Sözün en güzelini söylesinler..»

Kur'ân'm eğitici vasıflarından ve yönlendirici metotlarından biri de, karşısındaki insana -ne olursa olsun- sözün en güzeliyle hitap etmeyi tel-kîn etmesidir. Çünkü İslâm bütünüyle Hakk'a teslimiyeti emreden ve in­sana insan olduğu için değer vermeyi tavsiyede bulunan son dindir. Ger­çek müslüman ise, İslâm'ı yaşayan ve yaşatan kimsedir. O bakımdan is­lâm'ın getirdiği ilâhî sistemin dışında kalıp onu savunmak gereksiz ve an­lamsızdır.

Resûlüllah {A.S.) Efendimizin ahlâkından soran kimseye, Hz. Aişe (R.A.) validemizin, «Onun ahlâkı Kur'ân idi. Siz Kur'ân okumuyor musu­nuz?» diye cevap vermesi bize bu âyeti daha acık şekilde tefsîr etmektedir. Peygamberimiz (A.S.) hayatı boyunca Kur'ân ahlâkının dışına çıkmamış, İslâm'a gönül verip gelenleri de o kitabın potasında şekillendirerek İslâm'a kazandırmayı asla ihmal etmemiştir.

Böylece ilgili âyetle, genel anlamda insanlara hitap adabı öğretiliyor, aynı zamanda İslâmiyetin her yönüyle edep, terbiye, nezaket, saygı ve me­deniyet olduğu yansıtılıyor.

Diyebiliriz ki, bu âyet, Kur'ân'daki ahlâkî kuralların bir özeti anlamın­dadır. Her bakımdan İblîs'e ve o tinettekilere fitne, fesat, kabalık ve küs­tahlıkta bulunma fırsatı vermeyen mükemmel bir yol ve yöntemi beraberin­de taşımaktadır. Uygulandığı takdirde hem ferde, hem aileye, hem de top­luma rahmet, güven ve huzur havası estirir.

Yunus Emre ne güzel söylemiştir:   .

«Söz var kılur kayguyu şad Söz var kılur bilişi yad Eğer horiık eğer izzet Her kişiye sözden gelir

Söz ola kese başı Söz ola bitire savaşı Söz ola ağulı aşı Bal ile yağ ide bir söz»

Şüphesiz güzel söz hakkında çok^şeyler söylenmiş ve cok şeyler ya­zılmıştır. Çünkü tecrübeler göstermiştir ki, tatlı sözler, şiddetli bir öfkeye karşı en tesirli ilâç olmuştur. O bakımdan hitabet hem zevkli", hem de çok geniş ve güç bir sanattır. Aynı zamanda söz işin gölgesi, kişinin sıfatıdır. Fatih Sultan Mehmet'in şu sözü tarihe geçmiştir: «Yerinde söz söyleme­sini bilen, özür dilemek zorunda kalmaz.» Firdevsî de şu vecizeyi bizlere bırakmıştır: «Tatlı söz söyleyen, hiç kimseden kötü söz işitmez.» Öyle de­ğil midir? Tatlı sözler genellikle tatlı yankılar meydana getirirler. [125]

 

Peygamber  Vekil  Olarak  Gönderilmemiştir

 

«Biz seni onlara vekîl/dlarak göndermedik.»

V e k î I : Sıfat anlamında bir kelimedir. Arapçada biri hukukî, diğeri tefsiri olmak üzere iki ayrı manaya delâlet eder. Hukukta, kendisine veri­len işi, davayı, vekâlet verenin çıkarlarına ve haklılığına uygun olarak ye­rine getirmekle yükümlü bulunan kimse demektir.

Tefsirde ise, daha çok Allah hakkında kullanılır ve mü'minlerin duru­munu gözetip onlara sahiplik etmek, meşru işierini yürütüp başarıya eriş­tirmek, koruyup yönlendirmek gibi mânalara delâlet eder.

Peygamber (A.S.) Efendimiz bir müjdeci ve uyarıcı olup Allah'tan inen vahyi Allah'ın kullarına kusursuz şekilde tebliğ etmekle görevli bir resul­dür. İnsanları imân ve İslâm'a zorlayan bir vekîl değildir. Aynı zamanda Allah'ın kullarını her bakımdan koruyup gözeten, onlara sahip olup âhi-rette onları savunan, dünyada küfre kayanların elinden tutup çeken, ön­lerine engel koyup kötülüklere gitmelerini durduran bir bekçi veya polis de değildir. Çünkü bu saydığımız hususlar, onun görev sınırının dışında kalmakta, ilâhî inayet ve sünnet sınırına girmektedir. Peygamber (A.S.) insanları Cennet ve Cehennem'e sokma karar ve yetkisine de sahip de­ğildir. O ancak Allah'ın irâdesini bildiren vahye göre konuşur.

Tekrar edelim ki, Peygamber (A.S.)ın asıl görevi, insanları doğru yo­la irşat etmek, yani her vesileyle onlara doğru yolu göstermektir. Doğru yola eriştirmek ise Allah'a aittir. O bakımdan da Peygamberin (A.S.) in­sanlar üzerine bir vekîl kıhnmadığı Kur'ân'm yedi yerinde anılmıştır. [126]

 

Zebur, Davud Peygambere İndirilmiştir

 

«Davud'a da Zebur'u verdrk..» Musa Peygamber (A.S.), beş ulü'l-azim (büyük azim ve irâde sahibi) olan peygamberden biridir. Dâvud Peygamber (A.S.) derece bakımından ondan sonra gelir. Çünkü ona indirilen Zebur'da dinî hükümler yoktur. Sa­dece birtakım öğütler ve ilâhîleri kapsamaktadır. Aynı zamanda Davud (A.S.) peygamberlik ve hükümdarlık gibi birbiriyle zor bağdaşan, bağdaş­maları için üstün gayret ve geniş basîret isteyen iki görevi birarada yü­rütmekle yükümlü bulunuyordu. O bakımdan dinî hükümleri Tevrat'tan alıp teblîğ ederken kendisini üzecek, sabrını taşıracak saldırılarla karşılaşma­mıştır. Musa Peygamber ise, sadece Tevrat'ı hem teblîğ, hem de ondaki hü­kümlerin uygulanmasına ortam hazırlama göreviyle ortaya çıkmıştı. Fir'avn gibi, üâhhk iddiasında bulunan azılı müşriklerle, hak bilmez, hukuk tanı­maz inkarcılarla mücadele etmek zorunda kalmıştı. Bu nedenle de Musa Peygamber'in (A.S.) derecesi ondan daha yüksek idi. Ama ikisi de hür­mete lâyık peygamberlerdir.

Yahudilerin durmadan Musa Peygamberi bütün peygamberlerden üs­tün saymaları, Dâvud Peygambere ayn bir üstünlük atfetmeleri ve Musa'­dan sonra peygambere gerek kalmadığı, Tevrat'tan başka kutsal kitap in-dirilmediği iddiaları son derece çelişki arzediyordu. Çünkü Davud Pey­gamber, Musa Peygamberden sonra gönderilmiş ve Zebur da Tevrat'tan sonra indirilmiştir. Dâvud Peygamberden sonra da İsrail oğullan'na bir çok peygamberler gönderildiği de reddi mümkün olmayan tarihî gerçeklerdir.

Onun için Kur'ön ilgili âyetle Yahudilerin iddialarının gerçekten çok uzak olduğunu belirterek Dâvud Peygamber'den ve Zebur'dan söz ediyor.

Ayrıca Zebur'da (ilk orijinal nüshasında) son peygamber Hz. Muham-med'in (A.S.) geleceğinden, ümmetinin de ümmetlerin en hayırlısı olduğun­dan söz edildiği birçok tefsîrlerde belirtilmektedir.

Kitab-ı Mukaddes'te Zebur, «Mezmurlar» ismiyle anılır ve «Ne mutlu­dur o adam ki, kötülerin öğüdü ile yürümez» cümlesiyle başlar. «Bütün ne­fes sahipleri Rabbe hamd etsin. Rabbe hamd edin..» sözleriyle biter. Ta­mamı 88 sahifedir. [127]

 

Peygamberler Dünya İşlerini De Düzene Sokma Görevini Taşıyorlar Mıydı?

 

İslâm Dinini iyi araştırmayan, Kur'ân ve Hadîsler üzerinde ciddi ince­lemede bulunmayan bazı kimselerin, «Peygamber sadece insanlara doğ­ru yolu gösterir ve ahlâkî kuralları teblîğ eder. Dünya işlerine karışmaz», şeklinde görüş beyân etmeleri sık sık duyulmaktadır. Mekkeli müşrikler ve Medineli Yahudilerden bir kısmı da buna benzer iddialar ortaya atarlardı.

Cenâb-ı Hak, peygamberlerin, özellikle son peygamber Hz. Muhammed'in (A.S.) insanların dünya ve âhiretierini düzene sokacak, onları doğruya ir­şat edecek, aile ve toplum hayatlarını yönlendirecek birçok esaslarla gön­derildiğine işaret etmekte ve daha önce omuzlarında hem hükümdarlık, hem peygamberlik gibi iki ağır görevi birden taşıyan Davud Peygamberi misal göstermektedir. [128]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, insanlara hitap ederken sözün en güzelini söy­lememiz emredildi. İslâmiyetin edep, terbiye, nezaket ve medeniyet hava­sını getiren son din olduğuna işaretle mü'minlere dini teblîğ hususunda na­sıl hareket etmeleri gerektiği öğretildi. Sonra da peygamberlerin yalnız âhiret ve ahlâk konularını teblîğ ile sınırlı tutulmadıkları, dünya ve âhiret işlerini düzene koymakla görevli bulundukları konu edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ı bırakıp birtakım cisimleri ilâhlaştırmanın insana yakışmadığı anlatılıyor. Allah'a ibâdet edilirken başkalarını vesîle edinmenin doğru olmadığına işaretle mü'minlere en sağlam bilgi veriliyor. Sonra da Tevhîd İnancı çizgisinden sapıp Allah'ı unutan milletlere dikkat­ler çekiliyor. Sırası gelince mutlaka bu hatalarına ve sapıklıklarına karşı ilâhî te'dibin ineceği haber veriliyor. Sonra da mu'cizelerin tecelli sebebi üzerinde duruluyor ve Kur'ân'da lanetlenmiş ağaçtan söz ediliyor. [129]

 

Meali:

 

56— De ki: AMah'tan bo?ka ilâh diVe id<*iö ettiklerinizi çağırın; (gö-receKsınız k.) ne sizden sıkıntıyı giderebilirler, ne de onu değiştirebilirler.

57— İşte onların yalvarıp durduklarından Rablerine hangisi daha yo-Kinsa, onunJa (yaklaşmak için) yesîle ararlar; onun rahmetini umarlar, aza­bından korkarlar. Çünkü Rabbir» azâb. korkulup sakımlmaya elverir

58— Hiçbir şehir-kasaba yoktur ki, biz onu Kıyâmet'ten önce yok et-miyelim veya şiddetli bir azaba uğratmıyalim. Bu, o kitap (Levh-i Mah-fûz)da yazılı bulunuyor.

59—  Bizi âyetler (mu'cizeler ve açık belgeler) göndermekten alıko­yan, ancak öncekilerin o âyetleri yaianlamasıdır. (Meselâ) Semûd kavmine deveyi gözle görülür biçimde verdik, ona zulmettiler. Halbuki biz o âyetleri ancak korkutmak için göndeririz.

60—  Hani biz sana, Rabbin gerçekten bütün insanları (ilmiyle, kud­retiyle, saltanatıyla, tedbir ve tasarrufuyla) kuşatmıştır, demiştik. Sana gös­terdiğimiz görüntüyü (ya da rüyayı) ve Kur'ân'da lanetlenmiş ağacı sadece insanlara bir fitne (imtihan) kıldık ve onları (böylece) korkuturuz; bu da onlarda büyük bir taşkınlık ve azgınlıktan başka bir şey artırmaz.

 

İniş Sebebi

 

Mekke'de şiddetli bir kuraklık ve kıtlık başgösterdi. O kadar ki, halk açlıktan kedi ve köpekleri yiyecek duruma geldi. Çoğu bunalıp ne yapa­cağını şaşırdı. Bu arada Hz. Muhammed'in (A.S.) duasının makbul olduğu­nu bildikleri için ona gelip hallerini anlatmak zorunda kaldılar. Sıkıntıları­nın giderilmesi için duâ etmesini istediler.

Bunun üzerine 56. âyet indi. [130] İbn Abbas (R.A.) diyor ki:

«Mekke halkından bir grup insan toplanıp Peygamber (A.S.) efendi­mize geldiler ve «Safa tepesini altın yap ve Mekke'yi kuşatan şu dağlan kaldırıp ziraate elverişli arazi meydana getir!» diyerek birtakım yersiz ve anlamsız tekliflerde bulundular. O sebeple 59. âyet indirildi. [131]

Ebû Cehl, «Muhammed, taşları bile yakacak bir ateşle bizi korkutu­yor ve sonra da o ateşin içinde zakkum ağacı yeşerdiğini söylüyor. Oysa zakkum sadece hurma ve üstündeki kaymaktır» dedi ve sonra cariyesine seslenerek : «Ey Cariyem! Bana biraz zakkum getir de yiyeyim» diyerek Kur'ân ile alay etti. Bunun üzerine cariyesi ona bir miktar hurma ve hurma kaymağı getirdi. Ebû Cehl, arkadaşlarına «haydi zakkumlanın. Çünkü Mu­hammed sizi bununla korkutuyor» dedi. O sebeple 60. âyet indirildi. [132]

 

Allah'a Yaklaşmak İçin Vesîle

 

'?te on|ann yalvarıp durduklarından Rablarına hangisi daha yakınsa, onunla (yaklaşmak için) vesile ararlar..»

Kur'ân ilgili âyetlerle, «ilâhlar» diye tapılan putların hiçbir şeye güç­lerinin yetmediğini, âciz cisimler olduklarını açıkladıktan sonra, putperest­lerin çoğunun Allah'a yakın olmak için putlarını aracı kabul ettiklerini konu ediniyor. Bunun sebebi gayet açıktır. Şöyle ki : Peygamberlerin bile insan­ları doğru yola iletme yetkilerinin bulunmadığı, kimlere azap edileceğine, kimlerin de ilâhî rahmete lâyık bulunduklarına karar verme salâhiyetini hâiz olmadıkları bildirilerek, Allah ile peygamber arasına konulan sınır belirlenmektedir. Gerçek bu olunca da putların, bâtıl ilâhların hiçbir za­man vesile olamıyacakları kesindir. İşte ilgili âyetle bilhassa bu hassas noktaya parmak basılarak insanlar uyarılıyor.

İlgili âyetten çıkarılan hükümler:

1—  Peygamberlerin görevi, açık tebliğdir. Doğru yofa iletmek ve eriş­tirmek ise, Allah'a aittir.

2—  Peygamber ne koruyucu bir bekçi, ne gözetip denetleyici bir mu­rakıptır. Aynı zamanda kimilerini Cennet'e sokmak, kimilerini de Cehen-nem'e lâyık görme vekâletini taşıyan bir vekîl de değildir; sadeoe ilâhî rahmetin ve ebedî saadetin müjdecisi, dünya ve âhiret azabına karşı kor­kutan bir habercidir.

3—  Peygamber {A.S.) Efendimiz ekme! mertebede bulunduğu halde, yukarıda belirtilen birtakım yetkileri ve ilgili sıfatları kendinde taşımadığı­na göre, onun ümmetinden de hiçbir mürşit ve âlimin o sıfat ve yetkilere sahip olamıyaçağı kendiliğinden ortaya çıkar.

4—  Aliah ile kulları arasında vesîle yoktur; ilâhî buyrukları dosdoğru insanlara tebliğ eden, onları hakka irşat eden, dünya ve âhiret huzur ve güvenini sağlamaya çağıranlar vardır.

5—  Kâmil mürşitler vesîle olmadıklarına göre taştan, ağaçtan yapı­lan putlar vesîle olabilirler mi?

6—  Putperestlerin çoğunun fahiş yanılgı ve derin gafletleri şudur: Allah'ı az-çok bildikleri, O'nun rahmetini umup azabından belli bir ölçüye göre korktukları halde, O'na yakın olmak arzusuyla putları aracı kabul et­melerine dair ellerinde İnandırıcı hiçbir belgenin ve bilginin olmadığı kesindir. Ne var ki, baba ve dedelerinin yoluna körü körüne uymaları onları böy­lesine bir çıkmaza sokmuştur. [133]

 

Her Medeniyet, Önceki Medeniyetlerin Enkazı Üzerine Kurulur

 

Zaman her şeyi törpüieyip tüketmektedir. Öyle ki, doğan ölüyor, yeni eskiyor, çıkan iniyor, kalkan düşüyor. Her yükselişin mutlaka bir inişi olu­yor. Oluşta olduğu gibi duran bir şey yok. Hayat çizgisinde ölmezlik söz konusu değildir, Şu dünyada sonsuz ikbal peşinde koşanlardan ciddi bir iz yok.

Endülüslü şair Salih b. Şerifin dediği gibi:

«Zaman değişmek bilmez kesin ölçülü ve hükümlüdür. Zaman bu, ona ne kılıç kını dayanır, ne de meşhur kalelerin sultanları..»

«Nerede, de bana, o taçlı hükümdarları Yemen'in?

De bana, onların taçlar içinde taç olan taçları neoldu?»

«Şeddad'ın oennet diyerek kurduğu saraylar ülkesi İrem; Saşanilerin ebedî sandığı devleti ne oldu?

«Altınları yığdı yığdı bir dağ yaptı Karun.

Hani Âd, hani Adnan, hani Kahtan, dünya nimetlerinin köpüren

yurdu?»

«Reddi mümkün olmayan bir hale uğradılar; Bir masai oldu onfar. Bir varmış bir yokmuş.

Bir toz toprak bulutu...»

İşte böyle ilâhî sünnet hep işleyip durmaktadır. Medeniyetler yıkılır, ülkeler yok-olur. Mağrurların başlan yerlere eğilir. Taht ve taç uğruna kan döküp kan içenler birer masal olur.

Sünnetullahın kudretli eli, eskiyen ülkeleri yıkıp yerlerine yenilerini koydurur. Hiç bir millet sonsuza dek yaşama şansına sahip olmaz. Azıp sapıtan, haklan çiğneyip kutsal değerleri yok eden ülkelerin ise, zevalleri çok daha çabuk olur. Ne var ki, bütün bu .ibretli olaylar, kaptanların seyir defterlerinde yer alan korkunç olaylar gibi kâğıt üzerinde kalır..,

Cenâb-ı Hakk'ın andı vardır: Her medeniyet yıkılıp yok olaeak, ya da şiddetli bir azaba uğrayıp ilk durumuna gelecek. Kıyamet gelmeden her ülke mutlaka bu iki akıbetten birini görüp tadacak..

Çünkü her millet kendi kaderini çizmektedir. İnsanoğlu bu, çok bulun­ca şımarıp tuğyan eder. Kaybedince ye'se kapılıp umutsuzlamr. İlâhî tak-dîr bütün bu olayları önceden tesbit edip yazar ve yazdığı gibi de ortaya çıkar.. [134]

 

Acık Âyetlere Rağmen İnkâr Devam Ederse, Ne Olur?

 

«B'zi âyetler (mu'cizeler ve açık belgeler) göndermekten alıkoyan, ancak öncekilerin o âyetleri ya­lan laması dır..»

Allah'ın câri kanunlarından biri de şudur: Azıp sapıtan, zulüm ve az­gınlığı artıran bir milleti uyarmak için -peygamberler döneminde- açık mu'­cizeler, kesinlik arzeden belgeler gönderir. Diğer dönemlerde ise, uslan-dırıcı, uyarıcı olayları arka arkaya sıralar. Tabii bu âyetlerin ve ardarda gelen uyarıların belirlenmiş birer sınırı vardır. Oraya gelip dayandıkları hal­de gafletten uyanmazlarsa, artık o milleti, sonradan gelenlere kalıcı bir misâl olacak şekilde ilâhî sünnet yok eder veya şiddetli bir azaba uğratıp perişan eder. Bunun reddi artık mümkün olmaz, inen azabı geri çevirecek bir kuvvet bulunmaz.

Mekkeli'ler, inen bunca âyet ve mu'cizelere rağmen her geçen gün az­gınlıklarını artırıyor ve Safa tepesinin altın olmasını istiyecek. kadar ölçü­süzlük sergiliyorlardı. Cenâb-ı Peygamber (A.S.) onların bu isteklerini Rabbına arzedince, kendisine verilen cevap şöyle oldu: «Peygamberim! dediğini yerine getireyim, ama oniar buna rağmen inkâr ve inatlarında ıs­rar ederlerse, sünnetim gereği onları şiddetli bir azaba uğratırım.» Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed (A.S.), insanlara olan sevgi ve sıcak ilgisi se­bebiyle isteğinden vazgeçti. Böylece Kur'ân ilgili âyetle, Semûd kavmine, istekleri üzerine gönderilen mu'cize deveyi hatırlatarak, onların, gönderi­len mu'cizeye rağmen inkâr ve azgınlıklarında ısrar etmeleri sebebiyle yok edildiklerini misâl veriyor.

Zira indirilen âyet ve tecelli eden mu'cizeden maksadın ciddi bir uyan olduğu, doğru yola davet için son bir şans anlam ve hikmetini taşıdığı ke­sindir. [135]

 

Peygamber'e (A.S.) Gösterilen Gerçek

 

«Hani biz sana, Rabfoin gerçekten insanları (ilmiyle, kudretiyle, saltanatıyla, tedbir ve tasarrufuyla) kuşatmış­tır, demiştik...»

Mi'rac gecesi Peygamber (A.S.) Efendimize temsîlî ve gayr-i temsilî birçok hakikatler gösterilmiş ve bu büyük olay insanlar için ciddi bir imti­han, ayıklanma ve süzülme olmuştu. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Mi'rac'ı ve gördüğü esrar ve hikmetlerin bir kısmını haber verince, doğru yoldan sapmış inkarcıların inkârını; inanmışların ise, imân ve irfanını artır­mıştı. Yukarıdaki âyetin son kısmında buna işaret edilerek, «Sana göster­diğimiz görüntüyü (ya da rüyayı) ve lanetlenmiş ağacı sadece insanlara bir fitne (imtihan) kıldık..» buyurulmaktadır. [136]

 

Kur'ân'da Lanetlenmiş Ağaç

 

«Ve Kur'ân'da lanetlenmiş ağacı insanla­ra bir fitne (imtihan) kıldık..»

Bu, Saffat Sûresi 62.," Duhan Sûresi 43., Vakıa Sûresi 51. âyetlerde sö­zü edilen Zakkum ağacıdır. Mealleri ise şöyledir:

«Nasıl, böyle bir nîmete konmak mı daha hayırlıdır, yoksa Zakkum ağa» cı mı? Şüphesiz ki biz o ağacı zâlimler için bir fitne (bir dert ve kaygı) kıl­dık. O bir ağaçtır ki Cehennem'in tâ dibinden çıkar. Tomurcukları (veya meyvalan) şeytanların başlarına benzer. Onlar (Cehennem'dekiler) mutla­ka ondan yiyecekler de karınlarını onunla dolduracaklar.»

«Hakikat, Zakkum ağacı, günah ve vebal taşıyanın yiyeceğidir. Pota misali, kaynar su gibi karınlarında kaynar.»

«Sonra siz, ey şaşkın sapıklar, (hakkı) yalan sayanlar! Şüpheniz olma­sın ki, Zakkum ağacından yiyeceksiniz. Karınlarınızı onunla dolduracak­sınız.»

Putperest müşrikler, Cehennem'in dibinden çıkan zakkum ağacıyla ilgili âyeti duyunca, onu alay konusu edindiler. «Ateşin içinde ağaç yeşe-riyormuş!» diyerek kalpleri ve kafaları bulandırmaya çalıştılar. Aslında kendileri ne kıyamete, ne Cennet ve Cehennem'e, ne de bu tür haberlere inanırlardı. Ne var ki bu âyet, onların büsbütün küfür ve taşkınlarını, mü'mirilerin de imân ve irfanını artırmaya yaradı. Böylece her iki taraf da çe­tin bir sınav vermiş oldu. Allah'a dosdoğru imân edenler kazandı; maddeci inkarcılar ise, kaybetti. [137]

 

Cehennem'de Yeşeren Ağaç

 

Bilindiği gibi. Cehennem, genel anlamda biri ısı derecesi çok yüksek, biri de cok düşük oimak üzere iki ayrı bölümden ibarettir. Bu iki yerde bir ağacın filizlenip yetişmesi, yetişip yeşermesi mümkün müdür? Dünyadaki mevcut hayat şartlarına göre, elbette mümkün değildir. Ama oranın yani Âhiret âleminin ölçü ve şartlarına göre elbetteki mümkündür. Bu konuyu daha iyi anlayabilmemiz ve birtakım olumlu sonuçlar çıkarabilmemiz İçin, âhiret alemindeki diğer şartları düşünmemiz gerekir, şöyle ki: Yeniden di­riltilip kabirlerinden kaldırılan insanların bedenleri oradaki hayat şartları­na göre organize edilir. Sindirim sistemi tamamıyla değişik olmakla bera­ber, kemikleri kaplayan et ve sinirler de Cehennem ateşinde yanıp kül ol­mayacak bir nitelik arzeder. Sadece et üzerindeki deri tabakası ve o yü­zeydeki sinir uçları ateşten müteessir olurlar. Bu bize neyi öğretiyor veya hatırlatıyor? İnsan vücudunu ateşe karşı son derece dayanıklı yaratan O Yüce Kudret, ateşe mukavemet edecek ağaç neden yaralamasın.. Ona kadir olan, buna da kadirdir.

