Bu sûre 110 ayettir.
İbn Abbas (r.a)'dan (76.
ayet)'ten (80- ayet)'ine kadar olan
ayetler hariç bu sûrenin Mekki olduğu rivayet edilmiştir. Bu ayetler
ise, Medenî olup, Sakff Kabffesl'nin heyeti geldiğinde nazil olmuştur.
"Kulunu bir gece
Mescid-i Haram'dan, Mescid-i Aksâ'ya kadar götüren Allah, her türlü
noksanlıklardan münezzehtir. Biz, o (Mescid-i Aksâ'nın) etrafına bereket
verdik. O (peygambere), ayetlerimizden bazısını gösterelim dîye (bunu
yaptırdık). Şüphesiz ki O (Allah), herşeyi hakkıyla işiten, tastamam görendir" (Isra. 1).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:[1]
Nahivciler şöyle
demektedirler: "Sübhâne" kelimesi,
teşbih cinsinin ism-i alemidir. Arapça'da, (Allah'ı teşbih ettim)
denilir. Bu ifadedeki "teşbih" masdar, "sübhâne" kelimesi
ise, teşbih cinsinin alem
ismidir. Bu tıpkı (Yeminime keffâret verdim) demen gibidir, bu
İadenin manası, Allah'ı hertürlü kötülüklerden ve noksanlıklardan tenzîh etmek,
yani Mardan uzak olduğunu söylemektir. "Nazm" kitabının müellifi
şöyle der: "Subh", Vaaça'da "uzaklık" manasınadır. Buna,
"Çünkü gündüzün senin tpn uzun bir meşguliyet var" (Müzzemmiı, 7)
ayeti deleâlet eder. O halde
(Allah'ı teşbih etti) ifadesi, "O,
Allah'ı, O'na yakışmayan şeylerden uzaklaştırdı ve tenzih etti" demektir.
"Teşbih" lafzı ile ilgili aklî izahları, Hadîd Sûresi'nin başında
yaptık. Bu lafız, değişik birtakım manalara da gelmektedir:
1) "Namaz" manasına... Hak Teâlâ'nın
"Eğer çok teşbih edenlerden olmasaydı" (Saffat, 143) ayeti bu
manadadır. "Subha" kelimesi, nafile namaz manasına gelir. Namaz
kılana da "müsebbih" (teşbih eden) denilmiştir. Çünkü namaz kılan,
namazı ile Allah'a saygı göstermiş ve O'nu, O'na yakışmayan şeylerden tenzih
etmiştir.
2) "Ortancaları, "Ben size demedim mi, Allah'ı
teşbih etmeli değil miydiniz'' 4edi" (Kaiem, 28) ayetinde "teşbih", "istisna" (inşaallah deme) manasına
kul/anıtmıştır. Yan/, "İnşaa/Jah deme/i değil miydiniz" demektir.
Bunun izahı da, "inşaallah" diyerek Allah'a tazime dayanır.
3) Hadis-i şerifte "O'nun yüzünün subuhâh, yetiştiği herşeyi
yakardı"[2] diye varid olmuştur. Bunun
manasının, "Allah'ın yüzünün nuru" olduğu söylendiği gibi, onu birisi
gördüğünde "Subhânallah" diyeceği yüzünün parlaklığı" manasına
geldiği de söylenmiştir.
[3]
Cenâb-ı Hak, esrâ
(gece yürüttü) buyurmuştur. Dilciler, hem "esra", hem de
"sera" fiilinin aynı manaya geldiğini söylemişlerdir.
Ayette (bi abdiht)
buyurulmuştur. Müfessirler, bununla Hz. Muhammed (s.a.s)'ın kastedildiği
hususunda ittifak etmişlerdir. Babam imam (âlim) Ömer İbn Hüseyin (r.h)'in
şöyle dediğini duymuştum: "Şeyh İmam Ebu'l-Kasım Süleyman el-Ensarî' nin
şöyle dediğini duydum: "Hz. Muhammed (s.a.s), Miraç'ta en yüksek basamağa
ulaşınca, Allah Teâlâ ona, "Ey Muhammed, seni neyle şereflendireyim?"
diye vahyedince, O: "Ey Rabbim, beni kendine kul olmaya nisbet ederek
(kulun olduğumu söyleyerek)" diye cevap verdi. Ailah Teâlâ da bunun
üzerine, işbu ayetini indirdi."
Ayetteki,
"leylen" (bir gece) kelimesi, zarf olarak mansubtur. Buna göre şayet,
"isrâ" zaten gece yürüyüşü demektir, binâenaleyh ayrıca bir gece
denmesinin hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bu kelimenin nekire
olarak getirilmesiyle bu isrâ'nın (gece yürüyüşünün) müddetinin kısa olduğu ve
O'nun (s.a.s) gecenin bir parçasında, normalde kırk gecelik y6l olan Mekke'den
Şam'a götürüldüğünü kastetmiştir. Bu böyledir. Çünkü bu kelimeyi nekire olarak
getirmek, kısmîlik (bir kısmı) manasına delalet etmiştir.
[4]
Alimler, ayetteki bu
gecenin hangi gece olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir: Mukâtil, o gecenin,
Hicret'ten bir yıl önceki bir gece olduğunu söylemiştir. Keşşaf sahibi ise, Hz.
Enes ve Hz. Hüseyin'den, bunun, Hz. Peygamberin, peygamber atmasından önce
olduğunu nakletmiştir.
Ayette "Mescid-i
Haram'dan" buyurutmuştur. Alimler, Hz. Peygambar (s.a.s)'in alındığı yerin
neresi olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bu yerin,
bizzat Mescid-i Haram olduğu söylenmiştir ki bu. ayetin afcnın zahirinin de
ifade ettiği şeydir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in "Ben bir gece Mescid-i
Haram'dan, Beytullah'da Hicr (Hatîm)'in yanında, uyku ile uyanıklık arasında iken,
Cebrail Burak ile geldi"[5]
buyurmuştur.
Hz. Peygamber
(s.a.s)'in Mirâc'a, Ebu Tâîib'in kızı Ümmü Hânî'nin evinden alınıp götürüldüğü
de söylenmiştir. Bu görüşe göre, ayetteki "Mescid-i Haram" ifadesi
ile Usscid'i kuşatıp sardığı için, bütün Harem bölgesi kastedilmiştir. İbn
Abbas (r.a)'dan ca, "Harem'in tamamı Mescid-i Harem'dir" diye bir
rivayet gelmiştir. Bu ekseri ailmlerin görüşüdür.
[6]
Alimler Mescid-i
Aksa'dan Beyt-i Makdis'in kastedildiği hususunda ittifak tullerdir. Mescid-i
Aksa ile Mescid-i Haram arasındaki mesafe çok uzak olduğu için, Mescid-i
Aksa'ya Mescid-i Aksa (en uzak mescid) denilmiştir.
Cenâb-ı Hak,
"Biz, o (Mescid-i Aksa'nm) etrafına bereket . dik" buyurmuştur. Bu
bereket, meyveler ve çiçekler verme ile tefsir ediidiği gibi; ansının peygamber
durağı, meleklerin iniş noktası olması sebebi ile olduğu da söylenlmistir.
Bil ki, ila edatı
mesafenin sonunu bildirmektedir.Buna göre gaye yani ayetteki (Mescid-i Aksa’ya)
ifadesi, Hz, Peygamber (s.a.s)'in bu Mescid'e kadar ulaştığına delalet eder.
Ama o Mescid'e girip girmemesi hususuna dair, ayetin nda herhangi bir delalet
yoktur.
Cenâb-ı Hak "O
(Peygambere) ayetlerimizden bazısını gösterelim t" buyurmuştur. Yani,
"O gecede, Allah'ın kudretine delâlet eden mucizeleri ve dikkate değer hadiseleri ona gösterelim" diye"
demektir.
[7]
İmdi "ayetteki,
"O (peygambere) ayetlerimizden bazısını gösterelim diye" ifadesi,
Allah Teâtâ'nın, Hz. Muhammed (s.a.s)'e o mucizelerin ve şayan-ı dikkat
şeylerin ancak bir kısmını gösterdiğine delalet eder. Çünkü min âyatlnâ
kelimesindeki min edati, "bazı" manasına gelir. Halbuki Cenâb-ı Hak,
Hz. İbrahim (a.s) hakkında, "Biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu
öylece gösteriyorduk" (En'âm, 75) buyurmuştur. Dolayısıyla Hz. İbrahim'in
miracının, Hz. Muhammed (s.a.s)'in miracından üstün olması gerekir"
denilirse, biz deriz ki: Hz. İbrahim'in görüp müşahede ettiği, göklerin ve
yerin melekûtudur. Hz. Muhammed (s.as)'in gördüğü şey ise Allah'ın ayetlerinin
bir kısmıdır. Allah'ın ayetlerinin daha üstün olduğunda İse şüphe yoktur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, O herşeyı hakkıyla işiten ve tastamam görendir" buyurmuştur. Bu,
"Kulunu gece yürüten O zât, Muhammed (s.a.s)'in sözlerini bi-hakkın duyan,
yaptıklarını hakkıyla gören; o fiil ve sözlerinin riya şaibesinden arı, duru,
tertemiz, doğruluk ve saflıkla içice olduğunu hakkıyla bilendir. İşte bundan
ötürü, böyle bir ikramı ancak ona vermiştir" demektir. Bu ifade ile,
"Allah miraç hususunda, müşriklerin Peygamber (s.a.s)'e dediklerini duyan,
ona karşı yaptıklarını görendir" manası da verilmiştir.
[8]
Bu isrâ
hadisesinin nasıl' olduğu hususunda
ihtilaf edilmiştir. Müslümanların ekserisi Cenâb-ı Hakk'ın.
Hz.
Peygamber (s.a.s)'in
bizzat bedenini yürütüp götürdüğü hususunda ittifak etmişler, pek azı ise, "Allah,
onu sadece ruhen götürdü" demişlerdir. Muhammed b. Cerir
(et-Taberî'nin) tefsirinde, Huzeyfe (r.aj'nin: "Bu hâdise, bir rüya idi. Hz.
Peygamber (s.a.s)'in bedeni yerinden oynamadı. Allah onu, sadece ruhen götürdü,
yürüttü" dediği rivayet edilmiştir. Bu söz, hem Hz. Aişe (r.
anha)'den, hem de Muaviye (r.a)'den aynen rivayet edilmiştir.
Bil ki bu konuda
söylenebilecek söz şu iki makama varıp dayanır:
a)
Miracın aklen
isbat edilmesi.
b)
Bunun bilfiil vuku
bulması.
[9]
Birinci Makama
gelince, ki bu, miracın olabileceğinin aklen isbat edilmesidir. Biz diyoruz ki:
Süratte bu noktaya varmış olan bir hareket, bizatihi mümkündür. Allah Teâlâ da,
bütün mümkinata kadirdir. O halde bu, bu noktaya ulaşmış olan bu şekildeki
hızlı bir hareketin imkânsız olmadığına delalet eder. Binâenaleyh biz burada
da, şu iki mukaddimeyi beyan etme ihtiyacını duyuyoruz.
Birinci Mukaddime: Bu
noktaya ulaşmış olan bir hareketin, haddizatında mümkün olduğunun isbat
edilmesinden ibaret olan bu mukaddimenin delilleri şunlardır:
1) En büyük felek, gecenin başından sonuna kadar,
devrinin tamamının yarıst kadar hareket eder. Mühendislikte şöyle bir kural
sabittir, vardır: Çapın, devre (çevresine) nisbeti, birin üçe ve yediye nisbeti
gibidir. O halde, yarıçapın, devrin yansına nisbetinin de birin üç ve yediye
nisbeti gibi olması gerekir. Hz. Peygamber (s a.s)'in, Mekke'den, en büyük
feleğin üzerine çıktığının söylenilmesi durumunda, D sadece yarıçap miktarınca
hareket etmiş olur. Bu kadar zaman içinde, devrin yarısının hareketi tahakkuk
edince, yarıçap kadar hareketin tahakkuk etmesi, haydi haydi mümkün bir şey
olur. Binâenaleyh bu, gecenin üçte bir miktarında, Mekke'den Arş'ın üzerine
çıkmanın, aslında mümkün bir şey olduğuna dair kesin aklî bir delildir. Durum
böyle olunca da, bu yükselme işinin, bütün bir gecede tahakkuk etmesi, haydi
haydi mümkün olur. Allah en iyisini bilendir.
2) Yine mühendislikte şöyle bir kural daha vardır:
Güneşin kütlesi, yer kürenin yüz altmış küsur misli büyüklüktedir[10].
Sonra biz, buna rağmen, güneş yuvarlağının doğuşunun, farkedilemeyecek bir
zamanda tahakkuk ettiğini görmekteyiz. İşte bu da, hareketin, bu kadar bir hıza
ulaşabilmesinin haddizatında mümkün bir şey olduğuna delalet eder.
3) Katı cisimlerin, alemin (dünyanın) merkezinden Arş'tn
üzerine çıkmaları aklen mümkün olduğu gibi, latif, ruhani maddelerin de, Arş'ın
üzerinden alemin merkezine doğru inmeleri mümkündür. Binâenaleyh şayet Hz.
Muhammed (s.a.s)'in, bir gecede miraçta bulunmasının aklen imkânsız olduğu
söylenecek olursa, o zaman Cebrail (a.s)'in de bir anda, Arş'tan Mekke'ye
İndiğinin söylenilmesi de imkânsız dur. Eğer biz bunun imkânsız olduğunu
söylersek, o zaman bu, bütün peygamberlerin nübüvvetini ta'n etmek olmuş olur.
Miracın tahakkuk ettiğini söylemek, nübüvvet -«selesinin kabul edilmesine
dayanmakta olan talî bir meseledir. Böylece, bu kadar bir sürate ulaşan bir
hareketin imkânsız olduğunu söyleyenlerin, Hz. Cebrail'in de bir anda, Arş'dan
Mekke'ye inmesinin imkânsız olduğunu söylemelerinin gerektiği sabit olmuş olur.
Bu söylenemeyince, onların ileri sürdüğü şey de söylenemez.
İmdi şayet onlar,
"Biz, Cebrail'in bir yerden öbür yere geçen, intikal eden bir cisim olduğunu
söylemiyoruz. Biz, Cebrail'in inişinden kastedilenin, Hz. Muhammed (s a.s)'in
ruhundan maddi perdelerin kaldırılışı; böylece de, Cebrail (a.s)'in zatında tecelli
eden mevcut şeylerin bir kısmının onun ruhunda meydana gelen mükaşefe w müşahedeler
olduğunu söylüyoruz" derlerse, biz deriz ki: Vahyi bu şekilde anlamak,
filozofların görüşüdür. Müslümanların çoğunluğuna gelince, onlar, Cebrail'in cisim
olduğunu; onun nüzulünün, felekler aleminden Mekke'ye intikal etmesinden ibaret
olduğunu kabu! ederler. Durum böyle olunca da, zikredilen ilzam güçlü ve
kuvvetli olur. Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.s). miraç
hadisesinden bahsedince, herkes onu yalanlar ve Ebu Bekir'e giderek, ona:
"Senin arkadaşın şöyle şöyle diyor" derler. Bunun üzerine Ebu Bekir:
"Eğer o bunu söylemişse, mutlaka doğrudur" der. Daha sonra da Hz.
Peygamberin yanına varır. Hz. Peygamber de, meseleyi ona ayrıntılı bir biçimde
anlatır. Bu meseleyle ilgili olarak Peygamber her ne söylerse, Ebu Bekir
"Doğru söyledin" diyerek onu tasdik ederdi. Hz. Peygamber (Mirada
alakalı) sözünü tamamlayınca, Ebu Bekir: "Ben, senin hakikaten Allah'ın
Resulü olduğuna şehadet ederim" der. Bunun üzerine Hz. Peygamber de ona:
"Ben de senin hakikaten "sıddîk" olduğuna şehadet ederim"
karşılığını verir.
Hasıi-ı kelam, Hz. Ebu
Bekir (r.a) şöyle demek istemiştir: "Ben, onun peygamber olduğunu kabul
ettiğimde, onu, bundan (yani Miracdan) daha büyük bir şey hususunda tasdik
etmiş oldum. O halde, ben onu, bu hususta daha nasıl yalanlayabilirim?!"
4)
Bütün inanç
ve din mensuplarının ekserisi,
"İblis'in mevcudiyetini,
âdemoğullarının kalbine vesvese ilkâ etmeyi üstlenenin o olduğunu ve onun,
âdemoğullarının kalbine vesvese vermek için, bir anda doğudan batıya
geçebildiğin! kabul ederler. Binaenaleyh onlar, İblis hakkında bu kadar hızlı
bir hareketin olabileceğini kabul ettiklerine göre, onların aynı şeyi,
peygamberlerin ululan hakkında da kabul etmeleri haydi haydi gerekir. İşte bu
ilzam, İblis'in, bir yerden bir yere geçebilen (latîf) bir cisim olduğunu kabul
edenlere karşı güçlü bir ilzamdır. Ama İblis'in, kötü, şerir ruhlardan
olduğunu, onun ne cisim, ne de maddî bir özellik taşımadığını söyleyenlere
gelince, bu ilzam onları ilgilendirmez. Ancak ne var ki, din mensuplarının
ekserisi, İblis'in, bir yerden bir yere geçebilen latîf bir cisim olduğu
hususunda mutabıktırlar.
Buna göre şayet onlar,
"farzedelim ki, melekler ve şeytanlar cism-i latîf oldukları için, onlar
hakkında böylesi bir hareketin tahakkuk etmesi doğru olur. Bu tür hareketin,,
onların zatlarında bulunması imkânsız değildir. Ama insana gelince, bu kesif ve
katı bir cisimdir. Binâenaleyh, böylesi bir hareketin tahakkuku, insan için
nasıl düşünülebilir?" derlerse biz deriz ki:
Biz ancak, hız
itibariyle bu noktaya ulaşmış olan bir hareketin tahakkuk etmesinin
haddizatında mümkün olduğuna, meleklerin ve şeytanlarrn halleriyle istidlalde
bulunduk. Ama bu hareketin, haddizatında mümkün olması halinde, onun insan
bedeninde de tahakkuk etmesinin mümkün olmasının izahına gelince, işte bu, eğer
Allah dilerse, izahı yakında yapılacak olan başka bir konudur.
5) Kur'ân'da,
rüzgârların, Hz. Süleyman (a.s)'ı kısa bir müddet içinde uzak beldelere
götürdüğü zikredilmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Hz. Süleyman (a.s)'ın hareketini
nitelerken, "Süleyman'a da rüzgöan (musahhar kıldık) ki sabahı birayfhk akşam) bir
ay(hk yo!)du" (Set»1, 19 buyurmuştur. Yani, bu ayete göre, Hz, Süleyman bir
günde, iki aylık bir mesafe katediyordu. Harta biz diyoruz ki, çok şiddetli esen
rüzgârların, bir anda, bir yerden çok uzak olan başka bir yere gidebildiklerini duyularımız da
göstermektedir. Ki, bu da, böylesi hızlı bir hareketin, haddizatında mümkün
olduğuna delâlet eder.
6) Kur'ân-ı Kerim, katında kitaptan ilmi bulunan bir
kimsenin, Beikîs'ın tahtını Yemen'in en uç noktasından Şam Diyan'ntn en uç
noktasına, göz açıp kapama süresi
1 çnde getirip
bulundurduğuna delâlet etmektedir. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, Vezdinde
kitaptan ilim bulunan (zât), ben dedi, göz açıp kapama süresi içinde sana
getiririm" (Nsmi, 40) ifadesidir. Bu, bazı kimseler için mümkün bir husus
I tffcrca, biz bunun
esasen mümkün bir şey olduğunu anlamış oluruz.
7) Bazı kimseler şöyle demektedir: "Canlılar,
görülecek şeyleri ancak, ışığın onun gözünden çıkıp görülecek şeyle
birleştiğinde-görürler. Binâenaleyh biz, gözümüzü da bir adama baktığımızda,
onu görürüz. Bu görüşe göre, bizim gözlerimizden ışınlar, çok kısa bir anda o
adama ulaşmış ve onun üzerine düşmüş olur. İşte , bu kadar bir hıza ulaşmış
olan bir hareketin, imkânsız olan şeyier cümlesinden mümkün olduğuna delâlet
eder. Böylece, yaptığımız bu izahlarla, sürat bu noktaya ulaşmış olan böylesi
b>r hareketin, esasen, varolması mümkün şey olduğu sabit olmuş olur.
İkinci Mukaddime:
Böylesi bir hareket haddizatında mümkün olunca, onun, Hz.
(s.a.sj'in bedeninde tahakkuk etmesinin de imkânsız
olmaması 11 beyan hususundadır. Bunun
delili şudur: Biz cisimierin, mahiyetlerinin hususunda birbirlerinin dengi
olduklarını kesin delillerle beyân etmiştik. îyh, böylesi bir hareket bazı
cisimlerde tahakkuk edince, onun, diğer de tahakkuk etmesinin mümkün olması
gerekir ki, bu da böylesi bir Hz. Muhammed (s.a.s)'in bedeni için tahakkuk
etmesinin, esasen mümkün şey olduğuna kesinlikle hükmetmeyi gerektirir.
böyle olduğu sabit
olunca biz diyoruz ki: Alemin yaratıcısının, bütün kadir olduğu delil ile
sabittir. Bu kadar bir sürate ulaşmış olan bir hareketin, Muhammed (s.a.sj'in
bedeni için de tahakkuk etmesinin mümkün olduğu da Binâenaleyh, Allah
Teâlâ'nın, buna (mümkün olduğu için) kadir oimast gerekir, .-da da, bu
mukaddimelerin tamamında, Miraç hadisesinin bilfiil tahakkuk :n. haddizatında
mümkün bir şey olduğu neticesi elde edilir. Bu konuda söylenecek en son söz şudur: Burada geriye
sadece, bu hadiseye hayranlık mk ve taaccüb kalır. Ancak ne var ki, bu hayret
de, sadece buraya has değildir, bu, (eğer yapılacaksa) bütün mucizeler için de
söz konusudur. Binâenaleyh bir değneğin, yetmiş bin değneği ve urganı
yutacak, sonra da o anda, eskisi gibi küçük bir değnek haline dönüşecek bir
ejderha olması da şaşırtıcı bir durumdur. Yine, koskaca bir dağdan büyük bir
devenin çıkması, büyük bir dağın (Tûr), havada adeta bir şemsiye gibi tutulması
da şaşırtıcı bir durumdur. Keza, bütün mucizeler hakkında aynı durum söz
konusudur. Binâenaleyh, sadece bir hayret, bütün bunları inkâr etmeyi ve kabul
etmemeyi gerektiriyorsa, o zaman, mucizelerin isbâtıyla ilgili bütün
görüşlerin, sözlerin, hükümlerin fasit, aslı esası olmadığına kesinkes
hükmetmek gerekir. Halbuki mucizelerin isbatı ve kabul edilmesi, nübüvvet
temelinin kabul edilmesinin neticesi olarak, fer'î bir husustur. Yok eğer, sırf
bir taaccüb inkâr etmeyi gerektirmiyorsa, işte burada da gerektirmez. Mirac'ın
imkânsız bir şey değil, mümkün olduğunu söylemenin izahı hususundaki sözün
tamamı bundan ibarettir. Allah en iyisini bilendir.
[11]
İkinci Makam, Mirâc'ın
bizzat vuku bulup bulmadığını araştırma ile ilgilidir. Muhakkik âlimler şöyle
demişlerdir: "Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Muhammed (s.a.sj'i, hem ruhu hem de
bedeni ile Mekke'den Mescid'i Aksa'ya geceleyin yürüttüğüne (götürdüğüne), hem
Kur'ân, hem de hadisler delalet etmektedir.
[12]
Buna delalet eden
Kur'ân ayeti, bu ayettir. Bu delili şu şekilde izah edebiliriz: "Abd"
(kul), beden ile ruhun toplamının adıdır. Binâenaleyh bu geceleyin yürütme
işinin, beden ve rûh toplamı bir kut için tahakkuk etmiş olması gerekir. Bil ki
bu istidlal, insanın sadece rûh mu, yoksa sadece beden mi, yoksa hem rûh hem
beden mi olduğu meselesine dayanır. İnsanın sadece rûh olduğunu söyleyenler, bu
hususta şu İzahları yapmışlardır:
1) İnsan, ömrünün başından sonuna devam eden tek bir
şeydir. Halbuki bedenin cüzleri, hep
değişme, tebeddül ve intikal
(geçiş) içindedir. Bakî olan
ise, değişmeyendir. O halde insan bu bedenden başka birşeydir.
2) İnsan bazan bedeninin bütün parçalarının farkında
olmasa bile, kendisini bilir. Bilinen ise, farkında olunmayandan başkadır. O
halde insan, bu bedenden başka birşeydir.
3)
İnsan, normal
fıtratı gereği, "elim, ayağım, beynim ve kalbim.." der. Diğer
uzuvları için de durum aynıdır. Böylece o bütün bunları kendisine izafe eder.
Halbuki muzâf, muzâfun ileyh'den başkadır. O halde insanın hususî zatının,
bütün bu uzuvlardan başka birşey olması lazım gelir.
Buna göre eğer onlar,
"O, zâtını da kendisine izafe ederek, "Benim zâtım, benim
nefsim!" demiyor mu? Binâenaleyh size, onun kendisinin, zâtından başka
olduğunu söylemeniz gerekir; halbuki bu, imkânsızdır" derlerse biz deriz
ki:
Biz, sırf lafza
tutunmuyoruz ki, bu söylediğiniz şey bize gereksin. Tam aksine, :z ancak sırf
akla tutunuyoruz. Çünkü, aklın sarih delili, insanın tek varlık olduğuna aelâlet
©der. Bu tek şey, eliyle alır, gözüyle, onun vasıtasıyla görür ve kulağı
vasıtasıyla tşrtir. Binâenaleyh insan, tek şeydir. Bu uzuvlar, onun bu fiilleri
yapması için var olan etlendir,
vasıtalarıdır. İşte bu, insanın, bu uzuv ve vasıtalardan başka bir şey aUuğuna
delalet eder. Böylece bu izahlarla, insanın, bu bünye ve bu bedenden başka ar
şey olduğu sabit olmuş olur.
Bu sabit olunca da biz
diyoruz ki, "Kulunu bir gece Mescidi Haram'dan (...) götüren Allah
münezzehtir" ayetindeki "abd" (kul) «sumesiyle, ruh cevheri
kastedilmiştir. Böyle olması halinde, ayette, "isrâ"nın, beden 1»
olduğuna dair bir delâlet kalmaz.
İmdi şayet onlar,
"isrâ'nın, rûh ile yapılması, harikulade bir şey değildir. Binâenaleyh bu
hususta denilmesi uygun düşmez" derlerse, öc deriz ki:
Bu da akıldan uzak bir
şeydir; çünkü, başkasının ruhu için tahakkuk etmeyen çsşitti mükâşefe ve
müşahedelerin, onun rûh için tahakkuk etmiş olduğunun scwtenilmesi akıldan uzak
bir şey olmaz. Böylece de, pek yerinde olarak bu söz buraya uygunolur. Miracın,
hem rûh hem de beden ile yapıldığını isbat hususunda, bu ayetle jepflah
istidlalin aleyhine olarak ileri sürülen sorunun izahı, işte bundan ibarettir.
[13]
Buıa şu şekilde cevap
verebiliriz: "Abd (kul)" lafzı, ancak, hem rûh hem de beden ıını
içine alan bir lafızdır. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın "Bir kulu, namaz ?n
men edeni gördün mü sen?" (Aiak, 9-10) ayetidir. Bu ayette geçen,
"abd" i, hem rûh hem de bedenin murad edilmiş olduğunda şüphe yoktur.
Yine -1 Hak, Cin Sûresi'nde, "Şu hakikat de: Allah'ın kulu O'na ibadet
için kalktığı nerdeyse onlar, etrafında
keçeler (gibi tortop) oluyorlardı" (Oto, 19) »ustur ki, buradaki
"abd" kelimesiyle
de, hem
ruh hem de
beden iilmiştir. İşte, bu ayette de böyledir.
Bunun, haberden delili
ise, sahih hadis kitaplarında rivayet edilen şu hadistir ki, hadis meşhur bir
hadistir. Bu hadis, Hz. Peygamber'in Mekke'den Beyt-i t'e, oradan da göklere
götürüldüğüne delâlet eder.
Bu hadisi kabul
etmeyenler, şu şekilde istidlal etmişlerdir
1) Aklî izahlarla. Onların yapmış olduğu bu aklî izahlar
da. üç tanedir-.
a)
Bu kadar hıza
ulaşmış olan bir hareket düşünülemez.
b) Ağır bir kütlenin göklere yükselmesi makul değildir.
c)
Onun göklere
yükselmesi, feleklerin yırtılmasını gerektirir.
Halbuki bu, imkânsızdır.
2) Eğer bu doğru olsaydı, bu, diğer mucizelerin en
büyüğü olurdu. Bu durumda da Hz. Peygamber'in.nübüvvet iddiasında doğru
söylediğine istidlalde bulunabilsinler diye, bunu halkın huzurunda ortaya
koyması gerekirdi. Ama bunun, hiç kimsenin görüp müşahede edemediği bir zamanda
tahakkuk etmesine gelince, bu abestir. Hakim olan Allah'a ise, bu yakışmaz.
3) Onlar, Cenâb-ı Hakk'ın, "(Geceleyin) sana
gösterdiğimiz o temaşayı, ancak insanlara bir fitne yaptık" (isra.so)
ifadesine tutunarak şöyle demişlerdir: Bu rüyadan maksat. Miraç hadisesidir.
Halbuki bu, insanlar için ancak bir fitne olmuştur. Çünkü, Hz. Muhammed
(s.a.s)'e inanan kimselerin pekçoğu, O'nun bu sözünü duyunca, O'nu yalanlamış
ve kabul etmemiştir. Binâenaleyh, Miraç sözü, insanların fitneye düşmesine
sebep olmuştur. Böylece bunun, Hz. Muhammed (s.a.s)'in uykuda gördüğü bir rüya
olduğu sabit olmuş olur.
4) Miraç hadisi, pekçok (aktl almaz), uzak şeyleri
ihtiva etmektedir. Meselâ, onun karnının yarılıp, zemzem suyuyla temizlenmesine
dair rivayet edilen şey bunlardandır. Bu, akıl almaz bir şeydir. Çünkü, suyla
yıkanabilen şey, maddî olan pisliklerdir. Bunun, batıl inanç ve kötü huylara
dair kalbte bulunan şeyleri temizlemede bir tesiri yoktur. Onun, Burak'a
bindiğine dair rivayet de bu tür şeylerdendir. Bu da akıldan uzaktır. Çünkü
Allah Teâlâ onu, bu âlemden felekler alemine hareket ettirdiğine göre Burak'a
niye ihtiyaç duyulsun?! Cenâb-ı Hakk'ın elü vakit namazı farz kıldığı, sonra da
Hz. Muhammed (s.a.s)'in, Musa (a.s)'Rin şefaati sebebiyle, o elli vaktin beş
vakte indirilinceye kadar Allah ile Hz. Musa arasında gidip geldiğine dair
rivayet de bu kabildendir. Kâdî: "Bu, hükmün, daha uygulanmadan önce
neshedilmtş olmasını gerektirir ve yine bu, Bedâ'yı {hükmün, Allah'a önce gizli
kalıp, sonradan ortaya çıkması) icab ettirir. Haibuki bu, Aflah hakkında
düşünülemez" demektedir. Böylece bu hadisin, kabul edilmesi uygun olmayan
birtakım şeyleri ihtiva ettiği sabit olmuş olur ve bu sebeple de reddolunur.
Onların aklî
izahlarına dair cevabımız, daha önce geçmişti. Binâenaleyh, onları tekrarlamayacağız.
Onların ikinci
şüphelerine dair cevap da, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayette zikretmiş olduğu
"...ayetlerimizden bazısını Gösterelim dive (bunu vaDtırdık)"
ifadesidir. Bu ifade mücmel, öz bir ifade olup, bunun tafsilatı ve
açıklanması hususunda şu izahlar yapılabilir:
1) Cennetin iyilik ve hayırları çok büyük; cehennemin
dehşet uyandıran halleri ise çok şiddetlidir. Binâenaleyh, şayet Hz. Muhammed
(s.a.s), onları bu dünyada iken müşahede etmeyip de Kıyametin başlangıcında
müşahede etmiş olsaydı, belki de cennetin hayır ve güzelliklerine arzu duyar,
yahut da, cehennemin korkunç hallerinden korkardı. Ama o, onları bu dünyada
Miraç gecesinde görüp müşahede edince, onlar, Kıyamet gününde onun gözünde ve
gönlünde büyümez, böylece de kalbi onlarla meşgul olmaz. Bu durumda da, kendini
sadece şefaate verir.
2)
Onun, Mİrac gecesinde, peygamberleri ve melekleri görüp müşahede
etmesinin, hem kendisinin
hem de ümmetinin
faydasına olan şeylerin rnükemmelieşmesine bir vesile olması
imkânsız değildir.
3) Onun feleklere yükselip göklerin, kürsînin ve arşın
hallerini müşahede etmiş olmasının, bu alemin hallerini ve korkunç durumlarını
görüp müşahede etmesini gözünde küçültmesine, Önemsiz saymasına sebep olması
imkânsız bir şey değildir. Böylece, onun kalbinde bir tür kuvvet meydana gelir;
o bunları göz önüne aldığında, Allah'a davete başlaması mükemmelleşir ve
Allah'ın düşmanlarına iltifat etmemesi de kuvvet kazanır. Bunu şu durum daha
iyi izah eder: Bu konuda, Allah'ın kudretini görüp müşahede eden kimsenin,
cihâd vb. şeylerin sıkıntılarına göğüs germeye karşı gönlündeki kuvvet ve
kalbindeki sebat, bunu görüp müşahede etmeyenlerin birkaç misli olur.
Bil ki, Cenâb-ı
Hakk'ın ''ayetlerimizden bazısını gösterelim diye (bunu yaptırdık)"
ifadesi, adeta isrânın faydasının bu olduğuna ve kesin olarak bunu ifade
ettiğine delalet eder gibidir.
Onların üçüncü
şüphelerine karşı cevabı, biz bu sûredeki o ayetin tefsirine <bm, x
geldiğimizde, o görmenin, uykudaki rüya değil de bizzat gözle görmek olduğunu
.zan ederek vereceğiz.
Onların dördüncü
şüphelerine karşı cevabımız da şudur: Allah'a, yaptığı şeyler -üsusunda itiraz
edilemez. O, istediğini yapar, dilediğine hükmeder. Allah en iyisini bitendir.
[14]
Göklere ve Arş'ın
üzerine çıkmaya gelince, bu ayet buna delalet etmez. Alimlerin bir kısmı buna,
Necm Sûresi'nin ilk ayetiyle istidlal ederken, bir kısmı da buna,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Siz hiç şüphesiz, bir tabakadan başka bir tabakaya
bineceksiniz" (inşikak. m ayetiyle istidlal etmişlerdir ki, bunların
tefsiri, yerinde zikredilmiştir. Hadisin delâletine gelince, yukarıda izah
edildiği gibidir. Allah en iyisini bilendir.
[15]
"Biz, Musa'ya
kitap verdik. Ve onu, "Benden başka hiçbir vekil tutunmaym" diye,
Isrâiloğulları için bir hidayet kıldık. Ey Nûh ile beraber gemide taşıdığımız
zürriyet, (şu) bir hakikattir ki, (Nûh) çok şükreden bir kuldu"
(İsrâ. 2-3).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[16]
Bil ki, sözümüz, yine
daha önceki ayetle ilgilidir. O ayette Cenâb-ı Hak, gaipten hitaba, hitabtan
gaibe geçmiştir.
Çünkü, ifadesinde,
Allah, gaib sîgasıyla zikredilmiş; O'nun, ifadesinde de, hitaba delalet eden üç
lafız bulunmaktadır. Yine O'nun, ifadesi de, gaibe delalet eder. O'nun ifadesi
de hitaba delâlet eder. O halde sözün gaibten hitaba, hitabtan gaibe geçmesi,
"iltifat sanatı" diye adlandırılır.
[17]
Allah Teâlâ, önceki
ayette, Hz. Muhammet! (s.a.s)'e yaptığı ikramı, O'nu gece yürütmekle (isrâ) ifade etmiş, bu
ayette de, Hz, Musa (a.s)'ya, daha önce verdiği o kitap ile ikramda bulunduğunu
belirterek "Biz, Musa'ya kitap ve onu, ... bir hidayet kıldık"
buyurmuştur. Yani, "Tevrat'ı verdik'.' Bu, "Allah onlan, o kitap
vasıtasıyla cehalet ve küfür karanlıklarından ilim ve gerçek dinin
aydınlıklarına çıkarır" demektir.
[18]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Benden başka hiçbir vekil tutmayın" buyruğu ile ilgili birkaç bahis
vardır:
Birinci Bahis: Ebu
Amr, İsrâiloğullarının durumunu belirten bir ifade olarak yâ ile yettehlzû diye
okurken, diğer kıraat imamları tâ ile muhatab siğasıyla tettehizû şeklinde
okumuşlardır.
İkinci Bahis: Ebu AH
el-Farisi şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hakk'ın, Ijifcâ V ifadesiyle ilgili
şu üç izah yapılmıştır:
1) Bu ifadenin başındaki en edatının, nasb edici en
olmasıdır. Buna göre mana, "Biz o kitabı, (...) edinmeyesiniz diye bir
hidayet kıldık" şeklinde olur.
2) Bunun, tefsir için olan (ey) anlamında olması. Bu durumda söz, âmmenin
kıraatine göre, gaibten hitaba
ve Cenâb-ı Hakk'ın "Onların
elebaşlanndan bir güruh, "Yürüyün..." diyerek kalkıp gittiler"
(Sad, e) ifadesinde olduğu üzere emir sığasına geçtiği gibi, gaibten hitaba
geçmiştir. Tıpkı bunun gibi, ella tettehizû ifadesinde de, gaibten nehy
sîgasına geçmiştir.
3)Bunun zâid olması ve fiilinin de, mukadder bir kale
(dedi) maddesine göre getirilmiş olmasıdır. Buna göre kelamın takdiri,
"Biz o kitabı, İsrailoğulları için bir hidayet kıldık ve onlara,
"Benim dışımda vekil edinmeyiniz" dedik" şeklinde olur.
[19]
Üçüncü Bahis: Ayetteki
Vekil "işlerinizi, kendisine havale ettiğiniz bir Rab" demektir. Ben
derim ki, bu ayetle ilgili sözün özü şudur: Allah Teâlâ Hz. Muhammed (s.a.s)'i,
isrâ ile şereflendirdiğini belirtmiş, sonra bunun peşinden Hz. Musa (a.s)'yı,
O'na Tevrat'ı indirmekle şereflendirdiğini zikretmiş; sonra Tevrat'ı, bir
hidayet rehberi olarak tavsif etmiş, daha sonra da Tevrat'ın, Allah'tan
başkasını vekil edinmekten nehyetmeyi kapsadığı için bir hidayet rehberi
olduğunu beyân buyurmuştur ki, işte bu, tevhid demektir. Böylece, bu
mertebeleri dikkate aldıktan sonra, sözün özü ve esası, kişinin tevhid
deryasına dalmasından ve işlerini sadece Allah'a havale etmesinden daha yüce
bir Miraç, daha kıymetli bir derece, daha büyük bir şeref olmadığı neticesine
varmış olur. O, şayet konuşursa, Allah'ı zikreder; düşünürse, Aliah'ı tenzih ve
takdis eden deliller hususunda düşünür. İsterse, ancak Allah'tan ister. Böylece
onun herşeyi Allah ile ve Allah için olmuş olur.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Ey Nûh ile beraber gemide taşıdığımızzürriyet ..." buyurmuştur. Bu
ifadedeki (zürriyet) kelimesinin mansub c ması hakkında, şu iki izah
yapılmıştır:
1) Bunun, nidadan dolayı mansub olmasıdır. Yani,
"Ey, Nûh ile beraber gemide taşıdığımız zürriyet..." demektir. Bu,
Mücâhidin görüşüdür; o, bunun bir nida :4duğunu söylemiştir. Vahidî ise şöyle
der. "Bu ancak, fiili tâ harfiyle okuyanlara ;ore böyle olabilir. Buna
göre onlara sanki, "Ey, gemide Nûh ile beraber taşıdığımız zürriyet!
Benden başkasını vekil edinmeyiniz" denilmek istenmiştir." Katâde de
şöyle der "Bütün insanlar, Nuh'un zürriyetidir. Çünkü gemide Nûh ile
birlikte üç oğlu, «ani Sam, Ham ve Yâfes bulunuyordu. O halde bu demektir ki
bütün insanlar, bu üçünün zürriyetidir. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey
Nûh ile bitlikte, gemide taşıdığımız zürriyet" hitabı, "Ey
insanlar..." yerine geçen bir hitap olmuş olur.
2) İttehaze fiili, iki mef'ul alır. Bu, meselâ Cenâb-ı
Hakk'ın İbahim'i de halî! edindi" (Nisa, 125) ayetinde böyledir. Buna göre
kelamın takdiri, "Nûh ile beraber taşıdığımız zürriyeti, benim dışımda
vekil edinmeyiniz" şeklindedir.
[20]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
Hz. Nuh'u överek, "Şüphesiz ki o, çok şükreden bir kuldu"
buyurmuştur. Yani, "O çok şükredici İdi." Rivayet olunduğuna göre,
Hz. Nûh (a.s), yemek yediğinde, "Beni yediren Allah'a hamdoisun. İsteseydi
beni aç bırakabilirdi"; su içtiğinde, "Bana su ihsan eden Allah'a
hamdoisun. İsteseydi, beni susuz bırakabilirdi", birşey giydiğinde,
"Beni giydiren Allah'a hamdoisun. İsteseydi beni çıplak bırakabilirdi",
ayakkabı giydiğinde "Bana ayakkabı giydiren Allah'a hamdoisun. İsteseydi
beni yalınayak bırakabilirdi" ve def-i hacet yaptığında, "Benden,
bana eziyet veren şeyi çıkaran ve böylece bana afiyet (rahatlık) veren Allah'a
hamdoisun. İsteseydi onu çıkarmayabilirdi" derdi. Rivayet olunduğuna göre
o, iftar etmek istediğinde, yiyeceğini kendisine iman edenlere sunardı. Eğer
onlar içinde bir muhtaç kimse bulursa, onu kendisine tercih ederdi.
Eğer, "ayetteki
"Şüphesiz ki o, çok şükreden bir kuldu" cümlesinin, kendisinden
önceki kısımla münasebeti nedir?" denilirse, biz deriz ki: "İfadenin
takdiri şöyledir: Cenâb-ı Hak sanki, "Benden başkasını vekil edinmeyin ve
bana ortak koşmayın. Çünkü Nûh çok şükreden bir kuldu. Kul, ancak ehl-i tevhîd
olursa çok şükreder. Çünkü tahakkuk eden Allah'ın her nimetini Allah'ın
fazlından bilir. Siz, onun kavminin zürriyetisiniz. Binâenaleyh atalarınız
nasıl ona uydu ise, sizler de ona uyun, onun gibi yapın" demek istemiştir.
Allah en iyi bilendir.
[21]
"Biz kitapta
IsraüoğuHarı'na şunu hükmettik: Siz yeryüzünde muhakkak ki iki defa fesat
çıkaracak ve muhakkak büyük bir serkeşlik yapıp kabaracaksınız. İşte o ikiden
birincisi, va'desi gelince çok çetin bir kuvvete sahip olan kullarımızı
üzerinize musallat kıldık da, onlar evlerin aralarına kadar girip araştırdılar.
Bu, yerine getirilmiş bir vaaddir. Sonra bunlara karşı, size tekrar devlet ve
galibiyet verdik. Mallarla, oğullarla sizin imdadınıza yetiştik. Cemiyetinizi
de daha fazla çoğalttık" (Isra, 4-6).
Bil ki Allah Teâlâ,
Tevrat'ı kendilerine vermek ve onlar için bir hidayet rehberi kılmak suretiyle,
İsrailoğullan'na yaptığı lütuf ve ihsanından bahsedince, onların Tevrat'ın
hidayeti ile hidayete gelmeyip, aksine fesadın içine düştüklerini beyan ederek,
"Biz kitapta İsrailoğullan'na şunu hükmettik: Siz yeryüzünde muhakkak ki
iki defa fesat çıkaracaksınız" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç
mesele vardır:
[22]
Arapça'da
"Kadâ" eşyayı muhkem bir tarzda ayırıp biçmektir. HakTeâlâ'nın,
"Allah onları, yedi semâ olarak kaza etti"{Fussikrt. 12), yani "yedi semâ
olarak biçti, yarattı" ayeti, bu manadadır. Nitekim şair de, "O ikisi
üzerinde Davud'un biçtiği (yaptığı) iki zırh vardı" demiştir.
Bu ayetteki kadeyna
kelimesi ise, "Onlara bunu bildirdik, haber verdik ve vahyettik"
manasrndadır. Burada ilâ harf-i cerri haber vermeyi ifade eden bir sıladır.
Zira kadeyna, bazan da evheyna (vahyettik) manasındadır.
Cenâb-ı Hak,
"Fesat çıkaracaksınız" buyurmuştur. Allah Teâlâ bu tabirle, onların günahlarını ve
Tevrat'ın hükümlerinin aksine hareket edeceklerini kastetmiştir. Ayetteki,
"yeryüzünde" kelimesi, "Mısır topraklarında" demektir,
"...ve muhakkak büyük bir serkeşlik yapıp kabaracaksınız" ifadesi de,
"sizin insanlara haksız yere hükümranlığınız, büyük bir istilâ
olacak" demektir. Çünkü her zorba için, "kabardı, büyüdü"
denilir.
Daha sonra Cenâb-ı
Allah "İşte o ikiden birincisinin vadesi gelince, çok çetin bir kuvvete
sahip olan kullarımızı üzerinize musallat kıldık" buyurmuştur. Bu, "O
fasıklarla ilgili iki va'idden birincisi gelince, onlar üzerine güçlü, yiğit,
sert bir millet göndeririz" demektir. Ayetteki "be's", savaş
manasınadır. Hîne'l-be's "savaş zamanında"(Banan, 177) ayeti de bu
manadadır. Ayetteki, ifadesi "sizin üzerinize gönderdik, sizi yardımımızdan
mahrum bırakarak, sizi onlara terkettik" demektir.
[23]
Alimler, bu ayette
bahsedilen kulların kimler olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir:
1)
Denildiğine
göre İsrâiloğulları büyüktenmiş, tekebbür etmiş, kendilerini beğenmiş ve
böylece dinen haram olan şeyleri helal saymış, peygamberlerini öldürmüş ve kan
dökmüşlerdi. İşte bunlar, fesatçıların ilki idiler. Derken Allah Teâlâ onlara,
Buhtunnasr'ı musallat kıldı. O, onlardan Tevrat okuyan (anlayan) kırkbin kişiyi
öldürüp, geri kalanları kendi memleketine götürdü. Onlar orada, Cenâb-ı Hakk'ın
kendileri için bir melik belirlemesine kadar, zillet içinde kaldılar. O melik,
Bablllllerle savaştı ve tesadüfen İsrailoğulları'ndan bir kadın ile evlendi. O
kadın melikten, İsrailoğuHarı'nı yeniden Beyt-i Makdis'e (Kudüs'e) göndermesini
istedi. O da bunu yaptı. Bir müddet sonra, içlerinde peygamberler ortaya çıktı.
Böylece onlar, eski hallerinden daha da güzel bir duruma geldiler. İşte bu,
ayetteki "Sonra bunlara karşı size tekrar devlet ve galibiyet verdik"
ifadesi ile anlatılan husustur.
2)
Ayetteki,
"Kullarımızı üzerinize musallat kıldık" İfadesinden murad şudur:
"Allah Teâlâ onlara Calût'u musallat kıldı ve o onları helak etti ve yok
etti." Buna göre, "Sonra bunlara karşı size tekrar devlet ve
galibiyet verdik" ifadesi ile kastedilen de şudur: Allah Teâlâ, onların
içinden Tâlût'u kuvvetlendirdi ve o, CalÛt ile savaştı. Davûd (a.s) da Talût'a
yardım etti ve Calût'u öldürdü. İşte ayette bahsedilen tekrar dönme budur.
3) Ayetteki, "Kullarımızı üzerinize musallat
kıldık" ifadesinin manası şudur: "Allah Teâlâ, mecûsilerin kalbine,
İsrailoğullarının korkusunu atmıştı. İsrailoğullan'nın arasında günahlar
çoğaldı da, Allah mecûsîlerin kalbindeki o korkuyu giderdi. Derken
İsrailoğulları'na başkaldırdı I ar ve onları alabildiğine öldürüp helak
ettiler.
Bil ki o kulların
bizzat kimler olduğunu bilmeye fazla bir maksat taalluk etmemektedir.
Aksine ayetten maksat, onların çokça günah İşleyip, bundan dolayı AJlah
Teâlâ'nın onların üzerine, onları kılıçtan geçirecek birtakım kimseleri
musallat etmiş olduğunu anlatmaktır.
[24]
Daha sonra Allah
Teâlâ, "Onlar evlerin aralarına kadar gjrip araştırdılar"
buyurmuştur. Leys şöyle der: "Cevs ve Cevesân, fesat (kargaşa) manasında,
evlerin ve yurtların arasında dolaşmak demektir. Hilâl, iki şey arasındaki
boşluk demektir. Diyar ise, "Beyt-i Makdis"İn diyarıdır."
Müfessirler câsû fiilinin -anası ile ilgili değişik izahlarda bulunmuşlardır:
Ibn Abbas (r.a)'in buna, 'Araştırdılar, teftiş ettiler" şeklinde mana
verdiği rivayet edilmiştir. Ebu Ubeyde, "Orada bulunan kimseleri
araştırdılar" manasını verirken; İbn Kuteybe, "Orada fesat v* kargaşa
çıkardılar" manasını vermiştir. Zeccâc, "Bu, "öldürmedikleri
kimse kaldı n -rye evlerin arasını dolaştılar" manasmdadır" demiştir.
Vahidî: "Cevs, dolaşmak, astırmak" demektir" der. Bu kelime,
söylenen bütün bu manalara muhtemeldir.
Daha sonra Allah
Teâlâ, "Bu yerine getirilmiş bir vaaddtr" rat.i,
"Allah'ın bu husustaki hükmü, değişmeyi, bozulmayı ve neshi kabul etmeyen
tasın bir hükümdür" buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak sonra
"Sonra size tekrar devlet ve galibiyet verdik" buyurmuştur. Yani,
"Sizin düşmanlarınızı helak ettik, size yeniden devleti ve kuvveti
mamç ettik. "ve cemiyetinizi
de daha fazla
çoğalttık,"Nefir, erkeklerden bir grup demektir. Bunun aslı, aşiret
ve kavminden olan o adamla birlikte gitti" ifadesidir. "Nefîr"
ve "Nâflr" kadir ve kadir kelimelerinin aynı manaya gelişi gibi aynı
anlamdadır. Bu kelimenin manaya geldiğini, (tevbe, 122) ve (Tevbe, 41) ayetinin
zikretmiştik.
[25]
Alimlerimiz bu
ayeti, kaza ve
kader meselesindeki
görüşlerinin doğruluğuna birkaç
bakımdan deli! getirmişlerdir:
1) Allah Teâlâ, "İsrâiloğullars'na şuna hükmettik:
Yeryüzünde muhakkak ki iki fesad çıkaracak ve muhakkak ki büyük bir serkeşlik
yapıp kabaracaksınız" tuştur. Bu hükmetmenin (kazanın), muhtemel en az
manası, "kesin olarak ikmetmek ve haber vermek"tir. Binâenaleyh Hak
Teâlâ'nın, onların bu fesat ve MMhlara yeitenip yapacaklarını, neshi kabul
etmeyecek derecede kesin ve kafi ur --aberle bildirmiş olduğu sabit olmuş olur.
Çünkü, izah ettiğimiz üzere, "kaza", in hüküm vermek manasınadır.
Allah Teâlâ, daha sonra bu hükmü iyice te'kid c, "Bu, yerine getirilmiş
bir vaaddir" buyurmuştur.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca biz deriz ki: "Onlardan bu fesadın sâdır olmaması, Allah
Teâlâ'mn doğru haberinin yalana; kesin hükmünün batıla, hak olan ilminin de
cehalete dönüşmesini gerektirir. Bunlar ise muhaldir. Binâenaleyh, onların bu
fesada teşebbüs etmemeleri artık imkânsızdır. Yani onların buna teşebbüs
etmeleri, neshi mümkün olmayacak tarzda zaruridir. Halbuki, bununla beraber
onlar bu işi terketmekle de yükümlü olup, bunu yapmaları sebebiyle de
lanetlenmektedirler. Bu da bizim, "Allah bazan birşeyi emreder, ama insanı
onu yapmaktan alıkor; bazar da bir şeyi nehyeder, ama onun yapılmasını takdir
eder" şeklindeki inancımızın doğruluğuna delalet eder. Bu ayetle yapılan
istidlallerden biri budur.
2) Hak Teâlâ, "Çok çetin bir kuvvete sahip olan
kullarımızı üzerinize musallat kıldık" buyurmuştur. Bununla,
"İsrailoğullarına öldürmek, mallarını yağma etmek ve esir almak suretiyle
musallat olan o kimseler" kastedilmiştir. Böylece Allah Teâlâ onları
İsrailoğullan'na gönderdiğini, musallat kıldığını bildirmiştir.
İsrailoğullan'nr öldürülmeleri, mallarının yağmalanması, çoluk-çocuklannın esir
edilmesi, çok zulüm ve masiyet ihtiva eder. Ama Allah Teâlâ bu işi kendisine
izafe ederek, ".. .Kullarımızı üzerinize musallat kıldık" buyurmuştur
ki bu, hayır, şer, taat ve masiyetin hep Allah'tan olduğuna delalet eder.
Cübbâî buna şu iki
şekilde cevap vermiştir:
1)
Bu İfade ile
kastedilen, Allah Teâlâ'mn o kavimlere, İsrailoğullan'nın içinde zuhur eden
bozgun ve fesattan ötürü İsrailoğullan'yla savaşmalarını emretmesidir.
2)
Bununla şu
mana murad edilmiştir: "Biz onlarla İsrailoğulları'nı başbaşa bıraktık.
Onların kalbine İsrailoğullarının korkusunu düşürmedik. Velhasıl bu tabir
ile, İsrailoğultarı'nın o
kavimlerle başbaşa kalması
ve Allah'ın o kavimleri, İsrailoğulları'ndan geri tutmaması
kastedilmiştir.
Bil ki birinci cevap
zayıftır. Çünkü Beyt-i Makdis'i tahrip etmeyi, Tevrat'ı yakmayı ve Tevrat'ı
ezberleyen kimseleri öldürmeyi isteyen o kavim için, "Onİar bunu Allah'ın
emriyle yaptı" denilemez. İkincisi de zayıftır. Çünkü bir işe sevketmek, o
kimsenin kalbinde o şeyi ve o şeye götüren sebepleri kuvvetlendirmek ve onun
kalbine onu düşürmek demektir. Onları birbiriyle başbaşa bırakmak ise,
menetmemek demektir. O halde bunlardan birincisi fiil (yapma), ikincisi terk
{yapmama)'dır. Bu sebeple, musallat kılmayı, başbaşa bırakma diye tefsir etmek,
iki zıddan birini diğeriyle tefsir etmek olur ki bu caiz değildir. Böylece
bahsettiğimiz şeyin doğruluğu sabit olmuş olur. Allah en iyi bilendir.
[26]
"Eğer iyilik
ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz. Eğer kötülük ederseniz, yine
kendinize kötülük etmiş olursunuz. Artık diğer cezanın vadesi gelince,
yüzlerinizi kötülesinler, birinci defa girdikleri gibi Mescidinize girsinler ve galebe
ettiklerini iyice imha etsinler diye (başınıza yine düşmanlarınızı musallat
ettik). Rabbinizin size merhamet edeceğini umabilirsiniz. Eğer tekrar (fesada)
dönerseniz, biz de (cezalandırmaya) döneriz. Biz, cehennemi kâfirlere bir
zindan yaptık" (İsra, 7-8).
Bu ayetlerle ilgili
birkaç mesele var:
[27]
Bil ki Allah Teâlâ, o
İsrailcğulları isyan edip günahkâr olunca, onların üzerine, kendilerini
öldürmeyi, mallarını
yağma etmeyi, çoluk
çocuklarını esir almayı isteyen bazı kimseleri, toplulukları musallat
kıldığını; tevbe etmeleri halinde de onlardan o belâ .e sıkıntıyı giderdiğini
ve onları yeniden devlet ve saltanatlarına kavuşturduğunu nakletmiştir. İşte bu
esnada, şu hakikat ortaya çıkar: Onlar, şayet itaat ederlerse, <endilerine
iyilik etmiş olurlar; eğer günahta ısrar etmiş olurlarsa, kendilerine yazık
etmiş olurlar. Halbuki insanın kendisine iyilik etmesinin güzel ve hoş bir şey
olduğu, kötülük etmesinin ise, çirkin ve kabîh olduğu, akıllarda sabit ve karar
kılmış olan bir nususîur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, Eğer iyilik
ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz. Eğer kötülük ederseniz, yine
kendinize kötülük etmiş olursunuz" buyurmuştur.
[28]
Vahidî şöyle der:
"Bu ayette, kesin olarak mahzur olan bir kısım vardır: O da başında ve
kulnâ (ve kendilerine dedik ki) fiilini takdir etmektir. Buna göre mana,
"şayet siz taatte Dulunmak suretiyle iyilik ederseniz, o taatlerin
bereketi sebebiyle Allah size hayır *« bereket kapılar1 açacağı için, kendinize
iyilik etmiş olursunuz; yine siz, haram olan şeyleri yapmak suretiyle kötülük ederseniz, o
günahların uğursuzluğu sebebiyle, Allah size ceza ve azab kapılarını açacağı
için, kendinize kötülük etmiş olursunuz" şeklinde olur.
[29]
Nahivciler şöyle der:
"Cenâb-ı Hak, "tekâbül"den dolayı buyurmuştur, ama bunun
manası (onadır); (onun aleyhinedir) şeklindedir.
Çünkü, harf-i çerlerin bir kısmı, bir kısmının yerine kullanılır. Bu, Cenâb-ı
Hakk'ın tıpkı, "O gün (yer) bütün haberlerini anlatacaktır. Çünkü Rabbi
kendisine (o vech ile) vahyetmiştir"'(zıizât.4-5) ayetinde olduğu gibidir.
Buradaki leha, ileyha anlamındadır.
[30]
Tasavvuf erbabı bu
ayetin, Allah'ın rahmetinin gadabına baskın çıktığına delâlet ettiğini
söyleyerek şöyle demişlerdir:
"Bunun delili
şudur: Cenâb-ı Hak, onların iyilik yapmalarından bahsedince, bu kelimeyi iki
defa zikrederek buyurmuştur. Ama, onların kötülük yapmalarından bahsedince,
bunu tek bir defa zikrederek buyurmuştur. Şayet Cenâb-ı Hakk'ın rahmeti
gadabına galip ve baskın olmasaydı, bu böyle olmazdı.
[31]
Daha sonra Cenâb-ı Hak,
"Artık diğer cezanın vadesi gelince" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili
birkaç mesele vardır:
[32]
Müfessirler bunun
manasının, "Son defaki vaad" şeklinde olduğunu söylemişlerdir ki, bu
"son kere, defa" da, onların Zekeriyya ve Yahya (a.s)'yı Öldürmeye teşebbüs
etmeleridir. Vahidî şöyle der: "İşte bunun üzerine Allah, onların üzerine
mecusî olan Babilli Buhtunnasr'ı gönderdi. Halkı ona buğz etti; o da bunun
üzerine İsrailoğullarını esir aldı, onları kılıçtan geçirdi ve Beyt-i Makdis'i
harab etti." Ben derim ki: Tarihler, Buhtunnasr'tn, gerek Hz. İsa ve
gerekse Hz. Zekeriya ve Yahya (a.s)'dan yıllar önce yaşamış olduğuna şehadet
eder. Onlar sebebiyle yahudilerden intikam alan kralın, Kral Konstantin
adındaki Bizans kralı olduğu malumdur. Onların durumlarını en iyi bilen
Allah'dır. Bu gibi ayetleri muayyen kişiler ve topluluklar belirterek tefsir
etmenin, Kur'ân-ın maksadlarıyla hiçbir ilgisi yoktur.
[33]
Ayetteki iza cae
fiilinin cevabı mahzûf olup, takdiri, "Son vaad geldiğinde, sizin
yüzlerinizi kötü (eştirsinler diye, biz
onları gönderdik,
musallat kıldık" şeklindedir. Daha önce geçen ''kullarımın üzerine
musallat kıldık" (Isra, 5) cümlesinin delâletinden dolayı, bu hazf güzel
ve yerinde olmuştur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Yüzlerinizi
kötülesinler... diye" buyurmuştur.
Bununla ilgili iki mesele vardır:
[34]
Arapça'da "onu
üzdü, mahzun etti"
manasında "Sa'ehû-yesûuhû" denilir. Böyle buyurmakla,
Cenâb-ı
Hak, üzülme işini
yüzlere nisbet etmiştir. Çünkü, kalbte mevcut olan ruhî hallerin emaresi, yüzde belirir.
Binâenaleyh, eğer kalpte bir sevinç ve sürür hasıl olursa, yüzde parlaklık, güleçlik ve
aydınlık zuhur eder. Yok, eğer kalbte bir hüzün ve bir korku bulunursa, o zaman yüzde bir
ekşime, rengin atması ve bir morarma meydana gelir. İşte bu sebepten dolayı bu
ayette, kötülük, yüzlere nisbet edilmiştir. Bunun benzeri olan manalar, Kur'ân'da pek
çoktur.
[35]
Bütün kıraat imamları
gâib sîgasıyla, yesûu şeklinde okumuşlardır. Vahidî şöyle der: "Bu, hem manaya,
hem
de lafza uygundur.
Manaya uygunluğuna gelince, bu, gönderilen kimselerin, onları hakikatte üzen kimseler
olması sebebiyledir. Çünkü, onları kılıçtan geçiren ve esir alanlar, işte bu
musallat kılınan kimselerdir. Lafza uygunluğuna gelince, buda, "Mescidinize girsinler... diye"
ifadesine uygunluğu sebebiyledir." İbn Amir, Asım'ın ravisi Ebu Bekr ve
Hamza, müfred olarak yesûe şeklinde okumuşlardır. Bu müfred okumanın, şu üç
şeyden birisi sebebiyle olması muhtemeldir:
a)
Fiilin
failinin, lafzatullaha raci olmasından dolayı. Çünkü, daha önce geçen fiiller
rededna ve emdedna fiilleridir ki bütün bunlardaki zamirler, Allah'a racidir.
b) Bunun faili beasnâ (gönderdik) fiilinin delâlet ettiği
ba's kelimesidir. Çünkü, önce geçen fiil, masdara (ba's) delalet eder. Bu
Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, (A. imrân, ıso) ayetinde olduğu gibidir. Zeccâc bunun
takdirinin "Bu vaadin, onların yüzlerini kötüleştirmesi için"
şeklinde olduğunu söyler. Kİsâî bu ifadeyi, tıpkı ve ifadelerinde -duğu gibi,
fiili Allah'a isnad ederek nün ile (li nesûe) şeklinde okumuştur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "galebe ettiklerini iyice imha etsinler diye" buyurmuştur,
Arapça'da bir şey helak olup yok olduğunda Tebera'ş-şey'u-tebran"; bir şey
bir şeyi helak edip yok ettiğindeyse, "Tebberahu" denilir. Zeccâc da
şöyle der: "Senin kırıp ufalttığın her şey için, "Tebbertehû - Sen
onu un ufak ettin" ifadesi kullanılır. Altın ve cam kırıklarına,
"Tİbru'z-zücâci" ve Tibru'z-Zehebl" (Cam kırığı; altın tozu)
denilmesi de böyledir. Yine (Araf, 139) ayetiyle
(Nuh, 28) ayetleri de
bu manadadır. Ayetteki hususunda iki ihtimal vardır: Bu ifadenin,
a) Onlar ona galip gelip ve ona baskın çıktıkları
müddetçe;
b) "Onlar, galip oldukları müddetçe, onları helak
edip yok etmeleri için" manalarına gelmesi muhtemeldir. Yani,
"onların hükümranlığı İsrai(oğulları üzerinde devam ettiği sürece"
demektir. kelimesi, haberin gerçekleştiğini ortaya koymak ve onun doğruluğu
hususundaki şek ve şüpheyi izale etmek için getirilmiş olan bir mef'ûl-i mutlaktır.
Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Allah Musa'ya da hitap ile konuştu"(Nisa,
164) ayetinde olduğu gibidir kî, bu, "hakikaten ve gerçekten"
demektir. Buna göre mana, "Onlar ona galip ve üstün olduğu sürece, helak
edip tahrip etmeleri için" şeklinde olur.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Rabbinizin size merhamet edeceğini umabilirsiniz" buyurmuştur. Bu,
"Ey İsrailoğulları, Rabbiniz belki de, sizden intikam aldıktan sonra size
merhamet edecek ve sizi bağışlayacaktır" demektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Eğer tekrar (fesada)
dönerseniz, biz de (cezalandırmaya) döneriz" buyurmuştur. Bu, "Biz
size, musallat kılacağımız kimseleri gönderir de, onlar da size, bir ceza ve
istifade etmeniz ve günahlar işlemekten kaçınıp vazgeçmeniz için bir Öğüt olmak
üzere, yapacakları şeyi yaparlar da; sonra da Rabbiniz size acıyarak, bu azabı
sizden kaldırırsa; buna rağmen, siz yeniden günah işlemeye dönerseniz, biz de,
bu dünyada çeşitli belâ ve musibetleri başınıza salmaya tekrar başlarız!"
demektir. Kaffâl şöyle der: Biz bu ayeti Cenab-ı Hakk'ın Araf Sûresi'ndeki,
İsrailoğulları hakkında nazil olmuş olan: "O vakit Rabbin, Kıyamet gününe
kadar onların üzerine kendilerini en kötü azaba duçar edecek kimseler
göndereceğini yeminle i'lâm etti, bildirdi" (mm. 167> ayetinden dolayı,
"dünyevî azâb" manasına hamlettik.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Eğer tekrar (fesada) dönerseniz, biz de (cezalandırmaya)
döneriz" buyurmuştur. Yani, "Onlar, uygun olmayan şeyleri, Hz.
Muhammed (s.a.s)'i yalanlamaya ve Tevrat ve İncil'de varid olan şeyleri
gizlemeye yeniden dönerlerse, Allah da, onlara, Araplar vasıtasıyla azabını ve
belalarını yeniden dönderir" demektir. İşte bundan ötürü Nadîr, Kurayza,
Kaynuka ve Hsyber yahudilerinin başına gelen ölüm ve helak gelmiş ve başlarına
çökmüştür. Onlardan geriye kalanlar ise, mülkiyyetleri ve hükümranlıkları
olmaksızın, cizye ile ezilmişlerdir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Biz, cehennemi kâfirlere bir
zindan yaptık'1
buyurmuştur. "Faîl" vezninde olan hasır kelimesinin, "Tâil"
manasına gelmesi ve böylece de mananın, "Biz, cehennemi, onları kuşatan ve
bağlayan bir şey kıldık" şeklinde olması muhtemel olduğu gibi, bunun
"mef'ûl" manasına gelmesi,
Böylece de, "Biz
o cehennemi onların toplanacağı, içinde kuşatılacaklar! bir yer haline
getirdik" manasının murad edilmiş olması muhtemeldir. Buna göre mana,
"Dünya azabı ve işkencesi, ne kadar kuvvetli ve fazla olursa olsun, bazı
insanlar ondan Ivrtulur ve kaçar; o azabın içine düşen kimse, ya ölüm veya
başka bir yolla ondan tutulabilir. Ama, ahiret azabına gelince bu, insanı,
kendisinden kurtulmak ümidi r-Jjnmaksızın çepeçevre kuşatır" şeklinde
olur. Binâenaleyh, bu kimseler için, massettiğimiz dünyevî azabın yanında,
bundan sonra, kendilerini her yönden taşatacak olan ve onlara
kurtulamayacakları ahiret azabı vardır.
[36]
Muhakkak bu Kur'ân,
öyle bir şeye (yola) doğrultup götürür ki o, en adil ve doğru bir (yol)dur. O,
güzel güzel amellerde bulunan mü'minlere kendileri büyük bir mükâfaat olduğunu
da müjdeler. Ahirete iman etmeyenlere ise pek acıklı bir azab hazırladığımızı
bildirir" (İsrA, 9-10).
Bil ki Allah Teâlâ,
ihlâslı ve samimî kullarına yapmış olduğu şeyleri açıklayınca, ha Hz.
Peygamber'i gece yolculuğuna çıkartması (isrâ), Hz. Musa'ya da Tevrat'ı sidir-
ve de, kendisine asi olup batılda diretenlere yaptığını da beyan edip, -ki
onların üzerine çeşitli belâları salıvermesidir-, işte bunlar, Allah'a itaat
etmenin,
türlü hayır ve ikrama;
ona isyan etmenin ise, her türlü belâ ve zarara yol açtığını ce, pek yerinde
olarak müteakiben Kur'ân1! överek, "Muhakkak
bu Kur'ânt öyle bir şeye (yola) doğrultup götürür ki o, en adil ve en
doğru bir (yol)dur" buyurmuştur.
[37]
Birinci Bahis: Bil ki,
Cenâb-ı Hakk'ın, "...dimdik ayakta duran bir dine. \im'in Hakk'a yönelmiş
dinine iletmiştir"(Bn&m.ıei) ifadesi, bu dinin dosdoğru, müstakim; bu
ayetteki, ".. .öyle bir şeye (yola) doğrultup götürür ki o, en adil ve en
doğru bir yoldur" ifadesi de, diğer dinlerden daha adil ve daha doğru
olduğuna delâlet eder. Ben derim ki bizim, "Bu şey, şundan daha
doğrudur" şeklindeki sözümüz, ancak o iki şeyin "istikamet"
anlamında müşterek olmaları; sonra da o ikisinden birindeki istikametin
diğerinden daha fazla ve daha mükemmel olması halinde doğru olur. Halbuki bu,
imkânsızdır. Çünkü, onun müstakim olması, o şeyin hak ve doğru olması demektir.
O şeyin hak ve doğru olmasında bir farklılığın bulunması ise, imkânsızdır.
Binâenaleyh Kur'ân'ı, "en adil ve en doğru" diye vasıflandırmak
mecazi olur. Ancak ne var ki, ef'al, yani ism-i tafdîl kalıbı, bazan ism-i fail
manasına gelir. Bu, bizim meselâ, "Allah uludur, büyüktür" manasında,
"Allahu ekber" ve, "Mervânoğullan'nın iki adil ve doğru
olanı" manasında, "el-Eşec ve en-Nâkıs, Mervânoğullan'nın iki en adil
olanıdır" dememiz gibidir. Veyahut da bu lafız, bilinen zahirî anlamına
hamledilir. Allah en iyisini bilendir.
İkinci Bahis: tabiri
mahzûf bir mevsûfun sıfatı olup, kelamın takdiri, "O Kur'ân, dinlerin,
şeriatların ve yolların en doğrusu olan dine, şeriata veya yola iletir"
şeklindedir. Böylesi kinayeler, Kur'ân-! Kerim'de çokça bulunmaktadır. Bu
"Sen kötülüğü en
güzelle de/ef"<Mü'minûn,96) ayetinde olduğu gibidir. Yani, "En güzel hasletle" demektir.
Cenâb-i Hakk'ın
"O,
güzel güzel amellerde bulunan mü'minlere kendileri için büyük bir mükâfaat
olduğunu da müjdeler" ifadesine gelince, bil ki Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ı şu
üç tür sıfatla vasfet mistir:
Birinci Sıfat: Onun,
en doğru olan yola iletmesi. Bunun ne demek olduğu biraz önce geçti.
İkinci Sıfat: Onun,
sâlih amel işleyenlere büyük bir mükâfaatı müjdelemesi. Bu böyledir, zira ilk
sıfat, Kur'ân'ın, en doğru inanca ve en uygun amele sevkettiğine delalet
edince, bu en doğru itikadın ve en uygun amelin bir emaresinin zuhur etmesi
gerekmiştir. Bu da, bahsedilen bu büyük ücrettir. Çünkü en doğru yolun, mutlaka
büyük bir kazanç ve büyük bir menfaat sağlaması gerekir.
Üçüncü Sıfat: Cenâb-ı
Hakk'ın "Ahirete iman etmeyenlere ise, pek acıklı bir azab hazırladığımızı
bildirir" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu böyledir, zira en doğru inanç
ve en uygun amel, onu yapana, en mükemmel ve en büyük menfaati sağ'adığı gibi,
aynı şekilde onu yapmayana da, onu yapmamak en büyük zararı getirir.
Bil ki, "Ahirete
iman etmeyenler" ifadesi "Kendileri için büyük bir mükâfaat olduğunu
müjdeler" ifadesi üzerine atıftır. Buna göre mana şöyle olur: "Allah
Teâlâ, mü'minlere iki müjde vermiştir: Kendilerine
mükâfaat vereceği müjdesi ve düşmanlarını
cezalandıracağı müjdesi." Bunun benzeri bir ifade de kişinin,
"Zeyd'e, kendisine verileceği ve düşmanlarına verilmeyeceği müjdesini
verdim" demesidir.
Eğer, "Azab"
ifade etmek üzere, "müjdeleme" tabirinin kullanılmasının izahı
istenecek olursa, deriz ki: Bu, tehekküm (istihza) İçin kullanılmıştır, yahut
da iki zıd şeyin birinin diğerinin yerine kullanılması kabiündendir. Meselâ,
"Kötülüğün cezası, misli bir kötülüktür" (Şura.«) ayetinde olduğu
gibi. Oysa ikinci "kötülük," aslında kötülük değil, "kötülüğün
karşılığı" manasınadır.
[38]
Eğer, "bu ayet,
yahudilerin durumlarını açıklamak için gelmiştir. Halbuki onlar ahirete imanı
inkâr etmezler. O halde, Cenâb-ı Hak bu ayette nasıl, "Ahirete iman
etmezler(e gelince), onlar için de şüphesiz pek aakh bir azab hazırladığımızı
(bildirir)" buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki: Buna iki türlü cevap
verilmiştir:
a)
Yahudilerin
çoğu (ahiretteki) maddî mükâfaat ve cezayı kabul etmezler.
b) Onların bir kısmı, "Cehennem bize, ancak, sayılı
günlerde dokunur fyakar)" yw imran, 24) derler. Dolayısıyle onlar, bu
ifadeye göre sanki âhireti inkâr etmiş gibi olurlar. Allah en iyi bilendir.
[39]
"insan tıpkı,
hayrı istediği gibi, şerri de dua edip ister. Doğrusu, insan pek acelecidir" {İsti, 11).
Bu ayetle ilgili
birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis: Bil ki
ayetin, daha önceki ayetlerle münasebeti şudur: Allah insana bu Kur'ân'ı
indirip, bu büyük nimeti ve ikramı vermesinden sonra, insan yine de bazan onun
hükümlerine tutunmaktan ve onun beyanlarına başvurmaktan yan çizer ve hiçbir
faydası olmayan şeylere yönelir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak "İnsan tıpkı
hayrı istediği gibi, şerri de dua edip ister" buyurmuştur.
[40]
İkinci Bahis: Alimler,
insanın şerri istemesi ile ne kastedildiği hususunda şu değişik görüşleri ileri sürmüşlerdir:
Birinci Görüş:
Buradaki insan ile, Nadr b. Haris kastedilmiştir. Çünkü o, "£y Allah, eğer
bu, senin katından (gelmiş) bir hak ise, durma bizim üstümüze gökten taş
yağdır!" {Entai, 32) demiştir. Allah Teâlâ da onun bu duasını kabul etmiş
ve onun boynu vurulmuştu. Yine o kâfirlerden bir kısmı da, "Yahut bize
acıklı bir azab getir" (Enimi, 32); diğer bazıları da, "Eğer doğru
iseniz, vaadoiunan bu (azab) ne zaman?" (Yasin, 4e) demişlerdi. Onlar
bunu, cahilliklerinden ve Hz. Muhammed (s.a.s)'in söylediği şeylerde yalancı olduğuna
inanmalarından ötürü söylemişlerdi.
İkinci Görüş: Bununla
şu kastedilmiştir: İnsan, canı sıkıldığında ve kızdığında, çotuğuna çocuğuna,
malına mülküne lanet okur. Binâenaleyh eğer hayır dualarına icabet edildiği
gibi, şer dualarına da icabet olunsaydı, o kimse helak olurdu. Rivayet
olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.s), Şevde Binti Zema'a (r.anhâ)'ya bir köte
hediye etmişti. 8u kölo geceleyin inleyerek, Sevde'nin yanına geldi. Şevde ona,
"Neyin var, niçin inliyorsun?" diye sordu. O, (kendini bağlayan)
bağın acı verdiğinden şikâyettendi. Şevde de, onun bağını gevşetti. Uyuyunca
da, köle elinin bağını çözüp kaçtı. Sabah olunca, Hz. Peygamber (s.a.s), o
köleyi getirmelerini istedi. Kendisine durum haber verilince de,
"Allah'ım, o Sevde'nin elini kes" diye beddua etti. Bunun üzerine
Şevde, Allah Teâlâ'nın elini keseceğini bekleyerek, ellerini kaldırdı. Hz.
Peygamber (s.a.s) ''Ben Allah'tan, ailemden bir azaba
müstehak olmayan kimse
aleyhine yaptığım dualan, rahmete çevirmesini istedim. Çünkü ben de insanım,
sizin öfkelendiğiniz gibi öfkelenirim. Dolayısıyla Şevde ellerini geri çeksin
(indirsin)" buyurdu.
[41]
Üçüncü Görüş: Ben
derim ki: Bununla şu mananın kastedilmiş olması da muhtemeldir: İnsan bazan bir
şeyin şer ve zarar kaynağı olmasına rağmen, kendisi hakkında hayır ve iyilik
olduğuna inanarak, onu alabildiğine içten ister. Bu kimse, o şeyin asıl
durumunu bilemediği için, bunu böyle içten ister. Bu, onun işinde çok aceleci
olmasından ve işlerin gerçek yüzünü araştırmadan, zahirine aldanmasından ileri
gelir.
Üçüncü Bahis: Normal
kaideye göre, ayetteki (çağırır)
fiilinin sonuna vâv getirilmesi gerekirdi. Fakat bu kelime Kur'ân yazısında
vâv'sız gelmiştir. Çünkü bu vâv lafızda (telaffuzda) gözükmemiştir. Ama bu,
mana bakımından hazfedilmem iştir.
Çünkü bu fiil, ref
mahallindedir. Bunun bir benzeri de,
(Nfra, 146); (Kat, 41) ve (Kamer,
5} ayetleridir.Eğer
bu fiiller vâv ve yâ'lı olarak yazılmış olsalardı, yine doğru olurdu. Bu izah
Ferrâ'ya aittir. Ben derim ki: Bunlar, Allah Teâlâ'nın, Kur'ân-ı Mecid'i
tahriften ve tağyirden koruduğuna delâlet eder. Çünkü Kur'ân lafızlarının
çoğunda, vâv ve yâ'nın getirilmesi, sayılı bazı yerlerinde ise getirilmemesi,
bu Kur'ân'ın, duyulduğu gibi, aynen nakledildiğine ve hiç kimsenin aklına ve
anlayışına göre, onun üzerinde tasarrufta bulunamadığına delalet eder.
[42]
Cenâb-ı Allah,
"Doğrusu insan, pek acelecidir!" buyurmuştur. Ayette bahsedilen bu
"insan"ın kim olduğu hususunda iki görüş vardır
Birinci Görüş: Bu
insan, Hz. Adem (a.s)'dir. Çünkü o, canı (ruhu) göbeğine kadar ulaştığında,
kendisine baktı ve durumu hoşuna gitti. Kalkmaya yeltendi, fakat buna gücü
yetmedi. İşte, "Doğrusu insan, pek acelecidir!" cümlesi ile anlatılan
budur.
İkinci Görüş: Buradaki
"insan", bütün insan cinsi manasınadır. Çünkü her insan, aşağı-yukarı
aceleci olmaktan uzak değildir. Binâenaleyh insan aceleciliği bıraktığında, bu,
hem dinî, hem de dünyevî hususlarda kendj faydasına olur.
Ben diyorum ki: Bu
ifâde ile, birinci görüşün(yani Hz. Âdem'in)kastedilmiş olması durumunda da,
bununla yine ikinci görüş kastedilmiş olur. Çünkü bu ayetteki
"insan"ı, Hz. Âdem manasına aldığımızda, bu, "İnsanların atası
olan Âdem aceleci oluş sıfatına sahip olduğuna göre, bunun her insanda mutlaka
bulunan bir sıfat ofması gerekir" demek olur. Binâenaleyh birinci görüşle,
ikinci görüş de kastedilmiş olur. Allah en iyi bilendir.
[43]
"Biz gece ile
gündüzü iki ayet kildik. Gece ayetini sildik ve gösterici olan gündüz ayetini
getirdik. Böylece Rabbinizden bir faz! arayasmız ve yıllarınsayısı ile hesabı
bilesiniz diye... İşte biz herşeyi iyice anlattık
(Isra 12).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[44]
Ayetin, daha önceki
kısımla münasebeti hususunda şu izahlar yapılır:
1) Allah Teâlâ, önceki ayetinde, insanlara bir dinî
nimet otan Kur'ân'ı bahşettiğini açıklayınca, bunun peşisıra da
onlara verdiği dünyevî nimetleri saymaya başlayarak, "Biz gece ve gündüzü
iki ayet kıldık" buyurmuştur. Yani, "Nasıl Kur'ân, muhkem ve
müteşabih ayetlerle dolu, birbirine uyumlu ise, zaman da, geceler ve
gündüzlerle meydana gelmiştir. Dolaytsı ile muhkem, tıpkı gündüz; müteşabih de
tıpkı gece gibidir. Mükellefiyetlerin esası, ancak muhkem ve müteşabih
ayetlerin zikredilmesi ile tamamlandığı gibi, zamandan da mükemmel bir biçimde
ancak gece ve gündüzün olması ile istifade edilir.
2)
Allah, geçen
ayetlerde, Kur'ân'ın en âdil ve doğru yola ilettiğini beyan buyurunca, bu da
ancak tevhide ve nübüvvete delalet eden delillerin getirilmesi ile olunca,
bunun peşisıra tevhidin delillerini getirmiştir. Bunlarda, ulvî ve süflî
alemdeki (göklerde ve yerdeki) dikkate değer durumlardır.
3) Cenâb-ı Hak insanı çok aceleci, yani bir durumdan
diğer duruma, bir halden diğer hale çabucak geçen bir varlık olarak tavsif
edince, bu âlemin bütün hallerinin böyle olduğunu beyan etmiştir. Bu da, âlemin
karanlıktan aydınlığa, aydınlıktan karanlığa geçmesi ve ayın ışığının artıp
eksilmesi (gibi hallerdir). Allah en iyi bilendir.
[45]
Ayetteki, Biz gece ile
gündüzü iki ayet kıldık" cümlesi hakkında iki görüş vardır: Birinci Görüş:
Cümledeki iki ayetten murad, bizzat gece ve gündüzün kendisidir. Buna göre mana,
"Allah Teâlâ, gece ite gündüzü, insanların dinî ve dünyevî işlerinde birer
delil kılmıştır. Bunların dinî bakımdan delil oluşlarına gelince bu, onların
birbiri peşine devamlı gelmelerine rağmen, birbirlerine zıt ve birbirinden
başka olmaları, zatları gereği var olmadıklarına; aksine, işlerini yürüten bir
faillerinin ve kendilerini belli ölçüler dahilinde yaratan bir yaratıcılarının
olduğuna delalet eden en güçlü delillerden olmalarıdır. Bunların dünyevî
bakımdan delil oluşuna gelince, bu da, dünyevî menfaatlerin ancak gece ve
gündüzün bulunmasıyla tamam olmalarından ötürüdür. Binaenaleyh eğer gece
olmasaydı, sükûnet ve istirahat olmazdı; eğer gündüz olmasaydı, kazanç, geçim
ve atım-satım olmazdı.
Allah Teâlâ daha
sonra, "Gece ayetini sildik" ifadesindeki izafet, izâfet-i beyâniyye,
yani "Gecenin kendisi olan ayet" manasına olur. Buna göre ifade,
"Biz gece'nin ayetini sildik ve gündüzün bizzat kendisi olan ayetini,
aydınlatıcı kıldık" manasında olur. Bu, bizim "Birşeyin nefsi, zâtı,
kendisi" dememiz gibidir. Binâenaleyh, "Gece ayeti" tabiri de,
''gecenin kendisi" demek olur. Yine, "Horasan beldelerine
girdim" demek de böyledir. Bu, "Horasan'ı meydana getiren beldelere
girdim" demektir. İşte burada da böyledir.
[46]
İkinci Görüş: Bu
görüşe göre Cenâb-ı Hak güneş ile ay'ı murad ederek: "Biz geceyi ve
gündüzü aydınlatan ışık kaynaklarını iki ayet kıldık. Derken gecenin ayetini,
yani ay'ı sildik" buyurmuştur. Ayı silmenin ne demek olduğu hususunda da
şu iki görüş ileri sürülmüştür:
a)
Bununla, ayın
ışığının artıp eksilmesi kastedilmiştir. Binâenaleyh ay, işin başında hilâl
şeklinde gözükür. Sonra gittikçe ışığı artarak, tam bir dolunay olur. Sonra
yine gittikçe ışığı azalır. İşte ayette bahsedilen silme budur. Bu iş,
başlangıç noktasına kadar devam eder.
b) Ayın silinmesi, onun yüzündeki tekelerin
silinmesidir. Rivayet olunduğuna göre güneş ve ay aydınlık ve ışık bakımından
eşit imişler. Derken Allah Teâlâ, Cebrail (a.s)'i göndermiş ve ona, kanadıyla
ayın yüzünü silmesini emretmiş. O da, ayın ışığını silip azaftmış. Arapça'da
"Mahv". birşeyin izini, eserini silip gidermek demektir. Nitekim sen,
ortada birşeyin hiçbir eseri kalmadığında dersin. Ben derim ki: Ayetteki
"mahv" kelimesini, birinci manaya hamletmek daha uygundur. Zira
ayetteki litebteğu ve ta'lemu fiiHerinin başındaki lâm, daha önce bahsi geçen
şeye mütealliktir. Daha Önce bahsedilen de, gece ayetini mahvetmek {silip
yoketmek) ve gösterici olan gündüz ayetini getirmektir. "Mahv"ı, ayın
ışığının artması ve eksilmesi manasına hamlettiğimizde, ancak gece ayetini
silmek, "Allah'ın fazlını istemeye" tesir etmiş olur. Çünkü Allah'ın
fazlını istemenin hasıl olmasının sebebi, ayın nurunun hallerine göre değişir.
Tecrübe ehli, mesela denizlerin med ve cezir haline tesir etmesi ve doktorların
kitaplarında bahsettiğine göre deneylerin hallerinin değişmesi gibi, ay'ın,
ışığının farklı farklı oluşunun bu âlemin hallerinde ve maslahatlarında büyük
bir tesiri olduğunu açıklamışlardır. Hem ay ışığının artması ve ekşitmesi
sebebi ile (kamerî) aylar; ayların dönüp dolaşması (devam etmesi) sebebi ile
de, hilali görmeye bağlı olan, arabî (hicrî) yıllar meydana gelir. Nitekim Hak
Teâiâ ia. "Yılların sayısı ile hesabı bilesiniz diye" buyurmuştur.
Binâenaleyh ayette ransedilen "mahv'ın, söylediğimiz manaya
hamfedilmesinin daha uygun olduğu sabit olur,
Şunu da
söyleyebilirim: Ayetteki "mahV'i, ayın yüzündeki lekeleri ve pürüzleri
silip yoketme manasına aldığımızda da bu, mûsiümanların mebde ve meâd ile
ilgili görüşlerinin doğruluğu hususunda kesin ve büyük bir aklî delil olur.
Bunun, müslümanların mebde ile ilgili görüşlerine delâlet edişi şöyledir: Felsefecilere
göre s .. i kütlesi, basit bir kütledir. Dolayısıyla onun sıfatlarının
birbirine benzemesi gerekir. Binâenaleyh "mahv" sebebiyle meydana gelen,
farklı haller bunun tabiat gereği olmadığına, aksine hür ve irade sahibi bir
failin, onun bir kısım parçalarına güçlü, bir kısım parçalarına da zayıf ışık
vermiş olmasından ötürü oluğuna delalet eder ki bu da, âlemi idare edenin, zatı
gereği mûcib (otomatikman yapan) bir varlık değil de hür ve irade sahibi bir
fail olduğuna delalet eder. Bundan kurtulmak için. felsefecilerin ileri sürdüğü
şeylerin en güzeli şudur: "Tıpkı yıldızların, feleklerin kütleler içinde
yer alması gibi, ayın yüzünde de ışığı az olan maddeler yerleşmiştir. Bu
kütleler ayın kütlesi üzerinde, en az ışıklı kütleler olunca, haliyle, ayın
yüzünde bu kütleler, tıpkı insanın yüzündeki çiller ve lekeler gibi
görülür." İşte bu izah da hasmın gayes için yeterli değildir. Çünkü ayın
kütlesi, kısımları birbirine benzeyen bir kütle olduğuna göre, niçin bu az
ışıklı karanlık kütleler, ayın yüzeyinin şurasında değil de burasında yer
almıştır. Aynı yol ile yıldızların halleri hakkında da İstidlal edilebilir.
Çünkü gök cisimleri (felekler), parçaları birbirine benzeyen basit kütlelerdir.
O halde niçin, yıldızların kütlelerinin, feleğin herhangi bir yerinde olmayışı,
diğer yerinde oluşundan daha evla değildir. İşte bu da, yıldızların, feleğin o
belli yerine yerleştirilmiş olmasının, hür ve irade sahibi bir failin
yerleştirmesinden ötürü olduğuna delalet eder. Bütün bu delillerin
getirilmesinden ve izah edilmesinden, alemde müessir olan yaratıcının zâtı
gereği mucib bir varlık değil, hür ve irade sahibi bir fail olduğuna dikkat
çekilmek istenmiştir. Allah en iyi bilendir.
[47]
Cenâb-ı Hak. "ve
gösterici olan gündüz ayetini getirdik" buyurmuştur. Bu hususta şu iki
izah yapılmıştır:
1)
Gündüz
ayetinin gösterici olması, onun aydınlatıcı olması demektir. Çünkü aydınlatmak,
görmenin gerçekleşmesinin sebebidir. O halde müsebbebin (neticenin) isminin
sebebe verilmesi kabilinden, "mubsire" (gösterici) kelimesi
"muzîe" (aydınlatıcı) manasında kullanılmıştır.
2)
Ebu Ubeyde
şöyle der: "Arapça'da, insanlar kendisinde gördükleri için, "Gündüz gösterdi" denilir. Bu tıpkı,
arkadaşları kötü olan bir kimse hakkında, "kötü adam" denmesi, yine
çoluğu çocuğu çok olan kimseye "racülün mazaafun" (kat kat adam)
denilmesi gibidir. Ayetteki "Nehâr-ı Mubsır" (aydınlatıcı gündüz)
deyimi de böyledir, yani, "onun ehlini görücü kıldık" demektir.
Bil ki Allah Teâlâ pek
çok ayetinde, gece ve gündüzün faydalarından bahsetmiş ve meselâ, "Geceyi
örtü kıldık. Gündüzü maişet vakti yaptık"(Nebe1.10-11) ve "Allah,
onlarda sükûnet bulaşınız ve Allah'ın fazlını arayasınız diye sizin için geceyi
ve gündüzü yarattı"(Yunus. 67) buyurmuştur.
[48]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Yani işleriniz de nasıl tasarruf
edeceğinizi göresiniz ve yılların sayısı ile hesabı bilesiniz diye"
buyurmuştur.
Bil ki hesab, şu dört
şeye, yani saatlere, gündüzlere, aylara ve yıllara dayanır. O halde sayı yıllar
içindir; hesab da, yıllardan aşığı olanlar, yani aylar, günler, saatler içindir.
Bu dört şeyden sonrası tekrar-dır. Bu tıpkı insanların, sayıları dörde, yani
birler, onlar, yüzler ve binlere göre tertip etmeleri gibidir. Bu dört şeyden
sonrası da tekrardır. A: ah en iyi bilendir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"işte biz herşeyi iyice anlattık"' buyurmuştur. Allah Teâlâ gece ve
gündüz ayetinin hallerinden bahsedince, ki bunlar bir açıdan tevhid için kesin
delil, bir açıdan da dünyadakilere Allah tarafından verilmiş *a büyük nimettir.
Allah Teâlâ bunların hallerini açıklayıp, onlarda yaratana dair deliller
bulunduğunu ve insanlar için büyük nimetler ihtiva ettiğini detaylıca anlatınca
bu, faydalı bir açıklama ve mükemmel bir beyan olmuş olur. Dolayısıyla da o,
"işte biz berşeyi iyice anlattık" buyurmuştur. Yani, "dininiz ve
dünyanız için ihtiyaç duyduğunuz herşeyi detaylıca izah ettik, ortaya
koyduk" demektir. Bu tıpkı, "Biz :pta hiçbirşeyi eksik
bırakmadık" (Enâm,38) ve "O, Rabbinin emriyle herşeyi beiâk edecektir"
(Ahkâf. 25) ve "Sana (bu) kitabı, herşeyin apaçık bir beyanı... obnak
üzere peyder pey indirdik (Nam, 89) ayetleri gibidir. Cenâb-ı Hak, sözü Te'kid
etmek ve iyice anlatmak için, ayette masdara (mef'ûl-ü mutlaka) yer vermiş ve
"tafsîlen" demiştir. Sanki Allah Teâlâ, "Biz onu gerçekten ve
olduğu gibi^hiç cavesiz olarak açıkladık" demek istemiştir. Allah en iyi
bilendir.
[49]
"Herkesin amelini
kendi boynuna doladık. Kıyamet günü onun için neşredilmiş olarak kendisine
kavuşacak bir kitap çıkaracağız.
"Oku kitabını, bu gün sana karşı, iyi hesap görücü olarak kendi
nefsin yeter.1" (İsra, 13-14).
Bil ki ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[50]
Bu ayetin, daha önceki
kısımla münasebeti hususunda şu izahlar yapılmıştır:
Birinci İzah: Allah
Teâlâ, 'İşte biz herşeyi iyice anlattık buyurunca bu, "insanların, tevhid, nübüvvet ve
me'âdle ilgili ihtiyaç duydukları her delil ve va'd, va'îd, terhib-terğîb ile
ilgili açıklamasına ihtiyaç hissettikleri herşey anlatıldı" demek olur.
Durum böyle olunca, artık insan için hiçbir mazeret kalmamıştır. Binâenaleyh
pek yerinde olarak, Kıyamet meydanına gelen herkesin amelini boynuna dolar ve
ona, "Oku kitabmı,bu gün sana karşı, iyi hesap görücü olarak kendi nefsin
yeter!" deriz.
İkinci İzah: Allah
Teâlâ, mahlûkata, gerek dinî, gerek dünyevî hususlarda, gece ve gündüz ayetleri
gibi her türlü faydalı şeyi nasib ettiğini beyan buyurunca, onlara en büyük
nimetleri inam etmiş olur. Bu da, onların, Cenâb-ı Hakk'a hizmet ve ibadetle
meşguf olmalarının vacib olmasını gerektirir. Binâenaleyh işte bu sebeple,
Kıyamet meydanına gelen herkes, amel ve sözlerinden mes'ûl olur.
Üçüncü İzah:
'İnsanları ve cinleri, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım" (Zariyat.
56> ayetinde de olduğu gibi, mahlukatı ancak kendisine ibadet etsinler diye
yarattığını beyan buyurup, güneşin, ayın, gecenin ve gündüzün hallerini de
ayrıntılı olarak anlatınca, bu, "Ben, bütün bunları, istifâde edesiniz ve
böylece de bana taat ve hizmetle meşgul olabilesiniz diye yarattım. Durum böyle
olunca, Kıyamet meydanına gelen herkese o hizmet ve ibadeti, yaptı mı, yoksa
diretip, isyan edip azdı mı diye hesap sorarım" demek olur. İşte ayetin,
daha önceki ayetlerle münasebeti hususunda yapılacak izahlar bunlardır.
[51]
Bu mesele, ayetteki lafızların
tefsiri hakkındadır:
Ayetteki
"tâir" (uçan kuş) kelimesi ile ilgili şu iki görüş vardır:
1) Araplar, herhangi bir iş yapmak isteyip, o işin
kendilerini hayra mı şerre mi götüreceğini anlamak istediklerinde, kuşların
hallerine bakarlar O, kendi kendine mi uçuyor, yoksa uçmak için onu zorlamaya
(rahatsız etmeye) m gerek var. Uçtuğu zaman, sağa mı sola mı uçuyor, yoksa
yukarı doğru mu yükseliyor yahut da bu hususta itibar edip, herbirinden hayır
ve şerrin, mutluluk ve mutsuzluğun hallerine delil kabul ettikleri hareketleri
mi yapıyor diye, hüküm çıkarırlardı. Araplar bunu çokça yaptıkları için, tıpkı
birşeyin, kendinden ayrılmaz vasfı ile isimlendirilmes gibi, hayır ve
şer de "tâir (kuş)" adını almıştır. Bunun bir benzeri de, Yâsîn Sûresi'ndeki,
"Dediler ki, "Doğrusu biz sizin yüzünüzden tetayyura uğradık
(uğursuzlandik)." Onlar da "Sizin tâiriniz (uğursuzluğunuz)
sizdendir" dediier" (Yâsîn. 18-19) ifadesidir. O halde, ayetteki bu
ifadenin manası, "Her insanın amelini boynuna geçirdik" demek olur.
Bu izahın doğruluğuna, Hasan ve Mücâhidin, bu kelimeyi, şeklinde okumuş
olmaları da delâlet eder.
2) Ebu Ubeyde şöyle der: "Araplarca,
"tâir", pay, hisse, nasip demek olup, İranlıların "baht"
(talih) dedikleri şeydir. Bu izaha göre, ayetteki "tâir", "O
insan için, hayır ve serden uyan, nasibi olan şey" demektir. Bu konuda
sözün özü şudur: Allah Teâlâ mahlûkatı yaratmış ve herbirine belli bir miktar
akıl, ilim, ömür, rızık, saadet ve şekavet vermiştir. İnsanın bu miktarı aşması
ve ondan ayrılması mümkün değildir. Aksine onun gerek kemiyet, gerek keyfiyet
bakımından mutlaka bu miktara ulaşması ve bunu aşamaması gerekir. O halde,
mukadder olan bu şeyler, sanki ona doğru uçar, onun için meydana gelir. Bu
manaya göre, takdir edilmiş o şeylerin, ayette "tâir" lafzı ile ifade
edilmiş olması uzak bir ihtimal değildir. Binâenaleyh ayetteki bu tabir,
"Allah Teâlâ'nın takdir ettiği ve üm-i ezelisinde tahakkuk edeceği belli
olan şeylerden kinayedir. Bu sebeple bütün bunlar, hiçbir tarafa sapmaksızın o
kimseye gelip ulaşır ve ondan ayrilmaz" demektir.
Bil ki bu, Allah
Teâlâ'nın insanlar için takdir ettiği ve ilm-i ezelisi ile onlar hakkında
hükmettiği herşeyin mutlaka olacağına, olmamasının imkânsız olduğuna delâlet
eden delillerdendir. Bunu şu iki şekilde açıklarız:
Birinci İzah: Ayetin
takdiri: "'Her insanın amelini boynuna geçirdik" şeklindedir. Böylece
Allah Teâlâ, o amelin o insan İçin gerekli (kesin) o duğunu beyân buyurmuştur.
