Surenin Kapsadığı Başlıca Konular:
İsrâ Sûresinin Bir Önceki Sûre İle Olan Bağlantısı
Peygamberimiz (A.S.) Mi'rac Gecesi Rabbını Gördü Mü?
Kureyşli'lerin Peygamberi (A.S.) Yalanlaması
İsrâ Ve Mi'rac Olayı Bize Neleri Öğretiyor?
İsrâ Ola/I Hakkında Görüş Ve Tesbitler
İsrâ Ve Mi'rac Olayları Ruhen Mi Gerçekleşmiştir?
Mi'rac Olayı Rüya Olabilir Mi?
Nuh Peygamberle Birlikte Gemiye Binenlerin Soyu
İki Defa Fesat Çıkaracakları Haber Veriliyor
Bir Millet Verdiği Sözden Dönerse, Allah Da Hükmünü Değiştirir
Kotulugu İsteyip Beddua Etmek Doğru Mudur?
Neden İnsan Aceleci Yaratılmıştır?
Allah'ın Varlığına Ve Birliğine Delil
Ayın Önceleri Ateş Halinde Olması
Herkes Kendi Günahını Yüklenir
Peygamber Gönderilmedikçe Azap Edilmez
Ülkenin Yıkılmasına Sebep Olanlar
İşte Kur'ân, bunları övmekte ve örnek göstermektedir. Allah'ın Bağış Ve
İhsanı Umuma Yöneliktir
Dünya Hayatı Mutlak Hikmete Dayalı Olarak Düzenlenmiştir
Kur'ân-I Kerim Akla Ve Sağduyuya Seslenir
Birden Fazla İlâh Olsaydı, Neler Olurdu?
Her Şey Hakk'ı Tesbîh Etmektedir
Kulakları Ağırlaştıran, Kalpleri
Körelten Sebepler
Hz, Muhammed'e (A.S.) «Büyülenmiş» Sözünü Yakıştıranlar
Yeni Bir Yaratık Olarak Dirilme Olayı
Kabirlerde Pek Az Kalındığı Sanılır
Peygamber Vekil Olarak
Gönderilmemiştir
Zebur, Davud Peygambere İndirilmiştir
Peygamberler Dünya İşlerini De Düzene Sokma Görevini Taşıyorlar Mıydı?
Her Medeniyet, Önceki Medeniyetlerin Enkazı Üzerine Kurulur
Acık Âyetlere Rağmen İnkâr Devam Ederse, Ne Olur?
Peygamber'e (A.S.) Gösterilen Gerçek
Zıtların Sürtüşeceği Âlemi Oluşturmak
İblis, Nefis Ve Şehvete Seslenir
İnsanın Aziz Ve Saygıdeğer Kılınması
Toplum Daha Cok İnandığı Liderin Peşinden Gider
Dünyada Kör Olan, Âhirette De Kördür
Mü'minleri Fitneye Düşürmek İsteyenler
Aralarında Peygamberin (A.S.) Bulunması Mutlak Rahmet İdi
Hicretin Gerçekleşeceğine Ve İslâm'ın Başarı Sağlayacağına İşaret
Edilmektedir
Müslümanlar Fethettikleri Ülkeleri Putlardan Temizlerler
İnsan Karakteri İkiyüzlü Madalyona Benzer
Size İlimden Az Şey Verilmiştir
Kur'ân Sıradan Bir Kitap Değildir
Kur'ân'ın Kapsadığı Başlica Konular
İnsanı Gerçek Anlamda Mutlu Eden Her Şey Kur'ân'da Açıklanmıştır
Peygamberliğin Ne Olduğunu Bilmeyen Gafiller
Müşrikler, Peygamberin Meleklerden Olmasının Gereğini İddia Ediyorlardı
Gökleri Ve Yeri Yaratan Kudret
Musa Peygambere Verilen Dokuz Âyet (Mu'cize)
Peygamber, Rahmet Müjdecisidir
Kur'ân'ın Parça Parça İndirilmesi
Tevrat Ve İncil'i Bilen İlim Adamları
Allah, Kendini Üç Sıfatla Anmaktadır
Allah'ı Tenzih Ve Tekbîr Beş Kademede Gerçekleşir
Sûre, ismini, taşıdığı
«isrâ» ve «mi'rac» olayından alır.
İlim adamlarının
çoğuna göre, Mekke'de inmiştir. İbn Abbas (R.A.)dan yapılan rivayete göre : 73.
âyetten 76. âyete kadar olan bölümü Medine'de, geriye kalan kısmı Mekke'de
inmiştir. Katade de aynı görüş ve tesbiti izhar etmiştir.
Mukatil'e göre : 60,
73, 74, 80, 107. âyetler dışında, tamamı Mekke'de inmiştir.
Ayet Sayısı
:110(veya 111)
Kelime Sayısı : 533
Harf Sayısı : 3460 [1]
1— Peygamber
(A.S.) Efendimiz'in Mi'rac
gecesi, Mekke'den Bey-tü'l-Makdis'e olan yolculuğu
anlatılır.
2— İsrâiloğulları'nın yükselme ve alçalma
devirleri konu edilerek birtakım yönlendirici misaller verilir.
3— Müslüman ülkeler, İsrâiloğulları'nın sık sık
işledikleri hataları işlememeleri için uyarılır.
4— Göklerde ve yerde bulunan her şeyin Cenâb-ı
Hakk'ı tesbîh ve tenzih ettiklerine dikkatler çekilir.
5— Öldükten sonra dirilip ikinci hayatın
başlayacağına ve onunla ilgili delillere yer verilir.
6— Allah'ı bırakıp birtakım cisimleri ilâh sayan
veya öyle kabul eden müşrikler kınanır, iddiaları birtakım açık belgelerle
reddedilir.
7— Putperestlerin ısrarla istedikleri mu'cizenin
indirifmemesinin sebep ve hikmeti üzerinde durulur.
8— Meleklerin Âdem Peygamber'e (A.S.) secde
etmesi, İblîs'in ilâhî emre uymayarak secde etmekten kaçınması, insana
gösterilen ilâhî iltifatın tecellisi olduğu ilham edilir.
9— Allah'ın kullarına olan nimetlerine parmak basılarak o hususta çok
duyarlı olmamız istenilir.
10— Müşriklerin birtakım arzu ve isteklerine.
Peygamber (A.S.) Efen-dimiz'in de uymasını teklif ettikleri konu edilerek,
İslâm'ın başkalarına uymak için değil, uyulmak için gönderilen son mesaj
olduğuna işaret edilir.
11— Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e geçe kalkıp
namaz kılması ve ibâdet etmesi hakkında verilen emir açıklanır.
12— Kur'ân-ı Kerim'in başlıbaşına bir mu'cize
olduğu üzerinde durularak her âyetini dikkatle incelememiz istenilir.
13— Hak ile bâtılın sürtüşme ve tartışması konu
edilirken, Musa (A.S.) ile Fir'avn kıssasından bazı önemli safhalar misal
verilir.
14— Kur'ân-ı Kerîm'in parça parta indirilmesinin
hikmetine atıf yapılarak konu üzerinde iyi düşünmemiz tavsiye edilir.
15— Sonra da Tevhid İnancı'nın sapasağlam ayakta
durmasının lüzumu belirtilerek Allah'ın çocuk edinmekten, yardımcı
bulundurmaktan münezzeh olduğu hatırlatılır. [2]
a) Nahl sûresinde Yahudilerin cumartesi günü
hakkında görüş ayrılığına düştükleri belirtilir. İsrâ sûresinde ise,
cumartesine ta'zîm edenlerin şeriatından söz edilir.
b) Nahl sûresinde İslâm'a karşı aşırı kin ve
düşmanlık gösteren müşriklerin azgınlık ve taşkınlıklarına karşı sabredilmesi,
bu yüzden üzüntüye kapılmmaması ve göğüslerin daraimaması emredilir.
İsrâ sûresinde ise. Peygamber (A.S.)
Efendimiz'in kadr-u kıymetinin, şeref ve itibarının Allah yanındaki
yüceliğinden bahsedilir. Böylece kâfirlerin hiç bir azgınlığının bu şerefe leke
süremiyeceğine işaret edilir.
c) Nahl sûresinde, gene! anlamda birçok
nimetlere dikkatler çekilir. İsrâ sûresinde ise, nimetlerin önemli bir
kısmından özel surette söz edilir.
d) Nahl sûresinde balda şifa bulunduğu konu
edilir. İsrâ sûresinde
ise, Kur'ân'ın şifa ve
rahmet olduğu belirtilerek birinde maddî, diğerinde manevî şifânın yer aldığı
hatırlatılır.
e) Her iki
sûrede de Mekke döneminin o netameli günlerinden yer yer pasajlar verilir ve
Mi'rac olayıyla artık o dönemin yakında kapanacağına işaretle İslâmiyetin pek
yakında başarıya erişeceği ve o nedenle bağrı yanık mü'minlerin küfrün
tazyikinden kurtulacağı müjdelenir. [3]
1— Kulu
(Muhammedi) gecenin bir bölümünde -kendisine bir kısım âyetlerimizi (kudretimizi
yansıtan belgelerimizi) göstermek için- Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek
kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah (bütün noksanlıklardan) yücedir,
münezzehtir. İşiten ve gören O'dur.
Enes b. Mâlik (R.A.)
anlatıyor:
«Resûiüllah (A.S.)
Efendimiz'in gece yolculuğunda, Kabe'de uyuduğu bir sırada kendisine bu hususta
vahiy inmeden önce üç melek geliyor. Onlardan biri, «hangisidir o?» diye
soruyor. İkincisi, «o, onların en hayırlısı-dır!» diye cevap veriyor. Üçüncüsü
ise, «hayırlı olanı yakalayın» diyor. O gece Peygamber (A.S.) melekleri
görmüyor. Diğer bir gece yine mefekler geliyorlar. Peygamberin (A.S.) ise kalbi
(onları) görüyor, gözleri uyuyor. Günkü O'nun kalbi uyumaz. Zaten peygamberler
hep öyledirler: Gözleri uyur, ama kalpleri uyumaz. Melekler ikinci gece O'nunla
hiç konuşmadan kendisini alıp Zemzem Kuyusu'nun yanma götürüyorlar. Onlardan
Cibril, ilgilenerek Peygamber (A.S.) Efendimiz'in göğsünü yarıyor, içini
boşaltıp kendi eliyle Zemzem dökerek yıkayıp iyice temizliyor. Sonra altından
bir leğen ve içinde altından bir tas getiriyor ki, bu kaplarda imân ve hikmet
bulunuyordu. Onu Peygamberin (A.S.), boyun damarlarına ulaşıncaya kadar
(kalbine) boşaltıyor. Göğsünü kapattıktan sonra O'nu alıp Dünya Se-ması'na
yükseltiyor. Göğün kapılarından birini çalıyor. Gök ehli, «kimdir o?» diye
sesleniyorlar. «Ben Cebrail'im..» diyor. «Yanındaki kim?» diye soruyorlar. O da
: «Muhammed'dir..» diyor. Gök ehli: «0, peygamber olarak gönderildi mi?» diye
soruyorlar. Cibril de: «Evet...» diyor. Gök ehli: «O'na merhaba ve hoş geldi
diyoruz» söyleyerek birbirlerini müjdeliyorlar. Çünkü göklerin, Allah'ın
Muhammed (A.S.) ile yeryüzünde neyi irâde ettiğini, kendilerine bildirmedikçe
bilemezler.
Birinci gökte Âdem
(A.S.) ile buluşuyorlar. Cibril, «bu senin baban Âdem'dir» diyor. Peygamberimiz
(A.S.) Âdem'e selâm veriyor. O da O'nun selâmını alıp cevaplıyor ve «evlâdıma
merhaba, hoş geldin. Ne güzel evlâtsın sen!» diyor.
Bu arada Peygamberimiz
(A.S.) gökte akmakta olan iki ırmak görüyor ve «bunlar nedir ya Cibril!?» diye
soruyor. O da, «Nil ile Fırat'ın aslı (maddesi veya benzeri) dir» diyor.
Böylece gökte bir süre yol aldıktan sonra üzerinde inci ve zebercedden bir
saray bulunan başka bir ırmağa rastlıyor. Eliyle ırmağa dokununca, onun çok
güzel misk kokulu bir ırmak olduğunu görüyor. «Bu nedir ya Cibril!?» diye
soruyor. O da; «Rabbının sana hazırladığı Kevser'dir» diyor.
Sonra Melek Cebrail,
Peygamberimizle (A.S.) beraber ikinci göğe yük-seliyorlar. Birinci gökteki
melekler gibi, onlar da, «bu kim?» diye soruyorlar. «Ben Cibril'im!» diyor.
Onlar: «Beraberindeki kim?» diye soruyorlar. «Muhammed'dir...» diyor. Onlar:
«O, peygamber olarak gönderildi mi?» diye soruyorlar. Cebrail, «Evet
gönderildi» diyor. Melekler: «Ona merhaba, hoş geldin» diyorlar. Sonra üçüncü
göğe yükseliyorlar. Orada da, birinci ve ikinci göklerdeki sorular soruluyor.
Sonra dördüncü göğe yükseliyorlar. Aynı sorular orada da soruluyor. Sonra
beşinci göğe yükseliyor-lor. Orada da benzeri şeyler soruluyor ve altıncı göğe
yükseliyorlar. Orada da aynı şeyler soruluyor. Sonra yedinci göğe
yükseliyorlar. Orada da benzeri şeyler soruluyor,
Her gökte
.peygamberlerden birkaç tanesi bulunuyor ki, peygamberimiz (A.S.) onları bir
bir isimleriyle andı. Onlardan İdrise ikinci gökte, Harun'a dördüncü gökte,
bir diğerine -ki ismini hatırlıyamadım- beşinci gökte rastlıyor. İbrahim'e ise
altıncı gökte, Musa'ya yedinci gökte rastlıyor. Bu da Musa'nın ilâhî kelâmla
üstün tutulmasının belirtisidir. Nitekim vaktiyle Musa, «Rabbım! Bir başkasını
benim üzerime yükselteceğini sanmıyorum» demişti.
Sonra Melek Cibril,
Peygamberimizle (A.S.) beraber yedinci göğün üstüne yükseliyorlar ki, oraları
Allah'tan başkası bilmez. Tâ ki, Sidretü'l-Münteha'ya geliyorlar. Cebbar olan
Rabbü'l-İzzet (rahmetiyle) yaklaşıyor ve (kudretini, azametini) sarkıtıyor.
Öyle ki iki yay, ya da daha az bir mesafe kalıyor.
Allah, Peygamberimize
{A.S.) bu makamda vahyettiğini vahyediyor ve bu arada Peygamberimizin ümmetine
bir gün, bir gecede (kılınmak üzere} elli vakit namaz farz kılıyor.
Peygamberimiz (A.S.) oradan inerken Musa ile karşılaşıyor -ki ben Musa olduğunu
sanıyorum-, Musa: «Ya Muhammedi Rabbın sana ne gibi ahidde bulundu?» diye
soruyor. O da: «Bir gün, bir gecede elli vakit namaz...» diye cevap veriyor.
Bunun üzerine Musa: «Ümmetinin buna gücü yetmez. Dön de Rabbından
hafifletmesini iste!» diyor. Peygamber (A.S.) Melek Cebrail'e dönüp işaretini
bekliyor. 0 da: «Evet, dilersen Rabbına yüksel» diyor. Peygamber (A.S.)
bulunduğu yerde: «Ya Rab-bî! Bunu hafiflet. Çünkü ümmetimin buna gücü yetmez»
diyor. Allah on vakit kaldırıyor. Sonra Peygamberimiz (A.S.), Musa'ya dönüyor
-ki Musa olduğunu sanıyorum-, Derken gide gele bu namazı beş vakte düşürüyor.
Musa yine: «Ya Muhammedi Vallahi bundan daha az bir namazı İsrâiloğulla-rı'na
teklîf ettim, gevşeklik ve zaaf göstererek terkettiler. Oysa senin ümmetin
beden, kalp, göz ve kulak bakımından daha kudretli değildirler. Rabbına dön de
bunun hafifletilmesini iste» diyor. Peygamberimiz (A.S.) yine Cibril'e dönüp
işaretini bekliyor. Cibrîl bunu uygun karşılıyor ve Peygamberimiz (A.S.)
tekrar durumu Rabbına arzediyor: «Ya Rabbî! Ümmetimin bedenleri, kalpleri,
gözleri ve kulakları daha kuvvetli değildirler. Beş namazı hafiflet» diye
istekte bulunuyor. Bunun üzerine Cenabı Hak;
— Ya Muhammedi diye.sesleniyor. 0 da :
— Buyur Rabbım! Emrine hazır bekliyorum, diyor.
Allah :
— Artık söz benim yanımda değişmez. Bu,
Ümmü'l-Kitap'ta farz kılındığı gibidir. Her iyilik on misliyle karşılık görür.
Namaz, Ümmü'l-Kitap'ta elli (vakit)dir ve beş (vakit) namaz olarak sana farz
kılınmıştır.
Peygamber (A.S,),
Musa'ya (A.S.) döndüğünde, Musa (A.S.) soruyor:
— Ne yaptın, ya Muhammedi? O da :
— Rabbım hafifletti: «Her iyilik on misliyle karşılık görür»
buyurdu, diye cevap veriyor Musa (A.S.) ona :
— Ben bu konuda daha azıyla İsrâiloğulları'nı
denedim, yapamadılar, terkettiier. Sen Rabbtna dön de hafifletilmesini dile,
diyerek öneride bulunuyor. Peygamberimiz (A.S.) ona şöyle diyor:
— Ya Musa! And olsun ki, Rabbımdan utandım.
Artık bu hususta istekte bulunamam. Musa
(A.S.) :
— Öyle ise, Allah'ın ismiyle yeryüzüne in!
diyor. Peygamberimiz de (A.S.) o halden sıyrılıp kendine gelince, kendini
Mescidü'l-Haram'da buluyor.» [4]
Aynı olayı Ahmed b.
Hanbel yine Enes b. Mâlik (R.A.)den şöyle naklediyor :
«Bana Burak getirildi.
Beyaz bir hayvandı; merkepten biraz büyük, katırdan biraz küçük idi. Ön ayağını
(adımım) gözünün görebildiği mesafenin sonuna kadar atıyordu. Ona bindim,
Beytü'l-Makdis'e vardım. Peygamberlerin kendi bineklerini bağladıkları halkaya
bağladım. İçeri girip iki rekât namaz kıldıktan sonra dışarı çıktım. Cebrail,
birinde şarap, diğerinde süt dolu iki kap sundu. Ben sütü seçtim. Cebrail
bana: «Fıtratı seçtin» dedikten sonra benimle birlikte Dünya göğüne yükseldi.
Kapının açılmasını İstedi. «Kimsin?» denildi. O da «Cibril'im» dedi.
«Yanındaki kim?» denildi. «Muhammed'dir» dedi. Bunun üzerine: «Ona
peygamberlik gönderildi mi?» denildi. O da: «Evet gönderildi» diye cevap
verdi. Kapı açıldı. Âdem (A.S.) ile karşılaştım. Bana «merhaba!» dedi ve hayır
ile duada bulundu. Sonra ikinci göğe yükseldik. Aynı sorular ve cevaplar orada
da tekrarlandı. Kapı açıldı. İki teyze oğlu Yahya ve İsa Peygamberlerle karşılaştım.
İkisi de bana «merhaba!» deyip hayırlı duada bulundular. Sonra üçüncü göğe yükseldik.
Aynı sorular soruldu, cevaplar verildi. Kapı açıldı. Yusuf Peygamberle
karşılaştım. Güzelliğin yarısı ona verilmiştir. Bana «merhaba!» dedi ve hayır
ile duada bulundu. Sonra dördüncü göğe yükseldik. Yine aynı sorular soruldu,
cevaplar verildi. Kapı açıldı. İdris Peygamberle karşılaştım. O da bana
«merhaba!» dedi ve hayır ile duâ etti. Sonra beşinci göğe yükseldik. Aynı
sorular soruldu ve cevaplar verildi. Kapı açıldı. Harun Peygamberle
karşılaştım. O da bana «merhaba!» dedi ve hayır ile duada bulundu. Sonra
altıncı göğe yükseldik. Aynı sorular soruldu, cevaplar verildi. Kapı açıldı.
Orada Musa Peygamberle karşılaştım.
O da bana «merhaba!»
dedi ve hayır ile duada bulundu. Sonra yedinci göğe yükseldik. Kapıda aynı
sorular soruldu ve cevaplar verildi. Kapı açıldı. İbrahim Peygamberle
karşılaştım; sırtını Beytü'l-Ma'mur'a dayamış duruyordu. Her gün yetmiş bin
melek oraya giriyor, ama bir daha dönmüyorlardı. Sonra Sidretü'l-Münteha'ya
yükseldik. Bu(radaki) ağacın yaprakları fil kulağına, meyvaları da dağın
tepesine (veya asma altına konulan pa-yendeye) benziyordu. İlâhî emirlerden
(onun tecellilerinden, o meyvalar) yere düşecek gibi oluyor ve rengi
değişiyordu. Allah'ın hiçbir kulu onun (ağacın ve meyvasının) güzelliğini
anlatamaz. Cenâb-ı Hak, bana vah yettiğini etti ve üzerime elli vakit namaz
farz kıldı.»
Yukarıdaki hadîste
belirtildiği gibi. Peygamberimizin (A.S.), Musa (A.S.} ile görüşüp
hafifletilmesi hususundaki dileği anlatılarak konuya devam edilir. [5]
Buna yakın bir üçüncü
rivayeti ise, Müslim, Şeybar b. Ferûh tarikıyla nakletmiştir,
Beyhakî diyor ki:
«Hadîslerin siyakından, Mi'rac olayının İsrâ Gecesi meydana geldiği
anlaşılıyor. Şüphesiz ki, en doğru tesbit de budur. Çünkü İsrâ olayı,
Mescidü'l-Haram'dan Beytü'l-Makdis'e kadar cereyan etmiştir, Oradan göklere ve
ötesine yükselmek ise, Mi'rac olayıdır.»
Ahmed b. Hanbel'in
Abdurrezzak tarikıyla yaptığı rivayete göre, Peygamber (A.S.) Efendimiz şöyle
buyurmuştur:
«İsrâ gecesi, Burak'ı
eyerlenmiş bir halde bana getirdiler. Ağzına gem vurulmuştu. Sırtına binilmek
istenince zorluk çıkarıyordu. Bunun üzerine Cibril ona: «Seni bu harekete iten
nedir? Allah'a and olsun ki, sana Mu-hammed'den -Allah yanında- daha iyi ve
kadri yüce bir kimse binmemiştir.» Deyince, Burak terledi.» [6]
Mi'rac olayında temsilî
gerçekler:
«Rabbım beni Mi'rac
olayı ile yukarılara yükseltince, tırnakları bakırdan bir topluluğa rastladım.
Tırnaklarıyla yüzlerini ve göğüslerini tırmalayıp tahriş ediyorlardı.
Cebrail'e, «bunlar kimlerdir?» diye sordum. «Bunlar insanların etlerini yiyen
ve onların namusuna tecavüz edenlerdir» diye cevap verdi.» [7]
Buharî'nin Ebû Zer
(R.A.) hadîsinden naklen yaptığı rivayette deniliyor ki:
«Mekke'de bulunduğum
bir sırada evimin damı yarıldı ve Cibril indi. Göğsümü yardı, zemzem suyu ile
yıkadıktan sonra içi, hikmet ve imân dolu altından bir leğen getirdi, göğsüme
boşalttı. Göğsümü kapadıktan sonra elimden tutup Dünya göğüne yükseldik. Göğün
kapısına geldiğimizde, Cebrail, gök bekçisine: «Kapıyı aç!» dedi. «Kimsin?»
diye sorunca, «Cibril'im» dedi. «Beraberinde kim var?» dedi. O da : «Muhammed
(A.S.)..,» diye cevap verdi. «Ona peygamberlik gönderildi mi?» diye sordu. O
da : «Evet...» dedi. Kapı açılıp Dünya göğünde ilerlerken, oturan bir adamla
karşılaştık, sağında bir karartı, solunda da bir karartı vardı. Sağına bakınca
tebessüm ediyor; soluna bakınca ağlıyordu. Beni görünce: «Salih evlâda, hayırlı
peygambere merhaba!» dedi. Cibril'e: «Bu adam kim?» diye sorduğumda, «Adem
Peygamberdir. Sağındaki ve solundaki karartılar, onun zürriye-tinin zerreleridir.
Sağındakiler Cennet, solundakiler Cehennem ehlidirler.»dedi.[8]
Hadîsin geriye kalan kısmı,
yukarıda naklettiğimiz diğer iki hadîsteki kısımlar gibidir. [9]
Tabiînden Abdullah b. Şakik
diyor ki : Râvî Ebû Zerr'e (R.A.)- dedim ki: «Peygamber (A.S.) Efendimizi
görmüş olsaydım, herhalde O'ndan bir şey sorardım.» Ebû Zer (R.A.) : «Ne
sorardın?» deyince, «Rabbını gördün mü?» diye sorardım» dedim. Bunun üzerine
Ebû Zer (R.A.) şu cevabı verdi : «Bu hususu ben Resûlüllah (A,S.)
Efendimiz'den sordum. Buyurdu ki: «Şüphesiz Rabbımı bir nur olarak gördüm;
artık O'nu nasıl görebilirim!» [10]
Resûlüllah (A.S.)
buyurdu :
«Beytü'l-Makdis'e
gecenin az bir bölümünde yolculuk yaptığımı duyan Kureyş Kabilesi beni
yalanladılar. Bunun üzerine Hicir'de ayağa kalk-
tim. Allah,
Beytü'l-Makdis'i getirip önüme koydu. Ona bakarak oradaki alâmetleri bir bîr
onlara haber verdim.» [11]
Mekkeli'lerin bu olayı
garip sayıp reddetmesi:
Olayın cereyan
ettiğine dair haber halk arasında duyulunca, Mekkeli'-lerden bazı önemli
kişiler soluğu Ebû Bekir Sıddîk'ın (R.A.) yanında aldılar ve: «Ya Ebâ Bekir!
Arkadaşın Muhammed hakkında ne dersin? O bir gece içinde Beytü'l-Makdis'e gidip
geldiğini iddia ediyormuş!» Ebû Bekir (R.A.) onlara: «Bunu Hz. Muhammed mi
(A.S.) söyledi?» diye sordu. Onlar da : «Evet, o dedi» diye cevap
verdiklerinde; Ebû Bekir (R.A.) : «Eğer O söyle-mişse, mutlaka doğrudur ve ben
de şehadet ederim..» diyerek Peygamber'e olan inancının şüphe götürmez olduğunu
ortaya koydu. «Nasıl olur?» diyerek şaşkınlık gösterenlere: «O, bundan
fazlasını da söylese yine de Onu gök haberlerinden dolayı tasdîk ederim!» diye
cevap verdi. [12]
Peygamber'e (A.S.)
verilen hediyeler:
Sahîh rivayetlere göre:
Mi'rac gecesi Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e üç büyük hediye verilmiştir.
1— Bakara Sûresinin son kısmı,
2— Beş vakit namaz,
3— Allah'a ortak koşmadıkları halde büyük günah
işleyen mü'minle-rin bağışlanacağı müjdesi.. (Kul hakkı müstesna).
Şunu da belirtelim ki, İsrâ
ve Mi'rac olayları hakkında sahîh ve zayıf birçok rivayetler ve farklı
tesbitler vardır. Biz sadece teberrüken onlardan sahîh gördüklerimizden bir
kısmını nakletmekle yetindik. [13]
Hicretten bir veya bir
buçuk yıl kadar önce Peygamber (A.S.) Efendimizin hayatında meydana gelen bu
çok önemli olay, birtakım gerçeklere bizi irşat etmekte ve İslâm'ın geleceğini
haber vermektedir. Bunları şöyle özetleyebiliriz:
1— İslâm'ı saran tehiike çemberinin hız ve
tesirini kaybetmek üzere olduğunu; inkarcı azgınların sonunun yaklaştığını
haber veriyor.
2— Hakkın emekiiyerek de olsa, bâtıldan önce
hedefine ve amacına
kavuşacağının
müjdesini yansıtıyor.
3— İslâm'ın
çok geçmeden yüceleceği, kıtalar üzerine yayılacağı; aynı zamanda Kudüs'ün
fethedileceğini ilham ediyor.
Mevcut semavî dinlerin
artık yürürlükten kaldırıldığının kesin hatları çiziliyor. Gelip geçen bütün
peygamberlerin, Hz. Muhammed'i (A.S.) önder ve imam kabul ettiklerinin
misalini, Beytü'I-Makdis'te sergiliyor.
5— Burak adlı ilâhî aracın her adımını gözünün
ulaşabildiği en uzak noktaya atmasıyla, İslâm'ın sür'atle gelişeceğine işaret
ediliyor. İslâm mücahitlerinin «Allahu Ekber». sesleriyle akıllara durgunluk
verecek bir htzla yeryüzüne yayılacaklarını bildiriyor.
6— Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in Burak'ı
Beytü'l-Makdis'in kapısının önündeki halkaya bağlaması, son peygamberin her
şeyi sağlam esaslara bağladığını ve bir gün İslâm mücahitlerinin savaş atlarını
bu halkaya bağlayıp Beytü'I-Makdis'te cemaat halinde namaz kılacaklarını
gönüllere rahmet havası içinde işliyor.
7— İlâhî
emrin tecellilerinin göz alıcı renkleriyle işlenmiş Sidretü'l-Mün-teha'ya
çıkılması, oradaki güzelliği anlatmanın mümkün olmadığına dikkatlerin
çekilmesi, İslâm'ın kuracağı medeniyetin ve getirdiği sistemin çok
yüceleceğine, girdiği yerde rahmet ve cennet havası oluşturacağına milletlerin
bu medeniyetten yararlanarak derin uykudan uyanacaklarına işaret yollu
atıflarda bulunuyor.
8— Resûlüllah'ın
(A.S.) gökleri bir bir aşması, her gökte saygı ile karşılanıp itibar
görmesi, sesinin yedi iklimde duyulacağının bir başka remzi oluyor.
9— Melek Cebrail'in refakati, Hz. Muhammed'in
{A.S.) kutsî âlemden kendisine gönderilen büyük bir kudrete mazhar olduğunu;
küfrün, azgınlığın ve bâtılın her çağda bu kudretin karşısında çökeceğini
gönüllere işliyor.
10— Beş vakit namazın, Allah'ın insanlığa -imân
ve Kur'ân'dan sonra- verdiği en büyük hediyesi ve değişmeyen emaneti olduğunu
ve insanlığın ancak bu ibâdetle huzur ve güvene kavuşabileceğini insan
idrakine sunuyor.
11— Bakara sûresinin son iki âyetinin ikinci bir
hediye olarak verilmesi, İslâm'ın zorluk, meşakkat, sıkıntı ve üzüntü dini
olmadığını; insanlığa ruh ve beden afiyetini, rahmet ve hidâyeti getiren
Allah'ın son mesajı bulunduğunu gönüllere işliyor.
12— Allah'a
ortak koşmayan mü'minlerin hediyesi ise, Allah'ın insanlara, özellikle
mü'minlere olan geniş rahmet ve mağfiretini; rahmetinin her zaman gazabının
önüne geçtiğini yansıtıyor. [14]
İsrâ : Gece yolculuğu
yaptırmaktır. Bu bölüm, Peygamberin {A.S.) Mescid-i Haram'dan Beytü'l-Makdis'e
kadar olan gece yolculuğunu belirtir ki bu, ilgili âyetle sabit olmuştur. O
bakımdan inkârı küfrü gerektirir. [15]
Mi'rac : Sözlükte, merdiven
anlamına gelir, Terim olarak, İsrâ gecesi Hz. Peygamber (A.S.) Efendimiz'in
Beytü'l-Makdis'ten Melek Cebrail'in eşliğinde madde âleminin son sınırı olan
Sidretü'l-Münteha'ya, oradan da mâna âlemine yükselmesi ve esrar perdelerinin
kaldırılarak en kutsal huzura kabul edilmesidir. Bu olay da sahîh hadîslerle
sabit olmuştur. [16]
a) İsrâ olayı, Mescid-i Haram'dan başlayıp
Beytü'l-Makdis'e kadar süren ve gecenin çok kısa bir parçasında gerçekleşen
bir yolculuktur.
b) Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, -bir rivayete
göre- Mekke'de amcası Ebû Tâlib'in kızı Ümmu Hâni'in evinde bulunduğu bir
sırada, Melek Cibril gelip emredilenleri yerine
getirdikten sonra Peygamberimizi (A.S.} yanına alıp Beytü'l-Makdis'e hareket
etmişlerdir. Tabii bu yolculuk, ışık hızının da ötesinde büyük ruhun sağladığı
bir hızla gerçekleşmiştir.
c) İlim adamlarımızın çoğuna göre : Hicretten
bir yıl önce,
diğer bir kısmına göre, bir buçuk yıl önce, Rebiulevvel ayının on
yedinci gecesi veya Recep ayının yirmi yedinci gecesi meydana gelmiştir, Allah
daha iyisini bilir. [17]
Bu konuda farklı
görüşler, rivayetler ve yorumlar söz konusudur. Hepsini tefsirimize
nakletmekte fazla bir yarar görmüyoruz. Çünkü peygamberlerin içyüzünü,
ruhlarındaki seyyaliyet ve kudreti; Melek Cebrail'in nasıl
Buna Beytü'l-Mukaddes
de denilir. Bu ad, tbranice «Bethammikdaş» kelimesinin karşılığı olan «mabet»
(Süleyman Mabedi) anlamına getir.
büyük bir ruh olduğunu
bilmeden bu konuda yorumlarda bulunmak bizi 'olumlu sonuca götürmez.
Önce şunu belirtelim
ki, peygamberleri (salât ve selâm hepsine olsun) diğer insanlardan ayıran
birtakım özellikleri vardır. Onları şöyle sıralayabiliriz :
1— Ruhları, dünyaya gelmeden önce ruhlar
âleminde edindikleri bilgilerle donatılarak bedenlerine indirilmiştir,
2— Ruhları, kudsî âlemle temas halindedirler.
3— Ruhları ve bedenleri meleklerin nuraniyet
havasını teneffüs edecek ledünnî kudrete sahiptirler.
4— Bedenleri ruhlarına tabidir; ruhları
bedenlerinin uydusu değildir.
5— Meiek Cebrail'in büyük bir ruhî güçle onlara
yaklaşmasıyla ruhları geniş çapta faal
duruma geçerek kendilerine ayrı bir kudret bahsetmiştir.
Melek Cebrail'e
gelince : Az önce de belirttiğimiz gibi, o en büyük ruhtur, Bu ruh muazzam bir
hayat ve enerji kaynağıdır. Dokunduğu yerde hayat ve kudret başlar. Son derece
nuranîdir. Peygamberlerin kalplerine vahyi bu nur ile ilka eder ve kalbe inen
bu nur, ruha üstün bir kudret verir ve sırası gelince bedenin ruhlaşmasına
imkân tanır.
Gerçek bu olunca,
gerek ilâhî vahiy indiğinde, gerekse Melek Cebrail geldiğinde, Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'in. bedeni kendi faaliyetlerini durdurup bütünüyle ruha tabi
olur ve dünyadan ilgisi kesilmiş bulunurdu.
Nitekim O bu inceliğe
işaretle şöyle buyurmuştur: «Ben sizin gibi değilim. Allah beni yedirir ve
içirir.» [18]
Bu hadîsten de
anlıyoruz ki, Peygamber (A.S.) Efendimiz'in bedeni bir bakıma ruhuna dönüşünce,
maddî ihtiyaçlar ortadan kalkıyor ve ruhun yüce âlemden aldığı manevî gıda
yeterli oluyor.
O halde İsrâ ve Mi'rac
olayı hem ruhen, hem de bedenen meydana gelmiştir. Bir de büyük ruh olan Melek
Cebrail'in Peygamberimize eşlik etmesini düşünürsek, yüce ruhların nasıl bir
araya gelip zaman ve mekân kavramlarını aştıklarını anlamakta gecikmeyiz.
İsa Peygamberin de
göğe yükselme olayı böyle olmuş; İbrahim Peygamber, ateşe atılırken maddî
yapısı ruhî yapısına dönüşmüş ve o sebeple ateş ruhu yakamamıştır ki, bütün
bunlar zahirî sebep ve iilet kanunlarının iptal edildiğine, ruhî sebeplerin
nâzım rol oynadığına ve sonuç olarak mu'cizelerin gerçekleştiğine delâlet
etmektedirler.
Allah'ın, sözünü ettiğimiz
olayların gerçekleşmesiyle ilgili kudreti tecelli edince, Hz. Muhammed'in
(A.S.) bedeni bütünüyle ruhuna dönüşmüş; ateş İbrahim Peygamber'in vücuduna tesir
edememiş; İsa Peygamber de ruhlaşıp maddî kayıtlardan sıyrılınca, öldürmek için
evi kuşatanlar onu göremez olmuşlardır. [19]
Böylesine fevkalâde
bir olay rüya yoluyla meydana gelmiş olsaydı, bunda şaşılacak bir cihet söz konusu
olmaz; Kureyş müşrikleri onu yalan sayma ihtiyacını bile duymazlardı. Zira
Resûlüllah (A.S.) Efendimizin sık sık «rüyamda Cennet bana gösterildi, Cennet
ile Cehennem bana arzolun-du..» şeklinde gördüklerini arkadaşlarına anlatması,
Mi'rac oiayı hakkında cereyan eden itiraz ve yalanlamaya hiçbir zaman maruz
kalmamış ve kimse bunu reddetmeyi düşünmemiştir. Çünkü rüyada o gibi olağanüstü
olaylar görülebilir.
O halde İsrâ ve
Mi'rac'ın uyanık halde hem ruhen, hem de bedenen gerçekleştiği muhakkaktır.
Ayette «abd» tabiri bilhassa
her türlü ihtimali ortadan kaldırmakta, Peygamber'in (A.S.) sözü edilen olayı
her iki yapısıyla birlikte yaşadığı ifade edilmektedir. Çünkü «abd» ruhla
bedenin tamamına delâlet eden bir kelimedir. [20]
Yukarıdaki âyetle,
İsrâ olayı ve hikmeti açıktandı.
Aşağıdaki âyetlerle, Musa
Peygamber'e, İsrail oğullarına doğru yolu gösterecek, dünya hayatlarını düzene
sokup âhiretlerini de kazanmalarını sağlayacak semavî kitap verildiği konu
ediliyor. Böylece İsrail oğullan'na Allah'ın geniş lûtufta bulunduğuna
işaretle, hem Mekkeli putperestler uyarılıyor, hem de mü'minlerin kendilerine
indirilen kitap ile amel etmeleri ve son peygambere dosdoğru uymaları
hatırlatılıyor. Aksi halde İsrail oğullan'nın uğratıldığı hüsranın bir
benzerine maruz kalabileceklerine işaret edilerek kendilerine verilen en büyük
nimetin kadr-ü kıymetini bilip korumaları isteniliyor. [21]
2— Musa'ya
da kitap verdik ve «benden başkasını vekîl edinmeyin» diye onu İsrail oğullan
için doğru yolu gösteren bir rehber kıldık.
Ey Nûh ile beraber (gemiye) yüklediğimiz
kimselerin soyundan olanlar! (Nuh'un sabrını taşıyın); şüphesiz ki, Nuh çok
şükreden bir kul idi.
İsrail oğullan'na
kitapta şunu hükmettik: Şanıma and olsun ki, yeryüzünde iki defa fesat
çıkaracaksınız ve elbette gururlanıp büyük bîr serkeşlik göstereceksiniz.
Onlardan birincisinin
va'desi (mukadder vakti) gelince üzerinize çok güçlü (savaşçı) kullarımızı
gönderdik, yurtları(nızın) arasına kadar sokulup (her tarafı didik dik edip)
araştırdılar. Bu, yerine getirilmiş bir va'd idi ki (gerçekleşti).
6— Sonra onlara karşı size tekrar üstünlük
verdik; size mallarla, oğullarla yardımda bulunduk ve topluluğunuzu çoğalttık.
7— İyilik ederseniz, kendinize iyilik yapmış
olursunuz; kötülük işlerseniz, onu da kendi aleyhinize (işlemiş olursunuz).
Diğer ikinci fesadın vakti gelince, yüzlerinizi karartıp kötüleştirenleri, ilk
defa girdikleri gibi Mes-cid'e girmeleri; alt-üst ettiklerini büsbütün mahv-u
perişan etmeleri için (üstünüze yeni güçlü düşmanları göndereceğiz),
8— Ola ki Rabbiniz size merhamet eder. Eğer
dönerseniz, biz de döneriz. Cehennemi de kâfirlere zindan kıldık.
İlk bakışta bu iki
olay veya konu arasında bir bağlantı olmadığı sanı-lırsa da, gerçek öyle
değildir. Zira İsrâ ve Mi'rac olayı, dört yönden Musa Peygamber (A.S.) ve
dolayısıyla İsrail oğullan'yla ilgilidir. Şöyle ki:
1— Sık sık
belirttiğimiz gibi, Tevrat'ın ilk indirilen nüshası zamanla tahribata uğramış
ve o yüzden ilâhî hükümlerin bir kısmı kaybolmuş, bir kısmı da değişikliğe
mâruz kalmıştır. İsrail oğulları, Allah'a kesin söz verdikleri halde ahde vefa
göstermeyip Tevrat ile amel etmemeğe başlamışlardı. O yüzden âhireti unutup
kendilerini olduğu gibi dünyalığa vermişler ve maddeyi amaç seçtikleri için de
ara yerde ahlâk ve faziletten ne varsa Çiğneyip geçmişlerdi. O yüzden
üzerlerine zillet ve meskenet inmiş, saltanatlarını kaybedip başka milletlerin
idaresinde uzun yıllar vasama şanssızlığına uğratılmışlardı.
Kur'ân ilgili
âyetlerle hem onların geçmişinin bir özetini veriyor, hem ondaki değişiklikleri
düzeltip doğru yolu gösteriyor, hem de Tevrat'ın artık yürürlükten
kaldırıldığına işaret ediyor. Mi'rac ve İsrâ olayı ile de İs-lâmiyetin son din
olarak Kudüs dahil, birçok ülkelere yayılacağını dolaylı şekilde anlatarak iki
olay arasındaki ilgiyi yansttıyor.
2— Kutsal
mâbed Mescid-i Aksa'nın çok sürmeden Müslümanların eline geçeceğini ve İsrail
oğullarınca terkedilen namaz ibâdetini, sözü edilen mabette mü'minlerin saf
bağlayıp kılacakları haber veriliyor.
3__ Musa
Peygamber'in Tür dağında ilâhî tecellinin nuruna bile bakmaya güç
getiremediği, ama Hz. Muhammed'in {A.S.) madde âlemini aşıp ilâhî cemalin
tecellilerine mazhar kılındığı, böylece hiçbir peygambere açılmayan manevî
kapıların Ona açıldığı, hiçbir varlığın aşamadığı yüce makamlara çıkarıldığı
belirtilerek peygamberliğin Muhammed (A.S.) ile mühürlendiği ühâm ediliyor.
4— Kitap
Ehli kabul edilen Yahudîlerin, -hayli değişikliklere uğratılmasına rağmen-
Tevrat'ta geleceği haber verilen son peygambere imân etmelerinin lüzumu
üzerinde duruluyor.
Böylece İsrâ ve Mi'rac
olayıyla Musa Peygamber (A.S.) arasındaki ilgi ve irtibatın bir bölümü
anlatılmış oluyor. [22]
<<Ev Nûh ile
beraber (gem'V&) Yüklediğimiz kimselerin soyundan olanlar! (Nuh'un sabrını
taşıyın); şüphesiz ki Nuh, çok şükreden bir kul idi.»
Âyetin açık
anlatımından, İsrâiloğullan'nın, Nuh Peygamber'in {A.S.} gemisine binen mü'minlerin
soyundan geldikleri anlaşılıyor. Böylece Nûh tufanının geniş bir bölgeyi içine
aldığı ve eanlı namına ne varsa hepsini yok ettiği ortaya çıkıyor. Gemiye
alınan mü'minlerin zamanla çoğalıp bölgenin tamamına yayıldıkları ve İsrail
oğullan'nın da onların soyundan üreyip çoğaldıkları kesinlik kazanıyor.
Nûh Peygamber'e (A.S.)
gelince: O, tufandan önce de, sonra da Allah'a çokça şükreden bir kul olarak
bize tanıtılmaktadır. İsrail oğulları ise, refah günlerinde şükretmiyen,
sıkıntı günlerinde bazan el açıp yalvarıp ya-karan, bazan da gönderilen
peygamberlere kafa tutan sert enseli bir millettir. O yüzden zaman zaman
düşman istilâsına uğrayıp çok şeylerini kaybetmişlerdir.
Allah, onların bu
tutumunu, sık sık ortaya çıkan nankörlüklerini kendi ilmiyle öneeden tesbit
edip hangi noktaya geleceklerini bilmiş ve Sünne-tullahı gereği, onların
hayatının portresini çizmiştir. Artık mukadder vakit gelince tesbit edilenler
bir bir gerçekleşmiştir ve gerçekleşecektir.
Mr'rac olayıyla da
kendilerine geniş lûtufta bulunulan Muhammed (A.S.) ümmetinin onlar gibi, refah
günlerinde Hakk'ı unutmalarının kendilerine hiç bir zaman hayır
getirmiyeceğine işaret ediliyor. Hür ve müstakil yaşayabilmeleri için
kendilerine emanet olarak verilen Kur'ân ve İslâm nimetinin kadrini bilip
şükretmelerinin gereği hatırlatılıyor. [23]
«İsrail oğulları'na
kitapta şunu hükmettik: Şanıma and olsun ki, yeryüzünde iki defa fesat
çıkaracaksınız ve elbette gururlanıp büyük bir serkeşlik gösterecek-
siniz.»
Bilindiği gibi, Dâvud
Peygamber aynı zamanda güçlü bir hükümdardı da. Câlut'u öldürdükten sonra
Kudüs'ü ele geçirdi ve orayı kendine başkent yaptı. (M.Ö, X. yy.)
Oğlu Süleyman
Peygamber'in (A.S.) krallığı dönemi ise, Yahudilerin aitın çağı sayılır.
Süleyman Peygamber, Tevrat'ın yazılı bulunduğu Levhaları korumak için Yehova
Tapınağı'nı yaptırmıştır. Bu da onun Tevrat'a ne kadar bağlı bulunduğunun ayrı
bir belgesidir. O çağda Rum kralı Hirman'ın da bu tapınak için bol m4ktarda
sedir ağaoı kerestesi göndererek yardımda bulunduğu rivayetler arasında geçer.
M.Ö. 587'de
Nabukodonosor kumandasındaki Babillilerin istilâsı başladı. Üçyüz yıl korunan
Beytü'f-Makdis, gelen bu güçlü ordu tarafından yerle bir edildi. İsrail
oğulları zelil ve perişan durumda uzun bir esaret dönemi yaşamaya başladılar.
Sonra Cenâb-ı Hak
onların pişmanlık ve tevbesini kabul ederek Aka-manışlar kralı Keyhusrev'i
imdatlarına sevkediyor. Böylece bu kral, İsrail oğulları'nın esaret
zincirlerini ktnp onları kurtarıyor. M.Ö. 538'de Yahudiler tekrar Kudüs'e dönme
imkânını bulmuş oluyorlar. 520-515 tarihleri arasında Mesoid-i Aksa'yı eski
plânına göre yeniden yapıyorlar.
İsrail oğulları yine
faiz, haksızlık ve azgınlığa başlıyorlar. Geçmiş olayları unutur gibi
oluyorlar. Allah'ın verdiği nîmete karşı nankörlükte hayli ileri gidiyorlar.
Derken Allah'ın onlar aleyhine inecek hükmü yaklaşıyor.
Böylece çok geçmeden
Selevkeia kralı Antiokhos Epiphanos tarafından istilâya uğruyorlar ve Kudüs
tekrar yağmalanıp o güzelim bayındır şehir harabeye çevriliyor. (M.Ö. 168)
Sonra M.Ö. 63'de
Romalı'lar Kudüs'ü ele geçirdiler. Üç aylık bir kuşatmadan sonra şehri istilâ
ettiler. Mesoid-i Aksa'ya girip duâ eden din adamlarını kılıçtan geçirdiler.
