Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla
Bu
sureye İsra suresi adının verilmesi Peygamber Efendimizin geceleyin Mekke'den
Medine'ye götürülmesi demek olan İsra mucizesini söz konusu etmekle başlamasındandır.
Aynı zamanda bu sureye Beni İsrail Suresi adı da verilmektedir. Çünkü bu sure
fesat çıkarmaları sebebiyle İsrailoğulları'nm yeryüzünde iki defa sürgün
edilmelerinden: "İsrailoğulları 'na Kitap'ta hükmettik ki..." (4-8.
ayetler) diye söz etmektedir.
[1]
Ahmed,
Tirmizî, Neseî ve başkaları Hz. Aişe'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler:
"Peygamber (a.s.) her gece Beni İsrail ile Zümer surelerini okurdu."
Buharî
ve İbni Merdüveyh de İbni Mes'ud'dan Benî İsrail -yani bu sure ile Kehf,
Meryem, Tâ-Hâ ve Enbiyâ sureleri hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir:
"Bu sureler ilk nazil olmuş eski surelerdendir ve bunlar benim eskiden
beri bildiğim sureler arasındadır." Yani bu sureler hepsi de erken
dönemlerde Mekke'de inmiş olması ve çeşitli kıssaları ihtiva etmesi gibi ortak
özelliklere sahiptirler.
[2]
Bu
surenin çeşitli bakımlardan Nahl suresi ile ilişkili olduğu ortaya çıkmaktadır:
1- Yüce Allah Nahl suresinin sonlarında: "Cumartesi, ancak o gün
hakkında ihtilâfa düşenlere farz kılındı." (Nahl, 16/124) diye buyurduktan
sonra bu surede cumartesi gününe hürmetin kendilerine farz kılınanların
durumlarını açıklamakta, Tevrat'ta kendilerine teşrî buyurduğu bütün hükümleri
söz konusu etmektedir. İbni Cerîr, İbni Abbâs'ın (r. anhumâ) da şöyle dediğini
rivayet etmektedir: "Tevrat'ın tümü Benî İsrail süresindeki 15 ayettedir."
2- Yüce Allah peygamberine Nahl suresinin sonlarında yalancılığı,
büyücülük ve şiiri nispet etmeleri şeklindeki müşriklerin eziyetlerine karşı sabretmeyi,
Nahl suresinin sonlarında emrettikten sonra bu surede de onu teselli etmekte,
şerefini ve Rabbi nezdindeki mevkiinin yüksekliğini açıklamaktadır. Şerefini
yükseltmek ve tahrip edildiğine işaret olunan Mescid'i Aksa'yı tazim etmek için
de İsra'yı anarak sureye başlamaktadır.
3- Her iki surede de Yüce Allah'ın insan üzerindeki pek çok nimeti söz
konusu edilmektedir. O kadar ki Nahl suresine "Sûretü'n-Niam (nimetler
suresi)" adı dahi verilmiştir. Burada da genel ve özel türlü nimetlerin açıklandığını
görüyoruz.
4- Nahl suresinde Yüce Allah, Kur'ân-ı Azim'in herhangi bir insan
tarafından değil, kendi yüce katından geldiğini beyan etmekte, bu surede de bu
Kur'ân'ın asıl hedefi söz konusu edilmektedir.
5- Nahl sûresinde Yüce Allah yeryüzündeki yaratıklardan yararlanmanın
kurallarım söz JsmSff tfBUÜStöZ 2& Mgfo <* Mi &it$l İM İ öldürmeyi,
zinayı, yetimin malını yemeyi haram kılmak, ölçü ve tartıyı adaletli bir
şekilde yapmak; bilgisizce yapılan taklidi çürütmek gibi toplumsal hayatın
kaxdeleri söz konusu edilmektedir.
[3]
1- Bu surede, peygamberlerin ve rasullerin sonuncusunun başından geçen
büyük bir olay ve bir mucize haber verilmektedir. Bu, Mekke'den Mescid-i
Aksâ'ya gecenin bir bölümünde gerçekleşen İsra mucizesidir. Bu mucize hem Aziz
ve Celil olan Allah'ın göz kamaştırıcı kudretine, hem de bu son peygambere
ihsan olunan ilâhi lütuf ve şerefine bir delildir.
2- İsrailoğulları'nın salâh ve fesat hallerindeki kıssalarını haber
vermektedir. İstikamet üzere oldukları vakit aziz ve güçlü kılınıp mal ve
çocuk ihsan edilmişlerdir. Buna karşılık isyan edip fesat çıkarttıkları zaman
yeryüzünde iki defa darmadağın edilip mescitlerinin de tahrip edildiğini;
arkasından Peygamber (a.s.)'i memleketinden Medine'den çıkartmak istemekle
tekrar fesada dönüşlerini söz konusu etmektedir: "Yakında seni bu yerden
çıkarmak için herhalde rahatsız edeceklerdir..." (76. ayet)
3- Yüce Allah'ın kudretine, azametine ve birliğine dair kâinattaki
birtakım delilleri açıklamaktadır. "Biz geceyi ve gündüzü iki ayet
kıldık..." (12. ayet)
4- Bu şerefli ahlâk ve üstün hasletler ile bezenmek esasları üzerinde
kurulu toplumsal hayatın esaslarını da ortaya koymaktadır: "Rabbin
hükmetti ki, kendisinden başkasına ibadet etmeyesiniz.." (23-39. ayetler)
5- Müşriklerin, melekleri kız çocukları kabul ederek, bunları Allah'a
nis-bet etmelerini tenkit etmektedir: "Yoksa Rabbiniz sizlere oğullar
vererek ayrıcalık tanıdı da meleklerden kızlar mı edindi? Muhakkak siz büyük
bir söz söylüyorsunuz." (40. ayet) Daha sonra onların Allah ile birlikte
başka ilahların bulunduğu şeklindeki iddialarını (41-44. ayetler) redd etmekte,
ardından öldükten sonra dirilmeyi, amel defterlerinin verilmesini reddetmeleri
şeklinde-müşriklere karşı sakmdırmaktadır (73-76. ayetler).
6- Peygamber (a.s.)'in doğruluğuna delâlet eden maddi delilleri
indirmemenin sebeplerini açıklamaktadır (59. ayet). Diğer taraftan müşriklerin
Kur'ân'm dışında Peygamber Efendimiz'e indirilmesini teklif ettikleri birtakım
ayetler (mucizeler) hususunda işi nasıl yokuşa sürmek istediklerini de
açıklamaktadır. Çünkü onlar yerden nehirlerin fışkırtılması, Mekke'nin bağlık,
bahçelik bir şekle sokulması, semadan parçaların düşürülmesi, meleklerin
kafileler halinde gelmesi, altından bir evin yaratılması, semâya yükselinmesi
gibi şeyler istemişlerdi (89-97. ayetler).
7- Kur'ân-ı Kerim'in görevinin kutsallığını ve amaçlarının yüceliğini de
bildirmektedir: "Şüphesiz ki bu Kur'ân en doğru olana iletir." (9.
ayet); "Kur'ân'dan müminler için şifa ve rahmet olanı indiririz."
(82. ayet). Ayrıca Kur'ân-ı Kerim'in i'câzma delil olan hususlardan birisi
olarak insanların ve cinlerin de onun benzerini meydana getirmekten âciz
olduklarını (88. ayet) bildirmektedir.
ifade
ederek insanın üstün kılınması ilkesini (61-65. ayetler), Ademoğullarının üstün
kılınması ve Allah'ın onları güzel ve temiz şeylerle rızıklandırmasını ilân
etmektedir (70. ayet).
9- Yüce Allah'ın kulları üzerindeki üstün ve değerli birtakım nimetlerini
sayıp dökmekte, (12-17. ayetler) şükretmediği için de insanı kınamaktadır:
"İnsana nimet verdiğimiz vakit yüz çevirir..." (84. ayet). Bu
nimetlerin en özel olanlarından birisi de insana hayatın ve ruhun bağışlanmış
olmasıdır (85. ayet).
10- Dünya hayatını isteyen ile baki olan ahiret hayatını isteyen arasında
bir karşılaştırma yapmaktadır (18-21. ayetler).
11- Rasulullah (a.s.)'a namaz kılması ve geceleyin teheccüdde bulunması
emrini vermekte, (78-79. ayetler) Medine'ye gitmesini ve Mekke'den çıkmasını da
söz konusu etmektedir (80. ayet).
12- Hz. Musa'nın Firavun ve İsrailoğulları ile başından geçen kıssanın bir
parçasına da işaret etmektedir (101-104. ayetler).
13- Kur'an-ı Kerim'in kısım kısım (olay, vakıa ve ilişkilere göre parça
parça) indirilme hikmetini de açıklamaktadır (105-106. ayetler).
14- Yüce Allah'ı ortaktan, çocuktan, yardımcı ve destekten tenzih etmekte,
onun güzel isimlerini zikrederek Allah'a dua etme yolunu bize göstermektedir
(110-111. ayetler).
Kısacası
bu sure, diğer Mekkî surelerde görüldüğü gibi akide ve dinin esaslarını daha
bir sağlamlaştırmaya önem vermektedir. Bu esaslar ise tevhidin, Allah rasulünün
şahsiyetinin açıklığa kavuşturulması, doğruluğuna delâlet etmesi için yeterli
mucizeler ile desteklenmesi ve müşriklerin bir çok şüphesinin çürütülmesidir.
[4]
1- Kulunu Mescid-i Haram'dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i
Aksâ'ya geceleyin götürenin şanı ne yücedir! Ona bir kısım ayetlerimizi
gösterelim diye. Muhakkak ki O Semî'dir, Basîr'dir.
2-3- Musa'ya da Kitabı verdik ve onu İsrailoğulları için bir hidayet
kıldık. Beni bırakıp başkasını vekil edin-meyesiniz, dedik. Ey Nûh ile
taşıdığımız kimselerin soyu! Gerçekten o çok şükreden bir kul idi.
"Kulunu...
götürenin şanı ne yücedir!" şeklindeki başlangıç,
"Berâ'atü'l-istihlâl" diye bilinen bir edebî sanatı ihtiva
etmektedir. İsra olayı harikulade bir iş olduğundan dolayı Allah Teâlâ'nm
mükemmel kudretine ve eksiklik sıfatlarından münezzeh olduğuna işaret eden
ifadelerle başlamış olmaktadır.
"Kulunu"
tabiri de ona verilen şeref ve değeri göstermektedir.
"Ona...
gösterelim diye" buyruğunda gaibten mütekellime iltifat (geçiş) vardır.
Bundan kasıt ise dinî ve dünyevî bereketlerin, o ayet ve mucizelerin tazim
edilmesidir.
"Musa'ya...
verdik" buyruğunda da yine gaibden hazır kipine iltifat (geçiş) vardır.
[5]
"Sübhân"
kelimesi özel bir isim olup Allah'ın, celâl ve kemâline yakışmayan, her türlü
acizlik ve noksanlık sıfatlarından tenzihi anlamında, tesbîh'in masdarıdır.
"İsra",
özellikle geceleyin yürümek demektir. Bu mucize hicretten bir yıl önce
gerçekleşmişti. Beytü'l-Makdis'te gerçekleşmesinin hikmeti ise buranın
peygamberlerin ruhlarının toplanma yeri, bir çok rasûl ve peygambere vahyin
nüzul yeri oluşudur. Yüce Allah orayı Hz. Peygamberin ziyaretiyle şereflendirdi
ve Peygamber Efendimiz orada diğer peygamberlere imam olarak namaz kıldırdı.
"Kulunu"
kelimesiyle Muhammed (a.s.) kastedilmiştir. "Kul" kelimesi ruh ve
cesedi bir arada ifade etmektedir. Burada Yüce Allah'ın, onu "kulluk'la
nitelendirmesinin sebebi, kulluğun en şerefli makam oluşundan dolayıdır.
Nitekim Yüce Allah vahiy makamında da ona aynı nitelikle vasfetmiştir: "O
vahyettiği şeyleri kuluna vahyetti." (Necm, 53/10). Yine davet makamında
da aynı nitelikle vasfetmiştir: "Allah'ın kulu ona davet etmek için
kalktığı zaman..." (Cinn, 72/19). "Geceleyin" kelimesinin
zikredilmesinin faydası şudur: Bu kelime nekire (belirtisiz) gelmekle İsra
suresinin azlığına işaret edilmektedir.
"Mescid-i
Haram'dan" yani bizzat Mekke-i Mükerreme'deki Mescid'den. Çünkü Rasulullah
(a.s.)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ben Beyt'in yakınında
Hicr'de Mescid-i Haram'da uyku ile uyanıklık arasında iken, Cebrail Burak ile
birlikte bana geldi." Veya bununla kasıt Mekke'nin Harem bölgesidir.
Mescid-i Haram adının verilmesi her tarafının mescit oluşudur. Çünkü Rasulullah
(a.s.)'m yatsı namazından sonra Ümmü Hânî'nin evinde uykuda iken İsrâ'ya
götürüldüğü, aynı gece döndüğü ve ona: "Peygamberler bana gösterildi, ben
onlara namaz kıldırdım." dediği rivayet edilmiştir.
"Mescid-i
Aksa'ya" ibaresinden kastedilen Beytü'l-Makdis'tir. Burada el-Aksâ (en
uzak) olmakla vasfedilmesi, Hicaz'da bulunan kimseye nispetle uzak oluşudur.
"Çevresini
mübarek kıldığımız" din ve dünya bereketleriyle donattığımız. Çünkü orası
vahyin indiği yerdir. Hz. Musa'dan bu yana peygamberlerin ibadet yeridir.
Çevresinde pek çok akarsu, ağaçlar, meyveler vardır.
"Ona"
kudretimizin harikuladeliklerini, gecenin kısa bir bölümünde bir aylık bir
mesafeyi kat'etmesi, Beytü'l-Makdis'i görmesi, peygamberlerin ona görünmesi ve
onların makamlarına vâkıf olması gibi "bir kısım ayetlerimizi gösterelim
diye."
"O
Semî'dir." peygamberin sözünü işitendir, Onun fillerini görendir. Buna
uygun olarak da Allah onu mükerrem kılar, kendisine yakınlaştırır. Hz.
Peygamber sair peygamberlerle bir araya geldi, semaya yükseldi, Allah'ın
melekûtunun hayret verici özelliklerini gördü, Yüce Rabbi ile konuştu.
İbni
Atiyye der ki: Bu (yani Allah'ın Semî' ve Basîr olması) Muhammed (a.s.)'i İsra
hususunda yalanlamalarına karşılık, Yüce Allah'ın kâfirlere bir tehdittir. Yani
o sizin söylediğiniz sözleri işitendir, yaptıklarınızı görendir, ey kâfirler!
"Musa'ya
da Kitab'ı verdik." Tevrat'ı verdik. "Beni bırakıp başkasını vekil
edinmeyesiniz" dedik. Yani, "Vekü"den kasıt ise işlerini
kendisine havale ettikleri Rab yahut kefil demektir. İşlerini yalnız O'na
havale etmelidirler.
"Ey
Nûh ile beraber" gemide "taşıdığımız kimselerin soyu! Gerçekten o,
çok şükreden bir kul idi." Nûh (a.s,) çokça şükreden, Yüce Allah'ı bütün
hallerinde anan bir kimse idi.
[6]
Rasulullah
(a.s.) Kureyşlilere İsra hadisesinden söz etti. Onlar da onu
yalanladı.
Bunun üzerine Yüce Allah bu buyrukları onu tasdik etmek üzere indirdi.
Peygamber
(a.s.), İsra ile Mirâc'dan döndükten sonra Mescid-i Haram'a çıktı ve durumu
Kureyş'e haber verdi. Böyle bir şeyin imkânsız olduğu düşüncesi ile hayrete
düştüler. Hatta ona iman eden kimselerden irtidat edenler dahi oldu. Ebu Bekir
(r.a.)'e bazı kimseler durumu bildirdiler. O da: "Eğer böyle demişse
elbette doğru söylemiştir. Şüphesiz ben onun bunun ötesindeki şeylerde de doğru
söylediğini kabul ediyorum" demiştir. Bundan dolayı Hz. Ebu Bekir'e (çok
doğrulayıcı anlamında)"es-Sıddîk" adı verildi.
Beyt-i
Makdis'e yolculuk yapmış bazıları Hz. Peygamber'den oranın niteliklerini
anlatmasını istediler. Beyt-i Makdis, Hz. Peygamberin gözünün önüne getirildi,
o da ona bakarak Mescid'i onlara anlatmaya başladı. Bu sefer, yoldaki
kervanlarının durumunu bildirmesini istediler. Hz. Peygamber onlara develerinin
sayısını ve durumunu bildirdi ve dedi ki: Filan gün güneşin doğuşu ile birlikte
önlerinde siyaha çalan bir deve bulunduğu halde geleceklerdir, es-Seniyye
denilen yere deve kervanlarını beklemek üzere çıktılar. Hz. Paygam-berin haber
verdiği şekilde kervanın geldiğini gördüler. Yine de iman etmediler ve:
"Bu olsa olsa apaçık bir sihirdir." dediler.[7]
Alimlerin
büyük çoğunluğuna göre Hz. Peygamber bedeni ile birlikte olmak üzere
Beytü'l-Makdis'e ve oradan göklere yükselerek nihayet Sidretü'l-Müntehâ denilen
yere ulaşmıştır. İşte bundan dolayı Kureyş hayrete düşmüş ve bu hadiseyi
imkânsız görmüşlerdir.
Ebu
Hayyân der ki: Zahir olan o ki, İsra Hz. Peygamberin şahsıyla (ruh ve
bedeniyle) birlikte olmuştur. Bundan dolayı Kureyş yalanlamış ve bunu büyük bir
iş olarak görmüştür. Hz. Peygamber bu olayı Ümmü Hânî'ye anlattığında O:
"Sen bunu insanlara anlatma, seni yalanlarlar." diye karşılık
vermişti. Eğer bu rüyada olsaydı onun bu anlattıkları tepki ile karşılanmazdı.
İlim adamlarının çoğunluğunun görüşü budur. İnanılması gereken şekil de budur.
İsra hadisi ise İslâm âleminin her tarafında Ashab-ı Kiram'dan rivayet edilen
müsned hadisler arasında yer almaktadır. Bu hadisi ashâb-ı kiramdan yirmi
kişinin naklettiği rivayet edilmektedir.[8]
Hz.
Aişe ile Muaviye'den rivayet edilen bunun bir rüya olduğu şeklindeki
rivayetlerin sıhhati sabit değildir. Sahih olsa dahi, onların bu ifadeleri
hüccet teşkil etmez. Çünkü her ikisi de olaya tanık olmamışlardı. Zira Hz. Aişe
o sırada yaşça küçüktü, Muaviye de o dönemde müslüman değildi. Ayrıca her ikisi
de bunu Rasulullah (a.s.)'a isnat ederek nakletmedikleri gibi, ondan rivayetle
de hadis diye de zikretmemişlerdir.
"Musa'ya
da Kitabı verdik." ayet-i kerimesinin önceki ayet ile ilişkisine gelince:
Başta Peygamber (a.s.)'in İsra ile teşrifi ve ikrama mazhar kılınması ve ona
âyetlerinin gösterilmesi söz konusu edildikten sonra, Hz. Musa'ya da ondan önce
Tevrat'ın verilmesi suretiyle teşrif edilip ikrama mazhar kılınması söz konusu
edilmektedir.
[9]
Gecenin
bir bölümünde Mekke-i Mükerreme'deki Mescid-i Haram'dan, Beytü'l-Makdis'teki
Mescid-i Aksa'ya kulu getiren Yüce Allah'ı her türlü kötülükten tenzih ederim.
Her türlü acizlik ve eksiklik sıfatından ve müşriklerin ileri sürdüğü
ortağının yahut evladının .bulunmasından da, tam anlamıyla uzak olduğunu
belirtir, Onun üstün ve eksiksiz kudrete sahip olduğunu ifade ederim. O mümkün
görülmeyen her türlü şeyi gerçekleştirmeye Kadir olandır. Dolayısıyla kısa bir
zaman süresi içerisinde peygamberinin şerefini yükseltmek, kadrini yüceltmek,
şanını üstün kılmak kasdıyla, o uzak mesafede kulunu -bu çağlar boyunca ona
daimi bir mucize olsun diye- isra ettirmesinde garip görülecek bir taraf
yoktur.
"Kulunu"
buyruğundan kasıt, müfessirlerin icmâı ile Muhammed (a.s.)'dir. "Geceleyin"
lafzının nekire olarak gelmesi ise, süresinin kısalığını anlatmak ve İsrâ'nm
gecenin bir bölümünde olduğunu göstermek içindir. Çünkü bu şekilde nekire,
"bir bölüm" anlamını ifade eder. Mekke ile Şam (Suriye toprakları)
arasındaki uzaklık ise, eski taşıma araçlarına göre kırk günlük bir süredir.
İsra hicretten -Mukatil'in de belirttiği gibi-[10] bir
sene önce gerçekleşmişti, el-Harbî ise hicretten bir sene önce Rabiulâhir
ayının 17. gecesinde İsrânın gerçekleştiğini kaydetmiştir. İbni Sa'd da
Tabakat'mda İsrâ'nm hicretten 18 ay önce gerçekleştiğini rivayet etmektedir.
Hz.
Peygamberin İsrâ'ya götürüldüğü yere gelince: Bu da bizatihi Mescid-i Haram'ın
kendisidir. Nitekim Kur'ân lafzının zahiri de buna delâlet etmektedir. Hz.
Peygamberden: "Ben Beyt-i Haramın yanında Hicr'de Mescid-i Haram'da uyku
ile uyanıklık arasında iken Cebrail Burak ile geldi." şeklindeki rivayet
de bunu göstermektedir. Çoğunluk ise der ki: Mescid-i Haram'dan kasıt harem
bölgesidir. Çünkü Harem bölgesi Mescid-i Haram'ı kuşatır ve Haremin her tarafı
da mescittir. Nitekim İbni Abbas böyle demiştir. Hz. Peygamber İsra'ya Ebu
Talib'in kızı Ümmü Hani'nin evinden miladi 621 yılında götürülmüştür.
Mescid-i
Aksa da ittifakla Beytü'l-Makdis'tir. Ona aksa (en uzak) adının veriliş sebebi
bu mescit ile Mescid-i Haram arasındaki mesafenin uzaklığıdır. O zamanlarda
Mekkeliler için yeryüzünde ziyaretle tazim olunan en uzak mescit o idi.
Müslümanların çoğunluğu da Rasulullah (a.s.)'m beden ve ruhu ile birlikte
israsının gerçekleştiğini ittifakla kabul etmektedirler. Zayıf bir görüşe göre
ise İsra, Hz. Peygamberin yalnızca ruhuyla olmuştur. Bu görüş
Huzeyfe,
Aişe ve Muaviye'den nakledilmektedir. Daha sahih olan ise birinci görüştür.
Çünkü Yüce Allah'ın "kulunu" buyruğundaki "kul" kelimesi,
hem ruhun hem bedenin birlikte adıdır. O halde İsrânın, hem ruhunun hem
bedeninin birlikte oluşu ile gerçekleşmiş olması gerekir. Çünkü Enes b.
Malik'ten rivayet edilen haber -ki bu da Mi'rac ve İsra'ya dair sair
kitaplarında rivayet edilen meşhur hadistir- Mekke'den Beytü'l-Makdis'e gidişe,
oradan da göklere yükselmeye işaret eder .
Kısacası
buradaki ayet kesin olarak İsrânın olduğuna delâlet etmektedir. Mi'râc ise Hz.
Peygamberin Beytü'l-Makdis'e varmasından sonra göklere, oradan da meleklerin
kalem cızırtılarını işiteceği bir seviyeye kadar çıkmaya denilir.
Yüce
Allah Mescid-i Aksa'yı etrafı mübarek kılınmış olmakla vasfetmekte-dir. Bereket
ise din ve dünyanın bereketini kapsamına almaktadır. Din bereketi ile mübarek
kılınması, peygamberlerin bulunduğu yer olmasıdır. Dünyevi bereketlerden
kastedilen ise, çevresinde dünyevi hayır ve mahsullerle kuşatılmasıdır. Çünkü
orada akarsular, ağaçlar ve meyveler bulunmaktadır ki bunlar da çeşitli maişet
ve gıdaların bol bol bulunmasına sebeptir.
İsra'dan
gözetilen hedef, Yüce Allah'ın kuluna büyük ayetlerini; varlığına, birliğine,
kudretinin azametine dair muazzam delilleri göstermektedir.
Bütün
bunlarda hayret edecek bir şey yoktur. Çünkü şanı Yüce Allah her sözü işiten
Semî'dir, herkesi gören Basîr'dir. O işleri yerli yerine ve hikmete uygun
olarak yapar. Hak ve adaletin gereğine göre gerçekleştirir. İşte müşriklerin
sözlerini işitmesi, onların İsra olayına dair açıklamalarını, böyle bir olayın
meydana gelmesini uzak bir ihtimal olarak görmelerini, Mekke'den Kudüs'e
İsra'sını bahane ederek peygamber ile alay etmelerini işitir ve bu müşriklerin
yaptıklarını, Allah'ın peygamberine ve risaletine karşı tuzaklarını da görürü
.
"Musa'ya
da kitabı verdik..." Yüce Allah İsmail'in soyundan gelen Muhammed (a.s.)'e
ikramını yapmasını söz konusu ettikten sonra, bu ayet-i kerimede de Muhammed
(a.s.)'den önce Hz. Musa'ya, vermiş olduğu kitap olan Tevrat ile ikramda
bulunduğunu söz konusu etmektedir. Yüce Allah o kitabı bir hidayet rehberi ve
hidayetin ta kendisi kılmıştı. İsrailoğulları'na bu kitabı bilgisizliğin
karanlıklarından ilmin aydınlığına çıkmaları için vermişti. "Beni bırakıp
başkalarını vekil edinmeyiniz." Yani işlerinizi kendisine havale
edeceğiniz Allah'tan başka bir vekil edinmeyiniz. "Vekil" kelimelerinin
anlamı ise işlerini kendisine havale edip tevekkül edeceğiniz bir Rab demektir.
1- Dikkat edilecek olursa âyet-i kerimede gaib sigadan muhataba,
muhataptan gaibe intikal edilmiştir. Yüce Allah'ın: "Kulunu Mescid-i
Haram'dan... götüren" denilince Yüce Allah'tan gaib olarak söz
edilmektedir. Buna karşılık "çevresini mübarek kıldığımız... ona bir kısım
âyetlerimizi gösterelim diye" buyruğunda ise muhataba geçiş vardır. Diğer
taraftan: "Muhakkak ki o Semî'dir, Basîr'dir." buyruğu ise gaibe delâlet
etmektedir. Arkasından yine: "Musa'ya da kitabı verdik." buyruğu ile
muhataba geçilmiştir. İşte buna iltifat sanatı denir.
Muhammad
(a.s.)'in Beytü'l-Makdis'e götürülmesi şeklindeki İsra ile Hz. Musa'ya Tûr'a
gitmesi sonucu Tevrat'ın verilmesi arasında apaçık bir ilişki vardır.
Daha
sonra Yüce Allah İsrailoğulları'nı şereflendirip üzerlerindeki nimetini
tamamlamasını beyan etmektedir. Bununla da peygamberlere tabi olma şevk ve
arzularını harekete getirmek istemekte ve: "Ey Nuh ile beraber taşıdığımız
kimselerin soyu..." diye buyurmaktadır. Yani ey Allah'ın Nuh ile birlikte
suda boğulmaktan kurtardığı ve tevhid, hak ve hayır yoluna hidâyet eylediği
kimselerin soyundan gelenler; yahut onların torunları! İşte siz de bu soyunuza
benzeyiniz. İnsanlar arasında tevhide bağlanmaya, peygamberlerin ve rasûllerin
izinden gitmeye en lâyık olanlar sizlersiniz. Çünkü önümüzde Yüce Allah'ın
nimetlerine şükrü, Allah'ın kudret ve azametini takdir hususunda alabildiğine
ileri gitmiş bulunan atanız Nuh (a.s) vardır. Kulun çok şükredi-ci olması, tam
bir muvahhid olması ile mümkündür. Meydana gelen bütün nimetlerin Allah'ın
lütfü ile geldiğini görmesidir. İşte sizler bu çok şükreden kulun izinden
gidiniz, onun yoluna, onun sünnetine tabi olunuz. Sizden önceki atalarınız
nasıl ona uymuş idiyse siz de öylece ona uyunuz.
Hz.
Nuh'un "kul" olmakla nitelendirilip peygamberimiz Muhammed (a.s.)'in
de "kul" ile nitelendirilmesi peygamberlerin mertebesinin Allah
Teâlâ'ya halis, katıksız kulluk mertebesi olduğunun delilidir. Harikulade İsra
ve Mi'râc mucizelerinin, gerçek mahiyetlerinden başka türlü nitelendirilmesi
doğru değildir. Ayrıca Peygamber (a.s.)'in gerçek konumunu aşacak bir konuma
çıkartılmasını da gerektirmez. O Allah'ın bir kuludur yani Allah'ın izzetine,
hakimiyetine boyun eğen bir kimsedir. Hristiyanların Hz. Mesih'i nitelendirdikleri
ve olması gereken doğru konumunun dışında başka bir konuma yerleştirmeleri
doğru değildir.
[11]
Ayet-i
kerimeler aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- İsra hadisesi kafi delâlet ile Kur'ân-ı Kerim'in nassıyla sabit
olmuştur. İsra, aynı şekilde bütün hadis kitaplarında da yer almıştır. Yirmi
sahabiden rivayet edildiğinden dolayı mütevatir rivayetlerden kabul edilir.
Müslim
Sahih'inde Enes b. Mâlik'den Rasulullah (a.s.)'m şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedir: "Bana Burak getirildi -Burak bir hayvan olup beyaz renkli,
uzunca, eşekten yüksek, katırdan daha alçak bir hayvandır. Ayağını gözünün
vardığı en uzak noktaya koyarak koşar- İşte ben buna bindim. Beytü'l-Makdis'e
gelene kadar. Bu Burak'ı Peygamberlerin bineklerine bağladıkları halkaya
bağladım. Daha sonra mescide girdim, içinde iki rekat namaz kıldım, sonra
çıktım. Cibril (a.s). bana bir kap şarap, bir kap süt getirdi, ben sütü tercih
ettim. Cibril (a.s.): Fıtrata uygun olanı seçtin, dedi. Sonra semâya
yükseltildik..." diyerek, hadisi kaydetti. Yine Müslim'in Ebu Hureyre
(r.a.)'den rivayet ettiği bir diğer hadise göre Peygamber (a.s.) diğer
peygamberlere namaz kıldırmıştır. Bu hadiste ayrıca şunlar denilmektedir:
"...Ben onlara imam oldum. Namazı bitirince birisi bana şöyle dedi: Ey
Muhammed, işte bu ateşin sahibi Mâlik'tir, ona selam ver. Ben ona doğru dönünce
önce o bana selâm verdi."
2- İsra ruh ve beden ile birlikte, peygamberimiz uyanık iken ve Burak'a
binmiş olduğu halde cereyan etmiştir: Rüya ve uykuda iken olmamıştır. Bunun
delili ise Yüce Allah'ın: "Kulunu" buyruğunda ayetin nassıdır.
"Kul" tabiri ruh ile bedenin birlikte olmasını kapsar. Şayet rüyada
olmuş olsaydı "kulunun ruhunu" der, "kulunu" demezdi. Ayrıca
Yüce Allah'ın: "Göz meyletmedi ve aşmadı da." (Necm, 53/17) buyruğu
da buna delâlet etmektedir. Şayet İsra rüyada olmuş olsaydı, bunda bir ayet,
bir mucize olacak taraf kalmazdı. Ümmü Hâni'de kendisine: "İnsanlara
anlatma, seni yalanlarlar" demez, Ebubekr (r.a.) de tasdiki dolayısıyla
üstün bir fazilet sahibi olmaz, Kureyş için Hz. Peygamberi yalanlamak ve
bundan dolayı ileri geri konuşmak imkânı bulunmazdı. Oysa Kureyşliler bu
hususta onu yalanlamıştı. Öyle ki iman etmiş bazı kimseler irtidat etti. Şayet
bu rüyada gerçekleşmiş olsaydı, herhangi bir şekilde bu reddolunmazdı.[12]
Göklere
oradan da Arş'ın yukarısına çıkmaya, yani miraca gelince; bu âyeti kerime buna
dalâlet etmemektedir. Buna Necm suresinin baş tarafları delâlet etmektedir.[13]
Özetle
söylenecek olursa, Muhammad (a.s.)'in o rü'yesi (görmesi) gözle(uyank iken)
görmektir, uyku da görmek değildir.
İsra'nm
gerçekleştiği tarih hususunda görüş ayrılığı vardır. Kuvvetli görülen görüş
Medine'ye hicretten bir sene önce gerçekleştiğidir.
İlim
adamları ile siyer alimleri arasında namazın Mekke'de peygamber (a.s.)'in
semaya, mi'râca çıkarılması sırasında İsra gecesinde farz kılındığı hususunda
görüş ayrılığı yoktur. Bu Buharî ve Müslim'in Sahih'lerin&e olsun, sair
hadis kitaplarında olsun, açıkça ifade edilmiştir.[14]
Ancak bu ilim adamları farz kılındığı vakit namazın durumu hakkında farklı
görüşlere sahiptirler. Buharî, Müslim, Malik, Ebu Davud ve Nesaî Aişe (r.a)den
şöyle dediğini rivayet etmektedirler: "Allah namazı (ilk farz kıldığı
sırada) ikişer rek'at olarak farz kılmıştı. Daha sonra ikamet halinde namazın
rek'at sayısını tamamladı. Yolculuk namazı ise ilk farz kılındığı şekilde
kaldı."
Müslim,
Ebu Davud ve Nesaî Abdullah b. Abbas (r. anhumâ) dan şöyle dediğini rivayet
etmektedirler: "Allah namazı peygamberlerimizin dili üzere ikamet halinde
dört rek'at, yolculuk halinde iki rek'at, korku halnda tek bir rek 'at olarak
farz kıldı."
3- İsra ile mi'râcdan gözetilen maksat, Yüce Allah'ın peygamberine,
varlığına, kudretine delâlet eden büyük ve muazzam ayetlerini (alâmetlerini,
belgelerini) göstermektir. Cennet, cehennem, semâvâtm, Kürsî'nin ve Arş'ın durumları
bu ayetler arasındadır. Böylelikle dünya Hz. Peygamberin gözünde kâinatın
azameti karşısında alabildiğine küçüldü, Allah yolunda cihada katlanmaya dair
ruhu güç kazandı. Yüce Allah'ın peygamberine gösterip peygamberinin insanlara
haber vermiş olduğu bu ayetlerden bir kısmı da geceleyin İsrâsı, semâvâta
yükselmesi, peygamberleri tek tek nitelendirmesidir. Müslim'in Sahih'inde ve
başkalarında sabit olduğu gibi.
Kıbleleri
ayrı, şeriatleri farklı, gönderiliş dönemleri arasındaki zaman uzak olsa dahi,
Allah'a yönelmek hususlarında peygamberlerin birliğine işaret vardır. İlk
peygamber Adem (a.s.)'den itibaren sonuncuları olan Muhammed (a.s.)'e kadar
Allah'ı tevhide, yalnızca ona ibadete, insan ve toplumu ıslah etmeye, fert ve
toplumu mutlu kılmaya, bütün insanların hak, adalet, doğruluk ve dosdoğru ahlâk
yolu üzerinde düzeltmeye davet etmişlerdir.
4- Yüce Allah, Muhammed (a.s.)'i İsra ve Miraç ile Hz. Musa'yı da verdiği
kitap ile mükerrem kılmıştır. Bu kitap bir hidayet kaynağı ve İsrailoğulları'nı
bilgisizliğin, küfrün karanlıklarından, ilmin ve yalnızca Allah'a imanın
işlerinde ondan başka kendisine tevekkül edecekleri, güvenip dayanacakları rab
edinmeyi haram kılmanın hidâyetine çıkartan Tevrat'tır. Vekil ise işin kendisine
havale edildiği kimse demektir.
5- Daha sonra Yüce Allah bütün insanlığa seslenerek hep birlikte tek bir
bayrak altında toplanmalarını istemiştir. Bu bayrak yalnızca Allah'a iman sancağıdır.
Bunu "Ey Nuh ile birlikte gemide taşıdıklarımızın soyundan gelenler."
diye seslenerek istemektedir. Bunlar ise yeryüzünde bulunanların hepsidir.
Musa ve onun kavmi İsrailoğulları da bunlar arasındadır.
Yüce
Allah'ın Hz. Nuh'u söz konusu etmesi bütün insanlığa atalarını suda boğulmaktan
kurtarmak nimetini hatırlatması içindir.
Ayet-i
kerimenin maksadı ise şudur: Siz ey bütün insanlar, Nuh'un soyundan
geliyorsunuz. O Nuh ise şükreden bir kuldu, Yüce Allah'ı tevhid eden bir
kimseydi. Allah'ın her türlü nimetlerini itiraf ediyordu. O hayrı Allah'tan
başkasından görmüyordu. O bakımdan cahil atalarınızdan çok ona uymak size
yakışır.
Sözü
geçen bu açıklamalardan aşağıdaki öğüt ve gerçekleri çıkarmak mümkündür:
a) Bir gecede İsra ve Mi'racm gerçekleşmesi müminlerin arındırılması ve
aralarından sadık iman sahibi kimseler ile kalbinde hastalık bulunanların
açık-seçik bir şekilde ortaya çıkması sonucunu vermiştir.
b) Yüce Allah'ın rasulünü hayret verici nitelikteki yerde ve göklerdeki
ayetlere muttali kılması, Hz. Peygambere müşahede ve görmek yoluyla öğretmek
için pratik bir dersti. Bilindiği gibi hissedilebilir yollarla öğretme, insan
ruhunu daha çok etkiler ve zihinde daha iyi yer eder.
c) Peygamber (a.s.)'in insan oluşu dolayısıyla ve onun atmosferin ve yüksek
semavatın mele-i a'la'nın yüksek tabakalarında havaya, oksijene ihtiyacı, bu
yolculuğun tamamlanmasına engel olmamıştır. Çünkü Yüce Allah'ın kudreti onun
her türlü ihtiyaç ve gereğini karşılamak için yeterlidir. Nitekim günümüzde
uzay gemilerinde yolculuk yapanlar gereken oksijenle donatılmaktadırlar.
Şimdiki
zamanlarda görülen uzay yolculukları hiç şüphesiz İsra ve Mi'racm sıhhatini
pekiştiren bir delildir.
6- Peygamberlerin Mescid-i Aksa'da toplanıp bizim peygamberimizin onlara
imam olması, bütün peygamberlerin temelde aynı görevi üstlenmiş olduklarına ve
peygamberliğin Hz. Muhammed ile sona erdiğine delildir.
[15]
4-
İsrailoğulları'na Kitap'ta şunu hükmettik: Doğrusu yeryüzünde iki defa
bozgunculuk yapacak, kibirlendikçe kibirleneceksiniz.
5-
O ikiden birincisinin vakti gelince üzerinize çok güçlü olan kullarımızı
saldık. Onlar da ülkenin köşe bucak her yanını araştırdılar. Bu, yerine gelmiş
bir vaad idi.
6-
Bundan sonra size onlara karşı tekrar üstünlük verdik. Mallar ve oğullar ile
size yardım ederek sayınızı alabildiğine artırdık.
7-
Eğer iyilik ederseniz kendiniz için iyilik etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz
o da kendinizedir. İkincisinin vakti gelince yüzünüzden kederin okunmasını
sağlasınlar, Mescid'e ilk defa girdikleri gibi girsinler ve ele geçirdikleri
her yeri harab etsinler diye.
8-
Belki Rabbiniz size merhamet eder. Eğer dönerseniz biz de döneriz. Biz
Cehennemini kâfirlere bir
zindan yaptık.
"Ve
kibirlendikçe kibirleneceksiniz" kelimelerinde iştikak cinası vardır.
"Eğer
iyilik ederseniz" ile "kötülük ederseniz" kelimeleri arasında
tıbâk sanatı vardır.
[16]
"Kitap'ta"
şunu "hükmettik." Onlara vahiy yoluyla şunu bildirdik, haber verdik.
"Doğrusu yeryüzünde" Şam (Suriye) topraklarında masiyetlerle
"iki defa fesat bozgunculuk yapacaklar." Bunların birincisi Tevrat'ın
hükümlerine aykırı davranıp peygamberi öldürmektir. İkincisi ise Hz. Zekeriya
ve Hz. Yahya'yı öldürmek, Hz. İsa'yı da öldürmeyi kastetmektir, "ve
kibirlendikçe kibirleneceksiniz." Yüce Allah'a itaate karşı büyüklük
taslayacak, insanlara zulmedeceksiniz.
"O
ikisinden birincisinin vakti gelince" iki fesadın birincisinin vakti ile,
birincisinin ceza zamanı gelince; "üzerinize çok güçlü olan kullarımızı
saldık." Savaş ve alıp yakalamakta güç kuvvet sahibi kimseler. Bunlar ise
Buhtun-nasar ve askerleridir. Hazar'lı Câlût veya Babil hükümdarı Senhârib ve
askerleri olduğu da söylenmiştir.
"Onlar
da ülkenin köşe-bucak her yanını araştırdılar." Yani sizi yakalayıp öldürmek
ve esir almak için ülkelerinizin içlerine daldılar, dolaştılar; büyükleri
öldürdüler, küçükleri esir aldılar. Tevrat'ı yaktılar, Mescid-i Aksa ile
Beytü'l-Makdis'i harap ettiler. "Bu, yerine gelmiş bir vaad idi." Bu
sizin ceza vaadiniz mutlaka olacaktı, kaçınılmazdı.
"Sonra
size onlara karşı" Câlût'un öldürülmesiyle yüz sene sonra "tekrar
üstünlük verdik." yani galibiyet verdik. "Sayınızı alabildiğine
artırdık." nüfusunuz, aşiretiniz çoğaldı.
"Eğer"
itaat etmek suretiyle "iyilik ederseniz kendiniz için iyilik etmiş olursunuz."
Çünkü sevabı kendinizin olacaktır. "Kötülük ederseniz" fesat
çıkartmak suretiyle "o da kendinizedir" kötülüğü sizindir ve vebali
aleyhinizedir.
"İkincisinin
vakti gelince" yani ikinci vadenizin zamanı gelince "yüzünüzden
kederin okunmasını sağlasınlar" yani onlar sizleri kederlendirsinler ve bu
yüzlerinize aksetsin diye böyle olur. Yüzünüzde üzüntü ve kederin etkileri
açıkça görülsün diye. Bu da sizleri öldürmek ve esir almak suretiyle olacaktır.
Burada "onları gönderdik" ibaresinin hazf edilmesi, daha önce sözü
geçen hususların buna delâlet etmesi dolayısıyladır. "Mescide ilk defa
girdikleri gibi" tahrip ettikleri gibi "girsinler" bir daha
Beytü'l-Makdis'e girip orayı tahrip etsinler diye. "ve ele geçirdikleri
her yeri harap etsinler diye." Bu da Yüce Allah'ın onlara ikinci bir defa
İranlıları musallat kılması ile olmuştu.
"Belki
Rabbiniz size merhamet eder." yani Tevrat'ta ikinci defadan sonra tevbe
ederseniz Rabbinizin size merhamet etmesi umulur, diye buyurdu.
"Eğer" fesada "dönerseniz biz de" sizi cezalandırmaya
"döneriz." Yahudiler Muhammed'i yalanlamak suretiyle fesada tekrar
döndüler. O da Kurayzaoğulları'nı öldürmek, Nadiroğulları'nı sürmek ve onları
cizyeye bağlamak suretiyle azaplarını tekrarlattı. "Biz cehennemi
kâfirlere zindan" bir hapishane "yaptık" ki ebediyyen oradan
çıkamasmlar. Bir diğer görüşe göre bu kilimin[17]
serildiği gibi, cehennemi biz de onların altına yaydık, anlamındadır.
[18]
Şanı
Yüce Allah Tevrat'ı indirmek suretiyle İsrailoğulları'na nimet verdiğini söz
konusu ettikten sonra -ki Tevrat onlara kendisiyle doğru yolu bulacakları bir
hidayet rehberi olmak üzere indirilmişti- onların Tevrat'a tabi olmadıklarından,
aksine peygamberleri öldürmek, kanlar dökmek suretiyle yeryüzünde fesat çıkardıklarından
söz etti. Bunun üzerine Yüce Allah onlara Buhtunasar komutasında Babillileri
musallat kıldı. Onlar da Yahudileri Dİdürdüler, mallarını talan ettiler,
Beytü'l-Makdis'i yıktılar, çocuklarını, kadınlarını esir aldılar. Bu, iki
fesadın ilki ve cezası idi.
Daha
sonra tevbe etmeleri üzerine Yüce Allah onlara tekrar devlet ve üstünlük verdi.
Mallarla, çocuklarla onlara yardımcı oldu. Yine fesatlarına, isyanlarına geri
döndüler. Hz. Zekeriya ile Yahya'yı öldürdüler. Bu sefer Allah üzerlerine
İranlılar'ı musallat etti. İranlılar onları öldürdüler, mallarını ellerinden
aldılar, ikinci bir defa daha Beytü'l-Makdis'i tahrip ettiler. Sonra itaat
ettikleri takdirde yardım ve zafer ile müjdele, isyan edip fesat çıkarttıkları
takdirde ise cehennem ateşiyle cezalandırmakla tehditte bulundu.
[19]
Bu
ayet-i kerimeler İsrailoğulları tarihine ait açıklamalarda bulunmakla,
işledikleri büyük suçları haber vermektedir. Buyruğun anlamı şudur: Biz
İsrai-loğulları'na Musa'ya indirdiğimiz Tevrat'ta bildirdiğimiz hususlar
arasında kesinlikle meydana gelecek hükmü verilmiş, bitirilmiş bir vahiy ile
yeryüzünde fesat çıkartacaklarını haber verdik. Yani Şam toprakları ve
Beytü'l-Makdis'ten yahut Mısır arazisinde yahut yerleştikleri her arazide iki
defa fesat çıkartacaklarını söyledik. Allah'a asi olacaklar, Rablerinin
Tevrat'taki şeriatına bir defa değil iki defa muhalefet edecekler.
Bunların
birincisi Tevrat'a aykırı davranıp onu değiştirmek, Şi'yâ (a.s.) gibi bazı
peygamberleri öldürmek ve Yüce Allah'ın gazabını bildirip korkuttuğu sırada da
Ermiyâ'yı hapsedip alıkoymaktır. Diğeri ise Hz. Zekeriya ile Hz. Yahya'yı
öldürmek ve Hz. İsa'yı da öldürmeye kalkışmaktı.
Daha
sonra bunlar insanlara karşı büyüklük taslayacak, azacak, zorbalık yapacaklar,
ileri ölçüde zulmedeceklerdi. Yüce Allah'ın: "Kibirlendikçe kibirleneceksiniz"
buyruğu ile onların büyüklük taslamaları, haddi aşmaları ve azgınlık etmeleri
kastedilmektedir.
"O
ikiden birincisinin vakti gelince..." yani iki fesattan birincisinin vakti
gelip fasıklara yapılan vaat ile birinci defa fıska karşılık vaat olunan
cezanın zamanı gelince biz sizlerin üzerine sizden daha güçlü, kuvvetli bir
orduyu musallat ettik. Bunlar Buhtunnasar komutasındaki Babil halkı idiler.
İbni Abbas ve başkalarının dediği gibi. Bu Yahudilerin Ermiyâ'yı yalanlayıp onu
yaraladıkları ve hapsettikleri vakit olmuştu. Katâde ise şöyle der: Üzerlerine
Câlût'u gönderdi, onların bir çoğunu sürdü, onların bir çoğunu da öldürdü.
Câlût ve kavmi oldukça güç kuvvet sahibi idiler. Mücâhid ise şöyle der: Bunlar
İranlılardan bir ordu idiler. Ancak kuvvetli olan birinci görüştür. Önemli olan
ise azgın bir topluluğa güçlü bir topluluğun musallat kılınmasından gereken
ibret ve öğüdü çıkarmaktır. Yoksa kişi ve toplulukların kim olduklarının fazla
önemi yoktur.
"Onlar
da ülkenin köşe bucak her yanını araştırdılar..." Yani ülkenin dört bir
bucağına yayıldılar ve orayı hakimiyetleri altına aldılar. İstedikleri gibi
gidip geldiler, kimseden korkup çekinmediler. Öldürüyor, talan ediyor,
yağmalıyorlardı. İlim adamlarının ileri gelenlerini katlediyorlardı. Yaptıkları
işlerden bir kısmı Tevrat'ı yakmak, Beytü'l-Makdis'i tahrip etmek,
İsrailoğulları'ndan çok sayıda bir grubu esir almaktı. Bu ise Allah tarafından
vaad olunmuş, mutlaka gerçekleştirilmesi hükmolunmuş bir sözdü. Bu gerçekleşecek
ilâhî bir hüküm idi.
Bu
gayet yerinde ve katı ders semeresini vermişti. İsrailoğulları meydana gelen
olaydan ibret almış, sapıklıklarından, azgınlıklarından geri dönmüş, kitap ve
dinlerinin ilkelerine sarılmışlardı. Bu ise Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu
gibi onları yeni bir zafere götürmüştü:
"Bundan
sonra size onlara karşı tekrar üstünlük verdik..." Yani daha sonra sizleri
onlara galip getirdik, üstün kıldık, tekrar gücünüzü iade ettik, düşmanlarınızı
helak ettik, sayınızı alabildiğine çoğalttık. Yani erkeklerinizin sayısı
çoğaldı. Sizlere pek çok mal, evlat ve silah ile yardım ettik. Bu ise Allah'a
itaat ve emri üzerinde dosdoğru yürümenin fazileti idi: "İşte biz o
günleri insanlar arasında döndürür dururuz." (Ali İmran, 3/140). Bu bakımdan
Yüce Allah: "Eğer iyilik ederseniz kendiniz için iyilik etmiş
olursunuz..." diye buyurmaktadır. Yani şayet amelinizi güzelleştirir,
Allah'a itaat eder, emirlerine uyar, yasaklarından uzak durursanız yahut itaat
olan amelleri işleyerek iyilik yaparsanız bu şekilde kendinize iyilik etmiş
olursunuz. Allah da üzerinize çeşitli hayır ve bereketlerin kapılarını açacak,
dünyada kötü kimselerin size verecekleri eziyeti önleyecek, ahirette de size
sevap verecektir. Şayet size yasak olan işleri yaparsanız masiyetlerin
uğursuzluğu dolayısıyla Allah size dünyada düşmanlarınızı musallat etmek,
ahirette de küçültücü azabı tattırmak suretiyle değişik cezalarla sizleri
cezalandıracaktır. Yüce Allah'ın: "Kötülük ederseniz o da
kendinizedir." buyruğu "Bu sizin hakkınızda uyarıdır"
anlamındadır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Her kim salih bir
amel işlerse bu onun lehinedir, her kim de kötülük işlerse bu da
aleyhinedir." (Fussilet, 41/46).
Bu
Yüce Allah'ın yarattıkları hakkındaki kanunudur. Eğer asi olurlarsa Allah da
onlara ölümü, talanı ve esir olunmayı salar. Tevbe ederlerse, bu sıkıntıları
üzerlerinden giderir ve tekrar onları eski güçlerine geri döndürür. Bunu da
"yapılanlara uygun bir karşılık olmak üzere" (Nebe, 78/26) yapar.
"İkincisinin
vakti gelince..." Yani Hz. Zekeriya ve Hz. Yahya'yı öldürme teşebbüsü
şeklindeki ikinci fesadın cezasını vermek zamanı gelince, tekrar üzerlerinize
düşmanlarınızı yüzünüzden kederin okunmasını sağlamak üzere gönderdik. Yani
sizi küçültüp kahretsinler diye yüzünüzde çektiğiniz sıkıntı ve kötülüklerin
etkileri ortaya çıksın, Mescide girsinler, yani Beytü'l-Makdis'e sizleri
kahrederek, mağlup ederek girsinler diye üzerinize düşmanlarınızı saldık. Tıpkı
orayı yakıp yıkmak, Tevrat'ı yakmak üzere ilk defada girdikleri gibi. "Ve ele
geçirdikleri her yeri tahrip etsinler diye." Üstünlük kurdukları her
tarafı alabildiğine yıksınlar, helak etsinler. Uygarlık ve bayındırlığın
izlerinden hiçbir şeyi bırakmasınlar, üzerlerindekiyle birlikte toprağı yok
etsinler; ekini, meyvayı, ziraatı mahvetsinler diye. Bu ikinci kerede Yüce
Allah onlara İranlıları musallat etmişti. Biredus yahut Hiredus -Beydavî'nin
naklettiği üzere- adıyla anılan prenslerden Babil prensi onları yağmalamış idi.
Kısacası
ilk olarak İsrailoğullan'na hücum eden ve Beytü'l-Makdis'i tahrip eden kişi
Buhtunnasar'dır. Bu ise Ermiyâ peygamber döneminde olmuştu. Bu Yahudilerin
tarihine uygun düşmektedir. İkinci keresinde onlara hücum eden kişi ise
Beydavî'nin belirttiği üzere Babil prensi Biradus'tur. Bunun asıl adı ise
Yahudilerin kendi tarihlerinde belirttiklerine göre Bizans Kayseri
Esbiyanus'-tur. Her iki talan ve yağma arasında ise yaklaşık beş yüz yıllık bir
süre vardır.
Daha
sonra Yüce Allah bir defa daha umut kapılarını önlerine açarak: "Belki
Rabbiniz size merhamet eder." diye buyurmaktadır. Yani Ey İsrailoğulları,
ikinci defa düşmanlarınızı size musallat kılmasından sonra şayet tevbe eder ve
masiyetlerden vazgeçerseniz belki Rabbiniz size merhamet buyurur, sizi afeder
de düşmanlarınızı sizden uzaklaştırır. Allah onlara verdiği bu sözünde elbette
durmuştur. Zilleten sonra onları aziz kılmış, tekrar onlara egemenliklerini
iade etmiş, aralarından peygamber göndermiştir.
Arkasından
Yüce Allah onları: "Ve eğer dönerseniz biz de döneriz." diye
buyurmaktadır. Yani sizler de üçüncü bir defa fesat çıkarmaya, masiyetlere geri
dönerseniz biz de sizleri zelil kılmaya, düşmanlarınızı size musallat
svz,e gerĞ^en azap N^ cağız. Bundan dolayı
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve biz cehennemi kâfirler için bir
zindan yaptık." Yani kurtuluşları olmayacak şekilde karar kılacakları bir
hapishane kıldık. Nitekim İbni Abbas böyle açıklamıştır. Hasan-ı Basrî de şöyle
buyurmaktadır: "Biz orayı kendilerine bir yatak, bir döşek ve bir sergi
kıldık." Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Onlara cehennemde döşekler vardır, üstlerinde de örtüler..." (A'raf,
7/41). Diğer taraftan Araplar küçük sergiye "hasîr" (mealdeki
"zindan") kelimesi derler.
Kısaca,
isyanları sebebiyle İsrailoğulları hakkında dünyada zillet, ahirette de
cehennem azabı söz konusudur. Bu ise Yüce Allah'ın emirlerine aykırı hareket
eden herkes için ibretli bir durumdur.
[20]
Ayet-i
kerimeler aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Yüce Allah'ın İsrailoğulları'nın tekrar fesat çıkarmaya
kalkışacaklarına dair haberin doğruluğu. Çünkü Yüce Allah ezeli bilgisiyle
onların sapkın, fesat ve tahrip edici kimseler olduklarını bilmiştir. Fesattan
kasıt Tevrat'ın hükümlerine aykırı davranmaktadır.
2- Ceza ve azaptan kurtuluşun ikişer defa tekrarlanması, Allah'ın
kullarına rahmetinin bir eseridir. Çünkü ceza kimi zaman hali düzeltmek ve
kötülüklerden uzaklaşmak için uygun bir yol olabilir.
Yahudiler
ilkin Buhtunnasar tarafından cezalandırıldı. İkinci defa da İranlı yahut Bizans
hükümdarı tarafından cezalandırıldılar. Çünkü birinci seferinde Ermiya yahut
Şi'ya adındaki peygamberi öldürdüler, onu yaraladılar, hapsettiler. İkinci
seferinde ise Hz. Yahya ile Hz. Zekeriya'yı öldürdüler. Bu iki peygamberi
öldüren Hiredos veya İsrailoğulları hükümdarlarından birisi olan Laht idi.
Ayrıca Hz. İsa'yı öldürmeyi de kararlaştırmışlardı. Her iki durumda da onlara
verilen ceza pek ağırdı. Bu cezanın en önemli şekillerinden birisi ise
Tevrat'ın yakılması ve Beytü'l-Makdis'in yıkılması idi.
Kurtuluş
tekrar İsrailoğulları'nın güçlenmesi, üstünlük sağlamaları şeklinde ve aynı
zamanda mallarının ve evlâtlarının çoğalması suretiyle gerçekleşmişti. Diğer
taraftan Allah sayı ve asker bakımından onları düşmanlarından daha kalabalık
bir hale getirmişti. Çünkü birinci bozgundan sonra itaate daha çok bağlandılar,
hallerini düzelttiler.
3- Allah'a itaat üzere dosdoğru yürümenin ve iyilik yapmanın faydası bizzat
insanadır. Kötülüğün, emirlerine aykırı davranmanın cezası da aynı şekilde
bizzat insana döner: "Allah kullara zulüm dilemez." (Mü'min, 40/31);
"Allah âlemlere zulüm istemez." (Ali İmran, 3/108).
4- Yüce Allah'ın: "Eğer iyilik ederseniz kendiniz için iyilik etmiş
olursunuz." buyruğu Yüce Allah'ın rahmetinin gazabından daha ileri
olduğunu göstermektedir. Çünkü Yüce Allah onların iyiliklerini söz konusu
edince iki defa bunu zikretmiş ve: "Eğer iyilik ederseniz kendiniz için
iyilik etmiş olursunuz." diye iki defa zikretmiştir. "Kötülük
ederseniz o da kendinizedir." diye buyurmaktadır. Şayet Yüce Allah'ın
rahmet yönü daha ileri olmasaydı her iki tabir arasında bir fark gözetmezdi.
Yüce
Allah bunu: "Belki Rabbiniz size merhamet eder." buyruğu ile
pekiştirmektedir. Bu da Yüce Allah'ın tevbe edip kendisine yöneldikleri
takdirde üzerlerindeki azapı kaldıracağına dair vaadidir.
5- Yüce Allah'ın adaleti, isyana dönene bir daha azabını tekrarlamasını
gerektirmektedir: "Eğer dönerseniz biz de döneriz." Tevbeye,
doğruluğa, hidayete ve istikamete dönene de Yüce Allah'ın rahmeti tekrar avdet
eder: "Belki Rabbiniz size merhamet eder."
6- İsyankârlara verilecek olan azap yalnızca dünya hayatında zelil ve
hakir kılınmaları, öldürülmeleri, yağmalanmaları ve esir alınmalarından ibaret
değildir. Yüce Allah'ın cehennemde kendileri için saklamış olduğu bir başka
azap daha vardır. Orada cehennemin ateşi onları kuşatacak ve cehennem onlar
için kaçıp çıkamayacakları bir hapishane, bir zindan, bir karar yeri olacaktır
veya cehennem onlar için bir yatak, bir döşek, bir sergi yeri olacaktır.
7- Yüce Allah'ın İsrailoğulları'na daha önce hükmettiği hususları söz
konusu etmesi Muhammed (s.a)'in peygamberliğinin delilidir. Çünkü Kur'ân-ı
Kerim'in verdiği haberler vakıaya aynen uymaktadır.
[21]
9- Muhakkak bu Kuran en doğru olana iletir ve salih ameller işleyen müminlere,
kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.
10- Ahirete inanmayanlara gelince; onlar
için elem verici
bir azap hazırladık.
11-
İnsan hayır istiyormuşçasına
şer ister, insan çok acelecidir.
"Muhakkak
ki Kur'ân en doğru olana iletir." Yani en mutedil ve en doğru olan yol
hangisi ise ona ulaştırır. "Ahirete inanmayanlara gelince..."
buyruğu: "Ve salih ameller işleyen... müjdeler" buyruğuna
atfedümiştir. Yani müminlere iki müjde verir. Bir müjde kendilerinin sevabına,
diğeri ise düşmanlarının cezasına dairdir. Veya "müjdeler" fiiline
atfedümiştir ki, o takdirde: "Ve inanmayanlara elem verici bir azap
hazırlamış olduğumuzu haber verir." takdirindedir.
"Elem
verici" can yakıcı, elem verici azap demek olup kasıt cehennemdir.
"İnsan
hayır istiyormuşçasına şer ister." Yani insan kızdığı vakit kendisinin
aile ve çocuklarının aleyhine beddua eder. "Hayır istiyormuşçasına"
yani duasında hayrı dilediği gibi şerri de bu hallerde ister.
"Ve
insan" tür olarak, kendisi hakkında beddua etmek ve akıbetini düşünmemek
hususunda "çok acelecidir."
[22]
Yüce
Allah yukarıda kulu Muhammed (s.a.)'e ikramda bulunduğu İsra'yı, Hz. Musa'ya
ihsan ettiği Tevrat'ı, Tevrat'ın İsrailoğullarına bir hidayet kaynağı olduğunu,
günahları sebebiyle dünya ve ahirette onları azaba mahkum etmesini söz konusu
etti. Bunlar akıl sahibi olan kimseleri Allah'a karşı isyan etmekten
alıkoyacak özelliktedirler. Şimdi Yüce Allah yine Tevrat'ın olsun, daha önceki
bütün ilâhî kitapların olsun hükümlerini nesheden Kur'ân-ı Kerim ile rasulünü
şereflendirdiğini söylemekte, bu Kitabın doğru yola yahut en güzel hale iletmek
ile Allah'a itaat edenlere büyük sevabı müjdeleyip kâfirleri ise acıklı azap
ile uyarmak gibi hedeflerini açıklamaktadır.
[23]
Ey
İsrailoğulları, ne diye Kur'ân-ı Kerim'e iman etmiyorsunuz? Halbuki Kur'ân da
Tevrat gibi ilâhi bir kitap olup Allah tarafından Rasulü Muhammed (s.a.)'e
indirilmiştir. Bu Kitab'ın üç niteliği vardır:
1- Bu Kur'ân-ı Kerim en doğru olan yola iletir. Dosdoğru din demek olan
en mükemmel yolu gösterir. Yüce Allah'ın tek ve Samed, mülkün mutlak sahibi
Aziz ve mutlak egemen olduğu, öldürüp dirilten, aziz ve zelil kılan olduğunu
ihtiva eden tevhid temeli üzerinde yükselen "müsamahakâr hanif dine"
davet eder. Yine onun davet ettiği yol, faziletli amellerdir ve bu yol, dünya
ve âhiret hayrını ihtiva eder. Yüce Allah'ın: "En doğru olan"
buyruğunun anlamı eğriliği olmayan, en doğru, en adil ve mutedil olan yol
demektir.
2- Bu kitap salih amel işleyen müminlere kıyamet gününde amellerinin
karşılığı olmak üzere büyük bir ecir olduğu müjdesini verir.
3- Allah'ın varlığını, birliğini tasdik etmeyen, öldükten sonra
dirilmeyi, mükâfat ve cezayı kabul etmeyip inanmayan, hayır işler işlemeyen
kimseleri ise yaptıklarının bir cezası olmak üzere, onlara cehennem azabının
bulunduğunu bildirip uyarır ve korkutur.
Yani
Yüce Allah müminlere iki tür müjde vermektedir: Birisi kendilerine verilecek
olan sevap, diğeri ise düşmanlarına verilecek olan cezadır. Ayet-i kerimede
azap hakkında "müjde" tabirinin kullanılması onlara tehakküm (bir çeşit
alay) kabilindedir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Onlara
acıklı bir azabı müjdele" (Ali İmran, 3/21). Ya da bir şeyin zıddını
kullanmak kabilinden de olabilir. Yüce Allah'ın: "Bir kötülüğün karşılığı
onun gibi bir kötülüktür." (Şûra, 42/40) buyruğunda olduğu gibi.
Yüce
Allah, İsrailoğulları'na ve diğerlerine hidayeti gösteren Kur'ân-ı Ker-im'in
niteliklerini beyan ettikten sonra hidayet bulan insanın durumunu beyan
etmektedir ki, her ikisi arasındaki ilişki, daha bir güçlensin ve semavî kitaplarla
hidayet bulanların bir olduklarını göstersin. İşte bunu açıklamak üzere Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:
"İnsan
hayır istiyormuşçasına şer ister." Yani insanın niteliği aceleciliktir. O
kimi zaman kızdığı vakitlerde kendisi yahut çocukları veya malı aleyhine
kötülük isteyerek beddua eder. Ya da ölümü, helak olmayı, yok olmayı diler,
lanetler yağdırır. Tıpkı Rabbinden esenlik, afiyet ve bol rızık istiyormuş gibi
dua eder. Eğer onun bu bedduası kabul olunacak olursa helak olur. Fakat Yüce
Allah lütuf ve rahmeti dolayısıyla onun bu duasını kabul buyurmaz. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Şayet Allah insanlara hayrı çabucak istedikleri
gibi, kötülüğü de alelacele verecek olsaydı, elbette ecellerine
hükmedilirdi." (Yûnus, 10/11).
Ebu
Davud da Hz. Câbir'den peygamberimizin şöyle buyurduğunu nakletmektedir:
"Kendiniz aleyhine, mallarınız aleyhine beddua etmeyin ki Allah'ın duaları
kabul ettiği ana tesadüf edersiniz de o anda o bedduanız kabul olunur."
İnsanı
bu şekilde beddua etmeye iten onun tezcanlılığı ve aceleciliğidir.
Bundan
dolayı Yüce Allah: "Ve insan çok acelecidir." diye buyurmaktadır.
Yani akıbeti hakkında hiç düşünmeksizin istediğini elde etmekte acele davranır.
[24]
Bu
ayet-i kerimelerden aşağıdaki hükümler çıkartılmaktadır:
1- Yüce Allah'ın kulu Muhammed (s.a.)'e indirmiş olduğu Kur'an-ı Kerim
insanlığı en doğru, en sahih olan, en mutedil olan yola iletir. Bu ise Yüce
Allah'ı tevhid etmek, peygamberlerine iman etmek, üstün ahlâkî değerlere ve en
üstün hayat düzenine çağırmaktır.
2- Kur'ân-ı Kerim'in bir başka hedefi de müjdelemek ve uyarmaktır. Salih
amel işleyen müminleri cennetle müjdeler, onların düşmanları olan kâfirleri ise
cehennem ateşinde cezalandırmakla korkutur, uyarır. Kur'ân-ı Kerim'in çok büyük
bir kısmı vaat ve tehdittir.