Bir şeyin lâzımı (ayrılmaz vasfı) olan şeyin ise, ondan ayrılması imkânsız olur
ve mutlaka onun için tahakkuk eder. İşte elde etmek stediğimiz netice de budur.
İkinci İzah: Allah
Teâlâ, ayette bu "ilzam" işini kendisine nisbet etmiştir. Çünkü
şuradaki "Onu biz ilzam ettik" ifadesi, bu ilzâm'ın, (boyna dolama
işinin), Allah'tan s. rûr ettiği hususunda açık bir İfadedir. Bunun bir benzeri
de, "Onlara takva kelimesini u^Hme-i tevhidi) ilzam ettik''(Feüh,26)
ayetidir. İşte bu ayet, ebedde, ancak Allah Teâlâ'ntn ezelde hükmettiği
şeylerin zuhur edeceğine delâlet eder. İşte Hz. Peygamber (s.a.s) de,
"(Kader) kalemi, nete kadar olacak şeyleri yazıp kurudu (işini
tamamladı)"[52] hadis-i şerifi ile işaret etmiştir. Allah en iyi bilendir.
[53]
Ayetteki
"boynuna" ifadesi, gereklilikten kinayedir (mecazdır). Nitekim,
"Bu işi senin boynuna sardım ve sana
onu muhafazayı gerekli
kıldım" manasında, "Bunu senin boynuna doladım" denilir. Yine,
"Onu sana verdim ve senin için gerekli (şart) kıldım" manasında,
denilir. Yine denilmesi de, "İdareciliğin o kimse için gerekli oluşu, tıpkı
bir gerdanlık ve tasma gibi oldu" manasındadır. Yine, "Fulânun
yukallidu fulânen" denilmesi de bu manadadır. Yani, bu inanç, tıpkı onun
boynuna asılmış olan bir gerdanlık gibi kılındı demektir.
Ehl-i maânî şöyle der:
"Cenâb-ı Hak bu manayı, diğer uzuvlar arasından sadece boyna tahsis
etmiştir. Çünkü, boyna asılı olan şey, ya onu süsleyen bir hayır, yahut da onu
kötüleyen bir şer olur. Onu süsleyen, tıpkı bir gerdanlık ve takı gibi olur.
Binâenaleyh, işte burada da, şayet onun ameli iyi ve hayır olursa, onun için
bir zinet; yok eğer masiyet ve günah olursa, onun boynunda bir tasma gibi
olur."
[54]
Daha sonra Cenâb-ı Hak"Kıyamet
günü onun için, neşredilmiş olarak kendisine kavuşacağı bir kitâb
çıkaracağız" buyurmuştur. Hasan el-Basrî şöyle der: "Ey insanoğlu,
senin için bir sayfa açtık. Ve senin için, iki melek görevlendirdik.
Binâenaleyh, onların biri sağında, biri de solundadır. Sağında olan,
iyiliklerini (hasenatını); solunda olan da seyyiâtını (kötü amellerini)
kaydeder. Derken, sen öldüğünde sayfan dürülür ve seninle birlikte kabrine
konur. Derken o, Kıyamet gününde karşına çıkarılır." O halde, Cenâb-ı
Hakk'ın nuhricu buyruğu, "Biz onu, onun kabrinden onun için
çıkarırız" demek olur ki bu da, "Biz bunu onun için çıkarttık; çünkü
o, dünyada iken kitabını görmedi. O öldükten sonra diriltilince, bu onun için
ortaya çıkarıldı ve aşikâr oldu" demektir. Yakûb bu ifadeyi, yuhrlcu diye
okumuştur ki bu, "Tâir (onun ameli) onun İçin, açılmış ve yayılmış bir
kitab çıkarır" demektir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Defterler açılıp
yayıldığı zaman" (Tekvir, 10) ayeti gibidir. İbn Amir ise bunu, şeklinde okumuştur ki bu, Arapların,
"Birinizi bir şeyle yüz yüze, karşı karşıya getirdim" manasında olan
"Lakkaytu fulânen eş'şey'e" şeklindeki ifadesinden gelmektedir.
Nitekim Cenâb-ı Hak, "bir güzellik,
bir sevinç vermiştir... onlara"(insanii) buyurmuştur. Ki bu
da Arapların, "Lakkaytu'ş-şey'e ve lakkanîhi Zeydun" "O şeyi
verdim ve, Zeyd de onu bana verdi" deyimlerinden alınmadır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Oku kitabım" buyurmuştur. Bu kelamın takdiri, "Ona, (...)
denilir" şeklindedir. Bu söyleyen ise, Allah Teâlâ'dır. Ki, Allah bu
muradını melek vasıtasıyla ifade buyurur. Hasan el-Basrî: "O kitabı, o
ister ümmî olsun isterse olmasın, okur" demiştir. Bekr İbn
Abdullah da şöyle der: "Kıyamet gününde mü'min, sahifesiyle birlikte
getirilir. O, onu okur. Onun yaptığı iyi şeyler o kitabın sayfasının dış
yüzünde olup insanlar buna imrenirler. Günahları ise, sahifesinin iç
yüzündedir; kul onu okur, kendisinin mahvoiduğunu sandığı bir sırada. Allah
Teâlâ, "Gtf, ben, benimle senin aranad olan şeyleri şarla bağışladım"
der, bunun üzerine onun sevinci büyük olur ve Cenâb-ı Hakk'ın, haklarında,
"O gün yüzler vardır, parıl parıl parlayacaktır. Güiücüdür,
sevinicidir.."(Abese, 38-39) buyurduğu kimselerden olur. Daha sonra da
Cenâb-ı Hak, o kişinin: "Alın, okuyun kitabımı .."(Hakka, 19)
söyleyeceğini buyurur.
[55]
Cenâb-ı Hak bugün sana
karşı, iyi hesap görücü olarak kendi nefsin yeter" buyurmuştur. Hasan
el-Basrî: "Vallahi, seni sana muhasib tayin eden zât, mahza adalettir,
âdildir" derken, Süddî de şöyle demiştir: "Kâfir o gün, "Sen,
kullarına zulmedici olmadığına hükmettin. O halde, beni de, kendi kendinin
hesaba çekeni kıl!" der de, ona da: "Oku kitabını, bu gün sana karşı,
iyi hesap görücü olarak kendi nefsin yeter" denilir." Allah en
iyisini bilendir.
[56]
İslâm hukemâsı,
"Bu ayet, son derece kıymetli bir ayet olup, bunda çeşitli konular
hakkında dikkate değer sırlar bulunmaktadır" derler.
Birinci Bahis: Allah
Teâlâ, kulunun fiilini, tıpkı kendisine :ogru uçan bir kuş gibi.yapmıştır. Bu
böyledir, zira Allah, ezelde herkes için belli z-.r miktar hayır ve şer takdir
etmiştir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın ilm-i ezelisinde belirlenen o hükmün, ezelî
hükmün onun başına mutlaka gelmesi gerekir.
Dolayisiyle o hüküm
adeta, ezelden itibaren o vakte (o hükmün tahakkuk edeceği vakte) kadar, o
kimseye doğru uçan bir kuş gibi olmuş olur. O vakit gelince de, o <uş o
kimseye, kendisinden kurtuluş olmayacak ve asla yanılmayacak bir biçimde _
aşır, onu bulur. İnsan her sözünün, fiilinin, her ânının ve fikrinin, Allah'ın
kendisine üoğru, belli bir yol ve belli bir kader üzere uçurttuğu bir kuş gibi
olduğunu ve mutlaka : «usun kendisini bulacağını bildiğinde, bu ebedîliğe ait
olan kifayet etme ve yetmenin, ancak ezelî, inayetle tamam olacağını bilir ve
anlar.
İkinci Bahis: Bu
takdirler, ancak Allah Teâlâ'nın ilzamı (gerekti kılması) ile meydana
gelmişlerdir. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, daha sonra meydana gelecek olan ör
hadisenin meydana gelmesi için, ondan önce bulunan başka bir hadiseyi yaratması
€ olur. Binâenaleyh, bu silsilenin var edilmesi Allah tarafından olunca, hiç
şüphesiz eşey G3 Allah'dan olmuş olur. İşte burada insan sayısız kuşlar düşünebilir,
hayal edebilir. Çünkü Allah onları, ezei yuvasından ve gayb aleminin
karanlıklarından uçurmuş ve onlar da başlangıcı ve sonu olmayan kuşlar
misali olmuşlar ve uçuvermişlerdir. Böylece de onların herbiri, belli bir
insana doğru, belli bir zamanda, muayyen bir sıfatla yönelmişlerdir ki, işte
Cenâb-ı Hakk'ın, ''...Herkesin tâirini (kuşunu, amelini) kendi boynuna
doladık..."ayetinde murad edilen budur.
[57]
Üçüncü Bahis: Tecrübe,
ihtiyarî ve iradî işlerin çokça tekrarlanmasının, nefis cevherinde kök salmış
manevî ruhanî birtakım melekeleri meydana getirdiğini göstermektedir. Baksana,
aynı dersi tekrar tekrar okumasını sürdüren kimse, o dersi ezberler. Yine, uzun
müddet aynı işe devam eden kimse de, o işi bir meleke haline getirir.
Bunu iyice
kavradığında biz diyoruz ki, çokça tekrarlamak, kök salmış bir melekenin
meydana gelmesini gerektirince, o amellerden her birinin nefis cevherinde, bir
tesirinin olması gerekir. Biz, çok sayıdaki su taneciklerinin, peş peşe taş
üzerine düştüğünde, taşta bir delik meydana geldiğini gördüğümüzde, az ve zayıf
dahi olsa, o damlacıkların her birinin, o deliğin meydana gelmesinde bir payı
ve tesiri olduğunu anlamış oluruz. Yine eğer yazı yazma, insanlar örfünde her
ne kadar, insanların, hususî lafızları tanıtmak hususunda üzerinde anlaşmış
oldukları (muştalan) özel nakışlardan ibaret olunca ve o nakışların da o hususi
manalara delaletleri cevherî (öze ait), kalıcılığı gerekli ve zevali imkânsız
bir delâlet olunca, bu nakışları ihtiva eden o kitabın bu adı atması vad' ve
ıstılah ile delâlet eden, o nakışları kapsayan sahifenin bu adı atmasından daha
evlâdır.
Sen bu iki mukaddimeyi
iyice anladığında biz diyoruz ki: Az veya çok, kuvvetti veya zayıf olsun,
insandan sudur eden her şeyin mutlaka insanın nefs cevherinde muayyen bir
tesiri bulunmaktadır. Binâenaleyh bu tesir, rûh cevherini, mahlûkattan (alıp)
Hakk'ın huzuruna çekmek istikametinde bir tesir olursa, bu, mutluluktan ve
ikramları gerektiren şeyler cümlesinden olmuş olur.
Yok eğer bu tesir,
insanın ruhunun, Hakk'ın huzurundan mahlûkatla iştigâl etmeye çekmek
istikametinde bir tesir olursa, bu şakaveti (bedbahtlığı) ve mahrumiyeti
gerektiren şeyler cümlesinden olmuş olur. Ancak ne var ki, o tesirler, rûh
bedene bağlı ve merbut kaldığı sürece saklı kalır. Çünkü ruhun, bedenin
işleriyle meşgul olması, bu hallerin inkişafına, tecellisine ve zuhur etmesine
mani olur. Bunun alâkası, bedenin idaresinden uzak kaldığı anda ise, Kıyamet
kopar. Çünkü, Hz. Peygamber (s.a.s) "Kim ölürse, muhakkak ki Kıyameti
kopmuştur'[58] buyurmuştur.
Bu halin, bir Ktyamet olmasının manası şudur: "Nefs-i natıka, bu süflî
bedende adeta karar kılmış ve yerleşmiş gibidir. Fakat bu ilgi sona erdiğinde,
rûh, kalkar ve meselâ, ulvî âleme doğru yükselmeye teveccüh eder. Ki, işte bu
ölüm halinin bir Ktyamet olmasından murat budur. Bu manada olmak üzere, Kıyamet
koptuğunda ise, perde kalkar ve dekor ortaya çıkar! Ve ona, "işte senden
perdeni kaldırıp açtık. Bugün gözün (ne kadar) keskindir!" <Kâf, 22)
denilir.
O halde Cenâb-ı
Hakk'ın buyruğunun manası, "Biz, Kıyamet koptuğunda, onun için o karanlık
bedenin derinliklerinden dünyevî haller sebebiyle gerçekleşen bütün bu
tesirleri kapsayan bir kitap çıkarırız. Ve bu kitap o vakitte açılmış olur.
Çünkü, bu rûh o bedende iken, bu haller onda saklı ve adeta durulmuş, katlanmış
gibiydi. Ama, ruhun bedenle olan münasebeti sona erdikten sonra, bütün bu
haller ortaya çıktı, tecellî ederek inkişâf tahakkuk etti. Böylece de, daha
önce bürünmüş iken açılmış ve yayılmış; daha önce gizli iken de, ortaya
konulmuş gibi olur. İşte o esnada, aklî kuvvet, bütün bu eser ve neticelerin,
rûh cevherinde zatî bir yazılışla yazılmış olduğunu müşahade eder. Ve o esnada
ona, "Oku kitabını!" denilir. Biraz sonra da: "vBu günsana
karşı, iyi hesap görücü oİarak kendi nefsin yeter" denilir. Çünkü, o
neticeler, eğer mutluluğu gerektiren şeylerden ise, hiç şüphesiz mutluluklar
meydana gelir. Yok eğer, bedbahtlığı gerektiren şeyferden ise, yine hiç
şüphesiz bedbahtlık meydana gelir. İşte ruhanî hallere göre tj ayetin tefsiri
budur.
Bil ki, gerçek şudur:
Hakkında rivayetlerin varid olduğu zahirî haller ve manalar, - ç şüphesiz hak
ve doğrudur. Ayetin, bu ruhanî-manevî manalara ihtimali de, aynı şekilde
açıktır. Doğru metod ve dosdoğru yol ise, bütün bunları kabul etmektir. İşlerin
hakikatlerini en iyi bilen Allah'tır.
[59]
"Kim doğru yolu
bulursa, o doğru yolu ancak kendi faidesine bulmuş olur. Kim de
sapıklık ederse o da yalnız kendi aleyhine sapmış olur. Hiçbir günahkâr
başkasının günah yükünü yüklenmez. Biz bir-resul göndermedikçe azâb
etmeyiz" (İsrâ, 15).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[60]
Allah Teâlâ, önceki
ayetinde, "Herkesin amelini kendi boynuna doladık"(isrâ. ıa) buyurup,
bu da "Herkesin ameli kendisine aittir" demek olunca, Cenâb-ı Hak bu
manayı anlamaya daha yakın ve karışıklıktan da daha uzak diğer bir ifadeyle
beyân ederek. "Kim doğru yolu bulursa, o doğru yolu ancak kendi faidesine
bulmuş olur. Kim de sapıklık ederse, o da yalnız kendi aleyhine sapmış
olur" buyurmuştur. Bu: "Salih ve iyi amelin mükâfaatt, onu yapana
aittir. Ondan başkasına geçmez" demektir. Bu husus, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Hakikaten insan için, kendi çalıştığından başkası yoktur. Hakikaten
çalıştığı da ileride görülecektir" (Uecm, 39-40) buyruğu iie desteklenir.
Kâbî ise şöyle der: "Ayet, kulun hayrı ve şerri yapabileceğine; onun bir
şeyi yapmaya asla mecbur edilmediğine delalet eder. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın,
"Kim doğru yolu bulursa, o doğru yolu ancak kendi faidesine bulmuş olur.
Kim de sapıklık ederse, o da yalnız kendi aleyhine sapmış olur" ifadesi,
ancak birşeyi istediği ve dilediği bir biçimde yapabilen kimselere uygun düşer.
Ama, iki taraftan birisini yapmaya mecbur edilmiş; diğerinden de men edilmiş
olan kimseye gelince, bu İfade onun hakkında uygun olmaz."
[61]
Allah Teâlâ,
"Hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü yüklenmez" ayeti ile
herkesir amelinin neticesinin kendisine ait olduğu hususunu tekrar etmiştir.
Zeccac şöyle der: "Arapça'da, "Vezira-yezeru-vâzirun" ve
"Vezure-Vizran-veziretan" denilir ki, bütün bu iki babtan gelen
manası da, "günah işlemek, günahkâr olmak"tır."
O sözüne devamla şöyle
der: "Ayetin tevili hususunda şu iki izah vardır:
a) Günahkâr kimse, başkasının günahı sebebiyle sorumlu
tutulmaz. Başkası da, günahkârın günahından sorumlu tutulmaz. Tam aksine,
herkesin günahı kendinedir.
b) Kâfirlerin, "Doğrusu, biz atalarımızı bir ümmet
(bir din) üzerinde bulduk. Biz de hakikaten onların izleri üstünden doğruya
ulaştırılmışadır" {Zuhrut, 22) dediği gibi, başkası o günahı işlediği
için, insanın günah işlemesi doğru değildir."
[62]
Bil ki alimler, pekçok
hükmü ortaya koyma hususunda bu ayete tutunmuşlardır.
[63]
Birinci Hüküm: Cübbaî
şöyle der: "Bu ayette, Cenâb-ı Hakk'ın, babalarının kâfir olmaları sebebiyle
çocuklarına azâb etmeyeceğine dair bir delâlet bulunmaktadır. Aksi halde,
çocuk, babasının günahı sebebiyle sorgulanmış olur ki bu, ayetin zahirinin
-'âfınadır."
[64]
İkinci Hüküm: İbn
Ömer, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, "Ölü, ehlinin, çoluk çocuğunun
ağlaması sebebiyle azâb görür" dediğini rivayet etmiştir. Halbuki Hz. Aışe, bu
haberin sıhhatini ta'n etmiş, tenkidinin doğruluğuna da, Cenâb-ı Hakk'ın, bir günahkâr başkasının günah yükünü
yüklenmez" ayetiyle istidlal etmiştir. Çünkü, çoluk-çocuğunun ağlaması
sebebiyle kişiye azab etmek, kişiyi, başkasının suçu sebebiyle sorgulamak olur
ki, bu da, bu ayetin hükmünün hilafınadır.
Üçüncü Hüküm: Kâdî
şöyle der: "Bu ayet, vizrin ve günahın Allah'ın fiili ~- sadığına delâlet
eder. Bunu şu iki yönden izah edebiliriz:
a) Şayet böyle olsaydı, kişi başkasının günahı sebebiyle
muaheze edilemeyeceği gtot, aynı şekiide bununla muaheze edilmesi imkânsız
olurdu.
b) Bu, günahın temelden, esesan kalkmasını gerektirir.
Çünkü, günah işleyen **nse bununla ancak, hür ve irade sahibi, tercih
hürriyetine sahip olup bundan kaçınabildiği
zaman vasfedilir. İşte
bundan dolayı çocuk,
günâh işlemekle nitelenmemiştir."
[65]
Dördüncü Hüküm: Önceki
fukahâdan bir kısmı "âkile" (katilin akrabaları)ye diyet lesbit
etmekten kaçınmışlar ve söyle demişlerdir: "Bu, insanı, başkasının fiili
sebebiyle uaheze etmeyi gerektirir ki, halbuki bu, bu ayetin aksine bir hüküm
olmuş olur." Buna şu şekilde cevap verilmiştir: Hata eden, o fiilden sorumiu
tutulmaz. O halde daha nasıl başkası o fiii sebebiyle sorumlu tutulabilir? Tam
aksine bu (diyet tesbit ), doğrudan Allah tarafından vaadolunan bir tekliftir.
[66]
Alimlerimiz şöyle
demektedirler: "Nimet verene şükretmenin vücûbiyyeti, aklî deli! ile
değil, naklî delille sabit olur. Bunun
delili Cenâb-ı Hakk'ın,
"Biz bir resul göndermedikçe, azâb edici olmayız"
ayetidir. Bu istidlalin izah şekli şudur: Vâcib oluşun mahiyeti, ancak,
yapmamaya karşı verilen ceza ile ortaya çıkar. Halbuki bu ayetin hükmüne göre,
şeriatten, şer'î yasadan önce ceza tesbit edilemez. Binâenaleyh, şer'î hüküm
gelmeden vücûbiyyetin de tahakkuk etmemesi gerekir."
Alimlerimiz daha sonra
bu ayeti, Cenâb-t Hakk'ın, "Müjdeciler ve azab habercileri olarak (gönderdiğiniz)
peygamberler...Ta ki, peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı bir
bahaneleri kalmasın"(Nisa, 165) ve "Eğer biz onları daha evvel azab
ile helak etmiş olsaydık muhakkak diyeceklerdi ki: "Ey Rabbimiz, bize bir
peygamber gönderseydin de şu zillete ve rüsvaylığa uğramamızdan evvel,
ayetlerine tabi olsaydık ya!" (Taha. 134) ayetleriyle de
desteklemişlerdir.
[67]
Birisi şöyle
diyebilir: "Bu istidlal zayıftır. Bunu, şu yönden izah edebiliriz: Biz,
"Şayet, aklen vücûbiyyet, vâcib oluş sabit olmasaydı, şer'î vücûb da
kesinlikle sabit olmazdı. Halbuki bu batıldır. O halde, öteki de batıldır. Bu
ikisi arasındaki bu sıkı münasebeti de şu şekilde izah edebiliriz:
a) Kanun koyucu gelip, kendisinin Allah tarafından
gönderilmiş bir peygamber olduğunu iddia ederek mucizeler ortaya koyduğunda,
onu dinleyenlere, onun sözünü dinlemeleri ve mucizelerini düşünmeleri vacib
olur mu, olmaz mı? Eğer vâcib olmazsa, nübüvvet davası batıl olur. Eğer vacib
olursa, bu durumda sen bak: O, ya aklen vacip olmuştur veya şer'an vacib
olmuştur. Eğer bu, aklen vacib ise, "aklî vücub" sabit olmuş oiur.
Eğer şer'an vacib ise, bu batıldır, olamaz. Çünkü, bu şer'î hüküm, ya o iddia
edenin bizzat kendisi olur, veya başkası olur. Birincisi batıldır, çünkü bu
sözün neticesi, bir kimsenin. "Benim sözümün kabul edilmesinin vacib
olduğunun delili, benim, benim sözümün kabul edilmesini vacib olduğunu
söylememdir" demesine varıp dayanır ki, bu, bir şeyi, yine kendisiyle
isbat etmek demek olur. Yok, eğer o sâri' başkası olursa, bu husustaki söz,
tıpkı önceki hakkında söylenen söz gibi olur. Bu durumda da ya devir veyahut da
teselsül gerekir ki, her ikisi de imkânsızdır.
b)
Şeriat gelip,
bazı fiilleri farz, bazılarını da haram kıldığında, farz ve haram kılmanın
manası, ancak o şeriatın, yasanın, "Şunu yapmazsan; şunu da yaparsan sana
ceza veririm" demesinden başka bir şey değildir. Bu durumda biz diyoruz
ki, o kimsenin o cezadan sakınması ya farz olur veya olmaz. Şayet onun o
cezadan sakınması ona farz olmazsa, vücûbiyyet manası kesinlikle takarrür
etmez. Halbuki bu, batıldır. O halde, beriki de batıldır. Yok, eğer onun, o
cezadan sakınması ona farz olursa, bu durumda bu, ya aklen veya naklen farz
olur. Eğer, aklen farz olursa, o zaman maksat zaten hasıl olmuş olur. Yok, eğer
naklen farz olursa, bu vacib oluşun manası, ancak, o kimseye ikâbtn terettüp
etmesi sebebiyle ortaya çıkar. Bu durumda da, ilk taksim yine söz konusu olur
ve teselsül gerekmiş olur. Halbuki teselsül ^kansızdır.
c) Ehl-i sünnetin inancına göre, Allah'ın farzların
yapılmamasından dolayı vereceği sezadan vazgeçmesi mümkündür. Durum böyle
olunca, ceza vermeden de vjcûbiyyetin mahiyeti ortaya çıkmış olur. Binâenaleyh,
geriye ancak şöyle denilmesi «alır: "Vücûbun mahiyeti, ancak ikâbtan
korkmanın söz konusu olması sebebiyle ortaya çıkar, anlaşılır. Bu korku ise,
sırf akıl ile gerçekleşir. Böylece, vücubun mahiyetinin, ancak bu korku
sebebiyle tahakkuk ettiği kesinlik kazanmış olur. Ve du korkunun da, sırf akıl
ile tahakkuk ettiği sabit olur. O zaman da, "Vücûb, sırf akıl ie tahakkuk
eder" denilmesi gerekir."
Buna göre onlar şayet,
Vücubun mahiyeti ancak zemmedilme korkusundan dolayı :-aya çıkar"
derlerse; biz deriz ki: Allah Teâlâ kişiyi affettiğinde, zemm kalmaz. 5
nâenaleyh, buna göre, vücubun mahiyeti ancak, zemmedilme korkusuyla meydana
gelmiş olur ki, bu da sırf akıl ile olur. Binâenaleyh, yaptığımız bütün bu
izahlarla aklî «jcûbun kaçınılmaz olduğu sabit olmuş olur.
Bu sabit olunca da biz
diyoruz ki: Ayetle ilgili, iki açıklama yapılabilir:
a)
Bizim, ayeti
zahirine göre anlayıp şöyle dememizdir: Akıl, insanlara, Allah tahndan
gönderilmiş olan bir nevi elçidir. Hem de öyle bir elçi ki, şayet o olmasaydı,
Uçtotr peygamberin risaleti yerleşemezdi. O halde akıl, temel resuldür.
Binâenaleyh, ayetin manası, "Biz, akıl elçisini, resulünü göndermedikçe,
azâb edici değiliz" şeidınde olur.
b)
Bizim, ayetin
umumîliğini tahsis edip şöyle dememizdir: "Bu ayetle, "Biz, ûiyyeti
ancak şeriatla bilinebilen ameller hususunda, şeriat gelmeden önce azâb
böcı değiliz"
manası kasdedilmiştir. 'Amm olan ayeti tahsis etmek, her ne kadar zahirden
vazgeçmek ise de, ancak ne var ki, detil bulunduğunda buna başvurmak ge^enir.
Halbuki biz, bizim, aklî vücûbu kabul etmememiz hafinde, bizim, serî vücûbu oul
etmememiz gerektiğine dair yukarıdaki üç delili getirdik. Allah en iyisini
bilendir.
Bil ki, bizim
benimsediğimiz ve kabul ettiğimiz fikir şudur: "Sadece akıl, lisinden
istifade edilen şeyi yapmamızın ve kendisinden zarar görülecek şeyi
yapmamamızın bize farz olması hususunda (yeter) sebeptir. Ama sırf akıl,
Allah'a, iangi bir şeyin farz olduğuna delalet etmemektedir. Bu böyledir, zira
biz, faydalı şeyi elde etmek, zararlı olan şeyden kaçınmak duygusu üzere
yaratıimışızdtr. ienaleyh, hiç şüphesiz sadece akıl, yapmamız veya yapmamamız
gerekli olan »r hakkında yeter bir sebep olur. Halbuki Allah Teâlâ, fayda elde
etmekten ve zarardan kaçınmaktan münezzeh ve bendir. Binâenaleyh
aklın, Allah hakkında, herhangi bir şeyi yapmasının veya yapmamasının farz
olduğuna hükmetmesi imkânsız olur. Allah en iyisini bilendir.
[68]
"Bir memleketi
imha etmek dilediğimiz vakit, onun nimet ve refahtan şımarmış
elebaşlarma emrederiz de, orada itaatten çıkarlar. Artık o (memlekete)
karşı söz (azab) hak olmuştur. İşte biz orayı artık kökünden mahv ü helak
etmişizdir. Nuh'dan sonra nice nesiller imha ettik. Rabbin, kullarının
günahlarından hakkıyla haberdardır, hakkıyla görücüdür ya, (işte bu)
yeter" (İsrâ, 16-17).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[69]
Cenâb-ı Hak,"Onun nimet
ve refahtan şımarmış elebaşlarına
emrederiz de..." buyurmuştur. Buradaki "emr"in tefsiri
hakkında iki görüş bulunmaktadır:
Birinci Görüş:
Bununta, bir şeyi yapmak emri kastedilmiştir. Ayetin lafzı, Allah Teâlâ'mn
onlara neyi emrettiğine delalet etmez. Ekseri alimler ise bunun manasının,
Ailah'ın onlara, kendisine itaatte bulunmalarını ve iyi şeyleri yapmalarını
emretmesi; sonra da onların bu emre muhalefet ederek itaat dairesinin dışına
çıkmaları şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Keşşaf sahibi şöyle der:
"Lafzın zahiri, Allah'ın onlara, fışkı emrettiğine, bu sebeple de onların
fastk olduğuna delalet eder. Ancak ne var ki bu, mecazî bir ifade otup, bunun
manası, "Atlan onlara bütün hayır ve rahat kapılarını açtı. İşte onlar bu
yüzden, âsi olup, azıp saptılar" şeklindedir. Lafzın zahirinin,
zikrettiğimiz bu manayt gerektirdiğinin delili ise şudur: "Emredilen şey,
hazfedümiştir. Çünkü, ayetteki "...orada itaatten
çıkarlar..." ifadesi buna delalet etmektedir. Çünkü, "Emertuhû
fe kâme" "ona emrettim, o da kalktı"; (Emertuhû fe kara'a )
"Ona emrettim, o da okudu" denildiğinde, bundan ancak emredilen şeyin
kalkmak veya okumak olduğu anlaşılır. İşte, ayette deCenâb-ı Hak, "...onun
nimet ve refahtan şımarmış elebaşlanna emrederiz de, orada itaatten
çıkarlar" buyurunca, bunun manasının. "Biz onlara ftskı emrettik de,
böylece onlar da fasık oldular" şeklinde olması gerekir. Bunun, Arapların,
"Emertuhû fe 'asânî ev fe hâlefenî" 'Ona emrettim de, o bana isyan
etti veya bana muhalefet etti" şeklindeki sözleriyle bir müşkillik
arzettiği de söylenemez. Çünkü bundan, "Ben ona, masiyeti ve muhalefeti
emrettim" manası anlaşılmaz. Çünkü biz diyoruz ki: Masiyet emre zıddır ve
ona terstir. İşte bunun, "Emertuhû fe fesaka" "Ona emrettim, o da
fasık oldu" 'adesi de, emredilen şeyin, fısktan başka bir şey olduğuna
delalet eder. Çünkü fısk, emredilenin zıddınt yapmak demektir. O halde onun bir
fısk olması, onun emredilmiş şey olmasına aykırıdır. Bu tıpkı, onun bir masiyet
oluşunun, onun emredilmiş şey o masına ters düşmesi gibidir. O halde bu lafzın,
emredilen şeyin fısk olmadığına celalet etmesi gerekir." Bu söz, son
derece açık ve net bir sözdür. O halde ben, ; j söz bu kadar yanlış olmakla
beraber, Keşşaf sahibinin bu görüşünde niçin ısrar ettiğini bilemeyeceğim.
Böylece, gerçeğin, ekseri ulemânın ileri sürdüğü şu şey olduğu sabit olmuş
olur: "Biz onlara, iman ve taât demek olan salih amelleri yapmalarını
emrettik ama, onlar sırf inatları yüzünden bu emre muhalefet ederek İska
yöneldiler."
İkinci Görüş:
ifadesinin manası, "Oranm fâsıklarını çoğalttık" demektir. Vahidî
şöyle der: "Araplar, topluluk çoğaldığında, "Emtra'l-kavmu";
"Allah ortan çoğalttığında, "Emerahumu'llâhu ve âmerahum"
derler. el-Cermî, Ebu Zeyd'den, Arapların, "Ontart çoğalttı"
manasında, "Emera'llâhu el-kavme ve snerehum" dediklerini
nakletmiştir. Ebu Ubeyde, bu kullanılışın doğruluğuna Hz. Peygamber (s.a.s)'in,
"Mahn hayırlısı, doğurgan olan e
aşılanmış sıra sıra hurma ağaçlarıdır"[70]
şeklindeki hadisiyle istidlal etmiştir « du, nesli çoğalan tay demektir.
Nitekim Araplar, "Neslimi çoğalttı" manasında, .(Allah, tayın neslini
çoğalttı) derler. Bazı kimseler, emera" çoğalmasıyla çoğalma manasına
geldiğini ve Arapların, "Topluluk çoğaldığında, Emira'l-kavmu"; Allah
onları çoğalttığında ise, "Amerahumu'l-lahu" demelerini kabul etmemiş
ve Hz. Peygamberin ifadesini, onun, istiare yoluyla, -eslinin çoğaltılmasıyla
çoğaldığı manasına hamletmişlerdir.
[71]
Mutref kelimesine
gelince, bunun Arapça'daki manası, nimet ve refahın kendilerini şımartmış
olduğu, nimet içindeki kimse şeklindedir. Ayet-i kerimedeki cümlesinin manası,
"Onlar, Allah'ın kendilerine emrettiği şeyin dışına çıktılar da.azabı
hakettiler" şeklinde olur. İşte bu da adeta, Cenâb-i Hakk'ın. "Biz
bir resul gönderinceye kadar, azâb ediciler değiliz" (lam, 15),
"Senin Rabbin memleketlerin ana merkezine, karşılarında ayetlerimizi
okuyacak bir peygamber gönderinceye kadar, o memleketleri helak edici
değildir" (Kasas. 59) ve, "Bu memleketleri, halkı gafil bulunurlarken,
zulümfleri) yüzünden Rabbinin helak edici olmadığındandır" {En-am, 131)
ayetlerinin tefsiri gibidir. Binâenaleyh Allah Teâlâ, bu ayetlerde herhangi bir
beldenin halkını, Allah'ın emrine muhalefet etmedikleri sürece imha
etmeyeceğini bildirmiştir. Bu sebeple, pek yerinde olarak, Cenâb-ı Hak bu
ayette, onlara emrettiğini belirtmiştir. Onlar, Allah'ın emrine muhalefet
ettiklerinde. Hak Teâlâ'mn, "Artık o (memlekete) karşı söz (azab) hak
olmuştur" buyruğu ile anlatılan helak işini haketmiş olurlar.
Ayetteki cümlesi
"Biz o beldeyi, kökünü kazımak suretiyle helak ettik" demektir. Çünkü
"demâr", kökünü kazımak, hiçbir eser bırakmamak suretiyle helak etmek
demektir.
[72]
Alimlerimiz, bu ayeti,
kendi görüşlerinin doğruluğuna birkaç bakımdan istidlal etmişlerdir;
1) Ayetin zahiri Allah Teâlâ'mn onlara doğrudan doğruya
(sebepsiz yere) zarar vermeyi irade ettiğine, ama sonra onları imha etmek için
bu yola başvurduğuna delalet eder.
2) Ayetin zahiri, Hak Teâlâ'mn, fasık olduklarını
bildiği için, bu emri nimet ve refahtan şımarmış elebaşlarına tahsis ettiğine
delalet eder ki, bu da, Allah Teâlâ'mn, onlardan, fışkın (günahın) sudur
etmesini istediğini gösterir.
3)
Cenâb-ı Allah,
"Artık o (memlekete) karşı (azab ve inkâr) hükmü hak olmuştur"
buyurmuştur. O memlekete bu hüküm hak (kesin) olduğuna göre, onlardan imanın
sâdır olması imkânsız olur. Çünkü bu, Allah'ın doğru haberinin yalana
dönüşmesini gerektirir ki imkânsızdır. İmkânsıza götüren şey de imkânsızdır.
Ka'bî şöyle der:
"Diğer ayetler Cenâb-ı Hakk'ın doğrudan (sebebsiz yere) azaba ve imha etme
cihetine gitmediğine delalet etmektedir. Meselâ Cenâb-ı Hak. "Bir kavim
kendilerindeki (güzel hal ve ahlâkı) değiştirip bozmadıkça, şüphesiz Allah da
onun (halini) değiştirip bozmaz"(Ra'd, nj; "Eğer şükreder, imân
ederseniz. Allah sizi niçin azaba uğratsın?" {Nisa, 147) ve "Biz,
ahâlisi zâlim olan memleketlerden başkasını helak edici değiliz" {Kasas,
59) buyurmuştur. Bütün bu gibi ayetler, Allah Teâlâ'nın, sebepsiz yere zarar
(azap) vermediğine delalet eder. Hem bu ayetten önceki, "Kim doğru yolu
bulursa, o doğru yolu ancak kendi faidesine bulmuş olur. Kim de
sapıklık ederse o da yalnız kendi aleyhine sapmış olur. Hiçbir günahkâr,
başkasının günah yükünü yüklenmez" (isra, 15) ayeti de buna delalet eder.
Kur'ân ayetleri arasında bir çelişkinin olması imkânsızdır. Misal gösterdiğimiz
ayetlerin muhkem olduğu sabittir. Tefsir ettiğimiz ayet de böyledir.
Binâenaleyh bu ayetin, o ayetlere hamledilmesi gerekir." İşte Ka'bî 'nin
sözü budur.
Bil ki bu ayetin
te'vili hususunda, Mu'tezilenin görüşüne uygun düşecek biçimde en güzel sözü
Kaffâl söylemiştir. O, bu hususta şu iki izahı yapmıştır:
Birinci İzah: Allah
Teâlâ, amel olunmayacağını bildiği şeyden dolayı hiç kimseye azab etmeyeceğini
haber vermiştir Bu, "Allah, kendisine emretmesi halinde isyan edeceğini
bildiği kimsenin aleyhine, ilmini (bilmesini) bir hüccet kılmaz. Aksine ona
emreder, onun Allah'a isyan ettiği insanlar tarafından da anlaşılıp
görüldüğünde ona azab eder" demektir. O halde, ayetteki, ifadesi
"Biz, bir kavmin helak edileceği hususundaki hükmümüzü yürürlüğe koymak
istediğimizde, mallarının, çotuk-çocuklarının ve taraftarlarının, azabımızı
kendilerinden savuşturacağını sanan ve verdiğimiz nimetler yüzünden şımaran o
kimselere, bana iman etmelerini ve peygamberimin onlara tebliğ ettiği şekilde,
dinimin hükümleriyle amet etmelerini emrederiz, ama onlar bunu yapmaz ve fâsık
olurlar. Bu durumda da, onların isyanları ortaya çıkıp aşikâr olduğu için,
helak olmaları ile ilgili önceden verilmiş hükmümüz, onlar için artık hak
(vacip) olur. İşte bu sebeple, onların köklerini tazıyıp, helak ederiz"
demektir. Velhasıl bu da, "Biz, mutlaka günah işleyeceklerini Düdiğimiz
için, bir memleket ahâlisini imha etmek istediğimizde, bu helaki yerine getirmek
için sırf bu bilgimizle (ilmimizle) yetinmeyiz. Aksine onların refah ve
nimetten şımarmış elebaşlarına itaat ve imanı emrederiz. Ama onlar bunu tutmaz
ve fasık olurlar. Onların bu fasıkları apaçık ortaya çıkınca, onların üzerine,
vaadedilmiş olan o azabımızı indiririz."
İkinci İzah: Bu,
"Biz, ahâlisinden sâdır olan günahlar sebebiyle bir beldeyi imha etmek
istediğimizde, o günahların onlardan sâdır oluşunun hemen başında, onlara azab
göndermeyiz. Aksine onlardan, nimet ve zenginlikten şımarmış elebaşlarına, öu
günahlardan dönmelerini emrederiz" demektir. Cenâb-ı Hak bu emrini, nimet
verdiği o kimselere has kılmıştır. Çünkü "mütref", bol nimet verilen
demektir. Özerinde Allah'ın nimetlerinin çok olduğu kimselerin ise, Allah'a
şükretmesi evveliyetle vâcibtir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak onlardan, bu nimetleri
kesmeyip, aksine gitgide artırmasının yanısıra, tevbe etmelerini ve yeniden
hakka dönmelerini emrettiğinde, onların bâtıldan hakka dönme hususundaki
inadları, diretmeleri ve naktan uzaklaşmaları ortaya çıkarsa, işte bu durumda
Allah Teâlâ onların üzerine sağanak yağmur gibi belalar yağdırır."
Kaffâl daha sonra
şöyle der: "Bu iki izah, Cenâb-ı Hakk'tn kullarına, zâlim olan bir ümmete
vereceği cezayı hemen vermeyip, onların iman etmelerinden tamamen ümid kesildiği
ortaya çıkıncaya kadar tehir edeceğini haber vermiştir. Nitekim O, Hz. Nuh
(a.s)'un kavmi hakkında "Kötüden, kâfirden başka evlâd da dünyaya
getirmezler"(Nuh, 27); "Kavminden gerçek iman etmiş olanlardan
başkası asla iman etmeyecektir" (Hud, 36) ve başka kavimler hakkında,
"Fakat daha evvelden yalanlamış oldukları şeylere iman
etmediler"(Arat, ıoı> buyurmuş ve ilk önce, azabın ancak peygamber
gönderilmesinden sonra meydana geleceğini; bu ayette ikinci olarak da,
peygamberler gönderip, o kavimler onu tekzib ettiklerinde, onların azablarını
peşin vermeyip, onlara çeşitli nasihat ve öğütlerde bulunacağını, buna rağmen
şayet günahlarında ısrar ederlerse, işte bu durumda onlara kökünü kazıma
azabını indireceğini haber vermiştir."
Bu ayetin
Mu'tezile'nin görüşüne göre te'vili hususunda Kaffâl'ın bu izahı, Mu'tezile'nin
hiç bir imamına nasîb olmayan bir açıklamadır.
Cübbâi buna şöyle
diyerek cevap vermiştir: "Ayetten, Allah Teâlâ'nın onları, isyan etmezden
ve azaba müstahak olmazdan önce imha edeceği manası kastedilme m iştir. Çünkü
bu bir zulüm olur. Zulüm ise, Allah hakkında imkânsızdır. Aksine ayetteki,
"Dilediğimiz vakit" ifadesinden kastedilen, bu azab vaktinin yakın
olduğu manasıdır. Binâenaleyh kelamın takdiri, "Bir beldeyi helak etme
vakti yaklaştığında, onun nimet ve refahtan şımarmış elebaşlarına emrederiz de,
orada itaattan çıkarlar" şeklinde olur. Bu tıpkı bir kimsenin "Hasta
ölmek istediğinde, hastalığının şiddeti artar. Yine bir tüccar da, fakir olmak
istediğinde, ona her yandan zarar-ziyan gelip çatar" şeklindeki sözü
gibidir. Bununla, hastanın ölmeyi, tüccarın fakir olmayı istediği manası
kastedilmez. Aksine bunu söyleyen, bunun normalde böyle olacağını kasteder.
İşte burada da böyledir.
Bil ki bu ayeti delil
getirme hususunda, zikrettiğimiz bu üç görüşün hepsinin de, ayetin lafzının
zahirini nazar-ı itibara almadıklarında şüphe yoktur. Ama ikinci ve üçüncü
izahlar, tenkid edilmeyebilirler. Allah en iyi bilendir.
[73]
Yedi kıraat imamına
göre, meşhur okuyuş, medsiz ve şeddesiz olarak emernâ şeklindeki kıraattir.
Meşhur
olmayan bir rivayete
göre, Nâfî ve İbn Abbas (r.a) bunu med ile âmernâ; Ebu Amr da şedde ile emmernâ şeklinde
okumuşlardır. Bu fiili med ile okumak, "çokluk" manasından ötürüdür.
Nitekim bir kavim çoğaldığında, mim'in kesresi ile Allah onları çoğalttığında
med ile denilir. Bu fiili şeddeli okumak ise, "hükümran kılmak"
manasından ötürüdür, yani, "Biz o beldenin nimet ve refahtan şımarmış
elebaşlarını, hükümran kılarız" demektir ki, bu da, "Onları kendi
hallerine bırakırız, kahren, onların yaptıkları işlere müdahale etmeyiz"
demek olur. Allah en iyi bilendir.
[74]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Nuh'dan sonra nice nesiller imha ettik" ifadesine gelince, bil ki
bununla şu mana murad edilmiştir: "Bahsettiğimiz bu yol ve metodumuz,
Nuh'dan sonraki asırlardan itibaren, fasık olup direten kavimler için genel
metodumuz (sünnetimiz-kanunumuz)dur. Bunlar, Ad, Semûd ve benzeri
kavimlerdir."
Allah Teâlâ daha
sonra, aslında başkalarına hitab etmek ve herkesi menetmek için Peygamberine
hitap ederek, "Rabbihtkuİlarmın günahlarından hakkıyla haberdardır,
hakkıyla görücüdür ya (işte bu) yeter" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili
iki bahis vardır:
Birinci Bahis: Bil ki
Atlah Teâlâ, bütün malumatı bilen, görülebilecek herşeyi görendir. Mahlukatın
hiçbirşeyi ve hali O'na saklı kalmaz. Hak Teâlâ'nın, bütün mümkinata (herşeye)
kadir olduğu da sabittir. Binâenaleyh O, herkese hakettiği kadarıyla cezasını
vermeye de kadirdir. Hem sonra Allah, abesten ve zulümden beridir. Bütün bu üç
sıfat, yani tam bir ilim, mükemmel bir kudret ve zulümden berî oluşu, kendisine
itaat edenler için büyük bir müjde, küfür ve günah ehli için büyük bir korku
vesilesidir.
İkinci Bahis: Ferrâ
şöyle der: "Bi Rabbike ifadesindeki bâ harf-i cerh, amel ettirilmez ise,
caizdir. Faillere bu bâ'nın gelmesi ancak, o fail onunla medh veya zemmolunduğu
zaman caizdir. Bu tıpkı, "O, sana yeter" ve "O, ne kerim bir adam "Yiyeceğin ne
güzel!" "Elbisen ne güzel!" demende olduğu gibidir. Ama söz ile
bir medh veya zemm kastedümediğinde, bâ harf-i cerrinin failin başına gelmesi
caiz olmaz. Meselâ, "Kardeşin kalktı" manası kastedilerek, denilemez.
Allah en iyi bilendir.
[75]
"Kim bu çarçabuk
geçen (dünyayı) dilerse, biz de burada dilediğimize, dileyeceğimizi
çarçabuk veririz. Sonra da onu cehenneme sokarız. O, oraya kınanmış ve
koğulmuş olarak varır. Kim de mü'min olarak ahireti diler ve onun için bir
gayret ile çalışırsa, işte onların gayretleri meşkûr ve makbul olur. Onlardan
herbirine, onlara da bunlara da, Rabbinîn atasından, peş peşe veririz.
Rabbinin atası, menedilmiş değildir. Baksana biz, onların bazısını bazısına nasıl
üstün kıldık? Elbette âhiret, dereceler bakımından daha büyüktür,
üstün kılmak bakımından da daha büyüktür" (İsra, 18-21).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[76]
Kaffal (r.h) şöyle
der: "Bu ayet, HakTeâlâ'nın, "Herkesin amelini kendi boynuna
doladık" (hm, 13) ayetinin manasına dâhil olup, "Dünyadaki kemâl
(olgunluk), iki kısımdır:
Birinci Kısım: Yaptığı
ile dünyayı, dünya menfaatlerini ve
dünyevi liderlikleri
elde etmeyi isteyenlerdir ki, bunlar liderliklerinin (makam ve mevkilerinin)
elden kaçması korkusu ile, peygamberlere inkiyâd etmekten, boyun eğmekten ve
onların davet ettikleri şeyleri kabulden geri duran kimselerdir, işte bunlar
kendi amellerini, kendileri için uğursuz kılmıştır. Çünkü bunlar Allah'ın hükmü
altındadırlar. Dolayısıyla Allah Teâlâ onlara dünyada, onların istediği gibi
değil de, kendi istediği gibi belli bir miktar dünyalık verir. Bunların
neticesi, cehenneme girmektir. Bu kimse oraya, cehennemin sıcaklığından dolayı,
hor, hakir, zelil, perişan ve Allah'ın rahmetinden koğulmuş olarak girer"
demektir. Ayetin lafzında birkaç incelik vardır:
Birincisi: İkâb (ilahi
ceza), devamlı ve menfaat şaibesinden tamamen uzak olmak şartı ile, hor
ve hakfrlikle içice, mahza zarar demektir. O halde ayetteki, "Sonra da onu
cehenneme sokarız" cümlesi bu büyük zarara; "mezmûm (kınanmış)
olarak" kelimesi, hor ve hakir kılmaya,' medhûren (koğulmuş olarak)"
kelimesi de Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılıp koğulmaya bir işaret olur. İşte
bunlar, o zararın, menfaat ve rahmet şaibesinden tamamen uzak, rahat ve
kurtuluşa dönüşme ihtimali olmayan, devamlı bir azab olduğunu gösterir.
[77]
İkincisi: Bazı câhil
kimseler, dünyada maddî bir mutluluk elde ettiklerinde ona aldanarak, bunun
kendisinin Allah katında iyi bir kimse olmasından ileri geldiğini sanır. Allah
Teâlâ ise, dünyevi mutluluk ile, kendisinin o kimseden razı olduğuna istidlal
edilmesinin yanlış olduğunu beyan buyurmuştur. Çünkü bir dünyalık elde
edilebilir, ama o neticede bazan Allah'ın azabına, hor ve hakir kılmasına sebeb
olur. Binâenaleyh böyle bir insanın amelleri, ondan ayrılmaması ve onu en
şiddetli bir azaba sevkedici olması hususunda, kötülük kuşuna (kötü talihe,
uğursuzluğa) benzer.
Üçüncüsü: Ayetteki,
"Dilediğimize" ifadesi, dünyalık elde etmenin herkes için değil de,
dünyayı elde etme uğruna dinden yüz çevirmiş pek çok kâfir ve sapık kimseler
için gerçekleşeceğine; sonra bu kimselerin hem dinden, hem dünyadan mahrum
bırakılacaklarına delalet eder. Bu ifadede, dünyaları uğruna dinlerini terkeden
o kâfir ve sapıklar için, büyük bir tehdid-i ilâhi vardır. Çünkü çoğu kez
onların ellerinden dünyalıkları da gider ve böylece onlar, iyi yaptıklarını
zannettikleri halde, iş bakımından en büyük zarara uğrayanlar ve dünya
hayatındaki bütün gayretleri boşa giden kimseler olurlar.
[78]
İkinci Kısım: Bu,
ayette, "Kim de mü'min olarak ahireti diler ve onun için bir gayret ile
çalışırsa..." ifadesi ile anlatılanlardır. Binâenau yh Cenâb-ı Allah,
bunda üç şart koşmuştur:
Birinci Şart, c
"nmsenin, yaptığı şeylerle, ahireti, yani ahiret sevabını istemesidir.
Dolayısıyla eğer bu irade ve niyet olmazsa, "Gerçekten, insan için kendi
çalıştığından başkası yoktur"(Necm,39j ayetinden ve Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, "Ameller niyetlere göredir"[79]
hadis-i şerifinden ötürü, o amellerden istifade edilmez. Bir de amellerin
maksadı, kalbi marifetullah ve muhabbetullah ile aydınlatmaktır. Bu ise ancak
insanın, yaptığı ameller ile, Allah'a kulluğa ve itaata niyet etmiş olması
halinde olur.
İkinci Şart, o
kimsenin ahiret için gayret etmesidir. Bu da, sayesinde ahiret sevabını elde
etmek için yapılan amelin, kendisi ife ahiret mükafaatmın elde edilebileceği
amellerden olmasıdır. Bu ise, ancak o amellerin Allah'a yaklaştıran ve O'nun
için itaat olan amellerden olmasıyla mümkün olur. Pek çok insan batıl amellerle
Allah'a yaklaşmaya çalışır. Mesela müşrikler, putlara ibadet etmek suretiyle
Allah'a yaklaşacaklarını sanırlar. Onların bu hususta iki izah yollan vardır:
1) Onlar şöyle derler: "Alemin ilahı, bizden
birinin kendisine kulluğunu ve hizmetini ortaya koyabilmesinden çok çok yüce ve
büyüktür. Böyle bir kulluk mertebesi bizim için söz konusu değildir. Bizim
mertebemizin son noktası, Aliah'ın kullarından O'na yakın olanlara ibadet
etmektir. Mesela, herhangi bir yıldıza veya bir meleğe ibadet etmemiz gibi...
Sonra bu melek ve yıldızlar da, yine Allah'a ibadet etmektedirler."
Binâenaleyh böyle düşünen bu kâfirler, işte bu yolla Allah'a yaklaşmak
isterler. Fakat bu yol aslında ve özünde bozuk olduğu için, şüphe yok ki bu
yoldan bir fayda elde edilmez.
2) Onlar, "Biz bu putlarımızı ve heykellerimizi,
peygamberlerin ve velilerin şeklinde yapıyoruz. Bunlara ibadetten maksadımız, o
peygamberlerin ve velilerin, Allah katında bizim için şefaatçi
olmalarıdır" derler. Bu yol da bozuktur. Yine Hindlilerin bazan
kendilerini öldürerek, bazan yakarak Allah'a yaklaştıklarına ve böyle yapmakla
Allah'a son derece saygı göstermiş olduklarına inandıkları nakledilmiştir.
Fakat yol, aslında bozuk olduğu için, bundan da istifade olunamaz. Kendi batıl
inançları ve fasit görüşleri ve doğruluk ve sadakat prensibinden sapmış
amelleriyle Allah'a yaklaşmak isteyen bütün batıl fırkalar hakkında durum
aynıdır.
[80]
Üçüncü Şart,
"mü'min olarak" ifadesidir. Bu da muteber bir şarttır. Çünkü iyi
amellerin mükâfaatı gerektirmesinin şartı, öncelikle imanın mevcut olmasıdır.
Çünkü şart bulunmadığı zaman, meşrut (ona bağlı şey) de bulunmaz. Daha sonra
Cenâb-ı Allah, eğer bu şartlar bulunursa, o amelin makbul, o gayretin meşkûr olduğunu
haber vermiştir.
Bil ki şükür, şu üç
şeyin toplamından ibarettir:
a) İnsanın, o işi yapmak sureti ile kendisinin muhsin
(iyi bir iş yapmış) olduğuna inanması.
b)
Onun sözle
övülmesi.
c) Onun, şükreden (teşekkür eden) nazarında, büyük bir
iş yaptığını gösteren şeyleri yapmasıdır. Allah Teâlâ, kendisine itaat
edenlere, bu üç şeye göre muamelede bulunur. Çünkü O, o insanların, bu ameller
hususunda "muhsin" olduklarını bilir; onlara medh-ü senada bulunur ve
onlara, kendi katında büyük değerleri olduğunu gösteren muamelelerle muamele
eder. Bu üç şeyin toplamı mevcud olunca, onlar, yaptıkları taatlara karşılık,
Allah tarafından teşekkür edilmiş (meşkur) kimseler olurlar.
Ben Mu'tezile'nin
kitaplarında şunu gördüm: Cafer bin Harb'in yanında ehl-i sünnetten birisi
bulunmuş ve "Bizim, imanın Allah'ın yaratmasıyta meydana geldiğine dair
delilimiz, Allah'a, bu imandan dolayı şükretmemizdir. Eğer iman O'nun
yaratmasıyla olmamış olsaydı, O'na bundan dolayı şükretmemiz söz konusu
olmazdı. Çünkü insanın, başkasının yapmadığı bir şeye karşı teşekkürde
bulunması ve onu medh-ü sena etmesi çirkin bir iştir. Nitekim Cenâb-ı Hak da,
"Onlar, yapmadıkları şeylerle övülmeyi isterler"(am imran, ıss)
buyurmuştur" dedi. Oradakiler buna cevap veremediler. O esnada yanlanna,
Sümâme b. el-Eşres girdi ve şöyle dedi: "Biz, Allah'ı ancak bize imkan,
akıl verdiği ve kitaplar indirip, delillerini ortaya koyduğu için medh-ü sena
eder ve O'na şükrederiz. Allah Teâlâ da bize iman ettiğimiz için, teşekkür
eder, bizi över. Nitekim O, "işte onların gayretleri meşkur ve makbul
olur" buyurmuştur." Bunun üzerine Ca'fer b. Harb gülerek:
"Mesele önce zorlaştı ama, sonra kolaylaştı" dedi.
Bil ki bizim,
"Kudret ile dâi'nin (sebebin) toplamı bir şeyin olmasını gerektirir"
şeklindeki sözümüz açıktır. Çünkü imanın meydana gelmesini tam olarak
gerektiren sebebi bahşeden Ailah Teâlâ'dır. Binâenaleyh şükrü hakeden de O'dur.
Kul için, iman tahakkuk edip ve iman da tam bir saadeti gerektirince, kul da
meşkur (teşekküre tayık) olmuş olur. Binâenaleyh bu iki şey arasında bir zıdlık
yoktur.
[81]
Bil ki, birşeyi yapan,
o şeyi yapmak suretiyle, ya dünyevî iyilik ve menfaatlannı, yahut âhiret iyiliklerini,
yahut her ikisini elde etmeyi ister/yahut da hiçbirini elde etmeye niyet etmiş olmaz.
İşte bu doğru bir taksimattır. O kimsenin, bununla, strt dünyevî şeyleri, yahut sırt
âhiret iyiliğini elde etmeyi kastetmesinin hükmünü, Allah Teâlâ bu ayette zikretmiştir.
Üçüncü kısma gelince,
bu, üç kısma ayrılır: Çünkü o kimse, âhireti ya râcih. (ağır basan), yahut
mercûh (geri planda ) olarak ister; yahut da, her iki istek denk olur. Birinci
derecede âhireti istemek demek olan birinci kısma gelince, böyle bir amelin
Allah katında makbul ölüp olmayacağı, üzerinde düşünülecek bir konudur. Onun
makbul olmadığı da söylenebilir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), bir hadis-i
kudsî'de Cenâb-i Hakk'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"sen ortaklardan
müstağnî ve bert olanların en müstağnîsiyim. Kim, işlediği bir amelde başkasını
:r.ak kılarsa, onu, o ortak koştuğu şeyle başbaşa bırakırım."[82] Hem
sonra, bir şeyi yapmaya sevkeden ve ona götüren şeyde, Allah'ın
rızasını taleb etmenin müstakil ve yeterli bir sebep olduğu da söylenebilir,
böyle olmadığı da söylenebilir. Eğer birinci ihtimal söz konusu olursa, bu sevk
ve götürmede, başka birşeyin tesirinin olması imkânsızdır. Çünkü hüküm
(netice), tam ve mükemmel bir sebebe dayanmış olarak meydana geldiğinde, onda
başka birşeyin de tesirinin ve katkısının bulunması imkânsız olur. Eğer ikinci
ihtimal söz konusu olursa, bu durumda, o fiile sevkeden ve götüren şey, o
şeylerin toplamı olmuş olur. Halbuki bu toplam, Allah'ın rızasını taleb
değildir. Çünkü iki şeyden meydana gelen bir toplamın, bu iki şeyden her
birinden başka (farklı) birşey olmuş olması gerekir. Binâenaleyh bu kısım, işi yapmaya
sevkeden şeyin, (saikin) Allah'ın rızasını talebten başka bir şey olduğu kısma
iltihak etmiş olur. Binâenaleyh bunun makbul olmaması gerekir. Şöyle de
denilebilir: Ahireti istemek, dünyayı istemekten üstün olunca, bu iki şey
birbiriyle nötürleşir, geriye kalan fazlalık, âhireti tafeb etmeye mahsus bir
sebep olmuş olur. Bundan dolayı, bunun makbul olması gerekir. Fakat dünya ve
âhireti isteme arzusu denk olduğunda, yahut dünya arzusu daha fazla olduğunda,
âlimler böyle bir amelin makbul olmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Fakat
bu, her halükârda tamamen âhiret isteğinden halî, kendisinde sırf dünya arzusu
hakim olan amellerden daha hayırlıdır.
Dördüncü kışıma
gelince, şöyle denilebilir: İnsan, bu fiile, hiçbir saik (sebeb) olmaksızın
yönelmiştir. Bu, "yapabilen kimseden bir fiilin sâdır olması bir sebebe
dayanır mı dayanmaz mı?" meselesine dayanan bir kısımdır. Fiilin mutlaka
bir sebebe dayandığını söyleyenler, bu kısmın olamayacağını ileri sürmüşlerdir.
Fiilin mutlaka bir sebebe dayanması gerekmediğini söyleyenler ise şöyle
demişlerdir: "Bu fiil, abes olduğundan ötürü zahiren haram olduğu için,
bunun b'âtına(uhrevî şeylere) bir tesiri yoktur." Allah en iyi bilendir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, külten "Onlardan herbirine" yani "iki kısımdan
herbirine" buyurmuştur. Buradaki tenvin, muzafun ileyhten bedeldir.
Cenâb-ı Hak, "Onlara da, bunlara da Rabbinin atasından peşpeşe
veririz" buyurmuştur. Yani, "Allah Teâlâ, her iki kısma da mallar
verir ve mallar çocuklar ve dünyada izzet, zinet sebebi olan şeyler vermek
suretiyle, onlara bol bol rızık verir. Çünkü Allah'ın vergisi, bağışı, atası,
mü'min-kâfir herkes için boldur." Çünkü herkes, şimdi amel yurdu olan
dünyadadır. Binâenaleyh herkesin, her türlü mazeret kapısını kapatmak gerekir.
Herkese, salâhının (uygun halinin) gerektirdiği kadarıyla dünya metâı vermek
gerekir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, atasının (vergi ve bağışlarının) menedümiş
olmadığını beyân buyurmuştur. Arapça'da, "menetmek" manasına fiili kullanılır. Seninle, başkası arasına
giren herşey, seni ondan alıkoymuş, menetmiş demektir.
[83]
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, "Baksana, biz onların
bazısını bazısına nasıl üstün kıldık'* buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili iki
görüş vardır:
Birinci Görüş: Buna
göre mana, "Bizim, her iki gruba da, dünyada iken, mubah olan şeyleri
vermemize bak. Biz, nasıl onların bazısını bazısına üstün kılmış ve o mubahı
bir mü'mine verirken, bir diğerine vermemişiz; yine bir kâfire verirken, bir
diğerine vermemişiz" şeklindedir. Cenâb-ı Allah, bu farklı kılışın
hikmetini, "Dünya hayatında, onların geçimlerini bile aralarında (onlar
değil), biz taksim ettik. Kimini, derece derece diğer kiminin üstüne çıkardık
ki, bir kısmı, bir kısmını işçi tutsun (çalıştırsın)..."(Zuhruf,32) ve
"Size verdiği şeylerde, sizi imtihan etmek için (Allah), kiminizi
derecelerle, kiminizin üstüne çıkardı"(Enam.ıes) buyurarak beyân etmiştir.
Allah Teâlâ sonra da,
"Elbette âhiret, dereceler bakımından daha büyüktür, üstün kılmak bakımından da
daha büyüktür" buyurmuştur. Bu, "insanların, dünya menfaatları
(mal-mülk-makam) bakımından birbirinden üstünlüğü gözle görülür. Âhiret
menfaatları dereceleri bakımından üstün olanların üstünlükleri ise daha
büyüktür, daha yücedir. Çünkü âhiret dereceleri bakımından üstün olanların
üstünlüğü dünya dereceleri bakımından üstün olanların üstünlüğüne oranla,
âhiretin dünyaya oranı gibidir. Binâenaleyh insan dünya üstünlüğünü elde etmeye
alabildiğine çalıştığına göre, âhiret üstünlüğünü elde etme gayret ve arzusunun
daha kuvvetli olması öncelikle gerekir.
İkinci Görüş: Bu üstün
kılma üe, âhiretin dünyadan daha yüce ve daha üstün olması kastedilmiştir. Buna
göre mana, "Mü'minler cennete, kâfirler cehenneme girerler. Böylece de
mü'minlerin, kâfirlerden üstün oldukları ortaya çıkar" şeklinde olur. Bunun
bir benzeri de, "Ogün, cennetliklerin eğlenip duracakları yer çok hayırlı,
dinlenecekleri yer çok güzeldir" (Furkan, 24) ayetidir.
[84]
"Allah ile
beraber, başka bir tanrı edinme. Sonra kınanmış ve kendi başına bırakılmış
olursun1' (Isra, 22).
Ayetle ilgili birkaç
mesele var:
[85]
Ayetin, makabli ile
münasebeti hususunda şunu söyleyebiliriz:
"Allah Teâlâ, insanların
iki kısma ayrıldıklarını,bir
kısmının yaptıkları işlerle, sadece dünyayı elde etmek istediklerini ve
bunların ikâb-azâb ehli olduklarını; bir kısmının da yaptığı şeyleri, Allah'a
itaat için yaptıklarını ve bunların mükâfaat ehli kimseler olduğunu beyân edip,
sonra da bunu üç şarta, yani:
a)
Ahireti
isteme,
b) Ahireti elde etmek için uygun say-u gayreti gösterme,
ve
c) Mü'min olma şartlarına bağladığını bildirince, bu
ayette de, o mücmel (özet) ifadeleri açarak, önce, İman hakikatini izah etmeye
ve imanın en kıymetli parçasının, tevhid ve Allah'ı ortaklardan tenzih etmek
olduğunu anlatmaya başlayarak, "Allah ile beraber, başka bir tanrı
edinme" buyurmuştur. Daha sonra da bunun peşinden, imana götüren ve âhiret
elde edilebilecek olan, bahtiyar (bahtları güzel), halleri mükemmel kimselerden
olmayı sağlayacak amellerden bahsetmiştir.
[86]
Müfessirler şöyle
demişlerdir: "Bu zahiren, Hz. Peygamber (s.a.s)'e bir hitaptır.
Fakat mana bakımından, bütün mükellefleri içine atmaktadır. Bu tıpkı, "Ey
peygamber, kadınları boşadığımz zaman"(Ta\ak, i) ayetinde
olduğu gibidir. Bu hitabın, bütün insan cinsine yönelik olması da mümkündür.
Buna göre, "Ey İnsan, Allah ile beraber başka bir tanrı edinme"
denilmektedir. Bana göre bu ihtimal daha evlâdır. Çünkü Allah Teâiâ, "ve
Rabbin, "Kendinden başkasına kulluk etmeyin. Ana ve babaya iyi muamele edin
" diye hükmetti. Eğer onlardan biri veya her ikisi yanınızda ihtiyarlığa
ererlerse. onlara "ö/" (bile) deme"(isra,233 ifadesini bunun
üzerine atfetmiştir ki, bu ifade, Hz. Peygamber (s.a.s)'e uygun düşmez. Çünkü
onun ana-babası, onun yanında ihtiyarlamamışlar (önceden ölmüşlerdi).
Binâenaleyh bu ayetle, insanlara hitap edilmiş olduğunu anlıyoruz.
[87]
Ayetin manası şudur:
"Kim Allah'a şirk koşarsa, kınanmış ve kendi başına bırakılmış olur."
Bunun böyle olduğuna şunlar da delalet eder:
a) Müşrik, yalancıdır. Yalan söyiemek ise, kınanmayı ve
tek başına kalmayı
b) Tek ve bir olan Allah'tan başka bir ilâh, bir
müdebbir ve bir takdir edenin bulunmadığı delil ile sabit olunca, bu durumda
bütün nimetler, Allah'tan olmuş olur. Binâenaleyh, kim Allah'a şirk koşarsa,
aslında tamamı Allah'tan olduğu halde, o nimetlerin bir kısmını başkasına mal
etmiş olur. O zaman da, kınanmaya müstehak olur. Çünkü Allah Teâlâ, o nimetleri
vermek suretiyle o şükre müstehak olmuştur. Binâenaleyh, o, o nimetlerin
Allah'tan olduğunu İnkâr edince, Aliah Teâlâ'nın ihsanına, kötülük, inkâr ve
küfrân-ı nimetle mukabelede bulunmuş olur. Böylece de, kınanmaya müstehak olmuş
olur. Biz, o kimsenin, yalnız bırakılmaya müstehak olduğunu söyledik. Zira o,
Allah Teâlâ'ya bir şerik nisbet edince, o zaman işini o şerîke havale etmiş
olmaya müstehak olur. Binâenaleyh, o şerik de mevcut olmayınca, yardımsız,
muhafızsız ve desteksiz kalakalır ki bu da "hızlân"ın ta kendisidir.
c) Kemâl, vahdette; noksanlık ise, kesrettedir.
Binâenaleyh, kim Allah'a bir ortak nisbet ederse, o noksan tarafta yer almış
olur. Böylece de, zemme ve hızlâna müstehak olmuş olur. Bil ki, ayetin lafzt,
müşrikin mezmûm ve mahzûl (tek bırakılmış) olduğuna delâlet edince, bu ayetin
hükmüne göre, muvahhidin, medhedilmiş ve ilâhî yardıma mazhar olmuş olması
gerekir. Allah en iyi bilendir.
[88]
Cenâb-t Hakk'ın, "Sonra kınanmış ve kendi başına
bırakılmış olursun" cümlesindeki "kuûd" (oturma)
lafzının ne demek olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır:
a)
Bu,
"kalmak, beklemek, durmak" anlamındadır. Buna göre ayetin anlamı,
Sen, insanların içinde, kınanmış ve kendi başına bırakılmış olarak
kalakalırsın"
ide olur. Bu lafız, bu
manada hem Arapça'da, hem de Farsça'da «Sanılmaktadır. Meselâ, bir kimse bir
başkasına, "Falanca, o şehirde ne yapıyor?" : .e sorduğunda, buna
cevap veren kimse de, "O, en kötü bir halde oturmaktadır" :.e cevap
verdiğinde, bunun manası, o ister ayakta olsun isterse otursun, "O,
brtbiyor, (işi gücü yok)" şeklinde olur.
b) Mezmûm ve mahzûl olan kimseden beklenen, o kimsenin
yapamadığı şeylere *arşı, pişman olarak ve düşünceli bir biçimde oturmasıdır.
c)
İyilikleri
yapabilen kimse, onları yapmaya çaba sarfeder. Gayret ise, ancak fceSyette
bulunmak olur. Ama bunu yapamayan kimse ise, sa'y-ü gayret edemez,
aksine herhangi bir
talepte bulunamaz, çakılıp kalır. Ayakta durmak, kendisiyle arın tamamlandığı
şeylerden birisi olup oturup kalma da bu imkân ve kudretin rtşına bir alâmet
olunca, hiç şüphesiz kıyam, hayırları elde edebilmekten; oturma acziyyet ve
zayıflıktan bir kinaye olmuş olur.
[89]
Vahidî şöyle der:
"Bu fiil, mansub olarak şeklinde okunmuştur. Çünkü bu,
nehyin cevâbı olmak üzere, fâ'dan sonra gelen bir muzari fiil olup, mukadder
jen) ile mansub kılınmıştır. Bu, senin tıpkı, "Bizden ayrılma, senden
uzaklaşırız" demen gibidir ki, bu ifadenin takdirî manası, "Senden,
ıa meydana gelmesin. Aksi halde, bizden de, seni terketmek fiili sadır
olur!" şeklinde olur. Binâenaleyh, fâ'dan sonra başında fâ
atıf harfi bulunan önceki bir cümleye mütealliktir. Nahivciler bunu, ikincisi
birincisinin neticesi olması hususunda ceza cümlesine benzediği için cevap
cümlesi diye isimlendirmişlerdir. Baksana mana, "Ayrılma, eğer ayrılırsan,
ben senden uzaklaşırım" şeklindedir. Ayetin takdiri de, "Allah ile
beraber, başka bir tanrı edinme. Eğer Allah ile beraber başka bir tanrı
edinirsen, o zaman kınanmış ve tek başına bırakılmış olarak oturup
kalırsın" şeklinde olur.
[90]
"Rabbin,
"Kendinden başkasına kulluk etmeyin. Ana ve babaya iyi muamele edin"
diye hükmetti. Eğer onlardan biri veya her ikisi senin nezdinde ihtiyarlığa
ererse onlara "öf (bile) deme. Onları azarlama. Onlara çok güzel
söz söyle. Onlara
acıyarak tevazu kanadını indir ve "Ya Rabbi, onlar beni çocukken nasıl
terbiye ettilerse, sen de onlara merhamet eyle" de! Rabbiniz sizin
içlerinizdekini en iyi bilendir. Eğer siz iyi kimseler olursanız, şüphesiz ki, Allah da daima
kendine dönenleri cidden bağışlayıcıdır" (İsrâ. 23-25).
Bil ki Allah Teâlâ,
bir önceki ayette, iman hususunda en büyük rükün olan şeyi zikredince, bunun
peşinden de imanın alâmetlerinden olan şeyi ve onun şartlarını zikretmiştir ki
bunlar birkaç çeşittir:
[91]
Birinci Çeşit:
İnsanın, Allah'a ibâdetle meşgul olması ve Allah'tan başkasına ibadetten
alabildiğince sakınması ki, işte Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbin, "Kendinden
başkasına kulluk etmeyin..." diye hükmetti" ayetinden murad edilen de
budur. Bu hususta iki bahis vardır:
[92]
Birinci Bahis: Kadâ
kelimesinin manası, neshi kabul etmeyen kesin ve katî hüküm demektir. Bunun
delili şudur. Bizden birisi, bir başkasına bir şey emrettiğinde, "O ona
hükmetti" denilemez. Ama ona kesin bir emirle emredip, bunu ona katî
olarak hükmettiğinde, işte o zaman "Kadâ aleyhi" (ona hükmetti)
denilir. Kadâ kelimesi, aslında Arapça'da, bir şeyi tamamlamak ve bitirmek
manasıyla alâkalıdır. Meymûm İbn Mehrân, İbn Abbas'ın bu ayet hakkında şöyle
dediğini rivayet etmiştir: "Aslında bu ifade "Rabbin tavsiye
etti..." şeklindeydi; derken iki vâv'dan birisi sâd ile birleşti de,
şeklinde okundu. (O sözüne devamla şöyle dedi): Bu iş şayet, Allah'ın kaza ve
hükmüne dayansaydı, hiç kimse asla Allah'a isyan edemezdi. Çünkü Allah'ın
kazasının aksinin meydana gelmesi imkânsızdır." Bunu İbn Abbas'tan, Dahhâk
ve Saîd İbn Cübeyr de rivayet etmiştir ki, bu aynı zamanda İbn Mes'ûd ve Hz.
Ali'nin de kıraatidir.
Bil ki bu, doğruluktan
çok uzaktır; çünkü bu, Kur'ân'a tahrif ve tağyir arız olması kapısını açar.
Eğer biz bunu caiz görürsek, Kur'ân'a güven diye bir şey kalmaz ve bu, Kur'ân'ı
hüccet olmaktan çıkarır ki, bunun, din hususunda büyük bir yaralama olduğunda
şüphe yoktur.
İkinci Bahis: Biz bu
ayetin, Allah'a ibadet etmenin farz olduğuna ve Allah'dan başkasına kulluktan
men ettiğine delâlet ettiğini söylüyoruz ki, bu doğrudur. Çünkü iDâdet, sonsuz
tazimi içeren bir sözdür. Sonsuz tazim ise, ancak, kendisinden sonsuz
nimetlerin sudur ettiği kimseye uygun düşer. Sonsuz nimetler vermek ise,
mahlukatı var etmek, onlara hayat, kudret, şehvet ve akıl vermekten ibarettir.
Bütün bunları verenin ise, başkası değil, Allah Teâlâ olduğu delillerle
sabittir. Bütün nimetleri veren başkası değil de Allah olunca, ibadete müstehak
olan da, hiç şüphesiz başkası değil, A iah olmuş olur. Böylece, aklî delil ile
de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbin. "Kendinden başkasına kulluk
etmeyin..."diye hükmetti" buyruğunun yerinde olduğu kesinleşir.
[93]
Cenâb-ı Hak,
"...Ana ve babaya iyi muamele edin" diye hükmetti. Eğer rdan biri
veya her ikisi senin nezdinde ihtiyarlığa eterlerse, onlara "Öf"
(bile) seme. Onlan azarlama. Onlara çok güzel söz söyle. Onlara acıyarak tevazu
kanadını indir ve, "Yâ Rabbî. onlar beni çocukken nastl terbiye ettilerse,
sen de onlara merhamet eyle " de! Rabbiniz sizin içlerinizdekini en iyi
bilendir. Eğer siz iyi kimseler olursanız, •^phesiz ki. Allah da daima kendine
dönenleri cidden bağışlayıcıdır" buyurmuştur.
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır.
[94]
Bil ki Allah Teâlâ,
önce kendisine ibadet etmeyi emretmiş, peşinden de ana-babaya itaati emretmiştir.
Kendisine ibadet etmeyi emretmesiyle
ana-babaya itaati emretmesi arasındaki münasebeti birkaç yönden izah
edebiliriz:
Birinci Vecih: İnsanın
var olmasının gerçek sebebi, Allah Teâlâ'nın onu yaratıp var etmesidir. Var
oluşunun zahirî sebebi ise, onun anne-babasıdır. Böylece Cenâb-ı Hak, ilk önce
pekçok sebebe tazim edilip saygı duyulmasın, bunun peşinden de zahirî sebebe
tazim edilmesini emretmiştir.
İkinci Vecih: Mevcûd,
var olan, ya kadîmdir, ya da muhdes. Binâenaleyh, insanın, kadîm ilâh ile olan
muamelesinin tazîm ve kulluk ife; muhdes ile olan muamelesinin de. ona karşı
şefkatini ortaya koyarak tezahür etmesi gerekir ki, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in '"Allah'ın emrine saygı
duymak, mahlûkata karşı da şefkat göstermek" şeklindeki hadisinden
kastedilen de budur. Kendilerine en fazla şefkat duyulması gereken mahluk ise,
ana-babadır. Çünkü onların, o insana karşı in'âm ve lütufları son derece
fazladır. O halde, "Rabbin, "kendinden başkasına kulluk
etmeyin..." diye hükmetti" buyruğu, Allah'ın emrine itaat edip tazîm
göstermeye; "Ana ve babaya iyi muamele edin" buyruğu da, Allah'ın
mahiûkatına şefkatli davranmaya bir işarettir.
[95]
Üçüncü Vecih: Nimet
verene şükretmekle meşgul olmak vâcibtir. Gerçek nimet veren ise Allah
Teâlâ'dtr. İnsanlardan birisi de sana in'âmda bulunmuş olabilir. O halde ona da
teşekkürde bulunmak gereklidir. Çünkü Hz. Peygamber, 'İnsanlara teşekkür
etmeyen, Allah'a da şükretmez"[96]
buyurmuştur. Halbuki insan üzerinde, ana-babanınki kadar hiçkimsenin bir nimet
ve iyiliği bulunmamaktadır. Bunu da birkaç bakımdan izah edebiliriz:
1) Çocuk, ana-babanın bir parçasıdır. Nitekim Hz.
Peygamber (s.a.s) J* Üj» i*J?li "Fatıma benden bir parçadır''[97]
buyurmuştur.
2) Ana-baba çocuğuna, alabildiğince şefkat duyar ve
onların, çocuklarına her türlü iyiliği yapmadaki çaba ve gayretleri tabii bir
haldir. Yine onların, çocuklarına herhangi bir zarar vermekten kaçınmaları da
tabii bir haldir. Binâenaleyh, her ne zaman, ona hayır ulaştırmaya vesile olan
sebepler çok ve bol; engeller de o nisbette bertaraf
edilmiş olursa, hiç
şüphesiz, o çocuğa sayısız iyi ve güzel şeyler ulaşmış olur. Dolayısıyla, ana
babanın, çocuklar) üzerindeki lütuf ve ihsanlarının, İnsanlardan başkasına
ulaşan nimetlerden çok çok fazla oimast gerekir.
3)
İnsan, son
derece zayıf ve son derece aciz olduğu o çocukluk devresinde, ana-babanın in'am
ve iyilikleriyle kuşatılmıştır. Binâenaleyh o vakitte, ana-babanın muhtelif
nimet ve lütuflart o çocuğa ulaşmıştır. Yine, o çocuğun o vakitteki acıma
duygusu ana-babaya ulaşmakta, vasıl olmaktadır. Binâenaleyh, bu tarz üzere
yapılan tütuf, in'âm ve İhsanın değerinin çok büyük olacağı malûmdur.
4) Bir kimsenin bir başkasına yapacağı iyilik, bazan, o
kimseden göreceği iyilik münasebetiyle olabilir. Bu maksada, bazan başka
gayeler de karışabilir. Halbuki çocuğa iyilik yapmak, sadece bu maksattan
dolayı (o da bana baksın diye...) olmaz. Binaenaleyh, bu hususta yapılan iyilik
(karşılık gözetilmeksizin yapıldığı için), daha tam ve daha mükemmel oiur.
Böylece, hiç kimsenin, insan üzerinde, ana-babası kadar hakkının, nimetinin ve
iyiliklerinin bulunmadığı kesinlik kazanmış olur. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak
sözüne, yaratanın nimetine şükretmeyi emretmekle başlamıştır ki,bu O'nun, "Rabbin, "Kendinden başkasına
kulluk etmeyin..." diye hükmetti" -uyruğudur. Daha sonra bunun
peşinden de, ana-babanın iyiliklerine teşekkürde bulunmayı getirmiştir ki, bu
da O'nun, "Ana ve babaya iyi muamele edin" ayetidir. Bunun sebebi,
daha önce de beyan ettiğimiz gibi, yaratan ilâhın in'âm ve lütfundan sonra, nimetlerin
en büyüğünün, ana-babanın yaptığı iyilikler olmasıdır.
[98]
İmdi, eğer denilirse
ki, "Ana-baba, ancak kendi şehevî-nefsî nazlarını tatmin etmek ıçtn bunu
yapmışlar ve arzulamtşlardır. Bunun neticesi olarak da, çocuk bu dünyaya gelmiş
ve böylece, korkular ve âfetler âleminde var olmuş olur. Binâenaleyh,
ana-babanın çocuğu üzerinde hangi in'âm ve lütfü vardır ki?!"Anlatıldığına
göre, - metle (nüktedanlığı ile) meşhur olan birisi, babasını dövüyor ve:
"Beni bu kevn-u fesad (oluş ve bozulma) âlemine getiren; beni ölüme,
fakirliğe, körlüğe ve Ütûrümlüğe maruz kılan budur" diyordu. Ebu'l-Alâ
el-Ma'arrî'ye"Kabrinin üzerine ne yazalım?" diye sorulduğunda o,
"Onun üzerine şunu yazın: "Bu, babamın benim aleyhimde irtikâb ettiği
cinayettir! Fakat o cinayeti hiç
kimse hakkında işlemedim."
Yine o, evlenmeme ve
çoluk-cocuğu terketme hususunda da şöyle demiştir: cuklarımı ben,
bu geçici dünyanın nimetinden önce
bulunan ''yokluk ademu) nimeti
içinde oldukları halde birakıverdim. Şayet onlar doğsalardı, onlan cek (ahiret)
hayatının helak edici sıkıntıları içine atacak olan nice meşakkatlere anmak
zorunda kalacaklardı?
İskender'e şöyle
sorulmuştu: "Hocanın mı senin üzerindeki iyiliği büyüktür, yoksa babanınki
mi?" Bunun üzerine o: "Hocamın iyiliği daha büyüktür. Çünkü hocam,
beni okutup yetiştirirken, çeşitli sıkıntı ve zorluklara katlanmıştır; beni
ilmin nurlu diyarlarında dolaşttrmıştır. Babama gelince o, cima lezzetini
duymayı arzulamış ve bu sebeple de beni, çeşitli kevn-ü fesad alemine
getirmiştir" demiştir. "Babaların en hayırlısı seni
yetiştirendir" ifadesi, yaygın ofan ve herkesçe bilinen
cümlelerdendir." Evet, işte böyle denilecek olursa buna şu şekilde cevap
veririz:
Farzedelim ki onlar,
işin başında cima lezzetini arzulamalardır. Ancak ne var ki, çocuklarının
varlık âlemine girmesinden itibaren ileri yaşlara ulaşıncaya kadar, onların her
türlü hayrı o çocuklarına ulaştırıp her türlü belâyı da onlardan savuşturma
hususunda gösterdikleri itina ve gayretleri, tahayyül edilebilecek her türlü
hayır ve iyiliklerden daha büyük değil midir? Böylece bu şüpheler sakıt olmuş
oldu. Allah en iyisini bilendir.
[99]
Cenâb-ı Hak, "Ana
ve babaya iyi muamele edin" buyurmuştur. Dilciler şöyle demişlerdir:
"Ayetin takdirî manası, "Senin Rabbin Allah'tan başkasına ibadet etmemenize ve
ana-babanıza da iyilikte bulunmanıza hükmetti" şeklindedir. Veyahut da,
ayetin takdirinin şöyle olduğu söylenebilir: "Rabbin, kendisinden
başkasına ibadet etmemenize hükmetti. Ana-babanıza da iyilik edin . Keşşaf
sahibi şöyle der: kelimesinin başındaki bâ harf-i cerri'nin ihsânen lafzına
taalluk etmesi caiz değildir. Çünkü, masdarın mef'ûlü, kendisinden önce
bulunamaz." Keşşaf, masdarın mefûlünün kendisinden önce bulunmasının caiz
olmayacağına dair delil de zıkretmemiştir.
Vahidî ise, el-Basît
adlı eserinde şöyle der: "Bu kelimenin başındaki bâ harf-i cerri,
kendisinden sonra gelen ihsanen lafzına taalluk eder, ama ondan önce gelmiştir.
Bu, senin tıpkı, "Bl Zeyd'in femrur" (Zeyd'e uğra) demen
gibidir," Ben derim ki: Vahidî'nin getirdiği bu misal, uygun değildir.
Çünkü istenen, masdarın mefûlünün kendisinden önce bulunup bulunmadığıdır.
Halbuki bahsedilen misâl böyle değildir.
[100]
Kaffâl şöyle der: fiili, bazan bâ, bazan da ilâ harf-i cerriyle
müteaddî olur. de böyledir. Nitekim Arapça'da, "Ahsentu bihî, ileyhi; Ese'tu bihî,
İleyhi" (Ona iyilik yaptım; ona kötü davrandım) denilir. Nitekim
Cenâb-ı Hak da, (Yusuf. ıoo) buyurmuştur. Şair de, "Ey sevgili, bize ister
kötü davran isterse iyi. Sevgili danhp gücense bile, bizde ne gücenme var. ne
de darılma" demiştir.
[101]
Ben derim ki: Ayetin
lafzı, her biri ebeveyne alabildiğince iyilik etmeyi gerektiren pekçok kaydı
kapsamaktadır:
a) Allah Teâlâ önceki ayette, "Kim de mü'min olarak
âhireti diler, onun için bir gayretle çalışırsa, işte onların çalışmaları
makbul olur"(isra, 19) buyurmuş, bunun peşinden de, sayesinde, ahiret
mutluluklarının elde edileceği amelleri kapsayan bu ayeti getirmiş, ana-öabaya
İtaat edip iyilikte bulunmayı da bu amellerden birisi olarak zikretmiştir ki,
işte bu zikrediş, bu tâatin (ana-babaya itaatin), âhiret mutluluklarını
kazandıran temel ve aslî taatlerden olduğuna delâlet eder.
b)
Allah Teâlâ
önce tevhidi; ikinci olarak, kendisine itaati; üçüncü olarak da ana-babaya
itaati emretmiştir ki, bu, ana-babaya itaatin ne denli büyük ve önemli olduğu
hususunda yüce bir mertebe ve ileri bir ifadedir.
c)
Allahu
Teâfâ, dememiş, tam
aksine buyurmuştur. Binâenaleyh, "ana-baba" ifadesinin
önce zikredilmesi, onlara alabildiğince itinâ göstermek
gerektiğine delâlet eder.
d) Cenâb-ı Hak, nekire olarak buyurmuştur. Bir şeyi
nekire, belirsiz getirmek, o şeyin yüceliğine (tefhîm ve tazîm) delâlet eder.
Buna göre ayetin manası. "Rabbin, ana-babanıza, büyük ve mükemmel bir
şekilde iyilikte bulunmanızı emretti" şeklinde olur. Bu böyledir; zira,
onların sana karşı olan lütuf ve iyilikleri, hadsiz bir dereceye varınca, senin
de onlara yapacak olduğun lütuf ve ihsanının bu şekilde olması gerekir. Sonra,
her ne olursa olsun, bu iyilikte bir denklik de bulunamaz. Çünkü onların sana
olan iyilik ve lütufları, herhangi bir maksat ve gaye gözetilmeksizin
yapılmıştır. Meşhur olan bir darb-ı meselde şöyle denilmektedir: "İyiliği
iik başlatanın iyiliğine denk olan bir iyilik yapılamaz."
[102]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Eğer onlardan biri veya her ikisi senin nezdinde ihtiyarlığa
ererlerse..." buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[103]
İmmâ, in ile mâ
lafızlarından meydana gelmiştir.Hem İn, hem de mâ
lafızları şart edatıdır. Meselâ, ma'nın şart edatı olduğunun misali Cenâb-ı Hakk'm (Bakara, 106) ayetidir. Binâenaleyh, Cenâb-ı
Hak
bu kelimede iki şart
edatını bir arada getirip zikredince, bu, şart manasını tekidi ifâde etmiştir.
Ancak ne var ki, fiilin sonuna şeddeli tekîd nûnu geldiği için, cezm alâmeti gözükmemiştir.
Çünkü, muzari fiilin sonuna tekîd nûnu bitiştiğinde, fiil mebnî olur. Ben derim
ki: Bir kimse şöyle diyebilir: "Tekîd nûnu, ancak, bahsedilen hükmün en
kuvvetli bir biçimde tekîd, takrir ve isbat edilmesinin gerektiği yere uygun
düşmektedir. Ancak ne var ki böyle bir tekîd buraya pek uygun düşmez. Çünkü
birisi, "şu şey, ya şöyledir veya böyledir" dediğinde, bundan kastedilen,
o hükmün bahsedilen o iki şey arasında dönüp dolaşmasıdır (ya odur, ya budur).
Halbuki, takrir ve tekid. böyle bir duruma uygun düşmez. O halde nasıl olur da,
immâ ile tekid nûnunu bir arada zikretmek uygun düşebilir?"
Buna şu şekilde cevap
verilebilir:
Bununla, "Bu
tekîd edilen hüküm, ya tahakküm eder, veya tahakkuk etmez" manası
kastedilmiştir. Allah en İyisini bilendir.
[104]
Kıraat imamlarının
ekserisi ayeti, şeklinde okumuşlardır. Bu okuyuşa göre, onun faili, kelimesi de,
kelimesine atfedilmiş olur. Bu, senin tıpkı "Darabe Zeydun ev
Amrun" (Zeyd veya Amr vurdu) demer gibidir. fiili kelimesine isnâd
edilirse, bu da caiz olur. Çünkü fii! daha önce gelmiştir. Bu, senin tıpkı,
"Kale raculün" (Bir adam dedi), "Kale reculâni flkiadam dedi) ve
"Kâleti'r-ricâlü" (Adamlar dedi) demen gibidir. Hamza ve Kisâî (o
ikisi ulaşırlarsa) şeklinde okumuşlardır. Bu okuyuşa göre, kelimes ana babaya
râci olan oufe fiilindeki fail elifinden bedel; lafzı da, ya fail veya bedel
olarak, kelimesine atıftır.
Buna göre şayet, şeklinde
söylenmiş olsaydı, lafzı, bede; değil, tekîd
olurdu. O halde, ne diye siz onun bedel olduğunu iddia ettiniz?"
denilirse, biz deriz ki:
Bu, tesniyeyi tekîd
etmesi doğru olmayan bir şey üzerine atıftır. Binâenaleyh onun hükmüne tâbi
olmuş olur. Böylece de onun gibi, bedel olması gerekir.
Buna göre eğer,
"ehadühumâ" kelimesinin bedel; "kilahuma" kelimesinin de
îekîd olduğu niçin söylenemesin? Böylece bu, tekîdi bedel olan kelimeye atfetme
olmuş olur" denilirse, biz deriz ki:
Atıf, müşareketi,
ortaklığı gerektirir. Binâenaleyh, onlardan birisini bedel kılıp, diğerini
tekîd kabul etmek, aslolan kaidenin hilâfınadır. Allah en iyisini bilendir.
[105]
Ebu'l-Heysem er-Razî,
Ebu'l-Feth el-Mavsılî ve Ebû Ali el-Cürcanî şöyle demişlerdir: "Kilâ lafzı
tesniye anlamında müfred bir isim olup,
bunun vezni fiil veznidir. Onun lame'l-fiili de, tıpkı, (lâzım oldu, gerekli oldu),
(razı oldu, hoşnut oldu) fiilleri gibi illetlidir. Bu, işte bu kalıb üzere vaz'
olunmuş ve kendisiyle sadece tesniyelerin tekîd edildiği bir kelimedir. Bu,
devamlı muzâf olarak kullanılır. Bunun, lafzan müfred oluşunun delili şudur: Bu
kelime şayet tesniye olmuş olsaydı, nasb ve cerr halinde, yâ'nın kesresiyfe, (O
İki adama uğradım) denilmesi gerekirdi. Bu, senin tıpkı, "Beyne
yedeyi'r-reculi" (Adamın önünde), "Gecenin üçte
ikisinden..."(Müzzemmri.20); (Vusuf,4i) ve (gündüzün iki tarafında...)
(Hûd, ıu) demen gibidir. Durum böyle olmadığına göre, biz onun tesniye olmayıp,
aksine, tıpkı (küllün) lafzının, cemâat
manasında vaz' olunmuş müfred bir lafız olması gibi, bu da tesniyeye delâlet
etmesi için vaz olunmuş müfred bir lafızdır. O halde sen, bu küllün lafzından
haber verip onu mübtedâ tuttuğunda, tıpkı, müfred fafza haber getirir gibi
haber getirirsin. Bu mesela, "Onların her biri kıyamet günü O'na rek
başına gelecektir" (Meryem, 95) ayetinde olduğu gibidir. Aynen bunun gibi,
kilâ kelimesini mübtedâ tuttuğunda, onun haberini, müfret mübtedâ lafzın haberi
gibi getirir de "kardeşlerinin ikisi de ayaktadır" dersin. Cenâb-ı
Hak da, "Bu iki bağ da mahsûlünü vermiş" (Kem, 33) buyurmuş, (Atetâ) dememiştir. Allah en iyisini
bilendir.
[106]
Ayet-i kerimedeki
ifadesinin manası, "Onlar, zayıflık ve acizlik çağına ulaşırlar da, böylece
senin yanında, ömürlerinin nihayetinde,
tıpkı dünyaya gelişlerinin başlangıcındaki gibi... olurlarsa..." demektir.
Bil ki Allah Tealâ, bu
cümleyi zikredince, işte bu esnada insana, ana-babası nakkında şu beş şeyi
teklif ederek, onu bunlardan sorumlu tutmuştur:
1) Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlara "öf deme..."
buyruğunun ifade ettiği -^sustur. Bununla ilgili birkaç mesele vardır:
[107]
Zeccâc şöyle
demektedir: kelimesi, yedi şekilde
okunmaktadır: Fâe'l-fiilinin kesresi, dammesi ve fethasıyla (üffin, effin,
Iffin...). Bütün bu üç kullanılışı da, tenvinli ve tenvinsiz olarak okursan, bu
durumda bu, altı çeşit okuyuş eder. (ÜffHı-üffi; effin -effl ve iffin-iffi).
Yedinci okuyuş şekli ise, yâ ile olmak üzere şeklindedir."
Ahfeş şöyle der:
"Sanki böylece bu sözü kendisine nisbet etmiş ve "Benim sözüm budur!
Öf be!" demek istemiştir." İbnu'l-Enbarî, Zeccâc'ın söylediği şeylere
ilâve olarak, bu lafzın ayrıca üç şekilde daha okunduğunu söylemiştir ki, bunlar,
elifin kesresi ve fâ'nın fethasıyla "iffe"; elifin dammesi ve hâ
getirilerek, "üffeh" ve elifin dammesi ve fâ'ntn sükûnuyla,
"üff" dür.
[108]
İbn Kesir ve İbn Âmir,
tenvinsiz olarak, fâ'nın fethasıyia, "üffe" şeklinde okurlarken, Nâfi
ve Hafs, fâ'ntn kesresi
ve tenvin ile,
"üffin" okumuşlardır. Diğer kıraat imamları da, fâ'nın
kesresi ve tenvinsiz olarak "üffi" şeklinde okumuşlardır ki, bütün
bunlar değişik kullanışlardır. Aynı ihtilaf, "Yuh size ve Allah'ı bırakıp
taptıklarınıza!" (Enbiya, 67) ve "Öf size... "(Abkâf. 17}
ayetlerindeki ifadede de söz konusudur. Ben derim ki, burada müşkil olan husus
şudur: Biz, bu lafzın, on değişik şekilde kullanıldığını naklettiğimize göre,
kıraat imamlarıntn bu lafzın okunuşu hususundaki kullanışlarının ekserisini
bırakıp da, bunlardan pek azıyla yetinmiş olmalarının sebebi nedir?
[109]
Alimler, bu lafzın
tefsiri hususunda, şu izahları yapmışlardır:
a) Ferrâ şöyle der: "Araplar, "Falanca,
duyduğu kokudan dolayı öffenmeye, öf demeye başladı" derler ki, bunun
manası, "Öf,
öf!..." dedi" demektir."
b) el-Esmaî şöyle der: "Uff" kelimesi,
"kulak kiri"; "tuff" kelimesi de, "tırnak kiri"
anlamına gelir. Bu kelimeler, bir şeyden tiksinildiği zaman söylenilir. Daha
sonra bu kelime yaygınlaşarak, Araplar bunu, eziyyet duydukları her şey için
kullanır oldular."
c) Bazıları, bu kelimenin manasının, "kıllet,
azlık" olduğunu söylemişlerdir ki bu, Arapların, "az şey"
anlamında kullandıkları "efîf" tabirlerinden alınmıştır.
"Tuff" kelimesi de, "İtbâ" kabilinden kullanılır. Bu,
Arapların tıpkı, "Şeytânım (eytâmın; habîsun-nebîsun" {Şeytan meytan;
kötü mötü, vb...) demeleri gibidir.
d)
Sa'leb,
İbnu'l-A'rabî'den, bu kelimenin, can sıkıntısı anlamına geldiğini söylediğini
rivayet etmiştir.
e)
Kudbi şöyle
der: "Bu kelimenin aslı şudur: Senin üzerine toprak veya kül düştüğünde,
sen onu izâle etmek için, ona üflersin. O üfleme esnasında meydana gelen ses,
işte senin "üf, üf..."demendir. Daha sonra Araplar bu kelimenin
kullanış sahasını genişleterek, bu kelimeyi, kendilerine gelen her kötü hal
sırasında söylemeye başladılar."
f) Zeccâc bu kelimenin manasının, "kokmak,
kokuşmak" olduğunu söylemiştir ki bu, Mücâhid'in görüşüdür. Çünkü Mücâhid,
Cenâb-ı Hakk'ın hitabına “Onlar, sen horlarken, sen altına pislerken, senden
tiksinmedikleri gibi, sende onlardan tiksinme” manasını vermiştir.Mücahit’den gelen
bir başka rivayette de, onun bu ayete “Sen onlardan, hoşuna gitmeyecek bir koku
duyduğunda, sen onlara “öf” deme!”manasını verdiği zikredilmiştir.
[110]
Bir kimsnin,
“Falancaya öf deme!” sözü, onu az ya da çok olsun, dokunabilecek her türlü
eziyetten korumak için getirilmiş olan bir darb-ı meseldir.
Usulcüler, bu lafzın,
diğer eziyetlerden men etmeye delaletinin, “delalet-i lafzı”mi, yoksa kıyas
gereği, “delalet-i mefhumi”mi olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Birinci Görüş Bazıları
şöyle demişlerdir: “Bunun delaleti, delalet-i lafziyedir.Çünkü, örf ehli,
“Falancaya öf deme!” dediklerinde, onlar bu ifadeleriyle “ o kimseye, hiçbir
eziyet ve ürkütücü şeyle sataşma…”manasını kastetmişlerdir.Bu, onların tıpkı,
“Falanca, ne bir kıtmire (hurma çekirdeğine), ne de nakire (çekirdeğin
üzerindeki bir iplikçiğe) sahip değildir” şeklindeki sözler gibidir ki,” bu söz
örfte, o kimsenin hiçbir şeye malik olmadığına delalet eder.”