Denizin dibinde tuzlu suyla devamlı temas halinde belli şartlar içinde birtakım bitkileri vücuda getiren Allah'ın bizim henüz bilemediğimiz bir­takım şartlara göre ateşin içinde mahiyetini tesbit edemediğimiz bir bitki vücuda getirmesi pekâlâ mümkündür.

Zakkum ağacının lanetlenmesi konusuna gelince: Bunun iki sebebi vardır. Birincisi, Cehennem'de bu ağacın meyvasından yiyenlerin hemen hepsi ilâhî rahmetten kovuldukları için bir bakıma lanetlenmiş sayılırlar. Lanetlenen adamlara verilen zakkum ağacında ve meyvasında da rahmet ve afiyet yoktur. O yönüyle ağaç da bir bakıma lanetlenmiş demektir. İkin­cisi, ağacın meyvası,yiyenleri rahatsız etmekten, midelerini anormal şişir­mekten ve ıstıraplarını artırmaktan başka bir şeye yaramadığı için onda ilâhî feyiz, şifa ve selâmet vasıfları yoktur. O bakımdan da lanetlenmiş bir ağaç sayılır. [138]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Allah'a ortak koşmak, O'nu inkâr edip birtakım eşyayı ilâhlaştırmak kınandı. Bu gibi sakat inançların insanın hılkatındaki azizliğe ve yüce hikmete ters düşeceğine işaret edildi. Sonra da milletle­rin hayatı konu edildi, yıkılıp yok olanların yıkılış sebepleri üzerinde dur­mamız istenildi ve arkasından mu'cizelerin tecelli nedenleri üzerinde du­ruldu.

Aşağıdaki âyetlerle, milletleri azdırıp saptıran şeytan konu ediliyor. Âdem'e secde etmediği ve kendine göre haklılığını belirtmek için çok yan­lış bir kıyasta bulunduğu anlatılıyor. Şeytanın kıyamete kadar bu ve ben­zeri kötülükleri insanların kalp ve kafalarına fısıldamaya devam edeceği, ancak hakikî mü'minfer üzerinde sultası olamıyacağı açıklanarak kendi­mizi aklımızın ve imânımızın kontrolünde tutmamız ilham ediliyor. [139]

 

Meali:

 

61—  Hani bir vakitler meleklere, «Âdem'e secde edin!» diye emret­miştik; onlar da hemen secde etmişlerdi. Ancak İblîs secde etmedi ve, «ça­murdan yarattığın kimseye secde mi ederim!» dedi.

62—  «Baksana benden üstün ve şerefli kıldığın bu da kim? Eğer be­ni Kıyamet gününe kadar geciktir irsen, and olsun ki pek azı dışında onun soyunu emir ve kumandam altına alacağım» diye ilâve etti.

63—  Allah ona: «Yıkıl da git, artık onlardan kim sana uyarsa, Ce­hennem hepinizin cezasıdır, hem de eksiksiz bir ceza..» buyurdu.

64—  «Hem onlardan gücün yettiğini sesinle yerinden oynat, süvarin­le piyadenle üzerlerine yürü; mallarına ve çocuklarına ortak ol ve onlara va'dlerde bulun; -ama Şeytan onlara aldatmadan başka bir şey va'det-mez-».

65—  «Şüphesiz ki benim  (gerçek mü'min)  kullarım üzerinde senin hiçbir sultan olamaz. Vekîl olarak Rabbin yeter.

 

İlgili Hadîsler

 

«Aziz ve Celîl olan Allah buyuruyor: Şüphesiz ki ben kullarımı bâtıl­dan uzak, hakka yönelik olarak yarattım. Sonra şeytanlar gelip onları din­lerinden uzaklaştırdılar. Benim onlara helâl kıldıklarımı haram kıldılar.» [140]

«Sizden biriniz eşiyle cinsel temasta bulunmak istediği zaman, «Bis­millah, Allahım, bizi şeytandan uzak bulundur, şeytanı da bize vereceğin nimetten uzak bulundur» derse, eğer o temasta aralarında bir çocuk ol­ma mukadderse, şeytan ona ebediyen zarar veremez.» [141]

«Şüphesiz ki mü'min, sizden biriniz devesini yolculukta zayıflatıp sis-kalaştırdığı gibi, şeytanları öylece halsiz ve mecalsiz bırakır.» [142]

 

Zıtların Sürtüşeceği Âlemi Oluşturmak

 

Yapışkan siyah balçıktan yaratılan Âdem (A.S.), hem aşağı, hem de yukarı âlemlerle ilgili sıfat ve özellikleri kendinde taşıyordu. Çünkü çamur aşağı âlem olan dünyadan; ruh ve nefha-i ilâhî ise yüce âlemdendir. Böy­lece Âdem (A.S.) ne yalnız yukarı âlemden olan melek, ne de yalnız aşağı âlemden olan hayvandır. Birbirine zıt sıfat ve özellikleri kendinde topla­yan apayrı bir varlıktır. O halde Âdem'in iki ayrı yapısına uygun iki ayrı âlemde bulunması, çok tabiidir. Ruhu ruhlar âleminde bulundu. Sonra aşa­ğı âlemden olan bedenine girip bir süre yukarı âlemden olan Cennet'te eyleştiler ve bu denemeden sonra bir süre kalıp hayatın anlam ve hikme­tini İyi kavramaları için dünyaya indiler. Cennette zıtların bulunup sürtüş­me ve tartışması diye bir konu yoktur. Melekler âlemi de öyle.. O bakımdan Âdem'in devamlı o âlemlerde kalması mümkün değildi.

Gerçek bu olunca, Âdem'in (A.S.) yukarı âlemle ilgili sıfatını melekler, aşağı âlemle ilgili sıfatını şeytanlar desteklemeli ve böylece canlı, hare­ketli bir hayata yönelmeliydi. Cennet'te böyle bir hareketin olması düşü­nülemez. Çünkü orası ebedî zevk, eğlence ve dinlenme yeridir. Âdem'in (A.S.) ineceği âlem de öylesine zıtların birbirini İzleyip sürtüştüğü bir yer olması gerekiyordu.

Cenâb-ı Hak bu ayrı ve farklı özellikte yarattığı insanı, ayrı bir âleme indirmeyi murat etti. Önce iblîs'i onun karşısına çıkardı. Anlaşmaları, dost ve arkadaş olmaları mümkün değildi. .Zira ikisinde de nefis ve şehvet ma­yası bulunuyordu. Hem toprakla ateş uyum halinde değildir. Böylece ilk adımda sürtüşme ve kıskanma başladı. Oysa Âdem'le meleklerin uyum sağlaması çok kolay olmuştu. Çünkü meleklerde nefis ve şehvet maya ve duygusu yoktur. O bakımdan kıskanma, bencillik ve ihtiras gibi aşağıla­yıcı duygular da yoktur. Hem Âdem'in ruhu melekler âlemindendir. O ba­kımdan aralarında bir yakınlık söz konusudur.

Böylece Âdem ile İblîs aşağı âlem olan Dünya'ya indirildiler. Araların­daki farklı durumlar, zıtların daha da çoğaiıp karşı karşıya gelmeleri, so­nu gelmeyen bir mücadeleye neden oldu. [143]

 

İblis, Nefis Ve Şehvete Seslenir

 

İblîs ateşten yaratıldığı için nefisten kaynaklanan şehvet ateşine yö­nelir, onun dozajını artırarak azdırıp saptırmaya çalışır. Onun için için şeh­veti tahrîk eden, nefsi kabartan her müstehcen çalgı İblis'in nağmesi ola­rak vasıflandırılır. «Hem onlardan gücün yettiğini sesinle yerinden oynat.» mealindeki âyet buna işarettir.

İblîs durmadan insanı günahlara, haramlara, Allah'tan alıkoyan şey­lere teşvîk eder; beynimize devamlı sinyaller gönderip bizi yönlendirmek ister. Karşısında sağlam imân ve onun oluşturduğu irfan ve idrâk kalesi yoksa, İblîs'in askerlerini durduracak başka bir engel olmaz. O takdirde istediği tahribatı ve yönlendirmeyi çok rahat yapar. Nefis vadisinde güçlü bir saltanat kurar; her çeşit azgınlık, sapıklık ve haklara tecavüz bu sal­tanatın direktifleriyle gerçekleşir. Böylece akıl nefse uyup onun kuman­dası altına girer.

îblîs bir bakıma kazanılan mal ve servete ortak olur. Bunun anlamı çok açıktır: Haramdan, gayr-i meşru yollardan elde edilen ve yine harama sarfedilen her mal ve servette şeytanın katılma payı çok büyüktür.

Besmelesiz ana rahminde oluşan; ezan ve ikametsiz dünyaya gözleri­ni açan, haram ile beslenen çocuklara da ortaktır. Zira onların sapık ve ahlâksız yetiştirilmesinde İblîs'in tesiri küçümsenmiyecek kadar çoktur.

İblîs bunlarla da yetinmez; inkâr ve sapıklığı artırmak için Kıyamet, Cennet ve Cehennem'i; Allah'ın varlığını ve birliğini inkâr etmenin yolla­rını ve çarelerini durmadan telkin eder. Bunun için de maddî saltanatı çok çekici olarak tanıtır ve bir sürü hayali va'dlerde bulunur. [144]

 

Allah'ın Mü'min Kulları

 

«Şüphesiz ki benim (gerçek mü'min) kullarım üzerinde senin hiçbir sultan olamaz. Vekil olarak Rabbın yeter.»

İblîs'in tahrip etmediği, edemediği tek kale, temeli takva, yani Allah korkusu üzerine kurulan imân kalesidir. Çünkü böyle bir imâna sahip olan­lar, Allah'ın gerçek kullan ve sevdiği dostlarıdır. Melekî sıfatları güçlen­miş ve yüce âleme yönelik olan menfezlerin açılmasını sağlamıştır. Ne­fisten yana ilgileri zayıflamış, şeytanların fısıltılarına gönül kulakları ka­patılmıştır. Allah'ın himayesindedirler. Koruyup selâmet sahiline ulaştıran yegâne vekilleri O'dur.

Bunun bir diğer sebebini şöyle belirtebiliriz:

İmân tamamıyla ilâhî hidâyet nurundan kaynaklanıp kalpte oluşan bir cevherdir. İblîs ateşten, nefis ise, süflî âlemdendir. Ateşin ve süfli âlem­le ilgili bir duygunun nur üzerinde olumsuz tesir icra etmesi pek düşünüle­mez. Yeter ki, imânın temelinde Allah korkusu, âhiretteki hesap endişesi yer alsın ve salih âmellerle o, meyvah bir ağaç durumuna gelsin. [145]

 

Nar Ve Nur

 

İblîs Nar (ateş)dan yaratılmıştır. O bakımdan yakıcıdır, yıpratıcı ve tehli­ke arzedicidir. İnsan ruhu ise, yüce kudretten sunulan bir nefha, yüce âlem­den tecelli eden bir emirdir. İmân nuruyla dolunca, İblîs'in sinyallerini ge­ri çevirir. Çünkü nur narın gayrıdır. Ruh bu nurdan mahrum edilip nefsanî kirlerle kararınca İblîs'in sultası altına girer. Çünkü ondan yana bütün kanallar açılıp işler duruma geçer. Hem narın kaynağı süflî âlem, nurun kaynağı ulvî âlemdir, [146]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, milletleri azdırıp saptıran; imân nurundan mah­rum kişiler üzerinde saltanat kuran İblîs'ten söz edildi. Gerçek mü'minler üzerinde hiçbir sultası olmıyacağı bildirilerek, ondan korunup kurtulma­nın asıl çaresi açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle, insan aklına ışık tutan, düşünce ufkunu genişle­ten ilâhî damgayı taşıyan belgelere yer veriliyor. Sonra da insan karakte­rine parmak basılarak ruhuna yerleştirilen din ve Allah duygusuna dik­katler çekiliyor. Tehlikeli anlarda bu duygunun nasıl harekete geçip ka­bardığı hatırlatılarak üzerinde düşünmemiz isteniliyor. [147]

 

Meali:

 

66—  Rabbiniz (o sınırsız kudret sahibidir ki) O'nun geniş nîmet ve ihsanından (geçiminizi) arayasımz diye denizde sizin için gemiyi yüzdürür. Doğrusu Rabbiniz sizin hakkınızda çok merhametlidir.

67—  Denizde size bir sıkıntı dokunduğu zaman O'ndan başka taptık-iarınız ortadan yok olur, derken O, sizi kurtarıp karaya ulaştırınca yüz-çevirirsiniz. Zaten insan çok nankördür.

68—  Ya sizi kara tarafında yere batırmasından, ya da üzerinize taşlı-topraklı bir kasırga göndermesinden güvende misiniz? Sonra da kendinize (kurtarıp koruyucu) bir vekil de bulamazsınız.

69—  Yoksa sizi tekrar denize çevirip üzerinize her şeyi alt-üst eden bir fırtına gönderip inkâr ve nankörlüğünüzden dolayı sizi boğmasından güvende misiniz? Sonra da bize karşı, sizin için, onun öcünü alacak bir yardımcı da bulamazsınız.

70—  And olsun ki, biz Âdem oğullarını aziz, saygıdeğer kıldık; kara­da ve denizde onları taşıyacak araçlar (imâl etme yeteneğini) verdik; on­ları yararlı, temiz ve iyi nimetlerle rızıklandirdık ve onları yarattıklarımızın çoğundan üstün kıldık da kıldık.

 

İlgili Hadîsler

 

«Melekler, «ey Rabbımız, dediler, Âdem oğullarına dünyayı verdin. Ora­da yiyip, içip giyiniyorlar. Biz ise seni hamd ile teşbih ediyoruz. Yemiyoruz, içmiyoruz ve eğlenmiyoruz. Dünyayı onlara ayırdığın gibi, âhireti de bize ayır.» Bunun üzerine Cenâb-ı Hak onlara şöyle buyurdu : «Kudret elimle yarattığımı, sâlih bir soyu, ol dediğimde oluveren yaratıklar gibi tut­mam.» [148]

«Doğrusu melekler dediler ki: «Ey Rabbımız! Bizi de yarattın, Âdem oğullarını da yarattın. Onları yemek yiyen, su içen, elbise giyinen, evlenen, hayvanlara binen kimseler yaptın. Bunlardan hiçbirini bize vermedin. O ba­kımdan onlara dünyayı, bize de âhireti ver.»

Aziz ve celi I olan Allah onlara şöyle buyurdu: «Kendi kudret elimle yaratıp ruhumdan üflediğim mahlûku, ol dediğimde oluveren mahlûklarla bir tutmam!» [149]

«Kıyamet gününde Allah yanında Âdem oğlundan daha kıymetli, şeref­li ve aziz hiçbir şey yoktur.

Bunun üzerine soruldu:

  Melekler de mi?

  Evet, melekler de... Çünkü melekler de güneş ve ay gibi, ister is­temez (belli kanunlara bağlı olarak) hizmetlerini kusursuz sürdürmekteler, diye cevap verdi.» [150]

Açıklama :

İlgili üç hadîsle Âdemoğlunun Allah yanındaki kıymeti, şeref ve iti­barının yüksekliği anlatılıyor. Meleklerin istekleri ise, gıpta mahiyetindedir ki, Allah'ın insandan yana her türlü nîmeti hazırlayıp verdiğini ifade eder. O kadar ki, melekler de dahil kâinatta bildiğimiz, bilmediğimiz sayjsı belir­siz varlıklar insan için yaratılmışlardır. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bilhas­sa bu inceliğe işarette bulunmuştur. [151]

 

Denizlerdeki Hazineler

 

«Rabbınız (o sınırsız kudret sahibidir ki) O'nun geniş nimet ve ihsanından (geçiminizi) arayasınız diye denizde sizin için gemiyi yüzdürür. Doğrusu Rabbınız sizin hakkınızda çok merhametlidir.»

Kur'ân-ı Kerîm, denizlerdeki ilâhî nimetlerden yeterince yararlanmamı­zı amaçlayarak tam onbeş ayrı yerde dikkatlerimizi bu konuya çekmektedir. Nitekim açlık tehlikesiyle karşı karşıya gelen birçok ülke, bugün denizlerin nasıl zengin gıda kaynağı bulunduğunu anlamış ve bunun bilincine var­mıştır.

Ayrıca Kur'ân deniz yoluyla ticarî nakliyeciliğin önemine parmak bas­maktadır. Bu hususta yedi yerde teşvîkte bulunur. Denizden terütaze et ihsan edildiğini belirterek dikkatlerimizi balıklara çeker.

Özetle diyebiliriz ki, Cenâb-ı Hak, mü'minlerin kendi karasularına sa­hip olmasını ve deniz ürünlerinden bilerek yeterince faydalanmalarını tav­siye etmektedir.

Diğer yandan Kur'ân, gemilerin suda yüzmesi için Allah'ın koyduğu fiziksel kanuna işaret etmektedir. Şöyİe ki: Geminin su üzerinde batma­dan yüzebilmesi, hacminin sudan daha fazla olması ve bu durumda sudan daha hafif çekmesi nedeniyledir. Bilimsel olarak açıklayacak olursak, Ar-şimed'in bulduğu ilke hatırımıza gelir: «Bir sıvıya konulan cisim, taşırdığı sı­vının ağırlığı kadar ağırlığından kaybeder.» Nitekim ilim adamları yaptık­ları hidrostatik terazi ile katı cisimlerin suyun içindeki ağırlıklarının daha az olduğunu tesbit etmişlerdir.

O halde bir cismin yüzebilmesi için kendi ağırlığından daha ağır olan bir su kütlesini taşırması gerekir.

Böylece Allah'ın insanlar hakkında çok merhametli olduğu açıklanarak, O'nun verdiği sayısız nimetlerinden istifade ederken, O'nu unutmama­mız ve her dem O'na şükredip hamd ile tesbîh etmemiz ilham ediliyor. [152]

 

Denizde Korkunç Fırtına

 

Büyük denizlerin görünümü oldukça heybetli ve korkunçtur. Dört yön­de sudan başka bir şeyin görülmediği bir ortamda esen şiddetli rüzgarla fırtınaya yakalanan yolcuları bir düşünün. Fırtına arttıkça umutları bir bir kırılır, kurtuluş çareleri iyice azalır, derken o en büyük umut kaynağı olan Allah'ı hatırlamaya başlarlar. Çünkü o duygu onların doğuştan ruhlarına zerk edilmiştir.

Bu korkunç olaydan önce Allah'ı hatırlamıyan veya inkâr eden, âhiret inancına hiç iltifat etmiyen insanoğlu, kafasında ve kalbinde nice ilâhlar, nice emeller ve umutlar taşırken, şimdi onlardan eser kalmamış, hepsi bir bir yıkılıp yok olmuşlardır. İşte tam o sırada ruhunun derinliğindeki Al­lah duygu ve düşüncesi kabuğunu kırıp ortaya çıkar da bütün ümitler tek ümide dönüşür, bütün ilâhlar silinir, tek bir ilâh inancı hâkim olur. Böyle­ce ölüm ile burun buruna gelen insan, elinde olmayarak başını göklere kal­dırır, kalbinin bütün heyecanıyla «Allah!» der.. Bu olay neyi isbat etmektedir?

Doğan her çocuğun Allah fikri ve düşüncesiyle, din d.uygusuyla doğ­duğunu isbatlar. Ruhlar yaratıldıktan sonra Cenâb-ı Hakk'ın onlara: «Ben sizin Rabbınız değil miyim?» hitabına hepsinin birden «Evet, Rabbımız-sın..» demeleriyle o mayayı aldıklarını ve kaybetmediklerini gösterir. [153]

 

Önemli Bir Uyarı

 

Kur'ân-ı Kerîm, fırtına sebebiyle ölüm tehlikesinin yalnız denizde kor­kunç ve kahredici olmadığını; karada bulunduğumuz sırada aklımıza gel­meyen korkunç bir felâketin ortaya çıkabileceğini; bir şiddetli depremin, bir yanar dağın, şiddetli kasırganın bizi bir anda yok edebileceğini hatır­latarak, bütün umutlarımızı tek umuda çevirmemizi ilham ediyor. Olayla­rın sebeplere, sebeplerin ilâhî kudrete bağlı bulunduğuna işaret ediyor. Al­lah'ın kahredici emrinin belli nedenlerle ineceği üzerinde duruyor ve in­kârla ahlâksızlığın zulümle birleşerek belli kerteye ulaştığı takdirde, felâ­ketin yakın olduğunu unutmamamızı tavsiye ediyor. [154]

 

İnsanın Aziz Ve Saygıdeğer Kılınması

 

«And olsun ki biz, Âdem oğullarını aziz, saygıdeğer kıldık..»

Göklerle yer ve bu ikisinde bulunan her şey insan için yaratılmıştır. Bu husus Kur'ân'ın genel anlamda üç yerinde, özel anlamda yirmi yerinde anılmıştır. [155]

Konumuzu oluşturan âyette ise, insanın aziz, şerefli ve saygıdeğer yaratılmasının nedeni üç maddede özetlenmiştir. Şöyle ki:

1—  Karada ve denizde Allah'ın verdiği yetenek ve koyduğu fizikî ka­nunlar sayesinde kendini taşıyacak araçlar imal etmesi,

2—  Ruh ve beden sağlığını koruyacak, zekâ ve hafızasını geliştire­cek, açlığını giderecek, protein ve vitamin ihtiyacını karşılayacak şekilde kendisine helâl, temiz, yararlı rızık verilmesi,

3—  Varlık âleminde bildiğimiz, bilmediğimiz birçok yaratıklardan üs­tün kılınması..

Böylece hemen her şeyin, mükerrem yaratılan insan için var kılındığı gerçeği ortaya çıkıyor. Kâinatın şerefli bir parçası olan insanın kim için ya­ratılmış olduğu sorusu aklımıza takılıp kalıyor. Bu soruyu Kur'ân ve Hadîs­ler açıklamakta ve insan ile Yüce Yaratan'ı arasındaki ilgi ve bağı belirle­mektedir: İnsan Allah'a ibâdet için yaratılmıştır..

Çünkü Âdemoğlunun ruhu kudsî âlemden, bedeni aşağı âlemin top­rağından yaratılmıştır. O bakımdan ruhu itibariyle melekî sıfatı, bedenî iti­bariyle hayvani sıfatı kendinde taşımakta ve bu özelliğiyle her iki yaratık­tan ayrılmaktadır.

Sonra onun ruhu, ilâhî nefhanın tezahürü; bedeni Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin surette tecelli eden eseridir. Bunun için o her yönüyle aziz. ve şereflidir, üstün ve faziletlidir. Her şey onun için, o da Allah'ı dosdoğru bi­lip O'na kullukta bulunmak için yaratılmıştır. Kur'ân onun bu azizliğini, yu­karıda belirttiğimiz gibi üç maddede özetliyerek araştırıcılara ipucu ver­miş ve insanın kâinattaki yerini tayin etmiştir.

Sözü edilen üç madde oldukça önemlidir. Çünkü her yönüyle Cenâb-ı Hakk'ın insandan yana tecelli eden lütuf, ihsan, rahmet ve inayetini yansıt­maktadır. Onları kısaca şöyle açıklayabiliriz :

Birinoi madde, yerkürenin bütünüyle insanın buyruğuna verildiğini; ikinci madde, insan için yeterli miktarda yararlı temiz ve iyi gıdaların ya­ratıldığını; her maddede insanı sağlıklı ayakta tutmaya yönelik birtakım özelliklerin bulunduğunu ve bu bakımdan her nimetin belli bir programa göre yaratılıp vüouda getirildiğini; üçüncü madde, insanın varlık âleminde yer alan mahlûkatın pek çoğundan üstün kılındığını, yerde ve gökte bili­nen, bilinmeyen sayısız varlıkların insanın hizmetine verildiğini, özellikle cansızlar âleminin bütünüyle insanın buyruğuna sevkedildiğini hatırlatır.

Önemli olan ise, insanın, Allah tarafından verilen azizliğini ve saygın­lığını koruması; Allah'ın cömertçe hazırlayıp verdiği nimetlerine karşı O'na nankörlük etmemesi; aklının, zekâsının ve diğer yeteneklerinin hik­met ve değerini bilip her birini lâyık olduğu şekilde kullanmaya özen göstermesidir. Aksi halde kendini mükerremlik derecesinden düşürür ve Allah katında silik, değersiz hale gelir; aşağıların aşağısı olur. Bu durumda artık o ne dünyaya, ne de âhirete yarar..

Nitekim Tîn Sûresi 4 ve 5. âyetlerde buna değinilerek şöyle açıklama yapılmıştır: «And olsun ki biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra da onu (kendi kıymetini bilmediği, hilkatinin hikmetine göre hayatını düzenle­mediği için) aşağıların aşağısına çevirdik.» [156]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, insan aklına ışık tutan belgeler sıralandı. İnsan ruhuna yerleştirilen Allah ve din duygusu konu edilerek bu husus üzerinde iyice düşünmemiz istendi. Sonra da insanın mükerrem, yani aziz ve şeref­li yaratıldığı belirtilerek herkesin kâinat plânında* lâyık olan yerini alma­sına işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, toplumun daha-çok bağlı bulundukları liderlerin tesiri altında bulunduğuna işaret edilerek, kıyamet gününde onların lider­leriyle birlikte hesap alanına çağrılacakları haber veriliyor. O bakımdan her insanın gerçeği görüp anlayabilmesi için ilâhî uyarıya kulak vermesi­nin lüzumu belirtiliyor. Aksi halde dünyada göz ve kulağını hakka ve ha-kikata kapalı tutanların âhirette kör -olarak haşredileceklerine dikkatler çekiliyor. Sonra da ortam ve şartlar ne olursa olsun din adına taviz yeri-lemiyeceği üzerinde duruluyor. Böyle, yapanlara dünyada da, âhirette de bilmedikleri bir cihetten kat kat azap indirileceği bildiriliyor ve dinin baba dedelerden miras kalan bir nesne"olmadığı, o bakımdan hiç kimsenin onda keyfî tasarrufa hakkı bulunmadığı dolaylı şekilde anlatılıyor. Arkasın­dan Mekke'de bunalan mü'minlere müjde verilerek başka bir yere hicret edecekleri günün yakın olduğuna işaret ediliyor. [157]

 

Meali:

 

71—  Bir gün bütün insanları önder ve liderleriyle birlikte çağıracağız. Artık kimin (amel) kitabı sağ eline verilirse, işte onlar kitaplarını (rahat­lıkla, güven duyarak) okuyacaklar ve bir hurma fitili kadar haksızlığa uğ­ram lyacak I ar,

72—  Kim bu dünyada korse, Âhiret'te de o kördür ve yol cihetiyle da­ha da şaşkındır.