Ayrıca M.S. 70'de
Titus kumandasındaki Romalı'ların ikinci istilâsı başladı. Meseid-i Aksa'yı
yaktılar. Bazı önemli gördükleri kutsal emanetleri Roma'ya götürdüler,
Yahudiler M.S. 132'de
tekrar Kudüs'ü ele geçirdilerse de, bu çok sürmedi. Romalılar güçlü bir
orduyla Yahudileri yenilgiye uğratıp şehri yıktılar. Mescid-i Aksa'nın yerine
Jüpiter Capitolinus'un heykelini diktiler. Böylece Kur'ân daha çok iki büyük
fesadın sebep olduğu istilâ ve tahribatlara parmak basıyor.
Sonra da, Tevrat'ın
hükümlerine sırtlarını çeviren ve yeryüzünde fesat çıkaran Yahudilerin bu
zikzaklı hayatlarına, Kudüs'ten çıkarılıp esaret hayatı yaşamalarına dikkatler
çekiliyor ve Mi'rae olayından hemen sonra bu konuya geçilmekle, ileride
Müslümanların da güçlü bir devlet kuracaklarına işaret ediliyor. Aynı zamanda
Kur'ân ile amel etmelerinin lüzumu belirtiliyor ve yeryüzünde bozgunculuk
çıkarmamaları tenbih ediliyor.
Nitekim Hz. İsa (A.S.)
da bir zamanlar bu konuda yahudileri uyarmış ve gelecek olan tehlikeden kapalı
da olsa haber vermişti. Matta İncil'inde deniliyor ki:
«Ey Yeruşalim (Kudüslüler)!
Peygamberleri öldüren ve kendisine gönderilenleri taşlayan Yeruşalim! Tavuk,
yavrularını kanatları altına nastl toplarsa, ben de senin çocuklarını kaç kere
öyle toplamak istedim ve siz istemediniz. İşte eviniz size ıssız bırakılacak.»
[24]
«Olur ki Rabbınız size
merhamet eder. Eğer dönerseniz, biz de döneriz..»
Cenâb-ı Hak ilgili
âyetle, cari olan sünnetini hatırlatıyor. Aşın nankörlük, katı tutum, faizi
mubah sayma ve insan haklarına el uzatma gibi günahlar bir milletin felâkete
uğrayıp perişan olması için yeterli sebeplerden biridir. Yahudiler bu yüzden
sık sık düşman istilâlarına uğrayıp yurtların[25]dan
çıkarılmışlardır. Sonra her defasında kendilerini düzeltip tevbe ve pişmanlık
duygusu içinde Allah'a yönelmişler. Tevbeleri kabul edilip tekrar yurtlarına
dönme mutluluğuna erişmişlerdir.
Allah onlara,
değişmeyen ilâhî kanununu hatırlatıyor: Eski nankörlük ve azgınlığınıza
dönerseniz, sünnetullah yine hükmünü yürütür; başka bir güç üzerinize
gönderilerek perişan edilirsiniz!
Bu uyarı aynı zamanda inanan
her milletedir de. Özellikle âyetin indiği devirde, devlet olma yoluna giren mü'minlere
de tarihî bir ibret ve öğüt levhası özelliğini taşımaktadır. Yahudilerin daha
çok iki büyük fesat çıkarma ve aşırı nankörlüğü, onlara pek pahallıya mal
olmuş, kısa fasılalarla düşman istilasından kurtulamamışlardır. [26]
Yukarıdaki âyetlerle,
Mi'rao olayı ile Musa Peygamber'in doğru yola davet ettiği İsrail oğulları'nın
tarih boyunca çizdikleri zikzaktı yol arasında birtakım uyarı mahiyetinde
ilgilerin bulunduğuna işaret edildi. Allah'ın insanlara en büyük hediyesi olan
hak dine arkasını döndüren Yahudilerin tarih boyunoa zilletten zillete
uğratıldıkları misal verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Kur'ân'ın indiği gibi korunduğuna işaretle, taşıdığı esas ve hükümlerle
insanları en doğruya, en güzele ilettiği belirtiliyor. O bakımdan inanan
milletlerin ayakta durabilmeleri için Kur'ân ile yaşamalarının söz konusu
olduğuna dikkatler çekiliyor. Sonra da Kur'ân'ın bu yüceliğini idrâk edip imân
temeli üzerinde salih amellerle gelişen mü'min-ier müjdeleniyor. Arkasından da
olaylar karşısında sarsılmanın, aceleci olup şer ile duâ etmenin kimseye yarar
sağlamıyaeağı hatırlatılıyor. [27]
9— Şüphesiz ki bu Kur'ân, en doğruya, en sağlama
iletir. Güzel-yararlı amellerde bulunan mü'minlere büyük bir mükâfatı müjdeler.
10— Âhiret'e inanmayanlara elem verici bir azabı
hazırladığımızı bildirir.
11— İnsan hayra duâ eder gibi kötülüğe duâ eder;
zaten insan çok acelecidir,
Peygamber (A.S.)
Efendimiz, bir esiri Hz. Sevde'ye (R.A.) teslim edip ikinci güne kadar
korumasını tenbih etmişti. Akşam olunca esir inlemeye başladı. Hz. Şevde
(R.A,), bunun sebebini sorunca, esir şu cevabı verdi: «Ellerimi çok sıkı
bağladıkları için fena halde açıyor.» Hz. Sevde'nin merhamet duygusu harekete
geçti ve esirin elinin bağını biraz gevşetiver-di. Ortalık kararınca, esir bir
fırsatını bulup kaçtı. Durumu Hz. Peygam-ber'e (A.S.) arzedince. Peygamber
(A.S.) ona : «Allah senin elini koparsın!» diyerek üzüntüsünü belirtti, Hz.
Şevde (R.A.) sabah olunca başına bir felâketin geleceğini beklemeye başladı.
Derken Hz. Peygamber (A.S.) pişman oldu ve «doğrusu ben bedduanın ailemden
rahmete lâyık olmayana dokunmasını dilerim. Zira ben de bir insanım; diğer
insanların öfkelendiği gibi öfkelenebilirim.» dedi,
Bunun üzerine
yukarıdaki âyet indi. [28]
«Allahım! Muhammed de
bir insandır, insanların öfkelendiği gibi öfkelenebilir. Şüphesiz ki Senin
yanında bir ahd edindim (Sana söz verdim). Benî va'dimden döndürme. Hangi bir
mü'mine eziyet ettim veya dil uzattım, ya da dövdümse, benim o yaptığımı o
kimse için kıyamet gününde onu sana yaklaştırmaya vesile eyle.» [29]
«Allah, Âdem'i Cennet'te
şekillendirdikten sonra onu dilediği kadar kendi haline bıraktı. İblis gelip
onun etrafında dönüp dolaştı ve ne olduğunu anlamak istedi. Sonra onun içinin
boş olduğunu görünce, anladı ki, o kendine pek sahip olamayan (ve aceleci bir
karaktere sahip bulunan) bir yaratıktır.» [30]
«Şüphesiz kî bu
Kur'ân, en doğruya, en sağlama iletir. Güzel, yararlı amellerde bulunan
mü'minlere büyük bir mükâfatı müjdeler..»
Tevrat ile amel
etmiyen Yahudilerin uğradığı felâketler hatırlatıldıktan sonra, Kur'ân'ın en
doğruya, en sağlama ilettiğine dikkatler çekilerek, Müslümanların Kur'ân'ı bir
tarafa itmek suretiyle Yahudilerin durumuna düşmemeleri tenbîh ediliyor. Sonra
da Kur'ân'ın ilâhî kelâm olarak üç ayrı vasfı açıklanıyor:
1— Kur'ân,
kendisine inanıp uyan kimseyi en doğru, en sağlam yola iletir. Bu yol bütünüyle
bâtıldan uzak, hakka uzanan sırat-ı müstakimdir. Gerçek mü'minle Allah
arasındaki bütün engelleri kaldırır. Dünya hayatını en uygun ve en düzenli
şekilde disipline eder. Âhiret hayatı için en sağlam ortamı hazırlar,
2- İyi,
hayırlı, yararlı işlerde bulunanlara, âhirette hazırlanan büyük mükâfatın
doyurucu tablosunu sunar ve böylece huzur, güven ve umut do-İu bir hava
oluşturarak ilâhî müjdeyi kalp ve kafalara işler.
3— Âhiret'e
inanmayıp ömür sermayesini küfür, sapıklık, azgınlık ve fenalık yollarında
harcayanlara, dönüş yapmadıkları, ölmeden önce tev-be ve istiğfar etmedikleri
takdirde, elim bir azabın hazırlandığını, -yine
İlâhî rahmetin ayrı
bir tezahürü olarak- haber verir.
Böylece Kur'ân'ın
sözünü ettiğimiz üç önemli vasfı ve özelliği, onun tamamının özetini kendinde
taşır ve yansıtır. Çünkü en doğru olan Allah'ın varlığına ve birliğine
inanmaktır. En'sağlam olan, ruhla beden, dünya ile âhiret, madde ile mâna
arasında köprü kurup hayatın gaye ve hedefini belirlemek, ona göre amel
etmektir. Güzel ve yararlı ameller ise, dünyada bizi Allah'a yaklaştıran,
İblîs'ten uzaklaştıran, nefsimizi terbiye eden, ruhumuzu cilalayan, duygu ve
düşüncelerimizi arındıran işler ve ibâdetlerdir. [31]
<(İnsan havra düâ
eder kötülük için dua eder. Zaten insan çok acelecidir.»
İnsan, yaratılışı
gereği hemen her konuda acelecidir. Faydalı bir şeye erişmekte acele ettiği
gibi, bazan öfkesine hâkim olamiyarak şerrin de hemen gelmesini ister ve bunun
için beddua eder. Allah ise çok sabırlı ve halîmdir. Onlarm hayırlı dualarını
kabul ettiği gibi, beddualarını da kabul etseydi, birçok kimseler felâkete
uğrardı. Ama Allah, insanlardan yana rahmetinin tezahürü gereği, o gibi duaları
kabul etmez. Meğer ki, beddua eden kimse zulme uğramış, hakları elinden
alınmış, yanlış ve kasıtlı bir muameleye mâruz kalmış olsun.. O takdirde, biraz
gecikse bile Allah haksızlığa uğrayanın duasını kabul eder. Çünkü o tür duâ
ile Allah arasında hiçbir engel perde yoktur. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu
hususu şöyle belirtmiştir; «Haksızlığa uğrayanın duasından sakın. Çünkü
gerçekten o duayla Allah arasında hiçbir engel yoktur.» [32]
«Zaten insan çok
acelecidir.»
İnsanın aceleci
yaratıldığı Kur'ân'da bildirilirken, elbette bunun sebep ve hikmetine de
işaret edilir. Şöyle ki: İnsan ömrü kısadır. Yapılacak iş ise sayılmayacak
kadar çoktur. Her günün, her saatin, hattâ dakikanın kendine mahsus bir
değerlendirilmesi söz konusudur. Eğer insanın ruhuna acelecilik mayası
katılmasaydı, hayat çok ağır seyreder, kısa ömür içinde kayda değer bir şeyler
yapılamazdı. Oysa şu dünyada her iki hayatı paralel yürütüp düzene koymak,
mutlu gelecekler hazırlamak ve bizden sonraki kuşaklara övünülecek örnekler,
eserler miras bırakmak gerekmektedir. Bu da bir yönüyle cok çalışmaya,
tezcanlı olmaya bağlı bir olaydır.
Ne var ki, ruhumuza
enjekte edilen acelecilik mayası, eğitim ve öğretimle disiplin altına alınmaz,
kendi haline bırakılırsa, hiçbir işi doğru, kalıcı ve yararlı yapıp ortaya
koyamayız. O bakımdan insanın dine, dinî ahlâka, sağlam örfe, ilim ve ilim
adamına ihtiyacı vardır.
İşte en doğruya, en
sağlam yola ve yönteme ileten Kur'ân, bu hususta da bize ölçü ve metot vermekte,
aceleciliğimizi programlayıp daha akılcı bir düzeye getirmektedir.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'in Mekke'nin on üc yıllık o netameli ve üzücü günlerinde, insan
ruhundaki aceleciliği nasıl disiplin altına alıp hak yoluna kanalize ettiğini
anlatmaya gerek var mıdır? Müşriklerin ölçü ve sınır tanımaz saldırılarına,
işkence ve hayasızlıklarına karşı, acelecilik dahil, diğer bütün duygu ve
düşüncelerini imân ve aklının buyruğuna vererek onları disiplin altına almamış
olsaydı, zamansız karşılık vermek İslâmiye-tin yayılmasına engel olur ve belki
doğduğu yerde ölmesini sonuçlandmrdı. [33]
Yukarıdaki âyetlerle
Kur'ân'ın üç ayrı vasfı ve özelliği üzerinde durularak mü'minlere yol
gösterildi. Kur'ân'ın ışığı altında onların hayatlarını nasıl
değerlendireceklerine işaret edildi. Sonra da Kur'ân'ın bu özelliklerini
araştırmayan inkarcılar için hazırlanan azaptan söz edilerek, hayatlarını
berbat etmemeleri istenildi.
Aşağıdaki âyetle,
insan aklına ışık tutuluyor. Gece ve gündüzün en yararlı şekilde düzenlenmesine
dikkatler çekilerek, kurulan düzen üzerinde aklımızı kullanmamız ve onu
imânımızla birleştirmek suretiyle yaratıldığımız amaca yönelmemiz ilham
ediliyor. [34]
12— Gece ve
gündüzü (varlığımıza, kudretimize) birer delil ve belge kıldık; gece belgesini
silip gündüz belgesini aydınlık yaptık; tâ ki Rabbi-nizin geniş lütuf ve
keremini ist ey esiniz ve yılların sayısını ve hesabı bilesiniz; (böylece) her
şeyi yeterince açıklayıp bildirdik.
«Gece ile gündüzü
(varlığımıza, kudretimize) birer delil ve belge kıldık..»
İnsanların,
hayvanların ve bitkilerin yaşayıp gelişmesi, dinlenmesi, toparlanması ve
yaşayışlarını düzenli sürdürmesi için gündüze olduğu kadar, geceye de ihtiyaç
vardır. Bu rastgele bir düzen veya düzenleme değildir. Yüksek bir kudretin
ezelî plânının tabii neticesidir.
Yerkürenin kendi
ekseni etrafında ve bir elips çizerek güneşin çevresinde iki ayrı hareket
halinde bulunup devam etmesi, gece ile gündüzü, ayları ve yılları, matematiksel
düzenlemeleri oluşturuyor.
O haide mutlak bir
düzen ve düzenleme varsa, mutlaka bir düzenleyici, proğramlayıcı davardır.
Ölçülü, hesaplı bir hareket varsa, harekete geçiren yüksek bir irâde söz
konusudur.
Böylece Kur'ân,
insanın aceleci olduğunu bildirirken, arkasından ilâhî varlığı, birliği
kanıtlayan belgeleri anmakla, ademoğlunun da aceieci yaratılmasının belli bir
amaca yönelik bulunduğunu hatırlatmak ve o yüce kudretin şaşmaz plânını
bildirmek istemiştir.
Demek oluyor ki kâinat
her parçasıyla düzenli, ölçülü ve hesaplı bir hareket içindedir. Ondan bir
parça olan insanın da devamlı hareket halinde olması gerekir.
Ruhuna'acelecilik mayasının katılmasının sebebi budur. Ancak yerküre nasıl
yaratıldığı amaca yöneiik hizmetini düzenli sürdürüyorsa, insanın da
enerjisini acelecilik duygusuyla birleştirip bir plâna bağlaması ve
programlayıp yararlı düzeye getirmesi öylece gerekmektedir.
Sonuç olarak, gece ile
gündüzün yararlan şöyle özetleniyor:
1— Gece ve gündüzün birbirini aksatmadan
izlemesi, Allah'ın varlığına ve birliğine, kudretinin şaşmazlığına delâlet
eden iki âyettir.
2— Gündüzün aydınlık içinde geçmesi, Allah'ın
bol ve cömertçe nimetlerini arzulayıp elde etmemize imkân vermek içindir.
3— Dünyanın bu hareketi, yılların sayısını, işlerin
ona göre düzenlenmesini sağlar. Güneş yılı, ay yılı bize birçok kolaylıkları
getirir.
4— Yine aynı düzenli hareket, bize hesabı,
matematiksel yolları öğretir. [35]
Ayrıaa çok önemli,
bilimsel çalışmaya ışık tutan, temel bilgi veren bir husus belirtiliyor: «Gece
âyetini silip gündüz âyetini aydınlık yaptık..» Bu, Ay'ın önceleri Güneş gibi
bir ateş parçası olduğunu, belki de Güneşten kopma bir parça bulunduğunu,
sonraları soğuyup bugünkü durmuna geldiğini hatırlatmaktadır. Çünkü «âyet»
kelimesi, belge, delil, kanıt gibi mânalara gelmektedir. Ayın ışık yayan bir
ateş küre olması, belge ve delillerden biridir ki, Güneş'ten koptuğunu
gösterir. [36]
Yukarıdaki âyetle,
insan aklına ışık tutup harekete geçiren yerkürenin iki ayrı hareketine ve
gece ile gündüzün bu hareketlerle gerçekleştiğine değinildi. Allah'ın
varlığına delâlet eden açık bir belge olarak gözler önüne konuldu.
Aşağıdaki âyetlerle,
insana oüz'î irâde verildiği ve bu nedenle herkesin kendi amelinden sorumlu
tutulacağı belirtiliyor. O bakımdan kıyamet gününde her kişinin kendi amelini
boynunda taşıyıp hesap vereceği hatırlatılarak, amel defterini iyilikler,
hayırlar, sevaplar ve ibâdetlerle doldurmamız isteniliyor.
Sonuç olarak, ilâhî
emirlere uyup iyi, yararlı iş ve amellerde bulunanların kendi lehlerine; kötü
ve zararlı amellerde bulunanların da kendi aleyhlerine bir yo! seçtikleri
bildirilerek, hayatımızı nasıl değerlendirmemizin gereğine işaret ediliyor. [37]
13— Her insanın (Dünya'da işlediği) amelini
boynuna dolarız; Kıyamet günü de açtk vaziyette bulacağı bir
kitabı önüne çıkaracağız.
14— Oku kitabını! Bugün hesap görücü olarak sen
kendine yetersin,
15— Kim doğru yolu bulup seçerse, onu ancak kendi
lehine bulup seçer. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapmış olur. Hiçbir
günahkâr diğer bir günahkârın günahını yüklenmez. Ve biz peygamber göndermedikçe
azap ediciler de değiliz,
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki: «On beşinci âyet, Velîd b. Muğîre hakkında inmiştir. O, Mekkeli'lere, sık
sık şöyle diyordu : Siz bana uyun, beni dinleyin. Muhammed'i tanımayın,
dediklerine inanmayın. Günah varsa bana olsun!» [38]
«Kim güzel, yararlı
bir çığır açarsa, onunla amel edildiği sürece, sevabı kendisine de verilir.
Kim de kötü bir çığır açarsa, o terkedi(inceye kadar günahı onadır.» [39]
«Kim benden sonra
öldürülmüş (unutturulmuş) bir sünnetimi diriltirse, ona, o sünnet ile amel
edenlerin sevabının bir misli vardır. Hiç birinin sevabından bir şey eksilmez.
Kim de Allah ve Peygamberinin razı olmayacağı, sapıklık ifade eden bir bid'a
(din adına uydurulup dindenmiş gibi gösterilen şey) uydurursa, onunla amel
edenlerin günahının bir misli ona vardır. Bu, hiç birinin günahlarından bir
şey eksiltmez.» [40]
«Doğrusu bu hayır ve
iyilikler, birtakım hazinelerdir ve bu hazinelerin anahtarları vardır. Artık
müjde olsun o kimseye ki, Allah onu iyiliğe ve hayra anahtar; kötülüğü de
kilit yapmıştır. Yazıklar olsun o kimseye ki, Allah onu kötülüklere anahtar,
iyilik ve hayra kilit yapmıştır.)) [41]
«Her insanın ameli
boynuna asılı bulunacak!» [42]
«Her insanın (Dünyada
işlediği) amelini boynuna dolarız; Kıyamet gününde de açık vaziyette bulacağı
bir kitabı önüne çıkaracağız.»
Şüphesiz ki, şu dünyada
zerre kadar hayır ve iyilik işleyen, âhirette onun karşılığını; zerre kadar
kötülük işleyen de âhirette onun karşılığını görür. Bu, Allah'ın insan
hayatının belli dönemlerinde hazırladığı bir plândır. Bizi birtakım
yeteneklerle donatıp dünya denilen geçici bir hayat uğrağına getiren Cenâb-ı
Hak, nelerin iyilik ve hayır; nelerin de kötülük ve günah olduğunu gönderdiği
peygamberleri vasıtasıyla açıklamış ve şüphelere yer bırakmıyacak şekilde,
hükümlerini ona göre düzenlemiştir.
Sonra da insanın sağ ve
sol omuzları üzerinde devamlı gözcülük yapan ve işlediklerini noksansız yazan
görevli iki melek indirmiştir. Onlar bizim dünyada ayrılmayan
arkadaşlarımızdır.
Kendilerine verilen görevi kusursuz yerine getirirler.
Hayatımızın bu yönünü
öğrenip inandığımız takdirde, söyleyeceğimiz her söze, atacağımız her adıma,
yapacağımız her işe dikkat etmenin lüzumunu anlar ve böylece kendimizi düzen
ve dengede tutmaya çalışırız.
Diyebiliriz ki,
hayatta insanı bundan daha güzel eğiten, iç disiplinine kavuşturan ve yararlı
düzeye getiren daha tesirli bir müeyyide yoktur.
Âhiret gününde ise,
Cenâb-ı Hak, meleklerin yazdıklarını açık bir vaziyette kişinin önüne koyacak
ve sonra da şöyle emredecektir: «Oku kitabını! Bugün hesap görücü olarak sen
kendine yetersin..»
Böylece herkes dünya
hayatını ne ile geçirdiğini çok daha iyi anlayacak ve kendisine verilen
fırsatları yeterince değerlendirmediğine hayıflanıp üzülecek.. Tabii o
âlemdeki üzüntü ve dönüşün hiçbir yararı olmayacak. Çünkü orası ibâdet ve
amel, hayır ve hasenat yeri değil; onların hesabının görülüp karşılığının
verileceği gündür.
O bakımdan herkes
kendi annelini okumak zorunda kalacak. Okumak bilmeyenler ise, Allah'ın «oku!»
emri inince okuma yeteneğine kavuşacak. İyiliklerle kötülüklerin bilançosu çıkarılmış
olacak ve kişinin gerçek değeri ortaya çıkacak.
Görülüyor ki, doğru
yolu seçip iyi, yararlı işlerde bulunan kendi lehine puan toplamış; doğru
yoldan saparak kötülük işleyenler de kendi aleyhlerine bir durum meydana
getirmişlerdir. Bunun için diyebiliriz ki, her kişi Cennet saadetini, Cehennem
azabını şu dünyada hazırlayıp beraberinde götürür. [43]
«Hiçbir günahkâr diğer
bîr günahkârın günahını yüklenmez.»
İnsanları Allah
yolundan alıkoyanlara ve o yüzden kötü çığır açanlara gelince : Hem işledikleri
günah ve sapıklığın^cezasını, hem de onların yüzünden kötü yola düşenlerin
kazanacağı günahların bir mislini yüklenir-Isr. Hiç birisinin günahı eksilmez.
Nitekim konunun baş kısmında naklettiğimiz hadîsler bu âyeti en güzel şekilde
açıklamaktadır. O bakımdan fazla bir şey yazmaya gerek görmüyoruz. [44]
«Ve biz peygamber
göndermedikçe azap ediciler de değiliz.,»
Kur'ân'ın bu açık
anlatımından, her ümmete, her millete peygamber gönderildiği ve peygamber
gönderilmedikçe de azap edilmiyeçeği anlaşılıyor.
Demek oluyor ki, son
nebi Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz'den önae yeryüzünde yaşamakta olan her kavim
ve millete gerektiğinde peygamberler gönderilmiştir. Peygamberimiz {A.S.)
bütün insanlara gönderilen son peygamber olduğu için artık her kavim ve
kabileye, her millet ve yöreye peygamber göndermeye lüzum kalmamıştır.
Bundaki hikmeti şöyle
belirtebiliriz :
a) İnsan zıtlann sürtüştüğü bir âlemde
bulunuyor.
b) İnsan hem hayvanı, hem de melekî
sıfatların çoğunu kendinde toplayan çok değişik bir canlıdır.
c) İlimden kendisine pek az şey verilmiştir.
d) İnsan kendine tamamıyla kumanda
edememektedir. İç organları ve kumanda merkezi sayılan beyni onun irâdesi
dışında bağımsız çalışmaktadır,
e) Kendi ruhunun mahiyet ve kudretini tam olarak
bilmemektedir.
f) Akıl ve idrâki henüz fizik âlemini tamamen
çözememiş ve bir çok esrar ve hikmeti anlayamamıştır.
g) İlim ve teknikteki başarısı,
kâinatın büyüklüğüne, ilâhî plân
ve programın ihtişamına, mevcut nîmetlerin çokluğuna oranla pek az sayılır.
h) Henüz
fizik âlemini ve taşıdığı denge ve düzeni yeterince bilmeyen insan,
fizikötesini, Allah isminin delâlet ettiği yüce kudreti nasıl bilebilir?
İlim daha çok deney ve
gözleme dayanır. Bu ikisinin dışında kalan varlık âleminin çok önemii bir kısmı
henüz kapalı bir kutu gibi duruyor, içinde nelerin bulunduğunu bilmiyoruz.
i) Cismanî,
yani üç boyutlu varlık olmayıp tamamen nurdan yaratılan melekleri anlamak;
ateşten yaratılan cin ve şeytanları ve yaptıkları İşleri tesbit etmek mümkün
müdür?
Görüldüğü gibi,
insanoğlu kendisine nisbetle çok karmaşık, kapalı esrarlı ve hikmetli bir
âlemde bulunuyor. O bakımdan biz beşer ilminin dışında kalan hakikatleri ancak
peygamberler ve kutsal kitaplar vasıtalarıyla öğrenebiliriz.
O halde akıl ve idrâk,
varlık alemindeki plânlı düzene ve taşıdığı estetiğe bakınca, mutlak surette
bir yaratanın varlığını kalın çizgileriyle olsun anlayabilir. Ancak o varlığın
sıfatlarını, sünnetlerini, insan için hazırladığı ikinci hayatı ve onun
özelliklerini düşünemez, düşünse bile pek anlayamaz; gerçek anlamda nasıl
ibâdet edeceğini bilemez. Onun için ilâhî vah-ya mazhar olan peygamberin tebliğ
ve irşadına ihtiyaç, duyar.
İşte peygamberlerin
gönderilmesinin sebeplerinden bir kısmı bunlardır ve onun için Cenâb-ı Hak,
bir kavme veya millete peygamber göndermedikçe azap etmiyeceğini
açıklamaktadır. Sonra da insanın bu âlemde başıboş, gayesiz, amaçsız yaratılıp
bırakıldığını sanmanın çok hatalı olacağına işarette bulunmakta; hayatın,
ölümün, kabrin ve bağlı bulunduğumuz değişmez kanunların mutlak anlamda
birtakım amaç ve hikmetleri bulunduğunu hatırlatmaktadır.
İlim adamları bu âyete
dayanarak diyorlar ki: «İlâhî hükümler ancak, gönderilen peygamber ve kitapla
sübut bulur. Bunların başka türlü bilinmesi mümkün olmaz.»
Peygamber
gönderildiğinden bütünüyle habersiz bulunan bir topluluk, bir kavim ya da
millet veya kişi ve aile, sadece kâinatın bir yaratanı vardır gerçeğini düşünüp
kabul etmekle yükümlü sayılırlar. Bu, kalın çizgileriyle de olsa idrâk edildiği
takdirde, insanı ebedî azaptan kurtarır ve ilâhî lütfa mazhar kılma düzeyine
getirir. Çünkü insan aklı ve zekâsı, kâinattaki mükemmel düzen ve dengeyi
anlayacak güçtedir. Bunun için medenî bir millet veya kavim olmak şart değildir.
Zira varlıktaki ahenk ve düzeni anlamak, medenî insanlar için olduğu gibi,
ibtidaî insanlar için de mümkündür. [45]
Yukarıdaki âyetlerle,
insana verilen cüz'î irâdenin önemine değinildi. Peygamber göndermenin
hikmetine parmak basılarak, varlıktaki mutlak düzene bakan herkesin bir
yaratıc'mın varlığını istidlal edebileceği konu edildi.
İyi ve yararlı
amellerden, kötü ve zararlı işlerden söz edilerek, her şeyin melekler
tarafından noksansız yazılıp tesbit edildiğine dikkatler çekildi. Sonra da
âhirette yazılan bu amellerin ortaya döküleceği en duyarlı anlatımla
belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Allah'ın yüksek kudretini ve mutiak tasarrufunu görmeyip kendini lüks ve
konfora vermek suretiyle gününü gün eden ahlâksızların sadece kendilerine
yazık etmedikleri, ülkelerinin de yıkılıp yok edileceğine sebep olacakları
haber veriliyor. Nûh kavminin şımarık ileri gelenleri buna misal verilerek
geçmiş olaylar üzerinde daha iyi düşünmemiz ilham ediliyor. Nuh (A.S.)dan
sonra, bu büyük olaydan öğüt ve ibret almayan, geçmişteki olayları çarçabuk
unutan kavim ve milletlerin de yerle bir edildiği belirtiliyor. Sonra da
dünyalık isteyenin dünyalığa; âhiret saadetini arzu edip onun için çalışanın
da o saadete erişeceği hatırlatılarak, insana dünya hayatında cüz'î irade
verildiğine işaret ediliyor. [46]
16— Bir memleketi yıkıp yok etmek istediğimiz
zaman oranın lüks ve konfor içinde yaşayan şımarık varlıklılarına, (peygambere
uyarak doğru yolu seçmelerini)
emrederiz; buna rağmen onlar itaatsizlik edip yanlış yolda yürümeye devam
ederler; o takdirde o memleket üzerine (azap ile ilgili) hüküm hak olur ve
artık orayı yıkıp yerle bir ederiz.
17— Nûh'dan sonra nice kuşakları yok ettik.
Kullarının günahlarından haberli ve gören olarak Rabbin yeter.
18-Kim acele
(ve peşin bir dünya hayatı) istiyorsa, biz Dünya'da dilediğimizi istediğimize
acele olarak veririz. Sonra da Cehennem'i ona ayırırız; yerilmiş ve kovulmuş
olarak oraya varıp girer.
19— Kim de Âhiret'i ister ve mü'min olarak orası
için lâyık olduğu biçimde çalışıp çaba gösterirse, işte onların çalışıp
çabalaması övülmeye ve kabul edilmeye lâyıktır.
20— Her birine: Onlara da, bunlara da Rabbinin
bağış ve ihsanından ardarda veririz. Zaten Rabbinin bağış ve ihsanı
(kimselerden) yasaklanmış değildir.
21— Bak, onların kimini kiminden nasıl üstün
kıldık ve şanıma and olsun ki, Âhiret, dereceler bakımından da daha büyüktür,
üstünlük bakımından da daha büyüktür.
Mü'minlerin annesi
Zeyneb bint Cahş (R.A.) anlatıyor:
«Bir gün Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz ürpererek içeri girdi ve LÂ İLAHE İLLALLAH, yaklaşmakta olan
serden Arapların vay hâline! Bugün Ye'cüc ve Me'cüc'ün şeddi böylece açıldı,
(derken baş parmağıyla şehadet parmağının ucunu biraraya getirip halka yaptı).
Hz. Zeyneb (R.A.)
bunun üzerine soruyor:
— Ya Resûlellah! Yoksa helak mı olacağız? Oysa
aramızda sâlih kişiler vardır. Peygamber (A.S.) ona şu cevabı veriyor:
— Evet, habislik çoğalınca...» [47]
«Dünya, âhirette yurdu
ve nasibi olmayanın yurdudur; malı olmayanın malıdır. Aklını kullanamayan kişi
ise, durmadan dünyalık toplar (da âhire-ti ihmal eder).» [48]
«Hangi kul dünyada bir
derece yükselmeyi amaç seçer de yükselirse, mutlaka Allah onu âhirette daha
büyük bir dereceden aşağı indirir.»[49]
«Bir memleketi yıkıp
yok etmek istediğimiz zaman oranın lüks ve konfor içinde yaşayan şımarık
varlıklılarına (peygamber ve kitaba uyarak doğru yolu seçmelerini) emrederiz.
Buna rağmen onlar itaatsizlik edip yanlış yolda yürümeğe devam ederler; o
takdirde o memleket üzerine (azap ile ilgili) hüküm hak olur ve artık orayı
yıkıp yerle bir ederiz.»
Dünyanın hemen her
ülkesinde mal ve makamca aşağı tabaka, diğer bir tabirle halk tabakası, mal ve
makamca yukarı tabakaya bakar; onların yaşayışına, lüks ve konfor içinde
günlerini gün etmelerine özenirler. Böylece yukarı tabaka aşağı tabakayı
değil, aşağı tabaka onları örnek alırlar; onlar gibi yaşamanın yollarını
araştırırlar. Yukarı tabaka ne kadar savurgan davranır, ne kadar gayr-i meşru
yollara saparlarsa, ülkede o nis-bette ahlâk sarsıntı geçirir, ekonomik sıkıntı
baş gösterir ve denge bozulur. Zengin olmayan orta hallilerin veya dar
gelirlilerin, zenginleri taklide çalışmaları, sözü edilen dengesizliği
hızlandırır. Ayrıca ahlâkî çöküntü ülkenin her yanında kendini hissettirir.
Derken idare edenlerle idare edilenler arasında da bir boşluk meydana gelir.
Böylece lüks, konfor, aşırı harcama, meşru olmayan kazanç, faiz, dolaylı
yollardan kazanç sağlama yaygınlaşır ve ülkenin temelini sarsmaya yönelir.
Ciddi bir uyanma, toparlanma, önlem alma, kutsal değerlere dönme, dünya ile
âhiret arasında denge kurma sağlanmaz ve mürşitlerin, hatiplerin, ilim
adamlarının uyarıcı seslerine kulak verilmezse, ülke yıkıjmaya yüz tutar ve çok
geçmeden çöküp gider.
Tabii bu yıkılıp yok
olmanın birçok zahiri sebepleri vardır. Ama unutmayalım ki, sebepleri harekete
geçiren ilâhî kudret söz konusudur.
Nuh (A.S.) tufanı
bunun en açık misali iken, ondan sonra gelen birçok milletler ve kuşaklar,
geçmişten ders ve ibret almadıkları için kendilerini belli çizgiye itip
götürmüşler ve sonra da dönüşü mümkün olmayan bir noktaya gelip dayanmışlar.
Öylece aleyhlerine tecelli eden ilâhî hüküm inerek onları da yerle bir
etmiştir. Bugün bir kısmının kalıntıları mahzun bakışlarıyla gelip geçenlere
seslenmekte ve geçmişin ağıtını okumaktadırlar. Tabii eğer onları gören ve
duyanlar, duyup da öğüt alanlar varsa.. [50]
Dünyaya gözünü
açanlar, yaşamakta olan şu üç gruptan birine -ister istemez- girme ihtiyacını
duyarlar.
a) Yalnız dünya hayatını benimseyip âhireti
kabul etmeyenler.
b) Yalnız âhireti kazanmaya yönelip dünyayı
bütün nimetleriyle onun ehline bırakanlar.
c) Hem dünyayı, hem âhireti kucaklayıp birinin
diğerini tamamladığına inananlar.
İslâm, son ve en
mükemmel din olarak üçüncü gruba girmemizi emreder. Böylece üçüncü grubu
gerçek müslümanlar oluşturur. Nitekim Resû-lüliah (A.S.) Efendimiz bu konuyu
açıklayarak şöyle buyurmuştur:
«Dünyayı çok seven
kimse, âhiretine zarar verir. Âhiretini seçip (dünyayı terkeden) kimse İse,
dünyasına zarar verir. Artık siz baki olanı fâni olan üzerine tercih edin (ona
ağırlık verin).» [51]
Ne var ki, çağımızda
bu grupta yer alanların önemli bir kısmı diğer grupların aktardıkları yabancı
kültür havasından kendilerini kurtaramadıkları için özelliklerini kaybetmiş
durumdadırlar.
Kur'ân-ı Kerîm daha
çok İslâm kültürünü kaybedip yabancı kültüre kurban olan bu insanları
kasdetmekte ve onlardan dünyalığı pek acele isteyenlere, bir şeylerin
verilebileceğini bildirirken, âhirette saadet va'deden bir nasiplerinin
olamıyacağını hatırlatmaktadır. Zira onlar yabancı kültürde şahsiyetlerini
yitirmekle kalmayıp, kendi öz değerlerini inkâr edecek kadar ileri giderler;
hiç değilse, dünya nimetlerini kendilerine gerçek amaç seçerler.
Böyle bir akıbete
kendilerini lâyık görenler, Âhiret'te hem çok yerilirler, hem de inkâr üzere
ölenler ilâhî rahmetten kovulurlar.
Mü'minlere gelince:
Onlar Âhiret'i amaç seçerler. Dünya'ya ise, Âhi-ret'e hazırlanma yeri olduğu
için kısmen önem verirler, fakat hiç bir zaman onu gaye olarak önlerine
koymazlar, Böylece amaçla aracı birarada dengede tutup sürdürmeye gayret
ederler. [52]
«Her birine: On-lara
da bunlara da Rabbmın bağış ve ihsanından ardarda veririz. Zaten Rabbının bağış
ve ihsanı (kimselerden) yasaklanmış değildir.»
Cenâb-ı Hakk'ın câri
sünnetlerinden biri de, nimetlerinin, bağış ve ihsanının kapılarını herkese
açık bulundurmasıdır. Artık her kişi, inancı, Allah'a bağlılığı ve bilerek
meşru şekilde çalışıp kazanması ölçüsünde bunları ya lehine, ya da aleyhine
değerlendirir. Aynı zamanda herkes aklı, zekâsı, idrâki, yeteneği ve gayreti
nisbetinde bu kapılardan içeri girip payını alır. Alış biçimine göre de, ya onu
helâl lokma olarak hazırlar, ya da harama bulaştırıp ruhunu zehirler.
O halde Cenâb-ı
Hakk'ın hazırlayıp verdiği sayısız nimetleri rahmet ve saadete, ya da gazap ve
azaba çevirenler, insanlardır.
Konuyu bu açıdan
değerlendirdiğimizde, görülür ki, yukarıda sözünü ettiğimiz üç gruptan
üçüncüler, dünyalık bakımından bazan biraz geride de kalsalar, Allah yanında
çok yüksek derecelerde bulunduklarında şüphe yoktur. Âhiretteki derece ve
mükâfatlan ise, elbette ki daha büyüktür.
Özellikle çağımızda
maddenin amaç seçildiği bir dönemde, meşru yoldan rızkını sağlayanlar
azalmıştır. O bakımdan gerçek mü'minlerden bir kısmı gerek aile, gerekse ticarî
ve iş hayatında birtakım sıkıntılarla karşı karşıya bulunuyorlar. Faizden,
aşırı kârdan; dolaylı, hileli kazançtan ve tek kelimeyle gayr-i meşru
alım-satımdan kaçınanlar toplum bünyesinde azınlıkta kalmış; diğerleri ise,
gemi azıya alıp aşırı servet edinme hırsıyla her şeyi mubah sayacak kadar
âhiretlerini unutmuşlardır.
İlâve edelim ki,
gerçek dindarlık, Allah'a gönülden bağlılık ve hakiki kulluk böyle dönemlerde
daha çok belli olur. [53]
Yukarıdaki âyetlerle
dünyayı kendilerine amaç seçip gününü gün edenler kınandı. Bir ülkenin yıkılıp
yok olmasının başlıca nedenleri üzerinde durularak, refah içinde yüzen şımarık
zenginlerin her türlü kutsal değerlere sırt çevirmeleri ve ahlâkî kuralları
çiğnemeleri misal verildi. Sonra da Nuh (A.S.) kavmine dikkatler çekilerek
yıkılıp yok edilmelerinin sebepleri üzerinde düşünmemiz istendi.
Aşağıdaki âyetlerle,
maddeyi ve serveti ilâhlaştıranlar üzerinde duruluyor. İbâdet edilmeye ancak
Allah'ın lâyık olduğu belirtilerek, fânilere kutsallık atfetmenin şirk
olduğuna işaret ediliyor. Sonra da Ana-baba hakları üzerinde durularak, onlara
karşı nasıl davranılması gerektiği açıklanıyor. Arkasından sosyal adaleti
ayakta tutacak konulara geçiliyor. Yakınlara, yoksullara, yolda kalmışlara
yardım edilmesi emredilerek huzur ve güvenin anoak böyle gerçekleşebileceği
işleniyor. İsraftan kaçınmamız tavsiye edilerek, yasaklanan şeylerden bir
kısmına dikkatlerimiz çekiliyor. [54]
22— Allah ile beraber başka bir ilâh edinip
tapma! Sonra yerilmiş ve yalnızlığa itilip yardımsız bırakılmış olursun.
23— Rabbin ancak kendisine kulluk etmeni;
ana-babaya iyilikte bulunmanı emretmiştir. Onlardan biri ya da ikisi senin
yanında yaşlanırsa, onlara «öf!» bile deme; onları sakın azarlama, onlara hep
güzel, tatlı, iç açıcı söz söyle.
24— Onlara çok merhametli davranıp tevazu'
kanadını indir ve de ki: Rabbim! küçükken beni besleyip büyüttükleri gibi
onlara merhamette bulun.
25— Rabbiniz, içinizde olanı daha iyi bilir; eğer
lyl-yorarfı kişiler olursanız, şüphesiz ki O, kendisine (imânla, tevbeyle)
dönüp yönelenler için çok bağışlayıcıdır.
26—
Yakınlara, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver ve sakın saçıp savurma.
27— Şüphe yok ki, saçıp savuranlar, şeytanların
kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.
28—
Rabbinden umduğun rahmeti arzulayarak, onlardan (sözü edilen hak sahiplerinden)
yüzçevirirsen, o durumda onlara (hiç değilse) tatlı yumuşak bir söz söyle.
29— Elini boynuna bağlayıp asma, onu büsbütün
açma, sonra kınanır, pişmanlık içinde açıkta kalırsın.
30— Şüphesiz ki Rabbin rızkı dilediğine
genişletir, dilediğine de bir ölçüye göre daraltır. Çünkü O, kullarından
elbette haberlidir ve onları mutlaka görür.
31— Çocuklarınızı fakirlik endişe ve korkusuyla
öldürmeyin. Biz onları da, sizi de rızıklandırıyoruz. Şüphesiz ki, onları
öldürmek büyük bîr suçtur.
32— Zinaya yaklaşmayın; çünkü o elbette
hayâsızlıktır ve kötü bir yoldur.
33— Allah'ın haram kıldığı, (öldürülmesini
kesinlikle yasakladığı) kimseyi -haklı bir sebep dışında- öldürmeyin. Kim
haksız yere öldürürse, onun velîsine bir yetki vermişizdir; artık o da öldürme
hususunda aşırı gitmesin; çünkü o yardıma eriştirilmiştir.
34— Yetim malına da -rüşde erinceye kadar- en
güzel ve uygun şeklin dışında yaklaşmayın. Verilen sözü, yapılan sözleşmeyi
yerine getirin. Çünkü verilen söz ve yapılan sözleşmede mutlaka sorumluluk
vardır.
35— Ölçtüğünüz zaman ölçeği tam olarak yerine
getirin; doğru teraziyle tartın. Bu daha hayırlı ve sonuç yönünden de daha
iyidir.
36— Bilmediğin bir şeyin ardına düşme; çünkü
doğrusu kulak, göz ve kalp, bunların herbiri ondan (ardına düştüğün şeyden)
sorumludur.
37— Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; çünkü sen yeri
delemezsin ve boyca da dağlara ulaşamazsın.
38— Daha kötüsü, bütün bunlar Rabbin katında
sevilmeyen şeylerdir.
Abdullah b. Amr b. Âs
(R.A.) anlatıyor:
«Bir adam, Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'e gelerek, cihada çıkmak için izin istedi. Resûlüllah (A.S.)
ona:
— Anan-baban hayatta mıdır? diye sordu.
— Evet... deyince, Resûlüllah (A.S.) ona:
— O halde onları (memnun etmek) için cihatta
bulun! buyurdu.» [55]
" Abdullah b. Mes'ud (R.A.) diyor ki:
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'den sordum :
— Amellerin hangisi Allah yanında daha çok
sevimlidir? .: Buyurdu ki:
— Vaktinde kılınan namaz... 1 — Sonra hangisi?..
— Ana-babaya iyilikte
bulunmak...
— Ondan sonra hangisi?..
— Allah yolunda cihat etmek...» [56]
Mâlik b. Rabi'a es-Sâidî (R.A.) anlatıyor:
«Ansardan bir adam,
Peygamber (A.S.) Efendimiz'e gelerek sordu:
— Ey Allah'ın Resulü! Ölümlerinden sonra
ana-babama iyilik olarak yapmam gereken bir şey var mıdır, onu yerine
getireyim?
Peygamber (A.S.) şu cevabı
verdi:
— Evet, dört husus vardır-. Onlar için duâ ve
istiğfarda bulunmak, onların (başkalarına) verdikleri sözü yerine getirmek,
dostlarına ikramda bulunmak, ikisi tarafından olan hısımlarla İyi ilişkiler
kurmak -ki hısımlar ancak o ikisi tarafından olabilir-. İşte ölümlerinden
sonra onlara yapacağın iyilikler bunlardır.» [57]
«Şüphesiz ki Cenâb-ı
Hak, babalarınızı size tavsiye ediyor ve gerçekten Allah analarınızı size
tavsiye ediyor, Allah analarınızı size tavsiye ediyor, Allah analarınızı size tavsiye
ediyor. Şüphesiz ki Allah derece derece akrabanızı da size tavsiye ediyor.» [58]
«Rızkının
genişlemesini, ecelinin geciktirilmesini isteyen kimse, hısım-larıyla (iyi ve
sıcak) ilgisini devam ettirsin.» [59]
«Ölen babasıyla
kabirde ilgi kurmak isteyen kimse, onun ölümünden sonra arkadaş ve dostlarıyla
ilgi kursun.» [60]
«Hiç bir gün yok ki,
(Allah'ın) kulları sabahladığında gökten iki meiek inmesin. Onlardan biri şöyle
der: «Allahım, (senin için) harcayanın harcadığının yerini doldur.» Diğeri ise
şöyle der: «Allahım, malını tutup (senin için) harcamayana telef ver (malının
feyiz ve bereketini kaldır).» [61]
«Verilen sadakadan
dolayı mal eksilmez/Allah için harcayanın Allah ancak şerefini artırır. Kim de
alçak gönüllü davranırsa, Allah onu yükseltir.» [62]
«Aşırı cimrilikten
sakının. Çünkü bu sizden öncekileri yok etmiştir. Şeytan onlara cimrilikle
emretmiş (fısıldamış), onlar da cimri olmuşlar. Hısımlarla ilgilerini
kesmelerini emretmiş, onlar da ilgilerini kesmişler. Hayasızlıkla emretmiş,
onlar da hayasızlığa başlamışlar.» [63]
«Nafaka (konusunda
harcama)da bulunurken iktisada riâyet, geçimin yarısıdır.» [64]
«İktisada riâyet eden
fakir olmaz.» [65]
İbn Mes'ud (R.A.)
diyor ki: «Peygamber (A.S.) Efendimize sordum:
— Hangi günah daha büyüktür?
— Allah'a eşi ortak, denk ve benzer koşman,
buyurdu.
— Ondan sonra hangi günah daha büyüktür?
— Seninle birlikte yemek yer endişesiyle
çocuğunu öldürmen..,
— Ondan sonra hangisi?