3- Tezcanlılık, acelecilik insanın bir tabiatıdır. O bakımdan insanoğlu
tıpkı hayrı dilemekte aceleci davrandığı gibi şerri istemekte de aceleci
davranmaktadır. Kızgınlığı ve sıkıntısı esnasında kendisinin, çocuğunun,
malının aleyhine olmayacak şekilde beddua ederek: "Allah'ım onu helak
et!" gibi sözler söyler. Tıpkı Rabbine kendisine afiyeti bağışlamasını,
rızkını genişletmesini istediği gibi. Şayet Yüce Allah onun kendi aleyhindeki
kötülük isteyen beddualarını kabul edecek olursa helak olup giderdi. Fakat Yüce
Allah lütfuyla bu hususta onun bedduasını kabul etmez. Şu ayeti kerime de bunu
andırmaktadır: "Eğer Allah onların hayrı çabucak istedikleri gibi şerri de
insanlara çabucak veriverseydi, onların ecellerine hükmolunurdu." Bu
ayet-i kerime en-Nadr b. Haris hakkında nazil olmuştur. O şu şekilde dua
ederdi: "Allahım, eğer bu senin katından hakkın kendisi ise durma, bizim
üzerimize gökten taş yağdır. Yahut bize acıklı bir azap gönder." (Enfâl,
8/32).
[25]
12- Biz geceyi ve gündüzü iki ayet kıldık. Gece ayetini sildik, gündüz
ayetini aydınlık kıldık; Rabbinizden lütuf arayasmız ve yılların sayısını ve
hesabı bilesiniz diye. Biz her şeyi uzun uzadıya açıkladık.
13- Her insanın işlediklerini boynuna dolarız. Kıyamet gününde ona açılmış
bulacağı bir kitap çıkartırız.
14-
"Oku kitabını!
Bu gün kendi hesabını görmek için kendin
yetersin."
15-
Kim hidayete ererse kendi hidayeti için
hidayete ermiş olur.
Kim de dalâlete düşerse
kendi aleyhine dalâlete düşmüş
olur. Kimse başkasının günahını yüklenmez. Biz peygamber göndermedikçe azap
ediciler değiliz.
16-17
Bir şehri helak etmek istediğimiz zaman varlıklılarına emrederiz; onlar orada
fâsıklık yaparlar. Bunun üzerine artık oraya söz hak olduğundan biz de onu
kökten yıkar, darmadağın ederiz. Nuh'tan sonra nice nesilleri yok etmişizdir.
Kullarının günahı için Habîr ve Basîr olan Rabbin yeter.
"Gündüz
ayetini aydınlık kıldık.'1 buyruğu (aydınlık diye meali verilenin kelime anlamı
"görücü kıldık" şeklinde olduğundan) aklî mecazdır. Çünkü gündüzün
kendisi görmez, gündüzde görülür. 0 bakımdan bir şeyin zamanına isnadı söz
konusu olduğundan burada mecaz vardır.
"Her
insanın işlediklerini (kelime anlamı: kuşunu) boynuna doladık." Bu
buyrukta "kuş" kelimesi insanın ameli hakkında istiare yoluyla
kullanılmıştır. Çünkü kuşların uçuşu ile uğur veya uğursuzluğa dair yorumlar
çıkaran Araplar, hayrın ve şerrin kendisine, istiare yoluyla "tâir =
kuş" adını vermişlerdir.
"Oku
kitabını" buyruğunda hazif (cümlede eksiltme) ile îcaz vardır, yani "Kıyamet
gününde ona: "Oku kitabını!" denilecektir." anlamındadır. Aynı
şekilde "varlıklılarına emir veririz." buyruğunda da hazf ile îcaz
(ifadede eksiltme) vardır. Yani biz onlara Allah'a itaati emrettik de onlar da
âsi oldular, demektir.
"Kimse
başkasının günahını" kelimelerinde iştikak bakımından cinas vardır.
[26]
"Biz
geceyi ve gündüzü iki ayet" belli bir şekilde ardı arkasına gelmek
suretiyle gece ile gündüzü Yüce Allah'ın kudretine delâlet eden iki alâmet
"kıldık. Gece ayetini sildik." yani geceden ibaret olan ayeti
(Allah'ın kudretine delil olan o bölümü) aydmlıksız "silinmiş" kıldık.
"Gündüz ayetini aydınlık kıldık." ışık saçıcı yahut insanların
görmelerini sağlayacak şekilde kıldık. "Rabbinizdan lütuf arayasınız"
gündüzün aydınlığında geçim yollarını arayasınız ve amellerinizin açık bir
şekilde ortaya çıkma imkânını bulaşınız "ve yılların sayısını ve hesabını
bilesiniz" yani gece ile gündüzün değişip durması yahut hareketi ile
yılların sayısını ve hesap işini bilesiniz "diye." Sayı ile hesap
arasındaki fark şudur: Sayı bir şeyin kendisini oluşturan benzerleri tespit
etmektir. "Bit y\\ 3>Ç>v> güw oYâLUgurva göre \yvma say\
deinViyoT. Diğer taraftan 12 aydan ve her ay da 30 günden her güiv de 24
saatten oluşmasına ise hesap deniliyor. Fethü'l-Kadir'de eş-Şevkânî böyle
atpklacnvv^tvc" Ve biz her şeyi uzun uzadıya açıkladık." Yani din ve
dünya işlerinden ihtiyacınız olan her şeyi biz karışıklığa meydan vermeksizin,
gayet net bir şekilde beyan ettik.
"Her
insanın işlediklerini (tâir= kuş) boynuna dolarız." Yani her insanın hayır
veya şer türünden amellerini bir gerdanlığın boyna olan yakınlığı gibi onu
boynuna dolarız. "Kuş" kelimesinin amel hakkında kullanılmasının
sebebi, Arapların kuşların uçuşundan hareketle geleceğe dair hükümler çıkarmayı
alışkanlık haline getirmiş olmalarıydı ki buna da "zecr" adını
veriyorlardı. Eğer kuş soldan sağa doğru uçarsa bunu uğur sayarlardı ve buna
"sânih" adını verirlerdi. Şayet sağdan sola doğru uçarsa bunu
uğursuzluk sayarlar ve buna "bârih" adını verirlerdi.
"Bir
kitap" ki o amel sahifesidir "çıkartırız ki onu açılmış
bulacaktır." Yani durulmuş halde olamayacaktır; "Bu gün kendi
hesabını görmek için" kendi amellerini sayıp dökecek bir muhasip olarak
"kendin yetersin."
"Kim
hidayete ererse kendi nefsi için hidayete ermiş olur." Yani hidayet bulmasının
sevabı kendisine ait olacaktır. "Kim de dalâlete düşerse kendi aleyhine
dalâlete düşmüş olur." S^\trasmm ^xvaV\Vfexv^svDM\ÖM. "Kimse
başkasının günahını yüklenmez." Yani günah kazanmış bir nefis bir diğer
nefsin yükünü taşımaz. Ayette geçen el-vizr kelimesi "günah"
demektir.
"Biz"
insana görevlerini Açıklayacak "bir peygamber göndermedikçe" kimseye
"azap ediciler değiliz. Bir şehri de helak etmek istediğimiz zaman"
irademiz, daha önce vermiş olduğumuz hükmümüzü yerine getirmek üzere bir kavmin
helakine taalluk ederse; "varlıklılarına" yani nimet içerisinde yüzen
ileri gelenlerine, başkanlarına, peygamberlerimiz vasıtasıyla itaat etmelerine
dair "emrederiz."
"Onlar
ise orada fasıklık yaparlar." Yani emrimizin dışına çıkarlar. "Bunun
üzerine artık oraya" azap ile "söz hak olduğundan biz de onu kökten
yıkar, darmadağın ederiz." Yani oradaki halkı helak ederek, o kasabayı da
tahrip ederek yok ederiz.
"Nuh'tan
sonra nice nesilleri" pek çok ümmetleri "yok etmişizdir. Kullarının
günahları için Habîr ve Basîr olarak" yani amellerinin gizli olanlarını
da açığa çıkanlarını da bilen olarak "Rabbin yeter."
[27]
"Kim
hidayete ererse..." mealindeki 15. ayetinin nüzulüyle ilgili olarak
bazıları şöyle demiştir: Bu buyrukta hidayet ile ilgili Ebu Seleme b. Abd
Esved'e, sapıklıkta da el-Velid b. Muğireye işaret vardır. Denildiğine göre bu
ayet-i kerime: "Ey Mekke halkı, Muhammed'e itaat etmeyin. Bu günah ise
günahınız boynuma olsun," diyen bu Velîd hakkında nazil olmuştur.
[28]
Yüce
Allah insanlara dinleri bakımından büyük bir nimet olan Kur'ân-ı Kerim'i ihsan
ettiğini beyan ettikten sonra burada onlara bağışladığı dünya nimetlerinden söz
etmektedir.
Yüce
Allah tevhid, nübüvvet ve meâdm (öldükten sonra dirilişin) delillerini beyân
ettikten sonra, teşvik ve korkutmanın durumlarını açıklamaktadır. Oldukça
hassas ve önemli bir ilkeyi söz konusu ettiğini görüyoruz. Bu insanın
yaptıklarından sorumlu olmasıdır. Bu ilke peygamberlerin gönderilip hidayetin
işaret taşlarının açıklanmasından sonra ortaya çıkmaktadır. Şeriat gelmeden
önce sorumluluk olmadığı gibi, gereken açıklama ve inzârdan önce de ceza ve
azap söz konusu değildir. Kasabaların ve ümmetlerin genel olarak
cezalandırılması ise; itaatte bulunmak, hayır işlemek emri verilip de bu emre
aykırı hareket ve fasıklık edilmedikçe söz konusu olmaz.[29]
Biz
gece ile gündüzü, kudretimize ve harikulade sanatımıza delâlet eden iki alâmet
kıldık. Bunların ardı arkasına gelmelerinde insanın faydasına olan işler
gerçekleşmektedir. İnsanın sükûn, sessizlik ve dinlenmesi geceleyin; geçim ve
kazancını elde etmek için, çalışması ise gündüz olmaktadır.
Biz
gece ve gündüzün zamanlarını onlardan gözetilen maksat ve gayeye uygun bir
vakit kıldık. Geceleyin koyu bir karanlık vardır ve ışık yoktur. Bu ise ruhun,
gözün ve kulağın rahat etmesine uygundur. Gündüzün ise harekete, çalışmaya,
eşyaları görmeye uygun olarak ışık ve aydınlık vardır.
İşte
bu buyruklarla Yüce Allah kullarına geceyi ışıksız, karanlık ve herhangi bir
şeyin görülmediği bir halde yarattığını; gündüzü ise eşyanın açıkça görülüp
seçilebileceği şekilde aydınlık kıldığını belirterek kulları üzerindeki lütuf
ve nimetini hatırlatmaktadır.
"Rabbinizden
lütuf arayasmız diye." Gece ile gündüzü arka arkaya gelecek şekilde
yaratmamız işlerinizi yürütme imkânını bulaşınız, sizi besleyip büyüten
Allah'ın rızkından arayasmız diyedir. O Rab ki yaz ve kış dönüp duran zamana
uygun olarak size olan lütuf ve insanıyla sizleri ardı arkasına terbiye
etmekte, besleyip büyütmekte, sizin yararınıza olacak şeyleri yaratmaktadır.
"Ve
yılların sayısını ve hesabı bilesiniz." Yani gece ile gündüzün ardı
arkasına gelmesiyle günlerin, ayların, yılların sayısını bilesiniz. Ayları,
gece ve gündüzleri hesap etmek suretiyle de zirai dönemlerin, borç vadelerinin
icâre ve çeşitli muamelelerinizin vadelerini, namaz, oruç, hac ve zekât gibi
ibadet vakitlerinizin zamanını bilesiniz diye.
Gece
ve gündüz değişmemiş olsaydı, insan geceleyin tam bir rahat imkânını, gündüzün
de geçimini ve rızkını kazanma imkânını bulamazdı. Şayet zaman bütünüyle
tekdüze olsaydı doğru bir şekilde ve kolaylıkla hesap bilinemezdi.
Bu
ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "De ki: Ne dersiniz,
eğer Allah kıyamet gününe dek üzerinize geceyi daim kılsa, Allah'tan başka size
aydınlık getirecek hangi ilâh vardır? Hâlâ dinlemeyecek misiniz? De ki: Ne dersiniz,
eğer Allah kıyamet gününe kadar üzerinize gündüzü ebediyyen uzatsa Allah'tan
başka size rahat bulacağınız, geceyi getirecek hangi ilâh vardır? Hala
görmeyecek misiniz? Geceyi rahat bulmanız, gündüzü de lütfundan aramanız için
yaratması O'nun rahmetindendir. Olur ki şükredersiniz." (Kasas, 28/71-73).
Bir
başka yerde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Zikretmek veya şükretmek
isteyenler için gece ve gündüzü birbirinin ardınca getiren O'dur."
(Furkân, 25/62); "Güneşi bir ışık, ayı bir aydınlık yapan, bunların
sayısını ve hesabı bilmeniz için ona menziller tayin eden O'dur. Allah bunları
ancak hak ile yaratmıştır. O bilecek bir topluluk için ayetlerini (böyle)
açıklar." (Yûnus, 10/5).
"Ve
biz her şeyi uzun uzadıya açıkladık." Din ve dünyanızın menfaati hususunda
ihtiyaç duyduğunuz her şeyi size faydalı, yeterli ve eksiksiz şekilde
açıkladık.
Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz o Kitaptan hiçbir şeyi eksik
bırakmadık." (En'am, 6/38); "Biz Kitab'ı sana her şeyi açıklayıcı
olmak üzere indirdik." (Nahl, 16/89).
Yüce
Allah, hayır yahut şer türünden olan amellerden sorumluluk ilkesini söz konusu
ederek şöyle buyurmaktadır: "Her insanın işlediklerini boynuna
dolarız." Yani bizler her insanın amelini hayır ise gerdanlığın boyundan
ayrılmayışı gibi; şer ise boynundan çözülmesi imkânsız olan zincirler gibi
insandan ayrılmaz kıldık. Ayet-i kerimede geçen tâir (kuş) den kasıt, insanın
yaptığı işlerdir. Araplar bir şeyin bir şeyden ayrılmamasını ifade etmek için
"boyuna koyulma" tabirini kullanırlar. O bakımdan "Bunu senin
boynuna bıraktım" derken "Ben seni bu işle görevlendirdim, ona
gereken şekilde dikkat göstermeni istedim." demek istenir.
Yapılan
amelin insandan ayrılmayışı kesin bir iş ve bilinen ilâhî bir hükümdür. Bu da
Yüce Allah'ın eşyaya ve insandan sadır olacak amellere dair ezeli bilgisine
uygun olarak cereyan eder. Ancak bu insanın cebr altında olduğunu (seçme
hürriyeti bulunmadığını) ve sevap ile cezanın esas sebebini teşkil eden seçme
hürriyetinin bulunmadığını ifade etmez. Her insan güzel bir sevabı gerektiren
hayrı yahut da kötü bir cezayı gerektiren şerri seçmekte muhayyerdir,
serbesttir.
"Kıyamet
gününde ona açılmış bulacağı bir kitap çıkartırız..." Yani kıyamet gününde
her bir insana önünde açılmış olarak göreceği bir kitabı karşısına çıkartacağız.
Onda hayrıyla, şerriyle bütün amelleri kaydedilmiş olacaktır.
Hasan-ı
Basri kudsî bir hadisi söz konusu ederek şöyle demektedir: "Allah buyurdu
ki: Ey Ademoğlu, biz sana bir sahife yaydık. Üzerine iki şerefli melek
görevlendirildi. Bunların birisi sağında, diğeri solundadır. Sağında bulunan
melek iyi amellerini, solundaki melek ise kötülüklerini tespit eder; sen
dilediğini yap, az ya da çok amel işle. Nihayet öldüğün vakit sahifen dürülür
ve kabrinde senin boynuna dolanarak bırakılır. Kıyamet gününde sana (verilmek
üzere) çıkartılmcaya kadar bu böyle kalır."
"Oku
kitabını. Bu gün kendi hesabını görmek için kendin yetersin..." Kitabın
ile karşılaşacağın vakit sana: "Oku kitabını!" Yani dünyada işlediğin
amellerin yazılı olduğu kitabı oku, denir. Kendi amellerini hesap edip tespit
edecek hesapçı olarak sen kendine yetersin. Hasan-ı Basrî bu ayeti okuduğunda
şöyle dermiş: "Ey Ademoğlu kendini hesaba çeken kimse olarak seni tayin
etmekle Allah sana adil davranmıştır." Bu sözü söyleyecek olan ise,
melekler aracılığı ile Yüce Allah'tır.
"Kim
hidayete ererse kendi nefsi için hidayete ermiş olur." Yani her kişinin
ameli kendine ait olduğuna göre hakka ve doğruya hidayet bulup Allah'ın dinine,
peygamberinin hidayetine uyan bir kimse ancak kendisine fayda sağlamış olur.
Her kim amelinden sapar, Allah'ın dininden yan çizip uzaklaşır, onu ve peygamberlerini
inkâr edip kâfir olursa, ancak kendisine zarar verir. Çünkü salih amelin sevabı
o ameli işleyene hastır. Bu sevap onu aşarak başkasına ulaşamaz. Kötü amelin
cezası da o ameli işleyenin yakasını bırakmaz.
Daha
sonra Yüce Allah ikinci şıkkın anlamını: "Kimse başkasının günahını
yüklenmez." buyruğu ile daha da pekiştirmektedir. Yani günah kazanmış
herhangi bir nefis bir diğerinin günahını yüklenmeyecektir. Aksine her kimse
kendi günahını yüklenecektir. Yahut da kimse kimsenin günahını taşımayacaktır.
Suç ve cinayet işleyen ancak kendi aleyhine işlemiş olur.
Bu
buyruk başkalarını kötülük işlemeye, küfre sapmaya teşvik eden ve bu günahların
akıbetini yükleneceklerini iddia eden kimselere açık bir reddir. İbni Abbas'tan
rivayet edildiğine göre bu ayeti kerime: "Muhammed'i inkâr edip kâfir
olunuz, günahlarınız benim boynuma olsun." diyen el-Velid b. Muğîre
hakkında nazil olmuştur.
Bu
aynı şekilde: "Bizler hiçbir şeyden dolayı azap edilmeyeceğiz. Eğer ceza
^diye bir şey söz konusu ise bu bizim atalarımız hakkında söz konusu olacaktır.
Çünkü bizler sadece onları taklit eden kimseleriz." diyen cahiliyye
mensubu kimselerin görüşlerini de reddetmektedir. Bunu da Yüce Allah'ın şu
buyruğu pekiştirmektedir: "De ki: Siz bizim suçlarımızdan sorumlu
olmayacaksınız. Biz de sizin yaptıklarınızdan sorumlu olmayacağız." (Sebe,
34/25).
Cezada
şahsî sorumluluk ilkesi, suçludan başkasına da ceza veren eski Romalıların ve
Arapların ceza anlayışını düzelten, İslâmın iftihar ettiği ulvi esaslardandır.
Başkalarını
sapıklığa çağıranların ceza ve günahı kat kat olur. Aynı zamanda
sapıklıklarında onlara uyan kimselerin günah ve cezaları da affedilmez. Çünkü
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar kıyamet gününde kendi günahlarını
tamamen yüklendikten başka bilgisizce saptırdıkları kimselerin günahlarının
bir kısmını da yükleneceklerdir." (en-Nahl, 16/25); "Onlar elbette
kendi yüklerini ve kendi yükleriyle birlikte de diğer (saptırdıklarının)
yüklerini yükleneceklerdir." (Ankebût, 29/13).
"Biz
peygamber göndermedikçe azap ediciler değiliz." Yani adaletin, hikmetin
ve rahmetin bir gereği olarak bizler dünyada yahut ahirette ancak uyardıktan
sonra azap ederiz. Onların ileri sürebilecekleri bütün mazeretleri ortadan
kaldırdıktan ve kendilerine peygamberi gönderdikten sonra insanlara ceza vermek
söz konusudur. Bu ise hükümleri, helâli, sevap ve cezayı açıklayan ayet-i
kerimeler ile onlara karşı delil getirildikten sonra olur. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "İçine her bir grup atıldığında cehennem bekçileri
onlara: Size uyarıcı bir peygamber gelmedi mi? diye sorarlar. Onlar: Evet
gerçekten bize bir uyarıcı (Peygamber) geldi, fakat biz yalanladık ve Allah
herhangi bir şey indirmemiştir... dedik." (Mülk, 67/8-9). Yüce Allah bir
başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Oranın bekçileri onlara şöyle
diyecek: Size Rabbinizin ayetlerini okuyan ve bu gününüze kavuşmakla korkutan
sizden peygamberler gelmedi mi? Onlar: Evet, diyecekler. Fakat azap sözü kâfirler
üzerine hak olmuştur." (Zümer, 39/71).
Peygamberlerin
gönderilmesinden sonra azabın meydana gelişine gelince; bu da Yüce Allah'ın
haber verdiği şu şekilde olacaktır:
"Bir
şehri de helak etmek istediğimiz zaman..." Yani kökten helak edecek bir
azap ile bir kavmin helak edilme zamanı yaklaştı mı, biz onların ileri gelenlerine,
refahlılarına itaat ve hayır işleri yapmayı emrederiz. Yani bu işleri yapmalarını
buyururuz. Onlar bu emre aykırı davranıp fasıklık edip itaatin dışına çıkarak
isyanda diretmeye koyulunca, bu isyanlarına uygun bir ceza ve azap vacip olur.
Biz de bunun üzerine onları mahvu perişan ederiz ve tam anlamıyla yok eder,
dağıtırız. Bu azap bütün o belde halkını kuşatır. Ayetteki
"mütrefler" nimet içerisinde yüzenlerdir. Diğerlerine nispetle onların
öncelikle şükretmeleri gereklidir. Onlar için şükür daha bir gereklidir.
Bu
şekilde kapsamlı yok etmek ise, bütün mükelleflere yönelik olan genel emirdir.
Zengin yahut fakir olsunlar, müreffeh olsunlar, olmasınlar fark etmez. Ancak
burada emrin özellikle müreffeh kimselere yöneltildiğinden söz edilmesi,
onların önder olmaları, başkalarının da onların arkasından gitmesidir. Avamın
ve onlara uyanların durumu ise, büyüklerin ve önderlerin arkasından giderek
onları taklit etmektir. İbni Abbas, Yüce Allah'ın: "Varlıklılarına emir
veririz, onlar ise orada fasıklık yaparlar." buyruğu hakkında şöyle
demektedir: Yani o beldenin kötülerim o beldeye yönetici yaparız; onlar da
orada isyan ederler. Bunu yaptıkları takdirde ise azap ile Allah onları helak
eder. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Böylece her
kasabada oraların günahkârlarını -o yerlerde hilekârlıklar etsinler diye-
büyüklerinden kıldık..." (Enam, 6/123).
Daha
sonra Yüce Allah Kureyş kâfirlerini ve benzerlerini Rasulü Muhammed (s.a.)'i yalanlamaları
ile ilgili olarak şöyle uyarıp korkutmaktadır: Bundan önce pek çok ümmete
günahları sebebiyle azap etmek hak olmuştur. İşte bunu hatırlatmak üzere Yüce
Allah: "Nuh'tan sonra nice nesilleri yok etmişizdir..." Yani Nuh'tan
sizin bu zamanınıza kadar azıp isyan etmeleri, rasullerini yalanlamaları
sebebiyle bir çok ümmeti helak ettik. Bunlar tıpkı sizin şu andaki durumunuzda
idiler. Ve siz ey yalanlayıcılar, Allah katında bunlardan daha değerli
değilsiniz. Sizler rasullerin en şereflisini, mahlûkatm en değerlisini
yalanlamış bulunuyorsunuz. Sizin cezalandırılmanız daha yerinde ve öncelikle
söz konusudur.
Bu
her dönemde Allah'ın rasulünü yalanlayacak kimselere çetin azabı hatırlatan bir
tehdittir. Ayrıca bunda Adem ile Nuh arasında geçen nesillerin İslâm üzere
olduklarına delâlet vardır. İbni Abbas der ki: Adem ile Nuh arasında on nesil
geçmiştir ki, bunların hepsi İslâm üzere idiler.
"Kullarının
günahları için Habîr ve Basîr olarak Rabbin yeter." Yani yarattıklarının
günahlarını gören Habîr (her şeyden haberdar) olarak Allah yeter. O, onların
amellerini, günahlarını onlar için tespit eder. Müşriklerin de başkalarının da
işlerinden hiçbir şey ona gizli kalmaz. Onların hayrıyla, şerriyle bütün
amellerini bilir. Habîr onları çok iyi bilen, Basîr ise amelerini çok iyi gören
demektir. İşte bu günahların, yok olmanın, helak edilmenin sebebi olduğunu,
Allah'ın bu günahları çok iyi bildiğini, göstermektedir.
Sözü
geçen bütün bu hususlar aklı başında olanları dünyada da ahirette de fayda
verecek salih ameller işlemeye yöneltmeye bir sebeptir.
[30]
Ayet-i
kerimeler aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:
1- Gece ile gündüzün artıp eksilmek suretiyle değişip durması, ard arda
gelmesi, gündüzün aydınlığı, gecenin karanlığı, Yüce Allah'ın birliğine,
varlığına, ilim ve kudretinin kemaline delildir.
2- Gece ile gündüzün dönüp durmasıyla birbirine benzer olan yılların,
ayların, günlerin sayısını ve bunların grup ve toplamlarından oluşan sürenin
hesabını öğrenebiliyoruz.
3- Gündüz çalışmaya, harekete, geçimi kazanıp rızıkları elde etmek için
arzda dolaşıp durmaya uygun bir zamandır.
4- Her insanın ameli kendisine bağlıdır. Herkesin ameli kendisine hastır
ve yakasını bırakmaz, hayır yahut şer olsun.
5- İnsanın kıyamet gününde önünde göreceği kitabı ve amel defteri önden
gonderdikleriyle, geriye bıraktığı her şeyle dolup taşmaktadır. Kendisini hesaba
çeken olarak insan kendisine yeterli gelecektir. Hasan-ı Basrî der ki: İster
ömmî olsun ister olmasın herkes kendi kitabını okuyacaktır.
6- Her kişi ancak kendi nefsinden hesaba çekilecektir, başkasından
sorgu-ianmayacaktır. Kim hidayet bulursa hidayetin sevabı onundur, kim de
saparsa küfrünün cezası ona olacaktır.
7- Kişisel sorumluluk ilkesinin kabul edilmesi Yüce Allah'ın adaletinin
ve kullarına rahmetinin bir tecellisidir. Kimse kimsenin günahını
yüklenmeyecek-tir. Her kim bir suç ve cinayet işlerse mutlaka kendi aleyhine
işler.
Hz.
Aişe'nin İbni Ömer'in rivayetini redd etmesine gelince: Buharî ile Müslim
tarafından rivayet edilen İbni Ömer yoluyla gelen hadise göre Hz. Peygamber
şöyle demiş: "Şüphesiz ki ölü, akrabalarının ağlaması dolayısıyla azap
görür." Hz. Aişe'nin bu söze itirazının ve bunu hatalı görmesinin yanlış
bir tarafı yoktur. Çünkü ayet ile hadis arasında bir çelişki bulunmamaktadır.
Zira hadis-i şerif, eğer ölen kendisi için ağlanıp ağıt yakılmasını vasiyet
etmiş ise azap görür, diye yorumlanmıştır. Nitekim cahiliye halkı böyle
yapardı. O kadar ki Şair Tarafe şöyle demiştir:
"Öldüğüm
takdirde bana yakışan şekilde benim için ağıt yak. Ve benim için yakalarını
yırt ey Mabed'in kızı"
Diğer
taraftan şair Lebid ölümünün yaklaştığı sırada kızlarına şu vasiyeti yapar:
"Bir
seneye kadar ağlayıp durun. Sonra selâm ismi üzerinize olsun (Yani ağlamanızı
kesebilirsiniz)."
8- Yüce Allah insanları başıboş bırakmamıştır. Aksine onlara peygamber
göndermiştir. Bu ise hükümlerin ancak din ile sabit olduğunun delilidir.
Cumhurun görüşü dünya hükmü ile ilgili olarak budur. Yani Yüce Allah herhangi
bir ümmeti ancak onlara risalet gönderip uyardıktan sonra helak eder. Allah
peygamberleri göndermeden ülkeleri helak etmez.
Mutezile
ise der ki: Akıl bir şeyin çirkin mi güzel mi olduğunu hükme bağlayabilir,
mubah ve haram kılabilir.
9- "Biz peygamber göndermedikçe azap ediciler değiliz." ayet-i
kerimesi şunu göstermektedir: Fetret dönemi (peygamberlerin gelmediği dönemler)
insanları risaletin kendilerine ulaşmadığı ve davet kendilerine ulaşmaksızm
öldükleri takdirde ve bunlar cahiliye halkı iseler -günümüzde İslâmı hiçbir
şekilde işitmemiş, oldukça uzak adalardaki insanlar bunlara örnektir- azaptan
kurtulurlar, cennet ehlidirler. Teklif - sorumluluk çağından önce küçük yaşta ölmüş
babaları kâfir olan çocuklar, deliler, sağırlar ve bunak ihtiyarların durumu
da böyledir.
- Peygamberin
gönderilmesinden sonra insanların durumuna gelince; Gaz-zalî'nin (Allah'ın
Rahmeti üzerine olsun) açıkladığına göre insanlar üç gruptur:
a) Hz. Peygamberin daveti kendilerine ulaşmamış ve hiçbir şekilde işitmemiş
olanlar cennetliktir.
b) Hz. Peygamberin daveti ve mucizeleri kendilerine ulaştığı halde kabul
etmeyenler -günümüzdeki kâfirler gibi- bunlar cehennemliktir.
c) Hz. Peygamberin daveti kendilerine yalan haberlerle yahut da tahrif
edilmiş bir şekilde ulaşan kimselere gelince; bunlar hakkında da cennet
umu-labilir.
10-
Bir kavmin toptan helak
edilmesi ancak masiyetlerin, günahların ve münkerlerin yaygınlaşması halinde
söz konusu olur. Allah bir kasabayı, ülkeyi helak etmeyi murad ettiği takdirde
onların refahlılarına ve diğerlerine itaat etmelerini, masiyetlerden dönmelerini
emreder. Onlar ise fâsıklık eder, zulmeder ve azarlar. Yani fâsıklığı emre
muhalefet ederek itaate tercih ederlerse, o takdirde tahrip etmek ve helak
etmek üzere onlara azap sözü hak olur.
"Emrederiz"
buyruğu bir okuyuşa göre (emmernâ) şeklinde mim harfi şeddeli okunmaktadır.
Mânâ şöyle olur: Onların kötülerini yönetici yaparız. Onlar orada isyan
ederler, bunu yaptıkları takdirde de onları helak ederiz.
Katade
ve el-Hasen ise mim harfinin esreli okunuşu ile (emirnâ) kelimesinin
"çoğalttık" anlamına geldiğini belirtmektedirler. Yani bir topluluk
artacak olursa (emire'l-kavmü) tabiri kullanılır. Ahmed ve Taberani'nin Suveyd
b. Hubeyre'den rivayet ettikleri şu hadis-i şerifte de bu kelime bu mânâdadır:
"Kişinin hayırlı malı, çok doğum yapan bir atı ile aşılı sıra sıra
kurmasıdır." Yani çokça yavrulayan at ile aşılı bir dizi hurma ağacı
demektir. Heraklius'un Ebu Süfyan'a Hz. Peygambere dair sorular sorduğu sahih
hadiste de şöyle denilmektedir: "İbni Ebi Kebşe'nin[31] işi
alabildiğine yaygınlık kazanmış bulunmaktadır. Sarıoğullarının kralı ondan
korkmaktadır."
11- Pek çok kavim kâfir olduklarından dolayı, helak edildiler. Bu ise
Allah'a ve onun Rasulü Muhammed (s.a.)'e kâfir olan herkese bir korkutma ve bir
tehdittir.
12- Masiyetler yaygınlık kazanır da engellenemiyecek olursa toptan helake
sebep olurlar.
13- Yüce Allah'ın: "Kullarının günahı için Habîr ve Basir olan Rabbin
yeter." buyruğu Yüce Allah'ın her şeyi bildiğini, her şeyi gördüğünü
göstermektedir. Yüce Allah'ın bütün mümkin şeylere kadir olduğu sabittir. O
bakımdan o herkese hak ettiği kadarıyla ceza ve amelinin karşılığını vermeye
kadirdir.
Aynı
şekilde o abes ve zulümden de münezzehtir. İşte bu üç sıfat (eksiksiz bilgi,
kâmil kudret ve zulümden uzak olmak) itaat ehli için bir eman, küfür ve masiyet
sahipleri için de bir korku kaynağıdır.
[32]
18- Kim geçici dünyayı isterse onun için oradan
dilediğimiz kadarını dilediğimiz kimseye hemen veririz. Sonra onun için
cehennemi hazırlarız. Kötülenmiş
ve kovulmuş olarak orayı boylar.
19- Kim de ahiret ister ve onun için gerekli
çabayı inanmış olarak gösterirse, işte onların çabaları karşılığını
bulacaktır.
20- Her birine, bunlara da onlara da Rabbinin
bağışından ulaştırırız. Rab-binin
bağışı kimseden alıkonmuş değildir.
21-
Bak, nasıl onları birbirlerine üstün kıldık.
Elbetteki âhiret dereceler
bakımından da daha büyüktür, üstünlük bakımından da.
"Kim"
ameliyle "geçici dünyayı isterse" çabalarını yalnız ona hasrederek
ortaya koyarsa, "onun için oradan dilediğimiz kadarını dilediğimiz kimseye
hemen veririz." Burada çabucak verilen gerek dünya gerekse bu dünya nimetlerinin
verildiği kimse Allah'ın meşiet ve irâdesi ile kayıtlandırılmıştır. Çünkü
temenni eden herkes arzuladığı şeyi elde edemez ve hiçbir kimse de bütün istediklerini
ele geçiremez. "Sonra onun için" ahirette "cehennemi hazırlarız,
kötülenmiş" kınanmış "ve kovulmuş" Allah'ın rahmetinden
uzaklaştırılmış "olarak orayı boylar" oraya girer.
"Kim
de ahireti isterse ve onun için gerekli çabayı inanmış olarak gösterirse"
yani ona lâyjk olan amelde bulunursa. Bu ise Allah'ın emirlerini yerine
getirmek, yasaklarından da sakınmaktır. Yoksa kendi görüşlerine göre
uydurageldikleri şeylere yakınlaşmak olmaz. "İnanmış olarak" kaydı da
şirk ve yalanlama bulunmayan sahih bir iman ile demektir, "işte
onların" yani ahireti dilemek, onun için hakkıyla çalışıp çabalamak ve
imandan ibaret üç şartı yerine getirenlerin "çabaları karşılığını
bulacaktır." Yüce Allah nezdinde kabul olunacak, bunun için sevap
alacaklardır.
"Her
birine" her iki kesime de "bunlara da onlara da Rabbinin
bağışından" dünyada onun vereceklerinden "ulaştırırız" ardı
arkasına veririz. "Rabbinin bağışı kimseden" dünyada
"alıkonulmuş değildir." Kimse ondan mahrum edilmez. O kendisinden bir
lütuf olarak, bu bağışı dünyada müminden de kâfirden de esirgemez.
"Onları"
rızık ve mevki bakımından "birbirlerine üstün kıldık. Elbette ahiret
dereceler bakımından da" üstünlük bakımından; dünyadan "daha
büyüktür." Yani ahiretteki farklılık, daha büyük boyutlarda olacaktır.
Çünkü orada farklılık cennette ve cennetteki derecelerle, diğer taraftan
cehennemde aşağı doğru basamaklarla (derecelerle) olacaktır. O bakımdan önemin
dünyaya değil de ahirete verilmesi gerekir.
[33]
Ayet-i
kerimeler kendilerinden önceki buyruklarla gayet açık bir şekilde ilişkilidir.
Yüce Allah her bir insanın durumunun ameline bağlı olduğunu beyan ettikten
sonra, kulları iki kısma ayırmaktadır: Bunlardan birisi dünyayı ister ve onun
için amel eder, bunun akıbeti ise cehennemdir; diğer kısmı ise ahiret ister,
böylesinin akıbeti ise cennettir.
Bununla
birlikte Rableri her iki kesime de dünyada rızık vermektedir. Çünkü onun bağışı
kimseden alıkonmuş değildir. Fakat rızık bakımından aralarında farklılık
vardır. Ahiretteki farklılık mertebeleri ise dünyadaki farklılık
mertebelerinden daha büyük olacaktır.
[34]
Bu
ayet-i kerimeler insanların dünya hayatındaki durumlarını genel olarak
sınıflandırmaktadır. İnsanlar iki gruptur: Kimisi dünya için çalışır, kimisi de
ahiret için. Birinci kesim Yüce Allah'ın: "Kim geçici dünyayı
isterse..." diye söz konusu edilmektedir. Yani her kimin isteği çabucak
geçen dünyayı elde etmek ise ve bütün çaba ve gayretlerini ona yöneltip ahireti
unutursa, Allah dünyada ona kendi istek ve iradesine uygun olarak, emelini
acilen gerçekleştirme imkânını verir. Rızkını geniş tutmak, hayatını rahat
içerisinde geçirmek gibi. Fakat dünyayı isteyen, nimetlerini isteyen herkes de
maksadını elde edemez. Aksine bu, Yüce Allah'ın dilediği şekilde irade ve istek
ile kayıtlıdır. Bu kayıt iki hususu kapsamaktadır: Verilenler kulun istediği
değil de Allah'ın dilediğidir ve bunu Allah dünyayı isteyen herkese değil,
kendisinin dilediği kimselere bağışlar. İşte maddecilere de istedikleri her şey
verilmemektedir. Onlara ancak arzu ve temennilerinin bir kısmı verilmektedir.
Maddecilerin bir. çoğuna da ebediyyen bir şey verilmeyebilir. Böylelikle
bunlar hem dünyada hem de ahirette hakirdirler. Hem dünyadan, hem de dinden
mahrumdurlar.
Bu
maddecilerin her birisine ister istekleri verilsin ister verilmesin cehennem
vardır. Onlar oraya atılacaklardır. Yani sürekli olarak cehennem ateşini
çekeceklerdir. Allah, melekler ve bütün insanlar tarafından şükürlerinin
azlığı, kötü amel ve davranışları sebebiyle yerilecekler, Yüce Allah'ın
rahmetinden kovulacaklardır.
Ayet-i
kerimede bu cezaların üç türlü niteliği söz konusu edilmektedir: Devamlılık ve
ebedîlik, zelil kılmak ve küçük düşürmek ile Yüce Allah'ın rahmetinden
kovulmak. İşte bu, kâfir maddecilere bir tehdit ve ileri derecede bir azardır.
Çünkü onlar bütün çabalarını dünyaya münhasır kılarlar; üstelik dünyalık namına
ellerine bir şey de geçmeyebilir. Ahmed, Aişe (r.anhâ)'den merfû olarak şunu
rivayet etmektedir: "Dünya (ahirette) yurdu olmayanların yurdu, malı
olmayanların da malıdır. Dünya için akılsızdan başkası toparlayıp
biriktirmez."
İkinci
kesim olan takva sahibi müminlere gelince, bunlar Yüce Allah'ın kendilerinden
şu şekilde söz edip durumlarını haber verdiği kimselerdir: "Kim de ahireti
isterse ve onun için gerekli çabayı inanmış olarak gösterirse..." Yani her
kim ahireti ister ve onun gayret ve maksadı ahiret olup elinden geldiğince
Allah'a, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe iman ve tasdikle yaparsa,
bunlar itaatleri Allah tarafından şükür ile karşılanan ve amellerine sevap verilen
kimselerdir.
Bunların
böyle bir mükâfatı, bu şekilde güzel bir karşılığı görmeleri ancak şu üç şarta
bağlıdır:
1- Ahiret sevabını ve ahiretteki nimet ve sevindirici mükâfatları
istemek. "Buharı i\e Müs\rm'&e ttı. Öyûks'^s^ T\May^,t edilen hadis-i.
şerifte: "Ameller ancak niyetlere göredir." diye buyurulmaktadır.
2- Yapılan iş Allah'a yakınlaştırıcı ve Allah'ın rasulünce yapılan
işlerden olmalı; batıl amellerden olmamalıdır. Çünkü kâfirler putlara,
yıldızlara, meleklere ve peygamberler arasından birtakım insanlara ibadet
ederek Allah'a yakınlaşmaya çalışırlar. Yüce Allah'ın: "Ve onun için
gerekli çabayı... gösterirse." buyruğu yani salih amelleri işlemek
suretiyle hakkını verirse, anlamındadır.
3- Amelin iman çerçevesinde olması gerekir. Sağlıklı bir iman olmaksızın
amelin bir faydası olmaz. İşte yapılan işin meşkur olması, yani mükâfatla
karşılanmasında aranan üç şart bunlardır.
Seleften
bazıları şöyle demiştir: Şu üç niteliği taşımayan kimseye amelinin faydası
olmaz: Sabit bir iman, samimi bir niyet ve isabetli bir amel. Daha sonra da
selefe mensup bu zat bu ayet-i kerimeyi okudu.
İşte
ahiretin zenginliğini tercih eden bu salih müminler, bundan sonra hiçbir şeye
aldırış etmezler. Eğer onlara dünyadan bir pay verilirse rablerine şükrederler.
Bu paydan mahrum bırakılırlarsa da sabrederler, rıza gösterirler. Çünkü onlar
için Allah katında bulunanlar daha hayırlı ve kalıcıdır.
Daha
sonra Yüce Allah dünya hayatındaki rızkın her iki kesim için teminat altına
alındığını açıklayarak şöyle buyurmaktadır: "Her birine, bunlara da onlara
da Rabbinin bağışından ulaştırırız..." Yani Yüce Allah dünyayı isteyenlere
de ahireti isteyenlere de mal, evlât ve buna benzer dünya hayatındaki izzet ve
zinetin görünür özelliklerini verir. Onun bağışı mümin veya kâfir olsun
kimseden alıkonmuş değildir; çünkü hepsi de şu amel yurdunda yaratılmış
varlıklardır. O bakımdan Yüce Allah'ın adalet ve rahmeti herhangi bir kimsenin
mazeret beyan edebilmesine fırsat kalmamasını hükme bağlamıştır.
Daha
sonra Yüce Allah her iki kesime bağışının farklı olduğunu belirtmekte ve:
"Bak, nasıl onları biribirlerine üstün kıldık..." diye buyurmaktadır.
Yani ibret gözüyle bir bak, her iki kesimi verdiğimiz dünya bağışında nasıl
farklı kıldığımızı gör. Rızık ve dünya metaı bakımından biribirlerine nasıl
üstün kıldığımızı bir gör. Bir mümine bu bağışı verirken bir diğer mümine vermedik.
Bir kâfire verirken ötekine vermedik. Bu ise bizim daha iyi bildiğimiz, son
derece ileri bir hikmet dolayısıyladır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Dünya hayatında onların geçimlerini aralarında biz paylaştırdık. Onların
bir kısmını diğer bir kısmının üzerine derece derece üstün kıldık ki birbirlerinden
faydalansın." (Zuhruf, 43/32). Bir diğer ayet-i kerimede de Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Kiminizi kiminizden derecelerle -sizi size verdiği
şeylerle sınamak için- üstün kılandır." "Eğer Allah kullarına rızkı
(genişletip) yaysaydı, yeryüzünde elbette azgınlık ederlerdi; fakat o dilediği
bir miktarda indirir. Şüphesiz ki O kullarından haberdardır, onları çok iyi
görendir." (Şûra, 42/27).
"Elbette
ki ahiret, dereceler bakımından da büyüktür..." Yani ahiretteki farklılık
daha büyüktür. Uhrevî dereceler daha büyük, fazilet ve üstünlükler daha
muazzamdır. Cehennem halkı ise aşağı doğru inen basamaklarda Cennet halkı
yüksek derecelerde birbirinden farklıdırlar. Cennetin yüz basamağı vardır. Her
iki basamağın arasındaki mesafe gök ile yer arası gibidir. Buharî ile Müslim'de
şöyle rivayet edilmektedir: "Şüphesiz yüksek derece sahipleri,
İlliyindekileri (en yüksekte olanları) sizin semanın ufkunda batmaya yüz tutmuş
yıldızı gördüğünüz gibi görürler." Bazıları da şöyle demiştir: Ey dünya
meclislerinde yukarda olmakla övünen kişi, ahiret meclislerinde yukarda olmakla
övünmeyi arzulamaz mısın? Kaldı ki ahiret daha büyük, daha üstündür.
Ayet-i
kerimeye uygun düşen ibretli bir olay vardır ki bunu İbni Abdüll-berr, Hasan-ı
Basrî'den rivayet etmektedir. Hasan-ı Basrî der ki: Aralarında eşrafın ve
avamdan kimselerin bulunduğu bir topluluk, Halife Ömer (r.a.)'in kapısına
geldiler. Aralarında (Mekke soylularından birisi olan) Kureyşli Süheyl b. Amr,
Ebu Süfyân b. Harb ve Kureyş'in yaşlıları da vardı. Hz. Ömer önce Suhayb, Bilal
ve Bedir mücahitlerine huzuruna girmeleri için izin verdi. Hz. Ömer bunları
severdi. Ebu Süfyan: "Ben bu gün gibisini hiç görmüş değilim." dedi.
Çünkü bu gün şu kölelere (huzura girmek için) izin veriliyorken bizler
olduğumuz yerde oturuyoruz, kimse bize dönüp bakmıyor bile. En akıllıları olan
Süheyl şöyle dedi: Ey Kavm, Allah'a yemin ederim ben yüzünüzdeki kızgınlık
ifadelerini görüyorum. Eğer kızıyorsanız bizzat kendinize kızınız. Çünkü
-İslâm'a girmek için- onlar da davet edildiler, biz de davet edildik. Fakat
onlar bu konuda ellerini çabuk tuttular, biz ise geri kaldık, geciktik. Bu Ömer'in
kapısı. Ya ahiretteki farklılık! Eğer siz Ömer'in kapısında bunları
kıskandıysanız, şüphesiz Allah'ın cennette onlara hazırladığı çok daha büyüktür.
[35]
Ayet-i
kerimeler aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- İnsanlar amel bakımından dünyada iki sınıftırlar: Bir kesim dünyayı,
diğer bir kesim ise ahireti ister. Birinci kesimden istediğine Yüce Allah
dünyalıktan ancak kendisinin istediği kadarını verir, sonra da amelinden dolayı
onu sorgular. Bunun akıbeti ise kötü işi uygulaması dolayısıyla cehenneme
girmek olacaktır. Zira bu kişi fâniyi bakiye tercih etmiştir. Bu haliyle
Allah'ın rahmetinden kovulup uzaklaştırılmış olacaktır. Kurtubî der ki: Bu
fâsık münafıkların, övücü riyakârların niteliğidir. Bunlar ganimet ve buna
benzer dünyevî faydaları elde etmek için İslâm kılığına girerler. Ahirette
onların bu amelleri kendilerinden kabul olunmaz. Dünyadan da kendilerine kısmet
olarak tahsis edilenden başkası onlara verilmez.[36]
İkinci
kesim ise ahireti isteyen ve onun için itaat türünden olan amelleri mümin
olarak işleyen kesimdir. Çünkü itaatler ancak mümin olandan kabul edilir.
2- Yüce Allah hikmet ve rahmeti gereği müminlere de kâfirlere de rızık
vermeyi hükmetmiştir. Onun bağışı, vergisi, kimseden alıkonmuş, engellenmiş
değildir. Şu kadar var ki dünyada insanlar rızık bakımından farklıdırlar.
Kimisinin rızkı dar, kimisinin çoktur. Rızıktaki farklılığın iman ve küfürle
bir ilgisi yoktur. Müminin birisi zengin diğeri fakir olabildiği gibi kâfirin
birisi oldukça müreffeh ve varlıklı, diğeri yoksul ve fakir olabilir.
Ahirette
ise müminlerin fazilet dereceleri çok daha büyük ve fazladır. Kâfirin her ne
kadar dünyada geçimliği bir defa geniş kılınmış, kimi zaman da müminin geçimi
daraltılmış olsa bile, ahiret yalnızca onların amellerine göre paylaştırılır.
Artık ahiretten herhangi bir şeyi kaybeden bir kimse, bir daha o kaybettiğini
telâfi etmek imkânını bulamaz.
3- Şüphesiz ki: "Oradan dilediğimiz kadarını dilediğimiz kimseye
hemen veririz." buyruğu Hud suresinin şu ayet-i kerimesindeki mutlak
buyruğu kayıtlamaktadır: "Her kim dünya hayatını ve onun ziynetini
isterse, orada kendilerine amellerini eksiksiz veririz; onlar bu hususta
haksızlığa uğratılmazlar." (Hud, 11/15), Aynı zamanda Şûra süresindeki şu
ayet-i kerimeyi de kayıtlamaktadır: "Kim ahiret ekinini isterse, biz onun
ekinini artırırız. Kim de dünya ekinini isterse biz de kendisine ondan veririz.
Ahirette ise onun hiçbir hayrı yoktur." (Şûra, 42/20).
4- Aynı ayet-i kerimede yer alan: "Kim geçici dünyayı
isterse..." buyruğundan şu üç husus anlaşılmaktadır:
a) Ceza, ebedî olarak kınanmak ve hakir kılınmakla birlikte görülecek bir
zarardır.
b) Dünya hayatındaki refah ve bolluğun Yüce Allah'ın rızasına delil
görülmemesi gerekir. Çünkü dünya akıbeti itibariyle Allah'ın azabına ve onun
hakir düşürmesine götürmekle birlikte elde edilebilir. İşte bu, dünya kendilerine
doğru geldiği vakit, aldanan ve bunun Allah katındaki değerlerinden dolayı
olduğunu zanneden cahillere bir uyarıdır.
c) Yüce Allah'ın: "Dilediğiniz kimseye..." buyruğu herkesin
dünyada iste-üklerini elde edemediğini göstermektedir. Aksine kâfir ve
sapıkların büyük bir çoğunluğu dünyayı istemekle birlikte, hem dünyadan hem de
dinden mahrum kalabilmektedirler. Bu ise onlar için büyük bir azardır. Onlar
dünya hayatında yaptıkları boşa çıkmış güzel iş yaptıklarını sanan amel
bakımından en fazla arara, uğrayan kimselerdir.
4- Allah katında amellerin kabul edilmesinin üç şartı vardır: Sahih bir
anan, güzel ve iyi bir niyet ile Yüce Allah'ın razı olacağı salih bir amel.
5- Allah'ın rızkı ve ihsanı, çalışmak ve çabalamak şartı ile bütün
insanlar için teminat altındadır. Rızık mümin olsun, kâfir olsun kimseden
alıkonulmaz.
6- Rızık eşit derecede ve aynı oranda verilen bir şey değildir. Rızıklar
irasmda farklılık vardır. Bunun da iman ve küfürle bir ilişkisi yoktur. Yüce
.Allah rızkı yarattıkları arasında uygun gördüğü hikmet ve maslahata göre
paylaştırır.
7- Cehennem ateşinde kâfirlerle
fasıklarm aşağı doğru
inen : asamaklarmdaki farklılık ile cennette takva sahibi ve hayırlı
müminlerin zereceleri arasındaki farklılık, dünyadaki farklılıktan çok daha
büyüktür.
[37]
22-
Allah ile beraber başka bir ilâh edinme! Yerilmiş ve terkedilmiş olarak
kalırsın.
23-
Rabbin hükmetti ki: Kendisinden başkasına ibadet etmeyesiniz. Ana ve babaya iyi
davranasınız. Eğer onlardan biri veya her ikisi senin yanında iken yaşlanacak
olursa onlara: "Öf dahi deme! Onları azarlama ve her ikisine de tatlı söz
söyle.
24-
Merhametinden dolayı onlara alçakgönüllülük
kanatlarını indir ve de ki: "Rabbim o ikisi beni küçükken yetiştirdikleri
gibi sen de onlara merhamet et."
25- Rabbiniz nanslerinizde olanı en iyi bilendir.
Eğer salihlerden olursanız 'muhakkak ki o, kendisine dönenlere mağfiret
edicidir.
26-
Yakın akrabaya hakkını ver, miskine ve yolcuya da. Ama saçıp savurma.
27-
Çünkü saçıp savuranlar şeytanlarla kardeş olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı
pek nankördür.
28- Rabbinden beklediğin bir rahmet için onlardan
yüz çevirmek zorunda
kalırsan
o zaman onlara yumuşak bir söz söyle.
29-
Ve elini boynuna bağlı kılma. Onu büsbütün de açıp durma; yoksa kınanmış ve
pişman olarak kalakalırsın.
30- Muhakkak ki Rabbin dilediğine rızkı genişletir
ve daraltır. Muhakkak ki O, kullarından haberdardır, Basîr'dir.
"Alçakgönüllülük
kanatlarını indir" ifadesi kapalı istiaredir. Alçakgönüllülük, kanatları
olan bir kuşa benzetilmiştir. Daha sonra "kuş" kelimesi hazfedilerek
kuş için gerekli bir şey olan kanat söz konusu edilmekle kuşa .işaret
edilmiştir. Bu, onlara gösterilecek şefkat, merhamet ve onlar için
alçakgönüllülüğü ifade etmek için kullanılmış bir istiaredir.
"Ve
elini boynuna bağlı kılma ve onu büsbütün de açıp durma" ifadesi ise
temsilî bir istiaredir. Bir şeyler vermekten elini geri çeken cimri, eli
uzatabilecek gücü kalmayacak şekilde boynuna bağlanmış olana benzetilmektedir.
İsraf da hiçbir şey tutamayacak halde avucun açılması haline benzetilmiştir.
"Genişletir
ve daraltır" kelimeleri arasında da tıbâk vardır.
[38]
"Allah
ile beraber başka bir ilâh edinme." Hitab Rasulullah (s.a.)'a olmakla
birlikte maksat onun ümmetidir veya hitap herkesedir.
"Yerilmiş"
melekler ve müminler tarafından yerimiş "ve terkedilmiş olarak
kalırsın." Yüce Allah seni yardımsız bırakır. Yardımcısız kalırsın, sana
yardım edecek kimse olmaz, çünkü sen Allah ile birlikte bir başka ilâhı ortak
koşmuş oluyorsun. Bu buyruğun mefhumuna göre, muvahhid ise övülmüş ve yardıma mazhar
kılınmış olur.
"Rabbin
hükmetti ki" kesin olarak emretti ki "kendisinden başkasına ibadet
etmeyesiniz." Yüce Allah münhasıran kendisine ibadet edilmesini istemiştir.
Çünkü tazimin nihâî derecesi olan ibadeti ancak azametin ve nimet ihsan etmenin
en ileri seviyesinde olan kimse hak eder. "Ana ve babaya iyi
davranasınız." Yani onlara iyilikte bulunmak suretiyle haklarına riayet
ederek güzellikle, iyilikle davranmanızı emretmiştir. Yahut da anne babaya
gereken şekilde iyi davranınız. Çünkü var olmanın ve yaşamanın zahiri sebebi
onlardır. "Öf (of)" sıkıntıya ve bir şeyin artık ağır geldiğini
anlatmaya delâlet eden bir ses ismidir. Senden usandım, gibi bir anlama gelir.
"Onları azarlama." Azarlamak, kaba ve katı bir şekilde paylamak
demektir.
"Her
ikisine de tatlı sözler" yumuşak ve güzel sözler "söyle!"
"Alçakgönüllülük
kanatlarını indir" yani onlara karşı alçakgönüllü ve yumuşak ol. Yahut
onları güzel bir şekilde gözet ve onlara gereken ihtimamı göster.
"Merhametinden dolayı" yani onlara karşı dikkat ve aşırı merhametinden
dolayı (böyle davran)."Beni küçük iken yetiştirdikleri gibi" yahut
onların bana merhamet ettikleri gibi; "sen de onlara merhamet et"
çünkü onlar ben küçükken bana merhamet etmişlerdi.
"Rabbiniz
nefislerinde olanı en iyi bilendir." İçinizde sakladığınız onlara karşı
iyiliği de, karşı gelip kötü davranmayı da bilir.
"Eğer
sâlihlerden olursanız" Allah'a itaat eden salih olmayı kasteden kimseler
olursanız "muhakkak ki O kendisine dönenlere" tevbe edenleri yahut da
itaatine dönenlerin anne-baba hakları hususunda kusurlu davrananları, onların
bu günahlarını "mağfiret edicidir."
"Yakın
akrabaya hakkını ver." Ona karşı gereken iyiliği yap, akrabalık bağını
gözet. "Ama saçıp savurma" saçıp savurmak (tebzîr) malı dine ve hikmete
uygun olmayan yerlerde harcamaktır. "Şeytanlarla kardeş olmuşlardır."
Yani şeytanlarla birlikte, onların yolu üzerindedirler. "Şeytan ise
Rabbine karşı pek' nankördür." O'nun nimetlerini çok ileri derecede inkâr
edicidir. İşte onunla birlikte olan savurganın durumu da budur.
"Rabbinden
beklediğin bir rahmet için" yani sana geleceğini umduğun bir rızkı
istediğinden dolayı, eğer sözü geçen akrabadan yoksul ve yolculardan, onları
geri çevirmekten utanıp "onlardan yüz çevirmek zorunda kalırsan o takdirde
onlara yumuşak bir söz söyle!" Rızkının geldiği vakit onlara bir şeyler
vereceğini vadederek ağır gelmeyecek sözler söyle!
"Ve
elini boynuna bağlı kılma!" Bütünüyle kendini infaktan uzak tutma!
"Bağlı kılmak" zincir ile, elleri ve boynu birbirine bağlı olmaktır.
Bu ise cimriliğin insanı infaktan alıkoymasını anlatan temsilî bir ifade ve
cimriliği kinaye yoluyla anlatan bir tabirdir. "Onu büsbütün de açıp
durma!" Yani harcamaların oldukça fazla olmasın. Bu da israfı önlemek
için temsilî bir ifade ve bir kinayedir. "Yoksa kınanmış" Yüce Allah
tarafından ve insanlar nezdinde cimrilik dolayısıyla kınanan bir kimse "ve
pişman olarak kalakalırsın." Pişman olursun yahut da yanında hiçbir şey
kalmamış bir yoksul olursun. Bu da israf dolayısıyla olur.
"Muhakkak
Rabbin dilediğine rızkı genişletir." dilediğinin rızkını geniş kılar,
"ve daraltır" dilediğine de zorlaştırır. "Muhakkak ki O
kullarından haberdardır, Basîr'dir." Onların gizlediklerini de açıklarını
da çok iyi bilir ve kendi maslahatlarına uygun olarak rızık ihsan eder.
[39]
26.
ayet olan: "Yakın akrabaya hakkını ver." ile ilgili olarak Taberânî
ve başkalarının Ebu Saîd el-Hudrî'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Yüce
Allah'ın: "Yakın akrabaya hakkını ver." ayeti nazil olunca Rasulullah
(s.a.) Fâtıma'yı çağırdı ve ona Fedek arazisini verdi. İbni Kesîr ise der ki:
Ancak bu problemlidir. Çünkü bu rivayet ayet-i kerimenin Medine'de indiği
intibaını vermektedir. Meşhur olan ise ayetin Mekke'de indiğidir. Ancak
surenin baş taraflarında bu ayet-i kerimenin Medine'de nazil olduğu söz konusu
edilmiştir. İbni Merdüveyh, İbni Abbas'tan buna benzer bir haber
nakletmektedir.
28.
ayet olan "Rabbinden beklediğin bir rahmeti..." ayeti ile ilgili
olarak da Saîd b. Mansûr, Atâ el-Horasanî'den şöyle dediğini nakletmektedir:
Müzeyne'-den bir grup gelip Rasulullah (s.a.)'tan kendileri için binek
istediler. Hz. Peygamber: "Ben size verecek binek bulamıyorum."
deyince üzüntülerinden dolayı gözleri yaşla dolu olarak geri döndüler. Bunun
Rasulullah (s.a.)'ın kendilerine olan kızgınlığından dolayı olduğunu sandılar.
Bunun üzerine Yüce Allah: "Rabbinden beklediğin bir rahmeti elde etmek
için onlardan yüz çevirmek zorunda kalırsan..." ayetini indirdi. Buradaki
"rahmet" ten kasıt ise fey'dir.
İbni
Cerîr de ed-Dahhâk'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Bu ayet-i
kerime Rasulullah (s.a.)'dan bir şeyler isteyen bütün yoksullar hakkında nazil
olmuştur. İbni Zeyd ise der ki: Bu ayet-i kerime Rasulullah (s.a.)'dan bir
şeyler dileyip de kendilerine bir şeyler verilmeyen bir topluluk hakkında nazil
olmuştur. Çünkü Rasulullah (s.a.) onların malları kötü yerlerde harcadığını
biliyordu.
29.
ayet olan: "Ve elini boynuna bağlı kılma..." ayeti ile ilgili olarak
Said b. Mansur, Seyyar b. Hakem'den şöyle dediğini nakletmektedir:
"Rasulullah (s.a.)'a bir elbise (kumaşı) geldi. Hz. Peygamber oldukça
cömert bir kimse idi. Eline geçeni verirdi. İşte bu elbiseyi de insanlar
arasında paylaştırdı. Arkasından yanına gelen bir grup bu paylaştırma işini
bitirmiş olduğunu gördüler. Bunun üzerine Yüce Allah: "Elini boynuna bağlı
kılma, onu büsbütün de açıp durma." ayetini indirdi.
İbni
Merdüveyh ve başkaları da İbni Mes'ud'dan şöyle dediğini nakl etmektedirler:
Bir çocuk Rasulullah (s.a.)'m yanına gelerek: "Annem senden şunu şunu
istiyor," dedi. Rasulullah (s.a.): "Bugün yanımızda verecek bir
şeyimiz yok," deyince çocuk: "Annem senden bana bir gömlek vermeni
istiyor," dedi. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) gömleğini çıkartıp ona
verdi ve evde gömleksiz olarak oturdu. Bunun üzerine Yüce Allah: "Ve eline
boynuna bağlı kılma..." ayetini indirdi.
Yine
İbni Merdüveyh Ebu Ümâme'den Rasulullah (s.a.)'m Hz. Aişe'ye şöyle dediğini
rivayet etmektedir: "Sen senin için gerekli olandan fazlasını infak
et." dedi. Hz. Aişe: "O zaman geride hiçbir şey kalmaz," deyince
Yüce Allah da: "Ve elini boynuna bağlı kılma." buyruğunu indirdi.
Süyûtî bu ifadenin zahirine göre bu ayet-i kerime Medine'de inmiş olmalıdır,
demektedir.
[40]
Yüce
Allah önce insanların bir kısmı ameliyle yalnızca dünyayı isteyip akıbeti azap
ve ceza olan, diğer kısmı ise Allah'a itaat etmeyi isteyip Allah'ın sevabına
ehil olan olmak üzere iki türlü olduğunu beyan buyurdu. Yüce Allah sonra imanın
hakikatinin ve onun özünün tevhid olduğunu açıkladı.
İmanın
en büyük rüknünü söz konusu ettikten sonra da imanın bir takım şiar ve
şartlarını, İslâm toplumunun bazı esaslarını söz konusu etti. Ve buna da
öncelikle aile düzeninin esaslarını ve aile fertleri arasındaki bağları
güçlendirmeyi hedef alan bir üslûpla başladı.
[41]
Yüce
Allah tevhidin gerçeğini açıklamak üzere Rasulüne hitapta bulunmaktadır.
İmanın gerçeği tevhiddir, Allah'ın ortaklarını reddetmektedir. Bu hitabın
muhatapları ümmetin mükellef olanlarıdır. Çünkü o dönemde Hz. Peygamberin anne
ve babası yoktu.
Ey
mükellef olan insan, ulûhiyyet ve ibadetinde Yüce Allah'a ortak koşma!
Yalnızca
O'nu ilâh ve Rab tanı. O'ndan başka ilâh yoktur, O'nun dışında ilâh yoktur,
O'nun dışında Rab yoktur, hakkıyla ibadete lâyık kimse yalnız O'dur. Sen Allah
ile birlikte bir başka ilâhı kabul edecek olursan, Ona ortak koştuğundan dolayı
kınanmış olursun. Yardımsız kalırsın, Rabbin sana yardımcı olmaz; hatta sen
kime ibadet ettiysen seni de onunla başbaşa bırakır. Onun ise ne bir fayda ne
de bir zarar verecek gücü vardır. Ahmed, Ebu Davud ve Tirmizî, Abdullah b.
Mes'ud'dan şöyle dediğini nakletmektedirler: Rasulul-lah (s.a.) buyurdu ki:
"Her kime bir ihtiyaç arız olur da o da bunu insanlara (karşılamaları
için) götürecek olursa, onun bu ihtiyacı karşılanmaz. Her kim bu ihtiyacını
Allah'a arz ederse er veya geç Allah'ın ona bir rızık göndermesi uzak
değildir." Kısacası müslüman toplumun birinci esası Allah'ı tevhid etmek
ve ona şirk koşmamaktadır.
Akide
ve imanın en büyük esası olan tevhidin açıklanmasından sonra Yüce Allah imanın
şeâirini (alâmetlerini) ve gereklerini söz konusu etmektedir. Bu hususlar da
şunlardır:
1- Yalnızca Yüce Allah'a ibadet etmek: "Rabbin hükmetti ki:
Kendisinden başkasına ibadet etmeyesiniz." Yani Yüce Allah kendisinden
başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. Bu ise iki hususu kapsamaktadır: Yüce
Allah'a ibadet ile meşgul olup Allah'tan başkasına ibadetten sakınmak. Çünkü
ibadet tazimin en ileri derecesidir. Bu ise Aziz ve Celil olan Allah'tan
başkasının hakkı değildir.
2- Anne, babaya iyilik: "Ana ve babaya iyi davranasınız." Yüce
Allah pek çok ayet-i kerimede kendisine ibadet etmek emriyle birlikte anne
babaya iyi davranma emrini bir arada zikretmiştir. Çünkü insanın var olmasının
gerçek sebebi olan Yüce Allah'tan sonra, var olmasının zahirî sebebi onlardır.
Şefkat, merhamet, onların iyiliklerinin tercih edilmesi, yumuşaklıktan oluşan
bir ortam içerisinde çocukların terbiye edilmesini onlar sağlamışlardır.
Buyruğun anlamı şudur: Ve Yüce Allah anne babaya iyilik yapılmasını
emretmiştir. Yahut da anne babaya iyilik yapmanızı, onlara güzel davranmanızı emretmiştir.