73—  Neredeyse onlar sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı uy­durman için seni bile fitneye düşürecek ve o takdirde seni samimi bir dost edineceklerdi.

74—  Eğer sana sebat vermemiş olsaydık, az da olsa, onlara nere­deyse meyledecektin.

75—  Ve o takdirde sana hayatın da, ölümün de (acısını) kat kat tat-tırırdık, sonra da kendine, bize karşı bir yardımcı da bulamazdın,

76—  Yakında seni bu yerden çıkartmak için seni rahatsız edip durur­lar. O takdirde kendileri de senin ardından pek az bir süre kalır; (sonra da) yok olup giderler.

77—  Bu senden önce gönderdiğimiz peygamberler hakkında (câri) bir sünnettir ve sen sünnetimizde bir değişiklik bulamazsın.

 

İniş Sebebi

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Kabe'de Hacerü'l-Esved'i, elleriyle doku­nup selâmlamak isterken Kureyş'in azgın müşrikleri O'na engel oldular ve: «Elini böylece bizim putlarımıza dokundurduğun takdirde sana istilâm için imkân verebiliriz!» dediler. Cenâb-ı Peygamber (A.S.), bir ara zevahiri kur­tarmak ve onları az da olsa İslâm'a ısındırmak için elini putlara sürmeyi içinden geçirir gibi oldu. Derken yukarıdaki âyetler indî. [158]

Diğer bir rivayet:

İbn Abbas (R.A.) diyor ki : Sakîf kabilesinden bir heyet, Peygamber (A.S.) Efendimize gelerek dediler ki:

— Bize üç değişik imtiyaz verdiğin takdirde sana bey'at ederiz!

Peygamber (A.S.) :

  İstediğiniz üç imtiyaz nelerdir? diye sorunca; dediler ki:

  Namazda rükû' ve secdeler için eğilmiyeceğiz. Putlarımızı kendi elimizle kırmayacağız ve Lât adındaki büyük puttan -ona tapınmaksızın-bir yıl yararlanmamıza müsaade edeceksin..

Peygamber (A.S.) Efendimiz onlara:

  İçinde rükû' ve secde bulunmayan bir dinde hayır yoktur. Putlarını­zı ellerinizle kırmamanız mümkündür, (başkasına kıvırtabilirsiniz). Lât ve Uzzâ adındaki putlara gelince: Onlardan yararlanmanıza elbette göz yu­mamayız, buyurdu.

Bu kesin cevap üzerine onlar şunu ilâve ettiler:

  Bizim isteğimiz şu ki: Başkasına vermediğin imtiyazı bize verdiği­ni Araplara duyurmandır. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz susup cevap vermedi. Derken 73, 74 ve 75. âyetler indi. [159]

Açıklama :

Peygamber (A.S.) Efendimiz'in dinin esasını bozmayan bazı hususlar­da az yumuşak davranması iki sebebe dayanır. Birincisi, müşrikleri Is-İâm'a ısındırıp küfrün iyice kökünü kazımak suretiyle Arap Yarımadası'nda İslâm devletinin -bir daha sarsılmamak, yıkılmamak üzere- temelini at­mak; ikincisi ise, ilâhî muradın böyle bir yumuşamaya ve dolayısıyla tavize uygun olmadığını, hiç kimsenin dinî konularda kendi görüşü doğrultusun­da tasarrufa yetkili bulunmadığını anlatmaktı.. [160]

 

İlgili Hadîsler

 

«And olsun ki, her ümmet taptığı şeye tabi olur. Azgın putlara tapan­lar da onlara tabi olurlar.» [161]

Açıklama :

Azgın put deyiminden maksat, azdırıcı, Hakk'ın yolundan saptırıcı put demektir.

«Mü'minlerden biri çağrılır da kitabı (amel defteri) sağ eline verilir ve bedeni geliştirilir, yüzü ak-pâk olur. Başına inciyle süslenmiş pırıi pırıl aydınlık saçan bir taç giydirilir. O da arkadaşlarına doğru gider. Derken ar­kadaşları onu uzaktan görünce şöyle dua ederler: «Allahım! bize de bunu ver ve bizi de bu hususta mübarek kıl..» O da onlara gelip şöyle der: «Size müjde. Çünkü her birinize bunun bir benzeri verilecek.»

Kâfire gelince: Onun yüzü simsiyah kesilir, bedeni uzar. Arkadaşları onu görünce şöyle derler: «Bundan Allah'a sığınırız. Allahım! onu bize ge­tirme.» Ama o adam onlara gelir. Bu defa onlar şöyle derler: «Allahım! bu­nu rüsvay eyle..» O da onlara: «Hay rahmetten uzak kalasılar! Sizden her biriniz için bunun (benim halimin) bir benzeri vardır» der.» [162]

 

Toplum Daha Cok İnandığı Liderin Peşinden Gider

 

 (<Bir 9un bütün insanları önder ve liderleriyle birlikte çağıracağız..»

Kitle psikolojisini az-çok bilen liderlerin toplum üzerindeki tesirleri in­kâr edilemez. Zaman gelir öyle sözler ve formüller ortaya konur ki, akıl onlarla tartışmak istemez ve tam bir gönül yatışkanlığı içinde teslimiyet gösterilir.

Özellikle konuşma tekniğini iyi bilen siyasîlerle din adamlannın söz­leri bazı şart ve ortamlarda öylesine tesirli olur ki, toplum onu muhakeme etme kudretini kaybedecek duruma gelir. Çok geçmeden lidere veya ken­dilerini irşat eden zata karşı duydukları sevgi, ona tapacak dereceye ge­lir. İşte Kur'ân ilgili âyetle, bu inceliğe parmak basıyor; toplumu yönlendi­ren lider ve önderlerin ağır bir sorumluluk altına girdiklerini, kıyamet gü­nünde mutlaka kendisini alkışlayıp hayranlık duyanlarla birlikte hesap ala­nına getirileceklerini ve neyi niçin sevip alkışladıklarının, toplumu neden yana, niçin yönlendirildiklerinin bir bir sorulacağını ve ona göre karşılık verileceğini belirtiyor.

O halde Allah'a imân eden lider ve önderlerin, kendilerine inanıp bağ­lanan toplumları en yararlı biçimde yönlendirmeleri vaciptir. Aksi halde taşınması zor ağır bir vebal altına girmiş olurlar.

Unutmayalım ki, ilâhî nizamda plânlanan hayat çarkı değişmeden bel­li doğrultuda hareketini sürdürür. Değişen ise, insanlardır. Herkes kurulu nizama uymak, hayat çarkı istikametinde hizmet vermekle yükümlüdür, İlâhî nizamın hedefine uygun devam etmesi için de görevli melekler iş ba­şındadırlar. Her söz ve davranışlarımız anında tesbit edilip yazılmakta ve geleceğimiz ona göre hazırlanmaktadır. Yazılan şeylerde bir fazlalık, ya da noksanlık söz konusu değildir. Zira melekler emrolundukları şeyleri ku­sursuz yerine getirirler ve hiçbir zaman Allah'ın buyrukları dışına çıkmaz­lar. Onlarda nefis ve şehevî arzular bulunmadığı için de her türlü garaz ve kinden uzaktırlar. Aynı zamanda unutma, hatâ yapma gibi beşerî arızalar onlar hakkında câri değildir.

Böylece en ince hesaplara ve en yararlı neticelere göre hazırlanıp plânlanan iiâhî nizama uyanlar mutlu, uymayanlar mutsuz olurlar. Uyan­ların amel defterleri sağ ellerine, uymayanların ya sol ellerine, ya da arka­larından kendilerine verilir.

Hiçbir lider veya önder, mürşit ve hayra davet eden kimse, Allah'ın iz­ni olmadan ne şefaat edebilir, ne de kurtarıcı rolüne girebilir. Her toplum ve uydukları liderler, yaptıklarıyla karşılık görürler; aynı zamanda niyet ve amaçlarına göre, mükâfat veya mücazatlandırılırlar. Hiç kimseye haksızlık edilemez. [163]

 

Dünyada Kör Olan, Âhirette De Kördür

 

«Kim bu dünyada korse, âhirette de o kördür ve yol cihetiyle daha da şaşkındır.»

Yemen'den birkaç kişi toplanıp İbn Abbas'a (R.A.) gelerek ilgili âye­tin mâna ve yorumunu sordular. İbn Abbas (R.A.) onlara, «Bundan önceki 70. âyeti de okuyun» dedi. Onlar da, «And olsun kî biz âdemoğullarını aziz, saygıdeğer kıldık. Karada ve denizde onları taşıyacak araçlar (imal etme yeteneğini) verdik. Onları yararlı, temiz ve iyi nimetlerle rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın çoğundan üstün kıldık da kıldık,.» mealindeki âyeti okudular. İbn Abbas (R.A.) şöyle dedi: «İşte bu gerçekleri görmeyen, görüp de Allah'a şükretmeyenler kördürler. Onlar âhirette de kör kalacaklardır ve daha da şaşkınlaşıp rüsvay olacaklardır.» [164]

Tabii bu körlük, kalp ve idrâk körlüğüdür. Beyni küfürle yıkanıp kalbi mal ve para ile işgal edilmiş ve o yüzden vicdanı silik hale gelmiş kişilerin hakikatleri görecek gözleri, anlayacak gönülleri dumura uğramıştır. [165]

 

Mü'minleri Fitneye Düşürmek İsteyenler

 

Neredeyse onlar sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı uydurman için se­ni bile fitneye düşürecek ve o takdirde seni samimi bir dost edineceklerdi..»

Her devirde böylesine eyyamcılar, başkalarını doğru yoldan alıkoy­mak için bir sürü entrika çevirenler bulunabilir. Onlardan bir kısmı hem dindar geçinmek ister, hem de dini kendi arzu ve fasit mantıklarına uydur­maya çalışırlar. Bir kısmı ise, doğru yolu bulamamış bazı aydın geçinen­leri dine ısındırmak için din adına birtakım tavizler vermekte sakınca gör­mezler; hattâ bunu daha da ileri götürüp Kur'ân hükümlerini yanlış yo­rumlayacak kadar dinden uzaklaşırlar. Böylece bir münkiri veya münafı­ğı dine ısındırayım derken kendileri dinden çıkıp dalâlet çukuruna düşerler.

İslâmiyeti ana kurallarıyla bilmeyen, günlük olayları ve ortaya çıkan yeni yeni meseleleri dinin bütünlüğü içinde değerlendirmekten âciz olanlar, dinî hükümleri değiştirmek, ya da aslından uzaklaştırmak suretiyle birtakım çözümler getirirler ve gerekçe olarak da şunu ileri sürerler: «Efendim, gü­nümüzün şartlarına, gelişen sosyal yapının meydana getirdiği ortama uy­mak zorundayız. Başka türlü olmamız veya aksini düşünmemiz mümkün değildir. Zamanın değişmesiyle ahkâm da değişir, bu gelişen kültürün ta­bii neticesidir.»

Böylelerine İslâm'ın verdiği cevap şudur: «Madem ki günün şartlarına ve gelişen kültüre uymaya ve İslâmiyet! o şartlara uydurmaya ihtiyaç du­yuyorsun, o takdirde dindar olmana ve İslâm'ı zorlamana ne gerek var? Çünkü son din, Allah'ın insanlığa en son seslenişi ve en kesin mesajıdır. O bakımdan İslâmiyet insanlığın hayrına kurulmuş başlıbaşına bir sistem­dir. Her yönüyle ilâhîdir. O, günün şartlarına uymaz, o şartları değiştirip kendine uydurur. Zamanın değişmesiyle ahkâm değişmez, ancak örf ve âdete bağlı olan hükümler. Örf ve âdetferin değişmesiyle değişebilir. İlâhî nasslar asla değişmez ve değiştirilmezler. Zira o zaman ortada ilâhî sis­tem kalmaz, insanların mantığına ve arzularına göre, beşerî bir din ortaya çıkar.»

Mekkeli müşrikler de Peygamber (A.S.) Efendimizi bu hususta bir fit­neye düşürmek amacıyla din adına taviz vermesini istediler. Yukarıdaki âyetler, yani 73, 74, 75. âyetler indirilerek bu kapı kapandı ve kıyamete ka­dar da kapalı kalması emredildi.

Din âiimi geçinen ve aslında dînin temel kaidelerinden habersiz olan kimselerin din adına konuşması, Kur'ân hükümlerini yoruma kalkışması, kendi kişisel görüşünü ortaya koyup dini basit mantığına uydurmaya ce­saret etmesi, şüphesiz ki, din ve ilim adına işlenen büyük bir cinayettir. Kur'ân-ı Kerîm bunlara Allah'ın şu emrini hatırlatmakta ve ölmeden önce Hakk'a dönmelerini tavsiye etmektedir: «O takdirde sana hayatın da, ölü­mün de (acısını) kat kat tattırırdık, sonra da kendine, bize karşı bir yardım­cı da bulamazdın.»

Cenâb-i Hak, müşriklerle Resûlüllah (A.S.) Efendimiz arasında cere­yan eden çok önemli bu olayı, mü'minleri aydınlatmak, her türlü şüphe ve tereddütleri gidermek için ilâhî hikmeti gereği programlayıp sahneye çı­karmış ve Peygamberine hitap etmek suretiyle dinde taviz vermenin çok çirkin bir oyun, çok tehlikeli bir adım ve kapanması güç bir yara olduğu­na dikkatleri çekmiştir. Aynı zamanda hitap özellik arzederken emir ve tavsiye genellik ifade etmektedir. Daha çok O'nun ümmeti bu konuda uya­rılmakta ve din adına taviz vermemeleri tenbîh edilmektedir.     .

Böylece Cenâb-ı Hak, dinî hükümleri, emir ve nehiyleri ve diğer .bütün esas ve prensipleri -ilâhî izin dışında- peygamber de dahil olmak üzere değiştirme yetkisini ne ilim adamlarına, ne devlete, ne devlet adamlarına, ne şuraya, ne de bir kurula bırakmamıştır.

Din âlimlerinin görevi, İslâm'ı ve Onun kutsal kitabı Kur'an'ı indiği gi­bi korumak ve tebiîğ etmektir. İrşat hizmetini bu çerçeve içinde sürdürme­nin farz olduğunu bilmek; fert, aile ve toplumun akıl, zekâ ve kültür sevi­yelerine göre, bir tebiîğ metodu uygulamak ise, hizmetin plânını oluşturur. Doğru yola eriştirmek ise, onların yetkisi dışında kalır ve tamamıyla Al­lah'a aittir. O dilediğini doğru yola iletir, dilediğini de sapıklığı içinde bo­calar vaziyette bırakır. [166]

 

Aralarında Peygamberin (A.S.) Bulunması Mutlak Rahmet İdi

 

«Yakında seni bu yerden çıkartmak için seni rahatsız edip dururlar. O tak­dirde kendileri de senin ardından pek az bir süre kalıp (sonra da) yok olup giderler..»

Bir ülkede veya beldede ya Peygamber'in (A.S.) şahsı, ya da amel edi­len sünneti yaşadığı sürece, Allah o ülke ve beldeyi yok etmez. Peygambe­rin amel edilen sünnetinden maksat ise, Onun getirdiği dinin esas ve prensipleridir. Bu, Allah'ın câri kanunlarından biridir ve Allah'ın câri kanun­larında bir değişiklik söz konusu değildir.

Ashab-ı Kiram'ın çoğu Allah'ın bunca haksızlıklarda bulunan Mekke-li azgın müşrikleri neden yok etmediğini ister istemez düşünüyorlar ve bu­na bir aniam yeremiyorlardı. Cenâb-ı Hak bu husustaki şaşmayan sünne­tini onlara hatırlatarak yukarıda mealini yazdığımız âyeti indirdi.

Böylece Resûlüliah {A.S.) Efendimiz, Mekke'de bulunduğu sürece, Al­lah, putperest müşrikleri yok edecek bir azap indirmedi. Sadece a'aldık-ları gaflet uykusundan uyanmalarını sağlamak ve geleceklerinin hiç de umut verici olmadığını bildirmek için oniarı birtakım sıkıntılarla tehdit etti. Resûlüllah (A.S.) hicret edince, o rahmet onların arasından aynimış oldu­ğundan, çok geçmeden İslâm fütuhatı başladı ve müşriklerin mağrur baş­lan eğildi. Düne kadar değer vermedikleri müslüman köle ve fakirlerin kar­şısında küçüiüp kaldılar. Şüphesiz bu da onlar için ayrı bir azap ve zillet idi. [167]

 

Hicretin Gerçekleşeceğine Ve İslâm'ın Başarı Sağlayacağına İşaret Edilmektedir

 

İlgili âyetle, yakında hicret olayının meydana geleceği, müşriklerin İlâ­hî kahır tokadını yiyecekleri -işaret yoluyla da olsa- haber verilmiş ve zafe­rin yaklaştığı müjdesi bu işaret içinde belirlenmiştir.

Allah'ın güzel âdetlerinden biri de, şöyledir: Önemli bir olayın mey­dana geleceğini murat ettiğinde, önce birtakım işaretler ve manevî sinyal­ler verir; böylece kalpleri o olaya hazır duruma getirir. 76. âyetle aynı âdet ve metot uygulanmış ve iki ayrı önemli olayın İslâm lehine gerçekleşe­ceğine işaret edilmiştir. Nitekim indirilen hükümlerin bir kısmında da aynı metot uygulanmış ve kademeli şekilde bilgi verilerek inecek hükme kalp ve kafalar önceden hazır duruma getirilmiştir.

Yapılan ciddi tesbitlere göre, yukarıdaki âyetin inmesinden bir yıl son­ra müşrikler Hz. Peygamber'i (A.S.) öz yurdundan çıkarmayı veya vücudu­nu ortadan kaldırmayı kafalarına koymuş ve birtakım hazırlıklara başla­mışlardı. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın haber verdiği şekilde olaylar gelişmeye başlamış ve çok geçmeden hicret olayı, arkasından da Bedir savaşı mey­dana gelmiş; İslâm'a zafer kapıları açılarak, Allah'ın va'di gerçekleşmiştir.

Hicret olayından sonra ilâhî sünnet müşriklerin yakasını koyuverme­miş, ardarda gelen savaşlar onların bağrına birer hançer saplayarak hep­sini huzursuz etmiş ve çok geçmeden Mekke bütünüyle fethedilip putperestlik o bölgede tarihe karışmıştır. [168]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, toplumu sevk ve idare eden liderler konu edildi. Bu arada onların peşine takılan toplumlar uyanlarak ilâhî çizgiden sap­mamaları işaret yoluyla tenbîh edildi. Gerçekleri görmeyenlerin dünyada kalp gözleri kör olduğu gibi, âhirette de kör olacağı hatırlatıldı. Sonra da müşriklerin tuğyan ve zulmünden iyioe bunalan mü'minlere zaferin çok yakın olduğu müjdesi verilerek putperestliğin yakında tarihe karışıp yok olacağına işarette bulunuldu.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın tecelli edecek büyük lûtuflarını düşüne­rek mü'minlerin beş vakit namaza devam etmeleri ve gecenin bir bölü­münde kalkıp ibâdet etmeleri, özellikle gece ibâdetinin peygamberle daha çok ilgili bulunduğu açıklanıyor. Sonra hemen hicretin çok yakın bir za­manda gerçekleşeceğine kapalı bir anlatımla tekrar işaret edilerek o sıra­da yapılması gereken duâ telkin ediliyor. Arkasından hak gelince bâtılın yok olacağı hatırlatılıyor. Sonra da Kur'ân'ın mü'minlerden yana mutlak şifâ ve rahmet olduğu bildirilerek, mü'minlerin günlük hayatlarını bu kita­ba göre düzenlemeleri emrediliyor. [169]

 

Meali:

 

78—  Güneş'in  (zeval vaktinde) kaymasından, gecenin  kararmasına kadar namaz kıl; bir de Kur'ân'ın (feyiz ve bereketiyle içice olan) sabah namazını kıl; şüphesiz kî sabah namazına (melekler) şahit olur.

79—  Gecenin bir bölümünde uykudan kalk da sana has, fazladan bir namazı, onunla (Kur'ân ile) kıl. Umulur ki Rabbin seni MAKAM-I MAH-MÛD'a (Övülmeğe lâyık makama, Şefaat makamına) eriştirir.

80—  De ki: Rabbîm! beni gireceğim yere sidk ile sok, çıkaracağın yer­den sıdk ile çıkar ve kendi katından bana yardımcı bir kuvvet ver.

81—  De ki: Hak geldi, bâtıl yok oldu; çünkü gerçekten bâtıl yok ol­maya mahkûmdur.

82—  Kur'ân'dan mü'minlere şifâ ve rahmet olan (parçalar, bölümler) indiririz. Zâlimlerin ise ancak ziyânını artırır.

83—  İnsana nîmet verdiğimiz zaman yüzçevirir de yançizer. Kendi­sine kötülük dokunduğu zaman ümitsizliğe kapılır.

84—  De ki: Herkes mizacına ve inancına göre amel eder. O halde kimin daha doğru yolda bulunduğunu Rabbınız daha iyi bilir.

 

İlgili Hadîsler

 

«Cemaat halinde kılınan namaz, sizden birinizin yalnız başına kıldığı namazdan yirmi beş derece üstündür. Gece melekleriyle gündüz melek­leri sabah namazında biroraya gelirler.» [170]

«Üç şey var ki bana farz, size sünnettir: Vitir namazı, sivak (dişleri te­mizlemek için misvak kullanmak) ve gece (uykudan) kalkıp (teheccüd) na­mazı kılmak.» [171]

Muğîre b. Şu'be (R.A.) diyor ki:

«Peygamber (A.S.) Efendimiz (gece) kalkıp ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Bunun üzerine kendisine denildi ki: «Kendini neden bu ka­dar zorlar ve üzersin? Oysa Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını ba­ğışlamıştır.» Efendimiz (A.S.) ona şöyle buyurdu: «Şükreden bir kul olma­yayım mı?» [172]

Hz. Âişe (R.A.)dan, Resulü İlah (A.S.) Efendimizin ramazan ayındaki namazından sordular. O da onJara şöyle anlattı: «Resûlüllah (A.S.) Efen­dimizin ramazanda da, ramazan dışında da (geceleyin) kıldığı namaz on bir rekâtı geçmezdi. Dört rekât kılardı ki, onun güzelliğini, uzunluğunu sor­mayın! Sonra dört rekât daha kılardı ki, onun da güzelliğini ve uzunluğunu sormayın! Sonra da üç rekât kılardı.»

Hz. Âişe (R.A.) devamla diyor ki:

«Peygamber'e (A.S.) sordum, dedim ki:

  Ya Resûlellah! Vitir kılmadan mı uyuyorsun? Cevap verdi:

  Ya Âişe! Doğrusu benim gözlerim uyur, ama kalbim uyumaz..» [173]

Yani fecir doğmadan önce kalkıp vitir namazını kılardı.

Yine Hz. Aişe (R.A.) Validemiz anlatıyor:

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz gece kalktığında önce hafif iki rekât bir namaz kılardı.» [174]

«Yatsı namazını bitirip ondan sonra fecir doğuncaya kadar (ara yerde, gecenin bir bölümünde) on bir rekât namaz kılardı. Her iki rekâtta bir se­lâm verirdi. Ve bir tek rekâti de iki secdeyle kılar ve secdede (uzun süre) kalırdı. O kadar ki, biriniz secde edip başını kaldırmadan elli âyet okuya­cak süre kadar beklerdi. Müezzin sabah ezanını okuyunca ve fecrin doğ­duğu anlaşılınca, iki rekât hafif bir namaz kılar, sonra sağ yanı üzerine uzanır; müezzin ikamet için gelinceye kadar beklerdi.» [175]

«Sabah namazına gece melekleriyle gündüz melekleri şahit olurlar (o saatlerde biraraya gelip hazır olurlar).» [176]

«Her peygamberin (hemen) kabul olunan bir duası vardır. Ben duamı (kıyamet gününde) ümmetime şefaat etmek için sakladım. İnşaallah, siz­den Allah'a hiçbir ortak koşmadığı halde ölen kimse şefaatime nail olur.» [177]

«Müezzinin sesini işittiğiniz zaman onun dediği gibi deyin. Sonra da bana salât getirin. Kim bana sala vat getirirse, Allah ona on rahmet indirir. Sonra benim için vesile isteyin. Çünkü vesile Cennet'te bir ma­kamdır ki o ancak Allah'ın kullarından birine tahsis edilmiştir. Umarım ki o kul ben olayım. Artık kim benim için   v e s î I   e   isterse, şefaatim

dişine helâl olur.» [178]

«Müezzinin çağrısını duyduğunuz zaman, kim «Allahım, ©y bu tasta­mam çağrının ve kılınmak üzere olan namazın Rabbı! Muhammed'e vesile ve fazilet ver ve onu va'dettiğin Makam-ı Mahmûd'a yükselt» derse, kıya­met gününde şefaatim ona vacip olur.» [179]

«Kıyamet günü olunca, ben peygamberlerin imamı ve hatibi olurum. Aynı zamanda şefaat sahipleri olurum. Ancak gururlanacak bir şey yok..» [180]

«İnsanlar kıyamet günü kabirlerinden kaldırılıp haşır alanına (mahşer yerine) sevkedilirler. Ben ve ümmetim bir tepenin üstünde bulunuruz. Rab-bım bana yeşil bir hülle giydirir. Sonra da bana izin verir de O'nun diledi­ği (izin verdiği) kadar konuşurum. İşte bu, Makam-ı Mahmud'dür.» [181]

 

Beş Vakit Namaz

 

Bilindiği gibi, beş vakit namaz farz kılınmadan önce Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, İbrahim Peygamber'in (A.S.) Hanîf Dinine göre, namaz kılardı. İlim adamlarının çoğu bu namazın, ikisi sabah, İkisi de akşam olmak üze­re dört rekât olduğunu belirtmişlerdir. Sonra Mi'rac gecesi beş vakit ola­rak farz kılınmıştır.