— Komşunun karısıyla zina etmen...» [66] Ebû
Ümâme (R.A.) anlatıyor:
«Bir gün genç bir
adam, Peygamber (A.S.) Efendimiz'© gelerek, «Ey Allah'ın Peygamberi! Zina
hususunda bana izin ver» diyerek ruhsat istedi. Orada hazır bulunanlar, onu bu
sözünden dolayı kınayıp vazgeçirmek istediler. Bunun üzerine Peygamber (A.S.)
Efendimiz o gence, «Yaklaş.,» dedi. O da yaklaşınca, Peygamber (A.S.) «otur»
dedi. O da oturdu ve aralarında şu söyleşi geçti:
— Başkasının senin annenle zina etmesini ister
misin?
— Hayır, vallahi..
Allah beni sana feda etsin.
— O halde başkaları da bu fiili anaları için
arzu etmez.
— Kızın için böyle bir şey ister misin?
— Hayır, vallahi.. Allah beni sana feda etsin,
— Öylece başkaları da
kendi kızları için bunu istemez.
— Kız kardeş İn için
ister misin?
— Hayır, vallahi.. Allah beni sana feda etsin.
— O halde başkaları da kendi kızkardeşleri için
böyle bir şey istemez.
— Ya halâların için ister misin?
— Hayır, vallahi.. Allah beni sana feda etsin.
— Başkaları da bunu kendi halâları için
istemez. Ya teyzelerin İçin ister misin?
— Hayır, vallahi.. Allah beni sana feda etsin.
— Başkaları da bunu teyzeleri için istemez,
buyurdu. Sonra da elini o gencin üzerine koyarak şöyle duâ etti: «Allahım!
Bunun günahını bağışta, kalbini temizle, namusunu koru..» [67]
Artık o günden
itibaren o gene harama yaklaşmadı.
«Allah'tan başka ilâh
olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın peygamberi bulunduğuna şehadet eden
müslüman bir kişinin kanı, şu üç sebep dışında helâl değildir:
1— Cana karşılık can (kısas),
2— Evli iken zina eden,
3— Dinini terkedip İslâm cemaatinden ayrılan..» [68]
«Dünyanın yıkılıp
zeval bulması, Allah yanında, bir müslümartı (haksız yere) öldürmekten daha
hafif, daha zararsızdır.» [69]
«Zandan sakının; çünkü
zan, sözün en yalanıdır.» [70]
«Kim Allah için tevazu
(alçak gönüllülük)de bulunursa, Allah onu yükseltir. Öyle ki, o kendi nefsinde
önemsizdir, insanların yanında büyüktür. Kim de büyüklük taslarsa, Allah onu
alçaltir. Öyle ki, o kendi nefsinde büyük, insanlar yanında önemsizdir. Hattâ
o, insanların nazarında köpek ve domuzdan daha sevimsizdir.» [71]
İslâm'ın kendi ölçülerine
göre devlet, millet, toplum, aile ve fertleri bir bütünlük içinde ele alıp
yönlendiren, sağlıklı şekilde disipline edip düzene koyan on iki emri,
başlıbaşına bir sistem oluşturmaktadır. Aynı zamanda ruh ile beden, madde ile
mana, dünya ile âhiret arasında kopmaz köprü vücuda getiren bu emirler,
üzerinde ciltlerle kitap yazılacak ana fikirleri, temel kaideleri, esasa
dayalı bilgileri içermektedir.
Diğer bir yönüyle de
Tevrat'ta yer alıp kısmen değişikliğe uğratılan dokuz veya on emri tashih
etmekte ve bu gibi esasların bîr kısmında semavî dinlerin birleştiğine İşaret
edilmektedir.
Önemine binaen, önce
bu emirlerin özetini, sonra da açıklamasın! yapmamızda, -hafızalarda iz
bırakması bakımından- yarar görüyoruz:
1— Allah'tan başkö ilâh tanımamak, O'ndan
başkasına tapmamak.
2— Anaya, babaya -Allah'ın emrine uyarak-
iyilikte bulunmak.
3— Hısımların, yoksul ve yolda kalmışların
(zekât, sadaka, yardım ve bağış gibi) haklarını vermek, onları gözetip korumak.
4— Savurganlıktan kaçınmak;
kazanılan mal ve serveti har vurup harman savurmamak.
5— Ne cimri, ne de müsrif olmak; bu ikisi
arasında bir yol tutup tutumlu olmaya dikkat etmek.
6— Açlık, ekonomik sıkıntı endişesiyle çocukları
öldürmemek, meselâ, kürtaj yaptırmamak.
7— Zinaya yaklaşmamak; o gibi hayasızlıklardan
sakınmak.
8— Haksız yere adam öldürmemek.
9— Yetim malına -iyi ve uygun yolun dışında-
yaklaşmamak.
10— Ölçü ve tartıyı tam kullanıp, insan haklarına
dolaylı yoldan da olsa tecavüz etmemek.
11—Bilmediğimiz
(bilmemizde yarar olmayan, bizi ilgilendirmeyen) şeyin peşine düşmemek.
Gerçeği iyice tesbit edip anlamadan zanna dayalı hüküm vermemek.
12—
Yeryüzünde böbürlenerek, büyüklük taslayarak yürümemek.
Şüphesiz ki, bunların
hepsi de Aliah yanında sevilmeyen kötülüklerdir.
Tevrat'taki emirler:
1—Tanrın
Rabbın ismini boş yere ağza almıyacaksın. Çünkü Rab kendi ismini boş yere ağza
alanı suçsuz tutmayacaktır.
2— Sebt gününü (cumartesi) takdîs etmek için onu
hatırında tut.
3— Babana ve anana hürmet et; ta ki, Tanrın
Rabbın sana vermekte olduğu toprakta ömrün uzun olsun.
4— Katletmiyeceksin (haksız yere adam
öldürmeyeceksin).
5— Zina etmiyeceksin.
6— Calmıyacaksın.
7— Komşuna karşı yalan şehadet etmiyeceksin.
8— Komşunun evine tamah etmiyeceksin;
9— Komşunun
karısına, yahut kölesine, yahut eşeğine, yahut komşunun hiç bir şeyine tamah
etmiyeceksin. [72]
Açıklama :
— Allah ile beraber başka ilâh edinmemek.
Bu, katıksız Tevhîd
İnancı'nı yansıtır. Öyle ki, Allah'ın varlığına, birli-ğine, kudretinin
sınırsızlığına inandıktan sonra, hiçbir şeyi O'na tercîh etmemek ve hiç bir
nesneyi O'ndan fazla sevmemek gerekir. Aynt zamanda bir olan Allah'a imân
odağında birleşip bütünleşmeyi kalplere ve kafalara enjekte eder.
Sonra da çok aziz ve
şerefli yaratılan insanı, fânilere, diğer canlı, cansız eşyaya tapma
alçaklığından kurtarıp korumayı öngörür. Onun için namaz farz, camilerde
cemaatle namaz kılmak kuvvetli sünnet kılınmıştır. Cuma namazının cemaat
halinde farz-ı ayn olarak kılınması da her hafta Tevhîd İnancı'nın yönlendirici
havasını tazelemeğe, insanın azizliğini ortaya koymaya ve dinin ibâdet ruhunu
daha da geliştirmeğe yöneliktir.
Kur'ân-ı Kerîm'de,
Allah'tan başkasına tapanların, iki büyük felâkete sebep olacakları çok anlamlı
bir ifadeyle şöyle hatırlatılıyor:
a) Aşağılanıp rüsvay edilir, yalnızlığa itilerek
yerilir.
b) Âhiret gününde büsbütün yardımsız bırakılır.
Birincisi, insanı
âdileştirip vakar ve kadrini düşürür. İkincisi, ilâhî rahmetin feyiz
havasından. Peygamber (A.Ş.) şefaatinin ümit kapısından uzaklaştırır.
— Ana ve babaya iyilikte bulunmak.
Bu emrin gerektirdiği
husus, insan ruhunu besleyen, rızkın kapısını genişleten, ömrün uzamasını,
ecelin geciktirilmesini sağlayan; ilâhî rahmetten bolca nasip almayı
kolaylaştıran ölçü ve anlamdadır. Aksini yapmak, aksine bir durumla karşılaşmayı
ve ona göre karşılık görmeyi sonuçlandırır,
— Hısımlara, yoksullara ve yolda kalmışlara
ilgi gösterip birtakım haklarını vermek.
Bu, hem aile düzenini,
hem sosyal yapıyı huzura kavuşturan önemli emirlerden biridir. İnsanların
birbirlerine güven ve saygısını artırır. Aynı zamanda belânın geri
çevrilmesine, rızkın genişlemesine ve ömrün uzamasına da sebep olur.
— Malı saçıp
savurmamak.
Elimize ulaşan bir
parça ekmeğin nasıl ve nereden, hangi ellerle, ne gibi hizmetlerle
hazırlandığını düşünecek olursak, karşımıza şu gerçekler '. çıkar: Bir buğday
başağının filizlenip olgunlaşabilmesi için güneş, bulut, rüzgar, toprak,
topraktaki bakteriler, yağmur ve daha nice şeylerin hizmette bulunmaları
gerekmektedir. O halde ağzımıza koyduğumuz bir lokma ekmekte bütün bu
hizmetleri görmemiz ve ona göre nîmetin kıymetini bilip şükrünü yerine
getirmemiz gerekmez mi?
Özel mülkiyetin yeri
ve anlamı:
Kur'ân'ın birçok
yerinde zekât ve sadaka vermemiz, yardımda bulunmamız; hısım ve komşuları
gözetmemiz emredilir. Bu her bakımdan özel mülkiyete geniş yer verildiğini
yansıtır. Ayrıca ilgili âyette, malınızı saçıp savurmayın, sözü, kişinin özel
mülkiyetinde olan servetini korumaya yönelik bir tenbihtir.
Bilindiği gibi, İslâm
ekonomisi kendine has yapısıyla hem sosyalizmden, hem kapitalizmden ayrılır.
Temelde bu üçü arasında büyük farklar söz konusudur.
Genellikle İslâm
ekonomisinin iskeletini şu üç unsur oluşturur:
1— Ferdî mülkiyet
2— Meşru sınırlar içinde ekonomik serbesti
3— Sosyal adaletin sağlanması..
Bu bakımdan İslâm ve
onun kitabı Kur'ân, ne özel mülkiyeti hiçbir sınır tanımadan serbest bırakan
kapitalizme yer verir; ne de toplumsal mülkiyeti savunup ferdi mülkiyete yer
vermeyen sosyalizme iltifat eder.
İslâm ferdî mülkiyeti,
uhrevî müeyyidelerle, ahlâkî kurallarla; sonra da zekât, sadaka, keffaret, adak
vergi ve benzeri yardımlarla bir bakıma sinırtt tutar.
Yukarıda konumuzu
oluşturan iki âyet, sınırlı ekonomik serbestiyi ve sosyal adaleti
bütünleştirici bir temel.düşünce olarak belirtmektedir.
İslâm sosyal adaleti
güzel ahlâkla bütünleştirir:
İslâm, ferdi topluma,
ibâdet, kardeşlik, dayanışma, yardımlaşma ve benzeri ekonomik cihetlerle
bağlar. Bunların her birinde Allah rızası, âhiret mükâfatı ve güzel ahlâkın
tatlı meyvası önemli yer tutar. Böylece sosyal adaleti sadece ekonominin dar
kalıbına sokmaz; onu manevî değerlerle donatıp ruhlar arasında bağlantı kurar.
Ekonomik yönden
yardımda bulunma imkânı olmayan mü'minleri saf dışı bırakmaz. Toplum yapısmdaki
hısımların birbirlerine sıcak ilgi göstermelerini, yoksullara, yolda
kalmışlara güzel söz, tatlı dil kullanmayı tavsiye eder.
— EH boyna bağlamamak (cimrilik etmemek). Onu
büsbütün açmamak.
İslâm'da cimriliğin
yeri olmadığı gibi, israfın da yeri yoktur. Çünkü bu iki tutum da İslâm'ın
getirdiği sosyal adalete ters düşer. O bakımdan cihan peygamberi Hz. Muhammed
(A.S.) cimriye: «Bana fazla yaklaşma, sonra ateşin dokunur!» buyururken, «Nehir
kıyısında da olsan, su kullanırken israf etme!» [73]
diyerek uyarıda bulunmuştur. O'nun bu iki uyarısı elbette çok anlamlı ve
düşündürücüdür. Çünkü Ailah ile Peygamberi, cimrilikle israf arasında ortalama
bir yol tutulmasını emretmektedirler. Nitekim Furkan sûresi 67. âyetle bu husus
çok net bir anlatımla belirtilmiştir.
— Rabbın rızkı dilediğine genişletir, dilediğine
de bir ölçüye göre daraltır.
Gelir dağılımı, hiçbir
zaman her ferde aynı ölçüde isabet etmez. Zira her kişi kendi akıl, zekâ,
beceri, ticarî kabiliyet ve iş hacmine göre hayatını kazanma yolunda mücadele
verrr. İnsanların hepsi aynı kuvvet ve kabiliyette, aynı akıl ve zekâda
yaratılmadığına göre, aynı ölçüde nîmete de erişemezler. Sosyal hayat ve sosyal
yapı da ancak farklı yeteneklerle gerçek düzenini bulur, dengesini
sağlayabilir.
Allah'ın rızkı
genişletip daraltması, şüphesiz ki insanların yeteneklerine, becerilerine ve
çalışma bilgilerine, azim ve gayretlerine göre bir anlam taşır, yani bunlarla
bağlantılıdır.
— Çocukları fakirlik endişesiyle katletmemek.
Şüphesiz onları öldürmek büyük bir suçtur.
İslâm dini, kadınların
gebe kaldıktan sonra rahimlerinde, oluşan cenine dokunulmasına, yani kürtaj
yaptırmalarına cevaz vermez. Ancak gebe kalmamak için meşru ölçülere göre
tedbir almayı da yasaklamaz. Nitekim bu konu, biri En'am, biri İsrâ, biri de
Tekvîr sûrelerinde olmak üzere üç ayrı yerde açıklanır. Cenin ana rahminde
oluştuktan sonra artık ona dokunulmaz.
Nitekim mezhep
imamları bu konu üzerinde içtihatlarını şöyle ortaya koymuşlardır:
İmam Ebû Hanîfe'ye
göre: Kadının kendi fiiliyle rahmindeki çocuğu düşürmesi bir cinayet kabul
edilir. Ancak rahimden düşürülen parçanın cenin olduğu kesinlik arzetmelidir.
Bu da uzman bilirkişilerin marifetiyle tesbit edilir. İmam Şafiî de aynı görüş
ve içtihattadır. [74]
Bu cinayetin cezası
ise, beş devedir. Deve bulunmadığı takdirde ona göre nakit para takdir edilir.
Kadın kendi müdahalesiyle veya birine gidip kürtaj yaptırarak rahmindeki çocuğu
aldırırsa, hem ona, hem de kürtaj yapana ceza terettüp eder.
Doktor kürtaj
yaptığında kadın o yüzden ölürse, biri, kadını kasde benzer bir fiille
öldürdüğü, biri de cenini rahimden aldığı için iki ayrı ceza gerekir. [75]
— Zinaya yaklaşmamak.
Kur'ân, zinayı
hayasızlık ve kötü bir yol olarak vasıflamaktadır. Cidden böylesine bir
hayasızlık aile yuvasını mefluç hale getirir, namus ve iffet mefhumunu
kaldırır; neslin karışmasına, ana-babası belli olmayan çocukların çoğalmasına
ve birtakım hastalıkların doğmasına, ya da bulaşmasına neden olur. Zührevî
hastalıkların çoğu ve son yıllarda ortaya çıkan AİDS belâsı bunlardan bir
kısmıdır. Nitekim zinanın yaygın olduğu Amerika'da ve Avrupa'nın bazı
ülkelerinde AİDS vakasının korkunç rakamlara ulaştığı artık bilinmektedir.
— Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı kimseyi
-haklı bir sebep olmaksızın- öldürmemek.
İslâm, insan hayatına
ve kanına üstün değer veren bir dindir. Savaşlarda bile kan dökmek en son çare
olarak düşünülür. O bakımdan haklı bir sebep dışında adam öldürene kısas
gerekir, hükmü konulmuştur. Ayrıca evli olduğu halde açıktan fuhuş yapar da
dört şahitle belgelendirilirse, ölüm cezasıyla tecziye edilir.
Anlaşıldığı gibi,
İslâm, hayasızlığı önlemek, fuhşa imkân vermemek, aile yuvasını selâmette
tutmak, faziletli nesillerin yetişmesini sağlamak ve birtakım kötü, öldürücü
hastalıkların yaygınlaşmasını önlemek için zinayı
haram kılmakla
kalmamış, bir de zina edenlerin tecziye edilmesi hususunda ağır müeyyideler
koymuştur. [76]
— Yetim malına el uzatmamak.
Yetim çocukların,
rüşde erinceye kadar, mallarını en güzel şekilde korumak vasilerine farz
kılınmıştır. Ancak rüşd kavramı ve taşıdığı hüküm üzerinde müctehit imamların
farklı tesbit ve içtihatları söz konusudur. Şöyle ki:
Genellikle rüşd, erkek
çocuklarda ihtilâm ve inzal ile belirginleşir. Kız çocuklarında ise, ayhali
veya gebe kalmakla gerçekleşir. Onlarda böyle bir durum ortaya çıkmazsa, o
takdirde ergenlik yaşı dikkate alınır. Şöyle ki:
a) İmam Ebû Yusuf'a göre, 15 yaş itibar edilir.
b) İmam Ebû Hanîfe'ye göre, erkek çocukta 18,
kız çocukta 17 yaş itibar edilir. [77]
Bu yaşa gelen yetim
çocuklarda rüşd seziürse, malları kendilerine teslim edilir. İmam Ebû Hanîfe,
böyle bir şey sezîlmediği takdirde 25 yaşına kadar beklenir. Diğer iki imama
göre, rüşd alâmeti görülünceve kadar bekletilir. [78]
Yetimin malına güzel
şekilde yaklaşmaya gelince: Onun velisi veya vasisi muhtaç durumda ise, hizmeti
karşılığında, hâkimin ya da örfe dayalı bilir kişilerin takdir ettiğini
alabilir. Muhtaç durumda olmayan velî veya vasinin bu hizmeti Allah rızası
için başka bir karşılık beklemeden yürütmesi en güzel yoldur.
— Ölçü ve tartıyı tam tutmak, doğruluktan
ayrılmamak.
Ölçü ve tartı günlük
hayatımızın kopmaz birer parçasıdır ve insan haklarıyla içiçedir. İslâm,
Allah'ın varlığını, birliğini inkârdan ve dinî esasları reddetmekten sonra
insan haklarına tecavüzü, günahların en büyüğü ve ödenmediği, yani asıl
sahibine geri çevirilmediği takdirde affedilmeyeni olarak belirlemiştir. Şuayb
Peygamber'in (A.S.) kavminin daha çok bu yüzden yok edildiklerini yine Kur'ân
haber vermektedir.
Ölçü ve tartıyı tam
kullanmak, imân ve irfanla birleşip bütünleşen doğruluk ve fazilettir. Bunun
aksine bir yol izlemek ise, inançsızlık, şüphecilik, tatminsizlik, aşağılık ve
rüsvaylıktır. O bakımdan Cihan Peygamberi Hz.
Muhammed (A.S.): «Bizi
aldatan bizden değildir» buyurmuştur. [79]
— Bilmediğin bir şeyin ardına düşmemek.
Zanna, şüpheye dayalı
hüküm verme. Birtakım varsayımları gerçek sayıp sonuçlar çıkarma. Bilmediğin
konularda iddialı olma. Uzmanlığa saygılı olmaya çalış. Hemen her konuda ciddi
araştırma yapmadan, hakikati tesbit edip öğrenmeden ortaya çıkma.
Cenâb-ı Hak bu âyetle,
toplum yapısında yer atan her sınıfa seslenmektedir. Şöyle ki:
a) Devlet adamı, gerçekleri tesbit etmeden
halkın karşısına çıkıp kırık, dökük bilgilerle açıklamada bulunmamalıdır. Zira
bu hem halkı yanıltır, hem de çok geçmeden o devlet adamını gözden düşürür ve
böylece güvenirliğini kaybettirir.
b) Basın mensubu, muhabir ve benzeri görevlen
yürütenlerin kendilerine ulaşan bir haberi iyice tahkik etmeden, gerçek olup
olmadığını öğrenmeden neşretmemeleri gerekir.
c) İlim adamı, bir konuyu araştırmadan,
kaynaklarına inmeden, yaptığı gözlem ve deneylerden kesin sonuç almadan ortaya
atmamah ve bu böyledir diye konuşmamalıdır.
Zira kulak, göz ve
kalbin bu gibi şeylerden de sorumlu olduklarını unutmamak gerekir. Her
işittiğine inanmamak, her gördüğünü iyice araştırmadan sonuç çıkarmamak
değişmeyen prensip olmalıdır. Hisler çoğu zaman yanılabilir. Sonra kendisini
hiç ilgilendirmeyen, dünya ve âhiretinden yana bir fayda getirmeyen ve zamanın
boşa akıp gitmesine neden olan konuların peşine takılmamak, o gibi şeylerle
ilgilenmemek kalbin huzur duyması, ruhun yatışması, ömrün değer kazanması
bakımından oldukça önemlidir.
— Yeryüzünde böbürlenerek, büyüklük taslayarak
yürümemek.
Kendini olduğundan
fazla göstermeye çalışmak, çevresindeki insanlara tepeden bakmak, toplum
arasında saygısızca söz ve davranışlarda bulunmak; kendini hep üstün, hep haklı
görüp başkalarını küçümsemek ruhî bir marazdır. Allah'a, Âhiret'e ve dinin
diğer esaslarına dosdoğru imân bu hastalığı tedavi edip iyileştiren en tesirli
ilâçtır.
Unutmamak gerekir ki,
toplum içinde bu tipler sevilmez ve itibar görmezler. Onlarla ofan dostluklar
ve yakınlıklar hep sun'idîr ve yapmacıktır. İnsanların sevmediklerini Allah da,
melekleri de sevmezler. Böyleleri makamlarından düştükleri veya ellerindeki
servet ve imkânları tükendiği gün, çevrelerinde hiçbir dostun kalmadığını ancak
görebilirler. Dünyada kendini böylesine bir yalnızlığa itenler, âhirette de
yalnızlığa itileceklerinden hiç şüphe etmemelidirler.
Allah'ın yegâne büyük
olduğunu unutmamak gerekir, O'nun mülkünde, O'nun denetimi altında O'nun
nimetlerinden yararlanıp geçinirken böbürlenmenin bir anlamı var mıdır? Sahip
olduğumuz her şey, hakikatte bizim değil, Allah'ındır. Her şey eğreti
verilmiştir. Günü, saati gelince geri alınırlar.
- O bakımdan tevazu,
yüksek idrâkin, köklü bilginin, sağlam imânın, gelişmiş irfanın ürünüdür.
Böbürlenmek ise, cehaletin, inançsızlığın ve haddini bilmezliğin mahsulüdür.
Ünlü şâir Salih b.
Şerif (H.8-M. 15) ne güzel söylemiştir:
«Çıkan iner, kalkan
düşer, her yükselişin var bir sonu. Niçin bunca gurur maldan mülkten, addan
sandan insanoğlu!
Oluşta ne var ki
olduğu gibi dursun, hiç değişmesin.
Sen de gök gibisin,
bir gün masmavi güneşlik, bir gün bulutlu.
Bu dünya kime kalmış,
yaramış ki kalsın yarasın sana da.
Yok hiçbir çizgisinde
bu yeryüzünün ölmezlik rengi ve ölmezlik kokusu.»
İlgili 37. âyetin son
bölümünde Cenâb-ı Hak, insanın bir bakıma güçsüzlüğünü tasvîr ederek
böbürlenmenin ona hiç yakışmadığını şöyle belirtmektedir: «Çünkü sen yeri
delemezsin ve boyca da dağlara ulaşamazsın.» [80]
Müfessirlerimiz ilgili
âyetlerle açıklanan oniki emirden her birinin bir peygamberin uyarı ve
sünnetini taşıdığını ve sonra da Kur'ân'da birarayo getirilerek sözü edilen
konularda bütün peygamberlerin ortak yanlarının belirtildiğini değişik bir
yorum olarak ortaya koymuşlardır. Şöyle ki ;
Birinci emir: Allah'ın
varlığına ve birliğine davet, her peygamberin ana hedefi ve değişmeyen amacı
bulunduğunu yansıtır.
İkinoi emir: Ana,
babaya iyilik daha çok İbrahim Peygamber'in {A.S.} sünnetini yansıtır. Allah'a
karşı günah ve isyana çağırmadıkları sürece ana, babaya itaat etmek, sözlerini
dinlemek vaciptir.
Üçüncü emir:
Hısımlara, yoksullara ve yolda kalmışlara yardım daha çok Davut Peygamber'in
(A.S.) sünnetini yansıtır.
Dördüncü emir:
Süleyman Peygamber'in (A.S.) sünnetini, Beşinci emir: Yusuf Peygamber'in (A.S.)
sünnetini, Altıncı emir: Yâkub Peygamber'in (A.S.} sünnetini, Yedinci emir: Lût
Peygamber'in (A.S.) sünnetini. Sekizinci emir: Musa Peygamber'in (A.S.)
sünnetini, Dokuzuncu emir: Zekeriya Peygamber'in (A.S.) sünnetini, Onuncu emir:
Şuayb Peygamber'in (A.S.) sünnetini. On birinci emir: Yahya Peygamber'in (A.S.)
sünnetini. On ikinci emir: İsâ Peygamber'in (A.S.) sünnetini yansıtır.
Ve bunların hepsi, son
peygamber Hz, Muhammed (A.S,) Efendimizin sünnetleri arasında en mükemmel
ölçü., ve anlamını almış; uygulanması ise, mü'minlerin imân ve irfanlarına
bırakılmıştır.
Burada peygamberlerin
sünnetleri denilince, insanlara tebliğ ile yükümlü bulundukları dinî hükümler
kasdedilmektedir. [81]
Yukarıdaki âyetlerle,
fert, toplum, aile ve milletlerin hayatını düzene sokup güvenli ve huzurlu bir
atmosfer oluşturan on iki emir açıklandı. Allah'a dosdoğru imân eden
mü'minlerin günlük yaşayışlarında nelere dikkat etmelerinin gereği üzerinde
duruldu.
Aşağıdaki âyetlerle,
Tevhîd İnancı'm zedeleyen şeylerden kaçınılmasının gereği üzerinde duruluyor.
Hiçbir şeyin Allah'a eş, ortak, denk ve benzer olamıyacağı belirtilerek, bu
hakikatleri iyice düşünüp anlayabilmeleri için insanlara yeterince ilâhî
bilgiler verildiğine dikkatler çekiliyor. Sonra da varlık âleminde her şeyin
Allah'ı tesbîh ettiği anlatılarak O Yüce Kud-ret'in hilkat damgasının eşya üzerinde
bulunduğuna işaret ediliyor. [82]
39— İşte
bunlor Rab bin sana vahyettiği hikmetlerdendir. Allah ile beraber başka bir
tanrı edinme, sonra kınanmış, koğulmus olarak Cehen-nem'e atılırsın.
40— Rabbiniz sizi oğullarla seçkinleştirdi de
kendisi meleklerden dişiler (kızlar) mı edindi?! Doğrusu siz çok büyük (çok
ağır) bir söz soylu* yorsunuz.
41— Şanıma and olsun ki biz, bu Kur'ân'da (sözü
edilen hususları), iyice düşünüp öğüt alsınlar diye bir bir açıklayıp
tekrarladık. Ne yazık ki bu uyarı ve öğütler onların sadece nefretini
artırmaktadır.
42— De ki: Eğer O'nunla beraber -dedikleri gibi-
başka ilâhlar olsaydı, herhalde onlar Arş'ın sahibine bir yol ararlardı,
43— Münezzeh ve çok yüce olan Allah onların
dediklerinden hem çok yüce, hem çok büyüktür.
44— Yedi
gökler, yer ve bunlarda bulunanlar O'nu tesbîh ve tenzih ederler. Zaten hiçbir
şey yoktur ki, O'nu hamd ile tesbîh etmesin; ne var ki, siz onların
teşbihlerini anlamazsınız. Şüphesiz ki O, Haİîm'dir (şefkatlidir,
merhametlidir, sabırlıdır, lûtf ile muamele edicidir) ve çok bağışlayandır.
İbn Mes'ud (R.A,)
diyor ki: «Biz* âyetleri (mu'cizeleri) bereket sayarken, siz onları korkutucu,
uyarıcı vasıfta bulup yorumluyorsunuz. Bir seferinde Resûlülloh (A.S.) Efendimiz
İle birlikte bulunuyorduk. Yanımızda su az kalmıştı. Bunun üzerine Re-sûlüilah
(A.S.), «Yanınızda arta kalan sudan ne varsa getirin» diye buyurdu. İçinde
azıcık su kalan bir kap getirdiler. Peygamber (A.S.) Efendimiz elini o kaba
soktuktan sonra şöyle dedi: «Haydi, Allah'tan sunulan mübarek, bereketli ve
temizleyici suya geliniz!» Bu sırada O'nun parmaklarının arasından suyun
kaynadığını gözlerimle gördüm. Aynı zamanda Peygamberimiz (A.S.) yemek yerken
yediği gıda maddesinin tesbîh ettiğini Allah'a yemin ederim ki kulaklarımla
işittim.» [83]
«Şüphesiz ki Mekke'de
bir taş vardır ki, peygamber olarak gönderildiğim (ilk yıllar)da geceleri bana
selâm verirdi. Ben şimdi o taşı biliyorum ve tanıyorum.» [84]
Abdullah b. Ömer
(R.A.) diyor ki -.
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, Mescid'de bir hurma kütüğüne dayanarak hutbe okurdu. Kendisine minber
yapılınca, cuma günü minbere yönelince, hurma kütüğü inlemeğe başladı.
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz dönüp eliyle onu okşadı da iniltisi kesiliverdi.» [85]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz Mescid-i Aksa'ya gece yolculuğu yaptığı gün, makam ile zemzem kuyusu
arasında bulunuyordu. Cebrail sağında, Mikâil solunda oldukları halde yedi kat
göklere doğru yükseldiler.
Dönüşünde şöyle
buyurdu : «En yüksek göklerde birçok tesbîh sesleri duydum. Yüksek gökler, o
heybet sahibinden, onun yüceliğinden korkarak tesbîh ediyorlardı, «en yüce olan
(Rabbımızı) teşbih ederiz» diyorlardı.» [86]
Ebû Zer (R.A.)
anlatıyor:
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz eline birkaç çakıl taşı almış bulunuyordu, Bai arılarının vızıltısını
andıran bir sesle tesbîh ettikleri duyuluyordu.» [87]
İbn Ömer (R.A.) diyor
ki:
«Resûlüllah A.S.)
Efendimiz, kurbağa öldürmeyi yasakladı ve şöyle buyurdu: «Doğrusu onun
vakırdısı teşbihtir.» [88]
«Şüphesiz ki Nuh
(A.S.) ölmek üzere iken iki oğlunu çağırıp onlara şöyle dedi: «Size iki şeyi
yapmanızı, İki şeyden de kaçınmanızı vasiyet ediyorum: Lâilâhe illallah ile
emrediyorum. Çünkü gökler, yer ve bu ikisi arasında bulunan her şey terazinin
bir kefesine, Lâ ilahe illallah da diğer kefesine konulsa, elbette Lâ ilahe
illallah ağır gelir. Eğer gökler ve yer bir halka olsa, Lâ ilahe illallah da
onun üzerine konulsa, mutlaka onu bölüp birbirinden ayırırdı. Ve size
«Sübhanellahi ve bi-hamdihi» demenizi de emrediyorum. Çünkü bu, varlık âleminde
her şeyin teşbihidir ve her şey bu sebeple rızıklanır.» [89]
«İŞte bunlar Rab bin sana vartyettiği
hikmetlerdendir.»
Toplum düzenine
yönelik oniki emir açıklandıktan sonra, bunların o yegâne terbiyeci,
yetiştirici, geliştirip kemâle erdirici Rabbın vahyettiği hikmetler olduğu
belirtiliyor.
Hikmet çok yönlü bir
kelimedir. Burada daha çok şu mâna kasdedil-miştir: Hakkın, uyum ve dengenin;
düzen ve bağlı bulunduğu şeylerin ilim ve akla uygun şekilde gerçekleşip yerini
bulmasıdır.
İlâhî hikmet denilince
de, eşyayı yeterince bilip her şeyi en sağlam, en uygun ve uyumlu düzeye
getirerek amacına yönelik kılmak ve her şeyi lâyık olduğu hizmete yöneltmek
akla gelir.
İnsana nisbet edilen
hikmet ise, eşyanın yaratılış gayesini bilmek, faydalı ve zararlı yanlarını
anlamak ve Allah'ın verdiği nimetleri yerince harcamak, günlük hayatı
Kur'ân'ın ışığı altında düzenlemek mânasına yorumlanabilir.
Hikmet ile hüküm
arasında «umum, husus min vecih» kaidesi vardır. Şöyle ki: Her hikmet aynı
zamanda hükümdür de.. Ama her hüküm hikmet değildir.
İşte aile ve toplumu
dengeli, düzenli, huzurlu, güvenli düzeyde tutan, kardeşlik ve sosyal adalet
ilkeleriyle toplumu ahenkli biçimde biraraya getirip bütünleştiren hikmetleri
içeren on iki ilâhî emir, hemen hemen bütün hak dinlerde az farkla da olsa yer
almış; hattâ insan kafasının ürünü olan bazı yasalarda bile onlara kısmen yer
verilmiştir. Öyle ki hak dinlerin insanlığa yansıttığı bu emirlerin gereği
hiçbir devirde bütünüyle kaldırılmamıştır.
Birtakım değişmelere
ve orijinal nüshalarının kaybolmasına rağmen mevcut Tevrat ve İnoil'de bu
emirlerin önemli bir kısmına rastlamak mümkündür. [90]
Her şey bir amaca
yönelik olarak bulunduğu ortamda dengeyi sağla-yaçak özellikte; her düzen de
mutlak bir plân içinde yaratılmıştır. Şu kâinatta boş ve anlamsız hiçbir şey
var kılınmamıştır. Bunun aksini iddia etmek, kâinattaki mutlak düzeni görmemek
ve anlamamak demektir. Zira Cenâb-ı-Hak mutlak hikmet sahibidir, yani Onun
doksan dokuz isminden biri de el-Hakîm'dir.
O bakımdan
canlı-cansız her türlü varlığa ilim ve iman acısından baktığımız zaman, ilâhî
kudret ve hikmet damgasını görebilmekteyiz.
Buna en yakınımızdan
misal verecek olursak, insanın çabuk intibakını gösterebiliriz. Nitekim yüksek
rakımlara insan ancak kan dolaşımı, solunum, iskelet ve kas mekanizmalarının
süratle değişmesiyle uyum sağlayabilmektedir. Bu değişmeyi sağlayan gizli ptân
veya kudret nedir? Yüce Yaratan, vücut sistemini, dünyadaki mevcut şartlara
uyum sağlayabilecek bir ortamdan ve bulunduğu şartlardan çıkıp diğer bir ortam
ve şartlara adım attığında kendini uyum haline getirip gereken . değişiklikleri
oto-matikman yapacak özellikte yaratmıştır.
O bakımdan diyebiliriz
ki, insan kendi damgasını muhite vururken, muhit de kendi damgasını ona
vurmakta ve kjsa bir zaman içinde uyum, intibak sağlanmaktadır.
O halde her işi
hikmetle vücut bulan Cenâb-ı Hak ile beraber başka jlâhlar edinmek, sağduyunun,
gelişmiş aklın, sağlam idrâkin yolu ve ürünü olamaz. Çünkü birden fazla ilâhın
uyum ve ahenk içinde bir kâinat yaratıp idare etmeleri düşünülemez. Tıpkı bir
ülkede birden fazla hükümdarın bulunamıyacağı gibi..
Eşyada O'nun kudret ve
hikmet damgasını görmeyenlerin kıyamet gününde kınanacağı ve kendilerine
verilen bunca yetenekleri yerinde kullanmadıklarından dolayı sorumlu
tutulacakları da ilâhî hikmet ve adaletin bir gereğidir. Dünyada kendini
hikmetin gerektirdiği düzen ve dengeye eriş-tirmeyenlerin âhirette düzen ve
denge yüzü göremiyecekleri kesindir. Çünkü düzensiz, amaçsız ve gayesiz bir
hayat, düzensiz bir sonuç doğurur ve onun cezası da o nisbette ağır olur. [91]
«Rabbıntr sizi oğullarla
seçkin (eştirdi de kendisi meleklerden dişiler (kızlar) mı edindi?! Doğrusu siz
çok büyük (çok ağır) bir söz söylüyorsunuz.»
Üremek, sonradan
yaratılanlarla ilgili bir kanundur ki, buna «nesli de-vam ettirme kanunu» da
diyebiliriz. Diğer canlıları bir yana bırakırsak bu, insanoğlu yeryüzüne ayak
bastığı andan itibaren belli bir programa göre yürütülmektedir. Mevcut plân ve
programı üreyenler değil, üretme kanununu koyan Yüce Kudret hazırlamıştır.
Melekleri Allah'ın
kızları sayarsak, Allah'ın belli bir üreme kanununa bağlı bulunduğunu veya
tutulduğunu kabul etmemiz gerekir. Sonra da o üreme kanununun da Allah'ın
değil, daha yüce bir kudretin iradesiyle olduğunu kabul etmemize lüzum hasıl
olur. O takdirde ise, Allah, mutlak kudret sahibi olma vasfını kaybedip
yaratıcı iken yaratılmış durumuna düşer. Böylece Allah hakkında mutlak
uluhiyete yakışan ve has olan hiçbir vasıf kalmaz. Cok tanrı inancı başlar ve
fasit bir daire içinde dönülüp dolaşılır, olumlu hiçbir sonuca varmak mümkün
olmaz.
Onun için Kur'ân-r
Kerîm'de bu, selîm akıl, sağlam mantık ve keskin idrâk dışı inanç, ölçü ve
hikmet dışı büyük bir söz olarak vasıflandırılıyor. Tek ilâh inancı üzerinde
çok ciddi durmamız ve araştırma yapmamız ilham ediliyor.
«And olsun ki, ortaya
pek kötü bir şey (inanç) attınız. O Rahmân'a evlât isnat etmelerinden dolayı
neredeyse gökler darmadağın olacak, yer yarılacak, dağlar yerinden oynayıp
göçecek!..» mealindeki Meryem Sûresi 90.
âyetle bu husus ne
güzel açıklanmaktadır. [92]
«Şanıma and olsun ki,
biz bu Kur'ân'da (sözü edilen hususları) iyice düşünüp öğüt alsınlar diye bir
bir açıklayıp tekrarladık.»
İlgili âyetin ışığında
konumuzu aydınlatır mahiyette
Kur'ân'ın akla ve sağduyuya
seslenişinden birkaç örnek sıralıyoruz :
— Kur'ân, hakkı, doğruyu ve gerçeği bütün
parlaklık ve berraklığıyla sergiler. Koyduğu temel bilgi ve ana fikirlerle
hakikati araştırıp bulmamızı kolaylaştırır. Daha doğrusu bize bu konuda hareket
noktasını belirler.
— Hakkı isbat edip onun temel gücünü ortaya
koyarken, bâtılı bütün çürüklüğü ve cılızlığı ile getirip önümüze serer ve
böylece rahat mukayese yapabilmemize imkân sağlar.
— Sadece insan aklına hitapla yetinmez; onun
vicdan ve idrâkini harekete geçirmeyi, duygu ve düşüncesini kamçılamayı
plânlar. Bunun için de ümitle korku halkalarını birleştirip bir bütünlük
meydana getirir ve insan düşünae ve duygusunu bu iki kavram arasında
yönlendirir.
— Taşıdığı her hükmü, koyduğu her ana fikri,
naklettiği her tarihî olayı, Tevhîd İnancı'nın katıksız mayasıyla yoğurur;
ahlâk ve fazilet iksiriyle şekillendirir ve âh i ret korkusuyla değerlendirir.
Böylece tarihî olaydan ve ortada kalan kalıntılardan ne gibi ders ve ibret
alınması gereğini en uygun şekilde öğütler.
— Münasebet düştükçe hafizalardaki izi
derinleştirmek, idrâki uyanık, tutmak; aynı zamanda yine düşünceleri
berraklaştırmak, duyguları yönlendirmek için de bazı önemli olayları ve
gelecekle ilgili haberleri yer yer tekrarlar. Bununla beraber her tekrarı ayrı
bir hüküm, değişik bir öğüt ve başka bir ibret yansıtır.
— İnkârı imân derecesine çıkaranlar ise,
Kur'ân'ı dinledikçe veya ondan söz edildikçe kin ye nefretleri artar. Çünkü
öyleleri, akıllarını nefislerinin ve duygularının emrine vermişlerdir. Böylece
kalplerinin gözü körelmiş, ruhlarının cilâsı matlaşmıştır. Artık, bu durumda
ondaki hikmetleri ve hakikatleri görmeleri ve anlamaları pek düşünülemez. Zira
beşer ruhunun tek gıdası, Allah sözüdür. Kalplere şifa ve yatışkanlık veren tek
iksir odur. Kendini bu ilâhî gıdadan mahrum edenler, sadece kendilerine ve
peşlerine takılanlara çok yazık etmişlerdir. [93]
«De ki: E9e>'
Onunla beraber -dedikleri gibi- başka ilâhlar olsaydı, elbette onlar Arş'ın
sahibine bir yol ararlardı.»
Müşriklerin iddia
ettikleri gibi, Allah'tan başka ilâhlar da bulunsaydı, durum ne olurdu? Bunun
cevabını şöyle maddeleştirebiliriz:
a) İlâhlardan her birinin bir kudrete sahip
olması gerekir. Çünkü kudretli olmayan ilâh olamaz. O takdirde her ilâh kendi
kudretiyle tasarruf ederdi... Böyle bir durumda ise, ya her biri ayrı bir
kâinat yaratıp vücuda getirir ve biri diğerine hasım ve rakip olurdu. Diğer bir
İhtimalle, aynı kâinat üzerinde her biri kendine bir sınır belirlemeğe
heveslenirdi. Bu durumda bugünkü mevcut düzen olmazdı.. Mademki kurulan düzen
bozulmadan devam etmektedir, o halde tek bir ilâh vardır, o da Allah'tır.
b) Diğer ilâhlar, o yüce Arş sahibine erişmek
için bir yol ararlar; ya onun saltanatına son vermek, ya da ona uymak
isterlerdi. Uymaları düşünülemez, çünkü ilâhlık vasfını taşıdıklarına göre,
her birinin kendine has bir üstünlük ve saltanatının olması gerekir.
Kâinattaki ilâhî
saltanat bütün görkemliğiyle ve dengesiyle şaşmadan, değişmeden, bozulmadan
süregeldiğine göre, varsayalım ki, diğer ilâhlar ister istemez ona uymak,
emrine baş eğmek zorunda kalmışlardır. Böyle bir durumda, Arş'ın Sahibine
uyanların ilâh olmaları düşünülemez.
O halde mülkünde
ortaksız, saltanatında eşsiz, kudretinde bağımsız, tasarrufunda rakipsiz,
uygulamasında denksiz ve emsalsiz olan âlemlerin yegâne Rabbına tapmak, ara
yere canlı, cansız cisimleri, ay ve yıldızları sokmadan yalnız O'na yönelmek
selîm aklın, sağduyunun, kâmil idrâkin gereği değil midir?
Bunun için Cenâb-ı Hak
43. âyetle bu konuyu şöyle noktalıyor: «Münezzeh ve çok yüce olan Allah,
onların dediklerinden hem çok yüce, hem; de çok büyüktür..» [94]
«Yedi gök, yer ve
bunlarda bulimanlar O'nu tesbîh ve tenzih ederler. Zaten hiçbir şey yoktur ki,
O'nu hamd ile tesbîh etmesin. Ne var ki, siz onların teşbihlerini anlayamıyorsunuz.»
Bölünemiyeoeği sanılan
en küçük parçanın, yani atomun bölünüp parçalanmasıyla, âyetin taşıdığı mâna
bir bakıma daha iyi anlaşılmış oluyor. Şöyle ki: Tesbîh kelimesi, « s a b h »
kökünden çokluk ifade eden bir mas-dardır. Kök mana olarak sözlükte : Havada,
ya da suda çok seri geçiş anlamına gelir. Fezada kendi yörüngesinde süratle
hareket edip dönen güneş sistemi ve diğer sistemler hakkında da bu kökten
türetilen fiiller kullanılmaktadır. Yasın sûresi 40. ve Enbiyâ sûresi 33.
âyetlerde aynen şöyle belirtilmektedir:
«Ne Güneş'in Ay'a
yetişmesi uygun (bir kanun)dur, ne de gece gündüzün önüne geçebilir. Her biri
ayrı bir yörüngede yüzerler (hareketlerini sürdürürler).»
«Gece ve gündüzü;
Güneş ile Ay'ı yaratan O'dur. Her biri bir yörüngede yüzüp gitmektedir.»
Her iki âyette de
Güneş ile Ay'ın kendi yörüngelerinde hareketlerini sürdürmeleri «yesbahun»
fiiliyle ifade edilmektedir ki bu, «sabh» kökünden türetilmiştir.
Atın süratle geçmesi
de bu fiille anlatılır. Bir işte sürat gösteren kimsenin o hali de bu fiille
belirtilir.
Allah'ı tesbîh : Sözü
edilen kök mana doğrultusundaki bir anlatımla, ibâdet ve dualarımızda düşünce
ve duygumuzu arındırıp çok seri bir seyirle O'nu her türlü noksanlıktan,
beşerî sıfatlardan tenzih etmek, övgüyle ismini anmaktır.
Bilindiği gibi, varlık
âleminde melekler her an zikir ve tesbîh halindedirler. Geriye kalan diğer
varlıklar hem ilâhî kudret ve hikmet damgasını taşıdıkları için, hem de her
biri kendi yapısında sayısı belirsiz atomları taşıdığı için her an Hakk'ı
tesbîh etmekteler. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, atom çekirdeği etrafında baş
döndürücü brr hızla hareket eden elektronlar da bu hareketleriyle Hakk'ın
sonsuz kudretine baş eğmekteler ve O'nu an-maktalar.
O halde kâinat, yani
varlık âlemi bütünüyle hareket halindedir. Bunun istisnası yoktur. Öyle değil
midir? Elektronlar çekirdek etrafında ilâhî sünnete uyarak hem kâinatın en
küçük modelini oluşturmakta, hem de müstesna bir hareket ve kentline has bir
ahenk ve musiki sergilemektedirler. Bu Allah'ın yegâne yaratıcı olan üstün
kudretini, O'nun eşsizliğini terennüm etmiyor mu?
İşte Kur'ân insan
aklına ışık tutmak, ilim adamına temel bilgi vermek, diğer bir tabirle hareket
noktasını befirlerjıek için «Hiçbir şey yoktur ki O'nu hamd ile tesbîh
etmesin..» buyuruyor. Ne var ki, insanların çoğu eşyanın teşbihini
anlamamaktadırlar.
Âyette bir diğer
incelik daha vardır, o da, «hamd» kelimesidir. Cenâb-ı Hakk'ın buyruğuna baş
eğip O'nun emrine uyan her şey, taşıdığı ilâhî sanatın eşsizliğiyle O'nu
övmekte ve bu övgü ile onu tesbîh etmektedir. Demek oluyor ki, canlı-cansız
her şey Allah'ın eşsiz sanatını yansıtmakta ve estetik hayranlarına seslenmektedir.
Zira estetik duygusu, en medenî insanlarda olduğu gibi, en ilkel insanlarda da
vardır. Yeter ki insan bu duygudan kaynaklanan hayranlığını ona yön veren
Kudretin yüceliğine çevirmiş olsun.
Her şeyin Hakk'ı
tesbîh etmesinin yorumlarından biri budur. O bakımdan diyebiliriz ki, kâinatta
güneş sistemi dahil, diğer bütün sistemlerin. mikro modelini atoma yerleştiren
o sonsuz kudreti inkâr, güneşin varlığını inkâr etmek kadar şaşırtıcı ve hayret
uyandırıcıdır.