İkinci Görüş:Bu lafız,
diğer eziyet çeşitlerinden menetmeye, “kıyas-ı celi” gereği delalet eder.Bunu
şu şekilde açıklarız: Şeriat bir meselenin hükmünü söylemediğinde, biz hükmü
söylenmemiş olan meselenin hükmünü, hüklmü belşirten mselenin hükmüne katmak
istediğimizde şu üç şeyle karşı karşıya kalırız:
a) Tıpkı burada olduğuı gibi, hükmün söylenmesinin,
söylenmesinden daha evla olması.Çünkü bu lafız. “öf” demekten menetmeye delalet
edince, dövmek haydi haydi menedilmiş olur.
b)Söylenmeyen hükmün, söylenen hükme denk ve eşit olması
ki aslında bu usulcülerin “asıl manasında kıyas” dedikleri şeydir.Onlara buna
da, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in şu hadisini misalvermişlerdir: “Bir kimse (ortak
olduğu) bir köledeki hissesini azad ederse, bu hisse dışında kalan miktar,
(ödemesi için) köle aleyhine belirlenir.”[111]
Çünkü bu hükümde, köle ve cariye
denktirler.
c) Söylenmeyen hükmün, söylenen hükümden daha gizli
olmasıdır ki bu, kıyasların en büyüğüdür.
Bunu iyice
kavradığında, biz deriz ki: “Öf” demekten menetme, edna (daha düşüğü ) ile
a’laya (daha üstün)
Olana istidlal etme nev’inden olan kıyas-ı
celim vasıtasıyla, dövmeden menetmeye de delâlet eder. Bunun delili,
"öf" den "dövmemden başka bir şey oluşudur. Binâenaleyh
"öf" demekten menetme-dövmekten menetme sayılmaz. Hem sonra
"öf" demekten menetmek, dövmekte*-menetmeyi aklen gerektirmez. Çünkü
meselâ büyük bir kral, diğer büyük bir kra; esir aldığında, ona düşman olur,
Ama buna rağmen, celladına "Sakın hâ onu köçflfe düşürecek hareketlerde
bulunma ve ona rencide edici söz söyleme. Hemen boy? vur" der. Bu bir
nebze aklî olunca, biz "öf" demeden menetmenin, "dövme"der
menetmeden başka bir şey olduğunu ve genel olarak bunun, dövmekten menetme
manasını aklen gerektirmediğini anlamış oluruz. Fakat biz, ayetteki şeyin
maksadınır "Onlara çok güzel söz söyle. Onlara, acıyarak tevazu kanadını
indir" ifadp delâleti İle, ana-babaya alabildiğine Saygı göstermek ve
itaat etmek olduğunu anlara Binâenaleyh "öf" demekten menetmenin,
dövmekten menetmeye delâleti, ednfinır a'.lâya kıyas edilmesi faslından olmuş
olur. Allah en iyi bilendir.
[112]
İkinci Çeşit: Cenâb-ı
Hakk'ınjkullartni, ana-babaları hakkında mükellef tutt şeylerden ikincisi, "Onları azarlama" emridir.
Arapça'da, bir kimse bir kimseyi azarlayarak karşıladığında, nehere ve intehere
fiilleri kullanılır. Nitekirr Cenâb-ı Hak "Dilenciyi de azarlayıp
kovma"(Duu, 10) buyurmuştu:
İmdi eğer, "öf
demekten menetmek, kovmaktan ve azarlamaktan menetmeye haydi haydi delâlet
eder. Öyfe ise Cenâb-ı Hak, öf demekten menetmeyi zikredince, bunun peşi sıra
"azarlamaktan" menetmeyi zikretmesi abes olur. Ama biz, Cenâb-.
Hakk'ın önce azarlamaktan menetmeyi, sonra da öf demekten menetmeyi zikretmiş
olduğunu farzetsek, bu daha uygun ve manidar olmuş olurdu. Çünkü azarlamaktan
menetmek, öf demekten menetmeyi de gerektirir. Öyleyse Allah'ın ayetteki bu
sıray gözetmiş olmasının sebebi nedir?" denilirse, biz deriz ki: Hak
Teâlâ'nın, "Onlara "öf1 (bile) deme" hitabı ile insanın az veya
çok canının sıkıldığını göstermesinden menediimesi kastedilmiştir. Ama
"Onları azarlama" hitabı ile ise, reddetmek ve yalanlamak suretiyle,
onların sözlerine ve görüşlerine karşı muhalefet etmekten menetme manası
kastedilmiştir.
[113]
Üçüncü Çeşit: Bu,
ayetteki "Onlara çok güzel söz söyle" emri ile anlatılan husustur.
Bil ki Allah Teâlâ insanı, önceki hitabı ile ana-babasına eziyet veren ve
onları rencide edecek şeylerden nehyedince, bu, güzel söz söylemeyi emretmek
yerine geçmez. İşte bu sebeple, bunun peşinden insana, ebeveynine güze! ve hoş
söz söylemesini emrederek, "Onlara çok güze! söz söyle" buyurmuştur
ki bununla, "Onlara saygı ve hürmet dolu sözlerle hitab etme"
kastedilmiştir. Hz. Ömer (r.a), bunun, insanın ana-babasına, "Babacığım,
anacığım" şeklinde hitab etmesi manasında olduğunu söylemiştir. Ayette bahsedilen
tatlı sözün ne demek olduğu Sa'îd b. Müseyyeb'e sorulduğunda o, "suçlu bir
kölenin, katı kalbli-taş yürekli efendisine karşı kullanacağı üslûb"
demiştir. Atadan, ana-babayaşöyle konuşulması gerektiği rivayet edilmiştir:
"Onlarla konuşurken, sesini onların sesinden daha yüksek çiKarmaman ve
onlara sert bakmamandır. Bu böyledir, çünkü bu iki şey, ayette bahsedilen
"güzef söz söyleme"ye terstirler."
Eğer denilirse
ki:"Hz. İbrahim (a.s) sabır, kerem, edeb ve akıl bakımından en O hafde,
(Enam, 74) ayetindeki "Azer" ini ötüreli okuyanlara göre, o babasına,
"Doğrusu ben, seni ve kavmini, sapıldık içinde görüyorum "(Enam. 74)
demiş ve ona ismiyle "Ey Âzer" Bunu nasıi diyebilmiştir? Bu, babasına
eziyet verecek bir iladedir. Daha da hem onun hem kavminin dalalette olduğunu
söylemiştir ki, yine bu da en .erıci sözlerden birisidir," Böyle
denilirse, biz cevaben deriz ki: Ayetteki, “Rabbin, "Kendinden başkasına kulluk etmeyin,
ana-babaya iyi muamele edin" mğe hükmetti" ifadesi, Allah'ın
hakkının, ana-babanın hakkından önce olduğuna «ttlet eder. Binâenaleyh Hz.
İbrahim (a.s)'in bu eziyyet verici İfâdeyi kullanmış olması Allah'ın hakkını ana-babasının hakkından önce
tutmasından ötürüdür.
[114]
Dördüncü Çeşit: Bu,
ayetteki "Onlara, acıyarak revâzû kanadını indir" buyruğunun
anlattığı husustur. Bununla, onlara karşı alabildiğine îevâzû gösterilmesi
gerektiği kastedilmiştir. Kaffâl (r.h) bunu, şu iki şekilde izah etmiştir:
a)
Kuş, yavrusunu
büyütmek için bağrına basmak istediğinde, onun üzerine kanalların» gerer. İşte
bu sebebten ötürü, "üzerine kanatlarını germe" deyimi, "güze!
yeiiştirme ve bakıp büyütme" manasında bir kinaye olmuş olur. Binâenaleyh
Cenâb-ı Hak sanki evlâda, "Tıpkı sen çocuk iken ana-babanın sana yaptığı
gibi, şimdi de sen onları bağrına basarak onlara kol kanat ger, sahip çıkıp,
gör gözet" demiştir.
b)
Kuş. uçmak ve
yükselmek istediğinde, kanatlarını açar, ama uçmamak ve itmemek istediğinde,
kanatlarını kapatır. İşte bu açtdan, kanatlan indirme ifâdssi,
alçalma, tevazu
gösterme manasında bir kinaye olur.
Buna göre eğer,
"züilün (tevazünün) kanadı olmadığı halde, ayette niçin, "tevâzû
kanadını" deyimi kullanılmıştır?" denilirse, deriz ki: Bu hususta şu
iki izah yapılır:
a) Tıpkı, "Hatemü'l-Cûdi" (Cömertliğin
Hatem'i) denilmesi gibi, "tevâzû kanadı" Denilmiştir. Bu tıpkı,
onunla "Cömert Hatem" manasının kastedilmesi gibi, bununla da,
"Mütevâzî Kanat" manası kastedilmiştir.
b) İstiareler (Teşbihler) hayâle dayanır. Binâenaleyh
burada, hayalen tevâzû için bir kanat düşünülmüş ve bu istiareyi tam ve mükemmel
yapmak için, ona bir kanat verilmiştir. Bu tıpkı Lebid'in "O kadının
yuları. Kuzey'in eline geçince..." beyti gibidir. Binâenaleyh Lebid burada
"Kuzey" için bir el düşünmüş ve o (kadının) yularını Kuzey'in eline
vermiş. Ayette de böyledir.
Ayetteki "rahmeten" ifadesi, "Senin
tevazu kanatlarını, ana-baban üzerine indirişin, onlara olan aşırı acımandan,
büyük ve güçsüz oldukları için, onlara karşı şefkatinden dolayı olsun"
demektir.
[115]
Beşinci çeşit,
ayetteki "Ya Rabbi, onlar beni çocukken nasıl terbiye ettilerse, sen de
onlara merhamet eyle"de" hitabının anlattığı husustur. Bu ifâde ile
ilgili birkaç bahis var:
Birinci Bahis: Kaffâl
(r.h) şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, ana-babaya tatlı söz söylemeyi
öğretmekle yetinmemiş, buna bir de fiilî olarak nasıl iyi davranılacağını ilave
etmiştir. Bu da evlâdın, ana-babası için Allah'ın rahmetini dua edip istemesi
ve "Ya Rabbi, onlara merhamet et" demesidir. Rahmet sözü, hem dinî
hem dünyevî hususlardaki hertürlü hayrı içine alan bir sözdür. Hak Teâlâ sonra
da, evlâda ''Onlar beni çocukken nasıl terbiye ettilerse", yani "Ya
Rabbi, onlar beni eğitip büyütürlerken, bana nasıl iyi davrandılarsa, sen de
onlara öylece lütufkâr davran" demesini emretmiştir." Terbiye,
büyütmek demektir. Bu, Arapların, birşey şişip kabarıp büyüdüğünde,
deyimlerinden alınmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın, 'Takat biz onun üstüne suyu
(yağmuru) indirdiğimiz zaman, o harekete gelir kabanr" (Hacc. 5) ayeti de
bu manadadır.
[116]
İkinci Bahis:
Müfessirler bu ayetle ilgili şu üç değişik izahı yapmışlardır:
Birinci Görüş: Bu, Hak
Teâlâ'nın "Müşrikler için ne peygamberin, ne de müzminlerin istiğfar
etmeleri doğru değildir" (Tevbe, 113) ayeti ile neshedilmiştir.
Binâenaleyh müslüman için, eğer ana-babast müşrik iseler, onlara istiğfar
etmesi yakışık almaz ve oniar için, "Ya Rabbi, o ikisine merhamet et"
denemez.
İkinci Görüş: Bu ayet,
mensûh değildir, fakat müşrikler hakkında tahsis edilmiş (yani müşrik olan
ana-baba bu hükmün dışında bırakılmıştır. Bu görüş birincisinden daha evlâdır,
çünkü ayeti "tahsîs" etmek, neshetmekten daha evlâdır.
Üçüncü Görüş: Bu
ayette ne nesh ne de tahsis söz konusudur. Çünkü ana-baba kâfir oldukları zaman
da, evladın onlar için, Cenâb-ı Hakk'tan hidâyetini ve irşadını istemesi, iman
etmelerinden sonra da, merhamet-i ilâhiyeyi taleb etmesi mümkündür.
[117]
Üçüncü Bahis: Emrin
zahiri, vâcib oluşu ifade eder. Ayetteki, "Ya Rabbi, onlara merhamet
eyle" de" ifadesi de bir emirdir. Emrin zahiri ise, tekrarı (tekrar
tekrar yapmayı) ifade etmez. Binâenaleyh ayetin muktezasına göre, bu sözü bir
defa söylemek (emrin gereğini yerine getirme bakımından) yeterli sayılır.
İnsanın, ana-babasına ne kadar günde mi, ayda mı yılda mı böyle bir kere duâ
etmesi gerektiği hususu Süfyan'a sorulmuş, o da: "İnsanın, ana-babasına
namazlarındaki tahiyyatlarının sonunda yapacağı duaların yeterli olacağını
umarız" demiştir. Bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey iman edenler, (o
peygambere) salat-u selâm getirin" (MuNd. 56) buyurup, alimlerin de,
namazdaki tahiyyatfarda okunan salat-u selamların, bu emri yerine getirme
bakımından yeterli sayılacağını kabul etmeleri ve yine Cenâb-ı Hakk'ın,
"Allah) sayılı günlerde zikredin"(Bakara. 202) emri hususunda, namazların
ardısıra okunan teşrik tekbirlerinin yeterli olacağını kabul etmeleri gibidir.
Allah Teâlâ, sonra
"Rabbiniz sizin içlerinizdekini en iyi bilendir" buyurmuştur Bu,
"Biz, size bu ayette ibadetlerinizi sırf Allah için yapmanızı ve
ana-babanıza iyi davranmanızı emrettik. Taatlannız hususunda ihlaslı
olup-oimadığınıza dair, gönüllerinizde sakladığınız niyyet ve düşünceler,
Allah'a saklı değildir. Biliniz ki Allah, sizin içlerinizi de bilir. Hatta O,
bu şeylerinizi sizden daha iyi bilir. Çünkü insanın bilgisine bazan unutkanlık,
yanılma ve tam kavrayamama karışır. Ama Allah'ın ilmi bütün bu hallerden
münezzehtir. Durum böyle olunca, O, kalblerinizde olanı daha iyi bilir"
demektir. Bundan murad, insanları ihlası bırakmaktan saktndırmaktır.
Cenâb-ı Allah, sonra "Eğer
siz iyi kimseler olursanız" şüphesiz ki Allah da dâima kendine dönenleri
bağışlayıadır"buyurmuştut!'&u, "Sizler, kalblerinizin halleri
bakımından, fesadlardan berî (uzak) olursanız, bütün işlerinizde Allah'a
başvuranlar ve O'na yönelenler olursunuz. Allah'ın, böyle olanlar hakkındaki
âdeti, onları bağışlamak ve günahlarını affetmektir" demektir.
"Evvâb", âdeti ve alışkanlığı, Allah'ın emrine başvurmak ve O'nun
fazlına sığınıp, kendilerine şefaatçi (yardımcı olacağı zannı ile müşriklerin,
Allah'dan başka cansız varlıklara tapmaları gibi, hiçbir şefaatçinin şefaatine
başvurup güvenmeyen kimse demektir. Bu kelime, "fa'âl" veznindedir ve
tıpkı katta! (çok öldüren), darrdb (çok döven) kelimeleri gibi, çokluk ve
devamlılık manasını ifâde eder.
Bu ayetin maksadı
şudur: İlk ayet, ana-babaya her bakımdan itaat ve saygı göstermenin vâcib
olduğuna delâfet edipT sonra da evlâddan, nadiren de olsa, onlara karşı itaati
zedeleyecek şeyler zaman zaman sudur edeceği için, Cenâb-ı Hak, "Rabbiniz
sizin içlerinizdekini en iyi bilendir" buyurmuştur. Yani, "O, sizin
kalblerinizin hallerini bilir. Eğer bu kusur ve sürçmeler, ana-babanıza âsî
olmak niyetiyle değil de, beşerî zaaf ve yaratılışınız gereği ortaya çıkmış
ise, bunlar affedilebilir" demektir. Allah en iyi bilendir.
[118]
'Akrabana, yoksula,
yolda kalmışa hakkını ver. İsraf ile saçıp savurma. Çünkü saçıp
savuranlar, şeytanların kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı
çok nankördür. Eğer Rabbinden umduğun bir rahmeti
arayarak, onlardan
sarf-t nazar edersen, o durumda kendilerine yumuşak söz
söyle" (İsrâ, 26-28).
Bil ki bu, ayetlerde
ele alınan hayır ve tâat amellerinin, dördüncüsüdür. Bu ifâdeyle ilgili birkaç
mesele vardır:
[119]
Ayetteki âti
"ver" emrinin kime hitab olduğu hususunda iki görüş bulunmaktadır:
Birinci Görüş: Bu, Hz.
Peygamber (s a.s.)'e bir hitabtır. Böylece, Cenâb-ı Hak ona, pay ve ganimetten
almaları vûelb olan haklarını, akrabalarına vermesini emretmiş; yine o
Peygambere, fakirlerin ve yolda kalmışların haklarını da, bu pay ve ganimetten
ayırarak vermesini de farz kılmıştır.
İkinci Görüş: Bu,
herkese bir hitabtır. Bunun böyle oluşunun delili, bu hitabın, "Rabbin.
"Kendisinden başkasına kulluk etmeyin"diye hükmetti"tisra, 23)
ifadesine atfedilmiş olmasıdır. Buna göre mana, "Senin, ana-babaya
itaatini yaptıktan sonra, derece derece olmak üzere, akrabalarına da iyilik
yapman ve sonra da, fakirlerin ve yolda kalmışların hallerini de iyileştirmen
vacibtir" şeklinde olur.
Bit ki Cenâb-ı Hakk'ın
"Akrabana,., hakkım ver" buyruğu, mücmel bir emir olup, bu ifadede, o
hakkın ne olduğunun bir izahı yoktur. Şafiî (r.h)'ye göre, çocuklar
ve ana-babadan başka hiç kimseye infâkta bulunmak farz olmaz. Bazı alimler ise,
ihtiyaçlarına göre, mahremlere (nikâhı helâl olmayan yakın akrabaya) infâk
etmenin farz olduğunu söyiemişlerdir. Alimler, meselâ amcaoğullan gibi,
mahremlerden olmayan kimselerin, sevgi, ziyaret, iyi muâmeie ve darlık ve
genişlik zamanlarında yapılacak olan ülfetten başka bir hakları olmadığı
hususunda ittifak etmişlerdir.
Fakirler ve yolda
kalmışlara gelince, bunların hükümleri, Tevbe Sûresi'ndeki (Ayet. em zekât
ayetinin tefsirinde geçmişti. İnsana, fakirlere, hem kendisinin hem de
îoluk-çocuğunun yiyeceğini-giyeceğini karşılayacak şeyleri; yolda kalmışa da,
ona acek azık ve biniti vermeleri farz olur.
[120]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "israf ile savurma" buyurmuştur. Arapça'da tebzîr", malı
ifsâd etmek ve onu saçıp savurmaktır. Osman İbn Esved şöyle demiştir:
"Ben, Mücâhid'le beraber, Kâ'be'nin etrafındaki mescidleri dolaşıyordum.
Derken, Mücâhid, başını kaldırıp bakarak "Şayet bir kimse, Allah yolunda,
bu dağ «adar infâk edecek olsa, müsriflerden olmaz; ama, Allah'a isyanın söz
konusu olduğu tek bir dirhem harcayacak olsa, müşriklerden olur" dedi."
Bir kimse, herhangi bir hayır hususunda çokça infakta bulundu da, ona,
"israf etmenin hiçbir hayrı yoktur" denildiğinde o, "Hayırda
israf olmaz!" diye cevap verdi. Abdullah İbn Ömer'den jöyte dediği rivayet
edilmiştir "Bir gün, Hz. Peygamber (s.a.s), abdest alan Sa'd'a uğradı da,
"EySa'd, bu israf ne!" buyurdu. Bunun üzerine Sa'd, "Ey Allah'ın
Rasûlü, »destte de israf var mıdır?" deyince, Hz. Peygamber: "Evet.
akan bir nehrin Sayısında abdest alıyor olsan dahi!., " buyurdu.
[121]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, israfın kötü birşey olduğuna, israf etme işini, şeytanın Sterinden olmakla
vasfederek dikkat çekmiş ve şöyle buyurmuştur: "Çünkü, saçıp savuranlar
şeytanların kardeşleri olmuşlardır." Ayette Bahsedilen bu kardeşlikle, bu
çirkin fiil hususunda, onların o şeytana benzetilmeleri «astediimistir. Bu
böyledir, zira Araplar, bir şeyi devam!; yapan kimseyi, o şeyin kardeşi diye
adlandırırlar da ve meselâ, o kimse bu işleri devamlı yaptığında, "Falanca
cömertlik ve keremin kardeşidir", 'Talanca, yolculuğun kardeşidir"
derler. Ayetteki deyiminin manasının, "Onlar, hem dünyada hem de ahirette,
o f ytanların arkadaşlarıdır" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Cenâb-ı
Hak, "Kim Bahman'ı anmaktan gali! olursa biz ona şeytanı musallat ederiz.
Artık bu, onun ar arkadaşıdır" (Zuhrui. 36) ve "O zulmedenleri,
onlara eş olanları, yani onların •»«tanlardan olan eşlerini toplayın
"(Sanat, 22} buyurmuştur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, şeytanın vasfını belirterek, "Şeytani ise Rabbine karşı, çok
nankördür" buyurmuştur. Şeytanın, Rabbine karşı "kefûr" olması
demek, onun, bedenini, Allah'a isyan etme, yeryüzünde fesat çıkartma ve
insanları saptırma hususunda kullanıp yıpratması demektir. İşte, tıpkı bunun
gibi, Cenâb-ı Hakk'ın, kendilerine mal veya makam verip de, o mal ve makamını,
Allah'ın rızasına muvafık olmayan yerlerde harcayan her kişi de, Allah'ın
nimetine karşı çok nankör olmuş olur.
İmdi ayetten
kastedilen mana şu olmuş olur: "Onlar, bu sıfat ve fiil hususunda,
şeytanlarla uyum sağlamışlardır" manasında olmak üzere, "saçıp
savuranlar .şeytanların kardeşidir. Şeytan ise, Rabbine karşı çok nankördür.
Demek ki, saçıp savuranlar da, Rablerine karşı nankör olurlar" denilmek
istenmiştir.
Alimlerden bazıları da
şöyle demişlerdir: "Bu ayet, Arapların adetine uygun olarak gelmiş olan
bir ayettir. Çünkü onlar, yağmalamak ve baskında bulunmak suretiyle mal
biriktiriyor, sonra da bu mallarını şan, şöhret, kibir ve böbürlenme hususunda
harcıyorlardı. Gerek Kureyş müşrikleri, gerekse diğerleri, insanları
İslâmiyet'ten alıkoymak, onun mensuplarını yıpratmak ve İslâm'ın düşmanlarına
yardım etmek için, mallarını harcıyorlardı. Ki işte bunun üzerine bu ayet,
onların bu nevi amellerinin çirkinliğine dikkat çekmek için nazil olmuştur.
[122]
Daha sonra Cenâb-ı Hak,
"Eğer Rabbinden umduğun bir rahmeti arayarak onlardan sarf-ı nazar
edersen..." buyurmuştur. Bu ifade, "Sen, fakirliğin ve malının az
olması sebebiyle, açıkça geri çevirmekten utandığın için akraba, fakir ve yolda
kalmışlardan yüz çevirirsen, "O durumda kendilerine yumuşak söz
söyle." Yani, "dürüst, güzel, yumuşak söz." O halde, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Rabbinden umduğun bir rahmeti arayarak" ifadesi,
fakirlikten bir kinaye olmuş olur. Çünkü, malı olmayanlar, Allah'ın rahmet ve
ihsanını talep ederler. Binâenaleyh, mal yokluğu böyle bir talebin sebebi
olunca, sebebin ismi müsebbebe verilmiş olur da, böylece fakirlik, Allah'ın
rahmetini taleb etmekle tesmiye edilmiş olur. Buna göre mana, "Fakir olup,
malın da az olduğunda sen, onlarla olan ülfetini, güzel söz ve güzel ifadelerle
devam ettir Bundan da öte, onlara güzel vaadlerde bulun ve onlara bu hususta
mazereti bulunduğunu, malının mülkünün olmadığını hatırlat!" şeklinde
olur. Veyahutta da "Onlara, "Allah kolaylaştırır (kapıları bir gün
açar)" de..." manası kastedilmiştir.
Ayette bahsedilen,
"yumuşak söz"ün ne demek olduğu hususunda, şu izahlar yapılmıştır:
a) Bu, en güzel biçimde geri çevirmektir.
b) Bu, yumuşaklıkla ve yokuşa sürmeden onları savmaktır.
Kisâf şöyle demiştir: "Arapça'da, "Sözümü ona yumuşak söyledim"
manasında, "Yessertu tehu'l-kavle"
"sözü ona
koiaylaştırdım" denilir.
c) Bazıları, bu tabirle Cenâb-t Hakk'ın, "iyi bir
söz ve bir ayıp örtme; ardından eziyyet gelen bir sadakadan hayırlıdır"
{Bakara, 263) ayetinin ifade ettiği hususun kastedildiğini söyleyerek şöyle
demişlerdir: Meysûr, "maruf, (meşru, maku!) demektir. Çünkü maruf olan
söz, tekellüfe gerek duymaz. Allah en iyisini bilendir.
[123]
"Eli sıkı olma,
elini büsbütün de açma. Sonra kınanmış, pişman bir halde oturup
kalırsın. Şüphesiz ki Rabbin, kimi dilerse rızkını genişletir, daraitır. Çünkü O,
kullarından gerçekten haberdardır. Hakkıyla görendir"
(Isra, 29-30).
Bil ki, Allah Teâlâ
bir önceki ayette, Hz.Peygamber'e infâk etmesini emredince, bu ayette de, infâk
etmenin adabını öğretmiştir. Bil ki Allah, mü'min kullarının nasıl harcamaları
gerektiğini, Furkan Sûresi'nde beyan ederek, "Onlar ki harcadıkları vakit
ne israf, ne de sıkılık yapmazlar, ikisi arası ortalama olur" (Furkan. 67)
buyurmuş, curada da, Resulüne, aynı şekilde davranmasını emrederek, "Eli
sıkı olma" buyurmuştur. Yani, "Pekçok sıla-i rahim ve hayır yolları
hususunda, hem kendine, hem de ehline, çoluk-çocuğuna darlık vermek suretiyle
(fazla harcama yapmaksızın) intaktan geri durma" demektir ki, bunun manası
da şudur: Elini, o infâkı gerçekleştirme, açılmaktan men edilmiş, yumulu bir el
gibi yapma!" "elini büsbütün de açma" yani "Elinde,
herhangi bir şey kalmayacak derecede aşırı harcama" demektir.
Sözün neticesi şudur:
Hukemâ, ahlâkla alâkalı eserlerde, şöyle yazmaktadırlar: Her insan için, ifrat
ve tefrit olmak üzere, iki uç söz konusudur ki, bu ikisi de kınanmaktadır.
Binâenaleyh cimrilik, vermeme de, eli sıkı olma da ifrattır. Tebzir, büsbütün
vermek, saçıp savurmak da, infak da ifrattır ki, her ikisi de mezmûm ve
kınanmıştır, kötüdür. Üstün huy, âdil ve orta olandır. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Böylece sizi, vasat (örnek, mutedil) bir ümmet yapmışızdır" (Bakara,
143) buyurmuştur.
Daha sonra Allah Teâlâ
"Sonra kınanmış, pişman bir halde oturup kalırsın" buyurmuştur. Tek'ud
fiilinin ne manaya geldiği, İsrâ 22 ayetinin tefsirinde geçmişti. Onun,
"kınanmış" olmasına gelince bu, malını tamamen zayi etmesinden ve
çoluk çocuğunu sıkıntı ve darlığa düşürmesinden dolayı, hem kendisinin hem de
arkadaşlarının onu kınaması demektir. Onun, "pişman olması" manasına
gelince, Ferrfi şöyle der: "Araplar deveye, yürüyemez hale geldiğinde,
"Huvve mahsurun" derler. Yine, hayvanı yürütüp, derken yürüyemez hale
geldiğinde de, "Hasertu'd-dâbbete" denilir. Cenâb-ı Hakk'ın "O
göz, zelil ve bitkin olarak yine sana dönecektir"(Muik. 4) ayeti de bu
manadadır. Bu ayetteki hasır kelimesinin çoğulu, tıpkı "katla
(ölüler)" ve Sar'â-(yere serilmişler, çarpılmışlar) kelimelerinde olduğu
gibi, "Hasra"dır." Kaffâl da şöyle der: "Bu ayetin gayesi,
bütün malını ve nafakasını harcayan kimsenin durumu, bineğinin yorgunluktan
kesilerek hareket edememesi sebebiyle, yolda kalmış olan kimselere benzemektir.
Çünkü, bu kadarcık mal, sanki de insanı ayın veya yılın sonuna ulaştıran bir
binit gibidir. Bu, tıpkı bir devenin, insant, menzilinin sonuna ulaştırması
haline benzer. Binâenaleyh o deve, yorgunluktan dolayı yorgun ve bitkin bir
hale gelerek, hareket edemez bir duruma düştüğünde o kimse, tam yolun ortasında
aciz ve şaşkın vaziyette kalakalır. Aynen bunun gibi insan da, bir aylık süre
içinde kendisine ihtiyaç duyduğu o miktar malı harcadığında, o kimse de, ayın
ortasında aciz ve şaşkın olarak kalakalır. Bunu yapan kimseyi, idaresizliği ve
geçimi hususundaki dikkatsizliği sebebiyle, hem kendi çoluk-çocuğu, hem de onun
eline bakan diğer kimseler kınarlar.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Şüphesiz ki Rabbin, kimi dilerse rızkını genişletir, daraltır"
buyurmuştur ki. bu cümlenin gayesi, Peygamberine, rubûbiyyetini hatırlatmaktır.
"Rabb" mahlûku ve merbûbu terbiye eden; onun işlerini ıslâh edip
yoluna koyan; iyi ve doğru olacak, uygun olacak btr miktar üzere onun
ihtiyaçlarını gideren, böylece de, bazısının rızkını genişleten, bazısıntnkini
de darlatan kimse" anlamına gelir. Arapçada kâdlr kelimesi darlaştırma,
kıtlaştırma anlamındadır. Cenâb-ı Hakk'ın Rızkı kendisine daraitıimış
bulunan"(TrthK7) "Fakat ne vakit de onu deneyerek üzerine rızkım
daraltırsa" (Fm.^) ayetleri de bu anlamdadır. Yani "Rızkı
daraltılırsa" demektir. Allah bir kısım insanın rızkını da bol vermiştir.
Çünkü onların menfaatine muvafık olan da budur. Nitekim O, "Eğer Allah
kullarına bol rızık verseydi yer(yözün)de muhakkak ki taşkınlık ederler,
azarlardı" (Şürfi, 27} buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak,
"Çünkü O, kullarından gerçekten haberdardır. Hakkıyla görendir" buyurmuştur.
Yani, "Allah Teâlâ, her insanın maslahat ve menfaatinin, kendisine İşte o
kadar miktar vermesinde bulunduğunu bilir. Binâenaleyh, kullarının rızıkları
hususundaki farklılık, kendisinin cimri olması sebebiyle olmayıp, tam aksine,
onların menfaatlerini görüp gözetmiş olması sebebiyledir" demektir.
[124]
"Evlâtlarınızı
fakirlik korkusuyla öldürmeyin. Onları da, sizi de biz nzıklandmrız. Doğrusu,
onları öldürmek büyük bir suçtur" (İSRA. 31).
Bu, bu ayetlerde
bahsedilen beşinci nevi itaattir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[125]
Bu ayetin, daha önceki
kısımla münasebeti hususunda şu izahlar yapılmıştır:
1) Allah Teâlâ, "Şüphesiz ki Rabbin, kimi dilerse
rızkını genişletir, daraltır" buyurarak, kullarının rtztklarını tekeffül edenin kendisi
olduğunu beyân edince, bunun peşinden, "Evlâtlarınızı fakirlik korkusuyla
Öldürmeyin. Onları da, sizi de biz nzıklandmrız" buyurmuştur.
2)
Allah Teâlâ
önceki âyetlerinde, ana-babaya nasıl itaat edilmesi gerektiğini öğretince, bu
ayette de çocuklara nasıl iyilik yapılması gerektiğini öğretmiştir. İşte bundan
dolayı bazı kimseler şöyle demişlerdir: "Ebrâr" vasfını alanlar, bu
adı, oabalarına ve çocuklarına iyilikte bulunup iyi davrandıkları için
almışlardır. Babalara, atalara iyilik yapmak, onlardan, çoluk-çocuklarına karşı
sudur eden muhtelif iyilikleri sebebiyle vacib olmuştur. Çocuklara iyilik de,
onlar son derece zayıf, güçsüz ve ana-babalarından başka kefilleri, bakıp
gözetenleri olmadığı için, vâcib olmuştur.
3) Çocukların, atalarına, babalarına iyilik etmekten
kaçınmaları, âlemin harâb olması neticesini doğurur. Çünkü atalar, babalar,
bunun böyle olduğunu bildiklerinde, onların, çocuklarını terbiye etme
hususundaki istekleri azalır ve törpülenir. Böylece de, zikrettiğimiz sebepler
yüzünden, âlemin harâb olması gerekir. Bu sebeple, âlemin mamur
olmasının, ancak her iki taraftan da, atalar ve çocuklar arasında karşılıklı
bir iyilik tahakkuk ettiği zaman mümkün olacağı anlaşılır.
4) Çocukları öldürmek, eğer fakirlik endişesiyle olursa,
bu Allah hakkında bir sû-i zan olmuş olur. Yok eğer, kız çocuklarına duyulan
kıskançlık sebebiyle olursa, bu da, âlemin harâb edilmesine çaba sarfetmek
anlamına gelir. Birincisi, Allah'ın İşine saygı duymamak olur. (kincisi de,
mahlûkata karşı şefkat duymama olmuş olur ki, her ikisi de mezmûmdur. Allah en
iyi bilendir.
5) Çocukların yakınlığı, parça, cüz olma yakınlığı olup,
bu da sevgiyi gerektiren en büyük sebeplerden olur. Binâenaleyh, böyle bir
muhabbet bulunmuyorsa bu, ruhun alabildiğine katı; kalbin de alabildiğine
kararmış olduğuna delâlet eder ki, bu her iki durum da kötü huyların en İleri
derecesinde yer alan hususlardandır. Binâenaleyh, Allah Teâlâ, bu kötü hasleti
izâle etmek için, çoluk-çocuğa iyilikte bulunmaya teşvik etmiştir.
[126]
Araplar, kızlarını,
çalışıp para kazanmaktan aciz oldukları için öldürüyorlardı. Halbuki oğulları,
yağma ve baskın yapmalarından ötürü mal temin edebiliyorlardı. O kız çocuklarının
fakir olmasının, onun küfüvlerinin (dengi olan erkoktenn) kendisine rağbet
etmekten alıkoymasından,böylece de babaların onlar, denkler, olmayan kimselerle
evlendirme mecburiyetinde kalmalarından; bunda ise çok buyuk b.r âr ve utancın
bulunmasından dolay, korkuya kapılıyorlardı. İşte bundan dolayt Cenâb-ı Hak,
"Evlatlarınızı (...) Öldürmeyin"buyurmuştur ki bu, hem erkekleri hem
de dişileri kapsayan genel bir hitaptır. O halde bu, "rahmeti ve şefkati
iktizâ eden şey, onun çocuk olmasıdır. Çocuk olmak vasfı ise, erkekler ve
dişiler arasında müşterek bir vasıftır. Kızlar hakkında endişe edilen fakirlik
hususunun, küçükken hem çalışamayan büyük erkek çocukları hakkında da
düşünülmesi gerekir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Onları da sizi de biz nzıklandmnz" buyurmuştur. Yani,
"Rızıklar, Allah'ın elindedir. Allah Teâlâ nasıl erkeklere rızık
kapılarını açıyorsa; aynen bunun gibi, kadınlara da rızık kapılarını açar"
demektir.
[127]
Cumhur, bu kelimeyi şeklinde okumuştur. Yani, "Büyük bir
günah" demektir. Tıpkı, "Esime-ye'
semu-ismen"
(günah işlemek) denildiği gibi, "Hatie-yahta'u-hrt'en" de denilir.
Ayet*i kerimede "günahkârlar" anlamında, (vusûf, 97) buyurulmuştur. İbn Âmir de, fetha
ile fa şeklinde okumuştur. Nitekim bir kimse, uygun olmayan bir şeyi kasdı
olmaksızın, hatâen yaptığında, "Ahta’e-yuhtıu-ihtaen ve hataen"
denilir. Buna göre "hatâen" kelimesi, hatâ'nın adı olmuş olur. Bu
kıraate göre ayetin manası, "Onların onu öldürmeleri doğru değildir"
şeklinde olur. Kaffâl (r.h) şöyle der: "İbn Kesir, bu kelimeyi, hâ'nın
kesresi ve med ile, (hıtâen) şeklinde okumuştur ki, belki de bu iki okuyuş,
tıpkı "Def'un-difâun"(£lb) (savunma, def etme) ve
"Lebsun-libâsun" (giyinmek, bürünmek) kelimeleri gibi iki
kullanılıştır.
[128]
"Zinaya
yaklaşmayın. Çünkü o, şüphesiz bir hayasızlıktır, kötü bir yoldur" (Isrâ, 32).
Bil ki Allah Teâlâ,
biraz önce zikredilen o beş şeyi emredip, bunların neticesi de, Allah'ın emrine
saygı duyup mahlûkata şefkatli olmaya varıp dayanınca, bunun peşinden de bazı
şeyleri yasaklamıştır:
1) Allah zinayı nehyetmek üzere "Zinaya yaklaşmayın
" buyurmuştur,
Kaffâl şöyle
demektedir: "İnsana, "buna yaklaşma" denildiğinde bu, ona,
"onu yapma" denilmesinden daha kuvvetli bir ifade olur."
Daha sonra Cenâb-ı Hak
bu nehyi, o zinanın, "... bir hayasızlık, kötü bir yol" olmasına
bağlamıştır.
[129]
Bil ki alimler, Allah
Teâlâ bir şeyi emredip bir şeyden nehyettiğinde, onun, o şeyi emredip veya
nehyetmesinin, o şeye yönelik bir şeyden dolayı olmasının doğru olup olmadığı
hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bir şeyin güzelliğine veya çirkinliğine aklın
karar verebileceğini ileri sürüp kabul edenler, durumun böyle olduğunu; kabul
etmeyenler İse, durumun böyle olmadığını söylemişlerdir. Bir şeyin güzel veya
çirkin olduğuna aklın karar verdiğini söyleyenler, kendi görüşlerinin
doğruluğuna bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: Allah, insanları
zinadan nehyetmiş; bu nehyi, o zinanın bir hayasızlık olmasına bağlamıştır.
Binâenaleyh, o zinanın bir hayasızlık olması, onun nehyedilmiş olmasından
ibaret olamaz. Aksi halde, bir şeyi, o şeyin kendisiyle açıklamak (talî!) demek
olur ki, bu imkânsızdır. Binâenaleyh, o zinanın, bir zina olması itibariyle,
onda bulunan bir vasıftan dolayı bir hayasızlık olduğunun söylenilmesi
gerekir ki, bu da, eşyanın iyi veya kötü olmasının, kendisinde bulunan ve ona
ait olan bir şeyden dolayı olduğuna delâlet eder. Bu da, Allah'ın onu
yasaklamasının, o hayasızlığın, haddizatında bu şekillerde meydana gelmiş
olmasına bağlı olduğuna delâlet eder
Bu istidlal, akla yakındır;
ancak evlâ olanı, şöyle denilmesidir: Bir şeyin aslında maslahat ya da mefsedet
olması, şeriat ile değil, zâtı gereği olan bir husustur. Çünkü, uygun gıdaları
almak bir maslahat; elem verici biçimde vurmak ise, bir mefsedettir Bunların
böyle olması, şeriatla değil, aklen sabit olan husustur.
Bunun böyle olduğu
sabit olduğuna göre biz diyoruz ki, Allah Teâiâ'nın emirler gerek yaşama yeri
olan bu dünyada ve gerekse ahirette, âlemin maslahatlarına uygun biçimde
vukûbulmuşlardır. Bu, açık bir sözdür. Ancak ne var ki burada korkunç
problemler ve derin bahisler yatmaktadır. Biz, Allah'dan bizi onlara ulaşmak
için muvaffak kılmasını istiyoruz.
[130]
Bunu da iyice
kavradığında biz diyoruz ki: Zina, pekçok çeşit kötülük ve fesadı kapsamaktadır:
1)
Neseblerin
karışması ve kaybolması. Böylece insan, o zâniye kadının doğurduğu o çocuğun,
kendinden mi yoksa başkasından mı olduğunu bilemez Böylece de, onun terbiyesi
ite de ilgilenmez ve onu uhdesine almaz. Bu da, (böyle doğan) çocukların zayi olmasını
gerektirir. Bu zayi oluş da, neslin tükenmesini ve âlemin harâb olmasını
gerektirir.
2) Falan adamın falan kadına sahip olması meşru bir
esasa dayanmazsa, geriye kalan tek çare kavga olur. Bu da, karışıklık,
hercümerc ve vuruşup dövüşme kapılarının açılması neticesine götürür. Biz, tek
bir kadının zinaya yönelmesi sebebiyle nice yaygın kavgaların ve ölümlerin
meydana geldiğini çokça duyduk.
3)
Kadın, zinaya
bilfiil teşebbüs edip bunu alışkanlık haline getirdiğinde, fıtrat temiz ve ruhu
müstakim olan hiç kimse, o Kadından hoşlanmaz. Bu durumda da ülfet ve sevgi
diye bir şey bulunmaz ve böylece de, helâl cinsî münasebetten meydana gelen
ruhî tatmin ile izdivaç tam olmaz. İşte bundan dolayı, kadının zina yaptığı
alener bilinirse, insanların çoğunun fıtratı, ona yaklaşmaktan nefret eder.
4) Zina kapısı açılıp yaygınlaştığında, bu durumda,
hiçbir erkeğin herhangi bir kadınla özel bir durumu kalmaz. Kadın ister istesin
isterse istemesin, her erkeğir her kadına çullanması, üzerine atılması mümkün
olur. Bu durumda da, insan türü ile diğer hayvanlar arasında bu konuda bir fark
kalmaz.
5) Kadından maksat, sırf şehveti teskin etmek değildir.
Tam aksine o kadının ev işlerini düzene koyma, yeme içme ve giyim gibi
şeyleri hazırlama hususunda erkeğin bir ortağı ve evin mürebbiyesi, kapının
koruyucusu, çocukların ve kölelerin işlerini yerine getiren bir kimse de
olmasıdır. Bu işler İse, ancak o kadının, tek bir erkeğe ait olması, diğer
erkeklerden ise arzu ve rağbetinin kesilmesi ile tam olur. Bu ise, zinayı haram
kılmak ve bu kapıyı tamamen tıkamakla mümkün olur.
6) Vat' (cinsî münasebet), şiddetli bir zilleti
gerektirir. Bunun delili şudur: İnsanlar nezdinde sövmenin en şiddetlisi, cinsî
münasebet (sin-kâf) lâkırdısı etmektir. Şayet vat\ zilleti, aşağılanmayı
gerektir meşeydi, bu durum böyle olmazdı. Hem, bütün insanlar bu işe, ancak
kapalı yerlerde ve kimselerin muttali olamayacağı zamanlarda yönelirler. Yine
bütün insanlar, onlar onlan vat1 ettikleri için, kızlarının, kızkardeşlerinin
ve annelerinin kocalarının ismini anmayı dahi istemezler. Şayet "vat'
" zillet olmasaydı, bu böyle olmazdı.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca biz diyoruz ki: Vat', aslında bir zillet olduğu için, onu
azaltmaya çaba sarfetmek, insanlara yakışan bir hareket olmuş olur.
Binâenaleyh, tek bir kadının tek bir erkeğe hasredilmesi, bunu azaltma
hususunda bir çaba olmuş olur. Hem, nikâhta meydana gelen menfaatler sebebiyle,
bundaki ziilet, aşağılanma durumu da onarılmış olur.
Ama zinaya gelince bu,
o çirkin işin kapısını açmak olduğu gibi, bu zillet de, herhangibir menfaatla
onarılmamış olur. Binâenaleyh, zinanın, men ve nehy aslı üzere kalması gerekir.
Selim akılların, zinanın kötülüğüne hükmettiği.anlatmış olduğumuz bu delillerle
sabit olmuş olur.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca biz diyoruz ki: Cenâb-ı Hak, zinayı şu üç vasıfla,
a)
Hayasızlık
olmak;
b)
Bir başka
ayetinde "makt" (buğz-İ ilahî sebebi) (Nisa. 22) olmak;
c)
Ve, kötü bir
yol olmakla tavsif etmiştir.
Onun bir hayâsızlık
(fahişe) olmasına gelince, bu, onun âlemin harâb olmasına yolaçan ve dövüşmeye
ve ırz namusa tasullutta bulunmaya götüren neseb bozukluklarını kapsadığına bir
işaret olmuş olur ki, bu aynı zamanda âlemin harâb olmasına da se;h*»b olur.
Zinanın bir
"makt" olmasına gelince, biz, zina yapan kadına öfke duyulduğunu ve
ondan hoşlanılmadığım söylemiştik. Bu, ona meyletmemeyi, onunla evlenmemeyi ve
hiç kimsenin, herhangi bir meselesi hususunda ona itimâd etmemesini gerektirir.
Onun kötü bir yol
olmasına gelince, bu da bizim, erkeklerin kadınlarla evlenip yuva kuram amaları
hususunda, böylesi insanla hayvanlar arasında herhangi bir farkın kalmadığı
görüşüne varıp dayanır. Hem, bu işin zilleti, ayıbı, ân ve utancı, herhangi bir
menfaatle onanlamaksızın, kadın üzerine kalakalır.
Biz, zinanın
çirkinliği hususunda, altı izah yaptık. Allah Teâlâ ise, bu hususta,
bahsettiğimiz bu üç lafzı zikretmiştir. Böylece biz, bu üç lafızdan herbirini,
bu attı izahtan iki şeye hamletmiş olduk. Allah ne murad ettiğini en iyi
bilendir.
[131]
"Allah'ın kutsal
kıldığı cana, haklı bir sebep olmadıkça, kıymayın. Kim mazlum olarak
öldürülürse biz onun velisine bir selâhiyyet vermişizdir. O da. katilde israf
etmesin. Çünkü o, cidden yardıma mazhar edilmiştir"
(Isrâ. 33).
Bu, Allah Teâlâ'ntn,
bu ayette nehyettiği şeylerin ikinci nev'idir. Bununla ilg.t birkaç mesele
vardır:
[132]
Bir kimse şöyle
diyebilir: "Allah'ı İnkârdan sonra en büyük günâh, adam öldürmedir.
Binâenaleyh, Allah Teâlâ'nın, t. ayetlerde, Önce zinayı yasaklamakla işe
başlayıp, ikine olarak da öldürmeyi yasaklamasının sebebi nedir?"
Buna şu şekilde cevap
verebiliriz: Biz, zina kapısının açılmasının, insanın, varlık âlemine girmesine
mâni olacağını; öldürmenin ise, o varlık âlemine girdikten sonra, insanı yok
etmek demek olduğunu beyân etmiştik. Binâenaleyh, onun varlık alemine girmesi,
varlık âlemine girdikten sonra onun yok edilmesinden önce gelir. İşte bundan
dolayı, Allah, önce zinadan, sonra da adam Öldürmeden bahsetmiştir.
[133]
Bil ki, öldürmede
aslolan, tektd edilmiş olan haramlıkta Helâl olması ise, ancak arızî bir
sebepten dolayı sabit olur Durum böyle
olunca, muhakkak ki Allah Teâlâ, as hükmüne
binâen, mutlak manada öldürmeyi nehyetmiş, sonra da bu asıl hükümden,
kendisinde öldürmenin helâl olduğu durumu istisna ederek, -ki bu helâlliği sağlaya-şey
de, arızî birtakım sebeplerin olmasıdır "haklı bir sebep olmaksızın'
buyurmuştur. Binâenaleyh, biz burada, öldürmede aslolanın, haramlık olduğunu
beyân etme ihtiyacını hissediyoruz. Bunun böyle olduğuna şunlar delâlet eder:
1) Öldürmek, zarar vermektir. Zarar vermede aslolan ise,
onun haram olmasıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Dinde üzerinize hiçbir güçlük de
yüklemedi" (Hacc, 78) ve '..size güçlük istemez" {Bakara, ıssj
buyurmuştur. Bir de, (İslâm'da), zarar ve zarar ile mukabelede bulunma yoktur.
2) Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "insanoğlu, Allah
Teâlâ'nm yaptığı bir binadır. Allah'ın yaptığı binayı yıkan melundur"
hadisidir.
3) İnsanoğlu ibadetle meşgul olmak için yaratılmıştır.
Cenâb-ı Hak, "Ben, cinleri ve insanları, ancak bana ibâdet etsinler diye
yarattım"(Zartyât, 56) buyurmuştur. Hz. Peygamberde "Allah'ın,
kulları üzerindeki hakkı,
O'na ibâdet etmeleri ve Ona hiçbir şeyi ortak koşmamalandır"[134] buyurmuştur.
İbâdetle meşgul olmak ise, öldürme bulunmadığında tam olur.
4)
Öldürmek, fesat çıkarmak
demektir. Binâenaleyh, Cenâb-ı
Hakk'ın yeryüzünde fesâd çıkarmayın" (A'rtf, 56) ayetinden dolayı,
onun haram kılınmış
tfmtı gerekir.
5) Öldürmenin haram olduğunu bildiren delil ite, mubah
olduğunu bildiren delil çatıştığında, âlimler, haram olduğunu bildiren delilin
râcih olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Aslı gerektiren şey haramlık
olmasaydı, bu, müreccihsiz bir tercih olmuş olurdu ki, bu imkânsızdır, olamaz.
6)
Biz, insanda,
sırf akıllı bir varlık oluşundan başka, herhangi bir sıfatını mmadığımızda,
onun Öldürülmesinin haram olduğuna hükmederiz. Ve yine biz, onun sırf insan
olmasından başka bir şeyini, halini bilemediğimizde, onun kanıntn -eiâl
olduğuna hükmedemeyiz. Binâenaleyh sırf insan oluş, onun öldürülmesinin -aram
olmasını gerektirmeseydi, bu böyle olamazdı. Bütün bu izahlarla öldürmede
as'olanın haram oluş olduğu ve onun Öldürülmesinin helâl oluşunun, ancak arızî
r-takim sebeplerden dolayı olabileceği sabit olmuş olur.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca biz diyoruz ki: Allah Teâlâ öldürme işinde «lotanın Gramlık
olduğuna hükmederek "Allah'ın
kutsal kıldığı cana, haklı bir sebep olmadıkça, kıymayın"[hu, 33)
buyurmuştur. O tafcfe Cenâb-ı Hakkım, "...kıymayın" buyruğu, bir
nehiy ve haram kılmadır. O'nun, ". .haram kıldığı..." ifadesi de, bu
haramltğı, tekîdli olarak yeniden beyan buyurmadır. Daha sonra da Cenâb-ı Hak,
bu haram oluştan arızî ve tesadüfi sebepleri istisna ederek, "...haklı bir
sebep olmadıkça..." buyurmuştur. Sonra burada, iki yol solunmaktadır:
Birinci Yol: Ayetteki,
"...haklı bir sebep olmadıkça" istisnası mücmeldir. Çünkü burada, o
haklı sebebin ne olduğu ve izahı bulunmamaktadır. Daha sonra Cenâbn Hak, "Kim
mazlum olarak öldürülürse, biz o mazlum olarak ö'dürülenin velisine, kâtiie, kısasın
tam oiarak uygulanmasını isteme konusunda bir yetki ve selâhiyet
vermişizdir" buyurmuştur. Bu ifade, o mücmel kelâmın bir beyânı
addedilebilir. Bunu şu şekilde izah edebiliriz: Cenâb-ı Hak sanki,
"Allah'ın haram kıldığı cana haklı bir sebep olmadıkça, kıymayın. Bu haklı
sebep ise, o mazlum olarak öldürülenin velisine, kısasın tam olarak
uygulanmasını talep etme hususunda bir yetki vermiş olmamızdır" demiştir.
Bunun böyle olduğu sabit olunca, bu ayette, ".. .hakh sebep"\e murad
edilenin, sâdece bu şeklin olmasının gerektiğidir. Buna göre ayetin takdiri,
"Allah'ın kutsal kıldığı cana kıymayınız. Anca^ K,sâs halinde
müstesna" şeklinde olur. Bu takdire göre bu ayet, tek bu sebep hariç,
öldürmenin haram olması hususunda sarîh bir nass olmuş olur. Böylece de, bu tek
durumun dışında kalan hallerde, öldürmenin, aslı olan haramlığı üzere kalması
gerekir.
[135]
İkinci Yol: Biz, şöyle
diyebiliriz: Sünnet, ayette bahsedilen o "haklı sebep"in şu üç şeyden
birisi olduğunu göstermektedir Bunlar da, Hz. Peygamber (s.a.s)'ir. "Müslüman
bir kimsenin kam, ancak şu üç sebepten dolayı helâl olur: İmandan sonra küfre
görmesi, evlendikten sonra zina etmesi ve haksız yere adam öldürmesi"[136]
hadisinde ifade edilmişlerdir.
[137]
Bil ki bu hadis, ahâd
hadislerdendir. Binâenaleyh, biz şayet Cenâb-ı HakkV "Kim mazlum olarak
öldürülürse, biz onun velisine bir selâhiyet vermişizdir ifadesinin, onun,
"...haklı bir sebep olmadıkça..." ifadesinin bir tefsiri olduğunu
söylersek, ayet, bu tek sebebin dışında, insanları öldürmenin helâl olmayacağ
hususunda sarih bir ifade olur. Bu durumda da, bu hadis bu ayeti tahsis etmiş
olur Ki bu da bizim, "Kur'an'ın umumî nasslarını, ahâd haberlerle tahsis
etmek caizdir1 şeklindeki sözümüze varıp dayanır. Ama biz, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Kim mazlum olarak öldürülürse, biz onun velisine bir selâhiyet
vermişizdir" buyruğunda, O'nun, ". .hak bir sebep olmadıkça"
buyruğunun bir tefsiri olmadığını söylersek, bu durumda bı hadis, ayette
bahsedilen bu haklı sebebin bir tefsiri ve beyânı olmuş olur. Böyle olmas
halinde de bu, bizim "Kur'an'ın umûmî nasslarını, haber-i vâhidle tahsis
etmek caizdir" şeklindeki sözümüze istinâd etmemiş olur. Binâenaleyh, bu
incelik böylece bilinmiş ola!. Allah en iyisini bilendir.
[138]
Bu ayetin zahirine
göre, öldürmenin helâl olmasının sebebi, sadece o
kimsenin, mazlum bir kimseyi öldürmüş olmasıdır. Ama bu hadisin zahiri
ise, ayetin bu hükmüne diğer şu iki şeyin de eklenmesini gerektirir. Bunlar:
a) İmandan sonra küfre girme,
b)
Evlendikten
sonra zina etme'dir. Bir başka ayet de, dördüncü bir sebebin bulunduğunu
göstermektedir ki bu ayet de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'a ve Rasûîüne harb
açanların, yeryüzünde fesâdçılığa koşanların cezası, ancak öldürülmeleri, ya
asiimalan...dır" (Maide, 33) ayetidir.
Bir başka ayet de, beşinci bir
sebebin bulunduğuna delâlet etmektedir ki, bu da küfürdür. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Allah'ın ve peygamberinin haram ettiği şeyleri haram tanımayan,.. Jlarla
muharebe edin" -«s, 29) ve "onları nerede bulursanız, yakalayıp
tutun, onları öldürün" (Nisa, 89) buyurmuştur.
Fukahâ da bu hususta
söz söylemiş ve diğer birtakım şeyler hususunda ihtilâf etmişlerdir:
1)
Namaz kılmayan
kimse öldürülür mü, öldürülmez mi? Şafiî (r.h)'ye göre Öldürülür; Ebu Hanîfe
(r.h)'ye göre öldürülmez.
2) Lûtîlik (Homosexualite) öldürülmeyi gerektirir mi
gerektirmez mi? Şafiî'ye göre, gerektirir; Ebu Hanîfe'ye göre, gerektirmez.
3) Büyü yapan kimse, "Ben, falancayı yaptığım
büyüyle öldürdüm" dediğinde, Şafiî'ye göre, onun bu sözü, onun
öldürülmesini gerektirir, Ebû Hanîfe'yo göre gerektirmez.
4) Diğer bir şeyle, cisimle öldürmek kısası gerektirir
mi gerektirmez mi? Şafiî'ye göre gerektirir, Ebu Hanife'ye göre gerektirmez.
5) Zekât vermemek öldürmeyi gerektirir mi gerektirmez
mi? Alimler, bu hususta --z. Ebu Bekir zamanında ihtilaf etmişlerdir.
6)
Hayvana
yaklaşmak öldürülmeyi gerektirir mi gerektirmez mi? Fukahânın ekserisine göre,
gerektirmez. Bir kısmına göreyse, gerektirir. Gerektirmez diyenlerin aeüli, bu
ayetin, tek bir sebep, yani mazlumu
öldürme hariç, mutlak manada Öttürmeden men etme hususunda sarih bir ifade
olmasıdır. Bu tek sebebin dışında «aian yerlerde, onun asıl haramlığı üzere
kalması gerekir. Bu görüşte olanlar, sözlerine devamla şunu da söylemişlerdir:
Bu nass mutlak manada kan dökmenin haremliğini gerektiren pekçok delil ile de
desteklenmektedir. Binâenaleyh, bu delillerle eme) etmemek, ancak muarız bir
delil bulunduğu zaman söz konusudur. Bu karşıt 3e il de, ya mütevâtir bir nass,
yahut da ahâd hadislerden olan bir nass veyahut da bir kıyas
olabilir. Bu hususta mütevatir nass bulunmamaktadır. Aksi halde ihtilaf
olmazdı.
Âhâd haberlerden olan
nassa gelince, bu, bu pekçok mütevatir nassa nisbetie "mercûh" (zayıf
ve geri planda) bir delil olmuş olur. Kıyas ise, nassa muâraza edemez (onun
karşısında duramaz). Binâenaleyh, bu güçlü ve kesin temel kaidenin muktezasına
göre, sayılı ve belli birtakım durumlar hariç, kan akıtmada aslolamr onun haram
oluşu olduğu sabit olmuş olur. Allah en iyi bilendir.
[139]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Kim mazlum olarak öldürülürse, biz onun velisine bir selâhiyet vermişizdir.
O da, katilde israf etmesin" buyruğu hakkında iki bahis bulunmaktadır:
Birinci Bahis: Bu
ayet, Allah'ın kan sahibine öldürülen1-velisine bir selâhiyet ve yetki
tanıdığına delâlet eder. Ama, bu yetkinin hangi şey hakkında olduğunun izahına
gelince, "biz onun velisine bir selâhiyet vermişizdir' ifadesinde buna
herhangi bir delâlet bulunmamaktadır. Sonra burada iki yol vardı-
1)
Allah Teâlâ,
bundan sonra, "O da, katilde israf etmesin" buyurunca, c selâhiyetin,
ancak kısasın tam olarak uygulanmasını isteme hususunda olduğ. anlaşılmış olur.
Böyle olması zayıf bir ihtimaldir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Kirr
mazlum olarak öldürülürse, biz
onun velisine bir
selâhiyet vermişizdir' buyruğundan,
"o zâlimin o öldürme hususunda israf etmesi, ileri gitmesi uygur
düşmez" manasının kasdedilmiş olması da muhtemeldir. Çünkü, öldürülen
kimse, bu hükümranlığın ve selâhiyetin, onun velisine tanınmış olması sebebiyle
yardıma mazhar kılınmış olur.
2) Ayette bahsedilen bu selâhiyet mücmel olup, bu, hem
ayet hem de hadisle tefsir edilmiş olan bir ifadedir. Ayete gelince bu, Cenâb-ı
Hakk'fn, Bakara Sûresi'ndeki "Ey iman edenler! Maktuller hakkında size
kısas yazıldı- Hür, hür ile; köle, köle ile; dişi, dişi ile (kısas olunur).
Fakat kimin lehinde maktulün kardeşi (velisi tarafından cüzfbfr şey affolunursa
(hemen kısasdüşer). Artık örfe uymak ve (diyeti/ ona güzellikle ödemek
(lâzımdır) "(Bakara, 17B) ayetidir. Biz bu ayetin tefsirinde, ayetin bu hususta
vâcib olanın, mükellefin kısas ile diyet arasında muhayyer olduğuna delâlet
ettiğini açıklamıştık. Habere gelince, bu da, Hz. Peygamber (s.a.s)'ir
Fetih gününde buyurduğu, "Kim, bir kimseyi öldürürse,
onun velisi, şu iki şey arasında muhayyerdir: İsterse öldürürler, arzu ederse
diyet alırlar'[140]
hadistir. Bu izaha göre ayetteki "O da, katilde israf etmesin"
cümlesinin manası şöyle olur: "O, vefî için, isterse kısası tamamen tatbik
ettirme; isterse diyeti tamamen alma selâhiyet olunca, (kısas tatbiki sırasında)
katilde israf etmesin" şeklinde olur ki, bu da, "Bu hususta evlâ
olan, o velînin, kısasın tam uygulanmasını istemeye yönelmesi değil, ya diyet
almakla yetinmesi veyahut da affa temayül etmesidir" demektir. Netice
olarak diyebiliriz ki, fi'l-katli ifadesindeki (fi) harf-i cerri, bâ (-ile)
manasındadır. Buna göre ifadenin manası, "O, öldürmeye yönelmesi
sebebiyle, sakın müsrif olmasın!" demek olur ki, bu da onu (velîyi),
affetmeye ve diyetle yetinmeye bir teşvik olmuş olur. Nitekim Cenâb-ı Hak da,
"(Ey erkekler) sizin bağışlamanız takvaya daha yakındır'(Bakara, 237)
buyurmuştur.
[141]
İkinci Bahis: Ayet-i
kerimede ifadesinde kelimesi nekire
olarak getirilmiştir. Nekire ise bilindiği üzere kemâle delâlet eder.
Binâenaleyh, öldürülen kimse, mazlum olma vasfında tam ve kusursuz olmadığı
sürece bu nassın hükmünün muhtevasına giremez. Şafiî (r.h) şöyle demiştir:
"Biz, müslüman bir kimsenin, zımmîyi öldürdüğünde, onun bu ayetin hükmünün
muhtevasına girmediğini delillendirmiştik. Bunun delili şudur: Zımmî,
müşriktir. Müşrikin ise, kanı helaldir. Biz Hak Teâlâ'nın, "Şüphesiz ki
Allah, kendisine eş tanınmasını bağışlamaz. Ondan başkasını, dileyeceği
kimseler için bağışlar" (nisa, 46) buyruğundan dolayı, onun müşrik
olduğunu söyledik. Cenâb-ı Hak bu ayetinde, şirkin dışında kalan günahların,
bazı kimseler hakkında affedileceğine hükmetmiştir. Binâenaleyh, şayet yahudî
ve hristiyanların küfrü, şirkten başka bir şey olursa, bu ayetin muktezâsına
göre, o günahların bazı kimseler için bağışlanmış olması gerekir. Onlar hiç
kimse hakkında bağışlanmış olmadıklarına göre, bu, onların küfrünün şirk
olduğuna delâlet eder. Bir de Allah Teâlâ, "Allah hakikaten üçün
biridir" diyenler, andolsun kâfir olmuştur" (Maide, 73) buyurmuştur.
Binâenaleyh, onların kabul ettikleri bu teslis, ya sıfatlar açısından bir
teslis olur ki, bu batıldır; çünkü Allah'ın birkaç sıfatı olduğunu söylemek
doğrudur, haktır ve ehl-i sünnet ve'l-cemaatin de görüşüdür. Fakat bunu, küfrü
gerektiren bir teslis kılmak mümkün değildir. Yahut da bu, zâtlarda bir teslis
olur. İşte, gerçek manada teslis bu olup, bunu söyleyenin müşrik olduğunda
şüphe yoktur. Böylece zımmînin, müşrik olduğu sabit olur. Biz, Cenâb-ı Hakk'ın,
"müşrikleri öldürünüz" (Tevbe, 5) ifadesinden dolayı, müşriğin
öldürülmesinin farz olduğunu söyledik. Binâenaleyh, bu delilin muktezâst,
zımmînin de kanının mubah olduğudur. Bu sebeple, mubahtık sabit olmasa bile, en
azından mübahlık şüphesi bulunmaktadır.
Bu sabit olunca, biz
diyoruz ki: Onun, mazlum olma niteliğinde, tam ve mükemmel olmadığı sabit olur.
Dolayısıyla Hak Teâlâ'nın, "Kim mazlum olarak öldürülürse, biz onun
velisine bir selâhiyet vermişizdir" buyruğunun hükmüne girmiş olmaz. Fakat
hür bir kimse, köleyi öldürdüğünde, bu ayetin hükmüne girer. Fakat biz,
"Ey iman edenler, maktuller hakkında size kısas yazıldı. Hür, hür ile;
köle, köle ile; dişi, dişi ile (kısas
olunur)" (Bakara, 178) ayetinin,
hür insanın köleye karşılık öldürülemeyeceğine pek çok açıdan delâlet
ettiğini izah etmiştik. Bu ayet, Hak Teâlâ'nın "Kim mazlum olarak
öldürülürse, biz onun velisine bir selâhiyyet vermişizdir" ayetinden daha
husûsîdir. Husûsî olan, umûmî olandan önce nazar-ı itibara alınır. Binâenaleyh
bu son ayet ile, ne kasten öldürmenin kısası gerektirdiğine, ne zımmîye karşılık
müslümanın öldürülmesinin gerektiğine, ne de hür bir kimsenin köleye karşılık
kısas edilmesi gerektiği mesefesinde delil getirilemeyeceği sabit olmuş olur.
[142]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"O da, katilde israf etmesin" ifadesine gelince, bu hususta birkaç
bahis vardır:
Birinci Bahis: Bu
hususta şu izahlar yapılmıştır:
1)
Bu
"israf" ile, o kimsenin (yani öldürülenin velisinin), hem katilin,
hem de başkasının öldürülmesini istemesi manası
kastedilmiştir. Bu böyledir,
çünkü Araplardan birisi, soylu bir kabileden birisini öldürdüğünde, öldürülenin
velileri, soylu olmayan (sayılmayan) katilin kabilesinden birçok kimseyi
öldürürlerdi. İşte Allah Teâlâ bunu yasakladı ve sırf öldüren kimsenin kısas
edilmesiyle yetinilmesini emretti.
2) Bu, o kimsenin sadece katilin öldürülmesine razı
olmamasıdır. Çünkü cahiliyye Arapları, katilin kabilesindeki ileri gelen soylu
kimseleri, öldürülen adamlarına karşılık öldürmeyi isterlerdi. Bundan dolayı
onlar, katilin kabilesinden belli kişileri öldürür, katile dokunmazlardı.
3) Bu, sadece katili öldürmekle yetinmeyip, ayrıca ona
bir de müsle yapmak (çeşitli uzuvlarını
kesmektir). Kaffâl. bunun
bütün bu manaların
hepsine birden hamledilmesinin
uzak bir ihtimal olmadığını, çünkü bütün bu manaların, "israf" olma
bakımından aynı olduğunu söylemiştir.
İkinci Bahis: Kıraat
imamlarının çoğu, bu fiili yâ ile, felâ yusrif şeklinde okumuşlardır. Bu
hususta şu iki izah yapılabilir:
1) Buna göre kelamın takdiri, "O velinin, öldürme
hususunda israf etmesi (aşın gitmesi) uygun düşmez" şeklindedir.
2) Bu fiilin failinin, zâlim olan o katil olmasıdır.
Buna göre ifade, "O zâlimin israf etmemesi gerekir" manasında olur
ki, onun israf etmesi de, bu haksız yere öldürmeye yönelmesidir. Hamza ve
Kİsâî, bu fiiii, muhâtab olarak, tâ ile fefa tusrif (sen israf etme) şeklinde
okumuşlardır, Bu şekilde okuyuş şu iki manadan ötürü olabilir:
a) Buradaki hitab, haksız yere öldürecek kimseyedir.
Buna göre ona sanki, "Ey insan, israf etme" denilmiştir. Bu israf da,
onun sırf bir haksızlık olan o öldürme işini yapmasıdır. Bu, "yapma, çünkü eğer onu mazlum
olarak öldürürsen, senin de kısas ile öldürülmen gerekir" demektir.
b) Bu hitab, öldürülenin velisinedir. Binâenaleyh bu,
"Ey veli, (kısas ile) öldürmede israf etme", yani "katilin,
kısas edilmesini istemekle yetin, daha fazlasını isteme" demektir.
[143]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Çünkü o, cidden yardıma mazhar edilmiştir" ifadesi ile ilgili şu üç
izah yapılmıştır:
1) Sanki, o haksız yere bu öldürme işine teşebbüs eden
kimseye "yapma, çünkü öldüreceğin kimseye sana karşı hem dünyada, hem
ahirette yardım edilir. Ona dünyada yapılacak yardım, katilin kısas edilmesi
ile olur. Ahirette yapılacak yardım ise, onun mükâfaatının çok, öldürenin ise
cezasının çok olmasıdır" denilmektedir.
2)
Bu veliye, o
zâlim katili öldürme hususunda yardım edilir. Binâenaleyh veli, du yardım ile
yetinsin. Çünkü o, yardıma mazhar kılınmıştır. Bundan fazlasını umması jygun
düşmez. Çünkü Allah'dan yardıma mazhar olmuş kimselerin fazlasını istemeleri
haram olur.
3) Bu zâlim katilin,
kısasın tastamam yapılmasını istemekle yetinmesi, fazlasını stememesi gerekir.
Bil ki birinci ve
ikinci görüşe göre, öldürülenin ve velisinin, Allah katından yardıma mazhar olmuş
kimseler oldukları ortaya çıkmaktadır. İbn Abbas (r.a)'tn şöyle dediği ayet
edilmiştir: "Ali b. Ebu Talib (r.a)'e dedim ki: "Allah'a yemin ederim
ki, Ebu Sufyân'ın oğlu size gâlib gelecek. Çünkü Allah Teâlâ, "Kim mazîûrh
olarak öİdürülürse, biz onun velisine bir selâhiyyet vermişizdir"
buyuruyor" dedimt Hasan et-Basrîde: "Allah'a yemin oisun ki, Muâviye,
Hz. Ali'ye karşı, ancak "Kim mazlum liarak öldürülürse. biz onun velisine
bir selâhiyyet vermişizdir" ayetinden ötürü muzafferiyet sağlamıştır"
demiştir. Allah en iyi bilendir.
[144]
"Yetimin malına, o,
erginlik çağına erişinceye kadar yaklaşmayın. Ancak en iyi bir surette olması
müstesna. Bir de ahdi yerine getirin. Çünkü ahiden sorulur" (İsra, 34).
Bil ki bu, Allah
Teâlâ'nın bu ayetlerde nehyettiği şeylerin üçüncüsüdür.
Bil ki zinanın, neseb
karışıklığına sebebiyet verdiğini, bunun da çocukların büyütülüp terbiye
edilmesine ihtimam göstermemeye yol açacağını, bu ihtimamsızlığın da soyun
kesilmesi neticesine götüreceğini, bunun da yeni insanların dünyaya gelmesini
önleyeceğini anlatmıştık. Katillik ise, insanların dünyaya geldikten sonra yok
edilmeleri demektir. Dolayısıyla, zinayı ve katilliği nehyetmenin, netice
itibarı ile canları telef etmekten nehyetmeye dayandığı sabit olmuş olur.
Bundan dolayı Allah Teâlâ bütün bunları zikredince, bunun peşinden, matları
telef etmekten nehyetmiştir. Çünkü insanların canlarından sonra, en kıymetli
şey, mallarıdır. Malları telef edilmemesi gereken insanlar ise, öncelikle
yetimlerdir. Çünkü yetim, küçük, zayıf ve tamamen âciz olduğu için, malının
telef edilmesiyle ona büyük zarar verilmiş olur. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak,
bilhassa yetimlerin mallarını telef etmeyi nehyederek, "Yetimin malına
(...) yaklaşmayın. Ancak en iyi bir suretle olması müstesna" buyurmuştur.
Bunun bir benzeri de, "Büyüyecekler (de ellerinizden alacaklar diye,
yetimlerin mallarını), israf ile tez elden yemeyin. (Yetimlerin velilerinden)
zengin olan (ona) tenezzül etmesin. Fakir olan ise, (ondan) örfe göre
yesin" (Nisa, 6) ayetidir.
Ayetteki, "Ancak
en iyi bir surette olması müstesna" istisnasının manası hususunda, şu iki
izah yapılmıştır:
a)
Yetimin
malını, artırıp çoğaltacak muamelelerde, afış-verişlerde bulunmak müstesna.
b) O mala ihtiyaç duyduğunda, ondan yemen müstesna.
Mücâhid, tbn Abbas
(r.a)'ın şöyle
dediğini rivayet etmiştir: "Bir kimse, o maldan yeme ihtiyacı hissederse,
onu örfe göre (normal bir ölçüde) yer ve yediğini, eli genişlediğinde öder.
Eğer eli hiç genişlemezse, ona bundan dolayı bir mes'ûliyet olmaz."
Bil ki velinin, yetim
üzerindeki velayeti, o yetimin erginlik (nikâh) çağına ulaşmasına kadar sürer.
Cenâb-ı Allah bu hususu, bir başka ayetinde, "Yetimleri, (nikâh) çağma
erdikleri zamana kadar (gözetip) deneyin. Eğer o vakit, onlarda bir akıl ve
salah görürseniz, mallarını kendilerine teslim edin" (Nisa, 6) buyurarak
beyân etmiştir. O halde ayette geçen, "eşüdd" kelimesi ile murad
edilen, o yetimin aklı ve rüşdü ile malını iyi kullanıp idare edecek bir hale
ulaşmasıdır. İşte bu noktada, başkalarının onun üzerindeki velayeti sona erer.
Bu çağ, buluğ çağıdır. Ama yetim, aklı kemale ermeksizin buluğ yaşına gelirse,
başkasının onun üzerindeki velayeti devam eder. Allah en iyi bilendir. Aklın erginliğe
ermesi ise, mükemmel leş mesi ve his ve hareketlerinin kuvvet bulmasıdır. Allah
en iyi bilendir.
[145]
Cenâb-ı Hak "Bir
de ahdi yerine getirin. Çünkü ahidden sorulur" buyurmuştur.
Bil ki Allah Teâlâ,
ilk önce beş şeyi emretmiş ve sonra şu üç şeyi nehyetmiştir:
a) Zina'yı,
b)
Haksız yere
adam öldürmeyi,
c)
En iyi bir
suretle olması müstesna, yetimin malına yaklaşmayı. Bu nehyin peşisıra da üç
emri getirmiştir:
Birincisi: "Ahdi
yerine getirin" emridir. Bil ki bir işi belgelemek ve onu iyice sağlama
almak için, önceden yapılmış olan anlaşma, "ahid"dir. O halde
ayetteki, "Ahdi yerine getirin "emri, "Ey iman edenler, bağlandığınız
akidleri yerine getirin" Makie. i) ayetinin bir benzendir. Binâenaleyh,
"Ahidleri yerine getirin" ayetinin muhtevasına, alış-veriş, ortaklık,
yemin, nezir (adama), sulh (barış) ve nikâh gibi bütün ahidler girer. Bu
hususta sözün özü şudur: Ayetin muktezasına göre, iki kimse arasında geçen ve
yapılan her akid ve ahde, o iki kişinin, akid ve ahidlerinin gereğine göre,
bağlı kalmaları ve gereğini yerine getirmeleri icâb eder. Ahde ve akde bağlı
kalmamayı gerektirecek ayrı bir delil (husus) bulunursa, bu durum müstesna. O
halde, bu ayetlerin gereği, içinde karşılıklı anlaşma bulunan her alış-verişin
ve ortaklığın :oğru olduğuna hükmetmedir. Bu nass, ahde ve akde vefa göstermek
gerektiğine delâlet eden diğer nasslarla da kuvvetlenir. Mesela, "Ahid yaptıktan
zaman, (o muttakiler) ahidlerini yerine getirirler" (Bakara, 177);
"Onlar, emanetlerine ve ahküerine riayetkardırlar" {m'mmun,&),
"Allah ahş-verişi helal kılmıştır"(Bakara. 275); "Ey iman
edenler, birbirinizin mallarını, karşılıklı rızâ ile yapılan bir ticaret olması
müstesna, haram yollarla yemeyin"(Nisa. 28) ve, "Alış-veriş
yaptığınız vakit şahid tutun"(Bakara,282) ayetleri gibi. Hz.Peygamber
(s.a.s) de, "Bir müslümanm malı, ancak kendi gönül rızası ile verilmiş olursa,
başkasına) helâl olur!"[146]
"(Alınıp-satılacak, değiştirilecek malların) cinsi farklı olduğu zaman, onlan
peşin olarak, istediğiniz bi. alıp-satabihrsiniz" ve "Kim, görmeden
birşeyi satın alırsa, onu gördüğü zaman alıp almamakta muhayyerdir"[147] buyurmuştur.
Binâenaleyh bütün bu ayet ve haberler, alış-verişlerde, ahidlerde ve akidlerde
asıl olanın, bunların geçerli olması ve bunların gereğinin yerine
getirilmesinin farz olduğunu gösterirler.
Bu sabit olunca biz
deriz ki: "Bunun bâtıl ve fâsid olduğuna delâlet eden daha hususî bir nass
bulursak, hususî nassın, umûmî nassa takdim edilmesi gerektiğini söyleriz. Aksi
halde hepsinin doğruluğuna hükmederiz. Fakat nassın kıyas ile tahsis edilmesine
gelince, biz onu batıl sayarız (kabul etmeyiz). İşte bundan dolayı, bütün
muamelât kapılan, enine-boyuna, bu tek ayet ile bilinmiş ve zabtu rabt altına
alınmış otur. Böylece de mükellefin yaptığı işle kalbi emin ve nefsi mutmain
olmuş olur. Çünkü bu nasslar. o muamelâtın doğruluğuna delâlet ettiğine göre,
Allah'ın beyanından (hükmünden) sonra başka beyân olamaz. Böylece de şer'î
hüküm malûm ve mazbut olmuş olur.
Daha sonra
Cenâb-ı Hak "Çünkü ahidden
sorulur" buyurmuştur. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:
1) Bununla, ahid yapanın, yaptığı ahidden mes'ûl olacağı
murad edilmiştir. Buna göre, bu demektir ki, muzâf hazfedilmiş, muzâfun ileyh
onun yerine geçmiştir. Bu tıpkı, "O beldeye sor"(Yusuf, 82) ayetinde
olduğu gibidir. (Yani "o beldenin ahalisine sor" demektir.)
2) Bu, "Ahd mes'uldür (istenir)" yani,
"Bunu yapandan, bu ahdi zâyî etmemesi ve tastamam yerine getirmesi
istenir" demektir.
3) Bunun bozulduğu farzedilerek sanki ahidde bulunan,
ama ahdini bozan kimseye, "Niçin bozdun, ahdini yerine getirmeli değil
miydin?" diye hesap sorulur. Bu tıpkı, diri diri gömülen kızçocuğu
hakkında, "Bu, hangi günahtan (suçtan) dolayt öldürüldü"{jBtoiT, 9)
denilmesi, yine Hz. İsa'ya "İnsanlara sen mi, "Beni ve anamı,
Ailah'dan başka iki ilah edinin" dedin" (Maide, H6)denilmesi gibidir.
Burada hitap H2. İsa'ya yapılmıştır, ama yadırgananlar başkasıdır.
[148]
Bu ayetlerde
bahsedilen emirlerden İkincisi de, "Ölçtüğünüz vakit ölçeği tam
yapın" emridir. Bundan maksad, ölçerken eksiksiz ölçmektir. Cenâb-ı Allah,
eksik tartıp ölçenler hakkındaki şiddetli va'îdlerini, "Ölçüde ve tartıda
hile yapanların vay haline. Ki onlar insanlardan ölçekle aldıkları zaman,
tastamam alırlar, onlara ölçekle yahut tartı ile verdiklerinde ise eksik
verirler" (Tatfif, 1-3) ayetlerinde beyan buyurmuştur.
Bu ayetlerde
zikredilen emirlerden üçüncüsü "Doğru terazi ile tartın" emri-ilahisidir.
Binâenaleyh geçen ifade ölçüyü tam yapma, bu ifade de, tartıyı tam ve eksiksiz
yapma hakkındadır. Bunun bir benzeri de, "Tartıda haksızlık etmeyin ve
teraziyi adaletle doğrultun, eksik tartmayın "(Rahman,8-9) ve "ölçüde
ve tartıda adaleti yerine getirin. İnsanların mallarını (haklarını)
eksiltmeyin. Yeryüzünde fesadçılar olarak fenalık yapmayın" (hûcj, 85)
ayetleridir.
Bil ki eksik tartmak
ve noksan ölçmeden dolayı olan farklılık çok azdır. Halbuki buna mukabil olan
ilahî tehdid, çok sert ve şiddetlidir. Binâenaleyh insanın bundan çok sakınması
gerekir. Bu husustaki ilahî va'id ve tehdid büyüktür. Çünkü bütün insanlar,
çeşitli muamelelere ve alış-veriştebulunmaya muhtaçtırlar. Bazan insan, malını
koruma hususunda gafil olur. Binâenaleyh Şârî Teâlâ Hazretleri, malları
sahiplerinde bırakmaya gayret göstermek ve o önemsiz miktarı çalmak suretiyle
insanın hırsızlığa bulaşmasını engellemek için, eksik ölçüp noksan tartmayı
alabildiğine menetmiştir. "Kıstas", terazi manasındadır. Fakat örten
bu, teraziden büyük olur. İşte bundan ötürü, halkın dilinde bu;
"kantar" diye bilinir. "Kıstas" kelimesinin, Rumca veya
Süryanlce olduğu ileri sürülmüştür. Ama doğru olan, bunun Arapça olup,
istikamet ve itidal manasına gelen, "kist" masdartndan müştak
olmasıdır. Velhasıl bunun manası, "iki taraftan birisine meyletmeyen, tam
ortada (aengede) duran" demektir. Alimler bu kelimenin, kâfin kesresiyle
de zammesiyle de kullanılabileceğinde ittifak etmişlerdir. Hamza, Kisâ? ve
Âsım'tn râvisi Hafs, bunu "Kıstas" şeklinde okurlarken, diğer kıraat
imamları, "Kustâs" şeklinde okumuşlardır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, zallke hayr "Bu daha hayırlıdır" yani, "tam ölçüp tartmak,
insanın, sayesinde dünyada kötü nâm ile anılmaktan, âhirette de şiddetli cezadan
kurtulacağı için, eksik ölçüp tartmaktan daha hayırlıdır. "Akıbet
itibarıyla daha da güzeldir" buyurmuştur. Te'vil, işin kendisine varıp
dayandığı şey demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak başka ayetlerinde de,
"Akıbetçe hayırlıdır" (Meryem, 76) "Netice itibarıyla daha
hayırlıdır" (Kehf, 44) ve "Sonuç itibariyle de daha hayırlıdır"
(Kem. 46) buyurmuştur. Hak Teâlâ bunun neticesinin, neticelerin en güzeli
olduğunu bildirmiştir. Çünkü o dünyada, eksik ölçüp tartmaktan sakınmakla
meşhur olduğunda, bütün insanlar ona güvenir ve kısa zamanda zengin olur. Biz
nice fakirler gördük ki, insanlar yanında güvenilir ve hıyanetten sakınır
olmakla meşhur oldukları için, kalbler onlara yönelmiş ve kısa zamanda zengin
olmuşlardır. Ahirette ise o, büyük bir mükâfaat elde edecek ve elem verici bir
azabtan kurtulacaktır.
[149]
"Senin için
hakkında bir bilgi olmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalb,
bunların herbiri bundan mesuldür" (İsra, 36).
Ayetle ilgili birkaç
mesele var:
[150]
Bil ki Allah Teâlâ, üç
emrini izah edince, daha sonra nehiylerini zikretmeye başlamış ve önce şu üç
şeyi yasaklamıştır:
Birincisi, "Senin
için hakkında bir bilgi olmayan şeyin ardına düşme" nehyidir. Takfu
kelimesi, Arapların, birisi birisinin peşine düşüp onu izlediğinde
söyledikleri, "Ben falancanın peşine düştüm" deyiminden alınmıştır.
Beytin sonunda geldiği için, peşi sıra olduğu için, şiirin kafiyesine de
"kâfiye" denmiştir. Yine meşhur bir kabile "Kâfe" diye
adlandırılmıştır. Çünkü onlar, insanların ayak izlerini takib ederek, ayak izlerine
bakarak o insanların halleri hakkında istidlal ederler, (fikir yürütürlerdi).
Cenâb-ı Hak da, "Sonra bunların izleri üzerinde ardı ardınca
peygamberlerimizi yolladık" (Hadtd, 27) buyurmuştur. Enseye de, insan
bedeninin arkasında olduğu için, "kafa" denmiştir. Çünkü ense, sanki
bedeni izleyen ve onu takip eden birşey gibidir. Binâenaleyh ayetteki la takfu
"Hakkında bilgin olmayan şeyi, söz söyleyerek veya fiili olarak takîb
etme, peşine düşme" manasında olur. Bunun neticesi, bilinmeyen birşey
hakkında hüküm vermekten, konuşmaktan nehyetmeye varıp dayanır.
Bu, altında pek çok
türlerin (şeylerin) toplandığı genel bir ifadedir. Bu sebeble müfessirterin
herbirisi bunu, bu türlerden birisine hamletmiştir. Bu hususta şu izahlar
yapılmıştır:
1) Bununla, atalarını taklid ettikleri için, ulûhiyyet
ve nübüvvet hususunda İnandıkları şeylerden, müşrikleri nehyetmek murad
edilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ o müşriklerin bu inançlarında, hevâ-ü heveslerine
uyduklarını bildirerek, "Bu (putlar), sizin ve atalarınızın taktığınız boş
adlardan başka bir şey değildir. Allah onların tanrılığı hakkında hiçbir hüccet
indirmedi. O müşrikler, kuruntudan ve nefislerinin arzu ettiği hevâ-ü hevesden
başkasına tabi olmazlar"(Nm, 23) buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak, onların,
öldükten sonra dirilişi inkâr etmeleri hususunda "Hayır, onların
bilgileri, ahireti (anlamaya) yetişmemiştir. Hayır, onlar bundan şüphe ederler.
Hayır, onlar bundan kördürler" (Namı, 66) buyurmuştur. Yine Allah:
"Müşrikler: "Biz, sırf bir zan ve tahmin yürütüyoruz. Biz, kart inanç
ve bilgi blesieyenler değiliz" dediler "(Casiya 32); "Allah'dan
dosdoğru bir delil olmaksızın, hevâü hevesine uyandan daha sapık kimdir?"
(Kasa», 50); "Dillerinizin yalan yere tavsif ettiği şeyler için, "şu
helaldir, şu haramdır" demeyin" (Nahi, ne) ve, "De ki:
uNezdinizde, herhangi bir ilim varsa hemen onu bize çıkarın. Siz (kuru) bir
zandan başka birşeye uymuyorsunuz" . 148) buyurmuştur.
2)
Muhammed b.
Hanefî'nin, bu ayetten muradın, yatan yere şâhidlik etmek olduğunu söylediği
nakledilmiştir. İbn Abbas (r.a) da, "Ancak, gözünün gördüğü, kulağının
işittiği ve kalbinin iyice anladığı şeyler hususunda şâhidlik et"
demiştir.
3) Bununla, evli erkek ve kadınlara (zina) iftirasında
bulunup, onlar hakkında asılsız şeyleri uydurmak nehyedilmiştir. Çünkü bu,
Arapların adeti idi. Onlar, hicivlerinde bunu yapar ve çok ileri giderlerdi.
4)
Bununla, yatan
söyleme nehyedilmiştir. Katâde:
"Duymadığım halde
"duydum", görmediğim halde "gördüm", ve bilmediğim halde
"biliyorum" deme" demiştir.
5) Bu, "iftira etme" manasına olup, aslı yine
"kafa" masdarındandır. Buna göre, sanki bu, birisinin arkasından
söylenmiş bir söz olur ki, bu da, gıybet etmek demektir. Gıybet de insanı,
arkasından, gıyabında hoşlanmayacağı
şekilde anmak, yâd etmektir. Bazı haberlerde, "Kim bir müslümanın peşine,
onda olmayan bir sıfatla düşer (gıybetini yaparsa), Allah onu cehennemliklerin
vücudtarından akan pis kokulu şeylerin içine atar" diye gelmiştir. Bil ki
ayetin lafzı umumî olup, bütün izah edilen bu şeyleri içine alır. Dolayısıyla
sınırlamaya mahal yok. Allah en iyi bilendir.
[151]
Kıyası kabul
etmeyenler, bu ayeti delit getirerek şöyle demişlerdir: "Kıyas, ancak zan ifade
eder. Zan ise,
ilimden farklıdır. O
halde, Allah'ın dini hususunda kıyas ile hükmetmek, insanın bilmediği bir hususta
hüküm vermesi demektir. Binâenaleyh Hak Teâlâ'nın, "Senin için hakkında bir bilgi
olmayan şeyin ardına düşme" buyruğundan ötürü, bunun caiz olmaması gerekir.
Buna birkaç yönden
cevap verilir:
1) Sırf zanna dayanarak din hususunda pek çok yerde
hüküm vermek, icmâ-i ümmet ile caiz görülmüştür:
a)
Fetvaya göre
amei etmek, zan ile amel etmektir ve caizdir.
b) Şâhidlerin şahidliğine göre işlem yapmak, zan ile
hüküm vermektir ve bu da
caizdir.
c)
Kıbleyi
araştırmadaki gayret sadece zanna dayanır, ama caizdir.
d) Telef edilen şeylerin kıymetlerini, işlenen suçların
denklerini (erşlerini) tayin etmek ancak zanna göre olur, ama caizdir.
e) Damar yardırmak, kan aldırmak ve diğer tıbbî
müdahalelerde bulunmak zanna dayanır, ama caizdir.
f) Bu kesilen hayvanların, müslüman için kesilmiş şeyler
olması da zanna dayanır. Ama buna hüküm bina etmek caizdir.
g) Cenâb-ı Hak, "(Eğer karı ile kocanın) aralarının
açılmasından endişeye düşerseniz, o vakit (erkeğin) ailesinden bir hakem,
(kadının) ailesinden bir hakem gönderin"(Hisa,35) buyurmuştur. Bu şikâkın
(ayrılığm-anlaşmazlığın) mevcut olması, zannedilen birşeydir, kesin bilinen
birşey değildir.
h) Bir kimsenin mü'min olduğuna hükmetmek de zanna
göredir. Ama sonra biz bu zan üzerine, mirasın olması, müslüman mezarlığına
gömülmesi gibi, birçok hükümler bina ederiz.
1)
Dünyada
muteber olan, yolculuklar, kazanç elde etmeler, belli zamanlar için
muamelelerde bulunmak, dostların dostluğuna, düşmanların düşmanlığına güvenmek
gibi bütün işlerin hepsi zanna dayanırlar. Ama işleri böyle zanlara dayamak
caizdir.
k) Hz. Peygamber (s.a.s) "Biz zahire (görünüşe)
göre hüküm veririz. Allah Teâlâ ise, içlerde olanı bilir" buyurmuştur. Bu,
zannın bu on çeşit şeyde muteber olduğunu açıkça gösterir. Binâenaleyh,
"işi zan özerine bina etmek caiz değildir" diyen kimsenin sözü
batıldır, yanlıştır.
2) Zan, bazan "ilim" diye isimlendirilir.
Bunun delili, "Mü'min kadınlar muhacir olarak geldikleri zaman, onlan
imtihan edin. Allah onların imanlannı daha iyi bilendir ya. Fakat siz de
onların mü'min kadınlar olduklarına bilgi edinirseniz, onlan kâfirlere
döndürmeyin"{Mûmtehme, ıo) ayetidir. Malumdur ki, onların mü'min olup
olmadıklarını bümek, ikrarlarına göre mümkündür. Bu ise, ancak zan ifade eder.
Binâenaleyh Allah Teala ayette, bu zannı "İlim" diye
isimlendirmiştir.
[152]
3) Kesin deliller, kıyas ile amel edilebileceğine
delâlet edince, bu delil de, Allah'ın bu durumdaki hükmünün, nass mahallindeki
hükmüne denk olduğunda (zan yolu ile) delil olunca, sizler de bu zanna göre
amel etmekle mükellef olursunuz. Böylelikle de burada da zan, hüküm yerine vaki
olmuş olur. Ama bu hüküm malum ve kesindir.
Kıyası kabul
etmeyenler birinci soruya şöyle diyerek cevap verirler: "Ayetteki,
"Senin için hakkında bir bilgi olmayan şeyin ardına düşme" buyruğu
kendisine yukarıda zikredilen on şekilde "tahsis" dahil olmuş olan
umûmî (genel) bir ifadedir. Binâenaleyh bu umûmî ifade, bu on şeklin dışında,
hüccet olarak kalır. Sonra biz diyoruz ki: Bu on şekil İle, niza mahalli olan
husus arasındaki fark şudur: Bu on şekil, bu hükümlerin, muayyen vakitlerde
belli şahıslara has hükümler olma bakımından müşterektirler. Muayyen bir
kimsenin, muayyen bir manaya ve izaha müracaat edip yöneleceği hal ve durum, bu
muayyen şahısla ilgili olarak vâkî olmuştur. Şâhidlik, kıblenin tayini ve diğer
durumlar hakkında söylenecek söz de bunun gibidir. Muayyen zamanlarda, muayyen
şahıslarla ilgili hadiseler için nass ve delil getirme, nihayeti olmayan
hususlarda nass ve delil getirme yerine geçer. Bu ise imkânsızdır. İşte bu
zaruretten Ötürü, biz zann-ı gâiib ile yetindik. Kıyaslarla sabit olan
hükümlere gelince, Dunlarda küllî vak'alarda geçerli olan genel hükümler olup,
bunlar da mazbut,belirli ve sayıca az hadiselerdir. Bunlara dâir nass getirmek
mümkündür. İşte bundan ötürüdür ki, kıyas yoluyla bu hükümleri çıkaran
fakihler, bunları tesbit etmiş ve etaplarında zikretmişlerdir. Bunu iyice
anladığında biz diyoruz ki: Sizin zikrettiğiniz o on duruma dâir hükümler İçin
delil ve nass getirmek mümkün değildir. İşte bundan ölürü, bu hususlarda hüküm
koyucunun, zan ile yetinmesi gerekir. Fakat kıyas yoluyla aide edilen hükümlere
gelince, bunlara dair delil getirmek mümkün olup, bu -vısuslarda zan ile
yetinmek caiz değildir. Böylece ikisi arasındaki fark ortaya çomaktadır."
Bunların "Zan,
bazan ilim olarak isimlendirilir" şeklindeki izaha karşı cevaplarına
gaftnce, bunlar derler ki: "Bu yanlıştır. Çünkü, "Bu iş zanna
dayanır, malum değildir" veya "Bu ı$ malumdur, zanna dayanmaz"
denilebilir. Bu da, iki ifade arasında bir Wılığın bulunmu«'na delalet eder.
Hem sonra "De ki: "Nezdinizde herhangi bir varsa hemen onu bize çıkarın. Siz (kuru) bir
zandan başka kimseye umuyorsunuz?" (En'am, 148) ayeti burada ilmin
nefyedilip zannın bulunduğunu terir. Bu da, bu iki şeyin birbirinden farklı
olduğuna delalet eder. Ama Cenâb-ı ı'ın, "Eğer onların mü'min olduklarına
bilgi edinirseniz" (Mûmtetıine, 10) ayetine ;e, burada mü'min, mü'min
olduğunu ikrar eden kimsedir. Bu ikrar ise, ilimdir bir şeydir).
üçüncü cevap da
(Kıyası reddedenlere göre) zayıftır. Çünkü bu, ancak kıyasın aastn delil İle
bir hüccet olduğunun sabit olması halinde tamam olur. Bu ise yanlıştır. Çünkü böyle
bir hüccet, ya akli, ya naklî olur. Akli olması, söz konusu olamaz. Çünkü zan
ifade eden kıyasın, bir hüccet olması aklen gerekli (vacib) değildir. Buna
delalet eden şey ise şudur: Şeriatın, "sizi kıyasa müracaat etmekten
nehyettim" diyebileceğinde bir anlaşmazlık yoktur. Eğer kıyasın bir hüccet
olması, sırf aklî bir durum olsaydı bu imkânsız olurdu, tkinci ihtimale
gelince, bu da söz konusu değildir. Çünkü kıyasın bir hüccet olduğu hususundaki
naklî delil ancak, mütevâtir bir nakil ile naklolunan ve bu mananın sabit
olduğuna delil oluşu da ancak aksine muhtemel olmayan kesin bir delalet olduğu
zaman kesin bir delil olur. Eğer böyle bir delil var ise, herkese ulaşmış olur,
herkes onu bilir ve böylece ortada bir anlaşmazlık olmazdı. Böyle olmadığına
göre, bu meselede, kat'î bir naklî delilin bulunmadığını anlıyoruz. Böylece de,
kıyasın bir hüccet olduğunu isbat etme hususunda, kesin olarak kat'î bir
delilin bulunmadığı sübut bulmuştur. Binâenaleyh sizin, "Kıyas ile ortaya
konan hüküm malum (kesin) olup, zanna dayanmamaktadır" şeklindeki sözünüz
geçersiz olur. İşte bu delilin ortaya konulması hususunda söylenen bütün sözler
bundan ibarettir."
Buna verilecek cevap
hususunda, söylenebilecek en güzel şey şudur: "Sizin, kendisine itimad
ettiğiniz (delil getirdiğiniz) bu ayete tutunmak, tahsis görmüş bir umumî hükme
(yani sınırlandırılmış genel bir hükme) tutunmaktır. Tahsis görmüş bir genel
hükme tutunmak ise, ancak bir zan ifade eder. Eğer bu ayet, zanna tutunmanın
caiz olmadığına delâlet etseydi, bu, bu ayete tutunmanın da caiz olmadığına
delalet ederdi. Binâenaleyh bu ayetin bir delil olduğunu söylemek, onun nefyini
kabul etmek demektir. Dolayısıyla da bu bir tenakuz olmuş olur ve bununla
istidlal etme işi düşer. Allah en iyi bilendir. Birisi çıkıp da "Biz, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in dininden, Kur'ân'ın ayetlerine sarılmanın şeriat hususunda
bir hüccet olduğunu açık bir tevatürle biliyoruz" diyerek cevap verebilir.
Bu cevaba karşılık da, "Tahsis görmüş genel (nassın) bir delil olduğu
tevatürle bilinemez" diye cevap verilir. Allah en iyi bilendir.
[153]
Ayetteki "Çünkü
kulak, göz ve kalb, bunların herbiri bundan mesuldür" cümlesi hakkında iki
bahis vardır:
Birinci Bahis:
İlimler, ya duyularla ya akıl ile elde edilir
Cenâb-ı Hak, birinci
kısma kulağı ve gözü zikrederek işaret etmiştir. Çünkü insan birşeyi duyup
gördüğünde, onu anlatır ve haber verir.
Akılla elde edilen
ikinci kısım ilim de ikiye ayrılır:
a)
Bedîhî,
b)
Kesbî.
Cenâb-ı Hak, aklî
ilimlere de, ayette, "kalb" kelimesiyle işaret etmiştir.