Kur'ân'da doksana yakın yerde namazdan bahsedilmekte ve ibâdetler arasında en çok ona yer verilmektedir. Ayrıca iki yerde namazın günde beş vakit olduğuna işaret edilmekte ve daha geniş açıklanması Hz. Pey-gamber'e (A.S.)  bırakılmaktadır.

Sözünü ettiğimiz iki âyetten biri Rum sûresinde, biri de konumuzu teş­kil eden İsrâ sûresinde geçmektedir.

78. âyette güneşin kaymasından gecenin kararmasına kadar geçen süre, dört vakti kapsamaktadır: Öğle, ikindi, akşam ve yatsı.. Sabah na­mazı ise, okuma özelliği taşıyan ve meleklerin hazır olduğu bir namaz ola­rak övülmektedir.

Kitap ve Sünneti yeterince bilmeyen, İslâmî esaslar hakkında ciddi bir araştırma ve bilgisi olmayan bazt yarım aydınlar, «Kur'ân'da yalnız na­mazdan söz edilir, ama beş vakit olduğu açıklanmaz» diyerek mü'minlerin kafalarını bulandırmaya çalışırlar. Sadece ismen müslüman olan kişilerin ise, dinden tamamen soğumalarına yardımcı olurlar. Oysa Kur'ân'ın iki yerinde namazın beş vakit olduğu belirtilmiştir. Bununla beraber bir an varsayalım ki, Kur'ân'da beş vakitten söz edilmemektedir. Bu neyi ispatlar? Kur'ân'da hâkim olan ilâhî üslûp ve kurallardan biri de daha çok konu­ların, mesele ve hükümlerin ana fikrini, özetini-verip açıklama ve detayını Hz. Peygamber'e (A.S.) bırakmaktır. Aynı zamanda birçok konularda bi­limsel araştırmalar yapılmasına, içtihatlarda bulunulmasına imkân vermek ve esneklik metoduyla insan aklına zemin hazırlamaktır.

Kur'ân'da zekât ve oruçtan da bahsedilir, ama zekâtın hangi maldan, ne kadar verileceği; orucun nasıl tutulacağı, daha çok nelere dikkat edi­leceği açıklanmaz, detayı Peygamberimizin (A.S.) sünnetine bırakılır.

Eğer Kur'ân'da her konu ve hüküm yeterince açıklansaydı, iki önemli sakınca ortaya çıkardı: Birincisi, Kur'ân'ın en az dört, beş cilt olması ge­rekirdi. İkincisi ise, ilmî araştırmalara, istinbat ve içtihatlara fazla gerek kalmazdı. Bir üçüncüsü ise, Kur'ân'ı ezberlemek zorlaşır, onunla meşgul olanlar azalırdı. [182]

 

Teheccüd Namazı

 

«Gecenin bir bölümünde uykudan kalk da sa-na has, fazladan bir namaz; onunla (Kur'ân ile) kıl..»

Teheccüd : Kelime olarak, uyuduktan sonra gece kalkmak mânasına delâlet eder. İslâm'ın ilk yıllarında gece namazı hem Peygamber'e (A.S.), hem de ümmetine farz olmuş, sonra beş vakit namaz farz kılınınca gece namazının farziyeti ümmetten kaldırılmış, sadece Peygamberimize mahsus fazla bir vacip olarak kalmıştır. [183]Ümmet hakkında ise, müstehap sayıl­mış ve fazileti hakkında teşvikkâr çok şeyler söylenmiştir.

Gecenin sükûneti içinde her türlü gösteriş, gaile ve gafletten uzak, tam bir ruh safiyetiyle kalkıp namaz kılmak, zikretmek şüphesiz ki insa­na feyiz ve rahmet kapılarını açar, ruhu olgunlaştırır. O kadar ki, Resûlül­lah (A.S.) Efendimizi Makam-ı Mahmûd'a yükseltirken ümmetini de o ma­kamda tecelli edecek şefaatten nasiplerini alma düzeyine getirir.

Bilndiği gibi, Makam-ı Mahmud, en güzel, en çok övgüdeğer olan şe­faat makamıdır ve Peygamberimize (A.S.) mahsustur. Nitekim okunan ezandan sonra, hadîs bölümünde naklettiğimiz gibi, Resûlüllah (A.S.) Efen­dimize v e sî I e , fazîlet ve Makam-ı Mahmud istememiz, ümmet olarak nezaket ve terbiyemiz gereğidir; hem de o makamda Allah'ın izniyle gü­nahkâr kulların lehine yönelecek şefaate lâyık olma arzumuzu duâ ma­kamında kalpten dile getirmemizdir. [184]

 

Hicrete Hazırlık İşaretleri

 

«De ki: Rabbım! beni gireceğim yere sıdk île sok, çıkacağım yerden sıdk ile çı­kar ve kendi katından bana yardımcı bir kuvvet ver.»

Daha önceki âyetlerle, İslâm güneşinin yakında Arap Yanmadası'nı aydınlatacağına, müşriklerin yenilgiye uğrayacağına, mü'minlerin sıkıntı ve ıstıraplarının hafifleyeceğine işaretlerde bulunulmuştu. Bu âyetle de çok açık şekilde hicretin pek yakında gerçekleşebileceği hatırlatılıyor; eninde-sonunda hem Mekke'nin, hem de Medine'nin doğruluk ve güven beldeleri olacakları; Peygamber'in (A.S.) Mekke'den sıdk ile çıkıp hicret edebileceği gibi, sıdk ile Medine'ye kavuşacağı haber veriliyor.

İbn Abbas'a (R.A.) göre, bu âyet Peygamber'e (A.S.), hicret emri ve­rildiği zaman inmiştir. [185] Hicretin sıdk-u selâmetle sonuçlanması husu­sunda Allah'ın öğrettiği çok nefis bir duadır ki, bir yerden başka bir yere yolculuk yapmaya hazırlanan veya göç eden mü'minlere tavsiye edilmek­tedir.

. Ayrıca bu âyeti farklı şekilde yorumlayanlar da olmuştur. Onları şöyle özetiiyebiliriz :

a)  Rabbım! Benim canımı, sadakat üzere bulunduğum halde al ve kı­yamet günü sadakat üzere beni kabrimden kaldır.

b)  Emrolunan hususa beni sadakatla yönelt; men'edilen şeyden beni sadakat üzere iken uzaklaştır.

c)  Rabbım, müşriklerin arasından sıdk ile çıkmamı, güvenli yere sıdk ile girmemi sağla.

d)  Beni sıdk-u selâmetle Mekke'den çıkar, yine sıdk-u selâmetle Me­dine'ye ulaştır.

Nitekim öyle oldu, hicret emri gelince, Resûiülİah (A.S.) Efendimiz, müşrkiierin bütün kötü niyet ve tehlikeli plânlarına rağmen Allah'ın sıdk-u selâmet tecellisine mazhar olarak Mekke'den ayrıldı ve yine aynı tecel­liye mazhar olarak Medine'ye ulaştı  Böylece Allah'ın va'di yerine geldi. [186]

 

Hak Gelince Bâtıl Yok Olur

 

«De ki: Hak oldu. Çünkü gerçekten bâtıl yok olmaya mahkûmdur.»

Cenâb-ı Hak bu âyetle, İslâm'ın yükselip başarıya erişeceğini, bunun karşısında bâtılın giderilip yok edileceğini ilân ederken, şu çok önemli hu­susa mü'minlerin dikkatini çekiyor: Doğru bulunmayınca eğri ortadan kalk­maz, hak gelmeyince bâtıl gitmez. Hakkın gelebilmesi, onu temsîl edenle­rin Kur'ân'ın gölgesinde, ilâhî hoşnutluk doğrultusunda bâtılı ezecek bir kuvvet oluşturmaîarıyla; maddî ve mânevi silah, araç ve gereçleri biraraya getirip bütünleştirmeleriyle mümkündür.

Cihan Peygamberi Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz de Allah'tan aldı­ğı bu talimat üzerine önce Mekke'deki, sonra da çevresindeki ve Arap Yanmadası'ndaki putları ve onlara tapanları alaşağı edebilmek için sözü edilen iki kuvveti biraraya getirip bütünleştirdi ve öylece aldığı cihad em­riyle yola çıktı. Neticesi ise, bilindiği gibi, son derece parlak olmuştur.

Nitekim İbn Mes'ud (R.A.) diyor ki:

«Mekke fethedildiği gün Resûlüllah (A.S.) Efendimiz mütevazi bir eda, mahviyetkâr bir tavır içinde şehre girdi. Kabe'nin etrafında 360 kadar diki­li put bulunuyordu. Elindeki bastonuyla onlara bir bir dokunup devirirken, «Hak geldi, bâtıl yok oldu. Zaten bâtıl yok olmaya mahkûmdur» mealindeki âyeti okuyordu.» [187]

O bakımdan Mim adamları âyetteki «hak» tâbirini «İslâm» ve «Kur'ân» ile tefsîr etmişlerdir. Şüphesiz ki bu yorum, ilâhî murada uygun olmuş, hakkı temsîl eden İslâm ve Kur'ân sağlam imân sahiplerinin elinde ve di­linde yenilmez bir kudret olarak bâtılın beynini parçalamış ve dünyada bir eşine daha rastlanmayan bir inkılâp yapmıştır. Cenâb-ı Hak bu hususu en duyarlı bir anlatımla Enbiyâ sûresinde şöyle açıklamaktadır: «Hayır, biz hakkı bâtılın üzerine fırlatırız da onun beynini parçalar; bir de bakarsın ki bâtıl yok oluvermiştir.» [188]

 

Müslümanlar Fethettikleri Ülkeleri Putlardan Temizlerler

 

İslâm orduları fethettikleri gayr-i müslim ülkelerde, Peygamber (A.S.) Efendimizin sünnetine uyarak, önce bâtıldan yana put ve benzeri neler varsa, onları ortadan kaldırıp yok ederler, Sonra da İslâm esaslarını, din kültürünü onlara öğretmek için camiler inşa ederler. Mevcut ilim yuvaları­nı Kur'ân'dan yana çevirip gereken İslâhatı geciktirmeden yaparlar. Kitap Ehli kabul edilen Yahudi ve Hıristiyanların ibadet yerlerine dokunmazlar, din adamlarını -İslâm'a karşı koymadıkları, fitne ve fesat çıkarmadıkları takdirde- öldürmezler ve onları inançlarıyla başbaşa bırakıp din ve vicdan hürriyetine lâyık olduğu yeri ve değeri verirler.

Fetih yapılmadan, İslâm güçlenip imkânlarını oluşturmadan putları kırmaya kalkışmak, İslâm'ın tebliğ, irşat ve gelişme stratejisine ters düşer. Çünkü böyle ortam ve durumlarda, yarardan ziyade zarar söz konusu ola­bilir ve bu da İslâm'ın gelişmesini engelleyip hızını kesebilir. Nitekim Re-sûlüllah (A.S.) Efendimiz Mekke'de on üç yıllık peygamberliği döneminde ne kendisi, ne de arkadaşları, Kutsal Kabe'nin etrafındaki putlara dokun­madılar, hisleri tahrik edecek söz ve davranışlardan kaçındılar. Zaten İs­lâmiyet bizatihi rahmet, hoşgörü, sevgi ve saygı dinidir. Zorbalık, hırçınlık, kırıcılık, insanları küçük düşürücülük gibi nezaket ve edep dışı olan şey­ler onda yoktur. O bakımdan Mekke'de müslümanlar sadece Tevhîd İnan-cı'nı kalp ve kafalara, ilâhî rahmet havasını gönüllere estirmeğe ve insan eliyle yontulup şekillendirilen cisimlerin ilâh olamıyacaklarını anlatmaya çalışmışlar; şirretliğe, küstahlığa ve haksız tecavüzlere misliyle karşılık vermemişler, kötülüğü iyilikle gidermeyi prensip edinip muhtemel bir kar­gaşalığa ve iç savaşa sebep olacak söz ve davranışlardan kaçınmışlardır.

Zira İslâm Dini, insan hayatının her bölümüne hitap eden, devlet ve milletlerle yakından ilgilenen başlıbaşına ilâhî sistemdir. Plânlı, programlı hareket eder, kendi meselelerini cahillerin eline ve iradelerine terketmez; ilmi, gerçek ilim adamlarını rehber edinir, kan dökmeden, fitne çıkarma­dan kalplere ilâhî sevgi ve rahmeti doldurmaya çalışır. Nitekim Ashab-ı Kiram fethettikleri ülkelere rahmet, adalet, hakseverlik, edep, terbiye, ne­zaket, kardeşlik ve hoşgörü götürmüşler; İslâm'ın gazap değil, rahmet olduğunu her vesileyle ortaya koymuşlardır. [189]

 

Kur'ân Şifâ Ve  Rahmettir

 

«Kur'ân'dan mü'minlere şifâ ve rahmet olan (parçalar, bölümler, âyetler ve sûreler) indiririz..»

Kur'ân-ı Kerîm yirmi üç yıla yakın bir süre içinde olayları hedef ala­rak parça parça indirilmiş ve her parçası inananlara şifa ve rahmet ol­muştur.

Kur'ân'ın şifa özelliği, biri bedenî, diğeri ruhî olmak üzere iki yönlü­dür. Kur'ân getirdiği ilâhî hakikatlerle kalplerdeki cehalet ve şüphe has­talığını giderip insanları derunî, diğer bir tabirle ruhanî şifâya kavuşturur. Kalpleri örten madde kesafetini kaldırır da ilâhî feyiz ve rahmeti alacak düzeye ve kıvama getirir.

Ayrıaa unutmayalım ki, tabibin verdiği ilâç, Kur'ân'ın şifâ iksiriyle ka­rıştırılıp içilirse çok daha tesirli olur. Onun için İslâm bir hastalık zuhur ettiğinde tabibe başvurmayı emrederken şifâyı ondan değil Allah'tan di­lemeyi telkin eder. Diğer yandan tıbbın iyileştiremediği veya tıbbın elinin yetişemediği birtakım ruhî hastalıkları, iki taraf da kesinlikle inanıyorsa, Kur'ân'dan şifâ niyetiyle tavsiye edilen şifâ âyetlerini okumakta çok büyük tesirler ve yararlar bulunduğunu unutmamak gerekir.

Nitekim Ashab-ı Kirâm'dan Ebû Saîd el-Hudrî (R.A.) anlatıyor:

«Biz otuz kişilik bir süvari mangası olarak bir tarafa gönderilmiştik. Akşam olunoa bir Arap kabilesine indik. Bizi konuk edinmelerini rica et­tik, kabul etmediler. Sonra çok geçmeden telâşla bize gelip kabile reisleri­ni akrep veya yılan gibi zehirli bir hayvanın ısırdığını ve adamın ölmek üzere bulunduğunu anlatarak, afsun yapıp onu iyileştirmemizi ısrarla iste­diler. Gittik ve ben şifâ niyetiyle yedi defa Fâtiha-i Şerîfe'yi okudum. Bu­nun üzerine kabile reisi gözlerini açtı ve iyileştiğini söyledi. Onlar buna karşılık bize otuz koyun verdiler. Koyunlardan birkaç tanesini kesip yedik. Aneak arkadaşlarımızdan bir kısmı yemedi. Medine'ye döndüğümüzde du­rum Hz. Peygamber'e (A.S.) arzedildi. Peygamber (A.S.) Efendimiz bana sordu : «Fâtiha'da manevî şifâ bulunduğunu nereden biliyordun?» Ben de, «Ya Resûlellah! o anda kalbime öyle doğdu..» diye cevap verdim. Efendi­miz (A.S.) «O koyunlardan yeyiniz ve bize de yediriniz» buyurdu.» [190]

Ayrıca   Resûlüliah   (A.S.)   Efendimizin,   Muavvezeteyn'i  okuyup  kendi üzerine üflediğini Hz. Âişe (R.A.) bildirmiştir. [191]

 

İnsan Karakteri İkiyüzlü Madalyona Benzer

 

«İnsana nîmet verdiğimiz zaman yüzçevîrir de yan çizer. Kendisine kötülük dokunduğu za­man ümitsizliğe kapılır.»

Bol nimet, refah ve huzur içindeyken dindar geçinen insanların çoğu veya bir kısmı Allah'ı unutur, ibâdeti bırakır, ya da aksatır. Önce cemaati," sonra yavaş yavaş vakit namazlarını, sonra da cuma namazını terketme-ğe başlar. Daha doğrusu ibâdete ihtiyaç duymaz, duysa bile zevk almaz. Tabii bu duruma gelenler, imânını kalbinin derinliğine indiremiyen, şüphe­lerden kendini kurtaramayan ve daha çok dünyaya önem veren kimseler­dir; yoksa yukarıda belirtilen ve insan karakterinin rengini yansıtan husus herkes hakkında carî bir hüküm değildir; ama insanların çoğu öyledir de­nilebilir.

Böylece insanların çoğu tam nankörlük İçinde ömür sermayesini ge­çici bir nimetin verdiği sarhoşluk ve şımarıklıkla harcar. Derken bir'dert, bir sıkıntı veya felâketle karşılaşır. Refah günleri çok gerilerde kalır ve bu defa ümitsizliğe düşer. Sıkıntılar ardarda onu kovalar. Başka çaresi kalmayınca ruhuna ezelde enjekte edilen Allah duygusu harekete geçer ve çok geçmeden Cenâb-ı Hakk'a yönelip yardım isteme ihtiyacını duyar. O'na sığınır. Felâketi atlatınca, bu defa o sıkıntılı ve üzüntülü günleri unutmaya başlar.

İşte böylece imânı takva temeli üzerine oturtulmamış kişilerin hayatı iki yüzlü bir madalyona benzer.

İnsan karakterini yönlendiren, onu sünnetullah ile uyum haline geti­rip ikiyüzlülükten, döneklikten kurtaran, şüphesiz ki, Allah'a dosdoğru imân ve Kur'ân'ın şifâ ve rahmet özelliğidir. Bu da çok ciddi bir eğitim konu­sudur.

Onun için bunu takip eden âyette, insan karakterine parmak basılı­yor ve: «De ki: Herkes mizacına ve inancına göre amel eder..» buyurulu-yor. [192]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, günde beş vakit namazın öneminden ve uyu­duktan sonra gece kalkıp ibâdet etmenin yararından söz edildi. Sonra Mekke'de maruz kaldıkları haksızlıklardan dolayı bunalan mü'minlere kur­tuluş ve zaferin yakın olduğu müjdesi verildi; yakında din ve vicdan hürri­yetinin bulunduğu bir ülkeye hicretin gerçekleşeceğine işaret edilerek, Mekkeli müşriklerin çok geçmeden baş aşağı gelecekleri günün gelip çat­mak üzere olduğuna dolaylı şekilde atıf yapıldı., Hak geiince bâtılın yok olacağı bildirilerek artık müsterih olmaları istenildi.

Aşağıdaki âyetle, Peygamberi (A.S.) müşkii duruma düşürmek iste­yenlerin ruh hakkındaki soruları konu ediiiyor ve hiçbir çağda reddi müm­kün olmayan bir oevap verilerek hakkın .her zaman üstün olacağı hatırla­tılıyor. [193]

 

Meali:

 

85— Sana ruhtan soruyorlar, de ki: Ruh Rabbimin emrindendir. Size ilimden az bir şey verilmiştir.

 

İniş Sebebi

 

Hz. Abdullah (R.A.) diyor ki:

«Resûlüliah (A.S.) Efendimizle beraber bir yerde bulunuyorduk. Re­sûlüliah (A.S.) bir ara elindeki değneğine dayanıp yürürken birkaç yahu-diyle karşılaştık. Onlar Peygamber'e (A.S.) yaklaşarak «ruh hakkında ne dersiniz?» diye sordular. Peygamber (A.S.) susup cevap vermedi. Derken vahiy geldi ve yukarıdaki âyet indi.» [194]

İbn Abbas (R.A.)nın îesbitine göre: Mekke müşrikleri Yahudi bilgin­lerine başvurup Muhammed'den bir şey sormak ve böylece onu zor du­rumda bırakmak istediklerini ve bunun için kendilerine birtakım bilgiler ver­melerini teklîf ettiler. Yahudi bilginleri, onlara: «Muhammed'den {A.S.) ruh nedir, diye sorun» diyerek birtakım bilgiler verdiler. Onlar da gelip ruh hakkında Peygamber {A.S.) Efendimizden tatmin edici bilgi istediler. Bu­nun üzerine yukarıdaki âyet indi. [195]

 

Ruh Kavramı

 

Ruh kavramı başhbaşına bir konudur. Tarih boyunca ruhçularla mad­deciler bu kavram üzerinde durmuş ve farklı yorumlarda bulunmuşlardır.

Onlardan bir kısmının görüşlerini şöyle sıralayabiliriz:

a)  Materyalistlere göre : Ruh, maddenin yüksek bir ürününden baş­ka bir şey değildir.

b)  İdealistlere göre : Maddeyi meydana getiren ruhtur. Esas eleman düşüncedir.

c)  Ruhçulara göre : Vücutta bulunan maddesiz hayat ilkesi, hayatın özüdür, yani ruh hayatın özü ve mayasıdır.

d)  Diğer felsefecilere göre : Ruh kavramının kaynağı ANİMİZM (ruhu hem hayat olaylannin, hem de akıl olaylarının aslı sayan sistemjdir.

e)  Bazı tasavvufculara göre : Ruh, insan ile Allah arasındaki vücut birliğini sağlayan cevherdir. Bu görüş, panteizme, yani vahdet-i vücut fel­sefesine yakın bir anlam taşır.

f)  Hıristiyan inancına göre: Ruh, «nefes» ve «hayat nefestedir. Tanrı da sonsuz hayat olduğu ve sonsuz nefes bulunduğu için bir ruhtur.

g)  Bazı müfessirlere göre : Ruh denilince, mutlak olarak şu üç mâna düşünülebilir: Hareket başlangıcı, hayatın özü ve kaynağı, idrâkin başlan­gıç noktası ve kaynağı..

Birinci düşünce ve mana : Maddenin karşıtı olan güç ve enerji anla­mını yansıtır. Bu manayla, maddeye hareket sağlayan ve enerji olan elek­triğe «ruh» denilebilir.

İkinci düşünce ve mana: Ruh hayatın özü ve kaynağı olarak üç gruba ayrılır: a) Bitkilerdeki hayat, b) hayvanlardaki hayat, c) insanlardaki hayat. Bunlar birbirlerinden farklı ruh taşır. En mükemmeli insanî ruhtur.

Üçüncü düşünce ve mana: Ruh, insandaki yeteneklerin kaynağıdır.

h) İmam Gazâlî ve Ebû Kasım Râğıb el-Esbahanî'ye göre: Ruh, ne cismidir, ne de cismanîdir. Bedenlerle olan ilgisi, tedbîr ve tasarruf ölçü ve anlamındadır.

i) Diğer bazı İslâm bilginlerine göre : Ruh, nuranî bir cisimdir. Diri­dir, hareket halindedir. Yüce âlemdendir. Mahiyet ve tabiatıyla şu duyu­larımızla bilinebilen cisimlerden ayrıdır. Gül yağının güldeki, zeytin yağı­nın zeytindeki, ateşin kömürdeki sirayeti gibi, o bedende sâridir. Değişme, bölünme, çözülme kabul etmez. Girdiği cisme hayat verir. Cisim elverişli olduğu sürece ruh ona hayat feyzini aralıksız sunar.

Aynca âyette geçen «ruhstan maksat. Melek Cebrail'dir veya büyük bir varlıktır diyenler olmuşsa da, cumhura göre, bedene hayat, hareket, akıl, zekâ, idrâk, hafıza, düşünme gibi yetenekleri veren şeydir.

Bununla beraber büyük bir enerji ve hayat kaynağı olduğu için Me­lek Cebrail'e de Kur'ân'ın yedi ayrı yerinde «Ruh», beş yerinde «Ruhulku-düs,» bir yerinde de «Ruhulemîn» denilmiştir. [196]

İslâm'ın Ruh kavramı hakkındaki görüş ve tesbitinin özeti:

Ruh : Allah'ın yüce ve sonsuz kudretinin bir tecellisi olup, bedenler­den çok önce belli sayıda yaratılmıştır. Ruh bütünüyle hayat ve hareket kaynağı ve mayasıdır. Ruhlar alemindeki bilgiyle donatılmıştır. Sırası ge­lince oradan inip kendine ait bedene gelip yerleşince o âleme ait bilgiler kendisinden geri alınır. Bedende hayvanı ruhla birleşir. Bedenin eğitilme­siyle onun yetenek araçlarına gereken gücü verir. Beden eskiyince ruh onu terkeder. İkinci bir beden oluşuncaya kadar Berzah âleminde kendi derecesine göre belirlenmiş makam ve mertebede bekler. O âleme intikal edince eski bilgileri de kendisine verilir ve böylece üç ayrı âlemle ilgili bil­gilerle teçhiz edilir. Artık ruh için zaman ve mekân kavramları bir bakıma söz konusu değildir. Her şeye rağmen ilâhî kudretin tecellisi olan ruhun mahiyeti bilinmez. Balçıktan yaratılan ilk insana ilâhî ruhtan, diğer bir ta­birle İlâhî kudretten nefh edilen manevî bir cevherdir. Girdiği bedenin biçi­mini alır ve bir daha o biçimi kaybetmez. İkinci beden oluştuğunda yine bu ilk bedenin biçimini taşıyarak girer.