Bu gerçeği bilimsel
yoldan kavrayan ünlü fizik âlimi Einstein diyor ki: «Benim tanrı görüşüm,
anlaşılmayan evrende kendini gösteren üstün bir düşünüş kudretinin
mevcudiyetine kuvvetle ve heyecanla inanmaktır.» [95]
Şüphesiz ki bu itiraf,
Allah hakkında köklü ve detaylı bilgisi olmayan büyük bir ilim adamının
bilimsel araştırmasıyla vardığı olumlu bir sonuçtur. O bununla, kâinatı idare
eden çok yüksek ve sınırsız bir zekânın varlığını kabul etmektedir. İlmin ve
âlimin haysiyetine yakışan da, bu gerçeği bulup çıkarmak ve sonra da itiraf
etmektir. [96]
«Şüphesiz ki O,
Halîm'dir (şefkatlidir, merhametlidir, lütuf ile muamele edendir) ve çok
bağışlayandır.»
Kur'ân fezaya
serpiştirilmiş sistemlerin hareket halinde olduğunu belirttikten ve atom
çekirdeği etrafında akıl almaz bir hızla dönen elektronlara işaret ettikten
sonra, insan bilgisinin sınırlı olduğuna geçiyor ve Al-lah'm iki sıfatını
anarak konuyu noktalıyor.
Ama neden ilmin çok
önemli kabul ettiği bir konuya dikkat çekilirken bu iki sıfata yer verildi? Bu
soruyu cevaplamak için önce sözü edilen sıfatlardan «Ha!îm»in manasını
açıklamamız .kâfi gelecektir. Şöyle ki:
Halîm : «Hilm»
kökünden gelen bir sıfattır. Sözlükte, nefis ve duyguları heyecan, telaş, öfke
ve acelecilikten alıkoyup frenlemektir. Bu tanımlamaya göre, «hilm», aklın
araçlarından biri sayılır.
Ayrıca bir şeyi
başıboşluktan kurtarıp idare etmek, yararsız durumdan kurtarıp yararlı düzeye
getirmek anlamına a'a geiir. «Hallemtü fülâ-nen» .denilince, «Yanlış hareket
etmek üzere bulunan bir kimseyi sakinleştirip temkinli hareket etmeğe
yönelttims.anlaşılır ve buna misal teşkil eder.
O halde Allah'ın Halîm
sıfatı bu makamda bize, kâinatın en büyük parçalarının da, en küçük atomların
ve taşıdığı mikro sistemlerin de kendi haline terkedilmiş olmadığını
öğretmektedir. Aksi halde birh diğerinin yörünge sınırına kayar ve düzen diye
bir şey olmazdı. Allah hilm tecel-lisiyle onları sünnetullaha bağlayarak belli
kanunlarla idare etmektedir.
Ayrıca insanların çoğu
bu gerçeği bilmediğinden inkâr içinde yüzmek-teler. Ama Halîm sıfatının bir
tezahürü olarak, Allah oniarı kahretmemek-te, ömürlerinin son dönemlerine kadar
onlara mühlet vermektedir. Çünkü O çok bağışlayandır. [97]
Yukarıdaki âyetlerle,
Tevhîd İnancı'nın önemi üzerinde duruldu. Mü'-minlerin bu doğrultuda nelere
dikkat etmeleri gerektiğine atıflar yapıldı. Sonra da insan aklını harekete
geçirmek ve düşünce ufkunu genişletmek için kâinatta her şeyin Allah'ı tesbîh
ettiği belirtilerek, hareket halinde olmayan hiçbir şeyin bulunmadığı
anlatıldı ve hiçbir hareketin ölçüsüz, hesapsız ve gelişigüzel olmadığı
hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
kâinattaki bu mükemmel ve düzenli hareketi ve o hareketi idare eden yüce
kudretin eserlerini göremiyen inkarcıların okunan Kur'ân'ı anlamalarının söz
konusu olmadığı; kalplerinin üzerine gerilen kesif perdeyi kaldırmadıkları
sürece, o feyizden nasip alamıyacakları açıklanıyor. Böylece inkâr ve madde
vadisinde şartlanan ve hakka karşı gelmeyi önyargı halinde zevkli bir görev
sayanların doğru yolu görüp bulmalarının çok uzak olduğu, anlamlı bir
anlatımla mü'minlere bildiriliyor.
Bununla beraber tebliğ
ve irşat görevini sürdürmenin gerekli olduğu ilham edilerek, doğru yolu görüp
onu tercih edenlerin kendi lehlerine, et-miyenlerin kendi aleyhlerine bir sonuç
hazırladıkları dolaylı şekilde anlatılıyor. [98]
45— Kur'ân'ı okuduğun zaman, seninle Âhîret'e
inanmayanlar arasına görünmez bir perde yerleştiririz.
46— Kalpleri üzerine O'nu anlamalarına engel
kılıflar geçiririz (perdeler örteriz); kulaklarına da bir ağırlık koyarız.
Kur'ân'da Rabbinin birliğini andığın zaman nefretle arkalarını dönüp giderler.
47— Seni dinledikleri zaman neye nasıl kulak
verdiklerini ve o gizli toplanıp fisıldaşarak zâlimlerin, «siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz»
dediklerini çok iyi biliyoruz.
48— Dikkat
et, sana nasıl da misâller verdiler de bu yüzden sapıttılar; artık bir yol da
bulamıyacaklar.
Hz. Esma binti Ebû
Bekir (R.A.) anlatıyor:
«Tebbet yedâ... sûresi
inince, Ebû Leheb'in karısı Avrâ' Ümmu Cemil elinde bir taş, dilinde hezeyan
olduğu halde Hz, Muhammed'i (A.S.) arıyordu, O sırada Peygamber (A.S.), Ebû
Bekir (R.A.) ile beraber oturuyorlardı. Derken Ümmu Cemil çıkageldi. Ebû Bekir
(R.A.) hayli endişelendi ve ; «Ya Resûlellah! Bize doğru geliyor. Sizi burada
görmesinden endişeliyim» deyince, Peygamber (A.S.} Efendimiz ona : «Endişe etme
ya Ebâ Bekir! Şüphen olmasın ki, o beni göremez» buyurdu, Çok sürmedi ki Ümmu
Cemil geldi, hayli öfkeliydi. Peygamber'! (A.S.) oralarda aradı, sağa sola bakındı,
ama göremedi ve ayrılıp gitti. Oysa Peygamber (A.S.) acık ortada oturuyordu.» [99] O
sebeple yukarıdaki âyetler indi.
Lübabu't-te'vîl
müellifi Alâeddin Ali'ye göre : Kadın ayrılıp gittikten sonra Ebû Bekir (R.A.)
bunun hikmetini sordu. Efendimiz (A.S.) şu cevabı verdi: «Benimle onun arasına
bir melek perde olup durdu.» [100]
Bir başka rivayet:
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz Kur'ân okumaya başlayınca, azılı kâfirlerden iki kişi sağ tarafına,
iki kişi de sol tarafına geçip O'nu şaşırtmak için şiir okurlar ve böyleoe Kur'ân'ın
etrafta duyulmasına engel olurlardı. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [101]
Diğer bir rivayet:
Bir gece Ebû Süfyan,
Ebû Cehî ve Ahnes b. Şerîk, Peygamber (A.S.) Efendimizi kendi evinde namaz
kılıp Kur'ân okurken dinlemek üzere birbirlerinden haberleri bulunmadığı halde
dışarı çıktılar. Karanlıkta her biri münasip bir yere gizlenip okunan Kur'ân'ı
dinlemeye koyuldular. Derken fecir doğmaya başladı ve onlar da kimseler
kendilerini görmeden bulundukları yerlerinden kalkıp usulca evlerine dönmeye
başladılar. Ne var ki yolda karşılaştılar ve birbirlerini kınamaktan
kendilerini alamadılar. Sonra da «Bir daha buralara gelip Muhammed'i dinlemeğe
özenmiyelim. Bir aksilik olur da ayak takımı bizleri görürlerse, Muhammed'e
karşı ilgi duymaya başlarlar ve böylece O'na yardımda bulunmuş oluruz» şeklinde
söz-leşerek oradan uzaklaştılar. Ama ikinci gece yine dayanamadılar, gizlice
gelip dinlediler. Fecir doğunca evlerine dönerlerken birbirlerini gördüler.
Biri diğerini kınadı ve bir gece önce olduğu gibi bir daha gelip
dinlemiye-ceklerine dair andlaştılar ve ayrıldılar. Üçüncü gece yine
dayanamadılar ve gizlice gelip dinlediler. Fecir doğunca evlerine dönerlerken
birbirlerini yine gördüler. Bu defa aynt hatayı tekrarlamamaya dair yemin
ettiler.
Sabahleyin Ahnes b.
Şerîk bastonunu alıp Ebû Süfyan'a gitti ve : «Ya Ebâ Süryani Muhammed'den
işittiklerin hakkında fikrin nedir, öğrenebilir miyim» diye sordu. O da :
«Vallahi ondan çok şeyler duydum, kimini anladım, kimini anlayamadım» diye
cevap verdi. Ahnes de: «Vallahi ben de senin gibi..» dedi. Sonra kalkıp Ebû
Cehl'e uğradı. Aynı şeyi ondan sordu. Ebû Cehl şunları söyledi: «Bizimle
Abdülmenaf oğulları, şeref hususunda yarıştık; onlar da bunu arzufadı, biz de
arzuladık. Onlar bu şerefi taşımak istediler, biz de taşımak istedik. Onlar bu
uğurda bir şeyler verdiler, bizler de verdik. Derken bu konuda atbaşı gittik.
Şimdi ise, onlardan biri çıktı, gökten vahiy aldığını söylüyor. Burxi ne zaman
biz erişebiliriz? Onun için hiçbir zaman Muhammed'e inanmayacağız ve O'nu tasdik
etmiyeceğiz.».
İşte ilgili âyetlerle,
böylesine kalpleri ilâhî hidâyete karşı örtülü tutulan, kulaklarına ağırlık
konan idraksiz müşriklerin durumu açıklanıyor. Birkaç günlük sahte gurur,
avutucu şerefin insanları nasıl kör ve sağır ettiğine parmak basılarak dünya
hayatını çok iyi anlamamız ve hikmetini kavramamız isteniliyor. [102]
«Ko'P'eri üzerine,
O'nu anlamalarına engel kılıflar geçiririz (perdeler örteriz); kulaklarına da
bir ağırlık koyarız.»
Şartlanmışlıkfa
birleşip bütünleşen inkâr ve inat kulaklara ağırlık verir; imân ve irfanla
ilgili sözler bu durumda olanların sadece nefret ve küfrünü artırır. Maddeyi
tek amaç seçtikleri için de kalpleri köreljr de kutsal değerlerin ışığını
görmez olurlar. Artık haktan yana hiçbir söz öylelerine tesir etmez. Zira
zıtiarın aynı kalpte ve kafada birleşmesi çok zor, hattâ birçok konularda
imkânsızdır. Hele o zıtlar bir de hak ile bâtıl, doğru ile eğri olursa..
Bu düzeyde
basiretsizliğin bir ucu da, sünnetullahı anlamamaya, beşer için çizilen hayat
plânını bilmemeye dayanır. Çünkü gerçekten sünne-tullahın değişmeyen ölçüleri
ve kıstasları vardır. Onlardan biri de, olaylar karşısında duygudan sıyrılmak,
kin ve nefreti bir tarafa itmek, indî değerlendirmeyle yetinmemektir.
Sünnetullah hemen her konuda aklın, idrâkin, sağduyunun ve gerçek belgelerin
ortaya konulmasını ister. Hilkat kanunu, ruhun uyum sağlayacağı, vicdanın huzur
duyacağı şart ve ortamı beraberinde getirir. Bu iki ölçüden sapma ve saptırma,
insanı bâtılın boğucu havasına sürükler. O bakımdan gören gözler göremez olur;
işiten kulaklar ağırlaşır ve anlama yeteneğinde olan kalpler anlayamaz olur.
İlgili âyetle,
«Kalplerinin üzerine kılıflar geçiririz; kulaklarına da ağırlık koyarız»
mealindeki açıklama bu manaya işarettir. [103]
«Kur'ân'da Rabbının
birliğini andığın zaman nefretle arkalarını dönüp giderler.»
Allah'ın birliğine
imân : Güzel ahiâk ve sağlam itikat birliğini; eğitim ve öğretimin sağlam
temelini oluşturur. Nefisten kaynaklanan şehvet, ihtiras, kin, düşmanlık ve
benzeri kötü eğilimlerin iyiliğe dönüşmesini yani meşru sınırlar içine
alınmasını sağlar. Sınırsız hürriyet arzusunu frenleyip onu yararlı düzeye
getirir. İnsan haklarını insan ruhuna ezelde yerleştirilen din ve Allah
duygusuna uygun biçimde korur.
Allah'ı inkâr ise,
bunların hiç birine iltifat etmez. Zira küfür dinî ahlâka değer vermez.
Sorumluluk duygusuna kapı açmaz. Kişisel çıkarı ön plâna alır. İnsan haklarını
korumayı sınıf kavgasına yol açacak şekilde hedefinden saptırır.
O bakımdan Allah'ın
varlığından ve birliğinden söz eden hiçbir mürşide kulak vermez; ortaya
konulan hiçbir belgeyi kabul etmez. Nitekim ilgili âyetle konu
değerlendirilirken inkarcının bir bakıma karakter yapısına dikkatler çekiliyor. [104]
«Zâlimlerin, «siz
ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz» dediklerini çok iyi biliyoruz.»
Câhil müşrikler,
mu'cizeyle sihri, nübüvvetle büyüyü birbirine karıştırıp yalan ve iftira çarkını
durmadan döndürüyor, zihinleri bulandırmaya çalışıyorlardı. Oysa Peygamberin
(A.S.) getirdiği hakikatlerin büyü ve sihir ile yakından, uzaktan hiçbir
ilgisi, benzerliği yoktur. Aynı zamanda kendisi de büyülenmiş veya aklî dengesi
bozulmuş bir kişi değildi. Tebliğ ettiği ilâhî beyânlar, dehanın en yüksek
noktasında bulunan bir âlimin ortaya ko-yamıyacağı, akademik bir çalışmanın
benzeri bir sistem getiremiyeceği kadar mükemmel ve kusursuzdur. O bakımdan
Hz. Muhammed'e (A.S.) yakışan en uygun sıfat, Allah'ın lâyık gördüğü «nebî» ve
«resul» sıfatlarıdır.
Büyünün ana çizgileri
:
a) Şeytan ve cin gibi, gizli güçlerin
aracılığına başvurulur.
b) Belli bir kişiyi, belli bir'konuda tesir
altına almayı, duygu ve düşünceleri kötü bir sonuca yönlendirmeyi amaçlar.
c) Parçanın üstündeki tesirin bütünü üstündeki
tesirle aynı olduğunu iddia eder. O bakımdan büyücü, büyülemek istediği
kimsenin ya sacından bir iki kıl koparılmasını veya tırnağından bir parça elde
edilmesini ister.
d) Elde edilen bu iki parçadan biri üzerinde
birtakım afsunlar okuyup sabuna veya demir parçasına bağlar. Erimeyen bir madde
ise, ateşe atılmasını ve öylece tesirinin sonucunun beklenmesini telkin eder.
e) Büyünün yüksek ahlâk, ilim, irfan, fazîlet,
aile düzeni, kamu yararı, sosyal adalet, âhiret, hesap ve ceza ile hiçbir
ilgisi yoktur. Tamamen iptidaî bir buluş ve yöntemdir. Gerçeğe yakın olan
hiçbir yanı yoktur. Sadece büyücünün, büyülemek istediği kimse üzerinde ruhsal
bir etki doğurması söz konusudur. Zira bazı kişilerin bazı hususlarda ruhî bir
tezahürde bulunup düşünce ve duygu üzerinde birtakım tesirler meydana
getirebileceği bilinmektedir. Böyle bir tesir kişiyi ne bilgili, ne âlim, ne
peygamber, ne de veli yapabilir.
Peygamberliğe gelince:
O bütünüyle ilme, yüksek ahlâka, sosyal düzene, manevî değerlere, uhrevî
gerçeklere yönelik kutsal bir görevdir ve tamamıyla ilâhî vahyin eseridir.
Amacı ise, mutlu, huzurlu ve düzenli bir hayatı gerçekleştirmek ve onu âhirette
mutlak saadete vesîle kılmaktır. Gücünü, cinden, şeytandan değil, ilâhî
kudretin tecellîsinden alır.
İslâm'ın ilk
yıllarında putperest Arapların büyücülükle yakından ilgileri vardı. O bakımdan
büyücüye, kâhine, yani gaipten haber verene rağbet edilir ve her yerde onlar
aziz tutulurdu.
Araplarda daha çok
tütsüleme, tılsım yapma, üfleme, yıldızlara bakıp gelecekten haber verme; yatay
ve dikey olarak içindeki sayılar toplandığında aynı rakamı bulan kareler çizme
revaçta idi.
İslâm Dini, getirdiği
ilâhî hakikatlerle bunların hepsini haram kılıp kökünden yasaklamış ve
inananları o gibi hurafelerden kurtarmıştır.
Günümüzde bazı
kimselerin hâlâ büyücülere rağbet etmeleri, yazı bile yazmasını dosdoğru
bilmeyen cahil muskacıların eşiklerini aşındırmaları; gaipten yalan, yanlış
haber veren kâhinlere inanmaları çok düşündürücüdür. Zira toplumun sadece ilim
ve teknikte ilerlemesi, ekonomik yönden güçlenmesi yeterli değildir. Bunlara
paralel olarak ciddi şekilde dinî eğitime ve öğretime ihtiyaç vardır. Sözünü
ettiğimiz kimselerin çoğu günün gelişen ilim ve tekniğinden yararlanmakta ve
medeniyetin birçok nimetlerinden istifade etmektedirler. Ancak Kur'ân
kültürünü almadıkları için hep noksanlık içindedirler. Bu nedenle de, birtakım
hurafelere, bâtıl inançlara rağbet etmektedirler.
Kur'ân-ı Kerîm bu
konuda 48. âyetle cehaletin bu türlüsünü yererken hem mü'minleri, hem de diğer
insanları şu sözlerle uyarıyor:
«Dikkat et, sana nasıl
da misaller verdiler de bu yüzden sapıttılar. Artık onlar bir yol da
bulamıyacaklar.» [105]
Yukarıdaki âyetlerle,
kendini tanımayan, kâinattaki mükemmel düzen ve düzenin bağlı bulunduğu ilâhî
plânı görmeyen inkarcı maddecilerin Kur'ân okununca ona sırt çevirip nefret
duydukları konu edildi. Hz. Muhammed'e (A.S.) «büyülenmiş» diyecek kadar
aklını, mantığını ve idrâkini kaybetmiş müşriklerin hemen her devirde
bulunabileceğine işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
inkarcı müşriklerin öldükten sonra dirilip ikinci hayata kalkmaya inanmadıkları
konu ediliyor. Sonra da Allah'ın bununla ilgili ezelî plânından söz edilerek
insanları hiç yok iken yaratıp vücuda getiren Cenâb-ı Hakk'ın örnek ve modeli
ortada olan insanları öldüklerinden sonra diriltip kaldıracağında şüpheye
mahal olmadığı hatırlatılıyor. [106]
49— Biz
kemik (yığını) ve ufalanıp toz haline geldiğimiz zaman, biz mi yepyeni bir
yaratık olarak dirilip kaldırılacağız? derler.
50-51— De
ki: «İster taş olun, ister demir; isterse gönlünüzde büyüyen başka bir yaratık
olun, (mutlaka diriltilip kaldırılacaksınız).» «Bizi kim diriltebilecek?»
diyecekler. De ki: «Sizi ilk defa yoktan var edip yaratan..» Böylece hemen
arkasından sana başlarını sallayacaklar ve «ne vakit bu?» diyecekler. De ki:
«Yakında ofuvermesi umulur.»
52— O (yüce
kudret sahibi) sizi çağıracağı gün övgüyle koşacaksınız ve (kabirlerinizde ya
da Dünya'da) pek az bir süre kaldığınızı sanacaksınız.
«Lâ ilahe illallah,
ehline kabirlerinde yabancılık yoktur. Şu anda sanki ben Lâ ilahe illallah
ehliyle beraberim de kabirlerinden kalkıyorlar, başları üzerindeki toprağı
silkiyorlar ve Lâ ilahe illallah diyorlar.»
Diğer bir rivayette
ise, hadîsin son kısmında şu cümleye de yer veril*
mistir: «Bizden
üzüntüyü gideren Allah'a hamd olsun, diyorlar.» [107]
«Âdemoğlunun vücudunun
hepsini toprak yiyip bitirir. Ancak kuyruk sokumundaki küçücük (yuvarlak)
kemiği değil. İnsan ondan yaratıldı ve yine ondan oluşup meydana gelecek.» [108]
Açıklama :
Kuyruk sokumunun
ucundaki küçücük biiya şeklindeki kemiğin hilkatin çekirdeği olduğu ve
öldükten, toprak olup belirsiz hale geldikten sonra kıyamet gününde o kemikten
yaratılacağımız belirtiliyor. Bu konuda henüz ilmî bir çalışma yapılmamıştır.
Ancak ilk akla gelen şudur; Sözü edilen kemik yandığı veya bir hayvan
tarafından yenilip belirsiz hale geldiği takdirde durum ne olur? Nitekim
öteden beri bazı gayr-i-müslim ülkelerde ölüler yakılmakta ve insan vücudu bir
avuç küt haline dönüşmektedir. Tabii bu arada adı geçen küçücük kemiğin de
yanıp kül olduğu bir gerçektir. O halde hadîsin asıl yorumu ne olabilir? Burada
kesin bir hüküm verebilmek için zaman çok erkendir. Yukarıda da belirttiğimiz
gibi, bu konuda ilmî hiçbir çalışma yapılmarmştır. Kemiğin özünde yer alan
genler ve maya hatıra gelebilir; ruhanî bir nüve taşıdığı söylenebilir. [109]
İlgili âyetlerle,
imânın temelini oluşturan dört önemli husus üzerinde duruluyor: İlahiyat,
Nübüvvet, Öldükten sonra dirilip kalkmak, Kaza-Kader.
Bir bakıma İslâmiyetin
özeti olan bu dört madde ile selîm akla, gelişmiş viedana, sağ duyuya
sesleniliyor. Zira ilahiyat nübüvvetle ilgilidir. İkinci hayat, nübüvvetin
temel konusudur. Kaza ve kadere inanmak bu üçünün tabii ürünleri ve
tamamlayıcı parçalarıdır, [110]
«Biz kemik (yğmı) ve ufalanıp,
toz haline geldiğimiz zaman, biz mi yepyeni bir yaratık olarak diriltilip
kaldırılacağız?! derler.»
Bilindiği gibi,
vücudumuz kâinatın bir parçasıdır. Özel biçimde organize edilmiştir. Bununla
beraber kâinatın geri kalan bölümlerindeki carî kanunlara tabidir. Çünkü
vücudumuz içinde bulunduğu fizikî muhitle aynı elementlerden oluşmuştur.
Bizi özel şekilde
oluşturup meydana getiren bir kanun ve o kanunun bağlı bulunduğu bir plân
mevcuttur. Şüphesiz bu kanun kendiliğinden meydana gelmemiştir. Her yönüyle
bizi muhite uydurmakta ve belirlenmiş bir programa göre yaşamamıza imkân
vermektedir. «Meselâ gırtlağın ön tarafında bulunan ve salgısını kana veren
kalkanbezi (tiroit), damarlara tiroksin ifraz etmezse ne zekâ, ne iyiyi
kötüden ayırma duygusu, ne güzellik hissi, ne de dinî inanç ve kutsal değerlere
saygı düşüncesi kalır. Vücuttaki kalsiyumun azalıp çoğalması zihnî dengesizliğe
neden otur. Kronik ayyaşlığın tesiriyle de şahsiyette ikilik meydana gelir.» [111]
Bütün bunlar neyi
göstermektedir? Vücudumuzu belli şartlara ve plâna göre organize edip düzen ve
dengede tutan çok mükemmel bir programın varlığını ve o programın
yürütülmesini sağlayan çok yüksek bir kudretin mevcudiyetini isbat etmiyor mu?
Gırtlağın ön tarafındaki kalkanbezi-nin bir an yüklendiği programı yerine
getirmediğini düşünelim, vücut denilen o akıl üstü sistemin birtakım
özelliklerini kaybedeceği ortaya çıkar.
Özetliyecek olursak,
şöyle diyebiliriz: Vücudumuz su ile havadan veya topraktan alınan elemanlardan
oluşmuştur. Fizik ve kimya kanunları dış âlemde olduğu kadar, dokularımızın ve
ruh hallerimizin iç âleminde de câridir.
Gerçek bu olunca, bizi
su ve havadan veya topraktan alınan elemanlarla oluşturup ruhla birleştiren bu
ilâhî kanun, bir gün yine ruhumuzla bedenimizi ayırıp çözer ve her elemanı
geldiği yere çevirir. Çünkü bu da aâri bir kanundur ve her canlı ister-istemez
bu kanuna bağlıdır.
O halde bizi oluşturan
ve sonra yine çözüp eski haline getiren câri bir kanun mevcut olduğuna göre, bu
kanunun, bir gün yine sebepler oluşturulup bir araya getirildiğinde bizi
tekrar eski elemanlardan oluşturup meydana getirmesi mümkün değil midir? Önce
getirdiğini kabul ettiğimize göre, çözdükten ve modeli kurulduktan sonra neden
meydana getireme-sin? Kur'ân bu gerçeğe işaret ediyor ve bu soruyu hemen
cevaplıyor: «De ki: İster taş otun, ister demir; ister gönlünüzde büyüyen başka
bir yaratık olun, (elbette diriltilip kaldırılacaksınız). «Bizi kim
diriltecek?» diyecekler. De ki: «Sizi ilk defa yoktan var edip yaratan..»
Tekrar belirtelim ki,
biz âlemdeki nizama bağlıyız ve tabiiz. Bu nizamı şaşmaz kanunlarıyla yürüten
ilâhî kudret, bütün sebepleri, vasıtaları, illetleri kendinde taşımaktadır ve
bunları belli bir plân ve programa göre yürütmekte, sirast gelince hükmünü
icra etmektedir. [112]
<<De ki: 'ster
tas o!un' ister demir..»
Kur'ân, insanın
yeniden yaratılacağını açıklarken dikkatleri önemli iki konuya çekiyor; böylece
dinin bu alandaki haberini ilmî açıdan değerlendirme sezişini uyandırıyor.
Ölmüş bir bedenin elemanları toprağa düşünce değişerek gübre olmakta, toprağı
verimli kılmakta ve başka canlıları, milyarlarca bakterileri meydana
getirmektedir. Bir yanardağdan çıkan püskürüklerin arasında beden denilen
madde onunla birlikte taşlaşıp fosillesin Madensel bir püskürüğün içine
düşünce onunla birlikte madenlesin
O halde insan ölünce
bedeni neye dönüşürse dönüşsün, önemli değildir. Çünkü yaratan kudretin
koyduğu kanunlar, belli elementleri bir-araya getirip şekillendirir. Çünkü o
kanun her zaman faal durumdadır ve câridir. Bir bedenin ilk hücrelerini
biraraya getirme söz konusu değildir. Hücreleri ve canlılık vasfını oluşturan
elementleri bir araya getirip şekillendirme söz konusudur. Zira ölmeden önce
de canlıdaki hayatın devamının ölen hücrelerin yerine canlı hücrelerin
geçmesiyle sağlandığını bilmekteyiz. Öyle ki, 60, 70 yıl içinde insan vücudu
birkaç defa yenilenmektedir.
Bu yenilenmeyi
bilimsel olarak tesbit etmişlerdir. Öldükten sonra değişime uğrayan ve başka
elementlerle birleşip başka şeyleri meydana getiren hücrelerimizin yerine,
tekrar yaratılacağımız gerçekleşince, yani bu husustaki ilâhî kanun tekrar
harekete geçince, eskiyip değişen hücrelerimiz değil, onların yerine yeni
canlı hücreleri oluşturan elementleri biraraya getirilip biçimlendirilecek.
İlk hücrelerimiz ister taşlaşsın, ister de-mirleşsin, isterse topraklaşsın fark
etmez. İlk defa modelsiz, benzersiz, ör-neksiz yaratıp şekillendiren, aynı
kanunla ikinci defa -örnek ve benzeri mevcut olduğu halde- yaratıp
şekiilendiremez mi? Ancak dünyada bizi oluşturup şekillendirilen kanunun
dünyadaki tecellisiyle, âhiretteki tecellisi farklıdır. Öyle ki, kanun aynı
kudretin kanunudur, tecelli ve tezahürleri arasında nüans söz konusudur. [113]
İlâhî çağrı, bedenleri
oluşturan elementlerin belli programa göre bir-araya gelip biçimlendirme
kanunudur. O kusursuz şekilde hükmünü yürütür. Şöyle ki: «Kün», yani «ol» emri
tecelli edince, sebepler ve bağlı bulundukları kanunlar harekete geçer.
Elementler biraraya getirilir, hücreler oluşur ve beden denilen kalıp meydana
gelir.
O halde «ol» emri
tecelli edince, birdenbire oluşturmaz, daha çok ilâhî kanunlar gereği,
sünnetullah doğrultusunda sebepleri harekete geçirir.. İşte kıyamet koptuktan
sonra ölenlerin yeniden diriltilip kaldırılması tamamıyla ilâhî çağrıya
bağlıdır. Zira hiçbir sebep ve kanun kendi haline bırakılmamıştır. Onları
ezelî plâna göre, yürüten görevli melekler vardır. [114]
{vÜce kudret sâhİbi)
sizi çağıracağı gün övgüyle koşacaksınız ve (kabirlerinizde ya da dünyada) pek
az bir süre kaldığınızı sanacaksınız.»
Kabir âlemi ve ruhlar
hakkında ilgiii âyetle bize bir ip ucu verilmekte ve ilâhî adaletin
şaşmazlığını, sünnetullahın ona göre konulduğunu bildirmektedir.
«(Kabirlerinizde ya da
dünyada) pek az bir süre kaldığınızı sanacaksınız.» mealindeki âyet az değişik
ifadeyle Kur'ân'ın yedi yerinde anılmıştır. Böylece Cenâb-ı Hak âhirete
nisbetle" dünya hayatının çok kısa olduğunu, hem de kabir âleminde bir
bakıma zaman kavramı ortadan kalktığı için çok az bir süre sanılacağım
aydınlatıcı bilgi olarak veriyor.
Bilindiği gibi, zaman
ve mekân kavramları madde alemiyle İlgilidir. Diğer bir tabirle bu iki kavram
da nisbî ve izafîdir. Ruhlar ilâhî kudretin nu-ranî tezahür ve tecellisiyle
yaratıldığı için zaman ve mekân kaydıyla bağlı değillerdir. Ayrıca kabir, yani
berzah âlemine intikal edince, maddeden tamamen sıyrılmakta ve dünyada edindiği
bilginin dışında, dünyayla ilgisi, yine maddesel yönden kesilmektedir.
Berzah alemindeki
nîmet, ya da azabın ruhu meşgul etmesi ne kadar uzun olsa bile, çok az bir
zaman parçasında tezahür eder gibi anlaşılır. Tıpkı güneş sisteminin mikro
modeli olan atom, bir mikro film gibi, büyük küçültülmüş, uzun bir devre çok
kısa bir zaman parçasına sığdırılmış olur. Bunun keyfiyetini tam Kavramak
mümkün olmadığından biz biraz kolay antaşılsın diye mikro modelleri misal
olarak veriyoruz. Çünkü dev bîr sistemi rakama sığmayacak kadar biçimde
küçültüp maddenin en küçük parça-' sıyla modellendiren yüee kudret, şüphesiz ki
milyarlarca yıllan bir günlük veya bir saatlik zamana sığdırmaya kadirdir.
Peygamberimizin (A.S.) Mi'raç'ı da bunun örneklerinden bindir. Milyarlarca
yılda katedilmesi mümkün olmayan Sidretü'l-Münteha'ya çok kısa bir süre içinde
varıp döndüğü kesindir. Birçok olayları rüyada bir anda görmemiz gibi.. Eğer o
geçe maddeyi aşıp mâna âleminde bir süre geciktirilseydi, dünyanın ömründen^
binlerce yıl gelip geçmiş olurdu ve döndüğünde başka bir dünya ile karşılaşırdı.
Zira Cenâb-ı Peygamberin (A.S.) o gece bedeni bütünüyle ruhî yapısına dönüşmüş
ve o bakımdan tamamen ruhlaşmıştı. Bu yönden zaman kavramı bir bakıma ortadan
kalkmış bulunuyordu.
İşte kabir, berzah ve
ruhlar âlemi de böyle. Kıyamet kopunca ruhlar bir veya birkaç saat, ya da gün
eyleştiklerini sanırlar. Böylece milyonlarca yıl önce ölenlerle yeni ölenler
arasında fark katmamakta, bir anda aynı düzeye gelmektedirler. O sebeple biri
çok azap görmüş veya daha çok nî-mete erişmiş, biri daha az azap görmüş veya
nîmete kavuşmuş söz konusu olmaz ve kimsenin de buna itiraz etmesine gerek
kalmaz.
Şunu da unutmayalım
ki, bu az bir süre kalmanın kabirlerde değil de dünyayla ilgili olduğunu
söyleyenler de vardır. Ancak birinci yoruma ağırlık verilmiştir. [115]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'in Mi'rac gecesi az da olsa bir süre içinde seyretmesi, daha çok
madde âlemini asmasıyla ilgilidir. Mâna âleminde artık süre kavramı söz konusu
değildir. Berzah ve ruhlar âlemleri, her bakımdan mâna alemiyle ilgili
olduklarından, bir bakıma zaman kavramıyla bağımlı değillerdir. [116]
Yukarıdaki âyetlerle
âhirette meydana gelecek dirilme, hesap ve ebedî hayata intikale inanmayan
müşriklerin Kur'ân'a nasıl sırt çevirdikleri konu edildi. Sonra da ilâhî
kudretin hilkat kanununu oluşturup harekete geçirmesinde bir zorluğun söz
konusu olamıyacağı üzerinde duruldu.
Aşağıdaki âyetlerle,
gerek beşerî münasebetleri sürdürürken, gerek dinî hakikatleri teblîğ ederken,
sözün en güzelini söylememiz emrediliyor. İnsanların arasına soğukluk sokmak ve
fitne havası estirmek için şeytanın, devamlı sert ve kaba davranmayı
fısıldadığına işaretle, aklı eren kimselerin insanın düşmanı olan şeytana
değil, hakikî dost olan Allah'a uymalarının gereği belirtiliyor.
Sonra da
peygamberlerin hepsinin hürmete lâyık oldukları, ancak ilâhî emirleri teblîğ
ve insanları irşatta, onlardan bir kısmına daha geniş yetki verildiği, o
bakımdan diğerlerinden üstün tutulduğu açıklanarak Allah'ın elçileri hakkında
yanlış bir inanca sahip olmamız önleniyor. [117]
53— Kullarıma de ki: Sözün en güzelini
söylesinler. Çünkü şeytan aralarını bozmaya çalışır. Şüpheniz olmasın ki,
Şeytan insanın açık bir düşmanı olarak bulunuyor.
54— Rabbiniz sizi daha iyi bilir. Dilerse size
merhamet eder, dilerse size azap eder. Biz seni onlara vekil olarak
göndermedik.
55— ve Rabbin göktekileri ve yerde olan kimseleri
daha iyi bilir. And olsun ki, peygamberlerin bir kısmını bir kısmından üstün
kıldık; Davud'a da Zebur'u verdik.
Araplardan yontulmadık
bir adam, Hz. Ömer'e (R.A.) sövüp saydı. Ömer (R.A.) karşılık vermedi. Bunun
üzerine yukarıdaki âyetler indi. [118]
Diğer bir rivayet:
Putperest müşrikler,
Müslümanlara sözlü ve eylemli eziyette bulunuyorlardı. Bunun üzerine
yukarıdaki âyetlerin indiği söylenir. Böylece mü'-minlerin müşriklere karşıda
olsa sözün en güzelini söylemeleri emredildi. [119]
Yahudiler Musa
(A.S.)dan sonra peygamber, Tevrat'tan sonra da kutsal kitap olmadığını,
olamıyacağını iddia edip duruyorlardı. Bunun üzerine Allah onların yalancı
olduklarını bildirerek Musa'dan (A.S.) sonra Davud Peygamber'e, hem
peygamberlik, hem de hükümdarlık verdiğini, ayrıca Zebur'un ona indirildiğini
hatırlatarak yukarıdaki âyetleri indirdi. [120]
«Sizden hiç kimse
silahıyla din kardeşine işarette bulunmasın. Çünkü farkında olmadan şeytan onu
onun elinde ifsat eder de (o yüzden) Cehennem çukuruna yuvarlanmış olur.» [121]
«Müslüman müslümanın
kardeşidir; ne ona haksızlık eder, ne de onu alçaltıp rezil eder. Takva
buradadır, (buyurarak eliyle kalbine işarette bulundu).» [122]
«Peygamberler arasında
(şu şundan daha üstündür diye) tafdîlde bulunmayın. (Şu sizin peygamberdir, bu
da bizim peygamberi m İzdir. Bizimki sizinkinden daha üstündür demeyin).» [123]
«Dâvud Peygambere
(A.S.) kutsal kitabı okumak hafifletilmişti. Hayvanı eyerlemeyi emreder, henüz
eyerleme işi bitmeden o okumasını tamamlardı.» [124]
«Kullanma de ki: Sözün
en güzelini söylesinler..»
Kur'ân'm eğitici
vasıflarından ve yönlendirici metotlarından biri de, karşısındaki insana -ne
olursa olsun- sözün en güzeliyle hitap etmeyi tel-kîn etmesidir. Çünkü İslâm
bütünüyle Hakk'a teslimiyeti emreden ve insana insan olduğu için değer vermeyi
tavsiyede bulunan son dindir. Gerçek müslüman ise, İslâm'ı yaşayan ve yaşatan
kimsedir. O bakımdan islâm'ın getirdiği ilâhî sistemin dışında kalıp onu
savunmak gereksiz ve anlamsızdır.
Resûlüllah {A.S.)
Efendimizin ahlâkından soran kimseye, Hz. Aişe (R.A.) validemizin, «Onun ahlâkı
Kur'ân idi. Siz Kur'ân okumuyor musunuz?» diye cevap vermesi bize bu âyeti
daha acık şekilde tefsîr etmektedir. Peygamberimiz (A.S.) hayatı boyunca Kur'ân
ahlâkının dışına çıkmamış, İslâm'a gönül verip gelenleri de o kitabın potasında
şekillendirerek İslâm'a kazandırmayı asla ihmal etmemiştir.
Böylece ilgili âyetle,
genel anlamda insanlara hitap adabı öğretiliyor, aynı zamanda İslâmiyetin her
yönüyle edep, terbiye, nezaket, saygı ve medeniyet olduğu yansıtılıyor.
Diyebiliriz ki, bu
âyet, Kur'ân'daki ahlâkî kuralların bir özeti anlamındadır. Her bakımdan
İblîs'e ve o tinettekilere fitne, fesat, kabalık ve küstahlıkta bulunma
fırsatı vermeyen mükemmel bir yol ve yöntemi beraberinde taşımaktadır.
Uygulandığı takdirde hem ferde, hem aileye, hem de topluma rahmet, güven ve
huzur havası estirir.
Yunus Emre ne güzel
söylemiştir: .
«Söz var kılur kayguyu
şad Söz var kılur bilişi yad Eğer horiık eğer izzet Her kişiye sözden gelir
Söz ola kese başı Söz
ola bitire savaşı Söz ola ağulı aşı Bal ile yağ ide bir söz»
Şüphesiz güzel söz
hakkında çok^şeyler söylenmiş ve cok şeyler yazılmıştır. Çünkü tecrübeler
göstermiştir ki, tatlı sözler, şiddetli bir öfkeye karşı en tesirli ilâç
olmuştur. O bakımdan hitabet hem zevkli", hem de çok geniş ve güç bir
sanattır. Aynı zamanda söz işin gölgesi, kişinin sıfatıdır. Fatih Sultan
Mehmet'in şu sözü tarihe geçmiştir: «Yerinde söz söylemesini bilen, özür
dilemek zorunda kalmaz.» Firdevsî de şu vecizeyi bizlere bırakmıştır: «Tatlı
söz söyleyen, hiç kimseden kötü söz işitmez.» Öyle değil midir? Tatlı sözler
genellikle tatlı yankılar meydana getirirler. [125]
«Biz seni onlara
vekîl/dlarak göndermedik.»
V e k î I : Sıfat
anlamında bir kelimedir. Arapçada biri hukukî, diğeri tefsiri olmak üzere iki
ayrı manaya delâlet eder. Hukukta, kendisine verilen işi, davayı, vekâlet
verenin çıkarlarına ve haklılığına uygun olarak yerine getirmekle yükümlü
bulunan kimse demektir.
Tefsirde ise, daha çok
Allah hakkında kullanılır ve mü'minlerin durumunu gözetip onlara sahiplik
etmek, meşru işierini yürütüp başarıya eriştirmek, koruyup yönlendirmek gibi
mânalara delâlet eder.
Peygamber (A.S.)
Efendimiz bir müjdeci ve uyarıcı olup Allah'tan inen vahyi Allah'ın kullarına kusursuz
şekilde tebliğ etmekle görevli bir resuldür. İnsanları imân ve İslâm'a
zorlayan bir vekîl değildir. Aynı zamanda Allah'ın kullarını her bakımdan
koruyup gözeten, onlara sahip olup âhi-rette onları savunan, dünyada küfre
kayanların elinden tutup çeken, önlerine engel koyup kötülüklere gitmelerini
durduran bir bekçi veya polis de değildir. Çünkü bu saydığımız hususlar, onun
görev sınırının dışında kalmakta, ilâhî inayet ve sünnet sınırına girmektedir.
Peygamber (A.S.) insanları Cennet ve Cehennem'e sokma karar ve yetkisine de
sahip değildir. O ancak Allah'ın irâdesini bildiren vahye göre konuşur.
Tekrar edelim ki,
Peygamber (A.S.)ın asıl görevi, insanları doğru yola irşat etmek, yani her
vesileyle onlara doğru yolu göstermektir. Doğru yola eriştirmek ise Allah'a
aittir. O bakımdan da Peygamberin (A.S.) insanlar üzerine bir vekîl kıhnmadığı
Kur'ân'm yedi yerinde anılmıştır. [126]
«Davud'a da Zebur'u
verdrk..» Musa Peygamber (A.S.), beş ulü'l-azim (büyük azim ve irâde sahibi) olan
peygamberden biridir. Dâvud Peygamber (A.S.) derece bakımından ondan sonra
gelir. Çünkü ona indirilen Zebur'da dinî hükümler yoktur. Sadece birtakım
öğütler ve ilâhîleri kapsamaktadır. Aynı zamanda Davud (A.S.) peygamberlik ve
hükümdarlık gibi birbiriyle zor bağdaşan, bağdaşmaları için üstün gayret ve
geniş basîret isteyen iki görevi birarada yürütmekle yükümlü bulunuyordu. O
bakımdan dinî hükümleri Tevrat'tan alıp teblîğ ederken kendisini üzecek,
sabrını taşıracak saldırılarla karşılaşmamıştır. Musa Peygamber ise, sadece
Tevrat'ı hem teblîğ, hem de ondaki hükümlerin uygulanmasına ortam hazırlama
göreviyle ortaya çıkmıştı. Fir'avn gibi, üâhhk iddiasında bulunan azılı
müşriklerle, hak bilmez, hukuk tanımaz inkarcılarla mücadele etmek zorunda
kalmıştı. Bu nedenle de Musa Peygamber'in (A.S.) derecesi ondan daha yüksek
idi. Ama ikisi de hürmete lâyık peygamberlerdir.
Yahudilerin durmadan
Musa Peygamberi bütün peygamberlerden üstün saymaları, Dâvud Peygambere ayn
bir üstünlük atfetmeleri ve Musa'dan sonra peygambere gerek kalmadığı,
Tevrat'tan başka kutsal kitap in-dirilmediği iddiaları son derece çelişki
arzediyordu. Çünkü Davud Peygamber, Musa Peygamberden sonra gönderilmiş ve
Zebur da Tevrat'tan sonra indirilmiştir. Dâvud Peygamberden sonra da İsrail
oğullan'na bir çok peygamberler gönderildiği de reddi mümkün olmayan tarihî
gerçeklerdir.
Onun için Kur'ön
ilgili âyetle Yahudilerin iddialarının gerçekten çok uzak olduğunu belirterek
Dâvud Peygamber'den ve Zebur'dan söz ediyor.
Ayrıca Zebur'da (ilk
orijinal nüshasında) son peygamber Hz. Muham-med'in (A.S.) geleceğinden,
ümmetinin de ümmetlerin en hayırlısı olduğundan söz edildiği birçok
tefsîrlerde belirtilmektedir.
Kitab-ı Mukaddes'te
Zebur, «Mezmurlar» ismiyle anılır ve «Ne mutludur o adam ki, kötülerin öğüdü
ile yürümez» cümlesiyle başlar. «Bütün nefes sahipleri Rabbe hamd etsin. Rabbe
hamd edin..» sözleriyle biter. Tamamı 88 sahifedir. [127]
İslâm Dinini iyi
araştırmayan, Kur'ân ve Hadîsler üzerinde ciddi incelemede bulunmayan bazı
kimselerin, «Peygamber sadece insanlara doğru yolu gösterir ve ahlâkî
kuralları teblîğ eder. Dünya işlerine karışmaz», şeklinde görüş beyân etmeleri
sık sık duyulmaktadır. Mekkeli müşrikler ve Medineli Yahudilerden bir kısmı da
buna benzer iddialar ortaya atarlardı.
Cenâb-ı Hak,
peygamberlerin, özellikle son peygamber Hz. Muhammed'in (A.S.) insanların dünya
ve âhiretierini düzene sokacak, onları doğruya irşat edecek, aile ve toplum
hayatlarını yönlendirecek birçok esaslarla gönderildiğine işaret etmekte ve
daha önce omuzlarında hem hükümdarlık, hem peygamberlik gibi iki ağır görevi
birden taşıyan Davud Peygamberi misal göstermektedir. [128]
Yukarıdaki âyetlerle,
insanlara hitap ederken sözün en güzelini söylememiz emredildi. İslâmiyetin
edep, terbiye, nezaket ve medeniyet havasını getiren son din olduğuna işaretle
mü'minlere dini teblîğ hususunda nasıl hareket etmeleri gerektiği öğretildi.
Sonra da peygamberlerin yalnız âhiret ve ahlâk konularını teblîğ ile sınırlı
tutulmadıkları, dünya ve âhiret işlerini düzene koymakla görevli bulundukları
konu edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Allah'ı bırakıp birtakım cisimleri ilâhlaştırmanın insana yakışmadığı
anlatılıyor. Allah'a ibâdet edilirken başkalarını vesîle edinmenin doğru
olmadığına işaretle mü'minlere en sağlam bilgi veriliyor. Sonra da Tevhîd
İnancı çizgisinden sapıp Allah'ı unutan milletlere dikkatler çekiliyor. Sırası
gelince mutlaka bu hatalarına ve sapıklıklarına karşı ilâhî te'dibin ineceği
haber veriliyor. Sonra da mu'cizelerin tecelli sebebi üzerinde duruluyor ve
Kur'ân'da lanetlenmiş ağaçtan söz ediliyor. [129]
56— De ki:
AMah'tan bo?ka ilâh diVe id<*iö ettiklerinizi çağırın; (gö-receKsınız k.) ne
sizden sıkıntıyı giderebilirler, ne de onu değiştirebilirler.
57— İşte
onların yalvarıp durduklarından Rablerine hangisi daha yo-Kinsa, onunJa
(yaklaşmak için) yesîle ararlar; onun rahmetini umarlar, azabından korkarlar.