İkinci Bahis: Ayetin
zahiri, bu uzuvların sorumlu tutulacağını göstermektedir. Bu hususta şu izahlar
yapılmıştır:
1)
Bununla,
duyan, gören ve kalbi olan kimsenin
mes'ul olacağı manası kastedilmiştir. Çünkü mes'ul tutulma, ancak aklı olan
kimseler için söz konusudur. Bu sayılan uzuvlar ise böyle değildir. Aksine aklı
ve anlayışı olan, insanın kendisidir. Binâenaleyh bu, "O beldeye
sor"çfusui,&2) ayetinde olduğu gibidir. Buradaki "belde"
ite, belde ahalisi murad edilmiştir. Binâenaleyh insana, "niçin dinlenmesi
haram olan şeyleri dinledin, bakılması helal olmayan şeylere baktın ve düşünülmesi,
karar verilmesi helal olmayan şeyleri, niçin karar verip yaptın?"
denilecek.
2)
Ayet şöyle de
izah edilir: O kimselerin hepsi, kulağından, gözünden ve kalbinden mes'ul
olacaklardır ve onlara, "Kulağınızı Allah'a taatta mı, yoksa isyanda mı
kullandınız?" denilecek. Diğer uzuvlar hakkında da aynı sorgu yapılacak.
Çünkü bu duyular, nefsin alet edevatıdır. Nefis de adetâ onların başkanı, emîri
ve onları kendisi için kullanan efendi gibidir. Binâenaleyh, eğer nefis onları
hayırlarda kullanırsa mükâfaatı, yok eğer şerlerde ve günahlarda kullanırsa
cezayı hakeder.
3) Allah Teâlâ'mn, ahirette insanın uzuvlarında hayatı
yaratacağı ve onların da insan aleyhine şahidlikte bulunacağı Kur'ân ile
sabittir. Bunun delili, "O gün, aleyhlerinde kendi dilleri, kendi elleri,
kendi ayakları neler yaptıklarına şahidlik edecektir"{Nw. 24) ayetidir.
İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hakk'ın, uzuvlarda hayatı, aklı ve konuşma
kabiliyetini yaratıp, sonra onlara soru sorması uzak bir ihtimal, olma2 bir şey
değildir.
[154]
Yeryüzünde kibr-ü
azametle yürüme. Çünkü, yeryüzünü yaramazsın, boyca da asla dağlara eremezsin.
Kötü olan bütün bunlar, Rabbinin indinde sevilmeyen şeylerdir" (Isra. 37-38).
Bil ki bu, Cenâb-ı
Hakk'ın, bu ayetlerdeki nehiyterinden ikincisidir. Bu konu ile ilgili birkaç
mesele vardır:
[155]
"Meran",
aşırı sevinme ve şımarıklık demektir. Nitekim Arapça'da, denilir. Ayetteki manası, insanı
kibrini ve azametini gösterecek şekilde yürümekten nehyetmektir. Zeccâc, bunun
manasının yeryüzünde çalım satarak ve böbürlenerek gezinmek olduğunu
söylemiştir. Bunun bir benzeri de, Furkan Sûresi'ndekİ, "Rahman'm kullan
yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürürler"{Furkan, 63) ayetidir. Yine
Cenâb-ı Hak, Lokman Sûresi'nde "Yürüyüşünde mu'tedil ol. Konuşurken sesini
alçak" (Lokman, 19) ve "Yeryüzünde şımarık yürüme. Zira Allah her
kibir taslayans, kendini beğenip Öğüneni sevmez" (Lokman, 18) buyurmuştur.
[156]
Ahfeş şöyle der:
"Eğer bu kelime, râ'nın kesresi ile merih şeklinde okunursa, daha güzel
okunmuş olur.'' Zeccâc da: "Merâh" masdar, "Merih" de ism-i
fail olur ki, ayetteki bu kelimeyi her iki şekilde okumak da caizdir. Fakat
masdar şeklinde okumak daha güzel ve daha çok te'kidlidir. Nitekim sen, ibr
"Zeyd koşarak geldi" dersin. Ama, burada "rakderT'i kullanman
daha te'kidli olur. Çünkü bu (masdar), fiilin te'kid edilmesi manasınadır"
demiştir.
[157]
Cenâb-ı Altah sonra,
kibirlenmekten, böbürlenmekten ve şımarmaktan alabildiğine nehyederek,
"Çünkü, yeryüzünü yaramaszın, boyca da asla dağlara eremezsin"
buyurmuştur. Buradaki "yarma"dan murad, yerr delip içeriye nüfuz
etmek, işlemek demektir. Alimler, bunun ne demek olduğu hususunda şu izahları
yapmışlardır:
1) Yürümek ancak, yukarı doğru ve aşağı doğru gitmekle
tamamlanır. Buna göre sanki, "sen, aşağı doğru inerken, yeri yaramaz ve
onu delip geçemezsin, yukarı doğru çıkarken de dağların başına
ulaşamazsın" denilmek istenmiştir. Bu tabir ile, insanın zayıf ve
aciz olduğuna, binâenaleyh
kibretmenin, şımarmanın ona
uygun düşmeyeceğine dikkat çekilmek istenmiştir.
2) Bununla, "Senin altında delemediğin, yaramadığın
yer, üstünde de zirvesine ulaşamayacağın dağlar vardır. Dolayısıyla sen,
üstünden ve artından bu iki tür cansızla kuşatılmışsın. O halde sen onlardan da
pek çok zayıfsın. Etrafı kuşatılmış aciz ve zayıf bir varlığın, kibirlenmesi
uygun düşmez" manası kastedilmiştir. Buna göre sanki insana,
"mütevazi ol, kibretme. Çünkü sen, taşla toprak arasında sıkışıp kalmış,
âciz bir yaratıksın. Kendine, herşeyi yapar, herşeye gücü yeter havası
verme" denilmektedir.
Allah Teâlâ sonra,
"Kötü olan bütün bunlar, Rabbinin indinde sevilmeyen şeylerdir"
buyurmuştur. Bu cümle ile ilgili birkaç mesele vardır:
[158]
Ekseri kıraat
imamları, bu kelimeyi, hâ'nın ve hemzenin zammesi ile, seyyiühu şeklinde; Nâfî,
İbn Kesir ve Ebu Amr ise, mansub olarak, seyyiehu şeklinde okumuşlardır. Ekseri
kıraat imamlarının bu şekilde okuyuşu, şu iki yönden zahirdir:
1) Hasan el-Basrî şöyle der: "Allah Teâlâ bundan
önce, bazı şeyleri emretmiş, bazı şeyleri yasaklamıştır. Binâenaleyh eğer O,
herşeyin kötü olduğuna hükmetmiş olsaydı, o zaman emrettiği şeylerin de kötü
olması gerekirdi ki, bu caiz değildir. Ama biz bunu izafetle okuduğumuzda,
mana, "Bu bahsedilenlerden kötü olanlar, Allah katında sevilmeyen
şeylerdir" şeklinde olur ve söz düzelmiş olur."
2) Eğer biz, daha önce bahsedilen şeylerin hepsinin kötü
olduğunu söyleyecek olsak, o zaman onların "mekruh" (sevilmeyen
şeyler) olduklarının söylenilmesi gerekir. Halbuki durum böyle değildir. Çünkü
Allah Teâlâ, "mekruh" demiştir. Ama biz bu kelimeyi izafetle
okuduğumuzda mana, "Bunlardan kötü olanları mekruhtur" şeklinde olur
ki bu durumda söz düzelmiş olur.
Nâfî, İbn Kesir ve Ebu
Amr'ın kıraatlerine göre de şu izahlar yapılmıştır:
1) Söz (cümle), geçen ayetteki, "Bu, hem daha
hayırlıdır; hem de akıbet itibarıyla daha güzeldir" (isra, 35) ayetinde
bitmiş, daha sonra Cenâb-ı Hak söze yeniden başlayarak, "Senin için
hakkında bir bilgi olmayan şeyin ardına düşme"{İsra, 36) ve
"Yeryüzünde kibr-ü azametle yürüme" {isra, 37) buyurmuş, daha sonra
da, "Kötü olan bütün bunlar, Rabbin indinde sevilmeyen şeylerdir"
buyurmuştur. O halde bununla kastedilen Allah'ın yasakladığı bu son şeylerdir.
2) Küllü zalik "bütün bunlar" tabiri ile,
Allah Teâlâ'nın daha önce nehyettiği şeyler kastedilmiştir.
Ama "mekruh"
kelimesine gelince, alimler, bu kıraate göre, bunun böyle okunması hususunda şu
izahları yapmışlardır:
a)
İfadenin
takdiri, "Bütün bunlar kötüdür ve mekruhtur" şeklindedir.
b) Keşşaf sahibi şöyle der: "Seyyi'e", tıpkı
"zenb" ve "ism" (günah) kelimeleri gibi, isim hükmündedir.
Daha sonra bundan sıfat hükmü zail olmuştur. Binâenaleyh bunun müennes oluşuna
itibar edilmez ve bu kelimeyi seyyie ve seyyiühu şeklinde okuma arasında bir
fark olmaz. Baksana sen, "sirkat seyyiedir" de dediğin gibi,
"zina seyyiedir" dersin. Dolayısıyla bunun, müzekker veya müennes
kelimeye isnad edilmesi arasında bir fark görmezsin."
c) İfadede bir takdim-tehir söz konusu olup, takdir
"Bütün bunlar mekruhtur ve Rabbin katında kötüdür" şeklindedir.
d)
Bu kelime,
manasına göre ele alınır. Çünkü seyyie, "zenb" (günah) manasınadır ve
"Zenb" kelimesi müzekkerdir.
[159]
Kadî şöyle der:
"Bu ayet, bu amellerin Allah indinde mekruh (sevilmeyen) şeyler olduğuna
delalet etmektedir.
Mekruh olan şeyi ise,
Allah irade etmez. O halde, bütün bu ameller, Allah'ın iradesi (ile) değildir.
Dolayısıyla, "varlık âlemine giren herşey, Allah'ın muradıdır; Allah
istediği için var olmuştur" diyenlerin görüşü batıldır. Bunların, Allah'ın
iradesiyle olmadıkları sabit olunca, O'nun tarafından yaratılmış şeyler
olmamaları da gerekir. Çünkü eğer bunlar, Allah'ın yarattığı şeyler olsaydı,
O'nun murad ettiği şeyler olurlardı. Şu da söylenemez: "Bunların mekruh
olmalarından maksad, Allah Teâlâ'nın onları nehyetmiş olmasıdır." Hem
onların mekruh olması demek, Allah'ın onların meydana gelmelerini kerih görmesi
demektir. Böyle olması halinde de, Allah Teâlâ'nın onların var olmalarını
istemiş olması imkânsız olmaz." Böyle söylenemez,çünkü birinci cümleye,
"Bu, ayetin zahirine itibar etmemedir" diye cevap verilebilir. Hem
bunların Rab katında kötü sayılmaları, nehyedilmiş olduklarına da delalet eder.
Binâenaleyh ayetteki "mekrûh"u, "nehyedilmiş şeylerdir"
manasına alırsak, lüzumsuz bir tekrar olmuş olur. İkinci hususa da, "Allah
Teâlâ bu ayeti, bu tür işleri menetmek için getirmiştir. Binâenaleyh, burada,
"Bunların meydana gelmeleri mekruhtur" denilmesi uygun düşmez"
diye cevap veririz." Kâdî'nin istidlali işte bu şekildedir.
Buna şöyle cevap
verilir: Buradaki "mekruh" sözü ile, nehyedilen şeyler
kastedilmiştir. Te'kîd gayesiyle tekrar etmede bir sakınca yoktur.
[160]
Kâdî şöyle der:
"Bu ayet, Allah Teâlâ'nın irade sahibi olduğuna delâlet
ettiği gibi, kârih
(kerih gören,
hoşlanmayan) olduğuna
da delâlet eder." Ehl-i sünnet âlimlerimiz ise, "Kur'ân'da Allah için kullanılan
kerahet (hoşlanmama) ifadesi, ya nehyetmek manasına, yahut da yapılmamasını isteme
manasına hamledilir" demişlerdir. Allah en iyi bilendir.
[161]
"Bunlar, Rabbinin
sana vahyettiği hikmetlerdendir. Allah ile beraber diğer bir tanrı edinme
ki, sonra kınanmış ve kovulmuş olarak cehenneme atılırsın. Yaa! Rabbiniz
sizin için oğullan seçti de, kendisi için meleklerden dişiler mi edindi.
Hakikaten siz çok büyük bir iddiada bulunuyorsunuz" (İsra, 39-40)
Bil ki Cenâb-f Hak bu
ayetlerde, yirmibeş çeşit mükellefiyeti bir araya toplamıştır. Birincisi:
''Allah ile beraber diğer bir tanrı edinme" (lora. 22) ifadesidir. Cenâb-ı
Hakk'ın, "Rabbin, kendinden başkasına kulluk etmeyin" diye
hükmetti" fa», 23) buyruğu, Allah'a ibadeti emretme ve başkasına ibadeti
nehyetme gibi, İki mükellefiyeti ihtiva eden bir ifadedir. Dolayısıyla bunların
toplamı üç eder. O'nun "Ana babaya iyi muamele edin" fam, 23>
emri, dördüncü mükellefiyettir. Cenâb-ı Allah daha sonra, bu iyi muamelenin ne
olduğunu anlatmak için şu beş şeyi zikretmiştir: "Onlara "öf"
(bile) deme"; "Onları azarlama"; "Onlara güzel söz
söyle" (İn, 23); "Onlara acıyarak tevazu kanadını indir" ve
"Ey Rabbim... Kendilerine merhamet et" de"(\&r&, 24).
Böylece bütün bunların toplamı dokuz eder. Allah Teâlâ sonra, "Hısıma,
yoksula ve yolda kalmışa hakkını ver"(lafa, 26) buyurmuştur. Bu da, üç
mükellefiyettir. Dolayısıyla toplam on iki eder. Daha sonra, "(malını)
israf ile saçıp savurma" (isra, 26) buyurmuştur ki bununla toplam onüç
olur. Sonra, "Şayet Rabbinden umduğun rahmeti arayarak onlardan sarf-ı
nazar edersen, kendilerine yumuşak söz söyle"fara, 2e) buyurmuştur. Bu,
ondördüncü mükellefiyettir. Bunun peşinden, "Elini, boynuna bağlı olarak
asma, onu büsbütün de açıp saçma, yoksa pişman bir vaziyette oturup
kalırsın"(isra,28) buyurmuştur ki, bu da onbeşlncisldir. Sonra,
"Evladlarınızı fakirlik korkusuyla öldürmeyiniz" (Isra, 31)
buyurmuştur. Bu, onaltıncisidir. Sonra, "Allah'ın haram kıldığı cana,
haklı bir sebep olmadıkça kıymayın" {lsra.33) buyurmuştur ki bu da, onyedinci
mükellefiyettir. Sonra, "/C/m mazlum olarak öldürülürse, biz onun velisine
bir selâhiyet veririz" (kra, 33) buyurmuştur. Bu, onsekizinclsidir,
"O da katilde israf etmesin" ifadesi, ondokuzuncusudur. Daha sonra,
"Ahdi yerine getirin" (Un, 34) buyurmuştur. Bu, ylrmlnclsidir. Sonra
"ölçtüğünüz vakit, ölçeği tam yapın" (tsra, 35) buyurmuştur. Bu,
ylrmlblrincisidir. Sonra, "Doğru terazi ile tartın" (Ura, 35)
buyurmuştur. Bu, yirmiikincisidir. Sonra, "Senin için hakkında bir bilgi
olmayan şeyin ardına düşme" (lsra,36> buyurmuştur. Bu,
yirmiüçüncüsüdür. Sonra, "Yeryüzünde kibr-ü azametle yürüme" {isra,
37) buyurmuştur. Bu, yirmidördüncü mükellefiyettir ve "Allah ile beraber
diğer bir tanrı edinme" (isra, 39) buyurmuştur ki bu, yirmibeşincisidir.
Binâenaleyh Allah Teâlâ bütün bunları, bu ayetlerde birlikte zikretmiş ve
"Allah üe beraber diğer bir tann edinme. Sonra kınanmış ve kendi basma
(yardımsız) bırakılmış olursun"(İsra,22) buyurarak başlamış, yine
"Allah ile beraber diğer bir tanrı edinme ki, sonra yerinmiş ve koğulmuş
olarak cehenneme atılırsın"(isra, 39) ifadesi ile hitâma erdirmiştir.
[162]
Bunu iyice anladığında
deriz ki: Bunda şu incelikler verdir:
Birinci İncelik: Bu
ayetin başındaki zâlik "Bunlar" kelimesi, daha önce zikredilmiş ve
"hikmet" adı verilmiş olan mükellefiyetlere bir işarettir. Cenâb-ı
Hak şu sebeblerden ötürü o mükellefiyetlere "hikmet" demiştir:
1) Bu mükellefiyetlerin neticesi, tevhîdi, taatleri ve
hayırları emretme; dünyadan yüz çevirip ahirete yönelmeye müncer olmakta,
varmaktadır. Akıllar da bunun doğruluğuna delâlet eder. Böyle bir şeriatı
getiren ise, şeytanın dinine davet eden birisi olamaz. Bilakis, fıtrat-ı
asliyye de şehâdet etmektedir ki o, Rahman'ın dinine davet edicidir. Bunun tam olarak anlatılmasını ise,
biz Şuarâ Sûresi'ndeki, "Şeytanların kimlerin üzerine indiğini size
haber vereyim mi ben? Onlar her günahkâr yalancının tepesine iner" (şuârâ,
221-222) ayetinin tefsirinde zikredeceğiz.
2) Bu ayetlerde zikredilen hükümler, bütün din ve
milletlerde gözetilmesi, vacib olan, neshi ve ibtâli kabul etmeyen şeriatter ve
yasalardır. İşte bu itibarla da, muhkem ve hikmettir.
3) Hikmet, bizatihi sahib olduğu güzellikten ötürü
hakkı, kendisiyle amel etmek için! de hayrı bilmekten ibarettir. Binâenaleyh
tevhidi emretmek, birinci kısımdan; diğer mükellefiyetleri emretmek de,
insanların, kendilerine devam edip de onlardan sapma yacak bir biçimde,
hayırları öğretmekten ibarettir. Böylece bu ayetlerde zikredilen şeylerin
hikmetin ta kendisi olduğu sabit olur. inb Abbat (r.a)'dan, bu ayetlerin, Musa
(a.s)'m Levhalar:'nda da olduğu rivayet edildi. Bunların birincisi, "Allah
ile beraber diğer bir tann edinme" ayetidir. Nitekim, Cenâb-ı Hak,
"Biz onun için levhalarda herbir şeyi, mev'ızaya ve (hükümlerin) tafsiline
ait her şeyi yazdık" (A'raf. 145) buyurmuştur.
İkinci İncelik: Allah
Teâlâ bu mükellefiyetlerden. Önce tevhidi emredip şirki yasaklamakla başladı ve
yine aynı biçimde bu mükellefiyetleri bitirdi. Bundan maksat, bütün
mükellefiyetlerden maksadın, tevhidi bilmek ve onun içine dalmak olduğuna
dikkat çekmek üzere bütün fiil, söz, fikir ve zikrin evvelinin, tevhidi anmak
ve zikretmek olması gerektiğine; sonunun da ayni şekilde, tevhidi
zikretmek olması gerektiğine tenbihte bulunmaktır. Yapılan bu tekrarın
bulunması, bu önemli incelikten dolayı, pek yerinde olmuştur. Sonra Cenâb-ı
Hak, birinci ayette, müşrikin mezmûm ve yardımsız bırakılması gerektiğini, son
ayette de şirkin, müşriki, kınanmış ve hor hakir olarak cehenneme sürüklediğini
zikretmiştir.
[163]
Kınanma ve yardımsız
bırakılma, dünyada meydana gelir. Cehenneme atılma ise, Kıyamet günü tahakkuk
eder. Bizim, kınanmış ile yardımsız bırakılmış; levmedilmiş ile hor hakir kılınmış
arasındaki farkı açıklamamız gerekir. Bundan dolayı diyoruz ki: Mezmûm ile
melûm (levmedilmiş olan) arasındaki fark şudur: Onun mezmûm olmasının manası,
ona, kendisine yöneldiği fiilin, çirkin ve hoşlanıimayan birşey olduğunun
zikredilmezdir. İşte, mezmûm olmasının manası budur. Ona bu hatırlatıldığında,
bunun peşinden, "Böyle bir fiili niçin yaptın? Seni buna zorlayan nedir?
Bundan, kendine zarar vermekten başka ne fayda elde ettin?" denilir. İşte,
levmetme, kınama da budur. Böylece işin başlangıcının, onun mezmûm
(zemmedilmiş) olması, sonunun da melûm olması olduğu sabit olur. Ama, yardımsız
bırakılmış ile hor hakir kılınmış arasındaki farka gelince, bu da şudur:
Mahzül, aciz ve zayıf kimse, demektir. Arapça'da, "uzuvları güçsüz oldu,
zayıfladı" manasında "Tehâzelet adâ'uhû" denilir.
"Medhûr" (hor hakir kılınmış) kelimesi ise, terkedilmiş, kovulmuş
anlamındadır. "Tard"ise, hafife almak, hor hakir görmek manasındadır.
Nitekim Cenâb-ı Hak, "ve o (azabın) içinde hor ve hakir ebedî
bırakılır"(Furkan, 69) buyurmuştur. Binâenaleyh, onun "mahzur oluşu,
yardımsız ve kendi haline bırakılmasından İbarettir. "Medhûr" olması
da, hor ve hakir kılınıp küçümsenmesinden ibarettir. Böylece, işin başının,
onun "mahzur olması olduğu; sonunun da "medhûr" olması olduğu sabit
olur. Muradını en iyi bilense, Allah'dır.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Yaa! Habbiniz sizin için oğullan seçti de, kendisi için meleklerden
dişiler mi edindi?" buyruğuna gelince, bil ki Allah Tsâlâ, Allah'ın
ortakları ve benzerleri olduğunu söyleyenlerin yolunun bozuk olduğuna dikkat
çekince, O'nun çocuğu olduğunu söyleyenlerin yoluna ve onların son derece câhil
olduklarına dikkat çekmiştir. Onların yolu ve inancı şudur: Onlar, çocukların
ilk kısım olduğuna, bu iki kısımdan en şereflisinin oğullar, en değersizinin
de, kız çocukları olduğuna inanıyorlardı. Sonra, kendilerinin son derece âciz
ve jsusurlu olduklarını bilmelerine rağmen, oğulları kendilerine nisbet
ediyorlar, Allah Teâlâ'nın sonsuz kemâl ve sınırsız celâl sıfatlarıyla muttasıf
olduğunu bilmelerine rağmen, kızları da O'na mal ediyorlardı. Bu, böyle bir
sözü söyleyen kimsenin, alabildiğine câhil olduğunu gösterir. Bunun bir benzeri
de Cenâb-ı Hakk'ın, "Yahut kızlar O'nun, oğullar sizin mi?" ,(Tûr,
39» ve "Erkek sizin de dişi O'nun mu?"(Nwr, 21) ayetleridir.
Ayetteki cümlesine
gelince, Arapça'da, bir kimse bir seçtiğinde "Asfâhu bi'ş şey'i"
"Onu kendine has kıldı" denilir. Nitekim sultanın, kendi has
adamlarına tahsis ettiği mal mülke de, savâfî denilir. Ebu Ubeyde, bu tabirin
"Efe hassakum-size mi has kıldı?" manasında olduğunu söylerken,
Mufaddal ca bunun manasının, "Efe ahlasakum-Size mi seçip has kıldı,
tahsis etti?" şeklinde olduğunu söylemiştir. Nahivciler ise şöyle
demiştir: Bu hemze, bozukluğu aşikâr olar bir inanç hakkında soru sorma
üslubunda gelmiş olan, ama red ve inkâra delâler eden bir hemzedir. Böylesi bir
inancın sahibine ise, ancak, en hakaret edici bir biçimde cevap verilir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Hakikaten siz çok büyük bir iddiada bulunuyorsunuz" buyurmuştur.
Buradaki büyük oluş, iki şekilde izah edilir.
1)
Allah'ın
çocuğu olduğunu söylemek, O'nun, parça ve cüzlerden mürekkeb olmasını
gerektirir. Bu ise, Allah'ın kadîm, zâtı gereği Vâcibu'l-Vücûd olmasını zedeler
İşte bu da, büyük bir iddia ve hoş olmayan bir ifadedir.
2) "Allah'ın çocuğu olsa bile, (ey müşrikler),İki
kısımdan en kıymetlisini kendinize, en kıymetsizini de Allah'a bırakıyorsunuz.
Ki bu da, büyük bir cahilliktir."
"Celalim hakkı
için bu (ihtarı) şu Kur'ân'da türlü türlü şekillerde açıklamışızdır; ta ki
iyice düşünüp ibret alsınlar. Halbuki bu, onların nefret etmelerinden
başka bir şeyi arttırmıyor. De ki: "Allah ile beraber, söyledikleri gibi,
(başka) tanrılar da olsaydı, onlar Arş'm sahibine elbet bir yol ararlardı. O, bunların
söylemekte oldukları şeylerden tamamiyîe münezzehtir, yücedir, büyüktür. Yedi
gökle yer ve bunların içinde bulunanlar, onu teşbih eder. Hiçbir şey
hariç olmamak üzere, hepsi O'nu hamd ile
teşbih eder. Fakat siz, onların teşbihini iyi anlamazsınız. O, hakikaten
halîmdir, gerçekten bağışlayandır" (İsrâ, 41-44).
[164]
Bil ki
"tasrff" kelimesi Arapça'da, bir şeyi bir yönden başka bir yöne
döndürmekten ibarettir. Rüyaları evirip çevirme, işleri evirip çevirme gibi.
İşte, Arapça'daki esas mana budur. Daha sonra ise, "tasrîf" kelimesi,
"beyân etme" manasından kinaye kılınmıştır. Çünkü, bir şeyi izah
etmeye çalışan kimse, sözünü, izahını eksiksiz yapabilmek ve beyanını takviye
edebilmek için, bir çeşitten bir çeşide, bir misalden başka bir misale
döndürür. Binâenaleyh, ayetteki ifadesi, "beyân ettiler"
manasındadtr. Burada, fiilin mef'Ûlü, yani beyân edilen şey, mahzufdur. Bu
hususta birkaç ihtimal bulunmaktadır:
1)
"Biz, bu
Kur'ân'da, her çeşit meseli beyân ettik" manasındadır.
2) Buradaki fî harf-i cerri zâid'dir. Bu,
"Zürriyyetim hakkında da benim için salâh nasib et!", ayeti gibidir
ve "Benim için zürriyyetimi salih kıl" manasındadır.
Ayetteki kelimesiyle
ilgili iki mesele vardır:
[165]
Cumhur bu kelimeyi,
zâl'in ve kâfin fethası ve şeddeli olarak yezzekkerû şeklinde okumuşlardır ki
bu, "tezekkür
edip öğüt
alsınlar"; (yetezekkerû) anlamındadır. Binâenaleyh, buradaki tâ, ikisinin
de mahreci birbirine yakın olduğu için zâl harfine idğam edilmiştir. Hamza ve
Kisâî, zâl harfinin sükûnu ve kâf harfinin de dammesi ile, yezkürû şeklinde
okumuşlardır. Furkan Sûresi'ndeki ifade de, "zikr" kökünden olmak
üzere, bunun gibidir (Furkân, 50). Vahidî şöyle demiştir: "Burada fiilin
tezekkür kökünden olmak üzere okunması, zikir kökünden olmak üzere okunmasından
daha kolay anlaşılır. Çünkü, bundan murad, "tedebbür ve tefekkür"dür.
Yoksa unutmadan sonra söz konusu olan, hatırlanma, anma, "zikr"
değildir." Sözüne devamla o şöyle demiştir: "Hamza ve Kisâî'nin iki
izahı vardır:
1)
"Zİkr" bazen, "size verdiğimizi kuvvetle tutun, onda
olanları hatırlayın" Bakara. 63) ayetinde olduğu gibi, teemmül ve tefekkür
anlamına gelir. Bu ayetteki ve'zkurû emri
"onda olanı anlayın, hatırlayın" manasındadır.
2) Bunun manası şöyle olabilir: "Biz, bu Kurân'da,
dilleriyle onu anıp zikretsinler diye, o delilleri iyice açıklayıp beyan ettik.
Çünkü, dille zikretmek bazan, kalbin, onun manasından müteessir olup
etkilenmesi neticesine götürür."
[166]
Cübbâi, "Allah
Teâlâ'nın, "Andolsun, bu
(ıhtan) Kur'ân'da türlü türlü şekillerde açıklamışızdır" buyruğt.
O'nun, bu Kur'ân'ı
ancak, o insanların o delilleri anlamalar r ve onlara iman etmelerini
istediği için Kur'ân'ı indirip, onda çokça deliller zikrettiğe-delâlet eder. Bu
ise, Cenâb-ı Makk'ın, fiillerini hikmetli gayelerden dolayı yaptığıra ve ister
iman etmiş olsunlar, isterse kâfir olmuş olsunlar, bütün insanların
ima-etmelerini murad ettiğine delalet eder" demiştir. Allah en iyi
bilendir.
[167]
Sonra, Cenâb-ı Hak,
"Halbuki bu, onların nefret etmelerine* başka bir şeylerim arttırmıyor" buyurmuştur.
Bununla ilgili iki mesele vardır:
[168]
Esamm şöyle demiştir:
"Allah Teâlâ onları ürküp kaçar hayvanlara benzetmiştir. Bu,
"onlar, ancak Hakk'tar uzaklaşmalarını arttırdılar" demektir.
Bu, Cenâb-ı Hakk "Fakat bu, küfürlerine küfür katıp artırdı" rrevt»,
125) ayetinde olduğu gibidir."
[169]
Ehl-i sünnet
alimlerimiz bu ayeti, Allah'ın, kâfirlerin imar etmelerini murad etmediğine
delil getirmişler ve şöyle demişlerdir: Allah Kur'ân ayetlerini iyice
açıklamasının onların ancak nefretini artıracağını bilmektedir. Şayet, onlardan
iman etmelerin istemiş olsaydı, onlara, Kur'ân'dan nefret ve uzaklaşmalarını
arttıracak olan şeyler indirmezdi. Çünkü hakim olan bir kimse, herhangi bir işi
yapmayı dileyip, o işin de ondan uzaklaşma ve nefret etmeyi arttıracağını
bildiğinde, işte o bu maksada ulaşmaya çalıştığı zaman onun, nefret ve
uzaklaşmaya sebebiyet verecek şeylerde-kaçınması gerekir. Allah Teâlâ, ayetleri
iyice açıklayıp beyân etmenin, onlann nefretin daha da arttıracağını haber
verince, anlıyoruz ki, Allah, onların iman etmelerini murac etmemiştir. Allah,
en iyisini bilendir.
[170]
Cenâb-ı Allah, "De ki: "Allat ile beraber,
söyledikleri gibi, (başka) tanrılar da olsaydı, onlar Arş'm sahibine elbe: bir
yol ararlardı" buyurmuştur. Bununla ilgili iki mesele vardır:
[171]
Bu ayetin tefsiriyle
ilgili iki vecih vardır: Birinci Vecih: Cenâb-ı Hakk'ın, "onlar Arş'm
sahibine elbet bir yol ararlardı" buyruğundan murad şudur:
"Allah'la beraber başka ilahların bulunduğunu farzetsek, onlardan
bazısının bazısına üstün gelmesi gerekir." Bunun neticesi ise,
"mümanaat" (birinin diğerine mâni olmasıdeliline varır. Biz, Enbiya
Sûresi'ndekİ, {Enwya, 22) ayetinin bunu
açıklamıştık. Burada tekrar etmeye gerek yok.
İkinci Vecih:
Kâfirler, "Biz o putlara, ancak bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz"
{Zümer, 3) diyorlardı. Bunun için Cenâb-ı Hak, "Eğer putlar, iddia
ettiğiniz gibi sizi Allah'a yaklaştıracak olsalardı, kendileri için de Allah'a
yaklaşmayı ve O'na Yol bulmayı isterler, kendileri için de bu yüksek
derece ve makamları elde etmeyi
mat ederlerdi.
Binâenaleyh o putlar,
kendilerinin Allah'a
gidecekleri yolu bulamadıklarına
göre, sizi Allah'a yaklaştırabilecekleri nasıl düşünülebilir?" manasını murad etmiştir.
Allah en iyisini bilendir.
[172]
İbn Kesir, üç fiili de
ya ile, ve şeklinde okumuştur. Bu, "o müşriklerin Allah'tan başka
tanrılar benimsemeleri iddiası
doğru olsaydı (...)" demektir. Binâenaleyh
bu tıpkı
(ak İmrân, 12) ayetindeki kıraat gibidir.
Hamza ve Kisâî, bu üç de tâ ile okumuştur.
Nafî, İbn Amir ve Asım'ın ravisi Ebu Bekir, birincisini tâ'sı ile, İkincisini ve üçüncüsünü yâ ile
okumuşlardır. Astm'ın ravisi Hafs, Bı İösini yâ ile, sonuncusunu tâ ile okumuş;
Ebu Amr, Önceki ile sonrakini tâ ile, Mvlakini de yâ ile okumuştur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "O, bunların söylemekte oldukları şeylerden tamamiyle münezzehtir, yücedir, büyüktür" r. Bu ifade ile ilgili iki
mesele vardır:
[173]
Cenâb-ı Hak,
kendisinin eş ve benzeri olmaktan münezzeh olduğuna, başka bir ilahın varlığını
kabul etmenin yanlış ve bâtıl olduğuna kesin delil getirince, kendisinin bu
yanlış görüş ve inançlardan münezzeh olduğunu bildiren bir ifade ak üzere
"Sübhanehû" buyurmuştur. "Tesblh"in, Allah'ı, kendisine yan
şeylerden tenzih etmek demek olduğunu söylemiştik.
Daha sonra O, ve
tefilâ "ve yücedir" buyurmuştur. Bu yücelik ile, Cenâb-ı Hakk'ın kastedilmiştir.
Bu yücelikten, mekân ve cihet bakımından bir yükseklik imediği açıktır. Çünkü
eşten, benzerden, noksanlıklardan ve eksiklikten yüce uzak olmak demek olan, "Teala"
lafzını, mekân ve cihet bakımından yüce olmak \a tefsir etmek mümkün değildir.
Böylece, Allah hakkında kullanılan "Teâlâ" ı mekân ve cihet bakımından yüksek olma
manasına tefsir etmenin mümkün oığını anlamış oluyoruz.
[174]
Cenâb-ı Hak,
"uluvv" kelimesini "teâlâ" fiilinin met'ûl mutlakı kılarak,
"uluvven kebiran" buyurdu. Halbuki, be
fiilin mef'ûl-ü
mutlakı olarak, "te'âliyen kebiran" denilme*, gerekirdi. Fakat Kur'ân'da
bunun başka benzerleri vardır. Mesela
"Allah sizi yeryüzünde bitki gibi bitirip yetiştirdi" (Mt, 17)
ayetinde de böyledir.
Buna göre eğer,
"uluvv" kelimesine "kebir" (büyük) kelimesini sıfat olara*
getirmenin hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki: Allah'ın zatî
sıfatları ile, hanımı (eş-çocuğu, ortağı ve benzeri olduğunu iddia etmenin
arasındaki zıtlık, kuvvet m mükemmellik bakımından, daha fazlası
düşünülemeyecek bir dereceye ulaşmışt -Çünkü zâtı gereği var (vacibü'l-vücûd)
olan ile, zâtı gereği mümkin; kadîm olan ile muhdes (sonradan olan); herşeyden
müstağni olan ile, herşeye muhtaç ola-arasındaki zıtlık, daha fazlası olmayan
bir zıtlıktır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Alla" bu yüceliği (uluvvü),
kebir (büyük) diye tavsif etmiştir.
[175]
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, "Yedigökle ye-ve bunların içinde bulunanlar, O'nu teşbih eder"
buyurmuştur. Bu ifade ile ilgi. iki mesele vardır:
[176]
Bil ki canlı mükellef,
Allah'ı şu iki şekilde teşbih eder:
1) Sözlü olarak. Bu, mükellefin diliyle mesela
"sübhânet-lah" demesi gibidir.
2) Mükellefin çeşitli hallerinin, Allah'ın birliğine,
münezzeh olduğuna ve izzetine delalet etmesi ile. Fakat, hayvanlar gibi mükellef
olmayan canlılar ile cemâdâ (taş-toprak) gibi cansız varlıklar, Allah'ı ancak
ikinci şekilde teşbih ederler. ÇünkC birinci şekilde teşbih, ancak anlamak,
bilmek ve konuşmakla mümkündür. Bunlar ise, cansızlar için düşünülemez.
Binâenaleyh geriye, onların teşbihi ancak ikine şekilde yapabilmeleri ihtimali
kalır.
Bil ki, cansız
varlıkların da bilen ve konuşan varlıklar olabileceklerini söylersek Allah
Teâlâ'nın âlim ve kadir oluşundan hareketle, O'nun hayat sahibi olduğuna
istidlal edemeyiz. Bu durumda da, Cenâb-ı Hakk'ın hayy (diri) olduğunu
bilip-anlama kapımız kapanmış olur. Halbuki bu bir küfürdür. Çünkü o zaman
şöyle denilir: Cansız varlıkların, canlı olmadıkları halde, Allah'ın zât ve
sıfatlarını bildikleri ve O'nu teşbih ettikleri mümkün görülecek olsa, bu
durumda birşeyin âlim, kadir ve mütekellim (konuşan) olmasından, onun diri
olması gerektiği söylenemez. Böylece de âlim ve kadir olmasından hareketle,
Allah'ın hayy (diri) olduğu söylenemez. Halbuki Allah'ın hayy (diri) olmadığını
söylemek, cahillik ve küfürdür. Çünkü hayy (diri) olmayanın, âlim, kadir ve
mütekellim olmayacağı kesin ve açık olarak bilinen bir husustur. İşte muhakkik
âlimlerin, bu hususta tatbik ettiği görüş budur. Bazı kimseler, cansız
^arlıkların, her çeşit bitki ve hayvanın Allah'ı teşbih ettiğini söylemiş ve
görüşlerinin doğruluğuna şu şekilde istidlal etmişlerdir: "Bu ayet,
onların da Allah'ı teşbih ettiklerini göstermektedir. Burada bahsedilen
"tesbih"i, Allah'ın kudretinin ve hikmetinin -rükemmel olduğunu gösteren
deliller manasına almak mümkün değildir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Fakat siz,
onların teşbihini iyi anlayamazsınız" buyurmuştur. 3inâenaleyh bu, bütün
bu varlıkların teşbihinin, biz insanlar tarafından anlaşılmadığını
göstermektedir. Halbuki bunların, Allah'ın kudret ve hikmetine delalet
ettikleri -naJumdur. Malum olan, malum olmayandan başkadır. Böylece bu, onların
Allah'ı teşbih ettiklerine, ama onların teşbihlerinin bizlerce
anlaşılamayacağına delâlet eder. Dolayısıyla bu ayette bahsedilen teşbihin, o
varlıkların Allah'ın kudret ve hikmetine delâlet etmesinden başka birşey olması
gerekir."
Buna birkaç açıdan
cevap verilir:
1) Sen tek bir elma aldığında, o elma sayısız atomlardan
(cüzlerden) meydana gelmiştir. O atomların herbiri, Allah'ın varlığına
başlıbaşına bir delildir. Onların her ar nin, karakter, tad, renk, koku ve bir
yer tutma gibi, kendilerine ait hususî sıfatlan vardır. Bu atomlardan
herbirine, o belli sıfatlarının verilmesi, "mümkin" işler
•-njndendir. Dolayısıyla bu verme, kadir ve hakîm bir İlâh'ın vermesi ile
olmuştur. Bunu iyice kavradığında, o elmanın atomlarının herbirinin, Allah'ın
varlığına tam bir dtil ve tek bir atomda bulunan o sıfatların da yine Allah'ın
varlığına tam bir delil olduğu ortaya çıkmış olur. Ama buna rağmen ne o
atomların sayısı, ne de onlardaki sıfatların i-'umu bizce malum değildir. İşte
bundan ötürü Cenâb-ı Hak, 'Takatsiz, onların
ıini iyi
anlamazsınız" buyurmuştur.
2) Kâfirler her nekadar dilleri ile, âlemin bir ilahı
olduğunu söylüyorlarsa da, onun Jına delalet eden çeşitli deliller üzerinde
tefekkür etmiyorlar. İşte bundan ötürü
Teâlâ "Göklerde
ve yerde nice ayetler vardır ama, (insanlar) bunlardan yüz *.irici olarak,
üstüne basar geçerler"çvusut.ıos) buyurmuştur. Binâenaleyh, "Fakat
onların teşbihini iyi anlayamazsınız" ayeti ile de, bu mana murad
edilmiştir.
3)
Müşrikler her
nekadar dilleri ile âlemin bir ilahı olduğunu kabul ediyorlarsa O'nun mükemmel
bir kudrete sahip olduğunu bilemezler. İşte bundan ötürü onlar,
Teâlâ'nın insanları
yeniden diriltip toplamaya kadir olmasını akıldan uzak jşlerdir. Binâenaleyh bu ayetle, bu mana
murad edilmiştir. Hem sonra Cenâb-ı Hz. Peygamber (s.a.s)'e "Allah ile
beraber, söyleyegeldiğiniz gibi tanrılar tkaydı, onlar Arş'm sahibine elbet bir
yol ararlardı" demesini emretmiştir. Demek c artar, bu delili bilmiyorlar.
Dolayısıyla Allah Teâlâ bu delili zikredince, "Yedi gök k .ez ve bunların
içinde bulunanlar, O'nu teşbih eder"buyurdu. O halde, göklerin, pnn ve
onların içinde bulunanların teşbihi, bu delilin doğru ve kuvvetli olduğuna e.-
cok ederler. Ama sizler, bu delili iyice anlayamaz ve bilemezsiniz. Hatta biz diyoruz ki:
Müşrikler tevhid, adalet, nübüvvet ve ahiretin delillerinin çoğundan
habersizdirler. Binâenaleyh ayetteki, "Fakat siz, on/ann teşbihini iyi
anlayamazsınız'' ifadesi ile bu mana murad edilmiştir. Durumun böyle olduğuna
ayetteki, "O. hakikaten halimdir, gerçekten bağışlayıcıdır" cümlesi
de delalet etmektedir. 0 sebeple diyoruz ki: Bu ayette halîm ve gafur
sıfatlarının getirilmesi, o kâfirlerin bı teşbihi anlayamamalarının onlardan
sâdır olan büyük bir suç olduğunu gösterir Bunun bir suç olması ancak buradaki
teşbih İle kastedilenin, "onların Allah'ın kudret ve hikmetinin mükemmel
olduğuna delâlet etmesi, sonra da onların gaflet ve cahilliklerinden ötürü o
delillerin buna nasıl delalet ettiğini bilememeleri" manas kastedildiği
zaman söz konusu olur. Fakat bu teşbihi, o cansız varlıkların, sözlü olarak
dilleriyle Allah'ı teşbih etmeleri manasına alırsak, bu tesbihatı insanın
anlayamamas bir suç ve günah olmaz. Bu bir suç ve günah olmayınca da, "O
(Allah) hakikater halîmdir, gerçekten bağışlayıcıdır" cümlesinin bu ayetin
sonunda getirilmesi uygu" düşmezdi. Binâenaleyh bu, tercih ettiğimiz
görüşü destekleme hususunda güçlü fc* izahtır. Bil ki cansız varlıkların ve
hayvanların Allah'ı bizzat sözleri ve dilleri ile tesb.-ettiklerini ileri
sürenler, her canlıya bir başka çeşit teşbih (zikir) nisbet ederek
"Hayvanlar, kesilince teşbih etmezler" diyorlar. Aynı zamanda da
cansızlar Allah teşbih ederler" diyorlar. Binâenaleyh onun cansız olması,
teşbih edici olmasına man: olmadığına göre, hayvanın kesilmesi teşbih etmesine
nasıl manî oluyor? Hem yine onlar, "Bir ağacın dalı kırıtırsa, artık
teşbih etmez" diyorlar. Cansızların cansız oIuşl teşbih etmelerine manî
olmadığına göre, o dalı kınp (cansız hale getirmek) buna nas manî olur?
Binâenaleyh bu görüşlerin tutarsız ve zayıf oldukları anlaşılmış olur. Allah en
iyi bilendir.
[177]
Ayetteki, "Yedi
gökle, yer ve bunların içinde bulunanlar onu teşbih ederler" cümlesi, bu
teşbihin göklere, yere ve orada
bulunan mükelleflere âit
olduğunu açıkça göstermektedir.
Halbuki biz, cansızlara izafe edilen teşbihin, ancak Allah'ın münezzeh olduğuna
delâlet eden şeyler manasında olduğunu söylemiştik. Teşbihi, bu manaya almak
mecazdır. Fakat mükelleflerden sâdır olan ve onların bizzat dilleriyle
"sübhanellah" demeleri manası ise teşbihin hakiki manasıdır.
Binâenaleyh bu durumda bir "teşbih" lafzının, aynı anda hem hakiki
hem de mecazi manada kullanılmış olması gerekir ki bu, fıkıh usulünün
delillerine göre batıldır, caiz değildir Dolayısıyla bu teşbihi, böyle bir
mahzur meydana gelmemesi için, insanlar hakkında değil de, yerde ve gökte
bulunan cansızlar hakkında mecazi manaya hamletmek daha evladır. Allah en iyi
bilendir.
[178]
"Sen Kur'ân'ı
okuduğun zaman, senin ile ahirete inanmayanlar arasına gizli bir perde
çekeriz. (Evet) onların kalbleri üzerine, onu iyice anlamalarına engel perdeler
gerer, kulaklarına bir ağırlık veririz. Sen Kur'ân'da Rabbini bir tek olarak andığın
vakit, onlar ürkek ürkek arkalarını çevirirler. Onlar, seni dinleyecekleri
zaman, neyi dinleyeceklerini gizli ve sinsi konuşurlarken, o zâlimlerin,
"Siz büyülenmiş bir kimseden başkasına tâbi olmuyorsunuz" diyeceğini biz
pek iyi biliyoruz. Bak, sana nasıl misaller getirip saptılar. Artık onlar bir yol
bulmaya güç yetiremezler" (Isra, 45-48).
Bil ki Allah Teâlâ
önceki ayetlerinde ulûhiyyet meselelerinden bahsedince, bu ayette de nübüvvetle
ilgili meselelere yer vermiştir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[179]
Ayetteki... "Sen
Kur'ân'ı okuduğun zaman" ifedesi ile ilgili iki görüş vardır:
[180]
Birinci Görü; Bu ayet,
Hz. Peygamber (s.a.s) insanlara Kur'ân okuduğu zaman, ona eziyet veren,
rahatsız eden birtakım kimseler hakkında nazil olmuştur. Rivayet olunduğuna
göre, Hz. Peygamber (s.a.s) ne zaman Kur'ân okusa, Kusayyoğulları Kabilesi'nden,
sağında ve solunda iki adam dikilir, el çırpar, ıslık çalar ve şiirler
okuyarak, Peygamberin okuduğunu karıştırmaya çalışırlardı. Esma (r.a)'dan şu
rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber (s.a.s), beraberinde Ebu Bekr olduğu halde
oturuyordu. Derken, Ebu Leheb'in karısı, avucunun içini dolduran bir taşla
birlikte, Hz. Peygamber'! takip ederek çıkageldi ve şöyle dedi: "Kınayarak
geldik, dinini terkedip buğzettik ve emrine de isyan ettik."
Bunun üzerine Ebu
Bekir (r.a): "Ey Allah'ın Resulü, elinde taş var; onun zarar vermesinden
korkarım!" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s) de bu ayeti okudu. Ebu Leheb'in
karısı gelince de, Hz. Peygamber'i göremedi ve: "Kureyş, benim onların
efendilerinin kızı olduğumu ve senin arkadaşının da beni hicvettiğini bilmektedir"
deyince, Ebu Bekir (r.a), "Hayır, bu Kâ'be'nin Rabbine andolsun ki, o seni
hicvetmedi" cevabını verir.
İbn Abbas şunu rivayet
etmiştir: Ebu Süfyân, Nadr İbnu'l-Haris, Ebu Cehl ve diğerleri, Hz. Peygamber
(s.a.s)'le birlikte oturuyorlar ve onun sözlerine kulak vererek onu
dinliyorlardı. Bunun üzerine bir gün Nadr fbnu'l-Haris: "Ben, Muhammed'in
ne dediğini anlayamıyorum; ancak ne var ki ben, Onun dudaklarının bir şeyden
ötürü hareket ettiğini görmekteyim" dedi. Ebu Süfyan: "Ben, onun
söylediklerinin hak ve gerçek olduğunu sanıyorum" derken, Ebu Cehil:
"O, bir mecnundur" demiş, Ebu Leheb ise, onun bir kâhin olduğunu
söylemiş; Huvaytıb İbn Abdi'l-Uzza da: "O, bir şairdir" demiştir.
İşte bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s), Kur'ân
okumak istediğinde, önce şu üç ayeti okurdu: Bunlar, Kehf Sûresi'ndeki
"Biz onların kalbleri üstüne, onu iyice anlamalarına engel perdeler,
kulaklarına da bir ağırlık koyduk'1 (KeM, 57); Nah! Sûresi'ndeki "Onlar
öyle kimselerdir ki Allah, kalblerinin, kulaklarının ve gözlerinin üstüne mühür
basmıştır"(uahi, ıos)ve Câsiye Sûresi'ndeki "Şimdi bana haber ver:
Hevâsmı tanrısı edinmiş, ilmi olduğu halde Allah kendisini şaşırtmış, kulağını,
kalbini mühüriemiş, gözüne de bir perde germiş olduğu bVr adama Allah'dan başka
kim hidâyet edebilir. Hâlâ düşünmeyecek misiniz?" (Casiye, 23)
ayetleridir. Böylece Allah Teâlâ, bu ayetlerin bereketiyle, peygamberini
müşriklerin gözlerinden gizler ve perdeler, müşrikler onu göremezdi. Ki, işte
Cenâb-ı Hakk'ın "Senin ile ahirete inanmayanlar arasına gizli bir perde
çekeriz" buyruğundan kastedilen budur. Burada şöyle bir soru sorulabilir:
"Ayette, yerine, "Hicâben sâtiran"denilmesi gerekirdi."
[181]
Buna birkaç yönden
cevap verebiliriz:
1) Bu perde, onların, Hz. Peygamber'i görmelerine mâni
olacak bir biçimde, Cenâb-ı Hakk'tn, müşriklerin gözlerinde yarattığı bir
perdedir. O halde bu perde, hiç kimsenin göremediği bir perdedir. Bu sebeple,
işte bu bakımdan, mestur (gizli) olmuş olur. Alimlerimiz, bu ayetle, "Duyu
organının sağlam olması ve görülmesi gereken şeyin de bulunmasına rağmen, Allah
Teâlâ'nın, o kimsenin iki gözünde o şeyi
görmesine mani olacak
bir engel yaratmış olmasından ötürü, onu göremez" şeklindeki görüşlerinin
doğruluğuna istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Hz. Peygamber, orada
mevcut idi. Kâfirlerin duyu organları ise sağlamdı. Buna rağmen onlar onu
görememişlerdi. Allah Teâlâ da, bunun ancak kendisinin peygamberle o kâfirler
arasında "gizli bir perde" yaratmasından dolayı olduğunu haber
vermiştir. "Hicâb-ı mestur" (gizli perde)'nin manası da, Allah'ın onların
gözlerinde yarattığı'mania demektir. Binâenaleyh bu mania, onların onu görüp
farketmelerine engel olmuştur.
2) Bu, tıpkı "sütçü" manasında
"Lâbin" ve hurmacı manasında "Tamir" denilmesi gibidir.
Binâenaleyh, aynı şekilde, "örtülü ve perdeli" anlamında,
"Mestur" denilmiş olması da uzak bir İhtimal değildir. Bunun delili,
Arapların "rutubetli11 anlamında "Mertûb" dev'P de-
"Ratîbe" dememeleridir. Yine "korkunç ve dehşetli yer"
manasında "mehûl" deyip de, "oradan korku ve dehşet duydum"
manasında, "Hultu'l-mekâne" demezler. Yine, "işveli ve nazlı,
edalı" manasında, "Cârlyetun mağnûce" "işveli ve havalı kız" denilip de
(Ğanectuha) "Onu işveli gördüm" denilmemesidir. .
3) Ahfeş şöyle der: "Buradaki "mestur"
kelimesi, "sâtîr-örten, gizleyen" manasındadır. Çünkü, ism-i fail,
bazan ism-i mef'ûl sîğasıyla ifade edilir. Bu, tıpkı "şâim-uğursuz";
"Yâmin-uğurlu" manasında, "şüphesiz ki sen bizim için meş'ûmsun,
uğursuzsun; meymûnsun, uğurlusun" denilmesi gibidir. Çünkü bu ifadeler,
Arapların, "Şe'emehum" (o onları uğursuz saydı); yemenehum (o onları
uğurlu saydı) ifadelerinden alınmıştır." Bu, Ahfeş'in görüşü olup,
birtakım kimseler de bu hususta Ahfeş'e tâbi olmuşlardır. Ne var ki, alimlerden
pekcoğu bu görüşü tenkid etmişlerdir. Doğru ve gerçek olan ise, birinci şıktır.
İkinci Görüş: Buradaki
"hicâb"ın manası, Allah'ın, onların kalbierini mühürlemesidir.
Mühürlemek ise, onların, Kur'ân'ın inceliklerini, güzelliklerini ve
hikmetlerini anlamalarına mani olan engel demektir. O halde, ayette bahsedilen
nicab-ı mestur ile kastedilen, Allah Teâiâ'nın onların kalblerinde yaratmış
olduğu bu ııühürlen1> işidir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "(Evet) onların kalpleri üzerine, onu iyice anlamalarına engel
perdeler gerer, kulaklarına da bir ağırlık veririz" buyurmuştur. Bu ifâde,
aynen, En'âm Sûresi'nde de (Ayet. 25) geçmişti. Biz de, hem ehl-i sünnet
alimlerimizin bu ayette yapmış oldukları istidlalleri, Kem de Mutezile'nin
sorularını orada zikretmiştik. Onların bir kısmını burada tekrarlamada sakınca
yoktur. Alimlerimiz şöyle demişlerdir; "Bu ayet, Allah Teâiâ'nın, d
müşriklerin kalplerini perdeler ve kılıflar içinde bıraktığına delâlet
etmektedir. Ekinne) kelimesi kinân
kelimesinin çoğulu olup, tıpkı ok sadağı gibi, bir şeyi gizleyen, koruyan ve
muhafaza eden anlamındadır.Ayetteki ifadesinin takdiri
"anlamamaları için"; ifadesinin takdiri de,
"Onların kulaklarına bir ağırlık koydu" şeklindedir. Onların, akıllı,
duyan ve anlayan kimseler olduğu malûmdur. Binâenaleyh biz, bu ifadeden
muradın, onların iman etmekten ve esrarına vakıf olamayacakları, incelik ve
hakikatlarını anlayamayacaklar: bir biçimde, Kur'ân'ı dinlemekten men edilmiş
olduklarını anlıyoruz."
Mutezile ise şöyle
der: "Ayetle kastedilen, sizin ileri sürdüğünüz şeyler değil, tam aksine
bu ayetle diğer şu bazı şeyler murad edilmiştir:
1)
Cübbâî şöyle
der: "O müşrikler, onun yanma varıp ona eziyyet etmek için geceleyin onun
bulunduğu yeri araştırıyor ve onun yerini okuduğu Kur'ân'la tesbi* etmeye
çalışıyorlardı. Böylece Allah Teâlâ, o peygamberlerini onların şerrinden emir
kılmış ve sayesinde, onların bulamayacakları bir perdeyi, peygamberle onlar
arasın? yerleştirdiğini belirtmiş; onların kalblerinde, Kur'ân'ı anlamaktan
onları alıkoyacak şeyi ve kulaklarında da, peygamberin sesini duymalarına mani
olacak şeyi yarattığın beyân buyurmuştur. Bunun orada, kalbin bir kılıfı;
kulakta da bir ağırlığın bulunmas şeklindeki hakiki bir manada değir,
peygamberin yanına varmalarına ve Hz Peygamber için vakit ayırmalarına mâni
olacak, onları bundan alıkoyacak bir hastalık olması da muhtemeldir."
2) Ka'bî de söyle der: "Müşrikler, Hz. Muhammed'in
delillerini kabul etmekten alabildiğince kaçındıkları, uzak durdukları İçin,
onlar ile o deliller arasında sank engelleyen ve mâni olan bir perde oluşmuş
gibi olur. Allah, onlar arasındaki böyles bir perdenin yerleştirilmesini zatına
izafe etmiştir, çünkü Allah onları, kendileriyle başbaşa bırakıp, onların bu
yüz çevirmelerine mani olmadığı için, bu başbaşa bırakma ve mani olmama işi,
sanki, onların o hale düşmelerine sebep olmuş gibi olur. Bu, tıpkı bir
efendinin, kölesinin durumlarını gözetmediği ve kölesinin de gidişatı hoş
olmadığında, o kölenin, "Seni kendi başına bırakıp, durumunu kontrol
etmediğim için seni bu hale düşüren ben oldum" demesi gibidir.
3) Kaffâl da şöyle der: "Allah, onları imana
sevkedecek lütuf fiillerini halketmedi, yaratmadı manasında olmak üzere, onları
kendi başlarına bırakınca, bu engelleyen perdeyi, Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı
söylenebilir."
Bil ki, bütün bu
izahları, fazlasıyla birlikte En'âm SÛresi'nde zikrettik ve onlara gerekli
cevâbı verdik; binâenaleyh, onları tekrarlamanın faydası yok.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Sen, Kur'ân'da Rabbini bir tek
olarak andığın vakit, onlar ürkek ürkek arkalarını çevirirler"
buyurmuştur. Bil ki, bununla şu murad edilmiştir: Müşrikler Kur'ân'ı dinlerken
iki hal üzere bulunuyorlardı. Çünkü onlar Kur'ân'dan, içinde Allah'dan
bahsedilmeyen ayetleri dinlediklerinde şaşakalıyorlar ve ondan hiçbir şey
anlamıyorlardı. Ama, içinde Allah'ın zikredildiği ve Allah'a şirk koşmanın
kınandığı bir ayet dinlediklerinde, onlar ürkek ürkek arkalarını çeviriyorlar ve
orayı terk-ediyorlardı.
Zeccâc, CenâfcM
Hakk'ın cümlesinin terkibi hususunda şu iki izahı yapmıştır:
a) Nüfûren kelimesi, mef'ûl-i mutlak olup, buna göre
ifâdenin takdiri, 'jjii j^U *jJj şeklinde olur.
b)
Nüfûren
kelimesinin, tıpkı, "Şâhid-şühûd; râkiun-rukûun (rükûya varan, rükûya
varanlar); sâcid-sücûd (secde
eden-secde edenler) ve
kâid-kuûd
(oturan-oturanlar)
kelimelerinde olduğu gibi, nâfir kelimesinin çoğulu olmasıdır.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"onlar, seni dinlemeyecekleri zaman neyi dinleyeceklerini.... biz pek iyi
biliyoruz" buyurmuştur, Bu, "Biz, onların neyi dinleyeceklerini en
iyi bileniz. Bu, onların alay etmeleri ve tekzibde bulunmak için
dinlemeleridir" demektir. Ayetteki (bihî), hâl ifadesidir. Bu, senin tıpkı
demen gibidir., ifadesi de,' kelimesiyle
mensûb olup ''Ben, dinlediklerinde, neyi ne maksatla dinlediklerini en iyi
bilenim" demektir.
im İli ifadesi de,
"Onlar fısıldaştıklarında, neyi fısıldaştıklannı da en iyi Dilirim"
manasındadır. ifadesi, ifâdesinden
bedeldir.
[182]
Ayetteki "Siz, büyülenmiş
bir kimseden başkasma tâbi olmuyorsunuz" buyruğu ile ilgili birkaç bahis
bulunmaktadır:
Birinci Bahis:
Müfessirler şöyle demişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.s), Hz. Ali'ye Otr sofra
hazırlamasını ve müşrik Kureyş'in ileri gelenlerini davet etmesini emreder. Hz.
Ali (r.s) de bunu aynen yapar. Derken Hz. Peygamber (s.a.s) onların yanına
girer, onlara Kur'ân okur, onları tevhide davet eder ve "Allah'dan başka
ilah yoktur! deyiniz. Şayet bunu söylerseniz, Araplar size itaat eder; Arap
olmayanlar da size boyun eğer" der. Ama oniar, bunu kabul etmezler. Onlar
Hz. PeygambeVden, okuduğu Kur'ân'ı
Allah'a daveti dinlediklerinde, kendi aralarında fısıldaşarak, "Bu
sihirbaz, büyüye yakalanmış!" vb. sözler söylerler. İşte, Cenâb-ı Hak
onların böyle dediklerini Hz. Peygamber'e, "Siz, büyülenmiş bir kimseden
başkasma tâbi olmuyorsunuz" dediler iadesiyle haber vermiştir.
Buna göre şayet,
"Onlar Allah'ın Rasûlüne tâbi olmadıklarına göre, onların daha sil
"Siz, büyülenmiş bir kimseden başkasma tâbi olmuyorsunuz" demeleri
doğru " denelirse, biz deriz ki:
Bu, "şayet siz
ona tâbi olursanız, büyülenmiş bir adama tâbi olursunuz" demektir. Meshûr
kelimesi, büyülenen ve böylece, aklı karışıp normal olmaktan çıkan kimse
anlamına gelir. En doğru tarif budur. Bazıları, "Meshûr, bozulan, fesada
uğramış olan manasındadır. Nitekim Arapça'da, yemeği hazırlayan onu iyi
hazırlamadığında, bu yemeğe, "Taâmun meşhurun"; gerektiğinden fazla
yağmur yağıp da, bozulan yer hakkında Ardun meshûratun denilir"
demişlerdir. Ebu Ubeyde de bu kelimeye şu manayı vermiştir: "Bununla,
"Sizler, sihirli, yani ciğerli bir beşere tabi oluyorsunuz?" manasını
kastetmişlerdir. İbnu Kuteybe "Selefin bunu apaçık izahlarla tefsir etmiş
olmasına rağmen, Ebu Ubeydeyi bu hoş olmayan açıklamaya sevkeden şeyin ne
olduğunu bilemeyeceğim" demiştir. Mücdhid de: "Meshûren"
kelimesine, "mahdû'an" manasını vermiştir. Çünkü, sihir de bir çare
ve hiledir. Bu böyledir, zira müşrikler, "Muhammed, bazı kimselerden bu
sözleri öğreniyor ve o insanlar onu, bu sözler ve bu hikâyelerle
aldatıyorlar" diyorlardı. İşte bundan dolayı onlar, "aldatılmış"
anlamında, "O, bir meshûr'dur, büyüklenmiştir" diyorlardı. Yine
onlar, "Şeytan ona gözüküyor; o da onun bir melek olduğunu
zannediyor" diyorlardı. İşte bundan dolayı onlar, "o, şeytan
tarafından aldatılmıştır'1 demişlerdi.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
sana nasıl misaller getirip saptılar. Artık onlar bir yol bulmaya göç
yetiremezler" buyurmuştur. Yani, "seni başka bir şeye benzeten herkes
"o kahindir; o sihirbazdır; o şairdir; o mecnûndur; o, başkası tarafından
öğretilmiştir" dediler, böylece de haktan ve doğru yoldan saptılar. Artık
bir daha da, hidâyete ve hakka giden yolu bulamadılar" demektir.
[183]
"Dediler ki:
"Biz, bir sürü kemik, kırıntı ve döküntü olduğumuz zaman mı, hakikaten biz
mi yeni bir yaratılışla diriltileceğiz? Söyle: "İster taş, ister demir olun. Yahut
içinizde büyüttüğünüz herhangi bir mahluk olun. "O halde bizi kim
diriltecek?" diyecekler. Sen de de ki: "Sizi ilk defa yaratmış olan diriltecektir.
O vakit sana başlarını sallayacaklar da, istihza ile, "O, ne zaman?"
diyecekler. De ki: "Belki de yakında!" (Allah) sizi çağıracağı gün, hemen onun
emrine icabet edeceksiniz ve sanacaksınız ki (dünyada) ancak pek az bir
müddet kalmışsınız" (İsrâ, 49-52).
[184]
Bil ki Cenâb-ı Hak ilk
önce ulûhiyyetinden bahsedip, sonra da o kâfirlerin nübüvvet ile ilgili
şüphelerini zikredince, bu ayette, müşriklerin âhireti. öldükten sonra
dirilmeyi ve kıyameti inkâr hususundaki şüphelerini zikretmiştir. Biz, pek çok
defa, Kur'ân'ın şu dört meseleye dayandığını söyledik:
a)
Uluhiyyet;
b)
Nübüvvet,
c)
Meâd (ahiret),
d)
Kaza ve
kader...
Yine müşrikler, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in büyülenmiş, aklı bozulmuş olduğunu söyleyip, buna dâir,
"İnsanın kemik, çerçöp, unufak olmasından sonra, yeniden, baştaki gibi
akıllı bir canlı haline geleceğini iddia edişini, delil getirmişler ve bu sözü,
onun aklının bozuk olduğunu izah için, ondan nakledip durmuşlar. Vahidî (r.h)
şöyle der: "Reft: "birşeyi elinde kırıp ufalaman" demektir.
Nitekim sen, birşeyi kırarak, dersin. Bu keseğin ve çürümüş kemiklerin, elde
ufalanıp ufaltıl maşıdır. "Rüfât" kırılıp, ufalanabilen herşeyin,
kırılıp ufaltılmış parçalan demektir Nitekim kesilen hayvanm kemiklerini
kırdığında, dersin. Yine Arapça'da, ekinin kırıkları olduğu için samana da,
"Rüfet" denilmiştir." Ahfeş şöyle der: "Tıpkı hatama
fiilinden hatm ve mahtûm tabirleri kullanıldığı gibi refete'den de reft ve merfût
kullanılır. O halde, rufât ve hutâm, tıpkı ü-ir "cüzâz", "radâd" ve 5li "fetât"
gibi, (unufak-çerçöp manasında) bir isimdir. Bu kelimenin lugavî izaht budur.
[185]
Müşriklerin ortaya
koydukları şüphelerini de şöyle ifade ederiz: İnsan ötüp, uzuvları
kuruyup, dünyanın dört bir tarafına yayılıp dağıldığında ve dünyanın diğer
maddeleri ile karıştığında mesela, bedenin sıvı kısımları, dünyanın sıvıları
ile, toprağa ait olanlar, toprakla havaî olanlar, hava ile ve ateşî olanlar da
ateşle karıştığında, bunların bizzat aynılarının yeniden biraraya getirileceği
ve bunlara yeniden hayat verileceği nasıl düşünülebilir. İşte müşriklerin
şüpheleri bundan ibarettir.
Buna şöyle cevap
veririz: Allah'ın ilminin ve kudretinin mükemmelliğinde bir kusur görülmedikçe,
böyle bir problem söz konusu olmaz. Ama Allah Teâlâ'nın bütün cüziyyati
(herşeyi) bildiğini kabuf edersek, o canlının uzuvfarı, âfemin hangi parçasına
karışırsa karışsın, Allah'ın ilmi karşısında, onlar mutlaka birbirinden
ayırdedi lebi lirler. Yine Allah Teâlâ'nın bütün mümkinâta (herşeye) kadir
olduğunu kabul ettiğimizde, O, o paççalana bizzat tendtaicû bir ataya getomeye,
onla;a hayal ve akıl yetmeye de kadir olmuş olur. Böylece Allah'ın ilmînin ve
kudretinin mükemmel olduğunu kabul ettiğimizde, bu şüphelerin tamamıyla zail
olacağı kesinlesin[186]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Söyle: "Gerek bir taş, gerek bir demir olun" cümlesi şu
manayadır: "Müşrikler, Aüah'ınjnsanları kemik ve unufak olduktan sonra
eski halierine geri çevirmesini akıldan uzak (imkânsız) görmüşlerdir. Bu,
zahire göre, her nekadar (hayat) canlılığı kabul etmeye münafî (engel) bir
sıfat (durum) ise de, onlar meselâ, bir taş veya bir demir olma gibi, bu
maddelerin, ölümlerinden sonra hayatı kabul etme hususunda, insanın bir kemik
yığını ve çer-çöp olmasından daha ileri bir sıfata varıp dayandığını
düşünürlerse, bu taş ve demir oluş ile, hayatı kabul etme arasındaki zıdlık,
kerih olma ile hayatı kabul etme arasındaki zıdlıktan daha ileridir. Bu
böyledir, çünkü kemik canlının bedeninin bir parçasıdır. Ama taş ve demir,
kesinlikle hayatiyyetle tavsif edilemezler. Binâenaleyh insanların
bedenlerinin, ölümlerinden sonra taş ve demire dönüşmeleri halinde bile Allah
Teâtâ onlara yeniden hayat verir ve onları tıpkı eskiden olduğu gibi, akıllı
canlılar kılar:' Bunun doğruluğunun delili şudur: O maddeler, hayatı ve aklı
kabul ederler. Çünkü bu mümkün olmasaydı, taa işin başında onlarda akıl ve hayat
tahakkuk etmezdi. Âlemin İlahı bütün cüziyyati bilir. Binâenaleyh O, itaat eden
Zeyd'in bedeninin parçaları ile, günahkâr olan Amr'ın bedeninin parçalarını
birbirine karıştırmaz ve O, her mümkinâta kadirdir. Binâenaleyh o parçalara
yeniden hayat vermenin, aslında mümkin olduğu, âlemin ilâhının da bütün
malûmatı bilen ve hertürlü mümkinâta kadir bir zât olduğu sabit olunca, o
maddeler ister kemik, ister çer-çöp, ister taş-demir gibi, hayatı kabul
etmeleri kemikten daha şiddetli şeyler olsunlar, Allah'ın onlara yeniden hayat
vermesi kesinlikle mümkin olur. İşte ayetin kesin aklî delille izahı böyledir.
Ayetteki, "İster taş, ister demir olun" ifadesi ile, böyle olmaları
emri kastedilmemiş, aksine, "Siz böyle olsanız bile, sizi yeniden diriltmede
Allah acze düşmez" manası kastedilmiştir. Bu tıpkı, birinin diğerine,
"sen beni ne zannediyorsun, ben falancayım" deyip de, onun da, "kim
olursan ol, isterse halifenin oğlu ol. Ben, senden hakkını almasını
bilirim!" demesi gibidir.
Şayet, "ayetteki
ev halken "yahut herhangi bir mahluk" kelimesi ile ne
kastedilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: "Taş ve demirin, hayatı
kabul etmesi akıldan uzak bir şeydir. İşte bu sebeple onlara, "Siz, hayatı
kabul etme hususunda, aklınızca hayatı kabul etmesini akıldan uzak gördüğünüz taş
ve demirden daha da ileri başka bir madde düşünün" denilmiştir. Bu izaha
göre, o şeyin tayin edilmesine (açıkça belirtilmesine) gerek yoktur. Çünkü
bundan murad, "insanların bedenleri ölümlerinden sonra, senin
farzedeceğin, öyle olduğunu sandığın bir madde haline gelse ve o madde de
hayatı kabul etmekten son derece uzak olsa bile, bilesin ki Allah Teâlâ, ona
hayat vermeye kadirdir" manasıdır. Bu ayetten, bu mana kasdedildiğinde, o
mahlûkun ne olduğunun açıkça söylenmesine gerek kalmaz, fbn Abbas (r.a), bununla
ölümün kastedildiğini, yani "Sizin bedenleriniz, ölümün kendisi dahi olsa,
Allah ona da hayat verir" denilmek istendiğini söylemiştir. Bil ki bu
görüş, ayetteki bu tabirin mübalağa için söylenmiş olması ve mesela "Sen
hayatın kendisi bile olsan, Allah seni öldürür; zenginliğin kendisi oisan bile,
Allah seni fakirleştirir" sözleri gibi sayılması halinde güzel olur. İşte
o zaman bu söz, mübalağa (manayı iyice anlatmak) için söylenmiş olur. Ama işin
aslında, bu sözlerin hakiki manası imkânsızdır. Çünkü insanların bedenleri
maddedir. Ölüm ise araz (sıfat)tır. Madde, vasıf olamaz. Bedenin, araza
(sıfata) dönüşmesi farzedilse bile, ölüm, hayatiyyeti kabul etmez. Çünkü iki
zıddan birisinin, diğeri olması imkânsızdır. Mücâhid, ayetteki ev halken veya
herhangi bir mahlûk kelimesi ile göklerin ve yerin kasdedildiğini söylemiştir.
[187]
Cenâb-ı Allah sonra
"O halde bizi kim geri çevirecek!" diyecekler. De ki:
"Sizi ilk defa yaratmış olan (diriltecektir)" Duyurmuştur. Bu, şu
manayadır: Cenâb-ı Hak onlara, "ister taş, ister demir, isterse
-ayatiyyeti kabul etmesi bunlardan daha zor olan bir şey olunuz, bilin ki size
yeniden -ayat vermek mümkündür" deyince, onlar da buna karşı, "Bize o
hayatı yeniden serecek kimdir?" dediklerinde, Hak Teâlâ, Hz. Peygamber'e
"ilk defa sizi yoktan .ar eden (diriltecektir)" demesini emretmiştir.
Yani, "Yeniden dirilme işi, Allah "eâlâ'nın bütün canlıların
yaratıcısı olduğunu kabul etmeye dayanan, ikinci derece : - meseledir. Bunun
böyle olduğu sabit olunca biz diyoruz ki: "O maddeler hayatı «« aklı kabul
ederler. Alemin ilahı da, zâtı gereği kadir ve âlimdir. Bu sebeple onun ilmi ne kudreti kesinlikle batıl olmaz, aciz
kalmaz. Binâenaleyh ilk defa yaratmaya «âdir olanın, yeniden yaratmaya da kadir
olabilmesi gerekir. İşte bu doğru bir söz ,e güçlü bir aklî delildir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "O vakit sana başlarını sallayacaklar" buyurmuştur. Ferrâ şöyle
der: "Arapça'da bir kimse başını. aşağı-yukarı salladığında, denilir. Yine
mazlum olan hakkında nağad tabiri kullanılır, zira o başını sallar."
"Ebu'l- Heysem şöyle der. "Bir kimseye birşey haber verilip o da onu
kabul etmediğini gösterir şekilde başını salladığında denilir O halde ayetteki
bu ifâde "Onlar, başlarını yalanlamakve söylenen bu şeyin, olmayacak bir
iş olduğunu göstermek için başlarını sallarlar" demektir
Sonra Hak Teâlâ
"o ne zaman?" diyecekler" buyurmuştur. Bil t bu soru fasittir.
Çünkü onlar, bahsettiğimiz şüphelerinden ötürü hasrın ve neşri" (ahiretin)
imkânsız olduğunu söyleyip, Allah Teâlâ da kesin ve aklî delil ile, onur
aslında mümkün olduğunu beyan buyurunca, onların, "Bu ne zaman olacak7 demeleri,
öncesi ile ilgisi olmayan bir söz olmuş olur. Çünkü aklî delil ile,
bunu*-mümkün oiduğu anlaşılınca, bunun mümkün olduğunu artık itiraf etmek
gerekir. Ama bu, ne zaman bulunursa, bunu aklî yolla isbat etmek mümkün olmaz.
Aksine bunı. ancak nakfî delil ile isbat mümkündür. Çünkü Allah Teâlâ o belti
vakti {kıyamet haber verirse, ancak o zaman o bilinir. Aksi halde, onu bilmek
imkânsızdır.
Bil ki Allah Teâlâ,
Kur'ân'da mahlûkatından hiç kimsenin o belti vakt bilemeyeceğini beyan ederek,
"Kıyametin vakti (ne zaman olacağının bilgisi, Allah'ın katmdadır"
{Lokman, 34); "O'rnın ilmi Rabbinin indindedir' (Araf. 187) ve "De
ki, "Kıyamet mutlaka kopacaktır. Onu nerede ise açıklayacaktım"
(Taba, ısj buyurmuştur. İşte bu sebeple,Cenâb-ı Hak burada "De ki:
"Belki de yakında (kopacaktır)" demiştir. Müfessirler, Allah için
kullanılan asâ (umulur ki, belki) fiilinin, "mutlaka" manasına
kullanıldığını ve bu tabirin "O hiç şüphesiz yakındır" manasına
olduğunu söylemişlerdir.
Eğer insanlar,
"aradan altıyüzyıl geçmesine rağmen, henüz Kıyametten birşey yok iken,
onun için nasıl "yakındır" denilebilir?" derlerse, biz deriz ki:
"Geçen zaman, kalan zamandan çok olunca, kalan, az ve yakın olmuş
olur."
Cenâb-ı Allah
"(Allah'ın) sizi çağıracağı gün" buyurmuştur. Bununla ilgili iki
görüş vardır:
Birinci Görüş: Bu,
kâfirler için bir hitabtır. Bunun delili, bundan önceki bütün ifâdelerin
kâfirlere yönelik hitab olmasıdır. Sonra diyoruz ki: "Yevm" kelimesi,
"kariben"den bedel olarak, mansubtur ve mana, "Beiki de öldükten
sonra dirilme, O'nun sizi çağırdığı gün olacaktır. Bu çağırma da, Hz.
İsrafil'in sûr'a son üfleyişidir şeklindedir. Bu tıpkı, "O gün bir münâdi,
yakın bir yerden nida edecek" (Kât, 41) ayetinde olduğu gibidir. Rivayete
göre, İsrafil (a.s), "Ey çürümüş cesedler, ey çürümüş kemikler ve ey
darmadağınık olmuş parçalar, Allah'ın kudreti, izni ve yaratmasıyla,
eskiden olduğunuz gibi olunuz!" diye nida edecek. Nitekim Allah Teâlâ,
"O gün, çağıran, görülmemiş bir şeye çağırır" (Kamer, 6) buyurmuştur.
[188]
Hak Teâlâ, "Hemen
onun emrine icabet edeceksiniz" buyurmuştur. "İsticabe",
çağırana, çağırdığı, davet ettiği hususta uymak demektir ki bu, icabettir.
Fakat istica'be, icabet etme isteğini gerektirir. O halde, isticabe, icabetten
daha kuvvetli ve te'kidlidir. Ayette bi hamdihi buyurmuştur. Said b. Cübeyr
şöyle der: "İnsanlar kabirlerinden çıkar, başlarına toprakları saçarak,
"Sübhaneke ve bihamdike" derler ki, işte buradaki "hamd"
budur.'- Katâde ise buna, "Allah'ı tanımak ve O'na itaatte bulunmak"
manasını vermiştir. Bunu şöyle izah ederiz: "Onlar, Cenâb-ı Hakk'ı teşbih
ve hamdetmeyi kabul edince, bu bir tanıma ve taat olur. Fakat bu taat, artık o
gün onlara fayda vermez. İşte bundan ötürü müfessirler, "Hamdin fayda
vermeyeceği bir zamanda onlar hamdettiler" demişlerdir. Me'ânî âlimleri
ise, buna, "Hamdedici olduğunuz halde, hemen onun emrine icabet
edeceksiniz" manasını vermişlerdir. Bu tıpkı, "öfkeli olarak
geldi" manasında, "Gazabı ile geldi" demek gibi ve
"Beraberinde kılıcı olduğu halde" manasında, "Hükümdar kılıcı
ile bindi" demek gibidir." Keşşaf sahibi şöyle der: "Bi
hamdihî" kelimesi, fiilin failinden haldir, yani, "Hamdedici
olduğunuz halde icabet edeceksiniz" demektir ki bu, onların öldükten sonra
dirilişi kabul ettiklerini iyice gösterir. Bu tıpkı senin, bir kimseye,
yapılması güç bir işi buyurarak, "Sen bunu, hamdedici ve şükredici olarak
(seve seve) yaparsın" demen gibidir. Bu, "Sen, benim bu kadarla
yetinmeme şükret" demektir. Binâenaleyh bu, tehdld sadedinde söylenmiş bir
söz olur.
Allah Teâlâ sonra,
"Sanacaksınız ki (dünyada) ancak pek az bir müddet kalmışsınız"
buyurmuştur. İbn Abbas (r.a), "Cenâb-ı Hak bununla, sûra birinci nefha
(üfürülüş) ile ikinci nefha arasındaki zamanı kastetmiştir. Çünkü bu esnada,
onlardan azab kalkar. Bunun delili, Yâsîn Sûresi'ndeki, (Onlar) "Bizi,
uykumuzdan kim uyandırıp kaldırdı?" derler" (vasin. 52) ayetidir.
Dolayısıyla onların, bunun çok kısa sürmüş olduğunu sanmaları, bu iki nefhâ
arasındaki beklemeleri ile ilgilidir" demiştir. Hasan el-Basrî: "Bu,
ba's (diriliş) vaktinin yaklaşmasıdır. Buna göre, "Sanki sen dünyada
bulunmadın ve ahiretten hiç ayrılmadın" demektir ki bu, sadece dünyadaki
bekleme (yaşama) müddeti ile ilgilidir" demiştir. Bununla onların. Kıyamet
meydanında beklemeleri kastedilmiştir. Çünkü onların neticesi, cehenneme girme
olunca. Kıyamet meydanında bekleme müddetlerini çok kısa görmüşlerdir.
İkinci Görüş:
Kâfirlerle ilgili söz, ayetteki "Belki de yakında!" ifadesinde'
tamamlanmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın, "(Allah) sizi çağıracağı gün, hemen O'nun
emrine icabet edeceksiniz" beyanına gelince bu, kâfirlere değil de
mü'minîere yapılmış bir hitabtır. Çünkü bu söz, mü'minlere uygun düşer. Çünkü
onlar, Allah'ın emrine icabet eder, O'nun kendilerine olan ihsanına karşı, O'na
hamdederler Birinci görüş, meşhur olan görüştür, ikincisinin de bu manaya
ihtimali olduğu açıktır.
[189]
"(Mü'min)
kullarıma söyle, en güzel ne ise, onu söylesinler. Çünkü şeytan, aralarına fesat
sokar. Zira şeytan insanın apaçık düşmanıdır. Rabbiniz sizi çok iyi bilendir.
Eğer dilerse size merhamet eder, yahut şayet dilerse azâblandırır. Biz seni
onların üstüne bir, vekil göndermedik. Rabbin göklerde ve yerde olan kimseleri
en iyi bilendir. Biz, peygamberlerin kimini kiminden üslün kümışizdır.
Davud'a da Zebur verdik" (İsra, 53-55).
[190]
Bil ki, ayetteki
''kullanma söyle" ifadesiyle ilgili iki görüş bulunmaktadır:
Birinci Görüş:
Bununla, mü'minler kastedilmiştir. Bu böyledir, zira Kur'ân'ın ayetlerinin
çoğunda geçen "kullar" lafzı, mü'minlere has kılınmıştır. Nitekim Cenâb-ı
Hak, "O halde kullarımı müjdele. (O kullanm ki) onlar söze (dikkatle)
kulak verirler de"(ZQmer, 17-18); "Haydi gir kullanm içine"
{F«cr. 2&) ve "Bir pınardır ki ondan Allah 'm kullan içerler"
(İnsan, 7) buyurmuştur. Bunu iyice kavradığında, biz diyoruz ki, Allah Teâlâ.
şirki geçersiz kılma hususunda yakın hüccet olan, "De ki: "Allah ile
beraber söyleyegeldiğinizgibi, (başkaca) tanrılar da olsaydı, onlar Arş'm
sahibine elbet bir yol ararlardı"(\»r&, az) beyanını ve Kıyametin doğruluğu
hususunda kesin delil olan, "Sen de, de ki: "Sizi ilk defa yaratmış olan
diriltecektir" İfadesini getirince, bu ayette de, "Ey Muhammed,
kullarıma de ki: Sizler, muhaüf kimselere delil getirmek istediğinizde, o
delilleri en güzel bir biçimde getirin ki, bu da, o delillerin, sövüp sayma,
kınama vb. şeylerle birlikte bulunmamasıdır" buyurmuştur. Bunun bir
benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet
ef"<Natn, 125) ve ı'ehl-i kitab ile de, ancak en güzel bir suretle
mücadele edin"(Ankebut, 46) ayetleridir. Bu böyledir, zira getirilen
hüccete, şayet sövüp sayma, tenkit vb. herhangi bir şey karıştıracak olursanız,
onlar da hiç şüphesiz aynısıyla size mukabelede bulunurlar. Böylece de,
karşılıklı öfkeler artar, nefret doruk noktasına ulaşır ve maksadınız
gerçekleşemez. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah'dan başkasını çağıranlara
sövmeyin. Sonra onlar da haddi aşarak cahillikle Allah'a söverler"(En'âm,
108) buyurmuştur. Ama, hüccetler en güzel biçimde ve sövüp sayma, eziyyet verme
vb.'den uzak olarak getirildiğinde, bu, kalblerde ve gönüllerde mükemmelen
tesir icra eder ki, işte Cenâb-ı Hakk'ın "(Mü'min) kullarıma söyle: En
güzel ne ise, onu söylesinler" buyruğundan kastedilen budur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, her iki tarafı da uzlaştırmak için, böyle bir metoddaki faydanın ne
olduğuna dikkat çekerek, "Çünkü şeytan aralarına fesat sokar"
buyurmuştur. Yani, "Her ne zaman, deliller acı, sert olur ve çirkin
sözlerle karışmış olursa bu, fitne çıkmasına bir sebep olur" demektir.
Daha sonra Cenâb-t
Hak, "Zira şeytan insanın apaçık düşmanıdır" buyurmuştur. Bu şu
anlamdadır: İnsanla şeytan arasındaki düşmanlık ta eskilere dayanır. Nitekim
Allah, şeytanın söylediğini naklederek, "Sonra andolsun, onların
önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından kendilerine
geleceğim"{A-ni^7); "(O münafıkların hali de) şeytanın hah gibidir.
Çünkü (şeytan) insana, "inkâr et" der de, o inkâr edince, "ben
hakikaten senden uzağım! Çünkü ben, alemlerin Rabbi olan Allah'dan
korkarım" der!"(Haşr, 16) ve "o zaman şeytan onların yaptıklarını
süslemiş ve şöyle demişti: "Bugün insanlardan size galebe edecek yoktur.
Ben de sizin muhakkak yardımcınızım." Vakta ki iki ordu göründü, "Ben
sizden katiyyen uzağım. Doğrusu ben sizin göremeyeceğinizi görüyorum. Ben
Allah'dan korkarım elbet!"(Entâi, 48) buyurmuştur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, 'Rabbiniz sizi çok iyi büendir. Eğer dilerse size merhamet eder, yahut
şayet dilerse azablandınr" buyurmuştur. Bil ki biz şu anda, Cenâb-ı
Hakk'ın, "(Mü'min) kullanma söyle" buyruğu ile, mü'minlerin
kastedilmiş olmasına göre konuşuyoruz. Böyle olması halinde, "Rabbiniz siz
çok iyi bilendir" ifadesi mü'minlere hitab olmuş olup, buna göre mânâ,
"isterse o, size merhamet eder" şeklinde olur. Buradaki merhamet ve
rahmet ile, mü'minlerin, Mekke kâfirlerinden
ve onların eziyyetlerinden kurtarılmaları kastedilmiştir. "İsterse
Allah, size azâb eder" ifadesiyle de, "Onları size musallat
ktlarak,azâb eder" manası kastedilmiştir,
Daha sonra Cenâb-t Hak
"Ey Muhammed, biz seni onların üstüne bir vekÜ, yani bir bekçi ve kefil
olarak göndermedik." Binâenaleyh "Sen, davet etmene bak. Onların
kâfir olmasından dolayı, sana, herhangi bir sorumluluk düşmez. Eğer Allah
onların hidayetini dilerse, onları hidayete erdirir. Aksi halde hayır!"
buyurmuştur.
[191]
İkinci Görüş: Cenâb-ı
Hakk'ın, ''kullarıma söyle" buyruğuyla, kâfirler kastedilmiştir. Bu
böyledir, zira bu ayetlerin maksadı, onları dine davettir. Binâenaleyh, onların
kaibierinin, hak dini kabule yönlendirilmesi ve karakterlerinin de ona
meyletmesine bir sebep olsun diye, böylesi yerlerde, onlara en güzel hitab ile hitab
edilmiş olması uzak bir ihtimal değildir. Buna göre Allah Teâlâ sanki şöyle
demek istemiştir: "Ey Muhammed benim kullarım olduklarını kabul eden o
kullarıma de ki, "en güzel olanı söylesinler." Bu böyledir, zira biz,
delillere ve beyânlara bakmadan önce, Allah Teâlâ'yı. bir olmak ve ortaklardan,
zıtlardan uzak olmakla tavsif etmemizin, O'nun ortakları olduğunu ve zıdları
bulunduğunu kabul etmemizden; öldükten sonra yeniden diriltmeye, haşre ve neşre
muktedir olmakla tavsif etmemizin de. O'nu bütün bunlardan aciz olmakla tavsif
etmemizden daha güzel olduğunu zarurî olarak bilmekteyiz. Cenâb-ı Hak onlara,
taassup gösterip de sırf atalarının yoluna bağlanıp kalmalarının uygun
olmayacağını bildirmiştir. Zira, bu gibi taassuba sevkeden, şeytandır. O şeytan
ise, düşmandır. Binâenaleyh, onun sözüne iltifat edilmemesi gerekir.
Daha sonra da Cenâb-ı
Hak onlara, "Rabbiniz sizi çok iyi bilendir. İsterse O, sizi iman etmeye,
hidayete ve marifetullaha muvaffak kılmak suretiyle size merhamet eder. İsterse
sizi, küfrünüz üzere öldürür de, böylece size azab eder. Ancak ne var ki
sizler, benim meşîetimin ne olduğunu bilemiyorsunuz. Öyleyse, hak dini taleb
etme hususunda gayret ve çaba gösterin ve ebedî mutluluklar ve de dâim
hayırlardan mahrum olmamanız için de, batıllarda ve cehalette ısrar
etmeyin" demiştir.
Daha sonra da, Hz.
Muhammed'e, "Biz seni, onların üstüne bir vekil göndermedik"
buyurmuştur. Bu, "Bu işi onlara zorlaştırma; sözünde onlara sert
davranma!" demektir ki, bütün bu ifadelerin maksadı, davet ederken davet
esnasında onlara yumuşaklık göstermek ve onlara karşı merhamet ve nezaket
hissini izhâr etmektir. Çünkü kalblere tesir eden, bu tür bir hareket tarzıdır
ki, böylece bu maksadın gerçekleşmesine yardımcı olur.
[192]
Allah Teâlâ daha sonra
"Rabbin göklerde ve yerde olan kimseleri en iyi bilendir"
buyurmuştur. Bu, "Cenâb-ı Hakk bundan önce, "Rabbiniz sizi çok iyi
bilendir" buyurunca, bundan sonra da, "O'nun ilmi, sadece size, sizin
durumlarınızla sınırlı değildir. Tam aksine O'nun ilmi bütün mevcudata ve
mâdûmata, yerdekilere, göktekilere taalluk etmektedir. Böylece de herkesin
durumunu ve onlara uygun gelen iyi ve kötü şeyleri bilir. İşte bundan dolayı,
peygamberlerin bir kısmını diğerlerine üstün kılmış, Musa'ya Tevrat'ı; Davud'a
Zebur'u; İsa'ya da İncil'i vermiştir. Binâenaleyh O'nun, Muhammed'e de Kuran ı
vermesi ve onu da, bütün mahlûkattan üstün kılması akıldan uzak görülecek bir
şey değildir" manasında olmak üzere, "Rabbin göklerde ve yerde olan
kimseleri en iyi bilendir" buyurmuştur" demektir.
[193]
Buna göre eğer,
"Burada, özellikle Hz. Davud'un zikredilmesinin sebebi nedir?"
denilirse, biz deriz ki:
Bu konuda birkaç izah
yapılmıştır:
1) Allah Teâlâ, peygamberlerin bir kısmını bir kısmından
üstün kıldığını belirtmiş, daha sonra da, "Davud'a da Zebur verdik"
buyurmuştur. Bu, "Dâvûd büyük bir melik, hükümdar idi" demektir. Daha
sonra Cenâb-ı Hak, daha önce zikretmiş oiduğu o üstün kılma ve tafdil etmeden
maksadın, mal ile değil de, ilim ve din cihetinden üstün kılmak olduğuna dikkat
çekmek için, ona vermiş olduğu malı mülkü zikretmemiş aksine, ona vermiş olduğu
kitaptan, Zebur'dan bahsetmiştir.
2)
Allah Teâlâ
Zebur'da, Hz. Muhammed'in, peygamberlerin sonuncusu; ümmetinin de, ümmetlerin
en hayırlısı olduğunu zikretmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Tevrat'tan sonra
Zebur'da da yazmışızdır ki, arza (ancak) salih kullarım mirasçı
olur"(Enbiya. 105) buyurmuştur ki, bu ayetin sonunda bahsedilen
"salih kullar" ile, Hz. Muhammed ve O'nun ümmeti kastedilmiştir.
Buna göre şayet
(Enbiya. 105) ayetinde olduğu gibi, bu ayette de Zebur kelimesi marife olmalı
değil miydi? denilirse, biz deriz ki: Burada, bu kelimenin nekire olarak
getirilmesi, onun durumunun yüceliğine delâlet eder. Çünkü Zebur,
"mezbûr-yazılmış" anlamındadır. Böylece bu kelime, "yazılmış
kitap" anlamında olmuş olur. Biâenaleyh, onun bu ayette nekire olarak
getirilmiş olmasının anlamı, onun, kitap olma bakımından mükemmel derecede olduğunu
göstermek içindir.
3) Kureyş kâfirleri, bir şeyi inceleyen ve cedefe
yönelen kimseler değillerdi. Tar aksine onlar, ortaya bazı şüpheler atmak için
yahudilere müracaat ediyor, yahudile-de onlara, "Musa'dan sonra ne bir
peygamber; Tevrat'tan sonra da ne bir kitap söz konusu değildir"
diyorlardı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Zebur'u Davud'a indirdiğini bildirmek
suretiyle, onların bu sözlerini nakletmiştir. Hamza, bu kelimey zâ'nın
dammesiyle (ZubÛran) şeklinde okumuştur ki, biz bunun izahını, Nisa Sûresi'nin
sonlarında (Ayet, ıea) yapmıştık.
[194]
"De ki:
"Allah'ı bırakıp boş yere söylediklerinizi çağırın. Onlar, sizden herhangi bir
sıkıntı gideremiyecekleri gibi, değiştiremezler de. Onların taptıkları da,
hangisi Rablerine daha yakın (olacak) diye, vesile arıyorlar, O'nun
rahmetini umuyorlar. O'nun azabından korkuyorlar. Çünkü, Rabbinin azabı
korkunçtur" (İsra, 56-57).
Bil ki, bu ayetlerin
gayesi, müşriklere reddiyedir. Biz, daha önce müşriklerin, "Bizim,
(doğrudan doğruya) Allah'a ibadetle meşgul olma liyâkatimiz yoktur. Bundan
dolayı bizler, Allah'a yakın olan bazı kutlarına ibadet ediyoruz ki, bunlar da
meleklerdir" dediklerini; sonra da, taptıkları o meleklerin heykel ve
suretlerini yaparak, bu manada olmak üzere, onlara ibadet etmekle meşgul
olduklarını söylemiştik. Allah Teâlâ'da, onların bu görüşlerinin bâtıl ve yanlış
olduğuna bu ayeti delil getirerek, "Allah'ı bırakıp boş yere
söylediklerinizi çağırın" buyurmuştur. Bu ayetteki, ellezine kelimesiyle
"putlar" kastedilmemiştir. Çünkü Allah onları vasfederken, ''onların
taptıkları da vesîle arıyorlar" buyurmuştur. Halbuki, "vesile arama
işi", putlara kesinlikle uygun düşmez.
[195]
Bunun böyle olduğu
sabit olunca biz diyoruz ki: Birtakım kimseler, meleklere tapıyorlardı.
İşte bu ayet, onlar hakkında nazil olmuştur. Yine bu ayetin, Mesîh (İsa) (a.s)
ve Uzeyr'e tapanlar hakkında nazil olduğu söylendiği gibi, cinlerden birisine
tapıp da, sonra da o cin müslüman olunca, o cine tapmaya hâlâ devam eden bir
topluluk hakkında nazil olduğu da söylenilmiştir. İbn Abbas (r.a) şöyle
demektedir: "Kur'ân-ı Kerim'de zeame fiili, kullanıldığı bütün yerlerde
"yalan" anlamına gelir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, onların görüşlerinin bozuk olduğuna, ibadete müstehak olan ilahın,
kendisine tapanlardan zararı giderip onlara faydalar ulaştırmaya muktedir olan
bir varlık olması gerektiği ve onların taptıkları şeylerin, yani meleklerin,
cinlerin Mesih ve Uzeyr'in ise onlardan zararı gidermeye, fayda ulaştırmaya
kadir olamadıklarını ispatlayarak, onların ilah olmadıklarına kesinlikle
hükmetmek gerektiğini bildirmiştir.
[196]
Bir kimse şöyle
diyebilir: "Bu delil ancak, sizler, meleklerin, zararları gidermeye ve
faydaları da temin etmeye muktedir olamadıklarını delillerle isbat ettiğiniz
zaman tamam olur. Binâenaleyh, delillerinizin tam ve eksiksiz bir delil
olabilmesi için bunun Döyle olduğuna dair deliliniz nedir?" Şayet sizler,
"Biz, o kâfirlerin, onlara yalvarıp yaşardıklarını, ama isteklerinin bir
türlü yerine gelmediğini görüyoruz" derseniz, biz buna karşılık,
"Müslümanların da Allah'a yalvarıp yakardıklarını, ama isteklerinin otrçok
durumda karşılanmadığını görmekteyiz. Müslümanlar, zararı uzaklaştırma ve fayda
sağlama işinin, meleklerden değil de Allah'dan olduğunu; kâfirler ise bunların
meleklere ait olduğunu söylerler. Böyle olunca da delil tam sayılmaz?"
deriz.
Cevap: Delil tam ve
mükemmeldir; zira o kâfirler, meleklerin Allah'ın kulları olduğunu; meleklerin
ve âlemin yaratıcısının ise, mutlaka, o melekten daha muktedir, caha güçlü ve
daha mükemmel olduğunu da kabul ediyorlardı.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca biz diyoruz ki: Allah'ın mükemmel bir kudrete sahip olduğu
malumdur ve bu hususta aramızda ittifak vardır. Halbuki, o meleklerin
kudretinin mükemmelliği malum olmadığı gibi bu konuda ittifak da yokîur. Tam
aksine ttifak edikn husus, Allah'ın kudretine nisbetle onların kudretinin çok
cüz'î ve önemsiz okluğudur. Dututı böyle olunca da, Allah'a ibadetle
meşgul-olmak, o meleklere sadetle meşgul olmaktan daha evlâ olmuş olur. Çünkü
Allah'ın, ibadete müstehak siması malum bir husustur. Halbuki, meleklerin böyle
olduğu ise, meçhuldür. Binâenaleyh, maluma sarılmak daha evlâ olur.
Ehl-i sünnet
ve'l-cemaate mensup kelâm alimlerinin bu konuda izledikleri başka D*r metod
daha vardır ki, bu da şudur: Onlar, yoktan var edenin ve bir şeyi yokluktan
.arlık alemine çıkaranın, sadece Allah Teâlâ olduğuna dair aklî deliller
getirirler. 3unun böyle olduğu sabit olunca, Allah'tan başka, herhangi bir
fayda ve zarar verenin bulunmadığı kesinlik kazanmış olur. Dolayısıyle
ibadete müstehak olanın sadece Allah Teâlâ olduğuna kesinlikle hükmetmek
gerekir. Fakat eht-i sünnetin bu metodu Mutezile için hasıl olmaz (onlar bundan
mahrum kalırlar). Çünkü Mutezile, kulun, kendi fiillerini yarattığını kabul
edince, onların, meleklerin Öldürmeye, diriltmeye ve bir cismi yaratmaya kadir
olamayacaklarına istidlalde bulunmaları imkânsız olur. Onlar böyle bir
istidlalde bulunamayınca, bu delil, onlar için hasıl olamaz. İşte Cenâb-ı
Hakk'ın, "Onlar, sizden herhangi bir sıkıntı gideremeyecekleri gibi,
değiştiremezler de" ifadesinin yerinde ve doğru olduğuna dair kati delil,
ehl-i sünnetin yaptığı bu açıklamadır. "Tahvil" bir durumdan başka
bir duruma, başka bir yerden başka bir yere geçirmek demektir. Nitekim Arapça'da,
"Havvelehu fe tehavvele" "O'nu tahvil etti, o da başka bir
duruma geçti" denilir.