Böylece bir benzetme yapacak olursak, diyebiliriz ki: Bedenle ruh arasındaki ilgi, elektrikle elektronik cihaz arasındaki ilgiye benzer.

Diğer bir husus ise, âyette gecen «ruh»tan maksadın insan ruhu ol­madığını söyleyenlerin görüşüdür. Nitekim İmam Kurtubî onların görüşle­rini şöyle tesbit etmiştir:

a)  İmam Katade'ye göre,  ruhtan  maksat,  Melek Cebrail'dir. Ancak İbn Abbas'ın (R.A.) bu hususu gizlediğini belirtir.

b)  İsa Peygamber kasdedilmiştir.

c)  Kur'ân demektir.

d)  Hz. Ali (R.A.)ye göre, yetmiş bin yüzü, her yüzünde yetmiş bin dili, her dilinde yetmiş bin lügati otan bir melektir ki, Allah'ı o lügatlerle tesbîh eder ve Allah onun her teşbihinden, diğer meleklerle birlikte uçan bir me­lek yaratır da kıyamete kadar sürüp gider.

Bunu İbn Cerîr et-Taberî rivayet etmişse de, İbn Atiyye, «böyle bir görüş ve beyânın Hz. Ali'den (R.A.) sahih olduğunu sanmıyorum», demiş­tir.

Ayrıca Beyhakî'nin yaptığı rivayete göre, İbn Abbas (R.A.) âyette ge­çen «ruh»u, melek diye tefsir etmiştir. [197]

Böylece bu konuda birtakımı zayıf sayılabilecek hayli rivayetler yapıl­mıştır. Allah daha iyisini bilir. [198]

 

Âlem-İ Halk - Âlem-İ Emir

 

Birincisi: Keyfiyet ve kemiyetle ilgili olup cisim özelliğini taşıyan var­lıklardır ki, bunlar ilâhî kudretin teceîlisiyle icat edilerek vücut alanına ge­tirilmişlerdir.

İkincisi: Bu ölçü ve özelliğin dışında maddî varlığın karşıtı olarak, kuv­vet, kudret, enerji ve hayat kaynağı olarak «kün=ol!» emriyle oluşan var­lıklardır.

«Adem'i topraktan yarattı. Sonra ona oh dedi, O da oluverdi.» mea­lindeki Âl-i İmrân Sûresi 59. âyet, sözü edilen iki âlemin birden Âdem'in vücut bulmasında gerçekleştiğini açıklar.

O halde insanın bedeni, yani maddî yapısı «âiem-i halk»tan; ruhu ise, «âlem-i emir»dendir. Bu bakımdan konumuzu oluşturan âyette, «De ki: Ruh Rabbımın emr indendir» buyuru I m ustur.

Emir kavramı genellikle iki manaya delâlet eder:

1—  Çoğulu «umur» olan emir, iş, durum, hal ve keyfiyet manalarına / delâlet eder. Bu manayla «Ruh Rabbmın bileceği iş ve durumdandır» yoru-' mu ortaya çıkar.

2—  Çoğulu «evâmir» olan emir ise, buyruk, kumanda, telkîn, tavsiye gibi mânalara delâlet eder. «Ruh Rabbının emrindendir,» yani O'nun buy­ruğu cümlesindendir, yorumu ortaya çıkar.

Cumhur bu ikinci mâna ve yorumu daha uygun görmüş ve konunun taşıdığı maksada daha yakın olduğunu belirtmiştir. [199]

 

Size İlimden Az Şey Verilmiştir

 

«Siz ilimden az bîr şey verilmiştir.»

Henüz kendini, içinde taşıdığı hayat ve yeteneklerin kaynağı olan ru­hunu bilmeyen ademoğlunun, varlık âlemini bütünüyle ve her yönüyle; bağ­lı bulunduğu ilâhî kanun, plân ve programıyla; ilâhî sünneti taşıdığı hik-metleriyle bilmesi mümkün müdür? Onun bilgisi daha çok deney ve göz­leme dayanır. Oysa onun deney ve gözlemi çerçevesine giren pek az şey söz konusudur. Onun dışında kalan ise pek çoktur. Fizik âlemini yeterince bilmeyen insan, fizikötesini nasıl bilebilir, bu mümkün müdür? Meğer ki, Allah bildirmiş olsun..

Peygamberlerin ve kutsal kitapların fizik ötesinden verdikleri bilgi, denizden bir damla, uçsuz bir çölden bir avuç kum mesabesinde sayılır.

İnsan aklının idrâk alanı ise, sanıldığı gibi sınırsız değil, sınırlıdır. Kur'ân'da Allah'ın sözlerinin de O'nun ilmi, kudreti, saltanat ve tasarrufu gibi sonsuz ve sınırsız bulunduğu; bundan insana pek az bir bilginin ve­rildiği bir diğer âyetle şöyle açıklanır: «De ki: Rabbımın sözlerini (yaz­mak) için denizler mürekkep olsa ve bir o kadarı da ilâve etsek, yine de Rabbimin sözleri bitmeden denizler tükenirdi.» [200]

«Yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz daha katılıp (mürekkep) olsaydı, yine de Allah'ın sözleri bitmezdi..» [201]

Böylece «İnsana ilimden az bir şey verilmiştir» sözünün mânası daha iyi anlaşılmış oluyor. Allah daha iyisini bilir. [202]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetle, ruh hakkında genel anlamda bilgi sunuldu ve insana ilimden çok az şey verildiği açıklanarak, ilâhî ilmin ve kudretin sınırsızlığı­na işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, ilâhî kudretin bir nefhası olan insanî ruhun hayat, hareket ve yetenek kaynağı olduğuna işaretle, insana verilen o az bilginin de istenildiği takdirde bir anda hafızalardan silinip alınacağına dikkatler çekiliyor ve böylece az bir bilgiyle böbürlenmenin makul hiçbir yanı olma­dığına işaret ediliyor. Sonra da Allah sözü olan Kur'ân'ın bir benzerinin insan tarafından hazırlanıp ortaya konulmasının mümkün olmadığı konu edilerek, ilâhî ilim ile beşerî ilim arasında kıyas kabul etmez bir başkalığın ve mesafenin bulunduğuna atıf yapılıyor. Arkasından öğüt ve ibret alın­sın diye bazı konuların Kur'ân'da tekrar edilmesinin hikmetine değiniliyor. [203]

 

Meali;

 

86—  And olsun ki, dilersek sana vahyettiğimizi giderip götürürüz (ha-fızandaki her şeyi sileriz). Sonra bize karşı kendinden yana bir vekil de bu­lamazsın.

87—  Ancak Rabbinden bir rahmet (onu gidermemiş)tir. Şüphesiz ki O'nun sana olan iyilik ve ikramı pek büyüktür.

88—  De ki: Eğer insanlarla cinler, birbirlerine yardımcı ve destek de olsalar, bu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek için biraraya gelseler, yine de onun bir benzerini (yazıp) getiremezler.

89—  And olsun ki biz, bu Kur'ân'da (lüzumlu) her misâli tekrar tekrar açıkladık; yine de insanların çoğu inkâr ve nankörlükte ısrar edip dururlar.

 

 İniş Sebebi

 

İbn İshak'ın tesbitine göre; İbn Abbas (R.A.) şöyle demiştir: Yahudi bilginFerinden birkaç kişi toplanıp Peygamber (A.S.) Efendimize gelerek, «Doğrusu biz de senin getirdiğin bu Kur'ân'ın bir benzerini hazırlayıp ge­tirebiliriz» diye iddiada bulundular. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler in­di. [204]

 

Kur'ân Bütünüyle Rahmettir

 

Bilmediklerimiz bildiklerimizden çoktur. Eğer peygamberler ve kutsal kitaplar olmasaydı, bilgimiz sadece fizik âleminin çok az bir bölümüyle sı­nırlı kalır; fizik ötesinden hiç haberimiz ve bilgimiz olmazdı. Böylece ne hayatın manası, ne ölümün hikmeti bilinir; ne de ikinci bir hayatın başla­yacağı anlaşılırdı.

Ruhun mahiyeti hakkında bize bilgi verilmemesi ise, bilmediğimiz mil­yonlarca konulardan biridir. Aynı zamanda ruhun mahiyetini mevcut ye­teneklerimizle anlayıp kavramamız da mümkün değildir. Bildiğimiz tek şey, ilâhî nefhanın ürünü, kudretinin tezahürü ve suretinin tecellisi olan ruhun, insan aklının, zekâsının ve idrâkinin ötesinde bir anlam taşımasıdır. O, bu yeteneklerimizin sınırı dışındadır,1 bildiğimiz eşya türünden de değildir. Gözlem ve deney kapsamına ise, hiç girmez. Kur'ân bize kısa bir bilgi ve­rerek düşünmemizi ve «kün=ol!» emrinin bir tezahürü bulunduğunu haber vermektedir. Hem biz henüz ruhun beden yapısındaki beyin, kalp gibi ci­hazlarda; akıl, zekâ, düşünce ve hafıza gibi yetenekler üzerinde tesirinin mahiyetini de bilemiyoruz. Nerede kaldı bu tezahürün kaynağının mahi­yetini bilip kavrayabilelim..

Onun için Cenâb-ı Hak, Kur'ân ile bize öğrenebileceğimiz ve anlayıp istifade edebileceğimiz şeyleri öğretmekte; öğrenebilemiyeceğimiz şeyler üzerinde ısrar edip istekte bulunmamıza gerek bulunmadığına işaret et­mektedir. «And olsun ki, dilersek sona vahyettiğimizi giderip götürürüz (hafızandaki her şeyi sileriz)..» mealindeki âyetle, beynin ruh için bir araç veya cihaz olduğu belirtiliyor. Ruh ile cihaz arasındaki manevî kablolardan birinin anzalanmasıyla her şeyin hafızadan silineceğine dikkatlerimiz çe­kilerek kendi vücudumuzda hâkim olan ilâhî programın uygulanma keyfi­yetini de henüz iyi bilmediğimiz hatırlatılıyor. Bunun ötesinde mevcut ye­teneklerimizle kavrayabilmemizin mümkün olmadığı inceliklerin, esrar ve hikmetlerin neden kapalı bir kutu gibi tutulduğunun sebebini anlamamız için birtakım ön bilgiler veriliyor.

O halde Allah'ın bize verdiklerine şükretmemiz ve hayatımızı ona göre düzene sokmamız, iimî araştırmalarımızı daha olumiu netice alınabilecek konulara teksîf etmemiz çok daha önemli ve yararlıdır.

Aynı zamanda unutmayalım ki, Allah'ın insanlara olan iyilik ve ikramı, rahmet ve inayeti pek büyüktür. [205]

 

Kur'ân Sıradan Bir Kitap Değildir

 

 «De kî: Eğer insanlarla cinler birbirlerine yardımcı ve destek de olsalar, bu Kur'ân'in bir benzerini getirmek için bir araya gelseler, yine de onun bir benzerini (yazıp) getiremezler.»

Kur'ân bütünüyle inanç, dikkat, ciddi araştırma ve beceri isteyen bir bilgi hazinesidir. Konuları, âyetleri, kelimeleri ve kelime dizisi tamamıyla ilâhî kudretin ürünüdür. O nedenle konular arasındaki ahenk ve kopmaz bağları; kelimelerin yerli yerince konulup inci dizisi gibi uyumluluğu; kula­ğı tırmalayan, beyne hoş gelmeyen, kalbi rahatsız eden bir düzensizlik ve bozukluğun bulunmaması, onun ilâhî olduğunun bir başka belgesi sayılır. Kelimeler ve cümleler arasında öylesine güçlü bir bağ, öylesine ahenk­li bir nizam var ki, birini yerinden oynattığımız ve kaldırdığımız takdirde, bir anda o açıklık, akıcılık, uyumluluk ve kulaklara hoş gelicilik bozulur; us-lûb-i ilâhî alt-üst olur. Kur'ân Arapçasını çok iyi bilen kimse, hafız olmasa bile, bunun farkına hemen varır.

İşte Kur'ân'daki bu ilâhî kudretin müstesna üslûbudur ki, şiirle, ede­biyatla, güzel söz söylemekle böbürlenen Arap şâirlerini ve en ünlü edip­lerini şaşkına çevirmiş ve hepsi de bu kudret karşısında birer sabun köpü­ğü gibi sönmeye mahkûm olmuşlardır. [206]

 

Kur'ân'ın Kapsadığı Başlica Konular

 

«And olsun ki biz, bu Kur'ân'da (lüzumlu) her misâli tekrar tekrar açıkladık..»

İlgili âyetin açık anlatımından, insan hayatını düzenleyip yönlendiren ve iki hayat arasında kopmaz bağlar oluşturan lüzumlu bütün konulara Kur'ân'da yer verilmiş; bir kısmı yeterince açıklanmış, bir kısmı çeşitli yön­leriyle belirtilmiş, bir kısmı da içtihada cevaz verecek bir esneklik içinde bırakılmıştır.

Bunları, şöyle özetleyip sıralayabiliriz:

1—  Güzel ahlâk, ruhun yüceliği ve azizliğiyle eşdeğerde işler. Bunun her kuralını bir, ya da birden fazla müeyyide ile değerlendirir.

2—  İnsan haklarını; ferdi topluma, toplumu millete ve ümmete, milleti insanlığa ve hepsini birden Yüoe Yaratan'a bağlar ölçüde savunur ve uy­gulama yol ve yöntemlerini gösterir. Bunun için de hem maddî, hem ma­nevî müeyyideler getirir.

3—  Devlet düzenini, kendine has sistemine göre, zulmü, azgınlığı, sa­pıklığı, haksızlığı haklara tecavüzü önleyecek; adaleti, hukukun esasını ve amacını koruyacak, ilmi himaye edecek, âlime lâyık olduğu yeri ve itibarı verecek, ülkede güven ve huzur havasını hâkim kılacak, din kardeşliğini pekiştirecek plân ve programda biçimlendirir.

4— Ekonomik yapıyı, maneviyat yapısıyla birleştirip üç ana esasa dayar: Ölçülü ferdî mülkiyet, sınırlı mal ve servet edinme, sosyal adalet..

5— Milletlerarası politikayı; İslâm'ın izzet, şeref ve itibarını yükseltir.

savaşı son çare düşünür ve bunun için her an hazır olmayı ilke edinir şe­kilde yürütür.

6—  Eğitim sistemini; aklı, zekâyı geliştirecek, idrâki uyanık tutacak; ruha gıda verip vicdanı harekete geçirecek, kalbe Allah ve insan sevgisini aşılayacak bir programa bağlar.

7—  İlim adamına takdîr sunar. İlmî araştırmaya imk'ân vermek için ana fikirler, temel bilgiler koyar. Aynı zamanda getirdiği hükümlerin bir kısmında esneklik prensibine yer verir, içtihada kapıları açık bulundurur. Fizik ve fizikötesi konularda ana temayı verir, insan aklını frenliyecek en­gelleri kaldırır. Ancak ilâhî nasslarda ihtimale dahi yer vermez.

8—  İlâhî rahmet ve mağfireti, gazap ve azabı çok dikkatli ve ahenkli bir ölçüde hatırlatır. Âhiret âlemini en duyarlı ve yönlendirici safhalarımla insan kalbine ve düşüncesine arzeder.

9—  Aile hayatına lâyık olduğu önemi verir.  Karı-koca  haklarını en âdil ölçülerle belirler.

10—  Çocuk terbiyesini yer yer işlerken ana-babalara büyük sorumlu­luklar düştüğünü hatırlatır ve aile reisi durumunda olan herkesin, himaye ve idaresi altındakileri Cehennem ateşinden korumalarını farz kılar.

11—  Malı, canı, dini, ahlâkı, iffet ve namusu, yararlı örf ve âdetleri korumayı emreder. Bunun için gereken bütün malzemeyi verir ve yollan gösterir.

12— Bir insana doğru yolu göstermenin büyük bir hizmet olduğunu açıklar. İnsan şeref ve haysiyetinin korunmasını emreder.

13— Dünya nîmetlerinden meşru şekilde azamî derecede faydalanıl­masını telkîn eder, ancak sosyal adaleti sağlamak için zekât, faizsiz ödünç, sadaka ve yardım gibi hayırların düzenli şekilde yapılmasının mutlak an­lamda gerekli olduğunu açıklar.

Tek kelimeyle, insan için her iki hayat döneminde lüzumlu bütün esas, prensip, kural, hüküm ve tavsiyeleri gözler önüne serer. Allah'ın varlığını, birliğini, kudretinin sonsuzluğunu, kâinat kitabında yer alan binleree âyet ve belgelerle isbat eder. Tarihin tekerrür ettiğini ve edeceğini birçok ib­retli kıssalarla gözler önüne serer. Azıp sapıtan, günah işleyip haksızlık­ta bulunan kavim ve milletlerin sonlarının ne olduğunu öğüt alınaeak saf-halanyla anlatır.

İşte bu kudrette, bu yararda, bu ölçü ve muhtevada başka bir kitap yoktur. Tarihî hakikatler, Kur'ân'ın bir benzerinin ortaya konulamıyacağını bütün açıklığıyla isbatlamiştır. Gerçekçi ilim adamları da Kur'ân'ın insan kafasının ürünü olmadığını, olamıyacağını kabul etmişlerdir.

Onun için Kur'ân bu ilâhî özelliğiyle inkarcılara seslenerek meydan okuyor: «Eğer insanlarla cinler birbirlerine yardımcı ve destek de olsalar, bu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek için bir araya gelseler, yine de onun bir benzerini (yazıp) getiremezler», diyerek hiç bir kimsenin Allah'la boy ölçüşemiyeceğini hatırlatıyor. [207]

 

İnsanı Gerçek Anlamda Mutlu Eden Her Şey Kur'ân'da Açıklanmıştır

 

İnsanların çoğu nefsinin ve duygularının esiridir. Faydalı olmadan ya­şamak, yorulmadan kazanmak, sevmeden sevilmek, saymadan sayılmak ister. Şehevî duygusuyla uyum sağlayan veya onu gıcıklayan şeylere ku­cak açar. Bunun aksine ruhuna gıda verecek, kalbine şifa olacak, vicdanı­nı geliştirecek şeylerden kaçar. Zira böyleleri akıllarını belirtilen konular-daV^efislerinin buyruğuna vermiş, şehveti öncü yapıp basiretlerinin önüne kalın bir perde germişlerdir. O bakımdan bunlara göre, dünya nimetleri peşindir, âhiret ise veresidir veya bir avutma aracıdır.

İnsanı, nefsinin bu dar çerçevesinden kurtarmak, ruhun feyizli iklimi­ne sokmak için ona, küçük yaştan itibaren ciddi ve köklü, kalıcı ve feyizli bir eğitim gereklidir. O bakımdan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz İslâm'a da­veti kuru bir çağrıyla değil, açmış olduğu irfan mektebiyle yürütmeyi plân­lamış ve işe eğitimle başlamıştır. Onun büyük inkılabının başarılı olması­nın bir uou da buna dayanır. Hz. Peygamberin (A.S.) eğitiei, yetiştirip ol-gunlaştırıcı meclisinin dışında kalanların ise, her gecen gün inkâr ve nan­körlükleri artmış ve artmaktadır da..

Günümüzde de durum aynıdır, Çocukluk döneminde ciddi dinî eğitim görenler, millî kültürleriyle beslenenler, şüphesiz ki toplumun yüz akları, ülkenin fazîlet kaynaklarıdır. Bu iki değerin dışında yetişenlere gelince; Az veya çok inkâr, inat, nankörlük ve kişisel çıkarcılık havasında toplumun aleyhine yaşamaktadırlar.

Konumuzu oluşturan âyetle bu gerçeklere değiniliyor ve inen Kur'ân'­ın ciddi şekilde okunup anlaşılması cihetine gidilmesi isteniliyor. [208]

 

Ayetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, insanoğlunun bildiğinden daha çok bilmediği şey­lerin bulunduğuna işaret edildi. Ruhla beyin arasındaki bağlantıya deği­nilerek konu üzerinde düşünmemiz istenildi. Sonra Kur'ân'ın insandan ya­na bütün lüzumlu bilgilerle donatılarak indirildiği ve her kelimesiyle iiâhî kudreti yansıttığı belirtildi. O bakımdan Kur'ân'ın bir benzerini hazırlayıp ortaya koymanın beşer kudretinin çok ötesinde bulunduğu hatırlatılarak, Allah ile boy ölçmenin mümkün olamıyacağına işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, kâinatta gözle görülebilen binlerce âyet ve bel­ge, Hakk'ın varlığını ve birliğini yansıttığı, O Yüce Kudret'in damgasını ta­şıdığı halde, kalp gözleri kör olan inkarcıların, Hz. Peygamber'den (A.S.) akıl ve mantık dışı birtakım olağanüstü şeyler vücuda getirmesini istedik­leri konu ediliyor. Sonra Allah'ın göndereceği peygamberin insanlardan değil, meleklerden olmasının gerektiğini savunanların tarihî ve dinî gerçek­lerden ne kadar çok habersiz ve uzak bulunduklarına dikkatler çekiliyor. Sonra da Hz. Peygamberin (A.S.) peygamberliği hakkında Allah'ın şahit olarak yeterli bulunduğu açıklanarak, inananların kendi lehlerine, inanma­yanların kendi aleyhlerine bir gelecek hazırlıyacaklarına işaret ediliyor. [209]

 

Meali:

 

90—  {Sapık kâfirler) dediler ki: Mümkün değil sana inanmayız, tâ ki bize yerden kaynak (su) çıkarasın.

91—  Veya sana ait hurmalık ve bağlar olup aralarından ırmaklar fış­kırtarak ak itasın;

92—  Veya iddia ettiğin gibi göğü parça parça üzerimize düşüresin, ya da Allah'ı ve meleklerini karşımıza (kanıt ve açık belge) olarak getire-sin;

93—  Veya senin altınla kaplanmış (cinsten) bir evin olsun, ya da gö­ğe yükselesin; -ama okuyabileceğimiz bir kitabı oradan üzerimize indir­medikçe senin göğe yükselmene de elbette inanmıyacağiz-. De ki: Rab-bimi tenzih ederim; ben peygamber olan bir insandan başka bir şey mi­yim?

94—  Doğru yolu gösteren (Kur'ön) geldiğinde insanları inanmaktan alıkoyan şey, sadece «Allah bir insanı mı Peygamber olarak göndermiş?!» demeleridir.

95—. De ki: Eğer yeryüzünde eyleşip gönülleri mutmain ve huzur içinde yürüyen melekler bulunsaydı, herhalde üzerlerine gökten peygam­ber olarak melek gönderirdik.

96— De ki: Benimle sizin aramızda şahit olarak Allah yeter. Şüphe­siz ki O, kullarından haberlidir ve (onların her hâlini) görendir.

 

İniş Sebebi

 

Mekke'nin ileri gelen müşrikleri, Kur'ân'ın ilâhî yüceliği karşısında su­sup, edipleriyle, şâirleriyle, hatipleriyle mutlak bir acz içinde şaşırıp kalın­ca, işi daha çok şarlatanlığa vurdular ve bir akşam güneş batarken Kabe'­nin gölgesinde oturup Hz. Peygamberi (A.S.) oraya davet ettiler. Efendi­miz (A.S.) birtakım umutlar besleyerek gelince, dediler ki:

  Ya Muhammedi doğrusu senin kendi kabile ve milletine yaptığını hiç kimse kendi kabile ve milletine yapmamıştır. Bizi böldün, birbirimize düşürüp düşman ettin. Ahengimizi ve düzenimizi alt-üst ettin. Eğer ama­cın mal ve servetse, istediğin kadarını hemen toplayıp verelim. Maksadın üzerimize emir olmaksa, sana o şerefi verelim. Böyle değil de senin orta­ya attığın gariplikler, sende tedavisi zor bir hastalık halini almışsa, serve­timizi döküp seni şifaya kavuşturmaya çalışalım, tabipleri Mekke'ye çağı­ralım.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz onları sükûnetle ve dikkatle dinledikten sonra şöyle cevap verdi:

  Beni yanlış anlıyorsunuz. Mal, servet, şeref ve makamla uzaktan, yakından ilgim yoktur. Hem ben -Allah'a şükür- hasta da değilim. Ruhî bir bunalım da geçirmiyorum. Allah beni size peygamber olarak gönderdi. Ayrıca bana kitap da indirdi. Size doğru yolu gösterip her iki hayatta mutluluğa erişmenizi müjdelememi, tuttuğunuz yanlış yolun mutlak bir felâ­kete uzandığını haber vermemi emretti. Ben de Rabbımın buyruğunu size teblîğ etmeğe çalışıyorum. O bakımdan size hep nasihatçı oldum. Kabul ederseniz, şüphesiz ki bu, sizin hem dünyada, hem de âhirette alacağınız nasîbinizdir. Reddederseniz, Allah aramızda hükmedinceye kadar sabre­derim.

Bu olgun, dolgun ve her cümlesiyle hakikati yansıtan cevap karşısın­da bocalayan müşrikler, işi şarlatanlığa, mugalataya çevirip Hz. Peygam­berden (A.S.) şu altı olağanüstü şeyden birini getirmesini istediler. Amaç­ları onu âoiz ve mahcup etmekti:

1—  Yerden bir pınar akıt..