Nitekim Yüce Allah bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Bana,
anne ve babana şükret diye. Dönüş yalnız banadır." (Lokman, 31/14). Bu ise
onların çocuklarına olan şefkatleri ve iyilikleri dolayısıyladır. Çocuğun
terbiye ve korunması için azami gayret harcamalarından ötürüdür. O bakımdan
onlara karşı güzel davranmak, iyi hareketlerde bulunmak bir vefakârlıktır, bir
insanlıktır. Bu da onlara karşı güzel davranmakla, varlıklı ise maddi açıdan
yardım ile olur. Bundan dolayı Yüce Allah onlara yapılacak birtakım iyilik
şekillerini beyan ederek şöyle buyurmaktadır:
"Eğer
onlardan biri veya her ikisi senin yanında iken yaşlanacak olurlarsa..."
Yani ana ve baba yahut onlardan birisi senin yanında yaşlanacak ve ömürlerinin
son dönemlerinde senin yanında tıpkı hayatının başlangıcında olduğu gibi zayıf
ve aciz düşecek olurlarsa aşağıdaki şu beş görevi yerine getirmelisin:
a) "Onlara öf dahi deme." Yani en asgari seviyede sıkıntı
belirten kötü bir söz söyleme. Hatta öf dahi dememelisin. Bu kötü sözün en
aşağı derecesindeki sıkılmanın ifadesidir. Bu her durumda, özellikle de zayıf
oldukları, yaşlandıkları ve kazanç sağlamaktan acze düştükleri vakit böyle
olmalıdır. Çünkü o dönemde artık iyiliğe olan ihtiyaçları daha fazladır, daha
gereklidir ve daha önceliklidir. Bundan dolayı Yüce Allah yaşlılık durumunu
özellikle zikretmiştir.
Müslim,
Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah <s.a.) buyurdu
ki: "Burnu yerde sürtünsün, burnu yerde sürtünsün, burnu yerde
sürtünsün." Kimin ey Allah'ın Rasûlü? diye sorulunca şöyle dedi:
"Anne babasından birisinin yahut da ikisinin yaşlılığına yetişip de
cennete giremeyen kimsenin."
b) "Onları azarlama". Yani senden onlara karşı çirkin bir iş
sadır olmasın. Of demenin yasaklanması ile azarlanmanın arasındaki fark şudur:
Birincisi az veya çok usancı açığa vurmayı yasaklamaktadır. İkincisi ise cevap
vermek yahut yalanlamak gibi yollarla sözle dahi onlara muhalefeti açığa
vurmayı yasaklamaktadır. Oflamak, puflamak gizli ve hafif kötü söz, azarlamak
ise kaba ve sert bir şekilde paylamak demektir.
c) "Ve her ikisine de tatlı sözler söyle." Yani ikisine de hoş,
güzel, yumuşak; onları sayıp tazim etmekle ve onlara karşı tam bir edep ile söz
söyle. Dikkat edilecek olursa Yüce Allah öncelikle onları rahatsız edecek
şeyleri yasakladı, arkasından onlara güzel söz söylemeyi, onlarla hoş konuşmayı
emretti. Çünkü tehalli olumsuzluklardan arınma güzelliklerle bezenmekten önce
gelir. Ömer b. el-Hattâb (r.a.) bu yüce buyruğu açıklarken şöyle demektedir:
"Bu, kişinin babacığım ve anneciğim demesi şeklinde olur." Yani
onları isimleriyle çağırmasın. Onlara sesini yükseltmesin. Onlara dik dik
bakmasın. Said b. el-Müseyyeb'e tatlı söz söylemenin ne demek olduğu sorulmuş,
o da: "Bu, suçlu bir kölenin oldukça sert efendisinin karşısında konuşması
gibi olmalıdır." diye cevap vermiştir.
d) "Merhametinden dolayı onlara alçakgönüllülük kanatlarını
indir." Yani davranışlarınla onlara karşı alçakgönüllülüğünü sergile.
Bundan kasıt ise alabildiğine alçakgönüllü ve yumuşak davranmaktır. Çünkü
kanatların indirilmesi mütevazi davranmaktan kinayedir. Kuşun yavrusunu kanadı
altına alması haline benzetilmektedir. Alçakgönüllülüğün anne babasına karşı
merhamet ve şefkattan dolayı olması gerekir. Yoksa yalnızca emre uymak ve
tenkit edilmekten korkmaktan dolayı olmamalıdır.
e) "Ve de ki: Rabbim o ikisi beni küçükken yetiştirdikleri gibi sen
de onlara merhamet et." Yani yaşlandıkları vakit olsun, vefatları
esnasında olsun Yüce Allah'tan onlara rahmet dile. el-Kaffal (Allah'ın rahmeti
üzerine olsun) dedi ki: Yüce Allah, anne babaya iyiliği öğretirken söylenecek
sözleri öğretmekle kalmayıp buna yapılacak davranışları öğretmeyi de ilâve
etmektedir ki, bu da rahmetle dua etmektir. Kişi: "Rabbim...onlara
merhamet et." demekle emrolun-muştur. Merhamet lafzı ise din ve dünyadaki
bütün hayırları kapsayıcı bir lafızdır. Yüce Allah'ın: "Beni küçükken
yetiştirdikleri gibi" buyruğu ise, "Beni terbiye ederken bana iyilik
yaptıkları gibi sen de onlara iyilik yap." anlamındadır. Terbiye,
geliştirip büyütme demektir. Özellikle onu söz konusu etmesi kulun anne
babasının şefkatini ve onu terbiye ederkenki çaba ve gayretlerini hatırlaması
içindir. Bu onun anne babasına olan şefkat ve düşkünlüğünü daha da
arttıracaktır.
Anne
babaya iyilik hakkında pek çok hadis-i şerif vârid olmuştur. Bunlardan
birisini Tirmizî ve Hâkim, Ebu Hureyre ile Enes (r.a.)'ten rivayet etmektedirler.
Buna göre Rasulullah (s.a.) minbere çıktı, sonra üç defa "Âmin, âmin,
âmin" dedi. "Ey Allah'ın Rasulü, ne diye âmin dedin?" diye
sorulunca şöyle dedi: "Bana Cebrail geldi ve Ey Muhammmed, dedi.
"Yanında adın anıldığı halde sana salatü selâm getirmeyenin burnu yere
sürtünsün: Âmin de," dedi ben de âmin dedim. Sonra: "Ramazan ayına
erişip de Ramazan ayı çıkıp gittiği halde kendisine mağfiret olunmayanın burnu
yere sürtünsün. Âmin de," dedi; ben de âmin dedim. Sonra; "Anne
babasına yahut onlardan birisine yetişip de bu durumun kendisini cennete
sokmadığı kişinin de burnu yere sürtünsün. Âmin de," dedi ben de âmin
dedim."
İyilik
onlar hayatta iken olduğu gibi onların ölümünden sonra da olabilir. Buna delil
ise Ahmed, Ebu Davud ve İbni Mâce'nin Malik b. Rabîa es-Sâidî'den yaptıkları şu
rivayettedir: Malik dedi ki: Ben Rasulullah (s.a.)'ın yanında oturuyor iken
ona Ensar'dan bir adam gelip şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, onların vefat
etmelerinden sonra anne babamın benim üzerimde kendilerine karşı yapmam
gereken bir iyilik var mı? Hz. Peygamber şöyle dedi: "Evet! Dört şeyi yerine
getirmelisin: Onlara rahmet ve istiğfarla dua edeceksin, söz vermişlerse yerine
getireceksin, arkadaşlarına ikramda bulunacaksın ve onlar tarafından akrabalık
bağı ile bağlandığın akrabalarını gözeteceksin. İşte vefat etmelerinden sonra
onlara karşı yapmakla görevli olduğun iyilikler bunlardır."
Şayet
anne ve baba kâfir iseler çocuğun, hayatta oldukları sürece hidayet bulmaları,
için onlara dua etmesi, imana kavuşmalarından sonra da onlara rahmet olunması
için duada bulunması gerekir. Kur'ân-ı Kerim ölümlerinden sonra müşriklere
mağfiret dilemeyi yasaklamıştır, isterse bunlar akraba olsunlar. Bu yasak şu
ayet-i kerimede yer almaktadır: "Peygamberlerin ve iman edenlerin yakın
akraba olsalar dahi müşriklere mağfiret dilemeleri olacak şey değildir."
(Tevbe, 9/113). Buna göre müslüman kimse -müslüman olmayan anne ve babasına
ölümlerinden sonra rahmet dilemek müstesna- güzel bir şekilde davranır.
Bu
ayet-i kerime gereğince amel etmek için yalnızca bir defa onlara rahmet talep
etmek yeterlidir. Çünkü emrin zahiri vücup ifade eder ve yine emrin zahiri
tekrarı gerektirmez. Süfyan'a: "Anne babasına insan ne kadar dua
etmelidir, günde bir defa mı ayda bir defa mı, senede bir defa mı?" diye
sorulunca, şu cevabı verdi: (Namazdaki) Teşehhüdün sonlarında onlara dua
etmenin yeterli olacağını ümid ederiz.
Anne
babaya kötü davranmanın büyük günahlardan olduğunu dinimizin ortaya koymuş
olması yeter. Tirmizî, Abdullah b. Ömer'den şöyle bir hadisi şerif rivayet
etmektedir: "Rabbin razı olması babanın razı olmasına bağlıdır. Rabbin
gazap etmesi babanın gazap etmesine bağlıdır."
Daha
sonra Yüce Allah anne babaya iyilik yapmak hususunda işi gevşek tutmaktan
sakındırarak: "Rabbiniz nefislerinizde olanı en iyi bilendir..." diye
buyurmaktadır. Yani asıl değerlendirme kalpte olana, sizin nefislerinizde gizlediğiniz
itaatte ihlâsa veya ihlâssızlığa göredir. Yüce Allah sizin nefislerinizde olana
muttalidir. Hatta O, bu durumlarınızı sizden daha iyi bilir. Çünkü siz yanılır,
unutur ve her şeyi kuşatamayabilirsiniz. Kasdi olmayarak bir kimse herhangi bir
yanlışlık, bir hata işleyecek olursa, niyeti iyi olduğu sürece Allah bundan
dolayı onu cezalandırmaz. Çünkü şanı yüce Allah tevbe edip tekrar hayra
yönelenlere, kasdi olmayarak yaptıkları kusurlara pişman olanlara mağfiret
edicidir, bağışlayıcıdır. Günahtan tevbe eden kimse ise masiyetten itaate dönen
kimsedir. Allah'ın hoşlanmadığı şeyi terk edip Allah'ın sevdiği, razı olduğu
şeye dönendir. Ayet-i kerimeden kasıt ise ihlâsı terk etmekten sakındırmaktır.
3- Akrabaya, yoksullara ve yolculara iyilik: "Yakın akrabaya hakkını
ver, miskine ve yolcuya da." Yüce Allah anne babaya iyiliği söz konusu
ettikten sonra, akrabaya iyilik yapmayı ve akrabalık bağlarını gözetmeyi
zikretmektedir. Buyruğun anlamı şudur: Ey mükellef olan insan! Akrabaya,
yoksula ve yolda kalmış garip yolcuya hakkını ver. Bu ise akrabalık bağını gözetmek,
sevgi göstermek, ziyaretleşmek, güzel geçinmek, muhtaç olduğu takdirde yoksula
yardımcı olmak, yolcuya da gideceği yere ulaşıncaya kadar azığını ve bineğinin
masraflarını karşılamak için yardımda bulunmaktır. Hitap Rasulul-îah (s.a.)'a
olmakla birlikte maksat umumidir. Ebu Davud'un Bekr b. el-Hâris'ten rivayet
ettiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Annen ve baban, sonra sana
daha yakın olan ve daha yakın olan." Yahut da: "Sonra da yakınlık
sırasına göre akrabaların" Buharî ile Müslim de Enes'ten Rasulullah (s.a.)'ın
şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Her kim rızkının
i-znişletilmesini, ömrünün uzun olmasını arzu ederse akrabalık bağlarını
§-:zetsin."
Bu
emir Ebu Hanife'nin görüşüne göre kızkardeş, kardeş, anne-baba gibi nahrem olan
akrabalara nispetle vücub (zorunluluk) ifade eder, Şafiî'nin förüşüne göre ise
mendupluk ifade eder, Cumhura göre de yalnızca usul ve rirdun -diğer akrabalar
müstesna- nafakalarını karşılamak vaciptir. Han-mefilere göre ise uzak dahi
olsa, bütün akraba lehine nafaka vaciptir.
Yoksullara
ve yolculara yardımcı olmak ise mendup sadakalar arasında ;aer alır.
4- Savurganlığın yasaklanması: "Ama saçıp savurma!" Yüce Allah
infakı ae karşılıksız olarak harcamayı emrettikten sonra israfı yasaklamakta ve
har a politikasını beyan etmektedir. Yani sen malı ancak mutedil bir şekilde olmayan
yollarda ve hak sahipleri için harca. İsrafa da düşme. Savur-(tebzir) sözlükte
malı israf yollarında harcayıp tüketmektir. Orta yollu mutedil yollu olmak ise
İslâm'ın sosyal ve dini politikasıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: 'Ve
onlar ki infak ettiklerinde (harcadıklarında) israf da etmezler, cimrilik de
etmezler, bu ikisi arasında orta yolu tutarlar." (Furkân, 25/67).
Daha
sonra Yüce Allah israfı şeytanların fiillerine izafe etmek suretiyle
savurganlığın çirkinliğine dikkat çekerek: "Çünkü saçıp savuranlar
şeytanlarla kardeş olmuşlardır." diye buyurmaktadır. Yani mallarını Yüce
Allah'a isyan yolunda harcayan savurganlar bu çirkin fiilleriyle şeytanlara
benzerler. Bunlar dünyada da ahirette de şeytanlarla birliktedirler. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim Rahmanın zikrinden yüz çevirirse biz
ona bir şeytan musallat ederiz. Artık o onun (ayrılmaz) arkadaşıdır." Yine
Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "O zulmedenleri ve onlara
eş olanları... (yani şeytanlardan onlarla birlikte olanları.)
toplayınız..." (Saffat, 37/22).
İbni
Mes'ud der ki: Savurganlık gerekli olmayan yerde harcamaktır. Müc-ahid der ki:
Bir insan malının tümünü hak yolda harcayacak olsa savurganlık yapmış olmaz.
Hak olmayan bir yerde bir avuç dahi harcayacak olsa bu da savurganlık olur. Ali
(k.v.) nin şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Kendine, aile halkına
israfsız ve savurganlığa sapmadan infak ettiğin ile verdiğin sadaka senin
lehinedir. Riyakârlık ve desinler diye yaptığın infak ise şeytanın
payınadır." Selef-i salihinden birisi hayır bir yolda alabildiğine
harcamalarda bulundu. Kendisine: "İsrafta hayır yoktur." denilince o:
"Hayır, hayırda israf yoktur." diye cevap verir.
"Şeytan
ise Rabbine karşı pek nanköndür." Yani şeytan Rabbinin nimetini çokça
inkâr eder. Çünkü o Yüce Allah'a gereğince amel etmemiştir. Aksine Allah'a
isyana, O'na muhalefete yönelmiştir. O bakımdan masiyetlerde ve yeryüzünde
fesat çıkartmak yolunda insanları saptırmak uğrunda çalışmıştır.
el-Kerhî
der ki: Yüce Allah'ın kendisine bir mevki, şeref veya mal ihsan ettiği kimse de
bu durumdadır. Eğer bu kişi bunu Allah'ın razı olmayacağı bir alanda kullanacak
olursa bu da Allah'ın nimetine bir nankörlüktür. Çünkü bu kişi sıfat ve fiiliyle
şeytana uygun davranmış olur.
Şeytanın
Rabbine karşı nankör olma niteliği, savurganın da aynı şekilde Rabbine nankör
olacağını göstermektedir. Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Bu ayet-i kerime
Arapların âdetlerine uygun olarak indirilmiştir. Çünkü onlar talan ve baskınlar
yoluyla mal topluyorlar, sonra da böbürlenmek ve övünmek arzusuyla bu malları
insanları İslâmdan alıkoymak, müslümanları zayıflatmak, düşmanlarını
güçlendirmek için harcıyorlardı. İşte bu ayet-i kerime onların yaptıkları
işlerin çirkinliklerine dikkat çekmek için nazil olmuştur.
5- Vereceğine dair güzel vaadde bulunmak yahut güzel söz söylemek:
"Rabbinden beklediğin bir rahmeti elde etmek için onlardan yüz çevirmek
zorunda kalırsan o zaman onlara yumuşak bir söz söyle." Yani eğer akrabadan,
yoksuldan, yolcudan malının azlığı ve fakirlik sebebiyle -onları açıkça redd
etmekten utanarak- yüz çevirecek olursan onlara güzel, yumuşak söz söyle ve
Allah'ın rızkı gelecek olursa onları gözeteceğini belirterek onlara iyi
vaadlerde bulun ve geçerli bir mazeret açıkla.
6- Yapılacak infakta orta yolu tutmak. "Ve elini boynuna bağlı
kılma..." YSee Allah infakı emrettikten sonra burada da infakın adabını ve
geçim için arta yol tutmayı, cimriliği yererek israfı da yasaklayarak
emretmektedir. Yani sendine ve akrabalık bağlarını gözetmek hususunda ailene ve
hayırlı işlerde cbbti olma. Aynı şekilde aşırıya kaçacak şekilde alabildiğine
bol bol infak ederek takatinden fazlasını verme. Gelirinden fazla -elinde bir
şey kalmayacak şekilde- harcamada bulunma.
Kısacası:
İnfakın esasları yaşayışta iktisat (orta yollu olmak), infakta da vasatı
aşmamaktır. Cimrilik de etmemeli, israfa da kaçmamaktır. Cimrilik, aşın eli
sıkılık, savurganlık ise aşırı harcamadır. Her ikisi de yerilmiştir. işlerin en
hayırlıları ise orta yollu olanlarıdır.
Ahmed,
İbni Mes'ud'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah î_a.) buyurdu ki:
"İktisat eden fakir düşmez." Beyhakî de İbni Abbas'tan şöyle dediğini
rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Nafakada iktisat
geçimin yarısıdır." ed-Deylemî de Müsnedü'l-Firdevs'inde Enes'ten merfu
olarak şunu rivayet etmektedir: "Tedbir (idareli harcama) geçimin
yarısıdır. Sevgi göstermek aklın yarısıdır. Üzüntü yaşlılığın yarısıdır. Aile
efradının Ezhğı ise iki zenginlikten birisidir."[42]
Buharî
ile Müslim'de Ebu Hureyre (r.a.)'den şöyle dediği rivayet edilmek-■sedir:
Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Kulların sabahladığı her günde mutlaka .ki
melek semadan iner. Onlardan birisi: "Allah'ım, infak edene infak
ettiğinin y/erini tutacak olanı ver." Diğeri ise: "Allah'ım cimrilik
edenin malını da telef *L" diye dua eder. Müslim'in Ebu Hureyre'den merfu
olarak rivayetine göre Hz. Peygamber) şöyle buyurmuştur: "Sadakadan dolayı
bir mal eksilmez. Allah için alçakgönüllülük edeni de Allah yükseltir." Ebu
Davud da Abdullah b. Ömer'den merfu olarak şunu rivayet etmektedir:
"Cimrilikten sakınınız, çünkü cimrilik sizden öncekileri helak etti. Bu
cimrilik duygusu kendilerine cimri olmalarını emretti, onlar da cimrilik
ettiler. Akrabalık bağını kesmelerini emretti kestiler, kötülük yapmalarını
emretti onlar da kötülük işlediler."
Daha
sonra Yüce Allah rızkın kendi iradesine bağlı olduğunu belirtti ki, insanlar
kimi vakitler rızıklarmın daralmasının Allah nezdindeki hallerinin kötülüğünden
kaynaklanmadığını idrak etsinler. Şöyle buyurmaktadır: 'Muhakkak ki Rabbin
dilediğine rızkı genişletir ve daraltır." Yani ey Rasul, ozık veren,
kısan, yayan, yarattıklarında dilediği gibi tasarruf eden, dilediğini Bengin
kılan dilediğini fakir kılan -bu husustaki hikmeti gereğince- senin Rab-:
indir. İşte bundan dolayı Yüce Allah: "Muhakkak ki O kullarından
hab--:"dardır, Basîr'dir." diye buyurmaktadır. Yani o Yüce Allah her
bir insanın maslahatının ancak o kadarında olduğunu bilir. O kimin zenginliği
hakettiğini, cimin fakirliği hakettiğini çok iyi bilen, haberdar olan, her şeyi
görendir. Kulların rızıklarmdaki farklılık Allah'ın (haşa) cimriliğinden dolayı
değildir. Aksine bu maslahatlara riayet içindir. Hadis-i şerifte şöyle
buyurulmuştur:
"Benim
kullarımdan kimisi vardır ki, ona ancak fakirlik elverişlidir. Eğer ben onu
zengin edecek olursam onun aleyhine dinini bozmuş olurum. Yine kullarımdan
öyleleri vardır ki onlara ancak zenginlik uygun gelir. Şayet ben o kimseyi
fakir düşürecek olursam onun aleyhine olmak üzere dinini ifsad ederim."
Zenginlik bazı kimseler hakkında imtihan olabilir. Fakirlik ise bir ceza
olabilir.
Ayet-i
kerimeden maksat şudur: Yüce Allah Rasulüne kendisinin Rab olduğunu
öğretmektedir. Rab ise kullarını terbiye eden, onu ıslah edip ihtiyaçlarını
karşılayan ve ıslahına elverişli bir miktarda ihtiyaçlarını karşılayarak
kimisine rızkı genişleten, kimisine de daraltandır.
[43]
Sözü
geçen bu hususlarda anlaşıldığı gibi ayet-i kerimeler aşağıdaki hükümleri ifade
etmektedir:
1- Tevhid imanın esasıdır. Şirk koşmak da küfrün ve sapıklığın başıdır.
2- Anne babaya iyilik yapmak, yerine getirilmesi gereken bir farzdır.
Şanı Yüce Allah kendisine ibadet edilmesini, tevhid edilmesini emretmiş ve anne
babaya iyi davranmayı da bununla birlikte söz konusu etmişt. /. Tıpkı her ikisine
teşekkür etmeyi Allah'a şükretmekle birlikte söz konusu ettiği gibi. Yüce
Allah: "Rabbin hükmetti ki: Kendisinden başkasına ibadet etmeyesiniz,
ana-babaya iyi davranasınız..." diye buyurduğu gibi. Ayrıca başka bir
yerde "Bana ve ana babana şükret ve dönüş banadır." (Lokman, 31/14)
diye de buyurmuştur.
3- Kişinin anne babasına kötü söz söylememesi, onlara kötü davranmaması
da yapılacak iyilikler kapsamındadır. Aksine davranışın büyük günahlardan
olduğunda da şüphe yoktur.
4- Anne babaya kötü davranmak, onlara istekleri olan hususlarda aykırı
davranmaktır. Nitekim onlara iyilik yapmak da onların maksatlarına uygun
hareket etmektir. Masiyet olmayan, maruf ve mubah olan hususlarda isteklerini
yerine getirmek gereklidir.
5- Anne babaya iyilik yapma emri sadece müslüman anne ve baba hakkında
değildir. Aksine kâfir olsalar dahi, anne babaya iyilik yapmak gerekir. Eğer
İslâm'ın himayesi altında yaşama ahdine sahip zimmi iseler onlara iyilik dahi
yapar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizinle din hususunda
savaşmamış, sizi yurtlarından çıkarmamış olanlara iyilik yapmanızı ve onlara
adaletle davranmanızı Allah size yasaklamaz..." (Mumtahine, 60/8).
Buharî'nin
Sahîh'inde rivayet edildiğine göre Hz. Esma şöyle demiş: Annem babası (dedem)
ile birlikte, müşrik iken Kureyşlilerle yapılan andlaşma (Hudeybiye) süresi
içerisinde -Peygamber (s.a.) ile andlaşma yapmışlardı-yanıma geldi. Ben
Rasulullah'a (s.a.) durumunu sormak üzere dedim ki: Annem benim kendisine iyilik
yapmamı arzu ederek gelmiş bulunuyor. Ben ona iyilikte bulunayım mı? Hz.
Peygamber: "Evet, annene iyilik yap" buyurdu.
6- Eğer cihat farz-ı ayn değil ise çocuğun anne babasının iznini almadığı
sürece cihada çıkmaması da anne babaya yapılan iyilik kapsamı içerisindedir.
Müslim Abdullah b. Amr'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bir adam
Rasulullah (s.a.)'ın yanına gelip cihat etmek üzere ondan izin istedi. Hz.
Peygamber: "Annen baban hayatta mıdır?" diye sorunca adam:
"Evet" dedi. Rasulullah (s.a.): "Sen onlar uğrunda (onlara
iyilik ederek) cihat et." diye buyurdu.
Müşrik
anne ve baba hakkında es-Sevrî de: "Kişi Onların izni olmadıkça gazaya
çıkamaz." derdi. Şafii ise: "İzinlerini almaksızın gazaya
çıkabilir." demiştir.
Anne
babanın sevdiklerini gözetmek de anne-babaya yapılan iyiliğin
tamamlayıcı
unsurlarındandır. Müslim'in Sahîh'inde İbni Ömer'den şöyle
dediği
rivayet edilmektedir: Rasulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim:
Şüphesiz
kişinin babasının sevdiklerine -babası geçip gittikten sonra- iyilikte
bulunması
iyiliğin en büyüğüdür."
Bedir
ashabından Ebu Useyd es-Sâidî yoluyla gelen hadis daha önceden zikredilmiştir.
8- Anne babaya karşı yapılan davranışları Yüce Allah özellikle gözetmektedir.
Çünkü Yüce Allah: "Rabbiniz nefislerinizde olanı en iyi bilendir."
buyurmaktadır. Yani O, sizin anne babanıza karşı merhametli, şefkatli
davranmanızı veya bunların dışında kalan onlara karşı kötü davranmayı, onun
zıttı olarak onlara iyilik yaparken riyakârca davrananın durumunu bilir.
9- Yüce Allah anne babaya iyilik yapmayı, onların haklarını gözetmeyi
emrettiği gibi, akrabalık bağını gözetmeyi, yoksula ve yolcuya sadaka vermeyi
de emretmiştir.
10- İslâm, savurganlığı haram kılmıştır. Savurganlık ise Şafii (r.a.)'nin
de dediği gibi, malı hakkı olmayan yerde harcamaktır. Hayır işlerinde savurganlık
söz konusu değildir. Cumhurun görüşü budur. Malik der ki: Savurganlık, malı hak
olan yerden elde etmekle birlikte, hak olmayan bir yere koymaktır, harcamaktır.
Bu ise israftır ve haramdır. Çünkü Yüce Allah:
Çünkü
saçıp savuranlar şeytanlarla kardeş olmuşlardır." buyurmaktadır.
11-
İhtiyaç miktarı dışında canının
çektiği, arzuladığı şeyler için malını harcayıp böylelikle malını tüketmekle
karşı karşıya gelen kimse savurgandır. Haram yolda tek bir dirhem harcayan
kimse yine savurgandır ve böyle bir kişi hacr (kanunî gözetim ve kısıtlılık)
altına alınır. Malının kârını yine canının çektiği şeyler için harcayıp bununla
birlikte asıl sermayesini koruyan kişi ise, savurgan sayılmaz.
12-
Üstün edeb, yardım imkânı
olmadığından akrabaları güzel sözlerle geri çevirmeyi ve imkânı olduğu takdirde
ise onların haklarını gözetleyeceğine dair güzel vaadlerde bulunmayı, kabul
edilebilir gerekçeler söyleyerek onlara özür beyan ederek davranmayı
gerektirir. Bu ise onların gönüllerini hoş eder, kişi hiçbir zaman zenginlik ve
imkânı olmakla birlikte onları küçümseyerek, onlardan yüz çevirerek haklarından
mahrum bırakmamalıdır. Çünkü Yüce Allah "Rabbinden beklediğin bir rahmeti
elde etmek için..." diye buyurmaktadır. Yani ey Muhammed, elin dar olduğu
için onlara vermeyecek olursan, onlara güzel söz söyle, yeterince özür dile ve
rızıklarınm genişlemesi için onlara dua et ve de ki: İmkân bulursam size iyilik
yaparım, ikramda bulunurum. Çünkü böyle bir davranış insanın ruhunu, tıpkı onu
gözetmek gibi sevindirir, memnun eder.
13- İslâm'da infâk, cimriliğe ve israfa kaçmaksızm orta yol ve mutedil harcamadır.
Kişi bu infakı ile gelecekte çoluk çocuğunun rızkını zayi etmemelidir. Yahut da
bundan sonra geleceklere bir şey bırakmamazlık etmemelidir. Çünkü haksız yere
israf ve malı telef etmek israfta bulunan kimseyi pişmanlığa, hasrete ve
kınanmaya mahkûm eder. Malını telef ettiği için yahut da vermediği kimseler
tarafından yadırganan kimse, "kınanmış" kişi demektir.
14- Şüphesiz Allah kullarının menfaatlerini ve durumlarını en iyi
bilendir. O bakımdan o hikmet ve maslahata uygun olarak dilediğine rızık verir
ve dilediğinden de rızkı alıkoyar.
[44]
31-
Açhk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyiniz. Onlara da size de biz rızık
veririz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır.
32-
Zinaya da yaklaşmayınız. Çünkü o bir hayasızlıktır ve kötü bir yoldur.
33-
Allah'ın haram kıldığı canı öldürmeyin, hak ile olursa müstesna. Kim
zulmedilerek öldürülürse gerçekten
biz onun velisine bir hak tanımışızdır. Artık o da öldürmekte aşırı
gitmesin. Çünkü o zaten yardım görenlerden olmuştur.
34-
Erginlik çağına ulaşıncaya kadar yetimin malına -en güzel şekilde olması
dışında- yaklaşmayın. Ahdi de yerine getirin. Muhakkak ahitten sorulacaktır.
35-
Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun ve dosdoğru ölçü ile tartın. Bu hem daha
hayırlıdır, hem sonuç itibariyle daha güzeldir.
36-
Bilmediğin şeyin ardınca gitme. Çünkü kulak da, kalp de, göz de; bütün bunlar
ondan mesuldürler.
37- Yeryüzünde kibirlenerek yürüme. Şüphesiz ki
sen ne yeri yarabilirsin ne de boyca dağları aşabilirsin.
38-
İşte bütün bunlar kötülükleri Rab-bin katında sevilmeyen bir şeydir.
39-
Bunlar Rabbinin sana vahyettiği hikmettendir. Allah ile beraber bir başka ilah
edinme. Yoksa kınanmış ve kovulmuş olarak cehenneme atılırsın.
"Zinaya
da yaklaşmayınız" buyruğu zina işlemeyiniz yahut zina etmeyiniz emrinden
daha beliğdir.
[45]
"Açlık
korkusuyla" yani fakirlik korkusuyla diri diri gömmek suretiyle
"çocuklarınızı öldürmeyiniz. Onlara da size de biz rızık veririz."
Burada çocukların rızkı babaların rızkından önce söz konusu edilmiştir. Zira
çocukların öldürülmesi çocuklar sebebiyle fakirliğe düşmek korkusuydu. O
bakımdan onların rızkı öne alınmıştır. En'am suresinde ise "Sizi de onları
da biz rızıklandırırız." (6/151) diye buyurulmakta ve burada da babaların
rızkı çocukların rızkından önce söz konusu edilmektedir. Zira o çocukların
öldürülmeleri babaların fakir düşmelerinden dolayı idi. Bu "Onları
öldürmek gerçekten büyük bir günahtır." yani günahı oldukça büyük bir hata
idi.
"Zinaya
da yaklaşmayın çünkü o bir hayasızlıktır." Apaçık bir çirkinlik, çirkin
bir iştir "ve kötü bir yoldur." O ne kötü bir yoldur! Çünkü zina
ırzlara bir saldırıdır ve neseplerin koparılmasına götürür, namusları zorla
gasbetmek ve fitneleri körüklemektir.
"Kim
zulmedilerek öldürülürse biz onun velisine" mirasçısına "bir hak
tanımışızdır." Yüce Allah'ın "Kim zulmedilerek öldürülürse"
buyruğu burada sözü geçen öldürmenin haksızca saldın ile kasten öldürmek
olduğunu göstermektedir. Çünkü hata yoluyla öldürmeye "zulmen"
denilmez. "Artık o da" katilden başkasını öldürmek suretiyle yahut da
öldürdüğü aletten başkasıyla yahut bir kişiden fazlasını öldürmek suretiyle
"öldürmekte aşırı gitmesin." Bu buyruk ile cahiliye dönemindeki
intikam alma adeti yasaklanmaktadır.
"Yetimin
malına en güzel şekilde olması müstesna" yani en güzel yol hangisi ise o
yolla olması müstesna, "ahdi de yerine getirin." Allah'ın ahdini
yahut mükellefiyetlerini ya da kesin, sağlam ve tekitli bir şekilde insanlarla
yapmış olduğunuz ahitleri. "Muhakkak ki ahitten sorulacaktır." Yani
ahitte bulunanlar bundan dolayı sorguya çekilecektir ve ahit yapandan onu zayi
etmemesi, eksiksiz bir şekilde yerine getirmesi istenir.
"Ölçüyü
tam tutun" eksiksiz yapın "ve dosdoğru ölçü ile tartın" yani
doğru tartan terazi ile tartın yahut da âdil bir şekilde ölçün.
"Bilmediğin
şeyin ardınca gitme!" Bilmediğin şeyi izleme, arkasından gitme! "Göz
de kalp de... ondan mesuldürler." Bunlara sahip olanlar bunları ne şekilde
kullandıklarından sorumludurlar. Bütün bu organlar aklı başında olan varlıklar
gibi söz konusu edilmişlerdir. Buna sebep ise bunların sahiplerine karşı
şahitlik etmeleri ve durumlarından sorumlu olacaklardır.
"Kibirlenerek"
böbürlenerek yahut da kibir ve böbürlenmek suretiyle övünerek büyüklük
taslayarak "yürüme. Şüphesiz ki sen ne yeri yarabilirsin" kibirinle
orayı delemezsin yahut da sert adımlarla orayı çiğneyerek oradan bir yol
açamazsın "ne de boyca dağları aşabilirsin".
"İşte
bütün bunlar" yani yüce Allah'ın: "Rabbin hükmetti ki..."
buyruğundan itibaren buraya kadarki bütün buyruklar "Rabinin sana
vahyet-tiği hikmettendir," ey Muhammed! Burada hikmet, şanı yüce Allah'ı,
gereği gibi tanıyıp bilmek ve gereğince amel etmek üzere de hayrı ve öğüt
teşkil eden şeyleri bilmektir.
"Allah
ile beraber bir başka ilâh edinme!" Burada bu emir tevhidin işin İnafi ve
sonu olduğuna dikkat çekmek için tekrarlanmıştır. Çünkü böyle bir t olmayanın
ameli olmaz. Yaptığı yahut yapmadığı ile tevhitten başka bir güden kimsenin işi
boşunadır. Tevhit hikmetin başı ve esasıdır. "Yoksa ıış" bizzat
kendin kınanmış "ve kovulmuş" yani Allah'ın rahmetinden ıklaştırılmış
"olarak cehenneme atılırsın." Daha sonra Yüce Allah şirkin »ki sonucunu
ifade etmektedir ki bu da cehenneme atılmaktır.
[46]
Şanı
yüce Allah önce bize şu beş hususu emretti: Tevhit, ihlâsla Allah'a ibadet
etmek ve Allah'tan başkasına ibadetten çekinmek, anne babaya iyilik yapmak,
onlara karşı alçakgönüllü davranmak, akrabalara, yoksullara bir şeyler vermak
ve güzel söz söylemek. Bundan sonra Yüce Allah infâkın âdabını suretti ki, bu
da israfa kaçmadan ve cimrilik yapmadan orta yolu seçmektir. Banların akabinde
ise üç şeyi yasakladı ki onlar da zina, -hak ile olması müstesna olmak üzere-
öldürmek ve -en güzel yol ile olması hali dışmda-yetimin malına yaklaşmak.
Bunun
akabinde de üç emir vermektedir. Bunlar da ahde vefa, ölçüyü taslamam yapmak,
doğru terazi ile tartmak. Sonra da üç şeyi yasaklamaktadır: Bilmediğin şeyin
ardından gitmek, kibirlenmek ve böbürlenmek, Allah'a ortak coşarak ilâhlar
edinmek.
Kısacası
Yüce Allah bu ayet-i kerimeler ile onlardan önceki ayet-i kerimelerde 25 türlü
mükellefiyeti bir arada zikretmektedir. Bunlar ise öncelikle tev-zıâi emretmek,
şirki yasaklamakla başladı, yine bu emir ve yasağı hatırlatarak sona erdirdi.
Böylelikle her bir amelin, sözün düşüncenin ve zikrin başını-ia tevhidin söz
konusu edilmesinin gereğine dikkat çekmiş olmaktadır.[47]
1- Şirki bir kenara itmek: "Allah ile beraber başka bir ilâh
edinme."
2,3- Allah'a ibadeti emredip O'ndan başkasına ibadeti yasaklamak:
"Rab-bin hükmetti ki kendisinden başkasına ibadet etmeyesiniz."
4- Anne babaya iyilik yapmak: "Ana ve babaya iyi davranasınız."
5-9- Anne babaya çeşitli iyiliklerde bulunmak. Bunlar da beş tanedir:
Onlara of dahi deme. Onları azarlama ve her ikisine de tatlı söz söyle. Merhametinden
dolayı onlara alçakgönüllülük kanatlarını indir ve de ki: Rabbim ikisine...
merhamet et."
10-12- Üç mustaz'afa bir şeyler vermek: "Yakın akrabaya hakkını ver,
miskine ve yolcuya da."
13- Savurganlık yapmamak: "...ama saçıp savurma."
14- Güzel söz söylemek: "O zaman onlara yumuşak bir söz söyle."
15- Cimrilik ve eli sıkılık yapmamak: "Ve elini boynuna bağlı
kılma."
16- Kız çocukları diri diri gömmeyi yahut çocukları öldürmeyi haram
kılmak: "Açlık korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyiniz."
17- Hak ile olması müstesna öldürmeyi haram kılmak: "Allah'ın haram
kıldığı canı öldürmeyin. Hak ile olursa müstesna."
18- Velinin kısasta hak sahibi olduğunu kabul etmek. "Kim
zulmedilerek öldürülürse gerçekten biz onun velisine bir hak
tanımışızdır."
19- Kısasta aşırılığı haram kılmak: "Artık o da öldürmekte aşırı
gitmesin."
20- Ahde vefa göstermek: "Ahdi de yerine getirin."
21- Ölçüyü tastamam yapmak: "Ölçtüğünüz zaman da ölçüyü tam
tutun."
22- Adaletle tartmak: "Ve dosdoğru ölçü ile tartın."
23- Zannm peşine düşmemek: "Bilmediğin şeyin ardınca
gitme."
24- Büyüklenmeyi, böbürlenmeyi haram kılmak: "Yeryüzünde kibirlenerek
yürüme."
25- Şirki haram kılmak: "Allah ile beraber bir başka ilâh
edinme!"
[48]
İslâm
toplumunun esaslarını açıklayan bu ayet-i kerimelerde sözü edilen itaatlerin
beşinci türü[49] işte budur. Bu ise kız
çocukları diri diri gömmektir. Yüce Allah anne babaya iyilik yapma şekillerini
açıkladıktan sonra, çocuklara iyilik yapma şeklini beyân etmektedir.
Fakirlik
yahut utanç korkusuyla kız çocuklarınızı öldürmeyin. Onları rızıklandıran
biziz, siz değil. Sizi de biz rızıklandırıyoruz. Fakirlik yahut utanç korkusuyla
onları öldürmek oldukça büyük bir günah, büyük bir vebaldir. Altından
kalkılamayacak kadar ağır bir mesuliyettir. Burada öncelikle çocukların
rızkına dair haber verilmektedir. Çünkü burada varlıklı olanlara hitap
edilmekte ve onların rızıklarma verilen önem söz konusu edilmektedir. Buna
karşılık En'am suresinde ise babaların rızkı ile ilgili habere öncelik
tanındığını görüyoruz: "Sizi de onları da biz rızıklandırırız."
(En'am, 6/151). Çünkü burada fakirlere hitap edilmektedir ve fakirlik dolayısıyla
çocukların öldürülmesini yasaklamaktadır. O halde babaların da çocukların da
rızıkları Allah'ın elindedir. Fakirlik korkusuyla çocukları öldürmek ise
Allah'a karşı kötü bir zan beslemektir. İsterse çocukular utanç korkusu ve kız
çocuklarının kıskanılması dolayısıyla olsun. Çünkü böyle bir iş dünyanın
tahribi için çalışma demektir.
Ayet-i
kerime Yüce Allah'ın kullarına, babanın çocuğuna olan merhametinden daha
merhametli olduğunu göstermektedir. Çünkü Yüce Allah çocukların öldürülmesini
yasaklamaktadır. Nitekim miras hususunda da babalara çocukları tavsiye ettiğini
biliyoruz. Cahiliye dönemi insanları ise hiçbir zaman kız çocuklara miras
vermezler, kimi zaman kız çocuklarını toprağa diri diri gömerek öldürürlerdi.
Buna sebep ise kız çocukların kazanmaktan aciz olmaları ve denk olmayan
kimselerle kız çocuklarını evlendirmek »orunda kalacaklarından korkmalarıydı.
Buharı
ile Müslim'de İbni Mes'ud'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ey Allah'ın
Resulü, en büyük günah hangisidir dedim. Şöyle buyurdu: "Allah seni yaratmışken
O'na ortak koşmandır." Sonra hangisidir diye sordum, o "Seninle
beraber yemek yer (rızkını paylaşır) korkusuyla çocuğunu âldürmendir."
dedi. Sonra hangisidir diye sordum, bu sefer: "Komşunun hanımı Se zina
etmendir." buyurdu.
Altıncı
tür, zinanın haram kılınmasıdır: Yüce Allah daha önce geçen beş hususu emir
buyurduktan sonra zina, öldürmek ve yetimin malını yemekten ibaret olan üç şeyi
yasaklamaktadır. Önce zinayı haram kıldı. Çünkü o bir çeşit israf (haddi
aşmak)tır. Zinanın haram kılınması, cimriliğin görünür hallerinden birisi olan
çocukları öldürmeyi yasaklamanın akabinde söz konusu edilerek şöyle
buyurmuştur: "Zinaya da yaklaşmayınız, çünkü o bir hayasızlıktır ve kötü
bir yoldur." Yani zinadan en ufak bir payınız olmasın, asla «mu işlemeyiniz.
Zinaya götüren sebeplere de, bu fiili çağrıştıran hususlara da yaklaşmayınız.
Çünkü ona götüren sebepler sonunda zinaya götürür. Elbette ki zina çok çirkin
ve hayasızca bir iştir, büyük bir günahtır, çok kötü bir yoldur. Çünkü zina ile
aileler parçalanır, nesepler karışır. Haramlar çiğnenir, başkalarının haklarına
saldırılır. Ailelerin parçalanması ile anarşi yayılır ve toplumun esasları
tahrip edilir, bunalımlara kapı açılır. Öldürücü hastalıklar yaygınlık
gösterir, fakirliğe, zillete ve alçaklığa düşürür. el-Kaffal der ki: Bir
insana: "Bu işe yaklaşma," denilecek olursa bu o kimseye "Bunu
yapma" demekten daha pekiştirilmiş bir emirdir. Diğer taraftan Yüce Allah
bu yasağı 'Çünkü o bir hayasızlıktır ve kötü bir yoldur." buyruğu ile
gerekçelendirmektedir.
İbni
Ebi'd-Dünya, el-Heysem b. Malik et-Taî'den Rasulullah (s.a.)'a kadar merfû bir
isnad ile Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: Allah nezdinde
şirkten sonra bir erkeğin kendisi için helâl olmayan bir rahime nutfesini
bırakmasından daha büyük hiçbir günah yoktur."
Peygamber
(s.a.)'in İmam Ahmed'in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte genç bir delikanlıya
zinaya dair oldukça beliğ ve gerçekçi bir ders verdiğini görüyoruz. Zina nasıl
ki kişinin annesi, kızları, kızkardeşleri, halaları ve teyzeleri için
hoşlanılmayan, çirkin görülen bir iş ise aynı şekilde başka insanların da kendi
anneleri, kızkardeşleri, hala ve teyzeleri için sevmedikleri bir iştir. Hz. Peygamber
bu örneği verdikten sonra elini o gencin göğsünün üzerine koyarak şöyle buyurdu:
"Allahım, sen bunun günahını mağfiret buyur, kalbini arındırır ve onun
cinsiyet organını haramdan koru." Artık bundan sonra o genç haram bir şeye
dönüp bakmadı.
Zinayı
serbest kabul eden doğu ve batılı ülkeler ise neseplerin karışmasına da namus
diye bilinen ahlâki erdeme de önem vermezler. Artık bu onların ahlâkî değerleri
arasında bir değer olmaktan çıkmıştır. Kadından yararlanmayı yemek içmek gibi
bir şey haline getirmişlerdir. Bu ise oldukça kötü bir durumdur. Her şeyi
altüst etmektir, insan fıtratının tepetaklak dönmesi demektir.
Yüce
Allah zinayı üç sıfat ile nitelemektedir: Onun hayasızlık olması, bir başka
ayette oldukça gazabı gerektirici bir iş olması ve kötü bir yol olması.
Hayasızlık olmasının sebebi dünyanın yıkılmasını gerektiren neseplerin bozulması
gibi kötü bir sonucu bünyesinde taşıması, namus ve iffetlere saldırıp bunlar
dolayısıyla öldürme tehlikesini barındırması ve aynı zamanda bunun da dünyanın
harap olmasını gerektirmesi. Gazaba sebep olmasına gelince: Çünkü zina eden
kadın gazaba uğrayan, tiksinilen bir varlık olur. Çözülmüş toplumlarda bile bu
böyledir. Bu ise aile sahibi olmamak, evlenmemek sonucunu doğurur ve insanın
önemli hiçbir işinde kadına güvenmemesi sonucu verir. Kötü bir yol olmasına
gelince, insan ile hayvanlar arasında belli dişilerin belli erkeklere has
olmaması bakımından bir fark kalmaz. Aynı şekilde bu işin zilleti, ayıbı ve
çirkinliği de genellikle toplumda kadın üzerinde kalır.[50]
Yedinci
tür, öldürmenin haram kılınmasıdır: "Allah'ın haram kıldığı canı öldürmeyin..."
Bu da (bu buyruklar arasında) yasak kılman işlerin ikincisi, toplum ile ilgili
hükümlerin yedincisidir. Zinadan sonra söz konusu edilmesi uygun düşmüştür.
Çünkü zina insanın var olmaması sonucunu verir. İnsan neslinin azalmasına sebep
olur. Öldürmek ise insan varlığını yıkar ve insanları yok etmeye kadar
götürdüğünden haramdır. Çünkü Allah'ın yaratmasına ve yarattıklarına bir
saldırıdır. Çünkü insan kendi kendisinin maliki değildir, aksine insan
yaratıcısının mülküdür. Toplumun ve devletinin bir servetidir. Bu bakımdan
İslâm'da intihar da haram kılınmıştır, hak ile olması dışında canın öldürülmesi
de. Kim kendisini öldürecek olursa o haddi aşmış bir günahkârdır. Kim de
başkasını öldürürse o da haddi aşmış bir günahkârdır.
Ayet-i
kerimenin anlamı şudur: Dinin öldürülmesini haram kıldığı insanı -şer'î bir hak
ile olması hali dışında- öldürmeyiniz. Bu da üç şeyden birisidir: İmandan sonra
küfür (irtidat), muhsan olduktan sonra zina ve kanı koruma altında olan bir
kimseyi kasten öldürme. Buharı, Müslim ve başka hadis kitaplarında Abdullah b.
Mes'ud'dan Rasulullah (s.a.)'ın şu buyruğunu naklettiği sabittir.
"Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın rasulü olduğuna
şahitlik eden müslüman bir kimsenin kanı ancak şu üç şeyden birisi ile helâl
olur:" "Cana karşılık can, muhsan zinakâr ve dinini terk edip müslüman
cemaatten ayrılan." Tirmizî ve Nesaî'nin Simerc'lerinde de Abdullah b.
Amr'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Dünyanın zeval bulması Allah nezdinde
müslüman bir kimsenin öldürülmesinden daha hafiftir.
Haksız
yere öldürmek çok büyük bir günahtır. Çünkü o yeryüzünde bir fesattır, Yüce
Allah ise, fesatı sevmez. O bir zarardır, bir saldırganlıktır, güvenligi ihlâl
etmektir. Toplumda çalkantıya sebeptir, insanlığın son bulmasına götüren bir
yoldur.
Şanı
yüce Alfan: "Kak iCe müstesna"6uyruğu. iie riaff: lie" ötâarme
âaûht jJdürmenin haram kılınması genel ilkesinden istisna ettikten sonra,
devletin kontrolü altında maktulün velisine kısası uygulama hakkını tespit
etmektedir. Bununla birlikte öldürme işinin yalnızca katile münhasır kalması
kaydını da getirmekte ve şöyle buyurmuktadır: "Kim zulmedilerek
öldürülürse gerçekten biz onun velisine bir hak tanımışızdır..." Yani her
kim zulmen ve öldürülmesini gerektiren haklı bir sebep olmaksızın, haksızca ve
saldırganlıkla öldürülürse, artık biz mirasça yahut da mirasçının olmaması
halinde yönetici yetkisine sahip olan ve onun hakkını talep etme hakkına sahip
olan kimselere, katile karşı bir yetki vermişizdir. Ve biz ona şu iki şeyden
tercih etme imkânını tanımışızdır: Ya mahkemenin hükmünden sonra hakimin
kontrolü altında kısas ya da diyet karşılığı yahut karşılıksız olarak -Sünnet-i
seniyyede sabit olduğu gibi- katili affetmek. Çünkü Yüce Allah şöyle
buyurmuştur: "Ey iman edenler, öldürmelerde üzerinize kısas farz
yazıldı." (Bakara, 2/178). Hz. Peygamber de Ebu Davud ile Nesaî'nin Ebu
Şureyh el-Huzâî'den rivayetlerine göre şöyle buyurmuştur: "Benim
söylediğim bu sözümden sonra her kimin bir yakını öldürülecek olursa onun
akrabaları şu iki şeyden birisini tercih edebilirler: Ya diyet alırlar yahut
da katili öldürürler." İşte kanı talep etme yetkisine ı velayetine) sahip
olana tanınmış bulunan bu hak, öldürmede aşırıya gitmemek kaydıyla kayıtlıdır.
Yani katili öldürme hakkına sahip olan veli, o katile müsle uygulamak
(azalarını kesmek) yahut da katilden başkasına kısas uygulamak suretiyle
aşırıya gitmesin. Cahiliye halkı ile günümüzde üstünlük sağlamak ve yüreklerini
soğutmak için pek çok kimseyi öldüren cahillerin âdeti gibi yapmasın. Mühelhel
b. Ebi Rabia, Müceyr b. el-Haris b. Abbâd'ın öldürülmesi üzerine şöyle
söylemişti: Sen ancak Küleyb'in bir ayakkabısına eşit olabilirsin. Küleyb'e
karşı bütün Mürrelileri öldürmekten başka bir şey kâfi gelmez.
Ey
veli, öldürmeye karşı kısası uygularken aşırıya gitme! Çünkü zaten sen şer'an
katile karşı yardım görmüş, desteklenmiş bir kimsesin. Yüce Allah dünyada da
âhirette de günahlarını örtmek ve katili cehennemde azaplandırmak suretiyle
sana daha hayırlısını verecektir.
Bundan
kasıt da şudur: Evlâ olan kanı taleb etme hakkına sahip olan kimsenin katili
öldürmeye kalkışmaması ve diyet almak yahut da karşılıksız affetmek ile
yetinmesidir. Çünkü yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: "Her kime
kardeşinden bir şey affolunursa artık (veli katilden diyeti almak için) marufla
olsun ve katil de ona güzellikle ödesin." (Bakara, 2/178); "Bununla
birlikte affetmeniz takvaya daha yakındır." (Bakara, 2/237).
Sekizinci
tür, yetimin malını yemenin haram kılınması:"... yetimin malına
yaklaşmayın." Yüce Allah insanı telef etmeyi haram kıldıktan sonra malları
telef etmeyi de haram kılmaktadır. Yani yemek suretiyle ve telef etmek yoluyla
yetimin malına yaklaşmayınız, tasarrufta bulunmayınız. Ancak yetim lehine bir
fayda yahut açık bir maslahat gerçekleştiren bir durumda olması bundan müstesnadır.
Bu ise yetimin malını korumak veya onu artırma yoluna gitmek suretiyle en güzel
yol ile olur ve bu reşit olarak bulûğa erinceye ve büyüyüp olgunlaşmcaya, aklı
tamamlanıncaya kadar devam eder. Güçlü duruma gelmek, aklı ve reşitliği
sayesinde malını ıslah edecek yaşa varmasıyla olur. Reşit olması halinde artık
başkasının o malı üzerindeki velayeti son bulur. Bu da bulûğ yaşına reşit
olarak varmasıdır. Eğer akıllı olmayarak yahut rüşdsüz bir şekilde bulûğa
ererse daha önceki velayet devam eder. Aklın bulûğu ise aklın kemale ermesi,
duyu ve harekete iten güçlerinin olgunlaşması demektir. Şu ayet-i kerime de bu
buyrukları andırmaktadır: "Büyüyecekler diye onların mallarını israf
ederek çabucak yemeyin. Kim zenginse kaçınsın, fakir olan da örfe göre yesin."
(Nisa, 4/6). O bakımdan yetimin velisinin fakir ise maruf ölçülerde ihtiyacı
dolayısıyla yetimin malından bir şeyler alması caiz olur.
Yüce
Allah'ın "Yetimin malına... yaklaşmayın." ayeti nazil olunca ashab-ı
kirama ağır geldi. O bakımdan yiyecek olsun başka şeylerde olsun yetimlerin
mallarını kendi mallarına karıştırmazlardı. Bu ise yetimlerin bir takım
işlerinin ihmal edilmesi sonucunu doğurdu. Bunun üzerine Yüce Allah şöyle
buyurdu: "Eğer onları da katarsanız biliniz ki onlar kardeşlerinizdir.
Allah fesat yapanı da ıslah edeni de bilir." (Bakara, 2/250).
Dukuzuncu
tür, ahde vefadır: "Ahdi de yerine getirin, muhakkak ki ahitten
sorulacaktır." Yüce Allah öncelikle beş hususu emrettikten sonra üç hususu
da yasaklamaktadır (bunlar zina, hak olması dışında öldürme ve yetimin malına
yaklaşmaktır). Arkasından üç hususu emrettiğini görüyoruz. Bunların birincisi
ise ahde vefadır. Yani insanlarla sözleştiğiniz ahdi eksiksiz yerine getiriniz,
onlarla karşılıklı ilişkilerde bulununuz, akitlerin gereğini ifa ediniz. Çünkü
ahit ve akit sahipleri bundan sorumlu tutulacaklardır. Bu ayetin bir benzeri
de: "Ey iman edenler, akülerinizi tastamam yerine getiriniz." (Maide,
5/1) ayetidir. Buna göre ahit bir fazilet ve bir mîsak (söz, andlaşma), akit
ise bir yükümlülüğü kabul etmek ve bir bağlantı yapmaktır. Ahdi bozmak hainlik
ve münafıklıktır. Ahdi terk etmek ise güveni yok etmek, hakları zayi etmektir.
O bakımdan şer'an ahde vefa göstermek icap eder, akdin gereğini yerine getirmek
gerekir. Kim verdiği sözde durmaz, ahdini yerine getirmez, akdinin gereklerini
yürürlüğe koymazsa günaha düşer, isyanda bulunmuş, imanın ve dinin gereğini
ihlâl etmiş olur. Ahit insan ile Allah arasındaki ve kişi ile sair insanlar
arasındaki her türlü ilişkiyi kapsayan genel bir emirdir. Akit de yemin,
alışveriş, şirket, icare, sulh ve evlilik gibi insanın gereklerini yerine
getirmeyi üstlendiği her bir şeydir.
İşi
sağlamlaştırıp pekiştirmek suretiyle yapılan her bir ahit, akittir. Bu bakımdan
dolayı ahitlere ve akitlere bağlı kalıp gereklerini yerine getirmenin vücubuna
delâlet eden pek çok ayet-i kerime varit olmuştur. Yüce Allah'ın şu buyrukları
gibi: "Ve ahitleştiklerinde ahitlerini eksiksiz yerine getirenler..."
(Bakara, 2/177); "Ve emanetlerine ve ahitlerine riayet edenler..."
(Mü'minûn, 23/8; Meâric, 70/23); "Ve Allah alışverişi helâl
kılmıştır." (Bakara, 2/275); "Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda
sizden karşılıklı bir rızaya dayalı ticaret ile olması hali müstesna, batıl
yollarla yemeyiniz." (Nisa, 4/29).
Ahde
veya akde bağlı kalmak, onun gereğini yerine getirmek, şer'i usule uygun,
onunla çatışmayan ve karşılıklı rızaya uygun olarak gereklerini yerine
getirmektir.
Onuncu
tür, ölçüyü eksiksiz yapmak, tartıyı adaletle yapmaktır: "Ölçtüğünüz zaman
da ölçüyü tam tutun ve dosdoğru ölçü ile tutun." İşte bu, bu ayet-i
kerimede sözü geçen üç emirden ikincisidir. Bu ölçüleri ve tartıları eksiksiz
yapmaya dairdir. Yani eksiltmeksizin ölçülerinizi tam yapınız. Zulüm yahut
haksızlığa sapmaksızm da adaletle tartıyı tam yapınız. Kendiniz için ölçer yahut
tartacak olursanız ölçü veya tartıyı fazla yapmayınız. Bununla birlikte
hakkınızı eksiltmenize bir mani yoktur. "Bu hem daha hayırlıdır..."
Yani ahde bağlı kalmanın ölçü ve tartıyı eksiksiz ve adaletle yapmanın dinde de
dünyada da geçiminizde ve akıbetinizde daha hayırlı olacağını, ahiretinizde
akıbet ve dönüş yeri bakımından da daha iyi olacağını biliniz. Böyle yaptığınız
takdirde kıyamet gününde o konuda sorgulanmaz yahut cezalandırılmazsınız.
İnsanlar da sizinle ilişki kurmaya rağbet eder, sizden övgü ile söz eder, kötü
bir nam sahibi olmakla karşı karşıya kalmazsınız, yahut yetkili organlar
tarafından cezalandırılmazsınız. Tecrübe ile sabittir ki güvenilir tacir asıl
sevilen, insanların kendisine doğru koştuğu kârlı kimsedir. Ölçü yahut
tartısını eksik yapan tüccar ise, insanların kendisinden yüz çevirdikleri, bir
kenara itip nefret ettikleri ve ziyana uğrayan kimsedir.
Yine
bu ayet-i kerimenin anlamını ifade eden başka bir çok ayet-i kerime varit
olmuştur. Bunların bazıları şöyledir: "Tartıyı adaletle dosdoğru yapın ve
tartıyı eksik yapmayın." (Rahman, 55); "İnsanların eşyasına haksızlık
etmeyin, yeryüzünde ıslah olunmuşken fesat çıkartmayın." (A'râf, 7/85);
"Ölçü ve tartıyı eksik yapanların vay haline ki, onlar insanlardan ölçerek
aldıklarında tam alırlar, onlara ölçerek yahut tartarak verdiklerinde ise eksik
verirler." (Muttaffifm, 83/1-3).
Akitlere
ve ahitlere tastamam bağlı kalmak, ölçü ve tartıyı eksiksiz yapmak her birisi
başlı başına üstün toplumsal bir uygarlık kaidesidir. İnsanlar arası ilişkilerin
yüksek noktalara ulaştırılmasında zorunlu ve temel esası teşkil ederler. Bu ise
karşılıklı güven ve huzuru sağlar, karşılıklı ilişkilerin gelişmesine, kârın ve
kazancın artmasına sebep olur.
Onbirinci
tür, tahmin ve kötü zandır: "Bilmediğin şeyin ardınca gitme..." Yani
şanı yüce Allah bu üç emri açıkladıktan sonra yine yasakları söz konusu ederek
şu üç hususu yasak kılmaktadır:
Bunların
birincisi tahmin ve kötü zanna dayanarak konuşmaktır. Bu, günlük yaşayışta bir
kusurdur, haksız yere başkalarını tenkit etmektir, ilim ve gerçeğin
kutsallığını heder etmektedir. Yani söz ya da davranış türünden olsun
bilmediğin şeyin izinden gitme, ardına düşme! Maksat ise sağlıklı bir şekilde
bilinmeyen hususlara dayanarak delilsizce hüküm vermektir. Bu aynı zamanda
müşriklerin ilâhî meselelerde ve peygamberliğe dair hususlardaki yanlış
itikatlarını yasaklamayı da kapsamına alır. Onlar bu yanlış itikatlarla
geçmişlerini taklit ettikleri ve hevalarma tabi oldukları için varırlar:
"Onlar ancak zanna ve nefislerin arzu ettiklerine tabi olurlar."
(Necm, 53/23).
Aynı
şekilde bu yasak, yalan şahitliği ve yalan söz söylemeyi, iftirada bulunmayı,
muhsan (evli) erkek ve kadınları (iffetlileri) yalan iftiralara maruz
bırakmayı, yalan söylemeyi, iftira ve bühtanda bulunmayı da kapsamaktadır.
Zanna bağlı olarak başkalarını tenkit etmeyi, başkalarının gizliliklerini
araştırmayı, bilimsel gerçekleri değiştirmeyi ve buna benzer hususları da kapsamına
alır. İnsanın bilmediği bir şeyi söylemesi yahut da bilmediği bir şeye göre
amelde bulunması, ya da bilmediği bir şeye dayanarak başkasını kötülemesi uygun
değildir. Bu kötü huy Müslümanlar arasında da yaygınlık kazanmış bulunuyor ve
artık bilgisizce, güvenilir kaynaklar olmaksızın söz söylemek, din ve imanın
zaafa uğraması, ve ahlakî değerlerin çözülüşü sebebiyle oldukça yaygın bir hal
almıştır. İşte bundan dolayı Kur'ân-ı Kerim bu hastalıklı durumdan sakındırarak
şöyle buyurmaktadır: "Çünkü kulak da, göz de, kalp de bütün bunlar ondan
mes'uldür..." Yani ilim ve bilginin anahtarları durumunda olan, işitmek ve
görmek -ki bunlar maddi ve deneysel bilgilerin aracıdır- aklî ilimlerin
kendisiyle elde edildiği kalbin sahibi kıyamet gününde bunlardan sorumlu
tutulacak ve bunlara da sahibi hakkında soru sorulacaktır. İnsan kendisi için
helâl olmayan şeyleri işitecek, bakması ya da görmesi helâl olmayan şeylere
bakacak ya da görecek olursa, yapması helâl olmayan şeyleri yapmaya karar
verirse bunlardan dolayı sorumlu tutulur, ceza görür. Zira bilgi edinmenin
aracı olan bu organların masiyette değil, itaat yolunda kullanılması gerekir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler, zandan çokça
kaçının, çünkü zannın bir kısmı günahtır." (Hucurat, 49/12). Peygamber
(s.a.) de Buharî ile Müslim'in Ebu Hureyre'den yaptıkları rivayete göre şöyle
buyurmuştur: "Zandan alabildiğine sakınınız. Çünkü zan sözün en yalan
olanıdır." Hatta bu organlara sahipleri hakkında soru sorulacaktır. Bu da
Yüce Allah'ın onlara hayat vermesiyle olacak, sonra da bunlar insan aleyhine
şahitlikte bulunacaktır. Buna delil de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "O
günde onların dilleri, elleri ve ayakları neler yapmakta olduklarından
aleyhlerine şahitlik edeceklerdir." (Nur, 24/24).
İbni
Abbas der ki: Gözünün gördüğü, kulaklarının işittiği, kalbinin bellediği
şeyler dışında hiçbir şey hakkında şahitlik etme! Katâde de der ki:
İşitme-mişsen işittim, bilmediysen bildim, görmediysen gördüm, deme.
Onikinci
tür, büyüklenmenin ve böbürlenmenin haram kılınmasıdır: "Yeryüzünde
kibirlenerek yürüme..." Bu buyruklarda yasak kılman ikinci husus da budur.
Bu da yürürken büyüklenmenin, böbürlenmenin haram kılınmasıdır. Yani
zorbaların, azgınların yürüdüğü gibi, sen de yeryüzünde böbürlenerek, sağa sola
eğilip çalım satarak yürüme. Böyle bir yürüyüş büyüklenmeye ve azamete
işarettir. Şüphesiz ki sen (böyle yapmakla) yeri delemezsin. Boyun da dağlara
ulaşmaz. Yani sen sağa sola eğilip bükülmekle, -övünmekle, kendini beğenmekle
dağların tepelerine ulaşamazsın. Bu ise büyüklük taslayan ve böbürlenen
kimselere tehakkümlü (alaylı) bir ifadedir.
Aksine
bunları yapan kimse tam maksadının zıddı olan bir şeyle cezalandırılır.
Nitekim Müslim'in Sahih'inde şu rivayet sabit olmuştur: "Sizden
tmcekilerden bir adam kavmi arasında üzerinde kendileriyle çalım sattığı iki
elbise olduğu sırada yürürken aniden yer yarılıp içine geçti ve işte o kimse
kıyamet gününe kadar orada batmaya devam etmektedir." Yüce Allah da
Karun'un durumundan bizi haberdar ederek ziyneti içerisinde kavminin huzuruna
çıktığını Allah'ın onu da sarayını da yerin dibine geçirdiğini haber vermektedir.
Ebu Nuaym'm el-Hilye'de Ebu Hureyre'den rivayet ettiği hasen bir badise göre de
"Her kim Allah için alçakgönüllülük gösterirse Allah onu yükseltir."
Böyle bir kimse kendisini hakir görür, ama gerçekte Allah katında büyüktür.
Bu
ayet-i kerimenin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Ve
Rahmanın iyi kulları ki yeryüzünde ağır ve vakur yürürler." (Furkan.
25/63); Yürüyüşünde mutedil ol ve sesini kıs!" (Lokman, 31/19).
İşte
bütün bunlar, Rabbinin katında sevilmeyen şeylerdir. Sözü geçen emir tc
yasaklardan anlaşılan bütün bu çirkin hasletler -ki bunlar yirmibeş tane olup
Yüce Allah'ın "Rabbin hükmetti ki; kendisinden başkasına ibadet etmey
esiniz..." buyruğu ile başlayıp buraya kadar devam etmektedir. Bunlar
Rabbin nezdinde hoş olmayan şeylerdir. Yani onun tarafından buğzedilen, yasak
kılınan ve cezaları verilecek olan şeylerdir. Her ne kadar bunlar Yüce Allah'ın
kendilerinden razı olmasını gerektirmeyen tekvînî iradesi ile Allah'ın murad
ettiği şeyler olsa dahi, bu böyledir. Nitekim Rasulullah (s.a.): "Allah'ın
dilediği olur, dilemediği olmaz." buyurmuştur.