[197]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, '"Onların taptıkları da, Hablerine vesile arıyorlar"
buyurmuştur.
Bu hususta iki görüş
bulunmaktadır:
Birinci Görüş: Ferrâ
şöyle der: "Yed'ûne ibadet eden kimselerin fiili; yebteğûne ise, ibâdet
olunanların fiilidir. Buna göre mana, "ibadet olunan o kimseler, Rablerine
bir vesile ve yol ararlar" şeklinde olur. Buna göre meleklerin,
menfaatleri talep, zararları da giderme hususunda Allah'a başvurdukları, O'nun
rahmetini umup azabından da çekindikleri hususunda münakaşa bulunmamaktadır.
Onlar, acziyyet ve ihtiyaç içinde bulunmakla vasfedilebilip, Allah Teâlâ da,
her şeyden müstağni ve bağımsız olup hiçbir şeye muhtaç olmayınca, O'na ibadet
etmekle meşgul olmak daha evlâdır."
Buna göre onlar şayet:
"Biz, meleklerin, Allah'ın rahmetine muhtaç olup, O'nun azabından
çekindiklerini kabul etmiyoruz" derlerse, biz deriz ki: "O
meleklerin, ya zâtları gereği vâcibu'l-vücûd oldukları yahut da zâtları gereği
mümkinu'l-vücud oldukları söylenebilir. Birincisi batıldır, olamaz; çünkü bütün
kâfirler, meleklerin, Allah'ın kullan olup, O'na muhtaç olduklarını kabul edip
itiraf etmektedirler. İkincisine gelince, bu, meleklerin gerek zâtları.,
gerekse kemâl sıfatları hususunda, Allah'a muhtaç olmalarını gerektirir. Binâenaleyh,
Allah'a ibadet etmekle meşgul olmak, meleklere ibadet etmekle meşgul olmaktan
daha evla olur."
İkinci Görüş: Cenâb-ı
Hakk'ın, "Onların taptıkları da" ifadesiyle, Cenâb-ı Hakkin
"Andolsun ki biz. peygamberlerin kimini kiminden üstün kılmışızdır"
<lsra. 55) ayetinde bahsetmiş olduğu peygamberler kastedilmiştir.
Binâenaleyh, bu sözün daha önceki kısımla münasebeti şudur: "Makamları
yüce olan o peygamberler, ancak Allah'a ibadet eder ve ancak O'na bir vesile
ararlar. Binâenaleyh, sizin o peygamberlere uymanız ve onları kılavuz edinmeniz
daha doğrudur. O halde sizler.
Allah'tan başkasına
ibadet etmeyiniz." Bu görüşü benimseyenler, bu görüşün doğruluğuna şu
şekilde istidlal etmişlerdir; "Melekler, Allah'a isyan etmezler.
Binâenaleyh, bundan dolayı da O'nun azabından çekinmezler. Böylece bu sözün,
meleklere değil de peygamberlere uygun düşeceği sabit olmuş olur."
Biz de deriz ki:
Melekler, günah işlemeye yeltenmeleri halinde, Allah'ın azabından korkarlar ve
çekinirler. Bunun böyle olduğunun delili, Cenâb-ı Hak'k'ın, "Bunlardan (o
meleklerden) kim, "Tanrı o değil, benim"derse, onu cehennemle
cezalandırırız" {Enbiyâ, 29) ayetidir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Çünkü, Rabbinin azabı korkunçtur" buyruğuna gelince, bununla,
"Rabbinin azabına yakışan, ondan sakıntlmasıdır" manası
kastedilmiştir. Öyle olduğu halde bazı kimseler, cehaletinden ötürü ondan
sakınmıyor iseler, bu, o azabı, "sakınılması gerekli ve zorunlu
olmak"tan çıkarmaz.
[198]
"Hiçbir memleket
hariç olmamak üzere, ya biz onları Kıyamet gününden evvel helak edecek, yahut
şiddetli bir azab ile azablandıracağız. Bu, o kitapta (böylece)
yazılıdır" (Isra, 58).
Bil ki Altph Teâlâ,
"Çünkü, Rabbinin azabı korkunçtur" (Isra. 57) buyurunca, her
oeidenin, içinde ofcr-^nlar olduğunu da beyan buyurmuştur. Binâenaleyh onların
durumlarının mutlaka, şu iki şeyden birisine, ya helak edilmeye (öldürülmeye)
yahut da azâb edilmeye varıp dayanması gerekir. Mukatil bu kimselerin iyi,
salih olanlarının helakinin ölümle; bozguncu olanlarının helakinin de azab ile
olacağını söylemiştir. Ayetteki "Hiçbir memleket hariç olmamak üzere"
ifadesinden, kâfirlerin beldelerinin murad edildiği, böylece de orada iskân
edenlerin cezalarının mutlaka şu iki şeyden birisi olması gerektiği de ileri
sürülmüştür: Ya, tamamiyle köklerinin kazınması ki, işte bu ayette bahsedilen
helakten kastedilen manadır. Yahut da bunun dışında, meselâ onların ileri
gelenlerinin öldürülmeleri ve müslümanların, onları esir, mallarını
ganimet olarak ele geçirmeleri ve onlardan cizye almaları vb. hükümranlıklar
nev'inden olan şiddetli azab söz konusudur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bu hükmün mutlaka tahakkuk edecek olan bir hüküm olduğunu beyan ederek,
"Bu o kitapta (böylece) yazılıdır" buyurmuştur ki, bunun manası gayet
açıktır.
[199]
"Bizi ayetler
göndermemizden alıkoyan, ancak evvelkilerin onları yalanlamış olmalarıdır. Biz,
Semûd'a, gerçeği gösteren bir mucize olarak o deveyi verdik de, onlar bu
sebeple zulmettiler. Halbuki biz ayetleri, ancak korkutmak için göndeririz.
Sana, "Şüphesiz Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır" demiştik, hatırla.
(Geceleyin) sana gösterdiğimiz o temaşayı ve Kur'ân'da lanet edilen ağacı,biz
ancak insanlara bir fitne yaptık. Biz onları korkutuyoruz. Fakat bu, onlarda büyük
bir taşkınlıktan başka bir şey artırmıyor" (İsra, 59-60).
Bil ki, Allah Teâlâ,
müşriklerin görüşlerinin bozuk ve yanlış olduğuna dair delillerini getirip,
peşinden de ilgili vaîdini zikredince, bunun peşinden nübüvvet meselesini
zikretmiştir. Bu böyledir, zira Kureyş kâfirleri, Allah Teâlâ'nın da, "O
halde evvelkilere gönderildiği gibi, o da bize bir mucize
getirsin"(Enbiya. 5) dediklerini beyan ettiği gibi, Hz. Peygamber (s.a.s)'den
büyük ve kahir mucizeler getirmesini istemişlerdir. Bazı kimseler de, bununla
onların, "Biz dediler, sana katiyyen inanmayız. Ta ki bizim için şu yerden
bir pınar akıtasm" (isra, 90) ifadeleriyle talep etmiş oldukları şey
kastedilmiştir demişlerdir. Said İbn Cübeyr'den, müşriklerin şöyle dedikleri
nakledilmiştir: "Sen, senden önce de birtakım peygamberlerin bulunduğunu
ve onların
bazısının emrine rüzgârın verildiğini; bazılarının da ölüleri dirilttiğini
iddia ediyorsun. O halde sen de bize, bu tür mucizelerden getir." İşte,
Cenâb-ı Hak o müşriklerin bu şüphelerine "Bizi ayetler göndermekten alıkoyan,
ancak evvelkilerin onları
yalanlamış olmalarıdır"
buyurarak cevap vermiştir. Bu cevabın izahı hususunda da şu açıklamalar
yapılabilir:
1) Bunun manası şudur: "Allah Teâlâ, o mucizeleri
izhâr edip sonra da onlar, ona iman etmeyip tam aksine küfürlerinde ısrar
ettiklerinde, böylece onlar köklerini kazıyan bir azaba müstahak olmuş olurlar:
Ancak ne var ki, bu ümmete, kökleri kazıyan bir azabın indirilmesi caiz
değildir. Çünkü Allah Teâlâ, onların içinde ilerde iman edecek kimselerin
bulunduğunu; yahut da onların çocuklarının iman edeceğini en iyi biçimde
bilendir. İşte bundan dolayı Allah onların bu isteklerine icabet etmemiş ve bu
ezici ve kahir mucizeyi de izhâr etmemiştir." İbn Abbas şunu rivayet
etmiştir: "Mekkeliler Hz. Peygamber (s.a.s)'den Safa Tepesi'ni kendileri
için altına dönüştürmesini ve arazileri ekebilmeleri ve işleyebilmeleri için,
aradaki dağları da kaldırmasını istediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s),
bunu Allah'dan talep etti de, Cenâb-ı Hak, "istersen bunu yaparım; ancak
onların, yeniden küfre dönmeleri halinde de onları helak ederimi" dedi.
Buna mukabil Hz. Peygamber (s.a.s) de: "Hayır, ben bunu istemiyorum.
Bilakis onlara merhamet et; mühlet ver" buyurdu da, bunun üzerine işte bu
ayet nazil oldu."
2) Bu, "Biz, bu tür mucizeler göstermiyoruz. Çünkü
onları gören atalarınız, onlara iman etmediler. Siz de onları taklid
ediyorsunuz. Binâenaleyh, onları görmeniz halinde, siz de onlara iman etmeyeceksiniz"
manasındadır.
3)
Bu,
"sizden öncekiler, bu tür mucizeleri görüp müşahade ettiler, ama yine de
onu yalanladılar. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, sizin de onları görmeniz halinde
onları yalanlayacağınızı bilmiş ve anlamıştır. Binâenaleyh, (buna rağmen)
bunları göstermek anlamsız bir iş olur. Hakîm olan Allah ise, abesle iştigâl
etrraz" manasındadır.
[200]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Biz, Semûd'a, gerçeği gösteren bir mucize olarak o deveyi verdik de
onlar bu sebeple zulmettiler" buyurmuştur. Bununla ilgili birkaç bahis
vardır:
Birinci Bahis: Bu,
"onların taiep ettikleri o mucize, tıpkı Semûd kavmi'ne verilen ayetin
aynısıdır. Halbuki biz o mucizeyi Semüd'a çok net, açık ve seçik olarak verdik,
ama onlar onu inkâr ettiler de, böylece de köklerini kazıyan bir azaba duçar
oldular. O halde bunlar daha nasıl bunu, bir teklifte bulunmak ve arzularını
Allah'a kabul ettirmeyi istemek suretiyle isteyebiliyorlar?" demektir.
İkinci Bahis: Ayetteki
mubsıre tabiri iki şekilde izah edilmektedir:
a) Ferrâ, bu kelimenin manasının "aydınlatıcı
olmak, gerçeği göstermek üzere" şeklinde olduğunu, Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın gündüzü ise
ziyadar olarak yaratandır" (Yunus, 67) buyurduğunu söylemiştir.
b) Bu ifadenin manası, "ibretlerle dolu"
şeklindedir. Yani, "ondan, onu düşünüp onu görebilecek kimseler için,
kendisi vesilesiyle hakkı bulacağı ve kendisi sayesinde o peygamberin
doğruluğuna istidlal edeceği nice ibretler bulunmaktadır" demektir.
Üçüncü Bahis: Ayetteki
"onlar, o mucizeyi yalanlamaları sebebiyle kendilerine zulmettiler"
demektir. İbn Kuteybe de bu ifadeye: "Onlar, onun Allah'tan olduğunu inkâr
ettiler" manasını vermiştir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Halbuki biz ayetleri, ancak korkutmak için göndeririz" buyurmuştur.
"Her mucizenin, mutlaka yalanlanması hafinde, ya dünyevî ya da ahiret azabına
dair bir korku ihtiva ettiği" ileri sürülmüştür.
[201]
İmdi şayet,
"mucizeler göstermenin en büyük gayesi, onu izhâr eden kimsenin sıdkına
delil getirilmesidir. Binâenaleyh, o mucizeleri izhâr etmenin gayesi nasıl
korkutma manasına hasredilebiür?!" denilirse, biz deriz ki:
Bunun gayesi şudur:
Peygamberlik iddiasında bulunan kimse, mucizesini izhâr edip, halk da, onun bir
mucize izhar ettiğini duyduğunda, onlar o ayetin (mucizenin), mucize veya
korkutucu bir şey olduğunu bilmezler. Ancak ne var ki onlar, sadece, onun bir
mucize olduğunu kabul ederler. Onun bir mucize olduğu kabul edildiğinde, şayet
oniar o hususta iyice düşünmez ve onunla, onu izhar eden peygamberin doğru
söylediğine istidiâi etmezlerse, işte o zaman şiddetli bir cezayt hak etmiş
olurlar ki, işte, onları o mucizeler hususunda tefekkür ve teemmüle sevkeden
korku da budur. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, "Halbuki biz ayetleri, ancak
korkutmak için göndeririz" ayetinden murad edilen, işte bahsettiğimiz bu
husustur. Allah en iyisini bilendir.
Bil ki müşrikler, Hz.
Peygamber (s.a.s)'den ezici ve kahir mucizeler talep edip, Allah Teâlâ da, o
mucizelerin gösterilmesinin onların yararına olmayacağını beyan edince, bu, o
kâfirlerin bu hususta tenkîd etme cüretinde bulunmalarına ve o peygambere:
"Sen, şayet Altah katından gönderilmiş gerçek bir peygamber olsaydın, Hz.
Musa ve diğer peygamberlerin getirip izhâr ettiği gibi, sen de, senden
istediğimiz o mucuzileri getirirdin" demelerine bir sebep olmuştur.
İşte bu noktada Allah,
Hz. Peygamberin kalbini takviye etti ve kendisinin yardımcı olacağını beyan
ederek "Sana, "şüphesiz Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır"
demiştik, hatırla" buyurmuştur. Bu hususta iki görüş vardır:
Birinci Görüş: Bu,
"O'nun hikmet ve kudreti, insanları çepeçevre sarmış ve kuşatmıştır. O
halde, o insanlar, O'nun avucunda ve kudret elindedirler. Durum böyle olduğuna göre,
bu demektir ki onlar, herhangi bir şeye ancak, O'nun hüküm ve takdir etmesiyle
kadir olabilirler" demektir ki, bunun gaye ve maksadı da şudur: Allah
Teâlâ, peygamberine sanki, "Sen, bizim risaletimizi îebliğ edip dinimizi
ortaya koyuncaya kadar sana yardım edecek ve sana güç kuvvet vereceğiz'"
demek istemiştir. Hasan el-Basrf de, (bunun manası) "Cenâb-ı Hakk'ın,
"Allah seni insanlardan koruyacaktır" {Maide, 67) ayetinde de
buyurduğu gibi, onlarla, onların Hz. Peygamberi öldürmek istemeleri arasına
girip, buna mani olmasıdır" demiştir.
[202]
İkinci Görüş: Bu
ifadedeki nâs "insanlar" sözüyle, Mekkeliler kastedilmiştir.
Allah'ın"onları kuşatması da, Allah Teâlâ'nın, Mekke'nin fethini
mü'minlere nasib etmesi demektir. Buna göre mana, "Allah, onlara galib
gelecek, onları ezecek ve senin devletini, onlara üstün getirecek"
anlamında "Hani biz sana, Allah'ın Mekkelileri kuşattığı müjdesini
vermiştik" şeklinde olur. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın,
"Yakında o cemiyet bozulacak, onlar arkalarım dönüp kaçacaklardır"
(Kamer, 45> ve "o küfredenlere de ki; "Yakında mağlup olacaksınız
ve cehenneme sürüleceksiniz. O, ne kötü yataktır"(am imran, 12) ayetidir.
Cenâb-ı Hak, mazî sîğasıyla, İnsanları kuşattı" buyurmuştur. Zira,
Allah'ın olacağını haber verdiği her şey, olması zorunlu ve vâcib olunca, işte
bu, bu açıdan, tıpkı olmuş bitmiş bir şey gibi olmuştur. İşte bundan dolayı da,
"İnsanları kuşatmıştır" buyurmuştur. Rivayet edildiğine göre, Bedir
Günü'nde iki ordu saf bağlayıp karşı karşıya geldiğinde, Hz. Peygamber (s.a.s)
de, Hz. Ebu Bekir ile beraber gölgeliğinde oturuyordu ve şöyle dua ediyordu:
''Allah'ım! Senden ahdini (yerine getirmeni) ve bana olan vaadini
istiyorum." Daha sonra, ashabı teşvik etmek üzere, " Yakında o
cemiyyet bozulacak, onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır" (Kamer, 45)
diyerek, üzerinde zırhı olduğu halde dışarı çıktı.
Cenâb-ı Hak daha sonra
"(Geceleyin) sana gösterdiğimiz o temaşayı.. .ancak insanlara bir fitne
yaptık" buyurmuştur. Bu ayette bahsedilen rüyanın ne demek olduğu
hususunda bazı görüşler bulunmaktadır:
[203]
Birinci Görüş: Ailah
Teâfâ Hz. Muhammed (s.a.s)'e, uykusunda, Kureyş kâfirlerinin yıkılıp yere
serilecekleri, ölecekleri yerleri gösterdi. Binâenaleyh, Hz. Peygamber (s.a.s)
Bedir kuyusunun yanına glediğinde, "Vallahi, sanki ben şu anda müşriklerin
düşüp ölecekleri yerleri görüyor gibiyim" dedi, sonra da, "Şu,
falancanın; şurası da filancanın düşüp öleceği yerlerdir" demeye başladı.
Kureyş bunu duyunca, Onun bu rüyasını alay konusu ettiler ve Hz. Peygamber
(s.a.s)'den bu tehdidini hemen yerine getirmesini istediler.
[204]
İkinci Görüş: Bununla,
Mz. Peygamber (s.a.s)'in kendisinin Mekke'ye girdiğini gördüğü rüya
kastedilmiştir. Hz. Peygamber, ashabına bunu haber verdi. Hudeybiye Yılı'nda,
müslümanfar Kabe'ye girmekten engellenince, bu, bazı kimselerin fitneye
(şüpheye) düşmelerine sebep oldu. Hz. Ömer,Ebu Bekir (r.a)'e "Allah'ın
Rasulü bize, Beytullah'a gireceğimizi, onu tavaf edeceğimizi söylememiş
miydi?" deyince Hz. Ebu Bekir: "O, bizim bunu bu sene yapacağımızı
söylemedi. Biz bunu başka sene de yapabiliriz" dedi. Ertesi yıl gelince,
Hz. Peygamber Mekke'ye girdi ve Cenâb-ı Allah, "Andolsun ki Allah, Rasulünün
gördüğü rüyanın hak olduğunu doğrulamıştır" [Fet\h: 27» ayetini indirdi.
Alimler bu iki görüşe
karşı çıkarak "Bu sûre Mekkî'dir, o iki hadise ise Medine döneminde
vukûbulmuştur" demişlerdir. Bu itiraz da zayıftır. Çünkü evet bu iki
hadise Medenî'dirama, Hz. Peygamberin bu iki hadiseyi rüyasında görmesinin
Mekke'de iken olması uzak bir ihtimal değildir.
[205]
Üçüncü Görüş: Sa'id b.
el-Müseyyeb şöyle der: "Hz. Peygamber (s.a.s), rüyasında minberi üzerine,
Ümeyyeoğullarının (Emevîlerin) tıpkı bir maymunun atlayıp oturduğu gibi,
atlayıp oturduklarını gördü ve bu onu üzdü." Atâ'nın rivayetine göre bu,
İbn Abbas (r.a)'ın görüşüdür. Yukarıda ileri sürülen müşkii, bunda da söz
konusudur. "Çünkü ayet Mekkî'dir ve Hz. Peygamber (s.a.s)'in, Mekke'de
iken bir minberi yoktu." Bu probleme şu şekilde cevap verilebilir:
"Hz. Peygamber (s.a.s) Mekke'de iken, kendisinin Medine'de bir minberinin
olacağı ve bilahere bunu Emevîlerin devralacağı kendisine rüyada gösterilmiş
olabilir, bu ihtimal akıldan uzak değildir."
[206]
Dördüncü Görüş: Bu,
müfessirlerin çoğunun tercih ettiği ve en doğru olan görüştür. Buna göre,
ayette bahsedilen rüya ile, Allah Teâlâ'nın İsrâ (Miraç) gecesi, Hz- Peygamber
(s.a.s)'e gösterdiği şeylerdir. Alimler, buradaki "rü'yâ" kelimesinin
manası hususunda değişik şeyler söylemişlerdir. Ekserisine göre, Arapça
bakımından, rü'yet ile rüya arasında bir fark yoktur. Nitekim, denilir. Bazı
kimseler de bunun, isrâ hâdisesinin uykuda gerçekleştiğine delalet ettiğini
söylemişlerdir ki, bu görüş, sûrenin başında da izah ettiğimiz gibi, zayıf ve
yanlıştır.
Allah Teâlâ,
"Ancak insanlara bir fitne yaptık" buyurmuştur ki bu, "Hz.
Peygamber (s.a.s), kâfirlere İsrâ hâdisesini anlatınca, O'nu yalanladılar ve hatta iman
etmiş olanlardan çoğu küfre düştüler. İhlaslı olanların ise, imanları arttı.
İşte bundan dolayı bu, bir imtihan oldu.
[207]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, 'Ve Kur'ân'da lanet edilen ağacı.." buyurmuştur. Bu ifadede bir
takdim-tehir söz konusu olup, takdiri "sana gösterdiğimiz o rüyayı ve
Kur'ân'da lanet edilen ağacı biz, ancak insanlara bir fitne yaptık"
şeklindedir. Bunun, "Kur'ân'da lanet edilen ağaç da böyledir"
manasında olduğu da söylenmiştir. Alimler, bu ağacın hangi ağaç olduğu
hususunda ihtilaf etmişlerdir:
Birinci Görüş:
Ekserisi, bunun Hak Teâlâ'nın, "Şüphesiz o zakkum ağacı günaha düşkün
olanın yemeğidir" (Duhan, 43-44) ayetinde bahsettiği zakkum ağacıdır. Bu
ağacın zikredilmesindeki imtihan şu iki açıdan olabilir:
1)
Ebu Cehil
şöyle demişti: "Arkadaşınız (Muhammed), cehennem ateşinin, "Onun
yakıtı taşlar ve insanlardır" (Bakara, 24) diyerek, taşları bile yaktığını
iddia ediyor, sonra kalkıp o cehennemin içinde bir ağacın yeşerdiğini söylüyor.
Halbuki ateş, ağacı yer, yakar bitirir. Öyle ise o cehennemde nasıl o ağaç yeşerebilir?"
2) İbn'z-Zibe'râ şöyle der: Bizim bildiğimize göre
zakkum, hurma veya kaymak demektir.
Bir şeyi lokmalamak
hakkında da, tezakkamû
derler. İşte onlar cehennemde bir
ağacın olmasına şaştıkları için, Allah Teâlâ "Hakikaten biz o (zakkum ağacım)
zalimler için bir fitne yaptık" (Satfat, 63) ayetini indirmiştir.
[208]
Şayet,
"Kur'ân'da, bu ağacın lanetli olduğundan bahsedilmemiştir?"
denilirse, biz deriz ki: Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:
1)
Bundan murad,
onu yiyen kâfirlerin mel'un olmalarıdır.
2)
Araplar,
hoşlarına gitmeyen ve zararlı olan her yiyeceğe "mel'ûn" derler.
3) Arapça'da "lanet" uzaklaştırmak demektir.
Binâenaleyh Kur'ân'da lanetli olan bu ağaç, bütün iyi sıfat ve özelliklerden
uzak olduğu için bu adı almıştır.
[209]
İkinci Görüş: İbn
Abbas (r.a) şöyle der: "Burada bahsedilen ağaç ile, Ümeyyeoğulları, yani
Hakem b. Ebi'l-Asoğullan (soyu) kastedilmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)
rüyasında, minberini Mervan'ın
oğullarının birbirinden devraldıklarını
görmüştü. O, bu rüyasını Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer'e evinde onlarla başbaşa
iken anlatmıştı. Biribirierinden ayrıldıklarında, Hz. Peygamber (s.a.s) Hakem
b. Ebi'l-As'ın rüyasını aynen anlattığını duydu ve buna çok sinirlendi. Bu
sırrını Hz. Ömer (r.a)'in ifşa ettiği ithamında bulundu. Sonra da Hakem'in
kendilerini gizlice dinlediği ortaya çıktı. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.s), onu sürdü.'T Vahidî şöyle der: "Bu hadise Medine'de cereyan
etmiştir, sûre ise Mekki'dir. Binâenaleyh böyle bir tefsir, ancak bu ayetin
Medenî olduğunu söylemekle mümkündür. Ama hiç kimse bu ayetin Medine'de nazil
olduğunu söylememiştir." Bu görüşü, Hz. Atşe (r.anha)'nin Mervan'a,
"Allah, sen baban (Hakem'in) sulbünde iken, babana lanet etti. Sen de,
Allah'ın lanet ettiği kimsenin bir parcasısın" demiş olması da te'kid
eder.
Üçüncü Görüş:
Kur'ân'da lanet edilen bu ağaç ile, yahudiler kastedilmiştir Çünkü Cenâb-f Hak,
"Benî israil'den kâfir olanlar lanetlendi" (Maide, ?8) buyurmuştur.
Buna göre şayet birisi, "Müşrikler, Hz. Peygamber (s.a.s)'den kesin ve
kuvvetli mucizeler getirmesini isteyince, Allah Teâlâ da: "onların
getirilmesinde size bir fayda yok. Çünkü eğer onlar gösterilir de, siz iman
etmezseniz, kökünüzü kazıyacak bir azab indiririm" diye cevap vermiştir.
Halbuki bu doğru değildir. Bu sözün, insanlar için bir fitne olan o rüyanın ve
ağacın zikredilmesi ile ilgisi nedir?" derse, deriz ki: İfadenin manası
şöyledir: Sanki, "onlar bu mucizeleri isteyip, sonra da sen o mucizeleri
göster meyi nce, bunların gösterilmeyişi, senin nübüvvet iddianda doğru
olmadığın hususunda onlar için bir şüphe olmuştur." Fakat bu şüphe, senin
İşini zayıflatmaz ve durumunun zayıflamasına sebep olmaz. Baksana, rüyadan
bahsedilmesi, o kâfirlerin kalblerine büyük bir şüphe düşmesine sebep oldu.
Fakat o kuvvetli şüphe bile, senin risaletin hususunda bir zayıflığa ve senin
etrafında ehl-t hakkın toplanmasında bir gevşemeye yol açmadı. İşte aynen bunun
gibi, mucizelerin gösterilmemesi sebebiyle meydana gelen bu şüphe de, senin
durumunda bir gevşemeye ve senin risaletin hususunda bir zayıflığa sebep olmaz.
[210]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Biz onlan korkutuyoruz. Fakat bu, onlarda büyük bir taşkınlıktan
başka bir şey artırmıyor" buyurmuştur. Bu cümlenin maksadı Allah Teâlâ'nın,
onların istedikleri o mucizeleri vermemesindeki bir başka sebebin
zikredilmesidir. Çünkü o kâfirler, dünya ve âhiret korkuları ile ve zakkum
ağaç: ile korkutulduklarında, bu korkutma ancak onların azgınlık ve
taşkınlıklarını artırmıştır. Bu da, onların kalelerinin kararıp katılaştığına
ve artık iyice azgınlık-taşkınlık içine battıklarına delalet eder. Durum böyle
olunca da, Allah Teâlâ, onların istedikleri mucizeleri, onlara verse bile.
onlar bundan istifade edemezler ve bu onların cehalet ve inâdda kalmalarını
artırır. Durum böyle olunca da, hikmet-i ilâhiyye gereği onlara, istedikleri o
ayet ve mucizeleri göstermemesi gerekmiştir. Allah en iyi bitendir.
[211]
"Hani biz
meleklere, "Adem için secde edin" demiştik. Onlar da secde
etmişlerdi, ama İblis etmemişti, "Ben, bir çamur olarak yarattığın kişiye
secde eder miyim?" dedi. (Yine) dedi ki: "Benden şerefli kıldığın
bu da kim ki, bana haber ver. Eğer beni Kıyamet gününe kadar
geciktirirsen, andohun ki onun zürriyetini, pek azı müstesna olmak üzere,
mutlaka kendime bağlarım''.' Allah da, "Defol git! Artık onlardan kim sana
uyarsa, şüphesiz cehennem hepinizin bir cezasıdır, tastamam bir ceza!" (Isra, 61-63;.
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[212]
Bu ayetlerin,
kendinden öncekilerle münasebeti hususunda şu izahlar yapılır:
1) Bil ki Allah Teaiâ, Hz. Peygamber (s.a.s)'in,
kavminden ve zamanındakilerden ötürü büyük bir sıkıntı içinde
olduğunu zikredince, bütün peygamberlerin, kendi zamanlarında yaşayan
insanlardan dolayı aynı durumda olduklarım beyan etmiştir. Baksana,
peygamberlerin ilki Hz. Adem (a.s)'dir Buna rağmen o, İblis'den dolayı büyük bir
sıkıntı içine düşmüştür.
2) Kureyş kâfirleri şu iki şeyden, yani kibir ve
hasedlerinden ötürü, Hz. Peygamber (s.a.s) ile çekişip inadlaşmış ve ondan o
bâtıl isteklerde bulunmuşlardır. Kibirleri, onları Hz. Peygamber (s.a.s)'e
boyun eğmekten alıkoymuş; hasedleri de, Cenâb-ı Hakk'ın bu peygamberine verdiği
nübüvvete ve yüce makama hased etmeye sevketmiştir. İşte bu sebeple, Allah
Teâlâ, İblis'i imandan çıkıp küfre düşmeye sevkeden sebebin, bu İki şey, yani
kibir ile hased olduğunu beyan etmiştir. Binâenaleyh bu iki şey, insanlar için
eskiden beri mevcut olan büyük bir belâ ve sıkıntıdır.
3) Allah Teâlâ, onlar hakkında, 'Takat bu, onlarda büyük
bir taşkınlıktan başka bir şey attırmıyor"(iara.eo) buyurunca, bu
taşkınlığın sebebini beyan etmiştir. Bu da İblis'in, "Andolsun ki onun
zürriyetini, pek azı müstesna olmak üzere, mutlaka
kendime bağlarım"
şeklindeki sözüdür. İşte Cenâb-ı Hak, burada bu maksatla Adem ve İblis
kıssasını zikretmiştir. Bu ayetlerin, kendinden öncekilerle münasebetleri
hususunda söylenecek söz budur.
[213]
Bil ki Cenâb-ı Hak, bu
kıssayı şu yedi sûrede zikretmiştir: Bakara, A'raf, Hicr, İsrâ, Kehf, Tâhâ ve Sâd... Bu
husustaki ayrıntılı izahımız, Bakara,
A'raf ve Hicr
Sûrelerinde geçmişti.
Binâenaleyh tekrara gerek
yok. Ama
baz meseleleri dile getirmenin bir sakıncası yok.
Ayetle İlgili Bazı
Başka Meseleler[214]
Alimler, Hz. Adem'e secde ite emredilenlerin bütün melekler mi, yoksa sadece yeryüzü melekleri mi olduğu
hususunda ihtilaf
etmişlerdir. "Melekler" kelimesinin zahiri umûm ifade
etmektedir. Fakat A'raf Sûresi'nin sonunda Cenâb-ı Hak, göklerdeki melekleri
vasfederken (anlatırken) buyurduğu, ''Sadece o (Allah'a) secde ederler"
(A'raf, 206) ayeti, gökteki meleklerin, bu umûmî ifâdenin dışında kabul
edilmesini gerektirir.
[215]
Ayetteki
"secde" ile, alınları yere koyma şeklindeki secde mi, yoksa
saygı gösterme manası mı kastedilmiştir. Birinci manaya göre, Adem'e secde
edilmiştir. Bir diğer izaha göre şöyle de denilebilir: "Aslında secde edilen Allah
idi. Hz.
Adem bu secdenin kıblesi oldu."
[216]
İblis meleklerden
midir değil midir? Eğer o meleklerden değilse, meleklere verilen secde emri,
onu nasıl içine alır?
[217]
İblis, tâ baştan beri
mi kâfirdi, yoksa o anda (secde etmeyi reddettiği zaman) kâfir olduğu mu
söylenebilir?
[218]
Melekler, Hz. Âdem'e,
o tam hayatiyet kazandığı anda mı, yoksa daha sonra mı secde ettiler?
[219]
İblisin secde etmekten
imtina etme hususunda ileri sürdüğü gerekçesi, "Ben, bir çamur olarak
yarattığın kişiye secde eder miyim?" şeklindeki sözü müdür, yoksa başka
birşey midir?
[220]
Bu ayetler, İblis'in
Rab Teâlâ'yı tanıyıp kabul ettiğine delâlet etmektedir. Fakat o yine de, kibri
ve hasedi yüzünden küfre düşmüştür. Bazıları bunu kabul etmeyerek, onun Allah'ı
tanımayıp, O'na asla inanmadığını söylemişlerdir.
[221]
Allah'ın İblis e
mühlet ve fırsat vermesinin, onu, vesvesesi ile insanlara musallat kılmasındaki
hikmetinin sebebi nedir?
[222]
Şimdi ayetin tefsirine
dönüyor ve diyoruz ki: Allah Teâlâ bu ayette, İblis'in bir çeşit amelini
(davranışını) ve iki şekildeki sözünü bize haber vermiştir. O ameli, Hz. Adem'e
secde etmemesidir. Bu, ayette "Onlar da secde etmişlerdi, ama İblis
etmemişti" ifadesi ile anlatılan şeydir. O iki sözünden birincisi,
"Ben, bir çamur olarak yarattığın kişiye secde eder miyim?"
ifadesidir. Bu cümledeki istifham, istifham-ı inkârı olup, manası "Benim
yaratıldığım asıl madde, Âdem'inkinden daha şerefli ve kıymetlidir. Öyle ise
benim, ondan daha kıymetli ve şerefli otmam gerekir. Daha kıymetli olanın, daha
düşük olana secde etmesinin emredilmesi, aklen çirkin bir iştir"
şeklindedir. Onun ikinci sözü, "Benden şerefli kıldığın bu da kim ki, bana
haber ver" ifadesidir.
Zeccâc bundaki
tabirinin "Bana haber ver" manasında olduğunu söylemiştir. Bu tabirin
tefsiri hususunda, En'am Sûresi'nde uzun açıklamalar yapmıştık.
[223]
Ayetteki, ifadesi ile
ilgili şu izahlar yapılır:
1)
Bu, "Bana
üstün kıldığın bu kimseden, bana bahset. Onu, bana niçin üstün kıldın. Halbuki
ben ondan daha hayırlıyım" demektir. Fakat bütün bu diğer ifadeler,
ayetten anlaşıldığı için, bu kısa cümle ile yetinilmiştir.
2) Bu ifâdenin başındaki, "Bu" lafzının,
başından harf-i istifham hazfedilmiş bir mübteda. ellezî ism-i mevsûlünün de
sıla cümlesi ile birlikte onun haberi olması da muhtemeldir. Buna göre ayetin
takdiri, "Söyle bakalım: Bu mudur benden üstün kıldığın varlık!"
şeklindedir. Bu, küçük ve hakir görme üslubunda söylenmiş bir sözdür. Bundaki
istifham harfi, era'eyteke (Bana haber ver) ifadesinin başında istifham
bulunduğu için, hazfedilmiş ve tekrarına gerek kalmamıştır.
3) Bunun, "Bana haber ver" ifadesinin mef'ûlü
olmasıdır. Çünkü bu era'eyteke tabirindeki kâf, sırf hitab için gelmiş olup,
irâbta mahalli yoktur. Buna göre, şeytan sanki taaccüb ve yadırgama üslûbunda,
"Şayet onu görseydtn ve buseydin, bana üstün ve şerefli tutmaman
gerekirdi!" manasında, "Bana üstün kıldığını gördün mC tanıdın
mı?" demiştir. İşte bu, ifadenin esas manası budur.
[224]
Cenâb-ı Hak, sonra
şeytanı "Eğer bana Kıyamet gününe kadar mühlet verirsen, andolsun ki onun
zürriyetini, pek azı müstesna olmak üzere, mutlaka kendime bağlarım"
dediğini nakletmiştir. Bu ifade hakkında birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis: İbn
Kesir bu kelimeyi, hem vasıl hem vakıf halinde, yâ harf-belirtmek suretiyle
,^'/-\ j& şeklinde; Âsim, İbn Âmir, Hamza ve Kisâî, yâ'y hazfederek, şeklinde; Ebû Amr ise, sadece vasıl (geçiş)
halinde yâ harfini belirterek okumuştur.
[225]
İkinci Bahis: Le
Ehtenikenne kelimesi hakkında iki görüş vardır:
1)
Bunun manası,
"Tamamıyla, külllyyen almak" manasına gelir. Nite Arapça'da,
birisinin malını, en küçük parçasına kadar araştırıp alan kimse için
"Falanca, falancanın yanındaki (elindeki) malın hepsr aldı" denilir.
Yine çekirgeler ekini tamamen yediği zaman, den
2) Bu, Arapların, hayvanın alt çenesine, insanın onu
güdeceği bir yular bağlandıfr zaman, (Hayvanı yularladı) deyiminden alınmıştır.
Ebu Müslim şöyle demiştir: "Bu, "hanek" (ağız içinin altı ve
üstü) kelimesinden, iftial vezninde bir fiildir. Buna göre şeytanlar aynen
süvarinin, gem vasıtasıyla ata sahip olması gibi. insanlara sahip oluyorlardı.
Birinci görüşe göre ayetin manası, "iğvâ ve tahrik edere-, onların kökünü
kazıyacağım" şeklinde; ikinci görüşe göre de, "Nasıl hayvan gerr ile
güdülüp idare ediliyorsa, ben de insanları Öyle güdüp, günahlara sevkedeceğim'
şeklinde olur.
[226]
Ayetteki, "pek
azı müstesna" ifadesi ile, "Benim kullarımın üzerinde senin hiçbir
tahakkümün yoktur" (Hicr, 49
ayetinde anlatılan
kimseler kastedilmiştir. Buna göre eğer, İblis,
Âdem'in zürriyeti hakkında
nasıl beyle doğru bir zan
ve tahminde bulunabümiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bu
konuda birkaç izah söz konusudur:
1) İblis, meleklerin, "O (yeryüzünde) bozgunculuk
edecek, kanlar dökecek kimseler mi yaratacaksın" [Bakara, 30) dediğini
duymuş ve böylece bu hallerin meydana geleceğini öğrenmişti.
2) İblis, Âdem'e vesvese vermiş ve onda bir azim, bir
kararlılık hali görememiştir. Binâenaleyh bu ifadenin zahiri de, azmin
zayıflığı hususunda, evlâdlarıntn da Hz. Âdem gibi olduğunu ifade eder.
3) İblis, onun behîmi ve şehevî, parçalayıcı ve gazabî,
vehmî ve şeytanî, aklî ve melekî kuvvetlerden mürekkeb olduğunu bilmiş ve yine
ilk üç kuvvetin, yani şehvet, gazab ve vehim kuvvetlerinin, yaratılışın
başlangıcında baskın ve üstün kuvvetler olduğunu, aklî kuvvetin ise ancak sonra
kemâle erdiğini anlamıştır. Durum böyle olunca, İblis'in söylediği şey, zarurî
olarak söz konusu olur.
[227]
Bil ki Cenâb-ı Hak
İblis'in bu sözünü naklettikten sonra, kendisinin de ona, "Defol git" dediğini bildirmiştir.
Bu, "geime"nin zıddı olan "gitmek" manasına değildir. Bu,
"seçtiğin ve tercih ettiğin şeyi git yap" demektir. Bu sözden murad,
oradan çekilme ve onu bu işiyle başbaşa bırakmak manasıdır.
Cenâb-ı Allah sonra
"Artık onlardan kim sana uyarsa, şüphesiz cehennem hepinizin bir
cezasıdır, tastamam bir ceza" buyurmuştur. Bunun bir benzeri de, Musa
(a.s)'nın Samirfye söylediği şu sözüdür: "Haydi (defol) git. Senin hayatın
boyunca, nasîbin "Bana dokunmayın"demendîr" (râhâ,97). Buna göre
eğer, "buradaki zamir daha önceki "Kim sana uyarsa" ifadesine
râcî olduğuna göre, bunun "Muhakkak ki cehennem onların bir cezasıdır"
denilmesi daha uygun olmaz mıydı?" denilirse, biz deriz ki: Bu konuda
birkaç izah şekli vardır:
1)
Bunun manası,
"Şüphe yok ki cehennem onların ve sizin bir cezanızdır" şeklindedir.
Burada muhatab zamiri, gaib zamirine baskın çıkmış ve bundan dolayı burada,
"hepinizin bir cezasıdır" denilmiştir.
2)
Bu hitabın,
"iltifat" üslûbu ile, gâib olan kimseler hakkında olması caizdir.
3) Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Kim kötü
adet ortaya korsa, o yaptığının ve Kıyamet gününe kadar o adet ile amel edenlerin
günahı onun üzerinedir'[228]
Binâenaleyh her günahların işlenişinde, onu işleyenin günahının bir misli de
İblise yazılır. Bütün günahların temelinde İblis bulunduğu için, buradaki
tehdide muhatab olan da İblis olmuş olur. Cenâb-ı Hak sonra, "Tastamam bir
ceza" buyurdu. "Mevfûr" lafzının fiili, bazan lazım, bazan
müteaddi olarak kullanılır. Nitekim Arapça'da müteaddi olarak, (Onu çoğalttım,
bol (aştırdım); (bollaşma) ve "mevfûr" (bol)mûfer (bol kılınmış)
şeklinde kullanılır. Nitekim Züheyr "Kim ki, namusunu, haysiyetini korumak
için iyilik yaparsa, onu tam olarak korur. Kim de sövülmekten çekinmezse,
sövülür." Fiilin lâzım olarak kullanılması da, bir kimsenin (Mal çoğaldı,
çok oldu) sözünde olduğu gibidir. Birinci takdire göre mana "Bu,
çoğaltılmış bir cezadır" şeklinde; ikinci takdire göre, "Bu, çok olan
bir cezadır" şeklinde otur. Buradaki "cezâen" tabiri, mef'ûl-ü
mutlak olarak mansubtur.
[229]
"Onların içinden,
'gücünün yettiği kimseleri, sesinle yerinden oynat. Onlara karşı
süvarilerinle, piyadelerinle yaygara çıkar. Mallarına ve evlâdlarına ortak ol. Onlara
vaadet." Şeytan, onlara bir aldatıştan başka ne vaadeder?
"Benimgerçek kullarım var ya, senin onlar üzerinde hiçbir hakimiyetin
yoktur. (Onlara) vekil olarak Rabbin yeter" (İsra, 64-65)
Bil ki İblis,
âdemoğullarını kendisine bağlamak için, Allah'tan, Kıyamete kadar mühmet
vermesini isteyince, Allah Teâlâ ona şunları söyledi:
1) "Defolgit..." Bu, "Ben, sana bu müddet
için mühlet verdim" demektir.
2) "Onların içinden, gücünün yettiği kimseleri,
sesinle yerinden oynat" ifadesi. Arapça'da, "korku onu yerinden
oynattı, kökünde söktü, kuş gibi uçurdu" manasında denilir.
Şeytanın sesi, onur insanları Allah'a İsyana, günaha davet etmesi, vesvese
vermesidir. Bunun, şeytanın şarkısı, oyun ve eğlencesi demek olduğu da
söylenmiştir. Ayetteki emir, tehdid üslûbL iledir. Bu tıpkı, "Haydi yap,
çalış, ama yarın başına ne geleceğini göreceksin!" denilmesindeki emir
gibidir.
3) "Onlara karşı süvarilerinle, piyadelerinle
yaygara çıkar" ifadesi. Ayetteki eclib kelimesi ile ilgili şu izahlar
yapılmıştır:
a) Ferrâ şöyle der: "Bu, bağırmak çağırmak, yaygara
koparmak demek olan celebe
masdartndandır. Araplar tıpkı, "galebe" ve "galeb",
"şefekat" ve "şefak" dedikleri gibi, çoğu kez celebü
derler. Leys ve Ebu Ubeyde de, gerek edebe, gerek celebe şekillerinin, bağırıp-çağırmak
manasına geldiğini söylemişlerdir.
b) Zeccâc, bu fiilin celebe ve edebe kalıplarının, bir
kişi yanında süvariler birikip, düşman üzerine saldırdığında, şeklinde
kullanıldığını söyler.
c)
İbnü's-Sıkkit
de, "Onlar, ona yardım ediyorlar" manasında, şeklinde kullanıldığını
söylemiştir.
d)
Sa'leb,
İbnü'l-A'rabî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bir kimseyi, bir
kimsenin kötülüğü tehdid edip, o bir kimse aleyhine, bir grup birleşince,
denilir." O halde, ayetteki bu lafzın manası, Ferra'ya göre
"Piyadelerin
ve süvarilerinle,
onlara karşı yaygara kopar" şeklinde; Zeccfic'a göre, "Onlar
üzerinde, yapabileceğin her türlü hile ve tuzağını yap" şeklinde olur. Bu
görüşe göre, bi haylike ifadesindeki bâ harf-i cerri, zaide olur.
İbnü's-Sikkît'e göre ise bunun manası, "Atınla, arabanla, topunla,
tüfeğinle onların aleyhine, kendine destek sağla" şeklinde oiup, buna göre
fiilin mef'ulü hazf edilmiştir. Buna göre sanki şeytan, insanları aldatmak
için, süvari ve piyadelerinden destek alır. Bu da, İbnü'l-A'râbi'nin görüşüne
yakın bir görüştür.
[230]
Alimler, buradaki
"hayl" ve "recll" kelimelerinin manaları hususunda ihtilaf
etmişlerdir:
1) Ebu'd-Duhâ, İbn Abbas (r.a)'ın şöyle dediğini rivayet
etmiştir: "Allah'a isyan ve günah nüfusunda çalışan her binitli ve yaya,
İblis'in süvarisi sayılır ve onun ordusundandır." Bu idenin içine, Allah'a
isyan eden her binitli ve yaya girer. Bu izaha göre, şeytanın "hayli"
ve "recili", Allah'a karşı günaha teşvik hususunda şeytana ortak
olan, onun gibi davranan herkes girer.
2) İblisin, bir kısmı yaya (piyade), bir kısmı süvari
olan, şeytanlardan müteşekkil bir ordusunun bulunması da muhtemeldir.
3) Bununla, bir darb-ı mesel (benzetme) kastedilmiştir.
Bu tıpkı, işinde ciddi olan kimseye, "Sen bize süvarini, piyadeni
getir" demen gibidir. Bu izah, doğruya daha yakındır. Çünkü
"hayl" (at),kelimesi, "süvari" manasına da kullanılır.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) "Ey Allah'ın süvarileri, binin"
buyurmuştur.
Bu kelime, esas olarak
atlar için kullanılır. O halde burada kastedilen mana, birincisidir.
"Red" ise, "râcH" (yaya) kelimesinin çoğuludur. Bu tıpkı,
"tacir (çoğulu: tecr) sâhib çoğulu: sahb)". "râkib- (çoğulu:
rekb)" kelimelerinde olduğu gibidir. Hafs, Asımın bu kelimeyi cim'in
kesresi ile okuduğunu rivayet etmiştir. Başkaları ise onun bunu, cim'in
zammestyte okuduğunu söylemişlerdir. Ebu Zeyd, "racll" ve
"racül" kelimelerinin aynı manaya geldiğini söylemiştir. Bu tıpkı.
£ur - öj^ (hadis -hadüs) ve "nedis-nedüs" (zeki) kelimelerinde olduğu
gibidir.
İbnü'l-Enbârî şöyle
der: "Sa'leb, bize Ferrâ'nın şöyle dediğini haber vermiştir: "Arapça'da
racil-racül ve reclfln kelimeleri aynı manayadır."
4) "Mallarına ve evladiarma ortak ol" ifadesi.
Diyoruz ki: şeytanın, insanlara mallarında ortak olması, onun mallar
hususundaki yaptığı hertürlü çirkin tasarruflardır. Bu çirkinlik ister insanın,
hakkı olmadığı halde mal alması, gasbetmesi sebebi ile oîsun, yahut da malı,
kullanılmaması gereken yerde kullanma» sebebiyle olsun, bu ifadenin içine,
faiz, gasb, hırsızlık ve benzeri dinen caiz olmayan muameleler girer. Kadl de
böyle söylemiştir ki bu, güzel bir anlayıştır. Müfessirler bu hususta birtakım
izahlar yapmışlardır: Mesela Katfide, bunun, Arapların "bahire" ve
"sahibe" adını verip, bazı helâl develeri haram saymaları olduğunu
söylerken; İkrime bunun, müşriklerin, hayvanlarının kulaklarını dilmeleri
manasına olduğunu söylemiştir. Bunun, onların mallarından, Cenâb-ı Hakk'ın
dışında, putlarına hisse ayırmaları olduğu da söylenmiştir. Bu, "Onlar,
kendi boş zanlannca, "Şu Allah'ın, şu da ortaklarımız (olan
putların)" dediler"{En'am. 136) ayetinde ifade edilen şeydir. En
doğru olan, Kâdî'nİn yaptığı tefsirdir.
[231]
Şeytanın, insanlara,
evlâdları hususunda ortak olmasına dair alimler şu izahları yapmışlardır:
1-
Bu, şeytanın,
onları zinaya şevketmesidir. Esamm bu görüşü, "çocuk, ana-babasıntn
zinasından dolayı kınananaz" diyerek tenkid etmiştir. Buna şöyle cevap
verilebilir: Bununla, şeytanın çocuk edinme esnasında ana-babaya ortak olmaları
kastedilmiştir. Bu ortaklık da, onun onları zinaya davet etmesi ile olmuştur.
2-
Müşrikler
çocuklarına, Abdullat, Abduluzzâ (Lâfın kulu, Uzza'mn kutu) şeklinde adlar
koyuyorlardı.
3- Onların, çocuklarını, yahudi ve hristiyanlık gibi
batıl dinlere teşvik etmeleridir
4- Onların, çocuklarını öldürmeleri ve diri diri
gömmeleridir.
5-
Onların,
çocuklarını çeşitli ahlaksız şiirleri ezberlemeye, adam öldürmeye savaşa ve
âdi-çirkin mesleklere sevketmeleridir. Bu hususta, genel kaidenin şöyle olduğu
söylenebilir: İnsanın, çocuğu hususunda, onu dinen yasak olan kötü ve çirkin
birşeyi yapmaya götüren her türlü tasarrufu bu ifadenin içine girer.
[232]
5) idhüm "onlara vaadet" ifadesi. Bil ki
şeytanın maksadı, batıl inançlara, batıl amellere teşvik etmek ve salih amellerden
nefret ettirme olunca, birşeye teşvikin de ancak, o şeyin o kimseye, yapılması
halinde kesinlikle zarar vermeyeceğini, aksine büyük faydalar sağlayacağını
anlatmakla; bir şeyden nefret ettirme de, ancak o kimseye onu yapmada bir
faydanın bulunmadığını, yapılması halinde büyük zararlara gireceğini anlatmakla
olacağı malumdur.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca biz diyoruz ki, şeytan insanı günaha çağırdığında, onun ilk önce,
insana bunu yapmada hiçbir zararın olmadığını anlatır. Bu da ancak şeytan,
"Ahiret yok, cennet yok, cehennem yok. Bu dünya hayatından sonra başka bir
hayat yok" demesi ile olur. Böylece, o insanın aklında, bu günahları
işlemede hiçbir zararın olmayacağı fikri yer eder. Şeytan onu bu noktaya
getirdiğinde, insana, yapacağı bu fiilin çeşitli lezzet ve sevinci
sağlayacağını, insan için sadece bu dünya hayatının söz konusu olduğunu, bu
hayatı hakkıyla yaşamamanın bir aldanış, bir zarar olduğunu anlatır. Nitekim
şâir demiştir ki:
"Sevinç ve
lezzetten nasibinizi alın. Zaman her ne kadar uzasa bile, ancak ne var ki, her
şey bitip tükenir." İşte şeytanın günaha davet yolu budur. Onun, taat ve
ibadetlerden nefret ettirme yolu ise şudur: O önce insana bunlarda bir fayda
olmadığını telkin eder. Bunu da şu iki şekilde yapar:
a) Şeytan insana, "Cennet de yok, cehennem de yok,
mükafaat da yok, azab da yok" der.
b) Yine der ki: "Bu ibadetlerin ne ibadet edene, ne
de edilene bir faydası var. Binâenaleyh sırf abes ve boş birşeydir." İşte
şeytan bu iki yol ile, insana, ibadetlerde hiçbir fayc * olmadığını telkin
eder. Bunları tamamlayınca, telkinine söyle devam eder: "Hem sonra bu
ibadetler, büyük bir yorgunluğa ve sıkıntıya sebep olur. Bu ise büyük bir
zarardır." İşte şeytanın gerçeği ters-yüz ettiği ana noktalar bunlardır.
Ayetteki "Onlara vaadet" ifadesi, bütün bunları içine alır.
Müfessirler de, buna şu manayı vermişlerdir: "İnsanlara ne cennet, ne
cehennem olmadığını söyleyerek vaadlerde bulun." Bazıları da buna, "O
insanlara, ileride tevbe edersin, henüz gençsin" diyerek vaadde
bulun" manasını vermiştir. Diğer bazıları da bu tabire "insanlara
batıl kuruntular vererek, vaadde bulun" manasını vermişlerdir. Bu, mesela
onun, Hz. Âdem (a.s)'e, "Rabbiniz size bu ağacı, başka bir şey için değil,
ancak iki melek olacağınız için, yahud ebedî kalıcılardan olacağınız için yasak
etti (A’raf, 20) demesi gibidir. Diğer bazıları da bu ifadeye, "Onlara,
putların ve soylu kimselerin de Allah katında şefaatçi olacaklarını; dünyayı ahirete tercih
etmenin gerekli olduğunu söyleyerek vaaddlerde bulun" manasını vermişlerdir.
Netice olarak diyebiliriz ki: Bütün verilen bu manalar ve daha fazlası,
yukarıda söylediğimiz genel manaya dahildir. Bu konuda geniş bilgi almak
istiyorsan, büyük âlim Gazâlî'nin "İhya" adlı eserinin,
"Zemmü'l-Garûr" (Şeytanın kınanması) adlı bölümünü oku. Böylece,
İblisin nasıl ortalığı karıştırdığının ana noktalarını anlarsın.
[233]
Bil ki Allah Teâlâ,
"Onlara vaadet" buyurunca, bunun peşisıra, şeytanın vaadlerini kabul
etmemeyi sağlayacak bir ifadeyi getererek,
"Şeytan onlara bir aldatıştan başka ne vaadeder?" buyurmuştur.
Böyle denmesinin sebebi şudur: Şeytan ancak şu üç şeye çağırır:
a)
Şehvetin
gereğini yerine getirmeye,
b)
Öfkeyi
neticelendirmeye ve
c)
Riyaset
(başkanlık ve liderlik) elde etmeye uğraşmaya. O, kesinlikle insanı Allah'ı
tanımaya ve Allah'ın hizmetinde bulunmaya çağırmaz. O üç şey ise, birçok açıdan
görülmez:
1)
Onlar gerçekte
lezzet değil, elemlerden kurtulmaktır.
2) O üç şey, aslında lezzet olsalar bile, köpekler,
kurtlar, böcekler ve benzeri varlıklar arasında müşterek, dolayısıyla da adi
lezzetlerdir.
3) Onların lezzet oluşu, tad verişi kısa vadelidir,
geçicidir, çabucak son bulur.
4)
Onlar, birçok
yorgunluk ve meşakkat neticesinde elde edilirler.
5) Midenin ve avret mahallinin lezzeti, ancak birtakım
kokan pisliklerin atılması (bedenden çıkarılması ile) tamamlanır.
6)
Onlar devamlı
değillerdir. Aksine onların peşinden ölüm, ihtiyarlık, fakirlik, zamanında
yapılamamış işlere hayıflanma ve ölüm korkusu gelir. Dolayısıyla sayılan bütün
bu hususlar, zahiren lezzetli görünseler de bu üç şeye sayılan bu büyük afet ve
sıkıntılarla içice olduğu için, teşvik etmek bir aldatıştır. İşte Cenâb-ı Allah
bundan dolayı, "Şeytan onlara bir aldatıştan başka ne vaadeder?"
buyurmuştur.
[234]
Bi! ki Allah Teâlâ
şeytana âdeta, "Elinden geleni yap" deyince, "Benim gerçek
kullarım üzerinde hiçbir hakimiyetin yoktur" buyurmuştur. Bu ifade ile
ilgili iki görüş vardır:
Birinci Görüş: Bununla,
Allah'ın bütün mükellef kullan kastedilmiştir. Bu, Ebu Ali el-Cübbâî'nin görüşü
olup, o şöyle demiştir: "Bunun delili, Allah'ın pek çok ayette,
"Ancak sana tabi olanlar hâriç" diyerek, şeytana uyanları, bundan
istisna etmesidir." Ebu Ali el-Cübbâî sonra da, bu ayete dayanarak,
İblisin ve ordusunun insanları carpamadığını, akıllarını gideremediğini ve
onlara vesvese veremediğini söyler, görüşünü şu ayetle destekler; "Benim
sizin üzerinizde bir hâkimiyetim ve nüfuzum yoktu. Yalnız ben sizi çağırdım,
siz de bana hemen icabet ettiniz. O halde kusuru bana yüklemeyin, kendinizi
kınayın"(ibrahim, 22) ve şöyle der: "Hem sonra şeytan eğer bunları
yapabilseydi, daha büyük yara açabilmek için, faziletli, ilim sahibi kimseleri
çarpardı. İnsanların aklı, şeytan tarafından değil, ancak bedenindeki bazı
bozuk karışımların neticesi zail olur. Akıl hastalığının sebeblerinden
birisinin de, insanın, şeytanın gelip kendisini korkutabileceğine inanması
olabilir. Böylece onda bu hastalık meydana gelmiş olur."
İkinci Görüş:
Ayetteki, "kullarım" ifadesi ile, mü'minler kastedilmiştir. Çünkü
Kur'ân'da, "kullarım" ifadesi, daha önce de beyan ettiğimiz gibi, hep
mü'minler için kullanılır. Bunun delili, bir başka ayetteki "O şeytanın
hükümranlığı ve nüfuzu ancak, onu dost edinenler üzerindedir"(Naw, ıooj
ifadesidir.
[235]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "(Onlara) vekil olarak Rabbİn yeter" buyurmuştur. Bu hususta iki
bahis bulunmaktadır:
Birinci Bahis: Cenâb-ı
Hak, İblis'e, yapma kudreti verip, bu da, insanın kalbinde şiddetli bir
korkunun meydana gelmesine sebep olunca, "(Onlara) vekil olarak Rabbin
yeter" buyurmuştur ki, bunun manası şudur: "Şeytan her ne kadar kadir
ise de, Allah Teâlâ, ondan daha muktedir ve kullarına da, herkesten daha
merhametlidir. Binâenaleyh, Allah, insandan şeytanın vesveselerini
uzaklaştırır, onu, o şeytanıri saptırma ve tahriklerinden korur,"
ikinci Bahis: Bu
ayet-i kerime, "masumun (korunmuş olanın), ancak Allah Teâlâ'nın koruduğu
kimse olduğuna; insanın, kendisini dalâlet ve sapıklık noktalarından
korumasının mümkün olmadığına delâlet etmektedir. Çünkü, şayet insanın hakka
yönelip batıldan kaçınması, ancak ve ancak bizzat o insanın kendi kudretiyle
meydana gelmiş olsaydı, o zaman "insan, kendisini şeytandan koruma
hususunda yeterlidir ve muktedirdir" denilmesi gerekirdi. Ama Cenâb-ı Hak
böyle buyurmayıp, aksine, "Rabbin yeter" buyurunca, biz, her şeyin
Allah'dan olduğunu anlamış olduk. Bundan dolayıdır ki muhakkik alimler,
"Allah'a karşı isyan etmekten, ancak O'nun korumasıyla korunabilir; Allah
muvaffak kılmadıkça, Allah'a itaat olunamaz!" demişlerdir. Geriye, ayet
hakkındaki şu iki soru kalmıştır:
[236]
Birinci Soru: İblis,
"Onlann içinden gücünün yettiği kimseleri, sesinle yerinden oynat!"
diyerek kendisiyle konuşanın, Alemin Rabbi olduğunu biliyor muydu, yoksa
bilmiyor muydu? Eğer bunu biliyor idiyse, Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki
cehennem hepinizin cezasıdır, tastamam bir ceza" (Is™, 63) buyurmuştur. O
halde daha niye, İblis onu doğrudan doğruya Allah'tan işittiği halde, bu
şiddetli tehdit onu masiyetten ve günah işlemekten men etmedi? Yok eğer, bunu
söyleyenin Alemin Rabbi olduğunu bilmiyor idiyse, daha nasıl, "Benden şerefli
kıldığın bu (adam da) kim oluyormuş? (isra, 62) diyebilmiştir?
Cevap: Belki İblis her
şeyden şüphe ediyordu; yahut da o, hatırına gelen herşey hakkında, zan yoluyla
konuşuyordu.
[237]
İkinci Soru: Allah
Teâlâ'nın, İblise, Kıyamet gününe kadar mühlet vermesinin ve onu, vesvese
vermeye muktedir kılmasının hikmeti nedir?
Hakîm olan bir kimse
bir şey yapmayı murad edip, falanca şeyin de, onun meydana gelmesine mani
olacağını bilince, o, engelleyici olan o şeyi yapmaktan kaçınır.
Cevap: Biz (ehl-i
sünnetin) görüşüne gelince, bu
konuda gayet açıktır. Mutezile'ye
gelince, onların iki görüşü bulunmaktadır:
1) Cübbâî şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, İblisin
vesvesesiyle kâfir olanların, İblİs'in bulunmaması halinde de kâfir
olacaklarını bilmektedir. İşte durum böyle olunca, İblİs'in bulunmasının,
kötülüğü ve günahı artırıcı bir payı yoktur."
2) Ebu Haşim şöyle demiştir: "Onun bulunmasıyla,
günah ve fesadın daha da artmış olmasf uzak bir ihtimal değildir. Ancak ne var
ki buna rağmen Cenâb-ı Hak, bu zorlaştırma sebebiyle kulların daha fazla sevaba
ve mükâfaata nail olmaları için, mükellefiyetleri zorlaştırmak amacıyla o
İblis'i yok etmemiştir." Bu iki izah şeklini biz, A'râf ve Hicr
sûrelerinin tefsirinde zikretmiş, onları iyice açıklayıp ortaya koymuştuk.
Allah en iyisini bilendir.
[238]
"Rabbiniz,
fazlından arayasmız diye, sizin için denizde gemileri yürütendir. Şüphe yok ki
O, size karşı pek merhametlidir. Denizde size bir sıkıntı değdiği zaman, O'ndan
başka taptığınız kişiler kaybolup gider. Fakat O, sizi kurtarıp karaya
çıkarınca, yine yüz çevirirsiniz, insan çok nankördür. O'nun, kara tarafında sizi
yere geçirmesinden, yahut üzerinize çakıllı bir (kasırga) göndermesinden
emin mi oldunuz? Sonra, kendinize hiçbir vekil bulamazsınız. Yoksa O'nun, sizi
tekrar oraya döndürüp de üstünüze, kırıpgeçiren bir fırtına yollamasına ve nihayet
yaptığınız nankörlük sebebiyle sizi boğmasına karşı emniyete mi girdiniz? Sonra, bize
karşı O'nun öcünü alacak bulamazsınız" (lsrA, 6649).
Bil ki Allah Teâlâ,
kudretine, hikmetine ve rahmetine delâlet eden delilleri tekrar zikretmeye
başlamıştır. Biz, bu Kitâb-ı Kerim (Kur'ân)'deki en büyük gayenin, tevhidin
delillerini ortaya koyup takdim etmek olduğunu zikretmiştik. İşte bundan
dolayı, herhangi bir konuda söz uzayınca, bundan sonra ifade, tekrar tevhidin
delillerini zikretmeye başlamıştır. Burada zikredileni ise, deniz biniti olan
gemideki pek çok nimet çeşitleridir.
[239]
Birinci Nevi:
Gemilerin, deniz üzerinde hareket etme biçimi. Bu Cenâb-ı Hakk'ın,
"Rabbiniz, fazlından arayasmız diye, sizin için denizde gemileri
yürütendir" ifadesidir. İzcâ kelimesi, bir şeyi, ard arda sevkedip
sürmektir. Biz buna Cenâb-ı Hakk'ın, i^-ji &teu. {Yusuf, se) ayetinin
tefsirinde zikretmiştik. Bunun manasışudur: "Ticareti talep etmek
suretiyle fazlından aramanız için, gemileri denizin yüzünde yürüten Rabbiniz,
size çok merhametlidir." "Rabbiniz" ve, "sizi"
ifadesindeki hitab, herkese şamildir. Merhamet ve acımadan maksat ise, dünya
menfaati ve maslahatıdır.
İkinci Nevi: Ayetteki
''Denizde size bir sıkıntı değdiği zaman" ifadesine gelince,
"sıkıntı"dan murad, boğulma korkusu vb. türden şiddetti korkudur.
Cenâb-ı Hak, "O'ndan başka taptığınız kişiler kaybolur gider"
buyurmuştur. Bundan murad şudur: "Bu durumda insan, puta, güneşe, aya,
meleğe ve gemilere yönelmez, O ancak, Allah'a yönelir, yakanr. Fakat Allah sizi
boğulmaktan ve denizden kurtarıp karaya çıkardığı zaman, iman ve ihlastan
yüz çevirirsiniz
(çevirdiniz)..." Çünkü insan, sıkıntı anında O'nun fazlına ve rahmetine tutunduğu;
ranatlık ve huzur halinde de O'ndan başkasına tutunduğu İçin, Allah'ın
nimetlerine karşı çok nankördür...
Üçüncü Nevi: Cenâb-ı
Hak, "Onun, kara tarafında sizi yere geçirmesinden emin mi oldunuz?"
buyurmuştur. Leys şöyle demiştir: el-Hasfu ve el-husûf kelimeleri, bir şeyin
bir şeye girmesi manasındadır. Arapça'da, gözbebeği iyice çukurda olan göze,
"Aynun hâsifetun" denilir. Yine, suyu çekilmiş olan gözeye de
"Aynun hfisifetun" denilir. "Sanki bir perde arkasına veya bir
deliğe girmiş gibi, tutulduğu zaman da, güneş hakkında
"Hasefeti'ş-şemsu" denilir. Ayetteki, ifadesi, "Sizi, kara
tarafında, yani yerde kaybetmemizden" anlamındadır. Cenâb-ı Hak, buyurdu;
çünkü, birinci ayette denizi zikretmişti, binâenaleyh, bir taraf deniz, diğer
taraf da karadır, yeryüzüdür. Allah Teâlâ, kendisinin insanları suya batırıp
yok etmeye kadir olduğu gibi, toprağa batınp yok etmeye de kadir olduğunu haber
vermiştir. Binâenaleyh, boğulma, suyun içinde kaybolmadır. "Hasf" da,
toprağın içine batarak kaybolmadır. Bu sözün tam anlatılması ise şöyledir:
"Allah birinci ayette, onların, denizin dehşetinden korktuklarını; onları
denizden kurtardığında iman ettiklerini haber vermiş ve şöyle buyurmuştur.
"Farzedin ki, denizin dehşetinden kurtuldunuz., ama, karanın dehşet ve
korkusundan nasıl err in olabiliyorsunuz?" Çünkü Allah Teâlâ, altınızdan
veya üstünüzden, size, karanın afet ve belalarını musallat etmeye kadirdir.
Altınızdan, sizi yere batırmakla, üst tarafınızdan da, üstünüze taş yağdırmak
suretiyle afet verir. Ayetteki, "Yahut üzerinize çakıllı bir (kasırga)
göndermesinden emin mi oldunuz?" ifadesi ile bu kastedilmiştir."
Onlar denizdeki gemilere bindiklerinde (başlarına bir iş gelince) nasıl halis
bir şekilde Allah'a yalvarıp yakarıyorlarsa, diğer bütün hallerinde de böyle sadece
Allah'a yalvarıp yakarmaları gerekir. Arapça'da, "hasb", atmak
demektir. Nitekim herhangi bir şeyi attığını ifade etmek için dersin. Atılan
şeye de, "Haaab" denilir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Cehenneme atılacak
kimse"{Enbya, 96) ayeti de bu manadadır. Bu, "Onlar, cehenneme
atılırlar" demektir.
O halde, ayetteki
"hâsiben" kelimesi, "Onlara taş atan, taş yağdıran bir
azab" demektir. Toprak ve çakıl taşıyan rüzgara, "hasıb" denir.
Dolu ve kar yağdıan buluta da, âdeta onları mermi gibi attığı için bu ad
verilmiştir. Zeccâc şöyle der: "Hasıb, kendisinde kum ve çakıl taşı
bulunan topraktır." Bu izaha göre "hâsıb" tıpkı, lâbin (sütçü),
tamir (hurma satan) kelimeleri gibi, "çakılh-kumlu" demek olur.
[240]
Cenâb-ı Hakk
"Sonra kendinize hiçbir vekil bulamazsınız yani, "Size yardım edecek
bir yardımcı ve sizi azab-ı ilâhî'den koruyacak bir kimse bulamazsınız"
buyurmuştur.
Daha sonra Hak
Teâlâ "Yoksa O'nun sizi tekrar,
oraya yani denize döndürmesinden de ve üstünüze, kırıp geçiren bir fırtına
yollamasından emin mi oldunuz" buyurmuştur. Kâsıf, kırıp geçiren demektir.
Nitekim birisi birşeye şiddetle vurup kırdığında, denilir. O halde, kâsıf olan
rüzgâr, ağaçlan kırıp geçiren, çatıları uçuran fırtına demektir. Burada ise,
gemileri kırıp geçiren ve batıran kasırgalar kastedilmiştir.
Cenâb-ı Hak "ve
nihayet yaptığınız nankörlük yani inkârınız sebebiyle sizi boğmasına karşı
(emin mi oldunuz?)" buyurmuştur. Zeccâc bunun, "Sizler, bizim,
başınıza getireceğimiz şeyleri yadırgayarak, onları sizden çevirmek için bizim
peşimize düşüp, bizi hesaba çekecek kimseler de bulamazsınız" manasına
olduğunu, ayetteki "tebî'an" lafzının, tâbi (peşine düşen,
kovuşturan) manasına geldiğini de söylemiştir. Bil ki bu ayet şu beş fiili
ihtiva eder: İbn Kesir ve Ebû Amr bu beş fiilin hepsini, nün ile okurlarken,
diğer kıraat imamları, yâ (gâib müfred sîgası) ile okumuşlardır. Bunu yâ ile
okuyanlar, bunlarden önce geçen fiilin, müfred müzekker gâib sığasında
olmasından ötürü böyle-okumuşlardır. O da, (O sizi kurtardı) fiilidir. Bunları nûn ile
okuyanlar, bu kadar uzun sözün, bazen farklı sığalar kullanılması gerektiğinden
ötürü böyle okumuşlardır. Bu caizdir, çünkü esas mana değişmiyor. Baksana
Cenâb-ı Hak. "Benden başka hiçbir vekil tutmayın " diye,
fsrailoğullarına bir hidayet rehberi kıldık (o kitabı)" (İm, zj buyurmuş
ve bu ayette, cemî sigadan, müfred sîgaya geçmiştir. Burada da, aynı şekilde,
mana değişmeyeceği için, gaib sîgadan, muhatap sîgaya (üslûba) geçmek caizdir.
Bütün bunlar olabilir. Allah en iyi bilendir.
[241]
"Andolsun ki biz,
âdemoğuilanm üstün bir izzet ve şerefe mazhar hlmışızdır. Onlara karada ve
denizde taşıyacak (vasıtalar) verdik. Onlara güzel güzel nziklar nasib ettik.
Onları, yarattığımız şeylerin birçoğundan
cidden üstün kıldık" (İsra. 70).
Bii ki bu ayetin
maksadı, Allah'ın insana verdiği o yüce ve kıymetti nimetlerinden bir diğer
çeşidini dile getirmektir. Bunlar, sayesinde insanların başka varlıklardan
üstün kılındığı nimetlerdir. Allah Teâlâ bu ayette, dört nimet zikretmiştir:
[242]
Birinci Nevi: Bu "Andolsun ki biz, âdemoğuilanm üstün bir
izzet ve şerefe mazhar kılmıçızdır" ayetinin anlattığı husustur. Bil ki
insan ruh ve bedenden mürekkeb bir cevherdir. Binâenaleyh insanın ruhu, süfjî
âlemde (dünyada) mevcut bulunan en kıymetli rûh, bedeni de yeryüzündeki en
kıymetli maddedir. İnsanın ruhundaki bu kıymetliliği şöyle izah edilir: İnsan
ruhunun (nefsinin), üç asıl kuvveti vardır: Gıda alma (yeme), büyüme ve üreme.
Canlıların ruhlarının, ister zahirî, ister bâtını olsun, iki kuvveti vardır:
Birisi, hissetmeleri diğeri ise ihtiyarî olarak hareket etmeleridir.
Binâenaleyh bu beş kuvvet, yani gıda alma, büyüme, üreme, his ve hareket, insan
ruhu (nefsi) için de vardır. Ama insan ruhuna bunlardan başka bir kuvvet daha
verilmiştir. Bu da, eşyanın hakikatini olduğu gibi idrâk eden, anlayan akıl
kuvvetidir. Bu kuvvet, kendisinde marifetullah nurunun tecellî ettiği, Allah'ın
kibriyasının ışığının parladığı bir kuvvettir. Bu kuvvet, mahlûkât aleminin ve
emirlerin sır ve hikmetlerine muttaiîolan, Allah'ın yaratıklarındaki çeşitli
ruh ve maddeleri olduğu gibi anlayan bir kuvvettir. Bu kuvvet, kutsi
cevherlerin ve ilahî mücerred ruhların aşılaması ile meydana gelir. Bu kuvvet
şeref ve fazilet bakımından nebatî ve hayvani olan o beş kuvvete nisbet
edilemez. Durum böyle olunca, insan ruhunun (nefsinin), bu âlemde mevcut olan
en şerefli ruh olduğu ortaya çıkar. Aklî kuvvetin faziletleri
(üstünlükleri ) ile maddî kuvvetlerin
noksanlıklarını bilmek istersen, bizim bu kitapta,
"Allah göklerin
ve yerin nurudur" (Nur. 35) ayetinin tefsirinde yazdtğtmız şeyleri iyi
düşün. Biz, orada aklî kuvvetlerin, maddî kuvvetlerden daha üstün ve yüce
olduğunu anlatmak için, yirmi izah yaptık. Binâenaleyh bunları tekrar etmenin
manası yok.
[243]
İnsan bedeninin,
âlemdeki bütün maddelerden daha kıymetli olduğunu izah hususunda müfessirler,
ayetteki, "Andolsun ki biz, âdemoğullarını üstün bir izzet ve şerefe
mazhar kıldık" buyruğunu tefsir için, çok çeşitli faziletler (üstünlükler)
zikretmiş ve şunları söylemişlerdir:
1)
Meymûn b.
Mihran, İbn Abbas (r.a)'ın, bu ayet hususunda "insan hariç, herşey ağzıyla
alır yer, insan ise, eliyle alır yer" demiştir. Şöyle bir hâdise
anlatılır: Harun Reşid'in yanında bir sofra hazırlanmış ve halife kaşık
istemiş. Sofrada bulunanlar içerisinde İmam Ebû Yusuf da bulunmaktadır. Bunun
üzerine Ebu Yusuf ona: "Hak Teâlâ'nın, "Andolsun ki biz,
âdemoğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar hlmıştzdır" ayetinin
tefsiri hususunda ceddin (atan) İbn Abbas (r.a)'dan: "Biz insanlara,
sayesinde yemek yiyecekleri eller vererek, onu şereflendirdik" şeklinde
bir açıklama rivayet edilir" dedi. Bunun üzerine Harun Reşid kaşığı
bırakıp, elleriyle yemeğe başladı."
2) Dahhâk, bu ayete: "İnsana konuşma ve eşyayı
birbirinden ayırdetme özelliği vererek, onu kerim kıldık" manası vermiştir
ki, bu sözün özü şudur: Birşeyi tanıyan kimse, ya onu bildiğini başkasına
bildirmekten acizdir, yahut da onu bildirmeye muktedirdir. Birinci ihtimale
gelince, insan hariç, bütün canlıların durumu böyledir. Çünkü onun içinde bir
elem veya lezzet meydana geldiğinde, o bu şeyleri tam olarak ve yerli yerinde
anlatmaktan âcizdir. İkinci ihtimale gelince, bu insanın halidir. Çünkü insanın
başkasına, tanıdığı, bildiği, hissettiği herşeyi anlatması, ona vâkıf olması ve
onu çepeçevre kuşatması mümkündür. Binâenaleyh onun bu tür anlatımlara muktedir
olması, nâtık (konuşan varlık) oluşundan kastedilen şeydir. Bu izaha göre
dilsiz insanın da bu vasfa dâhil olduğu ortaya çıkar. Çünkü o, kalbindekini ve
kafasındakini bizzat dili ile başkasına anlatmaktan âciz ise de, onun bunu
işaret, yazma ve benzeri yollarla anlatması mümkündür. Bu özellik, papağanda
bile yoktur. Çünkü her nekadar bazı şeyleri söyleyebiiiyorsa da, herşeyi tam ve
mükemmel bir biçimde anlatıp söyleme gücü yoktur.
3)
Atâ bu ayete,
"Boyunu boşunu uzatmak, (dik yürütmek suretiyle) insanı şereflendirdik"
manasını vermiştir. Bil ki bu söz tam değildir. Çünkü ağaçlar, insandan daha
uzun ve diktir. Atâ'nın burada, "İnsanın aklî, hissî ve harekî
kuvvetlerinin mükemmel olmasının yamsıra, boyunun da uzun olması" şeklinde
bir kayıt koyması gerekirdi.
4)
Yine Atâ bu
ifadeyi, "Ona en güzel bir bünye vererek" diye tefsir etmiştir. Bunun
delili, "O size suret verdi, hem suretlerinizi (şekillerinizi) de güzel
yaptı" CTegâbûn,3) ayetidir. Allah Teâlâ, insanın yaratılışından
bahsedince, "Suret yapanların en güzeli olan Allah'ın sânı ne
yücedir"{Mü-minûn. 14) buyurmuştur. Yine o, "(Biz) Allah'ın boyası
ile (boyanmışızdır), Allah'dan daha güze! boyası olan /cim?"(Bakara. 138)
buyurmuştur. İstersen insanın herhangi bir uzvunu, mesela gözünü ele af:
Cenâb-ı Allah gözbebeğini siyah olarak yaratmış, sonra o siyah noktayı, gözün
akı ile kuşatmış, o akı da, kenarların siyahı ile kuşatmış, sonra da bu
kenarları, göz kapaklarının akı (açık rengi) ile kuşatmış, sonra da göz
kapaklarının beyazının üstünde iki siyah kaş yaratmış, bu iki siyah kaşın
üstünde, ak alnı halketmiş, sonra da bu ak alın üzerinde siyah saçları
yaratmıştır. Bu tek şey, sana bu konuda bir misal olsun.
5) Bazı kimseler, insan oğluna verilen en büyük şerefin,
Allah'ın ona yazı yazma kabiliyetini vermesi olduğunu söylemişlerdir. Bu
hususta sözün Özü şudur: İnsanın, istinbata (hüküm çıkarmaya-fikir yürütmeye)
yarayacak, kafasındaki bilgisi az ve yetersizdir. Ama insan bir bilgi ortaya
koyup, onu kitaplara yazdığında, bir diğeri gelip o yazılan şeyden istifade
ettiğinde ve kendisindeki bilgiyi de buna kattığında ve bu iş böylece ard arda
sürüp gittiğinde, her sonra gelen, öncekilerin bilgi ve tecrübelerine yeni
birçok şeyler kattığında, ilim çoğalır, fazilet ve bilgi kuvvetlenir. Aklî
araştırmalar ve şer'î (dinî) gayeler, en mükemmel noktasına ve zirveye ulaşır.
Bunun böyle olmasının, ancak yazı ile mümkün olacağı herkesin malumudur. İşte
bu mükemmel üstünlükten ötürü, Hak Teâlâ, "Kalem ile (yazmayı) öğreten
Rabbinin adıyla oku. O, insana bilmediği şeyi öğretti" (Aiak. 3-4)
buyurmuştur.
6) Bu âlemdeki maddeler, ya basit, ya mürekkeb (bileşik)
olurlar. Basit olanlar toprak, su, hava ve ateştir. İnsan, bunların dördünden
de istifade eder. Toprak, bizim için tıpkı eğitip büyüten, bağrına .basan bir
ana gibidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sizi ondan yarattık, yine ona
döndüreceğiz ve bir kere daha (dirilişte) ondan çıkaracağız" (Trahâ, 55)
buyurmuştur. Allah Teâlâ, yeryüzünü bize nisbetle birtakım isimlerle
isimlendirmiştir: Bunlar, yatak, beşik, döşek gibi isimlerdir. Suya gelince,
biz insanların, içme, çiftçilikte kullanma gibi, sudan elde ettiğimiz faydalar
açıkt'r. Hem Cenâb-ı Hak, içinden taptaze etler çıkarıp yiyelim, takınacağımız
süz eşyaları çıkaralım ve gemilerin sularını yara yara gidişinden istifade
edelim diye, denizleri de bizim emrimize vermiştir. Havaya gelince, bu bizim
hayat kaynağımızdır. Eğer rüzgârların esişi olmasaydı, o pis kokular tamamıyla
bu mamur (meskûn) yerlere hâkim olurdu. Ateşe gelince, yiyeceklerimiz ve içeceklerimiz
onun sayesinde pişer, kaynar ve olgunlaşır. Ateş, karanlık bir gecede adetâ
güneş ve ayın yerini tutar. Yine o, soğuğun zararını da bertaraf eder (bizi
ısıtır). Nitekim şâir,
"Kim kışın bir
meyve isterse, bilsin ki kışın meyvesi, ateşidir" demiştir.
Mürekkeb maddelere
gelince, bunlar ya ulvî (semavî) tesirler, ya madenler, ya bitkilerdir.
Hayvanlar ve insanlar, bu şeylere hükümran gibidirler ve bunlardan istifade
ederler. Yine bunlar her çeşidi ile onların hizmetine sunulmuştur. Binâenaleyh
bu alem, tamamen ya ma'mur bir belde gibi, yahut da bütün menfaat ve iyilikleri
insan için olan, hazır bir han, karargâh gibidir. İnsan o hanın, hizmet edilen
reisi, itaat edilen padişahı gibi; diğer canlılar da, insana nisbette, onun
köleleri gibidirler. Bütün bunlar, insana, Allah tarafından büyük şeref ve
faziletin verilmiş olduğuna delalet eder. Allah en iyi bilendir.
[244]
7) Mâhlûkat dört kısımdır:
a)
Akıl ve
hikmet (düşünme) kuvveti bulunup,
şehevî ve tabiî kuvveti
bulunmayanlar. Bunlar, meleklerdir.
b)
Bunun tam aksi
olanlar ki, bunlar da hayvanlardır.
c)
Her iki çeşit
kuvvetten uzak olanlar. Bunlar, bitkiler ve cansızlardır.
d) Kendisinde her İki çeşit kuvvet de bulunan varlıklar.
Bunlar, insanlardır. Sırf kudsî-aklî kuvvet ile, behimî,
gazabı ve parçalayıcı şehvet kuvvetini birlikte bulundurduğu için,
insanın hayvanlardan daha üstün olduğunda şüphe yoktur. Yine İnsanın, bitki,
maden ve cansız varlıklar gibi, her iki kuvvetten uzak şeylerden üstün
olduğunda da şüphe yoktur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, Allah Teâlâ'mn
insanları, mahiukatın ekserisinden üstün ve şerefli kıldığı ortaya çıkar.
Burada geriye, melek mi insan mı daha üstün diye bir mesele kalır. Velhâsıl,
sırf kudsî-aklî kuvvete sahip olan basit varlıkların cevheri (özü) mü daha
şereflidir, yoksa her iki çeşit kuvvete sahip insan mı? Bu, diğer bir konudur.
8) Varlıklar ya hem ezetî, hem ebedî olur ki, böyle olan
sadece Allah Teâlâ'dır; yahut ne ezelî, ne ebedî olur, bu da bitkiler, madenler
ve canlılarla birlikte, bütün dünyadır. Bu, en değersiz kısımdır. Yahut ezelî
olur, ama ebedî olmaz. Böyle bir varlığın bulunması mümkün değildir. Çünkü
ezelî olduğu sabit olan şeyin, ebedî olmaması imkânsızdır. Yahut da, ezelî
olmaz, ama ebedî olur. Böyle olan varlık, insan ve melektir. Bu kısmın, ikinci
ve üçüncü kısımdan daha kıymetli olduğunda şüphe yoktur ki bu, insanın, mahiukatın
ekserisinden daha şerefli olmasını gerektirir.
9) Ulvî âlem (semâ), süflî âlemden (dünyadan) daha
kıymetlidir. İnsanın ruhu da ulvî ruhlar ve kudsî cevherler cinsindendir. Süflî
âlemde yer alan varlıklar içerisinde, insandan başka kendisinde ulvî âlemden
bir parça bulunan hiçbir varlık yoktur.
Binâenaleyh insanın, süflî âlemdeki varlıkların en şereflisi olması gerekir.
10) Varlıkların en kıymetlisi, Allah Teâlâ'dır. Durum
böyle olunca, bu demektir ki, Allah'a daha fazla yakın olan her varlığın, daha
kıymetli ve şerefli olması gerekir. Ancak ne var ki, bu âlemdeki varlıkların
Allah'a en yakın olanı, kalbinin, marifetullah; lisânının, zikrultah ile
müşerref; organların ve uzuvların da Allah'a tâat ile mükerrem ve azîz olması
sebebiyle, insandır. Binâenaleyh süflî âlemdekilerin en kıymetlisinin insan
olduğuna hükmetmek gerekir. İnsanın, zâtı gereği mümkin bir varlık olduğu ve
mümkin varlıkların da, ancak zâtı gereği vâcibu'l-vücûd olanın yarat m asiyi a
var olduğu sabit olunca, insandaki yüce derece ve kıymetli sıfatların, ancak
Allah'ın ihsanı ve in'âmı ile meydana geldiği sabit olmuş olur. İşte bundan
dolayı Cenâb-ı Hak, "Andolsun ki biz, âdemoğullarmı üstün bir izzet ve
şerefe mazhar kılmışızdır" buyurmuştur. İnsanın, Allah nezdinde kıymetli
ve kerîm olmasını tamamlayan bir husus da şudur: Allah Teâlâ, insanı ilk
yaratırken, kendisini "en kerîm olmak"la vasfederek, "Yaratan
Rabbinin adıyla oku. O, insanı bir "aİak"dan yarattı. Oku. Rabbin
sonsuz kerem sahibidir. Ki O, kalemle öğretendir"'(Aiak, 1-4) buyurmuş;
yine kendisini, insanı terbiye ettiği, bakıp büyüttüğü İçin, "tekrîm"
(aziz ve şerefli kılmak)-le vasfederek, "Andolsun ki biz, âdemoğullarmı
üstün bir izzet ve şerefe mazhar hlmışızdır" buyurmuş ve insanın en son
durumunda da, kendisini "kerem" ile niteleyerek "Ey insan, O
keremi bol Raijbine karşı seni aidatan ne?" (infitar, 5) buyurmuştur ki,
bütün bunlar Allah'ın, insan üzerindeki kereminin, ihsanının ve fazlının sonsuz
olduğuna delâlet eder. Allah en iyi bitendir.
11) Bazı alimler de ayette bahsedilen bu
"tekrim"in manasının şöyle olduğunu söylemişlerdir: "Allah
Teâlâ, Hz. Adem'i, "Kendi eliyle"; onun dışında kalanları da, derken,
oluverir" emriyle yaratmıştır. Allah'ın eliyle yaratılana gösterilen
itinâ ise, daha tam, daha mükemmel, daha şerefli olmuş olur. Cenâb-ı Hak, bizi,
Adem'in evlâtlarından ve zürriyetinden yarattığına göre, âdemoğullannın daha
kerim ve daha mükemmel olmaları gerekir. Allah en iyi bilendir.
[245]
İkinci Nevi: Cenâb-ı
Hakk'ın, "Onlara karada ve denizde taşıyacak (vasıtalar) verdik"
ayetinin İfade ettiği husustur. Ibn Abbas. bu ifadeyi, "Karada atlar,
katırlar, eşekler ve develer üzerinde; denizde de, gemilerde taşımamız
suretiyle.." şeklinde tefsir etmiştir ki, bu da, biraz önce bahsedilen
"tekrîm" (azîz ve şerefli kılma) hadisesini vurgulayan bir durumdur.
Çünkü Allah Teâlâ, bu hayvanları insanın emrine vermiştir. Böylece o, onlara
binmiş, onlarla yükünü taşımış, onlar üzerinde savaşarak kendisini müdafaa
etmiştir. Yine, ona binip onunla yük taşıması ve insanoğluna tahsis edilmiş
şeyleri elde edebilmesi için, Allah'ın gemileri, suları vs. şeyleri ona vermesi
de böyledir. Bütün bunlar, insanın, bu âlemde kendisine uyulan bir başkan,
itaat edilen bir melîk; onun dışında kalan her şeyin de onun tebaası ve
gözetimi altında olanlar olduğunu gösterir.
[246]
Üçüncü Nevi: Cenâb-ı
Hakk'ın "Onlara güzel güzel rızıklar nasib ettik" ayetinin ifade
ettiği husustur. Bu böyledir, çünkü besinler ya hayvansal, ya da bitkisel olur.
İnsan, bunlar tam temizlik, tam bir olgunluk ve güzel bir biçimde pişme
derecesine ulaştıktan sonra, bunların çeşitlerinin en güzeli ve kıymetlisinden
gıdalanır ki, bu da, sadece insan için söz konusu olan hususlardandır.
[247]
Dördüncü Nevi: Hak
Teâlâ'nın "Onları, yarattığımız şeylerin birçoğundan cidden üstün
kıldık" cümlesinin ifade ettiği husustur. Burada iki bahis vardır:
Birinci Bahis: Allah,
ayetin başında, "Andolsun ki biz, âdemoğullannı üstün bir izzet ve şerefe
mazhar kılmışızdır"; sonunda da, "...Onları, üstün kıldık"
buyurmuştur. Binâenaleyh, bu "üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılma"
ile bu, "üstün kılma" arasında, mutlaka bir farkın bulunması gerekir.
Aksi halde, (lüzumsuz) bir tekrar yapılmış olur. Bu hususta doğruya en yakın
olmak üzere şöyle denilebilir: Allah Teâiâ, insanı diğer canlılara akıl,
konuşma, yazı yazma, güzel bir suret ve dik yürüme (ayakta yürüme) gibi
tabiî-zâtî olarak yaratılmış olan meziyetlerle üstün kılmış, daha sonra ona, bu
akıl ve anlayışı sebebiyle, gerçek inançları ve üstün huy ve güzellikleri
kazanıp elde etmesini teklif etmiştir. O halde, birincisi tekrlm; ikincisi de
tafdfl (üstün kıtmaKJır.
İkinci Bahis: Allah
Tealâ, ayet-i kerimede, "Biz, o insanları, herkese üstün kıldık"
buyurmamış, tam aksine, "Onları, yarattığımız şeylerin birçoğundan cidden
üstün kıldık" buyurmuştur. Binâenaleyh bu, Allah'ın mahlûkatı içinde,
insandan daha üstün varlıkların bulunduğuna delâlet eder. Bunu kabul edenler,
bu üstün varlıkların melekler olduğunu söylemişlerdir. Binâenaleyh buna göre,
insanın meleklerden daha üstün olmadığını; tam aksine, meleklerin insanlardan
üstün olduğunu söylemek gerekir. Bu görüş, Vahidî'nin "el-Basît" adlı
eserinde naklettiğine göre, İbn Abbas'ın görüşü olup, Zeccac'ın da tercih
ettiği bir görüştür. Bil ki bu söz, şu iki bahsi ihtiva eder:
Birinci Bahis: Buna
göre, Peygamber (s.a.s) mi, yoksa melekler mi daha üstündür? Bu mesele, Bakara
Sûresi'ndeki (Bakara. 34) ayetinin tefsirinde bütün tafsilatıyla geçmiştir.
İkinci Bahis:
Meleklerin avamı mı, yoksa mü'minlerin avamı mı daha üstündür? Bazıları,
mü'minlerin avamının meleklerden üstün olduğunu söyleyerek, bu görüşleri
hususunda, Zeyd İbn Eslem'den rivayet edilen şu hadisle istidlalde
bulunmuşlardır:
Zeyd İbn Eşlem şöyle
demiştir: "Melekler, "Ey Rabbimiz, sen insanoğluna dünyayı verdin.
Onlar orada yiyip içiyor ve her türlü nimetten istifade ediyorlar. Halbuki, sen
bize bunu vermedin. O halde, bunu bize ahirette ver" dediler de bunun
üzerine Cenâb-ı Hak, "izzet ve celâlim hakkı için, ben, elimle yarattığım
nesli, kendisine, "O//" deyip de oluveren kimselerle bir tutmam"
buyurdu. Ebu Hureyre (r.a) de söyle demiştir: "Mü'min, Allah nezdinde,
O'nun yanındaki meleklerden daha değerlidir." Vahidî, bu hususu
"el-Basît" adlı eserinde bu şekilde nakletmiştir. Meleklerin, mutlak
manada, insandan daha üstün olduğunu söyleyenlere gelince, onlar da bu hususta
bu ayetle istidlal etmişlerdir ki, bu, gerçekten "hitâb delili"ne
tutunmadır. Çünkü bu delili izah etmek için şöyle denilebilir: Husûsen, (ayette)
çoğunluğun ("'...birçoğundan"^zikredilmiş olması, bu durumun, geriye
kalan az miktar da bunun tam tersine olduğuna delâlet eder. Bu da, "hitâb
delili"ne tutunmak demektir. Allah en iyisini bilendir.
[248]
"Bir gün gelecek,
insan sınıflarından herbirini biz imamlanyla çağıracağız. Artık kimin
kitabı sağından verilirse, onlar kitaplarını, en küçük haksızlığa uğratılmaksın
okuyacaklardır. Kim bu (dünya)da kör olursa o, ahirette de kördür, yolca da
daha şaşkındır" (İsrâ. 71-72).
Bil ki Allah Teâlâ,
insana, dünyada verilen çeşitli ikramlardan bahsedince, bu ayette de, onun
ahiretteki derecelerinin hallerinden bahsetmiştir. Bu ifadeyle ilgili birkaç
mesele vardır:
[249]
Bu ifade, hem yâ ile
yed'û; hem de nün ile ned'û şeklinde okunmuştur. Yine bu kelime, meçhul olarak
yüd'â (çağırılır) şeklinde de okunmuştur. Bu ifadeyi Hasan el-Basrî, şeklinde
okumuştur ki, Ferrâ şöyle demektedir: "Arapça bilenler, Hasan
el-Basrî'den rivayet edilen bu okuyuşun izahını yapamamaktadır. Belki de o, bu ifadeyi
zammeye (ötreye) çalan, onunla karışık bir fethâ ile (çağırılır) şeklinde
okumuştur da, ravî, onun bunu yüd'âv şeklinde okuduğunu sanmıştır.
[250]
Ayette ifadesindeki
yevm kelimesi, mukadder bir üzkür (hatırla, an) kelimesiyle mansubtur. Bunun âmilinin, "onları... üstün kıldık" ifadesi
olduğunun söylenilmesi uygun değildir. Çünkü bu ifade, geçmişle alâkalı bir
sığadır. Buna şu şekilde cevap vermek mümkündür: Faddalnâhüm ifadesiyle
"onları üstün kılıyoruz" manasının kastedildiği söylenebilir. Buna
göre kelamın takdirinin, "Biz, o insanları, kendilerine yapmış olduğumuz
ikram ve vermiş olduğumuz mükâfaatlar sayesinde... üstün kılıyoruz"
şeklinde olur.
[251]
Arapçada
"imâm" kelimesi, ister hidâyet, isterse sapıklık üzere
olsunlar, bir topluluğun kendisine uyduğu herkestir. O halde, nebî,
ümmetinin imâmı; halîfe, idare ettiği kimselerin imamı; Kur'ân' da müslümanların
imamıdır, demektir. Namazda kendisine uyulan kimse de, cemaatin imamıdır. Alimler,
buradaki "imâm" kelimesinin ne demek olduğu hususunda, bazı görüşler
ileri sürmüşlerdir:
1) "Onların imamları" peygamberleridir. Bu,
Ebu Hureyre'den, "merfû" olarak nakledilmiştir. Buna göre, Hz.
Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: ''Kıyamet gününde, "Ey İbrahim'in; ey
Musa'nın, ey İsa'nın ve ey Muhammed'in ümmeti diye nida olunur da, bunun
üzerine, peygamberlerine uygun, haktan yana kimseler kalkarlar ve kitaplarını,
sağ taraftan alırlar. Daha sonra da "Ey Firavun'un, ey Nemrud'un ve
sapıklık ve küfrün liderlerine yönelik olarak, "ey falancanın, filancanın
bağlıları!" diye seslenilir." Bu görüşe göre, ayetteki fety
ifadesindeki bâ (-ile) hakkında şu iki izah yapılabilir:
a)
Kelaı. in
takdiri, "Allah her insanı, kendi imamlarının bağlıları ve taraftarları
olduğu için, kendi imamlarıyla çağırır" şeklindedir. Bu, senin tıpkı,
"Ben seni, senin isminle çağırıyorum" damen gibidir.
b) Bu harf-i cerrin, mahzûf (düşmüş) bir şeye taalluk
etmesidir. Bu düşmüş kelime ise, hâi makamındadır. Buna göre sanki,
"Allah, her İnsanı, kendi imamlarına karışmış olarak çağırır"
denilmek istenmiştir. Kî, bunun manası da "onlar, aralarında imamları
olduğu halde çağırılırlar" şeklindedir. Bu da meselâ, "imam,
ordusuyla birlikte, at bindi" denilmesi gibidir.
2) Bu, Dahhâk ve İbn Zeyd'in görüşüdür. Buna göre bunun
manası, "Allah, her insanı, kendilerine indirdiği kitaplarla çağırır"
şeklindedir. Böyle olması halinde, ifadenin takdiri manası, "Kıyamet gününde,
"Ey Kur'ân, ey Tevrat, ey İncil ehli!" diye nida olunur.
3) Hasan el-Basrî'ye göre bu tabirin manası, "Allah
herkesi, içinde amellerinin yazılı olduğu kitaplarıyla, (amel defterleriyle)
çağırır" şeklinde olur. "Kitâb"a "imâm" denilmesinin
delili,"Biz her şeyi apaçık bir kitapta saymışızdır" (Y»m. 12)
ayetidir. Böylece Cenâb-ı Hak bu ayette, "kitâb"a, "İmâm"
adını vermiştir. Bu görüşe göre, bu ifadenin başındaki bâ harf-i cerri,
"ma'a" (beraber) anlamında olup, kelamın takdiri, "Biz herkesi,
yanlarında kitapları olduğu halde çağırırız" şeklinde olur. Bu, senin
tıpkı, "Onu (hayvanı) ona, boynundaki ipiyle beraber ver" demen
gibidir. Yani, "Boynunda ipi olduğu halde ver" demektir.