2—  Veya içinden şarıl şarıl çaylar, akarlar akan hurmalıklar, bağ ve bahçeler meydana getir.

3—  Veya göğü -iddia ettiğin gibi- parça parça üzerimize düşür..

4—  Veya Allah'ı ve meleklerini (kanıt olarak) karşımıza çıkar..

5—  Veya altından kaplanmış bir evin olsun.,

6—  Veya göğe yüksel de oradan üzerimize bir kitap indir..

İşte ey Muhammed, dediler: Eğer iddianda doğru isen bunlardan bi­rini olsun gerçekleştir de görelim..

Peygamber (A.S,) Efendimiz :

— Ben bu gibi şeyleri getirmek veya göstermek için gönderilmedim. Doğru yolu göstermek, bir olan, eşi, dengi ve benzeri, ortağı ve yardımcısı bulunmayan Allah'ı tanıtmak için gönderildim. Kabul ederseniz, nasibinizi almış olursunuz. Reddederseniz, Allah aramızda hükmedinceye kadar sab­rederim, dedi ve ayrıldı. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [210]

 

Peygamberliğin Ne Olduğunu Bilmeyen Gafiller

 

Mekkeli putperestlerin peygamberlik hakkında ciddi hiçbir bilgilen yoktu. İşin içine bir de inkâr, inat, cehalet, baş olma kaygısı karışınca, büs­bütün çıkmaza girmişlerdi. Ne kendileri rahat edebiliyor, ne de çevrelerin­deki insanlara rahat ve huzur veriyorlardı. Bunun için de olmadık öneriler­de bulunuyor, akla, hayale gelmedik şeyler istiyorlar; taptıkları putlar mi­sali hep cismanî şeyler istiyorlardı. Ahlâktan, fazîletten yana eğilimleri yoktu. Manevî değerleri kendilerine göre belirliyor ve onun ötesinde hiçbir ölçü kabul etmiyorlardı.

Oysa Resûlüllah (A.S.) Efendimiz maddenin saltanatını yıkmak, yük­sek ahlâk ve fazileti ön plâna almak, Allah'ın yüce kudretini tanıtmak su­retiyle dünya ile âhiret, maddeyle mâna arasında bozulandengeyi sağla­mak, yıkılan köprüyü inşa etmek üzere gönderilmişti.

Demek oluyor ki, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ile Mekkeli müşrikler arasında büyük bir uçurum bulunuyordu. Onu hemen kapamak veya dol­durmak mümkün değildi. Uzun yıllar sistemli mücadeleyi gerektiriyordu. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz sabırlı ve seviyeli bir mücadele ver­mek suretiyle aradan çeyrek asra yakın bir zaman geçtikten sonra bu uçurumu kapatabilmiştir. [211]

 

Müşrikler, Peygamberin Meleklerden Olmasının Gereğini İddia Ediyorlardı

 

De kî: Rabbimı" tenzih ederim; ben peygamber olan bir insandan başka bir şey miyim?»

Müşriklere göre, iddia edildiği gibi, sınırsız ilim ve kudret sahibi bir Allah varsa, aynı zamanda o hudutsuz tasarrufa sahipse, o takdirde böy­le bir ilâhın insanlara bir peygamber göndermesi gerekiyorsa herhalde bir meleği görevlendirip göndermesi gerekir. Oysa Hz. Muhammed (A.S.) me­lek değil, insandır.

Putperestlerin Allah hakkında sağiam bir bilgiye sahip olmadıkları ke­sindir. Âyetten de bu husus anlaşılmaktadır. Diğer bir husus da şudur: On­ların bilmediği bir gerçek var; şayet peygamber olarak bir melek gönde-rilseydi aşağıda sıraladığımız gibi, birçok sakıncalar ve şüpheler ortaya çıkar, işler büsbütün karışıp arap saçına dönerdi. Şöyle ki;

a)  Gönderilen melek insan suretine temessül ederek değil de garip bir surette ortaya çıksa, onu cin, peri veya şeytan sanıp uzaklaşırlardı.

b)  İnsan suretine girip inse, melek olduğuna inanmazlar ve bir ya­bancı olduğunu sanıp ülkelerinden kovarlardı.

c)  İnecek melek kendi nuranî sıfatı üzere kalsa, kimseler onu göre­mezdi.

Görülüyor ki, m&le'ğin peygamberlik göreviyle inmesi, hem gereksiz,

hem de neticesiz ve hikmetsiz kalıyor. Kaldı ki yeryüzünde doğru yola da­vet edilenler, melekler değil insanlardır. O bakımdan onlara kendi arala­rından güvenilir bir adamın seçilip peygamber olarak gönderilmesi kadar tabii ne olabilirdi?

Şüphesiz bu incelikleri ve hikmetleri idrâk etmedikleri için çok hatalı ve sakıncalı istek ve iddiada bulunanlarla, gönülden inanıp Peygamber'i (A.S.) tasdik edenler arasında en iyi hükmü Allah verir ve şahit olarak da o yeter.. [212]

 

Ayetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, putperest müşriklerin Hz. Peygamber'den (A.S.) akıl ve mantık dışı birtakım olağan şeyler getirmesini istedikleri konu edil­di. Böylece onların peygamberlik konusunda ciddi bir bilgilerinin olmadı­ğına işaret edilerek, konunun iç yüzünü düşünüp hikmetini anlamaya ça­lışmamız kapalı şekilde istendi.

Aşağıdaki âyetlerle, yeteneklerini hakkı ve gerçeği buima yolunda kullanmayan ve o yüzden kendilerini hidâyet çizgisine getirmeyenleri Ce-nâb-f Hakk'ın sapıkhk içinde bırakacağı; o çizgiye gelenleri ise -dilediği takdirde- doğru yola ileteceği belirtiliyor. Sonra peygamberin getirdiği ha­kikatlere inanmadan ölenlerin büyük bir azap ile cezalandırılacakları ha­ber veriliyor. Bilahare de ikinci hayatı inkâr edenlerin akıllarını harekete geçirmek için göklerin ve yerin yaratılması misal verilerek ilâhî kudretin her şeye yettiğine dikkatler çekiliyor. [213]

 

Meali:

 

97— Allah kimi doğru yola iletirse, o doğru yolu bulmuş olur. Kimi de saptırırsa, artık Allah'tan başka onlar için elbette dost ve yardımcılar bu­lamazsın. Kıyamet günü ise onları yüzükoyun körler, dilsizler, sağırlar ola­rak kaldırıp hesap alanına sevkedeceğiz. Varıp eyleşecekleri yer Cehen-nem'dir. Onun ateşi tesirini kaybetmeye yüz tutunca, biz onun çılgınca (yükselen) alevlerini onlardan yana artırırız.

98—  Bu, onların âyetlerimizi inkâr etmeleri ve «Biz kemikler ve ufalıp toz-toprak haline geldikten sonra mı yeni bir yaratık olarak dirilip kaldırı­lacağız?» demelerine karşılık cezalandır.

99—  Onlar, gökleri ve yeri yaratan Allah'ın kendileri gibilerini yarat­maya kudretli bulunduğunu görmezler mi? Allah onlar için belirli bir süre koymuştur ki, bunda hiç şüphe yoktur. Buna rağmen, zâlimler küfür ve nankörlükte direnip dururlar.

100—  De ki: Eğer sizler Rabbimin rahmet hazînelerine sahip olsay­dınız, o takdirde harcamakla tükenir korkusuyla (cimrilik edip) elinizde tu­tardınız. Zaten insan (tabiatı gereği) çok cimridir.

 

İlgili Hadîsler

 

Enes b. Mâlik (R.A.) diyor ki:

«Bir adam Peygamber (A.S.) Efendimize sordu:

  Ey Allah'ın Resulü! Allah, Kur'ân'da yüzükoyun Cehennem'e sev-k edilecek I erden bahsediyor. Kâfir olan kimse de yüzükoyun mu haşrolu-nacak?

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ona şu cevabı verdi:

  Dünya'da iki ayak üzerine yürüten (Cenâb-ı Hak), Kıyamet günün­de yüzükoyun yürütmeğe kadir değil midir?» [214]

«Kıyamet gününde insanlar üç sınıf olarak haşrolunurlar: Bir sınıf ya­ya ofarak, bir sınıf süvari olarak, bir sınıf da yüzükoyun olarak.»

   Bunun üzerine denildi ki:

— Ya Resûlellah! Yüzükoyun nasıl yürüyecekler?

Cevap verdi :

  Onları iki ayak üzerine yürüten Allah, yüzükoyun yürütmeğe kadir değil midir?» [215]

«Aziz ve Celîl olan Allah buyuruyor: Sen muhtaçlara harca ki, ben de sana vereyim.» [216]

«Allah'ın eli (rahmet hazinesi) doludur. Harcamakla o eksilmez. O, ge­ce gündüz cömertçe akmaktadır. Baksanıza, Allah gökleri ve yeri yarattığından beri harcamaktadır, ama hazinesinden hiçbir şey eksilme m iştir. Arş'ı su üzerindedir. Terazi (denge ve düzen) elindedir; kâh aiçaltır, kâh yükseltir.» [217]

«Hangi illet cimrilikten daha fenadır?» [218]

«Allah kimi doğru yola iletirse, o doğru yolu bulmuş olur.»

İlâhî irâde İnsanı yaratmaya yönelince, kudreti tecelli etti. Böylece kıyamete kadar yaratacağı insanların misalini -bir film şeridi gibi- misâl âleminde sergiledi. Sayıları, dünyaya geliş ve oradan ayrılış vakitleri, ya­şayacakları düzen, içinde bulunacakları ortam, bağlanacakları inanç; doğ­ru yolu seçip ona erişme veya sapıklık içinde kalma gibi durumlarını ön­ceden tesblt edip yazdı.

Bütün bunlar Allah'ın öncesiz ve sonrasız ilminin varlık âlemini her parça ve zerresiyle kapsadığını gösterir. Kudret kalemi kader defterine olacak her şeyi yazdı ve mürekkebi kurudu. Defterler de dürülüp kaldırıldı.

Kader defterinde doğru yolu bulup mutlu olacak diye yazılı bulunan­lar, mutlaka doğru yolu bulacaklardır. Sapıklık içinde kalacaklar diye ya­zılanlar da mutlaka sapıklık içinde kalacaklardır. Artık bunların değişmesi, yazılanın tahrîf edilmesi söz konusu değildir.

Zira ilâhî ilim, kişilerin hür iradeleriyle neler yapacaklarını, hangi yo­lu seçip yürüyeceklerini, ömürlerinin hangi hal üzere sona erip noktalana­cağını tesbit etmiştir. Diğer bir tabirle, ilim, meydana gelecek olay ve amellere tabi olmuştur, yani meydana geleceği için yazılmıştır.

İşte ilgili âyetle, olaylara dayalı olan ilâhî ilmin yazdığı kader defter hatırlatılarak hem Peygamber (A.S.), hem de ümmeti teselli ediliyor. İr­şadın gerekli olduğuna, üzülmenin lüzumsuzluğuna işaretle herkesin ken­di kader defterini hazırladığı hakkında bilgi veriliyor. [219]

 

Körler, Dilsizler, Sağırlar

 

«Kıyamet günü ise, onları yü­zükoyun körler, dilsizler, sağırlar olarak kaldırıp hesap alanına sevkedeceğiz..»

İnsan ruhunun özüne yerleştirilen «Allah Duygusu» ve «Dindarlık ma­yası», kendine has bir kabuk içinde gizlenmiştir. Her türlü dinî eğitim ve öğretimden uzak, yabancı bir sistem içinde şekillendirilen çocuklarda sözü edilen duygu ve mayanın üstündeki kabuk her geçen gün yenileriyle örtü­lerek belirsiz hale gelir. Böyle bir eğitim ve öğretim sadece fizik âlemine kapı açar ve akıl ile zekâ o doğrultuda iyioe gelişip işlerlik kazanır. Mad­deye yönelik olarak bilgili, mânaya yönelik olarak bilgisiz sayılır. Belirtilen düzeydeki ilim onun, Allah ve dinle ilgili cehaletini gidermez, büsbütün katmerleştirir. Anoak Allah'ın hidâyet nasip ettikleri müstesna..

Ruhun kutsal değerlerden yana ihmali, ister istemez bu dengesizliği doğurur. Böylece din, korku neticesi insanların kafa ve kalplerinde oluşan fantezi bir duygu kabul edilir. O yüzden çoğu zaman böyieleri dinden nef­retle söz eder, onu bir öcü olarak görürler.

Cenâb-ı Hak ilgili âyetle, eğitilip bu düzeye getirilen ve bükülmesi zor veya mümkün olmayan maddecileri körler, sağırlar ve dilsizler olarak va­sıflandırmakta ve insan ruhuna yerleştirilen «Allah» duygusunun zaman zaman kendini hissettiren belirti ve tezahürleri üzerinde ciddi şekilde dur­mamızı ilham etmektedir.

Zira maddeyi esas kabul edip kutsal değerlerin hepsini inkâr eden­ler, gerçeği bir türlü görmedikleri için kördürler. Kâinattaki mutlak denge ve düzeni, eşyadaki ilâhî sanatın eşsiz izlerini, kudret fırçasının emsalsiz renklerini görmeyenlere başka bir sıfat yakıştırmak elbetteki mümkün de­ğildir.

Her şey Hakk'ı tesbîh etmekte, kâinat bütünüyle hareket halinde bel­li bir plâna göre hedefine ve amaoına yönelmiş bir halde «Allah» demek­tedir. Eşyanın bu sesini duymayanlara, sağırlıktan başka hangi sıfat yakı­şır? Aklını, zekâsını, bilgisini doğruyu, gerçeği, hakikati bulma yolunda kullanmayanlara, dilsizlikten başka ne söz uygun olabilir? [220]

 

Âyetleri İnkâr

 

«Bu, onların âyetlerimizi inkâr etmelerine..,., karşılık bir cezadır.»

Burada «âyetler» denilince iki şey hatıra gelir: Biri indirilen Kur'ân âyetleri, diğeri varlık âleminin her parçasında Allah'ın sınırsız kudretine ve mükemmel plânına delâlet eden belgeler..

Şüphesiz her düzen bir düzenleyiciyi, her sistem bir proğramlaytcıyı isbat eder. Bunun gibi her olayın bir veya birkaç sebebi ve her sebebin bağlı bulunduğu bir kanunu vardır. O bakımdan her kanunun da mutlaka bir kanun koyucusu söz konusudur. Bu birbirini tamamlayan, zincir hal­kaları misali düzenlemeyi tesadüflere bırakmak elbetteki körlüğün, sağır­lığın ve dilsizliğin bir başka ürünüdür. Kur'ân âyetleri bu belgeleri bize ta­nıtmıyor mu? Hem bu tanıtıcı âyetleri, hem mevcut belgeleri inkâr etmek insanı nereye götürür? «Biz ölüp ufalanmış kemikler haline geldikten, cü-' rüyen bedenimizin sayısı belirsiz bakterilere dönüşmesinden sonra mı ya­ratılacağız!?» diyerek Allah'ın hılkatla ilgili câri kanununu inkârda ısrar edenlere şunu hatırlatmamızda yarar görüyoruz: Spermayı, yediğimiz gı­da maddelerinden biyolojik kanunlara göre oluşturup ona canlılık vasfını veren, sonra onu ana rahminde yumurtalıkla birleştirip geometrik olarak bölüp çoğaltan ve böylece yavaş yavaş taşıdığı genlerle türünün bütün özelliklerini, soyunun birçok vasıf ve karakterini en küçük bir yanlışlığa meydan verilmeden onda vücuda getiren ve belli bir süreden sonra mikros­kopla görülen küçücük kuyruklu bir canlıyı insan şekline sokan kuvvet ve kudret bize neleri öğretmekte ve hatırlatmaktadır? Hücreler nasıl düzenli biçimde oluşup yüklendikleri programları kusursuz yerine getiriyorlar, ele­mentler yine belli oranda ve belli türden nasıl biraraya gelip canlılık vasfı kazanıyorlar? Bütün bu mükemmel işleyiş ve tekâmül edişi tesadüfe mi, yoksa şuursuz maddenin tezahürüdür diyerek basite irca etmeğe mi bıra­kalım? Bu kadar düzenli, hesaplı, plân ve programlı tekâmüle tesadüf de­mek elbette ki mümkün değildir. Bir canlının oluşma dönem ve safhaları bir zincirin halkaları, bir elektronik cihazın şemasında görülen düzenleme gibi birbiriyle bağlantılıdır. Bir halkaya veya düzenlemedeki bir kabloya yanlış bir müdahele her şeyi alt-üst edebileceği gibi, spermanın rahimde yumurtalıkla birleşip bölünme safhalarından  birine en  küçük  müdahale çocuğun sakat, yarım veya anormal şekle girmesine neden olabilir. Gen denilen harikanın, gerek türün, gerekse baba ve dedelerin özelliklerini bü­tün ayrıntılarıyla kendinde taşıması, yaratan o yüce kudretin varlığını, bir­liğini, ilminin her şeyi kapsadığını göstermiyor mu? Başka delil aramaya gerek \/or mıdır veya o kudreti reddetmeye hangi akıl ve vicdan razı ola­bilir? İnsanlar öldükten sonra Cenab-ı Hakk'ın bu kudretiyle ezelde koy-' duğu hilkat kanunlarını harekete geçirerek onları yeniden oluşturup yarat­masında hiçbir zorluk ve gariplik söz konusu değildir. [221]

 

Gökleri Ve Yeri Yaratan Kudret

 

«Onlar gökleri ve yeri yaratan Allah'ın kendileri gibilerini yaratmaya kudreti bulunduğunu görmezler mi?.»

İlgili âyetle, inkarcıların dikkatleri bir de göklerin ve yerin yaratılma­sındaki inceliğe, şaşmaziığa ve hâkim olan denge ve düzenine çekiliyor. Güneş ve güneş sistemi; dünyamızın bu sistemdeki yeri ve önemi hatır­latılıyor. Kâinatta yer alan sayısı belirsiz galeksiler üzerinde bilimsel ince­leme yapmamız isteniliyor. Sınırını tesbit edemediğimiz kâinatın büyüklü­ğünü rakamla ifade etmek elbette ki mümkün değildir. Kâinat bir balon gibi düzenli ve kademeli şekilde genişlemektedir. Binlerce sistemlerin, yıl­dızların, galeksilerin plânlı şekilde boşluğa serpiştiritmesi ancak ıştk yı­lıyla ifade edilebilmektedir. Kâinattaki maddeler birbirinden bu kadar uzak değil de daha yakın olsalardı durum ne olurdu? Belki hayat diye bir şey olmaz, tekâmül kısa bir sürede sona ererdi. Güneş sisteminde yer alan gezegenler bugünkü yörüngelerinde değil de daha farklı ve birbirine yakın yörüngelerde seyretselerdi sonuç ne olurdu? Dünya güneşten biraz daha fazla- uzak olsaydı, mevcut hayat oluşabilir miydi? İşte bu ve benzeri ko­nular incelendiğinde, kâinat ve onda yer alan güneş sistemi farklı bir du­rumda ve yakınlıkta olsaydı, bugünkü hayat ve düzenin oluşmayacağı ke­sinlik kazanır ve böylece kurulu düzenin gelişigüzel olmadığı matematiksel ve fiziksel açıdan ortaya çıkar.

Elbetteki gökleri ve yeri kusursuz bir plâna göre yaratıp onu denge ve düzende tutmak, insanı yaratmaktan ve ölüleri diriltmekten cok daha büyük bir olaydır. Nitekim Mü'min sûresi 57. âyette bu husus şöyle açık­lanmaktadır: «And olsun ki, gökleri ve yeri yaratmak, insanları (ölümle­rinden sonra) yaratmaktan daha büyüktür. Ama insanların çoğu (bunu) bil­mezler.»

Kur'ân yukarıdaki âyetlerle, inkarcılara; göklerle yerin yaratılmasında câri olan sünnete, şaşmayan kanunlara, bozulmayan düzene ve kusursuz plâna bakmalarını tavsiye ederken, Allah'ın her şeye kadir olduğunu gö­rüp anlamalarında kendilerinden yana büyük faydalar doğuracağını ha­tırlatıyor. Hiçbir şeyin plân ve program dışı kalmadığına işaretle sünnetul-lahın şaşmadan hedefine doğru ilerlediği belirtiliyor. [222]

 

Cimrilik Nefsin Karakteridir

 

«De ki: Eğer sizler Rabbımın rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, o tak­dirde harcamakla tükenir korkusuyla (cimrilik edip) elinizde tutardınız. Za­ten insan (tabiatı gereği) çok cimridir.» İnsanda bilindiği gibi, biri hayvani, diğeri insanî olmak üzere iki ayrı ruh vardır. Hayvanı ruh nefsin kaynağı,- insanî ruh akıl, idrâk, düşünme ve belleme gibi yeteneklerin, sonra da bunlarla birleşen Allah'a dosdoğru imâ­nın menbaıdır. O bakımdan cimrilik nefsin vasıflarından biri sayılır. Hay­vanlar bile bir tutam ot, bir parça kemik üzerinde hırlaşıp her biri kapıp kendine ait kılmaya çalışır.

İnsan ise, taşıdığı iki ayrı ruh ve Allah'ın kendisine olan has iitifatıy-la çok daha mükemmel bir canlı olduğundan, içini imân nuruyla aydınlat­madığı takdirde, mükemmelliği zedelenir ve cimriliği, yani kendinden yana yontmayı daha kurnazca sürdürür. Din, ahlâk, sağlam örf, millî kültür ve aile terbiyesi insanın cehaletini, hırçınlığını, zorbalığını yenebileceği gibi, cimrilik duygusunu, mal ve servete olan hırs ve iştiyakını meşru sınırlar içine alır ve birtakım aşırılıklarını frenleyip faydalı düzeye getirir.

Şüphesiz ki, Allah'tan en çok korkan ve O'na en çok güvenip daya­nan kimsenin daha cömert olduğu, yapılan birçok istatistiklerden anlaşıl­mıştır. Günlük hayatımızda da bunun hemen her gün misallerini görmek­teyiz. Kurulan hayır müesseseleri, sebiller, yapılan köprüler, hastahane ve okullar, imaretler ve mabetler bunun yaşayan belgeleri olarak duruyor.

İbn Abbas (R.A.) dan yapılan rivayette şöyle dediği tesbit edilmiştir: «Resûlüllah (A.S.) Efendimiz akan sudan, esen rüzgardan daha cömert idi.» [223]

İlgili âyette insanın çok cimri olduğu «katur» sıfatıyla ifade edilmiştir. Bu daha çok hem kendine, hem çoluk-çoçuğuna yeterince harcamayıp kendini de, onları da sıkıntıya sokan kimseye sıfat olarak kullanılır. Mü-fessirlerden bir kısmı bu sıfatın sadece müşrikler hakkında indiğini söyle-mişlerse de, cumhur bunun bütün insanlar hakkında genel bir sıfat olabi­leceğini belirterek, insan karakterinin bir tezahürü olduğuna dikkatleri çek­mişlerdir. [224]

Peki ama neden insanda böyle bir vasıf veya duygu vardır? Diyebili­riz ki, bu da diğer vasıflar ve duygular gibi, insan olarak yaratılmamızın özelliklerinden biridir. İçimizde mal ve makama karşı hırs ve istek olma­saydı, atâlet başlar, hayat canlılığını kaybederdi. Aynı zamanda rekabet duygusu da olmaz; servet edinme, çok çalışma gibi sosyal hayatımıza renk ve mana katan sistemli çalışma vücut bulmazdı.

O halde hırs, cimrilik, maddeye aşın istek, makam ve şöhret arzusu, insanın içinde yaratılıştan mevcuttur. Başı boş bırakılırlarsa çok tehlikeli sonuçlar doğurabilirler, tıpkı barajda biriken su gibi, kontrol altına alınır da faydalı şekilde kanalıze edilirlerse yararlı olurlar.

Bu  bakımdan  peygamberler müstesna,  hemen  herkesin  mayasında cimrilik duygusu yer etmiştir. Onu yararlı düzeye getirmek için dine, ahlâ­ka, eğitim ve öğretime ihtiyaç vardır. Mekkeli müşrikler böylesine bir eği­timden geçmediklerinden dolayı, başka birinin liderliğine hiç tahammül­leri yoktu. Zira onlara göre, Mekke'de sadece birkaç zengin ve soylu söz sahibi olabilir, ancak onlar kutsal Kabe'ye hizmet edebilir ve gelen hacı­ları ağırlayabilirlerdi. Hz. Muhammed'in (A.S.) risalet göreviyle ortaya çık­ması, onları endişelendirdi. HemJHaşim oğullarından idi, hem de buna pey­gamberlik payesi eklenince, şeref ve itibar o kabileye doğru kayıp ağırlık kazanacak, kendi mevki ve şöhretleri silinmeğe mahkûm olacaktı. Bunun için mal ve madde hususunda cimri oldukları gibi, makam ve şeref konu­sunda da son derece cimri ve ihtiraslı davrandılar. İlgili âyette onların bu psikolojik durumlarına da işaret ediliyor. Hakka karşı bütün kin, hınç ve hasetle çıkmalarının nedenlerinden birine parmak basılıyor. Allah'a ve âhi-ret gününe dosdoğru imân etmiş olsalardı, bu saydıklarımız, hepsinin gö­zünde küçülür ve eğreti birer ntmet oldukları anlaşılarak pek de itibar et­mezlerdi. İnkâr, şirk, nifak ve zulüm işe, nefsin bu gibi duygularını durma­dan kamçılıyor ve kişiyi aşırı cimriliğe itip hak ve hukuka riâyet etmez bir düzeye getiriyordu, [225]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, ilâhî hidâyet kapısının kimlere açılabileceği üze­rinde duruldu. Kimlerin de sapıklık içinde kalacaklarına atıf yapılarak iyi düşünmemiz ilham edildi. Öldükten sonra ikinci hayata dirilip kalk­mayı inkâr edenlerin bilgisizce sözleri nakledildi ve âhirete inana-bilmeleri için, göklerde ve yerde hâkim olan mutlak düzen ve dengeye, plân ve programa bakmaları, birtakım olumlu sonuçlar çıkarmaları tavsiye edildi. Sonra da insanın çok cimri olduğu belirtilerek, Mekkeli müşriklerin Hz. Muhammed'e (A.S.) karşı hasmane tavırlarının sebeplerinden biri üze­rinde duruldu.