"Bunlar
Rabbinin sana vahyettiği hikmettendir." Yani bizim sana emretmiş
olduğumuz bu güzel ahlâk ile sana yasaklamış olduğumuz bu alçaltıcı nitelikler,
ey Muhammed sana vahyettiğimiz dinin kendisiyle hükmetmeni istediğimiz
esaslardandır. Bunları sana insanlara emredesin diye bildirdik. Burada
hikmetten kasıt ise sözü geçen mükellefiyetlerdir.
"Allah
ile beraber bir başka ilâh edinme..." Allah'a ortak bir başka ilâh edinme,
aksi takdirde kınanmış olarak cehenneme atılmakla cezalandırılırsın. Yani Yüce
Allah'ın rahmetinden ve her bir hayırdan mahrum olursun.
Bu
ayet-i kerimede hitap Rasulullah (s.a.)'m vasıtası ile ümmetedir. Çünkü bundan
da Hz. Peygamberin kastedilmesi masum oluşundan dolayı söz konusu değildir.
Bundan kasıt bu ayet-i kerimeyi işiten tüm insanlardır. Yüce Allah bu
yükümlülüklerin başına tevhidi emredip şirkten sakınmayı emrettiği gibi, aynı
anlam ile de bu mükellefiyetleri sona erdirmiştir. Bundan kasıt ise her işin, sözün,
düşüncenin ve zikrin başının da sonunun da tevhit ile birlikte olması, tevhit
ile başlaması gerektiğidir. Buna dikkat çekmektedir ve bütün mükellefiyetlerden
maksadın tevhidi bilmek ve onda derinleşmek olduğunu ifade etmektir.
İbni
Cerir, İbni Abbas (r.a.)'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Tevrat'ın tümü
Ben-i İsrail (İsra) suresinden onbeş ayetin içerisindedir. Daha sonra İbni
Abbas "Allah ile beraber başka bir ilâh edinme..." ayetini okudu.
Yahut da bu ayet-i kerimeler, Musa (a.s.)'nın levhalarında idiler ve bunların
ilki "Allah ile beraber başka bir ilâh edinme" buyruğudur.
Yüce
Allah ilkin, şirk koşup tevhidi terk etmenin kişinin yardımsız bırakılacağı
sonucunu vereceğini, ayetlerin sonunda ise böyle birisinin kınanmış ve kovulmuş
olacağı sonucunu doğuracağını belirtmiştir. Bu ise işin başında tevhidi terk
edip şirk koşanın yardımsız kalacağını, sonunda ise kovulmak noktasına
geleceğini göstermektedir. Yardımsız kalan kimse, kendi nef-siyle başbaşa
bırakılan kişi, kovulmuş ise hakir kılınmış, hafife alınıp küçümsenmiş kimse
demektir.
[51]
Bu
ayet-i kerimelerden aşağıdaki hükümler çıkartılabilir:
1- Ne sebeple olursa olsun kız çocukların diri diri gömülmesinin haram
kılınması.
2- Zinaya, zinayı çağrıştıran şeylere ve âdeten zinaya götüren yollara
yaklaşmanın haram kılınması.
3- Şer'î bir hak olmaksızın başkasının öldürülmesinin haram kılınması.
Diğer taraftan veli olan mirasçının katile kısas uygulama yetkisi vardır. Bu
yetki yalnızca katile münhasırdır. Bununla birlikte katilin organlarının
kesilmesi ve katilden başkasının öldürülmesi de yasaktır. Çünkü maktulün
velisine katile karşı kimi zaman delilin ortada olması, diğer taraftan da bu
hakkın alınması suretiyle yardım edilmiştir. Baz an da bu ikisinin bir arada
olmasıyla yardıma mazhar olur. Hangisi olursa olsun bu Yüce Allah tarafından
ona yapılan bir yardım demektir.
4- Malının korunması ve açık bir maslahatı gerçekleştirecek en güzel yol
ile olması müstesna, reşitlik çağına ulaşıncaya kadar yetimin malına yaklaşmanın
haram kılınması.
5- Ahde bağlı kalmanın vacip olması. Çünkü insan ondan sorumludur,
ez-Zeccâc der ki: Allah'ın emrettiği ve yasakladığı her bir şey ahdin kapsamı
içirisindedir.
6- Ölçüyü tastamam yapmak, tartıda hak ve adaleti gözetmek, Böylesi insan
için Rabbi nezdinde daha hayırlı, daha bereketli, akıbet itibariyle daha
güzeldir. Hasan-ı Basrî der ki: Bize nakledildiğine göre Rasulullah (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Bir kimse bir haram işleme kudretini bulup da sonra da
bunu terk ederse, bunu terk etmesinin de tek sebebi Yüce Allah'ın korkusu
olursa, mutlaka Allah ahiretten önce dünyada acilen ona, onun yerine bundan
daha hayırlısını verecektir."
7- İnsanın bilmediği ve kendisine fayda vermeyen şeylere uymaması,
ardından gitmemesi. Mücahid der ki: Bilmediğin bir şeyle kimseyi yermeye
kalkışma. "Bilmediğin bir şeyin ardınca gitme." buyruğu bizim
bilgimiz olan şeylere göre hüküm vermenin caiz olduğunu göstermektedir. İnsanın
bilgi sahibi olduğunu yahut zann-ı galip ile bir bilgiye ulaştığı şeye dayanarak
hüküm vermesi caizdir.
Aynı
şekilde bir şeyin kur'a ile ve tahmin ile tespiti de caizdir. Çünkü bu da bir
çeşit zann-ı galiptir. Kâif (tipolojist) çocuğu, aralarındaki benzerlik yolu ile
babasına ilhak eder. Tıpkı fakihin aradaki benzerlik yoluyla fer'i asla ilhak
etmesi gibi. Nitekim Peygamber (s.a.) de siyahi olan Hz. Usame'nin beyaz tenli olan
Zeyd b. Harise'den olduğunun tespitinde kıyafet (görünüş, şekil) yoluyla amel
edilmesini kabul etmiştir. Müslim'in Sahih'inde Hz. Aişe'den şöyle dediği sabittir:
Rasulullah (s.a.) bir sefer yanıma sevinçle girdi ve şöyle dedi: "Şu Mücezziz'e
(kaife yani insanların tiplerinden hüküm çıkaran) bakmaz mısın, Zeyd b, Harise
ile Usame b. Zeyd'e gelip baktı. Onların ise üzerlerinde bir kadife parçası
vardı ve bununla başlarını örtmüşlerdi, ayakları da dışarıda kalmıştı. Mücezziz
şöyle dedi: Şüphesiz bu ayaklar birbirlerindendir."
İlim
adamlarının çoğunluğu çocuğun kimden olduğu hususunda anlaşmazlık olduğu
takdirde kıyafetin (tipolojinin) kabul edilebilir bir delil olduğunu Rasulullah
(s.a.)'ın Mücezziz'in bu sözü dolayısıyla sevinmesini delil gösterirler.
Hanefiler ise Rasullah (s.a.)'ın liân hadisinde benzerini kabul etmemesini
delil göstererek, kıyafeti (tipolojiyi) delil olarak almamışlardır.
8- Kulağın, gözün ve kalbin her birisi yaptıklarından sorumlu tutulacaktır.
Kalp insanın üzerinde düşündüğü ve inandığı şeylerden, göz ve kulak ise bu
konunda görüp işittiklerinden sorulacaktır.
9- Büyüklenmenin yasak ve haram kılınması. Buna karşılık alçakgönüllüluğün
emredilip teşvik edilmesi. Kurtubî'nin naklettiğine göre insanın, ihtiyacı olmaksızm
avcılık ve benzeri işlere bir üstünlük olsun diye yönelmesi de bu ayet-i
kerimenin kapsamına girer ve bu iş hayvana azap vermektir, der.
10- İlim adamları: "Yeryüzünde kibirlenerek yürüme." ayet-i
kerimesinin -üsm ve bu işi yapmanın yerilmesine delil olarak göstermişlerdir.
İmam I-u'1-Vefa b. Akîl der ki: Kur'an-ı Kerim raksın yasaklandığını açık nas
ile: ":-“Yeryüzünde kibirlenerek yürüme" diyerek buyurmuş ve
böbürleneni yermiştir. Raks ise böbürlenip azmanın en ileri derecesidir.
Kurtubî der ki: Neşe ve sarhoşluk vermek bakımından ortak özelliklere sahip
olmaları dolayısıyla bizler nebizi hamra kıyas edip nebizi de haram kılmadık
mı, peki biz ne diye şiir söyleyip şiiri nağmeleştirmeyi, şarkıyı tanbura
zurnaya ve davula -aralarındaki ortak özellik dolayısıyla- kıyas etmiyoruz?[52]
11- Hz. Cebrail'in indirmiş olduğu daha önce geçen bu ayet-i kerimelerin
ihtiva ettiği âdâb, kıssalar ve hikmetler Yüce Allah'ın kullarına ihsan ettiği
bir hikmetidir. Bunlarla ahlâklanmak kullar için güzel bir ahlâktır, güzel bir
hikmettir, sapasağlam manaların ve üstün fillerin kanunlarıdır.
[53]
40-
Yoksa Rabbiniz size oğullar vererek ayrıcalık tanıdı da kendisi meleklerden
kızlar mı edindi? Muhakkak ki siz büyük bir söz söylüyorsunuz.
41-
Andolsun ki biz ibret alsınlar diye bu Kur'ân'da çeşit çeşit açıklamalar
yaptık. Fakat bu, onların ancak bırakıp uzaklaşmalarını artırdı.
42-
De ki: "Onların dedikleri gibi Allah ile beraber başka ilâhlar bulunsaydı
o zaman -hepsi Arş'ın sahibine yakınlaşmak için yol ararlardı."
43- Onların
söylediklerinden O münezzehtir,
yücedir ve pek uludur.
44-
Yedi gök, yer ve içlerinde bulunanlar O'nu teşbih eder. O'nu hamd ile teşbih
etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların teşbihlerini anlamazsınız. Muhakkak
ki O Halîm'dir, Gafurdur.
"Yoksa
Rabbiniz size oğullar vererek..." buyruğundaki soru inkâr ve azar içindir.
"...Onların
dedikleri gibi Allah ile beraber başka ilâhlar bulunsaydı..." ayeti ise
varsayım ve ihtimali böyle kabul etmek üzere varit olmuş ve cevabı da verilmiş
olmaktadır.
[54]
"Yoksa...
sizlere ayrıcalık tanıdı da..." Ey Mekke! Halkı sizi bu hususta seçti ve
size bu konuda özellik tanıdı da... ayrıcalık tanımak, bir şeyi yalnızca
birisine tahsis etmektir, "kendisi meleklerden kızlar" yani sizin
iddianıza göre kendisi adına kızlar "mı edindi? " "Muhakkak ki
siz" bunu söylemek suretiyle "büyük bir söz söylüyorsunuz."
Sizler ona çocuklar isnat etmekle gerçekle ilgisi olmayan bir söz söylemiş
oluyorsunuz.
"Andolsun
ki biz... ibret alsınlar" öğüt alsınlar, hatırlasınlar "diye bu
Kur'ân'da" değişik örnek, vaad ve tehdit türünden "çeşit çeşit
açıklamalar yaptık. Fakat bu onların ancak bırakıp uzaklaşmalarını
artırdı." Bu açıkla-
malar
sadece onların gerçekten uzaklaşıp ondan yana güvenlerinin azalmasından başka
bir şeyi artırmamıştır.
"De
ki" yani müşriklere şunu söyle: "Onların dedikleri gibi Allah ile
beraber başka ilâhlar bulunsaydı o zaman hepsi Arş'm sahibine" yani Yüce
Allah'a "yakınlaşmak için bir yol ararlardı." Bu buyruğun iki anlamı
vardır: Birincisine göre eğer Yüce Allah ile birlikte başka ilâhların varlığı
kabul edilse o takdirde bunların biri ötekine galip gelmek için çaba gösterirdi.
İkinci anlamı ise ey kâfirler, şayet şu putlar sizin ileri sürdüğünüz gibi var
ise Allah'a doğru bir yol edinmek imkanına sahip olamadıklarına göre sizleri
Allah'a yaklaştırmaları nasıl makul karşılanabilir?
"Onların
söylediklerinden" yani ortakları bulunmaktan "O münezzehtir, yücedir
ve pek uludur." Yani söylediklerinden alabildiğine üstündür. O, varlığın
en yüce mertebesindedir. Bu ise vâcibü'l-vücud (varlığı zorunlu) ve bizzat kendisi
olması hasebiyle (bizatihi) beka sahibidir. Çocuk edinmeye gelince; çocuk
sahibi olmakla beka sahibi olmanın birleşmesi imkânsızdır.
"Yedi
gök, yer ve içlerinde bulunanlar O'nu teşbih eder" yani tenzih eder. Zaten
bütün yaratıklar arasında "O'nu hamd ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur."
O'nu her şey hamd ile birlikte teşbih ve tenzih ederek "sübhanallahi ve
bi-hamdihi" derler, "ama siz onların teşbihlerini anlamazsınız."
Kavrayamazsınız, çünkü bu teşbih sizin anlayacağınız dilde yapılmamaktadır.
"muhakkak ki o Halîm'dir." Gaflet ve şirkinize karşılık sizi
cezalandırmakta acele davranmadığı için Halîm'dir, sizden tevbe edenlere de
bağışlayıcı olan Gafur'dur.
[55]
Şanı
yüce Allah şirkten sakındırdıktan sonra kendisine ortak isnat edenlerin
bilgisizliklerine dikkat çekti, müşriklerin ortak koşmalarını tenkit ederek
Allah'a çocuk isnat edenleri kendilerinin aciz ve eksik olduklarını bilmekle
birlikte erkekleri kendilerine, sonsuz kemal ve nihayetsiz azamet sahibi
olduğunu bilmekle birlikte kızları da Yüce Allah'a nispet etmelerinden dolayı
azarladı. Onların bu nispetleri ise bilgisizliklerinin en ileri derecede
olduğunu göstermektedir. Daha sonra Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'de insanlar öğüt
alsınlar ve bunları dikkatle düşünsünler diye misaller verdiğini beyan etti.
Ayrıca müşriklerin putların kendilerini Allah'a yaklaştıracaklarını
söylediklerini hatırlatmaktadır. Fakat bu putlar böyle bir şey yapamıyorlar. O
halde onların; meleklerin Allah'ın kızları olduğu iddialarının yanlışlığı
ortaya çıkmakta ve tanrıların birden çok olduğu iddiası çürütülmekte, Allah'ın
birliği ve ortak olmaktan münezzehliği de ispat edilmektedir. Çünkü kâinatta
bulunan her bir şeyin bütün durumları Yüce Allah'ın birliğini ve O'nun her
türlü noksanlıktan uzak ve münezzeh olduğunu ispat etmektedir. Fakat sizler
bilgisizliğiniz ve gafilliğiniz dolayısıyla bu delillerin neye delâlet ettiğini
idrak edememektesiniz.
[56]
Yüce
Allah kendisine ortak nispet edenlerin iddialarını çürüttükten sonra burada da
kendisine evlât nisbet edenlerin yaptıkları bu işin oldukça kötü olduğunu
ortaya koymaktadır. Bu ayet-i kerimede Yüce Allah melekleri dişi kabul eden
müşriklerin görüşlerini de reddetmektedir. Onlar önce meleklerin dişi
olduklarını söylediler, sonra bunların Allah'ın kızları olduğunu iddia ettiler;
arkasından kalkıp bu meleklere ibadet ettiler. Yüce Allah onları burada azarlamakta,
yaptıklarını reddederek onların apaçık bir yanlışlık içinde olduğunu ifade
etmektedir: Rabbiniz erkek çocukları size tahsis ederek ikramda bulunurken
kendi kanaatinize göre kızları mı kendisine seçecek? Halbuki siz o kızları diri
diri toprağa gömüyorsunuz ve kız çocuğu sahibi olmayı kendinize
yedire-miyorsunuz. Arkasından Yüce Allah onların bu kanaatlerini daha ileri
derecede reddederek şöyle buyurmaktadır: Sizler, Allah'ın kendinize yakıştırmadığınız
dişilerden çocuğu vardır, diye iddia ediyor, Allah'a karşı yalan uyduruyor ve
Allah'a karşı büyük günah olan, azabınızı gerektiren bir söz söylüyorsunuz. Bu
ise güçlünün zayıfa, zayıfın da güçlü olana nispet edilmesi suretiyle en basit
akli ilkeye dahi aykırıdır: "Şüphesiz bu zalimce bir
paylaştırmaktır." (Necm, 53/22).
Bu
ayet-i kerimenin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Rahman
evlât edindi, dediler. Andolsun ki siz pek çirkin bir şey söylediniz. Bu sözden
dolayı neredeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak ve dağlar parçalanıp
dağılarak yıkılacak; Rahman'a evlât isnat ettiler diye. Halbuki evlât edinmek
Rahmana yaraşmaz. Göklerle yerde olanların hepsi Rahmân'a ancak kul olarak
gelecektir. Andolsun ki O, bunların hepsini kuşatıp teker teker saymıştır.
Onların hepsi O'na kıyamet gününde yalnız gelirler." (Meryem, 19/88-95).
Daha
sonra Yüce Allah bu tartışmanın ve bu iddianın gayet açık olduğunu:
"Andolsun ki biz ibret alsınlar diye bu Kur'ân'da çeşit çeşit açıklamalar
yaptık." buyruğu ile ifade etmektedir. Yani biz bu Kur'ân-ı Kerim'de
apaçık belgeleri, öğütleri geniş geniş açıkladık, onlara misaller verdik,
içinde bulundukları şirk, zulüm ve iftiradan uzak durmaları ve öğüt almaları
için de sakındırdık, uyardık. Fakat bununla birlikte hatırlatmak, onların
haktan kaçışlarını artırmalarından başka bir şeye yaramamaktadır.
Daha
sonra Yüce Allah kendisine ortak koşan müşriklerin kanaatlerini reddederek
şöyle buyurmaktadır: "De ki: Onların dedikleri gibi Allah ile beraber
başka ilâhlar bulunsaydı..." Ya Muhammed, Allah'ın yarattığı varlıklardan
ortağı olduğunu iddia eden ve Allah ile beraber başka ilâh edinen şu müşriklere
de ki: Eğer durum dediğiniz gibi olsaydı ve Allah ile beraber O'na
yakınlaştırsm ve yanında şefaat etsin diye başka ilâhlar bulunsaydı, şüphesiz
onlar bile O'na daha yakın olmaya çare ve yol bulmaya çalışacaklardı. O
bakımdan sizler de yalnızca O'na ibadet ediniz. Sizin kendisiyle aranızda
aracılık edecek bir başka mabuda ihtiyacınız yoktur. Çünkü şanı yüce olan o
büyük zat bunları sevmez ve bunlardan razı olmaz; aksine bundan hoşlanmaz ve
reddeder. Nitekim O böyle bir şirki paygamberleri ve rasulleri aracılığı ile yasaklamıştır.
Bundan sonra Yüce Allah, şirkten kendisini tenzih ederek şöyle buyurmaktadır:
"Onların
söylediklerinden O münezzehtir, yücedir ve pek uludur." Yani Yüce Allah
kendisine yakışmayan şeylerden münezzehtir. O, başka ilâhların olduğunu iddia
etmek suretiyle haddi aşan zalim müşriklerin söylediklerinden alabildiğine
yücedir, pek büyüktür. Aksine o Allah'tır, tektir, birdir, sameddir.
Doğmamıştır, doğurmamıştır, hiç kimse de ona denk olmamıştır.
Yüce
Allah'ın yüceliğinin büyüklükle de nitelendirilmiş olması O'nun zatı ve
sıfatları ile yaratılmışlar arasında mutlak bir farklılık olduğuna işarettir.
Aynı şekilde O'na eş, çocuk, ortak, ona zıt ve denk varlıklar nispet etmenin de
«Idukça boş bir iddia olduğunu göstermektedir. Çünkü kadim ile muhdes
(san-radan var edilmiş), muhtaç olmayan ile muhtaç arasında daha ilerisi
düşünülemeyecek kadar büyük ölçüde bir aykırılık vardır. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Bu sözlerinden dolayı neredeyse gökler parçalanacak,
yer yarılacak ve dağlar parçalanıp yıkılacaktır. Çünkü Rahman olan Allah'a
evlat onat ettiler." (Meryem, 19/91).
Daha
sonra Yüce Allah azametinin nihai durumunu açıklayarak: "Yedi gök, yer ve
içlerinde bulunanlar O'nu teşbih eder..." diye ifade etmektedir. Yani yedi
gök, yer ve her ikisinde bulunan bütün yaratıklar bu müşriklerin söylediklerinden
O'nu tenzih ve takdis edip, ubûdiyyet ve ulûhiyyetinde O'nun bir ve tek
olduğuna tanıklık etmektedir. Bütün yaratıklar (canlılar, cansızlar ve bitkiler)
mutlaka Yüce Allah'ı hamd ile teşbih ederler. Yani her bir şey kendisinden
başka bir varlıktan yaratılmış olmakla, bütün varlıkları yaratan Allah'ın varlığının
vücubuna (zorunluluğuna) delâlet etmekte, tanıklık etmektedir. İnsanların
teşbihi "sübhanallah" demeleriyle insanların dışındakilerinin ise
Yüce Allah'ın tenzihine delâlet etmeleri ile olur. Bu da mecazî bir teşbihtir.
Kimi ilimler, bu dahi bir hakikattir, demektedir.
"Ama
siz onların teşbihlerini anlamazsınız." Yani ey insanlar, siz o
varlıkların teşbihlerini anlayamıyorsunuz. Çünkü bu sizin dilinizden başka bir
fille olmaktadır. Nitekim Buhârî'de İbni Mes'ud'dan şöyle dediği sabittir:
Bizler yenilmekte iken yemeğin teşbihini işitirdik. Katâde de der ki: Ağaç veya
: aşka bir şey olsun, canı olan her bir varlık teşbih eder.
"Muhakkak
ki O Halim'dir, Gafûr'dur." Şanı Yüce Allah ezelden beri öyleydi,
ebediyyen de öyle olacaktır: O Halîm'dir, kendisine karşı gelip isyan edenlerin
cezalarını çabucak vermez, aksine mühlet verip erteler, dilediğinde aranızdan
tevbe edenleri de bağışlar.
[57]
Ayet-i
kerimelerden aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:
1- Melekleri Allah'ın kızları kabul edip O'na nispet etmek büyük bir iftiradır.
Allah nezdinde günahı pek büyük bir sözdür. Burada, "Melekler Allah'ın
kızlarıdır." diyen bazı Arap kabilelerinin sözleri tenkit edilmektedir.
2- Yüce Allah'ın tevhidine ve mutlak vahdaniyetine delâlet eden belge ve
delillerin Kur'ân-ı Kerim'de yeterince açıklanmış olmasına ve bunlardaki öğüt
ve ibretlere rağmen inatçı ve zalim müşrikler yine de haktan uzaklaşmakta,
düşünüp ibret almayarak gaflete dalmakta devam etmektedirler. Buna sçbep ise
onların düşüncelerindeki çarpıklıktır, Kur'ân-ı Kerimin bir hile ve büyü
olduğuna bir kehanet ve bir şiir olduğuna dair inançlarıdır.
3- Eğer müşriklerin ileri sürdükleri gibi Allah ile beraber şefaatçi
tanrılar bulunsaydı bizzat bu tanrıların kendilerinin Ona ibadet ve Onu tazim
etmek suretiyle Yüce Allah'a yakınlaşmaya ihtiyaçları olurdu. Böylelikle
kendilerinin Allah nezdinde bir yerlerinin olmasına çalışırlar, ona
yakınlaşmanın çarelerini ararlardı. Çünkü bütün yaratıklar Allah'tan ayrı
varlıklardır. Müşrikler ise putların kendilerini Allah'a yaklaştıracağına
inanıyorlardı. Putlar hakkında eğer Yüce Allah'a ihtiyaç sahibi olduklarına
dair bir inançları olursa -ki böyle bir inanç zorunludur- o takdirde bunların
ilâhlıkları da söz konusu olamaz.
Bu
aynı şekilde putlara ibadet edenlerin davranış ve kanaatlerini de reddetmektedir.
Nitekim birinci ayet-i kerime melekleri Allah'ın kızları kabul edenlerin
kanaatlerini reddetmek sadedindedir.
4- Göklerde ve yerdeki bütün yaratıklar mutlaka Allah'ı hamd ile teşbih
ederler. Aklı başında insanların Allah'ı teşbih etmeleri
"sübhanallah" demeleri suretiyle hakikat anlamındadır. Yani Yüce
Allah'ı noksanlıklardan tenzih eder, şanını yüceltir ve kutsarız. İnsanlardan
başka varlıkların teşbihi ise mecazdır. Bundan kasıt ise delâleten teşbihtir.
Yani bu varlıkların bizatihi yaratıcı olan ilâhın varlığına delâlet
etmeleridir. Her bir yaratık bizatihi Yüce Allah'ın yaratıcı ve Kadir olduğuna
delâlet etmektedir. Bir başka kesime göre ise diğer varlıkların da teşbihi aynı
şekilde hakikat manasmdadır. Her bir varlık kendi umumi niteliği ile insanların
işitmediği ve anlayamadığı bir şekilde teşbih etmektedir. Çünkü ayet-i
kerimenin bizzat kendisi böyle bir teşbihin insanlar tarafından fark
edilemediğini, anlaşılamadığını ifade etmektedir. Sünnet-i seniyyede de ağaçlar
sebebiyle ölülerin azaplarının hafifletildiği sabittir. Buhârî ile Müslim'de
yer alan İbni Abbas'tan merfu olarak rivayet edilen bir hadis-i şerifte
sidikten ve laf
götürüp getirmekten kendilerini sakındırmadıkları için, kabir
azabı çektiklerini ihtiva eden hadis bunu anlatmaktadır. Kurtubî der ki:
Ağaçlar sebebiyle azap görenlerin azabı hafifletildiğine göre, peki mümin bir
kimsenin Kur'ân okumasının durumu ne olur? Sabit olan şudur ki, ölüye hediye
edilip bağışlanan şeyin sevapları ulaşır ve bu, dört mezhep âlimlerinin
görüşüdür.
İmam
Ahmed ve İbni Merdüveyh'in İbni Ömer'den rivayet ettiklerine göre Rasulullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Nuh (a.s.)'un ölümü yaklaştığında çocuklarına
dedi ki: Ben sizlere sübhanallahi ve bihamdihi demenizi emrediyorum. Çünkü bu
ifade her bir şeyin salatıdır (duası, namazı ve ibadetidir) ve her bir şey
bununla rızıklanır."
Özetle,
Fahrüddin er-Râzî ve bir topluluğun görüşüne göre cansızların teşbihi
mecazîdir ve bu, onların Allah'ın varlığına delâlet etmeleri şeklindedir.
Kurtubî
ve başkaları ise, bütün varlıkların, sahih kabul edilen görüşe göre teşbih
ettiği görüşündedirler. Buna delâlet eden haberleri gerekçe gösterirler. Eğer
bu teşbih delâlet yoluyla bir teşbih olsaydı, o takdirde Hz. Davud'un özelliği
ne olurdu? Çünkü Kur'ân-ı Kerim O'nun hakkında bize şunu anlatmaktadır:
"Bir de ibadet ve kudret sahibi kulumuz Davud'u hatırla! Çünkü o Rabbine
dönücü idi. Gerçekten biz O'nu dağları musahhar kıldık ki akşamleyin ve kuşluk
vakti onunla birlikte teşbih ederlerdi." (Sâd, 37/17-18). Olsa olsa bu teşbih,
teşbih etmek suretiyle onlarda hayatı ve konuşmayı yaratmak suretiyle olur.
Sünnet-i seniyye de Kur'ân-ı Kerim'in zahirinin delâlet ettiği gibi her şeyin
teşbih ettiğini açıkça ifade etmektedir. O halde bu görüşü kabul etmek daha
uygundur. Rasulullah (s.a.) da -İbni Mace ve Malik'in Ebu Said el-Hudrî'-den
rivayetlerine göre- şöyle buyurmuştur: "isterse cin olsun, sesini işiten
her bir şey, mutlaka kıyamet gününde onun lehine tanıklık edecektir."
5- Yüce Allah'ın pek yüce sıfatlarından birisi de O'nun dünya hayatında
kullarının günahlarına karşı halim olması (ceza vermekte acele etmemesi)'dir.
Kendisine tevbe edip döndükleri takdirde ise âhirette müminlere mağfiret edecek
olması, günahlarını bağışlamasıdır. Onun hilmi gafletlerine, yanlış ve yersiz
görüşlerine, teşbih ve şirki bilmeyişlerine rağmen onları cezalandırmakta acele
etmemesi şeklindedir.
[58]
45- Kur'ân okuduğun zaman seninle ahirete
inanmayanların arasına gizli bir perde koyarız.
46-
Onu anlarlar diye kalplerine örtüler koyduk, kulaklarına da ağırlık. Kur'ân'-da
Rabbini tek olarak zikrettiğin zaman da onlar nefret ederek arkalarını döner
giderler.
47-
Biz seni dinledikleri zaman ve gizli toplandıkları vakit neye kulak verdiklerini
çok iyi biliriz. Hani zalimler diyorlardı ki: Siz sadece büyülenmiş bir adama
tabi oluyorsunuz.
48- Bak, sana misaller veriyorlar da delâlete
düşüyorlar ve bir daha yol bulamamaktadırlar.
"Kur'an
okunduğu zaman seninle ahirete inanmayanlar arasına gizli bir perde" yani
senin onlar tarafından görülmeni engelleyen, örten bir perde
"koyarız". Burada "hicab" bir şeye ulaşmayı engellemek
demektir. Maksat ise engeleyici bir perde var ederiz, demektir.
"Onu
anlarlar diye kalplerine örtüler koyduk." Bu ifade, "Biz onların
Kur'ân'ı anlamalarına engel olduk" yahut "anlamalarından
hoşlanmadığınız için..." anlamındadır. "Kulaklarına da ağırlık" yani
Kur'ân-ı Kerim'in lafızları üzerinde ve manaları üzerinde dikkatle
düşünmelerini önleyecek bir sağırlık, bir ağırlık koyduk.
"Rabbini
tek olarak zikrettiğin zaman" yani onunla birlikte ilâhlarını anmaksızm
yalnızca andığın takdirde "de onlar nefret ederek arkalarını döner
giderler." "Biz seni dinledikleri zaman" senin okumanı
dinlediklerinde "ve gizli toplandıkları zaman" kendi aralarında
gizlice konuştukları zaman "neye kulak verdiklerini" yani Kur'ân
dolayısıyla alay ettiklerini "çok iyi biliriz. Hani zalimler" kendi
aralarındaki konuşmalarında diyorlardı ki: "Siz sadece büyülenmiş bir
adama tâbi oluyorsunuz." Yani yalnızca aklında hafiflik olan birisine
uyuyorsunuz. Bu onların: "Bu ancak deliliği olan bir adamdır."
(Müminûn, 23/25) sözlerini andırmaktadır.
"Bak
sana nasıl misaller veriyorlar." Yani senin büyülenmiş, kâhin ve şair
olduğunu söylüyorlar "da delâlete düşüyorlar" doğru hidayet yolundan
sapıyorlar "ve bir daha yol" yani hidayete giden yolu
"bulamamaktadırlar."[59]
45. ayet-i kerimede yer alan "Kur'ân
okuduğun zaman..." ayetinin nüzulü ile ilgili olarak İbni Münzir, İbni
Şihâb ez-Zührî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a.) Kureyş
müşriklerine ayetler okuyup da onları Kur'ân-ı Kerim'i kabul etmeye çağırdığında
onunla alay ederek şöyle diyorlardı: "Ve dediler ki: Bizi davet
edegeldiğin şeye karşı kalplerimiz örtülüdür. Kulaklarımızda bir ağırlık
vardır, bizimle senin aranda da bir perde vardır." ((Fussilet, 41/45) bu
şekilde alaylıca konuşmaları üzerine Yüce Allah da: "Kur'ân okuduğun zaman
seninle ahirete inanmayanların arasına gizli bir oerde koyarız..."
buyruklarını inzal buyurdu.
İbni
Abbas'ın da rivayetine göre Ebu Süfyân, en-Nadr b. Haris, Ebu Cehil re
başkaları Rasulullah (s.a.) ile birlikte oturuyor, konuştuklarını
dinliyorlardı. 3ir gün Nadr dedi ki: Ben Muhammed'in neler söylediğini
bilemiyorum, rördüğüm tek şey bir şeyler mırıldanarak dudaklarının
kıpırdadığıdır. Ebu Süfyan ise "Ben onun söylediği bazı şeylerin gerçek
olduğu görüşündeyim" deyice Ebu Cehil de "O bir delidir" dedi.
Ebu Leheb "O bir kâhindir" dedi. Huvaytıb b. Abdülazza da "O bir
şairdir" dedi. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.
Rasulullah
(s.a.) da Kur'ân-ı Kerim okumayı istediği vakit bu cknyuşundan önce şu üç
ayet-i kerimeyi okurdu: Kehf sûresi 57. ayet olan: "Gerçekten biz onların
kalpleri üzerine onu iyice anlamalarına engel perdeler, kulaklarına da ağırlık
verdik."; Nahl suresinin 108. ayeti olan: "Onlar Allah'ın
kalplerini... mühürlediği kimselerdir." ile Câsiye süresindeki:
"Kendi nevasını ilâh edinmiş... kimseden haber ver." ayetini de
sonuna kadar okurdu. Bunun özerine Yüce Allah bu ayet-i kerimelerin bereketiyle
onu müşriklerin gözlerine karşı perdelerdi.(16)
Bu
ayet-i kerime insanlara karşı Kur'ân okunduğu vakit Rasulullah (s.a.)'a eziyet
veren bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Rivayet edildiğine göre Rasulullah
(s.a.), Kur'an-ı Kerim'i okuduğu zaman Kusay'ın torunlarından iki kişi sağında,
iki kişi de solunda durur, alkışlar, ıslık çalar ve şiirler okuyarak okuduğu Kur'an-ı
Kerimin başka sözlerle karışmasını sağlamaya çalışırlardı.
46. ayet-i kerimede yer alan: "Kur'ân'da
Rabbini tek olarak zikrettiğin zamanda onlar nefret ederek arkalarını
dönerler" buyruğunun nüzulü ile ilgili olarak denildiğine göre,
Kureyş'lilerden ileri gelen bir topluluk Ebu Tâlib'in yanına ziyarete gittiler.
Rasulullah (s.a.) da yanlarına gelip Kur'ân-ı Kerim okudu. Tevhidi ifade eden
buyrukları bu arada okuduktan sonra "Ey Kureyş topluluğu! Lâ ilahe
illallah deyiniz, bununla Arapları idareniz altına alacaksınız, Arap olmayanlar
da sizin idareniz altına girecek" dedi, onlar bunu kabul etmediler, bunun
üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.
Ebu
Hayyân der ki: Zahir olarak görüldüğüne göre, bu ayet-i kerime, Hz. Peygamber
(s.a.) Kur'ân-ı Kerim'i okurken Yüce Allah'ın tevhidinden söz eden buyruklara
gelince kaçıp gidenlerin durumu hakkında inmiştir. Yani Kur'ân-ı Kerim'de
Allah'ın tevhidini ifade eden yerler geldiği vakit kâfirler bunu inkâr ederek
kendi ilâhlarının kabul edilmeyip reddedilmesini uygun karşılamayarak kaçıp
gittiler.[60]
Şanı
yüce Allah, kendi varlığı ile ilgili bazı meselelere dair açıklamalarda bulunup
müşriklere örnekler vererek tartıştıktan sonra bu ayet-i kerimede
peygamberlikle ilgili açıklamalarda bulunmakla, onların Kur'ân-ı Kerim'i anlamadıklarını,
ondan kaçıp uzaklaştıklarını ve onunla alay edip peygambere eziyet ettiklerini,
Onu kâhin, sihirbaz, deli veya şair diye itham ettiklerini belirtiyor ve bu
tavırlarının oldukça acınacak bir hal olduğunu dile getiriyor.
[61]
Ya
Muhammedi Öldükten sonra dirilmeyi de sevabı da, ikabı da tasdik etmeyen şu
müşriklere Kur'ân-ı Kerim'i okuduğun vakit, biz seninle onlar arasında
görülmeyen bir perde koyarız. Yani onların kalplerinin Kur'ân-ı Ker-im'in
manalarını anlamalarına, ayetleri üzerinde düşünmelerine engel teşkil edecek
bir mania, bir engel koyarız. Onların kalplerine Kur'ân-ı Kerim'in manalarını
idrak etmelerine, hükümlerini bilmelerine, pek çok sır ve amaçlarını
kavramalarına imkân vermeyecek şekilde örtülerle örteriz. Kulaklarında da onun
sesini işitmelerini engelleyen bir ağırlık koyarız. Yüce Allah'ın "Onu
anlarlar diye" ifadesinin anlamı "Kurân-ı Kerim'i anlayamasmlar
diye" şeklindedir. Ağırlık (vakr) ise Kur'ân-ı Kerim'den, faydalanıp
hidayet bulacak şekilde dinlemeye mani olan ağırlık demektir. Bu ayetin bir
benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Dediler ki: Bizi davet
edegeldiğin şeye karşı kalplerimiz örtüler içindedir, kulaklarımızda bir
ağırlık vardır, bizimle senin aranda da bir perde bulunmaktadır."
(Fussilet, 41/5).
"Gizli
perde"den kasıt, örten, gizleyen demektir. Bu onların basiretlerini,
eşyanın hakikatlerini, gerçek yüzlerini görmelerine engel olan bir örtüdür.
Kalpleri üzerine perde germenin anlamı ise kalplerin örtüler içerisinde bırakılmasıdır.
Dolayısıyla gizli ve açık, yukarıdan ve aşağıdan onların Kur'ân'ı kavramalarını
önleyen engeller ve örtüler var demektir. Ayrıca Yüce Allah kulakları da
Kur'ân-ı Kerim'i anlayacak, kavrayacak ve üzerinde düşünecek şekilde
işitmelerini engeleyecek türden sağırlaştırmış, tıkamıştır. Onlar aklı başında
işiten ve anlayan kimseler idiler. Ayet-i kerimeden kasıt ise, iman etmelerini
engellemek, yani Kur'ân-ı Kerim'i sırlarını kavramalarına, incelik ve
gerçeklerini anlamalarına imkân vermeyecek şekilde işitmelerine engel
olmaktadır. Buna sebep ise şirkin nefislerinin derinliklerine kök salmış
olması, dinin gerçekleri hakkında fikirlerini, düşüncelerini
kullanmayışlarıdır.
"Kur'ânda
Rabbini tek olarak zikrettiğin zaman da onlar nefret ederek arkalarını döner
giderler." Yani sen Yüce Allah'ı Kur'ân-ı Kerim'i okurken tevhid edecek
olursan ve lâ ilahe illallah (Allah'tan başka ilah yoktur.) deyip Lat ve
Uzza'yı söz konusu etmezsen, onlar da Allah'ın tek başına.anılmasına karşı
büyüklük taslayarak alabildiğine nefretle arkalarını dönüp kaçarlar. Nitekim
Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Allah bir olarak andırsa
ahirete inanmayanların kalpleri ürker." (Zümer, 39/45) Bunun sebebi ise
onların müşrik olmalarıdır. Bu sebeple onlar, tevhidi işitir işitmez hemen
kaçar giderler.
"Biz
seni dinledikleri zaman... çok iyi biliriz." Ey Muhammed, onların seni
alaya alarak, yalanlayarak dinlemelerini en iyi biz biliriz. Kureyş
kâfirlerinin ileri gelenlerinin, kendi aralarında gizlice neler konuştuklarını
ve senin okumanı dinlemek üzere gelip gizlice kendi aralarında seni büyülenmiş
deli, kâhin biri olarak nitelendirdiklerini çok iyi biliriz. Bundan dolayı Yüce
Allah da sonra: "Bak, sana nasıl misaller veriyorlar da dalâlete
düşüyorlar..." diye buyurmaktadır. Yani ya Muhammed, onların sana nasıl
misaller verdiklerini, seni neye benzettiklerini iyice düşün. O büyülenmiştir,
o delidir, şairdir dediler ve doğru yoldan sapıp uzaklaştılar. Dalâletleri
dolayısıyla hakkı bulamadılar. Bu onlar için bir tehdit, Allah rasulü için de
bir tesellidir.
[62]
Ayet-i
kerimeler aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Kur'ân-ı Kerim'in ve Peygamber Efendimizin siretinin gösterdiği ve
tespit ettiği husus şu ki şanı yüce Allah Rasulünü Kur'ân-ı Kerim'i okuması
esnasında Kureyş kâfirlerinin gözlerinden saklamıştır. Onlar onun yanından
geçer ve onu görmezlerdi.
2- Yüce Allah müşriklerin gözlerini, akıllarını ve kavrayışlarını
Kur'ân'a karşı perdelemiş ve onu kavrayamasınlar diye yahut da kavramalarından
hoşlanılmadığı için kalplerini perdelemiştir. Onu kavramalarından kasıt ise
ondaki emirleri, yasakları, hikmetleri ve manaları kavramalarıdır. Aynı şekilde
onu işitmelerini önleyecek şekilde kulaklarına bir ağırlık vermiştir, yani
onları sağırlaştırmıştır. Peygamber (s.a.) Kur'ân-ı Kerim'i tilâveti esnasında
Lâ ilahe illallah (Allah'tan başka ilâh yoktur) Allahuekber (O tek ve birdir)
diyecek olursa, müşrikler bu hak ve tevhit sözünü işittiklerinde nefretle kaçıp
dönerlerdi.
3- Şanı yüce Allah müşriklerin Kur'ân-ı Kerim'i dinlerken hangi maksatla
dinlediklerini en iyi bilendir. Aralarından Ebu Cehil, Velid b. Muğire ve bunlara
benzer zalimler halkı Peygamber'den uzaklaştırmak için şöyle derlerdi:
"Siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz. Büyü bu adamı alıklaştırmış,
o da ne yaptığını bilmeyecek hale gelmiştir." Hz.Peygamber onlara Kur'ân-ı
Kerim'i okuyarak tevhide çağırıp: "Arapların size boyun eğmesi, Arap
olmayanların da size itaati kabul etmesi için lâ ilahe illallah deyiniz."
ilahi emriyle tevhide davet ettikten sonra onlar bunu kabul etmiyorlar ve kendi
aralarında sessizce "Bu bir büyüdür, büyülenmiştir" diyeyerek
uzaklaşıyorlardı.
4- Yüce Allah Rasulüne müşriklerin yaptıklarının gerçekten hayret edilecek
bir iş olduğunu belirtmektedir. Onlar nasıl olur da bir seferinde sihirbazdır
diğerinde, şairdir, bir başka seferde delidir, diyorlar? Böyle dedikleri için
de sapıttılar, artık insanların peygamber (s.a.)'e gitmelerini önlemek için bir
çare bulamaz hale geldiler; hakkı kaybettiler ve hidayete yol bulamaz oldular.
[63]
49-
Ve, "Biz kemik ve ufalanmış toprak olduğumuzda mı, gerçekten biz yeni bir
yaratılışla diriltilecek miyiz?" dediler.
50-
De ki:" İster taş veya demir olun."
51-
"Veya gözünüzde büyüttüğünüz herhangi bir yaratık olun." Diyecekler
ki: "Bizi tekrar kim diriltecektir?" De ki: "Sizi ilk defa
yaratmış olan." Sana başlarını sallayacaklar ve "Ne zaman o?"
diyecekler. De ki: "Yakın olması umulur."
52- "O sizi çağırdığı gün hamdederek
davetine uyarsınız ve çok az kaldığınızı zannedersiniz."
"Biz
kemik... olduğumuzda mı?" sorusu inkâr içindir. (Yani maksat soru sorup
öğrenmek değil, söylenileni inkâr etmektir.) "Gerçekten biz yeni bir
yaratılışla diriltilecek miyiz?" buyruğunda soru edatının tekrarlanması
inkârı pekiştirmek içindir. Daha sonra da inkârın ne kadar güçlü olduğunu ifade
etmek üzere pekiştirici edatlardan olan (inne) ile "Lâm" harfi
getirilmiştir.
"De
ki: İster taş veya demir olun." Bunlar onları aciz bırakmak ve tahkir
etmek için kullanılmış ifadelerdir.
[64]
"ufalanmış
toprak" ifadesiyle burada çürüyüp, kırılıp dökülen her şeyin kalıntısı
kastedilmektedir. "De ki: İster taş veya demir olun." Yani ya
Muhammed, sen onlara. "Ne isterseniz olun; taş olsanız da demir olsanız da
kemikten başka her şey olsanız da, O, sizi diriltmeye Kadirdir." de. Yani
sizler Yüce Allah'ın sizi yeniden yaratıp tekrar hayata döndürmesini yine
canlının tazeliğini, dinçliğini iade etmesini -kuru kemikler iken- bu hale
döndürülmesi-ni uzak görüyorsunuz. Oysa kemikler canlının bir parçasıdır. Hatta
diğer bölümlerinin esasını teşkil eden hilkatinin iskeleti, direğidir. Evet
Yüce Allah bu hale gelmiş olan kemikleri ilk haline döndürmeye kadir olandır.
İsterseniz sizler hayattan ve canlının diriliğinden çok uzak bir şey olunuz.
Kupkuru taşlar veya demir olunuz. Bunlar sertliklerine rağmen şüphesiz Yüce
Allah -böyle olsanız dahi- sizleri tekrar hayata döndürmeye kadir olandır.
"Veya gözünüzde büyüttüğünüz herhangi bir yaratık olun." Yani size
göre hayata kadir olmayan ve sizin kanaatinize göre yaratıcı için hayat
verilmesi büyük bir iş olan herhangi bir şey olunuz; Yüce Allah onu diriltir ve
ona ruh verir.
"Diyecekler
ki: Bizi tekrar kim diriltir?" Kim bizi tekrar hayata döndürür? "De
ki: Sizi ilk defa yaratmış olan." Yani henüz hiçbir şey olmadığınız halde
sizi var eden sizi diriltecektir. Çünkü yoktan var etmeye kadir olan, tekrar
yaratmaya da kadirdir, hatta bu daha da kolaydır.
"Sana
başlarını sallayacaklar" yani hayrete düşmüş bir şekilde ve alay ederek
kafalarını hareket ettirecekler "ve: Ne zaman o? diyecekler." Yani
öldükten sonra dirilişin zamanı ne zaman? "De ki: Yakın olması
umulur." Yani bu yakın bir gelecekte gerçekleşecektir.
"O
sizi çağırdığı gün" kabirlerinizden İsrafil (a.s.) aracılığı ile size
sesleneceğinde "hamdederek, davetine uyarsınız." Yüce Allah'ı
kudretinin kemaline hamdederek ya da hamd edenlerin itaatle boyun eğdiği gibi
O'nun sizi diriltmesine boyun eğip itaat ederek, o davetçiye icabet edeceksiniz.
"Ve çok az kalmış olduğunuzu zannedersiniz." Tıpkı (Bakara suresinde
sözü geçen) yolu bir kasabaya uğramış kimse gibi> kabirlerde kaldığınız
süreyi ya da hayatınızın süresini -göreceğiniz dehşetlerden dolayı- bayağı kısa
göreceksiniz.
[65]
Şanı
yüce Allah önce kendi varlığına dair açıklamalarda bulundu. Arkasından
müşriklerin peygamberlik ile ilgili şüphelerini söz konusu etti, sonra da bu
ayet-i kerimelerde de onların öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkâra dair
şüphelerini ele aldı, bu şüphelerini çürütecek şekilde cevaplandırdı.
[66]
Öldükten
sonra dirilişi, tekrar yaratılmayı inkâr eden müşrikler Kur'ân-ı Kerim'i
dinleyip öldükten sonra dirilişi işittiklerinde, bunu inkâr üslûbu ile şöyle
sordular: Bizler kabirlerimizde çürümüş kemikler ve kemiklerimizin kırılıp
dökülmesi dolayısıyla toprağı andıracak hale geldikleri için toz-toprak
olduktan, artık böyle çürüyüp söz edilmeye değmeyecek bir varlık haline
geldikten sonra, kıyamet gününde ölümden önceki halimizde olduğu gibi, yeniden
sağlıklı bir şekilde tekrar mı diriltileceğiz? Nitekim onların bu durumlarını
Kur'ân-ı Kerim bir başka yerde şöylece haber vermektedir: "Derler ki: Biz
tekrar hayata mı döndürüleceğiz? Çürümüş kemikler olduktan sonra mı? Öyleyse bu
oldukça zararlı bir dönüştür, dediler." (Nâziât, 79/10-12). Bir başka
yerde de şöyle buyurulmaktadır: "Kendi yaratılışını unutarak bize bir
misal verdi ve dedi ki: Bu çürümüş kemikleri kim diriltecek? De ki: Onları ilk
defa yaratan onları tekrar diriltecektir. O her bir yaratılışı en iyi
bilendir." (Yâsîn, 36/78-79).
Şanı
yüce Allah peygamberine şu buyruklarıyla cevap vermesini emretti:
"De
ki: İster taş veya demir olun..." Yani ya Muhammed onlara de ki: Ölmüş bir
kimseyi tekrar hayata döndürmek kolay ve basit bir iştir. Bu Allah'a göre ilk
yaratmaktan daha da kolaydır. Yani bizim kendi düşüncemize, eşyaya dair
hükümlerimize göre daha kolaydır. Yoksa Yüce Allah için her bir şeyi yaratmak
her halükârda pek kolaydır. Çünkü değişik terkiplerden meydana gelmiş olan maddenin
unsurları var olup da onun özellikleri bilinecek olursa, ona benzer şeyleri
meydana getirmek kolaylaşır. Ey müşrikler, faraza sizin canlılıktan çok uzak
bir şey olduğunuz mesela taş veya demir gibi en katı şeylerden olduğunuz kabul
edilse dahi -çünkü bunlar canlılığa, kemiğe ve toz toprağa göre daha bir
uzaklıktır- veya sizin düşünce ve aklınıza göre büyük herhangi bir yaratık
-gök, arz ve dağ- gibi hayatı kabil olduğunu sanmadığınız herhangi bir varlık-
olsanız dahi Yüce Allah bunu tekrar diriltmeye ve yeniden ona hayat vermeye
kadirdir. Çünkü cansız varlıklar karşı karşıya kalacakları hayat veya akıl
sahibi olmak gibi hususlar bakımından biribirlerine eşittirler. Zira eğer böyle
bir kabiliyet ve böyle bir ihtimal ortada yok ve gerçekleşmesi söz konusu değil
ise, ilk anda da bunların aklı ve hayatı kabul etmemeleri gerekirdi. Allah ise
mümkün olan her şeye kadir olandır. Bütün cüz'iyyâtı da bilendir. O bakımdan bu
maddî cüzlere tekrar hayatı iade etmesi elbette mümkündür. Bunlar ister kemik,
toz toprak olsunlar, isterse de size göre canlı olması en uzak herhangi bir
şey, taş veya demir olsunlar.
Bu
anlatım, mübalağa kabilinden ve eşyayı Yüce Allah'ın tekrar diriltme ve yeniden
var etme kudretine delâlet hususunda tasavvuru mümükün olan en ileri derecede
eşya ile bağlantısını kurmak türünden bir örneklerdirmedir.
Müşrikler
tekrar hayata döndürülmeyi uzak bir ihtimal gördüler. Nitekim Yüce Allah bunu
şöylece ifade etmektedir: "Bizi tekrar kim diriltir? diyeceklerdir."
Yani ya Muhammed, sana biz eğer taş, demir veya sert herhangi bir yaratık
olursak bizi tekrar kim hayata döndürür? diyeceklerdir. Onlara de ki: Sizi
tekrar hayata döndürecek olan söz edilmeye değmez bir varlık iken, daha sonra
dünyanın değişik yerlerine yayılan pek çok insan haline getirerek sizi
yaratandır. O şanı Yüce Allah sizi tekrar hayata döndürmeye kadirdir. Her ne
halde olursanız olunuz: "Yaratmayı ilk başlatan da O'dur, sonra onu tekrar
iade edecek olan da. Ve bu O'nagöre daha kolaydır." (Rûm, 30/27).
Böyle
bir şeyi işittiklerinde Yüce Allah ifade ettiği gibi, "Sana başlarını
sallayacaklar." Yani öldükten sonra dirilişin inkârı ruhlarında köklü bir
yer ettiği için alay yollu ve yalanlamak kasdıyla başlarını sallayacaklar.
"Ve, "Ne zaman o?" diyecekler. Yani bu öldükten sonra diriltme ve
tekrar hayata döndürme ne zaman olacak diyecekler. Bundan kasıtları ise böyle
bir şeyin meydana gelmesini uzak gördüklerini ifade etmektir. Bir diğer ayet-i
kerimede ifade edeldiği gibi: "Ve onlar: Eğer siz doğru söyleyen kimseler
iseniz bu vaad ettiğiniz ne zaman1? derler." (Mülk, 67/25).
"De
ki: Yakın olması umulur." Yani şüphesiz ki bu, size yakındır ve kaçınılmaz
olarak gelip çatacaktır. Çünkü gelecek olan her şey yakındır. Nitekim Yüce
Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Onlar onu uzak görürler, biz
ise onu yakın görüyoruz." (Meâric, 70/6-7). Hz. Peygamber Ahmed, Buharî,
Müslim ve Tirmizî'nin Hz. Enes'ten yaptıkları rivayete göre; "Ben ve
kıyamet saati şu ikisi gibi gönderildim." diye buyurmuş ve işaret parmağı
ile orta parmağını işaret etmiştir. Buna göre Yüce Allah'ın "Yakın olması
umulur." buyruğunun anlamı; "o pek yakındır." şeklindedir. Çünkü
"umulur" ifadesi, Yüce Allah tarafından gerçekleştirilecek fiiller
için gereklilik ifade eder. Buna benzer bir diğer ifade de "Belki de
kıyamet yakındır." (Şura, 42/17) buyruğudur.
"O
sizi çağırdığı gün hamdederek davetine uyarsınız." Yani bu öldükten sonra
diriliş şanı yüce ve mübarek Rabbin sizi çağıracağı gün olacaktır. Ve o gün
sizler itaat ederek ve emrine boyun eğerek kabirlerinizden çıkıp onun çağrısına
icabet edeceksiniz. Bu sizin öldükten sonra dirilişe itaatiniz hususundaki en
ileri bir haldir. Yüce Allah'ın "Hamdederek" buyruğu, onun emriyle
kalkacaksınız, demektir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:
"Sonra yerden sizi bir defa çağırdı mı siz de aniden
çıkıvereceksiniz." (Rûm, 30/25). Yani o sizlere yerden çıkma emrini
vereceği vakit Onun emrine asla muhalefet etmeyeceksiniz.
Hz.
Enes, Rasulullah (s.a.)'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Lâ ilahe
illallah ehli için kabirlerinde yalnızlık yoktur. Ben adeta onların
kabirlerinden kalkıp da başlarından toprağı silkelerken lâ ilahe illallah
dediklerini görür gibiyim." Taberânî'nin İbni Ömer'den rivayetinde de
şöyle denilmektedir: Onları "Bizden kederi gideren Allah'a hamdolsun."
(Fâtır, 35/34) derken görür gibiyim, şeklindedir; ancak bu zayıf bir
rivayettir.
"Ve
çok az kalmış olduğunuzu zannedersiniz." Yani sizler kabirlerinizden
kalktığınız vakit öldükten sonra diriliş esnasında dünyada çok kısa bir süre
kaldığınızı zannedeceksiniz. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi:
"Onlar onu görecekleri gün sanki bir günün akşamından veya kuşluğundan
başka bir süre durmamış gibi olacaklardır." (Nâziât, 79/46); "Biz
onların ne söyleştiklerini en iyi bilenleriz. Onlar daha iyi yolda olanlara
derler ki: Siz ancak bir gün eğlendiniz." (Tâ-Hâ, 20/104); "Kıyametin
kopacağı günde suçlular bir saatten daha fazla eğlenmediklerine yemin
edeceklerdir." (Rûm, 30/55).
[67]
Ayet-i
kerimelerden aşağıdaki hükümler anlaşılmaktadır:
1- Müşriklerin inanç bozuklukları yalnızca Allah'a ortak koşmaktan ve
başka ilâhlar edinmekten ibaret olmayıp bununla birlikte onlar öldükten sonra
dirilişi ve tekrar döndürülmeyi de inkâr etmektedirler. İşte bu ayet-i kerime
onların aşırı inkârlarını açıklamaktadır.
2- Yüce Allah'ın kudretine hayret etmeyi gerektirecek bir sebep yoktur.
İnsanlar eğer çürümüş kemiklerin, toz toprağa dönüşmüş canlı varlığın hayata
döndürülmesinden hayret edecek olurlarsa bu, onların kavrama güçlerinin
zayıflığı, idrâk kabiliyetlerinin eksikliği dolayısıyladır. Yerde olsun gökte
olsun hiç bir şey Yüce Allah'ı âciz bırakamaz. Onların en ileri derecede
cansız, sert ve güçlü olduğu kabul edilen demir yahut taş oldukları farz edilse
dahi, yine ilk olarak nasıl yarattıysa tekrar onları hayata döndürür.
3- İnsanlar, Yüce Allah kabirlerinden çıkmak üzere onlara davette bulunduğu
vakit boyun eğerek bu emre uymaktan başka hiçbir şey yapamazlar. Nitekim Yüce
Allah şöyle demektedir: "Kıyamet işi ancak bir göz kırpma gibidir, yahut
ondan da yakındır." (Nahl, 16/77).
insanlar
Allah'ın emri ile, Onun kudreti ile kendilerini çağırması üzerine
O'na
hamdederek bu çağrıya cevap vereceklerdir. Yani öldükten sonra diriltme
dolayısıyla
Yüce Allah'ın hamde lâyık olduğunu ifade edeceklerdir. Mâlikiler
Hamd
ile' ifadesinden kasdın, "Allah'ın onları çağırması üzerine hamdederek
karşılık
vereceklerdir." olduğunu belirtmişlerdir.
4-
İnsanlar ahirette
diriltildikten sonra dünya hayatında -âhirette çok uzun bir süre kalacaklarından
dolayı- ancak pek az bir zaman kaldıkları şeklinde değerlendirmede
bulunacaklardır.
[68]
53- Kullarıma de: "En güzel olanı
söylesinler." Doğrusu şeytan aralarını açmak ister. Çünkü şeytan insanın
apaçık bir düşmanıdır.
54- Rabbiniz sizi daha iyi bilir. İsterse size
merhamet eder, (isterse) sizi azap-landırır. Biz seni onların üzerine vekil
olarak göndermedik.
55- Rabbin göklerde ve yerde olanları en iyi
bilendir. Andolsun ki
biz peygamberlerden bir kısmını
bir kısmından üstün kıldık. Davud'a da Zebur'u verdik.
"İsterse
size merhamet eder." ve "isterse sizi azaplandırır." buyrukları
arasında tıbâk sanatı vardır.
[69]
Mümin
"kullarıma de:" Kâfirlere "en güzel olanı söylesinler."
Yani en güzel sözü ve yumuşaklıkla söylesinler. Müşriklerle kaba konuşmasınlar.
"Doğrusu şeytan aralarını açmak ister." Vesvese ile aralarını bozmak
ve kötülüğü kışkırtmak ister. "Çünkü şeytan insanın apaçık bir
düşmanıdır" yani düşmanlığı apaçık olandır.
"Rabbiniz
sizi daha iyi bilir. İsterse size tevbe ve iman ile merhamet eder; isterse sizi
azaplandırır." Dilerse küfür üzere öldürmek suretiyle azaba mahkûm eder.
Bu ayet-i kerime en güzel olanı açıklamaktadır. Aralarındaki buyruklar ise ara
cümlesidir. Yani siz onlara bu güzel sözü söyleyiniz. Onların cehennemlik
olduklarını açıkça ifade etmesinler. Çünkü böyle bir ifade onları kötülük
yapmaya daha çok iter, kışkırtır. Diğer taraftan neticede ne şekilde ölecekleri
gaybi bir husustur, bunu da Yüce Allah'tan başkası bilemez. "Biz seni
onların üzerine vekil olarak göndermedik." Yani onların işleri sana
bırakılmış değildir ki, sen onları imana mecbur edesin. Aksine biz seni
yalnızca bir müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; o bakımdan onları idare
et, ashabına da onlardan gelecek sıkıntılara tahammül etmelerini söyle.
"Rabbin göklerde ve yerde olanları en iyi bilendir." O bakımdan
onların durumlarına uygun olarak dilediğini onlara tahsis eder ve aralarından
peygamberliği için ve kendisine dost edinmek için dilediklerini seçer. Bu
Kureyşlilerin, Ebu Tâlib'in himayesinde olan bir kimsenin bir peygamber
olmasını, aç ve çıplak olanların da onun ashabı olmasını uzak görmelerine bir
cevaptır.
"Andolsun
ki biz peygamberlerden bir kısmını bir kısmına üstün kıldık." Onların her
birisine bir fazileti tahsis etmek suretiyle bazılarını bazılarına üstün
kıldık. Hz. Musa'ya konuşma özelliği, Hz. İbrahim'e halillik özelliği,
Muhammed'e de İsra'nın lutfedilmesi gibi; "Davud'a da Zebur'u verdik."
Zebur Hz. Davud'a indirilen kitabın adıdır.
[70]
53.
ayet-i kerime, rivayet edildiğine göre müşriklerin Rasulullah (s.a.)'a eziyet
ve işkencelerini aşırıya götürmeleri üzerine nazil olmuştur. Bir görüşe göre de
müşriklerin birisi Hz. Ömer'e sövdü, o da ona karşılık vermek istedi. Allah ona
affetmesini emir buyurdu.
[71]
Şanı
Yüce Allah: "De ki: Onların dedikleri gibi Allah ile beraber başka ilâhlar
bulunsaydı o zaman hepsi Arş'm sahibine yakınlaşmak için bir yol
ararlardı." (42. ayet ) buyruğunda şirki çürütmek hususunda kesin delili
ortaya koyduktan sonra, öldükten sonra diriliş ve tekrar yaratılmanın gerçekleşeceği
ile ilgili olarak da: "De ki: Sizi ilk defa yaratmış olan..." buyruğu
ile kesin delili söz konusu etmekte; sonra da muhalefet edenlere karşı
yumuşaklıkla ve en güzel yol ile mücadele etmeyi, müşriklere karşı da sert ve
kaba davranmayı emretmektedir. Ayrıca delil ortaya konarken bununla beraber
sövme ve hakaretin de yer almamasını emir buyurmaktadır ki, onlara benzeriyle
karşılık verilmesin ve karşılıklı olarak nefretleşme ortaya çıkmasın. Bunun
yerine onlara: "Sizi çok iyi bilen Rabbiniz, dilerse size azap eder,
dilerse merhamet buyurur." gibi ifadelerle telkinde bulunmaktadır. Açıktan
açığa onların cehennemlik oldukları, imana ya da İslama girmek için
çalışmadıkları belirtilmez.
Daha
sonra Yüce Allah Rasulünün görevini beyan etmektedir ki, o müjdelemek ve
uyarmaktır. İnsanları İslama girmeye zorlamak yahut mecbur etmekle görevli
olmadığını, Yüce Allah'ın ise her şeyi göklerde ve yerde bulunanları çok iyi
bildiğini, bundan dolayı da ehli gördüğü kimseleri nübüvvet için seçtiğini
beyân buyurmaktadır.
[72]
Yüce
Allah Rasulüne ve mümin kullarına müşriklerle ve diğerleriyle konuşmaları,
tartışmaları esnasında ikna etmek için en güzel sözlerle konuşmalarını, hoş
ifadeler kullanmalarını emir buyurmaktadır. Bu emrin sebebi ise mesajın sövmek,
saymak ve eziyet etmekle zıt bir şekilde sunula-mayacağıdır. Nitekim Yüce Allah
bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Rabbinin yoluna hikmet ve
güzel öğütle davet et, onlarla en güzel yolla mücadeleni yap." (Nahl,
16/125); "Kitap ehli ile de ancak en güzel yol hangisi ise o yolla
mücadele ediniz." (Ankebût, 29/46).
Bunun
sebebi ise Yüce Allah'ın da buyurduğu gibi: "Doğrusu şeytan aralarını
açmak ister." buyruğunda belirtilen husustur. Yani sizler en güzel sözleri
ve güzel ifadeleri söylemeyecek olursanız, şeytan müminler ve müşrikler
arasındaki işleri bozar ve aralarında fitne ve kötülüğü körükler. Aralarında
düşmanlığa sebep verir ve onların bir kısmını kışkırtır. Çünkü şeytan Hz.
Adem'in soyundan gelenlerin apaçık bir düşmanıdır. Bundan dolayı bir kimsenin
Müslüman kardeşine, demir ile işaret etmesi yasak kılınmıştır. Çünkü şeytan
onun elinde olanı dürtebilir ve belki de bununla kardeşine bir zarar verebilir.
İmam Ahmed, Buharî ve Müslim'in Ebu Hureyre(r.a.)'den rivayetlerine göre
Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse silahla
kardeşine işaret etmesin. Çünkü o şeytanın belki de elini dürteceğini ve bunun
sonucunda da cehennemden bir çukura düşeceğini bilemez."
Şeytanın
insanı tahrik etmesinin sebebi ise Yüce Allah'in buyurduğu gibi: "Çünkü
şeytan insanın apaçık düşmanıdır." İnsanın açıktan açığa düşmanı
olmasıdır. O düşmanlığını Kur'ân-ı Kerim'in de bize naklettiği gibi ta eskiden
beri açıkça ilân etmiştir: "Sonra andolsun önlerinden, arkalarından, sağ
taraflarından, sol taraflarından onlara geleceğim..." (A'râf, 7/17)
Daha
sonra Yüce Allah sertliği, kabalığı bulunmayan en güzel ve en yumuşak yolu
şöylece açıklamaktadır: "Rabbiniz sizi daha iyi bilir. Dilerse size
merhamet eder..." Yani ey insanlar! Rabbiniz sizden kimin hidayeti, imana
girme tevkifini hak ettiğini, buna lâyık olduğunu, kimin de lâyık olmadığını en
iyi bilendir. O bakımdan O dilerse size merhamet ederek sapıklıktan kurtarır,
itaate ve ona dönmeye muvaffak kılar. Dilerse size azap eder ve sizi iman
ettirmez. O takdirde şirkiniz üzere ölürsünüz. İşte onlara söylenecek söz, bu
ve benzerleridir. Onlara: "Sizler cehennemliksiniz, sizler azap
edileceksiniz" gibi öfkelerini artıracak, kötülüğe götürecek türden sözler
söylenmez. Yüce Allah'ın "Daha iyi bilendir" buyruğu çok iyi
bilendir, en iyi bilendir, anlamındadır. "Allahu ekber" ifadesinin
Allah'ın büyüklüğünü anlattığı gibi. Yani burada Yüce Allah ile başkaları
arasında bir karşılaştırma yapmayı gerektiren bir taraf yoktur.