Çünkü Rabbir» azâb. korkulup sakımlmaya elverir
58— Hiçbir
şehir-kasaba yoktur ki, biz onu Kıyâmet'ten önce yok et-miyelim veya şiddetli
bir azaba uğratmıyalim. Bu, o kitap (Levh-i Mah-fûz)da yazılı bulunuyor.
59— Bizi âyetler (mu'cizeler ve açık belgeler)
göndermekten alıkoyan, ancak öncekilerin o âyetleri yaianlamasıdır. (Meselâ)
Semûd kavmine deveyi gözle görülür biçimde verdik, ona zulmettiler. Halbuki biz
o âyetleri ancak korkutmak için göndeririz.
60— Hani biz sana, Rabbin gerçekten bütün
insanları (ilmiyle, kudretiyle, saltanatıyla, tedbir ve tasarrufuyla)
kuşatmıştır, demiştik. Sana gösterdiğimiz görüntüyü (ya da rüyayı) ve
Kur'ân'da lanetlenmiş ağacı sadece insanlara bir fitne (imtihan) kıldık ve
onları (böylece) korkuturuz; bu da onlarda büyük bir taşkınlık ve azgınlıktan
başka bir şey artırmaz.
Mekke'de şiddetli bir
kuraklık ve kıtlık başgösterdi. O kadar ki, halk açlıktan kedi ve köpekleri
yiyecek duruma geldi. Çoğu bunalıp ne yapacağını şaşırdı. Bu arada Hz.
Muhammed'in (A.S.) duasının makbul olduğunu bildikleri için ona gelip
hallerini anlatmak zorunda kaldılar. Sıkıntılarının giderilmesi için duâ
etmesini istediler.
Bunun üzerine 56. âyet
indi. [130] İbn Abbas (R.A.) diyor
ki:
«Mekke halkından bir
grup insan toplanıp Peygamber (A.S.) efendimize geldiler ve «Safa tepesini
altın yap ve Mekke'yi kuşatan şu dağlan kaldırıp ziraate elverişli arazi
meydana getir!» diyerek birtakım yersiz ve anlamsız tekliflerde bulundular. O
sebeple 59. âyet indirildi. [131]
Ebû Cehl, «Muhammed,
taşları bile yakacak bir ateşle bizi korkutuyor ve sonra da o ateşin içinde
zakkum ağacı yeşerdiğini söylüyor. Oysa zakkum sadece hurma ve üstündeki
kaymaktır» dedi ve sonra cariyesine seslenerek : «Ey Cariyem! Bana biraz zakkum
getir de yiyeyim» diyerek Kur'ân ile alay etti. Bunun üzerine cariyesi ona bir
miktar hurma ve hurma kaymağı getirdi. Ebû Cehl, arkadaşlarına «haydi
zakkumlanın. Çünkü Muhammed sizi bununla korkutuyor» dedi. O sebeple 60. âyet
indirildi. [132]
'?te on|ann yalvarıp durduklarından
Rablarına hangisi daha yakınsa, onunla (yaklaşmak için) vesile ararlar..»
Kur'ân ilgili
âyetlerle, «ilâhlar» diye tapılan putların hiçbir şeye güçlerinin yetmediğini,
âciz cisimler olduklarını açıkladıktan sonra, putperestlerin çoğunun Allah'a
yakın olmak için putlarını aracı kabul ettiklerini konu ediniyor. Bunun sebebi
gayet açıktır. Şöyle ki : Peygamberlerin bile insanları doğru yola iletme
yetkilerinin bulunmadığı, kimlere azap edileceğine, kimlerin de ilâhî rahmete
lâyık bulunduklarına karar verme salâhiyetini hâiz olmadıkları bildirilerek,
Allah ile peygamber arasına konulan sınır belirlenmektedir. Gerçek bu olunca da
putların, bâtıl ilâhların hiçbir zaman vesile olamıyacakları kesindir. İşte
ilgili âyetle bilhassa bu hassas noktaya parmak basılarak insanlar uyarılıyor.
İlgili âyetten
çıkarılan hükümler:
1— Peygamberlerin görevi, açık tebliğdir. Doğru
yofa iletmek ve eriştirmek ise, Allah'a aittir.
2— Peygamber ne koruyucu bir bekçi, ne gözetip denetleyici
bir murakıptır. Aynı zamanda kimilerini Cennet'e sokmak, kimilerini de
Cehen-nem'e lâyık görme vekâletini taşıyan bir vekîl de değildir; sadeoe ilâhî
rahmetin ve ebedî saadetin müjdecisi, dünya ve âhiret azabına karşı korkutan
bir habercidir.
3— Peygamber {A.S.) Efendimiz ekme! mertebede
bulunduğu halde, yukarıda belirtilen birtakım yetkileri ve ilgili sıfatları
kendinde taşımadığına göre, onun ümmetinden de hiçbir mürşit ve âlimin o sıfat
ve yetkilere sahip olamıyaçağı kendiliğinden ortaya çıkar.
4— Aliah ile kulları arasında vesîle yoktur;
ilâhî buyrukları dosdoğru insanlara tebliğ eden, onları hakka irşat eden, dünya
ve âhiret huzur ve güvenini sağlamaya çağıranlar vardır.
5— Kâmil mürşitler vesîle olmadıklarına göre
taştan, ağaçtan yapılan putlar vesîle olabilirler mi?
6— Putperestlerin çoğunun fahiş yanılgı ve derin
gafletleri şudur: Allah'ı az-çok bildikleri, O'nun rahmetini umup azabından
belli bir ölçüye göre korktukları halde, O'na yakın olmak arzusuyla putları
aracı kabul etmelerine dair ellerinde İnandırıcı hiçbir belgenin ve bilginin
olmadığı kesindir. Ne var ki, baba ve dedelerinin yoluna körü körüne uymaları
onları böylesine bir çıkmaza sokmuştur. [133]
Zaman her şeyi
törpüieyip tüketmektedir. Öyle ki, doğan ölüyor, yeni eskiyor, çıkan iniyor,
kalkan düşüyor. Her yükselişin mutlaka bir inişi oluyor. Oluşta olduğu gibi
duran bir şey yok. Hayat çizgisinde ölmezlik söz konusu değildir, Şu dünyada
sonsuz ikbal peşinde koşanlardan ciddi bir iz yok.
Endülüslü şair Salih
b. Şerifin dediği gibi:
«Zaman değişmek bilmez
kesin ölçülü ve hükümlüdür. Zaman bu, ona ne kılıç kını dayanır, ne de meşhur
kalelerin sultanları..»
«Nerede, de bana, o
taçlı hükümdarları Yemen'in?
De bana, onların
taçlar içinde taç olan taçları neoldu?»
«Şeddad'ın oennet
diyerek kurduğu saraylar ülkesi İrem; Saşanilerin ebedî sandığı devleti ne
oldu?
«Altınları yığdı yığdı
bir dağ yaptı Karun.
Hani Âd, hani Adnan,
hani Kahtan, dünya nimetlerinin köpüren
yurdu?»
«Reddi mümkün olmayan
bir hale uğradılar; Bir masai oldu onfar. Bir varmış bir yokmuş.
Bir toz toprak
bulutu...»
İşte böyle ilâhî
sünnet hep işleyip durmaktadır. Medeniyetler yıkılır, ülkeler yok-olur.
Mağrurların başlan yerlere eğilir. Taht ve taç uğruna kan döküp kan içenler
birer masal olur.
Sünnetullahın kudretli
eli, eskiyen ülkeleri yıkıp yerlerine yenilerini koydurur. Hiç bir millet
sonsuza dek yaşama şansına sahip olmaz. Azıp sapıtan, haklan çiğneyip kutsal
değerleri yok eden ülkelerin ise, zevalleri çok daha çabuk olur. Ne var ki,
bütün bu .ibretli olaylar, kaptanların seyir defterlerinde yer alan korkunç
olaylar gibi kâğıt üzerinde kalır..,
Cenâb-ı Hakk'ın andı
vardır: Her medeniyet yıkılıp yok olaeak, ya da şiddetli bir azaba uğrayıp ilk
durumuna gelecek. Kıyamet gelmeden her ülke mutlaka bu iki akıbetten birini
görüp tadacak..
Çünkü her millet kendi
kaderini çizmektedir. İnsanoğlu bu, çok bulunca şımarıp tuğyan eder.
Kaybedince ye'se kapılıp umutsuzlamr. İlâhî tak-dîr bütün bu olayları önceden
tesbit edip yazar ve yazdığı gibi de ortaya çıkar.. [134]
«B'zi âyetler
(mu'cizeler ve açık belgeler) göndermekten alıkoyan, ancak öncekilerin o
âyetleri yalan laması dır..»
Allah'ın câri
kanunlarından biri de şudur: Azıp sapıtan, zulüm ve azgınlığı artıran bir
milleti uyarmak için -peygamberler döneminde- açık mu'cizeler, kesinlik
arzeden belgeler gönderir. Diğer dönemlerde ise, uslan-dırıcı, uyarıcı olayları
arka arkaya sıralar. Tabii bu âyetlerin ve ardarda gelen uyarıların belirlenmiş
birer sınırı vardır. Oraya gelip dayandıkları halde gafletten uyanmazlarsa,
artık o milleti, sonradan gelenlere kalıcı bir misâl olacak şekilde ilâhî
sünnet yok eder veya şiddetli bir azaba uğratıp perişan eder. Bunun reddi artık
mümkün olmaz, inen azabı geri çevirecek bir kuvvet bulunmaz.
Mekkeli'ler, inen
bunca âyet ve mu'cizelere rağmen her geçen gün azgınlıklarını artırıyor ve
Safa tepesinin altın olmasını istiyecek. kadar ölçüsüzlük sergiliyorlardı.
Cenâb-ı Peygamber (A.S.) onların bu isteklerini Rabbına arzedince, kendisine
verilen cevap şöyle oldu: «Peygamberim! dediğini yerine getireyim, ama oniar
buna rağmen inkâr ve inatlarında ısrar ederlerse, sünnetim gereği onları
şiddetli bir azaba uğratırım.» Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed (A.S.), insanlara
olan sevgi ve sıcak ilgisi sebebiyle isteğinden vazgeçti. Böylece Kur'ân
ilgili âyetle, Semûd kavmine, istekleri üzerine gönderilen mu'cize deveyi
hatırlatarak, onların, gönderilen mu'cizeye rağmen inkâr ve azgınlıklarında
ısrar etmeleri sebebiyle yok edildiklerini misâl veriyor.
Zira indirilen âyet ve
tecelli eden mu'cizeden maksadın ciddi bir uyan olduğu, doğru yola davet için
son bir şans anlam ve hikmetini taşıdığı kesindir. [135]
«Hani biz sana,
Rabfoin gerçekten insanları (ilmiyle, kudretiyle, saltanatıyla, tedbir ve
tasarrufuyla) kuşatmıştır, demiştik...»
Mi'rac gecesi
Peygamber (A.S.) Efendimize temsîlî ve gayr-i temsilî birçok hakikatler
gösterilmiş ve bu büyük olay insanlar için ciddi bir imtihan, ayıklanma ve
süzülme olmuştu. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Mi'rac'ı ve gördüğü esrar
ve hikmetlerin bir kısmını haber verince, doğru yoldan sapmış inkarcıların
inkârını; inanmışların ise, imân ve irfanını artırmıştı. Yukarıdaki âyetin son
kısmında buna işaret edilerek, «Sana gösterdiğimiz görüntüyü (ya da rüyayı) ve
lanetlenmiş ağacı sadece insanlara bir fitne (imtihan) kıldık..»
buyurulmaktadır. [136]
«Ve Kur'ân'da
lanetlenmiş ağacı insanlara bir fitne (imtihan) kıldık..»
Bu, Saffat Sûresi
62.," Duhan Sûresi 43., Vakıa Sûresi 51. âyetlerde sözü edilen Zakkum
ağacıdır. Mealleri ise şöyledir:
«Nasıl, böyle bir
nîmete konmak mı daha hayırlıdır, yoksa Zakkum ağa» cı mı? Şüphesiz ki biz o
ağacı zâlimler için bir fitne (bir dert ve kaygı) kıldık. O bir ağaçtır ki
Cehennem'in tâ dibinden çıkar. Tomurcukları (veya meyvalan) şeytanların
başlarına benzer. Onlar (Cehennem'dekiler) mutlaka ondan yiyecekler de
karınlarını onunla dolduracaklar.»
«Hakikat, Zakkum
ağacı, günah ve vebal taşıyanın yiyeceğidir. Pota misali, kaynar su gibi
karınlarında kaynar.»
«Sonra siz, ey şaşkın
sapıklar, (hakkı) yalan sayanlar! Şüpheniz olmasın ki, Zakkum ağacından
yiyeceksiniz. Karınlarınızı onunla dolduracaksınız.»
Putperest müşrikler,
Cehennem'in dibinden çıkan zakkum ağacıyla ilgili âyeti duyunca, onu alay
konusu edindiler. «Ateşin içinde ağaç yeşe-riyormuş!» diyerek kalpleri ve
kafaları bulandırmaya çalıştılar. Aslında kendileri ne kıyamete, ne Cennet ve
Cehennem'e, ne de bu tür haberlere inanırlardı. Ne var ki bu âyet, onların
büsbütün küfür ve taşkınlarını, mü'mirilerin de imân ve irfanını artırmaya
yaradı. Böylece her iki taraf da çetin bir sınav vermiş oldu. Allah'a dosdoğru
imân edenler kazandı; maddeci inkarcılar ise, kaybetti. [137]
Bilindiği gibi.
Cehennem, genel anlamda biri ısı derecesi çok yüksek, biri de cok düşük oimak
üzere iki ayrı bölümden ibarettir. Bu iki yerde bir ağacın filizlenip
yetişmesi, yetişip yeşermesi mümkün müdür? Dünyadaki mevcut hayat şartlarına
göre, elbette mümkün değildir. Ama oranın yani Âhiret âleminin ölçü ve
şartlarına göre elbetteki mümkündür. Bu konuyu daha iyi anlayabilmemiz ve
birtakım olumlu sonuçlar çıkarabilmemiz İçin, âhiret alemindeki diğer şartları
düşünmemiz gerekir, şöyle ki: Yeniden diriltilip kabirlerinden kaldırılan
insanların bedenleri oradaki hayat şartlarına göre organize edilir. Sindirim
sistemi tamamıyla değişik olmakla beraber, kemikleri kaplayan et ve sinirler
de Cehennem ateşinde yanıp kül olmayacak bir nitelik arzeder. Sadece et
üzerindeki deri tabakası ve o yüzeydeki sinir uçları ateşten müteessir
olurlar. Bu bize neyi öğretiyor veya hatırlatıyor? İnsan vücudunu ateşe karşı
son derece dayanıklı yaratan O Yüce Kudret, ateşe mukavemet edecek ağaç neden
yaralamasın.. Ona kadir olan, buna da kadirdir.
Denizin dibinde tuzlu
suyla devamlı temas halinde belli şartlar içinde birtakım bitkileri vücuda
getiren Allah'ın bizim henüz bilemediğimiz birtakım şartlara göre ateşin
içinde mahiyetini tesbit edemediğimiz bir bitki vücuda getirmesi pekâlâ
mümkündür.
Zakkum ağacının
lanetlenmesi konusuna gelince: Bunun iki sebebi vardır. Birincisi, Cehennem'de
bu ağacın meyvasından yiyenlerin hemen hepsi ilâhî rahmetten kovuldukları için
bir bakıma lanetlenmiş sayılırlar. Lanetlenen adamlara verilen zakkum ağacında
ve meyvasında da rahmet ve afiyet yoktur. O yönüyle ağaç da bir bakıma
lanetlenmiş demektir. İkincisi, ağacın meyvası,yiyenleri rahatsız etmekten,
midelerini anormal şişirmekten ve ıstıraplarını artırmaktan başka bir şeye
yaramadığı için onda ilâhî feyiz, şifa ve selâmet vasıfları yoktur. O bakımdan
da lanetlenmiş bir ağaç sayılır. [138]
Yukarıdaki âyetlerle
Allah'a ortak koşmak, O'nu inkâr edip birtakım eşyayı ilâhlaştırmak kınandı. Bu
gibi sakat inançların insanın hılkatındaki azizliğe ve yüce hikmete ters
düşeceğine işaret edildi. Sonra da milletlerin hayatı konu edildi, yıkılıp yok
olanların yıkılış sebepleri üzerinde durmamız istenildi ve arkasından
mu'cizelerin tecelli nedenleri üzerinde duruldu.
Aşağıdaki âyetlerle,
milletleri azdırıp saptıran şeytan konu ediliyor. Âdem'e secde etmediği ve
kendine göre haklılığını belirtmek için çok yanlış bir kıyasta bulunduğu
anlatılıyor. Şeytanın kıyamete kadar bu ve benzeri kötülükleri insanların kalp
ve kafalarına fısıldamaya devam edeceği, ancak hakikî mü'minfer üzerinde
sultası olamıyacağı açıklanarak kendimizi aklımızın ve imânımızın kontrolünde
tutmamız ilham ediliyor. [139]
61— Hani bir vakitler meleklere, «Âdem'e secde
edin!» diye emretmiştik; onlar da hemen secde etmişlerdi. Ancak İblîs secde
etmedi ve, «çamurdan yarattığın kimseye secde mi ederim!» dedi.
62— «Baksana benden üstün ve şerefli kıldığın bu
da kim? Eğer beni Kıyamet gününe kadar geciktir irsen, and olsun ki pek azı
dışında onun soyunu emir ve kumandam altına alacağım» diye ilâve etti.
63— Allah ona: «Yıkıl da git, artık onlardan kim
sana uyarsa, Cehennem hepinizin cezasıdır, hem de eksiksiz bir ceza..»
buyurdu.
64— «Hem onlardan gücün yettiğini sesinle
yerinden oynat, süvarinle piyadenle üzerlerine yürü; mallarına ve çocuklarına
ortak ol ve onlara va'dlerde bulun; -ama Şeytan onlara aldatmadan başka bir şey
va'det-mez-».
65— «Şüphesiz ki benim (gerçek mü'min) kullarım üzerinde senin hiçbir sultan olamaz.
Vekîl olarak Rabbin yeter.
«Aziz ve Celîl olan
Allah buyuruyor: Şüphesiz ki ben kullarımı bâtıldan uzak, hakka yönelik olarak
yarattım. Sonra şeytanlar gelip onları dinlerinden uzaklaştırdılar. Benim
onlara helâl kıldıklarımı haram kıldılar.» [140]
«Sizden biriniz eşiyle
cinsel temasta bulunmak istediği zaman, «Bismillah, Allahım, bizi şeytandan
uzak bulundur, şeytanı da bize vereceğin nimetten uzak bulundur» derse, eğer o
temasta aralarında bir çocuk olma mukadderse, şeytan ona ebediyen zarar
veremez.» [141]
«Şüphesiz ki mü'min,
sizden biriniz devesini yolculukta zayıflatıp sis-kalaştırdığı gibi, şeytanları
öylece halsiz ve mecalsiz bırakır.» [142]
Yapışkan siyah
balçıktan yaratılan Âdem (A.S.), hem aşağı, hem de yukarı âlemlerle ilgili
sıfat ve özellikleri kendinde taşıyordu. Çünkü çamur aşağı âlem olan dünyadan;
ruh ve nefha-i ilâhî ise yüce âlemdendir. Böylece Âdem (A.S.) ne yalnız yukarı
âlemden olan melek, ne de yalnız aşağı âlemden olan hayvandır. Birbirine zıt
sıfat ve özellikleri kendinde toplayan apayrı bir varlıktır. O halde Âdem'in
iki ayrı yapısına uygun iki ayrı âlemde bulunması, çok tabiidir. Ruhu ruhlar
âleminde bulundu. Sonra aşağı âlemden olan bedenine girip bir süre yukarı âlemden
olan Cennet'te eyleştiler ve bu denemeden sonra bir süre kalıp hayatın anlam ve
hikmetini İyi kavramaları için dünyaya indiler. Cennette zıtların bulunup
sürtüşme ve tartışması diye bir konu yoktur. Melekler âlemi de öyle.. O
bakımdan Âdem'in devamlı o âlemlerde kalması mümkün değildi.
Gerçek bu olunca,
Âdem'in (A.S.) yukarı âlemle ilgili sıfatını melekler, aşağı âlemle ilgili
sıfatını şeytanlar desteklemeli ve böylece canlı, hareketli bir hayata
yönelmeliydi. Cennet'te böyle bir hareketin olması düşünülemez. Çünkü orası
ebedî zevk, eğlence ve dinlenme yeridir. Âdem'in (A.S.) ineceği âlem de
öylesine zıtların birbirini İzleyip sürtüştüğü bir yer olması gerekiyordu.
Cenâb-ı Hak bu ayrı ve
farklı özellikte yarattığı insanı, ayrı bir âleme indirmeyi murat etti. Önce
iblîs'i onun karşısına çıkardı. Anlaşmaları, dost ve arkadaş olmaları mümkün
değildi. .Zira ikisinde de nefis ve şehvet mayası bulunuyordu. Hem toprakla
ateş uyum halinde değildir. Böylece ilk adımda sürtüşme ve kıskanma başladı.
Oysa Âdem'le meleklerin uyum sağlaması çok kolay olmuştu. Çünkü meleklerde
nefis ve şehvet maya ve duygusu yoktur. O bakımdan kıskanma, bencillik ve
ihtiras gibi aşağılayıcı duygular da yoktur. Hem Âdem'in ruhu melekler
âlemindendir. O bakımdan aralarında bir yakınlık söz konusudur.
Böylece Âdem ile İblîs
aşağı âlem olan Dünya'ya indirildiler. Aralarındaki farklı durumlar, zıtların
daha da çoğaiıp karşı karşıya gelmeleri, sonu gelmeyen bir mücadeleye neden
oldu. [143]
İblîs ateşten yaratıldığı
için nefisten kaynaklanan şehvet ateşine yönelir, onun dozajını artırarak
azdırıp saptırmaya çalışır. Onun için için şehveti tahrîk eden, nefsi kabartan
her müstehcen çalgı İblis'in nağmesi olarak vasıflandırılır. «Hem onlardan
gücün yettiğini sesinle yerinden oynat.» mealindeki âyet buna işarettir.
İblîs durmadan insanı
günahlara, haramlara, Allah'tan alıkoyan şeylere teşvîk eder; beynimize
devamlı sinyaller gönderip bizi yönlendirmek ister. Karşısında sağlam imân ve
onun oluşturduğu irfan ve idrâk kalesi yoksa, İblîs'in askerlerini durduracak
başka bir engel olmaz. O takdirde istediği tahribatı ve yönlendirmeyi çok rahat
yapar. Nefis vadisinde güçlü bir saltanat kurar; her çeşit azgınlık, sapıklık
ve haklara tecavüz bu saltanatın direktifleriyle gerçekleşir. Böylece akıl
nefse uyup onun kumandası altına girer.
îblîs bir bakıma
kazanılan mal ve servete ortak olur. Bunun anlamı çok açıktır: Haramdan, gayr-i
meşru yollardan elde edilen ve yine harama sarfedilen her mal ve servette
şeytanın katılma payı çok büyüktür.
Besmelesiz ana
rahminde oluşan; ezan ve ikametsiz dünyaya gözlerini açan, haram ile beslenen
çocuklara da ortaktır. Zira onların sapık ve ahlâksız yetiştirilmesinde
İblîs'in tesiri küçümsenmiyecek kadar çoktur.
İblîs bunlarla da yetinmez;
inkâr ve sapıklığı artırmak için Kıyamet, Cennet ve Cehennem'i; Allah'ın
varlığını ve birliğini inkâr etmenin yollarını ve çarelerini durmadan telkin
eder. Bunun için de maddî saltanatı çok çekici olarak tanıtır ve bir sürü
hayali va'dlerde bulunur. [144]
«Şüphesiz ki benim
(gerçek mü'min) kullarım üzerinde senin hiçbir sultan olamaz. Vekil olarak
Rabbın yeter.»
İblîs'in tahrip
etmediği, edemediği tek kale, temeli takva, yani Allah korkusu üzerine kurulan
imân kalesidir. Çünkü böyle bir imâna sahip olanlar, Allah'ın gerçek kullan ve
sevdiği dostlarıdır. Melekî sıfatları güçlenmiş ve yüce âleme yönelik olan
menfezlerin açılmasını sağlamıştır. Nefisten yana ilgileri zayıflamış,
şeytanların fısıltılarına gönül kulakları kapatılmıştır. Allah'ın
himayesindedirler. Koruyup selâmet sahiline ulaştıran yegâne vekilleri O'dur.
Bunun bir diğer
sebebini şöyle belirtebiliriz:
İmân tamamıyla ilâhî
hidâyet nurundan kaynaklanıp kalpte oluşan bir cevherdir. İblîs ateşten, nefis
ise, süflî âlemdendir. Ateşin ve süfli âlemle ilgili bir duygunun nur üzerinde
olumsuz tesir icra etmesi pek düşünülemez. Yeter ki, imânın temelinde Allah
korkusu, âhiretteki hesap endişesi yer alsın ve salih âmellerle o, meyvah bir
ağaç durumuna gelsin. [145]
İblîs Nar (ateş)dan
yaratılmıştır. O bakımdan yakıcıdır, yıpratıcı ve tehlike arzedicidir. İnsan
ruhu ise, yüce kudretten sunulan bir nefha, yüce âlemden tecelli eden bir
emirdir. İmân nuruyla dolunca, İblîs'in sinyallerini geri çevirir. Çünkü nur
narın gayrıdır. Ruh bu nurdan mahrum edilip nefsanî kirlerle kararınca İblîs'in
sultası altına girer. Çünkü ondan yana bütün kanallar açılıp işler duruma
geçer. Hem narın kaynağı süflî âlem, nurun kaynağı ulvî âlemdir, [146]
Yukarıdaki âyetlerle,
milletleri azdırıp saptıran; imân nurundan mahrum kişiler üzerinde saltanat
kuran İblîs'ten söz edildi. Gerçek mü'minler üzerinde hiçbir sultası olmıyacağı
bildirilerek, ondan korunup kurtulmanın asıl çaresi açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle, insan
aklına ışık tutan, düşünce ufkunu genişleten ilâhî damgayı taşıyan belgelere
yer veriliyor. Sonra da insan karakterine parmak basılarak ruhuna
yerleştirilen din ve Allah duygusuna dikkatler çekiliyor. Tehlikeli anlarda bu
duygunun nasıl harekete geçip kabardığı hatırlatılarak üzerinde düşünmemiz
isteniliyor. [147]
66— Rabbiniz (o sınırsız kudret sahibidir ki)
O'nun geniş nîmet ve ihsanından (geçiminizi) arayasımz diye denizde sizin için
gemiyi yüzdürür. Doğrusu Rabbiniz sizin hakkınızda çok merhametlidir.
67— Denizde size bir sıkıntı dokunduğu zaman
O'ndan başka taptık-iarınız ortadan yok olur, derken O, sizi kurtarıp karaya
ulaştırınca yüz-çevirirsiniz. Zaten insan çok nankördür.
68— Ya sizi kara tarafında yere batırmasından, ya
da üzerinize taşlı-topraklı bir kasırga göndermesinden güvende misiniz? Sonra
da kendinize (kurtarıp koruyucu) bir vekil de bulamazsınız.
69— Yoksa sizi tekrar denize çevirip üzerinize
her şeyi alt-üst eden bir fırtına gönderip inkâr ve nankörlüğünüzden dolayı
sizi boğmasından güvende misiniz? Sonra da bize karşı, sizin için, onun öcünü
alacak bir yardımcı da bulamazsınız.
70— And olsun ki, biz Âdem oğullarını aziz,
saygıdeğer kıldık; karada ve denizde onları taşıyacak araçlar (imâl etme
yeteneğini) verdik; onları yararlı, temiz ve iyi nimetlerle rızıklandirdık ve
onları yarattıklarımızın çoğundan üstün kıldık da kıldık.
«Melekler, «ey
Rabbımız, dediler, Âdem oğullarına dünyayı verdin. Orada yiyip, içip
giyiniyorlar. Biz ise seni hamd ile teşbih ediyoruz. Yemiyoruz, içmiyoruz ve
eğlenmiyoruz. Dünyayı onlara ayırdığın gibi, âhireti de bize ayır.» Bunun
üzerine Cenâb-ı Hak onlara şöyle buyurdu : «Kudret elimle yarattığımı, sâlih
bir soyu, ol dediğimde oluveren yaratıklar gibi tutmam.» [148]
«Doğrusu melekler
dediler ki: «Ey Rabbımız! Bizi de yarattın, Âdem oğullarını da yarattın. Onları
yemek yiyen, su içen, elbise giyinen, evlenen, hayvanlara binen kimseler
yaptın. Bunlardan hiçbirini bize vermedin. O bakımdan onlara dünyayı, bize de
âhireti ver.»
Aziz ve celi I olan
Allah onlara şöyle buyurdu: «Kendi kudret elimle yaratıp ruhumdan üflediğim
mahlûku, ol dediğimde oluveren mahlûklarla bir tutmam!» [149]
«Kıyamet gününde Allah
yanında Âdem oğlundan daha kıymetli, şerefli ve aziz hiçbir şey yoktur.
Bunun üzerine soruldu:
— Melekler de mi?
— Evet, melekler de... Çünkü melekler de güneş
ve ay gibi, ister istemez (belli kanunlara bağlı olarak) hizmetlerini kusursuz
sürdürmekteler, diye cevap verdi.» [150]
Açıklama :
İlgili üç hadîsle
Âdemoğlunun Allah yanındaki kıymeti, şeref ve itibarının yüksekliği
anlatılıyor. Meleklerin istekleri ise, gıpta mahiyetindedir ki, Allah'ın
insandan yana her türlü nîmeti hazırlayıp verdiğini ifade eder. O kadar ki,
melekler de dahil kâinatta bildiğimiz, bilmediğimiz sayjsı belirsiz varlıklar
insan için yaratılmışlardır. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bilhassa bu inceliğe
işarette bulunmuştur. [151]
«Rabbınız (o sınırsız
kudret sahibidir ki) O'nun geniş nimet ve ihsanından (geçiminizi) arayasınız
diye denizde sizin için gemiyi yüzdürür. Doğrusu Rabbınız sizin hakkınızda çok
merhametlidir.»
Kur'ân-ı Kerîm,
denizlerdeki ilâhî nimetlerden yeterince yararlanmamızı amaçlayarak tam onbeş
ayrı yerde dikkatlerimizi bu konuya çekmektedir. Nitekim açlık tehlikesiyle
karşı karşıya gelen birçok ülke, bugün denizlerin nasıl zengin gıda kaynağı
bulunduğunu anlamış ve bunun bilincine varmıştır.
Ayrıca Kur'ân deniz
yoluyla ticarî nakliyeciliğin önemine parmak basmaktadır. Bu hususta yedi
yerde teşvîkte bulunur. Denizden terütaze et ihsan edildiğini belirterek
dikkatlerimizi balıklara çeker.
Özetle diyebiliriz ki,
Cenâb-ı Hak, mü'minlerin kendi karasularına sahip olmasını ve deniz
ürünlerinden bilerek yeterince faydalanmalarını tavsiye etmektedir.
Diğer yandan Kur'ân,
gemilerin suda yüzmesi için Allah'ın koyduğu fiziksel kanuna işaret etmektedir.
Şöyİe ki: Geminin su üzerinde batmadan yüzebilmesi, hacminin sudan daha fazla
olması ve bu durumda sudan daha hafif çekmesi nedeniyledir. Bilimsel olarak
açıklayacak olursak, Ar-şimed'in bulduğu ilke hatırımıza gelir: «Bir sıvıya
konulan cisim, taşırdığı sıvının ağırlığı kadar ağırlığından kaybeder.»
Nitekim ilim adamları yaptıkları hidrostatik terazi ile katı cisimlerin suyun
içindeki ağırlıklarının daha az olduğunu tesbit etmişlerdir.
O halde bir cismin
yüzebilmesi için kendi ağırlığından daha ağır olan bir su kütlesini taşırması
gerekir.
Böylece Allah'ın
insanlar hakkında çok merhametli olduğu açıklanarak, O'nun verdiği sayısız
nimetlerinden istifade ederken, O'nu unutmamamız ve her dem O'na şükredip hamd
ile tesbîh etmemiz ilham ediliyor. [152]
Büyük denizlerin
görünümü oldukça heybetli ve korkunçtur. Dört yönde sudan başka bir şeyin
görülmediği bir ortamda esen şiddetli rüzgarla fırtınaya yakalanan yolcuları bir
düşünün. Fırtına arttıkça umutları bir bir kırılır, kurtuluş çareleri iyice
azalır, derken o en büyük umut kaynağı olan Allah'ı hatırlamaya başlarlar.
Çünkü o duygu onların doğuştan ruhlarına zerk edilmiştir.
Bu korkunç olaydan
önce Allah'ı hatırlamıyan veya inkâr eden, âhiret inancına hiç iltifat etmiyen
insanoğlu, kafasında ve kalbinde nice ilâhlar, nice emeller ve umutlar
taşırken, şimdi onlardan eser kalmamış, hepsi bir bir yıkılıp yok olmuşlardır.
İşte tam o sırada ruhunun derinliğindeki Allah duygu ve düşüncesi kabuğunu
kırıp ortaya çıkar da bütün ümitler tek ümide dönüşür, bütün ilâhlar silinir,
tek bir ilâh inancı hâkim olur. Böylece ölüm ile burun buruna gelen insan,
elinde olmayarak başını göklere kaldırır, kalbinin bütün heyecanıyla «Allah!»
der.. Bu olay neyi isbat etmektedir?
Doğan her çocuğun
Allah fikri ve düşüncesiyle, din d.uygusuyla doğduğunu isbatlar. Ruhlar
yaratıldıktan sonra Cenâb-ı Hakk'ın onlara: «Ben sizin Rabbınız değil miyim?»
hitabına hepsinin birden «Evet, Rabbımız-sın..» demeleriyle o mayayı
aldıklarını ve kaybetmediklerini gösterir. [153]
Kur'ân-ı Kerîm,
fırtına sebebiyle ölüm tehlikesinin yalnız denizde korkunç ve kahredici
olmadığını; karada bulunduğumuz sırada aklımıza gelmeyen korkunç bir felâketin
ortaya çıkabileceğini; bir şiddetli depremin, bir yanar dağın, şiddetli
kasırganın bizi bir anda yok edebileceğini hatırlatarak, bütün umutlarımızı
tek umuda çevirmemizi ilham ediyor. Olayların sebeplere, sebeplerin ilâhî
kudrete bağlı bulunduğuna işaret ediyor. Allah'ın kahredici emrinin belli
nedenlerle ineceği üzerinde duruyor ve inkârla ahlâksızlığın zulümle
birleşerek belli kerteye ulaştığı takdirde, felâketin yakın olduğunu
unutmamamızı tavsiye ediyor. [154]
«And olsun ki biz,
Âdem oğullarını aziz, saygıdeğer kıldık..»
Göklerle yer ve bu
ikisinde bulunan her şey insan için yaratılmıştır. Bu husus Kur'ân'ın genel
anlamda üç yerinde, özel anlamda yirmi yerinde anılmıştır. [155]
Konumuzu oluşturan
âyette ise, insanın aziz, şerefli ve saygıdeğer yaratılmasının nedeni üç
maddede özetlenmiştir. Şöyle ki:
1— Karada ve denizde Allah'ın verdiği yetenek ve
koyduğu fizikî kanunlar sayesinde kendini taşıyacak araçlar imal etmesi,
2— Ruh ve beden sağlığını koruyacak, zekâ ve
hafızasını geliştirecek, açlığını giderecek, protein ve vitamin ihtiyacını
karşılayacak şekilde kendisine helâl, temiz, yararlı rızık verilmesi,
3— Varlık âleminde bildiğimiz, bilmediğimiz
birçok yaratıklardan üstün kılınması..
Böylece hemen her
şeyin, mükerrem yaratılan insan için var kılındığı gerçeği ortaya çıkıyor.
Kâinatın şerefli bir parçası olan insanın kim için yaratılmış olduğu sorusu
aklımıza takılıp kalıyor. Bu soruyu Kur'ân ve Hadîsler açıklamakta ve insan
ile Yüce Yaratan'ı arasındaki ilgi ve bağı belirlemektedir: İnsan Allah'a
ibâdet için yaratılmıştır..
Çünkü Âdemoğlunun ruhu
kudsî âlemden, bedeni aşağı âlemin toprağından yaratılmıştır. O bakımdan ruhu
itibariyle melekî sıfatı, bedenî itibariyle hayvani sıfatı kendinde taşımakta
ve bu özelliğiyle her iki yaratıktan ayrılmaktadır.
Sonra onun ruhu, ilâhî
nefhanın tezahürü; bedeni Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin surette tecelli eden
eseridir. Bunun için o her yönüyle aziz. ve şereflidir, üstün ve faziletlidir.
Her şey onun için, o da Allah'ı dosdoğru bilip O'na kullukta bulunmak için
yaratılmıştır. Kur'ân onun bu azizliğini, yukarıda belirttiğimiz gibi üç
maddede özetliyerek araştırıcılara ipucu vermiş ve insanın kâinattaki yerini
tayin etmiştir.
Sözü edilen üç madde
oldukça önemlidir. Çünkü her yönüyle Cenâb-ı Hakk'ın insandan yana tecelli eden
lütuf, ihsan, rahmet ve inayetini yansıtmaktadır. Onları kısaca şöyle
açıklayabiliriz :
Birinoi madde,
yerkürenin bütünüyle insanın buyruğuna verildiğini; ikinci madde, insan için
yeterli miktarda yararlı temiz ve iyi gıdaların yaratıldığını; her maddede
insanı sağlıklı ayakta tutmaya yönelik birtakım özelliklerin bulunduğunu ve bu
bakımdan her nimetin belli bir programa göre yaratılıp vüouda getirildiğini;
üçüncü madde, insanın varlık âleminde yer alan mahlûkatın pek çoğundan üstün
kılındığını, yerde ve gökte bilinen, bilinmeyen sayısız varlıkların insanın
hizmetine verildiğini, özellikle cansızlar âleminin bütünüyle insanın buyruğuna
sevkedildiğini hatırlatır.
Önemli olan ise,
insanın, Allah tarafından verilen azizliğini ve saygınlığını koruması;
Allah'ın cömertçe hazırlayıp verdiği nimetlerine karşı O'na nankörlük etmemesi;
aklının, zekâsının ve diğer yeteneklerinin hikmet ve değerini bilip her birini
lâyık olduğu şekilde kullanmaya özen göstermesidir. Aksi halde kendini
mükerremlik derecesinden düşürür ve Allah katında silik, değersiz hale gelir;
aşağıların aşağısı olur. Bu durumda artık o ne dünyaya, ne de âhirete yarar..
Nitekim Tîn Sûresi 4
ve 5. âyetlerde buna değinilerek şöyle açıklama yapılmıştır: «And olsun ki biz
insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra da onu (kendi kıymetini bilmediği,
hilkatinin hikmetine göre hayatını düzenlemediği için) aşağıların aşağısına
çevirdik.» [156]
Yukarıdaki âyetlerle,
insan aklına ışık tutan belgeler sıralandı. İnsan ruhuna yerleştirilen Allah ve
din duygusu konu edilerek bu husus üzerinde iyice düşünmemiz istendi. Sonra da
insanın mükerrem, yani aziz ve şerefli yaratıldığı belirtilerek herkesin
kâinat plânında* lâyık olan yerini almasına işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
toplumun daha-çok bağlı bulundukları liderlerin tesiri altında bulunduğuna
işaret edilerek, kıyamet gününde onların liderleriyle birlikte hesap alanına
çağrılacakları haber veriliyor. O bakımdan her insanın gerçeği görüp
anlayabilmesi için ilâhî uyarıya kulak vermesinin lüzumu belirtiliyor. Aksi
halde dünyada göz ve kulağını hakka ve ha-kikata kapalı tutanların âhirette kör
-olarak haşredileceklerine dikkatler çekiliyor. Sonra da ortam ve şartlar ne
olursa olsun din adına taviz yeri-lemiyeceği üzerinde duruluyor. Böyle,
yapanlara dünyada da, âhirette de bilmedikleri bir cihetten kat kat azap
indirileceği bildiriliyor ve dinin baba dedelerden miras kalan bir
nesne"olmadığı, o bakımdan hiç kimsenin onda keyfî tasarrufa hakkı
bulunmadığı dolaylı şekilde anlatılıyor. Arkasından Mekke'de bunalan
mü'minlere müjde verilerek başka bir yere hicret edecekleri günün yakın
olduğuna işaret ediliyor. [157]
71— Bir gün bütün insanları önder ve liderleriyle
birlikte çağıracağız. Artık kimin (amel) kitabı sağ eline verilirse, işte onlar
kitaplarını (rahatlıkla, güven duyarak) okuyacaklar ve bir hurma fitili kadar
haksızlığa uğram lyacak I ar,
72— Kim bu dünyada korse, Âhiret'te de o kördür
ve yol cihetiyle daha da şaşkındır.
73— Neredeyse onlar sana vahyettiğimizden
başkasını bize karşı uydurman için seni bile fitneye düşürecek ve o takdirde
seni samimi bir dost edineceklerdi.
74— Eğer sana sebat vermemiş olsaydık, az da
olsa, onlara neredeyse meyledecektin.
75— Ve o takdirde sana hayatın da, ölümün de
(acısını) kat kat tat-tırırdık, sonra da kendine, bize karşı bir yardımcı da
bulamazdın,
76— Yakında seni bu yerden çıkartmak için seni
rahatsız edip dururlar. O takdirde kendileri de senin ardından pek az bir süre
kalır; (sonra da) yok olup giderler.
77— Bu senden önce gönderdiğimiz peygamberler
hakkında (câri) bir sünnettir ve sen sünnetimizde bir değişiklik bulamazsın.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz Kabe'de Hacerü'l-Esved'i, elleriyle dokunup selâmlamak isterken
Kureyş'in azgın müşrikleri O'na engel oldular ve: «Elini böylece bizim
putlarımıza dokundurduğun takdirde sana istilâm için imkân verebiliriz!»
dediler. Cenâb-ı Peygamber (A.S.), bir ara zevahiri kurtarmak ve onları az da
olsa İslâm'a ısındırmak için elini putlara sürmeyi içinden geçirir gibi oldu.
Derken yukarıdaki âyetler indî. [158]
Diğer bir rivayet:
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki : Sakîf kabilesinden bir heyet, Peygamber (A.S.) Efendimize gelerek dediler
ki:
— Bize üç değişik
imtiyaz verdiğin takdirde sana bey'at ederiz!
Peygamber (A.S.) :
— İstediğiniz üç imtiyaz nelerdir? diye
sorunca; dediler ki:
— Namazda rükû' ve secdeler için eğilmiyeceğiz.
Putlarımızı kendi elimizle kırmayacağız ve Lât adındaki büyük puttan -ona
tapınmaksızın-bir yıl yararlanmamıza müsaade edeceksin..
Peygamber (A.S.)
Efendimiz onlara:
— İçinde rükû' ve secde bulunmayan bir dinde
hayır yoktur. Putlarınızı ellerinizle kırmamanız mümkündür, (başkasına
kıvırtabilirsiniz). Lât ve Uzzâ adındaki putlara gelince: Onlardan
yararlanmanıza elbette göz yumamayız, buyurdu.
Bu kesin cevap üzerine
onlar şunu ilâve ettiler:
— Bizim isteğimiz şu ki: Başkasına vermediğin
imtiyazı bize verdiğini Araplara duyurmandır. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz susup cevap vermedi. Derken 73, 74 ve 75. âyetler indi. [159]
Açıklama :
Peygamber (A.S.)
Efendimiz'in dinin esasını bozmayan bazı hususlarda az yumuşak davranması iki
sebebe dayanır. Birincisi, müşrikleri Is-İâm'a ısındırıp küfrün iyice kökünü
kazımak suretiyle Arap Yarımadası'nda İslâm devletinin -bir daha sarsılmamak,
yıkılmamak üzere- temelini atmak; ikincisi ise, ilâhî muradın böyle bir
yumuşamaya ve dolayısıyla tavize uygun olmadığını, hiç kimsenin dinî konularda
kendi görüşü doğrultusunda tasarrufa yetkili bulunmadığını anlatmaktı.. [160]
«And olsun ki, her
ümmet taptığı şeye tabi olur. Azgın putlara tapanlar da onlara tabi olurlar.» [161]
Açıklama :
Azgın put deyiminden
maksat, azdırıcı, Hakk'ın yolundan saptırıcı put demektir.
«Mü'minlerden biri
çağrılır da kitabı (amel defteri) sağ eline verilir ve bedeni geliştirilir,
yüzü ak-pâk olur. Başına inciyle süslenmiş pırıi pırıl aydınlık saçan bir taç
giydirilir. O da arkadaşlarına doğru gider. Derken arkadaşları onu uzaktan
görünce şöyle dua ederler: «Allahım! bize de bunu ver ve bizi de bu hususta
mübarek kıl..» O da onlara gelip şöyle der: «Size müjde. Çünkü her birinize
bunun bir benzeri verilecek.»
Kâfire gelince: Onun
yüzü simsiyah kesilir, bedeni uzar. Arkadaşları onu görünce şöyle derler:
«Bundan Allah'a sığınırız. Allahım! onu bize getirme.» Ama o adam onlara
gelir. Bu defa onlar şöyle derler: «Allahım! bunu rüsvay eyle..» O da onlara:
«Hay rahmetten uzak kalasılar! Sizden her biriniz için bunun (benim halimin)
bir benzeri vardır» der.» [162]
(<Bir 9un bütün insanları önder ve
liderleriyle birlikte çağıracağız..»
Kitle psikolojisini
az-çok bilen liderlerin toplum üzerindeki tesirleri inkâr edilemez. Zaman
gelir öyle sözler ve formüller ortaya konur ki, akıl onlarla tartışmak istemez
ve tam bir gönül yatışkanlığı içinde teslimiyet gösterilir.
Özellikle konuşma
tekniğini iyi bilen siyasîlerle din adamlannın sözleri bazı şart ve ortamlarda
öylesine tesirli olur ki, toplum onu muhakeme etme kudretini kaybedecek duruma
gelir. Çok geçmeden lidere veya kendilerini irşat eden zata karşı duydukları
sevgi, ona tapacak dereceye gelir. İşte Kur'ân ilgili âyetle, bu inceliğe
parmak basıyor; toplumu yönlendiren lider ve önderlerin ağır bir sorumluluk
altına girdiklerini, kıyamet gününde mutlaka kendisini alkışlayıp hayranlık
duyanlarla birlikte hesap alanına getirileceklerini ve neyi niçin sevip
alkışladıklarının, toplumu neden yana, niçin yönlendirildiklerinin bir bir
sorulacağını ve ona göre karşılık verileceğini belirtiyor.
O halde Allah'a imân
eden lider ve önderlerin, kendilerine inanıp bağlanan toplumları en yararlı
biçimde yönlendirmeleri vaciptir. Aksi halde taşınması zor ağır bir vebal
altına girmiş olurlar.
Unutmayalım ki, ilâhî
nizamda plânlanan hayat çarkı değişmeden belli doğrultuda hareketini sürdürür.
Değişen ise, insanlardır. Herkes kurulu nizama uymak, hayat çarkı istikametinde
hizmet vermekle yükümlüdür, İlâhî nizamın hedefine uygun devam etmesi için de
görevli melekler iş başındadırlar. Her söz ve davranışlarımız anında tesbit
edilip yazılmakta ve geleceğimiz ona göre hazırlanmaktadır. Yazılan şeylerde
bir fazlalık, ya da noksanlık söz konusu değildir. Zira melekler emrolundukları
şeyleri kusursuz yerine getirirler ve hiçbir zaman Allah'ın buyrukları dışına
çıkmazlar. Onlarda nefis ve şehevî arzular bulunmadığı için de her türlü garaz
ve kinden uzaktırlar. Aynı zamanda unutma, hatâ yapma gibi beşerî arızalar
onlar hakkında câri değildir.
Böylece en ince
hesaplara ve en yararlı neticelere göre hazırlanıp plânlanan iiâhî nizama
uyanlar mutlu, uymayanlar mutsuz olurlar. Uyanların amel defterleri sağ
ellerine, uymayanların ya sol ellerine, ya da arkalarından kendilerine
verilir.