Aşağıdaki âyetlerle, Hz. Peygamber (A.S.) Efendimiz'den birtakım akıl ve idrak dışı mu'cizeler isteyen Mekke müşriklerine şu tarihî olay misal veriliyor. Zamanında, sizin gibi, Fir'avn'ın da Musa Peygamber'den açık belge, yani mu'cize istediği; Musa Peygamberin Allah'ın izniyle dokuz ka­dar olağanüstü belge vo olayla onun karşısına çıktığı, fakat insanoğlunun mayasmdaki cimrilik, makam ve şöhret hastalığının hiçbir belgeyi kabul etmiyecek bir ölçüsüzlükte olduğu anlatılarak, mu'cize istemenin daha fazla yarar sağlamıyacağı belirtiliyor. [226]

 

Meali:

 

101—  And olsun ki, Musa'ya, İsrâiloğulları'na geldiği zaman dokuz âyet (mu'cize, açık belge) verdik. Sen onu İsrâiloğulfarına bir sor. Fir'avn ona: «Ey Musa! Doğrusu seni büyülenmiş sanıyorum», demişti.

102—  Musa da ona : «Yemin ederim ki bunları ancak göklerin ve ye­rin Rabbinin açıkça görülecek belgeler halinde indirdiğini sen de çok iyi bilirsin ve herhalde ben de seni yok edilmiş sanıyorum» demişti.

103—  Bunun üzerine Fir'ayn onları yerlerinden, yurtlarından çıkarmak istedi, derken onu da, beraberindekilerin hepsini de (denizde) boğduk.

104—  Bu olaydan sonra İsrail oğullan'na, «Siz artık bu (söz verilen)

toprakta oturun. Âhiret va'di (günü) gelince sizi (onlarla) derleyip biraraya getiririz» dedik.

 

Musa Peygambere Verilen Dokuz Âyet (Mu'cize)

 

And oisun ki, Musa'ya, İsrail oğulla­rına geldiği zaman dokuz âyet (mu'cize, açık belge) verdik.»

Kur'ân'ın yüce mu'cizesi karşısında perişan olan inkarcı putperestler ve yahudiler, söyleyecekleri başka bir şey kalmayınca, Peygamber (A.S.) Efendimiz için «büyülenmiş adam» diyecek kadar kin ve düşmanlıklarını artırdılar. Cenâb-ı Hak ise, acze düşen bu nankör müşriklerin daha önce gönderilen peygamberlere de bu kabil yakıştırmalarda bulunduklarını ha­tırlatıyor. Sonra da Musa (A.S.) ile Fir'avn kıssasından konuyla ilgili bir­kaç safha naklederek tarihin tekerrür ettiğine işarette bulunuyor. Şöyle ki: Musa Peygamber'in birçok mu'cize ve açık belgeler getirmesine rağmen Fir'avn'da bir yumuşama şöyle dursun, büsbütün inkâr ve inadında artış görülmüş ve söyleyecek başka sözü kalmayınca da kendi itibarının sar­sılmasını önlemek için Musa'ya : «Senin büyülendiğini sanıyorum» demiş­tir.

Cenab-ı Hak, bu olayı nakletmek suretiyle Hz. Muhammed'i (A.S.) te­selli etmekte ve küfrün her zaman şarlatan, iftiracı, cimri ve kavgacı oldu­ğunu bildirmektedir.

Musa Peygamber'e (A.S.) verilen dokuz âyet (mu'cize ve açık belge) nelerdi? Müfessirlerimizin yine Kur'ân'ın ışığı altında yaptıkları farklı tes-bitler olmuştur. Konunun önemini dikkate alarak o farklı tesbitleri aşağıya naklediyoruz:

Safvan b. Gassan'dan yapılan rivayete göre : İki yahudi bilgini bir gün Hz. Peygamber'e (A.S.) gelerek bu dokuz âyetin neier olduğunu sor­muşlardı. Peygamberimiz (A.S.) onlara şu cevabı vermiştir:

1—  Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak,

2—  Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı bir insanı haksız yere öldür­memek,

3—  Zina etmemek,

4_ Faiz yememek,

5_Sihir ve büyü yapmamak,

6—  Birini öldürtmek için hükümdara jurnalda bulunmamak,

7—  İsraf etmemek,

8—  Namuslu evli bir kadına zina isnat etmemek,

9—  Savaş atanından arka çevirip kaçmamak ve özellikle cumartesi hürmetini çiğnememek..

Bunun üzerine onlar: «Biz senin peygamber olduğuna şehadet ediyo­ruz» dediler. Peygamber (A.S.) : «Öyle ise, dosdoğru imân etmenize engel nedir?» diye sorunca, dediler ki: «Doğrusu Davud Peygamber (A.S.) ken­di soyundan peygamber eksik olmaması için Rabbtna duâ etmiştir. Bu durumda sana inanıp tamamen uyarsak, Yahudilerin bizi öldürmelerinden korkarız.» [227]

Tevrat'ta da bu dokuz emre rastlamak mümkün. O takdirde âyette geçen «dokuz âyet» tabirinden maksat, mu'cize ve olağanüstü şeyler de­ğil de ahkâm ile ilgili inen emirlerdir.

Diğer bir tesbite göre, dokuz âyet şunlardır:

1—  Asâ'nın yılana dönüşmesi,

2—  Musa Peygamberin (A.S.) elini koynuna sokup ışıl ışıl bembeyaz bir görünüm arzeder şekilde çıkarması,

3—  Denizin yarılıp yol vermesi,

4_Asâ'nın kayaya vurulup on iki pınarın fışkırması,

5_ Tûr dağının kaldırılıp gölgelik yapması,

6—  Gökten kudret helvasıyla bıldırcın kuşunun indirilmesi,

7—  Musa Peygamber'in (A.S.) dilindeki kekemeliğin giderilmiş olma­sı,

8—  Çekirge, kımıl, kurbağa ve kan yağması,

9—  Ürünlerde aşırı bir noksanlığın -haber verildiği gibi- başlaması ve o nedenle bir süre kıtlığın hüküm sürmesi..

İbn Abbas (R.A.)dan yapılan rivayete göre, dokuz âyet şunlardır:

1—  Yed-i beyzâ (ışıl ışıl bembeyaz bir görünüme bürünen el),

2—  Asâ

3— Kıtlık

A— Ürünlerde noksanlık

5—  Tufan

6—  Çekirge istilâsı

7—  Kımıl istilâsı             

8—  Kurbağa yağması

9—  Kan yağması.. [228]

Bu rivayete göre, dokuz âyetten ikisi mu'cize, yedisi tabii âfet şek­linde tecelli etmiştir. Nitekim A'raf sûresinde de bundan söz edilerek kıt­lıktan, ürünlere noksanlık verilmekten, çekirge, sel baskını, kımıl gibi ha­şere, kurbağa ve kandan söz edilmektedir. [229]

İlim adamlarının çoğu bu tesbit ve rivayetin daha sahih olduğunu söy­lemişlerdir. Çünkü diğer mu'cizeler daha çok Fir'avn boğulduktan sonra Sina Çölünde tecelli etmiştir. İlgili âyette ise, Musa'nın (A.S.) Fir'avn'a karşı ortaya koyduğu dokuz âyetten söz edilmektedir. Nitekim Tabiîn'den Mücahid, İkrime ve Şa'bî de aynı görüştedirler.

Üniü müfessir Muhammed b. Kâb el-Kurezî'ye göre : Dokuz âyetin beşi A'raf sûresinde anılmıştır. Üçü ise : Denizin açılıp yol vermesi, Asâ'nın yılana dönüşmesi, taşın yarılıp on iki pınar fışkırması ve ürünlerde nok­sanlık meydana gelmesi veya bütünüyle mahv olmasıdır. [230]

Ancak 101, 102. âyetlerden daha değişik bir mana anlıyoruz. Şöyle ki: Musa (A.S.) dokuz mu'cizeyle İsrail oğulları'na gelmiş ve bunlardan üç tanesini Fir'avn'ı Tevhid İnanct'na davet ederken izhar ederek kendi pey­gamberliğini kanıtlamak istemiştir. Bunlar: Asâ'nın yılana dönüşmesi, eli­ni koynuna sokup ışıl ışıl bembeyaz bir görünüm arzeder şekilde çıkarma­sı, sihirbazların sihirlerini Asâ ile ibtal etmesidir,.

Safvan b. Gassan'dan yapılan rivayette ise, bu dokuz âyet (mu'cize) değil, Tevrat'ta gecen on emirle ilgili bir sorudur ki, Resûlüllah {A.S.) Efen­dimiz onların on değil dokuz emir olduğunu açıklamıştır.

Tevrat'ta bu emirlerin çoğu Çıkış bölümünde anlatılır. Onları şöyle özetliyebiliriz :

1—  Allah'ın Rabbin ismini boş yere ağza almayacaksın

2—  Sebt (cumartesi) gününü takdis edeceksin.

3—  Babana ve anana hürmet edeceksin

4_Adam öldürmeyeceksin       

5_Zina etmiyeceksin

6—  Çalmıyacaksın

7—  Komşuna karşı yalan şehadet etmiyeceksin

8-9— Komşunun evine tama etmiyeceksin, komşunun karısına yahut kölesine yahut öküzüne yahut eşeğine yahut komşunun hiçbir şeyine tama etmiyeceksin,. [231]

Musa Peygamber'in (A.S.) diğer mu'cizeleri -az yukarıda da kısmen belirttiğimiz gibi- Fir'avn'ın boğulmasından sonra tecelli etmiştir.

Allah daha iyisini bilir. [232]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Fir'avn'ın Musa Peygamber'e: «Doğrusu seni büyülenmiş sanıyorum» dediği gibi, Mekkeli müşriklerin de Hz. Muham-med'e (A.S.) «Büyülenmiş adam» dedikleri anlatılarak benzetme yapıldı. Sonra da Musa Peygamber'in getirdiği dokuz âyete temas edilerek, beyni yıkanmış müşriklerin, inkarcı maddecilerin mu'cizeyle yola gelmiyecekle-rine dikkatler çekildi. O bakımdan Hz. Peygamber'den birtakım akıl almaz mu'cizeler isteyen Mekkeli'lere en susturucu cevap verilmiş oldu.

Aşağıdaki âyetlerle, en büyük ve inandırıcı mu'cizenin Kur'ân oldu­ğuna işaret ediliyor. Zira bu kitabın bütünüyle hak olduğu, hakkı yansıttığı ve peygamberin de rahmet müjdecisi olduğu haber veriliyor. Kutsal kitap­lardan bazı şeyler bilen ilim adamlarının Kur'ân'ın ilâhî belagat ve yüceliği karşısında secdeye kapandıklarına dikkatler çekiliyor. Sonra da Allah'ın eşi, ortağı, dengi, benzeri ve çocuğu olmadığı, O'nun bu gibi beşerî sıfat­lardan pak ve münezzeh bulunduğu Peygamberine indirdiği kitabın sağlam esaslara dayandığı, onda hiçbir eğriliğin olmadığı açıklanarak sûre nok­talanıyor. [233]

 

Meali:

 

105—  Kur'âıVı da hak ile indirdik ve hak ile indi. Seni de ancak (rah­metimizin) müjdecisi, (azabımıza karşı) uyarıcı olarak gönderdik.

106—  İnsanlara, ağır ağır, aralıklı, nefes ala ala okuyasın diye Kur'-on'ı parça parça sunduk, gerektikçe (ihtiyaca göre) indirdik.

107—  De ki: Ona ister inanın, ister inanmayın, ondan önce kendile­rine ilim verilenlere karşı Kur'ân okununca çeneleri üzerin© secdeye ka­panırlar:

108—  «Rabbımızı tenzih ederiz; Rabbımızın vadi mutlaka yerine gel­miş bulunuyor» derler.

109—  Yine çeneleri üzerine yere kapanıp ağlarlar ve bu onların say­gı dolu korkusunu artırır.

110—  De ki: İster «Allah» deyin, ister «Rahman» deyin hangisini der­seniz deyin, en güzel isimler O'nundur. Namazında sesini pek yükseltme, onu pek kısma, bu ikisi arasında bir yoi (bir ses tonu) tut.

111—  De ki: Hamd O Allah'a ki çocuk edinmemiştir; mülkünde de hiçbir ortağı yoktur; kendini horiuk ve acizlikten (kurtarmak hususunda) yardımcıya ve dosta ihtiyacı da olmadı. Onun büyüklüğünü an da an.

 

İniş Sebebi

 

İbn Abbas (R.A.) diyor ki:

Bir gece Resûlüllah (A.S.) Efendimiz secde edip «Ya Allah!» ve «Ya Rahman!» diyerek Cenâb-ı Hakk'ı andı. Onun bu zikrini duyan Ebû Cehl, «Muhammed bizi birçok tanrıya tapmaktan men'ederken kendisi iki ilâha birden sesleniyor» dedi. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [234]

 

İlgili Hadîsler

 

«Allah'tan üstün saygı ile korkup ağlayan bir adam, süt memeye geri dönmedikçe Cehennem'e girmez ve bir kul üzerinde, Allah yolunda (yürür­ken) yükselen toz ile Cehennem dumanı birleşmez.» [235]

«İki göz var ki, onlara ateş dokunmayacaktır: Allah'tan üstün saygı ile korkup ağlayan göz ve Allah yolunda geceleyip gözetleme yapan göz..» [236]

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Ebû Bekir Sıddîk'a uğradığında, onu, Kur'ân'ı hafif, yani alçak sesle okumakta olduğunu gördü ve ona:

  Neden sesini bu  kadar alca İtiyorsun?  diye sorunca.  Ebû  Bekir (R.A.) şu cevabı verdi:

  Duâ ve niyazımı, duâ ettiğim zata duyuruyorum.

Sonra Resûlüllah (A.S.) oradan ayrılıp Ömer'e (R.A.) uğradı. O da Kur'ân'ı yüksek sesle okuyordu.

  Ya Ömer! sesini neden bu kadar yükseltiyorsun? deyince. Ömer (R.A.) şu cevabı verdi:

  Gafilleri uyandırıyorum, şeytanları da kovuyorum. Peygamber (A.S.) ona :

  Ya Ömer! sesini biraz alçalt, buyurdu.» [237]

Diğer bir rivayette, Ebû Bekir Sıddîk'a : «Ya Ebâ Bekir! sen de sesini biraz yükselt.» buyurmuştur.

«el-Hamdu lillah, şükrün başıdır. Allah'a hamd etmeyen, şükretmem İş sayılır.» [238]

 

Kur'an, Hak İle İndirilmiştir

 

«Kur'ân'ı da hak ile indirdik ve hak ile indi o.»

Kur'ân'm hak ile indirilmesini kısa sözlerle şöyle tarif edebiliriz:

  Kur'ân-ı Kerîm kâinat düzeninin plânıdır.

  Câri olan sünnetullahin formülüdür.

  Göklerin ve yerin -içlerinde taşıdıklanyia birlikte- insan için, insa­nın da Allah için yaratıldığının habercisidir.

  İnsan ruhunu en kâmil anlamda doyurup tatmin eden ilâhî gıda­dır.

  İnsan hayatını her yönüyle ve safhastyia düzenleyen benzersiz ha­yat düsturudur.

  İnsan haklarını en âdil ölçüde koruyup uygulama alanında feyizli sonuçlarını meydana getiren ilâhî beyândır.

  İnsan ahlâkını en güzel şekilde ayakta tutan ve bunun için maddî ve manevî müeyyideleri beraberinde taşıyan son kitaptır.

  Fizik âlemine dikkatleri çeken, ilim adamlarına hareket noktasını bildirerek temel bilgi veren ve araştırma imkânları doğuran kusursuz ve hatasız bir rehberdir.

  İnsan elinin dokunmasıyla aslından uzaklaştırılan ve birçok hü­kümlerine insan sözü karışan Tevrat ve İncil'i tashîh eden en açık ve en kesin sonuçlu furkandır.

  Fizik ötesinden kalbi aydınlatacak, manevî boşluğu en iyi şekilde dolduracak, nefsin aşırılıklarını frenliyecek; tek kelimeyle olgunlaştıracak büyük bir bilgi haznesidir.

  Dünya'ya getirilişimizin, ölümün, kabir âleminin ve ondan sonraki hayatın asıl amaç ve hikmetini açıklayan ilâhî bilgiler mecmuasıdır.

  Allah ile kulları arasındaki yolu açıp işlek duruma getiren geniş bir rahmettir.

  Helâl ve haramı, insan ruhunun afiyetini ve safiyetini koruyacak, bedenine şifa verecek şekilde belirleyip anlatan ilâhî reçetedir.

İşte bunlardan dolayı Kur'ân'm hak ile indirildiği ve hak ile indiği açık­lanmaktadır. Çünkü Kur'ân bütünüyle ilâhîdir, yani âlemlerin Rabbının eseridir. Onun için mükemmeldir, kusursuzdur, benzersizdir. Okundukça eskimez, ama hep cilalanır. Üzerinde çalışıldıkça, yeni yeni bilgiler verir. Her çağa, her millete seslenme ve yol gösterme gücünü ve kudretini ken­dinde taşır. [239]

 

Peygamber, Rahmet Müjdecisidir

 

«Seni de ancak (rahmetimizin) müjdecisi, (azabımıza karşı) uyarıcı olarak gönderdik.»

Kur'ân'm hak ile indirildiği belirtildikten sonra onun ilk muallimi ve teblîğcisi Hz. Muhammed'in (A.S.) niçin gönderildiği iki ana tema ile özet­leniyor: Müjdeci ve uyarıcı..

Allah'ın varlığını, birliğini, kâinatın bütünüyle O'na ait olduğunu, nî-metin O'ndan kaynaklanıp hazırlandığını en iyi şekilde açıklayıp öğreten Hz. Muhammed (A.S.) olmuştur. O bakımdan yüce yaratanla kulları ara­sındaki yolu açan, engelleri kaldırma yöntemini gösteren ve kendini bilip tanıyan kimsenin Rabbını da bilip tanıyacağını akla, düşünce ve duyguya seslenerek açıklayan son peygamber, Kur'ân'm ışığında ve onun ferahla­tıcı gölgesinde hayatını düzene sokanları ebedî saadetle müjdeler. İlâhî rahmetin onlardan yana hep tecelli edeceğini haber vererek beşer ruhu­na en doyurucu gıdayı verir.

Hakk'ı tanımayıp doğru yoldan sapanları, insan hak ve hürriyetlerini çiğneyenleri, din ve vicdanlar üzerinde baskı unsuru olanları, inkâr ve az­gınlıkta sınırı aşanları, Allah'ı bırakıp başka şeylere tapanları, hayvanî duy­gularını geliştirip ruhunu, kalbini ve vicdanını köreltenleri, ölümden son­raki hayatı, hesap ve cezayı reddedenleri. Cehennem azabına karşı uyarır.

Görüldüğü gibi, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in risalet görevinin iki ana temada özetlenmesi, Kur'ân'm bütün emirlerini, nehiylerini, tavsiye ve telkinlerini kapsamakta ve hepsini İslâm'ın bütünlüğü içine almaktadır. Çünkü ilâhî beyânların hepsi müjde ve uyarı çerçevesinde tezahür eder. Müjdeden kopuk bir emir, uyandan kopuk bir yasak düşünülemez. O ba­kımdan İslâm hukuku her yönüyle bu iki tema doğrultusunda düzenlenmiş; güzel ahlâk ve sosyal adaletle birleşip bütünleşmiştir. [240]

 

Kur'ân'ın Parça Parça İndirilmesi

 

«İnsanlara ağır ağır, aralıklı, nefes ala ala okuyasın diye Kur'ân'ı parça parça sunduk. Gerektikçe (ih­tiyaca göre) indirdik.»

Yapılan ciddi araştırma ve tesbitlere göre : Kur'ân, yirmi iki yıl, iki ay, yirmi iki günlük bir süre içinde olayları hedef seçerek parça parça inmiş­tir. Bunun sebep ve hikmetlerinden bir kısmı, konumuzu oluşturan âyet­te açıklanmaktadır. Şöyle ki: Ağır ağır; tane tane; nefes ala ala,- kelime­lerin üstüne basa basa okunup ezberlenmesi söz konusudur. Çünkü Kur'­ân bütünüyle Allah sözüdür. O bakımdan her kelime, her oümie ve her âyeti üzerinde dikkatle durmak, söz dizisindeki ilâhî sanatı anlamak, keli­me konumundaki ilâhî muradı bulup çıkarmak, her cümle ve âyetin delâ­let ettiği mana ve hükümleri bilip tesbit etmek gerekir. Acele okunduğu takdirde bütün bunlar belirsiz hale gelir ve Kur'ân'm taşıdığı lâhutî özellik zedelenir. O bakımdan Kıyamet sûresinde Cenâb-ı-Hak, indirilen âyetleri kalbine nakşeden Peygamber (A.S.) Efendimiz'e şöyle buyurmuştur: «İnen vahyi acele (belleyip ezber) etmek için dilini kıpırdatma. Şüphesiz ki onu toplayıp okutmak bize aittir.» [241]

Furkan sûresinde Kur'ân'm kalplerde yer etmesi şöyle belirtilmek­tedir : «Biz onunla senin kalbini iyice yatıştırıp pekiştirmek ve tane tane okuman için böylece (parça parça ve uzun sürede) indirdik.» [242]

Kur'ân'ı Peygamber (A.S.) Efendimiz'in tane tane okuması nasıl tav­siye edilmişse, ümmetine de aynı şey tavsiye edilmiş ve bu hususta Müz-zemmil sûresinde, özel hitapla umuma emir ve tavsiye ölçüsünde şu âyet yer almıştır: «Kur'ân'ı güzel, ahenkli tane tane oku..» [243]

Kur'ân'ın parça parça uzun bir süre içinde indirilmesinin diğer sebep ve hikmetlerini ise, şöyle özetleyip sıralayabiliriz :

a)  Olayları hedef seçip inmesi, âyetlerin nasıl hüküm ve anlam ta­şıdığının anlaşılmasını kolaylaştırır.

b)  Aralıklı  olarak  parça  parça   inmesi;  daha   kolay  ezberlenmesini, daha iyi korunmasını ve her parça ile özel şekilde ilgilenme imkânını sağ­lar.

c)  İhtiyaca göre inmesi, ilâhî muradı, hükmün amacını, taşıdığı mana ve hikmeti daha güzel yansıtma imkânını doğurur.

d)  Sebeplere göre inmesi, mü'minlerin zevk ve heyecanla bugün ya da yarın neler inecek diye merakla, özenle beklemelerini hazırlar. Herkese, Peygamber'e (A.S.) karşı kusur işlememesi hususunda daha dikkatli ol­mayı telkîn eder.

e)  Nefes nefes, yani cümle sonunda durmak, nefes alınacak yerde nefes almak, kelimeleri üstüste bindirmemek suretiyle okunması, onu di­ğer kitaplardan ayırır ve özel surette okuma tekniğini hatırlatır. Ruhları cilalayacak, gönülleri dolduracak, vicdanları serinletecek, kalpleri yatıştı­racak bir ahenk ile tilâvetini ilham eder. [244]

 

Tevrat Ve İncil'i Bilen İlim Adamları

 

«De ki: Ona ister inanın, ister inanmayın. Ondan önce kendilerine ilim verilenlere karşı Kur'ân okununca çeneleri üzerine secdeye kapanırlar...»

Kur'ân inmeden önce kutsal kitapları okuyup semavi dinler ve kitap­lar hakkında bilgi sahibi olan Zeyd b. Amr, Selman el-Fârisî, Ebû Zer el-Gıffarî ve Abdullah b. Selâm gibi zatlar, Kur'ân âyetleri inince onun ilâhî olduğunu anlamakta gecikmediler. İlim adamları olarak her türlü taassup­tan, kavmiyetçilikten sıyrılıp yüzleri üzerine secdeye kapandılar. Son pey­gambere ve son kitaba kavuştukları ve böyle bir saadete lâyık görüldük­leri için de göz yaşları akıtarak Allah'a hamd-u senada bulundular.

Zira gerek Tevrat'ta, gerekse İncil'de son peygamber Hz. Muhammed (A.S.) ile ilgili birtakım belgeler bulunduğu kesindir. Sözünü ettiğimiz ilim adamları o belgeleri çok iyi biliyorlardı. O bakımdan Hz. Muhammed (A.S.} risâlet göreviyle sahneye çıkınca, Onun yüksek şahsiyetini ve müstesna vasıflarını, kutsal kitaplarda verilen bilgilerle karşılaştırıp gerçeği hemen anladılar.

Allah bu bölümde İslâm'ı ve onun kutsal kitabı Kur'ân'ı anlayabilme­nin yolunu gösterirken ilmi esas kabul ediyor ve sonra da konunun bu açıdan ele alınmasını, Tevrat, İncil ve Kur'ân arasında ciddi bir araştırma ve mukayese yapılmasını öneriyor.

Kutsal kitapları okuyup anlayan ilim adamlarının gerçekleri görüp an­layınca şu teslimiyetleri ve mahviyetkâr tutumları çok duygulandırıcı ve düşündürücüdür: «Rabbımızı tenzih ederiz. Rabbımızın va'di mutlaka ye­rine gelmiş bulunuyor! derler.»