"Biz
seni onların üzerine vekil olarak göndermedik." Yani ey Muhammed, biz seni
onların üzerine bir koruyucu, bir gözetleyici, işleri sana havale edilmiş bir vekil
olarak göndermedik ki, amelleri dolayısıyla onları hesaba çekesin ve onları
İslâm'a girmeye mecbur edesin. Biz seni yalnızca bir uyarıcı, bir müjdeci
olarak gönderdik. Sana itaat eden cennete girer, sana karşı gelip isyan eden
cehenneme gider. O bakımdan onları davet ederken, yumuşak davran, sert
davranma, ashabına da onları idare etmeyi ve eziyetlerine katlanmayı emret.
"Rabbin
göklerde ve yerde olanları en iyi bilendir." Yani Rabbin göklerde ve yerde
olanları en iyi bilir. Onların durumlarını, miktarlarını da tam bir
kuşatı-lıcıkla bilendir O "Yaratan bilmez mi? O Latiftir, Hablr'dir."
(Mülk, 67/14). O bakımdan O, onların her birisinin neye lâyık olduğunu en iyi
bilendir. İşte bu buyruk, Yüce Allah'ın peygamberliği ve risaleti için seçtiği
kimselere dair kanaatlerini ve onların şu sözlerini reddetmektedir: "Bu
Kur'ân-ı Kerim iki kasabadan büyük birisine indirilmeli değil miydi?"
(Zuhruf, 43/31). Yine müşrikler Suhayb, Bilâl, Habbâb gibi fakirlerin Hz.
Peygamberin çevresinde bulunmaları, ona karşılık Kureyş'in ileri gelenlerinin
ve liderlerinin uzaklaştırılmasından sıkıldıkları vakit, söyledikleri sözleri
reddetmektedir.
"And
olsun ki biz peygamberlerden bir kısmını bir kısmına üstün kıldık." Yani
and olsun peygamberler ve rasullerin bir kısmını, bir takım meziyet, kitap ve
özellikler bakımından diğer kısmından üstün kıldık. İbrahim (a.s.)'i halîl,
Musa'yı (a.s.) kelim, Muhammed (s.a)'i peygamberlerin sonuncusu kılmak gibi. Şu
ayet-i kerime de buna benzemektedir: "Biz o peygamberlerin bazısını bazısına
üstün kıldık. Allah onlardan kimisiyle söyleşmiş, kimisini de bir çok
derecelere yükseltmiştir." (Bakara, 2/253) Ayet-i kerimede ayrıca
Rasul-ullah (s.a.)'ın Kur'ân-ı Kerim, İsra ve Miraç ile bütün peygamberlerden
üstün kılındığına, ondan sonra Hz. İbrahim'in, ondan sonra Hz. Musa'nın, ondan
sonra da Hz. İsa'nın -konu ile ilgili meşhur görüşe göre- geldiğine işaret
etmektedir.
Rasullerin
sair peygamberlerden üstün olduğunda "Ulü'1-azm" peygamberlerin de
rasullerin en faziletlileri olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Bu beş ulü'l-azm
peygamber ise Kur'ân-ı Kerim'deki şu iki ayet-i kerimede sözü geçen
peygamberlerdir: "Hani biz peygamberlerden ahitlerini almıştık. Senden de
İbrahim'den, Musa'dan ve Meryem oğlu İsa'dan da (ahit almıştık.)." (Ahzab,
33/7); "Dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e,
Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi "Dini dosdoğru tutun ve onda
tefrikaya düşmeyin" diye, size de şeriat yaptı." (Şûra, 42/13).
"Davud'a
da Zebur'u verdik." Yani biz ona Zebur'u indirmekle üstünlük verdik; yoksa
krallık ve egemenlikle değil. Zebur'da varit olan buyruklardan birisi de
Muhammed (s.a.)'in peygamberlerin sonuncusu, en üstünü olacağı, onun ümmetinin
de ümmetlerin en hayırlısı olacağıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun, Tevrat'tan sonra Zebur'da da yazmışızdır ki Muhakkak arza benim
salih kullarım mirasçı olacaktır diye yazmıştık." (Enbiya, 21/105). Ayrıca
orada Rasulullah (s.a.)'ın faziletlerine ve şerefine de dikkat çekilmektedir.[73]
Ayet-i
kerimeler şu hükümleri ifade etmektedir:
1- Yüce Allah birinci ayet-i kerimede bütün müminlere özellikle kendi
aralarında güzel bir şekilde davranmayı, yumuşak söz söylemeyi, biribirlerine
alçakgönüllülükle muamele etmeyi, şeytanî telkinleri bir kenara atmayı emretmektedir.
Diğer taraftan kendileri ile kâfirler arasındaki ilişkilerde, diyalog ve
tartışma esnasında güzel söz söylemeyi, ikna etmek için en iyi sözlerle hitap
etmeyi emir buyurmaktadır. Çünkü şeytan insanların arasını bozar ve onlar
arasına kin salar. Zira şeytan insana çok ileri derecede bir düşmandır.
Şeytanın
fırsatı yakalamasına imkân vermemek ve davayı tebliğ etmek, İslâm'ı yaymak
yolunda güç biriktirmek; umulan amaca ulaşabilmek için de tartışmanın mantıkî
ve aklî ölçüler içerisinde, sükûnet içerisinde sövmekten, saymaktan uzak olması
gerekir.
2- Dersin ikinci ayetini teşkil eden: "Rabbiniz sizi daha iyi
bilir..." cümlesi müşriklere yönelik bir hitap olup muhtevası şudur: Eğer
Allah dilerse sizi İslâm'a girmeye muvaffak kılar ve size merhamet buyurur
yahut da şirk üzere ölmenizi sağlar; böylece de azap eder. Bu açıklama İbni
Cüreyc'e aittir. el-Kelbî ise şunları söylemektedir: Bunda hitap müminleredir
ve muhtevası şudur: O dilerse Mekke kâfirlerinden korumak suretiyle sizlere
merhamet buyurur, dilerse de onları size musallat kılmak suretiyle azap eder.
3- Müşriklerin işi, onları İslâm'a girmeye mecbur etmek ve küfürden
alıkoymak için peygambere bırakılmış değildir. Onun görevi tebliğ, müjdelemek
ve uyarmaktan ibarettir. Kendisine itaat edenleri cennetle müjdeler, isyan
edenleri de cehennemle uyarıp korkutur.
4- "Rabbiniz sizi daha iyi bilir" buyruğundan sonra
"Rabbin göklerde ve yerde olanları en iyi bilendir" buyruğunun yer
alması, onları yaratanın ve huy-larıyla, şekilleriyle durum ve mallan
itibariyle onları biribirlerinden farklı kılanın kendisi olduğunu açıklamak
içindir.
5- Bütün peygamberler eşit ve aynı derecede değillerdir. Aralarında
fazilet farkı vardır, Yüce Allah -tefsir yaparken de açıkladığımız gibi-
bunların durumlarına dair olan bilgisine göre kimisini kimisinden üstün
kılmıştır.
6- Şanı yüce Allah Davud (a.s.)'a Zebur'u indirmiştir. Zebur ise içinde
helâl ve harama ait hükümlerin bulunmadığı, farz ve hadlerin de yer almadığı
bir kitaptır. Bu kitapta dua, Yüce Allah'a övgü ve senalar vardır. Ayet-i
kerimede ona işaret etmekten kasıt ise, Yahudilere karşı delil getirmek ve
onların Davud'a Zebur'un, Muhammed (s.a.)'e de Kur'ân-ı Kerim'in verildiğini
inkâr edemeyeceklerini bildirmektir.
[74]
56- De ki: "Ondan başka (ilâh diye) iddia
ettiklerinizi çağırın. Sizin bir sıkıntınızı gidermeye de, o halinizi
değiştirmeye de güçleri yetmez."
57- Onların çağırdıkları o kimseler de Rablerine
hangisi daha yakın olacak diye vesile ararlar. O'nun rahmetini umarlar,
azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı sakınılmaya değer.
58- Hiçbir şehir yoktur ki kıyamet gününden önce
biz onu helak edici veya şiddetli bir azap ile cezalandırıcı olmayalım. Bu,
Kitap'ta yazılmıştır.
59-
Bizi ayetler göndermekten alıkoyan şey, ancak öncekilerin onları yalanlamış
olmalarıdır. Semûd'a da gözleri göre göre dişi deveyi vermiştik. Bu yüzden
zulm etmişlerdi. Halbuki biz ayetleri ancak korkutmak için göndeririz.
60- Hani sana demiştik ki: "Rabbin gerçekten
insanları kuşatmıştır. Sana göstermiş
olduğumuz o temaşayı sadece insanlar için bir imtihan
kıldık. Kur'an'da lanetlenmiş olan ağacı da. Biz onları
korkutuyoruz ama bu, onlara büyük bir azgınlık vermekten başka
bir şeylerini artırmıyor."
"O
halinizi değiştirmeye de güçleri yetmez" buyruğunda hazf (eksiltme) ile
icaz vardır. Yani onlar bu sıkıntıyı sizden giderip halinizi değiştiremezler.
Önceki buyrukların delâleti sebebiyle bu hazf yapılmıştır.
"O'nun
rahmetini umarlar, azabından korkarlar" buyruğunda tıbak sanatı vardır.
"Bizi
ayetler göndermekten alıkoyan şey, ancak öncekilerin onları yalan-'.arnış
olmalarıdır." Yüce Allah hakkında alıkoymak (men'etmek, engellemek) muhaldir.
O bakımdan burada engel olmak, terk etmekten mecazdır. Yani bizim ayetleri
göndermeyi terk etmemizin sebebi onların bunları daha önce yalanlamış
olmalarıdır.
"Gözleri
göre göre bir dişi deve" ifadesi, ilişkisi sebeplilik olan akli bir
mecazdır. Yani dişi deve onların hakkı ve hidayeti görmelerine sebep teşkil
ettiğinden dolayı, göstermek ona nispet edilmiştir. Çünkü bu buyruğun kelime
kelime anlamı, "Dişi deveyi gösterici kıldık" şeklindedir.
[75]
"De
ki: Ondan başka (ilâh diye) iddia ettiklerinizi çağırın." Yani siz bu
iddianızda yalan söylüyorsunuz, ilâh olduklarını söylediğiniz varlıkları
çağırın demektir. Aslında iddia (zum) doğruluğunda şüphe bulunan söz olup yalan
söylemek anlamında kullanıldığı da olur. İbni Abbas der ki: Yüce Allah'ın
Kitab-ı Kerim'inde "Zu'mun= iddia, ileri sürmek" varit olduğu her
yerde bu kelime yalan anlamındadır.[76]
"Ondan
başka" melekler, Hz. İsa ve Uzeyr gibi "sizin bir sıkıntınızı gidermeye"
onu izale etmeye de "o halinizi değiştirmeye de güçleri yetmez" yani
onu sizden alıp bir başkasına verme imkânları yoktur.
"Onların"
ilâh diye "çağırdıkları" veya seslendikleri.. "Kimseler de
Rabbine hangisi daha yakın olacak diye vesile" itaat ve ibadet ile
yakınlaşmanın yollarını "ararlar." Yani esasen ilâh diye kabul
ettikleri bu varlıklara, itaat etmek suretiyle Yüce Allah'a yakın olmanın
yollarını ararlar. "Onun rahmetini umarlar, azabından korkarlar." O
halde nasıl olur da onların ilâh olduklarını ileri sürebilirler veya siz nasıl
olur da onları ilâh diye çağırabilirsiniz? "Zira Rab-binin azabı
sakınılmaya değer." Yani herkesin ondan sakınması uygundur; peygamberler
ve melekler de dahil olmaz üzere.
"Hiçbir
şehir yoktur ki" maksat şehir halkıdır; "kıyamet gününden önce"
ölüm ile "biz onu helak edici veya" öldürmek ya da başka bir yolla
"şiddetli bir azapla cezalandırıcı olmayalım. Bu, "Kitapta"
Levh-i mahfuzda "yazılmıştır."
"Bizi
ayetler" Kureyş'in Safa tepesinin altın madenine dönüştürülmesi gibi
gösterilmesini istediği mucizeler "göndermekten alıkoyan şey ancak
öncekilerin onları yalanlamış olmalarıdır." Bizler o mucizeleri gönderip
onlar da bunu yalanlayınca bu yalanlayanları helak ettik. Eğer Kureyş'lilere
de bu şekilde ayetler gönderecek olsak, onlar da bu ayetleri yalanlayacaklar
ve böylelikle helak olarak kökten yok edici azabı hak edecekler. Halbuki biz
Muhammed (s.a.)'in çağrısının tam anlamıyla yayılması için onlara mühlet vermiş
bulunuyoruz.
"Semûd'a
da gözleri göre göre bir dişi deve vermiştik." Yani apaçık bir mucize
yahut da üzerinde düşünen ve tefekkür edenlere hakikati gösterici bir mucize
olarak vermiştik. "Bu yüzden zulmetmişlerdi." Yani bu mucizeyi inkâr
ettiler ve bu sebeple helak edildiler. Yahut da onu kestikleri için kendilerine
zulmetmişlerdi. "Halbuki biz ayetleri ancak korkutmak için
göndeririz." Biz mucizeleri veya onların teklif ettikleri mucizeleri
kökten yok eden azabın gelişinden önce kulları korkutucu olmak üzere göndeririz
ve böylelikle onlar da iman ederler.
"Hani
sana demiştik ki..." Sana şu sözleri söylediğimizi hatırla: "Rabbin
gerçekten insanları" ilim ve kudretiyle "kuşatmıştır."
Anlatılmak istenen onların Allah'ın hakimiyet ve kudreti altında olduklarıdır.
O bakımdan sen risaleti onlara tebliğ et, kimseden korkma. Onlara karşı seni
koruyacak O'dur. Onlar bizim izin vermemiz hali müstesna, sana hiçbir şekilde
bir eziyet veremezler.
"Sana
göstermiş olduğumuz temaşayı" yani İsra gecesi gözlerinle gördüğün o
vakıayı. Ayette geçen "rü'ya"dan kasıt Peygamber (s.a.)'in İsra
gecesi gözleriyle gördüğü şeylerdir. Burada rüya çoğunlukla bilinenden farklı
olarak gözle görmek anlamında kullanılmıştır. İbni Abbas der ki: "Bu,
Rasulul-~ah (s.a.)'a İsra'ya götürüldüğü gece kendisine gösterilen gözle
görmedir." Eğer bu uykuda görülen bir rüya olsaydı, insanlar için bir
imtihan sebebi olmazdı ve birtakım kimseler de bundan dolayı İslâm'dan
dönmezlerdi. "Sadece insanlar " yani Mekke halkı "için bir
imtihan kıldık." Hz. Peygamber bunu kendilerine haber verince yalanladılar
ve bir kısmı da irtidat etti. "Kur'ân'da lanetlenmiş jlan ağacı da"
ifadesindeki ağaç cehhennemin dibinde yetişen Zakkum ağacıdır. Biz bu ağacı da
onlara imtihan kıldık. Çünkü onlar "Ateş ağacı yakar; peki nasıl olur da
ateşte ağaç biter?" demişlerdi.
"Biz
onları" bununla "korkuturuz. Ama bu" bizim korkutmamız
"büyük bir zzgınlık vermekten başka bir şeylerini artırmıyor." Burada
geçen tuğyan kelimesi, sapıklık ve günahta haddi aşmak demektir.
[77]
56.
ayet-i kerime olan "De ki: O'ndan başka (ilâh) diye iddia ettiklerinizi
çağırın." buyruğu ile ilgili olarak Buharî ile başkaları İbni Mes'ud'dan
şöyle dediğini rivayet etmektedirler: "İnsanlardan bazıları cinlerden bazı
kimselere ibadet ederlerdi. Cinler İslâm'a girdi, diğerleri ise yine onlara
ibadete devam ettiler. Bunun üzerine Yüce Allah: "De ki: O'ndan başka (ilâh
diye) iddia ettiklerinizi çağırın..." ayetini indirdi.
Rivayet
edildiğine göre Kureyşliler arasında kıtlık başgösterip bundan dolayı da onlar
Rasulullah (s.a.)'a şikayete gelince Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.
59.
ayet-i kerime olan "Bizi ayetler göndermekten alıkoyan şey..." ayet-i
kerimesinin nüzulü ile ilgili olarak Ahmed, Nesaî, Taberânî ve Hâkim, İbni
Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmektedirler: "Mekke halkı Peygamber '
s.a.)'den Safa'yı kendilerine altın yapmasını, dağları kendilerinden biraz uzaklaştırmasını
ve böylelikle ekin ekme imkânını bulmayı istediler. Hz. Paygam-bere şöyle
dendi: Sen istersen onlara biraz mühlet verirsin, istersen de istediklerini
onlara yaparsın. Fakat kâfir olurlarsa helak olurlar, onlardan öncekileri helak
etttiğimiz gibi. Hz Peygamber: "Hayır ben onlara mühlet tanıyayım."
diye buyuranca Yüce Allah da: "Bizi ayetler göndermekten alıkoyan şey,
ancak öncekilerin onları yalanlamış olmalarıdır." buyruğunu indirdi.
"Sana
göstermiş olduğumuz temaşayı..." buyruğunun yer aldığı 60. ayet-i
kerimenin nüzulü ile ilgili olarak da Ebu Ya'lâ, Ummü Hâni'den rivayet ettiğine
göre Rasulullah (s.a.) İsra'ya götürüldüğü gecenin sabahında Kureyşliler'den
bir gruba olayı anlattı, onlar da alay etmeye başladılar. Ondan sözünün doğruluğuna
dair bir belge istediler. O da onlara Beytü'l-Makdis'in niteliklerini anlattı
ve kendilerine gelmekte olan kervandan söz etti. Velid b. Muğire: "Bu bir
sihirbazdır." dedi. Bunun üzerine Yüce Allah: "Sana göstermiş
olduğumuz temaşayı sadece insanlar için bir imtihan kıldık" buyruğunu
indirdi. İbnü'l-Münzir de el-Haseride buna yakın bir rivayet nakleder.
İbni
Merdüveyh de Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hüseyin'den rivayet ettiğine göre Rasulullah
(s.a.) bir gün kederli bir şekilde sabahladı. Ona "Neyin var ey Allah'ın
Rasulü? Üzülme çünkü bu onlara da görülebilecek bir rüyadır, (görüntü)
denildi." Bunun üzerine Yüce Allah, "Sana göstermiş olduğumuz
temaşayı sadece insanlar için bir imtihan kıldık." ayetini indirdi.
Yine
60. ayet-i kerimede söz konusu olan: "Kur'ân da lanetlenmiş olan ağaca
da." buyruğunun nüzulü ile ilgili olarak İbni Ebî Hatim ve Beyhakî, İbni
Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Yüce Allah Zakkum'u söz konusu
edip onunla Kureyşlileri korkutunca Ebu Cehil şöyle dedi: Siz Muhammed'in sizi
korkutmuş olduğu Zakkumun ne olduğun biliyor musunuz? O Zakkum tereyağlı
tirittir. Eğer imkânımız olursa ondan alabildiğine zıkkımlanırız. Bunun üzerine
Yüce Allah: "Kur'ân'da lanetlenmiş olan ağacı da. Biz onları korkutuyoruz
ama bu, onlara büyük bir azgınlık vermekten başka bir şeylerini
artırmıyor." buyruğunu indirdi. Ayrıca Yüce Allah: "Şüphesiz Zakkum
ağacı, o çok günahkârın yiyeceğidir." (Duhan, 44/43-44) buyruğunu indirdi.
[78]
Yüce
Allah müşriklerin öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmelerini tenkit ettikten
sonra, bu sefer onların meleklere, cinlere, Hz. Mesih ve Üzeyr'e ibadet
etmelerini reddetmektedir. Çünkü bunlar Yüce Allah'a itaat ve ibadet ile
yaklaşmanın yolunu arayanlardır, Allah'ın azabından korkanlardır. O bakımdan ibadete
hak kazanan bunların da mutlak mâliki ve hâkimi olandır. Bu da bizzat fayda ve
zarar vermeye kadir olan Yüce Allah'tır. Burada kasıt putlar değildir. Çünkü
Yüce Allah'a yakınlaşmak için yol aramak, hiçbir zaman putların yapabileceği
bir davranış değildir.
Daha
sonra Yüce Allah onlara olan tehdidini söz konusu etmektedir ki, o da
kâfirlerin şehirlerinin akıbeti ile ilgilidir. Şehirleri ya kökten yok edilip
tahrip edilecektir yahut da öldürmek, esir alınmak, mallarının ganimet alınması
gibi daha aşağı bir azaba uğrayacaklardır.
Daha
sonra Yüce Allah maddî ayetler ve oldukça büyük ve kahir mucizeler isteyen
müşriklere cevap vermeketedir. Meselâ, bu mucizeleri isteyenler:
"Sen
bize yerden bir kaynak fışkırtıncaya kadar sana asla inanmayacağız..."
diye (İsra, 17/90-93. ayetlerde) geçen sözleri bu kabildendir. Yüce Allah
burada onların isteklerini kabul etmesi halinde onları tehdit etmektedir. Eğer
istedikleri mucizeleri getirir de onlar yine bunları yalanlayacak olurlarsa,
Yüce Allah'ın kendilerinden öncekilere de uygulanageldiği sünnetine uygun
olarak kökten helak eder. Nitekim Semud kavmine gelen apaçık mucize böyle
olmuştu.
Mucizelerin
gösterilmesi bir maslahat olmamakla birlikte, bu kâfirler yine de Hz.
Peygamber'e şöyle diyerek dil uzatmak cesaretini göstermişlerdir: Eğer sen
gerçekten Allah tarafından gönderilmiş bir rasul isen, mutlaka bizim senden
istemiş olduğumuz şu mucizeleri getirmelisin. Nitekim Musa ve diğer
peygamberler böyle mucizeler göstermişlerdi. Bunun üzerine Yüce Allah şu
buyruğu ile Hz. Peygamber'e yardımcı olduğunu beyan etmektedir: "Hani sana
demiştik ki: Rabbin gerçekten insanları kuşatmıştır..."
Daha
sonra bunun akabinde Yüce Allah İsra gecesinden söz etmektedir ki, bu insanlar
için bir sınama, imanları için bir deneme olmuştu. Nitekim cehennem ateşindeki
Zakkum ağacı da bir sınama ve bir denemedir.
[79]
Ey
Peygamber, Allah'tan başkasına ibadet eden şu müşriklere de ki: Allah'tan başka
ilâh olduklarını iddia ettiğiniz şu putlara ve Allah'ın ortaklarına bir
sesleniniz. Çağırınız onları, acaba onlar sizin bu çağırınıza cevap verecekler
mi? Fakirlik, hastalık, kıtlık, azap ve buna benzer birtakım sıkıntıların baş
göstermesi halinde onlara yöneliniz. Acaba bu sıkıntılarınızı giderebiliyorlar
mı? Şüphesiz onların kendilerine de bir fayda ve zarar verme imkânları yoktur.
Bunları
yapabilen ancak hiçbir ortağı olmayan, yaratmak ve emretmek kudret; ancak
kendisinde olan Yüce Allah'tır. İbni Abbas der ki: Müşrikler biz meleklere,
Mesih'e ve Üzeyr'e ibadet ediyoruz, derlerdi. İşte çağırılmalan istenenler de
bunlardır. Yani melekler, Mesih ve Üzeyr'dir.
"Onların
çağırdıkları o kimseler de Rablerine hangisi daha yakın olacak diye vesile
ararlar." Sizin Allah'tan başka tapındığınız Üzeyr ve Mesih gibi kimseler
dahi Rablerine dua ederler. Onlar da Allah'a yakınlaşmak için yol ararlar.
İtaat ve ibadetlerle O'na yaklaşmaya çalışırlar. İbadetlerini yalnızca O'na
yaparlar. Buradaki "yol" Allah Teâlâ'ya yakınlaştırıcı işler
demektir.
"Rablerine
hangisi daha yakın olacak diye vesile ararlar, onun rahmetini umarlar,
azabından korkarlar." Yani onlardan daha yakın olanlar bile Yüce Allah'a
yakınlaşmak için yol arar. Peki ya yakın olmayanların durumu ne olur?
Yahut
da yol aramanın anlamı şudur: Onlar Yüce Allah'a hangisi daha yakın olacak diye
çaba harcarlar. Bu ise itaatlerine devamla daha çok hayır yapmakla, olur. Ve
bunlar Allah'ın rahmetini umar, onun azabından korkarlar; Allah'ın diğer
kulları gibi. Peki bunların ilâh olduklarını nasıl iddia edebilirler?
Tirmizî
ve İbni Merdüveyh, Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Allah'tan vesile dileyiniz." Vesile
nedir? diye sordular. Rasulullah (s.a.): "Allah'a yakın olmaktır."
buyurdu; sonra da bu ayet-i kerimeyi okudu.
Rahmeti
umup azaptan korkmaya gelince, gerçekten şu iki ibadet korku ve ümid ile tamam
olur. Korkan insan masiyetlerinden uzak durur, umut ile de itaatlerini daha çok
artırır.
Azaptan
korkmanın sebebi ise Yüce Allah'ın: "Zira Rabbinin azabı sakınılmaya
değer." buyruğunda ifade ettiği husustur. Yani şüphesiz Rabbinin azabı
kendisinden korkulan bir şeydir. Kimsenin azaptan yana güvenlik içerisinde
olması söz konusu değildir. O bakımdan melekler olsun, peygamberler olsun ve
onların dışındakiler olsun, bütün kulların azaptan çekinmeleri, azabın meydana
gelmesinden çekinmeleri, sakınmaları gerekir. Peki ya siz ne yapmalısınız?
Daha
sonra Yüce Allah zalimlerin akıbetini şöylece beyan etmektedir: "Hiçbir
şehir yoktur ki kıyamet gününden önce biz onu helak edici... olmayalım."
Yani Yüce Allah'ın nezdinde levh-i mahfuz'da yazılı olan ilminde küfür ve
masiyetlerle zulmeden kasabaların her birisini mutlaka Yüce Allah ya bütün
ahalisini yok etmekle helak edecektir yahut da onları kökten yok edici bir azap
ile cezalandıracaktır. Bu da ya öldürmek ile yahut da dilediği belâlara onları
maruz bırakmakla olacaktır. O bunu yaparken onlara zulüm olsun diye değil,
aksine günah ve hataları sebebiyle onlara bunu yapacaktır. Nitekim Yüce Allah'
şöyle buyurmaktadır: "Ve biz onlara zulmetmedik fakat kendileri kendilerine
zulmediyorlardı." (Hûd, 11/101).
"Bu
kitapta yazılmıştır." Yani bu Yüce Allah'ın ilminde yahut Levh-i Mahfuz'da
tescil edilmiş sabit ve genel bir hükümdür. Tirmizî, Ubâde b. es-Samit'-den
şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ben Rasulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken
dinledim: "Şüphesiz Allah'ın ilk yarattığı şey Kalem'dir. Ona, yaz diye
buyurdu. O ne yazayım? diye sordu. Yüce Allah: "Takdir olunan her şeyi ve
kıyamet gününe kadar olacak ne varsa onu yaz." buyurdu.
Daha
sonra Yüce Allah Mekke halkının isteklerinin kabul edilmeyiş sebebini
açıklayarak şöyle buyurmaktadır: "Bizi ayetler göndermekten alıkoyan
şey..." yani onların gösterilmesini teklif ettikleri ayetleri (mucizeleri)
gerçekleştirmekten bizi alıkoyan tek şey, onlardan öncekilerin benzerlerini
yalanlama, olmalarıdır. Biz bu ayetleri gösterecek olsak, Mekke halkı da veya
onların durumunda olanlar bunları yalanlayacak olurlarsa, dünya hayatında
onları azaplandırırız ve asla onlara mühlet vermeyiz. Nitekim Yüce Allah'ın
mahlûkatmda uygulayageldiği sünneti (şaşmaz kanunu) budur.
Nüzul
sebebinde de açıkladığımız gibi, Mekke'lilerin gösterilmesini teklif ettikleri
mucizeler, Safa'yı altın yapması, dağları bir parça kendilerinden uzaklaştırması
ve arazilerinin ziraate elverişli hale getirilmesi gibi şeylerdi.
Öncekilerin
teklif edip, gerçekleştirildikleri vakit de yalanladıkları ve bundan dolayı da
topluca helak edildikleri ayetlere bir örnek de Hz. Salih'in kavmi olan Semud'a
gösterdiği dişi deve mucizesidir. Onlar dişi deveyi kesince büyük sayha onları
yakaladı. Onların helak edilmelerinin izleri de Arap topraklarında sınırlarına
yakın yerlerde devam etti. Giden ve gelenler onları görüyordu. Nitekim burada
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Semud'a da gözleri göre göre bir dişi
deve vermiştik. Bu yüzden zulmetmişlerdi." Yani biz Semud kabilesine de
dişi deveyi, onu yaratanın vahdaniyetine ve bu hususta Allah'ın duasını kabul
ettiği Rasulünün doğruluğuna delâlet eden açık bir belge olarak vermiştik. Yüce
Allah'ın: "göz göre göre" ifadesi, apaçık yahut insanların idrak
ettiği şekilde gösterme özelliğine sahip anlamındadır. Burada diğer mucizeler
arasında özellikle bunun söz konusu edilmesinin sebebi, Semud kabilesinin helak
edilmesinin izlerinin Arap topraklarına yakın olması, onların yolları üzerinde
bulunmasıdır. Yüce Allah'ın, "Bu yüzden zulmetmişlerdi" buyruğunun
anlamı ise, ona kâfir oldular ve o dişi devenin su içmesini engelleyip onu
öldürdüler, demektir. Yüce Allah da tek bir kimse kalmamak üzere onları yok
etti ve onlardan intikam aldı.
"Halbuki
biz ayetleri ancak korkutmak için göndeririz." Yani bizler ayetleri ancak
insanları dünya azabının geleceğinden korkutmak üzere göndeririz. Belki bununla
ibret alırlar, öğüt alırlar ve vazgeçerler. Şayet korkmayacak olurlarsa bu
sefer başlarına azap iner.
İbni
Kesîr'in naklettiğine göre bir seferinde İbni Mes'ud'un valiliği döneminde
Kûfe'de zelzele oldu, o da şöyle dedi: "Ey insanlar! Rabbiniz sizden kendisini
razı etmenizi istiyor. Haydi O'nu razı ediniz." Yine rivayet edildiğine
göre Medine Ömer b. el-Hattab'ın halifeliği döneminde defalarca sarsıldı. Hz.
Ömer şöyle buyurdu: "Allah'a yemin ederim, birtakım günahlar işlemeye
başladınız. Andolsun eğer bir daha zelzele olursa şunları şunları
yapacağım." Yine Buharı ile Müslim'in ittifakla rivayet ettikleri bir
hadis-i şerifte Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyrmuştur: "Şüphesiz Güneş ile
Ay Allah'ın ayetlerinden iki ayettir ve şüphesiz bunlar herhangi bir kimsenin
ölümü ya da hayatı dolayısıyla tutulmazlar. Fakat Yüce Allah bunlarla
kullarını korkutur. Böyle bir şey gördüğünüz zaman onu zikretmeye, Ona dua
etmeye, ondan mağfiret dilemeye koşunuz." Daha sonra şöyle buyurdu:
"Ey Muhammed ümmeti, Allah'a yemin ederim erkek veya kadın kulunun zina
etmesinden dolayı Allah'tan daha çok galeyana gelen hiçbir varlık yoktur. Ey Muhammed
ümmeti, Allah'a yemin ederim eğer sizler benim bildiklerimi bilecek olsaydınız
pek az güler, pek çok ağlardınız."
Daha
sonra Yüce Allah Rasulünün risaletini tebliğe teşvik etmekte ve ona kendisini
insanlardan koruduğunu haber vererek şöyle buyurmaktadır: "Hani sana
demiştik ki: Rabbin gerçekten insanları kuşatmıştır." Yani şunu hatırla
ki, bir zamanlar biz sana şöyle vahyetmiştik: Kullarına kadir olan, güç yetiren
Allah'tır. Onlar onun hakimiyeti, onun kahrı ve galebesi altındadırlar ve Allah
ister Kureyş'ten olsun, ister başkalarından olsun düşmanlarına karşı seni
korumuştur ve şüphesiz Allah, onlara karşı sana yardım edecektir. Nitekim bir başka
yerde şöyle buyurmaktadır: "Ve Allah insanlara karşı seni
koruyacaktır." (Mâide, 5/67). Yine yüce Allah Bedir'de zafer müjdesini
vererek şöyle buyurmuştur: "O topluluk pek yakında yenik düşecek ve
arkalarını dönüp gideceklerdir." (Kamer, 54/45); "Kâfir olanlara de
ki: Peki yakında yenilgiye uğrayacaksınız ve cehenneme sürülmek üzere
toplanacaksınız." (Ali İmrân, 3/12).
Şanı
yüce Allah Kur'an ayetlerinin inidirilmesinin aynı zamanda korkutmayı da
ihtiva ettiğini beyan ettikten sonra İsra mucizesini söz konusu ederek şöyle
buyurmaktadır:
"Sana
göstermiş olduğumuz temaşayı sadece insanlar için bir imtihan kıldık."
Yani İsra gecesinde sana gösterdiklerimizi ancak insanlar için bir deneme ve
bir sınama aracı kıldık. Böylelikle gerçek ve samimi müminler ile yalanlayıcı
kâfirlerin insanlara karşı durumları açıkça ortaya çıksın, insanların bilmesi
için ortaya çıkardık. Ama bu bize nispetle değil. Çünkü biz zaten gelecekte
olacak her şeyi ezelden beri bilmekteyiz.
Bu
mucizeyi bir takım kimseler yalanladı ve inkâr etti, başka kimseler de
doğrulayıp tasdik etti.
Buharî,
İbni Abbas'tan bu ayet-i kerime hakkında şunu söylediğini nakletmektedir:
Buradaki rü'ya kelimesi Rasulullah (s.a.)'a İsra'ya götürüldüğü gece gösterilen
göz ile gördüğü bir rüyadır. Arapça'da da: "Ben onu gözümle bir rüyet
şeklinde ve rüya olarak gördüm." denilir.
"Kur'an'da
lanetlenmiş olan ağacı da." Bu buyrukta takdim ve tehir vardır. Yani biz
Kur'an-ı Kerim'de lanetlenmiş ağacı da ancak insanlar için bir imtihan ve bir
denenme sebebi kıldık. Tıpkı İsra ve Mi'râc hadisesi gibi. Söz konusu bu ağaç
ise zakkum ağacıdır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz zakkum
ağacı, o pek günahkârın yiyeceğidir." (Duhan, 44/43-44). Bu ağaç hakkında
insanlar ihtilâfa düştüler. Kimisinin bundan dolayı imanı arttı, çünkü ateşin
yakmadığı pek çok şey vardır; kimisinin de küfrü arttı. Ebu Cehil ile Abdullah
b. ez-Ziba'rî gibi. Bunlar dediler ki: Zakkum dediğimiz şey, ancak hurma ve
tereyağıdır. O bakımdan bunlar hurma ve tereyağını birlikte yiyip bunlardan
zıkkımlanmaya koyuldular.
"Biz
onları korkutuyoruz, ama bu onların büyük bir azgınlık vermekten başka bir şeylerini
artırmıyor." Nasıl olur da bu durumdaki bir kavme güvenip onların teklif
ettikleri mucizeler gösterilir?
[80]
Bu
ayet-i kerimeler aşağıdaki hüküm ve hikmetleri bizlere anlatır:
1- Fakirlik, hastalık, belâ ve buna benzer herhangi bir sıkıntıyı
gidermek yahut o sıkıntıyı bir yerden başka bir yere aktarmak, bir kişiden
başka birine nakletmek, Allah'tan başkasının yapabileceği bir iş değildir. Yüce
Allah Mekke'deki müşriklere "De ki: Ondan başka (ilâh diye) iddia ettiklerinizi
çağırın..." ayeti ile meydan okumakta ve Allah'tan başka tapındıklarını ve
ilâh diye iddia ettikleri kimseleri, yedi yıl süre ile karşı karşıya kaldıkları
kıtlığı kaldırmak için çağırmalarım isteyerek meydan okumayı daha da
pekiştirmektedir.
2- İlâh oldukları ileri sürülen Allah'tan başka birtakım varlıkların
yardımlarını istemenin hiçbir faydası yoktur. Çünkü melekler, Hz. İsa ve Hz.
Uzeyr gibi bütün bu varlıklar esasen Allah'a yakın olmayı isterler. Cenneti istemek
hususunda Yüce Allah'a yalvarıp yakarırlar. Âyet-i kerimede geçen “vesîle"
Allah'a yakınlık demektir.
Bununla
Yüce Allah, kendilerine ibadet olunan bu mabudlarm esasen Rablerine
yakınlaşmanın yolunu aradıklarını bildirmektedir. Bizzat onların Rablerine
ihtiyaçları vardır. Peki onlardan nasıl olur da hayır umulabilir; kendilerine
tabi olanların ve ibadet edenlerin sıkıntılarını, zorluklarını, kötülüklerini
bertaraf edecekleri umulabilir?
3- Bütün zalim kasabaları ve halklarını Yüce Allah mutlaka kıyamet gününün gelmesinden
önce helak edecek veya
çetin bir azap
ile azaplandıracaktır. O halde müşrikler Allah'tan korksunlar. Bütün
kâfir kasabaları mutlaka azap gelip bulacaktır. İbni Mes'ud (r.a.) der ki:
Zina ve faiz herhangi bir beldede açıkça işlenmeye başladı mı Allah onların helak
edilmelerine izin verdi, demektir. Helak etmek ise, ancak insanların zulümleri
sebebiyle olur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz halkı zulmedenler
olmadıkça memleketleri helak ediciler değiliz." (Kasas, 28/59).
4- Yüce Allah'ı Mekke müşriklerinin teklif ettikleri mucizeleri
göndermekten. alıkoyan tek sebep, onların bunları yalanlayacak olmalarıdır.
Böylelikle kendilerinden öncekilere yapıldığı gibi, onlar da helak
edileceklerdir. Bundan dolayı Yüce Allah Kureyş kâfirlerinin azabını
ertelemiştir. Çünkü aralarında, iman edecek kimselerin çıkacağını ve mümin
olarak dünyaya geleceğini bildiği kimseler vardı.
5- Semud kavmine dişi devenin verilmesi Hz. Salih'in doğruluğuna ve Yüce
Allah'ın kudretine delâlet eden apaçık bir mucize idi. Fakat bu mucizeyi inkar
etmekle kendilerine zulmedip bunun Yüce Allah tarafından gönderilmiş bir mucize
olduğunu inkâr edince Allah da gönderdiği azapla onları kökten yok etti.
6- İntikam ayetlerini (mucizelerini) göndermek, ancak masiyet ve küfürden
dolayı korkutmak için olur.
7- Yüce Allah peygamberine insanları kuşattığını yani Mekke halkını kuşattığını
müjdelemiştir. Onları kuşatması, onları helak etmesidir. Ya da Yüce Allah'ın
kudreti bütün insanları kuşatmıştır; hepsi de Yüce Allah'ın hakimiyeti
altındadır, O'nun meşietinin dışına çıkamazlar.
8- Şüphesiz ki İsra mucizesi ve zakkum ağacı insanlar için bir imtihan ve
bir sınama vesilesidir. Böylelikle ezelden beri küfre sapacağı bilinenler kâfir
olsunlar ve ezelden beri iman edecekleri bilinenler de tasdik etsinler.
Sabit
olan ve daha sahih kabul edilen şu ki İsra olayı Peygamber (s.a.)'in Beytü'l-makdis'e
geceleyin götürüldüğünde, gözleriyle kendisine gösterilen ve gözleriyle gördüğü
bir rüyadır.
Lanetlenmiş
ağaç ise, zakkum ağacıdır ve bu ağaç rahmetten uzak olan bir yerdedir.
Yüce
Allah müşrikleri de başkalarını da zakkum ile korkutmaktadır. Bu korkutma ise
kâfirlerin küfürlerinden başka şeylerini artırmıyor.
[81]
61-
Hani meleklere, "Adem'e secde edin" demiştik de onlar da İblis müstesna
secde etmişlerdi. O: "Çamurdan yaratmış olduğuna mı secde edeceğim?"
demişti.
62-
"Benden üstün kıldığın şu kişiyi görüyor musun? Andolsun eğer beni kıyamet
gününe kadar tehir edersen pek azı müstesna,
mutlaka onun soyunu emrim altına alırım"
demişti.
63-
Buyurmuştu ki: "Haydi git, onlardan her kim sana uyarsa muhakkak cehennem
sizin cezanızdır, hem de tam bir ceza."
64-
"Sesinle onlardan gücünün yettiği kimseleri yerinden oynat. Atlılarınla ve
yayalarınla onlara karşı haykırarak yürü. Mallarda ve çocuklarda onlara ortak
ol ve kendilerine vaadde bulun." Fakat şeytan onlara aldanıştan başka ne
vaad eder ki!
65- Muhakkak
ki benim kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin
yoktur. Vekil olarak Allah yeter.
"Atlılarınla
ve yayalarınla onlara karşı haykırarak yürü." buyruğu temsilî bir
istiaredir. Şeytanın günahkâr kimselere tasallutunun durumu, askerleriyle
düşmanlarına karşı galip gelmek üzere hücum için bağıran komutana
ben-actilmektedir.
[82]
"Hani
meleklere, Adem'e secde edin demiştik." Meleklere eğilmek suretiyle
selâmlama secdesinde bulunun, dediğimiz zamanı hatırla!
"O
İblis çamurdan yaratmış olduğuna mı secde edeyim! demişti." Bu ifade,
inkâr ve hayret ifade eden bir sorudur.
Beni
ateşten yarattığın için kendisinden hayırlı olduğum halde kendisine secde etmem
emri ile "Benden üstün kıldığın şu kişiyi görüyor musun!" Pek azı
senin koruduğun az sayıda kimseler "müstesna mutlaka onun soyunu emrim
altına alırım." Pek azı müstesna, onları saptırmak suretiyle mahvedeceğim.
Onların az bir bölümünün gücüne karşı direnemeyeceğim. Adeta şeytan bu haliyle
çoğunluğun mâliki haline gelmiş gibidir. Görüldüğüne göre o, bunu Hz. Adem
ağaçtan yemeden önce söylemiştir.
Yüce
Allah ona "Buyurmuştu ki: Haydi git" işine bak ve sen birinci nefha
zamanına kadar mühlet aldın. Ben seni kendi nefsinin sana güzel
gösterdik-leriyle başbaşa bırakıyorum.
"Sesinle"
Allah'a isyana yahut fesada çağırmak suretiyle "onlardan" gücünün
yettiği kimseleri yerinden oynat. Atlılarınla ve yayalarınla" yani
masiyetler hususunda yürüyen piyadelerinle ve binicilerinle "onlara karşı
haykırarak yürü." Yüksek sesle, bağırarak hücum et. Faiz ve gasp gibi
haram kılman "mallarda ve" zinadan olma "çocuklarda onlara ortak
ol ve" öldükten sonra dirilme yoktur, amellerin karşılığının verilmesi söz
konusu değildir ve buna benzer uydurma putların şefaat edeceği gibi babaların
üstünlüklerine güvenip dayanmak, uzun emel dolayısıyla tevbeyi ertelemek gibi
batıl vaadler-le "vaadde bulun kendilerine. Fakat şeytan" bununla
"onlara aldanıştan" batıldan "başka ne vaad eder ki?" Bu
buyruk onun vaad ettiklerinin mahiyetini açıklamak üzere bir ara cümlesidir.
Aldanış ise şeytanın hatalı olanı yahut batıl olanı, doğru ve hak olduğunu
vehmettirecek şekilde süslü göstermesidir.
"Muhakkak
benim kullarım" mümin ve ihlâsh kullarım "üzerinde senin bir
hakimiyetin" tasallutun ve onları aldatmaya gücün "yoktur. Vekil
olarak" sana karşı onları koruycu ve gözetleyici olarak "Rabbin
yeter." Onlar gerçek manada senden sığınmak suretiyle Allah'a tevekkül
ederler.
[83]
Bu
ayet-i kerimelerin daha önceki buyruklarla iki yönden ilişkisi vardır:
1- Peygamber (s.a)'in imtihanı ve sıkıntıları ile Adem (a.s.)'in
İblis'ten çektiği sıkıntılar arasındaki benzerliği göstermektedir. Müşrikler
peygamberimiz ile anlaşmazlık çıkartıp İsra ve zakkum ağacını kendilerine
haber verdiğinde onu yalanladılar ve büyüklenerek peygamberliğini kıskandılar,
ona birtakım mucizeleri getirmesini teklif ettiler. Bütün bunlardan sonra, Hz.
Adem'in ve İblis'in kıssasının söz konusu edilmesi, uygun düşmektedir. Çünkü
kibir ve kıskançlık İblis'i secde etmemeye götürmüştür. Kıskançlık oldukça eski
bir hastalıktır.
2- Şanı yüce Allah (60. ayet-i kerimede) "Bu onlara büyük bir
azgınlık vermekten başka bir şeylerini artırmıyor" buyruğundan sonra, bu
azgınlığın sebebini açıklamaktadır. Bu da İblis'in söylediği "Pek azı
müstesna, mutlaka onun soyunu emrim altına alırım" şeklindeki sözlerinden
ileri gelmektedir.
Diğer
taraftan Hz. Adem kıssasının yedi surede söz konusu edildiğini görüyoruz.
Bunlar Bakara, A'râf, Hicr, İsra, Kehf, Tâ-Hâ ve Sâd sureleridir.
[84]
Ey
peygamber! Sen insanlara İblis'in Adem'e ve onun çocuklarına olan
düşmanlıklarını, bu düşmanlığın Adem yaratıldığından itibaren başladığını, bu sebeple
oldukça eskilere dayandığını da hatırlat. Bunun delili de Yüce Allah'ın
meleklere Adem'e -ibadet ve boyun eğme secdesi değil de- selâmlama, sevgi ve
saygı maksadıyla secde etmelerini emrettiğinde hepsi secde ettikleri halde
İblis'in secde etmeyip büyüklenmesi ve ona secde etmeyi kabul etmemesidir.
Çünkü Adem'e karşı övünmüş ve onu küçük görmüştü. O, çamur olduğu halde ben ona
mı secde edecekmişim, ben ateşten yaratılmış bulunuyorum, demişti. Nitekim Yüce
Allah onun şöyle dediğini bildirmektedir: "Dedi ki: Ben ondan hayırlıyım.
Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın." (Sâd, 38/76).
Burada
da İblis olmadık bir cesaret göstererek ve inkâr yollu şöyle dedi: "Benden
üstün kıldığın şu kişiyi görüyor musun..." Yani şu benden üstün kıldığın
kişi hakkında bana haber ver, ben ondan hayırlı olduğum halde onu ne diye benden
üstün kıldın? O bu ifadeleriyle kendi kanaatine göre Rabbinin haksızlık
yaptığını ifade etmektedir. Çünkü kendi kanaatine göre yaratma unsuru
balamandan ateş daha üstündür, çamur unsuru ise daha düşüktür; zira çamur
hareketsizliğe, donukluğa daha yakındır. Gerçek ise şudur: Bütün unsurlar tek
bir cinstendir, hepsini Allah yaratmıştır. Hatta çamur ateşten daha faydalıdır.
Çünkü çamur ile yapı ve bayındırlık faaliyeti gerçekleştirildiği halde ateş
-kontrol edilmediğinde- tahrip eder, yakar ve her şeyi darmadağın eder.
"Andolsun,
eğer kıyamet gününe kadar tehir edersen pek azı müstesna, mutlaka onun soyunu
emrim altına alırım." Yani yemin ederek söylüyorum, eğer beni kıyamet
gününe kadar bırakacak olursan, saptırmak suretiyle Adem'in zürriyetinin kökünü
mahvedeceğim. Hepsini hakimiyetim altına alacağım ve şüphesiz pek azı müstesna
soyundan gelenleri saptıracağım. Bunlar ise Yüce Allah'ın şu buyruğunda
nitelendirdiği Allah'ın kurtardığı (ihlâsa erdirdiği) kullarıdır:
"Şüphesiz benim kullarımın üzerinde senin bir hakimiyetin yoktur."
(Hicr, 15/42). Yani benim salih kullarımı saptıramaya-caksm.
Cezasını
ertelenmesini dileyince, Allah Tealâ onun talebini kabul etti ve erteledi:
"Buyurmuştu
ki: Haydi git onlardan, her kim sana uyarsa..." Yani kendin için seçtiğin
işine koyulup git. Sana herhangi bir yardımım erişmeyecektir, maksadınla
başbaşa kalacaksın. Onlardan kim sana itaat eder ve uyarsa hepinizin kalacağı
yer, barınacağı yer, eksiksiz olarak cezanızı vereceğimiz yer yani tam
anlamıyla cezanızı çekeceğiniz yer cehennem olacaktır. Bu ayetin bir benzeri de
şudur: "Şüphesiz sen mühlet verilmiş kimselerdensin. O bilinen zamanın
gününe kadar." (Hicr, 15/37-38).
"Sesinle
onlardan gücünün yettiği kimseleri yerinden oynat." Yani Yüce Allah'a
isyan etmek için, sana verilmiş olan bütün kandırma ve vesvese imkânlarını
kullanarak, yapacağın çağrı ile işini yap. Onun "sesi" Yüce Allah'a
isyana çağırmasıdır.
"Atlılarınla
ve yayalarınla onlara karşı haykırarak yürü." Yani atlısıyla, yayalarıyla
askerlerini onlara karşı topla. Bu temsilî bir ifadedir. Bundan kasıt ise güç
yetirdiğin her şeyle onlara musallat ol ve bütün hile ve tuzaklarını onlara
kur; onları saptırmak hususunda elinden gelen ne varsa hepsini yap, bütün tabi
ve yardımcılarını da kullanarak bunu gerçekleştir, demektir.
"Mallarda
ve çocuklarda onlara ortak ol." Yani mallarını faiz, hırsızlık, gasp,
aldatmak, kandırmak gibi Allah'a isyanı gerektiren hususlarda ve bu yollardan
kazanmak üzere onları teşvik et. Zina yoluyla çocuk edinmek yahut da öldürmek,
diri diri gömmek ya da Yüce Allah'ın razı olmadığı dine sokmak suretiyle ve
buna benzer şer'î olmayan bir takım yollarla; evlilik, boşanmak, süt emmek,
nafaka ve buna benzer hususlarda Allah'ın dininin sınırlarını aşmak suretiyle
çocuklarda da onlara ortak ol.
"Ve
vaadde bulun kendilerine. Fakat şeytan onlara aldanıştan başka ne vaad
eder!" Sen onlara uydurma ilâhların şefaatte bulunacağı, şerefli soylar
ile Allah katında değerli olunacağı kabilinden batıl ve yalan vaatlerde bulun.
Ya da ileride tevbe ederim yahut tevbe etmeksizin de günahlar bağışlanır diye
Allah'ın rahmetine güvendirmek, büyük günahlarla ilgili peygamberin şefaatine
güvenmek, dünyayı ahirete tercih etmek gibi şeylere bel bağlatmak, cennet ve
cehennem diye bir şeyin olmadığını telkin etmek... Ve bunlara benzer vaadlerde
bulunmak suretiyle... Halbuki bütün bunların batıl oldukları, hak ile hüküm
verileceği gün İblis'in söyleyeceği şu söz ile de ortaya çıkacaktır:
"Şüphesiz Allah size gerçek vaadde bulundu. Ben ise size vaatte bulundum
ve verdiğim sözde durmadım." (İbrahim, 14/22).
Burada
yer alan Yüce Allah'ın "Fakat şeytan onlara başka ne vaat eder"
buyruğu; şeytan onlara yalan ve batıldan, batılı hak gibi göstermekten başka
bir şey vaat etmez anlamındadır. Onun bütün vaatleri bir aldatmadır, yalan ve
süslü göstermedir. Şeytana verilen bu emirler tehdit, Allah'ın yardımından uzak
tutma ve kendi kendisiyle başbaşa bırakma yoluyla varit olmuştur. Nitekim
günahkâr asilere: "İstediğinizi yapınız." (Fussilet, 41/40) denilmesi
de bu kabildendir.
"Muhakkak
ki benim kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin yoktur." Yani şüphesiz
benim salih ve senin şerrinden kurtarılan (muhlas=ihlâsa erdirilmiş) kullarımı
saptırmaya güç yetiremezsin. Çünkü onlar kovulmuş olan şeytandan korunmuşladır,
ona karşı himaye olunmuşlardır.
"Vekil
olarak Rabbin yeter." Yani Allah'a tevekkül eden ve şeytanın
vesveselerinden kurtulmak için ondan yardım isteyen salih müminleri koruyan,
destekleyen ve yardım eden olarak Allah yeterlidir.
İşte
bu buyruk, masum (günahtan korunmuş) kimsenin ancak Allah'ın koruduğu kimse
olduğunu ve insanın Yüce Allah'ın yardımına muhtaç olduğunu göstermektedir.
[85]
Ayet-i
kerimeler aşağıdaki şu hususları göstermektedir:
1- Müşriklerin şirklerini ve Rablerine karşı isyanlarını sürdürmeleri
İblis'in kıssasını hatırlatmaktadır. İblis'm. Rahbiae asi ol\ıç s>e.ç,de,
etaKve.yv kakyoi. etmediği ve îiz. Âûeniin çamurdan olduğunu söyleyerek
kendisinin ateşten olduğunu ileri sürdüğü zamanı hatırlatır. Ona göre ateş özü
itibariyle çamurdan daha hayırlıdır. Halbuki bütün özler biribirine
benzemektedir. İblis bu kanaatle Rabbine şöyle hitap etmiştir: Bana üstün
tuttuğun şu kişiyi bana ne diye üstün tuttuğunu bildir. Yine İblis meydan
okuyan bir üslupla şöyle demişti: Azdırmak ve saptırmak suretiyle Adem'in
zürriyetinin kökünü kurutacağım. Onları önüme katıp sürükleyeceğim,
saptıracağım. Yüce Allah'ın "Muhakkak benim kullarım üzerinde senin bir
hakimiyetin yoktur." buyruğunda sözünü ettiği korunmuş pek az kimse bundan
müstesna.
İblis
bu sözlerini kendi zannma dayanarak söylemişti. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Andolsun İblis onların aleyhindeki zannını
gerçekleştirmişti de müminlerden bir kesim dışında ona uymuşlardı."
(Sebe1, 34/20). Veya İblis insan tabiatında yerleştirilmiş bulunan şehveti
bildiği için böyle söylemişti ya da o sözlerini meleklerin: "Sen orada
onda fesat çıkartacak ve kanlar dökecek birisini mi yaratacaksın?"
(Bakara, 2/30) sözlerine binaen söylemişti.
Zahiren
görüldüğüne göre Hz. Adem'e secde etmeleri emrolunanlar yerdeki ve gökteki
bütün meleklerdir. Aynı şekilde bütün melekler de hayatı tamam olduğu ilk anda
Hz. Adem'e secde etmişlerdir.
2-
Şanı yüce Allah'ın İblis'e
verdiği cevap onu alabildiğine küçültücü ve tahkir ediciydi. Ona şöyle
buyurmuştu: "Haydi git, onlardan her kim sana uyarsa..." Yani sen
elinden geleni yap, biz sana o süreyi verdik. Artık Adem'in zürriyetinden her
kim itaat ederse, hepinizin cezası cehennem olacaktır. Ve ey İblis! Yüce
Allah'ın masiyetine yaptığın çağrı ile istediğinin ayağını kaydır, onların
eksikliklerinden faydalan, elinden gelen bütün tuzaklarını onlara kur ve
masiyetlerde harcamak suretiyle mallarına, zina çocuklarına sebep olmak
suretiyle de çocuklarına ortak ol, yalan vaatlerde bulun, kıyamet ve hesap
olmadığını vaat et onlara.
Fakat
salih kullarım üzerinde senin herhangi bir tasallutun yoktur. İblis'in
iddialarını kabul etmeye, onun tuzaklarına ve kötü hilelerine karşı koruyucu
olarak da Allah yeter.
3- Kurtubî der ki: Şu "Onlardan gücünün yettiği kimseleri sesinle
oynat..." ayeti çalgı, şarkı ve eğlencenin yasak kılındığına delildir.
Çünkü onun sesi Yüce Allah'a isyana çağıran her bir unsurdur. Şeytanın sesi
veya fiilinden olan her bir şeyden yahut da onun güzel gördüğü her bir şeyden
uzak durmak, kaçınmak icap eder. Nâfî'in İbni Ömer'den rivayet ettiğine göre
İbni Ömer bir seferinde bir zurna sesi işitir, o da parmaklarını kulaklarına
koyar ve bineğini o yoldan şu sözleri söyleyerek çevirir: Ey Nâfî sesi işitiyor
musun? Ben, "evet" dedikçe o ters istikamete doğru yoluna devam edip
gitti; sonunda "hayır" dediğim vakit, ellerini çekti, tekrar devesini
geri döndürdü ve dedi ki: Ben Rasulullah (s.a.)'ı bir çoban kavalını işittiğini
gördüm de bunu yaptı/1)
[86]
66- Rabbiniz O'dur ki, lütfundan elde edesiniz
diye gemileri sizin için yüzdürür; muhakkak ki O size çok merhametli olandır.
67-
Denizde size bir sıkıntı dokununca -O müstesna- yalvardıklarınızın hepsi
kaybolur. Ama O sizi karaya çıkartıp kurtarınca yüz çevirirsiniz. İnsan zaten
pek nankördür.
68- Kara tarafından sizi yere batırmasından veya
başınıza taş yağdırmasından emin mi oldunuz? Sonra kendiniz için vekil de
bulamazsınız.
69-
Yoksa sizi tekrar bir kere daha oraya döndürüp üzerinize ortalığı yıkan bir
fırtına göndererek küfre sapmış olmanızdan dolayı sizi suda boğmuş olmasından
emin mi oldunuz? Sonra bize karşı onun öcünü almak isteyecek birini de
bulamazsınız.
70- Andolsun ki biz Ademoğlunu mü-kerrenı kıldık.
Onları karada ve denizde taşıdık, temiz nimetlerinden onları rızıklandırdık ve
yaratmış olduklarımızdan çoğuna onları üstün kıldık
"Muhakkak
ki o size çok merhametlidir." buyruğu daha önce sözü geçen ticaret maksadı
ve rızık talebi için gemileri yüzdürmenin bir çeşit gerekçesini ifade
etmektedir.
"insan
zaten pek nankördür." Bu da insanın iman ve tevhitten yüz çevirme sebebini
açıklamaktadır.
"...emin
mi oldunuz?" buyruğundaki soru, inkâr içindir. İfadenin takdiri de söylerdir:
Kurtulup emin oldunuz da bu sizi yüz çevirmeye mi itti?
[87]
"Lütfundan
elde edesiniz diye" Yani ticaretle onun lütfundan arayasmız diye. Lütfü
ise onun rızkıdır, "gemileri sizin için yüzdürür." Yani yüzmelerini
sağlar. "Muhakkak ki O " gemileri size müsahhar kılmak, ihtiyaç
duyduğunuz şeyleri hazırlamak ve zor olan vesileleri kolaylaştırmak sebebiyle
"size çok merhametli olandır."
"Denizde
size bir sıkıntı dokununca" arka arkaya gelen dalgalar sebebiyle suda
boğulma ve batma korkusu anında "O müstesna" yani Yüce Allah dışında
"yaşardıklarınızın hepsi kaybolur." Sizden kaybolur ve siz de onları
hatırlamazsınız. Yalnız Yüce Allah'a dua edersiniz. Çünkü ancak onun
giderebileceği bir sıkıntı içerisinde olduğunuzu anlarsınız. Fakat boğulmaktan
"sizi karaya çıkartıp kurtarınca" imandan ve tevhitten "yüz
çevirirsiniz. İnsan zaten pek nankördür." Yani nimetleri çokça inkâr eder.
Bundan kasıt ise nankörlük eden insandır.
"Kara
tarafından sizi yere batırmasından... emin mi oldunuz?" Yani sizler
kurtarıldınız, güvenliğe kavuştunuz fakat yüz çevirdiniz. Denizde sizi boğmak
suretiyle helak etmeye kadir olan, karada da sizleri yerin dibine geçirmek ve
başka herhangi bir yolla sizi helak etmeye kadirdir. Allah Karun'u helak ettiği
gibi, sizi de yerin dibine geçirebilir. Kara tarafının söz konusu edilmesi
sahile vardıkları vakit hemen küfre sapıp yüz çevirenlere dikkat çekmek
içindir. Yoksa Yüce Allah'ın kudreti açısından bütün taraflar ve cihetler fark
etmez. Ona göre helak olma sebeplerinden insanı güvenlik altına alabilecek
hiçbir sığınak bulunamaz. "Veya başınıza taş yağdırmasından." Lût
kavmine yaptığı gibi üzerinize küçük taşlar ve büyük taşlar yağdırmasından emin
mi oldunuz? Maksat küçük taşları da kaldırıp yağdıran rüzgârdır. "Sonra
kendiniz için bir vekil" ona karşı koruyacak "bulamazsınız."
"Yoksa
sizi tekrar bir kere daha oraya" ikinci bir defa "döndürüp üzerinize
ortalığı yıkan bir fırtına" yani neye uğradıysa yıkıp harabeye çeviren
şiddetli bir rüzgâr "göndererek, küfre sapmış olmanızdan dolayı sizi suda
boğmasından emin mi oldunuz?"
Kısacası
metinde geçen "hâsib" denilen ise ağaçları ve başka şeyleri kırıp
döken oldukça şiddetli ses çıkartan rüzgâr demektir. "Sonra bize karşı
onun öcünü almak isteyecek birini de bulamazsınız." Bizim size yaptığımıza
karşılık bize direnecek bir yardımcı, bir destek ve bunu kovuşturacak kimse
bulamazsınız.
"Andolsun
ki biz Ademoğlunu mükerrem kıldık." Güzel sureti, mutedil mizacı, akıl ve
bilgi ile ayırt etme gücü, konuşma ve işaret ile meramını anlatma gücü,
geçimini ve ahiret için hazırlanma sebeplerini sağlayabilme kabiliyeti,
yeryüzünde bulunan her şeyi egemenliği altına alma, gibi şeylerle üstün kıldık.
Yani Ademoğlu hem en güzel şekilde yaratılmak ile, hem ilmin, marifetin,
ilerlemenin ve uygarlığın aracı olan akıl ile üstün kılınmıştır.
"Onları
karada ve denizde taşıdık." Geçmişte ve şimdiki zamanda bineklerin
sırtında onları taşıdık. Günümüzde uçaklar, arabalar ve benzeri araçlarla
taşıdık, denizde de gemilerle taşıdık. "Temiz nimetlerden" hoşa giden
şeylerden "onları rızıklandırdık ve yaratmış olduklarımızdan çoğuna"
hayvanlar ve diğer vahşi yaratıklar ve benzerlerine "onları üstün
kıldık." Burada melekleri kapsayan bir ifade de anlaşılabilir. Kasıt
insan türünün üstün kılınmasıdır yoksa her bir ferdin, ayrı ayrı üstün
kılınması değildir. Çünkü melekler peygamberler dışında diğer insanlardan
üstündürler. Yani biz insanları şeref ve imtiyazla üstün kıldık, demektir.
[88]
Yüce
Allah müşriklerin ilâhlarına dair inançlarını, bu tanrıların fayda ve zarar
verdikleri şeklindeki kanaatlerini belirtip açıkladıktan sonra İblis'in Hz.
Adem ile kıssasını, Adem'in soyundan gelenlere vesvese vermesini söz konusu
etti. Daha sonra da vahdaniyetine, fayda ve zarar verenin, yarattıklarında dilediği
gibi tasarrufta bulunanın o olduğuna delil teşkil edebilecek birtakım fiillerini
zikretti. Esasen bu yaratıklar da karada olsun, denizde olsunlar insan
üzerindeki ilâhî bir takım nimetlerdir. Bunlar ilâhî kudretin de delilleridir.
Gemileri denizde yürüten ve suda boğulmaktan koruyan Odur. Yine insanların
mükerrem kılınması, üstün kılınması, onlara rızık ihsan edilmesi ve bütün
yaratıklara üstün kılınmaları da Allah'ın nimetinin kemalini göstermektedir ve
yalnızca Allah Teâlâ'ya ibadet etmeyi gerektirmektedir.
[89]
Kullarına
çokça lütufkâr olan Rabbiniz yarattıklarının menfaatine olan şeyleri sağlayan,
hayat yollarını kendilerine kolaylaştırandır. O bakımdan rüzgâr yahut buhar,
elektrik gibi değişik güçlerle sizin için denizde gemileri o yürütüyor. Onlarla
seyahat için yahut ticaret maksadı ile dünyanın çeşitli ülkeleri arasında
kişilerin taşımacılığı yapılıyor, mal ve ticari metalar bir bölgeden bir diğer
bölgeye nakledilebiliyor. Böylelikle Allah'ın lütfundan rızık aranıyor.
Gerçekten O size karşı çok merhametlidir ,yani O bütün bunları size,
üzerinizdeki lütfü ve size olan merhameti dolayısıyla yapmıştır.
Haber
verdiği şu gerçek de Yüce Allah'ın merhameti ve lütfü kapsamı içerisindedir:
"Denizde size bir sıkıntı dokununca..." Yani ey insanlar denizde size
herhangi bir sıkıntı ya da zorluk gelip çatınca, Yüce Allah'ın dışında kendisine
dua edip tapındığınız herhangi bir put, melek veya insan gibi bütün mabudlar
hatırınızdan gider, düşüncenizde onlara yer vermezsiniz. Allah'tan başkasını
hatırlamaz, sıkıntınızın giderilmesi için başkasına sığınmazsınız.
Nitekim
Ebu Cehü'in oğlu İkrime'nin başından geçen olay da buna benzemektedir.
Mekke'yi fethettiği zaman Allah Rasulünden kaçtı ve Habeşistan'a gitmek için
gemiye bindi. Oldukça şiddetli bir fırtına koptu, herkes birbirine:
"Yalnızca Allah'a dua edip yalvarmaktan başka size hiçbir şeyin faydası
olmaz." dediler. İkrime bu sefer kendi kendisine şöyle dedi: "Allah'a
yemin ederim, eğer denizde ondan başka fayda veren bir kimse yoksa şüphesiz
karada da ondan başkasının faydası olmaz. Allah'ım sana söz veriyorum, eğer
beni buradan (salimen) kurtaracak olursan yemin ediyorum elimi gidip
Muhammed'in eline koyacağım ve şüphesiz onun oldukça şefkatli ve merhametli
olduğunu göreceğim." Nihayet denizden (salimen) kurtulabildiler.