4) Keşşaf sahibi şöyle der: "Buradaki İmam
kelimesinin, el-ummu kelimesinin çoğulu olduğunun; insanların Kıyamet gününde
anneleriyle çağırıldıklarının ve onların, babalarının değil de annelerinin
adıyla çağrılmalarının hikmetinin de, Hz. İsa'nın hakkının gözetilmesi; Hasan
ve Hüseyin'in değerlerinin ortaya konulması ve "veled-i zina" (zina
mahsulü çocuk)lann rezîl-kepaze edilmemeleri için olduğunun İleri sürülmesi,
tefsire sokulmuş olan bid'atlar cümlesindendir." O sözüne devamla,
"Ben, bu lafzın doğruluğunun mu, yoksa hikmetinin beyân edilmesinin mi
daha fazla bid'ât olduğunu keşke anlayabilseydim!" demiştir.
5)
Ben derim ki:
Lafızla ilgili başka bir ihtimâl bulunmaktadır: "Üstün ve fasit ahlâkın
çeşitleri pek çoktur. Her insana hükümran olan da, o ahlâkın bir türüdür.
Meselâ, bazılarına "gadab"; kimilerine para tutkusu; kimilerine
geliri olan arazî, kârlı iş tutkusu; kimilerine de, kin ve haset hükümrandır.
İyi huy tarafını ele alırsak, diyebiliriz ki, bazı kimselere af duygusu veya
şecaat (cesaret) veya kerem, yahut da ilim ve zühd talebi hükümran olmuştur. Bunu
iyice kavradığında biz diyoruz ki: Bu zahirî fiilleri yapmaya sevkeden şey, o
gizli ve bâtını olan huylardır. Binâenaleyh, bu batınî huylar, o zahirî
fiillerin bir imamı; itaat edilen bir meliki ve uyulan, iktidâ edilen bir
önderi gibidir. Binâenaleyh, Kıyamet gününde, mükâfaat ve ceza, o huylardan
neşet eden fiillere göre verilir. İşte Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir gün gelecek,
insan sınıflarından her birini biz imamlanyla çağıracağız" ifadesinden
kastedilen budur. Binâenaleyh, böyle bir ihtimal, benim gönlüme doğan bir
ihtimaldir. Kendi muradını en iyi bilen ise Allah'tır.
[252]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Artık kimin kitabı sağından verilirse, onlar kitaplarını, en küçük
haksızlığa uğratümaksızın okuyacaklardır" buyurmuştur. Keşşaf sahibi şöyle
demiştir: Men (her kim) lafzı, çoğul anlamında olduğu için, Cenâb-ı Hak, cevâbında
ülâike (onlar) buyurmuştur. "Fetfl" kelimesi, çekirdeğin yarısı
üzerinde olan iplikçiğe denilir. İnsan onu çıkarmak istediği zaman, o büküldüğü için, o
iplikçiğe bu ad verilmiştir. Bu, önemsiz, basit, kıymeti olmayan şeyler hakkında
getirilen bir "darb-t mese!"dir. "Kıtmîr" (çekirdeği
kaplayan ince zar; Önemsiz şey) ve "nakîr" (çekirdekten küçük oyuk)
kelimeleri de, darb-ı mesel olma hususunda bunun gibidir. Buna göre,
"Onların mükâfaatları, çekirdeğin iplikçiği kadar dahi eksiltilmeyecek"
şeklinde olur. Bunun bir benzeri de, "Çünkü bunlar hiçbir surette
haksızlığa uğratılmayarak..."(Meryem, 60) ve "o, ne arttmlmadan ne eksiltilmeden
endişe etmez..." (Tahâ, 112) ayetleridir. Mücâhid, İbn Abbasın şöyle
dediğini rivayet etmiştir: "Fetîl", insanın baş parmağını şehâdet
parmağına sürtmesi neticesinde ortaya çıkan kirdir." Bu kelime, fetl
masdanndan fa'îl vezninde olmak üzere ism-i mef'ût manasındadır.
Buna göre şayet,
"sol ehli de kitaplarını okuduğu halde, kitabı okuma işi niçin sağ ehline
tahsis edilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: "Aradaki fark şudur: Sol
ehli, kendi kitaplarını okuduklarında, onun, helak edici büyük suçlar, son
derece çirkin kötülükler ve büyük rezalet ve rüsvayiıklar kapsadığını görürler
de böylece korku ve dehşet kalplerini kuşatır, dilleri ağırlaşır, bu sebeple de
kitaplarını okuyamaz hale gelirler. Sağ ehline gelince, onların durumları bunun
tam tersi olduğu İçin, hiç şüphe yok ki onlar kitaplarını en güzel ve ayrıntılı
bir biçimde, inceden inceye okurlar. Sonra onlar, sadece kendi okumalarıyla
yetinmez; aksine, o okuyan kimse, mahşerdekilere, "alın, okuyun
kitabımı"(Hâkkâ, 19) der. Böylece aradaki fark anlaşılmış olur. Allah en
iyisini bilendir.
[253]
Daha sonra, Cenâb-ı
Hak, "Kim bu (dünya)da kör olursa, o ahirette de kördür, yolca da daha
şaşkındır" buyurmuştur. Bu ifadeyle İlgili iki mesele vardır:
[254]
Ebu Amr, Âsım'ın
ravisi Ebu Bekr ve Kisâî'nin ravîsi Nasr, imâle
ve kesre ile
fetha ile de şeklinde okumuşlardır. İbn Kesir, Nâfî, İbn Amir ve Asim'ın
ravisi Hafs, her iki kelimeyi de fetha ve tefhim (kalınlaştırma) ile cavlarken,
Hamza, Kisâî, bir rivayete göre Asım'ın ravîsi Ebu Bekr, her iki kelimeyi de
"imâle" ile okumuşlardır. Ebû AH el-Farisî şöyle der: "Ebu Amr m
kıraatinin doğruluğunun izahı şu şekilde yapılabilir: Birinci cümledeki (a'mâ)
kelimesiyle, o kimsenin kendisinin bizzat âmâ, kör olması kastedilmiştir. İşte
böyle olduğu için, bu kelime, tam kelime olduğundan, o zaman a'mâ lafzında
imâle (kesreye çaldırma) yapılabilmiştir, ikinci cümledeki a'mâ lafzından,
onun, ism-i tafdîl manasında olması kastedilmiştir. Buna göre bu ifade, den
daha kör" manasında olmuş olur. Böyle olması halinde de, a'mâ lafzı tam
olmaz; imâleyi de kabul etmez. Netice olarak diyebiliriz ki, birincisinde imâle
yapılması, onun ism-i tafdîl manasında olmadığına; ikincisinde ise imâle yapılmaması, onun
ism-i tafdîl manasında olduğuna delâlet etmiştir."
[255]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Kim bu (dünya)da kör olursa, o ahrette de kördür" buyruğu
İle gözün kör
olması
kastedilmemiş; aksine
bununla, kalbin körlüğü kastedilmiştir. Ayetteki "o,
ahirette de kördür" ifadesine gelince, bu hususta iki görüş vardır:
1) Bununla kalbin körlüğü kastedilmiştir. Böyte olması
halinde bu hususta şu izahlar yapılabilir:
a) İkrime şöyle der: Bir grup Yemenli İbn Abbas'ın
yanına gelir. Derken ona, onlardan birisi bu ayeti sorar. Bunun üzerine İbn
Abbas "Bundan önceki ayeti oku!" der, o da, "Rabbiniz, fazlından arayastnız diye, sizin için denizde gemileri yürütendir...
Onları... cidden üstün kıldık..." (isra, 86-70) ayetlerini okur. Bunun
üzerine İbn Abbas: "Kim, bu görüp müşahade ettiği nimetleri görmez de
nankör olursa o, görmediği, müşahede etmediği ahiret hususunda kördür; yolca da
daha şaşkındır" der. Bu izaha göre ayetteki fî hazih? işaret zamiri,
önceki ayetlerde bahsedilen o nimetlere bir işaret olmuş olur.
b)
Ebu Ravk,
Dahhâk'tan; Dahhflk da İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre o, şöyle demiştir:
"Cenâb-ı Hak bu ifadesiyle, "Bu dünyada kim göklerin, yerin,
denizlerin, dağların, insanların ve her canlının yaratılmasındaki kudretini
göremez, kör olursa, bu kimse, ahiret hususunda da kör, yolca en sapık, onun
ilmini elde etmeden de en uzak bir kimse olur" manasını kastetmiştir. Buna
göre fî hazlhî (burada) işaret zamiri dünyaya bir işaret olmuş olur. Bu her iki
görüşe göre kastedilen mana, "Bu dünyada kimin kalbi, bu nimetleri ve
delilleri görüp müşahade etme konusunda kör olursa, ahiret hususunda da onun
kalbi, ahiret hallerini tanıma hususunda haydi haydi kör olmuş olur"
şeklinde olur. Buna göre, her iki yerde geçen körlük, dünyada tahakkuk etmiş
olur.
c) Hasan el-Basrî şöyle der: "Dünyada kim, sapık ve
kâfir olursa, o kimse, ahiret hususunda da kör ve yolca da en sapık kimse olmuş
olur. Çünkü, dünyadayken onun tevbesi kabul edilebilir. Ahirette ise, tevbe ve
özür kabul edilmez. Dünyada iken çeşitli belâ ve afetlerden kurtulunabilir.
Ahirette ise, buna kesinlikle imkân yoktur."
d) Ayette geçen ikinci körlüğü, "Allah'ı
tanımama" manasına hamletmek mümkün değildir. Çünkü ahirettekiler, Allah'ı
ister istemez tanıyacaklardır. Binâenaleyh, buna göre bu ifadeyle, cennet
yolunu görememe, ona karşt kör olma manası kastedilmiş olup, mana, "Bu
dünyada kim, Allah'ı tanımaz kör olursa, ahirette de cenneti göremez; bu konuda
kör olur" demek olur.
e) Dünyada iken kalbleri kör olanlara, bu durum, onların
dünyayı elde etme ve onun lezzet ve güzelliklerinden yararlanarak sevinme
konusunda aşırı hırsları bulunması sebebiyle meydana gelmiştir. Bundan dolayı,
bu istek ahirette artar ve orada, dünyayı elden kaçırmadan dolayı hasret büyür.
Bunun yanısıra, onlarda marjfetullah nurları hakkında herhangi bir şey de
yoktur. Böylece onlar, şiddetli bir zulmetin ve büyük bir hasretin içinde
kalakalırlar ki, işte ayette bahsedilen, körlükten bu kastedilmiştir.
2) İkinci körlüğün, gözün körlüğü manasına hamledilmesi.
Buna göre mana, "Bu dünyada kimin kalbi kör olursa, Kıyamette o kimse,
gözü kör olarak hasredilir" şeklinde olur. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"...biz onu Kıyamet gününde de kör olarak hasrederiz. O, "Rabbim,
beni niçin kör hasrettin? Halbuki ben, gören bir kimse idim?" der. (Allah
da): "Öyledir. Sana ayetlerimiz geldi de sen onları unuttun, işte bugün de
sen öylece unutuluyorsun" (jâhfi 124-126);"Biz onları kıyamet günü
körler, dilsizler, sağırlar olarak yüzü koyun hasredeceğiz..,"(isrâ,97}
buyurmuştur. Bu körlük, onların cezalarını arttırmak içindir. Allah, en iyisini
bilendir.
[256]
"(Akıllarınca)
onlar sana vahyettiğimizden başkasını uydurup bize iftira edesin diye, seni
bile hemen fitneye düşürecekler, o takdirde seni dost edineceklerdi.
Eğer sana sebat vermiş olmasaydık, andolsun ki, sen onlara biraz
meyledecektin. O takdirde biz, dirimin de katmerli, ölümün de katmerli (acısını) sana
taddıracaktık muhakkak. Sonra bize karşı kendin için hiçbir yardımcı da
bulamayacaktın"
(İsra. 73-75).
Bil ki Allah Teâlâ
Önceki ayetlerde, mahlûkatı üzerindeki çeşitli nimetlerini sayıp döküp, bunun
peşinden de, insanların ahiretteki derecelerini zikrederek, bahtiyar ve mutlu
kimselerin hallerini de açıklayınca, bunların akabinde, dalâlette bulunan
kimselerin vesveselerine aldanmaktan ve onların, çeşitli hileler, şüpheler ve
akıl karıştıran sözlerine aldanarak tuzağa düşmekten o mutlu kulları
sakındıracak olan şeyi de getirerek, (Akıllarınca) onlar sanavahyettiğimizden,
seni bile hemen fitneye düşürecekler!" buyurmuştur. Bu ayette ilgili birkaç
mesele vardır:[257]
Ata'mn rivayetine göre
İbn Abbas şöyle demiştir: "Bu ayet, Hz. Peygamber'e gelip ona, haksızca
teklifte bulunarak şöyle diyen Sakîf heyeti hakkında nazil olmuştur:
"Bizi, bir sene Lât'dan istifade ettir ve tıpkı Mekke'nin
ağacının, kuşlarının ve vahşî hayvanlarının öldürülmesinin yasaklanması gibi,
sen de bizim vadimizi saygın ve kutlu kıl; (o da haram bir belde olsun!)"
Hz. Peygamber (s.a.s) bunu kabul etmedi ve onlar bu taleplerinde ısrar edip
durarak, "Biz senin Araplara, bizi kendilerine üstün tuttuğunu anlatmanı
talep ediyoruz. Eğer sen, bizim dediğimizi uygun bulmaz ve Arapların,
"Onlara, bize vermediğini verdin" demesinden çekinirsen. "Bunu
bana, Allah emretti de!" dediler, hz. Peygamber bu konuda konuşmayınca,
onlar bundan ümitlenir gibi oldular. Derken, bunun üzerine Hz. Ömer onlara
bağırarak: "Hz. Peygamberin, bahsettiğiniz şeylerden hoşlanmadığı için
sustuğunu görmüyor musunuz?" deyince, işte Allah, o zaman bu ayetini
indirdi." Keşşaf sahibi şunu rivayet etmiştir: "Onlar, kâtiplerini
getirdiler. Ve o, şunu yazdı: "Rahman vö rahim olan Allah'ın adıyla. Bu,
Allah'ın Rasûlü Hz. Muhammed'den, kendilerinden öşür alınmayacak, sürgün
edilmeyecek olan Sakîf Kabilesi'ne bir mektuptur." Bunun üzerine onlar,
"Haraç da alınmayacak diye yazılsın" dediler. Hz. Peygamber, yine
sustu. Bunun akabindo onlar kâtibe "Haraç da alınmayacak diye yaz"
dediler. Kâtib, bunun üzerine Hz. Peygamber'e bakar. Bunun üzerine Hz. Ömer
kalkar ve kılıcını çekerek "Ey Kureyş topluluğu, Peygamberimizin kalbini
yaktınız. Allah da sizin kalblerinizi tutuşturup cayır cayır yaksın!"
deyince, onlar "Biz, seninle konuşmuyoruz; biz Muhammed'le
konuşuyoruz" dediler. Derken, bu ayet nazil oldu. Bil ki bu hadise
Medine'de cereyan etmiştir. İşte bundan dolayı ulemâ, bu ayetlerin Medenî
olduğunu ileri sürmüşlerdir. Rivayet olunduğuna göre Kureyş, Hz. Peygamber
(s.a.s)'e: "Seni tasdik edebilmemiz için, rahmet ayetini, azâb ayeti; azâb
ayetini de rahmet ayeti yap!" dediler. Bunun üzerine de bu ayet-i kerime
nazil oldu."
Haftan el-Basrî de
şöyle der: "Kâfirler, hicretten önce bir gece, Hz. Peygamber (s.a.s)':
Mekke'de yakalayarak, "Ey Muhammed, bizim ilahlarımızı kınamaktan ve
oniara sövüp saymaktan vazgeç! Şayet senin bu iddian hak olsaydı falanca ve
filanca, bu işe senden daha lâyık olurlardı" dediler. Bunun üzerine Hz.
Peygamber'in kalbine, onların ilahlarını tenkit etmekten vazgeçme fikri düştü.
Böyle olması halinde, bu demektir ki, ayet Mekkî'dir. Sald İbnCübeyr'in de
şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s), Haceru'l-Esved'i
istilâm ediyor, selamlıyordu Derken, Kureyş buna mani olmak isteyerek,
"Bizim putlarımızı da selâmlamadığın müddetçe, senin bu haline müsaade
etmeyiz" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber'in gönlüne, istemeye
istemeye de olsa, bu işi yapma fikri düştü de bunun üzerine de bu ayet-i kerime
nazil oldu."
[258]
Zeccâc şöyle der:
"Ayet-i kerimenin manası. "seni neredeyse fitneye
düşüreceklerdi" şeklindedir. Bu olan Oi'den hafifletilmiş olan "ln"dir. Lâm
da, inne'den hafifletilmiş olan in ile, olumsuzluk için olan In'i birbirinden
ayırmak için gelmiştir. Buna göre mana, "Gerçekten durum ve hal şudur:
"Onlar, seni neredeyse fitneye düşüreceklerdi." Yani onlar, fitne
yaparak seni aldatacaklardı. Fitne kelimesinin asıl manası, denemek ve sınamaktır.
Nitekim Arapça'da, sarraf, altını ateşe sokup onun hâsını tortusundan ayırmak
için erittiğinde "Fetene's-sâiğu ez-zehebe" denilir. Daha sonraysa
Araplar bu kelimeyi, bir şeyi çığırından ve istikametinden kaydıran, çıkaran
herkes hakkında kullanarak, "O onu fitneye düşürdü" manasında,
"Fetenehû" dediler. Buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın buyruğunun manası,
"Onlar neredeyse seni, sana vahyettiğimiz
şeyden, yani
Kur'ân'dan saptırıp döndüreceklerdi" şeklinde olur ki, bu da, "O
Kur'ân'ın hükmünden" demektir. Bu böyledir; zira, onlara istediklerini
vermede, Kur'ân'ın hükmüne muhalefet söz konusuydu.
Ayetin devamında
"başkasını uydurup bize iftira edesin diye" buyurulmuştur. Yani,
"Bizim sana vahyettiğimizden başkasını uydurman için" demektir ki, bu
da onların Hz. Peygamber'e "De ki: "Bunu bana Allah emretti"
şeklindeki sözleridir.
Cenâb-ı Hak, "o
takdirde seni dost edineceklerdi" buyurmuştur. Yani "Sen eğer onların
istediğini yapsaydın, seni dost edinecekler ve insanlara, senin, onların
üzerinde bulundukları hâl hususunda kendilerine muvafık, şirklerinden de
rtoşnut olduğunu ifade edeceklerdi" demektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak biz seni, seni korumak suretiyle hak
ve gerçek üzerinde sabit kadem kıimasaydık, andoisun ki, sen onlara az da olsa
meyledecektin" buyurmuştur. Ayetteki şey'en lafzı, mef'ûl-i mutlak
manasında olup, "Rukûnen kalîlen - az bir meyil" demektir. İbn Abb'as
(r.a), Cenâb-ı Hakk'ın bu ifade ile, Hz. Muhammed (s.a.s)'in onlara cevap
vermeyip susmasını murat ettiğini söylemiştir. Katâde şöyle der: "Bu ayet
nazil olunca Hz. Peygamber (s.a.s), "Allah'ım! Sen beni, göz açıp kapama
süresi kadar dahi, kendi nefsime bırakma" demiştir."
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Hz. Peygamberi bu hususta alabildiğince tehdit ederek "O takdirde
biz, dirimin de katmerli, ölümün de katmerli (acısını) sana taddıracaktık
muhakkak" buyurmuştur ki bu, "Hayatın, dirimin kat kat
azâbıyia,ölümün kat kat azabım" demektir ki, Hak Teâlâ bununla, dünya ve
ahiret azabını kastetmiştir. Dİ'f kelimesi, bir şeye, mislinin katılıp
eklenmesi demektir. Çünkü bir kimse vekiline, "Falancaya bir şey ver"
deyip de, o da ona bir dirhem verdiğinde; o, "onu katla" dediğinde,
bunun manası, "o dirheme, bir o kadar daha ilave et" şeklinde olur.
Bunu iyice anladığında biz deriz ki: ifadelerinde "azâb" kelimesinin
takdir edilip varsayılması güzel ve yerinde olur. Çünkü Kur'ân'da,
"azâb" kelimesi, kelimesiyle vasfedilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Hy Rabbimiz, bunu bizim önümüze kim getirdiyse, onun ateş içindeki
azabını katmerli olarak arttır" (Sft'd, en ve Ey Rabbimiz, işte biz!
bunlar saptırdılar. Onun için bunlara ateşten katmerli azâb ver."
Buyuracak ki: 'Herkes için katmerli... Şu kadar ki siz, bilmezsiniz"
(Krı.M) buyurmuştur. Netice olarak diyebiliriz ki, bu ayetin manası, "Sen
kalbinde, şeytanın fikirlerinin yerleşmesine müsaade eder, gayretini ona doğru
meyietmeye hasredersen, işte bu yüzden dünya ve ahiretteki azabının kat kat
olmasına müstehak olursun ve senin azabın, müşrik kimsenin dünya ve ahirette
göreceği azfihın iki katı olur" şeklinde olur. Bu azabın kat kat olmasının
sebebi ise şudur: Allah'ın, peygambere olan nimetleri pek çoktur. Binâenaleyh,
onların günahları da o nisbette büyük olur. Böylece, o günahlardan dolayı
müstehak olacakları azâb da çok olur. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'in,
"Ey peygamber zevceleri, içinizden kim açık bir terbiyesizlik ederse, onun
azabı iki kat arttırılır" (Ahzâb, 30) ayetidir.
İmdi şayet, "Hz.
Peygamber (s.a.s) "Kim kötü bir yol, örf, âdet ihdas ederse, o kötülüğün
günahı ile, Kıyamete kadar onunla amel edecek olan kimsenin günahının (bir
misli)... onun üzerinedir"[259]
buyurmuştur. Bu hadisin muktezası şudur: Hz. Peygamber (s.a.s), onların
taleplerine razı olsaydı, o zaman O'nun günahı o kâfirlerden herbirtnin
günahının bir misli kadar olurdu. Böyle olması halinde de Hz. Peygamberin
cezası bir kat değil, kat kat olurdu" denilirse, biz deriz ki: Azabın
katlanacağının söylenmesi, bunun arttırılmayacağına delâlet etmez. Ancak bu,
"hitâb deliii"ne göre söylenecek bir söz olup, hitab delili ise zayıf
bir delildir.
Cenâb-ı Hak daha
sonra, "Sonra bize karşı kendin için hiçbir yardımcı da
bulamayacaktın" buyurmuştur. Bu, "Biz sana, bu kat kat azâbt
tattırmak istediğimizde sen, seni bizim azabımızdan ve cezamızdan kurtaracak
hiç Kimseyi bulamazsın" demektir. Allah en iyisini bilendir.
[260]
Peygamberlerin masum
olduklarını kabul etmeyenler bu ayetle
istidlal ederek şöyle
demişlerdir: "Bu ayet, peygamberlerden büyük günahların sudur
edebileceğine birkaç yönden delâlet etmektedir:
1) Ayet, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, Allah'a karşı,
neredeyse iftirada bulunma durumuna geldiğine delâlet etmektedir. Halbuki
Allah'a karşı İftirada bulunmak, büyük günahlardandır.
2) Ayet, Allah Teâlâ'nın, onu sabit kadem tutmaması ve
korumaması halinde, O'nun neredeyse müşriklerin dinlerine ve görüşlerine
meyletme noktasına geldiğine delâlet etmektedir.
3) Şayet ondan böyle bir suç ve hatâ sudur etmeseydi,
böylesi şiddetli bir tehdidin zikredilmesine gerek kalmazdı.
Bunların birinci
görüşüne şu şekilde cevap verebiliriz: Kâde fiilinin manası "olayazmak,
yaklaşmak"tır. Binâenaleyh ayetin manası, "o, neredeyse fitneye düşecekti..."
şeklinde olur. Halbuki bu kadarcık ifade, onun o fitneye düştüğünü göstermez.
Çünkü biz, Kâde'l-emîru en yadribe fülânen" "Emir, neredeyse,
*aJancayı dövecekti" dediğimizde, bu ifâdeden, onun onu dövdüğü
anlaşılmaz.
İkincisine de şu
şekilde cevap verebiliriz: Levlâ, başkası bulunduğu için, o şeyin yolduğunu,
bulunmadığını ifade eder. Meselâ sen, "Levlâ Aliyyun leheleke Ömeru"
dediğinde, bunun manası, "Ali'nin bulunması, Ömer'in helak olmasını
engellemiştir" şakinde olur. İşte burada da böyledir. Binâenaleyh,
ifadesinin manası, "Allah Hz. Muhammed (s.a.s)'i hak üzerinde kararlı
tutmuştur. ttnton aleyh, Allah'ın onu bu şekilde tutması onun, onların
fikirlerine meyletmesine mani olmuştur" şeklinde olur.
Üçüncüsüne de şu
şekilde cevâp veririz: Masiyyete mukabil ifade edilen bu tehdit, Hz.
Peygamberin onu işlediğine delâlet etmez. Buna, pekçok ayet delâlet etmektedir.
Meselâ Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer o, bazı sözleri bize karşı kendiliğinden
uydurmuş oisayd:, elbette onun sağ elini ahverirdik. Sonra da, hiç şüphesiz,
onun kalb damarını koparırdık" i,Ha*&&. 44-46); "Eğer
(bilfarz) şirk koşarsan, celâlim hakkı için, amelin boşa gider ve muhakkak
hüsrana düşenlerden olursun" (Zumer, 65) ve "Kâfirlere ve münafıklara
itaat etme"{Ahz&b, i) ayetleri bunlardandır. Allah en iyisini Nendir.
[261]
Alimlerimiz, "günahlardan ancak
Allah'ın tevfiki ile korunulabilir" şeklindeki sözlerinin doğruluğuna,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer sana sebat vermiş olmasaydık, andolsun ki, sen onlara
biraz meyledecektin" ifadesiyle istidlalde rulunarak şöyle demişlerdir:
"Allah Teâfâ, Hz. Muhammed (s.a.s)'i hak üzerinde sabit kadem kılmaması
halinde, onun O' kâfirlerin, fikirierino meyledeceğini beyan Duyurmuştur. Hz.
Muhammed (s.a.s)'in, din kuvveti ve kati inancının katıksızlığı hususunda
başkasından çok çok kuvvetli olduğunda hiç şüphe yoktur. Binâenaleyh Ajiah,
onun küfürden ve dalâletten masum kalmasının, ancak kendisinin yardımı ve
desteğiyle olduğunu beyân buyurunca başkaları hakkında bunun olması haydi haydi
evlâdır.
Mutezile ise şöyle
elemiştir: "Ayette bahsedilen bu, "hak üzerinde sabit kadem
kılma" ifadesiyle kastedilen, o peygamberi o işten vazgeçiren lütuflardır.
Bu lütuflar da, onun hatırına gelen, Allah'ın vaadi ve vaîdi; Allah katından
gönderilen bir kimsenin böyle bir şey yapamayacağı şeklindeki
düşüncesidir."
Mutezile ye şu şekilde
cevap verebiliriz: Ayette zikredilen bu "sağlamlaştırma" (tesbît)
mn,Allah'ın, o peygamberinin o mahzurlu işe girmesine engel olacak bir fiili
olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh, bun*t göre biz diyoruz ki, peygamber
hakkında, o mahzurlu ameli işlemeyi gerektiren bir şey olmasaydı, bu engeli
yaratmaya gerek kalmazdı. Bu engeli yaratmaya ihtiyaç duyulduğuna göre, biz, o
işi yapmasını gerektiren şeyin peygamberin elinde tahakkuk ettiğini ve Allah'ın
yarattığı o engelin de, peygamberdeki, o işi yapmayı gerektiren o sebebe mâni
olduğunu anlamış olduk. Bu ise ancak biz, "kulun kudretiyle, sebebin bir
araya gelmesi, o işi yapmayı gerektirir" dediğimizde tam olur.
Binâenaleyh, ilk sebebe tamamen zıd olan başka bir sebep bulunduğunda, o ilk
sebep bozulur ve o fiil meydana gelmez. Biz de işte bu manayı kastediyoruz.
Allah en iyisini bilendir.
[262]
Kaffâl (r.h.) şöyle
der: "Biz, bu ayetin sebeb-i nüzûlû hususunda, yukarda bahsedilen izahları
yaptık. Bizim bu
ayeti, inişine vesile
olan herhangi bir şeye bağlamaksızın da tefsir etmemiz mümkündür. Çünkü
müşriklerin, Hz, Peygamber (s.a.s)'in peygamberliğini iptal etmek için, her
şeyi yaptıkları malumdur. Binâenaleyh, onlar bir keresinde, "Şayet sen,
bizim putlarımıza ibâdet edersen, biz de senin ilâhına ibâdet ederiz"
dediler de, Cenâb-ı Hak, "De ki: "Ey kâfirler, ben sizin
taptıklarınıza (apmam "(Kâfirûn, 1-2) ve "onlar arzu ettiler ki sen
yumuşak davranasm da kendileri de yumuşaklık göstersinler" (Kalem, 9)
ayetlerini inzal buyurdu. Yine onlar, Peygamberlik iddiasından vazgeçmesi için
pekçok mal ve güzel kadınlar teklif etmişlerdi de, bunun üzerine Allah Teâlâ
"... dünya hayatına ait zînetlere ve debdebelere sakm iki gözünü dikme...
"ruha, 131) ayetini inzal buyurdu. Yine onlar, mü'minleri, yanından
kovmasını istemişler, bunun üzerine Hak Teâlâ "Sabah akşam Rabierine, sırf
O'nun cemâlini dileyerek, duâ edenleri kovma" (En'&m. 52) ayetini
indirmiştir. Binâenaleyh, bu ayetler de bu konuda nazil olmuş olabilir. Bu böyledir.
Çünkü onlar, Hz. Peygamberi, dininden vazgeçirmeyi ve yolundan alıkoymayı
istemişlerdi. İşte bundan dolayı, Allah Teâlâ da peygamberini, dosdoğru olan
dini ve müstakim olan caddesi üzerinde sabit kadem tuttuğunu beyân buyurmuştur.
Binâenaleyh, eğer bu şekilde bir açıklama yaparsak, bu ayetin tefsiri hususunda
rivayet edilen o şeylerin hiçbirine ihtiyaç kalmaz." Allah en iyisini
bilendir.
[263]
"Yakında seni,
neredeyse, bu yerden çıkarmak için her halde rahatsız edecekler. O
takdirde kendileri de arkandan pek az kalacaklardır. Bu durum, senden evvel
gönderdiğimiz peygamberler için de bir sünnettir. Sen bizim tutumumuzda
hiçbir değişiklik bulamazsın" {İsrâ, 76-77).
Bu ayet hakkında iki
görüş bulunmaktadır:
1)Katâde şöyle der: "Bunlar, Mekkelilerdir. Onlar,
Hz. Peygamber'i Mekke'den çıkarmayı planlamışlardı. Binâenaleyh, şayet onlar
bunu yapacak olsalardı, derhal cezalandırılacaklar, kendilerine asla mühlet
tanınmayacaktı. Ancak ne var ki Allah, onların onu oradan çıkarmalarına mâni
oldu. Derken Cenâb-ı Hak, peygamberine oradan çıkmasını kendisi emretti. Sonra
onların, Hz. Peygamber'in Mekke'den çıkışından sonra Mekke'deki katmaları da
fazla süreli olmadı. Çünkü Allah, bunun peşinden onların üzerine, Bedir'deki o
kılıçtan geçirilme ve ölüm cezasını salıverdi." Bu, aynı zamanda Mücâhidin
de görüşüdür.
2) İbn Abbas (r.a) şöyle der: Hz. Peygamber (s.a.s)
Medine'ye hicret edince, yahudiler, ona haset eder ve peygamberin kendilerine
yaklaşmasını hoş karşılamayarak şöyle derler: "Ey Ebu'l-Kasım!
Peygamberler hep Şam diyarından çıkmıştır. Orası mukaddes bir beldedir. Aynı
zamanda Hz. İbrahim'in de meskenidir. Binâenaleyh, sen şayet Şam'da huruç
etseydin, biz seni tasdik eder ve sana uyardık. Halbuki biz, senin orada
çıkmana mâni olanın, Rûm korkusu olduğunu biliyoruz. Binâenaleyh, sen şayet
Allah'ın elçisi olsaydın, Allah seni onlardan korurdu." Bu sırada Hz.
Peygamber (s.a.s) Medine'ye birkaç mil uzakta ordugâh kurdu. Buranın,
Zü'l-Huleyfe olduğu da söylenmiştir. Derken, ashabı Hz. Peygamber'in yanında
toplanıverdi ve ahali, Peygamber kendilerinin Allah'ın dinine girmelerini çok
istediği için, onun Şam'a gitmeye hazırlandığını gördüler. İşte bunun üzerine
bu ayet nazil oldu ve O da bu işten vazgeçti.
Birinci görüş,
Zeccâc'in tercihidir. Doğru olan da budur. Çünkü bu sûre Mekkfdir. Eğer ikinci
görüş doğru olursa, bu ayet Medenî olur. Binâenaleyh ayetteki. "Arz"
(yeryüzü) kelimesi ile, birinci görüşe göre Mekke, ikinci görüşe göre Medine kastedilmiş
olur. Kur'ân-ı Kerim'de, belli bir yer kastedilerek, "arz"
kelimesinin kullanılması çoktur. Meselâ, "yahud yerden
sürülmeleri"'(Mawe, 33) yani "bulundukları yerden" buyurulmuştur.
Yine, "Katiyyen bu yerden ayrılmam" (Yusuf, so) yani, "yiyecek
almak maksadıyla geldiğim bu yerden" denilmiştir. Buna göre şayet Allah
Teâlâ, Mekke'y' murad ederek, "Biz nice memleketleri, seni çıkaran o (öz) memleketinden, daha
kuvvetli oldukları halde, helak ettik"(Muhammed, 13) buyurmuş ve buradaki
"memleket" kelimesi ile, memleketin ahâlisini kastetmiştir. Böylece
Altah Teâlâ, onu çıkardıklarını beyan etmiş, bu ayette ise, "Yakında seni,
neredeyse bu yerden çıkarmak için mutlaka rahatsız edecekler" buyurmuştur.
Binâenaleyh bu ayette geçen "yer" ile Mekke'nin kastedildiğini
söyleyenlere göre, bu iki ifadenin arası naşı! te'lif edilir
(uyuşturulur)?" denilirse, biz deriz ki; Onlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'i
oradan çıkarıp sürmeyi kafalarına koymuşlardı. Ama Hz. Peygamber onların
çıkarmaları ile değil, Allah'ın emri ile oradan çıkmıştır. Böylece, bu iki
ifade arasında bir zıdlık olmamış olur.
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, "O takdirde kendileri de Senden sonra pek az kalacaklar"
buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili iki mesele vardır:
[264]
Nâfî, İbn Kesîr, Ebu
Amr ve Âsim hâ'nın fethası ve lâm'ın sükûnu ile,bunu halfeke şeklinde
okurlarken, diğer kıraat imamları, hilâfeke (sana muhalif olarak) şeklinde
okumuşlardır. Ahfeş, hilâfekenin de, halfeke manasında olduğunu iddia etmiştir.
Yunus bu görüşü İsa'dan rivayet etmiştir. Bu tıpkı, "Resûlullah'dan geri
kalıp (savaşa çıkmayıp) oturmalarına sevindiler" (Tsvbe. si) ayetinde
olduğu gibidir. Şâir de:
"Evler,
arkalarından siliniverdi; öyle ki, (hurma çubuklarından) hasır ören kadınlar,
aralarına hasır çekmişti" demiştir.
Keşşaf sahibi şöyle
der: "Bu ayet, şeklinde okunmuştur. Übeyy (r.a) bu fiili izen edatını amel
ettirerek, la yelbesû şeklinde okumuştur. Buna göre, "Bu iki kıraatin
izahı nasıl yapılır?" denirse, biz deri2 ki: Birinci kıraate göre, fiil
fiile atfedilmiştir ve bu fiil, kâde fiilinin haberi makamında geldiği için
merfû olmuştur. Kâde'nin haberi olarak gelen fiil, isim yerindedir. Übeyy'in
kıraatında ise, bu cümle hep birlikte ve in kâdû cümlesine atfedilmiştir."
Daha sonra Hak
Teâlâ,"Bu durum, senden evvel gönderdiğimiz peygamberler için de bîr
sünnettir" buyurmuştur, yani, "Peygamberlerini içlerinden çıkarıp
süren her kavim hakkındaki sünnetullah, Allah'ın onları helak etmesidir"
demektir. Buna göre ayetteki, "Sünnet" kelimesi, te'kid için
getirilmiş mef'ûl-u mutlak olarak mansub olup, "Biz bunu, senden önceki inin sünnet kıldık" takdirindedir
Allah Teâlâ, sonra da
"Sen bizim tutumumuzda hiçbir değişiklik bulamazsın" buyurmuştur. Bu
"Allah, âdetini (sünnetini) bu şekilde yürüttüğü sürece, hiç kimsenin bunu
değiştirmesi mümkün değildir" demektir. Bu nususta sözün özü şudur, her
hadisenin belli bir vakte ve belli bir özelliğe tahsis edilmesi, o hadisenin
kendisinde bulunan bir şeyden ötürü değildir. Aksi halde onun hep o hal üzere
devam etmesi ve o sıfatlar hususunda kendisine benzeyen şeylerden
ayırdedilememesi gerekirdi. Aksine bu tahsis işi, bir muhassisin tahsisi ile
olmuştur. O halde bu tahsis, Allah Teâlâ'nın o şeyin o vakitte olmasını murad
etmesi, daha sonra da kudretinin, onu o vakitte meydana gelmesine taalluk
etmesi, ilminin de o hadisenin o vakitte meydana geleceğini bilmesi demektir.
Sonra biz deriz ki, bu tahsisde (yani bu hadisenin o belli zamanda meydana
gelmesinde) müessir olan bu ûç sıfat, eğer ezelî-ebedî değil ise, bunun meydana
gelişi başka bir tahsise muhtaç olur. Böylece teselsül gerekir. Halbuki
teselsül muhaldir. Yok eğer bu sıfatlar kadîm ise. kadîm'in değişmesi
imkânsızdır. Çünkü kıdemi sabit olan şeyin, yokluğu nkânsızdır. Bu tahsisin
yapılmasında müessir olan o üç sıfatın değişmesi imkânsız ounca, takdir edilen
o şeylerde de değişikliğin olması imkânsız olur. Böylece bu aklî delil ile de,
Hak Teâlâ'nın, "Sen, bizim tutumumuzda hiçbir değişme bulamazsın"
buyruğunun doğru olduğu sabit olmuş olur.
[265]
"Güneşin (zeval
vaktinde) kayması anından, gecenin kararmasına kadar, güzelce namaz
kıl, sabah namazını da. Çünkü sabah namazı şâhidlidir. Gecenin bir
kısmında da uyanıp, sırf sana mahsus fazladan bir ibadet olmak
üzere, onunla
(Kur'ân'Ja) gece namazı kıl. Belki Rabbin seni bir makâm-ı Mahmûd'a
gönderecektir. Söyle de: "Ya Rabbi, beni sıdk ve selâmet girdirilişiyle
girdir, ssdk çıkanşıyla çıkar ve tarafından bana, hakkıyla yardım edecek bir
hüccet ver." De ki: "Hak geldi, batı! zail oldu. Şüphesiz ki bâtıl, hep zail
olacaktır" (İsra, 78-81).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[266]
Ayetin, önceki kısımla
münasebeti hususunda şu izahlar yapılmıştır:
1) Allah Teâlâ, ulûhiyyet, âhiret ve nübüvvet
meselelerini iyice izah edince, bunun peşinden, imandan sonra itaati
emretmiştir. İmandan sonra itaat ve ibadetlerin en kıymetlisi namazdır. İşte bu
sebebten ötürü, Allah bunu emretmiştir.
2) Allah Teâlâ, ''Yakında seni, neredeyse, bu yerden
çıkarmak için, mutlaka rahatsız edecekler" {isra, 76) buyurunca,
müşriklere karşı peygamberine yardım etmek için, ibadet etmesini emretmiştir.
Buna göre sanki ona, "Onların, seni diyarından çıkarma çabalarına aldırma,
onlara iltifat etme. Allah'a ibadet etmekle meşgul ol ve namazlarını edaya
devam et. Çünkü Allah Teâlâ, onların hilejtuzak ve serlerini senden savuşturur
ve senin elini onların ellerine, dinini onların dinine gâlib getirir"
denilmektedir. Bunun bir benzeri de, Tahâ Suresi'ndekİ, "O halde sen,
onlar ne derlerse sabret. Güneşin doğmasından evvel ve batmasından evvel,
Rabbini hamd ile teşbih et. Gecenin bir kısım saatlerinde ve gündüzün etrafında
da teşbih et ki
nzâ-yı (ilâhîye)
eresin" (Tan*. 130) ve "Andolsun biliyoruz ki onların söyleyip
durduklarından göğsün cidden daralıyor (ey habibim). Sen, hemen Rabbini, hamd
ile tesbîh et ve secde edenlerden ol. Sana ölüm gelinceye kadar da Rabbine
ibadet et" (Hicr 97-99) ayetleridir.
3) Yahudiler, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "Şam'a git,
çünkü orası peygamberler yurdudur" dediklerinde, Hz. Peygamber oraya
gitmeye azmetti. İşte o zaman ona sanki, "Kendisine ibâdet edilecek
ma'bûd, her beldede aynıdır. Zafer ve devlet (güç-kuvvet), ancak O'nuh te'yîdi
ve muzaffer kılmasıyla olur. Binâenaleyh sen, namazlarına devam et, yurduna
dön, oraya dönüp girdiğinde de, "Rabbim beni sıdk ve selamet
girdirilişiyle girdir, sıdk çıkarıhştyla çıkar ve bu beldede dinini anlatmam ve
şeriatını ortaya koymam için bana yardımcı bir hüccet ver" demesini
emretmiştir. Allah en İyi bilendir.
[267]
Dilciler ve
müfessirler, "dülûku'ş-şems"in ne manaya olduğu hususunda şu iki
değişik görüşü belirtmişlerdir:
1) Bu, güneşin batması demektir. Bu görüş, bir grup sahabeden
rivayet edilmiştir. Vahidî, el-Basît isimli
Hz. Ali (r.aVnin bunun "güneşin batması" manasına olduğunu
söylediğini nakletmiştir. Zerr b. Hubeyş de Abdullah b. Mes'ûd'un,
bu ifâdenin "güneşin batması" manasına geldiğini söylediğini rivayet
etmiştir. Sa'îd b. Cübeyr de aynı görüş İbn Abbas (r.a)'den rivayet etmiştir.
Bu görüş Ferrâ ile, muteahhirînden (sonraki âlimlerden) olan İbn Kuteybe'nin de
görüşüdür.
2) Bu, "güneşin göğün tam ortasından, batıya doğru
kayması" demektir. Bu görüş de, ekserî sahabî ve tabiînin tercih ettiği
görüştür. Bu görüşü benimseyenler, bunun doğruluğu hakkında şu delilleri
getirmişlerdir:
Birinci Delil: Vahidî,
el-Basît adlı eserinde Câbir (r.a)'in şöyle dediğini nakletmiştir: "Hz.
Peygamber (s.a.s) ile ashabı, bende yemek yediler. Sonra da, tam güneşin zeval
vakti çıktılar. Hz. Peygamber (s.a.s), 'İşte bu, güneşin dulûk ettiği
zamandır" buyurdu.
İkinci Delil: Keşşaf
sahibi Hz. Peygamber {s.a.sj'in şöyle dediğini nakletmiştir:
CebrâiI (a.s) bana
güneşin zeval vaktinde, dulûku esnasında geldi ve öğle namazını kıldırdı."[268]
Üçüncü Delil:
Dilciler, Arapça'da, "dulûk"un "zeval" manasına geldiğini,
bundan Ötürü güneş, göğün tam tepesinden, öğle vakti batıya doğru döndüğünde,
dâliketün" denildiğini; yine battığı zaman da ona bu ismin verildiğini,
çünkü her id durumda da onun zail (kaymakta) olduğunu söylemişlerdir. Ezherî de
bunu bu şekilde açıklamıştır: Kaffâl şöyle der: "Dulûk'un esas manası
meyletmedir. Nitekim Arapça'da, "Güneş zevale doğru meyletti" ve
"Güneş batmaya meyletti" denilir. Bunu iyice kavradığında biz deriz
ki: "Buna göre ayetteki "dulûk" ile, güneşin göğün ortasından,
batıya doğru meyletmesinin -oymasının- kastedilmiş olması gerekir. Bu böyledir.
Çünkü Allah Teâlâ, namaz -imayı güneşin dülûkü vaktine bağlamıştır. Dülûk ise,
meyletmek ve kaymak demektir. Binâenaleyh bunun, kendisine namaz hükmü taalluk
eden, ilk meyi ve zeval vakti olduğunu söylemek gerekir. Binâenaleyh bu ilk
zeval, güneşin göğün ortasından batıya kaymaya başladığı an tahakkuk ettiğine
göre, bu namazın vacib (farz) oluşunun, du vakitte olması gerekir ki bu, ayette
bahsedilen dulûk ile, güneşin göğün ortasından "oeyletmesinin
kastedildiğini gösterir. Dolayısıyla bu, dilcilerin üzerinde ittifak ettikleri
-anaya binâen, bu konuda istinbât ettiğim güçlü bir delildir. Dilcilerin
ittifak ettiği şey ise, dülûk kelimesinin meyi ve zeval manasına geldiğidir. Allah
en iyi bilendir.
Dördüncü Delil: Ezherî
şöyle der: "Evlâ olan, bu "dülûk"u, gündüzün ikinci yarısındaki
güneşin zevali (batıya doğru inmesi) manasına hamletmektir. Buna göre ayetin
manası, "Güneşin zeval vaktinden, gecenin kararmasına kadar, namazı sürdür" şeklindedir.
Mananın böyle olması halinde bu ifadeye, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazları
girer. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Sabah namazını da (kıl)" buyurmuştur.
Binâenaleyh eğer "dülûk"u, güneşin zevali manasına alırsak, beş vakit
namazın hepsi de ayette zikredilmiş olur. Yok eğer bunu, sadece güneşin batması
manasına alırsak, ayetin hükmüne ancak üç vakit yani, akşam, yatsı ve sabah
namazı girmiş olur. Ama Allah'ın kelâmını, daha fazla şey ifade eden manaya
hamletmek daha evlâdır. Binâenaleyh, ayetteki dülûk ile zeval (güneşin göğün
ortasından batıya doğru kayışı) manasının murad edilmiş olması gerekir.
Ferrâ,
"dulûk"un, "güneşin batması" manasına olduğu görüşüne
şâirin
"Bu, Rabah'm.
güneş batmcaya değin ayakta duran (istirahata çekilmeyen) iki ayağının kaldığı
yerdir" şeklindeki beytini delil getirmiştir. "Berâh" güneşin
adı olup, şiirdeki ifadesi, "Batıncaya kadar" manasındadır. Ibn
Kuteybe de Zü'r-Rumme'nin şu beytini buna delil getirmiştir:
"Bunlar öyle
lambalardır ki, ne yıldızlar onlara öncülük ederler, ne de onların felekleri
batar."
Bil ki bu istidlal
zayıftır. Çünkü bize göre, "dülûk" meyletme ve değişme demektir. Bu
mana ise, güneşin batışında mevcuttur. Bu sebeble, güneşin batışı da bir çeşit
"dülûk"tur. O halde, "dülûk"un, güneşin batması manasında
kullanılması, "güneşin zevali" manasında kullanılmasına mani
değildir. Bu tıpkı "canlı" kelimesinin insan için kullanılmasının,
"at" için kullanılmasına mâni olmaması gibidir. Bazı kimseler, o
görüşün doğruluğuna şu şekilde de istidlalde bulunmuşlardır: "Dulûk,
ovalamak manasına olan "delk" masdarından müştaktır. Çünkü insan
güneşe baktığında gözlerini ovalar. Bu ise ancak güneşe bakılabildiği zaman
için doğru olur. Ama güneşin göğün ortasında iken bakılmasının mümkün olmadığı
malumdur. Fakat batmaya yaklaştığında güneşe rahatça bakılabilir. İnsan güneşe
o esnada baktığında, gözlerini ovalar. O halde "dulûk"un, güneşin
battığı zamanla ilgili olduğu sabit olur." Bu istidlale şu şekilde cevap
verilir: Böyle bir açıklamaya, güneşin göğün tam ortasında olduğu zaman için
ihtiyaç duyulur. Binâenaleyh "dülûk"un, güneşin zevali manasına
olduğu şeklindeki görüşüm daha uygundur. Allah en İyi bilendir.
[269]
Vahidî şöyle der:
"Li-dülûkl" ifâdesindeki lâm harf-i cerri, sebep ve illet bildirir.
Bu böyledir. Çünkü o namaz, ancak güneşin zevali ile farz olur. Bundan dolayı
namaz kılan kimsenin, güneşin zevali sebebi ile o namazı kılması gerekir.
[270]
Cenâb-ı Hak,
"Gecenin kararmasına kadar" buyurmuştur. "Gasaki'l-leyl", gecenin
karanlığı demektir. Kisâî şöyle der: "Arapça'da "gece iyice karardı"
denilir. Binâenaleyh sîn'in fethası ile, "gasak", kararma (yani
masdar) değil, karanlık (yani isim)dır. Nadr b. Şumeyl şöyle der: "Bu
ifâde, gecenin ilk başlangıcı manasınadır. Nitekim Arapça'da, görülebilen
şeyler, görülemez hale geldiği an falanın yanına geldim" manasında
denilir. Bu kelimenin asıl manası, "akmak"tır. Nitekim Arapça'da, denilir ki bu,
"Göz'den yaş akması" demektir. "Gâstk"da, akan
demektir. Bundan ötürü
cehennemliklerin bedenlerinden akan kan ve irine, gassak" denilir.
Binâenaleyh "Gece, bütün karanlığı
ile bastırdı" demektir. Bu böyledir. Çünkü gece olunca karanlık bütün
âlemi kuşatır ve bastırmış gibi olur.
Müfessirlerin görüşüne
gelince, İbn Cüreyc şöyle der: " Atâ'ya "Gasakı'l-leyl" "
demektir?" diye sorduğumda o,"gecenin başlangıcıdır" diye cevap
verdi. Nafî b. el-Ezrak, İbn Abbas (r.a)'a, "gassak'ı sorduğunda, İbn
Abbas, "o, gecenin sanlığmın
basması, başlamasıdır" demiştir. Ezherî de şöyle der: "O an, şafak
kaybolduğunda ve karanlıklar üst üste gelip, ortalık zifiri karanlık olduğu
andır. Nitekim Arapça'da, göz yaşla dolup taştığında,;yara kanla dolup
taştığında denilir. Çünkü biz, kelimeyi bu manaya hamledersek,
gasakılleyl" ifadesine, dört vakit namaz, öğle, ikindi, akşam ve yatsı
girmiş olur. Fakat bunu, karanlığın başlaması manasına alırsak, bu ifâdenin
içine sadece Öğlen fte akşam girer. Binâenaleyh birinci mananın daha evlâ
olması gerekir."
Bil ki bu iki görüşe
önemli bir mesele dayanır. Çünkü biz, "gasak'ı, karanlığın başlangıcı
manasına alırsak, bu, akşamın ilk vakti demek olur. Bu durumda da, ayette şu üç
vakit belirtilmiş olur: Zeval vakti, akşamın ilk vakti ve sabah vakti. Bu da
zevalin, hem Öğle hem de ikindi namazı vakti girmiş olur. Binâenaleyh bu vakit,
bu iki namaz için müşterek bir vakit olmuş olur. Yine bu, akşamın (gecenin) ilk
vaktinin, akşam ve yatsı için bir vakit olmasını gerektirir. Binâenaleyh bu
vakit de, bu iki namaz için, müşterek vakit olmuş olur. Bu sebeble bu, mutlak
manada öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı namazlarının cem edilebileceğini
gerektirir. Fakat insan mukîm iken, herhangi bir mazeret yok iken bu namazların
cem edilemeyeceğine delil vardır. Bu sebeple bu cem'in seferîlik, yağmur ve
benzeri mazeretler sebebiyle caiz olması gerekir. Fakat bu kelimeyi, gecenin karanlığının
üst üste binmesi, zifiri karanlık manasına tefsir edersek, bu karanlık ancak,
beyaz olan şafak tamamen kaybolduğunda gerçekleşir. ifadesindeki ilâ harf-i
cerri, intihâ-ı gaye (mesafenin, zamanın sonunu göstermek) içindir. Bir
mesafeye (sona) kadar uzanan hüküm ise, o son gelmezden önce meşru (farz) olur.
Binâenaleyh namazların hepsinin, akşamın beyaz şafağı tamamen
kaybolmazdan önce kılınmasının caiz olması gerekir. Bu da ancak, namazların,
akşamın kırmızı şafağı kaybolduğu zaman vâcib (farz) olacağını söylediğimizde
doğru olur. Allah en iyi bilendir.
[271]
Ayetteki ''Sabah
Kur'ân'ı" ifadesine gelince, âlimler bununla, sabah namazının murad
edildiğinde ittifak etmişlerdir. Bu kelime, "Namaz kıl" ifadesindeki,
"namaz" kelimesine atfedilmiş olup, takdiri, "o namazı
kıl ve sabah namazını da kıl" şeklinde olur. Bu ifâde ile ilgili birkaç
incelik vardır:
Birinci İncelik: Bu ayet, namazın ancak
kıraatte (Kur'ân okumayla) tam olacağını gösterir.
İkinci İncelik: Allah
Teâlâ bunda, Kur'ân'ı, fecre muzaf kılmıştır. Buna göre kelamın takdiri,
"Fecrin Kur'ân'ını da yerine getir" şeklinde olur. Bu sebeple, bu
kıraatin, fecrin doğmasına bağlanmış olması gerekir. Sabah vaktinin ilk
başlangıcında ise, fecir tahakkuk etmiş olur. Çünkü fecr, bu adı gecenin
karanlığının, sabahın nurundan dolayı adetâ varıldığı için almıştır. Emrin
zahiri, vücûb (farz oluşu) ifade eder. Binâenaleyh bu lafız, sabah namazının,
fecrin doğduğu ilk vakitte kılınmasının vacip olduğunu gösterir. Fakat biz
bunun vâcib olmadığında ittifak ettik. Bu sebeple geriye bunun mendûb oluşunun
kalması gerekir. Çünkü vücûb, terke mani olan üstünlük demektir. Binâenaleyh
vücûbun gerçekleşmesine bir manî bulunduğunda, terke mâni olan şeyin de kalkmış
olması gerekir ve muhalif delil ortaya konuncaya kadar, bu asıl üstünlüğün
sürmesi gerekir, Binâenaleyh ayetin sabah namazını, vaktinin başlangıcında
kılmanın daha efdat olduğunu gösterdiği anlaşılır. Bu ise, İmam Şafii'nin,
"sabah namazını alaca karanlıkta kılmak, ortalık aydınlanmaya başladığı
zaman kılmaktan daha efdaldir" şeklindeki görüşünün doğruluğuna delâlet
eder. Allah en iyi bilendir.
Üçüncü İncelik:
Fakîhler, sünnet olanın, sabah namazındaki kıraatin, diğer namazlardaki
kıraatlerdan daha uzun olması gerektiğini beyân etmişlerdir. Binâenaleyh
ayetteki, "sabah Kur'ân V'ndan maksad, bu namazda, uzun okumaya teşvik
etmedir. Çünkü bizatihi zikredilmiş olmak, o şeyin başkasından daha mükemmel
olduğuna delâlet eder.
[272]
Dördüncü İncelik:
Cenâb-ı Hak, sabah namazının Kur'ân'ını (kıraatini) "meşhûd"
(şâhidlidir, müşahede edilir, seyredilir) olarak nitelemiştir. Ekserî alimler,
bunun şu manaya olduğunu söylemişlerdir: Gece ve gündüz melekleri, sabah
namazında imamın arkasında bir araya gelirler. Gündüz melekleri, insanlar sabah
namazını kılarlarken ve gece melekleri henüz göğe çıkmadan yeryüzüne inerler.
Binâenaleyh imam sabah namazını bitirdiğinde gece melekleri yukarı
çıkar, gündüz melekleri yeryüzünde kalırlar. Gece melekleri yukarı
çıktıklarında, "Ey Rabbimiz, kulların, sana namaz kılarlarken onlardan
ayrıldık" derler. Gündüz melekleri de, "Ey Rabbimiz, kullarına, onlar
namaz kılarlarken ulaştık" derler. Allah Teâlâ da bütün meleklerine,
"şâhid olun ki onları bağışladım ve günahlarını affettim" der. Ben de
derim ki: Bu izah, sabah namazını alaca karanlıkta (erkenden) kılmanın, ortalık
aydınlanmaya başlayınca kılmadan daha efdal olduğu hususunda güçlü bir
delildir. Çünkü insan o namaza, sabahın ilk vaktinde başladığında, henüz
karanlık sürmektedir. Namaz, tertilli ve uzun Kur'ân okuyuşu sebebiyle
uzadığında, karanlık kaybolmaya ve aydınlık ortaya çıkmaya başlar. O esnada da
gündüz melekleri gelmiş olur. Bu yolla da, bu namaz esnasında hem gece, hem de
gündüz melekleri bulunmuş olur. Fakat insan o namaza, ortalık aydınlanmaya yüz
tuttuğu bir sırada başlarsa, ortada karanlık kalmamış olur. Dolayısıyla da o
zaman, hiçbir gece meleği bulunmamış olur ve bu sebeple de anlatılan husus
tahakkuk etmemiş olur. Binâenaleyh ayetteki "Çünkü sabah namazı
şâhidlidir" ifadesinin, bu namazı alacakaranlıkta kılmanın daha efdal
olduğu hususunda güçlü bir delil olduğu anlaşılır.
[273]
Bana göre bu ifâdenin
tefsirinde bir başka ihtimal de şudur: Her ne zaman daha büyük ve mükemmel
hadiseler meydana gelse, bunlarla Allah'ın kudretinin mükemmel olduğuna
istidlal etmek de o derecede mükemmel olur. Binâenaleyh insan, sabah namazını,
vaktinin ilk başında edâ etmeye başladığında alemdeki o güçlü karanlık devam
ediyor olur. O namaz esnasında Kur'ân kıraati uzadığında, bu karanlık yavaş
yavaş aydınlığa dönüşür. Karanlık, ölüme ve yokluğa uygundur. Aydınlık da
hayata ve varlığa uygundur. Bu durumda insan, uykusundan kalktığında, ölümden
hayata, yokluktan varlığa geçmiş gibi olur. Sonra o, bununla beraber namazı
esnasında bütün âlemin zulmetten aydınlığa, ölümden hayata, sükûnetten harekete
ve yokluktan varlığa geçtiğini müşahede eder. İşte bu durum, akılların ve
ruhların böylesi bir geçirmeye ve değiştirmeye yüce hikmeti ve sonsuz kudreti
ile, âlemin müdebbiri olan bir yaratıcının ancak kadir olacağına şahadet
ettiği, çok harikulade bir haldir. O zaman akıllar, bu bilginin nuru ile
aydınlanır ve akıl ile ruha ilâhî-rûhânî mükaşefe kapılan açılır. Böylece
uzuvların amellerinden ibaret olan o namaz, bu ilahî mukaddes mükâşefeler ile,
müşahede edilen, meşhûd olan bir şey olur. İşte bundan dolayı zevk-i selimi ve
müstakim (doğru) bir tabiatı olan her insan, uykusundan uyanıp, sabah namazını
ilk vaktinde kılıp, âlemin hallerinin, mevcut karanlıktan aydınlığa, sükûnetten
harekete doğru değişmesini düşündüğünde, kalbinde bir genişlik, bir rahatlık,
ilim nurunda ve yakîn gücünde bir atış hisseder. İşte ayetteki, "Çünkü
sabah namazı şâhidlidir" ifâdesi ite anlatılan budur. Böylece, bu düşünme
ve tefekkür, ancak sabah namazının henüz gece ağarmadan kılınması esnasında
olur. Hatırıma gelen izah budur. Allah ne murad ettiğini en iyi bilendir.
[274]
Ayette üçüncü bir
ihtimal daha vardır ki bu da, bu ifadeden, sabah namazının cemaatle edâ
edilmesine bir teşvikin kastedilmiş olmasıdır. O zaman mana, sabah namazının
çok cemaat tarafından meşhud, (şahitli) olmasıdır. Bunu daha fazla açıklamak
üzere deriz ki: Bu namazın, kalbin tasfiyesi (saflaştırılması) ve
aydınlanmasından tesirinin diğer namazların tesirinden daha fazla olduğunu
beyân etmiştik. İşte müslümanlardan bir cemaat, bu ibadeti edâ etmek için
mescide gelip hazır olduklarında, herbirinin kalbi aydınlanır ve nurlanır.
Sonra bu cemaat haline gelme sebebiyle sanki marifetullah nuru ile, bu esnada
Allah'a yapılan taatın nuru, onların kalblerinden birinden diğerine akseder.
Böylece de onların ruhları, sanki üzerlerine güneş ışıklan düşüp de, karşılıklı
birbirine tşık aksettiren birçok ayna gibi olurlar. Çünkü bu aynalardan herbir
aynanın ışığı diğerine akseder. Sabahleyin cemaatle namaz kılanlar için de
durum böyledir. İşte bu sebeple zevk-i selîm sahibi olup, bu vakitte o namazı
cemaatle edâ eden herkes, kalbinde bir genişlik, bir aydınlanma ve bir huzur
bulacaktır.
Beşinci İncelik:
Ayette, "Sabah namazım kıl, çünkü sabah namazı şâhidlidir" buyuru I m
ustur. Sabah namazının şâhidli (meşhûd) olmasının sebebi hakkında, bir başka
ihtimal daha vardır ki o da şudur: İnsan gece boyunca uyuyup, bu esnada dünya
hallerini gözetmekten mahrum olup da, maddî hadiselerin şekil ve suretleri,
onun hayalinin, fikrinin ve aklının levhalarından silinerek, böylece o
levhalar, üzerine kötü nakışlar yazılıp, sonra bu nakışlar âdeta yıkanmış,
silinmiş levhalar haline gelince; işte uykudan ilk kalkışında, insanın aklının,
fikrinin ve hayalinin levhaları, bozuk ve kötü nakışlardan temizlenmiş ve
mutahhar hale gelir, insan bu vakitte, Allah'a ibadete, O'nun münezzeh olduğunu
anlatan kelâmını okumaya ve O'nun yüceliğini gösterecek fiiller yapmaya
başladığı zaman, aklının, fikrinin ve hayalinin levhalarında, bu temiz ve
mukaddes nakışlar belirir. Bu nakışların belirişi ise, bozuk nakışların
hakimiyetine ve orada iyice kök salmasına mâni olur. Bunlar, dünyaya ve
dünyanın şehvetlerine meyletmeden dolayı ortaya çıkan nakışlardır. İşte bu
yolla, tamamen marifetullah'a muhabbetullah'a ve Allah'a itaata doğru olan
temayüller süzülür ortaya çıkar, temayüz eder; dünyaya ve onun şehevî
arzularına olan temayüller ise zayıflar. Bunu iyice anladığında biz deriz ki:
"Bu hikmet ancak, mü'min, gece ağarmadan uykusundan kalktığı o ilk esnada,
hemen namaza yöneldiği zaman tahakkuk eder. Bu da, maksûda ulaştırır. Bil ki
insanların ekserisi kalb hastalıklarına düçâr olmuşlardır. Bu hastalıklar,
dünya sevgisi, hırsı, hased, övünme ve mal-evlâd çokluğu ile iftihar etmedir.
Dünya, hastalar evidir. O, hastalarla dolu olduğu için, peygamberler de sanki
mahir ve becerikli doktorlar gibidir. Hastanın bazan hastalığı artar da,
sağlığına ancak, kuvvetli tedavilerle yeniden kavuşabilir. Bazan hasta bilmez
de, doktorun tavsiyelerine uymaz ve çoğu zaman ona muhalefet eder. Fakat
doktor, şefkatli ve becerikli olduğunda, elinden gelen her çareye başvurarak bu
hastalığı yok etmeye çalışır. Bunu yoketmeye kadir olamazsa da, hiç olmazsa onu
azaltmaya, hafifletmeye gayret eder. İşte bunu anladığında deriz ki: Dünya
sevgisi hastalığı, bütün insanları sarmıştır. Bunun, marifetullah'a, Allah'a
hizmete ve taata davetten, yönelmeden başka ilacı yoktur. Bu ilaç ise,
nefislere ağır gelir. Bu tedaviyi kabul edip, boyun eğen pek azdır. Şüphe yok
ki peygamberler, bu hastalığı azaltmaya, anlattığımız şekilde, hastalığın
izâlesine faydası olacak tarzda uykudan uyandıkları o ilk vakitte insanları
hemen taat ve ibadete yönelmeye teşvik etmek için çaba sarfetmişlerdir.
Binâenaleyh bu ibadet ile işe başlamak gerekmiştir. Sözünün sır ve
inceliklerini en iyi Allah bilir.
[275]
Cenâb-ı Hak "Gecenin bir kısmında da uyanıp, saf
sana mahsus fazladan bir ibadet olmak üzere, onunla gece namazı kıl"
buyurmuştur. Bil ki Allah Teâlâ, remz ve işaret yoluyla beş vakit namazı
emredince, bunun peşinden, gece namazına teşvik eden beyanını getirmiştir. Bu
konuda birkaç d ahi s vardır:
Birinci Bahis:
Teheccüd, gece kılınan namazdır. Buna göre, teheccüd emri "gece kalk,
namaz kıl" manasrndadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Gecenin saatlerinden
b* kısmının dışındaki saatlerce kalk (gecenin) yansı miktannca. Yahut ondan
birazını eksilt. Yahut (o yarının) üzerine (biraz) artır. Kur'ân'ı da açık
açık, tane tane oku" ı, 2-4) buyurmuştur.
İkinci Bahis: Vahidî
şöyle demiştir: Hücûd kelimesi, Arapça'da "uyku" manasına :iup.
şiirde bu manada çokça kullanılmıştır. Nitekim, "onu uyuttum"
manasında, denilir. Lebid'in şu şiiri de bu manadadır:
"Gece öyle uzadı
ki, neticede biz uyuyuverdik" Sanki Lebîd şöyle demektedir: Uyuttu bizi.
Çünkü gece bize öyle uzun geldi ki, derken bizi uyku bastı." Ebu Ubeyd,
Ebu Ubeyde'den, "hâcid"in, "uyuyan kimse" ve "gece
namaz kılan kişi" manalarına geldiğini nakletmiştir. Bu sözün bir benzerini
Sa'leb, İbnu'l-A'râbî'den rivayet etmiştir. Buna göre sanki o, "Kişi,
gecenin bir vaktinde namaz kıldı" manasında ve "gece uyudu"
manasında, demiştir. Bunlara göre bu lafız, ezdâddan (aynı anda iki zıd mana
ifade eden kelimelerdendir. Ezherî bu lafzın tefsiri hususunda orta yolu
bularak şöyle der: "Arapların kelâmında meşhur olan "hâcld"
kelimesinin "uyuyan kimse" manasına kullanılmasıdır. Sonra biz
şeriatta, namaz •ulmak için gece uykudan kalkan kimseye "müteheccid"
denildiğini gördük. Binâenaleyh, kendisinden uykuyu attığı için, onun bu ismi
aldığını söylemek gerekir. Bu tıpkı, kendisinden günahı (hinsi) attığı için,
ibâdet eden kimseye, "mütehannis" denilmesi gibidir. Yine zorluğu
(hareci) ve büyük günahı (ism ve hûb'u) kendisinden attı manasında,
"müteharric", "müteessim" ve "mütehavvib"
denilir.
Ben derim ki: "Bu
hususta, başka bir ihtimal daha vardır: İnsan, ölümden sonraki güçlüğünü
omuzuna alır. Binâenaleyh onun, bu uykuyu bırakışından gayesi, öldüğünde tatlı
uykuyu elde etmek olunca bu kalkış da o uykuyu elde etmek için olur. Bu sebeple
de "teheccüd" adını alır."
Burada, bir üçüncü
açıklama da şudur: Rivayet edildiğine göre Haccâc b. Amr el-Mazenî şöyle der:
"Sizden biri, gece kalkıp namaz kıldığında ve bu hal üzere sabaha
girdiğinde, teheccüdde bulunduğunu mu sanıyor? Teheccüd, uyuduktan sonra,
uyanıp namaz kılmak; sonra yeniden uyuduktan sonra uyanıp namaz kılmak; sonra
yeniden uyuduktan sonra uyanıp namaz kılmaktır. İşte Hz. Peygamber (s.a.s)'in
teheccüdü böyle idi." Bunu iyice anladığında, biz diyoruz ki: Böyle
teheccüd kılan insan, gece her namaz kılışında, yatmaya ve tekrar kalkmaya
niyetlenir. Binâenaleyh bu sebepten ötürü, bu namazın "teheccüd"
adını almış olması uzak bir ihtimal değildir.
Üçüncü Bahis:
Ayetteki, mine'l-teyl ifadesindeki min harf-i cerri'nin mutlaka bir müteallakı
olması gerekir. Fe-tehecced kelimesindeki fâ'nın da, üzerine atfedilmesi
gereken bir yer olması gerekir. Buna göre kelamın takdiri, "gecenin bir
kısmında kalk ve onunla gece namazı kıl" şeklinde olur. Buradaki
"onunla" ifadesi ile, "Kur'ân ile" manası kastedilmiş olup,
bu da "kendisinde Kur'ân okunan namaz" demek olur.
[276]
Dördüncü Bahis:
Arapça'da "nafile", asıl olana ilâve edilen, onun üzerinde fazla olan
şey" demektir. Bu kelimenin manasını, (En’am, ı) olmasının ne demek olduğu
konusunda, gece namazının Hz. Peygamber (s.a.s.)'e vacip olup olmamasına
dayanan iki görüş vardır: Bazı kimseler bu namazın Hz. Peygamber'e vacib (farz)
olduğunu, daha sonra farziyetinin neshedildiğini ve böylece Hz. Peygamber
(s.a.s)'in farz namazlarına ilave bir nafile namaz olarak kaldığını
söylemişlerdir.
Mücâhid ve Süddî, bu
kelimenin tefsiri hususunda, güzel bir açıklamada bulunarak şöyle demişlerdir:
"Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber'in geçmiş ve gelecek bütün günahlarını
bağışlamıştır. Binâenaleyh O'nun, farzların dışında yaptığı her ibadetinin,
günahlarının affedilmesinde bir tesiri yoktur. Aksine o ibadetlerin tesiri,
derecelerinin artmasında ve mükâfaatının çoğalmasındadtr. Binâenaleyh
Peygamberin bu tür ibadetlerinden maksadı, fazla mükafaat almaktır. İşte bundan
ötürü, O'nun fazladan yaptığı ibadetlere "nafile" denilmiştir. Ama
ümmeti böyle değildir. Çünkü onların, affedilmesi gereken birçok günahları
vardır. Binâenaleyh onlar günahlarının ve hatalarının affedilmesi için, böyle
nafile ibadetler yapmaya muhtaçtırlar. Binâenaleyh bu taatların başkası
hakkında değil, Hz. Peygamber için
ftazladan* oldukları sabit olmuş olur. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, nafileten leke
"Sırf senin için nafile olarak", yani, "Bunlar başkası hakkında
değil, senin hakkında "nafile"dir" buyurmuştur." İşte bu,
bizim yukarıda bahsettiğimiz izahtır.
Teheccüd namazının Hz.
Peygamber (s.a.s)'e vâcib (farz) olduğunu söyleyenler şöyle demişlerdir:
"Ayetteki, "Sırf senin için nafile olarak" ifadesinin manası,
"O namaz, diğer beş vakit namaza ilave olarak sadece sana farz
kılındı." Binâenaleyh sen, bu namaz ile, ümmetine temayüz ettin" şeklindedir."
Bu görüşü şu şekilde desteklemek mümkündür: "Ayetteki, "gece namazı
kıl" ifadesi emirdir ve emir sîgast vücub ifade eder. Dolayısıyla teheccüd
namazının Hz. Peygamber'e vacib olması gerekir. Binâenaleyh ayetteki, ''senin
için nafile olarak" ifadesini, vâcib olmama manasına alırsak, bir çelişki
ortaya çıkmış olur ki, bu normal değildir. Binâenaleyh bunun, "beş vakit
namaza ilave farz bir namaz olarak" manasında olması gerekir. Allah en iyi
bilendir.
Beşinci Bahis: Hak
Teâlâ'nın, "Güneşin (zeval vaktinde) kayması anından, geçenin kararmasına
kadar güzelce namaz kıl, sabah namazını da..." ayeti, zahiren her nekadar
Hz. Peygamber için olan bir emir ise de, mana bakımından ümmeti hakkında umûmî
bir emirdir. Bunun delili, ayetteki, "Gecenin bir kısmında da uyanıp, sırf
sana mahsus olarak nafile bir ibadet olmak üzere, o (Kur'ân ile) gece namazı
kıl" ifadesidir. Allah Teâlâ bununla, gece namazı ile ilgili emrinin,
sadece Hz. Peygamber'e ait olduğunu göstermiştir. Bu ise, beş vakit namazın
kılınması ile ilgili emrin, sadece Hz. Peygamber'e mahsus olmadığını gösterir.
Aksi halde teheccüd namazı ile ilgili emri, "sırf sana mahsus olarak"
ifadesi ile kayıtlamanın hiçbir manası olmazdı. Allah en iyi bilendir.
[277]
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, "Belki Rabbin seni bir Makam-ı Mahmûd a gönderecektir"
buyurmuştur. Müfessirler, Allah için kullanılan asâ (olur ki) kelimesinin,
"mutlaka, hiç şüphe yok ki" manasına geldiği hususunda ittifak
etmişlerdir. Meânî âlimleri şöyle demişlerdir: "Olur /(/'kelimesi,
arzulandırma manasına gelir. Binâenaleyh birisi birisine ümit verir, sonra da
onu ümidinden mahrum ederse, bu bir ar ve utanç olur. Allah Teâlâ ise, bir
kimseyi, herhangi bir şey hususunda ümitlendirip, sonra da onu ona vermemekten
son derece münezzeh ve kerimdir."
[278]
Ayetteki,
"Makam-ı Mahmûd" ile ilgili iki bahis vardır:
Birinci Bahis:
"Mahmûd" kelimesinin mansûb oluşu hususunda iki izah yapılmıştır:
a)
Kelime,
ayetteki "seni gönderecektir"
fiilinden "hâl" olmak üzere mansubtur, yani, "seni, mahmûd
(övülmüş) olarak gönderecektir" demektir.
b) Kelime, kendinden önceki "makam"
kelimesinin sıfatı olduğu için mansubtur. Bunun izahı açıktır.
İkinci Bahis:
"Makâm-ı Mahmûd"un tefsin hususunda birçok görüş vardır:
1) Bu, şefaat-ı Muhammedîdir. Vahidî şöyle der:
"Müfessirler, bunun şefaat makamı olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s), bu ayet hakkında, "Bu, üzerinde, ümmetime
şefaat edeceğim makamdır"[279]
buyurmuştur." Ben derim ki: Ayetin lafzı da bu manayı ihsas ettirmektedir.
Çünkü insan, ancak birisi ona hamdedip medh-ü sena ettiği zaman, mahmûd
(öğülmüş) olur. Hamd ise, ancak in'âma ve lutfa karşı yapılır. Binâenaleyh
ayette bahsedilen Makâm-ı Mahmûd'un, kendisinde, Hz. Peygamberin, bir grup insana
in'âmda (iyilikte) bulunup, o insanların bu iyilikten ötürü, onu övdükleri bir
makam olması gerekir. Bu iyilik, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, dini tebliğ etmesi
ve şeriatı öğretmesi olamaz. Çünkü bu zaten mevcuttu. O halde, ayetteki
"Belki Rabbin seni bir Makam-ı Mahmûd'a gönderecektir" ifadesi, bir
ümid vermedir. Halbuki insanı, zaten kendinde bulunan bir şeyi vaadederek
arzulandırmak imkânsızdır. Binâenaleyh kendisinden ötürü mahmûd olunacak
(hamdedilecek, teşekkür edilecek) bu in'âmın, insanlara daha sonra ulaşacak bir
in'âm (iyilik) olması gerekir. Bu ise, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, Allah yanında
ümmetine şefaatçi olmasıdır. Dolayısıyla bu, ayetin lafzının yani, "Beiki
Rabbin seni bir Makam-ı Mahmûd'a gönderecektir" ifadesinin, bu manaya
olduğunu gösterir. Hem sonra ayetteki "makam" ve "mahmûd"
kelimelerinin nekire (belirsiz) oluşu da, o makamda Hz. Peygamber için, büyük
bir övgünün, mükemmel bir hamdin (teşekkürün) olacağını gösterir. İnsanın,
kendisini azabtan kurtarmaya çalışan kimseye karşı hamdi (teşekkürü ve övgüsü),
bir bakıma ihtiyaç duymadığı mükâfaatını artırmaya gayret gösterecek kimseye
karşı olan hamdinden daha ileri olacağı malumdur. Çünkü insanın, büyük elem ve
kederlerinin giderilmesine duyduğu ihtiyaç, bir bakıma, elde etmeye ihtiyaç
duymadığı fazla menfaatları elde etmeye olan ihtiyacından çok çok fazladır.
Binâenaleyh bunun böyle olduğu sabit olunca, "Belki Rabbin seni bir
Makâm-ı Mahmûd'a gönderecektir" ifadesi ile, ehl-i sünnetin inancına göre,
cezaları kaldırma hususundaki şefaatin kastedilmiş olması gerekir. Ayetin lafzı
bu manayı çok kuvvetli bir biçimde hissettirip, aynı hususta sahih hadisler
bulununca, ayeti bu manaya hamletmek vacip olur. Şu meşhur duâ da. bu izahı
destekler: "Ya Rabbi, O (Muhammed'İ), evvelkilerin ve sonrakilerin gıpta
edeceği ve ona vaadettiğin Makam-ı Mahmûd'a ilet," Müslümanlar, Makam-ı
Mahmûd ile şefaat-ı Muhammediyenin kastedildiği hususunda ttifak etmişlerdir.
İkinci Görüş: Huzeyfe
(r.a) şöyle der: "İnsanlar (mahşerde) toplanırlar. Hiç kimse tonuşmaz. İlk
çağırılan, Hz. Muhammed (s.a.s) olur. O, çağırılınca "Lebbeyk ve
Sa'deyk" (Buyurtemret Rabbim). Hayır senin elindedir. Şer sana ait
değildir.[280] Hidayete ermiş olan,
senin hidayete erdirdiğindir. Kulların senin huzurundadır. Senin tarafından
yaratılmış olup, senin hükmüne götürüleceklerdir. Senden kurtuluş,
ancak yine sana
gelmekledir. Münezzehsin, yücesin, ey Beytullah'm Rabbi, seni takdis
ederiz!" der. İşte, "Belki Rabbin seni bir Makam-ı Mahmûd'a
gönderecektir" ayetiyte kastedilen budur." Ben derim ki, birinci
görüş daha uygundur. Çünkü Hz. Peygamberin şefaat için gayreti, insanları O'na
hamdetmeye (teşekkür etmeye) yöneltir; böylece de o "mahmûd"
(hamdedilen, teşekkür edilen) olmuş olur. Bu duayı söylemek ise, Hz.
Peygamber'e sadece mükâfaat kazandırır, (teşekkür) kazandırmaz. 3una göre
eğer, "Bu görüşe göre, Allah'ın Hz. Peygamberi öveceği niçin söylenmesin?"
denilirse, biz deriz ki: Arapça'da hamd, sadece bir in'âma karşılık yapılan
medh-ü sena için kullanılır. Binâenaleyh hamd lafzı, bu mananın dışında, ancak
mecazî olarak kullanılır.
Üçüncü Görüş: Bununla,
neticesi övgü (medh-ü sena) olan bir makam kastedilmiştir. Bu görüş de, ikinci
görüş hakkında söylediğimiz sebepten ötürü zayıftır.
[281]
Dördüncü Görüş:
Vahidî, İbn Mes'ûd (r.a)'un, "Allah, Hz. Muhammed (sa.s)'i Arş'ı üzerinde
oturtacak" dediğini; Mücâhidin de, "Allah, onu Arş'ta yanına
oturtacak" dediğini rivayet etmiştir. Vahidî, bu rivayetlerden sonra
sözüne şöyle devam eder: "Bu, rezil, ürkütücü ve korkunç bir görüştür.
Kur'ân'ın ayetleri, böyle Dir tefsirin bozuk olduğunu haykırır. Bunun böyle
olduğuna şunlar da delâlet eder:
1) "Ba's" (gönderme), oturtmanın zıddıdır.
Nitekim Arapça'da, 'Misafiri ve oturanı
gönderdim, onlar da gittiler" denilebilir. Yine "Allah, ölüyü,
kabrinden kaldınp, diriltti" manasında, denilir. Binâenaleyh
"ba's"i, oturtma manasına tefsir etmek, zıddı bir mana ile tefsir
etmek olur ki bu, yanlıştır.
2)Allah Teâlâ, burada "makam" demiş, mak'âd
(oturacak yer) dememiştir. Makam, ayakta durulan yerdir, oturulan yer değildir.
3) Eğer Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammedi yanında oturtacak
şekilde, Arş üzerinde oturuyor olsaydı, sınırlı ve sonlu bir varlık olmuş
olurdu. Böyle olan ise, muhdes (sonradan olma)dır.
4) Hz. Muhammed'in, Allah ile birlikte Arş üzerinde
oturacağım söyleme de, ona fazla bir kıymet ve şeref kazandırmaz. Çünkü câhil
ve ahmak kimseler, cennetliklerin, Allah Teâlâ'yı ziyaret edeceklerini, O'nunla
birlikte oturduklarını ve Allah Teâlâ'nın onlara, dünyadaki hal ve durumlarını
sorduğunu söylüyorlar. Bu durum, onlara göre bütün mü'minler için söz konusu
olunca, bu makamın Hz. Peygamber'e verilmesinde fazla bir kıymet ve derece
olmaz.
5)
"Hükümdar
falancayı gönderdi" denildiğinde, hükümdarın o kimseyi, bir topluluğun
işlerini düzene koyması için gönderdiği anlaşılır, yoksa bundan o kimseyi,
tahtında kendisi ile oturttuğu manası anlaşılmaz. Böylece bu görüşün rezil,
düşük, akit kıt, dinsiz kimselerin meyledeceği bir söz olduğu sabit olur?[282]
Daha sonra Cenâb-ı
Allah "Şöyle de: "Rabbim, beni sıdk ve selâmet girdirilişiyle girdir,
sıdk çıkarıştyla çıkar" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç bahis
vardtr:
Birinci Bahis: Biz,
Hak Teâlâ'nın, "Yakında seni, neredeyse, bu yerden çıkarmak için herhalde
rahatsız edecekler"'(İm. ?6) ayetinin tefsiri hususunda şu iki görüşü
zikretmiştik:
1)Bununla, Mekke kâfirlerinin, Hz. Muhammed (s.a.s)'i
Mekke'den çıkarma hususundaki gayretleri kastedilmiştir.
2) Bununla şu kastedilmiştir: "Yahudiler ona,
"Sana yakışan, Medine'den Şam'a gitmektir" demişlerdi.
Cenâb-ı Hak da ona,
"Namazını kıl, Allah'a
ibadetle Meşgul ol. O
cahillerin sözüne iltifat
etme. Çünkü senin
yardımcın ve destekçin benim"
buyurmuştu. İşte bundan
sonra Allah Teâlâ
bu ayette yeniden o hadiseden bahsetmiştir. Binâenaleyh o ayeti, Mekke kâfirlerinin, Hz. Peygamberi Mekke'den
çıkarma gayretleri manasına alırsak, bu ayetin manası şöyle olur: "Allah
Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)'e Medine'ye hicret etmesini emrederek, ona,
"Rabbim, beni sıdk ve selamet girdirilişiyle girdir", yani Mekke'den
Medine'ye, sıdk çıkarışıyla çıkar" demesini buyurmuştur. Bu aynı zamanda
Hasan el-Basrl ve Katade'nin de görüşüdür. Ama biz o ayeti, Yahudilerin, Hz.
Muhammed (s.a.s)'e Medine'den çıkıp Şam'a gitmesini tavsiye etmeleri manasına
alır ve Hz. Peygamberin de, Medine'den çıktığını, sonra Allah Teâlâ'nın
ona Medine'ye geri dönmesini emrettiği
manasında tefsir edersek, bu ayetin manası da şöyle olur: "Hz. Peygamber (s.a.s) Medine'ye döndüğünde, "Rabbim,
beni sıdk ve selamet girdirişiyle, Medine'ye girdir ve sıdk çıkarılışıyla beni
Medine'den Mekke'ye çıkar, yani bana Mekke'nin fethini müyesser kıl"
demiştir.
Ayetin tefsiri ile
ilgili şöyle bir üçüncü görüş vardır ki bu, öncekilerden daha mükemmeldir: Bu
şu manayadır: "Ey Rabbim, beni namazıma sıdk girdirişiyle girdir ve
namazımdan sıdkt ihlâs, zikrinde bulunma ve şükrünü edâ etme ile birlikte
çıkar."
Dördüncü Görüş: Bu
görüş, yukarıda geçen görüşlerden daha güzeldir. Buna göre ayetin manası
şöyledir: "Ey Rabbim beni, dinini ve şeriatını edâ etme hususunda, onların
gereklerini hakkıyla yerine getirmeye sok ve beni onları ifâ ettikten sonra,
üzerimde onlarla ilgili hiçbir kovuşturma ve soruşturma bırakmaksızın onlardan
çıkar."
Beşinci Görüş: Bu da
öncekilerden daha güzeldir. Buna göre mana, "Ey Rabbim beni, tevhidin,
tenzihin ve kutsiyyetin delillerinin denizine sok, sonra beni delilin
gösterdiği şeyi tanımanın ışığına ulaştıracak olan delillerle daha fazla meşgul
olmaktan çıkar, medlulün (Allah'ın) marifetinin ışığına garket; yine beni
sonradan var olanların, sonradan var olma delilleri hususunda düşünmekten
kurtarıp, çokluktan ve değişikliklerden münezzeh olan o tek ve bir olan
(Allah'ı) bilmeye (marifetullaha) garket" şeklindedir.
Altıncı Görüş: Bu şu
manayadır: "Beni, içine sokacağın herşeye, kullukta sâdık ve marifetine
dalmış olarak sok, yine içinden çıkaracağın herşeyden de, kullukta,
marifetullahta ve muhabbetullahta sâdık olarak çıkar." Bundan murad,
kulluğun bütün giriş çıkışlarda, hareket ve sükûnlarda devam etmesini
istemektir.
Yedinci Görüş: Bu,
"Beni, kabre doğru bir girdirişle girdir, yine kabirden, doğru (sâdık bir)
çıkışla çıkar" demektir.
İkinci Bahis: Mîmin
zammesiyle, "müdhal" kelimesi, tıpkı "idhâl" gibi bir
masdardır. Nitekim Arapça'da, denilir. Bu tıpkı, (Mû'minun. 29) ayetinde olduğu
gibi (mef'ûl-ü mutlaktır). Müdhal ve muhreç kelimelerinin "sıdk"
kelimesine izafetleri ise, bu giriş ve çıkışı övmek içindir. Buna göre sanki
Hz. Peygamber (s.a.s), Allah Teâlâ'dan, kendisinde hoşlanmadığı hiçbirşey olmayan
güzel bir girdiriliş ve güzel bir çıkarılış istemiştir.
[283]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Bana hakkıyla yardım edecek bir hüccet ver" demesini emretmiştir.
Bu, "sayesinde, bana muhalif olanların hepsine karşı, bana destek olacak
apaçık bir beyyine, bir hüccet ver" demektir. Velhasıl Hz. Muhammed
(s.a.s), Allah Teâlâ'dan, muhalif olanlara karşt, hüccet, güç ve kudret vermek
suretiyle desteklemesini istemiştir. Allah Teâlâ da, duasına icabet etmiş ve
O'na, mutlaka insanlardan koruyacağını bildirerek, "Allah seni insanlardan koruyacak"
(Maıde. 67); "Felaha, ancak Allah'ın hizbi, (taraftarları)
ereceklerdir" (Mücâ(We, 22) ve "o hak dini, bütün dinlere galib
getirecek" (Saf, 9} buyurmuştur.
[284]
Hz. Peygamber (s.a.s),
Allah Teâlâ'dan yardım isteyince, O da O'nun duasını kabul ettiğini bildirerek,
"De ki, "Hak yani Allah'ın dini ve şeriatı geldi; batıl yani Allah'ın
dininin dışındaki bütün din ve şeriatlar zail oldu" buyurmuştur. Zehaka
yok olup gitti, yıkıldı, geçersiz oldu" demektir. Bu, "öldü"
manasında kullanılan deyimine dayanır. Ibn Mes'ûd (r.a)'un şöyle dediği rivayet
edilmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s), Fetih günü Mekke'ye girdiğinde
Beytullah'ın etrafında 360 put vardı. O, elindeki değnek ile onlara dürtüyor,
"Hak geldi, batıl zail oldu" diyor ve bunun üzerine o put, yüz üstü
düşüyordu."
Cenâb-ı Hak,
"Şüphesiz ki bâtıl, hep zail olacaktır", yani, "Batıl için bir
müddet devlet ve saltanat olsa bile devam etmez, en süratli bir biçimde zail
olur" buyurmuştur. Allah en iyi bilendir.
[285]
"Biz Kur'ân'dan,
mü'minler için şifa ve rahmet olan şeyleri, parça parça indiriyoruz.
Zâlimlerin ise ancak ziyanını artırır, insana nimet verdiğimiz zaman,
(zikru/Zahdan) yüz çevirir, yan çizer. Ona şer dokununca da pek
ümidsiz olur. De ki:
"Her biri kendi asli tabiatına göre hareket eder. O halde kimin daha
doğru yolda bulunduğunu Rabbin daha iyi bilir" (İsra. 8244).
Bil ki Cenâb-ı Hak,
ilahiyat, nübüvvet, haşr, ma'ad, ba's, kaza ve kaderin mevcudiyeti meselelerini
tafsilatlı bir biçimde açıklayıp, bundan sonra namazı emrederek ondaki sırlara
dikkat çekince ve bunların hepsi de Kur'ân'da zikredilmiş olunca, bütün
bunların peşinden, Kur'ân'ın şifâ ve rahmet olduğunun açıklanmasını getirmiş ve
"Biz Kur'ân'dan, şifa ve rahmet olan şeyleri, parça parça
indiriyoruz" buyurmuştur. Burada (min) harf-i cerri, ba'ziyyet (kısım)
ifade etmemekte olup, aksine "cins" manası için getirilmiştir. Tıpkı,
Cenâb-ı Hakk'ın "O halde murdardan, putlardan kaçının,
uzaklasın"(Hacc. 20) ayetinde olduğu gibi. Buna göre ayetin manası,
"Biz, bir Kur'ân olan bu cinsten, bir şifa olan şeyler indiriyoruz.
Binâenaleyh, Kur'ân'ın tamamı, mü'minler için bir şifâdır" şeklinde olur.
Bil ki Kur'ân, ruhanî hastalıklara karşı bir şifadır; yine o, maddî cismanî
hastalıklara karşı da bir şifadır.
[286]
Onun, ruhanî hastalıklara
karşı bir şifa olmasına gelince: Bu, aşikâr ve bellidir. Çünkü, ruhanî
hastalıklar iki çeşittir: Batıl itikâdlar ve kınanmış, zemmedilmiş huylar,
ahlâk... Bâtıl i'tikadlara gelince: Fesat ve bozukluk bakımından bunların en
ileri derecede olanları, ilahiyat, nübüvvet, ahiret ve kazâ-kaderle ilgili
bozuk ve fasit inançlardır. Kur'ân, bu konularda, batıl görüşleri de iptal
edecek olan şeyleri kapsamaktadır. Ruhî hastalıkların en kuvvetlisi, bu
konulardaki hatalar olunca; Kur'an-ı Kerim de bu bâtıl inanişlarda bulunan
gizli ve batınî ayıp ve kusurları ortaya çıkaran delilleri ihtiva edince,
şüphesiz Kur'ân-ı Kerim, bu tür ruhanî hastalıklara karşı bir şifa olmuş olur.
Kınanmış olan ahlâk ve
huylara gelince, Kur'ân-ı Kerim, bunların açıklanmasını, onda bulunan
mefsedetlerin tanıtılmasını ve üstün, fadıl ve mükemmel huylar ile medhedilmiş
olan amellere irşâd edip yol göstermeyi de ihtiva etmektedir. İşte Kur'ân-ı
Kerim, bu nevi hastalığa karşı da bir şifâ olmuş olur. Böylece, Kur'ân-!
Kerim'in, ruhanî bütün hastalıklara karşı şifâ olduğu kesinlik kazanmış olur.
[287]
Kur'ân1 in cismanî ve
maddî hastalıklara karşı şifâ olmasına gelince, bu böyledir, çünkü, bereketini
umarak Kur'ân okumak pekçok hastalığı men etmektedir. Filozoflardan ve
tılsımcılardan büyük bir topluluk, bilinemeyen ve manası anlaşılamayan pekçok
efsun, rukye ve duaların okunmasının, faydalar temin edip zararları da
savuşturma hususunda pekçok büyük tesirleri olduğunu beyân edip açıklayınca,
Allah'ın celâl ve kibriyasının zikrini, mukarreb meleklerin ta'zîm ve
tebcilini, azgın kimseler ve şeytanların da tahkîr edilip zelil kılınmasını
kapsayan bu yüce Kur'ân'ın okunması, dinî ve dünyevî faydaları eda etmeye haydi
haydi sebep ve vesile olur. Söylediğimiz bu şey, Hz. Peygamber'den
rivayet edilen şu hadisle de kuvvetlenmektedir. O şöyle buyurmuştur: "Kim
Kur'ân'i vesile ederek şifa istemezse, Allah Teâlâ o kimseye şifâ
vermesin!"[288]
Kur'ân'ın mü'minler
için rahmet olmasına gelince: Bil ki biz, daha önce, insanların ruhlarının,
batıl inançlar ve bozuk ahlâklar sebebiyle, hasta olduklarını beyan etmiştik.
Kur'ân da iki kısımdır. Bir kısım, sapıkların şüphelerinden ve batıldan yana
olanların batılı süslemelerinden kurtulmayı sağlar ki bu, şifâdır. Bir kısmı
da, yüce ilimleri ve insanın, sayesinde Rabbu'l-âlemîn'in civarına ulaşacağı ve
böylece mukarreb melekler zümresine karışacağı üstün ahlâkı elde etme yollarını
öğrenmeyi sağlar ki, bu da, rahmettir. Hastalığı gidermek, sıhhati temin edecek
şeyleri tamamlamaya gayret etmekten daha önce olduğu için, Cenâb-ı Allah da bu
ayette, önce şifâdan bahsetmiş, sonra, bunun peşinden de rahmetten söz
etmiştir. Bil ki Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ın, mü'minler için bir şifâ ve bir rahmet
olduğunu beyan edince, onun, zalimler için bir hüsran ve dalâlet sebebi
olduğunu da açıkladı. Zalimlerden murad, müşriklerdir. Bu böyledir, çünkü
Kur'ân'ı dinlemek, onların gazabını, kinini ve hasedini arttırmaktadır. Bu kötü
ahlâk da onları, batıl amellere yöneltir ve bu kötü huyların, ruhlarının ta
içinde kuvvet bulup kök salmasın arttanr. Sonra bu kötü ve nefsanî ahlâk, bozuk
amellere sevketmeye devam eder. Bu amelleri yapmak da, o kötü ahlâkı
kuvvetlendirir. İşte böylece Kur'ân, o sapık müşriklerin horluk, dalâlet, fesat
ve azâb derecelerinin artmasına bir sebep olmuş olur.
Hak Teâlâ sonra, bu
sapık cahillerin, dalâlet vadilerine, horlanma ve azaba uğrama makamlarına
düşmelerine sebep olan esas şeyi zikreder ki, o da dünya sevgisi; mal, mevki
tutkusu ve bunların ancak kendi gayret ve çabalarıyla meydana geldiğine, o
ilgili kimselerin inanmasıdır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak "İnsana
nimet verdiğimiz zaman, (zikrullahdan) yüz çevirir, yan çizer"
buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır:
[289]
Birinci Bahis: İbn
Abbas (r.a), "Burada bahsedilen "insan" Velîd ibn el-Muğire'dir"
demiştir. Bu, uzak bîr ihtimaldir. Aksine bundan murad, İnsan türünün halinin,
maksadına ulaşıp gayesini elde ettiğinde gurura kapılıp, Allah'a ibadetten
habersiz, O'na itaat hususunda da serkeş bir hale gelmek olduğunu beyân
etmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Çünkü insan, kendisini ihtiyaçtan müstağni
gördü diye, azar..." (Aiâk. e-7) buyurmuştur.
[290]
İkinci Bahis: Ayetteki
a'rada kelimesi, sırtını döndü; yani, "sırtını başka bir yöne çevirip,
sıvışıp gitti; uzaklaştı" anlamındadır. Neâ kelimesi Arapça'da
'"uzaklaştı" anlamındadır. Bir şeyden yüz çevirmek de, o şeye yüzünü
yan çevirmektir, deyimi, "ona
yanını döndü ve sırtını çevirdi; büyüklenmek istedi" demektir. Zira böyle,
yapmak büyüklük taslayanların adetidir. Neâ kelimesinin birçok okunuş şekilleri
bulunmaktadır:
1)
Nûn ve
hemzenin fethasıyla okumak olup, bu, âmmenin, ekseri kıraat alimlerinin
okumasıdır. Secde süresindeki kelime de böyle okunur. Bu, daha çok görülen
kullanış şeklidir. Ne'y, kelimesi, "uzaklık" anlamındadır. "Uzaklaştı" anlamında da neâ
denilir.
2)
İbnu Amir, bu
kelimeyi (Nâe) şeklinde okumuştur. Bunun
iki izahı bulunmaktadır:
a)
(gördü)
anlamında (Râe) denildiği gibi, lamel
fiilinin aynel fiilden önce bulunmasıdır.
b)
Bunun,
"kalktı" anlamında olan olması
3)
Hamza ve
Kisâî, iki fethanın da imâlesiyle
(kesreye benzetilmesine) okumuşlardır. Çünkü onlar, tfU 'deki hemzeyi imâle ile
okumuşlar, sonra da nûn'u, kesreye tabî kılarak ti'j 'nın imâleli okunması
gibi, kesreli okumuşlardır.
4)
Ebû Amr, Ebu
Bekr'in rivayetine göre Asım, Kisâî'den rivayetle Nasır ve Hamza, nûnu fethalı
ve hemzeyi de imâleli okumak şeklindeki aslına uygun olarak, bu kelimeyi, nûnun
fethası ve hemzenin kesresiyle okumuşlardır.
[291]
Cenâb-ı Hak sonra
"Ona şer dokununca da, pek ümitsiz olur" buyurmuştur. Yani, "ona
bir fakirlik veya hastalık veya belâlardan bir belâ gelip çatarsa, Allah'ın
rahmetinden tamamen ümidini keser. Oysaki, Allah'ın rahmetinden ancak kâfirler
ümidini keser" demektir. Velhasıl, insan, bir nimete ve kudrete ulaşırsa,
ona aldanır da Allah'ı zikretmeyi unutur. Ve eğer, dünyadan mahrumiyet içine
düşerse, onu üzüntü ve hüzün kaplar ve bundan böyle, hep Allah'ı zikreder. İşte
bu miskîn, Allah'ı zikirden ebedî olarak mahrumdur. Bunun bir benzeri de,
"Amma insan, ne zaman Rabbi onu imtihan edip de kendisine kerem eder,
nimetler verirse, "Rabbim beni şerefli kıldı" der. Fakat ne zaman da
onu deneyerek, ona olan rızkım daraltırsa, şimdi de, "Rabbim beni
alçalttı" der" (Fecr, 15-16) ayetleridir. Şu ayet de böyledir:
"Hakikat şu ki: insan, hırsına düşkün yaratılmıştır. Kendisine şer
dokundu mu feryadı basandır, ona hayır dokununca da çok cimridir" (Meârtc,
19-21).