Hiçbir lider veya
önder, mürşit ve hayra davet eden kimse, Allah'ın izni olmadan ne şefaat edebilir,
ne de kurtarıcı rolüne girebilir. Her toplum ve uydukları liderler,
yaptıklarıyla karşılık görürler; aynı zamanda niyet ve amaçlarına göre, mükâfat
veya mücazatlandırılırlar. Hiç kimseye haksızlık edilemez. [163]
«Kim bu dünyada korse,
âhirette de o kördür ve yol cihetiyle daha da şaşkındır.»
Yemen'den birkaç kişi
toplanıp İbn Abbas'a (R.A.) gelerek ilgili âyetin mâna ve yorumunu sordular.
İbn Abbas (R.A.) onlara, «Bundan önceki 70. âyeti de okuyun» dedi. Onlar da,
«And olsun kî biz âdemoğullarını aziz, saygıdeğer kıldık. Karada ve denizde
onları taşıyacak araçlar (imal etme yeteneğini) verdik. Onları yararlı, temiz
ve iyi nimetlerle rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın çoğundan üstün
kıldık da kıldık,.» mealindeki âyeti okudular. İbn Abbas (R.A.) şöyle dedi:
«İşte bu gerçekleri görmeyen, görüp de Allah'a şükretmeyenler kördürler. Onlar
âhirette de kör kalacaklardır ve daha da şaşkınlaşıp rüsvay olacaklardır.» [164]
Tabii bu körlük, kalp
ve idrâk körlüğüdür. Beyni küfürle yıkanıp kalbi mal ve para ile işgal edilmiş
ve o yüzden vicdanı silik hale gelmiş kişilerin hakikatleri görecek gözleri,
anlayacak gönülleri dumura uğramıştır. [165]
Neredeyse onlar sana
vahyettiğimizden başkasını bize karşı uydurman için seni bile fitneye
düşürecek ve o takdirde seni samimi bir dost edineceklerdi..»
Her devirde böylesine
eyyamcılar, başkalarını doğru yoldan alıkoymak için bir sürü entrika
çevirenler bulunabilir. Onlardan bir kısmı hem dindar geçinmek ister, hem de
dini kendi arzu ve fasit mantıklarına uydurmaya çalışırlar. Bir kısmı ise,
doğru yolu bulamamış bazı aydın geçinenleri dine ısındırmak için din adına
birtakım tavizler vermekte sakınca görmezler; hattâ bunu daha da ileri götürüp
Kur'ân hükümlerini yanlış yorumlayacak kadar dinden uzaklaşırlar. Böylece bir
münkiri veya münafığı dine ısındırayım derken kendileri dinden çıkıp dalâlet
çukuruna düşerler.
İslâmiyeti ana
kurallarıyla bilmeyen, günlük olayları ve ortaya çıkan yeni yeni meseleleri
dinin bütünlüğü içinde değerlendirmekten âciz olanlar, dinî hükümleri
değiştirmek, ya da aslından uzaklaştırmak suretiyle birtakım çözümler
getirirler ve gerekçe olarak da şunu ileri sürerler: «Efendim, günümüzün
şartlarına, gelişen sosyal yapının meydana getirdiği ortama uymak zorundayız.
Başka türlü olmamız veya aksini düşünmemiz mümkün değildir. Zamanın
değişmesiyle ahkâm da değişir, bu gelişen kültürün tabii neticesidir.»
Böylelerine İslâm'ın
verdiği cevap şudur: «Madem ki günün şartlarına ve gelişen kültüre uymaya ve
İslâmiyet! o şartlara uydurmaya ihtiyaç duyuyorsun, o takdirde dindar olmana
ve İslâm'ı zorlamana ne gerek var? Çünkü son din, Allah'ın insanlığa en son
seslenişi ve en kesin mesajıdır. O bakımdan İslâmiyet insanlığın hayrına
kurulmuş başlıbaşına bir sistemdir. Her yönüyle ilâhîdir. O, günün şartlarına
uymaz, o şartları değiştirip kendine uydurur. Zamanın değişmesiyle ahkâm
değişmez, ancak örf ve âdete bağlı olan hükümler. Örf ve âdetferin değişmesiyle
değişebilir. İlâhî nasslar asla değişmez ve değiştirilmezler. Zira o zaman
ortada ilâhî sistem kalmaz, insanların mantığına ve arzularına göre, beşerî
bir din ortaya çıkar.»
Mekkeli müşrikler de
Peygamber (A.S.) Efendimizi bu hususta bir fitneye düşürmek amacıyla din adına
taviz vermesini istediler. Yukarıdaki âyetler, yani 73, 74, 75. âyetler
indirilerek bu kapı kapandı ve kıyamete kadar da kapalı kalması emredildi.
Din âiimi geçinen ve
aslında dînin temel kaidelerinden habersiz olan kimselerin din adına konuşması,
Kur'ân hükümlerini yoruma kalkışması, kendi kişisel görüşünü ortaya koyup dini
basit mantığına uydurmaya cesaret etmesi, şüphesiz ki, din ve ilim adına
işlenen büyük bir cinayettir. Kur'ân-ı Kerîm bunlara Allah'ın şu emrini
hatırlatmakta ve ölmeden önce Hakk'a dönmelerini tavsiye etmektedir: «O
takdirde sana hayatın da, ölümün de (acısını) kat kat tattırırdık, sonra da
kendine, bize karşı bir yardımcı da bulamazdın.»
Cenâb-i Hak,
müşriklerle Resûlüllah (A.S.) Efendimiz arasında cereyan eden çok önemli bu
olayı, mü'minleri aydınlatmak, her türlü şüphe ve tereddütleri gidermek için
ilâhî hikmeti gereği programlayıp sahneye çıkarmış ve Peygamberine hitap etmek
suretiyle dinde taviz vermenin çok çirkin bir oyun, çok tehlikeli bir adım ve
kapanması güç bir yara olduğuna dikkatleri çekmiştir. Aynı zamanda hitap
özellik arzederken emir ve tavsiye genellik ifade etmektedir. Daha çok O'nun
ümmeti bu konuda uyarılmakta ve din adına taviz vermemeleri tenbîh
edilmektedir. .
Böylece Cenâb-ı Hak,
dinî hükümleri, emir ve nehiyleri ve diğer .bütün esas ve prensipleri -ilâhî
izin dışında- peygamber de dahil olmak üzere değiştirme yetkisini ne ilim
adamlarına, ne devlete, ne devlet adamlarına, ne şuraya, ne de bir kurula
bırakmamıştır.
Din âlimlerinin
görevi, İslâm'ı ve Onun kutsal kitabı Kur'an'ı indiği gibi korumak ve tebiîğ
etmektir. İrşat hizmetini bu çerçeve içinde sürdürmenin farz olduğunu bilmek;
fert, aile ve toplumun akıl, zekâ ve kültür seviyelerine göre, bir tebiîğ
metodu uygulamak ise, hizmetin plânını oluşturur. Doğru yola eriştirmek ise,
onların yetkisi dışında kalır ve tamamıyla Allah'a aittir. O dilediğini doğru
yola iletir, dilediğini de sapıklığı içinde bocalar vaziyette bırakır. [166]
«Yakında seni bu
yerden çıkartmak için seni rahatsız edip dururlar. O takdirde kendileri de
senin ardından pek az bir süre kalıp (sonra da) yok olup giderler..»
Bir ülkede veya
beldede ya Peygamber'in (A.S.) şahsı, ya da amel edilen sünneti yaşadığı
sürece, Allah o ülke ve beldeyi yok etmez. Peygamberin amel edilen sünnetinden
maksat ise, Onun getirdiği dinin esas ve prensipleridir. Bu, Allah'ın câri
kanunlarından biridir ve Allah'ın câri kanunlarında bir değişiklik söz konusu
değildir.
Ashab-ı Kiram'ın çoğu
Allah'ın bunca haksızlıklarda bulunan Mekke-li azgın müşrikleri neden yok
etmediğini ister istemez düşünüyorlar ve buna bir aniam yeremiyorlardı.
Cenâb-ı Hak bu husustaki şaşmayan sünnetini onlara hatırlatarak yukarıda
mealini yazdığımız âyeti indirdi.
Böylece Resûlüliah
{A.S.) Efendimiz, Mekke'de bulunduğu sürece, Allah, putperest müşrikleri yok
edecek bir azap indirmedi. Sadece a'aldık-ları gaflet uykusundan uyanmalarını
sağlamak ve geleceklerinin hiç de umut verici olmadığını bildirmek için oniarı
birtakım sıkıntılarla tehdit etti. Resûlüllah (A.S.) hicret edince, o rahmet
onların arasından aynimış olduğundan, çok geçmeden İslâm fütuhatı başladı ve
müşriklerin mağrur başlan eğildi. Düne kadar değer vermedikleri müslüman köle
ve fakirlerin karşısında küçüiüp kaldılar. Şüphesiz bu da onlar için ayrı bir
azap ve zillet idi. [167]
İlgili âyetle, yakında
hicret olayının meydana geleceği, müşriklerin İlâhî kahır tokadını yiyecekleri
-işaret yoluyla da olsa- haber verilmiş ve zaferin yaklaştığı müjdesi bu
işaret içinde belirlenmiştir.
Allah'ın güzel
âdetlerinden biri de, şöyledir: Önemli bir olayın meydana geleceğini murat
ettiğinde, önce birtakım işaretler ve manevî sinyaller verir; böylece kalpleri
o olaya hazır duruma getirir. 76. âyetle aynı âdet ve metot uygulanmış ve iki
ayrı önemli olayın İslâm lehine gerçekleşeceğine işaret edilmiştir. Nitekim
indirilen hükümlerin bir kısmında da aynı metot uygulanmış ve kademeli şekilde
bilgi verilerek inecek hükme kalp ve kafalar önceden hazır duruma
getirilmiştir.
Yapılan ciddi
tesbitlere göre, yukarıdaki âyetin inmesinden bir yıl sonra müşrikler Hz.
Peygamber'i (A.S.) öz yurdundan çıkarmayı veya vücudunu ortadan kaldırmayı
kafalarına koymuş ve birtakım hazırlıklara başlamışlardı. Böylece Cenâb-ı
Hakk'ın haber verdiği şekilde olaylar gelişmeye başlamış ve çok geçmeden hicret
olayı, arkasından da Bedir savaşı meydana gelmiş; İslâm'a zafer kapıları
açılarak, Allah'ın va'di gerçekleşmiştir.
Hicret olayından sonra
ilâhî sünnet müşriklerin yakasını koyuvermemiş, ardarda gelen savaşlar onların
bağrına birer hançer saplayarak hepsini huzursuz etmiş ve çok geçmeden Mekke
bütünüyle fethedilip putperestlik o bölgede tarihe karışmıştır. [168]
Yukarıdaki âyetlerle,
toplumu sevk ve idare eden liderler konu edildi. Bu arada onların peşine
takılan toplumlar uyanlarak ilâhî çizgiden sapmamaları işaret yoluyla tenbîh
edildi. Gerçekleri görmeyenlerin dünyada kalp gözleri kör olduğu gibi, âhirette
de kör olacağı hatırlatıldı. Sonra da müşriklerin tuğyan ve zulmünden iyioe
bunalan mü'minlere zaferin çok yakın olduğu müjdesi verilerek putperestliğin
yakında tarihe karışıp yok olacağına işarette bulunuldu.
Aşağıdaki âyetlerle,
Allah'ın tecelli edecek büyük lûtuflarını düşünerek mü'minlerin beş vakit
namaza devam etmeleri ve gecenin bir bölümünde kalkıp ibâdet etmeleri,
özellikle gece ibâdetinin peygamberle daha çok ilgili bulunduğu açıklanıyor.
Sonra hemen hicretin çok yakın bir zamanda gerçekleşeceğine kapalı bir
anlatımla tekrar işaret edilerek o sırada yapılması gereken duâ telkin
ediliyor. Arkasından hak gelince bâtılın yok olacağı hatırlatılıyor. Sonra da
Kur'ân'ın mü'minlerden yana mutlak şifâ ve rahmet olduğu bildirilerek, mü'minlerin
günlük hayatlarını bu kitaba göre düzenlemeleri emrediliyor. [169]
78— Güneş'in
(zeval vaktinde) kaymasından, gecenin
kararmasına kadar namaz kıl; bir de Kur'ân'ın (feyiz ve bereketiyle
içice olan) sabah namazını kıl; şüphesiz kî sabah namazına (melekler) şahit
olur.
79— Gecenin bir bölümünde uykudan kalk da sana
has, fazladan bir namazı, onunla (Kur'ân ile) kıl. Umulur ki Rabbin seni
MAKAM-I MAH-MÛD'a (Övülmeğe lâyık makama, Şefaat makamına) eriştirir.
80— De ki: Rabbîm! beni gireceğim yere sidk ile
sok, çıkaracağın yerden sıdk ile çıkar ve kendi katından bana yardımcı bir
kuvvet ver.
81— De ki: Hak geldi, bâtıl yok oldu; çünkü
gerçekten bâtıl yok olmaya mahkûmdur.
82— Kur'ân'dan mü'minlere şifâ ve rahmet olan
(parçalar, bölümler) indiririz. Zâlimlerin ise ancak ziyânını artırır.
83— İnsana nîmet verdiğimiz zaman yüzçevirir de
yançizer. Kendisine kötülük dokunduğu zaman ümitsizliğe kapılır.
84— De ki: Herkes mizacına ve inancına göre amel
eder. O halde kimin daha doğru yolda bulunduğunu Rabbınız daha iyi bilir.
«Cemaat halinde
kılınan namaz, sizden birinizin yalnız başına kıldığı namazdan yirmi beş derece
üstündür. Gece melekleriyle gündüz melekleri sabah namazında biroraya
gelirler.» [170]
«Üç şey var ki bana
farz, size sünnettir: Vitir namazı, sivak (dişleri temizlemek için misvak
kullanmak) ve gece (uykudan) kalkıp (teheccüd) namazı kılmak.» [171]
Muğîre b. Şu'be (R.A.)
diyor ki:
«Peygamber (A.S.)
Efendimiz (gece) kalkıp ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Bunun üzerine
kendisine denildi ki: «Kendini neden bu kadar zorlar ve üzersin? Oysa Allah
senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamıştır.» Efendimiz (A.S.) ona şöyle
buyurdu: «Şükreden bir kul olmayayım mı?» [172]
Hz. Âişe (R.A.)dan,
Resulü İlah (A.S.) Efendimizin ramazan ayındaki namazından sordular. O da
onJara şöyle anlattı: «Resûlüllah (A.S.) Efendimizin ramazanda da, ramazan
dışında da (geceleyin) kıldığı namaz on bir rekâtı geçmezdi. Dört rekât kılardı
ki, onun güzelliğini, uzunluğunu sormayın! Sonra dört rekât daha kılardı ki,
onun da güzelliğini ve uzunluğunu sormayın! Sonra da üç rekât kılardı.»
Hz. Âişe (R.A.)
devamla diyor ki:
«Peygamber'e (A.S.)
sordum, dedim ki:
— Ya Resûlellah! Vitir kılmadan mı uyuyorsun?
Cevap verdi:
— Ya Âişe! Doğrusu benim gözlerim uyur, ama
kalbim uyumaz..» [173]
Yani fecir doğmadan
önce kalkıp vitir namazını kılardı.
Yine Hz. Aişe (R.A.)
Validemiz anlatıyor:
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz gece kalktığında önce hafif iki rekât bir namaz kılardı.» [174]
«Yatsı namazını
bitirip ondan sonra fecir doğuncaya kadar (ara yerde, gecenin bir bölümünde) on
bir rekât namaz kılardı. Her iki rekâtta bir selâm verirdi. Ve bir tek rekâti
de iki secdeyle kılar ve secdede (uzun süre) kalırdı. O kadar ki, biriniz secde
edip başını kaldırmadan elli âyet okuyacak süre kadar beklerdi. Müezzin sabah
ezanını okuyunca ve fecrin doğduğu anlaşılınca, iki rekât hafif bir namaz
kılar, sonra sağ yanı üzerine uzanır; müezzin ikamet için gelinceye kadar
beklerdi.» [175]
«Sabah namazına gece
melekleriyle gündüz melekleri şahit olurlar (o saatlerde biraraya gelip hazır
olurlar).» [176]
«Her peygamberin
(hemen) kabul olunan bir duası vardır. Ben duamı (kıyamet gününde) ümmetime
şefaat etmek için sakladım. İnşaallah, sizden Allah'a hiçbir ortak koşmadığı
halde ölen kimse şefaatime nail olur.» [177]
«Müezzinin sesini
işittiğiniz zaman onun dediği gibi deyin. Sonra da bana salât getirin. Kim bana
sala vat getirirse, Allah ona on rahmet indirir. Sonra benim için vesile
isteyin. Çünkü vesile Cennet'te bir makamdır ki o ancak Allah'ın kullarından
birine tahsis edilmiştir. Umarım ki o kul ben olayım. Artık kim benim için v e s î I
e isterse, şefaatim
dişine helâl olur.» [178]
«Müezzinin çağrısını
duyduğunuz zaman, kim «Allahım, ©y bu tastamam çağrının ve kılınmak üzere olan
namazın Rabbı! Muhammed'e vesile ve fazilet ver ve onu va'dettiğin Makam-ı
Mahmûd'a yükselt» derse, kıyamet gününde şefaatim ona vacip olur.» [179]
«Kıyamet günü olunca,
ben peygamberlerin imamı ve hatibi olurum. Aynı zamanda şefaat sahipleri
olurum. Ancak gururlanacak bir şey yok..» [180]
«İnsanlar kıyamet günü
kabirlerinden kaldırılıp haşır alanına (mahşer yerine) sevkedilirler. Ben ve
ümmetim bir tepenin üstünde bulunuruz. Rab-bım bana yeşil bir hülle giydirir.
Sonra da bana izin verir de O'nun dilediği (izin verdiği) kadar konuşurum.
İşte bu, Makam-ı Mahmud'dür.» [181]
Bilindiği gibi, beş
vakit namaz farz kılınmadan önce Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, İbrahim
Peygamber'in (A.S.) Hanîf Dinine göre, namaz kılardı. İlim adamlarının çoğu bu
namazın, ikisi sabah, İkisi de akşam olmak üzere dört rekât olduğunu
belirtmişlerdir. Sonra Mi'rac gecesi beş vakit olarak farz kılınmıştır.
Kur'ân'da doksana
yakın yerde namazdan bahsedilmekte ve ibâdetler arasında en çok ona yer
verilmektedir. Ayrıca iki yerde namazın günde beş vakit olduğuna işaret
edilmekte ve daha geniş açıklanması Hz. Pey-gamber'e (A.S.) bırakılmaktadır.
Sözünü ettiğimiz iki
âyetten biri Rum sûresinde, biri de konumuzu teşkil eden İsrâ sûresinde
geçmektedir.
78. âyette güneşin
kaymasından gecenin kararmasına kadar geçen süre, dört vakti kapsamaktadır:
Öğle, ikindi, akşam ve yatsı.. Sabah namazı ise, okuma özelliği taşıyan ve
meleklerin hazır olduğu bir namaz olarak övülmektedir.
Kitap ve Sünneti
yeterince bilmeyen, İslâmî esaslar hakkında ciddi bir araştırma ve bilgisi
olmayan bazt yarım aydınlar, «Kur'ân'da yalnız namazdan söz edilir, ama beş
vakit olduğu açıklanmaz» diyerek mü'minlerin kafalarını bulandırmaya
çalışırlar. Sadece ismen müslüman olan kişilerin ise, dinden tamamen
soğumalarına yardımcı olurlar. Oysa Kur'ân'ın iki yerinde namazın beş vakit
olduğu belirtilmiştir. Bununla beraber bir an varsayalım ki, Kur'ân'da beş
vakitten söz edilmemektedir. Bu neyi ispatlar? Kur'ân'da hâkim olan ilâhî üslûp
ve kurallardan biri de daha çok konuların, mesele ve hükümlerin ana fikrini,
özetini-verip açıklama ve detayını Hz. Peygamber'e (A.S.) bırakmaktır. Aynı
zamanda birçok konularda bilimsel araştırmalar yapılmasına, içtihatlarda
bulunulmasına imkân vermek ve esneklik metoduyla insan aklına zemin hazırlamaktır.
Kur'ân'da zekât ve
oruçtan da bahsedilir, ama zekâtın hangi maldan, ne kadar verileceği; orucun
nasıl tutulacağı, daha çok nelere dikkat edileceği açıklanmaz, detayı
Peygamberimizin (A.S.) sünnetine bırakılır.
Eğer Kur'ân'da her
konu ve hüküm yeterince açıklansaydı, iki önemli sakınca ortaya çıkardı:
Birincisi, Kur'ân'ın en az dört, beş cilt olması gerekirdi. İkincisi ise, ilmî
araştırmalara, istinbat ve içtihatlara fazla gerek kalmazdı. Bir üçüncüsü ise,
Kur'ân'ı ezberlemek zorlaşır, onunla meşgul olanlar azalırdı. [182]
«Gecenin bir bölümünde
uykudan kalk da sa-na has, fazladan bir namaz; onunla (Kur'ân ile) kıl..»
Teheccüd : Kelime
olarak, uyuduktan sonra gece kalkmak mânasına delâlet eder. İslâm'ın ilk
yıllarında gece namazı hem Peygamber'e (A.S.), hem de ümmetine farz olmuş,
sonra beş vakit namaz farz kılınınca gece namazının farziyeti ümmetten
kaldırılmış, sadece Peygamberimize mahsus fazla bir vacip olarak kalmıştır. [183]Ümmet
hakkında ise, müstehap sayılmış ve fazileti hakkında teşvikkâr çok şeyler
söylenmiştir.
Gecenin sükûneti
içinde her türlü gösteriş, gaile ve gafletten uzak, tam bir ruh safiyetiyle
kalkıp namaz kılmak, zikretmek şüphesiz ki insana feyiz ve rahmet kapılarını
açar, ruhu olgunlaştırır. O kadar ki, Resûlüllah (A.S.) Efendimizi Makam-ı
Mahmûd'a yükseltirken ümmetini de o makamda tecelli edecek şefaatten
nasiplerini alma düzeyine getirir.
Bilndiği gibi, Makam-ı
Mahmud, en güzel, en çok övgüdeğer olan şefaat makamıdır ve Peygamberimize
(A.S.) mahsustur. Nitekim okunan ezandan sonra, hadîs bölümünde naklettiğimiz
gibi, Resûlüllah (A.S.) Efendimize v e sî I e , fazîlet ve Makam-ı Mahmud
istememiz, ümmet olarak nezaket ve terbiyemiz gereğidir; hem de o makamda
Allah'ın izniyle günahkâr kulların lehine yönelecek şefaate lâyık olma
arzumuzu duâ makamında kalpten dile getirmemizdir. [184]
«De ki: Rabbım! beni
gireceğim yere sıdk île sok, çıkacağım yerden sıdk ile çıkar ve kendi katından
bana yardımcı bir kuvvet ver.»
Daha önceki âyetlerle,
İslâm güneşinin yakında Arap Yanmadası'nı aydınlatacağına, müşriklerin
yenilgiye uğrayacağına, mü'minlerin sıkıntı ve ıstıraplarının hafifleyeceğine
işaretlerde bulunulmuştu. Bu âyetle de çok açık şekilde hicretin pek yakında
gerçekleşebileceği hatırlatılıyor; eninde-sonunda hem Mekke'nin, hem de
Medine'nin doğruluk ve güven beldeleri olacakları; Peygamber'in (A.S.)
Mekke'den sıdk ile çıkıp hicret edebileceği gibi, sıdk ile Medine'ye kavuşacağı
haber veriliyor.
İbn Abbas'a (R.A.)
göre, bu âyet Peygamber'e (A.S.), hicret emri verildiği zaman inmiştir. [185]
Hicretin sıdk-u selâmetle sonuçlanması hususunda Allah'ın öğrettiği çok nefis
bir duadır ki, bir yerden başka bir yere yolculuk yapmaya hazırlanan veya göç
eden mü'minlere tavsiye edilmektedir.
. Ayrıca bu âyeti
farklı şekilde yorumlayanlar da olmuştur. Onları şöyle özetiiyebiliriz :
a) Rabbım! Benim canımı, sadakat üzere
bulunduğum halde al ve kıyamet günü sadakat üzere beni kabrimden kaldır.
b) Emrolunan hususa beni sadakatla yönelt;
men'edilen şeyden beni sadakat üzere iken uzaklaştır.
c) Rabbım, müşriklerin arasından sıdk ile
çıkmamı, güvenli yere sıdk ile girmemi sağla.
d) Beni sıdk-u selâmetle Mekke'den çıkar, yine
sıdk-u selâmetle Medine'ye ulaştır.
Nitekim öyle oldu,
hicret emri gelince, Resûiülİah (A.S.) Efendimiz, müşrkiierin bütün kötü niyet
ve tehlikeli plânlarına rağmen Allah'ın sıdk-u selâmet tecellisine mazhar
olarak Mekke'den ayrıldı ve yine aynı tecelliye mazhar olarak Medine'ye
ulaştı Böylece Allah'ın va'di yerine
geldi. [186]
«De ki: Hak oldu.
Çünkü gerçekten bâtıl yok olmaya mahkûmdur.»
Cenâb-ı Hak bu âyetle,
İslâm'ın yükselip başarıya erişeceğini, bunun karşısında bâtılın giderilip yok
edileceğini ilân ederken, şu çok önemli hususa mü'minlerin dikkatini çekiyor:
Doğru bulunmayınca eğri ortadan kalkmaz, hak gelmeyince bâtıl gitmez. Hakkın
gelebilmesi, onu temsîl edenlerin Kur'ân'ın gölgesinde, ilâhî hoşnutluk
doğrultusunda bâtılı ezecek bir kuvvet oluşturmaîarıyla; maddî ve mânevi silah,
araç ve gereçleri biraraya getirip bütünleştirmeleriyle mümkündür.
Cihan Peygamberi Hz.
Muhammed (A.S.) Efendimiz de Allah'tan aldığı bu talimat üzerine önce
Mekke'deki, sonra da çevresindeki ve Arap Yanmadası'ndaki putları ve onlara
tapanları alaşağı edebilmek için sözü edilen iki kuvveti biraraya getirip
bütünleştirdi ve öylece aldığı cihad emriyle yola çıktı. Neticesi ise,
bilindiği gibi, son derece parlak olmuştur.
Nitekim İbn Mes'ud
(R.A.) diyor ki:
«Mekke fethedildiği
gün Resûlüllah (A.S.) Efendimiz mütevazi bir eda, mahviyetkâr bir tavır içinde
şehre girdi. Kabe'nin etrafında 360 kadar dikili put bulunuyordu. Elindeki
bastonuyla onlara bir bir dokunup devirirken, «Hak geldi, bâtıl yok oldu. Zaten
bâtıl yok olmaya mahkûmdur» mealindeki âyeti okuyordu.» [187]
O bakımdan Mim adamları
âyetteki «hak» tâbirini «İslâm» ve «Kur'ân» ile tefsîr etmişlerdir. Şüphesiz ki
bu yorum, ilâhî murada uygun olmuş, hakkı temsîl eden İslâm ve Kur'ân sağlam
imân sahiplerinin elinde ve dilinde yenilmez bir kudret olarak bâtılın beynini
parçalamış ve dünyada bir eşine daha rastlanmayan bir inkılâp yapmıştır.
Cenâb-ı Hak bu hususu en duyarlı bir anlatımla Enbiyâ sûresinde şöyle
açıklamaktadır: «Hayır, biz hakkı bâtılın üzerine fırlatırız da onun beynini
parçalar; bir de bakarsın ki bâtıl yok oluvermiştir.» [188]
İslâm orduları
fethettikleri gayr-i müslim ülkelerde, Peygamber (A.S.) Efendimizin sünnetine
uyarak, önce bâtıldan yana put ve benzeri neler varsa, onları ortadan kaldırıp
yok ederler, Sonra da İslâm esaslarını, din kültürünü onlara öğretmek için
camiler inşa ederler. Mevcut ilim yuvalarını Kur'ân'dan yana çevirip gereken
İslâhatı geciktirmeden yaparlar. Kitap Ehli kabul edilen Yahudi ve
Hıristiyanların ibadet yerlerine dokunmazlar, din adamlarını -İslâm'a karşı
koymadıkları, fitne ve fesat çıkarmadıkları takdirde- öldürmezler ve onları
inançlarıyla başbaşa bırakıp din ve vicdan hürriyetine lâyık olduğu yeri ve
değeri verirler.
Fetih yapılmadan,
İslâm güçlenip imkânlarını oluşturmadan putları kırmaya kalkışmak, İslâm'ın
tebliğ, irşat ve gelişme stratejisine ters düşer. Çünkü böyle ortam ve
durumlarda, yarardan ziyade zarar söz konusu olabilir ve bu da İslâm'ın
gelişmesini engelleyip hızını kesebilir. Nitekim Re-sûlüllah (A.S.) Efendimiz
Mekke'de on üç yıllık peygamberliği döneminde ne kendisi, ne de arkadaşları,
Kutsal Kabe'nin etrafındaki putlara dokunmadılar, hisleri tahrik edecek söz ve
davranışlardan kaçındılar. Zaten İslâmiyet bizatihi rahmet, hoşgörü, sevgi ve
saygı dinidir. Zorbalık, hırçınlık, kırıcılık, insanları küçük düşürücülük gibi
nezaket ve edep dışı olan şeyler onda yoktur. O bakımdan Mekke'de müslümanlar
sadece Tevhîd İnan-cı'nı kalp ve kafalara, ilâhî rahmet havasını gönüllere
estirmeğe ve insan eliyle yontulup şekillendirilen cisimlerin ilâh
olamıyacaklarını anlatmaya çalışmışlar; şirretliğe, küstahlığa ve haksız
tecavüzlere misliyle karşılık vermemişler, kötülüğü iyilikle gidermeyi prensip
edinip muhtemel bir kargaşalığa ve iç savaşa sebep olacak söz ve
davranışlardan kaçınmışlardır.
Zira İslâm Dini, insan
hayatının her bölümüne hitap eden, devlet ve milletlerle yakından ilgilenen
başlıbaşına ilâhî sistemdir. Plânlı, programlı hareket eder, kendi meselelerini
cahillerin eline ve iradelerine terketmez; ilmi, gerçek ilim adamlarını rehber
edinir, kan dökmeden, fitne çıkarmadan kalplere ilâhî sevgi ve rahmeti
doldurmaya çalışır. Nitekim Ashab-ı Kiram fethettikleri ülkelere rahmet,
adalet, hakseverlik, edep, terbiye, nezaket, kardeşlik ve hoşgörü götürmüşler;
İslâm'ın gazap değil, rahmet olduğunu her vesileyle ortaya koymuşlardır. [189]
«Kur'ân'dan mü'minlere
şifâ ve rahmet olan (parçalar, bölümler, âyetler ve sûreler) indiririz..»
Kur'ân-ı Kerîm yirmi
üç yıla yakın bir süre içinde olayları hedef alarak parça parça indirilmiş ve
her parçası inananlara şifa ve rahmet olmuştur.
Kur'ân'ın şifa
özelliği, biri bedenî, diğeri ruhî olmak üzere iki yönlüdür. Kur'ân getirdiği
ilâhî hakikatlerle kalplerdeki cehalet ve şüphe hastalığını giderip insanları
derunî, diğer bir tabirle ruhanî şifâya kavuşturur. Kalpleri örten madde
kesafetini kaldırır da ilâhî feyiz ve rahmeti alacak düzeye ve kıvama getirir.
Ayrıaa unutmayalım ki,
tabibin verdiği ilâç, Kur'ân'ın şifâ iksiriyle karıştırılıp içilirse çok daha
tesirli olur. Onun için İslâm bir hastalık zuhur ettiğinde tabibe başvurmayı
emrederken şifâyı ondan değil Allah'tan dilemeyi telkin eder. Diğer yandan
tıbbın iyileştiremediği veya tıbbın elinin yetişemediği birtakım ruhî
hastalıkları, iki taraf da kesinlikle inanıyorsa, Kur'ân'dan şifâ niyetiyle
tavsiye edilen şifâ âyetlerini okumakta çok büyük tesirler ve yararlar
bulunduğunu unutmamak gerekir.
Nitekim Ashab-ı
Kirâm'dan Ebû Saîd el-Hudrî (R.A.) anlatıyor:
«Biz otuz kişilik bir
süvari mangası olarak bir tarafa gönderilmiştik. Akşam olunoa bir Arap
kabilesine indik. Bizi konuk edinmelerini rica ettik, kabul etmediler. Sonra
çok geçmeden telâşla bize gelip kabile reislerini akrep veya yılan gibi
zehirli bir hayvanın ısırdığını ve adamın ölmek üzere bulunduğunu anlatarak,
afsun yapıp onu iyileştirmemizi ısrarla istediler. Gittik ve ben şifâ
niyetiyle yedi defa Fâtiha-i Şerîfe'yi okudum. Bunun üzerine kabile reisi
gözlerini açtı ve iyileştiğini söyledi. Onlar buna karşılık bize otuz koyun
verdiler. Koyunlardan birkaç tanesini kesip yedik. Aneak arkadaşlarımızdan bir
kısmı yemedi. Medine'ye döndüğümüzde durum Hz. Peygamber'e (A.S.) arzedildi.
Peygamber (A.S.) Efendimiz bana sordu : «Fâtiha'da manevî şifâ bulunduğunu
nereden biliyordun?» Ben de, «Ya Resûlellah! o anda kalbime öyle doğdu..» diye
cevap verdim. Efendimiz (A.S.) «O koyunlardan yeyiniz ve bize de yediriniz»
buyurdu.» [190]
Ayrıca Resûlüliah
(A.S.) Efendimizin, Muavvezeteyn'i okuyup
kendi üzerine üflediğini Hz. Âişe (R.A.) bildirmiştir. [191]
«İnsana nîmet
verdiğimiz zaman yüzçevîrir de yan çizer. Kendisine kötülük dokunduğu zaman
ümitsizliğe kapılır.»
Bol nimet, refah ve
huzur içindeyken dindar geçinen insanların çoğu veya bir kısmı Allah'ı unutur,
ibâdeti bırakır, ya da aksatır. Önce cemaati," sonra yavaş yavaş vakit
namazlarını, sonra da cuma namazını terketme-ğe başlar. Daha doğrusu ibâdete
ihtiyaç duymaz, duysa bile zevk almaz. Tabii bu duruma gelenler, imânını
kalbinin derinliğine indiremiyen, şüphelerden kendini kurtaramayan ve daha çok
dünyaya önem veren kimselerdir; yoksa yukarıda belirtilen ve insan
karakterinin rengini yansıtan husus herkes hakkında carî bir hüküm değildir;
ama insanların çoğu öyledir denilebilir.
Böylece insanların
çoğu tam nankörlük İçinde ömür sermayesini geçici bir nimetin verdiği
sarhoşluk ve şımarıklıkla harcar. Derken bir'dert, bir sıkıntı veya felâketle
karşılaşır. Refah günleri çok gerilerde kalır ve bu defa ümitsizliğe düşer.
Sıkıntılar ardarda onu kovalar. Başka çaresi kalmayınca ruhuna ezelde enjekte
edilen Allah duygusu harekete geçer ve çok geçmeden Cenâb-ı Hakk'a yönelip
yardım isteme ihtiyacını duyar. O'na sığınır. Felâketi atlatınca, bu defa o
sıkıntılı ve üzüntülü günleri unutmaya başlar.
İşte böylece imânı
takva temeli üzerine oturtulmamış kişilerin hayatı iki yüzlü bir madalyona
benzer.
İnsan karakterini
yönlendiren, onu sünnetullah ile uyum haline getirip ikiyüzlülükten,
döneklikten kurtaran, şüphesiz ki, Allah'a dosdoğru imân ve Kur'ân'ın şifâ ve
rahmet özelliğidir. Bu da çok ciddi bir eğitim konusudur.
Onun için bunu takip
eden âyette, insan karakterine parmak basılıyor ve: «De ki: Herkes mizacına ve
inancına göre amel eder..» buyurulu-yor. [192]
Yukarıdaki âyetlerle,
günde beş vakit namazın öneminden ve uyuduktan sonra gece kalkıp ibâdet
etmenin yararından söz edildi. Sonra Mekke'de maruz kaldıkları haksızlıklardan
dolayı bunalan mü'minlere kurtuluş ve zaferin yakın olduğu müjdesi verildi;
yakında din ve vicdan hürriyetinin bulunduğu bir ülkeye hicretin
gerçekleşeceğine işaret edilerek, Mekkeli müşriklerin çok geçmeden baş aşağı
gelecekleri günün gelip çatmak üzere olduğuna dolaylı şekilde atıf yapıldı.,
Hak geiince bâtılın yok olacağı bildirilerek artık müsterih olmaları istenildi.
Aşağıdaki âyetle,
Peygamberi (A.S.) müşkii duruma düşürmek isteyenlerin ruh hakkındaki soruları
konu ediiiyor ve hiçbir çağda reddi mümkün olmayan bir oevap verilerek hakkın
.her zaman üstün olacağı hatırlatılıyor. [193]
85— Sana
ruhtan soruyorlar, de ki: Ruh Rabbimin emrindendir. Size ilimden az bir şey
verilmiştir.
Hz. Abdullah (R.A.)
diyor ki:
«Resûlüliah (A.S.)
Efendimizle beraber bir yerde bulunuyorduk. Resûlüliah (A.S.) bir ara elindeki
değneğine dayanıp yürürken birkaç yahu-diyle karşılaştık. Onlar Peygamber'e
(A.S.) yaklaşarak «ruh hakkında ne dersiniz?» diye sordular. Peygamber (A.S.)
susup cevap vermedi. Derken vahiy geldi ve yukarıdaki âyet indi.» [194]
İbn Abbas (R.A.)nın
îesbitine göre: Mekke müşrikleri Yahudi bilginlerine başvurup Muhammed'den bir
şey sormak ve böylece onu zor durumda bırakmak istediklerini ve bunun için
kendilerine birtakım bilgiler vermelerini teklîf ettiler. Yahudi bilginleri,
onlara: «Muhammed'den {A.S.) ruh nedir, diye sorun» diyerek birtakım bilgiler
verdiler. Onlar da gelip ruh hakkında Peygamber {A.S.) Efendimizden tatmin
edici bilgi istediler. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. [195]
Ruh kavramı başhbaşına
bir konudur. Tarih boyunca ruhçularla maddeciler bu kavram üzerinde durmuş ve farklı
yorumlarda bulunmuşlardır.
Onlardan bir kısmının
görüşlerini şöyle sıralayabiliriz:
a) Materyalistlere göre : Ruh, maddenin yüksek
bir ürününden başka bir şey değildir.
b) İdealistlere göre : Maddeyi meydana getiren
ruhtur. Esas eleman düşüncedir.
c) Ruhçulara göre : Vücutta bulunan maddesiz
hayat ilkesi, hayatın özüdür, yani ruh hayatın özü ve mayasıdır.
d) Diğer felsefecilere göre : Ruh kavramının
kaynağı ANİMİZM (ruhu hem hayat olaylannin, hem de akıl olaylarının aslı sayan
sistemjdir.
e) Bazı tasavvufculara göre : Ruh, insan ile
Allah arasındaki vücut birliğini sağlayan cevherdir. Bu görüş, panteizme, yani
vahdet-i vücut felsefesine yakın bir anlam taşır.
f) Hıristiyan inancına göre: Ruh, «nefes» ve
«hayat nefestedir. Tanrı da sonsuz hayat olduğu ve sonsuz nefes bulunduğu için
bir ruhtur.
g) Bazı müfessirlere göre : Ruh denilince,
mutlak olarak şu üç mâna düşünülebilir: Hareket başlangıcı, hayatın özü ve
kaynağı, idrâkin başlangıç noktası ve kaynağı..
Birinci düşünce ve
mana : Maddenin karşıtı olan güç ve enerji anlamını yansıtır. Bu manayla,
maddeye hareket sağlayan ve enerji olan elektriğe «ruh» denilebilir.
İkinci düşünce ve
mana: Ruh hayatın özü ve kaynağı olarak üç gruba ayrılır: a) Bitkilerdeki
hayat, b) hayvanlardaki hayat, c) insanlardaki hayat. Bunlar birbirlerinden
farklı ruh taşır. En mükemmeli insanî ruhtur.
Üçüncü düşünce ve
mana: Ruh, insandaki yeteneklerin kaynağıdır.
h) İmam
Gazâlî ve Ebû Kasım Râğıb el-Esbahanî'ye göre: Ruh, ne cismidir, ne de
cismanîdir. Bedenlerle olan ilgisi, tedbîr ve tasarruf ölçü ve anlamındadır.
i) Diğer
bazı İslâm bilginlerine göre : Ruh, nuranî bir cisimdir. Diridir, hareket
halindedir. Yüce âlemdendir. Mahiyet ve tabiatıyla şu duyularımızla
bilinebilen cisimlerden ayrıdır. Gül yağının güldeki, zeytin yağının
zeytindeki, ateşin kömürdeki sirayeti gibi, o bedende sâridir. Değişme,
bölünme, çözülme kabul etmez. Girdiği cisme hayat verir. Cisim elverişli olduğu
sürece ruh ona hayat feyzini aralıksız sunar.
Aynca âyette geçen
«ruhstan maksat. Melek Cebrail'dir veya büyük bir varlıktır diyenler olmuşsa
da, cumhura göre, bedene hayat, hareket, akıl, zekâ, idrâk, hafıza, düşünme
gibi yetenekleri veren şeydir.
Bununla beraber büyük
bir enerji ve hayat kaynağı olduğu için Melek Cebrail'e de Kur'ân'ın yedi ayrı
yerinde «Ruh», beş yerinde «Ruhulku-düs,» bir yerinde de «Ruhulemîn»
denilmiştir. [196]
İslâm'ın Ruh kavramı
hakkındaki görüş ve tesbitinin özeti:
Ruh : Allah'ın yüce ve
sonsuz kudretinin bir tecellisi olup, bedenlerden çok önce belli sayıda
yaratılmıştır. Ruh bütünüyle hayat ve hareket kaynağı ve mayasıdır. Ruhlar
alemindeki bilgiyle donatılmıştır. Sırası gelince oradan inip kendine ait
bedene gelip yerleşince o âleme ait bilgiler kendisinden geri alınır. Bedende
hayvanı ruhla birleşir. Bedenin eğitilmesiyle onun yetenek araçlarına gereken
gücü verir. Beden eskiyince ruh onu terkeder. İkinci bir beden oluşuncaya kadar
Berzah âleminde kendi derecesine göre belirlenmiş makam ve mertebede bekler. O
âleme intikal edince eski bilgileri de kendisine verilir ve böylece üç ayrı
âlemle ilgili bilgilerle teçhiz edilir. Artık ruh için zaman ve mekân
kavramları bir bakıma söz konusu değildir. Her şeye rağmen ilâhî kudretin
tecellisi olan ruhun mahiyeti bilinmez. Balçıktan yaratılan ilk insana ilâhî
ruhtan, diğer bir tabirle İlâhî kudretten nefh edilen manevî bir cevherdir.
Girdiği bedenin biçimini alır ve bir daha o biçimi kaybetmez. İkinci beden
oluştuğunda yine bu ilk bedenin biçimini taşıyarak girer.
Böylece bir benzetme
yapacak olursak, diyebiliriz ki: Bedenle ruh arasındaki ilgi, elektrikle
elektronik cihaz arasındaki ilgiye benzer.
Diğer bir husus ise,
âyette gecen «ruh»tan maksadın insan ruhu olmadığını söyleyenlerin görüşüdür.
Nitekim İmam Kurtubî onların görüşlerini şöyle tesbit etmiştir:
a) İmam Katade'ye göre, ruhtan
maksat, Melek Cebrail'dir. Ancak
İbn Abbas'ın (R.A.) bu hususu gizlediğini belirtir.
b) İsa Peygamber kasdedilmiştir.
c) Kur'ân demektir.
d) Hz. Ali (R.A.)ye göre, yetmiş bin yüzü, her
yüzünde yetmiş bin dili, her dilinde yetmiş bin lügati otan bir melektir ki,
Allah'ı o lügatlerle tesbîh eder ve Allah onun her teşbihinden, diğer
meleklerle birlikte uçan bir melek yaratır da kıyamete kadar sürüp gider.
Bunu İbn Cerîr
et-Taberî rivayet etmişse de, İbn Atiyye, «böyle bir görüş ve beyânın Hz.
Ali'den (R.A.) sahih olduğunu sanmıyorum», demiştir.
Ayrıca Beyhakî'nin
yaptığı rivayete göre, İbn Abbas (R.A.) âyette geçen «ruh»u, melek diye tefsir
etmiştir. [197]
Böylece bu konuda
birtakımı zayıf sayılabilecek hayli rivayetler yapılmıştır. Allah daha iyisini
bilir. [198]
Birincisi: Keyfiyet ve
kemiyetle ilgili olup cisim özelliğini taşıyan varlıklardır ki, bunlar ilâhî
kudretin teceîlisiyle icat edilerek vücut alanına getirilmişlerdir.
İkincisi: Bu ölçü ve
özelliğin dışında maddî varlığın karşıtı olarak, kuvvet, kudret, enerji ve
hayat kaynağı olarak «kün=ol!» emriyle oluşan varlıklardır.
«Adem'i topraktan
yarattı. Sonra ona oh dedi, O da oluverdi.» mealindeki Âl-i İmrân Sûresi 59.
âyet, sözü edilen iki âlemin birden Âdem'in vücut bulmasında gerçekleştiğini
açıklar.
O halde insanın
bedeni, yani maddî yapısı «âiem-i halk»tan; ruhu ise, «âlem-i emir»dendir. Bu
bakımdan konumuzu oluşturan âyette, «De ki: Ruh Rabbımın emr indendir» buyuru I
m ustur.
Emir kavramı genellikle
iki manaya delâlet eder:
1— Çoğulu «umur» olan emir, iş, durum, hal ve
keyfiyet manalarına / delâlet eder. Bu manayla «Ruh Rabbmın bileceği iş ve
durumdandır» yoru-' mu ortaya çıkar.
2— Çoğulu «evâmir» olan emir ise, buyruk,
kumanda, telkîn, tavsiye gibi mânalara delâlet eder. «Ruh Rabbının
emrindendir,» yani O'nun buyruğu cümlesindendir, yorumu ortaya çıkar.
Cumhur bu ikinci mâna
ve yorumu daha uygun görmüş ve konunun taşıdığı maksada daha yakın olduğunu
belirtmiştir. [199]
«Siz ilimden az bîr
şey verilmiştir.»
Henüz kendini, içinde
taşıdığı hayat ve yeteneklerin kaynağı olan ruhunu bilmeyen ademoğlunun,
varlık âlemini bütünüyle ve her yönüyle; bağlı bulunduğu ilâhî kanun, plân ve
programıyla; ilâhî sünneti taşıdığı hik-metleriyle bilmesi mümkün müdür? Onun
bilgisi daha çok deney ve gözleme dayanır. Oysa onun deney ve gözlemi
çerçevesine giren pek az şey söz konusudur. Onun dışında kalan ise pek çoktur.
Fizik âlemini yeterince bilmeyen insan, fizikötesini nasıl bilebilir, bu mümkün
müdür? Meğer ki, Allah bildirmiş olsun..
Peygamberlerin ve
kutsal kitapların fizik ötesinden verdikleri bilgi, denizden bir damla, uçsuz
bir çölden bir avuç kum mesabesinde sayılır.
İnsan aklının idrâk
alanı ise, sanıldığı gibi sınırsız değil, sınırlıdır. Kur'ân'da Allah'ın
sözlerinin de O'nun ilmi, kudreti, saltanat ve tasarrufu gibi sonsuz ve
sınırsız bulunduğu; bundan insana pek az bir bilginin verildiği bir diğer
âyetle şöyle açıklanır: «De ki: Rabbımın sözlerini (yazmak) için denizler mürekkep
olsa ve bir o kadarı da ilâve etsek, yine de Rabbimin sözleri bitmeden denizler
tükenirdi.» [200]
«Yeryüzündeki ağaçlar
kalem, deniz de arkasından yedi deniz daha katılıp (mürekkep) olsaydı, yine de
Allah'ın sözleri bitmezdi..» [201]
Böylece «İnsana
ilimden az bir şey verilmiştir» sözünün mânası daha iyi anlaşılmış oluyor.