Rasulullah (s.a.)'ın yanına geri döndü, İslâm'a girdi ve güzel bir şekilde de
İslâm'a bağlandı -Allah ondan razı olsun ve onu razı etsin-
"Ama
O sizi karaya çıkartıp kurtarınca yüz çevirirsiniz." Yani güvenlikle sizi
karaya ve esenliğe çıkartıp, duanızı kabul edince siz yüz çevirirsiniz. Yani
daha önce denizde iken itiraf ettiğiniz vahdaniyetini unutuverirsiniz, Ona dua
etmekten, yalvarmaktan yüz çevirirsiniz, tekrar şirk koşmaya geri dönersiniz.
Bunun
sebebi ise Yüce Allah'ın buyurduğu gibi insanın nankör oluşudur: "İnsan
zaten pek nankördür." İnsanın nankörlüğü ise karakteri ve tabiatı icabı
nimetleri unutması ve onları inkâr etmesi şeklindedir. Yüce Allah'ın korudukları
müstesnadır.
Daha
sonra Yüce Allah nimetlerine karşı nankörlük etmekten sakındırarak şöyle
buyurmaktadır:
"Kara
tatafında sizi yere batırmasından veya başınıza taş yağdırmasından emin mi
oldunuz..." Yani siz karaya çıkmakla Allah'ın intikam ve azabından yana
güvenliğe kavuştuğunuzu mu zannediyorsunuz? Üzerinde yerleşmiş olduğunuz
karanın bir tarafını yerin dibine geçirmek veya üzerinize taş yağdırmak
suretiyle sizi azaplandıracağından yana kendinizi güvenlikte mi
hissediyorsunuz? Lût kavmine yaptığı gibi. O size böyle yapacak olursa
"sonra kendiniz için bir vekil de bulamazsınız." Yani artık bundan
sonra işlerinizi kendisine havale edeceğiniz, sizi kurtaracak ve kurtarmayı
üzerinize alabilecek bir kimseyi bulamayacaksınız.
Kâsib
(taş yağmuru)'den Yüce Allah çeşitli ayet-i kerimelerde haber vermiştir. Meselâ
"Biz onların üzerine taş yağdıran bir yağmur gönderdik. Lût ailesi
müstesna, biz onları seher vakti kurtardık." (Kamer, 54/34); "Ve biz
onların üzerine pişmiş çamurdan taş yağdırdık." (Hicr, 15/74) gibi.
"Yoksa
sizi tekrar bir kere daha oraya döndürüp üzerinize ortalığı yakıp yıkan bir
fırtına göndererek... emin mi oldunuz?" Yani ey bizden yüz çevirenler,
denizde bizim tevhidimizi itiraf ve kabul edip karaya çıktıktan sonra ikinci
bir defa daha gemilerde yolculuk, üzerinize gemilerinizin direklerinizi kökten
koparan ve gemileri suya batıran bir fırtına gönderemeyeceğimizden yana emin mi
oldunuz?
"Küfre
sapmış olmanızdan dolayı sizi suda boğmasından..." Yani O, küfre sapmanız
ve kendisinden yüz çevirmeniz sebebiyle sizi suda boğar.
"Sonra
bize karşı onun öcünü almak isteyecek birini de bulamazsınız." Yani biz
size yapacağımızı yaparız. Daha sonra ise sizler bu yaptığımızdan dolayı bizden
intikam almak için yaptığımızın acısını çıkarmak için bizi sorgu-layabilecek
kimse bulamayacaksınız. Yani siz gittikten sonra intikamınızı alacak kimse
olmayacaktır.
Ayette
geçen "tebî" kelimesi intikam alacak yahut hak talebinde bulunacak
yardımcı demektir. Yüce Allah'ın "Ve o bunun akıbetinden de korkmaz."
(Şems, 91/15) buyruğu da bunu andırmaktadır. Bu buyrukta, kötü akıbet ile
tehdit ve ağır bir korkutma vardır.
Yüce
Allah'ın insanı mükerrem kılmış olması da onun lütuf ve rahmetinin, nimetinin
mükemelliği cümlesindendir. Yüce Allah bu büyük nimeti de: "Andolsun ki
biz Ademoğlunu mükerrem kıldık." buyruğu ile ifade etmektedir. Yani biz Ademoğlunu
şerefli ve üstün kıldık. En güzel şekilde onları yaratmak, onlara işitmeyi,
görmeyi ve kalbi kavrayıp anlamak için vermiş olmak, eşyanın hakikatlerini
idrak ettikleri ve sanayi, ziraat, ticaret imkânlarını keşfedebilecekleri,
dilleri öğrenebildikleri, yeryüzünün zenginlik kaynaklarını keşfetmek üzere
çeşitli enerji kaynaklarından yararlanmak üzere, yeraltı ve yer üstündeki
zenginliklerden istifade etmek için düşünebildikleri; kâinatta bulunan türlü
taşıma araçları, geçim ve hayatı sürdürme yollarını, eşyayı, eşyanın
özelliklerini, dinî ve dünyevî hususlarda bunların fayda ve zararlarını ayırd
etme gücünü elde ettikleri akıl ile onları mümtaz kılmak suretiyle biz
insanları üstün ve şerefli kıldık.
Karada
davarlar, atlar ve katırlar gibi binekler üzerinde; günümüzde ise tren, uçak ve
benzeri vasıtalar üzerinde denizde de küçük küçük gemilerde onları taşıdık.
Böyle bir taşıma ise irade ile kendi maksat ve şartlarını hazırlaması şartıyla
Ademoğlundan başkasının yapabildiği bir iş değildir.
Ve
biz onlara hoş ve temiz rızıklar verdik. Yani ekinler, meyveler, etler, sütler
ve buna benzer çeşitli yiyecek ve lezzetli yemekler, güzel görüntüler, oldukça
değerli elbiselerle rızıklandırdık. Kısacası, temiz ve hoş şeyler lezzetli
yiyecek ve içeceklerdir. Bunlara bağlı olarak hoş ve temiz olan çeşitli ziynet
türlerini de kapsar.
Biz
Ademoğullarını -melekler müstesna- yarattıklarımızın bir çoğundan da üstün
kıldık veya onları çeşitli yaratıklara ve diğer canlı türlerine galip gelmek,
onları egemenlik altına almak, korumak, temyiz (doğru ile yanlışı ayırd etmek),
sevap ve amellerin mükâfatını görmek gibi hususlarla üstün kıldık.
İkinci
tefsire göre bu ayet-i kerime İbni Kesir'in de belirttiği gibi insanın tür
olarak meleklerden daha üstün olduğuna delil gösterilmiştir. Taberânî 'de,
Abdullah b. Amr'dan. Abdürrezzak da Zeyd b. Eslem'den mevkuf olarak, İbni
Asakir de Enes b. Malik'ten Rasulullah (s.a.)'a merfu olarak şöyle dedikleri
rivayet edilmektedir: Melekler şöyle dediler: "Ey Rabbimiz sen Ademoğluna
dünyayı verdin, orada yiyorlar, içiyorlar, giyiniyorlar. Biz de seni hamdederek
teşbih ederiz. Yemeyiz, içmeyiz, eğlenmeyiz. Dünyayı onlara ayırdığın gibi
ahireti de bize ayır." Yüce Allah şöyle buyurdu: "Ben elimle
yarattığımın zür-riyetinden salih olan kimseleri, hiçbir zaman kendilerine
"ol" deyip oluverenler gibi kılmam."
Ancak
bizler doğru olanın, meleklerin insanlardan faziletli olduğunu kabul eden görüş
olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz.
[90]
Bu
ayet-i kerimelerden de aşağıdaki hususları öğrenmekteyiz:
1- Yüce Allah'ın insan üzerinde rızık ve hayatın dışında bir çok lütuf,
nimet ve ihsanı vardır. Yolcuların değişik yerlere naklolması, ulaşım
yollarının kolaylaştırması, ticarî malların taşınması için denizlerde gemilerin
yüzdürülmesi bunlardandır. Bu ise bu nimetlere şükretmeyi, Allah'a herhangi bir
şeyi ortak koşmamayı gerektirir.
2- Yüce Allah'ın nimet ve rahmetinin bir diğer tecellisi de denizin coşup
dalgalanması esnasındaki tehlike ve dehşetli hallerinden insanı koruyup kur-tarmasıdır.
Bu durumda kalmış olan bir kimse bu sıkıntısının giderilmesi için Allah'tan
sığınacak bir kimse bulamaz. Herkes fıtrî olarak kesinlikle bilir ki putların
bu gibi büyük tehlikeli anlarda yapabilecekleri hiçbir şey yoktur.
Fakat
insan -Allah'ın korudukları müstesna- nimetlere karşı pek nankördür ve pek
zalimdir. Yüce Allah'ın "İnsan zaten pek nankördür." buyruğunda yer
alan "insan" dan kasıt mümini de kâfiri de kapsamına alan insan
türüdür.
"Denizde
tehlikelerden kurtulsalar dahi Yüce Allah insanı karada da helak etmeye
kadirdir ve bu durumda insanlar Allah'ın azabından kendilerini koruyacak bir
yardımcı ve koruyucu asla bulamazlar. Yüce Allah insanları ya zelzele -yerin
bir tarafını yerin dibine geçirmekle- veya oldukça şiddetli rüzgârlar,
fırtınalar göndermekle helak eder. Söz konusu bu rüzgârlar ise küçük taşları da
beraberinde getirip fırlatan rüzgârlardır.
Suda
boğulmaktan kurtulma gerçekleşmekle birlikte insan belki bir defa daha deniz
yolculuğuna çıkar. Bu sefer küfür ve sapıklık her şeyi kırıp döken oldukça
şiddetli fırtınalarla suda boğulabilirler. Böyle bir durumda da insanlar
intikamlarını alacak yahut da onların intikamlarını almaya çalışacak bir
yardımcı veya buna benzer herhangi bir kimse bulamazlar.
3- Yüce Allah'ın insan üzerindeki üstün nimetlerinden birisi de insanı
başkalarına üstün kıldığı şu dört husustur: Bunlar Ademoğlunu ahsen-i takvimde
yaratması, onlara akıl ve düşünce vermesi, karada atlar, eşekler, katırlar,
develer ve bunların dışında kalan modern taşıma araçları ile, denizde de
gemilerle taşıması, hoş ve temiz şeylerle rızıklandırması ve -hepsine değil de-
yaratıkların birçoğuna onları üstün kılması.
Şerefli
kılmak (tekrim) ile üstün kılmak (tafdil) arasındaki fark da şudur: Birincisi
zatidir ve insan tabiatında bulunan hususlarla olur; akıl, konuşmak, planlama
kabiliyeti, güzel sima, boy pos gibi; ikincisi ise akıl ve kavrayış ile gerçek
akideyi ve üstün ahlâkı elde edebilme imkânına sahip kılınması demektir.[91]
Meleklerin
daha faziletli olduğu ihtimal dahilinde olduğu gibi bunun aksi de muhtemeldir;
aynı olmaları da ihtimal dahilindedir. Ayet-i kerimede her iki tür arasında bir
üstünlük, bir fazilet bulunduğuna delil olabilecek açık bir ifade yoktur.
Nitekim peygamberlerden bazısının diğer bazısına üstün olduğunu açıkça ifade
eden ayet-i kerimede de böyledir.
Bazı
ilim adamları müminlerin meleklerden üstün olduğunu söylemişlerdir. Bu hususta
da Abdullah b. Amr, Enes veya Zeyd b.Eslem'den gelen daha önce zikrettiğimiz
hadisi ve Ebu Hureyre'nin şu sözlerini delil gösterirler: "Mümin bir
kimse Allah'a göre, nezdindeki meleklerden daha üstündür."
Diğer
bazıları da bu ayet-i kerime ile amel ederek meleklerin insanlardan daha
faziletli olduğunu söylemişlerdir. Bu da hitabın delilinden anlaşıldığı
şekildedir. Yani özellikle "pek çok kimseden" diye tahsisin bulunması
azınlık için durumun tam zıddı olduğunu göstermektedir.
Kuvvetli
görüş ikinci görüştür. Çünkü Yüce Allah'ın "Ve yaratmış olduklarımızdan
çoğuna üstün kıldık." buyruğu meleklerin dışındaki yaratıklar içindir.
Zemahşerî der ki: Esasen Allah nezdinde oldukça yüksek mevki sahibi meleklerin
yalnızca onların, kendilerinden üstün olması Ademoğulları için fazilet olarak
yeterlidir.[92]
71-
O gün bütün insanları imamları (liderleri) ile çağırırız. Her kime kitabı
sağından verilirse işte onlar kitaplarını okuyacaklar ve onlara kıl kadar
zul-medilmeyecektir.
72- Kim burada kör ise o ahirette de kördür,
yolca daha da sapıktır.
"Bütün
insanları imamları ile" ifadesinde istiare vardır. Namazda insanların
önüne geçen imam, amel defterleri için istiare yoluyla kullanılmıştır. Çünkü
amel defterleri kıyamet gününde insandan ayrılmayacak ve onun önünden
gidecektir.
"Onlara
kıl kadar zulmedilmeyecektir" ifadesi de temsilî bir istiaredir. Yani
hurma çekirdeği içindeki incecik bir iplik kadar dahi sevap ve ecirlerinde
eksiklik olmayacaktır. Bu da azlığa bir örnektir.
"Kime
kitabı sağından verilirse" buyruğundan sonra "kim burada kör
ise..." ifadesinin gelmesi toplu bir anlatımdan sonra -amel defterlerinin
söz konusu edilmesinden sonra- açıklayıcı bir ifadedir.
[93]
Hatırla
"O gün" kıyamet günü "insanları imamları" arkasından gidip
önder kabul ettikleri peygamber yahut dinde önder yahut kitap ve dinleri
"ile çağırırız." O zaman şöyle denilecek: Ey filana uyanlar, ey şu
dine bağlı olanlar, ey şu kitabın sahipleri! Amel defterleri ile
çağırılacakları da söylenmiştir. Bunun üzerine; ey hayır kitabının sahipleri,
ey şer kitabının sahipleri denilecektir.
"Her
kime kitabı sağından verilirse" yani onlardan her kime kitabı sağ eliyle
verilecek olursa bunlar dünyada basiret sahibi olan mutlu kimseler olacaktır,
"işte onlar kitaplarını okuyacaklardır." Özellikle kitapları sağından
verilecek olanların kitaplarını okuyacaklarından söz edilmesi mutluluğu duymaları
dolayısıyla olacaktır. Onlar kitaplarını en açık, en güzel bir şekilde
okuyacaklar. Kitapları sol tarafından verileceklere gelince, onlar adeta
kitaplarını okumayacaklar. Çünkü onlar doğru dürüst konuşmaktan, söz
söylemekten aciz kalacaklardır. Buna sebep ise ceza ile karşılaşmadan aciz
utanıp sıkılmaları, çekinmeleri, dillerinin tutulması ve konuşmamaları
olacaktır. "Ve onlara kıl kadar zulmedilmeyecektir." Amellerinin
sevabından en az bir miktar dahi eksiltilmeyecektir.
Ayet-i
kerimede geçen fetil (kıl olarak meali verilen) hurma çekirdeğinin çukurunda
yer alan uzunlamasına iplikçiktir. Oldukça az, önemsiz ve basit şeye misaldir.
Nitekim Kur'an-ı Kerim'de geçen nakîr ve kıtmîr de böyledir.
"Kim
burada kör ise o ahirette de kördür." Her kim bu dünyada kör ise,
demektir. Kasıt gerçek körlük değildir, mecazen basiret körlüğüdür; çünkü göz
körlüğü, kalp körlüğü veya Allah'ın delillerine ve beyanına karşı körlük olan
basiret körlüğü yerine istiare yoluyla kullanılmıştır. Yahut da kurtuluş yolunu
bulamayan kimse kastedilmektedir. Bu buyruk Kur'an-ı Kerim'de mecazî ifadelerin
bulunduğunun da delilidir. "Yolca da daha sapıktır." Böyle bir kimse
doğruluktan daha bir uzaktır.
[94]
Yüce
Allah insanoğlunun çeşitli şekillerde mükerrem kılınmasını ve ona dünyadaki
lütuflarını söz konusu ettikten sonra ahiretin bir takım hallerini, mutlular
ile ilâhi hidayetin belirgin işaretlerini terk edip sapan kimseler arasındaki
önemli farklılıkları, Yüce Allah'ın her bir ümmeti kendi imamları ile hesaba
çekeceğini yani peygamberiyle hesaba çekeceğini haber vermektedir. Ey İbrahim
ümmeti, ey Musa ümmeti, ey İsa ümmeti, ey Muhammed ümmeti denilecektir. Yahut
da peygamberlerine indirilen kitap ile ya da amellerinin kaydedildiği kitapları
ile hesaba çekilecektir ki; daha tercihe değer görülen görüş bu sonuncusudur.
[95]
Ey
Muhammed! Sen her bir ümmeti imamı ile birlikte kendisini hesaba çekeceğimiz o
günü bir hatırla. Yani o gün biz onları amel defterleriyle hesaba çekeceğiz.
İbni Kesir'in de belirttiği gibi daha tercihe değer olan görüş budur. Çünkü
Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ve biz her şeyi apaçık bir kitapta (levh-i
mahfuzda) kaydettik." (Yasîn, 36/12); "Ve kitap konulmuş olacaktır. Sen
günahkârları, onda bulunanlardan dolayı korkuya kapılmış göreceksin."
(Kehf, 18/44). Kitaba da "imam" denilir. Çünkü amellerin bilinmesi
için ona baş vurulacaktır.
Diğer
taraftan "imamları ile" ifadesinden kendisine uydukları önderleri
kastedilmiş olma ihtimali de vardır. İman ehli olan kimseler peygamberleri
önder kabul ederler. Kâfirler de önder kabul etttikleri kimselerin ardından
giderler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz onları cehenneme
çağıran imamlar kıldık." (Kasas, 28/41). Şu kadar var ki tercih edilen
görüş İbni Kesir'in söz konusu ettiği görüştür. Buna delil ise bundan sonra
gelen Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Kime kitabı verilirse işte onlar
kitaplarını okuyacaklar." Yani şu çağırılanlardan kitabı sağ
taraflarından verilenler var ya, onlar orada bulunan salih ameller dolayısıyla
sevinç ve neşe ile o kitabı okuyacaklardır. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Kitabı sağ elinden verilene gelince o işte alın kitabımı
okuyun, diyecektir." (Hakka, 69/19).
"Ve
onlara kıl kadar zulmedilmeyecektir." Yani sevaplarından en basit bir şey
dahi eksiltilmeyecektir. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruklarını andırmaktadır:
"Ve onlar hiçbir şeyle zulme uğratılmazlar." (Meryem, 19/60);
"Ne zulümden korkar, ne de hakkının eksik verileceğinden." (Ta-Ha,
20/112).
Tirmizî
ile Hafız Ebu Bekr el-Bezzar, Ebu Hureyre (r.a.)'den Rasulullah (s.a.)'ın, Yüce
Allah'ın "O gün bütün insanları imamları ile çağırırız." buyruğu
hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Onlardan herhangi bir kimse
çağırılır. Ona kitabı sağ elinden verilir ve bedeni alabildiğine büyütülür,
yüzü ağartılır, başına parıldayan inciden bir tac konur. Arkadaşlarına doğru
gider, onu uzaktan görürler ve derler ki: Allah'ım bu adamı bize doğru gönder
ve bunda bereket ihsan eyle. O da onlara gider ve müjdeler olsun size, der.
Sizden bir kişiye bunun gibisi vardır. Kâfire gelince onun da yüzü karartılır
ve bedeni büyütülür. Arkadaşları onu görünce şöyle derler: Bundan yahut bunun
şerrinden Allah'a sığınırız. Allah'ım, bunu yanımıza getirtme. Bu kişi onların
yanına gidince şöyle derler: Allah'ım bunu rezil ve rüzvay kıl. O da şöyle der:
Allah sizi benden uzak tutsun. Sizden her bir kimseye bunun gibisi
vardır."
Hesabın
akıbeti ise ahiretten önce dünyada bilinen bir husustur. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Kim burada kör ise o ahirette de kördür. Yolca daha da sapıktır."
Yani şu dünya hayatında Allah'ın delilleri apaçık belgelere kâinatta açıkça
ortaya koyduğu ayetlerine karşı kör olursa, ahirette de aynı şekilde kör
olacaktır. Kurtuluş yolunu bulamayacaktır, hatta dünya kör kimselerden de yolca
daha sapık olacaktır. Buradaki körlükten kasıt göz körlüğü değildir, kasıt
kalbî körlüktür.
Körlük
kurtuluş yolunu bulup hidayete eremeyen kimseler için istiare yoluyla
kullanılmıştır. Dünya hayatındaki körlük ise gözün görmemesi demektir.
Ahiretteki körlük ise sapık yolu izlemesinin kendisine fayda sağlamaması
dolayısıyladır.
[96]
Bu
ayet -i kerimeler bize aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Kıyamet gününde insanlar arasında hesabın görülmesi belgelerle,
dayanaklarla destekli olacaktır. Her bir insan içinde amelinin yazılı olduğu
kitabı ile hesaba çağırılacaktır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Her bir ümmeti diz çökmüş göreceksin. Her ümmet kendi kitabına çağırılacak
ve, bu günde işleyegeldiğiniz amellerinizin karşılığını göreceksiniz
(denilecektir)." (Câsiye, 45/28).
Ahirette
çağrı, Muhammed b. Ka'b ve benzerlerinin söyledikleri gibi kendilerinin ve
annelerinin isimleriyle değil, kendilerinin ve babalarının isimleri ile
olacaktır. Çünkü bu şekilde çağırmak suretiyle babalarının halleri setredilmiş
olacaktır. Buna delil de Buharî ve Müslim'de İbni Ömer'den gelen şu hadis-i
şeriftir: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Allah kıyamet gününde öncekileri
de sonrakileri de topladıktan sonra sözünde durmayan her bir kimseye bir bayrak
dikilicek ve işte bu filan oğlu filanın sözünde durmayışının alâmetidir
denilecektir."
Bu
hadisteki "bu filan oğlu filanın sözünde durmayışının alâmetidir"
ifadesi, orada çağrının annelerin isimleriyle değil, babaların isimleriyle de
alacağını göstermektedir.
2- Hesabın dehşetli hallerinden sonra kitabı sağ elden almaktan dolayı
çok büyük bir sevinç duyulmaktadır. Sağ taraftan almak ebedi mutluluğun,
kurtuluşun ve umutlarını elde etmenin belgesi olacaktır. Allah'ım, sen bizleri
kitapları sağ taraftan verileceklerden kıl!
3- Hakkı görüp ibret almaktan, Allah'ın varlığına ve vahdaniyetine
delâlet ^den Allah'ın kâinattaki ayet ve belgelerini delil olarak görmekten
yana dünya rayatında kör olan kimse ahirette de kör olacaktır, bu kimseler
yolca daha da sapıktır ve onlar hiçbir şekilde kurtuluşun yolunu
bulamayacaklardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim benim
zikrimden yüz çevirirse gerçekten :nun için bir geçim darlığı vardır ve onu kıyamet
gününde biz kör hasrederiz." Ta-Ha, 20/124); "Biz onları kıyamet günü
körler, dilsizler ve sağırlar olarak
yüzükoyun
hasredeceğiz. Onların varacağı yer cehennemdir." (İsra, 17/97).
[97]
73- Neredeyse sana vahyettiğimizden başkasını
bize karşı uydurman için seni fitneye düşüreceklerdi. O zaman seni dost
edineceklerdi.
74-
Şayet sana sebat vermemiş olsaydık, andolsun ki az da olsa onlara meyledecektin.
75-
Ve o zaman biz de sana hayatında kat kat azabını, ölümün de kat kat azabını
tattırırdık, sanra bize karşı sana yardımcı olacak birini de bulamazdın
76-
Yakında seni memleketinden çıkartmak için rahatsız edeceklerdir. O zaman
senin ardından onlar da çok az kalabilirler.
77-
Bu senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize de uyguladığımız bir sünnettir.
Sen bizim sünnetimizde bir değişiklik bulamazsın.
"Hayatın
kat kat azabını, ölümün de kat kat azabını" ifadesinde tıbâk sanatı
vardır.
[98]
"Neredeyse"
az kalsın "sana vahyettiğimizden" vahyettiğimiz hükümlerden
"başkasını bize karşı uydurman için seni fitneye düşüreceklerdi."
Kendi kanaatlerine göre az kalsın senin ayaklarını kaydıracak ve
aldatacaklardı. Yoksa onlar fiilen bu işi başarmış değillerdir. Zira o Yüce
Peygamber, muhaliflerin, Allah'ın vahyettiğinden uzaklaştırabilme durumuna
karşı korunmuştur. "O zaman seni dost edineceklerdi." yani sen böyle
bir şey yapmış olsaydın maksatlarına uysaydm seni fitneye düşürdükleri için
kendilerine -benim velayetimden (dostluğumdan uzaklaşmış olarak)- veli
edineceklerdi.
"Şayet
sana sebat vermemiş" yani seni koruyarak hak üzere korumamış
"olsaydık andolsun ki az da olsa onlara meyledecektin." Az bir
miktarda onların maksatlarına uymaya, meyletmeye yaklaşırdın. Buna sebep ise
onların ileri derecedeki hileleri ve aşırı ısrarlarıdır. Fakat biz sana
yetiştik, seni korumaya aldık. Onlara -meyletmek şöyle dursun- meyletmeye
yaklaşmaktan dahi alıkonuldun. Bu buyruk Hz. Peygamberin onlara herhangi bir
şekilde meyletmediğini, meyletmeyi aklından dahi geçirmediğini, sebatını
sürdürdüğünü açıkça ortaya koymaktadır. Aynı zamanda bu, ismetin (günahtan
korunmuşluğun) Allah'ın başarılı kılması ve korumasıyla olacağım göstermektedir.
"O
zaman biz de sana hayatın kat kat azabını, ölümün de kat kat azabını
tattırdık" Yani şayet sen onlara meyletmeye yaklaşmış olsaydın, sana dünya
ve ahiret azabını da kat kat fazlasıyla tattırdık. Yani başkalarının dünya ve
ahirette gördüğü azabın iki katını sana verirdik. "Sonra... yardımcı
olacak birisini de bulamazdın." Senden azabı giderecek, seni bu azaba
karşı koruyacak kimseyi bulamazdın.
"Memleketinden
çıkarmak için rahatsız edeceklerdir." Sana olan düşmanlıklarıyla Mekke'den
çıkartmak için hile ve tuzaklarıyla seni rahatsız ve huzursuz edeceklerdir.
Süyutî ise Mekke'den değil Medine'den, demiştir. Katade der ki: Mekke halkı
Peygamber (s.a.)'i Mekke'den çıkarmaya çalıştılar. Şayet bunu yapmış olsalardı
onlara süre tanınmazdı. Fakat Yüce Allah onların Hz. Peygamberi Mekke'den
çıkarmalarına -kendisi ona çıkma emrini verinceye kadar- engel oldu.[99]
"O zaman" eğer seni çıkartmış olsalardı "senin ardından onlar da
ancak çok az" bir süre "kalabilirler." Senin oradan çıkmandan
sonra ancak çok az bir süre kalabilirlerdi, sonra da helak edilirlerdi.
"Bu,
senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize de uyguladığımız bir
sünnettir." Yani sana yaptığımız bu uygulama, senden önceki peygamberlere
yaptığımız uygulamadır. Yani biz onlara kendilerini yurtlarından çıkartanları helak
etmek şeklindeki sünnetimizin gereğini sana da uygularız.
[100]
"Neredeyse
sana vahyettiğimizden... seni fitneye düşüreceklerdi." mealindeki 73. ayet
-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak İbni Merdüveyh, İbni Ebî Hatim, Ibni
İshâk ve başkaları İbni Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedirler: Umeyye b.
Halef, Ebu Cehil b. Hişâm ve Kureyş'ten bazı kimseler çıkıp Rasulullah
(s.a.)'ın yanına vardılar. Ona ya Muhammed dediler, gel ilâhlarımıza bir dokun,
seninle birlikte biz de senin dinine girivereceğiz. Hz. Peygamber kavminin
İslama girmesini arzu ediyordu. Bu isteklerine karşı biraz yumuşaklık gösterir
gibi oldu. Bunun üzerine Yüce Allah: "Neredeyse sana vahyettiğimizden
başkasını bize karşı uydurman için seni fitneye düşüreceklerdi... yardımcı
olacak birisini de bulamazdın." buyruğuna kadar (75. ayet) indirdi.
Ebu'ş-Şeyh
İbni Hayyân el-Ensarî de Said b. Cübeyr'den şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Rasulullah (s.a.) Hacer-i esved'i istilâm ediyordu. Mekkeli müşrikler ona
"Bizim putlarımızı ziyaret etmedikçe senin Hacer-i esved'i istilâm etmene
fırsat vermeyeceğiz" dediler. Hz. Peygamber kendi içinden şöyle dedi:
Hacer-i esved'i istilâm etmeme karışmayacak olduktan sonra, benim de onların
putlarını ziyaret etmemde ne sakınca vardır? Allah da bilir ki ben o putlardan
hoşlanmıyorum. Ancak Yüce Allah bunu kabul etmedi ve bu ayet -i kerimeyi
indirdi. İbni Şihâb ez-Zührî de buna yakın bir rivayet kaydetmektedir.
Bir
diğer görüşe göre ayet -i kerime Hz. Peygamberden kendi vadilerini haram
(himaye altına alınmış, korunmuş) bir vadi olarak ilân etmesini isteyip bu konu
üzerinde ısrar eden Sakîfliler hakkında nazil olmuştur.
76.
ayet -i kerime olan "Yakında seni memleketinden çıkarmak için seni
rahatsız edeceklerdir..." ayet-i kerimesinin nüzulü ile ilgili olarak da
İbni Ebî Hatim ve Delailü'n-Nübüvve'de Beyhakî, Abdurrahman'dan şunu rivayet
etmektedirler: Yahudiler Rasulullah (s.a.)'a gelip şöyle dediler: Eğer sen bir
peygamber isen Şam topraklarına git. Çünkü Şam mahşer yeridir, peygamberlerin
memleketidir. Rasululah (s.a.) onların dediklerini doğruladı. Şam'a doğru Tebuk
gazasına çıktı. Tebuk'e varınca, Yüce Allah, sure daha önce sona ermişken İsra
sûresinden şu ayet -i kerimeleri inzal buyurdu: "Yakında seni
memleketinden çıkarmak için seni rahatsız edeceklerdir..." buyruğunu
indirdi ve Medine'ye dönmesini emretti. Cebrail ona, "Haydi Rabbinden
dilekte bulun, çünkü her bir peygamberin (makbul) bir dileği vardır"
deyince Hz. Peygamber: "Neyi dilememi tavsiye edersin?" diye sordu, o
da şöyle dedi: "De ki: Rabbim beni doğrulukla girdir, doğrulukla çıkar ve
katından bana destekleyecek bir kuvvet ver." (İsra, 17/80). İşte bu ayet
-i kerimeler de onun Tebük'ten dönüşü sırasında nâzü oldu.
Süyutî
der ki: Bu rivayet mürseldir ve isnadı zayıftır. Bununla birlikte İbni Ebî
Hâtim'in eserinde Said b. Cübeyr'den gelen bir başka mürsel rivayet de buna
tanıklık etmektedir ki bu rivayetin lafzı şöyledir: Müşrikler Rasulullah
(s.a.)'a şöyle dediler: Peygamberler Şam'da kalırlardı. Senin Medine'de
kalmanın sebebi ne? Hz. Peygamber de oraya gitmeyi kararlaştırdı, bunun üzerine
bu ayet-i kerime nazil oldu. İbni Cerir'in tefsirinde de bunun mürsel bir
rivayet yolu daha vardır. Buna göre Yahudilerin kimisi Rasulullah (s.a.)'a bu
sözü söyledi. Neticede bu rivayetler biribirlerini desteklemektedir ve sonunda
bu rivayetler kabul edilebilir hale gelmektedir. Yani bu ayet -i kerime Yahudilerin
Rasulullah (s.a.)'a "Sen eğer bir peygamber isen, haydi Şam'a git, çünkü
orası peygamberler yurdudur" demeleri üzerine nazil olmuştur. Bu ayet -i
kerime nazil olunca Rasulullah (s.a.)'m da "Allah'ım, sen beni bir göz
açıp kapayacak kadar dahi kendime bırakma." diye buyurduğu rivayet
edilmektedir.[101]
Yüce
Allah Ademoğullarına olan nimetlerini sayıp onların ahirette mutlu olanlarının
kitaplarının sağ taraflarından verileceğini ve bedbahtlardan kör olanların
halini söz konusu ettikten sonra, burada dünya hayatında bedbaht kimselerin,
Peygamber (s.a.)'e karşı giriştikleri hile, tuzak, aldatma ve hakkı batıla
karıştırma arzularını zikretmeketdir.
Bu
tür pazarlık ve aldatma maksatlarının sebebi ise, Hz. Peygamberin Allah'ın
kendisine vahyetmiş olduğunu değiştirerek iftira etmesini, böylelikle tehdit
yerine müjdeler söylemesini ummalarıdır. Sakîflilerin indirmediği bir şeyi
Allah'a izafe etmesini istemeleri de bu türdendir.
[102]
Bu
buyrukların anlamı şudur: Her ne kadar müşrikler türlü hile, tuzak ve
aldatmaları ile bizim sana vahyettmiş olduğumuz şer'î hükümlerden emir, yasak,
vaat ve tehditlerinden uzaklaştırmak isteyip bize iftira ederek söylemediğimiz
şeyleri aleyhimize uydurmanı sağlamaya uğraşmışlar, bir başka Kur'ân uydurup
istedikleri şekilde vaadi tehdit ile ve tehdidi vaat ile değiştirmeni ve seni
Sakîflilerin teklif ettiği şekilde, Allah'ın sana indirmediği bir şeyi
kendisine izafe etmeni sağlamaya kalkışmış olsalar dahi... Allah'ın koruması
sayesinde onlar bunu yapamadılar, "O zaman seni dost edineceklerdi."
Yani eğer sen onların istediklerine uymuş olsaydın, seni kendilerine dost
edinirlerdi ve insanlara senin kendilerine üzerinde bulundukları şirk hususunda
muvafakat ettiğini açıklar ve sen onların bir dost ve yardımcısı olurdun. O
takdirde de benim (ilâhî) velayetimden yani koruma, himaye ve dostluğumdan
çıkmış olurdun.
"Şayet
sana sebat vermemiş olsaydık, andolsun ki az da olsa onlara
meyledecektin." Yani eğer biz hak üzere sana sebat vermeyip seni korumamış
olsaydık, onlarmhilelerine ve aldatmalarına az dahi olsa meyleder, yaklaşırdın.
Bu
ifade, Yüce Allah'ın peygamberini bu konuda uyarması ve harekete geçirmesi
hedefine yöneliktir. Yüce Allah'ın ona lütfuyla sebat verdiğini, müminlere de
lütufta bulunduğunu ifade etmektedir. Yani sen belki de onlarla anlaşırdın.
Ancak bunu imanmdaki zayıflık dolayısıyla değil de onların hile, tuzak, aldatma
ve desiselerinden kısmen de olsa emin olmak düşüncesiyle yapardın. Fakat bizim
inayetimiz dolayısıyla sen onlara meyletmedin. İşte bu Peygember (s.a.)'den
onlara karşı güzel davranmak ve onların isteklerini yerine getirmek gibi bir
isteğin sadır olmadığını açıkça ifade etmektedir. Hatta o böyle bir noktaya
yaklaşmamıştır bile.
Bu
aynı zamanda Yüce Allah'ın Rasulünü desteklediğine, ona sebat verdiğine, onu
koruduğuna, kâfirlerin hile ve tuzaklarından esenlikle kurtardığına, Hz.
Peygamberin işlerini görüp gözetenin, koruyanın, ona yardımcı olanın, onun
gerçek velisinin Allah olduğuna, onu yarattıklarından hiç kimseye
bırakmayacağına, peygamberinin dinini kendisine düşmanlık ve ona muhalefet
edenlerin dinine üstün kılacağına açık bir delildir.
Katâde
der ki: Bu ayet -i kerime nazil olunca Rasulullah (s.a.): "Allah'ım, sen
beni bana bir göz açıp kapayacak kadar dahi bırakma." diye buyurmuştur.
"O
zaman biz sana hayatın da kat kat azabını, ölümün de kat kat azabını
tattırırdık." Yani şayet sen bunu yapmış olsaydın dünyada da ahirette de
seni kat kat fazlasıyla, hayat azabının da, ölüm azabının da kat kat
verilmesidir. Yani dünya azabı da ahiret azabı da katlanacaktır. Çünkü önderin
yahut büyük kişinin günahı daha büyük, daha ağır bir cezayı gerektirir. Bundan
dolayı önder konumunda olan ilim adamı, ona tabi olan avamdan birisinin
cezasından daha ağır bir ceza ile cezalandırılır. Hz. Peygamber, Mâlik, Ahmed,
Müslim ve sair (Ebu Davud müstesna) Sünen sahiplerinin Ebu Cuhayfe ile Vasile
b. el-Eska'dan yaptıkları rivayete göre şöyle buyurmuştur: "Her kim kötü
bir yol açarsa kıyamet gününe kadar onun günahını da alır, onunla amel
edenlerin günahını da alır."
Bu
aynı şekilde Yüce Allah'ın şu buyruğunda Rasulullah (s.a.)'m hanımlarının
cezası hakkında da varittir: "Ey peygamber hanımları, sizden biri apaçık
bir hayasızlık yaparsa onun azabı iki kat artırılır." (Ahzâb, 33/30).
Mekkeliler'in
Hz. Peygamber'e kurmak istedikleri tuzaklardan birisi de onu Mekke'den
çıkartmaya kalkışmalarıydı. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Yakında
seni memleketinden çıkartmak için rahatsız edeceklerdir..." Yani andolsun
Mekke halkı da aradan fazla zaman geçmeden düşmanlıklarıyla, hile ve
tuzaklarıyla seni rahatsız edecekler ve senin arzdan yani Mekke'den çıkartmaya
çalışacaklardır.
"O
zaman senin ardından onlar da ancak çok az kalabilirler." Yani seni
çıkartacak olurlarsa, seni çıkartmalarından sonra ancak kısa bir süre kalırlar,
Allah onları helak eder. Nitekim bu tehdit de Yüce Allah'ın buyurduğu şekilde
gerçekleşmiştir. Allah Hz. Peygamber'i Mekke'den çıkarmalarından kısa bir süre
sonra müşrikleri Bedir'de helak etti. Bu süre de hicretten yahut Mekke'den
çıkartılmasından sonra on sekiz aydır.
"Bu
senden önce gönderdiğiniz peygamberlerimize de uyguladığımız bir
sünnettir..." Yani bizim peygamberlerimizi inkâr eden ve onlara eziyet
eden kimselere uyguladığımız kanunumuz, adetimiz azabın onlara geri gelmesi
şeklindedir. Peygamber onların aralarından çıkmakla birlikte azap gelip onları
bulur. Aralarından peygamberlerini çıkartan her bir kavme Allah'ın uygu-layageldiği
sünneti, onları helak etmek şeklindedir ve eğer Hz. Peygamber Allah'ın
bağışlanmış olan bir rahmeti olmasaydı, dünya hayatında herhangi bir kimsenin
tahammül edemeyeceği kadar büyük imtihanlarla karşı karşıya kalırdı. Çünkü Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Sen aralarında iken Allah onlara azap edecek
değildir." (Enfâl, 8/33).
"Sen
bizim sünnetimizde değişiklik bulamazsın." Yani Allah'ın sünnetinde,
düzeninde ve adetinde değişiklik olmaz, onun vaadi şaşmaz.
[103]
Gördüğümüz
ayet-i kerimeler aşağıdaki ibret, öğüt ve hükümlere işaret etmektedir:
1- Peygamber (s.a.) Mekke'de müşriklerin çeşitli türden hile ve
,;;,_üilanna, değişik şekillerdeki aldatmalarına, hatta pazarlıklarına maruz
tiiniiştır. Bunların en tehlikeli olanlarından birisi de vahyi değiştirme ve Hz
Peygamber'i asıl vatanı Mekke'den çıkartıp kovma çabalarıdır.
Vahyi
değiştirmeye çalışmak ve onların şirk ve cahiliyet esaslarını kabul fcarmek
çabası başarısızlıkla sonuçlanmıştır. İstedikleri Allah'ın desteklemesi ve
koruması sayesinde az olsun çok olsun, hiçbir şekilde gerçekleşmemiştir.
Hz.
Peygamberi Mekke'den çıkarma çabaları ise, Allah ona Mekke'den çılana emrini
verince istekleri gerçekleşmiş oldu. Fakat bundan sonra Bedir de ildürülmeye
maruz kaldılar ve ülkeleri olan Mekke fethedildi. Ayrıca ürerinden bazılarının
İslâm'a girmelerine, Mekke'de de Arap yarım adasının nfcğiffflr yerlerinde
İslâm'ın yayılması sonucu ile karşı karşıya kaldılar. Böyle-BkJe şirkin ve
putperestliğin kaleleri yıkıldı ve onun yerini İslâm aldı.
2- Rasulullah (s.a.)'ın günahlardan korunmuş (masum) peygamber
idUnğundan, kâfirlerle, müşriklerle herhangi bir andlaşmaya girmediğinden,
katta böyle bir şeyi içinden geçirmediğinden kimsenin şüphesi olmasın. Bu ayet
-i kerimeler esasen onu uyarmak içindi.
O
bakımdan Yüce Allah'ın "Neredeyse sana vahyettiğimizden başkasını Mae
karşı uydurman için seni fitneye düşüreceklerdi." buyruğu, fitneye ihtimal
dahilinde yakınlaştığını göstermektedir. Yoksa gerçekte böyle bir fitneye
lüçtüğünü göstermez. Eğer biz "Hükümdar nerdeyse filanı
cezalandıracaktı." ıa%ccek olsak bundan hükümdarın o kimseyi
cezalandırdığı anlaşılmaz; bilakis «■salandırmadığı anlaşılır.
Yüce
Allah'ın "Şayet sana sebat vermemiş olsaydık" buyruğu da Hz.
Peygamberin
onların dinlerine meylettiğini, mezheplerine doğru kaydığını ez. Çünkü:
"Sebat vermemiş olsaydık" ifadesi böyle bir şeyin gerçeklediğini
ifade eder. "Ali olmasaydı Ömer helak olurdu" dediğimiz zaman
lııını
anlamı şu olur: Ali'nin varlığı Ömer'in helakini önledi. Ayet-i kerimenin
ılımı
da aynı şekilde şöyle olur: Yüce Allah, Muhamed (s.a.)'e sebat verdi.
Böyle
bir sebatın gerçekleşmesi de onun müşriklere meyletmesinin
gerçekleşmesine
engel oldu.
Yüce
Allah'ın "Ve o zaman biz de sana hayatın kat kat azabını..."
kuyruğundaki ağır tehdit, daha önceden onun bir günah ve bir nıasiyet
işlendiğini göstermez. Nitekim başka ayet-i kerimelerde de benzeri hususları
görmekteyiz:
"Eğer
bazı sözleri bize uydurup isnat etseydi, biz de elbette onu kudretimizle
alıverirdik; sonra da kalbinin damarını elbette keserdik." (Hakka, 69/44);
'Andolsun sen eğer şirk koşarsan mutlaka amelin boşa çıkar..." (Zümer,
39/65); "Bir de kâfirlere ve münafıklara da itaat etme..." (Ahzab,
33/48).
3-
Ehl-i sünnet "Şayet sana
sebat vermemiş olsaydık andolsun ki az da olsa onlara meyledecektin."
buyruğunu Yüce Allah'ın tevkifi ile olmadıkça günahlardan korunmanın söz konusu
olamayacağına delil göstermişledir.
Kişiyi
günahlardan koruyan, ona yardım eden, destekleyen ve sebat veren Yüce
Allah'tır.
4- Yüce Allah Mekke halkının Peygamber (s.a.)'i Mekke'den çıkarmalarına
mani olmuştur. Şayet onlar bu işi yapmış olsalardı onlara süre verilmezdi.
Fakat Yüce Allah onların Hz. Peygamberi çıkarmalarını -Yüce Allah ona çıkma
emrini verinceye kadar- engellemiştir; diğer taraftan Rasulullah (s.a.)'m
Mekke'den çıkışından sonra onlara pek az süre tanınmış ve nihayet Bedir günü
içlelerinden öldürülenler oldu.
Müfesssirlerin
kabul ettikleri daha sahih olan görüş Katâde ile Mücâhid'in şu görüşüdür:
"Yakında seni memleketinden çıkarmak için rahatsız edeceklerdir."
ayet-i kerimesi Mekke'lilerin Rasulullah (s.a.)'ı Mekke'den çıkartma kararını
vermeleri hakkında nazil olmuştur. Eğer onu çıkartmış olsalardı onlara süre
verilmezdi, fakat Yüce Allah ona hicret etmesini emretti. Çünkü bu sure
Mekke'de inmiştir. Diğer taraftan bundan önceki buyruklar da Mekke halkına dair
haberler vermektedir. O bakımdan Yüce Allah'ın: "Memleketinden"
ifadesinden kasıt Mekke kastedilmektedir. Ayrıca, "Nice memleket vardır
ki, o seni çıkartan memleketinden daha güçlü idi..." (Muhammed, 47/13)
buyruğunda da kasıt Mekke'dir. Bunun anlamı da: "O peygamberi çıkartmak
için ora halkı karar verdiler." demektir.
5- Yüce Allah'ın daimi ve değişmez sünneti rasullerini beldesinden çıkartan
her bir kavmi azaplandırmak şeklindedir. Peygamberlerini aralarından çıkardılar
mı helak edilir ve ülkeleri tahrip olunur.
[104]
78- Güneşin batıya yönelmesinden gecenin
kararmasına kadar namaz kıl; sabah
namazını da. Çünkü
sabah namazı tanık olunan bir namazdır.
79- Gecenin bir kısmında da sana bir nafile olmak
üzere onunla teheccüt namazı kıl. Umulur ki Rabbin seni övülmüş bir makama
yüceltir.
80-
Ve de ki: "Rabbim beni doğrulukla girdir, doğrulukla çıkar ve katından bana
destekleyecek bir kuvvet ver."
81- De ki: "Hak geldi batıl da çekişe çekişe
can verdi. Çünkü zaten batıl yok olucudur."
82- Kur'ân'dan müminler için şifa ve rahmet olanı
indiririz. Zalimlerin ise ancak hüsranını artırır.
83- İnsana nimet verdiğimiz vakit yüz çevirir ve
yan çizer. Ona bir kötülük dokundu mu ümitsiz kalır.
84- De
ki: "Herkes tabiatına
göre hareket eder. Rabbiniz yolca kimin daha doğru olduğunu en iyi
bilir."
85- Sana ruhtan sorarlar. De ki: "Ruh,
Rabbimin emrindendir ve size bilgiden ancak çok azı verilmiştir."
"Sabah
namazını" ibaresinde cüz'ün kül hakkında kullanılması türünden bir mecaz-ı
mürsel sanatı vardır. Yani Kiraetü'1-fecr anlamındadır, bu da sabah namazıdır.
Çünkü kıraat namazın bir parçasıdır.
"Çünkü
sabah namazı tanık olunan bir namazdır." Burada da daha önce
"Kur'âne'l-fecr (sabah namazı)" ifadesi kullandıktan sonra tekrar
zamir kullanılmayıp açıktan zikredilmesi, ona çok önem verildiğini göstermek
içindir.
"Rabbim
beni doğrulukla girdir, doğrulukla çıkar." buyrukları arasında mukabele
vardır. Aynı şekilde "De ki: Hak geldi batıl da çekişe çekişe can
verdi." buyruğu da böyledir.
"İnsana
nimet verdiğimiz vakit... ona bir kötülük dokundu mu..." buyruğunda hayrın
Allah'a, şerrin de başkasına isnadı vardır. Böylelikle Allah'a karşı nasıl
edepli olunması gerektiği öğretilmektedir.
[105]
"Güneşin
batıya yönelmesinden" güneşin gündüzün ortasında göğün tepesinden doğru
kayması ve doğudan batıya doğru geçmesidir, "gecenin kararmasına
kadar" yani karanlığının geleceği vakte kadar, gece karanlığının gelip
artmasına kadar "namaz kıl." Bu zamanda dört vakit vardır: Öğlen,
ikindi, akşam ve yatsı. "Sabah namazını da. Çünkü sabah namazı tanık
olunan bir namazdır." Bu namazda hem gecenin hem de gündüzün melekleri
tanık olurlar veya karanlık yerine aydınlığın gelmesi, uyku yerine uyanıklık ve
hareketin gelmesi gibi kudretin tanıkları vardır. Böylelikle ayet -i kerime beş
vakit namazı kapsamış olmaktadır.
"Sana
bir nafile olmak üzere onunla teheccüt namazı kıl." buyruğundaki:
"Onunla" daki zamir Kur'ân-ı Kerim'e aittir. Teheccüt ise namaz
dolayısıyla uykuyu terk etmektir. Yani namaz kılmak üzere uykudan uyanmaktır.
Bu senin için farz namazlardan ayrı fazladan bir farzdır, yahut senin için bir
fazilettir. Çünkü bu namazın farziyeti yalnız senin içindir, ümmetin hakkında
değildir.
"Rabbin
seni övülmüş bir makama... (yükseltir)." Ola ki Rabbin ahirette seni
öncekilerin de sonrakilerin de övecekleri bir makama yükseltir. Bu makam
(Makam-ı Mahmûd) Allah'ın kullar arasında hüküm vereceği vakit yapılacak olan
en büyük şefaat makamıdır. Ebu Hureyre (r.a)' den rivayet edildiğine göre Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bu ümmetime şefaatçi olacağım
makamdır."
"Rabbim
beni" Medine'ye "doğrulukla" hoşuma gitmeyecek şeyleri görmeyeceğim,
razı olacağım bir şekilde "girdir" ve beni Mekke'den "doğruluk
çıkışı ile çıkar ve katından beni destekleyecek bir kuvvet ver" yani
düşmanlarına karşı bana yardım edeceğin bir güç ver. "Kuvvet
(sultan)" apaçık delil demektir. Destekleyecek (nasîr) ise yardımcı ve
destek demektir.
Mekke'ye
gireceğin vakit "De ki: Hak " İslâm "geldi, batıl da" şirk
ve küfür de "çekişe çekişe can verdi" gitti, kayboldu, zail, oldu,
paramparça oldu. "Çünkü zaten batıl yok olucudur." Buharî ile
Müslim'in İbni Mes'ud'dan rivayetine göre Hz. Peygamber Mekke'nin fethedildiği
gün Mekke'ye girdi. Orada (Kabe'nin çevresinde) 360 tane put vardı. Hz.
peygamber bu putları elindeki baston ile düşürüyor ve bunu yani "Hak geldi
batıl da çekişe çekişe can verdi." ayetini okuyordu. Ve nihayet bu putlar
düşüyordu. Geriye Kabe'nin üzerinde Huzaalıların putu kalmıştı. Bu put
bakırdandı. Hz. Peygamber: Ey Ali çık, onu aşağıya at, dedi, Hz. Ali çıktı, onu
aşağıyı attı ve kırdı.
"Kur'an...
zalimlerin ise ancak hüsranını artırır." Yani kâfirlerin ise hüsranlanndan
başka şeylerini artırmaz. Buna sebep ise onların yalanlamaları ve Kur'ân-ı
Kerim'i inkâr edip kâfir olmalarıdır.
"İnsana"
insan türüne sıhhat ve mutluluk gibi "nimet verdiğimiz vakit..."
Burada insandan kastın kâfir olduğu da söylenmiştir; şükürden ve Allah'ı
anmaktan "yüz çevirir ve yan çizer" yani itaatten yüz çevirir,
büyüklük taslayarak arkasını döner gider. "Ona" hastalık, fakirlik
ya da sıkıntı gibi "bir kötülük dokundu mu da ümitsiz kalır."
Allah'ın rahmetinden ümit keser ya da alabildiğine ümitsizleşir.
"De
ki" ya Muhammed, bizden de sizden de "herkes tabiatına göre hareket eder."
Yani hidayet ve sapıklıktaki haline uygun olan görüşü ve kanaatine göre hareket
eder. Ayet-i kerimede geçen "şâkile" tabiat, adet ve din anlamındadır.
Rabbine yolca kimin daha doğru olduğunu" kimin yolunun daha doğru, daha mutedil
olduğunu "en iyi bilir " ve ona lâyık olduğu şekilde mükâfat verir.
Yahudiler
de "sana ruhtan" ruhun mahiyeti ve hakikatinin ne olduğuna dair
"sorarlar." Ruh bedene, hayat verendir. Onlara "de ki: Ruh
Rabbinin emrindedir." Yani maddesiz olarak ve herhangi bir asıldan
doğmaksızın Allah'ın "ol" emriyle var olmuş, yoktan var ettği
şeylerdendir. Şöyle de açıklanmıştır: Yani ruh Allah'ın bilgisini kendisine
ayırdığı şeylerdendir. Çünkü rivayete göre Yahudiler Kureyşlilere şöyle demiş:
Muhammed'e Ashab-ı Kehfe, Zulkarneyn'e ve ruh'a dair soru sorunuz. Şayet
bunlara cevap verir veya hiç cevap vermez susarsa peygamber değildir. Şayet bir
bölümü hakkında cevap verir, bir bölümü hakkında cevap vermezse peygamberdir.
Hz. Peygamber onlara iki kıssaya dair açıklamada bulundu, ruha dair cevabı
müphem bıraktı. Bu Tevrat'ta da müphemdir. "Ve size bilgiden ancak "
Yüce Allah'ın bilgisine göre "çok azı verilmiştir." Sizin elde
ettiğiniz bilgi ise duyularınızla tazanabildiklerinizdir.
[106]
80.
ayet -i kerime olan: "Ve de ki: Rabbim beni doğrulukla girdir..."
ayet -i kerimesi ile ilgili olarak Tirmizî ve İbni Merdüveyh, İbni Abbas'tan
şöyle dediğini nakletmektedirler: Peygamber (s.a.) Mekke'de idi, daha sonra ona
ıcret etmesi emrolununca bunun üzerine şu ayet-i kerime indi: "Ve de ki:
Rab-- -ı beni doğrulukla girdir, doğrulukla çıkar ve katından bana
destekleyecek bir suvvet ver..."
85.
ayet -i kerime olan: "Sana ruhtan sorarlar..." buyruğunun nüzul
sebebi -le ilgili olarak Buharî, İbni Mes'ud'dan şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Rasulullah (s.a.) ile birlikte Medine'de yürüyor idim. Hurma
ağacından bir bastona dayanıyordu. Kureyş'lilerden[107] bir
grubun yanından geçti, onlardan bazıları ona sen bize ruha dair haber ver, deyince
bir süre durakladı, başını kaldırdı, ona vahiy gelmekte olduğunu anladım.
Nihayet vahiy sona erdi. Sonra da şöyle buyurdu: "Ruh Rabbinin emrindedir
ve size bilgiden ancak çok azı verilmiştir."
Tirmizî
de İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Kureyşliler Yahudilere
bize bu adama soracağımız bir şey öğretiniz, dediler. Yahudiler: "Ona ruha
dair soru sorunuz" dediler. Yüce Allah da: "Sana ruhtan sorarlar. De
ki: Ruh Rabbimin emrindedir." buyruğunu indirdi. Fakat Buharî'nin rivayet
ettiği hadis-i şerif, sure bütünüyle Mekkî olmakla birlikte bu ayetin Medine'de
indiğini göstermektedir. İkinci rivayete göre Kureyş'in soru sorması ise bunun
Mekke'de indiğini göstermektedir.
İbni
Kesir der ki: Ayetin iki defa nazil olduğunu kabul etmek suretiyle her iki
hadisin arası bulunmuş olur. Yani ayet-i kerime bundan önce Mekke'de indiği
gibi Medine'de ona ikinci defa nazil olmuş olabilir veya vahiy daha önce
kendisine indirilmiş olan ayet-i kerime ile sordukları soruya cevap
verebileceğini belirtmiş olmaktadır. Bu da "Sana ruhtan sorarlar..."
ayetidir.[108] Hafız İbni Hacer de
böyle demiştir. Süyutî der ki: Rasulullah (s.a.)'ın Yahudiler soru sorarken
susması bu hususta daha fazla açıklama beklediğine hamledilir. Aksi takdirde
Buhari'de bulunan rivayet daha sahihtir. Sahih-i Buharî'deki rivayet de olayda
hazır olanın rivayetinin İbni Abbas'ınkinden farklı olması balamandan tercih
edilir.
Gerçek
ise Ashab-ı Kehf kıssasının nüzul sebebinde söz konusu edeceğimiz gibi, şöyledir:
Kureyşlilerden bir grup Medine'ye gelmiş ve bu konuda Yahudilerle istişare
etmişti. Nitekim İbni İshâk da bunu böylece zikretmiştir. Buna göre ayet -i
kerimenin Mekki olduğunda herhangi bir görüş ayrılığı söz konusu olmaz.
[109]
Yüce
Allah kâfirlerin hile ve tuzaklarını, Rasulullah (s.a.)'ı ülkesinden çıkarmak
üzere rahatsız etmek istemelerini, ona karşı düşündüklerini söz konusu ettikten
sonra Rabbine ibadete yönelmeyi ve kalbini onlarla meşgul etmemesini
emretmektedir. Daha sonra ise Allah'ın varlığı, öldükten sonra diriliş ve
peygamberliğe dair açıklamalar geçmiş bulunuyordu. Bu sefer bunlarla birlikte
imandan sonra ibadet ve taatlerin en şereflisi olan namaz emrinin verildiğini
görüyoruz.
Daha
sonra Rabbi ona ahirette Makam-ı Mahmûd'u vaad etmektedir. Bu ise müfessirlerin
ittifakı ile büyük şefaattir. Çünkü Yüce Allah ona namazı ve teheccüdü emredip
Makam-ı Mahmûd'u vaad ettikten sonra dinî ve uhrevî hususları kapsayan bir duâ
olan şu buyruklarla duâ etmesini emretmektedir: "Ve de ki: Rabbim beni
doğrulukla girdir..."
Zahir
(kuvvetli) görüş ise -Ebû Hayyân'ın da belirttiği gibi- bunun dünyevî ve uhrevî
her husus hakkında genel olduğudur. Burada sözü geçen "doğruluk" ise
yerilmeyi gerektirecek her şeyin ortadan kaldırıldığı, buna karşılık her türlü
övgüyü hak eden davranışları kapsayan bir sözdür.
Daha
sonra Yüce Allah şunu beyân etmektedir: Hz. Peygambere indirilen Kur'ân-ı
Kerim'de maddî ve manevî (itikadî) hastalıklardan ruhlara ve kalplere şifa
olduğunu açıklamaktadır. Daha sonra Kur'ân-ı Kerim ile nasıl bir nimette
bulunduğunu, onun insan için ihtiva ettiği şer'î incelikleri işaret etmektedir.
İnsanın bundan büyüklenerek yüz çevirdiğine de dikkat çekmektedir. Arkasından
işi yokuşa sürmek ve aciz bırakmak kasdıyla ruha dair soru soran, imandan yüz
çeviren, Yahudilerle müşriklere de cevap verilmektedir.
[110]
Yüce
Allah Rasûlüne (s.a.) birinci ayet-i kerimede farz namazları vakitlerinde
kılmasını emretmektedir. Ayet-i kerimenin anlamı şudur: Ey peygamber! Sana ve
ümmetine farz kılınmış olan namazı rükün ve şartlarını eksiksiz yerine
getirerek güneşin zevalinden itibaren gecenin karanlığına kadar olan vakitler
içerisinde eda et! Bu ise öğle, ikindi ile akşam ve yatsı namazlarını
kapsamaktadır. Âyet-i kerimede "dülûk= batıya yönelmek" kelimesi
güneşin öğle vakti semanın ortasından batıya doğru meyletmesidir. Hitap
Rasulullah s.a.)'a olmakla birlikte aynı zamanda ümmeti de bu hitabın kapsamı
içerisine girmektedir. Buna sebep ise emrolunan namazın dindeki yeridir.
"Sabah
namazını da...= kur'âne'l-fecr" yani sabah namazını da kıl demek-dr. İşte
beşinci vakit namaz da budur. Rasulullah (s.a.)'m söz ve fiillerinin yer aldığı
mütevatir sünnet de namaz vakitlerinin başlangıcını ve sonunu günümüzde bilinen
şekliyle açıklamış bulunmaktadır.
"Çünkü
sabah namazı tanık olunan (meşhûd) bir namazdır." Yani sabah namazında
gece ve gündüz melekleri hazır bulunurlar. Bu meleklerin bir kısmı mer. Diğer
bir kısmı göğe çıkarlar ve bu, görev değişimi vaktinde olur. Sabah namazına
"okumak" anlamına gelen "kur'ân" adının verilişi, Kur'ân
okumanın rükün olmasından dolayıdır. Nitekim namaza aynı şekilde rükû, kunût,
sücud adları da verilir. Diğer taraftan "kur'âne'l-fecr" ifadesinin
sabah namazında uzun uzun Kur'ân okumaya bir teşvik olması da mümkündür. Diğer
namazlara nispetle sabah namazında daha uzun ayetler okumanın sebebi budur.[111]
Ahmed,
Tirmizî, Nesaî ve İbni Mace'nin, Ebû Hureyre'den rivayetlerine göre Rasulullah
(s.a.) Yüce Allah'ın "Sabah namazını da. Çünkü sabah namazı tanık olunan
bir namazdır" buyruğu hakkında şöyle buyurmuştur: "Bu namaza gece
melekleri ile gündüz melekleri tanık olurlar."
Buharî
ile Müslim'de de Ebu Hureyre (r.a)'den yine Rasulullah (s.a.)'ın şöyle
buyurduğu rivayet edilmektedir: "Sizin aranızda gece melekleri ile gündüz
melekleri biribirinin ardı arkasına gelirler. Bunlar sabah namazı ile ikindi
namazında bir arada olurlar. Aranızda geceyi geçirenler semaya çıkarlar.
Hallerini en iyi bilen O olduğu halde Rableri yine onlara, "Kullarımı ne
halde bıraktınız?" diye sorar. Onlar, "Onlara vardık namaz
kılıyorlardı, yine namaz kıldıkları halde onları bırakıp geldik."
derler."
Abdullah
b. Mes'ud da der ki: Koruyucular (melekler) sabah namazında bir araya gelirler,
bunlar yükselir, berikiler de kalırlar.
Yüce
Allah'ın "tanık olunan" ifadesinden kasdm namazların cemaat ile eda
edilmesini teşvik olması ihtimali de vardır. Bu durumda buyruğun anlamı çokça
cemaat ile tanık olunan namaz olur yahut da Yüce Allah'ın kudretinden kemaline
tanık olunur. Çünkü bu vakit, karanlığın aydınlık ile karıştığı zamandır.
Karanlık, ölüme ve yokluğa; ışık ise hayat ve varlığa uygun bir örnektir ve o
vakitte kâinat karanlıktan aydınlığa intikal eder. Bir çeşit ölüm olan uykudan
hayata, hareketsizlikten harekete ve yokluktan varlığa geçiş gerçekleşir.[112]
"Gecenin
bir kısmında da sana bir nafile olmak üzere onunla teheccüd namazı kıl."
Bu Rasulullah (s.a.)'a has bir başka farzdır ki bu da teheccüd namazıdır. Yani
gecenin bir bölümünde namaz kılmak üzere kalk. Bu, peygamber (s.a.)'e gece
namazı kılmak için verilen ilk emirdir. Bu namaz emri ise farz olan diğer
namazlardan ayrıca verilmiştir. İşte bundan dolayı Yüce Allah da farz namazdan
ayrı olarak gece namazlarını Rasûlüne emretmektedir. Teheccüd namazı uykudan
sonra kılınan namazdır. Ashab-ı kiramdan bir topluluktan sabit olduğuna göre
Rasulullah (s.a.) uyuduktan sonra kalkıp teheccüd namazı kılardı.
Yüce
Allah'ın "Sana bir nafile olmak üzere" buyruğu şu demektir: Yani farz
namazlardan ayrı olarak senin için fazladan bir ibadet olmak üzere, ümmetinden
ayrı, yalnızca sana has ve sadece sana farzdır. Ümmetine ise bu namaz menduptur
veya tatavvudur. Tercih edilen görüş budur. Bir diğer görüşe göre ise kasıt,
Peygamber (s.a.) için gece namazının özel bir nafile olduğudur. Çünkü Hz.
Peygamberin geçmiş ve gelecek bütün günahları bağışlanmış bulunmaktadır.
Nafileler ümmetinden diğer fertlerin günahlarına kefaret olur. İbni Cerîr ise
bu görüşü reddederek şöyle demektedir: Çünkü Hz. Peygamber de mağfiret
dilemekle emrolunmuştu: "Ve ondan mağfiret dile, çünkü O tev-beleri çokça
kabul edendir." (Nasr, 110/3). Ayrıca Hz. Peygamber bir günde yüz defadan
fazla mağfiret dilerdi. Kulun Rabbine yakınlığı arttıkça O'ndan korkusu da
artar. İsterse âlemlerin Rabbi ona bu konuda güvenlik verilmiş olsun. Bu
ehlince bilinen bir makamdır.
"Umulur
ki Rabbin seni övülmüş bir makama yüceltir." Yani benim sana verdiğim bu
emri yerine getir ki, kıyamet gününde seni övülecek bir makama yükseltelim.
Orada bütün insanlar seni övsün. Ayrıca -İbni Kesir'in dediği gibi-onların
yaratıcısı olan şanı mübarek ve Yüce Allah da övsün.
el-Vâhidî'nin
de kaydettiği gibi, bütün müfessirler icma ile şunu belirtirler: Bu Makam-ı
Mahmud cezanın kaldırılması hususunda şefaat-ı uzma (en büyük fesat) makamıdır.
Bu ise İbni Cerir'in de belirttiği gibi, burası o günde insanların içinde
bulunacakları sıkıntılardan Rablerinin kendilerini rahatlatması için, kıyamet
gününde peygamberin bulunacağı şefaat makamıdır.
"Umulur
ki" kelimesi burada vücup içindir. Çünkü burada böyle bir şeyi
ümitlendirme anlamı ifade edilmektedir. Bir kimseyi herhangi bir hususta
umutlandırıp sonra onu mahrum eden kişi aldatıcı olur. Böyle bir anlam ise Yüce
Allah için imkânsızdır. Bu kelime, kerim olan Yüce Allah tarafından
gerçekleşmesi muhakkak olan bir umutlandırmadır. Müfessirlerin ittifakı ile bu
kelime, Allah tarafından kullanıldığı takdirde vücup ifade eder. Makam-ı Mahmud
ise göz dikilen, umulan yerdir. Rasulullah (s.a.) için hazırlanan belli makamın
adıdır. Bu önceden de açıkladığımız gibi her bir peygamber ve rasulün kabul
edemeyeceği şefaat makamıdır. Rasulullah (s.a.) ise "Bu iş benim isimdir.