[292]
Cenâb-ı Hak daha
sonra, "De ki: "Her biri kendi
şâkilesine göre hareket eder" buyurmuştur. Zeccâc, "şfikile, yol,
mezheb demektir. Bunun delili şudur: Arapça'da, "Hazâ tarîkun zû
şevâkile" denilir ki, bunun manası, "Bu, kendisinden tali pekçok
yollar ayrılan bir yoldur" şeklindedir" demiştir. Bence, ayetten
muradın bu mana olduğunu destekleyen başka bir şey de ayetteki, "O halde
kimin daha doğru yolda bulunduğunu Rabbin daha iyi bilir" ifadesidir. Bu
husustaki başka bir izah da şudur: Bundan murad, şu manadır: "Herkes,
kendi nefis cevherinin şâkilesine, kalıbına; ruhuna muktezasına göre amel eder.
Eğer nefsi aydınlanmış, hayırlı, temiz ve ulvî, yüce bir nefis ise, ondan,
faziletli ve kıymetli ameller sudur eder. Yok eğer nefis, bulanık, adi, kötü,
sapıtmış ve zulmanî, kararmış ise, ondan da, kötü ve değersiz fiiller sâdır
olur.
Ben derim ki: Akıllı
kimseler, insan ruhlarının (nefislerinin), mahiyetleri bakımından farklı olup
olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları: "Onlar, mahiyetleri
bakımından muhteliftir. Fiillerinin ve durumlarının değişik oluşu,
cevherlerinin ve mahiyetlerinin değişik olması sebebiyledir" derlerken,
bazıları da: "Onlar, mahiyetleri bakımından müsavidirler. Fiillerinin
değişik olması, mizâc ve alışkanlıklarının değişik olması sebebiyledir"
derler.
Bence, tercihe şayan
olan birinci görüştür. Kur'ân da bunu bildirmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, geçmiş
olan ayet-i kerimelerde, Kur'ân'ın bazı insanlara nisbetle şifa ve rahmet;
diğer bazı kimselere nisbetle de, hüsran ve horluğu ve hakirliği ifade ettiğini
beyan etmiştir. Sonra bunun peşinden, "De ki: "Her biri kendi
şâkilesine göre hareket eder" buyurmuştur. Bu, "O temiz nefislere
uygun olan ve yakışan, onlarda, Kur'ân vesilesiyle, zekâ ve kemâl eserlerinin
ortaya çıkmasıdır. Bu bulanık nefislere yakışan ise, onlarda, Kur'ân sebebiyle,
horluk, hakirlik ve dalâl, sapıklık eserlerinin ortaya çıkmasıdır. Nitekim,
güneş de, tuzu sertleştirip kurutur, yağı eritir; çamaşırcının yıkadığı
elbiseleri beyazlaştınr, yüzünü de karartır" demektir. Bu sözden maksat
ancak, eğer ruhlar ve nefisler mahiyetleri bakımından çeşitli olup bazısı
aydınlanmış ve saf, kendisinden, Kur'ân vesilesiyle nûr üstüne nûr ortaya
çıkar; bazısı da bulanık ve karanlık olup, kendisinden Kur'ân sebebiyle,
dalâlet üzerine dalâlet, ceza üstüne ceza sudur eder bir halde olursa,
tamamlanır.
[293]
"Sana ruhu
sorarlar. De ki: "Rûh Rabbimin emrindendir. (Zaten) size az bir ilimden başkası
verilmemiştir"
(Isra, 85).
Bil ki Allah Teâlâ
önceki ayeti, "Her biri kendi şâkilesine göre amel eder" ifadesi ile
bitirip, biz de bundan muradın, ruhların kendilerinden sudur eden fiillere
benzemesi manası olduğunu söyleyince, bu ayette de ruhun mahiyetinden ve
hakikatinden bahsetmek gerekmiştir. İşte bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.s)'e
ruhu sormuşlardır. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[294]
Müfessirlerin, bu
ayette bahsedilen rûh hakkında çeşitli görüşleri olup, onlardan en açığı şudur:
"Bununla, hayat
sebebi olan rûh
kastedilmiştir. Rivayet edildiğine göre yahudiler, Kureyş'e şöyte dediler: Muhammed (s.a.s)'e
şu üç şeyi sorun, eğer size ikisinin cevabını verir, üçüncüsünde susarsa, bilin
ki o peygamberdir: Ona Ashab-ı Kehf'i, Zülkarneyn'i ve ruhu sorun." Onlar
da, Hz. Peygamber (s.a.sj'den bu üç şeyi sordular. Hz. Peygamber (s.a.s),
"Size, bunları yarın cevaplayayım" buyurdu. Bunun üzerine vahiy kırk
gün kadar kesildi. Daha sonra vahiy yeniden başladı ve Cenâb-ı Hak,
"Hiçbirşey hakkında ben bunu mutlaka yarın yapacağım" deme. Ancak
Allah'ın dilemesi müstesna (yani inşaallah demen müstesna)"(Kehi. 23-24)
ayetini indirdi. Daha sonra Hz. Peygamber, onlara Ashab-ı Kehf ve Zülkarneyn
Kıssaları nı anlattı, ama rûhdan bahsetmedi. İşte bu hususta Cenâb-ı Hakk'ın,
"Sana ruhu sorarlar. De ki: "Rûh Rabbimin emrindendir" ayeti
indi. Cenâb-ı Allah böylece insanların akıllarının, ruhun hakikatini anlamaktan
aciz oluduğunu beyân etmiştir. Bunun peşinden de, "Zaten size az bir
ilimden başkası verilmemiştir" buyurmuştur."
[295]
Bazı kimseler bu
rivayeti birkaç bakımdan tenkid etmişlerdir:
1) Rûh, Cenâb-ı Hak'dan daha yüce ve büyük birşey
değildir. Binâenaleyh Allah'ı bilip tanımak mümkün iken, hatta bizzat tahakkuk
etmiş iken, ruhu tanımaya ne manî var?
2) Bu rivayete göre yahudiler, "Eğer, Ashab-ı
Kehf'den ve Zülkarneyn'den bahseder de rûh konusunda cevap vermez ise o,
peygamberdir" demişler gûyâ... Bu, akıl almaz bir söz. Çünkü Ashab-ı Kehf
ve Zülkarneyn Kıssaları, anlatılagelmekte olan iki hadisedir. Bu tür hadiseleri
anlatmak, kişinin peygamberliğine delil olamaz. Hem sonra Hz. Peygamberin
anlatacağı bu kıssalar, ya onun peygamber olduğunu bilmezden önce veya
bildikten sonra nazar-ı dikkate alınır. Binâenaleyh eğer bu onun peygamberliğini
bilip inanmazdan önce olursa, onlar onu yalanlarlar. Yok eğer bu onun
peygamberliğini bilip inandıktan sonra olursa, zaten bunları anlatmazdan önce
onun peygamberliği bilinmiş olur. Dolayısıyla bunları anlatmasının (bu hususta)
bir tesiri olmaz. Hz. Peygamber'in ruhun hakikati konusunda cevap vermemesini,
onun peygamberliğine delil tutmak da tuhaf bir şeydir.
3) Rûh meselesini, hem felsefecilerin ve kelamcıların en
aşağıları bile bilir. Binâenaleyh eğer Hz. Peygamber (s.a.s): "Ben onu
bilemem" demiş olsaydı, bu, ona karşı büyük bir nefreti ve hakareti
gerektirirdi. Çünkü böylesi meseleleri bilememek, herhangi bir insan için bile,
bir küçüklük ve eksiklik sayılır. Ya en alim ve en fazıl o peygamber için ne
sayılır!
4) Allah Teâlâ, O'nun hakkında, "Rahman, Kur'ân'ı
(Ona) öğretti"(Rahman, 1); "Allah sana bilmediklerini öğretti.
Allah'ın senin üzerindeki lütf-u inayeti çok büyüktür"(Nisa. n3);
"Rabbim, benim ilmimi artır" de" (Tat, m) buyurmuştur. Kur'ân
hakkında da, "Yaş, kuru herşey apaçık bir kitaptadır"'{En'am, 59)
buyurmuştur, Hz. Peygamber (s.a.s) "Ey Rabbim, eşyanın (herşeyin)
hakikatini bize olduğu gibi (her nasılsa öyle) göster" demiştir.
Binâenaleyh hali ve mertebesi böyle olan bir kimseye, halkın çoğunluğunun
bildiği rûh meselesini, "Ben bilmiyorum" demesi nasıl uygun düşer?
Aksine bize göre tercihe şayan olan şudur: Onlar, Hz. Peygamber'e ruhu
sordular, O da onu en güzel bir biçimde açıklayarak cevap verdi. Bunu şu
şekilde izah edebiliriz:
Ayette onların Hz.
Peygamber'e ruhu sordukları bildirilmektedir. Ruhu sorma çok değişik şekillerde
olabilir. Meselâ:
a) "Ruhun mahiyeti nedir? O, yer tutan bir varlık
mıdır, yoksa bir mekânda (yerde) bulunan, oraya hâil (dahil) olan bir şey
midir; yoksa, yer tutmayan ve bir yerde hâil (dahil) olmayan bir şey midir?"
denilebilir.
b)
"Rûh,
kadîm midir, hadis midir?" denilebilir.
c)
"Ruhlar,
bedenlerin ölümünden sonra bakî kalırlar mı, yoksa onlar da fânî olurlar
mı?" denilebilir.
d) "Ruhların sa'îd (mutlu) veya şakî (mutsuz)
oluşları ne demektir?" denilebilir.
Velhasıl ruhlarla
ilgili olarak sorutabilecek şeyler ve konular pek çoktur. O halde ayetteki,
"Sana ruhu sorarlar" ifadesinde, onların bu bahsettiğimiz hususları
mı, yoksa başka hususları mı sorduklarına dâir bir delâlet yoktur. Ancak Allah
Teâlâ, bu soruya cevap olarak, "Rûh Rabbimin emrindendir" demesini
emretmiştir. Bu cevap ise, yukarıda bahsettiğimiz, o meselelerden sadece şu
ikisini ilgilendirir:
a)
Ruhun
mahiyeti, konusu,
b)
Ruhun kadîm mi
hadis mi olduğu konusu.
Birinci konuya
gelince, kâfirler, "Ruhun hakikati ve mahiyeti nedir? O, bedenin içinde
bulunan bir cisim mi, bedenin tabiat ve karışımlarından meydana çıkan bir şey
mi; yoksa bedenin, mizaç ve terkibinin bizzat kendisi mi, yoksa bu bedende
bulunan başka bir araz (sıfat) mı, yahut da bu cisimlerden ve arazlardan
(sıfatlardan) başka bir varlık mı?" demişlerdi. Allah Teâlâ da buna, rûh,
bedenden ve arazlarından istfatlarından-hallerinden) başka birşeydir. Çünkü bu
maddeler, anâsır-ı erba'adan ve karışımların bir araya gelmesinden meydana gelmiş
şeylerdir. Ama rûh böyle değildir. Aksine o, basit (tek), mücerred (soyut) bir
cevherdir, Cenâb-ı Hakk'ın "(Allah) "o!" der, o da
oluverir" ayeti mucibince meydana gelmiş bir varlıktır" diye cevap
vermiştir. Bunun üzerine kâfirler, "öyle ise rûh, niçin madde ve
arazlardan başka birşey olmuştur?" dediklerinde de, Allah Teâlâ, "O,
Allah'ın emri, var etmesi ve beden için canlılığı sağlamada tesirli kılması ile
meydana gelmiş bir varlıktır" diye cevap vermiştir. Binâenaleyh birşeyin
hususî hakikatini bilmemek, onu inkâr etmeyi gerektirmez. Çünkü eşyanın
(varlıkların) hakikat ve mahiyetlerin çoğu bilinememektedir. Çünkü biz,
"Sekencebin şurubunun safrayı kesen bir özelliği olduğunu biliyoruz. Ama
onun mahiyetini ve hakikatini öğrenmek istediğimizde, bunu bilemiyoruz.
Binâenaleyh mahiyetlerin ve hakikatlerin pek çoğunun meçhul olduğu sabittir.
Bunların bilinmeyişi, onları yok saymayı gerektirmez. İşte burada da böyledir
ve ayetteki, "(Zaten) size az bir ilimden başkası verilmemiştir"
buyruğu ile anlatılan da budur.
[296]
İkinci Bahis:
"Emr" kelimesi, bazan fiil, iş manasına gelir. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Firauvn'un emri, yani işi, hiç de dürüst değildir"(Hûd, 97) ve
"Emrimiz, yani fiilimiz geldiğinde, o memleketin üstünü altına
getirdik" {Hûd, 62) buyurmuştur. O halde, ayetteki, "Rûh Rabbimin
emrindendir" ifadesi, "Rabbimin işleri cümlesindendir"
manasındadır. Bu şekildeki ifade, kâfirlerin, ruhun kadim mi hadis mi olduğunu
sorduklarını ve Cenâb-ı Hakk'ın buna, "Hayır aksine rûh hadis (sonradan
olma)dır. Ancak Allah'ın fiili, varetmesi ve yaratmasıyla meydana
gelmiştir" diye cevap verdiğini göstermektedir. Cenâb-ı Hak sonra da,
ruhun hadis olduğuna, "Size az bir ilimden başkası verilmemiştir"
ifadesi ile hüccet getirmiştir. Yani, "Ruhlar, fıtratlarının başlangıcında
ilimlerden ve bilgilerden uzaktırlar. İlimler ve bilgiler onlarda sonradan
meydana gelmiştir. Binâenaleyh o ruhlar, devamlı bir halden bir hale geçmekte
ve noksanlıktan kemâle doğru terakkî etmektedirler. Böyle değişmek ve terakki
etmek ise, hadis (sonradan) oluş emârelerindendir. Binâenaleyh, "De ki:
"Rûh Rabbimin emrindendir" ifadesi, kâfirlerin Hz. Peygamber'e
"Rûh, hadis (mahlûk) mudur?" diye sorduklarına ve onun da, "Evet
o hadistir. Allah'ın yaratması ve varetmesiyle meydana gelmiştir" diye
cevap verdiğine delâlet eder. İşte, "De ki: "Rûh Rabbimin
emrindendir" cümlesinden kastedilen budur. Cenâb-ı Hak daha sonra da,
ruhların halden hale değişmelerini hadis oluşlarına delil getirmiştir. İşte
ayetteki, "(Zaten) size az bir ilimden başkası verilmemiştir"
cümlesiyle de bu kastedilmiştir. Bu konuda söyleyeceğimiz bundan ibarettir.
Allah en iyi bilendir.
[297]
Bu mesele, ayette
bahsedilen "rûh" hakkındaki diğer görüşlerin zikredilmesi
hakkındadır. Bil ki insanlar, yukarıda bahsedilenlerden başka çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir:
[298]
Birinci Görüş: Bu
görüşe göre ayetteki "rûh" ile, Kur'ân kasdedtlmiştir. Şöyle
denilmiştir: "Çünkü Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'i, birçok ayette
"rûh" diye adlandırmıştır. Binâenaleyh bu ayette sorulan
"rûh"un, Kur'ân olması uygundur. Öyle ise bu hususta şu iki noktayı
mutlaka izah etmek gerekir:
a)Allah'ın, Kur'ân'ı "rûh" diye adlandırmış
olduğuna şu ayetler delâlet etmektedir: "İşte böylece sana, katımızdan bir
rûh vahyetük" (şüra,52) "O, emri ile, melekleri "rûh" ile
indirir"(Naw, 2). Bir de Kur'ân "Rûh" diye adlandırmasının
sebebi şudur: Çünkü Kur'ân ile ruhların ve akılların hayatiyyeti gerçekleşir.
Zira Kur'ân sayesinde
marifetullahı, melekleri, kitapları
ve peygamberleri tanıma,
bilme gerçekleşir. Ruhlar ise ancak bu bilgilerle hayat bulur. Bu
konuyu, "O emri ile, melekleri "rûh" ile indirir" (Nam. z)
ayetinin tefsirinde ele almıştık.
b)
Bu ayette
sorulan ruhun Kur'ân olması daha uygundur. Çünkü daha önce, "Biz Kur'ân
'dan müminler için şifa ve rahmet olan şeyleri parça parça indiriyoruz"
(isra, 82) ayetinde Kur'ân'dan bahsedilmişti. Daha sonra gelecek olan,
"Andolsun ki sana vahyettiğimizi de dilersek gideririz. De ki:
"Andolsun, insanlar ve cin, şu Kur'ân 'm bir benzerini getirmek için bir
araya toplansa ve birbirlerine yardımcı olsalar bile, yine de onun benzerini
getiremezler" (lsra, 86-ee) ayetlerinde de Kur'ân'dan bahsedilmektedir.
Binâenaleyh ruhla ilgili bu ayetin öncesi de sonrası da Kur'ân ile ilgili
olunca, Kur'ân ayetlerinin bir birlik ve ahenk arzetmiş olması için, bu
"rûh" ile de Kur'ân'ın murad edilmiş olması gerekir. Bu böyledir.
Çünkü müşriklerin, Kur'ân işini akıllan almamış ve onun şiir mi, kehânet (sihir)
cinsinden birşey mi olduğunu sormuşlar. Allah Teâlâ da onlara, "Bu, benim
emrim (işim), vahyim ve indirmem (tenzilim) ile ortaya çıkmış bir sözdür"
diye cevap vermiş, yani, "De ki: "Rûh Rabbimin emrindendir",
yani "Kur'ân Rabbimin emri ile ortaya çıkmış olup, beşer sözü cinsinden
değildir" de" buyurmuştur.
[299]
İkinci Görüş: Ayette
sorulan rûh, gök meleklerinden bir melektir ki bu, kuvvet ve kudret bakımından
en büyük melektir. İşte Hak Teâlâ'nin, "O gün rûh ve melekler saf halinde
ayakta dururlar" (Nebe1, 38) ayetinde bahsedilen rûh budur. Hz. Ali
(r.a)'den şunu nakletmişlerdir: "Bu, yetmişbin yüzü, her yüzünde yetmişbin
yüzü, her yüzünde yetmişbin dili, her dilinde, yetmişbin lisanı bulunan bir
melektir. O, bütün bu dilleri ve lisanlarıyla Allah'ı teşbih eder. Allah Teâlâ,
onun her teşbihinden, Kıyamete kadar diğer meleklerle birlikte uçan bir melek
yaratır." Bu görüşte olanlar, "Allah Teâlâ, Arş'dan sonra, bu
melekten daha büyük bir varlık yaratmamıştır. Eğer bu melek, yedi göğü, yeri ve
bunların içinde bulunanları bir lokmada yutmak istese, yutabilirdi."
Birisi şöyle
diyebilir: "Bu görüş zayıftır. Bunu birkaç yönden izah edebiliriz:
1) Bu kadar tafsilatı, Hz. Ali bildiğine göre, Hz.
Peygamber (s.a.s) haydi haydi bilirdi. Öyle ise, bunu müşriklere niçin
söylemedi? Hem sonra Hz. Ali'ye vahiy gelmemişti. Binâenaleyh o bu bilgiyi, Hz.
Peygamber (s.a.s)'den almıştır. Neden Hz. Peygamber (s.a.s), bu açıklamayı Hz.
Ali'ye yapmış da başkalarına yapmamıştır.
2) O melek, tek bir canlı ve tek bir akıllı varlık idi
ise, ona bu kadar dil vermede bir fayda yoktur. Eğer dillerinden ve
lisanlarından herbirini konuşan, ayrı bir canlı varlık ise, o tek bir melek
olmaz, bir melekler topluluğu olmuş olur.
3) Bu, varlığı mechûl olan birşeydir. Öyle ise
yahûdîler, onu nasıl sorabilirler? Fakat insanın hayat sebebi olan ruha
gelince, bu insanlar tarafından tanınmamasının sebepleri çok olan bir şeydir.
Binâenaleyh yahûdîlerin sorusunun bununla ilgili olduğunu söylemek daha evla
olur.
[300]
Dördüncü Görüş: Bu,
Hasan el-Basri'nin ve Katade'nin görüşüdür. Buna göre, ayette bahsedilen
"rûh" Cebrail (a.s)'dir. Bunun delili, Cenâb-ı Allah'ın, onu
"Bunu, Ruhu'l-Emîn, senin kalbine indirdi" (§uara, 193} ve "Biz
o (Meryem'e) ruhumuzu gönderdik" (Meryem, 17) ayetlerinde rûh diye
adlandırmış olmasıdır. Bu görüşü, Allah Teâlâ'nın, bu ayette, "De ki rûh
Rabbimin emrindendir" demiş olması da destekler. Yine Hak
Teâlâ, Cebrail (a.s)'in, ''Biz, ancak Rabbinin emri ile ineriz" (Meryem.
64) elediğini nakletmiştir. İşte bunun üzerine onlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'e
Cebrail'in nasıl bir şey olduğunu ve kendisine nasıl vahiy getirdiğini
sormuşlardır.
Beşinci Görüş: Mücâhid
şöyle demiştir: "Ruh, meleklerden olmayan ve insan şeklinde yaratılmış bir
varlıktır. Bunlar yer içerler, bunların elleri, ayakları ve başları
vardır." Ebu Salih söyle demiştir: "Ruh, insan olmadığı halde, insana
benzeyen varlıklardır." Ben, ne Kur'ân'da, ne de sahih hadislerde, bu
görüşü isbat hususunda tutunulacak hiçbirşey bulamadım. Hem sonra bu da, yine
mechûl olan bir şeydir. Bu sebeple, yahüdîlerin sorusunun bununla ilgili
olduğunu söylemek de uzak bir ihtimaldir. Binâenaleyh ayetteki
"rûh"un tefsiri ile ilgili zikredeceğimiz şeyler, bu beş görüştür.
Doğruyu en iyi Allah bilir.
[301]
Bu mesele, insanın
hakikatinin ne olduğu hususundaki görüşleri ortaya koyma ile ilgilidir. Bil ki burada
insanın,
kendisine
"Ben" diye işaret ettiği birşeyin olduğuna dâir zarurî bir
bilgi vardır. İnsan, "Bildim, anladım, gördüm, duydum,
tattım, kokladım, tuttum ve öfkelendim" dediğinde, bunlardan her birine, "Ben"
zamiri ile işaret edilmiş olur. Binâenaleyh bu insan, ya cisimdir, ya arazdır, ya cisim ile
araz toplamı bir varlıktır, yahut cisim ve arazdan başka bir şeydir, yahut da bu
üçündendir. Bu taksimat, aklî bir taksimattır.
[302]
Birinci Kısım: İnsanın
cisim olduğunu söylemektir. Bu cisim, ya bu bünyenin kendisidir, ve yahut da bu
bünyenin içinde bir cisimdir, yahut da bu bünyeden hariç bir cisimdir. İnsanın
bu maddî bünye ve cisimden ibaret olduğunu, kelamcıların ekserisi söyler. Onlar
şöyle derler: "İnsanı tarif etmek için, ne bir haddi, ne de bir resmi
zikretmeye gerek yok. Aksine gerekli olan, şöyle demektir: İnsan, bu maddi
bünye üzere yapılmış bir cisimdir." Bil ki bu söz bize göre batıldır. Bunu
şu şekilde izah ederiz. Bu kelamcılar, "insan, gözle görülen şu maddî
cisimdir" demişlerdir. Binâenaleyh biz, insanın şu bedenden ibaret olduğu
ve insanın elle tutulur, gözle görülür şu varlıktan ibaret olduğu görüşünü
çürüttüğümüzde, onların görüşlerinin yanlış olduğu ortaya çıkmış olur. İnsanın,
bu maddî bedenden ibaret olmasının imkânsızlığına şuniar delâlet eder:
Birinci Hüccet: Bu
bedenin parçalarının, bazan artmak ve eksilmek suretiyle, bazan şişmanlamak ve
zayıflamak suretiyle değiştiği hususunda kesin bilgi vardır. Yine bu değişen
şeylerin, geride kalanlardan başka olduğu hususunda zarurî bilgi vardır. Bu üç
mukaddimenin toplamından, insan bu bedenden ibaret olmadığı hususunda kesin
bilgi elde edilmiş olur.
İkinci Hüccet: İnsanın
fikri, belli bir işe yönelip, onunla meşgul olduğu anda, insan, bedeninin diğer
uzuv, parça ve kısımlarından, kol ve bacaklarından habersiz olur. Binâenaleyh
insan o anda, kendinden tam haberdar değildir. Bunun delili, insanın o esnada
bazan, "Kızdım, arzu ettim, sözünü dinledim, yüzünü gördüm" diyerek,
bununla kendisini kastetmesidir. Binâenaleyh o, o anda kendinin o belli zatını
biliyor, ama bedeninin tamamından ve bazı uzuvlarından habersiz olabiliyor.
Böylece bilinen, bilinmemiş oluyor. Binâenaleyh insanın, bu bedeninden ve
uzuvlarından başka bir hakikat olması gerekir.
Üçüncü Delil: Herkesin
aklı, uzuvlardan herbirini insanın kendisine nisbet ederek konuşur ve
"Başım, gözüm, elim, ayağım, dilim, kalbim" der. Halbuki muzaf,
muzafun ileyhten başkadır. Binâenaleyh "insan" denen şeyin, bu beden
ve uzuvlardan başka birşey olması gerekir. Eğer "insan bazan,
"nefsim, zatım" diye, nefsini, zatını da kendisine muzaf kılar (izafe
eder). Buna göre insanın nefsinin ve zatının, kendisinden başka olması gerekir
ki, bu imkânsızdır" denilirse, biz deriz ki: Bazan bununla şu belli beden,
bazan da bir şeyin kendisi ve herkesin "ben" diye işaret ettiği o
hususî zâtı kastedilir. Binâenaleyh insan, "nefsim, zâtım" dediğinde,
eğer bedenini kastediyorsa, bize göre bu insanın cevherinden başka birşeydir.
Ama "ben" "nefsim, zâtım" ifadesi ile, kendisine
"ben" diye işaret edilen muayyen varlık kastedilir ise de, insanın bu
şeyi kendisine, "Benim insanım" sözüyle nisbet etmesinin mümkün
olacağını kabul etmiyoruz. Çünkü insanın kendisi, zâtıdır. Dolayısıyla, artık
nasıl otur da, onu tekrar kendisine isnad edebilir?
Dördüncü Delil:
İnsanın, cisim olmasının imkânsız olduğuna dair her delil, onun bu cisimden
ibaret olmasının imkânsız olduğuna da delâlet eder. Bu delillerin izahı
gelecektir.
Beşinci Delil: İnsan,
bazan bedeni ölü halde, kendisi diri olur. Binâenaleyh insanın, bu bedenden
başka bir hakikat olması gerekir. Bunun doğruluğuna delil, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilâkis onlar, Rableri
katında diridirler. Rızıklanirlar" (aj-i imr&n, 169) ayetidir.
Binâenaleyh bu nass, o öldürülenlerin diri oldukları hususunda sarih bir
ifadedir. Halbuki hislerimiz ise o cesedin ölü olduğunu göstermektedir.
Altıncı Delil: Cenâb-ı
Hakk'ın, "Ateştir ki, onlar buna sabah akşam arzolunacaklar" (Mü'min,
46) ve "Suda boğuldular ardından da bir ateşe atıldılar" (Nuh 25)
ifadeleri insanın, ölümünden sonra da yaşadığını göstermektedir. Hz".
Peygamber (s.a.s)de, "Allah'ın peygamberleri ölmezler, ancak bir yurttan
başka bir yurda taşınırlar"; "Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe
veya cehennem çukurlarından bir çukurdur" ve"Kim ölürse, muhakkak ki
onun kıyameti kopmuştur" buyurmuştur. Bütün bu nasslar, insanın
bedeninin ölümünden sonra da bakî kaldığına delâlet eder. Halbuki aklın
bedaheti ve fıtratı ise, bu bedenin öldüğüne şehadet etmektedir. Şayet biz onun
canlı olduğunu uygun görüp tecviz etmiş olsaydık, aynı şey bütün cansızlar
hakkında da caiz olurdu ki bu, "safsata"nın ta kendisidir.
Binâenaleyh, insanî bir şey olduğu ve cesedin de ölü olduğu sabit olunca,
insanın bu cesetten başka bir şey olması gerekir.
Yedinci Delil: Hz.
Peygamber (s.a.s) bir hutbesinde, "ölü, tabutu içine konulduğunda onun
ruhu, o tabutun üzerinde kanat çırpar ve "Ey ehlim, ailem ve çocuklarım!
Dünya benimle oynadığı gibi, sizinle de oynamasın. Ben, helal haram demeden mal
biriktirdim. Dolayısıyla, bu mal başkasına kaldı, ama hesabım ise ben
vereceğim. Binâenaleyh, benim başıma gelen şeyin sizin başınıza da gelmesinden
sakının" der'" buyurmuştur. Bu hadisten çıkarılacak delil şudur: Hz.
Peygamber (s.a.s), o cesed, tabutu içine konulduğunda, orada nida eden ve
"Ey ailem ve çocuklarım. Helâl haram demeyip mal biriktirdim" diyen
bir şey kaldığını açıkça belirtmiştir. O çoluk çocuk kendisine ait olan; helâl
haram demeyip mal biriktiren ve geride boynunda bir günah yükünden başka bir
şey kalmayan o şeyin bu (tabuttaki) insan olmadığı malumdur. Binâenaleyh bu,
kendisinde o cesedin ölü olarak taşındığı vakitte, o insanın, diri, geride
kalan (bakî) ve anlayan bir şey olduğu hususunda açık ve sarîh bir ifadedir.
Dolayısıyla bu, insanın, o ceset ve kalıptan başka bir şey olduğu hususunda da
sarîh bir ifade olmuş olur.
Sekizinci Delil:
Cenâb-ı Hak, "Ey itminâne ermiş ruh, dön Rabbine, sen O'ndan razı, O
senden razı olarak"(Fecr, 27-28) buyurmuştur. "Dön" hitabı, o
kimseye ancak, öldüğünde tevcih olunmuştur. Binâenaleyh bu, o cesedin ölümünden
sonra Allah'a dönen o şeyin, Allah'tan hoşnut olan ve Allah'ın da kendisinden
hoşnut olduğu, bir canlı olduğunu gösterir. Hoşnut olan ise,
"insan"dan başka bir şey değildir. Binâenaleyh bu, bedenin ölümünden
sonra, İnsanın, diri olarak kaldığına delâlet eder. Halbuki canlı olan, cansız
ve ölü olandan başkadır. O halde, "insan" da, bu bedenden başkadır.
Dokuzuncu Delil:
Cenâb-ı Hak, "Nihayet herhangi birinize ölüm geldi mi, elçilerimiz, onlar
artık ve eksik bir şey yapmaksızın, onun ruhunu alırlar. Sonra bunlar, bütün
işlerine hak ve adaletle malik olan Allah'a döndürülmüşlerdir" [En'&m,
61-62) buyurmuş, onların o beden öldüğünde, Mevlâ'ları olan Allah'a
döndürüldüklerini belirtmiştir. Binâenaleyh, Allah'a döndürülen o şeylerin, bu
ölü bedenden başka bir şey olmaları gerekir.
Onuncu Delil: Meselâ
biz, Hind, Rum, Arap ve Acem gibi dünyadaki bütün kavimler ite, yahudî,
hristiyan, mecusî, müslüman ve alemdeki diğer bütün gruplar ile onların
fırkaları gibi bütün din mensuplarının, ölüleri için sadaka verdiklerini;
onlara hayırla dua ettiklerini ve onların (kabirlerini) ziyaret etmeye
gittiklerini görmekteyiz.
Binâenaleyh, şayet
ölüler, ölümlerinden sonra diri kalmasalardı, onlar için tasaddukta bulunmak,
dua etmek ve onları ziyaret etmek abes olurdu. Binâenaleyh, bütün bu kimselerin
tasaddukta bulunma, duâ etme ve ziyarette bulunma hususunda ittifak edip
mutabakat sağlamış olmaları, onların selîm olan aslî fıtratlarının,
"insarT'ın, bu bedenden başka bir şey olduğuna ve o şeyin ölmediğine,
aksine ölenin bu beden olduğuna şehâdet ettiklerini gösterir.
Onbirincf Delil:
Pekçok insan, ölümünden sonra rüyasında babasını veya oğlunu görür. Ve o ölen
kimse, rüya göçen o kimseye, "Falan yere git; orada, senin için gömmüş
olduğum hazinem bulunuyor" der. O insan o esnada onu görüyor ve ölen kimse
de, üzerinde bulunan borcunu ödemesini, o rüyayı görene vasiyet ediyor. Daha
sonra, rüyayt gören kimse uyandığında, bu işi araştırıyor ve bu iş, herhangi
bir farklılık olmaksızın, aynen rüyadaki gibi tahakkuk ediyor. Binâenaleyh
"insan" ölümünden sonra bakî kalmasaydı, bu böyle olamazdı. Bu delil,
"insan"in, ölmesinden sonra bakî kaidtğına ve hislerimiz de cesedin
ölü olduğuna delâlet edince, insan, bu ölü olan bedenden başka olmuş olur.
Onikinci Delil: İnsan,
meselâ ellerinin, ayaklarının kesilmesi veya gözlerinin çıkarılması veyahut
kulaklarının kesilmesi ya da diğer uzuvlarından herhangi birini kaybetmesi
gibi, herhangi bir organı zayi olduğunda, insan, kalbinde ve aklında, uzuvları
eksilmiş olan bu insanın önceki insan olduğunu duyar ve hisseder; o insanın
zâtı hususunda bir farklılık ortaya çıkmaz. Hatta o insan, "Ben, biraz
önce mevcut olan aynı insanim. Ancak ne var ki, onlar benim ellerimi ve
ayaklarımı kestiler" der. Binâenaleyh bu, o insanın, bu uzuv ve
organlardan başka bir şey olduğu hususunda yakîn ifade eden aklî bir delil
olup, bu, "insan, bu muayyen ve hususî bünyeden ibarettir" diyenlerin
görüşünü iptal eder.
Onüçüncü Delil: Kur'ân
ve hadisler, Cenâb-ı Hakk'ın bir grup yahudiyi, "mesh" ettiğine ve
onları maymun ve domuzlar şekline soktuğuna delâlet etmektedir. Binâenaleyh,
biz şimdi diyoruz ki: O insan, bu şekle sokulduktan sonra, o halâ devam ediyor
mu, yoksa devam etmiyor mu? Eğer o devam etmiyorsa, bu o insant öldürmek ve o
domuzu yaratmak olur ki, buna da "mesh" denilmez. Yok, eğer biz,
"o insan bu mesh'den sonra da devam ediyor" dersek, buna göre biz
şöyle deriz: "O insan devam ediyor, ama o bünye ve kalıp ise devam
etmiyor." Binâenaleyh o insanın, o bünyeden başka bir şey olmasi gerekir.
Ondördüncü Delil: Hz.
Peygamber (s.a.s) Cebrail (a.s)'i, Dıhyetü'l-Kelbî kılığında, İblis'i de,
Necldli bir ihtiyar kılığında görürdü. Binâenaleyh burada, insanın hakikati
mevcut olmadığı halde, insanın bünyesi, kalıbı ve şekli mevcuttur. Binâenaleyh,
işte bu hadise, insanın bu bünye ve kalıptan ibaret olmadığına delâlet eder. Bu
delil ile bundan öncekiler arasındaki fark şudur: O bünye ve o kaltp mevcut
olmadığı, bulunmadığı halde, bu bünye tahakkuk etmiş, hasıl olmuştur.
Onbeşinci Delil:
Zinakâr tenasül uzvu ile zina yapar, fakat cezalandırılırken sırtına kırbaç
vurulur. Demek ki insan fere ve sırttan başka bir şey olmalıdır. Ve, "o
şey, tenasül uzvunu bir işte; sırtını da başka bir işte kullanıyor"
denilir. Binâenaleyh, lezzet ve acı duyan, o şeyin bizzat kendisidir. Ancak ne
var ki o lezzet, o uzuv vasıtasıyla, o elem de, sırtına vurulmasından dolayı
meydana gelmiştir.
Onaltıncı Delil: 'Sen,
Zeyd'le konuşup, ona, "Şunu yap" veya, "şunu yapma"
dediğinde, bu hitaba muhatab olan ve emrolunan veya nehyedilen, Zeyd'in alnı,
yanağı, burnu, ağzı veya herhangi bir uzvu değildir. Binâenaleyh, emredilen,
nehyedilen veya hitâb olunanın, bu uzuvlardan başka bir şey olması gerekir. Bu
da, emredilen ve nehyedilenin, bu beden olmadığına delâlet eder. Buna göre
şayet onlar, "Bu emredilen veya nehyedilen, onun uzuvlarından ve
cüzlerinden birisi değil de, bedenin tamamı niçin olmasın?" derlerse, biz
deriz ki, bedenin tamamını mükellef tutmak, ancak, o bedenin tamamı
"bilen" ve "anlayan" olması halinde doğru olur. Buna göre
biz diyoruz ki: Şayet, o bütünün tamamı, bilen ve anlayan olsaydı, bu durumda,
ya bedenin tamamıyla tek bir ilim meydana gelirdi veyahut da bedenin her bir
cüz'ünden başlı başına müstakil ilimler meydana gelirdi. Birincisi, o
"âraz"ın, pekçok mahal ve yer (cevher) ile kaim olmasını gerektirirdi
ki, bu imkânsızdır. İkincisi de, bedenin her bir parçasının başlıbaşına bilen,
anlayan ve idrak eden olmasını gerektirirdi. Halbuki biz, bedenin belli bir
cüzünün başlı başına alim, anlayan, idrâk eden olmadığı hususunda zarurî bir
bilgi bulunduğunu beyan etmiştik. Böylece böyle bir soru sakıt olur.
Onyedinci Delil:
İnsanın, bilen olması gerekir. İlim ise ancak, kalpte bulunur. Binâenaleyh
insanın, kalpte mevcut olan o şeyden ibaret olması gerekir. Bu sabit olunca,
"insan bu kalıp ve cüsseden ibarettir" şeklindeki görüş batıl olur.
Biz, "insan bilen (âlim) bir varlık olması gerekir" dedik; çünkü o,
irâde ve ihtiyar sahibi olan bir faildir. Muhtar olan bir fail ise, kalbi ve
ihtiyarı ile yapan, meydana getiren demektir. Ki, bu ikisi de, ilme bağlı
şeylerdir. Çünkü gaye edinilmeyen bir şey meydana getirmeye niyetlenmek
imkânsızdır. Binâenaleyh, insanın eşyayı tanıyan bir varlık olduğu sabit olmuş
olur. Biz, aklî ve nakli delillere dayanarak, ilmin ancak, sadece kalpte
bulunacağını söyledik. Bunun aklî delili şudur: Biz, bilgilerimizi kalbimizin
bir köşesinde hissettiğimize dair, zarurî bir bilgi hissetmekteyiz. Bunun nakli
delillerine gelince, meselâ, "Onların kalpleri vardır; onlarla iyice
anlayamazlar" (A-râf, 179); "Allah onların kalplerine imânı
yazdı" (Mücadele, 22) ve "Onu senin kalbine Emin Ruh, (Cibril) indirdi"(Şuarâ,
193-194) ayetleri gibi, pekçok ayettir. İnsanın bilen bir varlık olması
gerektiği ve ilmin de ancak kalpte bulunduğu sabit olunca, "insanın,
kalpte bulunmayan veyahut da kalb ile alakası olan, bir şey olduğu sabit olmuş
olur. Her iki duruma göre de, "insan, bu beden ve bu kalıptan
ibarettir" diyenlerin görüşü batıl olmuş olur.
İkinci Bahis: Bu
bahis, insanın, gözle görülür elle tutulur (mahsûs) bir şey olmadığını beyan
hususun d ad ir. Bu böyledir, zira insanın hakikati, onun sathından ve
renginden başka bir şeydir. Görülen tek şey, ya satıh (yüzey), ya da renktir.
Bunlar, kesin olan iki mukaddimedir. Bu kıyas, "insanın hakikati görülen
ve hissedilen bu kısımdan başka bir şeydir" neticesini verir. Bu, yakın
ifade eden bir aklî delildir.
[303]
Bu mesele, "insan,
bedenin içinde mevcut olan bir cisimdir" diyenlerin görüşlerini izah
hususundadır. Bil ki, bu süflî alemde bulunan maddeler, ya dört unsur'dan birisidir;
veyahut da onların bir araya gelmesinden ortaya çıkan bir şeydir. İnsanın
bedeninde, katıksız ve halis bir unsurun, maddenin bulunması imkânsızdır. Tam
aksine, insanın içinde bulunanların, bu dört şeyin, (unsurun) karışımından
meydana gelmiş cisim olması gerekir. Buna göre biz diyoruz ki: Kendisine, bu
dört unsurdan toprak unsurunun galip olduğu maddeler, kemik, kıkırdak, sinir,
sinir kirişleri, kas, yağ, et ve deri gibi katı ve sert maddelerdir. "İnsan,
bu bedenden başka bir şeydir" diyenlerden hiç kimse, onun bu uzuvların
herhangi birisinden ibaret olduğunu söylememiştir. Bu böyledir, zira bu uzuvlar
kesîf, ağır ve zulmânî (maddeseldir... Binâenaleyh, hiç şüphesiz, hiç kimse
"insan, bu uzuvlardan birisidir" dememiştir. Kendisine suyun galip
olduğu maddelere gelince, bunlar, dört terkib olup, hiç kimse, bunlardan
herhangi birinin, insan olduğunu ileri sürmemiştir. Ancak, insanın kanı
hakkındaki durum böyle değildir. Çünkü bazı kimseler, aktığında ölüm hadisesi
meydana geldiği için, kanın ruh olduğunu söylemişlerdir. Kendisine hava ve ateş
unsurlarının galip olduğu cisimlere gelince, bunlar ruhlar olup, ikiye
ayrılırlar:
a) Tabiî ısı ile karışmış, ya kalpte veya beyinde
meydana gelen uçucu (havâi) maddeler ki, işte ruh budur. Ve insan da budur!
Daha sonra bu kimseler kendi aralarında ihtilaf etmişlerdir. Bazıları, insanın
kalpte bulunan ruh olduğunu söylerlerken, bazıları, onun parçalanmayan ve
beyinde bulunan bir cüz olduğunu; diğer bazıları da, ruhun, kalpte ve beyindeki
ruhlarla karışmış narî (ateşsel) parçalar olduğunu ve o ateşsel parçaların da,
tabiî hararet (hararet-i garîziyye) adını aldığını ve insanın da işte bu
olduğunu söylemişlerdir.
Bazı kimseler de şöyle
demişlerdir: Ruh, nuranî, semavî, latîf maddedir. Ruhun cevheri, güneş ışığı
karakterindedir. Bu, çözülmeyi, ayrılmayı, parçalanmayı ve dağılmayı kabul
etmez. Binâenaleyh beden tekevvün edip yetenek ve kabiliyetleri tamamlandığında
-ki bu Cenâb-ı Hakk'ın, "O halde ben onun yaratılışını bitirdiğimde"
(hict. 29) ayetiyle kastedilendir-, bu semavî, ilâhî, kıymetli maddeler,
kömürdeki ateşin; susamdaki susam yağının; gül maddesinde de gülsuyunun bulunup
nüfuz etmiş olması gibi, bedenin uzuvlarının içine girerler. Bu, semavî
maddelerin, beden cevherine nüfuzu da, Hak Teâlâ'nın, "ona ruhumdan
üflediğim zaman" (Hicr, 20) ifadesinden kastedilendir. Sonra beden, bu kıymetli
maddelerin nüfuzunu kabul edecek bir biçimde sapasağlam kaldığı sürece, diri
olarak devam eder. Bedende ona o kıymetli maddelerin nüfuz etmesine mani olacak
aykırı karakterli karşıt katı maddeler meydana gelip, bu yüzden de o kıymetli
maddeler bedenden ayrıldığında ölüm hadisesi meydana gelir. Binâenaleyh bu,
hakkında düşünülmesi gereken çok kıymetli ve kuvvetli bir görüştür. Çünkü bu,
ilahî kitaplarda hayat ve ölümle ilgili olarak zikredilen durumlara
alabildiğince mutabıktır. İşte bu, "İnsan, bedenin içinde var olan bir
maddedir" diyenlerin görüşlerinin tafsilatıdır. "İnsan bu bedenin haricinde var olan bir cisimdir"
şeklindeki görüşü benimseyen hiç kimseyi bilmiyorum.
[304]
İkinci Kısım, İnsanın,
bedende bulunan bir araz olduğunu söylemektir. Bunu hiç kimse kabul etmez.
Çünkü insanın bir "cevher" olduğu kesin olarak bilinmektedir. Çünkü
insan, bilme, kudret sahibi olma, düşünme ve tasarruf edebilme sıfatlarına
sahiptir. Böyle olan ise, "cevher" olur. Cevher ise, "araz"
olamaz. Aksine her insanın söyleyebileceği şey şudur: İnsanın hususî birtakım
arazlarla (sıfatlarla) mevsûf olması gerekir. Bu izaha göre bu hususta
insanların çeşitli görüşleri vardır:
Birinci Görüş:
Anâsır-ı erbaa (dört unsur) birbirine karışıp, herbiri arasındaki sur (perde)
diğerinin suru ile kırılınca (kalkınca), arada bu durumda orta bir keyfiyet
meydana gelir ki, buna mizaç denir. Bu mizacın sınırsız dereceleri vardır.
Bazıları insanîdir, bazıları feresî (ata aitjdir. O halde insan belli
oranlarda, anâsır-ı erbaa'nın birbirine karışımından (mizacından) meydana
gelmiş bir cisimdir. Bu, ekseri doktorlar ile, nefsin bakî olduğunu kabul
etmeyen kimselerin görüşüdür. Mu'tezile'den Ebu'l-Huseyin el-Basrî'nin görüşü
de budur.
İkinci Görüş: İnsan,
hayat, ilim ve kudret ile mevsûf olması şartı ile, belli madde demektir. Hayat,
madde ile kâim olan bir araz (sıfat)tır. Bu görüşte olanlar, ruhu ve nefsi
inkâr ederek "Burada sadece bu belli sıfatlarla, yani hayat, ilim ve
kudret ile mevsûf olan, birbiriyle uyumlu maddeler vardır" derler. Bu görüş
de, Mutezile âlimlerinin çoğunun görüşüdür.
Üçüncü Görüş: İnsan,
hayat, ilim ve kudret sıfatlarına sahip bir cisimdir. İnsan, diğer canlılardan
bedeninin şekli ve uzuvlarının durumu bakımından ayrılır." Bu görüş, şöyle
bir müşkillik arzeder: Melekler bazan insan kılığına girerler. Binâenaleyh bu
durumda, aslında insan olmadığı halde, insan şeklinde bir varlık söz konusu
olur. ı Yine mesh (şekli değiştirilmiş insanlar) meselesinde, ortada insan
şeklinde olmadığı halde, insan olan varlıklar vardır. Dolayısıyla insan oluşta,
bu şekli esas almak,' 'tarden ve aksen" yanlış olur.
Üçüncü Kısım: Bu,
"insan, cisim olmadığı gibi cismanîde olmayan bir varlıktır"
denilmesidir. Bu, ruh için ruhanî bir haşri, mükâfaatı, hesabı ve ruhanî bir
cezayı kabul eden ve ruhun bakî olduğunu söyleyen ilahiyatçı felsefecilerin
ekserisinin görüşüdür. Ebu Kasım Rağıb el-İsfehânî. Ebu Hâmid el-Gazalî (r.hm)
gibi ehl-i sünnet alimlerden birçoğu ile ilk Mu'tezitî alimlerden Ma'mer b.
Abbâd es-Sülemî ve "Şeyhu'l Müfîd" diye, lakab verdikleri Şii zât ile
Kerramîye'den bir kısım da bu fikri benimsemişlerdir.
[305]
Bil ki ruhun varlığını
kabul edenler ikiye ayrılır:
a)Bunlar, muhakkik âlimlerdir. Muhakkik âlimlerden
bazıları, "insan şu belli (ruh) cevheri ile bedenden ibarettir"
derler. Bu görüşe göre insan, ne âlemin içinde, ne dışında bir varlık olmayıp,
ne âlemin içine girmiş, ne de onun haricine çıkmıştır. Yine insan ne aleme
bağlı, ne de ondan ayrıdır. Fakat onun, beden ile onu idare etme ve tasarrufta
bulunma gibi bir ilgisi vardır. Bu tıpkı, âlemin ilahının, âlem ile ancak
tasarruf ve tedbir (idare) cihetinden bir ilgisinin bulunmasına benzer.
b)"Ruh (nefis), bedenle ilgi kurduğunda, onunla
aynılaşmış (birleşmiş) olur. Böylece de nefis (ruh) bedenin aynısı, beden de
ruhun aynısı olur. Binâenaleyh insan, bu ikisinin bir araya gelmesinden,
ikisinin toplamından meydana gelen bir varlıktır. Ölüm vakti gelip çattığında,
bu birlik bozulur, rûh devam eder, ama beden yok olur. İnsanın ne demek olduğu
hususunda, âlimlerin ileri sürdükleri görüşler bunlardır. Sabit b. Kurre, ruhun
varlığını kabul ederek şöyle der: "Rûh, madde ile alâka kuran, semavî,
nurânî, latif, meydana gelmeyen, bozulmayan, parçalanmayan bir varlıktır. Bu
varlık, bedene nüfuz etmiş, onun içine girmiştir. Bu nüfuz, devam ettiği
müddetçe o bedeni idare eder. Fakat bu latîf madde, beden cevherinden
ayrıldığında, ruhun bedenle olan ilgisi kesilir."
[306]
Bu mesele, ruhun
varlığını aklen kabul edenlerin delilleri hakkındadır. Bunlar,
kimi kuvvetli, kimi
zayıf birçok bakımdan delil getirmişlerdir. Bunların kuvvetli
delillerinin bir kısmı kat'î, bir kısmı ise "iknâî"dir.
Biz, kât'î, olan delillerini ele alalım:
Birinci Delil: İnsanın
bir cevher olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh insan, ya bir yer işgal eden bir
varlıktır, ya da böyle değildir. Birinci ihtimal bâtıldır. Dolayısıyla, geriye
ikincisi kalır. İnsanın, yer tutan bir cevher (varlık) olmasının imkânsız
olduğunu şu gösterir: Eğer o böyle oysaydı, onun o yeri işgal edişi,
kendisinden başka bir (sıfat) olmuş olurdu. Böyle olunca da, o belli zâtını
tanıyan herkesin, onun belli bir miktara (ölçüye) göre yer işgal ettiğini de
bitmesi gerekirdi. Halbuki durum böyle değildir. Binâenaleyh insanın bir yer
işgal eden bir cevher olmaması gerekir. Binâenaleyh bu delili izah için, şu üç
mukaddimeyi söylemeliyiz:
Birinci Mukaddime:
Eğer insan yer tutan bir cevher olsaydı, onun yer tutuşu, zâtının kendisi
olurdu. Bunun böyle olduğunun delili de şudur: Eğer insanın bir yer işgal
edişi, devamlı bir sıfatı olsaydı, o yer, bu özelliğine bakılmaksızın, ya bir
yer tutan varlık olmuş olurdu, yahut böyle olmazdı. Her iki ihtimal de
batıldır. Binâenaleyh yer tutma özelliğinin, bir yer ile kâim olan bir sıfat
olduğunu söylemek yanlıştır. Biz, bu özelliğin yer tutan bir varlık olmasının
imkânsız olduğunu söyledik. Çünkü, bu durumda aynı şeyin, iki defa yer tutmuş
olması ve iki benzer şeyin bir arada bulunması gerekir. Bir diğer husus da
şudur: Onların birini zat, diğerini sıfat kabul etmek, aksini kabul etmekten
daha evla değildir. Bir de, ikinci yer tutuş, eğer cevherin (zâtın) kendisi
ise, zaten demek istediğimiz budur, yok eğer o, sıfat olursa, yer tutma
mahallinin, yer tutandan başka bir şey olmasının da imkânsız olduğunu söyledik.
Çünkü yer tutmanın hakikati, (esas manası), bütün yönlere doğru gitme ve
uzanmadır. Yer tutamayan bir şey, yönlere nisbet edilemez. Binâenaleyh onun
orada yer tutmaksızın bulunması imkânsız olur. Böylece, insanın yer tutan bir
cevher kabul edilmesi halinde, onun bu yer tutma işinin (özelliğinin), o belli
zâtından başka bir şey olduğu sabit olur.
İkinci Mukaddime: Eğer
insanın o hususî zâtının mekân tutma işi, bu hususî zâtının kendisi olmuş
olsaydı, bu hususî zâtı bilindiğinde, bir yer işgal ettiği de bilinirdi. Bunun
böyle olduğunun delili şudur: Eğer, insantn belli zâtı bilinmiş ve yer tutması
bilinmemiş olsaydı, o zaman aynı şey hakkında hem menfî, hem müsbet durumun bir
araya gelmesi gerekirdi ki, bu imkânsızdır.
Üçüncü Mukaddime: Biz,
kendimizin bir yer işgal ettiğini ve üç yönden (boyutta) uzayıp gittiğini
bilemediğimiz zaman da zâtımızı biliriz. Bu durum, deneme ve sınama ile ortaya
çıkar. Çünkü İnsan, mesela kölesine "Niçin şunu yaptın? Niçin emrimi
tutmadın? Bak ben seni nasıl dövüp yola getireceğim" demesi gibi, bir işle
meşgul olduğunda, "Niçin emrimi tutmadın?" derken, kendi hususî
zâtını bilmiş olur. Çünkü eğer o kendisini bilmeseydi, kölesinin emrine
muhalefet ettiğini bilmesi imkânsız olurdu. Yine onun, kölesini dövüp terbiye
etme niyetinde olduğunu söylemesi de imkânsız olurdu. Dolayısıyla bu durumda o
bir yer işgal ettiği, bütün yönlere doğru uzayıp gittiği, bir mekanda bulunduğu
aklına gelmeksizin, kendisini bilmiş ve anlamış, kendinin farkında olmuş olur.
Binâenaleyh bu anlattıklarımızla sabit oldu ki insanın zâtı, bir mekân tutan
bir cevher olsaydı, insanın mekân tutma işi, hususî zatının kendisi olurdu.
Eğer böyle olsaydı, kendi zâtını bilen herkes, mekân tutmakta olduğunu da
bilmiş olurdu. Halbuki durumun böyle olmadığı sabittir. Binâenaleyh insanın
zâtının, yer tutan bir cevher olmadığının söylenilmesi gerekir. İşte ulaşmak
istediğimiz netice budur.
İmdi eğer, "Bu,
insanın, sırf cevher olması halinde de, kendi zâtının farkında olan her
insanın, kendisinin sırf cevher olduğunu bilmesinin gerekmesi ile çelişki
teşkil eder. Halbuki durum böyle değildir" denilirse, biz deriz ki: Bu iki
durum arasındaki fark açıktır. Çünkü insanın sırf bir cevher olması,
herhangi bir mekân tutmaması ve bir mekâna girmiş olmaması demektir. Bu olumsuz
durum, o hususî zâtın kendisi değildir. Çünkü olumsuzluk, olumluluk değildir.
Durum böyle olunca da, o hususî zâtın bilinmiş, bu olumsuz durumun da
bilinmemiş olması uzak bir ihtimal değildir. Ama onun mekân tutucu olması
ihtimali böyle değildir. Çünkü biz, insanın mekân tutan bir cevher olduğunun
farzedilmesi halinde, mekân tutuşunun, kendisinin aynısı olacağını
delillendirmiştik. Böyle olması halinde, insanın zâtının bilinmesi, mekân
tutuşunun ise bilinmemesi imkânsız olur. Aradaki fark açıktır.
İkinci Delili: Nefis
(ruh) birdir. Bir olduğuna göre, hem bu bedenden hem de bedenin her parçasından
başka olması gerekir. Bu delil de birkaç mukaaddimeye dayanır:
Birinci Mukaddime:
Deriz ki: "Nefis birdir. Bizim için bunda açıklanması gereken iki husus
vardır: Bazen bu hususta bedihî bir bilgi olduğunu söyler, bazan da bunun doğru
olduğuna dair aklî delil getiririz. "Bu hususta bedihî bir bilgi olduğu
şeklindeki birinci husus için deriz ki: Nefisten murad, herkesin
"ben" diye işaret ettiği şeydir ve herkes, "ben" diye
İşaret edilen o hususî varlığın tek bir varlık olduğunu, birden fazla
olmadığını zarurî (kesin) olarak bilir. Eğer, "Herkesin "ben"
diye işaret ettiği şey, tek olsa bile, o tek şey de birçok şeyden meydana
gelmiştir" denilirse, biz de deriz ki: "Bu hususta, böyle bir soruyu
defetmeye ihtiyaç hissetmeyiz. Çünkü "ben" diye işaret edilen o
şeyin, tek bir şey olduğu zarurî olarak bilinir. Ama o tek şey, pek çok şeyden
mi mürekkebdir, yoksa aslında tek (basit) bir şey midir meselesine gelince,
şimdilik bunu açıklamaya ihtiyaç yoktur. İkinci hususa gelince, nefsin tek
oluğunu şu deliller göstermektedir:
Birinci Delik Öfke
ruhî bir hal olup, istenmeyen şeylerin uzaklaştırılması irade edildiğinda hasıl
olur. Şehvet de ruhî bir hal olup, uygun görülen şeyin talep edilmesi sırasında
meydana gelir. Bunlar o şeyin uygun veya menfur olduğunun bilinmesi ile
şartlıdır. Binâenaleyh gazab (öfke) kuvveti, kişinin kendisine uygun olmayan
şeyleri gideren kuvvettir. Binâenaleyh o kuvvet kendisine uygun olmadığını
anlamadığında, o uygun olmayan şeyleri kastî ve ihtiyarî olarak (bile bile),
defetmek için çabalaması imkânsız olur. Çünkü bazan birşeyi elde etmeye, bazan
da birşeyi defetmeye niyetlenmek, o şeyleri tanımaya bağlıdır. Dolayısıyla
kendisine uygun olmayan şeyleri ihtiyari olarak gidereceği söylenen şeyin
mutlaka, gidermeyi istediği şeyin kendisine uygun otmadığını bilmesi gerekir.
Bu sebeple öfkelenenin mutlaka, aynı zamanda anlayan bir varlık olması da
gerekir. Bu yakînî (kesin) aklî delil ile, birbirine zıt cevherler arasında bir
mübayenet bulunduğu sabit olur.
İkinci Delil: Biz,
herbiri belli bir fiil ile meşgul olan iki ayrı cevherin olduğunu farzetsek,
onlardan birinin belli o işi ile meşgul oluşunun, diğerinin kendi belli işi ile
meşgul olmasına mani olması imkânsızdır. Binâenaleyh bu sabit olunca diyoruz
ki: Anlama ve tefekkür etme mahalli bir cevher, öfkelenme yeri bir başka
cevher, şehvet (arzu etme)
yeri de bir diğer cevher otmuş olsaydı, öfke kuvvetinin kendi belli işi ile
meşgul oluşunun, şehvet kuvvetinin kendi belli fiili ile meşgul olmasını
engellememesi gerekirdi. Aksinin de yine böyle olması gerekir. Fakat aksi söz
konusu değildir. Çünkü insanın şehveti ile uğraşıp, onu o belli yere dökmesi
(teskin etmesi), onun öfke ile meşgul olmasına ve öfkesini ortaya koymasına
manî olur. Aksi de böyledir. Böylece biz, bu üç işin, baştıbaşına birer şey
olmayıp, aksine tek bir cevherde meydana gelen değişik haller olduğunu
anlıyoruz. Bu sebeple o cevherin bu fiilerden biri ile meşgul oluşu, onu başka
bir işle meşgul olmaktan alıkor."
Üçüncü Delil: Biz,
birşeyleri idrâk ettiğimizde (algıladığımızda), bu idrâk bazan arzunun
(şehvetin), bazan da öfkenin uyanmasına sebep olur. Binâenaleyh algılayan
cevher, gazaplanan ve şehvet duyan şeyden başka birşey olsaydı, algılayan
cevher bunu algıladığında, şehvet duyan cevherde bu idrakten hiçbir tesir ve iz
meydana gelmezdi. Bundan dolayı, bu algılama işinden dolayı ne bir şehvet, ne
de bir gazap meydana gelirdi. Bundan dolayı, bunlar meydana geldiğine göre biz,
idrak eden (algılayan) cevherin kendisinin, şehvet duyan ve öfkelenen şeyin aynısı
olduğunu anlıyoruz.
Dördüncü Delil: Canlı
oluşun aslı şudur: Canlı, iradesi ile hareket eden, hisseden ve ruh sahibi olan
bir varlıktır. Binâenaleyh nefsin, irade ile hareket etmesi, ancak sebepler
bulunduğunda olur. Bu sebep ise, elde edilmesi arzu edilen hayrı ve defedilmesi
arzu edilen şerri bilmedir. Bu da, irâdesi ile hareket eden o şeyin, hayrı ve
şerri, lezzet ve eziyet vereni, faydalı ve zararlı olanı anlayanın kendisi
olmasını gerektirir. Anlattıklarımızla, insanî nefsin (ruhun) tek bir şey olduğu
ve o tek şeyin, hem gören, hem duyan, hem koklayan, hem tadan, hem tutan, hem
hayal eden, hem tefekkür eden, hem düşüren, hem hatırlayan, hem arzu eden, ve
hem de Öfkelenen varlık olduğu sabit olmuş olur. Bu da, idrâk edilecek herşeyi
idrak eden, ihtiyarî fillerin ve iradî hareketlerin hepsini yapan şeydir.
[307]
İkinci Mukaddime:
"Nefis tek bir şey olduğuna göre, onun bedende olmaması veya bedenin
cüzlerinden biri olmaması gerekir" şeklindeki bu mukaddime hususunda deriz
ki: Durum böyle olursa, nefsin bedenin tamamından ibaret olması imkânsızdır.
Duyma ve tahayyül etme, hatırlama gibi kuvvetleri ve bu kuvvetlerin bedenin
bütün parçalarına nüfuz etmediklerini bilmek, bedihî bir bilgidir. Hatta
bunlar, bedihîden daha ileri bir bilgidirler.
Nefsin, bu bedenin
cüzlerinden bir cüz olmasının imkânsız olduğunu beyan etmeye gelince biz,
bedende, görme, duyma, tefekkür etme ve hatırlama hususiyeti olan muayyen bir
kısım olmadığını, tam aksine akta ilk gelenin, görmenin, diğer uzuvlara değil
de, göze; duymanın, diğer uzuvlara değil de kulağa; sesin de, diğer uzuvlara değil
de boğaza tahsis edilmiş olduğunu, zarurî olarak bilmekteyiz. Algılanan diğer
şeyler ve fiiller hususundaki durum da böyledir. Bu bedende, algılanacak bütün
şeyleri algılayan ve bütün fiilleri yapabilen tek bir organın mevcut olduğunun
ileri sürülmesine gelince, durumun böyle olmadığı hususunda zarurî bilgi bulunmaktadır.
Bütün bu anlattıklarımızla, insanî nefsin, algılanabilecek şeylerin tamamını
algılayan ve bütün fiilleri yapan tek bir şey olduğu, sabit olmuş olur. Yine,
bedenin tümünün böyle bir özelliğinin olmadığı da, bedahetle sabittir. Yine
bedenin herhangi bir parçasının, bu özellikte olmadığı da, sabittir.
Binâenaleyh, işte bu durumda, "nefs"in, bu bedenden ve bu bedenin her
bir parçasından başka bir şey olduğu hususunda yakîn ve katî bir ilim tahakkuk
etmiş olur.
Bu aklî delili, başka
bir ifâde ile izah ederek, şöyle diyebiliriz: Biz zorunlu olarak biliyoruz ki,
bir şeyi gördüğümüzde onu tanır ve anlarız, Anladığımızda, onu arzu ederiz.
Arzuladığmızda ona yaklaşmak amacıyla, ona doğru hareket ettiririz.
Binâenaleyh, görenin, bilen; bilenin, arzu eden; arzu edenin de, ona yaklaşmak
için hareket eden şey olduğuna kesinkes hükmetmek gerekir. Bu sebeple o şeyi
görenin, onu tanıyanın, onu arzulayanın ve ona yaklaşmak için hareket edenin
aynı şey olduğuna katiyyetle hükmetmek gerekir. Çünkü gören, bir şey; anlayan,
ikinci bir şey; arzu duyan, üçüncü bir şey ve hareket eden de dördüncü bir şey
olmuş olsaydı, o zaman gören, anlamayan; anlayan, arzulamayan; arzulayan da,
hareket etmeyen olmuş olurdu. Halbuki bir şeyin başka bir şeyi görücü
olmasının, başka bir şeyin, o şeyi "bilici" olmasını iktiza
etmeyeceği malumdur. Diğer durumlar için de durum aynıdır. O halde biz, zaruri
olarak biliyoruz ki, görülebilen şeyleri gören kimse, onu gördüğünde, onu tanır
ve anlar; onu tanıdığında da, ona arzu duyar. Ona arzu duyduğunda da, onu ister
ve ona yaklaşmak için, uzuvlarını harekete geçirir. Yine biz, zaruri olarak
bilmekteyiz ki, bu görme, bu bilme, bu arzulama ve bu harekete geçmekle
vasfedilen, başkası değil, odur. Hem, hükemâ ve alimler şöyle demişlerdir:
Canlıların mutlaka, iradeyle hareket eden, hassas, duyarlı varlıklar olmaları
gerekir. Çünkü o, bir şeyi hissedemezse, onun kendisine uygun veya uygun
olmadığını anlayamaz. Bunu anlayamadığında da onun onu elde etmeyi veya onu def
etmeyi istemesi imkânsız olur. Böylece, iradesiyle hareket eden o şeyin,
bizatihi duyan ve hisseden şeyin aynısı olması gerektiği sabit olmuş olur.
Yine, idrâk edilebilecek her türlü şeyi idrak edenin ve bütün ihtiyari
hareketlere yönelerek onu yapanın aynı şey olduğu da sabittir. Yine biz, başkasına
anlatmak için, bir söz söylediğimizde, söyleyeceğimiz o sözlerin anlamlarını
düşünürüz. Onların manalarını düşündüğümüzde, onları, başkalarına anlatmayı ve
bildirmeyi dileriz. Kalbimizde böyle bir arzu uyandığında, onları başkasına
anlatabilmemiz için, o harf ve sesleri varlık alemine sokmaya çaba sarfederiz.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca biz deriz ki: Şayet, ilim ve iradenin mahalli ile, o ses ve
harflerin mahalli tek bir cisim, (uzuv) olmuş olsaydı, o zaman ilim ve
iradelerin yerinin de yemek borusu (boğaz), dilcik ve dil olduğunun
söylenilmesi gerekirdi. Halbuki, durumun böyle olmadığı malumdur. Yok eğer biz,
ilim ve iradelerin yerinin kalbimiz olduğunu söylersek, o zaman sesin yerinin de
kalb olması gerekir ki, bu da zorunlu olarak batıldır ve yanlıştır. Şayet biz
konuşma mahallinin, yemek borusu, dilcik ve dil olduğunu; ilim ve iradelerin
yerinin kalb olduğunu ve kudret ve yapabilme gücünün mahallinin de sinirler,
sinir kirişleri ve kaslar olduğunu söylersek, o zaman biz bütün bu işleri, bu
muhtelif uzuvlara taksim etmiş oluruz. Ancak ne var ki,biz bunun da yanlış
olduğunu söyledik ve idrak edilebilecek bütün şeyleri idrak edenin, her türlü
hareket için bütün uzuvları harekete geçirenin, tek ve aynı şey olmaları
gerektiğini beyan ettik. Binâenaleyh, geriye sadece, "Bütün bu idrâk ve
her türlü hareketi yapabilmede, bu beden ve bu bedenin cüzlerinin dışında kalan
başka bir şeyin bulunduğunun ve bu bedenin cüzlerinin de onun alet ve
vasıtaları mesabesinde olduğunun" söylenilmesi hususu kalmıştır. Nasıl ki
insan, çeşitli aletler vasıtasıyla, farklı farklı birtakım işler yapmayı
düşünebiliyorsa, aynen bunun gibi "nefs" de, göz ile görür; kulak ile
duyar; beyin ile tefekkür eder; kalbiyle de düşünür ve anlar. Binâenaleyh, bu
uzuvlar "nefs"in, ruhun alet ve vasıtalarıdır. "Nefs" ise,
bunlardan başka, zatı itibariyle onlardan farklı, ama tasarruf ve tedbir
bakımından onlarla iigili olan bir cevherdir. İşte bu aklî delil, bu neticenin
elde edilmesi hususunda yakınî ve kıymetli bir delildir. Allah en iyisini
bilendir.
Üçüncü Mukaddime:
İnsan şayet, bu bedenden ibaret olmuş olsaydı, o zaman bu bedenin herbir
cüzünde, müstakil bir biçimde bir hayat, ilim ve kudret veyahut da, uzuvların
toplamında bir hayat, ilim ve kudret bulunması gerekirdi. Halbuki iki şık da
geçersizdir. Binâenaleyh, böylece insanın, bir bedenden ibaret olduğuna dair
verilmiş hüküm de batıl olmuş olur. Birinci kısmın batıl olmasına gelince: Bu,
bedenin her bir cüzünün başlı başına diri, hayat sahibi, âlim ve kadir olmasını
gerektirir. Bu sebeple de hiç şüphesiz bir insanın, tek bir canlı değil, tam
aksine canlılar, âlimler ve kadirler olmuş olması gerekir. Bu durumda da, tek
bir insanla pek çok insan şahsı arasında fark kalmamış olur ve bir kısmı diğer
bir kısmına zincirleme olarak bağlanmış olur. Ancak ne var ki biz, bu sözün de
yanlış olduğunu zorunlu olarak bilmekteyiz... Çünkü ben, kendi zatımı pekçok
canlılar olarak değil, tek bir canlı olarak hissetmekteyim. Hem, bu bedenin her
bir uzvunun başlı başına bir canlı olduğunun farzedilmesi halinde, bunların
herbirerierinin kendi sahiplerinin durumundan haberleri olmazdı. Bu durumda da,
bunun (bu uzvun), şu tarafa; şu beriki uzvun da, şu beriki tarafa hareket
etmeyi istemeleri İmkânsız olmazdı. Böylece de, tıpkı iki şahıs arasında
meydana geldiği gibi, tek bir insanın cüzleri arasında da bir karşıtık ve
zıtlaşma meydana gelirdi. Halbuki bunun yanlış olduğu, bedihî olarak bellidir.
İkinci kısmın batıl
olmasına gelince, bu da tek bir sıfatın pekçok mahalde bulunmasını gerektirir.
Halbuki, bunun batıl olduğu da zarurî olarak malûmdur. Bir diğer husus da, tek
bir sıfatın, pekçok mahalle hulul etmesinin caiz görülmesi halinde, tek bir
cismin pekçok mekânda bulunması da uzak görülemezdi. Bir (üçüncü) husus da, tek
hır sıfatın, farklı farklı yerlerde bulunmasının farzedilmesi halinde, o
cüzlerin her biri, hayy, akıllı ve âlim olmuş olurdu. Bu durumda da iş, tek bir
cüssenin pekçok insan olması haline varıp dayanırdı. Bu iki kısmın fasit ve
yanlış olduğu ortaya çıkınca, insanın, bu bedenden ibaret olmadığı sabit olmuş
olur.
İmdi, eğer onlar:
"Tek bir hayatın, tek bir cüz ile kâim olması; sonra da o hayatın, bütün
cüzlerin diriler olmasını gerektirmesi niçin caiz olmasın?" derlerse, biz
deriz ki, bu batıldır. Zira, hayat, diri olmak; ilim de, âlim olmak demektir.
Biz hayatın, hayatiyyeti; ilmin de alim olmayı gerektiren bir husus oiduğunu
farzedelim. Ancak ne var ki, biz diyoruz ki, şayet bedenin tamamında tek bir
hayatın ve tek bir âlimliğin tamamının bulunması halinde, o zaman tek bir sıfat
pekçok mahalde bulunmuş olur ki, bu olamaz, mümkün değildir. Şayet, her parçada
ve her cüssede başlı başına bir hayat ve bir âlim olma hafi bulunmuş olsaydı, o
zaman da, daha önce söylediğimiz gibi, "Tek bir insanın pekçok insan
olması" meselesine dönülmüş olur ki, bu da imkânsızdır.
[308]
De rdüncü Mukaddime:
Biz, nefsin hallerini düşündüğümüzde, onun hallerinin, maddenin halterine zıt
olduğunu görmekteyiz ki, bu da, nefsin, cisim olmadığını gösterir. Bu zıtlığı
birkaç bakımdan izah edebiliriz:
a) Belki bir şekli olan her cisim, önceki şeklin
cinsinden başka olan bir şekli, ancak o önceki şekli tamamen yok olduktan sonra
kabul eder. Meselâ: Üçgen şeklinde olan mum, ancak bu şekil ondan zail olduktan
sonradır ki, kare veya daire şekline girebilir. Evet biz, nefsin,
"makûlaf'ın suretlerini, mevcut olan şu (şeyin) zıddiyle düşündüğünü görmekteyiz.
Çünkü, aklî bir sureti kabul etmeyen nefsin, aklî suretlerden herhangi bir
şekli kabul etmesi uzak bir ihtimal olur. Ama o nefis, tek bir şekli kabul
ettiğinde, onun, ikinci şekli kabul etmesi daha kolay olur. Nefsin, bu Özelliği
asla zayıflamaksızın, gitgide daha değişik şekiller kabullenir. Onun kabul
ettiği şekiller ve suretler çoğaldıkça, bundan sonra gelecek şekilleri kabul
etmesi de, o nisbette kolay ve hızlı olur. İşte bundan dolayı insanın,
ilimlerle olan irtibat ve hüküm istinbâtı çoğaldıkça, anlayış ve idraki de
artar. Böylece nefsin, maddenin, şekilleri kabul etmesinin aksine, aklî olan
şekı-leri kabul ettiği sabit olmuş olur ki, bu da nefsin, cisim olmadığını
vehmettirir.
b) Devamlı olarak ince şeyleri düşünmenin, hem nefiste
hem de bedende etkileri vardır. Onun nefsteki etkisine gelince: Bu, nefsi,
düşünülecek ve idrâk edilecek hususlarda, "kuwe"den fiile çıkarma
tesiridir. Tefekkür ne kadar çok olursa, bu hallerin tahakkuku da o nisbette
mükemmel olur ki, bu da nefsin kemâlinin zirvesi, şeref ve ululuğunun en son
noktasıdır. Bunun bedene olan etkisine gelince, bu, bedene kuruluk ve
solgunluğun hakim olmasını gerektirir. Bu durumun devam etmesi halinde,
"nefs" bitkisel hayata geçerek Ölüme sevkedilir. Bu
anlattıklarımızla, bu tefekkürlerin, nefsin hayatiyyetini ve şerefini;
bedenin de gitgide yıpranmasını ve ölümü gerektirdiği sabit olmuş olur.
Binâenaleyh, şayet nefs, beden olmuş olsaydı, tek bir şey aynı anda hem onun
mükemmelleşmesine, hem de noksanlaşmasına; hem hayatta kalmasına, hem de
ölmesine sebep olmuş olurdu ki, bu imkânsızdır.
c)Biz, insanın bedeninin, zayıf ve narin olduğunda ve
ona, kudsiyyetin nurlarından bir nûr zuhur edip, gayb âleminin sırlarından da
bir sır tecelli ettiğinde, o insanın büyük bir cesaret kazandığını; kuvvetli
bir hükümranlık duygusu elde ettiğini; büyük hükümdarların huzurunda
bulunduğunda onlara aldırmadığını ve onlara hiç değer vermediğini müşahede
etmekteyiz.
d)Çile ve mücahede erbabı, bedenî kuvvetleri ezme ve
bedeni aç bırakma hususunda göstermiş oldukları dikkat oranında, ruhî
kuvvetleri güç kazanır ve sırlan da ilahî bilgilerle aydınlanır. Yine aynı
insan, bütün gücünü yemesine, içmesine, bedenî şehvet ve isteklerin yerine
getirilmesine sarfettiğinde, hayvan gibi olur; konuşmaktan, aklını kullanmaktan
ve marifet nurundan mahrum olur. Şayet nefs, bedenden başka olsaydı, durum
böyle olmazdı.
e)Biz, nefsin, fiillerini bedene ait olan vasıtalar
sayesinde gerçekleştirdiğini, meselâ gözü ile gördüğünü, kulağı ile duyduğunu,
eliyle aldığını, ayağı ile yürüdüğünü görmekteyiz. Ama iş, düşünmeye ve
anlamaya geldiğinde, o nefs, bu alet ve vasıtaların yardımı olmaksızın, bu
fiiller konusunda tamamiyfe bağımsız olur. İşte bundan dolayı, insanın, tıpkı
bildiği şeyleri kalbinden silip atması kesinlikle mümkün olmadığı gibi,
gözlerini yumduğunda birşeyi görmesi; kulaklarını tıkadığında herhangi bir ses
duyması imkânsız olur. Böylece biz, nefsin, zâtı gereği, ilim ve bilgiler
hususunda, bedenî alet ve vasıtalardan bağımsız olduğunu anlamış oluruz.
Binâenaleyh, işte bu
beş madde, nefsin cisim olmadığı hususunda güçlü birtakım ipuçları ve
emarelerdir.
Birinci mesele:
Hususunda eskilerin delillerinden pekçoğunu, hikmet ve felsefeyle İlgili
kitaplarımızda ele almıştık. Onları burada tekrarlamanın faydası yoktur.
[309]
Bu mesele, nefsin cisim olmadığına dair nakli
delillerin îrad edilmesi bususundadır.
Birinci Delil:
Cenâb-ı Hakk, "Hem
kendisi Allah'ı unutmuş, hem
(Allah) kendilerini kendilerine unutturmuş olanlar gibi olmayın"(Haşr, 19)
buyurmuştur. İnsanlardan hiç kimsenin, bu görülen bedenini ve heykelini
unutamıyacağı malumdur. Binâenaleyh bu, insanın aşırı cehaletinden dolayı unuttuğu o
nefsin, bu bedenden başka bir şey olduğunu göstermektedir.
İkinci Delil: Cenâb-ı
Hak, "(Haydi bakalım) canlarınızı
çıkarın!" (En'âm, 93) buyurmuştur. Bu da, nefsin, bu bedenden başka bir
şey olduğu hususunda sarîh bir ifâde olup, biz bu hususu, bu ayetin tefsirinde
tafsilatlı bir biçimde ele almıştık. Oraya müracaat edilebilir.
Üçüncü Delil: Allah
Teâlâ, maddî yaratmanın derecelerini belirterek, "Andolsun biz insanı
çamurdan (süzülmüş) bir hülasadan yarattık. Sonra onu, sarp ve metîn bir
karargâhta bir nutfe yaptık. Sonra o nutfeyi bir "alaka" haline
getirdik, derken o alakayı bir çiğnem et yaptık. O bir çiğnem eti de kemiklere
kalbettik de, o kemiklere de et giydirdik" wminun, 12-14) buyurmuştur.
Bütün bu derecelerin, maddî haller hususunda meydana gelmiş farklılıklar olduğu
hususunda şüphe yoktur. Daha sonra Cenâb-ı Hak ona, rûh üfürmek istediğinde,
"Bilâhare onu, başka yaratılışla inşâ ettik" {Mü'm\nün, 14)
buyurmuştur. İşte bu, ruha taalluk eden şeyin, biraz önce bahsedilen maddî
hallerle ilgili olarak meydana gelen değişikliklerden başka bir şey olduğuna
dair açık bir ifâde olup, ruhun bedenden başka bir şey olduğuna delâlet eder.
Buna göre onlar şayet,
"Bu ayet, sizin de aleyhinize bir delildir. Çünkü Allah Teâlâ, (Mö'minun,
12) buyurmuştur. Bu ifadelerin başındaki (Mln), ba'ziyyet içindir. Bu da
insanın, "çamur"un parçalarından bir parça olduğunu gösterir"
derlerse, biz deriz ki: "mln edatı, senin tıpkı "Basra'dan Kûfe'ye
çıktım" sözünde olduğu gibi, "ibtidâ-i gaye" için olup,
mesafenin başlama noktasını bildirir. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun
biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir hülasadan yarattık" (Mü'minûn, 12)
ayeti, insanın yaratılışının başlangıcının, bu (süzülmüş) bir hülasadan
olmasını gerektirir. Biz de bunu söylüyoruz; çünkü Allah Önce kalıbı düzeltmiş,
sonra da ona ruh üflemistir. Böylece, o insanın yaratılışının başlangıcı, bu
hülasadan olmuş olur.
Dördüncü Delil:
Cenâb-ı Hak, "O halde ben onun yaratılışını bitirdiğim, ona ruhumdan
üflediğim zaman siz derhaİ onun için secdeye kapanın" <hict, 29)
buyurmuş, böylece, beşeriyyet vasfıyla rûh üflemeyi birbirinden ayırdetmiştir.
Şu halde "tesviye", insanın uzuvlarını, organlarını yaratıp, kalıbını
ve maddesini dengeli hale getirmek demektir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak rûh
üflemeyi, uzuvları düzenleme işinden ayırıp, sonra da ruhu,
"ruhumdan" diyerek kendisine izafe edince, bu, rûh cevherinin beden
cevherinden başka bir şey olduğunu göstermektedir.
Beşinci Delil: Cenâb-ı
Hak, "Her bir nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona hem kötülüğü, hem
sakınmayı İlham edene kasem olsun ki" (Şems, 7-8)buyurmuştur. Bu ayet,
hakikatte idrâk ve hareket etmekle nitelenen bir şeyin varl.ğı hususunda sarîh
bir ifâdedir. Çünkü, "ilham" anlatmak demektir. "Fücâr ve
takva" ise, fiille ilgilidir. Binâenaleyh bu ayet, insanın tek bir şey
olduğu hususunda sarîh bir beyândır. Bu insan da, hem idrak edip hareket
etmekle, hem de bazan, fücur fiili,
bazan ise takva fiiliyle
nitelenmiştir. Bedenin tamamının, bu iki
sıfatla vasfedilmedikleri malûmdur. Binâenaleyh, bütün bunlarla vasfedilebilen
başka bir cevherin var olduğunun söylenmesi gerekir.
Altıncı Delil: Cenâb-ı
Hak, "Muhakkak ki biz insanı, bir nutfeden, halitadan yarattık. Onu
imtihan ediyoruz. Bu sebeple onu, işitici ve görücü yaptık" (insan, 2)
buyurmuştur. Binâenaleyh bu, insanın tek bir şey olduğuna ve o şeyin de ilahî
mükellefiyet ve Rabbanî emirlerle imtihan edilen varlık olup, aynı zamanda
kendisinde duyma ve görme özelliği bulunduğu hususunda sarîh bir ifadedir.
Halbuki, insanın bedeni böyle değildir. Ve, bedenin herhangi bir uzvu da böyle
değildir. Binâenaleyh, bu demektir ki "nefs", hem bu bedenden hem de
bu bedenin parçalarından başka bir peydir ve o, aynı zamanda bütün bu
sıfatlarla vasfedilendir.
Bil ki, ruhların
bedenlerle alâka kurmalarından önce ve bedenlerden de ayrıldıktan sonra,
onların sıfatları hususunda varid olan hadisler pekçoktur. Bütün bunlar,
nefsin, bu bedenden başka bir şey olduğuna delâlet eder. Bu pekçok ayeti okuyup
ve bu pekçok haberleri rivayet edip de, sonra da, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
ruhun ne demek olduğunu anlayamadan öldüğünü söyleyenlere, doğrusu hayret etmek
lazımdır. Bu, şaşılacak bir şeydir. Allah en iyisini bilendir.
[310]
Tefsirini yapmakta
olduğumuz ayetin, söylediğimiz şeylerin doğruluğuna delâleti ise şu şekildedir: Şayet rûh, bir halden başka bir
hale, bir sıfattan başka bir sıfata geçebilen bir cisim olmuş olsaydı, o zaman
o, başka bir sıfatla muttasıf olduktan sonra, diğer bazı muayyen sıfatlar
alabilen maddelerden meydana gelme hususunda bedene denk ve müsavî olmuş
olurdu. Binâenaleyh, Hz. Peygamber (s.a.s)'e rûh sorulduğu zaman, O'nun,
"O bir nutfeydi, sonra alaka oldu; derken bir et parçası haline
geldi" demesi gibi, "O, şöyle şöyle olan, daha sonra da şöyle olan;
elerken rûh haline gelen bir cisimdir" diye açıklamada bulunması
gerekirdi. Binâenaleyh, o böyle söylemeyip, tam aksine, "O, varlık
âlemine, Allahu Teâlâ'nın kendisine, "Ol!" dediği için girmiştir,
meydana gelmiştir" manasında, "O, Rabbimin emrindendir"
buyurunca, bu, ruhun, maddeler cinsinden bir cevher değil, tam aksine kudsî,
soyut bir cevher olduğuna delalet etmiştir. Bil ki, riyâzât sahibi ve mükaşefe-müşâhede
erbabı olan ariflerin ekserisi bu görüşte ısrar etmektedirler ve bunu, kesinkes
savunmaktadırlar. Meselâ Vasıtf şöyle der "Allah, ruhları, cemâl ve
güzellik (behâ) karışımından yaratmıştır. Binâenaleyh, şayet, Cenâb-ı Hak
ruhları gizli tutmasaydı (herkes onları bilip tanısaydı), onlara her kâfir
secde ederdi."
Ruhun ilk önce kalb
ile, daha sonra da kalb vasıtasıyla, onun tesirinin diğer uzuvlara ulaşmasının
izah edilmesine gelince, biz bu hususu, "Onu Ruhu'l-Emîn, inzâr
edicilerden olasın diye, senin kalbine indirmiştir" (Şuara, 193-194)
ayetlerinin tefsirinde açıkladık.
Bunu kabul etmeyenler,
şu delilleri ileri sürmüşlerdir:
1) "Şayet ruhlar, cisim ve "araz" olmama
hususunda Allah'ın zâtına eşit ve denk olmuş olsalardı, mahiyetlerinin tamamı
hususunda da ona denk ve eşit olmuş olurlardı ki, bu imkânsızdır.
2)
Cenâb-ı Hak,
"O kahredilesi insan, ne nankördür o! Onu hangi şeyden yarattı? Bir damla
sudan yarattı da onu biçimine koydu. Sonra onun yolunu kolaylaştırdı. Sonra onu
öldürüp kabre soktu. Daha sonra dilediği zaman da onu tekrar diriltecek"
(Abese, 17-22) buyurmuştur. Bu, insanın nutfeden yaratılmış, sonra ölüp kabre
giren, daha sonra da kabirden çıkarılacak olan bir şey olduğu hususunda sarih
bir açıklamadır. İnsan, şayet bu bedenden ibaret olmasaydı, ayette bahsedilen
bu durumlar doğru olmazdı.
3) Cenâb-ı Hak, "Allah yolunda öldürülenleri sakın
ölüler sanma. Bilâkis onlar Rableri katında diridirler. Lütf-ü inayetinde,
kendilerine verdiği ile hepsi şâd olarak nziklamrlar"(Animrin, 159-170)
buyurmuştur. İşte bu ayet, ruhun cisim olduğuna delâlet eder. Çünkü, nzıklanmak
ve sevinmek, maddelerle ilgili sıfatlar cümlesindendir."
Bunların görüşlerinin
birincisine cevap:
Bir mekân işgal etmeme
ve bir mekâna hulul etmeme hususundaki denklik, "selbî" (olumsuz)
sıfatlar hususunda olan bir denkliktir Halbuki, selbî sıfatlar hususundaki
denklik "mümaseleti" (bir şeye benzemeyi) gerektirmez. Bil ki, bir
grup câhil, "Rûh, mekân tutmayan ve mekâna hulul etmeyen bir varlık
olunca, onun ilâha denk veya O'nun bir cüz'ü olması gerekir" iddiasında
bulunmuşlardır ki, bu fahiş bir cehalet ve çirkin bir hatadır. Bu meselenin
özü, daha önce de bahsettiğimiz gibi şu hususa dayanmaktadır: Olumsuzluklardaki
eşitlik, şayet benzerliği gerektirmiş olsaydı, o zaman, bütün farklı farklı
şeylerin denk olduklarının ve farklı iki mahiyetin, dışlarında kalan her şeyi
selbetme hususunda mutlaka müşterek olduklarının söylenilmesi gerekirdi.
Öyleyse bu inceliğin bilinmesi gerekir. Çünkü bu, cahillerin büyük bir hataları
ve yanlışlarıdır.
İkincisine de şu
şekilde cevap verilir: Hem örfe, hem de zahire göre insan, bu bedenden ibaret
olunca, örf itibariyle ona, "insan" denilmiştir.
"Üçüncüsüne de şu
şekilde cevap verilir: Ayette bahsedilen nzık, onların hallerinin kuvvetli ve
kemâllerinin de mükemmel olduğu anlamındadır ki: Bu da, marifetullah ve
muhabbetullahdır. Tam aksine, biz diyoruz ki bu, bizim görüşümüze delâlet eden
en iyi delillerden birisidir. Çünkü, onların bedenleri toprak altında
çürümüştür. Halbuki Cenâb-ı Hak da, onların ruhlarının, Arş'ın altında asılı
olan kandillerde barındıklarını beyan etmiştir ki, bu da, ruhun bedenden başka
bir şey olduğuna delâlet eder. Bu, bu konuda bizim son sözümüz olsun. Biz şu
a.ıda bu istidraddan sonra tekrar tefsir ilmine dönüyoruz.
[311]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "(Zaten) size az bir ilimden başkası verilmemiştir" buyurmuştur.
Biz, kendi görüşümüze göre bu hususta iki ihtimal bulunduğunu daha önce
söylemiştik.
Müfessirlere gelince,
onlar şöyle demişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.s), bu hususu o yahudilere
belirtince, onlar, "Bu hitâb sadece bize mi, yoksa sen de bizimle beraber
misin?" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s), "Hayır, hem bize hem de size,
bu hususta az bir ilim verildi" dedi. Bunun üzerine onlar, "Amma da
tuhafsın ey Muhammedi Biraz önce, "Her kime hikmet verilirse, muhakkak ki
or.? çok hayır verilmiştir" (Bakara, 269) dedin, şimdi de böyle
söylüyorsun" dediler de, bunun üzerine, "Eğer yerdeki ağaçlar kalem
olsa, deniz de, arkasından yedi deniz daha kendisine yardım ederek (mürekkebi
olsa, yine Allah'ın kelimeleri tükenmez. Şüphesiz ki Allah, yegâne galibtir,
tam bir hüküm ve hikmet sahibidir"(Lokman, 27} ayeti nazil olmuştur.
Onların ileri sürdüğü şey, bağlayıcı (lâzım) değildir. Çünkü bir şey,.bazan bir
şeye nisbetle az, başka bir şeye nisbetleyse çok olabilir. Binâenaleyh,
insanlarda bulunan ilimler, Allah'ın ilmine ve eşyanın hakikatiarına nisbetle
son derece az, ancak maddî arzulara ve maddî lezzetlere nisbetle de çoktur.
[312]
"Andolsun ki,
sana vahyettiğimizi de, dilersek, muhakkak gidehveririz. Sonra bize karşı,
onu (geri getirmek için) kendine bir vekil de bulamazsın. Ancak Rabbinden bir
rahmet (onu ibkâ etmiştir). Gerçekten onun, senin üzerindeki fazlı
büyüktür"(Isra, 66-87).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[313]
Bil ki Allah Teâlâ
önceki ayette, insanlara pek az ilim verdiğini beyan buyurunca, bu ayette de, o
verdiği azıcık
ilmi de almak isterse,
buna muktedir olduğunu açıklamıştır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, o şeyin bilgisini
kalblerden ve yazısını da kitaplardan silmesi sayesinde olur. Bu, her ne kadar
âdete aykırı bir iş ise de, ancak ne var ki, Allah buna kadirdir.
[314]
Kâb'î, Kur'ân'ın
mahlûk olduğuna dair bu ayetle istidlal ederek şöyle der: "Silinebilen ve
giderilebilen şeyin, kadîm olması imkânsız olur. Tam aksine, onun muhdes olması
gerekir." Bu istidlal, uzak bir istidlaldir. Çünkü, bu "giderme"
ile kastedilen, O'nun bilgisini kalblerden ve ona delâlet eden satırları da
mushaflardan silmektir ki, bu, malûm ve medlul (kendisine delâlet edilenin)
"muhdes" olmasını gerektirmez.
Cenâb-ı Hak daha
sonra, "Sonra bize karşı onu (geri getirmek için) kendine bir vekil de
bulamazsın" buyurmuştur. Yani, "Bu şeylerden herhangi birini geri
çevirme hususunda kendisine güvenebileceğin hiç kimse bulamazsın."
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Ancak Rabbinden bir rahmet (onu ibkâ etmiştir)" buyurmuştur. Yani,
"Rabbinin sana acıyarak merhamet edip, onu sana tekrar vermesi hali
müstesna" demektir. Veyahut da, istisna, istisnâ-i munkati' manasına
alınarak, "Ancak ne var ki, Rabbinin rahmeti, onu o şekilde ibkâ etti ve
giderilmiş yapmadı" şeklinde de manalandırılabilir. Bu, Allah Teâlâ'nın
bütün ulemâya lütufta bulunmuş olmasının bir eseri olarak, Kur'ân'ı ibkâ
etmesiyle vermiş olduğu şu iki çeşit nimeti kapsar:
1) Alimlere bu ilmi kolaylaştırması;
2) Onlara bu ilmi muhafaza etme gücü vermesi. Cenâb-ı Hak,
"Hakikat O'nun, senin üzerindeki fazlı,
keremi büyüktür"
buyurmuştur. Bu hususta şu iki görüş ileri sürülmüştür:
1) Bundan murad, "ilmi ve Kur'ân'ı, sende ibkâ
etmesi sebebiyle, O'nun sana olan lütuf ve ikramı büyük oldu" manasıdır.
2) "Seni, ademoğullartnın efendisi, peygamberlerin
sonuncusu yapması ve sana "Makam-ı Mahmûd"u vermiş olması sebebiyle,
O'nun senin üzerindeki lütuf ve keremi büyük oldu. Binâenaleyh, durum böyle
olunca, hiç şüphesiz Cenâb-ı Hak, ilmi ve Kur'ân'i sende ibkâ etmiş olması
sebebiyle de, sana in'âm etmiştir."
[315]
"De ki:
"Andolsun, ins ü cin şu Kur'ân'ın benzerini (meydana) getirmeleri için bir
araya toplansa, birbirlerine yardımcı da olsalar, yine onun benzerini getiremezler"(isrâ,
86).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[316]
Bil ki biz, Bakara
Sûresi'nde, "Eğer kulumuzun özerine parça parça indirdiğimizden şüphe
ediyorsanız haydi onun benzerinden siz de bir sûre getirin" {Bakara, 23)
ayetinin tefsirinde Kur'ân'ın i'câz'ını, iyice açıklamıştık. Alimlerin bu
hususta iki görüşü bulunmaktadır: Kimileri Kur'ân'ın bizzat kendisinin mu'ciz
olduğunu söylerken, kimileri de, "Kur'ân'ın haddizatında mu'ciz
olmadığını, Kur'ân'a muarazada bulunmaya sevkeden sebepler pek çok kuvvetli
olmasına rağmen, onları Kur'ân'a muâraza etmekten men edip çevirince, bu
çevirme işi güçlü bir mu'cize olmuştur" demiştir. Bize göre bu konuda
tercih edilen şudur: Biz, Kur'ân'ın bizzat kendisinin, ya mu'ciz olduğunu veya
olmadığını söyleriz. Eğer muciz ise, netice zaten elde edilmiş olur. Yok eğer,
"Mu'ciz değil de, aksine onlar, buna muarazada bulunmaya kadirdiler;
muarazada bulunmaya götüren sebepler de boldu; onları bundan hiçbir şey geri
çevirmemiş ve mani de olmamıştı." Eğer böyle idiyse bu durumda, ona
muarazada bulunmak mutlaka gerekli idi. Binâenaleyh onların, bu bahsedilen
durumlara rağmen muârazada bulunamayışları, harikulade bir şey olmuş otur ve bu
bakımdan da Kur'ân, mu'ciz olmuş olur. Binâenaleyh, bizim bu bâbta tercih
ettiğimiz yol budur.
[317]
Birisi şöyle
diyebilir: "Farzedelim ki, insanların Kur'ân'a muâraza
edemedikleri ortaya çıkmış olsun. O halde,
cinlerin onlara
muarazada bulunamayacaklarını
nasıl biliyorsunuz? Hem, "Bu kelâmı, cinler uydurdu;
onu, Hz. Muhammed (s.a.s)'e onlar verdi ve insanları saptırmak için de, Hz.
Muhammed (s.a.s)'i buna seçtiler" denilmesi niye caiz olmasın? Buna göre
sizler Hz. Muhammed (s.a.s)'in, "Bu, cinlerin sözü değildir, tam
aksine ilahî bir kelâmdır" şeklindeki sözü hususunda doğru söylediğini
bildiğinizde ancak, onun "sadık" olduğunu bilebilirsiniz. Bu durumda
da, "devir" gerekir. Herhangi bir kimse, "Bunun, cinlerin sözü
olduğu nasıl düşünülebilir?" de diyemez. Çünkü biz deriz ki, Bu ayet,
tehaddînin cinlere karşı yapıldığına delâlet eder. Böyle bir tehaddî ise,
onların, fasih ve beliğ olmaları halinde ancak güzel olur. Durum böyle olunca
da, mezkur ihtimal devam etmiş olur."
Alimler, birincisine
şu şekilde cevap vermişlerdir: "Beşerin, Kur'ân'a muâraza edememesi, onun
mu'ciz olduğu hususunda yeterli bir sebeptir." İkincisine de şöyle cevap
vermişlerdir "Şayet bu olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın bu telbîs
(karıştırma) işini ortaya koyması, hikmeti gereği vacip olurdu. O bunu izhâr
etmediğine göre, bu, böyle bir şeyin olmadığına delâlet etmiştir. Yine Allah
Teâlâ, bu soruya Şuarâ Sûresi'nin sonundaki, "Şeytanların kimlerin üzerine
indiğini size haber vereyim mi ben? Onlar her günahkâr yalancının tepesine
iner" (Suarâ, 221-222» ifâdelerinde yeterli ve sadra şifâ cevaplarla cevap
vermiştir ki, biz bu cevapları orada genişçe açıkladık. Burada tekrarlamanın
bir faydası yok.
[318]
Mutezile, "Ayet,
Kur'ân'ın mahluk olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü, kadîm olan şeyle meydan
okumak
imkânsızdır"
demiştir. Biz bu meseleyi, Bakara Sûresi'nde detaylı bir biçimde ele almıştık
(Bakara, 23). Binâenaleyh, bunu tekrarlamanın bir manası yok.
[319]
"Andolsun ki biz
bu Kur'ân'da insanlar için her türlü misali çeşitli şekillerde açıkladık,
insanlardan pekçoğu ise, ille de küfürde ayak direttiler" (İsrâ, 89).