Allah daha iyisini bilir. [202]
Yukarıdaki âyetle, ruh
hakkında genel anlamda bilgi sunuldu ve insana ilimden çok az şey verildiği
açıklanarak, ilâhî ilmin ve kudretin sınırsızlığına işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
ilâhî kudretin bir nefhası olan insanî ruhun hayat, hareket ve yetenek kaynağı
olduğuna işaretle, insana verilen o az bilginin de istenildiği takdirde bir
anda hafızalardan silinip alınacağına dikkatler çekiliyor ve böylece az bir
bilgiyle böbürlenmenin makul hiçbir yanı olmadığına işaret ediliyor. Sonra da
Allah sözü olan Kur'ân'ın bir benzerinin insan tarafından hazırlanıp ortaya
konulmasının mümkün olmadığı konu edilerek, ilâhî ilim ile beşerî ilim arasında
kıyas kabul etmez bir başkalığın ve mesafenin bulunduğuna atıf yapılıyor.
Arkasından öğüt ve ibret alınsın diye bazı konuların Kur'ân'da tekrar
edilmesinin hikmetine değiniliyor. [203]
86— And olsun ki, dilersek sana vahyettiğimizi
giderip götürürüz (ha-fızandaki her şeyi sileriz). Sonra bize karşı kendinden
yana bir vekil de bulamazsın.
87— Ancak Rabbinden bir rahmet (onu
gidermemiş)tir. Şüphesiz ki O'nun sana olan iyilik ve ikramı pek büyüktür.
88— De ki: Eğer insanlarla cinler, birbirlerine
yardımcı ve destek de olsalar, bu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek için
biraraya gelseler, yine de onun bir benzerini (yazıp) getiremezler.
89— And olsun ki biz, bu Kur'ân'da (lüzumlu) her
misâli tekrar tekrar açıkladık; yine de insanların çoğu inkâr ve nankörlükte
ısrar edip dururlar.
İbn İshak'ın tesbitine
göre; İbn Abbas (R.A.) şöyle demiştir: Yahudi bilginFerinden birkaç kişi
toplanıp Peygamber (A.S.) Efendimize gelerek, «Doğrusu biz de senin getirdiğin
bu Kur'ân'ın bir benzerini hazırlayıp getirebiliriz» diye iddiada bulundular.
Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [204]
Bilmediklerimiz
bildiklerimizden çoktur. Eğer peygamberler ve kutsal kitaplar olmasaydı,
bilgimiz sadece fizik âleminin çok az bir bölümüyle sınırlı kalır; fizik
ötesinden hiç haberimiz ve bilgimiz olmazdı. Böylece ne hayatın manası, ne
ölümün hikmeti bilinir; ne de ikinci bir hayatın başlayacağı anlaşılırdı.
Ruhun mahiyeti
hakkında bize bilgi verilmemesi ise, bilmediğimiz milyonlarca konulardan
biridir. Aynı zamanda ruhun mahiyetini mevcut yeteneklerimizle anlayıp
kavramamız da mümkün değildir. Bildiğimiz tek şey, ilâhî nefhanın ürünü,
kudretinin tezahürü ve suretinin tecellisi olan ruhun, insan aklının, zekâsının
ve idrâkinin ötesinde bir anlam taşımasıdır. O, bu yeteneklerimizin sınırı
dışındadır,1 bildiğimiz eşya türünden de değildir. Gözlem ve deney kapsamına
ise, hiç girmez. Kur'ân bize kısa bir bilgi vererek düşünmemizi ve «kün=ol!»
emrinin bir tezahürü bulunduğunu haber vermektedir. Hem biz henüz ruhun beden
yapısındaki beyin, kalp gibi cihazlarda; akıl, zekâ, düşünce ve hafıza gibi
yetenekler üzerinde tesirinin mahiyetini de bilemiyoruz. Nerede kaldı bu
tezahürün kaynağının mahiyetini bilip kavrayabilelim..
Onun için Cenâb-ı Hak,
Kur'ân ile bize öğrenebileceğimiz ve anlayıp istifade edebileceğimiz şeyleri
öğretmekte; öğrenebilemiyeceğimiz şeyler üzerinde ısrar edip istekte
bulunmamıza gerek bulunmadığına işaret etmektedir. «And olsun ki, dilersek
sona vahyettiğimizi giderip götürürüz (hafızandaki her şeyi sileriz)..»
mealindeki âyetle, beynin ruh için bir araç veya cihaz olduğu belirtiliyor. Ruh
ile cihaz arasındaki manevî kablolardan birinin anzalanmasıyla her şeyin
hafızadan silineceğine dikkatlerimiz çekilerek kendi vücudumuzda hâkim olan
ilâhî programın uygulanma keyfiyetini de henüz iyi bilmediğimiz
hatırlatılıyor. Bunun ötesinde mevcut yeteneklerimizle kavrayabilmemizin
mümkün olmadığı inceliklerin, esrar ve hikmetlerin neden kapalı bir kutu gibi
tutulduğunun sebebini anlamamız için birtakım ön bilgiler veriliyor.
O halde Allah'ın bize
verdiklerine şükretmemiz ve hayatımızı ona göre düzene sokmamız, iimî
araştırmalarımızı daha olumiu netice alınabilecek konulara teksîf etmemiz çok
daha önemli ve yararlıdır.
Aynı zamanda
unutmayalım ki, Allah'ın insanlara olan iyilik ve ikramı, rahmet ve inayeti pek
büyüktür. [205]
«De kî: Eğer insanlarla cinler birbirlerine
yardımcı ve destek de olsalar, bu Kur'ân'in bir benzerini getirmek için bir
araya gelseler, yine de onun bir benzerini (yazıp) getiremezler.»
Kur'ân bütünüyle
inanç, dikkat, ciddi araştırma ve beceri isteyen bir bilgi hazinesidir.
Konuları, âyetleri, kelimeleri ve kelime dizisi tamamıyla ilâhî kudretin
ürünüdür. O nedenle konular arasındaki ahenk ve kopmaz bağları; kelimelerin
yerli yerince konulup inci dizisi gibi uyumluluğu; kulağı tırmalayan, beyne
hoş gelmeyen, kalbi rahatsız eden bir düzensizlik ve bozukluğun bulunmaması,
onun ilâhî olduğunun bir başka belgesi sayılır. Kelimeler ve cümleler arasında
öylesine güçlü bir bağ, öylesine ahenkli bir nizam var ki, birini yerinden
oynattığımız ve kaldırdığımız takdirde, bir anda o açıklık, akıcılık, uyumluluk
ve kulaklara hoş gelicilik bozulur; us-lûb-i ilâhî alt-üst olur. Kur'ân
Arapçasını çok iyi bilen kimse, hafız olmasa bile, bunun farkına hemen varır.
İşte Kur'ân'daki bu
ilâhî kudretin müstesna üslûbudur ki, şiirle, edebiyatla, güzel söz söylemekle
böbürlenen Arap şâirlerini ve en ünlü ediplerini şaşkına çevirmiş ve hepsi de
bu kudret karşısında birer sabun köpüğü gibi sönmeye mahkûm olmuşlardır. [206]
«And olsun ki biz, bu
Kur'ân'da (lüzumlu) her misâli tekrar tekrar açıkladık..»
İlgili âyetin açık
anlatımından, insan hayatını düzenleyip yönlendiren ve iki hayat arasında
kopmaz bağlar oluşturan lüzumlu bütün konulara Kur'ân'da yer verilmiş; bir
kısmı yeterince açıklanmış, bir kısmı çeşitli yönleriyle belirtilmiş, bir
kısmı da içtihada cevaz verecek bir esneklik içinde bırakılmıştır.
Bunları, şöyle özetleyip
sıralayabiliriz:
1— Güzel ahlâk, ruhun yüceliği ve azizliğiyle
eşdeğerde işler. Bunun her kuralını bir, ya da birden fazla müeyyide ile
değerlendirir.
2— İnsan haklarını; ferdi topluma, toplumu
millete ve ümmete, milleti insanlığa ve hepsini birden Yüoe Yaratan'a bağlar
ölçüde savunur ve uygulama yol ve yöntemlerini gösterir. Bunun için de hem
maddî, hem manevî müeyyideler getirir.
3— Devlet düzenini, kendine has sistemine göre,
zulmü, azgınlığı, sapıklığı, haksızlığı haklara tecavüzü önleyecek; adaleti,
hukukun esasını ve amacını koruyacak, ilmi himaye edecek, âlime lâyık olduğu
yeri ve itibarı verecek, ülkede güven ve huzur havasını hâkim kılacak, din
kardeşliğini pekiştirecek plân ve programda biçimlendirir.
4— Ekonomik
yapıyı, maneviyat yapısıyla birleştirip üç ana esasa dayar: Ölçülü ferdî
mülkiyet, sınırlı mal ve servet edinme, sosyal adalet..
5—
Milletlerarası politikayı; İslâm'ın izzet, şeref ve itibarını yükseltir.
savaşı son çare
düşünür ve bunun için her an hazır olmayı ilke edinir şekilde yürütür.
6— Eğitim sistemini; aklı, zekâyı geliştirecek,
idrâki uyanık tutacak; ruha gıda verip vicdanı harekete geçirecek, kalbe Allah
ve insan sevgisini aşılayacak bir programa bağlar.
7— İlim adamına takdîr sunar. İlmî araştırmaya
imk'ân vermek için ana fikirler, temel bilgiler koyar. Aynı zamanda getirdiği
hükümlerin bir kısmında esneklik prensibine yer verir, içtihada kapıları açık
bulundurur. Fizik ve fizikötesi konularda ana temayı verir, insan aklını
frenliyecek engelleri kaldırır. Ancak ilâhî nasslarda ihtimale dahi yer
vermez.
8— İlâhî rahmet ve mağfireti, gazap ve azabı çok
dikkatli ve ahenkli bir ölçüde hatırlatır. Âhiret âlemini en duyarlı ve
yönlendirici safhalarımla insan kalbine ve düşüncesine arzeder.
9— Aile hayatına lâyık olduğu önemi verir. Karı-koca
haklarını en âdil ölçülerle belirler.
10— Çocuk terbiyesini yer yer işlerken
ana-babalara büyük sorumluluklar düştüğünü hatırlatır ve aile reisi durumunda
olan herkesin, himaye ve idaresi altındakileri Cehennem ateşinden korumalarını
farz kılar.
11— Malı, canı, dini, ahlâkı, iffet ve namusu,
yararlı örf ve âdetleri korumayı emreder. Bunun için gereken bütün malzemeyi
verir ve yollan gösterir.
12— Bir
insana doğru yolu göstermenin büyük bir hizmet olduğunu açıklar. İnsan şeref ve
haysiyetinin korunmasını emreder.
13— Dünya
nîmetlerinden meşru şekilde azamî derecede faydalanılmasını telkîn eder, ancak
sosyal adaleti sağlamak için zekât, faizsiz ödünç, sadaka ve yardım gibi
hayırların düzenli şekilde yapılmasının mutlak anlamda gerekli olduğunu
açıklar.
Tek kelimeyle, insan
için her iki hayat döneminde lüzumlu bütün esas, prensip, kural, hüküm ve
tavsiyeleri gözler önüne serer. Allah'ın varlığını, birliğini, kudretinin
sonsuzluğunu, kâinat kitabında yer alan binleree âyet ve belgelerle isbat eder.
Tarihin tekerrür ettiğini ve edeceğini birçok ibretli kıssalarla gözler önüne
serer. Azıp sapıtan, günah işleyip haksızlıkta bulunan kavim ve milletlerin
sonlarının ne olduğunu öğüt alınaeak saf-halanyla anlatır.
İşte bu kudrette, bu
yararda, bu ölçü ve muhtevada başka bir kitap yoktur. Tarihî hakikatler,
Kur'ân'ın bir benzerinin ortaya konulamıyacağını bütün açıklığıyla
isbatlamiştır. Gerçekçi ilim adamları da Kur'ân'ın insan kafasının ürünü
olmadığını, olamıyacağını kabul etmişlerdir.
Onun için Kur'ân bu
ilâhî özelliğiyle inkarcılara seslenerek meydan okuyor: «Eğer insanlarla cinler
birbirlerine yardımcı ve destek de olsalar, bu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek
için bir araya gelseler, yine de onun bir benzerini (yazıp) getiremezler»,
diyerek hiç bir kimsenin Allah'la boy ölçüşemiyeceğini hatırlatıyor. [207]
İnsanların çoğu
nefsinin ve duygularının esiridir. Faydalı olmadan yaşamak, yorulmadan
kazanmak, sevmeden sevilmek, saymadan sayılmak ister. Şehevî duygusuyla uyum
sağlayan veya onu gıcıklayan şeylere kucak açar. Bunun aksine ruhuna gıda
verecek, kalbine şifa olacak, vicdanını geliştirecek şeylerden kaçar. Zira
böyleleri akıllarını belirtilen konular-daV^efislerinin buyruğuna vermiş,
şehveti öncü yapıp basiretlerinin önüne kalın bir perde germişlerdir. O
bakımdan bunlara göre, dünya nimetleri peşindir, âhiret ise veresidir veya bir
avutma aracıdır.
İnsanı, nefsinin bu
dar çerçevesinden kurtarmak, ruhun feyizli iklimine sokmak için ona, küçük
yaştan itibaren ciddi ve köklü, kalıcı ve feyizli bir eğitim gereklidir. O
bakımdan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz İslâm'a daveti kuru bir çağrıyla değil,
açmış olduğu irfan mektebiyle yürütmeyi plânlamış ve işe eğitimle başlamıştır.
Onun büyük inkılabının başarılı olmasının bir uou da buna dayanır. Hz.
Peygamberin (A.S.) eğitiei, yetiştirip ol-gunlaştırıcı meclisinin dışında
kalanların ise, her gecen gün inkâr ve nankörlükleri artmış ve artmaktadır
da..
Günümüzde de durum
aynıdır, Çocukluk döneminde ciddi dinî eğitim görenler, millî kültürleriyle
beslenenler, şüphesiz ki toplumun yüz akları, ülkenin fazîlet kaynaklarıdır. Bu
iki değerin dışında yetişenlere gelince; Az veya çok inkâr, inat, nankörlük ve
kişisel çıkarcılık havasında toplumun aleyhine yaşamaktadırlar.
Konumuzu oluşturan
âyetle bu gerçeklere değiniliyor ve inen Kur'ân'ın ciddi şekilde okunup
anlaşılması cihetine gidilmesi isteniliyor. [208]
Yukarıdaki âyetlerle,
insanoğlunun bildiğinden daha çok bilmediği şeylerin bulunduğuna işaret
edildi. Ruhla beyin arasındaki bağlantıya değinilerek konu üzerinde düşünmemiz
istenildi. Sonra Kur'ân'ın insandan yana bütün lüzumlu bilgilerle donatılarak
indirildiği ve her kelimesiyle iiâhî kudreti yansıttığı belirtildi. O bakımdan
Kur'ân'ın bir benzerini hazırlayıp ortaya koymanın beşer kudretinin çok
ötesinde bulunduğu hatırlatılarak, Allah ile boy ölçmenin mümkün olamıyacağına
işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
kâinatta gözle görülebilen binlerce âyet ve belge, Hakk'ın varlığını ve
birliğini yansıttığı, O Yüce Kudret'in damgasını taşıdığı halde, kalp gözleri
kör olan inkarcıların, Hz. Peygamber'den (A.S.) akıl ve mantık dışı birtakım
olağanüstü şeyler vücuda getirmesini istedikleri konu ediliyor. Sonra Allah'ın
göndereceği peygamberin insanlardan değil, meleklerden olmasının gerektiğini
savunanların tarihî ve dinî gerçeklerden ne kadar çok habersiz ve uzak
bulunduklarına dikkatler çekiliyor. Sonra da Hz. Peygamberin (A.S.)
peygamberliği hakkında Allah'ın şahit olarak yeterli bulunduğu açıklanarak,
inananların kendi lehlerine, inanmayanların kendi aleyhlerine bir gelecek
hazırlıyacaklarına işaret ediliyor. [209]
90— {Sapık kâfirler) dediler ki: Mümkün değil
sana inanmayız, tâ ki bize yerden kaynak (su) çıkarasın.
91— Veya sana ait hurmalık ve bağlar olup
aralarından ırmaklar fışkırtarak ak itasın;
92— Veya iddia ettiğin gibi göğü parça parça
üzerimize düşüresin, ya da Allah'ı ve meleklerini karşımıza (kanıt ve açık
belge) olarak getire-sin;
93— Veya senin altınla kaplanmış (cinsten) bir
evin olsun, ya da göğe yükselesin; -ama okuyabileceğimiz bir kitabı oradan
üzerimize indirmedikçe senin göğe yükselmene de elbette inanmıyacağiz-. De ki:
Rab-bimi tenzih ederim; ben peygamber olan bir insandan başka bir şey miyim?
94— Doğru yolu gösteren (Kur'ön) geldiğinde
insanları inanmaktan alıkoyan şey, sadece «Allah bir insanı mı Peygamber olarak
göndermiş?!» demeleridir.
95—. De ki:
Eğer yeryüzünde eyleşip gönülleri mutmain ve huzur içinde yürüyen melekler
bulunsaydı, herhalde üzerlerine gökten peygamber olarak melek gönderirdik.
96— De ki:
Benimle sizin aramızda şahit olarak Allah yeter. Şüphesiz ki O, kullarından
haberlidir ve (onların her hâlini) görendir.
Mekke'nin ileri gelen
müşrikleri, Kur'ân'ın ilâhî yüceliği karşısında susup, edipleriyle,
şâirleriyle, hatipleriyle mutlak bir acz içinde şaşırıp kalınca, işi daha çok
şarlatanlığa vurdular ve bir akşam güneş batarken Kabe'nin gölgesinde oturup
Hz. Peygamberi (A.S.) oraya davet ettiler. Efendimiz (A.S.) birtakım umutlar
besleyerek gelince, dediler ki:
— Ya Muhammedi doğrusu senin kendi kabile ve
milletine yaptığını hiç kimse kendi kabile ve milletine yapmamıştır. Bizi
böldün, birbirimize düşürüp düşman ettin. Ahengimizi ve düzenimizi alt-üst
ettin. Eğer amacın mal ve servetse, istediğin kadarını hemen toplayıp verelim.
Maksadın üzerimize emir olmaksa, sana o şerefi verelim. Böyle değil de senin
ortaya attığın gariplikler, sende tedavisi zor bir hastalık halini almışsa,
servetimizi döküp seni şifaya kavuşturmaya çalışalım, tabipleri Mekke'ye çağıralım.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz onları sükûnetle ve dikkatle dinledikten sonra şöyle cevap verdi:
— Beni yanlış anlıyorsunuz. Mal, servet, şeref
ve makamla uzaktan, yakından ilgim yoktur. Hem ben -Allah'a şükür- hasta da
değilim. Ruhî bir bunalım da geçirmiyorum. Allah beni size peygamber olarak
gönderdi. Ayrıca bana kitap da indirdi. Size doğru yolu gösterip her iki
hayatta mutluluğa erişmenizi müjdelememi, tuttuğunuz yanlış yolun mutlak bir
felâkete uzandığını haber vermemi emretti. Ben de Rabbımın buyruğunu size
teblîğ etmeğe çalışıyorum. O bakımdan size hep nasihatçı oldum. Kabul
ederseniz, şüphesiz ki bu, sizin hem dünyada, hem de âhirette alacağınız
nasîbinizdir. Reddederseniz, Allah aramızda hükmedinceye kadar sabrederim.
Bu olgun, dolgun ve
her cümlesiyle hakikati yansıtan cevap karşısında bocalayan müşrikler, işi
şarlatanlığa, mugalataya çevirip Hz. Peygamberden (A.S.) şu altı olağanüstü
şeyden birini getirmesini istediler. Amaçları onu âoiz ve mahcup etmekti:
1— Yerden bir pınar akıt..
2— Veya içinden şarıl şarıl çaylar, akarlar akan
hurmalıklar, bağ ve bahçeler meydana getir.
3— Veya göğü -iddia ettiğin gibi- parça parça
üzerimize düşür..
4— Veya Allah'ı ve meleklerini (kanıt olarak)
karşımıza çıkar..
5— Veya altından kaplanmış bir evin olsun.,
6— Veya göğe yüksel de oradan üzerimize bir
kitap indir..
İşte ey Muhammed,
dediler: Eğer iddianda doğru isen bunlardan birini olsun gerçekleştir de
görelim..
Peygamber (A.S,) Efendimiz
:
— Ben bu gibi şeyleri
getirmek veya göstermek için gönderilmedim. Doğru yolu göstermek, bir olan,
eşi, dengi ve benzeri, ortağı ve yardımcısı bulunmayan Allah'ı tanıtmak için
gönderildim. Kabul ederseniz, nasibinizi almış olursunuz. Reddederseniz, Allah
aramızda hükmedinceye kadar sabrederim, dedi ve ayrıldı. Bunun üzerine
yukarıdaki âyetler indi. [210]
Mekkeli putperestlerin
peygamberlik hakkında ciddi hiçbir bilgilen yoktu. İşin içine bir de inkâr, inat,
cehalet, baş olma kaygısı karışınca, büsbütün çıkmaza girmişlerdi. Ne
kendileri rahat edebiliyor, ne de çevrelerindeki insanlara rahat ve huzur
veriyorlardı. Bunun için de olmadık önerilerde bulunuyor, akla, hayale
gelmedik şeyler istiyorlar; taptıkları putlar misali hep cismanî şeyler
istiyorlardı. Ahlâktan, fazîletten yana eğilimleri yoktu. Manevî değerleri
kendilerine göre belirliyor ve onun ötesinde hiçbir ölçü kabul etmiyorlardı.
Oysa Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz maddenin saltanatını yıkmak, yüksek ahlâk ve fazileti ön plâna
almak, Allah'ın yüce kudretini tanıtmak suretiyle dünya ile âhiret, maddeyle
mâna arasında bozulandengeyi sağlamak, yıkılan köprüyü inşa etmek üzere
gönderilmişti.
Demek oluyor ki,
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ile Mekkeli müşrikler arasında büyük bir uçurum
bulunuyordu. Onu hemen kapamak veya doldurmak mümkün değildi. Uzun yıllar
sistemli mücadeleyi gerektiriyordu. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz sabırlı
ve seviyeli bir mücadele vermek suretiyle aradan çeyrek asra yakın bir zaman
geçtikten sonra bu uçurumu kapatabilmiştir. [211]
De kî: Rabbimı"
tenzih ederim; ben peygamber olan bir insandan başka bir şey miyim?»
Müşriklere göre, iddia
edildiği gibi, sınırsız ilim ve kudret sahibi bir Allah varsa, aynı zamanda o
hudutsuz tasarrufa sahipse, o takdirde böyle bir ilâhın insanlara bir
peygamber göndermesi gerekiyorsa herhalde bir meleği görevlendirip göndermesi
gerekir. Oysa Hz. Muhammed (A.S.) melek değil, insandır.
Putperestlerin Allah
hakkında sağiam bir bilgiye sahip olmadıkları kesindir. Âyetten de bu husus
anlaşılmaktadır. Diğer bir husus da şudur: Onların bilmediği bir gerçek var;
şayet peygamber olarak bir melek gönde-rilseydi aşağıda sıraladığımız gibi,
birçok sakıncalar ve şüpheler ortaya çıkar, işler büsbütün karışıp arap saçına
dönerdi. Şöyle ki;
a) Gönderilen melek insan suretine temessül
ederek değil de garip bir surette ortaya çıksa, onu cin, peri veya şeytan sanıp
uzaklaşırlardı.
b) İnsan suretine girip inse, melek olduğuna
inanmazlar ve bir yabancı olduğunu sanıp ülkelerinden kovarlardı.
c) İnecek melek kendi nuranî sıfatı üzere kalsa,
kimseler onu göremezdi.
Görülüyor ki,
m&le'ğin peygamberlik göreviyle inmesi, hem gereksiz,
hem de neticesiz ve
hikmetsiz kalıyor. Kaldı ki yeryüzünde doğru yola davet edilenler, melekler
değil insanlardır. O bakımdan onlara kendi aralarından güvenilir bir adamın
seçilip peygamber olarak gönderilmesi kadar tabii ne olabilirdi?
Şüphesiz bu
incelikleri ve hikmetleri idrâk etmedikleri için çok hatalı ve sakıncalı istek
ve iddiada bulunanlarla, gönülden inanıp Peygamber'i (A.S.) tasdik edenler
arasında en iyi hükmü Allah verir ve şahit olarak da o yeter.. [212]
Yukarıdaki âyetlerle, putperest
müşriklerin Hz. Peygamber'den (A.S.) akıl ve mantık dışı birtakım olağan şeyler
getirmesini istedikleri konu edildi. Böylece onların peygamberlik konusunda
ciddi bir bilgilerinin olmadığına işaret edilerek, konunun iç yüzünü düşünüp
hikmetini anlamaya çalışmamız kapalı şekilde istendi.
Aşağıdaki âyetlerle,
yeteneklerini hakkı ve gerçeği buima yolunda kullanmayan ve o yüzden
kendilerini hidâyet çizgisine getirmeyenleri Ce-nâb-f Hakk'ın sapıkhk içinde
bırakacağı; o çizgiye gelenleri ise -dilediği takdirde- doğru yola ileteceği
belirtiliyor. Sonra peygamberin getirdiği hakikatlere inanmadan ölenlerin
büyük bir azap ile cezalandırılacakları haber veriliyor. Bilahare de ikinci
hayatı inkâr edenlerin akıllarını harekete geçirmek için göklerin ve yerin
yaratılması misal verilerek ilâhî kudretin her şeye yettiğine dikkatler
çekiliyor. [213]
97— Allah
kimi doğru yola iletirse, o doğru yolu bulmuş olur. Kimi de saptırırsa, artık
Allah'tan başka onlar için elbette dost ve yardımcılar bulamazsın. Kıyamet
günü ise onları yüzükoyun körler, dilsizler, sağırlar olarak kaldırıp hesap
alanına sevkedeceğiz. Varıp eyleşecekleri yer Cehen-nem'dir. Onun ateşi
tesirini kaybetmeye yüz tutunca, biz onun çılgınca (yükselen) alevlerini
onlardan yana artırırız.
98— Bu, onların âyetlerimizi inkâr etmeleri ve
«Biz kemikler ve ufalıp toz-toprak haline geldikten sonra mı yeni bir yaratık
olarak dirilip kaldırılacağız?» demelerine karşılık cezalandır.
99— Onlar, gökleri ve yeri yaratan Allah'ın
kendileri gibilerini yaratmaya kudretli bulunduğunu görmezler mi? Allah onlar
için belirli bir süre koymuştur ki, bunda hiç şüphe yoktur. Buna rağmen,
zâlimler küfür ve nankörlükte direnip dururlar.
100— De ki: Eğer sizler Rabbimin rahmet
hazînelerine sahip olsaydınız, o takdirde harcamakla tükenir korkusuyla
(cimrilik edip) elinizde tutardınız. Zaten insan (tabiatı gereği) çok
cimridir.
Enes b. Mâlik (R.A.)
diyor ki:
«Bir adam Peygamber
(A.S.) Efendimize sordu:
— Ey Allah'ın Resulü! Allah, Kur'ân'da yüzükoyun
Cehennem'e sev-k edilecek I erden bahsediyor. Kâfir olan kimse de yüzükoyun mu
haşrolu-nacak?
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz ona şu cevabı verdi:
— Dünya'da iki ayak üzerine yürüten (Cenâb-ı
Hak), Kıyamet gününde yüzükoyun yürütmeğe kadir değil midir?» [214]
«Kıyamet gününde
insanlar üç sınıf olarak haşrolunurlar: Bir sınıf yaya ofarak, bir sınıf
süvari olarak, bir sınıf da yüzükoyun olarak.»
Bunun üzerine denildi ki:
— Ya Resûlellah!
Yüzükoyun nasıl yürüyecekler?
Cevap verdi :
— Onları iki ayak üzerine yürüten Allah,
yüzükoyun yürütmeğe kadir değil midir?» [215]
«Aziz ve Celîl olan
Allah buyuruyor: Sen muhtaçlara harca ki, ben de sana vereyim.» [216]
«Allah'ın eli (rahmet
hazinesi) doludur. Harcamakla o eksilmez. O, gece gündüz cömertçe akmaktadır.
Baksanıza, Allah gökleri ve yeri yarattığından beri harcamaktadır, ama
hazinesinden hiçbir şey eksilme m iştir. Arş'ı su üzerindedir. Terazi (denge ve
düzen) elindedir; kâh aiçaltır, kâh yükseltir.» [217]
«Hangi illet
cimrilikten daha fenadır?» [218]
«Allah kimi doğru yola
iletirse, o doğru yolu bulmuş olur.»
İlâhî irâde İnsanı
yaratmaya yönelince, kudreti tecelli etti. Böylece kıyamete kadar yaratacağı
insanların misalini -bir film şeridi gibi- misâl âleminde sergiledi. Sayıları,
dünyaya geliş ve oradan ayrılış vakitleri, yaşayacakları düzen, içinde
bulunacakları ortam, bağlanacakları inanç; doğru yolu seçip ona erişme veya
sapıklık içinde kalma gibi durumlarını önceden tesblt edip yazdı.
Bütün bunlar Allah'ın
öncesiz ve sonrasız ilminin varlık âlemini her parça ve zerresiyle kapsadığını
gösterir. Kudret kalemi kader defterine olacak her şeyi yazdı ve mürekkebi
kurudu. Defterler de dürülüp kaldırıldı.
Kader defterinde doğru
yolu bulup mutlu olacak diye yazılı bulunanlar, mutlaka doğru yolu
bulacaklardır. Sapıklık içinde kalacaklar diye yazılanlar da mutlaka sapıklık
içinde kalacaklardır. Artık bunların değişmesi, yazılanın tahrîf edilmesi söz
konusu değildir.
Zira ilâhî ilim,
kişilerin hür iradeleriyle neler yapacaklarını, hangi yolu seçip
yürüyeceklerini, ömürlerinin hangi hal üzere sona erip noktalanacağını tesbit
etmiştir. Diğer bir tabirle, ilim, meydana gelecek olay ve amellere tabi
olmuştur, yani meydana geleceği için yazılmıştır.
İşte ilgili âyetle,
olaylara dayalı olan ilâhî ilmin yazdığı kader defter hatırlatılarak hem
Peygamber (A.S.), hem de ümmeti teselli ediliyor. İrşadın gerekli olduğuna,
üzülmenin lüzumsuzluğuna işaretle herkesin kendi kader defterini hazırladığı
hakkında bilgi veriliyor. [219]
«Kıyamet günü ise,
onları yüzükoyun körler, dilsizler, sağırlar olarak kaldırıp hesap alanına
sevkedeceğiz..»
İnsan ruhunun özüne
yerleştirilen «Allah Duygusu» ve «Dindarlık mayası», kendine has bir kabuk
içinde gizlenmiştir. Her türlü dinî eğitim ve öğretimden uzak, yabancı bir
sistem içinde şekillendirilen çocuklarda sözü edilen duygu ve mayanın üstündeki
kabuk her geçen gün yenileriyle örtülerek belirsiz hale gelir. Böyle bir
eğitim ve öğretim sadece fizik âlemine kapı açar ve akıl ile zekâ o doğrultuda
iyioe gelişip işlerlik kazanır. Maddeye yönelik olarak bilgili, mânaya yönelik
olarak bilgisiz sayılır. Belirtilen düzeydeki ilim onun, Allah ve dinle ilgili
cehaletini gidermez, büsbütün katmerleştirir. Anoak Allah'ın hidâyet nasip
ettikleri müstesna..
Ruhun kutsal
değerlerden yana ihmali, ister istemez bu dengesizliği doğurur. Böylece din,
korku neticesi insanların kafa ve kalplerinde oluşan fantezi bir duygu kabul
edilir. O yüzden çoğu zaman böyieleri dinden nefretle söz eder, onu bir öcü
olarak görürler.
Cenâb-ı Hak ilgili
âyetle, eğitilip bu düzeye getirilen ve bükülmesi zor veya mümkün olmayan
maddecileri körler, sağırlar ve dilsizler olarak vasıflandırmakta ve insan
ruhuna yerleştirilen «Allah» duygusunun zaman zaman kendini hissettiren belirti
ve tezahürleri üzerinde ciddi şekilde durmamızı ilham etmektedir.
Zira maddeyi esas
kabul edip kutsal değerlerin hepsini inkâr edenler, gerçeği bir türlü
görmedikleri için kördürler. Kâinattaki mutlak denge ve düzeni, eşyadaki ilâhî
sanatın eşsiz izlerini, kudret fırçasının emsalsiz renklerini görmeyenlere
başka bir sıfat yakıştırmak elbetteki mümkün değildir.
Her şey Hakk'ı tesbîh
etmekte, kâinat bütünüyle hareket halinde belli bir plâna göre hedefine ve
amaoına yönelmiş bir halde «Allah» demektedir. Eşyanın bu sesini duymayanlara,
sağırlıktan başka hangi sıfat yakışır? Aklını, zekâsını, bilgisini doğruyu,
gerçeği, hakikati bulma yolunda kullanmayanlara, dilsizlikten başka ne söz
uygun olabilir? [220]
«Bu, onların
âyetlerimizi inkâr etmelerine..,., karşılık bir cezadır.»
Burada «âyetler»
denilince iki şey hatıra gelir: Biri indirilen Kur'ân âyetleri, diğeri varlık
âleminin her parçasında Allah'ın sınırsız kudretine ve mükemmel plânına delâlet
eden belgeler..
Şüphesiz her düzen bir
düzenleyiciyi, her sistem bir proğramlaytcıyı isbat eder. Bunun gibi her olayın
bir veya birkaç sebebi ve her sebebin bağlı bulunduğu bir kanunu vardır. O
bakımdan her kanunun da mutlaka bir kanun koyucusu söz konusudur. Bu birbirini
tamamlayan, zincir halkaları misali düzenlemeyi tesadüflere bırakmak elbetteki
körlüğün, sağırlığın ve dilsizliğin bir başka ürünüdür. Kur'ân âyetleri bu
belgeleri bize tanıtmıyor mu? Hem bu tanıtıcı âyetleri, hem mevcut belgeleri
inkâr etmek insanı nereye götürür? «Biz ölüp ufalanmış kemikler haline
geldikten, cü-' rüyen bedenimizin sayısı belirsiz bakterilere dönüşmesinden
sonra mı yaratılacağız!?» diyerek Allah'ın hılkatla ilgili câri kanununu
inkârda ısrar edenlere şunu hatırlatmamızda yarar görüyoruz: Spermayı,
yediğimiz gıda maddelerinden biyolojik kanunlara göre oluşturup ona canlılık
vasfını veren, sonra onu ana rahminde yumurtalıkla birleştirip geometrik olarak
bölüp çoğaltan ve böylece yavaş yavaş taşıdığı genlerle türünün bütün
özelliklerini, soyunun birçok vasıf ve karakterini en küçük bir yanlışlığa meydan
verilmeden onda vücuda getiren ve belli bir süreden sonra mikroskopla görülen
küçücük kuyruklu bir canlıyı insan şekline sokan kuvvet ve kudret bize neleri
öğretmekte ve hatırlatmaktadır? Hücreler nasıl düzenli biçimde oluşup
yüklendikleri programları kusursuz yerine getiriyorlar, elementler yine belli
oranda ve belli türden nasıl biraraya gelip canlılık vasfı kazanıyorlar? Bütün
bu mükemmel işleyiş ve tekâmül edişi tesadüfe mi, yoksa şuursuz maddenin
tezahürüdür diyerek basite irca etmeğe mi bırakalım? Bu kadar düzenli,
hesaplı, plân ve programlı tekâmüle tesadüf demek elbette ki mümkün değildir.
Bir canlının oluşma dönem ve safhaları bir zincirin halkaları, bir elektronik
cihazın şemasında görülen düzenleme gibi birbiriyle bağlantılıdır. Bir halkaya
veya düzenlemedeki bir kabloya yanlış bir müdahele her şeyi alt-üst edebileceği
gibi, spermanın rahimde yumurtalıkla birleşip bölünme safhalarından birine en
küçük müdahale çocuğun sakat,
yarım veya anormal şekle girmesine neden olabilir. Gen denilen harikanın, gerek
türün, gerekse baba ve dedelerin özelliklerini bütün ayrıntılarıyla kendinde
taşıması, yaratan o yüce kudretin varlığını, birliğini, ilminin her şeyi
kapsadığını göstermiyor mu? Başka delil aramaya gerek \/or mıdır veya o kudreti
reddetmeye hangi akıl ve vicdan razı olabilir? İnsanlar öldükten sonra Cenab-ı
Hakk'ın bu kudretiyle ezelde koy-' duğu hilkat kanunlarını harekete geçirerek
onları yeniden oluşturup yaratmasında hiçbir zorluk ve gariplik söz konusu
değildir. [221]
«Onlar gökleri ve yeri
yaratan Allah'ın kendileri gibilerini yaratmaya kudreti bulunduğunu görmezler
mi?.»
İlgili âyetle,
inkarcıların dikkatleri bir de göklerin ve yerin yaratılmasındaki inceliğe,
şaşmaziığa ve hâkim olan denge ve düzenine çekiliyor. Güneş ve güneş sistemi;
dünyamızın bu sistemdeki yeri ve önemi hatırlatılıyor. Kâinatta yer alan
sayısı belirsiz galeksiler üzerinde bilimsel inceleme yapmamız isteniliyor.
Sınırını tesbit edemediğimiz kâinatın büyüklüğünü rakamla ifade etmek elbette
ki mümkün değildir. Kâinat bir balon gibi düzenli ve kademeli şekilde
genişlemektedir. Binlerce sistemlerin, yıldızların, galeksilerin plânlı
şekilde boşluğa serpiştiritmesi ancak ıştk yılıyla ifade edilebilmektedir.
Kâinattaki maddeler birbirinden bu kadar uzak değil de daha yakın olsalardı
durum ne olurdu? Belki hayat diye bir şey olmaz, tekâmül kısa bir sürede sona
ererdi. Güneş sisteminde yer alan gezegenler bugünkü yörüngelerinde değil de
daha farklı ve birbirine yakın yörüngelerde seyretselerdi sonuç ne olurdu?
Dünya güneşten biraz daha fazla- uzak olsaydı, mevcut hayat oluşabilir miydi?
İşte bu ve benzeri konular incelendiğinde, kâinat ve onda yer alan güneş
sistemi farklı bir durumda ve yakınlıkta olsaydı, bugünkü hayat ve düzenin
oluşmayacağı kesinlik kazanır ve böylece kurulu düzenin gelişigüzel olmadığı
matematiksel ve fiziksel açıdan ortaya çıkar.
Elbetteki gökleri ve
yeri kusursuz bir plâna göre yaratıp onu denge ve düzende tutmak, insanı
yaratmaktan ve ölüleri diriltmekten cok daha büyük bir olaydır. Nitekim Mü'min
sûresi 57. âyette bu husus şöyle açıklanmaktadır: «And olsun ki, gökleri ve
yeri yaratmak, insanları (ölümlerinden sonra) yaratmaktan daha büyüktür. Ama
insanların çoğu (bunu) bilmezler.»
Kur'ân yukarıdaki
âyetlerle, inkarcılara; göklerle yerin yaratılmasında câri olan sünnete,
şaşmayan kanunlara, bozulmayan düzene ve kusursuz plâna bakmalarını tavsiye
ederken, Allah'ın her şeye kadir olduğunu görüp anlamalarında kendilerinden
yana büyük faydalar doğuracağını hatırlatıyor. Hiçbir şeyin plân ve program
dışı kalmadığına işaretle sünnetul-lahın şaşmadan hedefine doğru ilerlediği
belirtiliyor. [222]
«De ki: Eğer sizler
Rabbımın rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, o takdirde harcamakla tükenir korkusuyla
(cimrilik edip) elinizde tutardınız. Zaten insan (tabiatı gereği) çok
cimridir.» İnsanda bilindiği gibi, biri hayvani, diğeri insanî olmak üzere iki
ayrı ruh vardır. Hayvanı ruh nefsin kaynağı,- insanî ruh akıl, idrâk, düşünme
ve belleme gibi yeteneklerin, sonra da bunlarla birleşen Allah'a dosdoğru imânın
menbaıdır. O bakımdan cimrilik nefsin vasıflarından biri sayılır. Hayvanlar
bile bir tutam ot, bir parça kemik üzerinde hırlaşıp her biri kapıp kendine ait
kılmaya çalışır.
İnsan ise, taşıdığı
iki ayrı ruh ve Allah'ın kendisine olan has iitifatıy-la çok daha mükemmel bir
canlı olduğundan, içini imân nuruyla aydınlatmadığı takdirde, mükemmelliği
zedelenir ve cimriliği, yani kendinden yana yontmayı daha kurnazca sürdürür.
Din, ahlâk, sağlam örf, millî kültür ve aile terbiyesi insanın cehaletini,
hırçınlığını, zorbalığını yenebileceği gibi, cimrilik duygusunu, mal ve servete
olan hırs ve iştiyakını meşru sınırlar içine alır ve birtakım aşırılıklarını
frenleyip faydalı düzeye getirir.
Şüphesiz ki, Allah'tan
en çok korkan ve O'na en çok güvenip dayanan kimsenin daha cömert olduğu,
yapılan birçok istatistiklerden anlaşılmıştır. Günlük hayatımızda da bunun
hemen her gün misallerini görmekteyiz. Kurulan hayır müesseseleri, sebiller,
yapılan köprüler, hastahane ve okullar, imaretler ve mabetler bunun yaşayan
belgeleri olarak duruyor.
İbn Abbas (R.A.) dan
yapılan rivayette şöyle dediği tesbit edilmiştir: «Resûlüllah (A.S.) Efendimiz
akan sudan, esen rüzgardan daha cömert idi.» [223]
İlgili âyette insanın
çok cimri olduğu «katur» sıfatıyla ifade edilmiştir. Bu daha çok hem kendine,
hem çoluk-çoçuğuna yeterince harcamayıp kendini de, onları da sıkıntıya sokan
kimseye sıfat olarak kullanılır. Mü-fessirlerden bir kısmı bu sıfatın sadece
müşrikler hakkında indiğini söyle-mişlerse de, cumhur bunun bütün insanlar
hakkında genel bir sıfat olabileceğini belirterek, insan karakterinin bir
tezahürü olduğuna dikkatleri çekmişlerdir. [224]
Peki ama neden insanda
böyle bir vasıf veya duygu vardır? Diyebiliriz ki, bu da diğer vasıflar ve
duygular gibi, insan olarak yaratılmamızın özelliklerinden biridir. İçimizde
mal ve makama karşı hırs ve istek olmasaydı, atâlet başlar, hayat canlılığını
kaybederdi. Aynı zamanda rekabet duygusu da olmaz; servet edinme, çok çalışma
gibi sosyal hayatımıza renk ve mana katan sistemli çalışma vücut bulmazdı.
O halde hırs,
cimrilik, maddeye aşın istek, makam ve şöhret arzusu, insanın içinde
yaratılıştan mevcuttur. Başı boş bırakılırlarsa çok tehlikeli sonuçlar
doğurabilirler, tıpkı barajda biriken su gibi, kontrol altına alınır da faydalı
şekilde kanalıze edilirlerse yararlı olurlar.
Bu bakımdan
peygamberler müstesna, hemen herkesin
mayasında cimrilik duygusu yer etmiştir. Onu yararlı düzeye getirmek
için dine, ahlâka, eğitim ve öğretime ihtiyaç vardır. Mekkeli müşrikler
böylesine bir eğitimden geçmediklerinden dolayı, başka birinin liderliğine hiç
tahammülleri yoktu. Zira onlara göre, Mekke'de sadece birkaç zengin ve soylu
söz sahibi olabilir, ancak onlar kutsal Kabe'ye hizmet edebilir ve gelen hacıları
ağırlayabilirlerdi. Hz. Muhammed'in (A.S.) risalet göreviyle ortaya çıkması,
onları endişelendirdi. HemJHaşim oğullarından idi, hem de buna peygamberlik
payesi eklenince, şeref ve itibar o kabileye doğru kayıp ağırlık kazanacak,
kendi mevki ve şöhretleri silinmeğe mahkûm olacaktı. Bunun için mal ve madde
hususunda cimri oldukları gibi, makam ve şeref konusunda da son derece cimri
ve ihtiraslı davrandılar. İlgili âyette onların bu psikolojik durumlarına da
işaret ediliyor. Hakka karşı bütün kin, hınç ve hasetle çıkmalarının
nedenlerinden birine parmak basılıyor. Allah'a ve âhi-ret gününe dosdoğru imân
etmiş olsalardı, bu saydıklarımız, hepsinin gözünde küçülür ve eğreti birer
ntmet oldukları anlaşılarak pek de itibar etmezlerdi. İnkâr, şirk, nifak ve
zulüm işe, nefsin bu gibi duygularını durmadan kamçılıyor ve kişiyi aşırı
cimriliğe itip hak ve hukuka riâyet etmez bir düzeye getiriyordu, [225]
Yukarıdaki âyetlerle,
ilâhî hidâyet kapısının kimlere açılabileceği üzerinde duruldu. Kimlerin de
sapıklık içinde kalacaklarına atıf yapılarak iyi düşünmemiz ilham edildi.
Öldükten sonra ikinci hayata dirilip kalkmayı inkâr edenlerin bilgisizce
sözleri nakledildi ve âhirete inana-bilmeleri için, göklerde ve yerde hâkim olan
mutlak düzen ve dengeye, plân ve programa bakmaları, birtakım olumlu sonuçlar
çıkarmaları tavsiye edildi. Sonra da insanın çok cimri olduğu belirtilerek,
Mekkeli müşriklerin Hz. Muhammed'e (A.S.) karşı hasmane tavırlarının
sebeplerinden biri üzerinde duruldu.
Aşağıdaki âyetlerle,
Hz. Peygamber (A.S.) Efendimiz'den birtakım akıl ve idrak dışı mu'cizeler
isteyen Mekke müşriklerine şu tarihî olay misal veriliyor. Zamanında, sizin
gibi, Fir'avn'ın da Musa Peygamber'den açık belge, yani mu'cize istediği; Musa
Peygamberin Allah'ın izniyle dokuz kadar olağanüstü belge vo olayla onun
karşısına çıktığı, fakat insanoğlunun mayasmdaki cimrilik, makam ve şöhret
hastalığının hiçbir belgeyi kabul etmiyecek bir ölçüsüzlükte olduğu
anlatılarak, mu'cize istemenin daha fazla yarar sağlamıyacağı belirtiliyor. [226]
101— And olsun ki, Musa'ya, İsrâiloğulları'na
geldiği zaman dokuz âyet (mu'cize, açık belge) verdik. Sen onu İsrâiloğulfarına
bir sor. Fir'avn ona: «Ey Musa! Doğrusu seni büyülenmiş sanıyorum», demişti.
102— Musa da ona : «Yemin ederim ki bunları ancak
göklerin ve yerin Rabbinin açıkça görülecek belgeler halinde indirdiğini sen
de çok iyi bilirsin ve herhalde ben de seni yok edilmiş sanıyorum» demişti.
103— Bunun üzerine Fir'ayn onları yerlerinden,
yurtlarından çıkarmak istedi, derken onu da, beraberindekilerin hepsini de
(denizde) boğduk.
104— Bu olaydan sonra İsrail oğullan'na, «Siz
artık bu (söz verilen)
toprakta oturun.
Âhiret va'di (günü) gelince sizi (onlarla) derleyip biraraya getiririz» dedik.
And oisun ki, Musa'ya,
İsrail oğullarına geldiği zaman dokuz âyet (mu'cize, açık belge) verdik.»