Bu iş benim isimdir" diyerek hesaplarının çabuk görülmesi için insanların
cehenneme dahi olsa gitmeyi temenni edecekleri, tepelerine son derece yaklaşmış
aşırı derecedeki güneşin hararetinden kurtulmaları için, bütün insanlara şefaat
edeceği makamdır.
Müslim
senedini kaydederek Rasulullah (s.a.)'ın: "Umulur ki Rabbin seni övülmüş
bir makama yükseltir." buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir:
"İşte o ümmetime şefaatçi olacağım makamdır."
Neseî
ve Hâkim, Huzeyfe (r.a)'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Allah bütün
insanları tek bir düzlükte toplayıp bir araya getirecektir. Davetçi onlara
sesini işittirecek, göz onları delip geçecektir. İlk yaratıldıkları gibi çıplak
ayaklı ve sünnetsiz olarak ayakta duracaklardır. Onun izniyle olmadıkça hiç bir
kimse konuşamayacaktır. Peygambere "Ya Muhammed" diye nida edilecek
ve O şöyle buyuracaktır: "Buyur, emrine hazırım, hayır senin elindedir,
şer ise sana nispet edilmez. Hidayet bulan senin hidayete ilettiğindir, kulun
işte senin huzurundadır. Seninledir ve sana yönelmiştir. Senden yine sana
sığınılır. Sen şanı mübarek ve yücesin. Ey Beyt'in Rabbi, seni bütün
eksikliklerden tenzih ederim." İşte Aziz ve Celil olan Allah'ın sözünü
ettiği Makâm-ı Mahmud budur.
Buharî'de
Câbir b. Abdullah'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Her kim ezanı işittiği vakit: "Ey bu eksiksiz
davetin ve kılınacak olan namazın Rabbi olan Allah'ım! Muhammed (s.a.)'e
vesileyi, fazileti ve üstün dereceyi ver. O'nu, Makam-ı Mahmud'a yücelt. Şüphesiz
sen vaadinden dönmezsin." diyecek olursa, kıyamet günü benim şefaatim de
onu bulacaktır."
Ahmed,
Tirmizî ve İbni Mace'in Ubey b. Ka'b.'dan rivayetlerine göre Rasulullah (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Kıyamet günü oldu mu peygamberlerin imamı, hatibi ve
şefaatlerinin sahibi ben olacağım. Övünmeden söylüyorum."
Peygamber
(s.a.)'e hicret emri ile ilgili olarak da Yüce Allah: "Ve de ki: Rabbim,
beni doğrulukla girdir, doğrulukla çıkar..." buyruğunu indirdi. Yani ya Muhammed,
dua ederek şöyle de: Rabbim, dünyada da ahirette de beni razı olunacak güzel
bir şekilde girdir. Orada hoşa gitmeyecek bir şey olmasın. Bu girişin sahibini
sözünde de fiilinde de doğru olmakla nitelendirileceği bir giriş kıl. Yine beni
razı olunacak ve güzel bir çıkarılış ile çıkar. Keramet ile taçlandır,
gazabından güvenlik ver. O yerden çıkanın doğru olmakla nitelendirileceği,
bunu hak edeceği bir çıkarış olsun.
İşte
bu Peygamber (s.a.)'in her bir giriş ve çıkışını kapsayan bir duadır. Medine'ye
girişi, Mekke'den çıkışı, kabre girişi, kabirden diriliş için çıkarılışı,
Mekke'ye hakim olarak girişi yine oradan güvenlik içerisinde çıkışı gibi.
Bazıları
da bu ayet-i kerimenin Peygamber (s.a.)'e hicret emri verilmesi esnasında indiğini
belirterek, tahsis ederler. Bununla Hz. Peygamber, Medine'ye girişini ve
Mekke'den çıkışını kastetmiş olur. Yahut da Mekke'ye muzaffer ve fatih olarak
gelişi ile oradan müşriklerden yana güvenlik içerisinde çıkışı
kastedilmektedir.
"Ve
katından bana destekleyecek bir kuvvet ver." Yani bana muhalefet edenlere
karşı bana yardımcı olacak apaçık bir delilin olsun yahut küfre karşı İslâm'ı
zafere ulaştırıcı ve ona üstün kılıcı bir devletin, gücün, kuvvetin olsun.
Hasan-ı Basrî der ki: Rabbin kendisine Farsların mülkünü ve kuvvetini onlardan
alıp kendisine vereceğini, yine aynı şekilde Bizanslılar'in mülkünü ve
kuvvetini onlardan alıp kendisine vereceğini vaad etmişti.
Nitekim
Yüce Allah ona olan vaadini gerçekleştirmiş, Hz. Peygamberin duası kabul
olunmuş ve bir taraftan şahsî olarak ilâhî koruması tahakkuk etmiştir.
"Allah seni insanlardan koruyacaktır." (Mâide, 5/67). Diğer taraftan
da İslâm yayıldı ve bütün dinlerden üstün oldu: "Ve ta ki onu diğer bütün
dinlerden üstün kılsın." (Tevbe, 9/33). Yine devlet ve mülkü de zafer
kazandı: "Şüphesiz Allah'ın Hizb'i galip gelenlerin ta kendileridir."
(Mâide, 5/56); "And olsun onları yeryüzünde halifeler yapacaktır."
(Nûr, 24/55).
Hz.
Peygamberin devlet ve egemenlik talebi herhangi bir şekilde hakimiyet arzusu
için değil, İslâm'ın korunması için, gereken değerlerini muhafaza içindi. Çünkü
hakkın kendisine düşmanlık edenlere, mücadele verenlere karşı kahredici bir
güce ve kendisine hizmet edecek bir yardımcıya ihtiyacı vardır ve bu bir
zorunluluktur. Ondan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki
biz elçilerimizi apaçık delillerle gönderdik. Onlarla birlikte Kitabı ve
Mizanı (ölçü ve adaleti) indirdik ki insanlar adaleti ayakta tutsunlar. Bir de
onda hem çetin bir kuvvet hem de insanlar için menfaatler bulunan demiri de
indirdik..." (Hadîd, 57/25) Böylelikle Yüce Allah risâlet ile beyanı,
demir ile gücü bir arada zikretmiş bulunmaktadır. Hz. Osman'dan da şöyle dediği
rivayet edilmektedir: "Şüphesiz Allah Kur'ân-ı Kerîm ile menetmediğini
devlet otoritesi ile meneder." Yani Yüce Allah, Kur'ân-ı Kerîm'in hükmüne,
bu konudaki kesin vaade ve en ağır tehdide rağmen işlemekten vaçgeçmeyen bir
çok insanın birtakım hayasızlık ve günahları işlemekten devlet otoritesiyle
alıkoyar.
Daha
sonra Yüce Allah Kureyş kâfirlerini de şu buyrukları ile tehdit etmektedir:"
De ki: Hak geldi, bâtıl da çekişe çekişe can verdi." Yani müşriklere şunu
söyle: Allah'tan hiçbir şüphesi bulunmayan hak geldi, ki o da İslâm'dır. Ve
Allah'ın onunla gönderdiği Kur'ân-ı Kerîm'dir, iman'dır, faydalı ilimdir. Buna
karşılık batıl paramparça oldu, helak oldu. Bu ise şirktir. Esasen batılın
hakka karşı hak ile birlikte durması, sebat göstermesi söz konusu değildir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bilakis biz hakkı bâtıl üzerine
bırakırız da hak onun beynini parçalar. Bakarsın ki o yok oluvermiştir."
Enbiyâ, 21/18).
"Çünkü
zaten bâtıl yok olucudur." Yani hiç şüphesiz bâtıl, her zaman için
kalıcılığı olmayan, sürekliliği bulunmayan, yok olup gidendir.
Rasulullah
(s.a.) Mekke'nin fethi sırasında putları kırarken bu ayet-i kerimeyi okumuştu.
Buhârî, Müslim, Tirmizî ve Neseî'nin Abdullah b. Mes'ud'dan rivayetlerine göre
o şöyle demiş: Peygamber (s.a.) Mekke'ye girdi. Beyt'in etrafında ise 360 put
vardı. Hz. Peygamber elindeki değnek ile bunları itekliyor ve bu arada:
"De ki: Hak geldi, bâtıl da çekişe çekişe can verdi. Çünkü zaten batıl yok
olucudur." ayeti ile "De ki: Hak geldi batıl ise ne yeniden bir şey
meydana getirebilir, ne de bir şeyi iade edebilir." (Sebe', 34/49)
ayetlerini okuyordu.
Hafız
Ebû Ya'lâ da Hz. Câbir b. Abdullah'tan şöyle dediğini nakletmektedir:
"Rasulullah (s.a.) ile birlikte Mekke'ye girdik. Kabe'nin etrafında
Allah'tan başka ibadet olunan 360 tane put vardı. Rasulullah (s.a.) emir verdi,
bu putlar yüzüstü yıkıldı ve şöyle buyurdu: "Hak geldi, bâtıl da çekişe
çekişe can verdi. Çünkü zaten bâtıl yok olucudur."
Daha
sonra Yüce Allah rasulü Muhammed'e indirmiş olduğu Kitabının bir şifâ ve bir
rahmet olduğunu haber vererek şöyle buyurmaktadır: "Kur'ândan müminler
için şifâ ve rahmet olanı indiririz." Yani ey Peygamber, biz senin üzerine
kendisinde şifâ bulunan bir Kur'ân indirmekteyiz. Kur'ân-ı Kerîm'den nazil olan
her şey müminlere şifâdır.
Onunla
imanları artar ve onun sayesinde dinlerini daha bir arındırırlar. O kalplerdeki
her türlü şüphe ve nifak hastalığını, şirk, sapkınlık, inkâr, bilgisizlik ve
dalâlet hastalıklarını giderir. Kur'ân-ı Kerîm imana, hikmete ve hayra irşat
eder, cennete sokup azaptan kurtulmaya götürür. ed-Deylemî'nin Fir-devs'inde
rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Her kim Kur'ân
ile şifâ dilemezse Allah ona şifâ vermesin."
"Zalimlerin
ise ancak hüsranını artırır." Kur'ân-ı Kerîm'i dinlemek, kendisine
zulmedenin ancak imandan uzaklaşmasını ve Allah'ı inkârını artırır. Bunun sebebi
ise küfrün ruhunda kök salmış olmasıdır.
Bu
ayet-i kerimenin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "De ki: O
iman edenlere bir hidayet ve bir şifâdır. İman etmeyenlerin ise kulaklarında
bir ağırlık vardır ve onlara karşı bir körlüktür. İşte onlar kendilerine uzak
bir yerden seslenilir gibidirler." (Fussilet, 41/44). Yine Yüce Allah'ın
şu buyrukları da bunu andırmaktadır: "İman edenlere gelince bu, onların
imanını artırmıştır. Onlar biribirleriyle müjdeleşirler. Kalplerinde hastalık
bulunanlara gelince, onların küfürlerine küfür katıp artırdı ve onlar kâfir
olarak ölüp gittiler." (Tevbe, 9/124-125). Katâde der ki: Mümin Kur'ân-ı
Kerim'i işittiği vakit ondan istifade eder, onu beller ve anlar.
"Zalimlerin ise ancak hüsranını artırır." Yani zalim Kur'ân'dan
yararlanmaz, onu bellemez, onu anlamaz. Şüphesiz Allah bu Kur'ân-ı Kerîm'i
müminlere bir şifa ve bir rahmet kılmıştır.
Daha
sonra Yüce Allah beşer olması itibariyle insanın eksikliğini haber vermektedir.
Bundan tek istisna Allah'ın koruduğudur. İşte Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"İnsana nimet verdiğimiz vakit yüz çevirir ve yan çizer." Yani bizler
mal, afiyet, rızık, yardım gibi insana herhangi bir nimet verecek ve o da
dilediğine kavuşacak olursa, Allah'a itaat ve ona ibadetten yüz çevirir. Bu buyruk
da onun yüz çevirmesini tenkit için gelmiştir. Çünkü yüz çevirmekten kasıt ise
büyüklük taslamak ve uzaklaşmaktır. Çünkü bu, büyüklük taslayan-larm adetidir.
"Ona
bir kötülük dokundu mu da ümitsiz olur." Yani ona bir kötülük isabet
edecek olursa -bunlar da çeşitli musibet ve olaylardır- artık bundan sonra
Allah'ın rahmetinden ve hayırdan yana ümit keser ve alabildiğine ümitsizlesin
Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın şu buyruklarını da andırmaktadır: "İnsana
bir zarar dokunduğu zaman yanı üzereyken, otururken veya ayakta iken bize dua
eder. Fakat biz onun sıkıntısını giderdiğimizde kendisine dokunan bir sıkıntıya
bizi çağırmamış gibi (döner) gider. İşte haddi aşanların işledikleri amelleri
kendilerine böylece süslü gösterilmiştir." (Yunus, 10/12); "Andolsun
ki insana nezdimizden bir rahmet tattırıp da sonra bunu kendisinden alıversek
şüphesiz o ümit kesmiş bir nankör olur. Ve şayet ona kendisine dokunan bir
zarardan sonra nimet tattıracak olursak, elbetteki benden kötülükler uzaklaşıp
gitti, diyecektir. Çünkü o şüphesiz şımarıktır, böbürlenendir." (Hûd,
11/9-10).
"De
ki: Herkes tabiatına göre hareket eder." Ya Muhammed de ki: Herkes hidayet
ve sapıklıktan kendi durumuna, izlediği yoluna, kanaatine uygun işler yapar.
"Ve
Rabbiniz yolca kimin daha doğru olduğunu daha iyi bilir." Sizi besleyip
büyüten, terbiye eden, var eden, size nimetler ihsan eden Rabbiniz olan Allah,
herkesten daha çok kimin yolunun daha düzgün, kimin yolunun daha açık ve hakka
daha çok tabi olduğunu bilir. Herkese ameline göre karşılık verecektir. Ayet-i
kerimede müşrikler için bir tehdit vardır.
Bu
ayet-i kerime de Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "İman
etmeyenlere de ki: Elinizden geleni yapın. Biz de yapacağız. Bekleyin, çünkü
biz de bekleyenleriz." (Hûd, 11/121-122).
"Sana
ruhtan sorarlar..." Yani müşrikler sana bedenlerine hayat veren ruhun
gerçek mahiyetine dair soru sorarlar. De ki: Ruh Rabbimin işlerindendir. Ruh
onun var etmesi ve yaratması ile meydana gelir. Allah ona dair bilgiyi kendisine
saklamıştır. Ondan başka kimse onu bilmez ve ondan başka bunu bilme gücüne
sahip kimse yoktur. Ey insanlar! Size verilen bilgiler, marifetler pek azdır ve
bunların kaynağı da duyu organlarının hissetmesi ve bilinen şeyler üzerinde
düşünmektir. Bunların ötesinde kalanlara gelince, sizin bunları bilmeye
gücünüz yetmez ve kimse bunların gerçek mahiyetine muttali değildir.
[113]
Bu
ayet-i kerimelerden aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:
1- "Güneşin batıya yönelmesinde... namaz kıl" ayet-i kerimesi
beş vakit namazın ve bu namazların ayet-i kerimenin genel olarak belirlediği
sünnet-i nebeviyyenin de etraflı bir şekilde sınırlandırdığı vakitlerde
kılınmasının farz olduğuna delildir.
2- Yüce Allah'ın: "Sabah namazını da" ifadesinden anlaşılan
birtakım manalar vardır ki, bunların bir kısmı şöyledir: Namaz ancak Kur'ân
okumak ile tamam olur. Ayrıca sabah namazının tanyerinin ağarmasından itibaren
kılınması farzdır. Sünnet-i seniye de sabah namazında kıraatin diğer
namazlardaki kıraatlerden daha uzun olması gerektiğini beyan etmiştir. Yüce
Allah'ın "Sabah namazı= kur'âne'1-fecr" ibaresinde bu namazda
kıraati uzun tutmaya bir teşvik vardır. Ayrıca kur'âne'l-fecrin (sabah namazı)
tanık olunmakla nitelendirilmesinin anlamı da, gece melekleri ile gündüz
meleklerinin sabah namazında imam arkasında bir araya gelmesidir. Bu da sabah
namazı için "tağlis"in yani (tanyeri ağarmaya başlarken) karanlık
sırasında kılınmasının daha faziletli olduğuna güçlü bir delildir. Mâliki ve
Şafiî'nin görüşü de budur.
Ebû
Hanife ise tağlîs ile isfâr (tanyerinin ağarması ile ortalığın kısmen
aydınlanması) arasında bir vakitte kılmak daha faziletlidir. Eğer bunu yapamayacak
olur ise isfâr (ortalığın kısmen aydınlanması) tağlîs'ten daha iyidir.
Sabah
namazında gece ile gündüz meleklerinin bir arada bulunması, aynı şekilde ikindi
namazında da bu şekilde bir araya gelmeleri -daha önce kaydettiğimiz hadiste
görüldüğü gibi- bu iki namazın -bazı alimlerin anladığı gibi-gece namazından da
gündüz namazından da olmadığı anlamına gelmez. Aksine bunların ikisi de günüdüz
namazlarındandır. Buna delil ise bu süre içerisinde oruç tutulmasının söz
konusu olmasıdır.
3-
Teheccüd namazı (gece namazı);
onun için bir şeref ve üstünlük olmak üzere Rasulullah (s.a.)'tan fazladan bir
nafile olmak üzere istenmiştir. Peygamber (s.a)'in ümmeti ile birlikte değil
de yalnızca kendisine tahsis edilmek suretiyle özellikle zikredilmesi hakkında
ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bir grubun dediğine göre gece namazı
Hz. Peygamber için bir farzdı. Çünkü Yüce Allah: "Sana bir nafile olmak
üzere" diye buyurmuştur. Yani ümmet hakkında öngörülen farzdan ayrı olarak
senin için fazladan bir farz olmak üzere denilmiştir. Daha sonra bunun
farziyeti nesh edildi ve onun için nafile oldu. Yani diğer farzlardan ayrı
tatavvu ve nafile olarak kılması emredildi.
Başkaları
ise şöyle demektedir: Gece namazı Rasulullah (s.a.) hakkında da ümmeti için de
bir tatavvudur. O bakımdan burada nafile kılma emri mendupluk ifade etmektedir
ve hitap Peygamber (s.a)'e yönelik olur. Çünkü Rssuiullah (s.a.)'m geçmiş ve
gelecek günahları bağışlanmıştır. O bakımdan onun farzı dışında yaptığı her bir
itaat ve \badet derecelerinin yükselmesini ifade eder. Onun dışındaki ümmet
fertlerinin tatavvuları ise, günahlarına kefarettir ve farzlarındaki kusurları
bir tedavidir.
Rasulullah
(s.a.)'m Makam-ı Mahmûd'u vardır. Bu ise kıyamet gününde bütün insanlara
yapılacak büyük şefaatin makamıdır. İşte bundan dolayı Ahmed, Tirmizî ve İbni
Mâce'nin Ebû Said el-Hudrî (r.a)'den yaptıkları rivayete göre şöyle buyurmuştur:
"Ben kıyamet gününde Ademoğularının efen-disiyim; bununla birlikte
övünmüyorum." en-Nakkâş dedi ki: Rasulullah (s.a.)'m üç türlü şefaati
vardır: Birincisi genel şefaattir, ikincisi daha önce cennete girmek
hususundaki şefaatidir, üçüncüsü ise büyük günah işleyenlere yapacağı şefaati.
İbni
Atıyye der ki: Ancak meşhur olan Hz. Peygamberin şefaatlerinin yalnızca iki
tane olacağıdır: Birisi genel şefaattir, diğeri ise günahkârların cehhennemden
çıkartılmalarına dair şefaattir. Bu ikinci şefaati; aynı şekilde diğer
peygamberlerin, ilim adamlarının da yapacağı sabittir. Ebu'1-Fadl Iyâd ise beş
türlü şefaati söz konusu etmektedir: Genel şefaat, belli bir topluluğun
hesapsız olarak cennete sokulmaları için yapacağı şefaat, ümmetin âsilerinin
cehennemden çıkartılmaları için yapacağı şefaat, ümmetin muvahhitleri arasında
olup da bazı günahkârların cehenneme sokulmalarını önlemek için yapılacak
şefaat ve bir de cennet ehlinin cennetteki derecelerinin yükseltilmesi için
yapılacak şefaat.
Kadı
Iyâd der ki: Oldukça değişik yollardan ve fazlaca gelen (müstafiz) nakillerden
bilindiğine göre selef-i sâlih Peygamber (s.a)'in şefaatini istemiş ve bunu
oldukça arzulamışlardır. Buna göre "Paygamber (s.a)'in şefaatini sana
ihsan etmesini Allah'tan istemen mekruhtur. Çünkü bu şefaat ancak günahkârlara
olacaktır;" diyenlerin sözlerine iltifat edilmez. Çünkü önceden de
açıklamış olduğumuz gibi şefaatin hesabın hafifletilmesi ve derecelerin yükseltilmesi
için olması da mümkündür.
Şefaat
ile birlikte Livâü'1-hamd (övgü sancağı) da vardır. Tirmizî'nin Ebû Said
el-Hudrî'den rivayetine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ben
kıyamet gününde Adem oğullarının efendisiyim, bununla birlikte övünmüyorum.
Hamd sancağı elimde olacaktır ve övünmüyorum. O gün Adem'den itibaren diğer
bütün peygamberler dahil sancağımın altında bulunacaklardır."
5- Dünyada da âhirette de üstün, hoşnut olunan en güzel Makam Hz.
Peygamber (s.a)'in olacaktır. O'nun bu üstün Makam'ı Medine'ye muhacir olarak,
Mekke'ye fatih olarak, kabrine günahları bağışlanmış ve emin olarak girmesi
gibi bütün girişlerini; ayrıca Mekke'den muhacir olarak çıkartılması, öldükten
sonra diriliş için kabrinden huzur içerisinde ve sıdk ile nitelendirilmiş
olarak çıkartılması gibi bütün çıkışlarını da kapsamaktadır.
6- Hz. Peygamberin özelliklerinden birisi de delilinin, hakimiyetinin,
üstünlüğünün, kudretinin güçlü olması, insanların şerlerinden korunmasıdır,
onun kendisi vasıtasıyla bütün muhaliflerine karşı muzaffer olduğu, apaçık ve
üstün bir delili vardı. Ayrıca Yüce Allah ona devlet otoritesini, üstünlük
sağlamayı, düşmanlarına karşı muzaffer olmayı da ihsan etmiş, dinini diğer
bütün dinlere karşı üstün kılmış, insanların eziyetlerinden, hile ve
tuzaklarından yana da onu korumuştur.
7- Şanı Yüce Allah şerefli peygamberini ona indirdiği Kur'ân-ı Kerim ve
iman ile herhangi bir şüphe ve tereddüdün söz konusu olmadığı tartışılamayan
~ak ile desteklemiştir. Hak onunla gelmiştir. O da İslâm ve Kur'ân'dır. Buna
çarşılık şirk ve şeytan demek olan batıl da yok olup gitmiştir.
8- "De ki: Hak geldi bâtıl da
çekişe çekişe can verdi." ayet-i kerimesinde müşriklerin diktikleri
putların ve başka her türlü putun kırılması gerektiğine ielil vardır. Kurtubî
der ki: "Bunun kapsamına her türlü batıl aletin ve ancak Allah'a isyana
yarayan aletlerin kırılması da dahildir. Yüce Allah'ın zikrinden alıkoymaktan
başka hiçbir anlam ihtiva etmeyen tanburlar, zurnalar, udlar pbi."
İbnü'l-Münzir
der ki: Taşlaşmış çamurdan, ahşaptan ve benzerlerinden yapılan suretler ile
yasak kılınmış, oyalayıcılıktan başka hiçbir faydası olmayan, insanların
edindikleri her bir şey de put hükmündedir. Bunların herhangi birisini satmak
caiz değildir. Bundan müstesna altın, demir, gümüş ve kurşundan yapılmış
heykellerdir. Eğer bunlar asıl şekilleri değiştirilip külçe veya parça haline
getirilecek olur ise, o takdirde bunları satmak ve bunlarla bir şey almak caiz
olur.
9- Kur'ân-ı Kerim müminler için bir şifa ve bir rahmettir. Kendilerine
zulmeden kâfirlerin onu dinlemeleri ise yalanlayacakları dolayısıyla onların
ziyanlarından; öfke, kin ve kıskançlıklarından başka bir şeylerini artırmaz.
Katâde der ki: Kur'ân-ı Kerim'in (okunduğu yerde) oturan herkes, oradan mutlaka
ya bir fazlalık veya bir eksiklikle kalkar. Daha sonra Yüce Allah'ın: "Kur
ân'dan müminler için şifa ve rahmet olanı indiririz; bu zâlimlerin ise ancak
hüsranını artırır." ayetini okudu.
Kur'ân-ı
Kerim'in şifa olması ile ilgili olarak ilim adamlarının iki görüşü vardır:
a) O kalplere bir şifadır. Kalplerden cahilliği gidermesi, şüpheyi
ortadan kaldırması ve mucizeleri, Yüce Allah'a delâlet eden hususları kavramayı
önleyen bilgisizlik hastalığından ibaret kalplerdeki örtüyü açması suretiyle
kalplere bir şifadır.
b)
Okuyarak, Allah'a sığınarak ve
buna benzer yollarla maddi rahatsızlıkları ve hastalıkları giderici bir şifadır.
Hadis
imamlarının rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) Kur'ân-ı Kerim ile şifa
aramayı, zehirli hayvan tarafından sokulmasına karşı Fatiha suresini yedi defa
okuyarak tedavi etmeyi, bunu okuyana da bu okumasına karşılık otuz koyunun
verilmesini kabul etmiş, reddetmemiştir. Said b. el-Müseyyebde Yüce Allah'ın
isimlerinden yahut Kur'ân-ı Kerim'den bir şeyler yazıp sonra da bu yazıyı suya
koyarak hastanın bedenine sürülmesini yahut da hastaya içiril-mesini caiz
görmüştür.
İmam
Mâlik de der ki: Aziz ve Celil olan Allah'ın isimlerinin yazılı olduğu
kağıtların teberrük maksadıyla hastaların boyunlarına asılmasında bir mahzur
yoktur. Ancak onları asanın bunları asmak suretiyle nazara karşı korunmak
maksadı bulunmaması şartı vardır. Yani ona nazar değmesi sonucu bir rahatsızlık
gelmeden önce, bu maksatla yapmamalıdır. İlim ehlinden bir topluluk onun bu
kanaatini uygun bulmuştur. Bazı ilim ehli kimseler de durum ne olursa olsun
ister belânın çatmasından önce, isterse daha sonra kelimelerin (bu şekilde
yazılı muskaların) asılmasını mekruh görmüşlerdir. Kurtubî de der ki: Ancak
birinci görüş Yüce Allah'ın izniyle hem rivayet bakımından, hem aklen daha
sahihtir.
Durum
her ne olursa olsun gerçek fail ve gerçek müessir Yüce Allah'tır. Rivayet
edilen dualar ve Kur'ân-ı Kerim'in şifa ayetleri ile Fâtiha'nm Muavvizelerin
(Felak ve Nas surelerinin) ve buna benzer surelerin okunması ise, yine Yüce
Allah'ın izniyle kurtulmanın, iyileşmenin araçlarıdır. Ancak Kur'ân-ı Kerim'in
kalplerde tazim edilmesi ve ona samimi olarak iman edilmesi şart olduğu gibi,
Yüce Allah'ın ayetlerinin tazimine yakışmayan şeylerden uzak durmak da şarttır.
Fakat bu, bu tür manevi tedaviler ile yetinip diğer tedavi yollarına ve ilaç
kullanmaya başvurulmaması anlamına gelmez. Çünkü bütün bunlar dinin izin
verdiği yollar arasında yer alır. Hatta hayat hakkının korunması için din bunu
farz kılmıştır. Yalnızca Kur'ân-ı Kerim'den bazı bölümler okumaya ve bir takım
muskalara güvenerek, söz gelimi ateşi yükselmiş bir hastayı yahut da oldukça
tehlikeli bir hastalığa müptelâ olmuş bir kimseyi tedavi etmeye gelince; bu,
dinin gerçeğini bilmemektir; Allah'ın tazim ettiği ilmin kutsallığını, ilim
adamlarını ve ona uyanların şanını heder etmektir.
İbni
Mes'ud'dan rivayet edilen: "Şüphesiz temimeler, rükyeler ve tevleler
(sırasıyla muska, okuyarak tedavi ve kadının kendisini kocasına sevdirmek için
yapacağı işler) şirktendir. Ona: Peki "Tevle nedir "diye sorulunca,
kadının kendisini kocasına sevdirmek için taktığı şeydir." demesine
gelince; onun bu sözlerle kâhinlerden alınmış Kur'ân dışındaki bir takım
şeyleri asmayı kastetmiş olması mümkündür. Çünkü boyna asarak ya da asmayarak
Kur'ân-ı Kerim ayetleri ile şifa dilemek şirk olmaz.
10- Kur'ân-ı Kerim'in zararlarını artırdığı bu kimselerin nitelikleri ise
Allah'ın ayetleri üzerinde düşünmekten yüz çevirmek ve O'hun nimetlerine karşı
nankörlük etmektir. Genel olarak insanın da durumu budur. İnsan unutkandır,
Allah'ın vermiş olduğu nimetlere karşı nankördür. Nimet ve rahatlık içerisinde
iken Yüce Allah'a karşı görevlerini yerine getirmekten uzak durduğu görülür.
Fakirlik, hastalık, sefalet gibi herhangi bir sıkıntıyla karşı karşıya kaldı mı
da ümidini alabildiğine keser. Çünkü o Yüce Allah'ın lütfuna güvenmemektedir.
11- Müşriklerde olduğu gibi Allah'ın ayetleri üzerinde basiretle durmak ve
düşünmekle akla, kalbe ve vicdana sesleniş iflâs edecek olursa geriye onları
tehdit edip korkutmaktan başka bir yol kalmaz. Akıllarını çalıştırmayan bu
kimseleri hidayet ve sapıklık hususlarında karakterlerine uygun olanı yapmaları
için kendi inançlarına göre doğru gördüklerini uygulamak üzere onları kendi
hallerine bırakmaktan başka yapılacak bir şey kalmaz. Müminin de kâfirin de
neler ortaya koyacağını en iyi bilen Allah'tır. Ebu Bekr es-Sıddık (r.a.) der
ki: Kur'ân-ı Kerim'i başından sonuna kadar okudum. Şanı Yüce Allah'ın: "De
ki: Herkes tabiatına göre hareket eder." buyruğundan daha çok ümit verici
ve güzel bir buyruk görmedim. Çünkü kulun tabiatına isyandan başka bir şey
uygun düşmüyor, Rabbe de mağfiretten başkası uygun düşmüyor.
12- Müşrikler hayatın sebebini teşkil eden ruh hakkında soru sordular,
Kur'ân-ı Kerim de onlara ruhun Allah tarafından yaratıldığını ifade eden müphem
bir cevap verdi. Ruh büyük bir iştir. Allah'ın emrinden büyük bir haldir. İnsan
bizzat kendisini, nefsinin hakikatini bilemediğine göre, hakkın hakikatini
idrakten aciz kalması öncelikle söz konusudur. Bunun hikmeti ise aklın
kendisine oldukça yakın bir komşu olan bir yaratığı bilip idrâk etmekten aciz
olduğunu ortaya koymaktır. Böylelikle bununla yaratıcısını idrâkten daha bir
aciz olduğu ona gösterilsin. Fakat ruhun bilinmez oluşu, onun yok kabul edilmesini
gerektirmez.
Ruhun
gerçeğine gelince; bu hususta ilim adamlarının iki görüşü vardır: Birinci görüş
er-Râzî'nin ve Kitabu'r-Ruh'ta İbnü'l-Kayyum'un görüşüdür: Ruh basit ve soyut
bir cevherdir. Maddi olarak hissedilen cismin tabiatına uymayan nuranî bir
cisimdir. Ruhun bedendeki geçişi, akışı suyun gülün içerisindeki akışı gibidir.
Bunu bir var eden olmadıkça o meydana gelemez. İşte Yüce Allah'ın: "Ol der,
o da oluverir." buyruğu bunu ifade eder.
İkinci
görüş ise Gazâlî'nin ve Ebu'l-Kasım Râgîp el-Isfahânî'nin görüşüdür: Ruh cisim
de değildir, cismânî de değildir. Tedbir ve tasarrufun taalluku gibi bedene
mütealliktir.
13- Bütün aleme ilimden ancak pek az bir şey verilmiştir. Yine pek çok şey
yalnızca Yüce Allah'ın ilmine mahsustur. Kurtubî der ki: Sahih olan odur ki
Yüce Allah'ın: "Size bilgiden ancak çok azı verilmiştir." buyruğunda
hitap hâtûn alemedir. Kimisinin söylediği gibi maksat, yalnızca soranlar yahut
da genel olarak bütün yahudiler değildir. Yüce Allah kendi ilminden pek azı
stesna, insanları herhangi bir şeye muttali kılmamıştır ve hiçbir kimse O'nun
dileği dışında Yüce Allah'ın ilminden bir şeyi kuşatamaz. Kısacası insanların
ilmi Allah'ın ilmine göre pek azdır. Onların hakkında soru sordukları ruh ise,
Yüce Allah'ın ilmini kendisine tahsis ettiği ve onları muttali kılmadığı
hususlardandır. Nitekim O, kendi ilminden ancak pek azına sizi muttali
kılmıştır.
[114]
86- Eğer biz isteseydik sana vahyetmiş olduğumuzu
and olsun götürürdük. Sonra da onun için bize karşı duracak bir vekil de
bulamazdın.
87-
Ancak Rabbinden bir rahmettir. Muhakkak ki O'nun sana olan lütfü pek büyüktür.
88-
De ki: 'İnsanlar ve cinler Kur'ân'm bir benzerini getirmek için toplansalar,
biribirlerine yardımcı da olsalar yine de onun bir benzerini
getiremezler."
89-
Andolsun ki biz bu Kur'ân'da insanlar için her türlü örneği çeşitli şekillerde
açıkladık; yine de insanlardan pek çoğu küfürden başkasını kabule yanaşmadı.
"...andolsun
sana vahyetmiş olduğumuzu götürürdük." ayetinin takdiri, eğer bizler
dilemiş olsaydık Kur'ân'ı alıp götürür, mushaflardan da kalplerden de silerdik
demektir. "Sonrada onun için bize karşı duracak bir vekil" yani onu
alıp götürdükten sonra korunmuş ve satır satır yazılmış olarak geri getirmeyi
üstlenecek ve bunu gerçekleştirecek bir kimse "de bulamazdın.
Ancak
Rabbinden bir rahmettir." İstisna muttasıl kabul edilecek olursa anlamı
şöyle olur: Şu kadar var ki Allah'ın rahmeti seni gelip buldu. Olur ki bu
rahmet onu sana geri çevirir. İstisnanın munkatı' olması da mümkündür, anlamı
da şöyledir: Fakat Rabbinden bir rahmet olmak üzere onu bıraktı. O vakit bu
Kur'ân-ı Kerim'in indirilmesinin minneti hatırlatıldıktan sonra bırakılmasıyla
ayrıca bir minnette bulunulmuş olur. "Muhakkak ki O'nun sana olan lütfü
pek büyüktür." Onu sana göndermek ve indirmek gibi, hıfzında, ezberinde
bırakmak da böyle büyük bir lütuftur. Aynı şekilde O'nun sana Makam-ı Mahmud'u
vermekle de ve buna benzer diğer üstünlüklerle de sana olan lütfü çok büyüktür.
"De
ki: İnsanlar ve cinler Kur'an'm bir benzerini getirmek için toplansalar"
Fesahat, belagat, güzel söz düzeni ve manaları itibariyle aralarında da gayet
açık konuşan Araplar, beyan ustaları, nesir ve nazım ustaları bulunmakla
birlikte "onun bir benzerini getiremezler." Bu ifade hazfedilmiş bir
yeminin cevabıdır. Buna da yemini hazırlayıcı (muvattia) lâm delâlet
etmektedir. "Birbirlerine yardımcı olsalar" yani bu maksadı
gerçekleştirmek hususunda biribirlerine destek olsalar bile. "O'nun bir
benzerini getiremezler." Bu, onların "Biz dilesiydik bunun bir
benzerini söylerdik." (Enfal, 8/31) sözlerini reddetmektedir.
"Biz
bu Kur'ân'da insanlar için her türlü örneği çeşitli şekillerde açıkladık."
O her bakımdan alışılmışın dışında olması ve ruhlara etki etmesi itibariyle bir
örneğe (misale) benzer. Yahut bu hazfedilmiş bir kelimenin sıfatıdır. Yani biz
her misalin türünden bir misal verdik ki, ondan ibret alsınlar, öğüt alsınlar
diye. Anlatım ve beyanı daha da artırmak için değişik şekillerle bu
açıklamalarımızı tekrar tekrar yaptık. "Yine de insanların pek çoğu"
Mekke halkından olsun, başkalarından olsun "küfürden" hakkı inkârdan
"başkasını kabule yanaşmadı."
[115]
88.
ayet-i kerime olan: "De ki: İnsanlar ve cinler bu Kur'ân'ın bir benzerini
getirmek için toplansalar..." ayetinin nüzulü ile ilgili olarak İbni İshak
ve İbni Cerîr, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Sellâm b.
Mişkem,-mînılerini verdiği- Yahudilerden avam bir topluluk ile Rasulullah
(s.a.)'ın «anına gelip dediler ki: Sen bizim kıblemizi terk etmiş iken nasıl
olur da biz sana tabi olabiliriz? Diğer taraftan senin getirdiğin bu şeyin
Tevrat'taki gibi uyumlu olduğunu görmüyoruz. Bize tanıyabildiğimiz bir kitap
getir. Aksi takdirde biz de senin bu getirdiğinin bir benzerini sana
getirebiliriz. Bunun üzerine Yüce Allah: "De ki: İnsanlar ve cinler bu
Kur'ân'ın bir benzerini getrmek için toplansalar, biribirlerine yardımcı dahi
olsalar yine onun bir benzerini getiremezler." ayetini indirdi.
[116]
Yüce
Allah peygamberine peygamberliği ve ona vahyini indirmeyi, insanlar için
Kur'ân-ı Kerim'i şifa olarak indirme lütuflarını hatırlattıktan sonra,
r.e
insanlara bir rahmet olmak üzere Kur'ân-ı Kerimin korunacağını hatırlatıp
minnet etmektedir. Ayrıca peygamberliği de kalıcıdır. Buna delil ise bütün
insanların benzerini meydana getirmekten aciz kaldıkları Kur'ân-ı Kerim’dir. Bununla
birlikte o en sağlıklı kuralları, en doğru hikmetleri, dünya ve ahirette en
faydalı esasları kapsamaktadır. Hatta Kur'ân-ı Kerim'in nazil olduğu lisanı
fasih şekliyle konuşanlar ve onların en beliğ olanları dahi Kur'ân-ı Kerim'in
benzeri tek bir sureyi dahi getirmekten acizdirler. İsterse insanlar ve cinler
biribirlerine yardımcı olsunlar. Hatta burada "cin" kelimesinin
kapsamına meleklerin girmesi dahi muhtemeldir. Çünkü her ne kadar çoğunlukla melekler
dışında kalan ve insanların gözleriyle göremedikleri gizli cinni şekiller
hakkında kullanılıyor olsa da bu kelime melekler hakkında da kullanılabilir.
Yüce Allah'ın "Onun ile cinler arasında bir nesep bağı kurdular." (Sâffat,
37/158) buyruğunda olduğu gibi.
[117]
Şanı
Yüce Allah insanlara kendi ilminden ancak pek az bir şey verdiğini
hatırlattıktan sonra şunu beyan etmektedir: Eğer onlardan bu pek az bilgiyi
dahi almak dileseydi, bunu da alırdı. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır "Eğer
biz isteseydik andolsun sana vahyetmiş olduğumuzu götürürdük." Sana
vahyetmiş olduğu bu Kur'ân-ı Kerim'i -ey Muhammed- kalplerden ve mushaflardan
çekip alırdı, onun hiç bir izini dahi bırakmazdı. O Yüce Allah, Kur'an'ı
Kerim'i yazısını onu ezberleyen kalplerden ve yazılı olduğu mushaflardan silme
kudretine sahiptir.
"Sonra
da onun için bize karşı duracak bir vekil de bulamazdın." Yani bundan
sonra kendisine güvenip dayanacağın ve onun herhangi bir bölümünü geri kazanmak
ve tekrar ezberleyebilmek için yardımını alabileceğin kimse bulamazdın.
Hâkim,
Beyhakî, Taberânî ve Saîd b. Mansûr, İbni Mes'ud'dan şöyle dediğini rivayet
etmektedirler: "Şu aranızda bulunan Kur'ân-ı Kerim fazla geçmeden
aranızdan çekilip alınacaktır." Allah onu kalplerimizde tespit edip
yerleştirmekten, biz de mushaflarımıza kaydetmiş iken nasıl olur da bizden
çekilip alınır? denilince şöyle buyurdu: "Bir gece içerisinde ona bir
yürüyüş tertip edilir, kalplerde bulunan çekilip alınır, mushaflarda bulunan
çıkarılır ve insanlar ondan yana fakir düşmüş olarak sabahı ederler."
Sonra da: "Eğer biz isteseydik andolsun sana vahyetmiş olduğumuzu
götürürdük." ayetini okudu.
"Ancak
Rabbinden bir rahmettir." Rabbinin sana merhamet edip de onu sana tekrar
döndürmesi müstesna. Fahrüddin er-Râzî der ki: Bu Yüce Allah'ın Kur'ân-ı
Kerim'i bırakmak suretiyle bütün ilim adamlarına iki türlü minnetidir.
Birincisi böyle bir ilmi onlara kolaylaştırması, ikincisi ise onların onu
ezberlerinde tutmalarının korunmasının devam etmesidir.[118]
"Muhakkak
ki onun sana olan lütfü pek büyüktür." Yani ey peygamber Allah'ın sana
lütfü pek büyüktür. Seni insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak göndermesi,
Kur'ân-ı Kerim'i sana indirmesi, onu kalbinde, mushaflarda tespit edip
uyanların da onu ezberlemesi ile koruyup seni de Ademoğullarınm efendisi
kılması, peygamberlik müessesesini seninle mühürlenmesi ve sana Makam-ı
Mahmud'u vermesiyle sana olan lütfü pek büyüktür.
Kısacası
Yüce Allah bu ayet-i kerimede şerefli kuluna ve Rasûlüne olan nimetini ve
lütfunu hatırlatmaktadır. Söz konusu bu lütuf Allah'ın kendisine vahyetmiş
olduğu şerefli Kur'ân-ı Kerim'dir. Bu Kur'ân-ı Kerim'e önünden de ardından da
batıl erişemez. Kur'ân-ı Kerim çünkü bütün ilim ve bilgilerin kaynağıdır.
Müslümanlar arasında baş göstermiş, ortaya çıkmış uygarlıkların ve kültürlerin
kaynağıdır.
Daha
sonra Yüce Allah bu büyük Kur'ân'ın şerefine ve önemine dikkat çekerek şöyle
buyurmaktadır: "De ki: İnsanlar ve cinler, bu Kur'ân'ın bir benzerini
meydana getirmek için toplansalar..." Ey Muhammed! Meydan okuyarak de ki:
Allah'a andolsun, bütün insanlar ve cinler bir araya gelip belâğatıyla, güzel
söz düzeni, güzel açıklamaları, anlamları ve hükümleri ile indirilmiş olan
Kur'ân'ın bir benzerini meydana getirmek için söz birliği etseler,
biribirlerine ardıma ve destek olsalar ve bunların aralarında güzel sözlü
fesahat erbabı Araplar dahi olsa, onun benzerini meydana getirmekten aciz
kalırlar. İsterse nepsi kendi aralarında bu maksadı gerçekleştirmek için
biribirleriyle dayanışmaya girsinler. Bu altından kalkılamayacak bir iştir. Hem
nasıl yaratıkların sözü, hiç bir eşi ve benzeri bulunmayan yaratıcının sözüne
benzeyebilir ki?
Daha
sonra Yüce Allah Kur'ân-ı Kerimin muhtevasını beyan ederek Duyurdu ki:
"Andolsun ki biz bu Kur'ânda insanlar için her türlü örneği çeşitli
şekillerde açıkladık..." Yani andolsun biz insanlara açıklamalarımızı
değişik şekillerde, türlü türlü, farklı ifadelerle tekrarlayıp durduk. Kimi
zaman özlü bir şekilde, kimi zaman geniş geniş açıkladık ve bu konuda kesin
delilleri :rtaya koyduk, hakkı etraflı bir şekilde açıklayıp sunduk, bir çok
ayetleri, ibretleri ortaya koyduk, korkuttuk, teşvik ettik, emirler verdik,
yasaklar koy-iuk, hikmetleri açıkladık, öncekilerin kıssalarını anlattık,
cennetten, cehen-- emden ve kıyametten söz ettik; öğüt ve ibret alsınlar diye.
Yüce
Allah'ın: "Her türlü örneği" ifadesi, anlatılması gereken her bir
.ıususu demektir. Kur'ân-ı Kerim hayret vericiliği ve güzelliği bakımından
rrneğe (mesel'e) benzemektedir. Bununla birlikte "yine de insanların pek
çoğu -.üfürden başkasını kabule yanaşmadı." Yani insanların pek çoğu
başkasına yanaşmadı." Bundan kasıt ise, Mekke halkı ve benzerleri diğer
insanlardır. Bunlar hakkı red ve inkârdan, doğruyu kabul etmemekten ve küfür
üzere salmaktan başka bir işe yanaşmadılar.
[119]
Ayet-i
kerimeler Yüce Allah'ın Kurân-ı Kerim'i peygamberine indirmesi, ialbinde onu
koruyup mushaflarda tespit etmesi, kıyamet gününe kadar da ümmetinin ondan
faydalanması şeklindeki lütfunun ve nimetinin buyruklarını açıklamaktadır. Şanı
Yüce Allah bu Kur'ân-ı Kerim'i indirmeye kadir olduğu gibi, insanlar onu
unutuncaya kadar gidermeye de kadirdir. Fakat Yüce Allah kullarına rahmet olmak
üzere böyle bir şeyi dilemedi.
Yüce
Allah'ın peygamberini Ademoğlunun efendisi kılması ve ona Kitab-ı Aziz'i
verdiği gibi, Makam-ı Mahmûd'u bağışlamış olması da peygamberine olan lütufları
arasındadır.
Kur'ân-ı
Kerim kalıcı bir mucizedir. Bütün Araplara onunla Allah'ın meydan okuduğu
daimi delilidir ve onlar onun benzerini meydana getirmekten aciz kalmışlardır.
Halbuki onlar fesahat meydanlarının geçilmez süvarileridir. Balâğat ve beyanın
önderleridir. Cahiliye döneminde kendilerinden nakledilmiş bulunan türlü
hikmetler, üstün anlamlar ve insani değerler hitabet ve şiirlerinde yer
alıyordu.
Allah'a
andolsun, bütün insanlarla ve cinlerle birlikte bu konuda yardım-laşacak
olsalar, biribirlerine yardımcı ve destek olsalar dahi -tıpkı şairlerin bir
beyit şiiri meydana getirmek için yardımlaştıkları gibi- yardımlaşacak olsalar
yine de Kur'ân'm benzerini meydana getiremezler. İşte bu kâfirlerin: "Eğer
di-lesek elbette onun benzerini biz de söyleriz." (Enfal, 8/31) sözlerini
yalanlamaktadır.
Kur'ân-ı
Kerim Allah'tan geldiği ortaya konulmuş ebedî bir mucize olarak kalmaya devam
etmektedir. Kim ona iman ederse kurtulur, kim de onu inkâr ederse hüsrana
uğrar, zarar eder, helak olur.
Kur'ân-ı
Kerim'in açıklaması, beyanı, hayatın her şeyini kuşatıcıdır. O azap içerisinde
kıvranan ve mahrumiyet içerisinde bulunan herkesin şifasıdır. İnsanların din,
dünya ve âhiret meseleleriyle ilgili ihtiyaç duydukları her şeyin
açıklayıcısıdır. Fakat Mekke halkı ve benzerleri ise, hakkın açık-seçik ortaya
konulmasından, batıldan ayırt edilmesinden sonra yine küfürden başkasını kabul
etmediler. Halbuki hakkı istemeye ve doğruyu bilmeye güçleri de vardır.
[120]
90-
Ve dediler ki: "Sen bize yerden bir kaynak fışkırtincaya kadar sana asla
inanmayacağız.
91-
"Veya hurmalıklardan veya üzümden bahçe olsun ve aralarında da ırmaklar
akıtılsın.
92-
'Yahut iddia ettiğin gibi göğü üzerimize parça parça düşür veya Allah'ı ve
melekleri karşımıza getir.
93- "Yahut da altından bir evin olsun veya
göğe yüksel. Bununla beraber oradan bize okuyacağımız bir kitap indirinceye
kadar senin yükselmene de inanmayacağız." De ki: 'Tenzih ederim Rabbimi,
ben peygamber olarak gönderilmiş bir beşerden başkası mıyım ki?"
"Sen
bize yerden bir kaynak" yani kurumamak üzere suyun kaynayıp durduğu bir
pınar "fışkırtıncaya" hızlıca akıtmcaya "kadar sana asla inanmayacağız.
"
"Veya
Allah'ı ve melekleri karşımıza getir" onları gözlerimizle görelim yahut da
melekler derhal toplu olarak gelsinler, demek olur.
Göğe"
merdiven ile "yüksel. Bununla beraber oradan bize okuyacağımız bir kitap"
yani orada senin doğruluğunun yer aldığı bir kitap "indirinceye kadar
senin yükselmene''de yükselecek olsan dahi, "inanmayacağız." Sen onlara
“De ki: Tenzih ederim Rabbimi" Bu, onların tekliflerine hayreti ifade
ediyor. “Ben" diğer peygamberler gibi "Peygamber olarak gönderilmiş
bir beşerden başkası mıyım ki?" Çünkü onlar da ancak Allah'ın izniyle
mucize gösterebiliyorlardı.[121]
îbni
Cerîr İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Kureyş'in elebaşıları
Kabe'nin yanında toplanıp şöyle dediler: Muhammed'e birilerini piaderip onunla
tartışınız ki ona inanmamak konusunda sizin mazeretiniz Ona şu haberi
gönderdiler: "Senin kavminin ileri gelenleri seninle konuşmak üzere
toplanmış bulunuyorlar." Hz. Peygamber çabucak yanlarına geldi, -onların
akıllarını başlarına alıp doğruyu bulmalarını çok istiyordu-dediler ki: Ey
Muhammed! Gerçekten biz Allah'a yemin ederiz, Araplar arasında senin kavmini
karşı karşıya bıraktığın durumun benzeri bir durumla karşı karşıya bırakmış bir
kimse bilmiyoruz. Atalarımıza sövdün, dinimizi ayıpladın, bizleri beyinsizlikle
itham ettin, toplumu böldün. Eğer sen bunları getirmekle bir mal sahibi olmak istiyorsan
senin için aramızda malı en çok olmanı sağlayacak şekilde mallarımızdan mal
toplarız. Eğer sen aramızda şerefli bir kimse olmayı istiyorsan seni başımıza
yönetici yapalım. Eğer senin gördüğünü iddia ettiğin bir cin ise, seni tedavi
etmek için servetimizi ortaya koyalım, ta ki seni iyileştirelim yahut da bu
konuda biz yapabileceğimizi yaparak mazur sayılalım.
Rasulullah
(s.a.) şöyle buyurdu: "Sizin dediğiniz durum bende yok. Ben sizden
malınızı isteyeyim diye size gelmedim. Aranızda şerefli olmak da istemiyorum,
başınıza hükümdar da olmak istemiyorum. Fakat Allah beni sizlere peygamber
olarak gönderdi. Eğer benim getirdiğimi kabul edecek olursanız bu, sizin
dünyada da âhirette de saadetiniz olur. Şayet onu reddederseniz, ta ki Allah
benim sizin aranızda hüküm verinceye kadar, Allah'ın emrine sabrederim."
Bu
sefer şöyle dediler: Ya Muhammed, bizim sana teklif ettiğimizi kabul etmiyorsun
ama sen de şunu biliyorsun ki insanlar arasında bizim kadar şehri dar, bizim
kadar geçimi zor kimse de yoktur. O bakımdan Rabbbinden iste ki şu dağları
biraz açsın, bize nehirler akıtsın ve geçmiş atalarımızı diriltsin ki; onlara
senin bu söylediklerinin doğru olup olmadığını soralım ve yine Rab-binden
kendine bize ihtiyaç bırakmayacak şekilde bahçelerin, hazinelerin, altın ve
gümüşten köşklerin, sarayların olsun.
Bunun
üzerine "Ve dediler ki: Sen bize yerden bir kaynak fışkırtıncaya kadar
sana asla inanmayacağız..." diye başlayan ayet-i kerime nazil oldu.[122]
Bir
rivayetteki ifadede de şöyle denilmektedir: Yüce Allah, Abdullah b. Ebi
Umeyye'nin söylediği şeyleri üzerine indirdi.
Said
b. Mansur da Süneninde Said b. Cübeyr'den Yüce Allah'ın: "Ve dediler
ki... sana asla inanmayacağız." buyruğu hakkında dedi ki: Bu ayet-i kerime
Ümmü Seleme'nin kardeşi olan Abdullah b. Umeyye hakkında nazil olmuştur. Bu
rivayet de mürsel ve sahih bir rivayet olup bir önceki rivayetin bir delili durumundadır.
O rivayetin senedindeki müphem raviyi telâfi eder.
[123]
Yüce
Allah müşriklere bu Kur'ân-ı Kerim'in bir benzerini meydana getirmeleri için
meydan okumaktadır. Delil ile onları susturduktan ve onun dışında başka pek çok
mucizeleri açıkça ortaya koyup Kur'ân'm i'câzını açıklamak suretiyle onları
yenik düşürdükten ve böylelikle bu konuda aciz oldukları da Kur'ân-ı Kerim'in
i'câzı da açıkça ortaya çıktıktan sonra; anlamsız başka mazeretler ileri
sürmeye ve sırf işi yokuşa sürmek için başka bir takım mucizeler talep etmeye
koyuldular; altı mucizeden birisinin gösterilmesini istediler.
[124]
Şanı
Yüce Allah, Allah'ın kelâmı olduğundan dolayı Kur'ân-ı Kerim'in mu'ciz olduğunu
tespit ettikten ve bununla da Muhammed (s.a)'in gerçek ve doğru peygamber
olduğunu ispatlayıp ortaya konulan delillerle muarızlarını susturduktan sonra,
Kureyş'in ileri gelenleri mucize indirilmesini teklif etme yoluna saptılar:
1- "Ve dediler ki: Sen bize yerden bir kaynak fışkırtıncaya
kadar..." yani Mekke'nin liderleri olan Rabîa'nm iki oğlu Utbe ile Şeybe,
Ebû Süfyân b. Harb, Ebû Cehil b. Hişâm. Velîd b. Muğîre, Nadr b. Haris, Umeyye
b. Halef ve Ebu'l-Bahterî şöyle dediler: Sen yerden bize bir pınar
fışkırtmadıkça senin peygamberliğini doğrulamayız. Çünkü bizler Hicaz
topraklarının oldukça susuz ve verimsiz bir bölgesinde bulunuyoruz. Böyle bir
şey yapmak ise Allah'a göre çok kolaydır.
2- "Veya hurmalıklardan ve üzümden bahçen olsun..." Yahut
akarsuların kaynayıp coştuğu ve böylelikle ekinlerin, ağaçların sulandığı,
meyvelerin bol bol alındığı hurmalıklardan ve üzümlerden oluşan bir bahçen
olsun.
3- "Yahut iddia ettiğin gibi göğü üzerimize parça parça düşür."
Rabbin dilediği takdirde bunu yapabilir, o halde iddiana uygun olarak, haydi
göğün üzerimize parça parça düşmesini iste. Bir başka ayet de bunu
andırmaktadır: "Ey Allah, eğer bu senin katından gelmiş hakkın kendisi ise
durma, üzerimize
gökten
taş yağdır..." (Enfal, 8/32). Çünkü sen bizlere kıyamet gününde semanın
yarılacağım ve dört bir yanının parça parça olup düşeceğini vaat ederek tehdit
etmiştin. Haydi dünyada bunu çabucak yap ve semayı üzerimize parça parça düşür.
Bu da Şuayb kavminin şu isteklerini andırmaktadır: "Eğer doğru
söyleyenlerden isen üzerimize gökten parça parça indir." (Şuarâ, 26/187).
4- "Veya Allah 'ı ve melekleri karşımıza getir." Yani Allah'ı
ve melekleri gözlerimizle görecek şekilde karşımıza getir, senin Allah
tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu bize söylesinler. Buyruğun anlamı
şudur: Yahut sen Allah'ı karşımıza getir, melekleri de bölük bölük karşımıza
çıkar. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Melekler bize indirilmeli
veya Rabbimizi görmeli değil miydik? " (Furkân, 25/21).
5- "Yahut da altından bir evin olsun." İbni Mes'ud'un
kıraatında olduğu gibi buradaki (süs anlamına gelen) "zuhruf' kelimesi
yerine (altın anlamına gelen) zeheb kelimesi kullanılmıştır. Çünkü sen yetim ve
fakir bir kimsesin.
6- "Veya göğe yüksel" yahut da koyduğun bir merdiven ile göğe
doğru çık ve bu merdivene gözümüzün önünde tırman. Daha sonra beraberinde,
durumun senin dediğin gibi olduğuna tanıklık edecek dört melek ile birlikte
bize bir belge getir. Ya da senin Allah'ın rasulü olduğunu belirten ve bu
konuda iddianı doğrulayan bir kitap getir ve adetimiz üzere biz de onu
okuyalım.
"De
ki: Tenzih ederim Rabbimi. Ben peygamber olarak gönderilmiş bir beşerden
başkası mıyım ki?" Ey Muhammedi De ki: Yüce Allah'ın hâkimiyet alanını
daraltacak herhangi bir hususta bir kimsenin öne geçmek cesaretini
göstermesinden Rabbim münezzehtir, yücedir. O dilediğini yapandır. Ben ise
ancak diğer peygamberler gibi tebliğ ediyorum, size öğüt veriyorum. Peygamberlerin
ise Yüce Allah'ın hikmet ve maslahata uygun olarak kendileri vasıtasıyla
Allah'ın açığa çıkardığından başkasını getirme imkân ve yetkileri yoktur.
Dilediğiniz bu hususlarda işiniz Allah'a kalmıştır. O dilerse sizin bu
isteğinizi kabul eder, dilerse de kabul etmez.
Hatta
onlar teklif ettikleri bütün bu mucizeler gelecek olsa dahi, iman etmezler.
Nitekim Yüce Allah bir başka ayet-i kerimede bu hususu şöylece söz konusu
etmektedir: "Muhakkak üzerlerine Rabbinin (azap) sözü hak olmuş bulunanlar
iman etmezler. Eğer onlara her türlü ayet gelse de o acıklı azabı görecekleri
ana kadar (inanmazlar) (Yûnus, 10/96-97).
[125]
Zayıf
akıllılar ve dar düşünceliler, bir takım maslahatları gerçekleştirip bazı
menfaatleri sağlamak, işleri yürütmek için önderlerin kendilerine uyanları
razı etmeye çalıştığı gibi; Yüce Allah'ın da kendilerine istedikleri her şeyi
yapacağını zannediyorlar.
Diğer
taraftan onların bu istekleri meydan okumak, kaçmak ve aciz bırakmak isteği
ile birliktedir. Yoksa onlar tasdik ve imana peygamberliğin hakikatini bilmek
maksadıyla bu tekliflerde bulunmuyorlar. Gerçekten onlar bunu bilmek istemiş
olsalardı, mucize olan Kur'ân-ı Kerim onları ikna ederdi ve bu, peygamberin
doğruluğuna belge olarak onlara yeterli gelirdi. Ancak onlar altı ayetten yani
mucizeden birisinin gösterilmesini istediler:
Ya
Mekke arazisinin genişletilerek coşkun akan pınarları akıtmak, ya ortasından
akarsuların akıp durduğu bahçe, bağ ve bostanlara mâlik olmak, ya semanın
üzerlerine parça parça düşmesini -Muhammed (s.a)'in ileri sürdüğü gibi-
sağlamak. Bununla Yüce Allah'ın: "Eğer biz dilersek onları yerin dibine
geçiririz yahut da semadan üzerlerine parçalar düşürürüz." (Sebe, 34/9).
buyruğunu kastediyorlardı. Yahut da Allah'ı ve melekleri karşılarına ve gözleri
görecek şekilde söylediklerini teminat altına alacak ve doğruluğuna tanıklık
edecek şekilde getirmek, yahut altından bir evinin ya da köşkünün olması veya
merdivenlerle semaya yükselmek. Bununla birlikte biz sadece yükselmen veya
yukarı çıkmanla iman etmeyiz. Bize semadan senin doğruluğunu ihtiva eden bir
kitap indirmediğin sürece ya da Yüce Allah'tan her birimize birer kitap
getirmedikçe iman etmeyiz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hayır,
onlardan her birisi kendisine açılmış sahifeler verilmesini ister."
(Müddessir, 74/52).
Yüce
Allah da onlara kesin olarak şu cevabı verdi: Ya Muhammed de ki: 7-abbimi
tenzih ederim. Yani ben herhangi bir işi yapmak hususunda ona itiraz
ilmesinden
yana münezzeh olduğunu ilân ederim. Şöyle de denilmiştir: z utun bunlar onların
aşırı küfür ve olmadık tekliflerinin hayret edilecek şeyler
iuğunu
anlatmak sadedinde zikredilmiştir. Ben, bana Rabbimden vahyolu-iana tabi olan
insan bir rasulden başka bir şey değilim. İnsanların gücü zerisinde bulunmayan
işlerden de Allah dilediğini yapma kudretine sahiptir. tiz herhangi bir insanın
bü tür mucizeler getirdiğini işittiniz mi?
Özetle
işleri çekip çevirmek, idare etmek mutlak manada insanlara ait ı~ğildir. Bunu
yapmak ancak Yüce Allah'ın işidir.
[126]
94- Zaten onlara hidayet geldiği zaman insanları
inanmaktan alıkoyan şey sadece: "Allah peygamber olarak bir beşer mi
göndermiştir?" demeleri oldu.
95- De ki: "Eğer yeryüzünde yerleşmiş
dolaşan melekler olsaydı, biz de onlara peygamber olarak gökten bir melek
indirirdik."
96- De ki: "Şahit olarak benimle sizin
aranızda Allah yeter. Muhakkak ki O kullarından
haberdardır. Onların
yaptıklarını hakkıyla görendir."
97- Allah kimi hidayete erdirirse işte asıl hidayet
bulan odur. Kimi
de dalâlete düşürürse onlar için O'ndan başka veliler bulamazsın. Biz
onları kıyamet günü körler,
dilsizler ve sağırlar olarak
yüzüstü hasredeceğiz. Barınakları cehennemdir onların, alevi yavaşladıkça hemen
onların alevini arttırırız.
98- Bu, onların cezasıdır. Çünkü onlar
ayetlerimizi inkâr ettiler ve: "Kemik, ufalanmış toprak olduktan sonra,
biz mi yeniden bir yaratılışla diriltileceğiz?" dediler.
99- Görmezler mi ki gökleri ve yeri yaratmış olan
Allah, onların benzerini de yaratmaya kadirdir? Onlar için bir ecel kılmıştır
ki, onda bir şüphe yoktur. Buna rağmen zalimler küfürden başka bir şeyde
diretmediler.
100- De ki: "Eğer siz Rabbimin rahmet
hazinelerine sahip olsaydınız o zaman tükenir korkusuyla muhakkak cimrilik
ederdiniz. Zaten insan pek cimridir."
"Allah
peygamber olarak bir beşer mi göndermiştir?" sorusu inkâr (elbette
göndermemiştir) anlamı ifade eden bir cümledir.
"Kıyamet
günü... biz onları... hasredeceğiz." buyruğunda haşrin önemini belirtmek
üzere gâib kipinden mütekellim kipine bir iltifat (geçiş) vardır.
"Allah
kimi hidâyete erdirirse" buyruğu ile " kimi de dalâlete
düşürürse" buyrukları arasında tıbâk sanatı vardır.[127]
"Zaten
onlara hidâyet geldiği zaman insanları inanmaktan alıkoyan şey" yani
vahyin nüzulünden ve hakkın açıkça ortaya çıkmasından sonra onların imanlarını
engelleyen tek şey: "sadece Allah peygamber olarak bir beşer mi
göndermiştir'? demeleri olmuştur." Yani onları Muhammed'e ve Kur'ân'a iman
etmelerine engelleyen şey Allah'ın bir melek değil de bir insanı peygamber
olarak göndermesidir.
Sen
ise onların bu şüphelerine cevap olmak üzere "De ki Eğer yeryüzünde"
insanlar yerine "yerleşmiş" orada ikâmet eden ve Ademoğlunun yürüdüğü
gibi 'dolaşan melekler olsaydı, biz de onlara peygamber olarak gökten bir melek
indirirdik." Böylelikle onunla bir araya gelmek ve ondan vahyi kabul edip
anlayabilmek imkânları olsun. Çünkü Allah her bir kavme ancak kendisiyle mümkün
olan, ondan bellemeleri mümkün olan kendi cinslerinden birisini rasul gönderir
"Şahit
olarak benimle sizin aranızda" benim doğruluğuma ve benim Allah'ın size
gönderdiği rasulü olduğuma dair iddiama uygun surette mucizeyi ortaya koymak
suretiyle "Allah yeter. Muhakkak ki O, kullarından haberdârdır, yaptıklarını
hakkıyla görendir." Onların neleri gizlediklerini ve neleri
açıkladıklarını çok iyi bilir. Bu buyrukta Allah rasulüne bir teselli, kâfirlere
de bir tehdit vardır.
"Allah
kimi hidayete erdirirse işte asıl hidayet bulan odur. Kimi de dalâlete düşürürse
onlar için ondan başka veliler bulumazsın." O'ndan başka kendilerini
hidayete iletecek kimseler bulamazsın. Buyruğun anlamı şudur: Kişinin kendisi
böylesine meyilli olduğu için, Allah kimi hayra iletirse işte hidayet bulan ve
başarılı kılman odur ve her kim de Rabbinin hidayetinden yüz çevirdiği için
Allah tarafından saptırılır ve yardımsız bırakılırsa, artık sen o kişinin işini
Allah'tan başka üstlenecek, onu savunacak kimse bulamazsın.
"Ve
biz onları kıyamet günü... yüzüstü hasredeceğiz." Zebaniler onları
ayaklarından cehenneme doğru yüzüstü sürükleyeceklerdir yahut da onlar yüzüstü
yürüyeceklerdir.