[320]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Andolsun ki biz bu Kur'ân'da insanlar için her türlü misali çeşitli
şekillerde açıkladık" buyruğu ile ilgili olarak şu açıklamalar
yapılabilir:
1) Bu ayette olduğu gibi, Kur'ân'ın tamamıyla meydan
okuma (tehaddî) vuku-bulmuştur. Yine Kur'ân'da, on sûre getirilmesi ile meydan
okunmuştur. Nitekim O, "O halde haydi siz de onun gibi on sûre
getirin" (Hûd, 13) buyurmuştur. Meydanokuma bazan, tek bir sûre
getirilmesi ile yapılmıştır. Nitekim Allah TeaJâ, "haydi onun benzerinden
siz de bir sûre getirin"(Bakara, 23) buyurmuştur. Ve, meydan okuma, bir
sûrenin tek cümlesiyle olmuştur. Nitekim O, "onun gibi bir söz getirsinler
(bakalım)!" 0ur,34) buyurmuştur. O halde, "Andolsun ki biz bu
Kur'ân'da insanlar için her türlü misali çeşitli şekillerde açıkladık"
ayetiyle, biraz önce de açıkladığımız gibi, meydan okuma (tehaddî) murad
edilmiş olabilir. Ama onların, meydan okumanın bütün bu kısımlarındaki
acziyyetleri ortaya çıkınca, küfürlerinde ısrarlarını sürdürmüşlerdir.
[321]
2) "Andolsun kî biz bu Kur'ân 'da insanlar için her
türlü misali çeşitli şekillerde açıkladık" ayet-i kerimesinden şu
kastedilmiş olabilir: "Biz onlara, Nûh, Ad ve Semûd kavimleri gibi,
küfürlerini sürdüren kimseleri nasıl her türlü belâlarla sınadığımızı haber
verdik. Ve bu metodumuzu, defalarca açıklayıp durduk. Ama buna rağmen yine o
topluluklar, yani Mekkeliler, bu açıklamalarımızdan ders atmadılar da, aksine,
küfürlerini devam ettirdiler."
[322]
3) Bununla şu murad edilmiştir:' 'Allah Teâlâ, bu Kur'ân
'da, birliğine (tevhîd) dair deliller getirmiş; kendisinin eşi ve benzeri
olmadığını defalarca bildirmiş; nübüvvet müessesesi ile ahireti inkâr edenlerin
ileri sürdüğü şüphelere, bu Kur'ân'da defalarca yer vermiş ve onlara da gereken
cevabı vermiş, bunların peşinden de nübüvvet ve Kıyametin hak ve gerçek
olduğuna dair katî deliller getirmiştir. Ama, buna rağmen o kâfirler, bunları
duymaktan faydalanamamış, tam aksine şirk ve nübüvveti inkârda ısrarlarını
sürdürmüşlerdir."
Daha sonra Cenâb-ı
Hak,"insanlardan pekçoğu ise, İlle de küfürde ayak direttiler"
buyurmuştur. Yani, "Mekkelilerin ekserisi, ancak küfürde ayak direttiler;
yani, bilerek hakkı inkârda direttiler" demektir. Bu böyledir, zira onlar,
açıklanmasına ihtiyaç olmayacak denli açık olan şeyi inkâr etmişlerdir. Buna
göre şayet, "Darabtu İlla Zeyden Ancak Zeyd'i dövdüm" denilmediği
halde nasıl denilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Ebâ lafzının kendisi
olumsuzluk manası ifade eder. Buna göre sanki, "Onlar ancak küfre razı
olmuşlardır" denilmek istenmiştir.
[323]
"Biz dediler,
sana katiyyen inanmayız. Ta ki bizim İçin şu yerden bir pınar akıtasm. Yahut
senin hurmalıklardan, üzümlüklerden bir bahçen olsun da aralarından
şarıl şarıl ırmaklar akıtasm. Yahut iddia ettiğin gibi, gökyüzünü
üstümüze parça parça
düşüresin veya Allah'ı ve melekleri kefil getiresin. Yahut altından
bir evin olsun, yahut semaya çıkasm. Ona çıktığına da asla inanmayız ya!
Ta ki, üstümüze, okuyacağımız bir kitap indiresin!" De ki: "Fe Sübhanallah!
Ben, resul olan bir beşerden başkası mıyım ki?!" (İsra, 90-93).
Bil ki Allah Teâlâ,
Kur'ân'ın mu'ciz olduğunu delillerle beyan edip, bu mu'cizlik Hz. Peygamber
(s.a.s)'in davasına uygun olarak zuhur edince, onun gerçek bir peygamber
olduğuna dair delil, böylece tamamlanmış oldu. Çünkü biz diyoruz ki, Hz.
Muhammed (s.a.s) peygamberlik iddiasında bulundu. Mucize de O'nun iddiasına
uygun olarak zuhur etti. Böyle olan herkes, gerçek bir peygamberdir. O halde
bu, Hz. Muhammed (s.a.s)'in sadık olduğuna delâlet eder. Pekçok mucizenin
ardarda gelmesi, Hz. Muhammed (s.a.s)'in gerçek peygamber olmasının şartı
değildir. Çünkü biz böyle bir kapı açarsak, bu husustaki işin, herhangi bir
noktada durmaması gerekir. Hz. Peygamber ne zaman bir mucize izhar ederse, bu
sefer de onlar ondan başka bir mucize isterler. Ve bu iş, inatçıların inadının
ve cahillerin de tasallutlarının sona ereceği bir noktada durmaz. Çünkü Allah
Teâlâ, kâfirlerden, Kur'ân'ın bir mucize olarak zuhur etmesinden sonra, Mz.
Peygamber (s.a.s)'den altı çeşit kesin mucize istediklerini nakletmiştir.
Nitekim, İbn Abbas'ın da şöyle dediği nakledilmiştir:
"Mekke'nin önde
gelenleri, Kabe'de oturdukları bir sırada Hz. Muhammed (s.a.s)'e bir adam
yolladılar; bunun üzerine o da onların yanına geldi. Gelince, onlar, "Ey
Muhammed, Mekke arazisi dardır; ondan yararlanabilmemiz için, aradaki dağları
kaldır. Ve bu arazide, bizim için pınarlar fışkırt, akıt! Böylece de biz
burada, ziraat yapabilelim" dediler. Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.s),
"Ben bunu yapamam, gücüm yetmez" dedi. Bunun üzerine içlerinden
birisi, "Yahut senin, hurmalıklardan ve üzümlüklerden bir bağın bahçen
olsun. Aralarından da, şarıl şarıl nehirler akıt" dedi. Bunun üzerine Hz.
Peygamber, "Bunu da yapamam!" dedi. Ona, "Senin, altından bir
evin olsun; böylece senin hiçbirimize ihtiyacın kalmaz" denildiğinde, o
"Bunu da yapamam!" dedi. Bu sefer ona, "Kavminin senden istediği
şeyleri yapamayacaksın!" denilince o, "Yapamam" dedi. Onlar,
"O halde sen, İyi olanı yapamadığına göre, şerri yaparsın. Binâenaleyh,
iddia ettiğin gibi, gökyüzünü üzerimize parça parça indir; azap yüklü olarak
onları başımıza düşür" dediler. Ayetteki, "iddia ettiğin gibi"
ifadesi, O'nun, "Gök yanldığı zaman"(tnşikak, ı) ve "Gök yarılıp
parçalandığı zaman"(infnar, i) ayetlerine bir işarettir. Bunun üzerine
Abdullah İbn Ümeyye el-Mahzumî- ki annesi, Hz, Peygamberin halasıdır-şöyle
dedi: "Hayır, kendisine yemin edilene yemin ederim ki, gökyüzüne
çıkabileceğin bir merdiven yapıp, onunla, gökyüzünün Önünde oraya çıksan;
derken senin peygamber olduğuna dair dört melek getirsen, yine de seni tasdik
etmem." Biraz sonrada, "Bilemiyorum, seni tasdik eder miyiz, yoksa
etmez miyiz" dedi. İşte, İbn Abbas'ın rivayet ettiği gibi, bu hadisenin
izahı bundan ibarettir.
[324]
Bil ki Mekkeliler, Hz.
Peygamber'den pekçok çeşit mucize istemişlerdir. Bunlardan birincisi, onların,
"Ta ki bizim için şu yerden bir pınar akıtasm " demeleridir. Asım,
Hamza ve Kisfiî, tâ'nın fethası, fâ'nın sükûnu ve cim'in de dammesi ile,
şeddesiz olarak tefcure şeklinde okumuşlardır. Ebu Hatim, yenbû' kelimesinin
tekil olduğunu ileri sürerek, bu okuyuşu tercih etmiştir. Diğer kıraat imamları
ise, şeddeli olarak tufeccira şeklinde okumuşlardır. Bu kıraati de Ebu Ubeyde
tercih etmiştir. Kıraat imamlar\r\m tamam\ ikinci fitti, enhar (nehirler) kelimesi
çoğul olduğu için, fe tufeccira şeklinde okumuşlardır. Arapça'da,
"Fecerati'l-mâ'u fecren" (su fışkırdı - fışkırmak) ve
"Feccertu'l-mâe tefcîran" (suyu fışkırttım - fışkırtmak) denilir.
Birinci fiili şeddeli olarak okuyanlar, o tek kaynaktan dolayı ağaçların çok
olmasını kastederek böyle okumuşlardır. Yenbûen kelimesi, her ne kadar tekil
olsa dahi, kendisindeki fışkırmanın çokluğundan dolayı, fiili şeddeli okumak
güzel ve yerinde olmuştur. Bu, senin tıpkı, tek bir fail olmasına rağmen,
kendisinden dövmek işi çokça sudur edip bu fiil çok vukubulduğu için,
"Darrabe Zeydun -Zeyd çok dövdü" demen gibidir. Bu fiili şeddesiz
olarak okuyanlar, yenbûen kelimesinin müfret olmasından ötürü böyle
okumuşlardır. Yenbûen kelimesi, kendisinden su fışkıran kaynak ve göze, pınar
demektir. Nitekim sen, "Nebe'a'l-mâ'u yenbu'u" dersin. Bunun masdarı
ise nebe, nübû' ve nebe'an şeklindedir. Bu izahları Ferrâ zikretmiştir.
Müşrikler, "Mekke'nin dağlarını aradan kaldır; ziraat ve ekme işini
kolayca yapalım diye, bize yerden su fışkırt!" demişlerdi.
Bunların ikincisi,
onların, "Yahut senin hurmalıklardan, üzümlüklerden bir bahçen olsun da,
aralarından şarü şan! ırmaklar akıtasm" şeklindeki
ifâdeleridir. Bu ifadenin takdiri şöyledir: "Onlar sanki, "Farzedelim
ki sen, bu nehirleri, bu çayları ve pınarları, bizim için fışkırtmayacaksın. O
halde onları kendin için fışkırt" demişlerdir.
Bunların üçüncüsü,
onların, "Yahut, iddia ettiğin gibi, gökyüzünü üstümüze parça parça
düşüresin" demeleridir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[325]
İbn Amir, bu ayette,
sin'in fethasıyla kisefen; Kur'ân'ın diğer yerlerinde İse, sin'in sükûnuyla
kisfen şeklinde okurken; Nflfî, Asım'ın ravisi Ebu Bekr, hem burada hem de Rûm
Sûresi'nde sin'in fethasıyla klsefen; Kur'ân'ın diğer yerlerinde ise, sin'in
sükûnuyla kisfen şeklinde okumuşlardır. Hafs ise, Rûm Sûresi hariç, Kur'ân'ın
her yerinde sin'in fethasıyta kisefen şeklinde okur. İbn Kesir, Ebû Amr, Hamza
ve Klsflf, Rûm Sûresi'nde sin'in fethası; diğer yerlerde ise, sin'in sükûnuyla
okurlar. Vahidî (r.h) şöyle der: "Bu ifade sin'in sükunu ve sin'in fethasıyla
olmak üzere iki şekilde okunmuştur." Ebu Zeyd de şöyle demiştir: "Onu
parçalara ayırdım, kestim, böldüm" manasında olmak üzere Arapça'da,
Kesettu's-sevbe-ekslfuhû-kisfen" denilir." Leys ise şöyle der:
"Kesf kelimesi, topuktaki siniri kesmek anlamındadır. Kisfe ise, parça,
bütün, kısım demektir." Ferrâ da "Bir bedevinin, bir manifaturacıya,
"Bir parça" manasında, (A'tınî kisfeten) dediğini duydum" der. Binâenaleyh
kim bu kelimeyi, sin'in sükûnuyla okursa, onun sözü şu manalara gelebilir:
1) Ferrâ, şöyle der: "Bu, tıpkı
"Dimnetun-Dimnun" (İz, kalıntı-eserler, kalıntılar) ve
Sidretun-sldrun" (Sedir ağacı-sedir ağaçları) ifadeleri gibi,
"kisfetun" kelimesinin çoğuludur. (Klsfun).
2) Ebu Ali de şöyle der:
"Kisf, masdar olduğuna
göre, bu demektir ki, "Msefun"
kelimesi de kesilmiş, bölünmüş sayı anlamına gelir. Bu, senin tıpkı, tahn
(öğütmek),tabh (pişirmek) ve saky (sulamak) demen gibidir. Bu hususu Cenâb-ı
Hakk'ın, "Eğer gökten bir parça düşer görseler" (tor, 44) ayeti de
tekid eder.
3) Zeccâc şöyle der: "Bu ifadeyi kisefu şeklinde
okuyana göre, o kimse, "o semayı üzerine bir tabaka olarak düşür, kapa,
ört" demek istemiştir ki, bu okuyuşa göre
bu kelime, "Bir
şeyi örtüp kapadığın
zaman söylemiş olduğun, "Keseftu'ş-şey'e"
deyiminden alınmış olur."
Sin'in fethasıyla
"Kisefen" şeklinde okunmasına gelince, bu kelime, "Kıt'a kıta" (para - parçalar) ve
"sidre-sider" (sedir ağacı-sedir ağaçları) denilmesi gibi,
"kisîe" Kelimesinin çoğuludur. (Klsfetun - kisefun). Bu kelime, her
iki kıraate göre de, hal olarak mansûbtur. Buna göre sanki, "semayı
üzerimize, parça parça edilmiş olarak indir" denilmek istenmiştir.
[326]
Ayet-i kerimedeki
ifadesiyle ilgili olarak birkaç izah bulunur:
1)
İkrime şöyle
demiştir: "Bu, "Ey
Muhammed, peygamber olduğunu iddia ediyorsan, gökyüzünü üzerimize
yık" demektir."
2) Başkaları da bu tabire "İddia ettiğin gibi, eğer
Rabbin dilerse, yapar (yapsın)..." manasını vermişlerdir.
3) Bununla, Allah Teâlâ'nın bu sûredeki, "Bizim,
kara tarafından sizi yere geçirmemizden, yahut üzerinize çakıllı bir (kasırga)
göndermemizden emin mi oldunuz?"i\an,e) ayetinde zikrettiği şey
kastedilmiştir ki, buna göre sanki, "Semayı, tıpkı bir çakıl taşı gibi
parça parça et de, onu üzerimize yağdır" denilmek istenmiştir.
Bunların dördüncüsü,
onların "veya Allah ve melekleri kefil getiresin" şeklindeki
sözleridir. Ayetteki kabîta lafzıyla ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır:
a) Kabîl tıpkı "aşîr" (arkadaş, yakın akraba)
kelimesinin, "muâşir" manasına gelmesi gibi, "mukâbil-karşıda
bulunan" manasındadır. Bu söz, onların cahil olduklarını göstermektedir.
Çünkü onlar, Cenab-ı Hakk için, "karşıda bulunma" (mukâbele)'nın caiz
olmadığını bilememişlerdir. Cenâb-ı Hakk'ın, "her şeyi de onlara karşı
kefiller olmak üzere bir araya getirip toplasaydık" (En'am, m) ifadesi de
bu manadadır.
b)İbn Abbas, Cenab-ı Hakk’ın, bu ifadeyle “Bölük bölük”
manasını kastettiğini Söylemiştir. Ley» de Şöyle der. " ftrapça1 üa
cırrteTüen ve Vnsan\ardaT\ meydana gafen
Orduya "kabil" adı verilir." Biz bu nususu, Cenabb-ı Hakk
"Çünkü o da, kabilesinden olan da sizi... görürler" ayetinin
tefsirinde açıklamıştık.
c) Bu ifâdenin buradaki manası, "kefil"
demektir. Zeccac şöyle der: "Arapça'da, tıpkı "Kefeltu blhî
ekfulu" 'Ona kefil oldum kefil
oluyorum" denilmesi gibi, "Kabeltu blhî akbulu" "Ona kefil
oldum" denilir." Bu görüşe göre bu kelime, kendisiyle çoğul manası
murad edilen müfred bir kelime olmuş olur. Bu, tıpkı Cenab-ı Hakk’ın
"Onlar ne iyi arkadaştır" (nim. 69) ayetinde olduğu gibidir.
d) Ebu AH, bunun manasının görmek, müşahede etmek
şeklinde olduğunu, bunun delilinin de, "Bizim üzerimize melekler
indirilmeli değil miydi, yahut Rabbimi2i görmeli (değil mtfycM" (Furkan,2i)
ayeti olduğunu söylemiştir.
Bunların beşincisi,
onların, "Yahut bir evin olsun" şeklindeki sözleridir. Mücâhid,
"Biz, "zuhruf "un ne manaya geldiğini bilmiyorduk. Bir gün
Abdullah b. Mes'ûd'un bu ayeti, "Yahut senin, ndan bir evin olsun" şeklinde okuduğunu
gördüm" demiştir. Zeccâc da şöyle der: "Zuhrut, zinet ve süs
demektir. Bunun delili,'Yeryüzü zinet ve ihtişamım takınıp süslendiği
zaman" {Yunus, 24) ayetidir. Bu, yeryüzü, her türlü süsünü takındı"
demektir. Evi, altın gibi, süsleyip güzelleştirmekte bir mahzur yoktur,"
Bunların altıncısı,
kâfirlerin "Yahut
semâya çıkasın" seklindeki
sözleridir. Ferra şöyle der: "Arapça'da, yukarı çıkmak manasına
denilir. Şair de:
'Zayıflığıma, yaşlılık
çağma ulaşmış olmama ve topallığıma rağmen,beni, yollan aşmakla sorumlu tutan,
sensin sen!" demiştir. Ayetteki "semâya" ifadesi, "semânın
merdivenlerine" takdirinde olup, bundan muzaaf olan (merdivenler) hazf
edilmiştir. Nitekim Arapça'da, (Merdivene çıktı), denilir.
Kâfirler daha sonra,
"Oraya çıktığına da ada inanmayız, yani çıkmandan ötürü iman etmeyiz. Tâ
ki üstümüze, okuyacağımız ıe içinde senin peygamber olduğunu doğrulayan
ifadeler bulunan bir kitap indiresin" demişlerdir. Abdullah b. Ümeyye
el-Mahzûmİ şöyle demişti: "Sen gökyüzüne bir merdiven dayayıp, gözümüzün
önünde göğe çıksan ve onu getirsen, sonra da seninle birlikte, açık bir vesika
olduğu halde, durumun senin dediğin gibi olduğuna şâhidlik edecek dört melek
getirsen bile, sana inanmayacağız."
[327]
Allah Teâlâ,
kâfirlerin Hz. Muhammed (s.a.s)'den böyle mucizeler istediklerini '.akledince,
Hz. Muhammed (s.a.s)'e, "De ki: ~Fe
Sübhânellâh! Ben, resul olan bir beşerden başkası mıyım ki?!" demesini
emretmiştir. Bu ifade ile ilgili birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis:
"Allah Teâlâ, kâfirlerin, "Biz, sana katiyyen inanmayız. Ta ki bizim
çn yerden bir pınar akıtasm" dediklerini bildirmiştir. Bunlar, Mekkeli
müşriklerin sözleridir. Biz, bu sözlerle, Kur'ân'ın benzer ayetleri arasında,
nazım bakımından Dir farklılık göremiyoruz. Binâenaleyh bu sözle, kâfirlerin,
"Dikseydik, biz de böyle Kur'ân gibi) şeyler
söyleyebilirdik"^(Enw,3i) iddialarının doğru olduğu ortaya çıkar."
Buna göre cevap
verilir: Burası Kur'ân'dan pek az bir yer olup, bu kadarcık bir sözde fesahat
ve belagat mertebeleri arasındaki fark ortaya çıkmaz. Binâenaleyh böyle bir
sual zail olur.
İkinci Bahis: Bu
ayetler, gelip-gitme işinin Allah'a izafe edilmesinin imkânsız olduğunu
gösteren delillerdendir. Çünkü sübhaneliah! kelimesi, Allah'ı, zâtına
yakışmayan her şeyden tenzih etme manasına gelir. O halde ayetteki, "De
ki, "Sübhânellah!" sözü Allah'ı, zâtına yakışmayan ve biraz önce
bahsi gecen şeylerin, O'na nisbet edilmesinden tenzih etmedir. Biraz Önce bahsi
geçen ve Allah'a yakışmayan şey ise, Mekke müşriklerinin, "Veya Allah'ı
kefil gettesin" şeklindeki sözleridir. Binâenaleyh bu, ayetteki,
"Sübhâne Rabbî" (Fesübhânellâh)! İfadesinin Allah'ı gelip-gitme işinden
tenzih etme manasına olduğunu gösterir ki bu da, Müşebbihe'nin, "Allah hem
gelir, hem gider" şeklindeki sözlerinin yanlış olduğuna delâlet eder.
Eğer, "Bununla, Allah Teâlâ'yı, bu tür mucizeleri isteme hususunda, O'na
hükümran olmak isteyen o kâfirlerin tutumundan tenzih etme manasının
kastedilmiş olması niçin caiz olmasın?" denilirse, biz deriz ki:
Müşrikler, bu sözleriyle, Allah'a tahakküm etmiyorlar. Onlar sadece, Hz.
Peygamber (s.a.s)'e, "Eğer sen gerçekten peygamber isen, Allah'tan seni
böyle mucizelerle şereflendirmesini iste" demişlerdi. O halde buna göre
müşrikler, Allah'a değil, Hz. Peygamber (s.a.s)'e tahakkümde bulunmuşlardı.
Binâenaleyh ayetteki, "Sübhâne Rabbî" ifadesini, bu mana ile ilgili
saymak uygun olmaz. Dolayısıyla bu cümleyi kâfirlerin, "Veya Allah'ı...
kefil getiresin" şeklindeki sözleri ile ilgili saymak gerekir.
Üçüncü Bahis:
Allah'ın, Hz. Peygambere söylemesini emretiği bu cevabı şöyle izah ederiz: Bu,
"sizin mucize isteyişinizden maksadınız, ya bunları benim kendi tarafımdan
getirmemi Istemenizdir, yahut da Allah katından gönderilmiş gerçek bir
peygamber olduğuma delâlet etsin diye, Allah'ın bu mucizeleri, benim etimle
ortaya koymasını istememi bana teklif ediyorsunuz. Birinci şık bâtıldır. Çünkü
ben, bir insanım. İnsan ise, bunları yapamaz. İkincisi de bâtıldır. Çünkü ben
size, hem tek bir mucize olan Kur'ân'ı, hem de onun bir mucize olduğunu
gösteren delilleri getirdim. Binâenaleyh bu tür mucizeleri istemek, kendisine
ihtiyaç duyulmayan ve zaruret olmayan şeyleri istemek demektir. O halde bunları
istemek sanki, işi sarpa sardırmak ve boşu boşuna iddia etmektir. Ben,
emrolunan bir kulum. Benim, Allah'a tahakküm etmem söz konusu değildir"
elemektir. Böylece, onların istekleri yersiz ve sakıt olmuş olur. Binâenaleyh ayetteki,
"Sübhâneilâh! Ben resul olan bir beşerden başkası mıyım ki?"
ifadesinin, bu konuda yeterli bir cevap olduğu anlaşılır. Velhasıl Hak Teâlâ,
bu ifadesi ile, Mekke kâfirlerinin, gerek ulûhiyyet, gerek nübüvvet konusunda
sapıklık üzere olduklarını beyân buyurmuştur. Onların ulûhiyyet konusunda böyle
olduklarına, ayetteki, "Sübhâne Rabbî (Fe Sübhânellâh!)" ifadesi
delâlet etmektedir. Bu, "Ben,
Allah'ı gelip-gitme
işinden tenzih ederim" demektir. Onların nübüvvet konusunda böyle
olduklarına da, "Ben, resul olan bir beşerden başkası mıyım ki"
cümlesi defâlet eder. Bunu, biraz önce izah etmiştik.
[328]
"insanların,
kendilerine hidayet geldiği zaman iman etmelerini, "Allah bir insanı mı
peygamber gönderdi?" demelerimden başka birşey men etmedi. De ki: "Eğer
yeryüzünde, sakin sakin yürüyen melekler olsaydı, biz elbette onlara gökten
melek bir peygamber gönderirdik." De ki: "Benimle sizin aranızda
hakîki şâhid olarak Allah yeter. Çünkü O, kullarından cidden haberdâr ve
basîr olandır" (lsra, 94-96).
Bil ki Allah Teâlâ,
Mekkelilerin daha fazla mucize istemeleri ile ilgili şüphelerini nakledip,
gerekli cevabı verince, bir başka şüphelerini de nakletmiştir. O da şudur:
Mekkeliler, Allah'ın insanlara insan bir peygamber göndermesini akıldan uzak
görüp, insanlara bir peygamber göndermesi halinde melek bir peygamber
göndereceğine inanıyorlardı. Allah Teâlâ, onların bu şüphelerini, birkaç açıdan
cevaplamıştır:
1) O, 'İnsanların, kendilerine hidayet (rehberi) geldiği
zaman, iman etmelerini, Allah bir insanı mı peygamber gönderdi"
demelerinden başka birşey men etmedi" buyurmuştur. Bunun izahı şöyledir:
Allah'ın insanlara, melek olan bir peygamber göndermesi halinde, insanlar onun
Allah katından gönderilmiş bir peygamber olduğunu, ancak onun doğruluğunu
gösteren bir mucize bulunduğu zaman tasdik ederler. O mucize de, onları, o
meleğin Allah'ın peygamberi olduğu iddiasını kabule sevkedecek bir şeydir. O
halde ayetteki, "Kendilerine hidayet geldiği zaman" ifadesinden
kastedilen, sadece bu mucizedir. Binâenaleyh bu mucize, ister bir melek, ister
bir insan elinde zuhur etsin, onun bir peygamber olduğunu ikrar etmek gerekir. Böylece
kâfirlerin, "peygamberin mutlaka meleklerden olması gerekir"
şeklindeki inançları, fasit bir tahakküm ve batıl bir inad olmuş olur.
2) Yeryüzü ahalisi eğer melek olsalardı, onların
peygamberlerinin de melek olması gerekirdi.
Çünkü aynı cinsten
olanlar birbirine daha meyyaldirler. Fakat yeryüzündekiler insan oldukları için,
onlara gönderilecek peygamberlerin de insan olması gerekmiştir. İşte ayetteki,
"De ki: ''Eğer yeryüzünde, sakin sakin yürüyen melekler olsaydı, biz elbette
onlara gökten melek bir peygamber gönderirdik" ifadesi ile, bu
kastedilmiştir.
3) Cenâb-ı Hak, "De ki: "Benimle sizin
aranızda hakikîşâhid olarak Allah yeter" buyurmuştur. Bu cevabı şöyle izah
ederiz: "Cenâb-ı Hak benim iddiama uygun olarak mucizeyi verince, bu,
benim doğru olduğum hususunda Allah tarafından bir şehâdet olmuş olur.
Allah'ın, doğruluğuna şâhidlik ettiği kimse ise, hiç şüphesiz doğrudur.
Binâenaleyh artık bundan sonra, "Peygamberin, insan değil melek olması
gerekir" şeklinde bir söz, kendisine iltifat edilmeyecek, fasit bir
diretme olmuş olur."
Cenâb-ı Allah, bu üç
cevâbı zikrettikten sonra, va'îd ve tehdid yerine geçmek üzere şöyle
buyurmuştur: "O, kullarından cidden haberdâr ve bâsir olandır" yani,
"Allah, kullarının içini dışını, kalplerinde olanı bilir ve onların
böylesi şüpheleri sırf hasetlerinden, makam sevgisinden ve hakka boyun
eğmemekten ötürü ileri sürdüklerini bilir."
[329]
"Allah kime
hidayet ederse işte o, hidayete ermiştir. Kimi de dalâlete sevkederse,
artık onlar için O'ndan başka asla yardımcı bulamazsın. Biz, onları Kıyamet
günü körler, dilsizler, sağırlar olarak yüzükoyun hasredeceğiz. Onların
varacağı yer cehennemdir. Biz, onların ateşini, yavaşladıkça artımız" (isra, 97).
Bil ki Allah Teâlâ,
nübüvveti (peygamberliği) inkâr hususunda Mekkelilerin şüphelerini cevaplayıp,
bunun peşinden de, "O, kullarından cidden haberdar ve basfr olandır"
şeklindeki özlü vaîdini (tehdidini) getirince, daha sonra şiddetli vaîdini
tafsilattı bir biçimde zikretmiştir.
Ayetteki "Allah
kime hidayet ederse işte o, hidayete ermiştir. Kimi de dalâlete sevkederse,
artık onlar için O'ndan başka asla yardımcı bulamazsın" buyruğuna gelince,
bundan murad, Hz. Muhammed (s.a.s)'i teselli etmektir. Bu, Allah'ın iman ve
hidayete ermelerine hükmettiği ve takdir ettiği kimselerin, mü'min olmaları;
dalâlet ve cehaletlerine hükmettiği kimselerin de bu sapıklıktan dönmelerinin
ve onları bu sapıklıktan döndürecek birisinin bulunmasının imkânsız olması
gerekir" demektir. Alimlerimiz, hidayet ve dalalet hususundaki
görüşlerinin doğruluğuna, bu ayeti de delil getirmişlerdir. Mu'tezile ise,
bahsedilen idlâli (saptırmayı) bazan cennet yolundan saptırma, bazan Allah'ın
lütuf fiillerini vermemesi (lütfetmemesi), bazan da kendi haJine bırakıp,
(hiçbir şeyine) manî olmama manalarına ham (etmişlerdir. Bu hususları defalarca
anlattık. Binâenaleyh tekrar etmenin bir faydası yok.
[330]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Biz onları, Kıyamet günü körler, dilsizler, sağırlar olarak yüzükoyun
hasredeceğiz" buyurmuştur. Eğer, "Onların, yüzükoyun yürümeleri nasıl
mümkün olur?" denirse, biz deriz ki: Buna şu iki şekilde cevap veririz:
1)Onlar, yüz üstü sürüklenip götürülürler. Nitekim
Cenâb-ı Allah, "O gün onlar, yüzleri üstü ateşte sürüklenirler"
(Kamer,48) buyurmuştur.
2) Ebu Hureyre (r.a) şunu rivayet etmiştir: "Ya Resulellah,
o kâfirler yüzleri üstü nasıl yürürler?" diye soruldu da, Hz. Peygamber
(s.a.s), "Onları ayakları üzerinde yürüten, yüz üstü yürütmeye de kâdirdir'W
buyurdu. Müslüman hükemâ (filozoflar) şöyle demişlerdir:
Kâfirlerin ruhları dünyaya ve dünyevî lezzetlere son derece bağlı ve alışkın
olup, onların ebrârın (iyilerin) âlemi ve huzur-u ilâhî ile hiçbir ikji ve
alakaları yoktur. Binâenaleyh, onların kalplerinin ve ruhlarının yüzleri,
dünyaya yönelik olunca, hiç şüphesiz hasrolunmaları da yüzleri üzerine olur.
Allah Teâlâ,
"Körler, dilsizler, sağırlar olarak" buyurmuştur. Bil ki birisi, İbn
Abbas (r.a)'a, "Cenâb-ı Hak, "Günahkârlar ateşi görmüşler"
(Kehf, 53); "O, kendilerini uzak bir yerden gördüğü zaman, onlar bunun o
müthiş gazaplanışım ve uğultusunu duyacaklardır"(Furkan.12); "Orada
onlar, "yetiş helak (ölüm)!" diye bağırırlar" (Furtan, 13) ve
"O gün herkes öz canı için uğraşacaktır" (ndd, m> buyurmamış
mıdır? Yine Cenâb-ı Hak kâfirlerin, "Vallahi ey Rabbimiz biz müşrik
değildik" (En'âm, 23) diyeceklerini bildirmemiş midir? Binâenaleyh bu
ayetlerden onların (Kıyamette) görecekleri, duyacakları ve konuşacakları
anlaşılmaktadır. Öyle ise Cenâb-ı Hak niçin bu ayette, "Körler, dilsizler,
sağırlar olarak" buyurmuştur?" diye sordu. İbn Abbas ve talebeleri buna,
birkaç yönden cevap vermişlerdir:
1) Onlar, kendilerini sevindiren şeyleri göremeyecek
otan kör, sevindirecek şeyleri duyamayacak olan sağır, ve delili-hücceti
konuşamayacak dilsizdirler.
2)
Atâ'nın
rivayetine göre, İbn Abbas (r.a): "Onlar, Allah'ın, velilerine verdiği
şeyleri göremeyen, Allah'a ve mukarreb meleklere hitap edemeyen, Allah'ın, veli
kullarına olan övgülerini duyamayan kimselerdir" demiştir.
3)
Mukâttl şöyle
der: "Onlara, "Yıkılıp gidin içeri, konuşmayın!" (Mû'mMn, 10e)
denildiğinde, kör, dilsiz ve sağır olurlar. Halbuki onlar bundan önce görüyor,
duyuyor ve konuşabiliyorlardı."
4) Onlar, Kıyamet meydanında iken, görebiliyor,
duyabiliyor ve konuşabiliyorlardı. Eğer o zaman böyle olmasalardı, kendi (amel)
defterlerini okuyup incelemeye kadir olamaz ve Allah'ın, aleyhlerindeki
susturucu hüccetini duyamazlardı. Fakat onlar, Kıyamet meydanında cehenneme
sevkedilmeye başladıklarında, Allah Teâlâ onları kör, dilsiz ve sağır kılar.
Bunlara karşı şöyle cevap verilebilir: Önceki ayetler kâfirlerin cehennemde
görebildiklerine, duyabildiklerine ve bağırdıklarına delâlet etmektedir.
[331]
Hak Teâlâ'nın far
"Onların varacağı yer cehennemdir" beyanı, açıktır. "Biz,
onların ateşini, yavaşladıkça artmnz" ifadesi ite ilgili birkaç bahis
vardır:
Birinci Bahis: Vahidî
şöyle demiştir: "Habv, ateşin yavaşlaması demektir. Nitekim ateşin
alevleri azaldığında, denilir. O halde bu kelime "dindi, söndü"
manasınadır. Bunun masdarı, "habv" şeklindedir. Yine "söndüren,
ateşi söndürdü" manasında denilir.
Allah Teâlâ sonra,
"Onların ateşini (alevini) artırırız" buyurmuştur. İbn Kuteybe:
"Bu, "Biz onların ateşini kuvvetlendiririz" manasındadır"
demiştir.
İkinci Bahis: Birisi
şöyle diyebilir: "Allah Teâlâ, "Onların azabı hafifletilmez" (Ah
imran, w)-buyurmuştur. Halbuki bu ayette ise, cehennem ateşinin hafifleyeceği
beyan edilmektedir?" Biz deriz ki: Bu ifade, ateşin alevinin dinip hafiflediğini
gösterir, fakat azabın hafiflediğine delalet etmez.
Üçüncü Bahis: Ayetteki
bu ifadenin zahiri, ikinci (sonraki) durumun, önceki durumdan daha şiddetli
olmasını gerektirir. Durum böyle olunca da, birinci durum, ikincisine nisbetle
azabın hafifletilmesi demek olur? Buna şöyle cevap verilir: Birinci durumda
meydana gelen fazlalık, ikinci durumda meydana gelen fazlalıktan (fazla
azaptan) daha hafiftir. Binâenaleyh bu azab, daha şiddetlidir. Şöyle de
denebilir: Azab büyük olunca, o azabın çeşitli zamanlarındaki farklılıklar
sezilemez. Biz, bu azabtan Allah'a sığınırız.
[332]
"Bu onların
cezasıdır. Çünkü onlar ayetlerimizi tanımayarak kâfir oldular ve "Bir
yığın kemik ve kırıntı olunca mı, hakikaten biz mi yeni bir yaratılışla diriitilecekmişiz?"
dediler. Onlar, gökleri ve yeri yaratan Allah'ın, kendileri gibilerini
yaratmaya kadir olduğunu görmediler mi? Allah onlar için bir ecel tayin etti ki
onda hiç şüphe yoktur. Böyle iken zâlimler ancak gâvurlukta ayak
diretirler. De ki: "Rabbinin rahmet hazinelerine siz mâlik olsaydınız, o zaman
harcamaktan tükenir korkusu ile, hiç şüphesiz cimrilik ederdiniz." Gerçekten
insan çok cimridir" (Isra. 98-100).
Allah Teala, her türlü
tehdidini beyan buyurunca, "Bu onların cezasıdır. Çünkü onl?.t
ayetlerimizi tanımayarak kâfir oldular" buyurdu. Bu ayetteki
bl-ennehüm'deki öâ harfi, sabebiyye bâ'srdır. Bu, "cezanın (karşılığın)
illeti ameldir" diyen kimseler için bir delild'r Allah en ıyi bilendir.
Bil ki Mfaft
;"eâte nübüvveti inkâr edenlerin şüphelerine cevap verince, haşri,
neşri aftonİArn rta PAvan vermek için.
bunların şüphelerine ver vermiştir. Bu süphe de şudur: "İnsan çürüyüp
kırıntı haline geldikten sonra, onun aynısının yeniden meydana gelmesi imkânsız
bir şeydir." Allah buna, gökleri ve yeri yaratmaya kadir olanın, insanları
yeniden ilk şekilleriyle yaratmaya kadir olması uzak birşey değil diyerek cevap
vermiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Kendileri gibilerini yaratmaya kadir olduğunu (görmediler mi?)"
ifadesiyle ilgili İki görüş vardır:
1) Bu, "Allah, onları ikinci defa yaratmaya da
kadirdir" demektir. Böylece Cenâb-ı Hak, onları ikinci defa yaratışını
"misil" kelimesi ile ifade etmiştir. Bu tıpkı kelamcıların,
"iade (yeniden yaratma), ibtida (ilk yaratma) gibidir" sözlerine
benzer.
2) Bu, "Allah, kendisini bir bilen, O'nun hikmet ve
kudretinin mükemmel olduğunu kabul eden ve böylesi yanlış şüpheleri bırakan
başka kullar yaratmaya kadirdir" demektir. Bu izaha göre, bu ifade tıpkı,
"(Allah) eğer dilerse, sizi giderir, yepyeni bir halk getirir"
(ibrahim, 19) ve "yerinize sizden başka bir kavmi getirir" (T«b«, 39)
ayetlerinde olduğu gibidir. Vahidi şöyle der: "Birinci görüş daha
uygundur. Çünkü o, öncesi ile daha uyumludur. Allah Teâlâ bahsedilen delil ile,
öldükten sonra dirilmenin, Kıyametin haddizatında mümkin şeylerden olduğunu
anlatınca, bunun peşinden, bu dirilmenin ve Kıyametin meydana gelmesi için,
Allah kattnda belli bir zamanı olduğunu, "Allah crlar için bir ecel tayin
etti ki onda hiç şüphe yoktur" diyerek belirtmiştir. Daha sonra ise,
"Böyle iken zâlimler, ancak gâvurlukta ayak diretirler", yani
"Bu apaçık delillerden sonra onlar ancak küfürde, nefrette ve inkârda ayak
diretirler" buyurmuştur.
[333]
Cenâb-ı Hak, "De
ki: "Rabbimin
rahmet hazinelerine siz mâlik olsaydınız, o zaman harcamaktan tükenir
korkusuyla, hiç şüphesiz cimrilik ederdiniz" buyurmuştur. Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[334]
Kâfirler, "biz,
sana katiyyen inanmayız; tâ ki bizim için şu yerden bir pınar akıtasm"
<isrâ, 90) deyince, mallarının artması ve geçimlerinin genişlemesi için, nehirlerin
ve pınarların akıtılmasını istemiş oldular. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ
onlara, "Allah'ın rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, cimrilikte ve
kıskançlıkta devam eder, hiç kimseye faydalı olmak istemezdiniz" dedi.
Buna göre, onların istedikleri o şeyleri yerine getirmenin bir faydası yoktur.
İşte ayetin, kendinden öncekilerle münasebeti hususundaki izahımız budur. Allah
en iyi bilendir.
[335]
Ayetteki lev entüm
ifadesi ile ilgili, biri nahiv, diğeri de beyân ilmi ile ilgili iki bahis
vardır. Nahvî bahis şudur: Lev edatının özelliği, fiilin başına gelmesidir. Çünkü bu
kelime, birşey bulunmadığı için, diğer birşeyin de olmayacağını ifade eder.
İsim, zatlara; fiil ise, işlere tesirlere delalet eder. O halde yok olan zâtlar
değil, fiiller ve tesirlerdir. Binâenaleyh "lev" kelimesinin,
fiillere has olduğu sabit olur. Nitekim nahivciler, buna delil olarak,
Mütelemmis'in şu şiirini getirmişlerdir:
"Şayet
dayılarımdan başkaları bana bir nakısa, bir eksiklik getirmeyi dilerlerse, onların en
önde gelenlerinin başına, felâket mührünü basarım." Bu, takdirindedir. İlmi beyân ile
ilgili bahis de şudur: Sözde önce zikredilmek, "tahsise" delâlet
eder. O halde ayetteki, ifadesi, bu cimrilik ve kıskançlığın onlara mahsus
olduğuna delalet eder.
[336]
Allah'ın fazi ve
rahmet hazineleri sınırsızdır. Buna göre mana, "Eğer sizler sınırsız hayır
ve nimet hazinelerine
sahip olsaydınız bile,
bu cimriliğinizi yine de sürdürürdünüz" şeklinde olup, onların bu sıfatla
alabildiğine mevsuf olduklarını göstermektedir.
[337]
Cenâb-ı Hak, daha
sonra "insan çok cimridir"
buyurmuştur. Arapça'da, bir insan harcamada ve intakta kusur ettiğinde, fiili
kullanılır.
İmdi, eğer,
"insanda büyük ve şerefli bir cömertlik de vardır?" denilirse, buna
birkaç yönden cevap verebiliriz:
1) Aslında insan cimridir. Çünkü muhtaç olarak
yaratılmıştır. Muhtaç olan ise, mutlaka sayesinde ihtiyacını gidereceği şeyleri
sever ve onları kendisi için tutup muhafaza eder. Fakat insan, bazan harici
sebepler ile, bu şeylerde cömertlik yapar. Binâenaleyh insanın aslında cimri
olduğu sabit olur.
2) İnsan, malını övülmek, teşekkür edilmek ve
görevlerini yerine getirmek için harcar. Binâenaleyh gerçekte o, bir karşılık
almak için harcamada bulunmuş olur. O halde o, gerçekte cimri demektir.
3) Ayette bahsedilen "İnsan" ile, biraz önce
(geçen ayetlerde) anlatılan kimseler kastedilmiştir. Bunlar, "Biz, bizim
için şu yerden bir pınar akrtmadıkça, sana katiyyen inanmayız" diyen
kâfirlerdir.
[338]
"Andolsun ki biz
Musa'ya açık açık dokuz ayet verdik. İşte İsrâiloğullarma sor. O,
bunlara geldiği vakit, Firavun ona, "Musa, ben seni herhalde büyülenmiş
sanıyorum" dedi. O da dedi ki: "Andolsun bunları birer ibret olmak üzere,
göklerin ve yerin Rabbinden başkasının indirmediğini bilmişsjndir.
Ben de, ey Firavun, seni helak edilmiş sanıyorum." Derken onlan o yerden
sürüp çıkarmak istedi. Biz de hem kendisini, hem de onunla beraber
olanları, toptan suda boğuverdik. Arkasından da isrâiloğullarma dedik ki:
"O yerde siz oturun. Sonra âhiret vaadi geldiği vakit, onları da sizi de bir araya
getireceğiz" (lira, 101-104).
[339]
Bu ayetlerle ilgili
birkaç mesele var:
Bil ki bu sözden
maksad da, kâfirlerin "Biz, bize şu şu kahir mucizeleri getirmediğin müddetçe,
sana katiyen inanmayız"
demelerine cevap vermektir. Binâenaleyh Cenâb-ı Allah, "Andolsun ki biz Musa'ya, sizin
istediğiniz şeylere denk, hatta onlardan daha büyük ve güçlü mucizeler vermiştik.
Eğer o mucizelerin sizin zamanınızda olmasında bir fayda olacağını bilseydik,
Musa için onları getirdiğimiz (yarattığımız) gibi, (sizin için) yine
yapardık." Dolayısıyla bu, biz onu yapmada (yaratmada) bir maslahat
(fayda) olmadığını bildiğimiz için, sizin zamanınızda yapmadığımıza delalet
eder" demiştir.
[340]
Bil ki Allah Teâlâ,
Kur'ân-ı Kerim'de, Musa (a.s)'ın pek çok mucizesini zikretmiştir:
1) Allah Teâlâ,
onun dilindeki düğümü
(kekemeliği) gidermiştir.
Bunun izahında söylendiğine
göre, Hz. Musa'nın meramını ifade
edememe hali kaybolmuş ve o, fasîh-güzel- konuşan bir kişi haline gelmiştir.
2) Hz. Musa'nın asası, bir yılan haline dönüşmüştür...
3) Bu yılan, sihirbazların, çok olmalarına rağmen
iplerini ve değneklerini yutmuştur.
4) Hz. Musa'nın yed-i beyzâ (parlayan eli) ve diğer şu
beş mucizesi: Tufan, çekirge istilâsı, bit İstilası, gökten kurbağa yağması ve
suların kana dönüşmesi.
10)
Denizin
yarılması ki, bu, "Hani biz sizin için denizi yazmıştık" (Bakam, so)
ayetinde bahsedilen husustur.
11) Taşın yarılıp, içinden gözeler fışkırması. Bu,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Ona "Asan ile taşa vur" diye vahyettik"
{A'rat. ıeo) ayetinde anlatılan husustur.
12) Dağın gölgelik (adeta bir şemsiye) kılınması. Bu,
"Hani o dağı, onların üstüne, sanki bir gölgelik gibi
kaldırmıştık"(Arat, ın> ayetinde anlatılan husustur.
13) Hz. Musa ve kavmi için, gökten kudret helvası ile
bıldırcın etinin indirilmesi.
14-15) Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun ki biz, Firavun
hanedanını, yularca kuraklıkla ve mahsullerim kıtlaştırarak tutup sıktık"
(A’raf, 30) ayetinde anlatılan husus.
16) Firavun hanedanının, arı, un, yiyecek, attın ve gümüş
paralan gibi mallarının yok edilmesi. Rivayet olunduğuna göre, Ömer b.
Abdulazlz, Muhammed b. Ka'b'dan, ayetteki "açık açık dokuz ayet"
ifadesini sordu. Muhammed b. Ka'b da, dokuz ile ilgili olarak, Musa'nın
dilindeki kekemeliğin giderilmesini ve (Firavun hanedanının) mallarının yok
edilmesini zikretti. Buna karşılık, Ömer b. Abdulazlz: İşte fakîh'in böyle
olması gerekir" dedi. Sonra sözüne devamla "Ey uşak, şu keseyi
çıkar" dedi. Bunun üzerine, o da keseyi çıkarıp getirdi ve onu boşalttı.
Bir de baktılar ki içinde, ikiye bölünmüş yumurta, kırılmış ceviz, samırsak,
nohut, mercimek var. Hepsi taşlaşmış idi. Bunu anladığın zaman deriz ki: Allah
Teâlâ Kur'ân-ı Kerim'de, Hz. Musa'nın on altı mucizesini zikredip, bu ayette de
"Andolsun ki biz Musa'ya açık açık dokuz ayet verdik" buyurmuştur. Burada
dokuz sayısının zikredilmesi, mucizelerin bunun üzerinde olmasına manî
değildir. Çünkü fıkıh usûlünde, "Bir sayının özellikle zikredilmesinin,
ona ilave yapılmasına mâni olmadığını beyan etmiştik. Daha doğrusu biz diyoruz
ki: Bu meselede, bu ayet delil getirilir.
Yine diyoruz ki: Bu
dokuz şeye gelince: Âlimler, bunlardan yedisi üzerinde ittifak etmişlerdir.
Bunlar âsâ-yı Mûsâ, yedTi beyzâ, tufan, çekirge istilası, bit istilâsı, gökten
kurbağa yağması ve suların kana dönüşmesi. Geriye iki tanesi kalır. Her
müfessirin, bu iki mucize ile ilgili değişik görüşleri vardır. Bu görüşler ve
izahlar, kesin delil bir yana, zannî bir delile bile dayanmayınca, bu gibi
görüşlerin terkedilmesi gerekir. Binâenaleyh CenâtM Hakk'ın, "açık açık
dokuz ayet (mucize)" ifadesinin tefsiri olarak pek çok görüş bulunup,
bunların en doğrusu Safvan b. Assâl'ın şu rivayetidir: O şöyle demiştir: Bir
yahûdî, arkadaşına, "Bizi şu peygambere götür de, ona o dokuz mucize
hakkında soru soralım" der. Bunun üzerine biz (hep beraber) Hz.
Peygamber'in yanına gittik. O ikisi, bu dokuz ayet (mucize) hakkında O'na soru
sordular. Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurdu: "Bu dokuz ayet, Allah 'a
hiçbir şeyi ortak koşmamanız, hırsızlık etmemeniz, zina yapmamanız, cana
kıymamanız, sihir yapmamanız, riba (faiz) yememeniz, evli kadına zina
iftirasında bulunmamanız, savaş esnasında arkanızı dönüp kaçmamanız ve
bilhassa, ey yahûdÜer cumartesi günü yasağına riayet hususunda âdil (doğru)
olmanızdır." Bunun üzerine, o iki yahudi ayağa kalktı ve Hz. Peygamberin
ellerini-ayaklarını öperek şöyle dediler: "Şahadet ederiz ki sen bir
peygambersin. Eğer (kavmimiz tarafından) öldürülmekten korkmasaydık, hiç
şüphesiz sana tabî olurduk."
[341]
Cenâb-ı Hakk'ın İsrâihğullanna sor, o,
bunlara geldiği vakti" ifadesi ile ilgili birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis: Bunun
birkaç izahı vardır:
1) Bu ifâde, söz arasına girmiş olan bir itirazî (ara)
cümledir ve takdiri, "Andolsun biz Musa'ya açık açık dokuz ayet
verdik.-Hani o, İsrâiloğullan'na gelmişti- sor onlara" şeklindedir. Buna
göre, İsrailoğullarına bunların sorulmasından maksad, bu hususta onlardan bilgi
almak olmayıp, aksine yahudilerin hepsine ve âlimlerine, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
söylediği şeylerin doğruluğunu göstermektir Binâenaleyh bu soru sorma, istişhâd
(şahid getirme) kabilinden bir soru olmuş olur.
2) Ayetteki, "İsrailoğullarına sor"
ifadesinin, "Firavun'dan İsrâiloğullannı iste ve Firavun a,
"İsrailoğullarını benimle yolla" de" manasında olması da
muhtemeldir.
3) Bu ifâdenin manası, "Onlardan sana uymalarını
iste ve onlardan dürÜst-sâJih bir iman taleb et" şeklindedir. Bu izaha
göre ifadenin takdiri şöyle olur: "Biz Musa'ya dedik ki:
"İsrailoğullanndan seni desteklemelerini, kalplerinin ve ellerinin seninle
olmasını iste."
İkinci Bahis: Hz.
Peygamberin kendilerine soru sorması emredilen Israiloğulları, onun zamanında
mevcut olanlar idi. Hz. Musa'nın kendilerine peygamber olarak gönderildiği
Israiloğulları ise Hz. Musa zamanında mevcut olanlar idi. Ancak ne var ki Hz.
Muhammed (s.a.s)'in zamanındaki İsrailoğulları, Hz. Musa zamanındakilerin soyu
olduğu için, bu ifade güzel ve yerinde olmuştur.
Daha sonra Allah
Teâlâ, Firavun'un Hz. Musa'ya İjjnLri J*jfö Ü&İ J\
"Musa, ben seni
herhalde büyülenmiş sanıyorum " dediğini haber vermiştir. Buradaki
"meşhur" kelimesi ile ilgili olarak şu açıklamalar yapılmıştır:
1) Ferra: "Bu, tıpkı meş'ûm (uğursuz) ve meymûn
(uğurlu) kelimelerinin, ism-i mef'ûl oldukları halde, ism-i fail manasına gelmeleri
gibi, ism-i fail (yani sâhir-sihirbaz) manasınadır" demiştir. Biz bunu.
hlcfiben mestura (isra, 45) ayetinde anlatmıştık.
2)
Bu, bizzat
sihir (büyülemek) masdarından ism-i mef'ûl olup, "insanlar seni
büyülediler de, bundan dolayı böyle şeyler söylüyorsun" manasındadır.
3)
Muhammed b.
Cerlr et-Taberî, bunun manasının, "Sana sihir ilmi verildi. Bundan dolayı
böyle enteresan işleri yapabiliyorsun" şeklinde olduğunu söylemiştir.
Daha sonra da Musa
(a.s) "Andolsun bunları, birer ibret olmak üzere, göklerin ve yerin
Rabbinden başkasının indirmediğini biliyorsun" diyerek ona cevap
vermiştir. Bu ifâde ile ilgili birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis: Kisâî
bunu, tâ'nın zammesi ile alimtü (biliyorum) şeklinde okumuştur ki bu,
"Ben, onların Allah'ın indinde olduğunu biliyorum. Eğer bunu sen de bilip
anlarsan ve ikrar edersen ne âlâ, aksi halde helak olacaksın"
demektir." Diğer kıraat imamları ise, tâ'nın fethası ile allmte (sen
biliyorsun ki) şeklinde okumuşlardır. Tâ'yı zammeli okumak, Hz. Ali'nin, fethalı
okumak ise Ibn Abbas (r.a)'in kıraatidir. Hz. Ali (r.a) şöyle derdi:
"Allah'a yemin olsun ki, Allah düşmanı Firavun bunu bilmiyordu. Bilen, Hz.
Musa idi." Bu söz, Ibn Abbas'a ulaşınca o, Cenâb-ı Hakk'tn,
"Vicdanları buna tam bir kanaat hasıl ettiği halde zulüm ve kibir ile yine
bunları inkâr ettiler" (Nemi, u> ayeti ile Firavun ve kavminin, Hz.
Musa'nın doğruluğunu bildiklerine delil getirmiştir. Zeccâc şöyle der: "En
güzel kıraat, bunu fetha ile okumaktır. Çünkü Firavun'un, bunların Allah
katından indirilen ayetler (mucizeler) olduğunu bilmesi, detil olarak daha
kuvvetlidir. Binâenaleyh Hz. Musa'nın ona, onun bunları bilmesi ile hüccet
getirmesi, kendisinin bunun böyle olduğunu bildiğini söyleyerek delil
getirmesinden daha kuvvetlidir. Hz. Ali'nin kıraatini destekleyenler, İbn
Abbas'ın bu deliline karşı cevap vererek şöyle demişlerdir: "Hak
Teâlâ'nın, "Vicdanları buna tam bir kanaat hasıl ettiği halde (...) inkâr
ettiler (Nemi, mi, onların herhangi birşeye kanaat getirdiklerine delalet eder.
Ama onların, bu ayetlerin (mucizelerin) Allah katından olduğuna kanaat getirip
getirmediklerini gösteren herhangi bir ipucu bu ayette yoktur."
Bunlar, Zeccâc'ın izahına da şöyle cevap vermişlerdir: "Firavun,
"Size gönderilen bu peygamberiniz, hiç şüphe yok ki delidir" (Şuara, 27)
demiştir. Musa (a.s) da, "Andoİsun biliyorum ki" demiştir. Böylece
sanki Hz. Musa, onun sözünü reddedip, "Andoİsun ki ben, bana verilenlerin
doğruluğunu, (senin dediğin gibi, deli değil), akıllı bir insan olarak dosdoğru
bildim. Bil ki bu ayetler Allah katındandır. Sen bu hususta, akılsızlığın,
beyinsizliğin yüzünden şüphe ediyorsun" demiştir."
[342]
İkinci Bahis: Kelamın takdiri,
"Onları (yani o ayetleri) ancak göklerin ve yerin Rabbi indirdi"
şeklindedir. Bunun bir benzeri "Onlardan (yani kavimlerden) sonra
hayat" cümlesidir.
Ayetteki besair
"apaçık hüccetler olarak" demektir. Bunlar sanki, akılların
basiretleri (gözleri)dir. Bu hususta sözün özü şudur: Mucize, âdetin
(alışılmışın) üstünde olan bir iş olup, bunu yapan kimse, bunu iddia ettiği
şeyin tasdik edilmesi için yapar. Hz. Musa (a.s)'nın mucizeleri, her iki
özelliği de taşır. Çünkü onlar da, harikulade işlerdir. Akıl açıkça, bir
değneğin büyük bir yılana dönüşmesine, sonra da sihirbaz! ar-n onca ip ve
değneklerini yutmasına, daha sonrada eski haline gelip, bir sopa olmasına ancak
Allah'ın kadir olacağına şehâdet eder. Binâenaleyh böylesi fiilleri ancak Allah
Teâla yapar. Denizin ikiye ayrılması, dağın onların tepesine kaldırılıp bir
şemsiye gibi tutulmasında söylenecek söz de aynıdır. Binâenaleyh bütün bunları
göklerin ve yerin Rabbinin indirdiği (yaptığı) sabit olur.
Mucizelerin ikinci
özelliği de, Allah Teâlâ'nın bunları, Hz. Musa'nın peygamberliğinin doğru
olduğunu göstersin diye yaratmış olmasıdır. Ayetteki, "Andoİsun ki bunları
göklerin ve yerin Rabbinden başkasının indirmediğini biliyorsun" cümlesi
ile kastedilen budur. Bunlar birer "basiret", yani Hz. Musa'nın doğruyu
söylediğine delil olan şey olarak indirilmiştir. Bütün bu ince manaları
Kur'ân'dan anlayıp çıkarmak, ancak usûl ilminin çok iyi ve sağlam bir şekilde
elde edilmesinden sonra mümkündür. Ben derim ki: Aklî usûl ilminden başkasının,
Allah'ın kelâmının tefsirinde önemli rol oynaması, tuhaf bir şeydir.
[343]
Cenâb-ı Allah, daha
sonra Hz. Musa'nın da Flravun'a "Ben de, ey Firavn, seni helak edilmiş
sanıyorum" dediğini nakletmiştir. Bil ki Firavun, Hz. Musa'ya, "Musa
ben seni herhalde büyülenmiş sanıyorum "deyince, Hz. Musa da ona karşılık
vererek, "Ben de, ey Firavun seni helak edilmiş sanıyorum" demiştir.
Ferrâ şöyle der: "Mesbûr, "lanet edilmiş, iyi şeylerden
alıkonmuş" demektir.
Nitekim Araplar,
"seni bundan alıkoyan, geri çeviren nedir?" manasında derler. Ebu
Zeyd de şöyle demiştir: "Arapça'da "Falancayı falanca şeyden
alıkoydum" manasında denilir." Mücâhid ve Katâde bu kelimeye, "Helak
olan, Ölen" manasını vermişlerdir. Zeccac ise şöyle der: "Arapça'da
bir kimse Öldüğünde denilir." O halde, "subûr", helak olmak, yok
olmak, ölmektir. İnsana gelen bir musibet esnasında, veyl ve sübûr kelimelerini
diline dolaması, yaygın bir iştir. Nitekim CenâtH Hak, "Onlar orada, ey
helak (sübûr} diye bağımlar. Onlara denir ki: "Bugün bir kere helak
(sübûr) çağırmayın, birçok helak çağırın" (Furtcan, 13-u) buyurmuştur. Bil
ki Firavun, Musa'yı meshûr (büyülenmiş) olarak niteleyince, Hz. Musa (a.s) da, "Sen
de mesbûrsun" yani, "Bu mucizeler, ayetler çok net, açık vekesindir.
Onların Allah katından olduğu ve Allah'ın onlan, beni peygamberlik iddiamda
doğrulamam için indirdiğinde, hiçbir akıllı şüphe etmez. Sen ise bunları kabul
etmiyorsun. Binâenaleyh seni bu inkâra sürükleyen, hasedin, inadın, zulmün,
cahilliğin ve dünya sevgindir. Böyle olan herkesin akıbeti ise, helak ve
yokluktur" demiştir.
Allah Teâlâ, daha
sonra "Derken onları o yerden sürüp çıkartmak istedi" buyurmuştur.
Bu, "Firavun onları, yani Hz. Musa ile kavmi İsrailoğullarım çıkarmak
istedi" demektir. "İstifzaz"ın manası, bu sûrede 76. ayette
geçmişti. Ayetteki "o yer" ile, Mısır toprağı kastedilmiştir. Zeccac
ayetteki "istifzâz" fiili ile, "Onların, İsrailoğullannı
öldürmek veya sürgün etmek suretiyle çıkarmak istemeleri" manasının
kastedilmiş olması uzak bir ihtimal değildir" demiştir.
Allah Teâlâ sonra da
"Biz de hem kendisini, hem de onunla beraber olanları toptan suda
boğuverdik" buyurmuştur ki, bunun manası, "Kötü düzen (hile), onu
hazırlayanın hasına dolanır" (Fatır, 43> ayetinde anlatılan husustur.
Yani Firavun, sırf Mısır kendisine kalsın diye, Musa ve adamlarını oradan sürüp
çıkarmak istedi. Ama Allah Teâlâ, Firavunu boğup öldürdü ve Mısır Krallığı'nı
Musa ile kavmine verdi. İsrâiloğullanna "O yerde siz oturun" yani
"Bu yer, düşmanınızdan temizlenmiş olarak, artık size aittir"
buyurdu.
Cenâb-ı Hak
"Sonra âhiret vaadi, yeni Kıyamet geldiği vakit, onlan da sizi de biraraya
getireceğiz" buyurmuştur. "Lefîf", kıymetii-kıymetsiz,
itaatkâr-âsî, kuvvetli-zayıf gibi, karışık kimselerden meydana gelmiş büyük bir
topluluk demektir. Birşeyi, diğer birşeye kattığında, onları
"leffetmiş" olursun. Birliklerinin biraraya getirilmesi manasında,
"Orduyu topladım" denilmesi, bu manayadır Yine "orduları biraraya
getirdim" denilmesi de böyledir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Bacaklar birbirine
dolandığında" (Kıyame, 29) ayeti de bu manadadır. Bu, "Biz sizi
kabirlerinizden karışık, yani müslüman, kâfir, itaatkâr-fâsık, bütün insanları
birbirine karışmış olarak mahşere getirip toplarız" demektir.
[344]
"Onu biz hak
olarak indirdik ve o, hak olarak indi. Seni de bir müjdeciden ve bir haberciden
başka birsey olarak göndermedik. Biz onu bir Kur'ân olmak üzere (ayet
ayet) ayırdık ki, insanlara karşı, dura dura (ağır ağır, tek tek) okuyasın. Biz
onu tedricen indirdik. De ki: "Ona ister iman edin, ister iman etmeyin. Çünkü
bundan ilim verilmiş olanlar bile, kendilerine karşı, o tilavet olununca,
çeneleri üstü secdeye kapanırlar ve "Rabbimizi tenzih ederiz. Hakikat
Rabbimizin vaadi, muhakkak yerine gelmiştir." derler. Onlar, ağlayarak
çeneleri üstü kapanırlar ve bu onların hususunu artırır" (Isrâ,
105-109).
Bil ki Allah Teâlâ,
Kur'ân'ın, "De ki, eğer cinler ve insanlar, bunun bir benzerini getirmek
için biraraya gelseler, birbirlerine yardımcı da olsalar, yine de onun
benzerini getiremezler"(twa, saj ayetinde ifade edilen hususta Hz.
Peygamberin doğru olduğuna dair kesin bir mucize olduğunu beyân buyurup, sonra
da kâfirlerin bu mucize ile yetinmeyip, başka mucizeleri istediklerini
nakledip, diğer mucizeleri ortaya koymaya gerek olmadığını belirterek, bu
isteklerine karşılık verip, bunu Hz. Musa (a.s)'nın kavmine apaçık dokuz mucize
verildiği halde, onların onu inkâr etmeleri karşısında Allah'ın onları helak
etmesi ile beyan buyurmuştur. Sonra da Hz. Muhammed (s.a.s)'in kavmine de
istedikleri o mucizeleri verip, onlar bunları inkâr etmeleri halinde, onlara
kökünü kazıma azabının indirmesinin gerekeceğini, bunun ise hikmeti gereği
uygun olmadığını, çünkü ileride onlar içinden iman edecekler bulunduğunu ve
iman etmeyenlerin neslinden mü'min kimselerin geleceğini bildiğini beyan
buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk, cevabı tamamlanınca, Kur'ân'ın şanının yüceliğini
göstermeye dönerek, "Onu biz hak olarak indirdik ve o, hak olarak
indi" buyurmuştur. Bu, "Biz, Kur'ân'ı indirmek ile, ancak hakkı ve
doğruluğu anlatmayı murad ettik. Bu muradımız da olduğu gibi tahakkuk etti,
gerçekleşti" demektir. Bu ayetle ilgili birkaç incelik vardır:
[345]
Birinci İncelik:
"Bâttl" nasıl "zail olan, giden" manasına ise,
"hak" da duran, kaybolmayan, zâii olmayan demektir. Bu Kitab-ı Kerim,
silinmeyen, kaybolmayan birçok şey ihtiva etmektedir. Bu böyledir. Çünkü bu
kitap, tevhidin,ceiâl ve ikram sıfatlarının delilleri ile, meleklere saygı duymaya,
peygamberlerin peygamberliğini kabul etmeye, haşr, neşr ve Kıyametin olacağına
inanmaya dair bütün delilleri ihtiva etmektedir. Bütün bunlar ise kesin,
silinmez, zait olmaz şeylerdendir. Yine bu kitap, kendisine değişikliğin,
zıdlığın, çelişkinin ve tahrifin arız olamayacağı, ebedî ve devamlı şer'î
hükümleri ihtiva etmektedir. Hem sonra bu, Allah'ın, kalpleri haktan kaymış
kimselerin tahrifine ve câhillerin değiştirmesine karşı, korumaya garanti
verdiği bir kitaptır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Hiç şüphesiz o zikri
(Kur'ân't) biz indirdik. Onu yine Biz koruyacağız"'(Hicr.9) buyurmuştur.
Binâenaleyh bu, her bakımdan hak olan bir kitaptır.
İkinci İncelik:
"Hak ile indirdik onu" ayeti hasr (sadece) manasına gelip,
"Allah onu, hakkı ortaya koymanın dışında, başka bir maksad için
indirmedi" demektir. Mu'tezile, "Bu, Allah Teâlâ'nın, Kur'ân'ı, hiç
kimseyi saptırmak, azdırmak \e İslâm'dan döndürmek için indirmediğine delâlet
eder" demiştir.
Üçüncü İncelik:
ifâdesi, "inzârin, nüzûl'den başka olduğunu gösterir. Binâenaleyh
bsızılarının da dediği gibi, "halk"ın "mahlûk"tan;
"tekvîn"in "mükewen"den başka olması gerekir.
Dördüncü İncelik: Ebu
Ali el-Farist şöyle der: "Ayetteki "bl'l-hakkı" ifâdesindeki bâ,
(birlikte) manasınadır. Bu tıpkı, "Eşyasıyta indi" ve "silahı ile
çıktı" demen gibidir. Buna göre ayetin manası, Kur'ân'ı hak ile
(birlikte-içıce olarak) indirdik" şeklinde olur. Ayetteki, ikinci
bi'l-hakk'a gelince, bununla ilgili olarak iki ihtimal vardır:
a) Bunun takdiri (Hakka indi) şeklindedir. Bu tıpkı,
"Zeyd'e jğradım, misafir oldum" demen gibidir. Bu açıklamaya göre, bu
"bi'l-hakkı" ile kastedîlen, hak, Hz. Muhammed (s.a.sVdir. Çünkü
Kur'ân, O'na inmiştir.
b)
Buradaki bâ
harfinin ma'a (birlikte) manasına olması da mümkündür.
Cenâb-ı Allah sonra
"Seni de bir müjdeciden ve bir haberciden başka birşey olarak
göndermedik" buyurmuştur ki bu, "Senden çeşitli mucizeler isteyen,
dinini kabul etmemede direten o kâfir câhillerin küfründen dolayı, sana bir
mesuliyet yoktur. Çünkü seni ancak, itaatkârlar için bir müjdeci, inkâr edenler
için de bir nezir (uyancı-tehditçi) olarak gönderdim. Binâenateyh eğer onlar
hak dini kabul ederlerse, bundan istifade ederler Aksi halde onların küfründen
dolayı, senin bir mesuliyet yoktur.
[346]
Allah Teâlâ daha sonra
"Biz onu bir Kur'ân o/mak üzere (ayef ayetf ayırdık ki, insanlara karşı,
dura dura {ağır ağır, tek tek) okuyasın" buyurmuştur.Bu ifade ile ilgili
birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis:
Müşrikler, "Farzedelİm ki bu Kur'ân bir mucizedir. Fakat bunun böyle
olması durumunda, mucize olduğunun açıkça görülmesi için, Allah'ın onu sana bir
defada indirmesi gerekirdi" demişler, Peygamber (s.a.s)'in bu Kur'ân'ı
parça parça getirmesini, onun böyle parça parça getirdiği şeyleri
düşünüp-taştnıp icâd edip, sonra insanlara okuduğu hususunda bir şüphe
saymışlardı. İşte Allah Teâlâ buna, o Kur'ân'ı, ezberlemesi daha kolay olsun,
incelikleri, hakikatleri daha iyi anlaşılsın diye, parça parça indirdiğini
belirterek cevap vermiştir.
İkinci Bahis: Saîd b.
Cübeyr şöyle der; "Bütün Kur'ân Kadir Gecesi'nde, en üst semâ'dan (Levh-i
Mahfuz'dan), birinci semaya toptan inmiştir. Daha sonra, indiği yıllara göre
(buradan) bölümlere, kısımlara ayrılarak dünyaya inmiştir." Katade de:
"Kur'ân'ın ilk inişi ile son inişi arasında yirmi yıl geçmiştir"
demiştir. Buna göre ayetin manası, "Biz o Kur'ârîı, sen insanlara parça
parça, tek tek, yavaş yavaş okuyasın diye, birdenbire, hep toptan değil, ayet
ayet, sûre sûre indirdik, bölümlere ve parçalara ayırdık" şeklinde olur.
Meks ve Mûks, aralıklarla, dura dura, yavaş yavaş, birden olmaksızın
manasındadtr. Ferrâ Arapça'da, bunun mekese-yemküsü" ve
"mekuse-yernkusü" şekillerinde kullanıldığını söyler. Âsim bu
kelimeyi, (Nemi, 22) ayetinde birinci babtan okumuştur.
Üçüncü Bahis: Bütün
kıraat imamlarının tercihine göre, şeddesiz olarak, fiil feraknâhu şeklinde
okunmuştur. Ebu Amr bunu, "açıkladık" manasına almıştır. Ebu Ubeyde
de: "Bu fiili şeddesiz okumak daha çok hoşuma gidiyor. Çünkü bunun
(şeddesinin) manası, "açıkladık, beyân ettik" demektir" der. Bu
fiili şeddeli okuyanlara göre manası, "Allah onu parça parça, kısım kısım
ayırıp indirdi" şeklindedir. Halbuki "fark" (yani şeddesiz
olanı), hem bu manaya, hem de açıklama manasına gelmektedir. Bu hususu,
Sa'leb'in İbnu'l-A'râbî'den rivayet ettiği şu şey de destekler: İbnü'l-A'râbî
şöyle demiştir: "Arapça'da f1*^ # ijR-tUjl "Sözlerin arasını açtım,
farklarını açıkladım" ve "Cisimleri birbirinden ayırdım,
ayırdettim" denilir." Bunun böyle olduğuna Hz. Peygamber (s.a.s)'in,
"Alış-veriş eden iki kişi, (ahş-veriş yaptıkları o yerden) ayrılmadıkları
müddetçe, muhayyerdirler (vazgeçebilirler" hadis-i şerifi de delâlet eder.
Hz. Peygamber burada, buyurmamıştır. "Teferruk", "telrîk'Mn
mutavaatı, "Iftlrak" ise, "fark"ın mutavaatıdır.
Cenâb-ı Allah daha
sonra, "Biz onu tedricen indirdik" buyurmuştur. Yani, "Biz, onu,
bahsedilen duruma ve bahsedildiği gibi indirdik" demektir.
Sonra o, "Ona
ister iman edin, ister iman etmeyin" buyurmuştur. "Allah, mucizeler
isteyen o kimselere, tehdidvârî olarak ve yaptıklarım beğenmeyerek, şöyle
demiştir: "Ben, beyyine ve delillerimi apaçık ortaya koydum ve her türlü
mazeret kapısını kapattım. Binâenaleyh artık istediğinizi seçin!"
Daha sonra Hak Teâlâ
"Daha önce ilim verilmiş olanlar" yani, "Kur'ân inmezden önce
ilim verilmiş olanlar!" buyurmuştur. Mücâhid bunların, Hz. Muhammed
(s.a.s)'e indirilen ayetleri dinlediklerinde, yere kapanıp secde eden bir grup
ehl-i kitap olduğunu söylemiştir ki, Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, Varaka b. Nevfel ve
Abdullah b. Selâm bunlardandır.
[347]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Çeneleri üstü secdeye kapanırlar" buyurmuştur. Bu hususta birkaç
görüş bulunmaktadır:
1) Zeccâc şöyle demiştir: "Zikn kelimesi iki taraf
sakallarının birleştiği yer, çene anlamına gelir. İnsan secde etmeye
eğildiğinde, onun yere en yakın olan uzvu,
çenesidir."
2)
el-Ezkân
(çeneler) kelimesi, sakallardan kinayedir. İnsan, secdeded, huşu ve huzûda
ileri merhaleye varıp son derece gayret gösterdiğinde, bazan sakalı yere değer.
Çünkü insan, sakalını temiz tutmaya çok gayret eder. Onu toprağa sürdüğünde
ise, en büyük tazîm yapmış olur.
3)
İnsanı Allah
korkusu kapladığında, bazan, tıpkı bayılmış kimse gibi, secde gayesiyle yere
kapanır. Durum her ne zaman böyle olursa, onun çenesi üzerine kapaklanması,
secde yerine geçmiş olur Binâenaleyh, "çeneleri üstü kapanırlar"
ifadesi, onun son derece korku, endişe ve haşyet içinde olmasından kinaye olmuş
olur.
[348]
Sonra geriye, ayetle
ilgili iki soru kalmaktadır: Birinci soru: "Allah Teâlâ, burada niçin
succeden (secde eden kimseler olarak) dedi de, yescudûn (secde ederler)
demedi?"
Cevâp: Bu lafzı
zikretmekten maksat, onların, hemencecik secdeye koşup yere
kapanmalarını
anlatmaktır:
İkinci Soru: "Cenâb-ı
Hak niçin (çeneler için) dedi de, (çeneleri üzere) demedi?"
Cevap: Araplar, bir
adam yere kapaklanıp yüz üstü düştüğü zaman, "Hara llzzıknıderler.
Allah en iyi bilendir.
Allah Teâlâ daha sonra
"Rabbimizi tenzih ederiz. Gerçekten Rabbimizin vaadi, muhakkak yerine
gelmiştir" buyurmuştur. Bu, "onlar secdelerinde, "Sübhfine
Rabbinâ" yani, "Biz Rabbimizi tenzih eder ve ona tazimde
bulunuruz." Gerçekten, Rabbimizin vaadi, muhakkak yerine gelmiştir. Yani,
Kur'ân'ın indirilmesi ve Hz. Muhammed (s.a.s)'in gönderilmesiyle ilgili vaadi
mutlaka yerine gelmiştir" demektir. Bu, bu kimselerin ehl-i kitaptan
olduğuna delâlet eder. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.s)'in gönderilmesiyle ilgili
vaad, onların kitaplarında geçmişti ve onlar, bu vaadin yerine getirilmesini bekliyorlardı.
Sonra Cenâb-ı Hak,
"Onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanıyorlar" buyurmuştur. Bu
tekrarın sebebi, iki halin birbirinden farklı oluşudur. Ki bu farklılık da,
onların secdeye kapanmaları ve sonra, Kur'ân'ı işittikleri esnada da ağlar
haide oîmalandır. Cenâb-ı Hakk'in, "ve bu, onların hususunu arttırır"
ifadesi de buna delâlet eder. Bir de, sözün tekrarının, onların bu fiili tekrar
tekrar yaptığına delâlet etmiş olması da mümkündür. Buradaki yebkûn fiili,
haldir. Huşûan kelimesi, "tevazu bakımından" demektir. Bit ki bu
ayetten maksat, onların ne kadar hakîr olduklarını anlatmak, onların halleriyle
alay etmek, onların imanlarına, İslâm'ı kabulden kaçınmalarına aldırmarnaktır.
Onlar iman etmeseler bile, onlardan daha hayırla olanların bu iman etme işin yapmış
olduğunu dile getirmektir.
[349]
"De ki:
"Gerek Allah diye çağırın, gerek Rahman diye. Hangisiyle çağırırsanız,
nihayet en güzel isimler onundur." Namazında pek bağırma, sesini o kadar
da kısma, ikisinin arası bir yol tut. De ki: "Eviâd edinmeyen, mülkte hiçbir
ortağı olmayan, acziyyetten ötürü yardımcıya da ihtiyacı olmayan
Allah'a hamdolsun." O'nu büyük bir tazimle ulula" (Isrâ,
110-111).
Keşşaf sahibi şöyle
demiştir: "Allah ve Rahman" kelimelerinden murat, simdir; müsemmâ
değildir. Buradaki ev edatı, tahyîr (muhayyerlik) içindir. Yani, "Allah'ı
ister şu kelimeyle, İsterse bu kelimeyle zikredin" demektir. Eyyendeki
tenvîn de, muzafun ileyh'den bedeldir. Mâ lafzı, ibhâm için gelmiş olup,
"eyyen"deki manayı tekîd eden bir sıladır. Ve ifadenin takdiri,
"Bu iki isimden hangisiyle O'nu çağırır ve zikrederseniz
zikredin""nihayet en güze! isimler .onundur." Buradaki felehu
zamiri yukarıda zikredilen iki isimden birisine raci değildir; onların
müsemmâsına, yani Allah'ın yüce zâtına racidir. Buna göre mana, "Bunlardan
hangisiyle çağırırsanız çağırın, o muhakkak ki güzel ve yerindedir"
şeklinde olur. Binâenaleyh, "o güzeldir" ifadesinin yerine
"nihayet en güzel isimler onundur" cümlesi getirilmiştir. Çünkü,
O'nun isimleri güzel olunca, hiç şüphesiz bu iki isim de güzel olur. Çünkü
bunlar da O'nun isimierindendir. Allah'ın isimlerinin güzel olmasının manası, onların,
Allah'a hamdedip O'nu takdis etme, yüceltme manalarını ifade
etmelerinden dolayıdır. Bu husustaki geniş izahat, Araf Sûresi'ndeki (A'rât,
180) ayetinde geçmişti.
Cübbâî bu ayeti delil
getirerek şöyle demiştir: "Eğer Allah Teâlâ zulmün ve çevrin yaratıcısı
olsaydı, O'na, "Ey Zalim" denilmesi doğru olurdu. Bu takdirde, ayette
sabit olan Allah'ın bütün isimlerinin güzel olduğu hususu, yanlış olur."
Buna şöyle cevap verilir: "Biz, her ne kadar Allah Teâlâ kulların
fiillerinin yaratıcısı is© de, O'nun zâlim ve câir (haksızlık eden) olarak
tavsif edilmesinin doğru olduğunu kabul etmiyoruz. Nitekim hareketin, sükûnun;
siyahlığın ve beyazlığın yaratıcısı olmasından dolayı, Allah'a, "Ey
hareket eden; ey sakin olan, ey siyah, ey beyaz" diye çağırılması
gerekmez. Eğer onlar, "Ey zulmün ve çevrin yaratıcısı" denilmesi
gerekeceğini söylerlerse, biz de deriz ki: O zaman sizin de, "Ey
pisliklerin, kurtların, böceklerin yaratıcısı" demeniz gerekir. Çünkü siz
de, aslında bunların Allah tarafından yaratıldığını söylüyorsunuz. Fakat edebe
muvafık olan, "Ey göklerin ve yerin yaratıcısı" denilmesidir. Bizim
bu husustaki sözümüz de böyledir.
[350]
Cenâb-ı Hak daha sonra
"Namazında pek bağırma, sesini o kadar da kısma" buyurmuştur. Bu
ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis:
"Namazında pek bağırma" ifadesiyle ilgili birkaç görüş vardır:
1) Said ibn Cübeyr, İbn Abbas (r.a)'ın bu ayet hakkında
şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s), Kur'ân okurken
sesini yükseltirdi. Müşrikler O'nu duydukları zaman, Kur'ân'a ve onu getirene
söverlerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ, "Namazında pek yüksek sesle
okuma" sonra müşrikler onu duyarlar da, cahillik ve haddi aşarak Allah'a
söverler; "Sesini o kadar da kısma" yoksa, ashabın duyamaz. 8u ikisi
arası bir yol tut" diye vahyetti.
2) Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.s), gece,
sahabenin evlerini dolaşır. Hz. Ebu Bekir (r.aj'nın, namazda Kur'ân okurken
sesini kıstığını; Hz. Ömer'in de sesini yükselttiğini (görür). Gündüz olup da
Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer yanına gelince, Resûiüllah, Hz. Ebu Bekir'e:
"Sesini niye kısıyorsun?" der. O da: "Ben, Rabbime münâcaat
ediyorum; O, benim hacetimi zaten biliyor" diye cevap verir. Hz. Ömer'e de
"Sesini niçin yükseltiyorsun?" diye sorunca o da: "Şeytanı
kovuyorum ve uykuyu da dağıtıyorum" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.s), Hz. Ebu Bekir'e, sesini biraz yükseltmesini; Hz. Ömer'e de, sesini
biraz alçaltmasını emretti.
3) Bu, "sesini tamamen yükseltme, tamamen de kısma.
Bu ikisi arası bir yol tut. Yani, gece namazında açıktan oku, gündüz
namazlarında ise gizli oku" demektir.
4) Buradaki, "namaz"dan murad, duadır. Su
görüş, Hz. Alse (r.anha), Ebu Hureyre (r.a) ve Mücahidin görüşüdür. Hz. Alse
(r.a), "o, duadır" demiştir. Bu mana, merfû olarak Hz. Peygamber
(s.a.s)'den de rivayet edilmiştir. O, bu ayet hakkında, "Bu, duâ ve
istemekle alâkalıdır. Binâenaleyh (duâ ederken) sesini yükseltme, aksi takdirde
günâhlarını söylersin de bu duyulur, bundan dolayı da ayıplanırsın"
demiştir. Binâenaleyh, açıktan açığa dua etmek nehyedilmiştir. Çok gizli duâ
etmek de caiz değildir. Müstehab olan, ikisi ortası, yani insanın kendisinin
duyacağı sesle dua etmektir. Nitekim İbn Mes'ûd'dan, onun şöyle dediği rivayet
edilmiştir: "Kendi sesini duyan kimse, sesini tamamen kısmış olmaz."
5) Hasan el-Basrî şöyle demiştir: Bunun manası, "Duada sesini çok
yükselterek riyakârlık yapma; çok gizli okuyarak da kıraatin vasfını
bozma" şeklindedir.
İkinci Bahis: Namaz
(salât), o belli fiil ve zikirlerin toplamından ibarettir. Sesi yükseltip
alçaltmak ise, sesin arızî özelliklerindentii1". Binâenaleyh, burada
"namazlar -sa!avât"dan murad, o namazın "öz ve mahiyetinin bazı
kısımlarıdır." Bunlar da, namazdaki zikirler ve okunan Kur'ân'dır. Bu,
bütünün isminin, onun bir parçasını
ifade etmek için
kullanılması kabilindendir.
[351]
Üçüncü Bahis: Ses
zayıflayıp ve sakinleştiği zaman, Arapça'da,
"Hafete savtuhü -yahfitu-haften-hufûten" denilir.
"Alçak ses"e ise, "savtun hafltun" denilmektedir. Bir adam
Öldüğünde, "konuşması bitti" manasında "hafete denilmesi; ekin
solduğunda da, "Hafete'z-zer'u denilmesi; Kur'an okurken sesini
yükselterek okuyuşunu belli hale getirmeyip kısık bir sesle okuyan kimse için
de "Hafete'r-reculu-yuhâfitu bi kırâetihî denilmesi; bir grup insan
aralarında gizlice konuştukları zaman, "Tehâfete'l-kavmu" denilmesi
de, bu kabildendir. Ben de derim ki: Ahlâk kitaplarında şu husus yer almıştır:
"İsterin iki ucu, yani ifrat ve tefrit kınanmıştır. Doğru olan, ortayı
gözetmektir." İşte bu manadan dolayı Cenâb-ı Hak bu ümmeti, "Böylece
sizi vasat bir ümmet yapmışızdır"{Baka.™. 143) diye methetmiş, yine
mü'minleri, "Onlar ki harcadıkları vakit ne israf, ne de sıkılık
yapmazlar, (harcamaları) ikisi arası ortalama olur" {Furtan, 67) şeklinde
methetmiş ve Resulüne de, "Elini boynuna bağlı olarak yumma, onu büsbütün
de açma" (\sm, 29) şeklinde emir buyurmuştur. Aynı şekilde bu ayette de,
iki aşırılıktan, yani çok yüksek sesle veya çok alçak sesle okumaktan men etmiş
ve, "ikisinin arası bir yol tut" diyerek itidali emretmiştir. Bazı
alimler, bu ayetin, "Rabbinize yalvara yakara, gizlice duâ
edin"(Araf,55) ayetiyle mensûh olduğunu söylemişlerdir.
[352]
Bil ki Allah Teâlâ,
ancak güzel isimleriyle anılmasını ve kendisine duâ edilmesini emredince, "De ki: "Evlâd edinmeyen, mülkte
hiçbir ortağı olmayan, acziyyetten ötürü yardımcıya ihtiyaç duymayan Allah'a
hamdolsun. Onu büyük bir tazimle ulula" buyurarak, nasıl hamdedileceğini
öğretmiştir. Allah Teâlâ burada, selb? sıfatlardan olan tenzîh ve celâl
sıfatlarından üç tanesini zikretmiştir:
Birincisi, O'nun evlât
edinmemiş olmasıdır. Bunun birkaç sebebi vardır:
a) Çocuk, bir şeyin cüzlerinden meydana gelen bir
parçadır. Binâenaleyh, çocuğu olan herkes cüzlerden mürekkeptir. Mürekkep olan
ise "muhdes"tir. Muhdes de, muhtaçtır, tam manasıyla in'âm etmeye
kadir değildir; dolayısıyla kâmil bir hamde de müstehak olamaz.
b) Çocuğu olan, bütün nimetleri çocuğu için tutar.
Allah'ın çocuğu olmadığı için ise, O, bütün bu nimetlerini bol bol ihsan eder.
c) Çocuk, babası öldükten ve yok olduktan sonra onun
yerini tutar. Binâenaleyh, eğer Allah'ın bir çocuğu olsaydı, O, sona erici ve
fani olmuş olurdu. Böyle olan ise, her zaman için, tam manasıyla in'âmda
bulunmaya kadir değildir. Binâenaleyh, mutlak manada da hamde müstehak olması
gerekir.
İkincisi: Cenâb-ı
Hakk'ın, mülkte, hiçbir ortağının olmamasıdır. Bu sıfatın göz önünde
bulundurulmasının sebebi şudur: Çünkü, eğer Allah'ın bir ortağı olsaydı, o
2aman hamd ve şükre müstehak olduğu bilinemezdi.
Üçüncüsü: Cenâb-t Hak,
acziyyetten dolayı yardımcıya ihtiyaç duymamasıdır. Bu sıfatın göz önünde
bulundurulmasının sebebi şudur: Eğer Allah'ın, acziyyetten dolayı bir
yardımcısının bulunması caiz olsaydı, bu in'âma onu başkasının sevketmesi
başkasının onu bundan men etmesi muhtemel olduğu için, ona şükrediimesi vacip
olmazdı. Ama O, çocuktan, ortaktan ve kendisi için, işlerini yürütecek bir
yardımcıdan münezzeh olduğu için, en yüce hamdlere müstehak ve en yüce
şükürlere lâyık olmuştur.
[353]
Daha sonra
Cenâb-ı Hak "O'nu
büyük bir tazimle uluîa" buyurmuştur. Bu, "Hamdın,
tekbir ile olması gerekir" demektir. Bu, çok çeşitli manalara
gelir:
1) O'nu zâtı açısından ululamak. Bu da, Cenâb-ı Hakk'in
zâtı gereği vâcibu'l-vücûd olduğuna, kendisi dışındaki herşeyden müstağni
olduğuna inanmak.
2)
O'nu sıfatları
bakımından ululamak. Bu da şu üç açıdan olabilir:
a) O'na âit bütün sıfatların, celât, izzet, azamet ve
kemâl sıfatları olduğuna ve O'nun noksan sıfatlardan münezzeh olduğuna
inanmaktır.
b) O'nun herbir sıfatının, sonsuz bilgi, kudretinin de
sınırsız kudreti ifade ettiğine inanmaktır.
c) O'nun, zâtının hadis (sonradan olma) şeylerden berî
ve uzak, değişmekten. yok olmaktan, yer değiştirmekten (mekândan) münezzeh
olduğu gibi, sıfatlarının da ezelî, ebedî, sermedi ve değişmekten, yok
olmaktan, yer değiştirmekten münezzeh olduğuna inanmaktır.
3)
Allah'ı,
fiilleri hususunda ululamak. İşte bu noktada Cebriye ile Kaderiye (Mu'tezile)
ihtilaf ederler. Bu cümleden olarak ehl-i sünnet şöyle der: "Biz, O'nun
hükümranlığında herşeyin, hikmet ve iradesine göre cereyan ettiği için, herşey
kazası, kaderi, meşiet ve iradesi ite meydana geldiği için, Allah'a hamdeder,
ulular ve yüceltiriz." Mu'tezile ise şöyle der: "Biz Allah'ı, kötü
işlerin yaratıcısı olmaktan tenzih ettiğimiz ve bundan da öteye O'nun
hikmetinin, bütün kötü işlerden, ve kötü işleri irade etmekten tenzih etmemizi
gerektirdiğine inandığımız için, O'nu ulular ve O'na ta'zim ederiz."
Şöyle bir hâdise
işittim: Üstad Ebu İshak e-S-isVerâyînî, SahEb b. Abbad'ın evinde oturuyormuş.
Derken içeri Kadı Abdu'l-Cebbar b. Ahmed el-Hemedânî girmiş. Kadî onu görünce:
"Kötülükleri yaratmaktan münezzeh olan Allah'ın sânı yücedir" demiş.
EbÛ İshak da:
"Mülkünde, dilediği şeyler dışında hiçbir şey cereyan etmeyen Allah'ın
şanı ne yücedir" demiştir.
4) Allah'ı hükümleri bakımından ululamak. Bu da insanın,
Allah'ın, itaat edilen, emir ve yasakların sahibi, alçaltan, yücelten,
hükümleri hususunda hiç kimsenin itiraz edemediği, dilediğini aciz, dilediğini
zelil kılan bir padişah olduğuna inanmasıdır.
5) Allah'ı isimleri hususunda ululamak. Bu da, insanın,
O'nu en güzel isimleri ile anıp, O'nu mukaddes, yüce, münezzeh sıfatları ile
nitelemesidir.
6)
İnsan'ın aklı
ve anlayışı nisbetinde, Allah'ı ululaması, tenzih etmesi ve O'na ta'zim
göstermesidir. İnsan aklı ve anlayışı ile, Allah'ın celâlini tam manasıyla
anlayamadığını, dilinin tam manasıyla zikredemediğini, uzuv ve organlarının,
Allah'a hizmet ve ibadeti tam lâyıkıyla yerine getiremediğini itiraf eder.
Böylece Allah'ı, kendi tekoirinin (ululamasının), O'nun
izzet ve mecdinin künhünü
bi-hakkın yerine getirememekten ötürü, O'na tekbir getirir. İşte bu
zayıf kulun yapabileceği tekbir ve ta'zim budur. Biz, Allah'dan, ölmezden önce,
ölürken ve öldükten sonra rahmetini .steriz. Çünkü O, kerim ve rahimdir. Koruma
ve muvaffak kılma Allah'tandır. Allah bize yetere O, ne güzel vekildir.
Musannif Razî (r.h)
şöyle der: Bu sûrenin tefsiri 601 (hicrî) senesinde, Muharrem'in yirmisinde,
Gaznîn şehrinde, salı günü ikindi ile öğle arası bir zamanda tamamlandı.
Alfah'a hamdolsun. O'nun Nebi'si Hz. Muhammed (a.a.s)'e, ailesine ve ashabına
da salât-ü selâm olsun.
[354]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/387
[2] Müslim. İmân, 293 (1/162); İbn Mâce, Mukaddime, 13 (1/70-71).
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/387-388
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/388
[5] Müslim, İmân, 264 (1/1 ?0).
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/389
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/389
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/390
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/390
[10] Şimdiki hsaplara göre bu sayı 333.400 mislidir (ç).
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/390-394
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/394
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/394-395
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/395-397
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/397
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/398
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/398
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/398
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/398-399
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/399-400
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/400
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/401
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/401-402
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/402-403
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/403
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/403-404
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/405
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/405
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/405-406
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/406
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/406
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/406
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/406
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/406-407
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/407
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/407-409
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/409
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/409-411
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/411
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/411
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/412
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/412-413
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/413
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/413-414
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/414
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/414-415
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/415-416
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/416
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/417
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/417-418
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/418
[52] Keşfu’l-Hafa 1/332 (Biraz farklı şekliyle Buhâri,Nikah 8'dedevar).
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/418-419
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/420
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/420-421
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/421
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/421-422
[58] Keşfu'l-Hafa 2/279.
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/422-423
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/423-424
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/424
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/424
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/425
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/425
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/425
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/425
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/426
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/426-428
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/428
[70] Müsned. 3/468.(Benzeri bir hadis) Cami'us Sağır, hâ maddesinde.
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/428-429
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/429-430
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/430-432
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/432
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/433
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/434
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/434-435
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/435
[79] Buhâri'nin ilk hadisi.
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/435-436
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/436-437
[82] İbn Mâce, Zühd, 21 (2/1405-1406; Müslim, Zühd, 46 (4/2289).
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/437-438
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/439
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/439-440
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/440
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/440
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/440-441
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/441
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/441-442
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/442
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/442-443
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/443
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/443-444
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/444
[96] Tirmizi. Birr, 35 (4/339); Ebu Davud, Edeb, 12 (4/255).
[97] Buhâri. Fesâılü's-Sahâbe. 12.16.
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/444-445
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/445-446
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/446
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/446
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/447
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/447
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/447-448
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/448
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/449
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/449
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/449-450
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/450
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/450-451
[111] Müslim, Itk, 1-3 (2/1139-1141); Buhari, Şirket, 5; Tirmizi, Ahkam 14 (3/629)
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/451-452
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/452
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/452-453
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/453-454
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/454
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/454
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/455-456
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/456
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/456-457
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/457
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/457-458
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/458-459
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/459-461
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/461
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/461-462
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/462
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/462-463
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/463
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/463-464
[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/464-466
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/466
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/466
[134] Buhâri, Cihâd, 46; Müslim, İmân, 48 (1/58-59).
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/466-468
[136] Buhâri, Diyât. 6; Müslim, Kasâme, 25-26 (3/1302-1303); Müsned, 1/61-70.
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/468
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/468
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/469-470
[140] Benzer hadis: Ibn Mâce, Diyât, 3-4 (2/876-877); Tirmizl, Diyât, 1 (4/11).
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/470-471
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/471-472
[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/472-473
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/473
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/473-475
[146] Keştu'l-Hafa, 2/370.
[147] Kenzu'l-Ummal. 4/9703.
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/475-476
[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/476-478
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/478
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/478-479
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/479-480
[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/481-482
[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/482-483
[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/483-484
[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/484
[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/484
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/484-485
[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/485-486
[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/486
[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/486
[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/487-488
[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/488-489
[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/489-491
[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/491
[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/491
[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/492
[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/492
[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/492
[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/492
[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/492
[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/492-493
[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/493
[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/493
[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/494
[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/494
[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/494-496
[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/496
[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/497
[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/497
[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/497-498
[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/498-501
[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/501-502
[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/502-503
[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/503
[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/503-504
[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/504505
[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/505-507
[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/507-508
[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/508
[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/508-510
[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/510
[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/511
[194] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/511-512
[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/512
[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/512-513
[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/513-514
[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/514-515
[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/515-516
[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/516-517
[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/517-518
[202] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/518-519
[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/519
[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/519
[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/520
[206] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/520
[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/520-521
[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/521
[209] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/521
[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/521-522
[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/522
[212] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/523
[213] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/523-524
[214] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/524
[215] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/524
[216] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/524
[217] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/524
[218] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/524
[219] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/524
[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/524
[221] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/525
[222] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/525
[223] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/525
[224] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/525-526
[225] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/526
[226] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/526
[227] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/526-527
[228] Dârimi, Mukaddime 44; İbn Mace, Mukaddime 14; Ahm«d, 4/362
[229] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/27-528
[230] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/528-529
[231] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/529-530
[232] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/530-531
[233] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/531-532
[234] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/532
[235] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/532-533
[236] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/533
[237] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/534
[238] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/534
[239] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/535
[240] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/535-537
[241] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/537
[242] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/538
[243] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/538-539
[244] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/539-541
[245] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/541-542
[246] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/542
[247] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/543
[248] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/543-544
[249] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/544
[250] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/544-545
[251] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/545
[252] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/545-546
[253] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/546-547
[254] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/547
[255] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/547-548
[256] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/548-549
[257] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/5
[258] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/6
[259] Darimi, Mukaddime 44 (1/130-131); Tiımizi, İlim 15 (5/43).
[260] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/6-8
[261] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/8-9
[262] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/9-10
[263] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/10
[264] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/11-12
[265] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/12-13
[266] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/13-14
[267] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/14
[268] EbuDavud, Salât, 2 (1/107).
[269] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/14-16
[270] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/16
[271] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/17-18
[272] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/18
[273] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/18-19
[274] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/19
[275] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/20-21
[276] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/21-22
[277] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/22-23
[278] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/23
[279] Musned. 2/441, 528.
[280] Şer,yaratma itibariyle Allah'a ait ise de, kesb itibariyle kula aittir. Şerri seçen kuldur, bu cihetle ona nisbet edilir (Ç.).
[281] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/23-25
[282] Vahidî bu izahı ile, bu husustaki rivayetlerin uydurma
olduğunu anlatmak istiyor. Yoksa Ibn Mes'ud ur Mücahid’i itham için bunları söylemiyor (Ç.).
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/25-26
[283] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/26-27
[284] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/27-28
[285] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/28
[286] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/28-29
[287] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/29
[288]Kenzu’l-Ummal, 10/28106
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/29-30
[289] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/30
[290] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/30
[291] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/31
[292] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/31-32
[293] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/32
[294] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/33
[295] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/33
[296] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/33-35
[297] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/35-36
[298] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/36
[299] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/36-37
[300] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/37
[301] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/37-38
[302] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/38
[303] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/38-43
[304] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/43-44
[305] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/44-45
[306] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/45
[307] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/45-48
[308] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/48-51
[309] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/51-52
[310] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/52-54
[311] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/54-55
[312] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/56
[313] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/56
[314] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/57
[315] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/57
[316] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/58
[317] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/58
[318] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/58-59
[319] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/59
[320] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/59
[321] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/59-60
[322] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/60
[323] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/60
[324] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/61-62
[325] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/62-63
[326] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/63-64
[327] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/64-65
[328] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/65-67
[329] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/67-68
[330] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/67-69
[331] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/69-70
[332] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/70-71
[333] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/71-72
[334] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/72
[335] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/72
[336] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/73
[337] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/73
[338] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/73-74
[339] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/74
[340] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/74-75
[341] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/75-76
[342] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/76-78
[343] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/78
[344] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/78-79
[345] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/80
[346] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/81
[347] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/82-83
[348] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/83
[349] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/83-84
[350] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/84-85
[351] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/85-86
[352] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/86-87
[353] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/87-88
[354] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/88-89