Ne yazık ki, asırlardır kutsal kitapları okuyup amel eden Yahudi ve Hıristiyan din âlimleri, yukarıda isimlerini andığımız o ilk din âlimlerinin gösterdikleri basîret ve duyarlığı, hakka teslimiyet ve gerçeğe gönül ver­meyi ortaya koyamamışlar, bunun aksine İslâm ve Kur'ân aleyhine olma­dık yalan ve iftiralarda bulunacak kadar küçülmüşlerdir.

İnsan elinin maksatlı veya bilgisizce dokunmasıyla birçok hükümleri ve bölümleri değişen Tevrat ve İncil nüshalarında yine de son peygamber Hz, Muhammed (A.S.) ile ilgili birkaç belge ve kayıt mevcuttur. Özellikle Bernaba İncil'inde yirmiye yaktn net bilgi verildiğini görüyoruz. Nitekim A'raf sûresi 114, 115. âyetlerin tefsirinde o bilgilerden önemli bir kısmını nakletmiş bulunuyoruz. [245]

 

Allah'ın İsimleri

 

<<Allah deyin, ister «Rahman» deyin. Hangisini derseniz deyin, en güzel isimler O'nundur.»

Allah'ın güzel isimlerine «Esmâ-i Hüsnâ» denir. Her isim O'nun ayrı bir sıfatının sır ve hikmetini sembolize eder; kudretinin sınırsızlığını ve te­cellilerini yansıtır. Dua ve niyaz ederken, ister «Ya Allah!» deyin, ister «Ya Rahman!» deyin, en güzel isimler O'nundur. Ancak her kişi kendi arzu ve ihtiyacını arzederken ona uygun 99 isimden seçip almasında ayrı bir feyiz ve rahmet vardır. Bununla beraber Allah'ın herhangi bir ismiyle duâ ve niyazda bulunmamızda hiçbir.sakınca yoktur. [246]

 

Namazda   Kıraat

 

«Namazında sesini pek yük­seltme, onu pek kısma, bu ikisi arasında bir yol (bir ses tonu) tut.»

Bilindiği gibi, aşikâr okunan namazlarda, ister yalnız başına, ister cemaat halinde kılınsın, kıraatte sesi lüzumundan fazla yükseltmemek na­mazın adap ve sünnetine daha uygun düşer. Çünkü namaz bütünüyle edep ve saygı makamıdır. İlgili hadîs bölümünde Ebû Bekir Sıddîk (R.A.) ile Ömer (R.A.)ın kıraatteki farklı şekilde seslerini alçak veya yüksek tutma­ları ve Resûtüllah'ın (A.S.), Ebû Bekir'e (R.A.) «Sesini biraz yükselt!», Ömer'e de (R.A.) : «Sesini biraz alçalt!» buyurması, bu konuyu ve ilgili âye­ti yeterince açıklamaktadır. [247]

 

Allah, Kendini Üç Sıfatla Anmaktadır

 

1—  Allah çocuk edinmemiştir. Çünkü çocuğu olanın baba olması ge­rekir. Baba olanın bir başkasının oğlu olması, ya da Âdem gibi çamurdan yaratılması veya İsa gibi babasız doğması lüzumu ortaya çıkar. Aynı za­manda onun ölümlü olması, oğlunun da ona vâris bulunması zarureti do­ğar.

Bunların hepsi de, önoesi ve sonrası olmayan Allah hakkında caiz değildir. O, bu gibi beşerî sıfatlardan münezzeh ve yücedir.

2—  Mülkünde hiçbir ortağı yoktur. Böyle bir durum olsaydı, vahda­niyet ve vahdaniyetin gerektirdiği düzen ve denge olmazdı.

3—  Aşağılanmaz ve horlanmaz ki dost ve yardımcıya ihtiyacı olsun. Bu, sonradan yaratılan ve vücudu mümkün olanlara arız olan sıfattır. Al­lah'ın ise, vücudu vaciptir, bir illete muhtaç değildir. O bizatihi ilk illettir.

Zira vücudu vacip olanın varlığı kendisindendir. Vücudu mümkün olanın ise, varlığı başkasıyla, yani illet ve malûl çerçevesinde gerçekleşir. [248]

 

Allah'ı Tenzih Ve Tekbîr Beş Kademede Gerçekleşir

 

1—  Onun zatı her türlü noksanlıktan münezzehtir ve büyüklük; kıyas ve nisbetsiz ancak O'na mahsustur.

2—  Sıfatlarıyla pak ve münezzehtir ve bütün kemal sıfatları O'na mah­sustur. Noksan sıfatlardan beridir ve çok yücedir.

3—  Fiillerinde münezzehtir ve çok büyüktür. Mülkünde icra ettiği her şey, hikmetine ve azametine uygun anlamdadır.

4—  Hükümlerinde münezzeh ve büyüktür. Her hükmü mutlak hikme­te dayalıdır. Yaptığından ve indirdiği hükmünden, kâinattaki tasarrufundan sorulmaz.

5—  İsimlerinde  münezzeh ve  büyüktür.  O  ancak   isimleriyle  anılır, isim ve sıfatları anılarak duâ edilir. O'nun her ismi, O'nun büyüklüğünü yansıtır.

Böylece tenzih ve tesbîh makamından hamd makamına; hamd ma­kamından tekbîr makamına geçiş sağlanmış ve sûrenin bütün sır ve hik­meti bu üç makamda özetlenmiş ve gizlenmiştir,

O bakımdan Sevgili Peygamberimiz (A.S.), Abdülmuttalib ailesinden olan gençlere ve çocuklara bu sûrenin son âyetini öğretip ezberletirdi.

İsrâ sûresine, Allah'ı her türlü noksanlıktan, beşerî sıfatlardan tenzih ile başlanır; O'na hamd etmek ve büyüklüğünü anmak sözleriyle bitirilir. Çünkü Allah'ın yüceliğini, kudretinin sınırsızlığını, ilminin de her şeyi kap­sayıp kuşattığını bilmeyenler, O'nu tenzih ve tesbîh etmeyi düşünmezler. İmânın tadını ve zevkini kalbinin derinliğine indirip gönlünü Allah sevgi ve saygısıyla dolduran takva sahipleri ise, eriştikleri derece gereği, Allah'ın mülkünde ortağı ve yardımcısı olmadığını idrâk ederler ve bu hava içinde sık sık O'na hamd ederler. Büyüklüğünün kıyas ve nisbete girmediğini an­layarak «Aliah-u Ekber» diyerek teslimiyet gösterirler.

İsrâ sûresini de Allah'ın tevfîk ve inayetiyle bitirmiş bulunuyoruz. Bi­zi bu mübarek sûrenin tefsirinde başarılı kılan Allah'a hamd; Mi'racıyla bize beş vakit namazı ilâhî hediye olarak getiren Resûlüllah (A.S.) Efendi­mize saîât-ü selâmlar olsun.. Âmîn. [249]

 



[1] Lübabu't-te'vîl : 3/144

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3449.

[2] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3449-3450.

[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3450-3451.

[4] Buharî/Kitabu't-Tevhîd; Enes b. Mâlik (R.A.)den

[5] Müsned-i Ahmed:  Enes b. Mâlik   (R.A.)den

[6] Ahmed:  1/221, 257, 309, 310, 374, 387- 2/282, 512 - 3/161; 164- 4/208, 378-: 5/59

[7] Ahmed :  3/81

[8] Buharî/salât:   1, hac :  76, enbiyâ:  5- Müslim/imân:  263- Ahmed:  5/122, 143

[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3452-3457.

[10] Müslim/imân :  291, 292 - Ibn Mâce/zühd:  32 - Ahmed:  2/84-4/5

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3457.

[11] Beyhakî: Saîd b. Müseyyeb'den

[12] Lübabü't-te'vîl:  3/151

[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3457-3458.

[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3458-3460.

[15] Kudüs'ün eski adı İliya, Urişalim'dir. Araplar el-Kuds derler. Eski kay­naklarda Beytü'l-Makdis olarak geçer.

[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3460.

[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3460.

[18] Buharî/savm:   49,  50,  i'tisam:   5. temenni:   9-  Ahmed:   2/23,  231,  3/124, 170 - 4/314. 315- 5/364- 6/126. 242, 258

[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3460-3462.

[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3462.

[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3462.

[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3464-3465.

[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3465-3466.

[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3466-3467.

[25] Matta İncil'i :   23/37,  38

[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3467-3468.

[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3468.

[28] Müslim-Kurtubî :   Enes b. Mâlik   (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3469.

[29] Müslim/akziye: 5, fezâil:  140, birr: 88, 89, 95- Ahmed:  3/33- 5/41, 454

[30] Müsllm/birr:   111-  Ahmed :   3/229,   240,   254

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3470.

[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3470-3471.

[32] Buharî/cihad: 180, zekât: 63, mezalim: 9, mağazî: 60- Müslim/imân: 29, zekât: 5- Tirmizî/zekât: 6, birr: 67-

Nesâi/zekât: 1, 46- îbn Mâce/zekât: 1-Dâremî/zekât;   1- Taberânî/da'vetü'l-mazlûm;   1- Ahmed:   1/233-  3/153

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3471.

[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3471-3472.

[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3472.

[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3473-3474.

[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3474.

[37] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3474-3475.

[38] Kurtubİ:  10/230

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3475.

[39] Müslim/ilim :   15,  zekât:   69-  Nesâî/zekât:   64-  Ahmed:   4/357,  359,  360, 361- Dâremî/mukaddeme:  44

[40] Tirmizî/ilim:   16- îbn Mâce/raukaddeme:  15

[41] îbn Mâce/mukaddeme:   19

[42] Müsned-i Ahmed

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3476.

[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3476-3477.

[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3477.

[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3478-3479.

[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3479-3480.

[47] Ahmed :  6/71

[48] Buharî/fiten:  4, 28- Müslim /f iten:   1, 3- Tirmizî/fiten:  23- îbn Mâce/ fiten:  9- Ahmed:  2/341, 530 - 6/428, 429

[49] Taberânî merfuân Selmân   (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3481-3482.

[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3482-3483.

[51] Ahmed : 4/412

[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3483-3484.

[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3484-3485.

[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3485.

[55] Buharî/cihad: 138, edeb: 3- Müslim/birr: 5- Ebû Dâvud/cihad: 31-Nesâî /eihad:  5- Ahmed:  2/165, 172.  188, 193, 197, 221

[56] Buharî/rikak:   18-   Müslim/imân:   139-   Tirmizî/tefsîr:   61,  Ebû  Dâvud/ cihad:   1- Ahmed:  2/146, 452-6/İ80

[57] İbn Mâce/edeb: 2- Ahmed: 3/498

[58] >       > /   »    : 1

[59] Buharî/edeb : 12, büyü' :  13- Müslim/birr: 20, 21- Ebû Dâvud/zekât: 45

[60] Müsned-i Ahmed: îbn Ömer  (R.A.)dan

[61] Müslim/zekât:  58- Ahmed:  2/306, 347

[62] Tİrmizî/zühd:  17

[63] Müslim/birr:  56- Ahmed:  2/160,  191, 195 - 3/323

[64] Beyhakî : îbn Abbas (R.A.) dan

[65] MÜsned-i Ahmed: İbn Mes'ud  (R.AJden

[66] Buharî/tefsîr: 3/2, 2/25, edeb: 20ı diyat:. 1, hudud: 19, tevhîd: 40, 46-Müslim/imân: 141, 142- Ebû Dâvud/talâk:' 50- Tirmizî/tefsîr: 25- Nesâî/tahrîm: 44- Ahmed;   1/380                     

[67] Müsned-i Ahmed :   5/256

[68] Buharî/diyat:  6- Müslim/kasamet:  25, 26- Ebû Dâvud/hudud:   1- Tir-mizî/hudud: 15- Nesâî/tahrîm: 5, 11, 14- Dâremî/siyer: 11- Ahmed: 1/61, 63, 65, -6/181

[69] Nesâî/tahrîm :  2

[70] Buharî/vasaya:   8, nikâh;  45, feraiz:   2, edeb:   57,  58-  Müslim/birr:   28-Tirmizî/birr:   56-  Taberânî/hüsnu'1-hulk:   15-  Ahmed:   2/245,  287

[71] Müsned-i Ahmed:  3/76

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3489-3492.

[72] Musa ve Yahudilik :  107 Geniş bilgi için bak : Tevrat/Levililer: 19/1-35

[73] îbn Mâce/taharet: 48 - Ahmed : 2/221

[74] Geniş bilgi için bak :   et-Teşrîu'1-Cinanî Fi'1-îslâm :   2/294,  295

[75] »        »»»»»           »         »»: 2/301

[76] Bilgi için bak: Nisa Sûresi: 15, Nûr Sûresi : 2. âyetin tefsiri

[77] el-Kâfî: el-Mervezi - Bilgi için bak: En'am Sûresi : 152, Nisa Sûresi: 6. âyetin tefsiri

[78] Fetâvâ-yı Hindiyye : 5/61 - Bilgi için bak: Mutaffifîn Sûresi tefsiri

[79] Müslim/imân: 164, - Ebû Dâvud/büyû' : 50- Tirmizi/büyû' : 72- tbn Mâ-ce/ticaret:  36- Dâremî/büyû1:   10- Ahmed:  2/50, 242, 417-3/466-4/45

[80] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3492-3500.

[81] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3500-3501.

[82] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3501.

[83] Buharİ/menakıb:   25-   Müslim/fezail:   6-: Tirmizî/menakıb:   6-   Ahmed: 3/147,  170, 215, 289

[84] Müslim/fezâil: 2- Tirmizî/menakıb: 3- Dâremî/mukaddeme: 4- Ahmed: 5/89, 95,   105

[85] Buharî/menakıb:  25, cumua:  26- Tirmizî/cumua:" 10, menakıb:  6- Ne-sâî/cumua:  17- îbn Mâce/ikamet:   199-Dâremî/mukaddeme:  6, salât:  202- Ah­med:   1/249,  267,  363-  3/295

[86] Müsned-i Ahmed:  İbn Ömer (R.A.)dan

[87] »              »       :   4/415

[88] Dâremî/adahî : 26- İbn Mâce/sayd:  10- Ahmed: 3/453

[89] Müsned-i  Ahmed ;   2/170

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3503-3504.

[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3504-3505.

[91] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3505-3506.

[92] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3506-3507.

[93] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3507-3508.

[94] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3508.

[95] Einstein Ve Evren

[96] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3509-3510.

[97] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3510-3511.

[98] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3511-3512.

[99] îbn Cerîr Taberî-Hafız Ebû Ya'lâ

[100] Lübabu't-te'vîl :   3/166

[101] Tefsîr-i tbn Kesîr:   3/44

[102] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3513-3514.

[103] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3514-3515.

[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3515.

[105] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3516-3517.

[106] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3517.

[107] Taberânî : tbn Ömer (RA.)dan (Hadîsin zayıf olduğu söylenir).

[108] Buharî/tefsîr: 39, 78- Müslim/fiten: 141, 143- Ebû Dâvud/sünnet: 22- Ne-sâî/cenâiz:  117- İbn Mâce/zühd: 32- Ahmed: 2/322, 428- 3/28

[109] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3518-3519.

[110] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3519.

[111] İnsanlar Uyanın/Alexis Carrel

[112] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3519-3521.

[113] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3521.

[114] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3522.

[115] Bilgi için bak: Yunus Sûresi: 45- Tâhâ Sûresi: 103, 104- Rum Sûresi: 55- MÜ'minûn Sûresi : 113- Ahkaf Sûresi: 35- Nâziât Sûresi: 46. âyetlerin tefsiri

[116] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3522-3523.

[117] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3523-3524.

[118] Esbab-ı Nüzûl-Lübabu't-te'vil :   3/167

[119] Lübabu't-te'vîl :   3/167

[120] s>             s     : »    »

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3525.

[121] Buhari/fiten:  7- Müslim/birr:   126- Nesâî/tahrîm:  29

[122] Buharî/mezalim;  3, ikrah:  7- Müslim/birr:  32, 58- Ebû Dâvud/eyman: 7, imaret:  36, edeb:  38- Tirraizi/hudud:  3, birr:   18, tefsir:  9- îbn Mâce/ticarat: 45. keffaret:   14- Ahmed:   2/6, 8, 91. 277, 311, 360-  3/481-4/66- 5/24

[123] Buharı/enbiyâ:   35-  Müslim/fezâil:   159

[124] Buharî/enbiyâ:   37, tefsîr:   17-  Ahmed:   2/314

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3525.

[125] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3526-3527.

[126] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3527.

[127] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3527-3528.

[128] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3528-3529.

[129] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3529.

[130] Lübabu't-te'vîl:   3/167

[131] *          >     : 3/168- îbn Kesîr - Nesâî - Müsned-i Ahmed - Kurtubî

[132] »          »      ;   3/169        »         »            

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3531.                                                .

[133] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3532-353.

[134] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3533-3534.

[135] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3534.

[136] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3535.

[137] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3535-3536.

[138] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3536.

[139] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3536-3537.

[140] Müslim/cennet:  63- Ahmed:  4/162

[141] Buharî/bed-i halk: 11, vüdû': 8, nikâh; 66, daavat: 35, tevhîd: 13- Müs­lim/talâk: 6- Ebû Dâvud/nikâh: 45- Tirmizî/nikâh: 6- îbn Mâce/nikâh: 27- Ah­med:   1/217, 220, 234, 283- Dâremî/nikâh:   29

[142] Ahmed: 2/380  

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3538.                                                 

[143] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3539.

[144] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3539-3540.

[145] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3540-3541.

[146] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3541.

[147] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3541.

[148] Taberânî:  Abdullah b. Amr  (R.A.)dan

[149] İbn Asâkir : Enes b. Mâlik.  (R.A.)den

[150] Taberânî: Abdullah b. Amr  (R.A.)dan. Hadîs gariptir.

[151] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3543-3544.

[152] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3544-3545.

[153] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3545.

[154] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3545.

[155] Bilgi için bak:  Hac Sûresi :  65, Lukman Sûresi;   20,  Câsiye Sûresi:   12.

âyetlerin tefsiri

[156] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3546-3547.

[157] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3547-3548.

[158] Lübabu't-te'vîl : 3/173

[159] Lübabu't te'vil: 3/173

[160] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3549-3550.

[161] Buharî/tefsîr:  8/4,  11/17- Müslim/imân:  302

[162] Hafız-Ebü Bekir el-Bezzar:  Ebû Hüreyre   (R.A.)dan

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3550-3551.

[163] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3551-3552.

[164] Tefsîr-i Kurtubî : 10/298

[165] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3552.

[166] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3553-3554.

[167] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3554-3555.

[168] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3555-3556.

[169] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3556.

[170] Buharî/tefsîr: 17- İbn Mâce/mesacid: 16- Ahmed: 1/376, 382, 437-2/264, 366, 396, 473, 501

[171] Müsned-i Ahmed: îbn Abbas (R.A.)dan - îbn Asâkir. (Hanefilere göre vitir namazı vaciptir.)

[172] Buharî/teheccüd:   6,   tefsir:   2/48-   Müslim/müsafirîn:   79,   81-   Tirmizî/ salât: 187- Nesâî/kıyam-ı leyi: 17- İbn Mâce/ikamet: 20- Ahmed: 4/251, 255-6/115

[173] Buharî/teheccüd:   16, teravih:  1, menakıb:  24- Müslim/müsafirîn:  125-Ebû Dâvud/taharet: 79, tetavvu':  26- Tirmizî/mevakıyt:  208, fiten:  63- Nesâî/ leyi:  36- Taberânî/leyl:  9- Ahmed:   1/220, 287- 2/251, 438- 5/40, 50- 6/136

[174] Müslim/müsafirîn:   197, 200- Ahmed:  6/20

[175] Müslim/müsafirîn:  122- Ebû Dâvud/tetavvu': 26- Nesâî/ezan: 41, sehv: 74, kıyam:  53- ibn Mâce/ikamet:   181- Ahmed:  6/143, 215

[176] Buharî/ezan:  31, mevakıyt:  16, tefsîr:  17, bed-i halk:  6, tevhîd:  23, 33-Nesâî/salât:  21- Taberânî/sefer:  82- Ahmed:  2/233, 258, 266

[177] Müslim/imân: 334, 335, 337, 341, 345- Buharî/daavat: 1- Tirmizî/daavat: 130- îbn Mâce/zühd:  37- Dâremî/rikak:  85- Taberânî/Kur'ân:  26- Ahmed:   1/ 281, 295-  2/275,  313-  3/134

[178] Buhari/ezan:   7-  Müslim/salât:   10,   11-   Tirmizî/salât:   40,  menakıb:   1-Nesâî/ezan: 33, 35, 37- Ibn Mâce/ezan: 4- Taberânî/nida: 2- Dâremi/salât:  10-Ahraed:   1/120- 2/168- 3/6, 53, 90-4/92, 93, 98, 100- 6/9, 326

[179] Buharî/ezan; 8, tefsîr; 17- Ebû Dâvud/mevakıyt: 43- Nesâî/ezan; 38- tbn Mâce/ezan:  4- Ahmed:  3/354

[180] îbn Mâce/zühd;   37- Tirmizî/menakıb:   1- Ahmed;   5/137,  138

[181] Ahmed: 3/456

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3558-3560.

[182] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3560-3561.

[183] Lübabu't-te'vîl:   3/174

[184] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3561-3562.

[185] Tirmizî: Hadîsün sahihtin

[186] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3562-3563.

[187] Buharî-Tirmizi - Lübabu't-te'vü

[188] Enbiyâ Sûresi:  18

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3563.

[189] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3564.

[190] Dârekutnî - Ashab-ı Sünen - Tefsîr-i Kurtubî :   10/316

[191] Buharî/fezâil-i Kur'ân: 14-Ahmed: 6/114, 124, 166, 181 - Taberânî/ayn: 10-  Kurtubî :   10/317

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3565-3566.

[192] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3566.

[193] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3567.

[194] Buharî/tevhîd:   28,  tefsir:   17-   Müslim/münafıkîn:   32-  Ahmed:   1/389, 410, 445

[195] Müsned-i Ahmed  - İbn Kesir :   3/60

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3567-3568.

[196] Bilgi için bak: Nahl: 2, Gâfir: 15, Mücadele: 22, Maaric: 4, Nebe': 38, Kadir: 4, Meryem: 17- Bakara: 57, 253- Nisa: 171- Mâide: 110- Nahl; 102- Şuârâ: 193

[197] Tefsîr-i Kurtubî :   10/323,  324

[198] Bilgi için bak: Mü'min Sûresi 15:. Şura Sûresi 52. âyetlerin-tefsiri

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3568-3570.

[199] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3570-3571.

[200] Kehf Sûresi:  109

 

[201] Lufcman Sûresi: 27

[202] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3571-3572.

[203] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3572.

[204] Tefsîr-i İbn Kesir:   3/62

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3573.

[205] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3573-3574.

[206] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3574-3575.

[207] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3575-3577.

[208] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3577.

[209] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3578.

[210] Lübabu't-te'vîl:  3/180 - Esbab-ı Nüzul - Tefsîr-i Ibn Kesîr:  3/62, 63

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3580-3581.

[211] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3581-3582.

[212] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3582-3583.

[213] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3583.

[214] Buharî/tefsîr:   1/25-  Müslim/münafıkîn:   54-  Tirmizî/tefsîr:   12/17-  Ah-med:  2/354, 363

[215] Ahmed:   4/447,  5/3,5

[216] Buharî/tefsîr:   2/11, nefekat:   1, tevhîd:   35-  Müslim/zekât:   36,  37-  İbn Mâce/keffarat:   45-  Ahmed:   2/242. 464

[217] Buhari/tefsîr: 11, tevhîd: 19, 22- Müslim/zekât: 36- Tirmizî/tefsir: 3/5-İbn Mâce/mukaddeme: 13- Ahmed: 2/313, 500

[218] Buharî/humus :  15, mağazî ; 73- Ahmed: 3/308

[219] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3585-3586.

[220] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3586-3587.

[221] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3587-3588.

[222] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3588-3589.

[223] Bilgi için bak : Buharî/bed-i vahiy: 5, 6, savm: 7, menakıb: 23, fezâil: 7, edeb: 39- Müslim/fezâil: 48, 50- Tirmizî/cihad: 15- Nesâî/siyam: 2- İbn Mâce/ cihad: 9- Dâremî/mukaddeme: 10- Ahmed: 1/231, 288, 326, 363- 6/130

[224] Bilgi için bak : Tefsîr-i Kurtubî :  10/335

[225] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3589-3591.

[226] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3591-3592.

[227] Lübabu't-te'vîl : 3/182- Müsned-i Ahmed- Beyhakî- Taberânî-Nesâî

[228] Tefsîr-i İbn Kesir - Tefsîr-i Kurtubî:  10/336

[229] A'raf Sûresi:  130 - 133

[230] Tefsîr-i Kurtubî:   10/3.36

[231] Bilgi için bak :   Tevrat/çıkış :   20/7-17  - Musa ve Yahudilik :   106,   107/ Hayrullah örs

[232] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3593-3596.

[233] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3596.

[234] LÜbabu't-te'vü - İbn Kesîr

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3598.

[235] Tirmizî/fezâil-i cihad: 8, zühd: .8- Nesâî/cihad: 8- Ahmed: 2/505

[236] »     /    »               »    :   12        

[237] Tirmizî, Ebû Katade'den

[238] »        Abdullah b. Ömer  (R.A.)dan

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3598-3599.

[239] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3599-3600.

[240] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3600-3601.

[241] Kıyamet Sûresi:   16,  17

[242] Furkan Suresi:  32

[243] Müzzemmil Sûresi : 4

[244] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3601-3602.

[245] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3602-3603.

[246] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3603.

[247] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3604.

[248] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3604.

[249] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3604-3605.