Kur'ân'ın yüce
mu'cizesi karşısında perişan olan inkarcı putperestler ve yahudiler,
söyleyecekleri başka bir şey kalmayınca, Peygamber (A.S.) Efendimiz için
«büyülenmiş adam» diyecek kadar kin ve düşmanlıklarını artırdılar. Cenâb-ı Hak
ise, acze düşen bu nankör müşriklerin daha önce gönderilen peygamberlere de bu
kabil yakıştırmalarda bulunduklarını hatırlatıyor. Sonra da Musa (A.S.) ile
Fir'avn kıssasından konuyla ilgili birkaç safha naklederek tarihin tekerrür
ettiğine işarette bulunuyor. Şöyle ki: Musa Peygamber'in birçok mu'cize ve açık
belgeler getirmesine rağmen Fir'avn'da bir yumuşama şöyle dursun, büsbütün inkâr
ve inadında artış görülmüş ve söyleyecek başka sözü kalmayınca da kendi
itibarının sarsılmasını önlemek için Musa'ya : «Senin büyülendiğini sanıyorum»
demiştir.
Cenab-ı Hak, bu olayı
nakletmek suretiyle Hz. Muhammed'i (A.S.) teselli etmekte ve küfrün her zaman
şarlatan, iftiracı, cimri ve kavgacı olduğunu bildirmektedir.
Musa Peygamber'e
(A.S.) verilen dokuz âyet (mu'cize ve açık belge) nelerdi? Müfessirlerimizin
yine Kur'ân'ın ışığı altında yaptıkları farklı tes-bitler olmuştur. Konunun
önemini dikkate alarak o farklı tesbitleri aşağıya naklediyoruz:
Safvan b. Gassan'dan
yapılan rivayete göre : İki yahudi bilgini bir gün Hz. Peygamber'e (A.S.)
gelerek bu dokuz âyetin neier olduğunu sormuşlardı. Peygamberimiz (A.S.)
onlara şu cevabı vermiştir:
1— Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak,
2— Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı bir
insanı haksız yere öldürmemek,
3— Zina etmemek,
4_ Faiz
yememek,
5_Sihir ve
büyü yapmamak,
6— Birini öldürtmek için hükümdara jurnalda
bulunmamak,
7— İsraf etmemek,
8— Namuslu evli bir kadına zina isnat etmemek,
9— Savaş atanından arka çevirip kaçmamak ve
özellikle cumartesi hürmetini çiğnememek..
Bunun üzerine onlar:
«Biz senin peygamber olduğuna şehadet ediyoruz» dediler. Peygamber (A.S.) :
«Öyle ise, dosdoğru imân etmenize engel nedir?» diye sorunca, dediler ki:
«Doğrusu Davud Peygamber (A.S.) kendi soyundan peygamber eksik olmaması için
Rabbtna duâ etmiştir. Bu durumda sana inanıp tamamen uyarsak, Yahudilerin bizi
öldürmelerinden korkarız.» [227]
Tevrat'ta da bu dokuz
emre rastlamak mümkün. O takdirde âyette geçen «dokuz âyet» tabirinden maksat,
mu'cize ve olağanüstü şeyler değil de ahkâm ile ilgili inen emirlerdir.
Diğer bir tesbite
göre, dokuz âyet şunlardır:
1— Asâ'nın yılana dönüşmesi,
2— Musa Peygamberin (A.S.) elini koynuna sokup
ışıl ışıl bembeyaz bir görünüm arzeder şekilde çıkarması,
3— Denizin yarılıp yol vermesi,
4_Asâ'nın
kayaya vurulup on iki pınarın fışkırması,
5_ Tûr
dağının kaldırılıp gölgelik yapması,
6— Gökten kudret helvasıyla bıldırcın kuşunun
indirilmesi,
7— Musa Peygamber'in (A.S.) dilindeki
kekemeliğin giderilmiş olması,
8— Çekirge, kımıl, kurbağa ve kan yağması,
9— Ürünlerde aşırı bir noksanlığın -haber
verildiği gibi- başlaması ve o nedenle bir süre kıtlığın hüküm sürmesi..
İbn Abbas (R.A.)dan
yapılan rivayete göre, dokuz âyet şunlardır:
1— Yed-i beyzâ (ışıl ışıl bembeyaz bir görünüme
bürünen el),
2— Asâ
3— Kıtlık
A— Ürünlerde
noksanlık
5— Tufan
6— Çekirge istilâsı
7— Kımıl istilâsı
8— Kurbağa yağması
9— Kan yağması.. [228]
Bu rivayete göre,
dokuz âyetten ikisi mu'cize, yedisi tabii âfet şeklinde tecelli etmiştir.
Nitekim A'raf sûresinde de bundan söz edilerek kıtlıktan, ürünlere noksanlık
verilmekten, çekirge, sel baskını, kımıl gibi haşere, kurbağa ve kandan söz
edilmektedir. [229]
İlim adamlarının çoğu
bu tesbit ve rivayetin daha sahih olduğunu söylemişlerdir. Çünkü diğer
mu'cizeler daha çok Fir'avn boğulduktan sonra Sina Çölünde tecelli etmiştir.
İlgili âyette ise, Musa'nın (A.S.) Fir'avn'a karşı ortaya koyduğu dokuz âyetten
söz edilmektedir. Nitekim Tabiîn'den Mücahid, İkrime ve Şa'bî de aynı
görüştedirler.
Üniü müfessir Muhammed
b. Kâb el-Kurezî'ye göre : Dokuz âyetin beşi A'raf sûresinde anılmıştır. Üçü
ise : Denizin açılıp yol vermesi, Asâ'nın yılana dönüşmesi, taşın yarılıp on
iki pınar fışkırması ve ürünlerde noksanlık meydana gelmesi veya bütünüyle
mahv olmasıdır. [230]
Ancak 101, 102.
âyetlerden daha değişik bir mana anlıyoruz. Şöyle ki: Musa (A.S.) dokuz
mu'cizeyle İsrail oğulları'na gelmiş ve bunlardan üç tanesini Fir'avn'ı Tevhid
İnanct'na davet ederken izhar ederek kendi peygamberliğini kanıtlamak
istemiştir. Bunlar: Asâ'nın yılana dönüşmesi, elini koynuna sokup ışıl ışıl
bembeyaz bir görünüm arzeder şekilde çıkarması, sihirbazların sihirlerini Asâ
ile ibtal etmesidir,.
Safvan b. Gassan'dan
yapılan rivayette ise, bu dokuz âyet (mu'cize) değil, Tevrat'ta gecen on emirle
ilgili bir sorudur ki, Resûlüllah {A.S.) Efendimiz onların on değil dokuz emir
olduğunu açıklamıştır.
Tevrat'ta bu emirlerin
çoğu Çıkış bölümünde anlatılır. Onları şöyle özetliyebiliriz :
1— Allah'ın Rabbin ismini boş yere ağza
almayacaksın
2— Sebt (cumartesi) gününü takdis edeceksin.
3— Babana ve anana hürmet edeceksin
4_Adam
öldürmeyeceksin
5_Zina
etmiyeceksin
6— Çalmıyacaksın
7— Komşuna karşı yalan şehadet etmiyeceksin
8-9—
Komşunun evine tama etmiyeceksin, komşunun karısına yahut kölesine yahut
öküzüne yahut eşeğine yahut komşunun hiçbir şeyine tama etmiyeceksin,. [231]
Musa Peygamber'in
(A.S.) diğer mu'cizeleri -az yukarıda da kısmen belirttiğimiz gibi- Fir'avn'ın
boğulmasından sonra tecelli etmiştir.
Allah daha iyisini
bilir. [232]
Yukarıdaki âyetlerle,
Fir'avn'ın Musa Peygamber'e: «Doğrusu seni büyülenmiş sanıyorum» dediği gibi,
Mekkeli müşriklerin de Hz. Muham-med'e (A.S.) «Büyülenmiş adam» dedikleri
anlatılarak benzetme yapıldı. Sonra da Musa Peygamber'in getirdiği dokuz âyete
temas edilerek, beyni yıkanmış müşriklerin, inkarcı maddecilerin mu'cizeyle
yola gelmiyecekle-rine dikkatler çekildi. O bakımdan Hz. Peygamber'den birtakım
akıl almaz mu'cizeler isteyen Mekkeli'lere en susturucu cevap verilmiş oldu.
Aşağıdaki âyetlerle,
en büyük ve inandırıcı mu'cizenin Kur'ân olduğuna işaret ediliyor. Zira bu
kitabın bütünüyle hak olduğu, hakkı yansıttığı ve peygamberin de rahmet
müjdecisi olduğu haber veriliyor. Kutsal kitaplardan bazı şeyler bilen ilim
adamlarının Kur'ân'ın ilâhî belagat ve yüceliği karşısında secdeye
kapandıklarına dikkatler çekiliyor. Sonra da Allah'ın eşi, ortağı, dengi,
benzeri ve çocuğu olmadığı, O'nun bu gibi beşerî sıfatlardan pak ve münezzeh
bulunduğu Peygamberine indirdiği kitabın sağlam esaslara dayandığı, onda hiçbir
eğriliğin olmadığı açıklanarak sûre noktalanıyor. [233]
105— Kur'âıVı da hak ile indirdik ve hak ile indi.
Seni de ancak (rahmetimizin) müjdecisi, (azabımıza karşı) uyarıcı olarak
gönderdik.
106— İnsanlara, ağır ağır, aralıklı, nefes ala ala
okuyasın diye Kur'-on'ı parça parça sunduk, gerektikçe (ihtiyaca göre)
indirdik.
107— De ki: Ona ister inanın, ister inanmayın, ondan
önce kendilerine ilim verilenlere karşı Kur'ân okununca çeneleri üzerin©
secdeye kapanırlar:
108— «Rabbımızı tenzih ederiz; Rabbımızın vadi
mutlaka yerine gelmiş bulunuyor» derler.
109— Yine çeneleri üzerine yere kapanıp ağlarlar ve bu
onların saygı dolu korkusunu artırır.
110— De ki: İster «Allah» deyin, ister «Rahman»
deyin hangisini derseniz deyin, en güzel isimler O'nundur. Namazında sesini
pek yükseltme, onu pek kısma, bu ikisi arasında bir yoi (bir ses tonu) tut.
111— De ki: Hamd O Allah'a ki çocuk edinmemiştir;
mülkünde de hiçbir ortağı yoktur; kendini horiuk ve acizlikten (kurtarmak
hususunda) yardımcıya ve dosta ihtiyacı da olmadı. Onun büyüklüğünü an da an.
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki:
Bir gece Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz secde edip «Ya Allah!» ve «Ya Rahman!» diyerek Cenâb-ı Hakk'ı
andı. Onun bu zikrini duyan Ebû Cehl, «Muhammed bizi birçok tanrıya tapmaktan
men'ederken kendisi iki ilâha birden sesleniyor» dedi. Bunun üzerine yukarıdaki
âyetler indi. [234]
«Allah'tan üstün saygı
ile korkup ağlayan bir adam, süt memeye geri dönmedikçe Cehennem'e girmez ve
bir kul üzerinde, Allah yolunda (yürürken) yükselen toz ile Cehennem dumanı
birleşmez.» [235]
«İki göz var ki,
onlara ateş dokunmayacaktır: Allah'tan üstün saygı ile korkup ağlayan göz ve
Allah yolunda geceleyip gözetleme yapan göz..» [236]
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, Ebû Bekir Sıddîk'a uğradığında, onu, Kur'ân'ı hafif, yani alçak
sesle okumakta olduğunu gördü ve ona:
— Neden sesini bu kadar alca İtiyorsun? diye sorunca.
Ebû Bekir (R.A.) şu cevabı verdi:
— Duâ ve niyazımı, duâ ettiğim zata
duyuruyorum.
Sonra Resûlüllah
(A.S.) oradan ayrılıp Ömer'e (R.A.) uğradı. O da Kur'ân'ı yüksek sesle
okuyordu.
— Ya Ömer! sesini neden bu kadar
yükseltiyorsun? deyince. Ömer (R.A.) şu cevabı verdi:
— Gafilleri uyandırıyorum, şeytanları da
kovuyorum. Peygamber (A.S.) ona :
— Ya Ömer! sesini biraz alçalt, buyurdu.» [237]
Diğer bir rivayette,
Ebû Bekir Sıddîk'a : «Ya Ebâ Bekir! sen de sesini biraz yükselt.» buyurmuştur.
«el-Hamdu lillah,
şükrün başıdır. Allah'a hamd etmeyen, şükretmem İş sayılır.» [238]
«Kur'ân'ı da hak ile
indirdik ve hak ile indi o.»
Kur'ân'm hak ile
indirilmesini kısa sözlerle şöyle tarif edebiliriz:
— Kur'ân-ı Kerîm kâinat düzeninin plânıdır.
— Câri olan sünnetullahin formülüdür.
— Göklerin ve yerin -içlerinde taşıdıklanyia
birlikte- insan için, insanın da Allah için yaratıldığının habercisidir.
— İnsan ruhunu en kâmil anlamda doyurup tatmin
eden ilâhî gıdadır.
— İnsan hayatını her yönüyle ve safhastyia
düzenleyen benzersiz hayat düsturudur.
— İnsan haklarını en âdil ölçüde koruyup
uygulama alanında feyizli sonuçlarını meydana getiren ilâhî beyândır.
— İnsan ahlâkını en güzel şekilde ayakta tutan
ve bunun için maddî ve manevî müeyyideleri beraberinde taşıyan son kitaptır.
— Fizik âlemine dikkatleri çeken, ilim
adamlarına hareket noktasını bildirerek temel bilgi veren ve araştırma
imkânları doğuran kusursuz ve hatasız bir rehberdir.
— İnsan elinin dokunmasıyla aslından uzaklaştırılan
ve birçok hükümlerine insan sözü karışan Tevrat ve İncil'i tashîh eden en açık
ve en kesin sonuçlu furkandır.
— Fizik ötesinden kalbi aydınlatacak, manevî
boşluğu en iyi şekilde dolduracak, nefsin aşırılıklarını frenliyecek; tek
kelimeyle olgunlaştıracak büyük bir bilgi haznesidir.
— Dünya'ya getirilişimizin, ölümün, kabir
âleminin ve ondan sonraki hayatın asıl amaç ve hikmetini açıklayan ilâhî
bilgiler mecmuasıdır.
— Allah ile kulları arasındaki yolu açıp işlek
duruma getiren geniş bir rahmettir.
— Helâl ve haramı, insan ruhunun afiyetini ve
safiyetini koruyacak, bedenine şifa verecek şekilde belirleyip anlatan ilâhî
reçetedir.
İşte bunlardan dolayı
Kur'ân'm hak ile indirildiği ve hak ile indiği açıklanmaktadır. Çünkü Kur'ân
bütünüyle ilâhîdir, yani âlemlerin Rabbının eseridir. Onun için mükemmeldir,
kusursuzdur, benzersizdir. Okundukça eskimez, ama hep cilalanır. Üzerinde
çalışıldıkça, yeni yeni bilgiler verir. Her çağa, her millete seslenme ve yol
gösterme gücünü ve kudretini kendinde taşır. [239]
«Seni de ancak
(rahmetimizin) müjdecisi, (azabımıza karşı) uyarıcı olarak gönderdik.»
Kur'ân'm hak ile
indirildiği belirtildikten sonra onun ilk muallimi ve teblîğcisi Hz.
Muhammed'in (A.S.) niçin gönderildiği iki ana tema ile özetleniyor: Müjdeci ve
uyarıcı..
Allah'ın varlığını,
birliğini, kâinatın bütünüyle O'na ait olduğunu, nî-metin O'ndan kaynaklanıp
hazırlandığını en iyi şekilde açıklayıp öğreten Hz. Muhammed (A.S.) olmuştur. O
bakımdan yüce yaratanla kulları arasındaki yolu açan, engelleri kaldırma
yöntemini gösteren ve kendini bilip tanıyan kimsenin Rabbını da bilip
tanıyacağını akla, düşünce ve duyguya seslenerek açıklayan son peygamber,
Kur'ân'm ışığında ve onun ferahlatıcı gölgesinde hayatını düzene sokanları
ebedî saadetle müjdeler. İlâhî rahmetin onlardan yana hep tecelli edeceğini
haber vererek beşer ruhuna en doyurucu gıdayı verir.
Hakk'ı tanımayıp doğru
yoldan sapanları, insan hak ve hürriyetlerini çiğneyenleri, din ve vicdanlar
üzerinde baskı unsuru olanları, inkâr ve azgınlıkta sınırı aşanları, Allah'ı
bırakıp başka şeylere tapanları, hayvanî duygularını geliştirip ruhunu,
kalbini ve vicdanını köreltenleri, ölümden sonraki hayatı, hesap ve cezayı
reddedenleri. Cehennem azabına karşı uyarır.
Görüldüğü gibi,
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in risalet görevinin iki ana temada özetlenmesi,
Kur'ân'm bütün emirlerini, nehiylerini, tavsiye ve telkinlerini kapsamakta ve
hepsini İslâm'ın bütünlüğü içine almaktadır. Çünkü ilâhî beyânların hepsi müjde
ve uyarı çerçevesinde tezahür eder. Müjdeden kopuk bir emir, uyandan kopuk bir
yasak düşünülemez. O bakımdan İslâm hukuku her yönüyle bu iki tema
doğrultusunda düzenlenmiş; güzel ahlâk ve sosyal adaletle birleşip
bütünleşmiştir. [240]
«İnsanlara ağır ağır,
aralıklı, nefes ala ala okuyasın diye Kur'ân'ı parça parça sunduk. Gerektikçe
(ihtiyaca göre) indirdik.»
Yapılan ciddi
araştırma ve tesbitlere göre : Kur'ân, yirmi iki yıl, iki ay, yirmi iki günlük
bir süre içinde olayları hedef seçerek parça parça inmiştir. Bunun sebep ve
hikmetlerinden bir kısmı, konumuzu oluşturan âyette açıklanmaktadır. Şöyle ki:
Ağır ağır; tane tane; nefes ala ala,- kelimelerin üstüne basa basa okunup
ezberlenmesi söz konusudur. Çünkü Kur'ân bütünüyle Allah sözüdür. O bakımdan
her kelime, her oümie ve her âyeti üzerinde dikkatle durmak, söz dizisindeki
ilâhî sanatı anlamak, kelime konumundaki ilâhî muradı bulup çıkarmak, her
cümle ve âyetin delâlet ettiği mana ve hükümleri bilip tesbit etmek gerekir.
Acele okunduğu takdirde bütün bunlar belirsiz hale gelir ve Kur'ân'm taşıdığı
lâhutî özellik zedelenir. O bakımdan Kıyamet sûresinde Cenâb-ı-Hak, indirilen
âyetleri kalbine nakşeden Peygamber (A.S.) Efendimiz'e şöyle buyurmuştur: «İnen
vahyi acele (belleyip ezber) etmek için dilini kıpırdatma. Şüphesiz ki onu
toplayıp okutmak bize aittir.» [241]
Furkan sûresinde
Kur'ân'm kalplerde yer etmesi şöyle belirtilmektedir : «Biz onunla senin
kalbini iyice yatıştırıp pekiştirmek ve tane tane okuman için böylece (parça
parça ve uzun sürede) indirdik.» [242]
Kur'ân'ı Peygamber
(A.S.) Efendimiz'in tane tane okuması nasıl tavsiye edilmişse, ümmetine de
aynı şey tavsiye edilmiş ve bu hususta Müz-zemmil sûresinde, özel hitapla umuma
emir ve tavsiye ölçüsünde şu âyet yer almıştır: «Kur'ân'ı güzel, ahenkli tane
tane oku..» [243]
Kur'ân'ın parça parça
uzun bir süre içinde indirilmesinin diğer sebep ve hikmetlerini ise, şöyle
özetleyip sıralayabiliriz :
a) Olayları hedef seçip inmesi, âyetlerin nasıl
hüküm ve anlam taşıdığının anlaşılmasını kolaylaştırır.
b) Aralıklı
olarak parça parça
inmesi; daha kolay
ezberlenmesini, daha iyi korunmasını ve her parça ile özel şekilde
ilgilenme imkânını sağlar.
c) İhtiyaca göre inmesi, ilâhî muradı, hükmün
amacını, taşıdığı mana ve hikmeti daha güzel yansıtma imkânını doğurur.
d) Sebeplere göre inmesi, mü'minlerin zevk ve
heyecanla bugün ya da yarın neler inecek diye merakla, özenle beklemelerini
hazırlar. Herkese, Peygamber'e (A.S.) karşı kusur işlememesi hususunda daha
dikkatli olmayı telkîn eder.
e) Nefes nefes, yani cümle sonunda durmak, nefes
alınacak yerde nefes almak, kelimeleri üstüste bindirmemek suretiyle okunması,
onu diğer kitaplardan ayırır ve özel surette okuma tekniğini hatırlatır.
Ruhları cilalayacak, gönülleri dolduracak, vicdanları serinletecek, kalpleri
yatıştıracak bir ahenk ile tilâvetini ilham eder. [244]
«De ki: Ona ister
inanın, ister inanmayın. Ondan önce kendilerine ilim verilenlere karşı Kur'ân
okununca çeneleri üzerine secdeye kapanırlar...»
Kur'ân inmeden önce
kutsal kitapları okuyup semavi dinler ve kitaplar hakkında bilgi sahibi olan
Zeyd b. Amr, Selman el-Fârisî, Ebû Zer el-Gıffarî ve Abdullah b. Selâm gibi
zatlar, Kur'ân âyetleri inince onun ilâhî olduğunu anlamakta gecikmediler. İlim
adamları olarak her türlü taassuptan, kavmiyetçilikten sıyrılıp yüzleri
üzerine secdeye kapandılar. Son peygambere ve son kitaba kavuştukları ve böyle
bir saadete lâyık görüldükleri için de göz yaşları akıtarak Allah'a hamd-u
senada bulundular.
Zira gerek Tevrat'ta,
gerekse İncil'de son peygamber Hz. Muhammed (A.S.) ile ilgili birtakım belgeler
bulunduğu kesindir. Sözünü ettiğimiz ilim adamları o belgeleri çok iyi
biliyorlardı. O bakımdan Hz. Muhammed (A.S.} risâlet göreviyle sahneye çıkınca,
Onun yüksek şahsiyetini ve müstesna vasıflarını, kutsal kitaplarda verilen
bilgilerle karşılaştırıp gerçeği hemen anladılar.
Allah bu bölümde
İslâm'ı ve onun kutsal kitabı Kur'ân'ı anlayabilmenin yolunu gösterirken ilmi
esas kabul ediyor ve sonra da konunun bu açıdan ele alınmasını, Tevrat, İncil
ve Kur'ân arasında ciddi bir araştırma ve mukayese yapılmasını öneriyor.
Kutsal kitapları
okuyup anlayan ilim adamlarının gerçekleri görüp anlayınca şu teslimiyetleri
ve mahviyetkâr tutumları çok duygulandırıcı ve düşündürücüdür: «Rabbımızı
tenzih ederiz. Rabbımızın va'di mutlaka yerine gelmiş bulunuyor! derler.»
Ne yazık ki,
asırlardır kutsal kitapları okuyup amel eden Yahudi ve Hıristiyan din âlimleri,
yukarıda isimlerini andığımız o ilk din âlimlerinin gösterdikleri basîret ve
duyarlığı, hakka teslimiyet ve gerçeğe gönül vermeyi ortaya koyamamışlar,
bunun aksine İslâm ve Kur'ân aleyhine olmadık yalan ve iftiralarda bulunacak
kadar küçülmüşlerdir.
İnsan elinin maksatlı
veya bilgisizce dokunmasıyla birçok hükümleri ve bölümleri değişen Tevrat ve
İncil nüshalarında yine de son peygamber Hz, Muhammed (A.S.) ile ilgili birkaç
belge ve kayıt mevcuttur. Özellikle Bernaba İncil'inde yirmiye yaktn net bilgi
verildiğini görüyoruz. Nitekim A'raf sûresi 114, 115. âyetlerin tefsirinde o
bilgilerden önemli bir kısmını nakletmiş bulunuyoruz. [245]
<<Allah deyin,
ister «Rahman» deyin. Hangisini derseniz deyin, en güzel isimler O'nundur.»
Allah'ın güzel
isimlerine «Esmâ-i Hüsnâ» denir. Her isim O'nun ayrı bir sıfatının sır ve
hikmetini sembolize eder; kudretinin sınırsızlığını ve tecellilerini yansıtır.
Dua ve niyaz ederken, ister «Ya Allah!» deyin, ister «Ya Rahman!» deyin, en
güzel isimler O'nundur. Ancak her kişi kendi arzu ve ihtiyacını arzederken ona
uygun 99 isimden seçip almasında ayrı bir feyiz ve rahmet vardır. Bununla
beraber Allah'ın herhangi bir ismiyle duâ ve niyazda bulunmamızda
hiçbir.sakınca yoktur. [246]
«Namazında sesini pek
yükseltme, onu pek kısma, bu ikisi arasında bir yol (bir ses tonu) tut.»
Bilindiği gibi, aşikâr
okunan namazlarda, ister yalnız başına, ister cemaat halinde kılınsın, kıraatte
sesi lüzumundan fazla yükseltmemek namazın adap ve sünnetine daha uygun düşer.
Çünkü namaz bütünüyle edep ve saygı makamıdır. İlgili hadîs bölümünde Ebû Bekir
Sıddîk (R.A.) ile Ömer (R.A.)ın kıraatteki farklı şekilde seslerini alçak veya
yüksek tutmaları ve Resûtüllah'ın (A.S.), Ebû Bekir'e (R.A.) «Sesini biraz
yükselt!», Ömer'e de (R.A.) : «Sesini biraz alçalt!» buyurması, bu konuyu ve
ilgili âyeti yeterince açıklamaktadır. [247]
1— Allah çocuk edinmemiştir. Çünkü çocuğu olanın
baba olması gerekir. Baba olanın bir başkasının oğlu olması, ya da Âdem gibi
çamurdan yaratılması veya İsa gibi babasız doğması lüzumu ortaya çıkar. Aynı zamanda
onun ölümlü olması, oğlunun da ona vâris bulunması zarureti doğar.
Bunların hepsi de,
önoesi ve sonrası olmayan Allah hakkında caiz değildir. O, bu gibi beşerî
sıfatlardan münezzeh ve yücedir.
2— Mülkünde hiçbir ortağı yoktur. Böyle bir
durum olsaydı, vahdaniyet ve vahdaniyetin gerektirdiği düzen ve denge olmazdı.
3— Aşağılanmaz ve horlanmaz ki dost ve
yardımcıya ihtiyacı olsun. Bu, sonradan yaratılan ve vücudu mümkün olanlara
arız olan sıfattır. Allah'ın ise, vücudu vaciptir, bir illete muhtaç değildir.
O bizatihi ilk illettir.
Zira vücudu vacip
olanın varlığı kendisindendir. Vücudu mümkün olanın ise, varlığı başkasıyla,
yani illet ve malûl çerçevesinde gerçekleşir. [248]
1— Onun zatı her türlü noksanlıktan münezzehtir
ve büyüklük; kıyas ve nisbetsiz ancak O'na mahsustur.
2— Sıfatlarıyla pak ve münezzehtir ve bütün
kemal sıfatları O'na mahsustur. Noksan sıfatlardan beridir ve çok yücedir.
3— Fiillerinde münezzehtir ve çok büyüktür.
Mülkünde icra ettiği her şey, hikmetine ve azametine uygun anlamdadır.
4— Hükümlerinde münezzeh ve büyüktür. Her hükmü
mutlak hikmete dayalıdır. Yaptığından ve indirdiği hükmünden, kâinattaki
tasarrufundan sorulmaz.
5— İsimlerinde
münezzeh ve büyüktür. O
ancak isimleriyle anılır, isim ve sıfatları anılarak duâ
edilir. O'nun her ismi, O'nun büyüklüğünü yansıtır.
Böylece tenzih ve
tesbîh makamından hamd makamına; hamd makamından tekbîr makamına geçiş
sağlanmış ve sûrenin bütün sır ve hikmeti bu üç makamda özetlenmiş ve
gizlenmiştir,
O bakımdan Sevgili
Peygamberimiz (A.S.), Abdülmuttalib ailesinden olan gençlere ve çocuklara bu
sûrenin son âyetini öğretip ezberletirdi.
İsrâ sûresine, Allah'ı
her türlü noksanlıktan, beşerî sıfatlardan tenzih ile başlanır; O'na hamd etmek
ve büyüklüğünü anmak sözleriyle bitirilir. Çünkü Allah'ın yüceliğini,
kudretinin sınırsızlığını, ilminin de her şeyi kapsayıp kuşattığını
bilmeyenler, O'nu tenzih ve tesbîh etmeyi düşünmezler. İmânın tadını ve zevkini
kalbinin derinliğine indirip gönlünü Allah sevgi ve saygısıyla dolduran takva
sahipleri ise, eriştikleri derece gereği, Allah'ın mülkünde ortağı ve
yardımcısı olmadığını idrâk ederler ve bu hava içinde sık sık O'na hamd
ederler. Büyüklüğünün kıyas ve nisbete girmediğini anlayarak «Aliah-u Ekber»
diyerek teslimiyet gösterirler.
İsrâ sûresini de
Allah'ın tevfîk ve inayetiyle bitirmiş bulunuyoruz. Bizi bu mübarek sûrenin
tefsirinde başarılı kılan Allah'a hamd; Mi'racıyla bize beş vakit namazı ilâhî
hediye olarak getiren Resûlüllah (A.S.) Efendimize saîât-ü selâmlar olsun..
Âmîn. [249]
[1] Lübabu't-te'vîl : 3/144
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3449.
[2] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3449-3450.
[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3450-3451.
[4] Buharî/Kitabu't-Tevhîd; Enes b. Mâlik (R.A.)den
[5] Müsned-i Ahmed:
Enes b. Mâlik (R.A.)den
[6] Ahmed: 1/221,
257, 309, 310, 374, 387- 2/282, 512 - 3/161; 164- 4/208, 378-: 5/59
[7] Ahmed : 3/81
[8] Buharî/salât:
1, hac : 76, enbiyâ: 5- Müslim/imân: 263- Ahmed:
5/122, 143
[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3452-3457.
[10] Müslim/imân :
291, 292 - Ibn Mâce/zühd: 32 -
Ahmed: 2/84-4/5
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3457.
[11] Beyhakî: Saîd b. Müseyyeb'den
[12] Lübabü't-te'vîl:
3/151
[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3457-3458.
[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3458-3460.
[15] Kudüs'ün eski adı İliya, Urişalim'dir. Araplar el-Kuds
derler. Eski kaynaklarda Beytü'l-Makdis olarak geçer.
[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3460.
[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3460.
[18] Buharî/savm:
49, 50, i'tisam:
5. temenni: 9- Ahmed:
2/23, 231, 3/124, 170 - 4/314. 315- 5/364- 6/126. 242,
258
[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3460-3462.
[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3462.
[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3462.
[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3464-3465.
[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3465-3466.
[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3466-3467.
[25] Matta İncil'i :
23/37, 38
[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3467-3468.
[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3468.
[28] Müslim-Kurtubî :
Enes b. Mâlik (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3469.
[29] Müslim/akziye: 5, fezâil: 140, birr: 88, 89, 95- Ahmed: 3/33- 5/41, 454
[30] Müsllm/birr:
111- Ahmed : 3/229,
240, 254
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3470.
[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3470-3471.
[32] Buharî/cihad: 180, zekât: 63, mezalim: 9, mağazî: 60-
Müslim/imân: 29, zekât: 5- Tirmizî/zekât: 6, birr: 67-
Nesâi/zekât: 1, 46- îbn
Mâce/zekât: 1-Dâremî/zekât; 1-
Taberânî/da'vetü'l-mazlûm; 1-
Ahmed: 1/233- 3/153
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3471.
[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3471-3472.
[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3472.
[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3473-3474.
[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3474.
[37] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3474-3475.
[38] Kurtubİ: 10/230
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3475.
[39] Müslim/ilim :
15, zekât: 69-
Nesâî/zekât: 64- Ahmed:
4/357, 359, 360, 361- Dâremî/mukaddeme: 44
[40] Tirmizî/ilim:
16- îbn Mâce/raukaddeme: 15
[41] îbn Mâce/mukaddeme:
19
[42] Müsned-i Ahmed
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3476.
[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3476-3477.
[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3477.
[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3478-3479.
[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3479-3480.
[47] Ahmed : 6/71
[48] Buharî/fiten:
4, 28- Müslim /f iten: 1, 3-
Tirmizî/fiten: 23- îbn Mâce/ fiten: 9- Ahmed:
2/341, 530 - 6/428, 429
[49] Taberânî merfuân Selmân (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3481-3482.
[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3482-3483.
[51] Ahmed : 4/412
[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3483-3484.
[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3484-3485.
[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3485.
[55] Buharî/cihad: 138, edeb: 3- Müslim/birr: 5- Ebû
Dâvud/cihad: 31-Nesâî /eihad: 5-
Ahmed: 2/165, 172. 188, 193, 197, 221
[56] Buharî/rikak:
18- Müslim/imân: 139-
Tirmizî/tefsîr: 61, Ebû
Dâvud/ cihad: 1- Ahmed: 2/146, 452-6/İ80
[57] İbn Mâce/edeb: 2- Ahmed: 3/498
[58] > >
/ »
: 1
[59] Buharî/edeb : 12, büyü' : 13- Müslim/birr: 20, 21- Ebû Dâvud/zekât: 45
[60] Müsned-i Ahmed: îbn Ömer (R.A.)dan
[61] Müslim/zekât:
58- Ahmed: 2/306, 347
[62] Tİrmizî/zühd:
17
[63] Müslim/birr:
56- Ahmed: 2/160, 191, 195 - 3/323
[64] Beyhakî : îbn Abbas (R.A.) dan
[65] MÜsned-i Ahmed: İbn Mes'ud (R.AJden
[66] Buharî/tefsîr: 3/2, 2/25, edeb: 20ı diyat:. 1, hudud:
19, tevhîd: 40, 46-Müslim/imân: 141, 142- Ebû Dâvud/talâk:' 50- Tirmizî/tefsîr:
25- Nesâî/tahrîm: 44- Ahmed; 1/380
[67] Müsned-i Ahmed :
5/256
[68] Buharî/diyat:
6- Müslim/kasamet: 25, 26- Ebû
Dâvud/hudud: 1- Tir-mizî/hudud: 15-
Nesâî/tahrîm: 5, 11, 14- Dâremî/siyer: 11- Ahmed: 1/61, 63, 65, -6/181
[69] Nesâî/tahrîm :
2
[70] Buharî/vasaya:
8, nikâh; 45, feraiz: 2, edeb:
57, 58- Müslim/birr:
28-Tirmizî/birr: 56- Taberânî/hüsnu'1-hulk: 15-
Ahmed: 2/245, 287
[71] Müsned-i Ahmed:
3/76
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3489-3492.
[72] Musa ve Yahudilik :
107 Geniş bilgi için bak :
Tevrat/Levililer: 19/1-35
[73] îbn Mâce/taharet: 48 - Ahmed : 2/221
[74] Geniş bilgi için bak : et-Teşrîu'1-Cinanî Fi'1-îslâm : 2/294,
295
[75] »
»»»»» » »»: 2/301
[76] Bilgi için bak: Nisa Sûresi: 15, Nûr Sûresi : 2.
âyetin tefsiri
[77] el-Kâfî: el-Mervezi - Bilgi için bak: En'am Sûresi :
152, Nisa Sûresi: 6. âyetin tefsiri
[78] Fetâvâ-yı Hindiyye : 5/61 - Bilgi için bak: Mutaffifîn
Sûresi tefsiri
[79] Müslim/imân: 164, - Ebû Dâvud/büyû' : 50-
Tirmizi/büyû' : 72- tbn Mâ-ce/ticaret:
36- Dâremî/büyû1: 10-
Ahmed: 2/50, 242, 417-3/466-4/45
[80] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3492-3500.
[81] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3500-3501.
[82] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3501.
[83] Buharİ/menakıb:
25- Müslim/fezail: 6-: Tirmizî/menakıb: 6-
Ahmed: 3/147, 170, 215, 289
[84] Müslim/fezâil: 2- Tirmizî/menakıb: 3-
Dâremî/mukaddeme: 4- Ahmed: 5/89, 95,
105
[85] Buharî/menakıb:
25, cumua: 26-
Tirmizî/cumua:" 10, menakıb: 6-
Ne-sâî/cumua: 17- îbn Mâce/ikamet: 199-Dâremî/mukaddeme: 6, salât:
202- Ahmed: 1/249, 267,
363- 3/295
[86] Müsned-i Ahmed:
İbn Ömer (R.A.)dan
[87] »
» : 4/415
[88] Dâremî/adahî : 26- İbn Mâce/sayd: 10- Ahmed: 3/453
[89] Müsned-i Ahmed
; 2/170
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3503-3504.
[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3504-3505.
[91] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3505-3506.
[92] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3506-3507.
[93] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3507-3508.
[94] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3508.
[95] Einstein Ve Evren
[96] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3509-3510.
[97] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3510-3511.
[98] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3511-3512.
[99] îbn Cerîr Taberî-Hafız Ebû Ya'lâ
[100] Lübabu't-te'vîl :
3/166
[101] Tefsîr-i tbn Kesîr:
3/44
[102] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3513-3514.
[103] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3514-3515.
[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3515.
[105] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3516-3517.
[106] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3517.
[107] Taberânî : tbn Ömer (RA.)dan (Hadîsin zayıf olduğu
söylenir).
[108] Buharî/tefsîr: 39, 78- Müslim/fiten: 141, 143- Ebû
Dâvud/sünnet: 22- Ne-sâî/cenâiz: 117-
İbn Mâce/zühd: 32- Ahmed: 2/322, 428- 3/28
[109] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3518-3519.
[110] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3519.
[111] İnsanlar Uyanın/Alexis Carrel
[112] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3519-3521.
[113] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3521.
[114] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3522.
[115] Bilgi için bak: Yunus Sûresi: 45- Tâhâ Sûresi: 103,
104- Rum Sûresi: 55- MÜ'minûn Sûresi : 113- Ahkaf Sûresi: 35- Nâziât Sûresi:
46. âyetlerin tefsiri
[116] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3522-3523.
[117] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3523-3524.
[118] Esbab-ı Nüzûl-Lübabu't-te'vil : 3/167
[119] Lübabu't-te'vîl :
3/167
[120] s> s
: » »
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3525.
[121] Buhari/fiten:
7- Müslim/birr: 126-
Nesâî/tahrîm: 29
[122] Buharî/mezalim;
3, ikrah: 7- Müslim/birr: 32, 58- Ebû Dâvud/eyman: 7, imaret: 36, edeb:
38- Tirraizi/hudud: 3, birr: 18, tefsir:
9- îbn Mâce/ticarat: 45. keffaret:
14- Ahmed: 2/6, 8, 91. 277, 311,
360- 3/481-4/66- 5/24
[123] Buharı/enbiyâ:
35- Müslim/fezâil: 159
[124] Buharî/enbiyâ:
37, tefsîr: 17- Ahmed:
2/314
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3525.
[125] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3526-3527.
[126] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3527.
[127] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3527-3528.
[128] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3528-3529.
[129] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3529.
[130] Lübabu't-te'vîl:
3/167
[131] *
> : 3/168- îbn Kesîr -
Nesâî - Müsned-i Ahmed - Kurtubî
[132] »
» ; 3/169
» »
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3531. .
[133] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3532-353.
[134] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3533-3534.
[135] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3534.
[136] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3535.
[137] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3535-3536.
[138] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3536.
[139] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3536-3537.
[140] Müslim/cennet:
63- Ahmed: 4/162
[141] Buharî/bed-i halk: 11, vüdû': 8, nikâh; 66, daavat:
35, tevhîd: 13- Müslim/talâk: 6- Ebû Dâvud/nikâh: 45- Tirmizî/nikâh: 6- îbn Mâce/nikâh:
27- Ahmed: 1/217, 220, 234, 283-
Dâremî/nikâh: 29
[142] Ahmed: 2/380
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3538.
[143] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3539.
[144] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3539-3540.
[145] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3540-3541.
[146] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3541.
[147] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3541.
[148] Taberânî:
Abdullah b. Amr (R.A.)dan
[149] İbn Asâkir : Enes b. Mâlik. (R.A.)den
[150] Taberânî: Abdullah b. Amr (R.A.)dan. Hadîs gariptir.
[151] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3543-3544.
[152] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3544-3545.
[153] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3545.
[154] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3545.
[155] Bilgi için bak:
Hac Sûresi : 65, Lukman
Sûresi; 20, Câsiye Sûresi: 12.
âyetlerin tefsiri
[156] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3546-3547.
[157] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3547-3548.
[158] Lübabu't-te'vîl : 3/173
[159] Lübabu't te'vil: 3/173
[160] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3549-3550.
[161] Buharî/tefsîr: 8/4, 11/17- Müslim/imân: 302
[162] Hafız-Ebü Bekir el-Bezzar: Ebû Hüreyre
(R.A.)dan
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3550-3551.
[163] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3551-3552.
[164] Tefsîr-i Kurtubî : 10/298
[165] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3552.
[166] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3553-3554.
[167] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3554-3555.
[168] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3555-3556.
[169] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3556.
[170] Buharî/tefsîr: 17- İbn Mâce/mesacid: 16- Ahmed: 1/376,
382, 437-2/264, 366, 396, 473, 501
[171] Müsned-i Ahmed: îbn Abbas (R.A.)dan - îbn Asâkir.
(Hanefilere göre vitir namazı vaciptir.)
[172] Buharî/teheccüd:
6, tefsir: 2/48-
Müslim/müsafirîn: 79, 81-
Tirmizî/ salât: 187- Nesâî/kıyam-ı leyi: 17- İbn Mâce/ikamet: 20- Ahmed:
4/251, 255-6/115
[173] Buharî/teheccüd:
16, teravih: 1, menakıb: 24- Müslim/müsafirîn: 125-Ebû Dâvud/taharet: 79, tetavvu': 26- Tirmizî/mevakıyt: 208, fiten:
63- Nesâî/ leyi: 36-
Taberânî/leyl: 9- Ahmed: 1/220, 287- 2/251, 438- 5/40, 50- 6/136
[174] Müslim/müsafirîn:
197, 200- Ahmed: 6/20
[175] Müslim/müsafirîn:
122- Ebû Dâvud/tetavvu': 26- Nesâî/ezan: 41, sehv: 74, kıyam: 53- ibn Mâce/ikamet: 181- Ahmed:
6/143, 215
[176] Buharî/ezan:
31, mevakıyt: 16, tefsîr: 17, bed-i halk: 6, tevhîd:
23, 33-Nesâî/salât: 21-
Taberânî/sefer: 82- Ahmed: 2/233, 258, 266
[177] Müslim/imân: 334, 335, 337, 341, 345- Buharî/daavat:
1- Tirmizî/daavat: 130- îbn Mâce/zühd:
37- Dâremî/rikak: 85-
Taberânî/Kur'ân: 26- Ahmed: 1/ 281, 295-
2/275, 313- 3/134
[178] Buhari/ezan:
7- Müslim/salât: 10,
11- Tirmizî/salât: 40,
menakıb: 1-Nesâî/ezan: 33, 35,
37- Ibn Mâce/ezan: 4- Taberânî/nida: 2- Dâremi/salât: 10-Ahraed:
1/120- 2/168- 3/6, 53, 90-4/92, 93, 98, 100- 6/9, 326
[179] Buharî/ezan; 8, tefsîr; 17- Ebû Dâvud/mevakıyt: 43-
Nesâî/ezan; 38- tbn Mâce/ezan: 4-
Ahmed: 3/354
[180] îbn Mâce/zühd;
37- Tirmizî/menakıb: 1-
Ahmed; 5/137, 138
[181] Ahmed: 3/456
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3558-3560.
[182] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3560-3561.
[183] Lübabu't-te'vîl:
3/174
[184] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3561-3562.
[185] Tirmizî: Hadîsün sahihtin
[186] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3562-3563.
[187] Buharî-Tirmizi - Lübabu't-te'vü
[188] Enbiyâ Sûresi:
18
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3563.
[189] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3564.
[190] Dârekutnî - Ashab-ı Sünen - Tefsîr-i Kurtubî : 10/316
[191] Buharî/fezâil-i Kur'ân: 14-Ahmed: 6/114, 124, 166, 181
- Taberânî/ayn: 10- Kurtubî : 10/317
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3565-3566.
[192] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3566.
[193] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3567.
[194] Buharî/tevhîd:
28, tefsir: 17-
Müslim/münafıkîn: 32- Ahmed:
1/389, 410, 445
[195] Müsned-i Ahmed
- İbn Kesir : 3/60
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3567-3568.
[196] Bilgi için bak: Nahl: 2, Gâfir: 15, Mücadele: 22,
Maaric: 4, Nebe': 38, Kadir: 4, Meryem: 17- Bakara: 57, 253- Nisa: 171- Mâide:
110- Nahl; 102- Şuârâ: 193
[197] Tefsîr-i Kurtubî :
10/323, 324
[198] Bilgi için bak: Mü'min Sûresi 15:. Şura Sûresi 52.
âyetlerin-tefsiri
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3568-3570.
[199] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3570-3571.
[200] Kehf Sûresi:
109
[201] Lufcman Sûresi: 27
[202] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3571-3572.
[203] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3572.
[204] Tefsîr-i İbn Kesir:
3/62
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3573.
[205] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3573-3574.
[206] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3574-3575.
[207] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3575-3577.
[208] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3577.
[209] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3578.
[210] Lübabu't-te'vîl:
3/180 - Esbab-ı Nüzul - Tefsîr-i Ibn Kesîr: 3/62, 63
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3580-3581.
[211] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3581-3582.
[212] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3582-3583.
[213] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3583.
[214] Buharî/tefsîr:
1/25- Müslim/münafıkîn: 54-
Tirmizî/tefsîr: 12/17- Ah-med:
2/354, 363
[215] Ahmed:
4/447, 5/3,5
[216] Buharî/tefsîr:
2/11, nefekat: 1, tevhîd: 35-
Müslim/zekât: 36, 37-
İbn Mâce/keffarat: 45- Ahmed:
2/242. 464
[217] Buhari/tefsîr: 11, tevhîd: 19, 22- Müslim/zekât: 36-
Tirmizî/tefsir: 3/5-İbn Mâce/mukaddeme: 13- Ahmed: 2/313, 500
[218] Buharî/humus :
15, mağazî ; 73- Ahmed: 3/308
[219] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3585-3586.
[220] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3586-3587.
[221] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3587-3588.
[222] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3588-3589.
[223] Bilgi için bak : Buharî/bed-i vahiy: 5, 6, savm: 7,
menakıb: 23, fezâil: 7, edeb: 39- Müslim/fezâil: 48, 50- Tirmizî/cihad: 15-
Nesâî/siyam: 2- İbn Mâce/ cihad: 9- Dâremî/mukaddeme: 10- Ahmed: 1/231, 288,
326, 363- 6/130
[224] Bilgi için bak : Tefsîr-i Kurtubî : 10/335
[225] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3589-3591.
[226] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3591-3592.
[227] Lübabu't-te'vîl : 3/182- Müsned-i Ahmed- Beyhakî-
Taberânî-Nesâî
[228] Tefsîr-i İbn Kesir - Tefsîr-i Kurtubî: 10/336
[229] A'raf Sûresi:
130 - 133
[230] Tefsîr-i Kurtubî:
10/3.36
[231] Bilgi için bak :
Tevrat/çıkış : 20/7-17 - Musa ve Yahudilik : 106,
107/ Hayrullah örs
[232] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3593-3596.
[233] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3596.
[234] LÜbabu't-te'vü - İbn Kesîr
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3598.
[235] Tirmizî/fezâil-i cihad: 8, zühd: .8- Nesâî/cihad: 8-
Ahmed: 2/505
[236] » / » » :
12
[237] Tirmizî, Ebû Katade'den
[238] »
Abdullah b. Ömer (R.A.)dan
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3598-3599.
[239] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3599-3600.
[240] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3600-3601.
[241] Kıyamet Sûresi:
16, 17
[242] Furkan Suresi:
32
[243] Müzzemmil Sûresi : 4
[244] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3601-3602.
[245] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3602-3603.
[246] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3603.
[247] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3604.
[248] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3604.
[249] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3604-3605.