"Onları
körler, dilsizler ve sağırlar olarak." Kadı Beyzâvî der ki: Onlar gözlerini
aydınlatacak şey göremeyecekler, kulakları hoşlarına gidecek şeyler
işitemeyecekler, kendilerinden kabul olunacak şeyleri de söylemeyecekler. Çünkü
onların dünyada iken âyetlerle, ibretlerle basiretleri açılmamıştı, hakkı işitmeyip
ona karşı sağır gibi davranmışlardı ve doğruyu söylemeyi kabul etmemişlerdi.
"Cehennemin
alevi yavaşladıkça" artık derileri ve etlerini bitirmek suretiyle o
cehennemin alevi azaldığı takdirde "hemen onların alevini artırırız."
Daha bir alevlenir ve daha gür yanmaya başlar. Bu da derilerinin ve etlerinin
değiştirilmesi suretiyle olur. Böylelikle bunlar da alevler içinde yanmaya
devam ederler.
"Görmezler
mi ki..." bilmezler mi ki. Buradaki "görmek"ten kasıt kalbi
görmektir. Bu onların yok olduktan sonra tekrar dirilmeyi uzak gördüklerinden
dolayı inkâr ifadesi soru şekliyle gelmiş olup onlara bir azardır, "gökleri
ve yeri yaratmış olan Allah onların benzerlerini de yaratmaya kadirdir."
Çünkü bunlar benzerlerinden yaratılış itibariyle daha bir zor olmadıkları gibi
ayrıca yeniden yaratmak onun için ilk yaratmaktan daha zor değildir.
"Onlar
için" ölümleri ve öldükten sonra diriliş için "bir ecel
kılmıştır."
"Buna
rağmen zalimler" hakkın açık ve seçik bir şekilde ortada olmasına rağmen
"küfürden başka bir şeyde diretmediler." İnkârdan başka bir şeyi
kabul etmediler.
"Rabbimin
rahmet hazinelerine" rızık ve nimetlerinin hazinelerine ki yağmur bu
kaynakların en önemlileridir "sahip olsaydınız tükenir korkusuyla" bu
hazineler biter korkusuyla "cimrilik ederdiniz. Zaten insan pek
cimridir."
[128]
Müşrikler
Hz. Peygamberin kalıcı mucizesi olan Kur'ân-ı Kerim'i inkâr edince, Yüce Allah
da onları imandan alıkoyan zayıf ve tutarsız sebebi haber vermektedir. Bu da
Yüce Allah'ın insanlara yine insanlardan kendileri gibi birisini peygamber
olarak göndermesini ve bunun bir melek olmamasını uzak bir ihtimal
görmeleridir. Bu bir başka şüphedir ve bu şüphenin mahiyeti peygamberlerin
insan olmasını uzak görmektir. Halbuki rasullerin görevinin insanlara tebliğ
etmekten ibaret olduğuna dair cevap, onlara önceden verilmişti. Yoksa rasulün
görevi mucize tekliflerini karşılamak değildir.
Daha
sonra rasulün adeten kendilerine peygamber gönderilenlerin cinsinden olduğu
belirtilerek, bu şüpheleri de reddedilmekte, cevaplandırılmaktadır.
Arkasından
bir diğer şüphe daha söz konusu edilmektedir ki, bu da öldükten sonra
dirilişin inkâr edilmesidir. Onlar öldükten sonra dirilişi inkâr edince, Yüce
Allah büyük kudretine ve göz kamaştırıcı hikmetine gökleri ve yeri yaratmasını
hatırlatarak, dikkatlerini çekmektedir.
Müşrikler
gıdaları artsın ve bolluk olsun diye beldelerinde nehirlerin akmasını ve
pınarların fışkırtılmasını isteyince Yüce Allah da şunu beyan etti: Eğer onlar
Allah'ın hazinelerine sahip olsalardı yine cimriliklerini devam ettirirlerdi.
Hiçbir kimseye faydalı olmaya kalkışmazlardı.
[129]
"Zaten
onlara hidayet geldiği zaman insanları inanmaktan alıkoyan şey..."
buyruğunun anlamı şudur: Aralarında Mekke müşriklerinin de bulunduğu insanların
çoğunluğunun Allah'a iman etmelerine ve peygamberlere uymalarına engel olan
şey, ancak onların insanların peygamber olarak gönderilmesine şaşmalarıdır.
Peygamber olarak gönderilen kişinin kendilerine peygamber gönderilen
insanların cinsinden olması gerektiğini düşünemeyişleri ve bunun mutlaka
meleklerden olması gerektiğini sanmalarıdır. Ancak bu tutarsız bir düşünce ve
batıl bir inatlaşmadır. Ayet-i kerime Yüce Allah'ın şu buyruklarını andırmaktadır:
"İnsanları uyar diye içlerinden bir adamı vahiy ile göndermemiz, insanlar
için şaşılacak bir şey mi oldu?" (Yûnus, 10/2); "Çünkü peygamberleri
onlara apaçık delillerle geliyorlardı da onlar: Bizi bir insan mı hidayete
iletecek diyorlardı." (Teğâbün, 64/6). Bu kabilden ayet-i kerimeler pek
çoktur.
Daha
sonra Yüce Allah kullarına olan lütuf ve rahmetine ve işin mantığına
dikkatlerini çekerek şöylece cevap vermektedir: "De ki" Eğer
yeryüzünde yerleşmiş dolaşan melekler olsaydı, biz de onlara peygamber olarak
gökten bir melek indirirdirk." Yani ey Muhammed onlara de ki: Hikmetin ve
eşyanın mantığının ve insanlara rahmetin gereği Yüce Allah'ın onlara kendi
cinslerinden bir peygamber göndermesidir. Onlarla tartışsın, onlara hitap
etsin, onlar da onun dediğini iyice kavrayıp anlasınlar diye. Bir peygamber
göndermekten maksat, yalnızca ona vahyolunan şeyi iletmekten ibaret değildir ve
eğer rasul bir melek olsaydı, onunla karşılaşmaya tahammül edemezlerdi, ondan
bir şey öğrenemezlerdi. Çünkü her bir varlık kendi cinsinden bir varlıkla sükûn
bulur. Meleğin tabiatı insanlarla bir arada olmaya uygun değildir. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer onu (peygamberi) bir melek yapsaydık, onu
da elbette bir adam (suretinde) gösterirdik ve herhalde onları yine de düşmekte
oldukları şüpheye düşürürdük." (En'am, 6/9).
Hatta
peygamberin insanlar arasından gönderilmesi oldukça büyük bir nimet, bir hikmet
ve lütuftur. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Nitekim
içinize sizden bir rasul gönderdik ki, size ayetlerimizi okuyor, sizi
arındırıyor, size Kitabı ve hikmeti öğretiyor ve bilmediklerinizi
öğretiyor." Bakara, 2/151); "Andolsun ki Allah müminlere aralarında
kendilerinden znlara ayetlerini okuyan, onları tertemiz eden, onlara Kitab'ı ve
hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur."
(Ali İmran, 3/164); 'Andolsun ki içinizden size öyle bir peygamber gelmiştir
ki..." (Tevbe, 9/128).
Ayet-i
kerimenin anlamı özetle şöyledir: Eğer yeryüzünde -ey insanlar-sizin gibi
yerleşik ve yürüyen melekler bulunsaydı, elbette biz de onlara kendi
cinslerinden semâ aleminden bir peygamber gönderirdik. Siz ey insanlar, sizin
de rasulünüz sizdendir. Fakat insanların başkalarına rasul olmaları mümkündür.
Rasulullah (s.a.) hem insanların hem de cinlerin peygamberidir. Çünkü cinlerin
ondan vahiy öğrenmeleri ve onun hitabını anlamaları mümkündür. Peygamberin
Cebrail (a.s.)'den vahiy almasına gelince, bu ise peygamber yahut rasulden
başkası için mümkün olmayan özel bir istidadı gerektirmektedir.
Daha
sonra Yüce Allah bir başka delili şöylece göstermektedir:
"De
ki: Şahit olarak benimle sizin aranızda Allah yeter." Yani benimle sizin
aranızda ayırıcı hüküm ve söz, size karşı susturucu kesin delili ortaya koymam,
şu şekilde mümkündür: Allah bana da size de şahittir, benim ve sizin aranızda
hakemdir. Benim size ne getirdiğimi bilir. Şayet ben yalan söyleyen birisi
isem, şüphesiz benden en ağır bir şekilde intikam alacaktır. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Eğer bazı sözleri bize isnat etseydi, biz onu
elbette kudretimizle alıvereir, sonra da kalbinin damarını elbette
keserdik." (Hakka, 69/44-46); "Allah'a karşı iftira edenlerden daha
zalim kim olabilir?" (Enam, 6621).
"Muhakkak
ki o kullarından haberdardır, yaptıklarını hakkıyla görendir." Çünkü
şüphesiz Yüce Allah kullarının hallerini çok iyi bilir. Onların gizlediklerini
de açıklıklarını da bilir. Kimin hidayete, kimin sapıklığa lâyık olduğundan
haberdardır. Kalplerinde olanı çok iyi bilir.
Onlar
bu tür şüpheleri ancak kıskançlıkları ve liderlik arzuları dolayısıyla hakkı
kabulden yüz çevirmek kasdıyla söz konusu ederler. Bu ifadelerde ise bir tehdit
söz konusudur. Kavminin onun yolunu engellemeleri ve inat etmeleri dolayısıyla
karşılaştığı sıkıntılara karşı Rasulullah (s.a.)'a bir tesellidir.
Daha
sonra Yüce Allah, yarattıklarmdaki tasarrufunu, hükmünün yerini bulmasını ve
hükmünü koğuşturacak kimsenin olmadığını haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Allah kimi hidayete erdirirse işte asıl hidayet bulan odur..."
Yani
Allah'ın imana ilettiği kimse hakka doğru hidayet bulan kimsedir. Allah'ın
saptırdığı kimseleri hakka ve doğruya iletecek Allah'tan başka asla yardımcılar
bulamazsın.
Bundan
maksat da Rasulullah (s.a.)'a teselli vermektir. Ezelden haklarında iman ve
hidayet konusunda Allah'ın hükmü verilmiş olanların -onların ruhlarında hakka
doğru meyilleri dolayısıyla böyle bir yola gidecekleri ezelden beri Allah
tarafından bilindiğinden dolayı- mümin olmaları vacip olmuştur. Çünkü Allah'ın
ilmi değişmez. Kendilerinin kötü tercihte bulunacaklarını ve sapıklık ve
delâlet üzere ısrar edeceklerini de ezelden beri bildiğinden dolayı, Allah'ın
haklarında sapıklık ve cahillik hükmünü vermiş olduğu kimselerin ise bu sapıklıktan
dönmelerine imkân yoktur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın hidayet verdiği kimse asıl hidayet bulandır, Allah'ın saptırdığı
kimseyi ise doğru yola iletecek bir dost ve yardımcı asla bulamazsın."
(Kehf, 18/17).
Allah'ın
ezeli ilim ve hükmünün varlığından kasıt insanın iman ve küfre mecbur edilmesi
değildir. Esasen insan, Allah'ın kendisi için seçmiş olduğu sınırlar
çerçevesinde, seçmek imkânına sahiptir. Yani insan kendi iradesiyle seçimde
bulunurken aslında, o kendisinin bilmediği bir gerçeğe göre Allah'ın kendisi
için seçtiğinden başka bir şeyi seçmiş oluyor. İnsanın da herhangi bir şeyde
Allah'ın dilediğinden başka bir şeyi dilemesi mümkün değildir. Her şeydeki
Allah'ın bu kapsamlı ve küllî iradesi ile birlikte İlâhî irade, adalet ve
rahmetiyle insanın hidayet ve güvenliği seçmekle sapıklığı ve şüpheyi seçmek
arasında muhayyer bırakılmasını teminat altına almıştır. Nitekim Yüce Allah
bunu şöylece açıklamaktadır: "Biz ona yolu gösterdik. O ister şükreden
olsun, isterse de nankör (bir kâfir)." (İnsan, 76/3); "Ve biz ona iki
de yol gösterdik." (Beled, 90/10).
"Biz
onları kıyamet günü körler, dilsizler ve sağırlar olarak yüz üstü
hasredeceğiz." Kıyamet gününde kabirlerinden çıktıktan sonra hesaplarının
görüleceği yerde yüzleri üstünde sürüklenmiş olarak bir araya getireceğiz.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O günde yüzleri üstü ateşe sürükleneceklerdir."
(Kamer, 54/48). Gözleri görmeyecek şekilde kör, konuşmayacak şekilde dilsiz,
işitemiyecek şekilde sağır. Yani onlar nasıl dünyada bu duyu-iannı gerçek
anlamda fayda sağlamayacak şekilde işlemez hale getirdi iseler -zahiren gören,
konuşan ve işiten olmakla birlikte-; ahirette de gözleri aydınlık kurtuluş
yolunu göremeyeceklerdir. Kendilerinden kabul edilecek sözler söylemeyeceklerdir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Her kim bunda (dünyada) kör ise o
ahirette de kördür, hatta yolca daha da sapıktır." (İsra, 17/72). İbni
Kesîr der ki: Bu ise dünya hayatındaki hallerine uygun bir ceza olmak üzere
bazı hallerde olur, bazı hallerde olmaz. Onlar hakka karşı sağır, kör ve dilsiz
idiler, mahşer yerlerinde de böylelikle cezalandırılacaktır.
Buharî,
Müslim ve Ahmed, Enes b. Mâlik (r.a.)'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler:
Ey Allah'ın Rasulü insanlar nasıl yüzleri üstünde haşrolunacak-lar? diye
soruldu, Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Onları ayakları üstünde
rıirüten yüzleri üstü yürütmeye de kadirdir."
Tirmizî'nin
de rivayetine göre "İnsanlar mahşerde üç sınıf olacaklardır. Kimisi yayan,
kimisi binekli, kimisi de yüzleri üstünde." Yine bu anlamda olmak üzere
İmam Ahmed de Huzeyfe b. Useyd'den şöyle bir rivayet kaydetmektedir: Ebu Zeyd
kalkıp şöyle dedi: Ey Gıfar oğulları, söyleyin fakat yemin etmeyin. Çünkü o
doğru söyleyen ve sözü doğrulanan (Hz. Peygamber) bana anlattı ki: "İnsanlar
üç kitle halinde haşredileceklerdir. Bunlardan bir kısmı binekli, tok ve
elbiseli; bir diğer kesim kimi zaman yürür kimi zaman koşar; bir diğer kesimi
ise melekler yüzüstü sürükler ve cehenneme doğru götürüp atar."
"Barınakları
cehennemdir onların. Alevi yavaşladıkça hemen onların alevini artırırız."
Yani onların varacakları, dönecekleri yer cehennem olacaktır. Bu cehennemin
alevi dinecek gibi oldu mu hemen onun alevini hararetini ve korunu artırırız.
Bu da cehennem ateşinin onların derilerini ve etlerini eritip yok etmesi ile
olacaktır. Yok olduktan sonra da alevi dinecektir. Arkasından tekrar bunlara
deri ve et giydirilecektir, yine cehennem alev alev yanmaya başlayacaktır ve bu
şekilde tekrarlanıp duracaktır. Ta ki onların öldükten sonra bu dirilişleri,
yalanlamalarına karşılık hasretlerini, pişmanlıklarını artırsın. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Tadın (azabı), sizin azaptan başka bir
şeyinizi asla artırmayacağız." (Nebe: 78/30).
Onlara
bu şekilde azap edilmesinin sebebi ise Yüce Allah'ın buyurduğu şekilde "Bu
onların cezasıdır, çünkü onlar ayetlerimizi inkâr ettiler..." ayetinin
ifade ettiği husustur. Bizim onları kör, sağır ve dilsiz olarak diriltmek gibi
kendilerine verdiğimiz bu ceza ve azabın sebebini, Allah'ı inkâr edip kâfir olmalarına,
onun ayetlerini yani varlığına, birliğine, öldükten sonra dirilişe dair delil
ve belgelerini inkâr etmelerine, öldükten sonra dirilişin gerçekleşeceğini
inkâr ederek: "Bizler çürümüş kemikler ve etrafa dağılmış toz-toprak
olduktan sonra yeniden bir daha, yaratılacağız?" demelerine bir ceza
olarak verilecektir.
Yüce
Allah öldükten sonra diriltmeye kadir oluşuna gökleri ve yeri yaratmış olduğunu
belirterek dikkatleri çekmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Görmezler mi ki
gökleri ve yeri yaratmış olan Allah, onların benzerlerini de yaratmaya
kadirdir..." Yani gökleri ve yeri daha önce görülmüş bir misal söz konusu
olmaksızın yoktan var eden Allah'ın, tekrar onlar gibisini yaratmaya ve yine
onların bedenlerini iade edip ilk olarak yoktan var ettiği gibi ikinci bir defa
daha yeniden yaratmaya kadir olduğunu düşünmüyorlar mı, bilmiyorlar mı? Çünkü
onları yeniden iade etmeye kadir olması, hiç yoktan var etmesine göre daha
kolaydır: "Andolsun ki göklerin ve yerin yaratılması insanların
yaratılmasından daha büyük (bir iş) tür" (Mü'min, 40/57); "Yaratılış
itibariyle sizler mi daha çetinsiniz yoksa sema mı? O, onu bina etmiştir."
(Nâziât, 79/27).
İşte
bu şunu göstermektedir ki, insanı yaratmak ve onu tekrar iade etmek, gökleri ve
yeri yaratmaktan daha kolaydır ve yine tekrar iade etmek, ilk yaratmaktan daha
kolaydır.
Fakat
öldükten sonra dirilişin ve kıyametin, yahut da ölümün belirli bir süresi
vardır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar için bir ecel kılmıştır ki
onda bir şüphe yoktur." Onları yeniden yaratmak ve kabirlerinden kaldırmak
için belli bir süre tayin etmiştir. Bunun geçmesi kaçınılmazdır. Bu sürenin
geçmesinden sonra kıyamet kesinlikle olacaktır.
"Buna
rağmen zalimler küfürden başka bir şeyde diretmediler." Yani onlara karşı
bu susturucu delili ortaya koymaya rağmen kâfirler ve kendilerine zulmedenler,
batıl ve sapıklıklarında kalmaktan, sıhhatli ve sapasağlam gerçeği inkâr
etmekten, öldükten sonra dirilişi kabul etmekten başka bir davranış ortaya
koymadılar.
Onların
köşkler, bahçeler, pınarlar şeklindeki isteklerinin kabul edilmeyiş sebebi ise,
cimrilikleridir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki, eğer siz
Rab-bimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, o zaman tükenir korkusuyla
muhakkak cimrilik ederdiniz..." Yani ey Muhammed, onlara de ki: Eğer sizler
Allah'ın rızık hazinelerinde tasarrufta bulunma imkânına sahip olsaydınız, yine
şu cimriliğinizi, eli sıkılığınızı devam ettirirdiniz. Fakir oluruz, korkusuyla"
harcama yapmazdınız. İbni Abbas'm dediği gibi, sizler elinizdeki bu hazinelerin
yok olmasından, tükenmesinden korkardınız. Halbuki bunlar tükenmez. Sizin böyle
davranmanız ise cimriliğin karakterinizde yerleşmesinden dolayıdır.
"Zaten
insan pek cimridir." Yani oldukça eli sıkı ve bir şey vermek istemeyendir.
Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Yoksa onların mülkten bir payı
mı vardır? Böyle olsaydı insanlara hurma çekirdeği çukurcuğunu dolduracak
kadar bir şey dahi vermezlerdi." (Nisa, 4/53). Eğer onların Yüce Allah'ın
mülkünde bir payları olsaydı kimseye bir şey vermezlerdi. Hatta hurma
çekirdeğinin uzunlamasına ve bir iplikçik kadar yeri bulunan çukurcuğu
dolduracak kadar dahi bir şey vermezlerdi. Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Gerçekten insan mal toplamaya düşkün ve hakkını ödemek bakımından cimri
olarak yaratılmıştır. Kendisine zarar erişirse feryadı basıveren, hayır
dokunursa cimrilik edip infâk etmeyendir. Ancak namaz kılanlar
müstesnadır." (Meâric, 70/19-22).
Ayet-i
kerime insanın cimriliğine Yüce Allah'ın ise keremine, cömertliğine ve ihsanına
açık bir delildir. Buharı ile Müslim'de şu hadis-i şerif yer almaktadır:
"Allah 'm eli dopdoludur. Hiçbir harcama onu azaltmaz. Gece ve gündüz bol
bol verip durur. Gökleri ve yeri yarattığı günden bu yana verdiklerini bir
düşünün. Bu, onun elinde olanı eksiltmemiştir."
[130]
Bu
ayet-i kerimelerden aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:
1- Kureyş kâfirleri mütekebbir ve oldukça inatçı bir kavim idiler.
Peygam-ber'e (s.a.) şöyle dediler: Sen de bizim gibisin. O bakımdan biz sana
bağlanmak zorunda değiliz. Fakat bunu söylerken onun doğruluğunu ispat eden
mucize Kur'ân-ı Kerim'i unutuyorlardı.
Peygamberin
insan olamayacağı şeklindeki iddiaları ise kabul olunacak bir iddia değildir.
Çünkü peygamberlik görevinin yerine getirilmesi ve onun gereği olan ikna, tartışma,
hikmet ve maslahatın gereğini göz önünde bulundurduğumuz takdirde, rasulün
kendilerine peygamber olarak gönderildiği kimselerin cinsinden olmasının
gerektiğini anlarız. Melek ancak meleklere elçi gönderilir. Çünkü Yüce Allah
Ademoğluna bir meleği peygamber olarak gönderecek olsaydı, onu yaratılmış
olduğu şekliyle görmeye güç yetiremezlerdi. Peygamberlere meleği görme gücünü
verip onlarda bu gücü yaratması ise, bu durumun peygamberlere bir belge ve
mucize olması içindir.
2- Hz. Muhammed (s.a.)'in Allah'ın raöulü olduğuna tanıklık edici ve tasdik
edici olarak Allah'ın şahitliği yeterlidir. Rivayet edildiğine göre Kureyş
kâfirleri Yüce Allah'ın: "De ki: Ben peygamber olarak gönderilmiş bir
beşerden başkası mıyım?" (İsra, 17/93) buyruğunu işitince: "Senin
Allah'ın rasulü olduğuna kim şahitlik eder" diye sormuşlar, bunun üzerine
de Yüce Allah'ın
De
ki: Şahit olarak benimle sizin aranızda Allah yeter. Muhakkak ki o kullarından
haberdardır, onları hakkıyla görendir." buyruğu nazil olmuştur.
3- Yüce Allah eğer kâfirlere hidayet vermeyi dilemiş olsaydı, onlar
hidayet bulurlardı. Eğer onlar Yüce Allah'ın hidayetiyle de hidayet
bulamazlarsa kimse onları hidayete erdiremez.
4-
Kıyamet gününde kâfirler
yüzleri üstü haşredileceklerdir. Bu konuda iki görüş vardır:
Birinci
görüşe göre, bu onların cehenneme çabucak götürüleceklerini ifade eder. Nitekim
Araplar acele ettikleri vakit; "Onlar yüzleri üstü geldiler" derler.
İkinci
görüşe göre, kıyamet gününde cehenneme doğru yüzleri üstü sürükleneceklerdir.
Nitekim dünyada da aşağılamak ve eziyet etmek için aşırıya giden kimselere
böyle yapılır. Kurtubî der ki: Sahih olan da budur. Çünkü daha önce geçen
hadis-i şerif bunu gerektirmektedir. Ayrıca onlar kendilerini sevindirecek bir
şeyi görmeleri mümkün olmayacak şekilde kör, kandilerini savunmaya imkan
verilmeyecek şekilde dilsiz ve kendilerine faydalı olacak şeyleri işitemeyecek
şekilde de sağır haşredilecektir. Bu da onların duyu organlarının önceki
halleri üzere kaldığını göstermektedir. Bir diğer görüşe göre onlar Yüce
Allah'ın kendilerini vasfettiği şekilde haşrolunacaktır ki, bu da onların
azaplarını daha bir artırıcı olsun. Daha sonra da bu duyuları cehennemde iken
yeniden yaratacaklardır ve o zaman görmeye başlayacaklardır. Çünkü Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Günahkârlar ateşi görünce içine düşeceklerin
kendileri olacaklarını anlayacaklardır." (Kehf, 18/53). Yine Yüce Allah'ın
şu buyruğu gereği de konuşacaklardır: "Ve onlar orada: Yetiş ey ölüm, diye
çağırırlar." (Furkân, 25/13). Yüce Allah'ın şu buyruğu gereğince de
işiteceklerdir: "Onun oldukça gazaplanıp çıkaracağı şiddetli sesini
işiteceklerdir." (Furkân, 25/12).
5- Kâfirlerin karar kılacakları ve kalacakları yer cehennemdir. Onun
ateşi diner gibi oldu mu tekrar Yüce Allah alevle yanan ateşini artıracaktır.
Onun alevinin dinmesi acılarında bir azalmaya sebep olmayacaktır, azaplarım da
hafifletmeyecektir.
6- Bu azap onların Allah'ın âyetlerini ve varlığına, vahdaniyetine delil
olan belgelerini inkâr etmelerinin bir cezasıdır. Ayrıca öldükten sonra
dirilişi, kemikleri çürümüş, darmadağın olmuş ve hiçbir belirtisi kalmamış
cesedin yeniden yaratılmasını hayretle karşılayıp inkâr etmelerinin bir
cezasıdır. Halbuki onlar bütün bunları ilk olarak yaratanın Allah olduğunu
hatırlayamadılar, bundan gaflete düştüler. Yeniden diriltmek ise ilk olarak
yaratmaktan daha kolaydır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Daha
önce yaratmaya başladığımız gibi onu iade ederiz." (Enbiyâ, 21/104);
"Yaratıkları ilkin yoktan var eden sonra da tekrar dirilten O'dur. Ve bu
O'na daha kolaydır." (Rûm, 30/27). Bütün bu delillere rağmen zalim
müşrikler kıyametin geliş vaktini ve Yüce Allah'ın ayetlerini inkâr etmekten
başka bir şeye yanaşmadılar.
7- Şayet Yüce Allah kullarına geniş bir şekilde rızkı yayacak olsaydı,
yine de cimrilik edeceklerdi. Çünkü: "De ki: Eğer siz Rabbimin rahmet
hazinelerine" yani rızık ve nimet hazinelerine "sahip olsaydınız o
zaman tükenir korkusuyla muhakkak cimrilik ederdiniz." Cimrilikten dolayı
böyle bir korkuya kapılırdınız. Bu da onların: "Sen bize yerden bir kaynak
fışkırtıncaya kadar sana asla inanmayacağız." (90. ayet) ta ki bizim
geçimimiz genişlesin, şeklindeki sözlerine bir cevaptır. Yani eğer sizin
geçiminiz genişleyecek olsa, yine de cimrilik gösterirsiniz. Zaten insan,
oldukça eli sıkı ve cimridir. Ayet-i kerime ise sahih kabul edilen görüşe göre,
müşrikler hakkında da başkaları hakkında da umumidir.
[131]
101-
Andolsun ki biz Musa'ya dokuz tane apaçık ayet verdik. Sor İsrailoğulları'na,
hani onlara gelmişti de Firavun ona şöyle demişti: "Ey Musa, doğrusu ben
seni büyülenmiş zannediyorum."
102-
O da demişti ki: "Andolsun ki sen bunları deliller olarak göklerin ve
yerin Rabbinden başkasının indirmemiş olduğunu biliyorsun. Doğrusu ey Firavun
ben de senin helak olacağını sanıyorum."
103- Bunun üzerine onları o yerden sürüp çıkarmak
istedi. Biz de onu ve beraberindekilerin
hepsini suda boğduk.
104- Onun ardından İsrailoğulları'na dedik ki:
"Haydi, o ülkede yerleşin. Ahiret vaadi geldiği zaman biz de sizi bir
araya getiririz."
105-
Biz onu hak ile indirdik, o da hak olarak indi. Seni de ancak müjdeci ve
uyarıcı olarak gönderdik.
106-
Biz o Kur'ân'ı insanlara ağır ağır okuman için bölüm bölüm ayırdık ve onu kısım
kısım indirdik.
107-
De ki: 'İster ona inanın, ister inanmayın. Muhakkak ki o daha önce kendilerine
bilgi verilenlere okunduğu zaman onlar çeneleri üstü secdeye kapanırlar."
108- Ve derler ki: "Rabbimizi tenzih ederiz.
Rabbimizin vaadi şüphesiz yerini bulur."
109- Çeneleri üstü kapanarak ağlarlar ve bu,
onların huşûunu artırır.
"Müjdeci
ve uyarıcı olarak" buyrukları arasında tıbâk sanatı vardır.
"Büyülenmiş"
ile "helak olacağını" ifadeleri arasında bazı harfler değiştiğinden
dolayı eksik cinas sanatı vardır.
"Ey
Musa, doğrusu ben seni büyülenmiş zannediyorum." buyruğu ile Doğrusu ey
Firavun ben de senin helak olacağını sanıyorum." buyrukları arasında hem
mukabele hem de secî' sanatı vardır.
[132]
"Andolsun
ki biz Musa'ya dokuz tane apaçık ayet verdik." Yani andolsun ki, şüphesiz
biz Musa'ya peygamberliğine ve Allah'tan getirdiklerinin doğruluğuna apaçık
dalâlet eden dokuz tane mucize, belge verdik. Bunlar ise asâ, yedi beyzâ
(elinin beyaz görünmesi), tufan, çekirge, haşerat, kurbağa ve kandır ki,
bunların yedisinde ittifak vardır. Diğer ikisi bir görüşe göre denizin
yarılması ile kıtlık yıllarıdır, bir diğer görüşe göre ise, denizin yarılması
ve İsrailoğulları'nın tepesine dağın kaldırılmasıdır. Bir başka görüşe göre ise
denizin yarılması ile Hz. Musa'nın dilindeki düğümün çözülmesidir. Bu ikisi
İbni Abbas'tan rivayet edilmiştir. Mücahid ve başkalarından gelen bir diğer
görüşe göre ise, bunlar kıtlık yılları ile mahsullerin eksilmesidir. A'râf
suresinde sözünü ettiğimiz şekilde başka şeyler de söylenmiştir.
"Sor"
ey Muhammed, "İsrailoğulları'na" müşriklere; bu konuda senin
doğruluğunu söyletmek üzere sor veya, "Biz ona, sor dedik" demektir.
"Firavun
şöyle demişti: Ey Musa! Doğrusu ben seni büyülenmiş" büyülen-iiğin için
artık aklın karışmış ve ne yapacağını şaşırmış "zannediyorum. Bunları"
bu mucizeleri "açık deliller olarak" ve ibretler olarak,
"göklerin ve yerin Rabbinden başkasının indirmemiş olduğunu
biliyorsun." Fakat sen ey Firavun, matlaşıyorsun. "Ben de senin helak
olacağını" yahut hayırdan çevrilmiş ve şer karakterli birisi olarak yok
olacağını "sanıyorum."
"Bunun
üzerine onları o yerden" yani Firavun Musa'yı ve kavmini Mısır
topraklarından, öldürmek ve onları kökten yok etmek suretiyle "sürüp
çıkar-*nak istedi"
"Haydi
o ülkeye" onun sizi sürmek istediği ülkeye "yerleşin. Ahiret
vaadi" yani kıyamet günü vakti geldiği zaman "onları da sizi de bir
araya getiririz." Ayetteki "lefîf" (bir araya getirmek) ise
itaatkârlardan, isyankârlardan ve başkalarından karışık olarak ortaya çıkan
büyük topluluk demektir.
"Biz
o Kur'anı insanlara ağır ağır okuman için" onu anlayabilsinler diye acele
etmeksizin tane tane okuyasın diye "bölüm bölüm ayırdık?" yirmi üç
yıllık bir süre boyunca parça parça indirdik "ve onu kısım kısım
indirdik" olaylara ve maslahatlara uygun bir şekilde peyderpey indirdik.
Mekke
kâfirlerine "De ki: ister ona inanın ister inanmayın." Bu onlara bir
tehdittir. "O daha önce" yani Kur'ân'ın nüzulünden önce. Burada kasıt
ise kitap ehli arasından iman edenlere, "kendilerine bilgi verilenlere
okunduğu zaman onlar çeneleri üstü secdeye kapanırlar." Allah'ın emrini
tazim etmek, o kitaplarda vaad ettiği gibi peygamberlerin ardı arkası kesildiği
bir dönemde Muhammed'i göndermek ve ona Kur'ân-ı Kerim'i indirmek vaadini
gerçekleştirdiği için çeneleri üstü kapanırlar. Manâsı şudur: Siz ona iman
etmeseniz bile sizden daha hayırlı olanlar ona iman etmiş bulunuyorlar. Bunlar
ise önceki kitapları okumuş, vahyin hakikatini ve peygamberlerin alâmetlerini
bilip tanımış, kimin haklı kimin haksız olduğunu ayırt etmek imkânını bulmuş
ilim adamlarıdır veya onlar senin niteliklerini ve sana indirilen niteliklerini
o kitapta görmüş olanlardır.
"Rabbimizi
tenzih ederiz" sözünde durmamaktan onu tenzih ederiz. "Rab-bimizin
vaadi" O'nun Kur'ân-ı Kerim'i indirmek ve peygamberi göndermek vaadi
"şüphesiz yerini bulur."
"Çeneleri
üstü kapanarak ağlarlar" ve "bu" Kur'ân-ı Kerim "onların
huşuunu arttırır." Allah'a karşı alçakgönüllülüklerini artırır.
[133]
Mucize
getirmesini isteyerek, Allah'ın rasulüne karşı inatlaşmaları hususunda işi
yokuşa sürmeleri bakımından Kureyş'in durumunu aktardıktan sonra, Yüce Allah
onu teselli etti ve Firavun ve kavmi ile birlikte Hz. Musa'nın başından
geçenleri ona hatırlattı. Hz. Musa'nın kavmi ona: Allah'ı bize apaçık göster,
demişti. Kureyşliler ise: Allah'ı getir veya Rabbimizi görelim, demişlerdi.
Allah Hz. Musa'ya teklif ettikleri şekilde dokuz tane mucize indirmişti. Fakat
bu ayetler (mucizeler) Firavun'a da kavmine de iman etmeleri için hiçbir fayda
sağlamadı. O bakımdan Muhammed (s.a.)'e indirilen maddi olmayan ilmi ayetler
size yeterli gelmelidir. Çünkü siz iman etmeyecek olursanız tıpkı Firavun ve
kavminin suda boğulmak suretiyle helak edildikleri gibi, sizin de akıbetiniz
helak edilmek olacaktır.
Yüce
Allah şu "De ki: İnsanlar ve cinler bu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek
için toplansalar..." (İsra, 17/88) buyruğu ile Kur'ân-ı Kerim'in i'câzını
(mucize yönünü) söz konusu ettikten sonra, bu sefer Kur'ân-ı Kerîmdin parça
parça indiriliş niteliğini açıklamaya geçti, onun sonu gelmez, değişmez bir
gerçek olduğunu açıkladı. Arapların anlatım tarzı ve üslubu böyledir. Bir
hususu ele alır, ondan sonra başka konuya, daha sonra bir başka konuya döner,
sonra da tekrar ilk sözünü ettiği konuya geri döner.[134]
Ayrıca Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'e iman etmeyenleri tehdit etti ve ona Kitap
Ehli'nin alimlerinin iman etmiş olduğunu da belirtti.
[135]
Yüce
Allah bu ayet-i kerimelerde "Sen bizlere şu büyük mucizeleri getirmedikçe
asla sana iman etmeyeceğiz" diyen müşriklere cevap vererek şöyle
buyurmaktadır: "Andolsun ki biz Musa'ya dokuz tane apaçık ayet
verdik."
Bu
ayet-i kerimede Allah Tealâ yemin ederek Hz. Musa (a.s.)'ya yardım gönderdiğini,
ona apaçık dokuz tane ayet verdiğini ve bu ayetler Firavun'a karşı Hz. Musa
(a.s).'nın doğruluğuna, nübüvvetinin sıhhatine kesin deliller olmasına rağmen
yine de iman etmediklerini söylemektedir. Yine de bunlara iman etmediler. Yüce
Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ve onlar büyüklük anladılar. Onlar
günahkâr bir topluluk idiler." (A'râf, 7/133); "Kalpleri onlara
mandığı halde zulüm ve büyüklenme sebebiyle onları inkâr ettiler." (Nemi,
21/14).
Sözü
geçen dokuz ayet (mucize) Abdürrezzak'm, Said b. Mansûr'un, İbni Cferîr'in ve
İbnü'l-Münzir'in rivayet ettiğine göre, İbni Abbas'm zikrettiği fonlardır: Asâ,
el, yıllar süren kıtlık, denizin yarılması, tufan, çekirgeler, İMşerat,
kurbağalar ve kan olmak üzere peşpeşe gelen ayetler.
Fakat
özellikle dokuz ayetin söz konusu edilmesi bundan daha fazla mucizelerin
olmasına da mani değildir. Çünkü fıkıh usülündeki kural şöyledir: Sayının
zikredilmesi suretiyle yapılan tahsis, fazlasının nefyedildiğine delil değildir.
Kur'ân-ı
Mecid er-Râzî'nin söz konusu ettiğine göre[136] Hz.
Musa'nın onaltı nucizesini zikretmektedir. Bunlar: Hz. Musa'nın dilindeki bağın
çözülmesi, yani onun dilindeki zor konuşma niteliğinin giderilerek fasih
konuşur hale şelmesi, asanın yılana dönüşmesi, yılanın sihirbazların çokluğuna
rağmen zolann bütün iplerini ve asalarını yutuvermesi, yedi beyza, tufan,
çekirgeler, ^aşerat, kurbağalar, kan, denizin yarılması: "Hani size denizi
yarmıştık." Bakara, 2/50), Taş, "Asan ile taşa vur." (A'râf,
7/160), dağın gölge kılınması: Hani dağı onlar üzerinde bir gölge imiş gibi
kaldırmıştık." (A'râf, 7/171), Hz. Musa ve kavmine bıldırcın ve kudret
helvasının indirilmesi, kuraklık ve Tieyvelerin, mahsullerin azlığı,
"Andolsun Firavun hanedanını yıllar süren kuraklıkla ve meyvelerin azlığı
ile yakaladık." (A'râf, 7/130), arı, un, yiyecek, :âra gibi mallarının
yerin dibine geçirilmesi.
Yine
er-Razî[137] dokuz ayetin
açıklanmasına dair rivayetlerin yakînî >lmayıp zannî olduğunu söz konusu
ettikten sonra Yüce Allah'ın: "Dokuz tane spaçık ayet." buyruğunun
tefsiri ile ilgili olarak en iyi rivayetin Safvân b. Assa il-Muradî'nin yaptığı
rivayet olduğunu kaydeder. O şöyle demektedir: Yahu-iinin birisi arkadaşına:
"Gel seninle birlikte şu peygambere gidelim ve dokuz ayete dair ona soru
soralım" dedi. Her ikisi Rasulullah (s.a.)'ın yanına gitti ve :na bu dokuz
ayete dair soru sordu, şöyle buyurdu: "Bunlar Allah'a hiçbir şeyi *tak
koşmayınız, hırsızlık yapmayınız, zina etmeyiniz, kimseyi öldürmeyiniz, ' ^yü
yapmayınız, faiz yemeyiniz, iffetli kadına iftira etmeyiniz, savaş günü zınüp
kaçmayınız ve ey yahudiler, sizin için özel olmak üzere cumartesi £j.nünde
haddi aşmayınız, şeklindedir." Yahudiler kalkıp elini ayağını öptüler re
dediler ki: Senin bir peygamber olduğuna şahitlik ediyoruz. Eğer öldürülmekten
korkmasaydık şüphesiz sana tabi olurduk.[138]Buna
göre "ayetler"den kasıt hükümlerdir.
"Sor
İsrailoğulları'na..." Yani ey Peygamber! Abdullah b. Selâm ve arkadaşları
gibi çağdaşın olan İsrailoğulları'na bunun kitaplarında da sabit olduğunu
bilmeleri için sor.
"Hani
onlara gelmişti de Firavun ona şöyle demişti: Ey Musa doğrusu ben seni
büyülenmiş zannediyorum." Yani sen onlara Musa'nın bu ayetleri, mucizeleri
getirdiği ve bunları Firavun'a tebliğ edip onun da, Şüphesiz Ey Musa, ben senin
büyülenmiş olduğunu ve böylelikle aklının karıştığını zannediyorum, dediği
zamanı sor onlara.
"O
da demişti ki: Andolsun ki sen bunları açık deliller olarak göklerin ve yerin
Rabbinden başkasının indirmemiş olduğunu biliyorsun." "Yani Musa
Firavun'a şöyle demişti: Sen de kesinlikle biliyorsun ki, bu dokuz ayeti
(mucizeyi) ancak gökleri ve yeri yaratan Allah indirmiştir. O bunları yalnız ve
yalnız benim getirdiğimin doğruluğuna delil ve belge olsun diye indirmiştir.
Bunlar insanı hak yola iletmektedir ve bunların Allah'tan geldiğini,
başkasından gelmediğini ispatlamaktadırlar.
"Doğrusu
ey Firavun, ben de senin helak olacağını sanıyorum." Yani sen hayırdan
alıkonulmuş, şerre çokça meyleden, yenik düşürülmüş ve helak olmuş bir
kimsesin.
"Bunun
üzerine onları o yerden sürüp çıkarmak istedi." Yani Firavun Musa'yı ve
kavmi İsrailoğullarmı öldürerek Mısır topraklarından çıkarmak istemişti.
"Biz de onu ve beraberindekilerin hepsini suda boğduk." Firavun ve
ordularının hepsini suda boğmak suretiyle helak ettik.
"Onun
ardından İsrailoğulları'na dedi ki: Haydi o ülkede yerleşin." Yani biz
Musa'yı ve kavmi İsrailoğulları'nı kurtardık. Firavun'u helak ettikten sonra da
onlara şöyle dedik: İşte Firavun'un sizi çıkarmak istediği yerde yerleşin.
Burası ise Mısır toprakları yahut da size vaat olunan Şam topraklarıdır.
"Ahiret
vakti geldiği zaman onları da sizi de bir araya getiririz." Yani kıyamet
günü geldi mi sizi ve düşmanlarınızı bir arada karışık olarak getiririz; sonra
da sizler ve onlar arasında hüküm veririz. " Bir araya getirmek=lefîf'
soylu olsun olmasın, itaat eden olsun isyankâr olsun, güçlü olsun zayıf olsun;
değişik şahsiyetlerden meydana gelen büyük topluluk demektir.
Musa'nın
kavmine Yüce Allah apaçık dokuz ayet vermiş onlar da , bu ayetleri inkâr edince
Allah onları helak etmiş olduğundan şanı yüce Allah, kâfirlere mucizelere gerek
olmadığını beyan ederek cevap verdi. Diğer taraftan eğer teklif ettikleri bu
mucizeler onlara gelecek, sonra da bunları inkâr edecek olurlarsa, onları
kökten yok edecek bir azabı indireceğini, kimin iman ettiğini kimin de
etmediğini ezelden beri bildiğinden dolayı, bu isteklerini yerine
getirmemesinin hikmetin bir gereği olduğunu açıkladı. İşte bu açıklamalardan
sonra Yüce Allah onlara ebedi mucize olan Kur'ân-ı Kerim'e, gereken tazimi
gösterip onunla yetinmeyi hatırlatarak, şöyle buyurmaktadır: "Biz onu hak
ile indirdik, o da hak olarak indi..." Yani şüphesiz biz vahdaniyetin ve
Allah'ın varlığının belgelerini, insanların peygamberlere olan ihtiyaçlarını
açıklamak, adaleti ve üstün ahlâkî değerleri emretmek, zulmü, çirkin söz ve
fiilleri yasaklamak, fert, toplum ve devlet hayatını düzenleyici hukukî
hükümleri, emir ve yasakları ihtiva etmek ve bunların dışında oldukça üstün ve
yüce yasama esas ve ilkelerini ihtiva etmek gibi, hakkı kuşatan bir şekilde
Kur'ân-ı Kerim'i indirdik.
Ve
ey Muhammed, bu Kur'ân-ı Kerim sana da korunmuş ve himaye edilmiş olarak
indirilmiştir. Başka bir şey ona karışmamıştır. Bu Kitap'ta herhan-m bir
fazlalık olmadığı gibi, herhangi bir eksiklik de yoktur. Aksine o sana hak 3e
birlikte ulaştı. Bu ise oldukça güçlü, kuvvetli, emin, muktedir, mele-i a'lâ'da
kendisine itaat olunan Cibril (a.s.)'dir.
Kur'ân-ı
Kerim'in özelliklerinin açıklanmasından sonra Yüce Allah Hz. Ppjrgamberin
görevlerini şöylece açıklamaktadır: "Seni de ancak müjdeci ve jrmncı
olarak gönderdik." Yani ey Muhammed, biz seni ancak sana itaat eden
müminleri cennet ile müjdeleyici ve sana karşı gelip isyan eden kâfirleri de
nehennemle uyarıp korkutucu olmak üzere gönderdik.
Daha
sonra Yüce Allah tekrar Kur'ân-ı Kerim'in bölüm bölüm irdirilmesini. yani
olaylara ve vakıalara uygun olarak parça parça indiriliş hikmetini açıklamaya
dönerek şöyle buyurmaktadır: "Ve biz o Kur 'ân 'ı insanlara ağır ağır
okuman için bölüm bölüm ayırdık ve onu kısım kısım indirdik." Yani yirmi
üç yıllık bir süre boyunca biz senin üzerine kısım kısım ayrılmış, bölüm halinde
Kur'ân'ı indirdik. Kur'ân-ı Kerim'in nüzulü Ramazan ayında mübarek Kadir
gecesinde başlamıştır. Buradaki : "(ferakna)= onu bölüm bölüm
ayırdık" kelimesi şedeli olarak (ferrakna) açıklayıcı, beyan edici
şeklinde, olmak üzere ayet ayet indirdik, anlamında da okunmuştur.
Bunun
böyle olması onu insanlara tebliğ edesin ve onu ağır ağır okuyasın diyedir. Biz
onu peyderpey ve belirtilen şekil ve nitelikte indirdik. Yüce Allah'ın:
"Ve onu kısım kısım indirdik." buyruğunun "bölüm bölüm
ayırdık." buyruğundan sonra gelmesinin faydası ise Kur'ân-ı Kerim'in
indirilmesinin olaylara uygun olduğunun açıklanmasıdır.
Daha
sonra Yüce Allah onları durumlarına aldırış etmeksizin ve onları küçümseyerek
şu buyruklarıyla tehdit etmektedir: "De ki: İster ona inanın, ister inanmayın..."
Yani ey Muhammed sen şu Kur'ân'ı Kerim'in yeterli mucize oluşuna inanmayarak
sana: "Sen bize yerden bir kaynak fışkırtıncaya kadar sana asla
inanmayacağız." (İsra, 17/90) diyen bu kâfirlere de ki: Bu Kur'ân'a ister iman
edin, ister iman etmeyin, o bizatihi haktır, onu Allah indirmiştir ve ebediyyen
baki kalacak bir kitaptır.
"Muhakkak
ki o daha önce kendilerine bilgi verilenlere ..." yani kitaplarına sımsıkı
sarılıp onda değişiklik yapmayan, tahrife uğratmayan, kitap ehli'nin salih ilim
adamlarına bu Kur'ân-ı Kerim okunduğu takdirde, Yüce Allah'a tazim ve Allah'ın
kendilerine bu Kur'ân-ı Kerim ile vermiş oluduğu nimete şükür olmak üzere
yüzleri üstü secdeye kapanırlar. Burada secdeye kapanmak: "Çeneleri
üstü" kelimesi ile ifade edilmiştir. Çünkü bir insan secdeye kapanmak
üzere yere doğru çöktüğünde yere yüzün en yakın olan bölümü çenedir. Yahut da
bu Yüce Allah'a karşı duyulan korku, haşyet ve alçakgönüllülüğü mübalağa
yoluyla ifade etmek için kullanılmış bir kinaye de olabilir.
Bunlar
secde ettikleri vakit: "Rabbimizi tenzih ederiz..." derler. Yani Yüce
Allah'ı eksiksiz kudreti dolayısıyla tazim ederiz, eksiklerinden tenzih ederiz,
ona karşı saygı duyarız ve o sözünden asla caymaz. İşte bundan dolayı daha
sonra: "Rabbimizin vaadi şüphesiz yerini bulur." diye
buyurulmaktadır. Yani onun vaadi yerine gelir, gerçekleşir, kaçınılmaz olarak
tahakkuk eder.
Bunlar
Mücâhid'in de belirttiği gibi Muhammed (s.a.)'e indirilenleri işittikleri vakit
secdeye kapanan Kitap Ehli'nden bir grup insandır. Zeyd b. Arar, Varaka b.
Nevfel ve Abdullah b. Selâm bunlardandır.
Bu
gibi kimselerin secdelerinden söz etmek cahiliye ve şirk ehli olanlara bir
ta'rîzdir. Bu cahiliye ehli eğer Kur'ân-ı Kerim'e iman etmiyorsa dahi, şüphesiz
onlardan daha hayırlı, daha faziletli olan, önceki kitapları okumuş, vahyin ne
olduğunu bilen Kitap Ehli'nin ilim adamları bu Kur'ân-ı Kerim'e iman etmiş, onu
tasdik etmişlerdir ve bunlar kendi kitaplarında geleceği vaat olunan
peygamberin Hz. Muhammed olduğunu tespit etmişlerdir. O bakımdan bu Kur'ân-ı
Kerim onlara okunduğunda Allah'ın emrini tazim etmek, önceki indirilmiş
kitaplarda verdiği sözünü gerçekleştirmek ve Muhammed (s.a.)'i göndereceğine,
ona da Kur'ân-ı Kerimi indireceğine dair müjdesini gerçekleştirmek dolayısıyla
emrini tazim etmek üzere Allah için secdeye kapanırlar. İşte ayeti kerimede söz
konusu edilen "Rabbimizin vaadi şüphesiz yerini bulur." buyruğunda
kastedilen vaat budur. Yani onun Kur'ân-ı Kerim'i indirip Muhammed (s.a.)'i
göndereceğine dair olan vaadi.
Bunların
secde ederkenki nitelikleri Yüce Allah'ın belirttiği gibi: "Çeneleri üstü
kapanarak ağlarlar ve bu onların huşuunu artırır." şeklindedir. Yani bunlar
Allah'tan korktukları için onun Kitap ve Rasulüne iman ve tasdik ile Allah'a
huşu duyarak, alçakgönüllülük ile ağlayarak, secde ederek, yüzleri üstü
kapanırlar.
Secde
etmek de onların huşû'larını yani iman ve teslimiyetlerini artırır. Yüce
Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Hidayet bulanlara gelince, onların
hidayetlerini artırdı ve onlara takvalarını verdi." (Muhammad, 47/17).
Rasulullah
(s.a.) pek çok hadis-i şerifinde ağlamayı övmüştür. Onlardan birisini Tirmizî,
İbni Abbas'tan şöylece rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken
dinledim: "İki göze ateş değmeyecektir. Yüce Allah'tan korkarak ağlayan
bir göz ile Yüce Allah yolunda (düşmana karşı) sınır bekleyerek geceyi geçiren
göz."
[139]
Ayet-i
kerimeler aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Yüce Allah Musa (a.s.)'ı pek çok mucize yahut dokuz ayet ile desteklemiştir.
-Burada ayet-i kerimenin zikrettiği gibi- sözü geçen bu âyetler başka ayet-i
kerimelerin de delâleti ile on altı tane mucizedir -tefsir bölümünde
açıkladığımız gibi- ve biz bu konuda er-Râzî'nin ve başkalarının tercih ettiği
görüşü tercih ettik.
İsrailoğulları'na
bu ayetlere dair soru sormalarının istenmesi Yahudilerin Muhammed (s.a.)'in
söylediklerinin doğruluğunu bilip itiraf etmeleri içindir.
Hz.
Musa'nın bu ayetler ile desteklenmiş olmasına rağmen Firavun, Hz. Musa'nın
risâletine iman etmedi. Aksine o Hz. Musa'ya: "Ey Musa, doğrusu ben seni
büyülenmiş zannediyorum." demişti. Yani ben seni şu alışılmadık fiillerinle
bir sihirbaz yahut da başkası tarafından büyülenmiş ve böylelikle aklı başından
gitmiş- aklı karışmış bir kimse zannediyorum. Burada "zannetmek" bir
şeyin meydana gelmiş olmasını ağırlıklı bir kanaat olarak ifade etmek anlamında
gerçek manâsıyla kullanılmıştır.
2- Hz. Musa ise Rabbine sığınıp emrine sarılmaktan ve ona bu ayetlerin
göklerin ve yerin Rabbi olan Allah tarafından basiretler (yani kendileri
vasıtasıyla Allah'ın kudreti, birliği ve Hz. Musa'nın peygamberliğini tasdik
etmek için delil olarak kullanılacak apaçık belgeler) olmak üzere göklerin ve
yerin Rabbinden indirilmiş olduğunu ilân etmekten başka Firavun'a verecek cevap
bulamadı. Hz. Musa ona: "Doğrusu ey Firavun, ben de senin helak olacağını
sanıyorum." diye buyurdu. Burada ise "sanmak" gerçekten öyle
İrilmek ve böyle olacağına kesinlikle inanmak anlamındadır. Ayet-i kerimede
geçen "subûr" helak olmak ve hüsrana uğramak anlamındadır.
3- Firavun ise güç ve otoritesini kullanmaktan başka yapacak bir şey
bulamadı. Hz. Musa'yı ve İsrailoğulları'nı öldürmek ve sürüp uzaklaştırmak
suretiyle ülkeden çıkarmayı kararlaştırdı. Yüce Allah ise onu helak etti, onu
suda boğduktan sonra ise İsrailoğulları'nı Şam'a ve Mısır'a yerleştirdi. Daha
sonra Yüce Allah kıyamet gününde onların hepsini kabirlerinden her yerden
birbirine karışmış olarak diriltip getirecektir. Bu esnada ise herhangi bir
ayırım ve ayrı yerlere yerleştirmek söz konusu olmaksızın mümin kâfire karışmış
olacaktır ve herkes dünyada iken önden gönderdikleri için hesaba çekilecektir.
4-
Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'i hakkı, adaleti, en üstün ve değerli hükmü ihtiva
edecek şekilde indirmiştir. Burada (105. ayet) "indirmek" ile
"inme'nin kir arada zikredilmesi, iki anlamı ifade etmek içindir. Yüce
Allah'ın: "Biz onu kak ile indirdik" buyruğunun anlamı, biz onu hak
ile indirilmesini öngörüp farz kıldık anlamında; "o da hak ile indi"
buyruğu ise hakkı ihtiva ederek nazil odu anlamındadır. Ya da birincisinin
anlamı hak ile birlikte, îKmcisinin anlamı ise hak ile Muhammed'e (s.a.) nazil
oldu, şeklindedir.
5-
Kur'ân-ı Kerim 23 yıl boyunca
olaylara ve sebeplere uygun olarak bölüm bölüm, kısım kısım indirilmiştir.
Böylelikle insanlar onu ağır ağır, düşünerek, dikkat ederek okuma imkânını
bulsunlar ve bütün tafsili hükümleri ile amel etsinler, diye. Çünkü
insanlardan birden aynı anda bütün farzları yerine getirmeleri istenecek
olsaydı, kabul etmek bir yana, dinden hepten uzaklaşabilirlerdi.
6- Yüce Allah onlara: "De ki: İster ona inanın, ister inanmayın..."
derken, Kureyş müşriklerini -muhayyer bırakmamakta tehdit etmektedir. Çünkü
Kitap Ehli'ne mensup bundan önceki ilim adamları, Kur'ân-ı Kerim'e kesin olarak
iman etmiş, onu dinledikleri vakit Yüce Allah'a itaatle boyun eğip Allah'ın haşyetinden
huşu ile ağlayarak secdeye kapanmışlardır ve bu arada da "Rabbimizi tenzih
ederiz, Rabbimizin vaadi şüphesiz yerini bulur." Yani Kur'ân-ı Kerim'i
indirmek ve Muhammed (s.a.)'i peygamber olarak göndermek suretiyle vaadini
yerine getirendir, demekten kendilerini alamamışlardır.
7- Yüce Allah'ın: "Ağlarlar" ifadesi namazda Allah korkusuyla
yahut Allah'a isyan etmiş olmaktan dolayı ağlamanın caiz olduğuna ve bu şekilde
ağlamanın namazı bozmayıp ona zarar vermediğine delildir. Bazı fakihler ise bu
şekilde ağlamanın namazı bozmayacağı hususuna, ses ve sözün bulunmaması
kaydını getirmişlerdir.
İniltiye
gelince bu hasta için namazı bozucu değildir. İmam Malik'in görüşüne göre ise
sağlıklı kimseye mekruhtur. Aynı şekilde yine İmam Malik'e göre tenahnüh (ıh
ıh..) demek ve üflemek de namazı bozmaz. Şâfî der ki (inilti) eğer işitilen
sesleri ve anlaşılan sözleri varsa namazı bozar. Ebu Hanîfe de der ki: Eğer
Allah korkusundan dolayı olursa namazı bozmaz, şayet bir ağrıdan dolayı
yapılırsa namazı bozar.
[140]
110-
De ki: ister 'Allah' diye dua edin, ister 'Rahman' deyin. Hangisini derseniz
deyin, en güzel isimler yalnız O'nundur. Namazında sesini yükseltme de, gizleme
de, ikisi arasında bir yol tut.
111-
Ve de ki: "Hamd, hiçbir çocuk edinmemiş O Allah'a mahsustur ki, Onun
mülkünde bir ortağı da yoktur. Düşkünlükten ötürü O'nun bir yardımcısı da
olmamıştır ve O'nu tekbir ettikçe et.
"Yükseltme"
ile "gizleme" buyrukları arasında tıbâk sanatı vardır.
[141]
"İster
Allah diye dua edin, ister Rahman deyin." Yani siz bu iki isimden angisi
ile olursa olsun onu zikredin yahut da: "Ey Allah," yahut, "Ey
Rahman" iyerek ona seslenin. Bu iki isimden hangisini söylerseniz
güzeldir. Burada lua" adlandırmak anlamındadır. "En güzel isimler
yalnız O'nundur." Çünkü ı güzel isimler yalnız Allah'a aittir. Bu iki isim
de bunlardandır.
Bunların
güzel isim olmaları ise Allah'ın celâl ve ikram sıfatlarına delâlet meleri
dolayısıyladır. Yüce Allah'ın: "O'nundur" ifadesi müsemmanındır (adı
tıılan Allah'ındır) demektir. Çünkü bu isimlendirme O'nun hakkındadır, yoksa
min kendisine değildir. İfade aslında şöyledir: Hangisi ile dua ederseniz o
izeldir. Böylelikle zamir ismin yerine kullanılmıştır.
"En
güzel isimler yalnız O'nundur." buyruğu mübalağa ve Yüce Allah'a 3İil olan
şeyleri göstermeye dairdir. Bu maksatla kullanılmıştır.
Tirmizî'nin
rivayet ettiği hadis-i şerifte de belirtildiği üzere güzel isimler ) tanedir:
Allah O'dur ki O'ndan başka ilâh yoktur. O Rahman, Rahîm, Melik, uddûs, Selâm,
Mü'min, Müheymin, Aziz, Cebbar, Mütekebbir, Halik, Bari', ^üsavvir, Gaffar,
Kahhâr, Vehhâb, Rezzâk, Fettâh, Alîm, Kâbis, Basit, Hâfıd, âfi', Muizz, Semî',
Basîr, Hakem, Adi, Latîf, Habîr, Halim, Azîm Gafur, Şekûr, li, Kebîr, Hafîz,
Mukît, Hasîb, Celîl, Kerîm, Rakîb, Mucîb, Hakîm, Vedûd, ^ecîd, Bâis, Şehîd,
Hak, Vekîl, Kavi, Metîn, Velî, Hamîd, Muhsî, Mubdi', Muîd,
Muhyî,
Mümît, Hayy, Kayyûm, Vâcid, Mâcid, Vâhid, Ahad, Samed, Kadir, Muktedir,
Mukaddim, Muahhir, Evvel, Âhir, Zahir, Bâtın, Veliy, Muteâl, Berr, Tevvâb,
Müntakim, Gafur, Rauf, Malikü'1-Mülk, Zülcelali ve'l- İkram, Muksit, Cami',
Ganiy, Muğnî, Mâni', Nâfi', Nûr, Hâdî, Bedî', Baki, Vâris, Reşîd ve Sabûr'dur.
"Namazında
sesini" namaz esnasında Kur'ân okurken müşrikler senin sesini işiticek,
sana ve Kur'ân-ı Kerim'e, onu indirene sövmelerine sebep olacak şekilde
"yükseltme, gizleme de." Ashabın da yararlansın diye kıraatini
tamamiyle sessiz yapma. "İkisi arasında bir yol tut." Gizlemek ile
açıktan okumak arasında ortalama bir yol izle.
"O'nun"
Rabbinin "mülkünde" ulûhiyyetinde, egemenliğinde "bir ortağı da
yoktur. Düşkünlükten" yani küçüklükten "ötürü onun bir
yardımcısı" işlerini üstlenen ona yardım eden "de olmamıştır."
Yani o asla zelil olmamıştır ki bir yardımcıya gerek duysun. Bunun da anlamı
şudur: Allah'ın -hâşâ- bir küçüklükten dolayı, düşkünlükten dolayı kendisini
himaye edecek ve bu himayesi sayesinde bunu ondan giderecek bir velisi
olmamıştır. "Ve onu tekbir et." Çocuk edinmekten, ortak edinmekten,
düşkünlükten ve O'na yakışmayan her şeyden tam anlamıyla O'nu tazim ve tenzih
et.
Buna
bağlı olarak O'na hamdedilmesinin emredilmesi, Yüce Allah'ın bütün övgülere
lâyık olduğunu göstermek içindir. Çünkü zatı ile kâmildir, sıfatlarında eşsiz
ve tektir. Ayrıca bunda şuna dikkat çekilmektedir: Kul her ne kadar Allah'ı
tenzih etmek, onun şanını övmekte ileri gitse, ibadet ve hamde alabildiğine
gayret etse, yine de bu hususta lâyıkı ile yapması gerekeni yapamadığını
itiraf etmelidir.
[142]
Yüce
Allah'ın: "De ki: İster Allah diye dua edin..." ayetinin nüzulü ile
ilgili olarak İbni Cerir ve İbni Merdüveyh, İbni Abbas'tan şöyle rivayet
etmektedirler: Allah'ın salât ve selâmlarının üzerine olmasını temenni
ettiğimiz Yüce Peygamberle bir gün Mekke'de namaz kıldık, Yüce Allah'a dua
etti, duası esnasında: "Ey Allah, ey Rahman!" diye buyurdu.
Müşrikler şöyle dediler: Siz şu atalarının dinini terkedene (sâbiîye) bir
bakınız, bizlere iki ilâha dua etmenizi yasaklarken kendisi iki ilâha hitap
edip dua ediyor. Bunun üzerine Yüce Allah'ın: "De ki: İster Allah diye dua
edin, ister Rahman deyin..." ayet-i nazil oldu.
Meymun
b. Mehrân da der ki: Rasulullah (s.a.) kendisine vahyolunanm başına:
"Bismikellahümme=(Adm ile ey Allah'ım)" diye yazardı ve bu durum şu
"Şüphesiz ki o Süleyman'dandır ve muhakkak ki o Rahman ve Rahim olan
Allah'ın adıyla (başlamaktadır)" ayeti nazil oluncaya kadar devam etti. Bu
ayet nazil olunca bu sefer "Bismillahirrahmanirrahim" diye yazmaya
başladı. Arap müşrikleri, "Haydi rahimi biliyoruz, peki ya rahman ne
oluyor?" deyince, Yüce Allah bu ayeti kerimeyi indirdi.
ed-Dahhâk
da der ki: Tefsir ile uğraşanlar şöyle demişlerdir: "Rasulullah (s.a.)'a şüphesiz sen Rahmân'ı pek az
anıyorsun. Halbuki Yüce Allah Tevrat'ta bu ismi çokça zikretmektedir"
denilince Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.
"Namazında
sesini yükseltme, gizleme de..." buyruğunun inişi ile ilgili olarak da
Ahmed, Buharı, Tirmizî ve başkaları İbni Abbas'tan şöyle dediğini
nakletmektedir: Rasulullah (s.a.) Mekke'de iken bu ayet-i kerime nazil olmuştu.
Müşrikler Kur'ân-ı Kerim'i işittiklerinde Kur'ân'a, onu indirene, onu getirene
sövüyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah peygamberine: "Namazında sesini
yükseltme" yani Kur'ân okuduğun vakit müşriklerin onu işitip ona sövecekleri
şekilde yüksek bir sesle okuma, "gizleme de" ashabında onu duymayacak
şekilde de içinden okuma, "ikisi arasında bir yol tut."
Rivayet
edildiğine göre de Ebû Bekir (r.a.) Kur'ân okurken gizli okur ve şöyle derdi:
Ben Rabbimle sessizce konuşuyorum. O benim zaten ihtiyacımı bilmektedir. Hz.
Ömer ise Kur'ân'ı açıktan okur ve şöyle derdi: Ben de bu şekilde okumakla
şeytanı kovuyor ve uyuklayanı uyandırıyorum. Ayet-i kerime nazil olunca
Rasulullah (s.a.) Hz. Ebû Bekir'e sesini bir parça yükseltmesini, Hz. Ömer'e de
bir parça kısmasını emretti.
111.
ayet-i kerime olan "Ve de ki: Hamd hiçbir çocuk edinmemiş o Allah'a
mahsustur..." buyruğu ile ilgili olarak İbni Cüreyc, Muhammed b. Ka'b
el-Kurazî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Yahudilerle Hristiyanlar
"Allah çocuk edindi" dediler. Araplar ise "Buyur Allah'ım, senin
hiçbir ortağın yoktur. Ancak bir müstesna! O hem senindir, hem sen ona da
sahipsin, onun sahip olduğuna da" derlerdi, Sabiîlerle Mecûsiler ise:
"Eğer Allah'ın velileri (yardımcıları) olmasaydı elbette ki zelil
olurdu" diyorlardı. Bunun üzerine de Yüce Allah: "Ve de ki: Hamd hiç
bir çocuk edinmemiş o Allah'a mahsustur..." ayet-i kerimesini indirdi.
[143]
Şanı
yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'i Rasulüne kendisinin indirdiğini tespit
e&p
kraplaraı 0naWş\ çıfcmaYtan am o\uuk\armı,li\z. Peygamberin Vendı-lerine
Allah'ı tevhidi ve ilâhlarım reddetmeyi getirdiğini açıkladıktan sonra, onların
Hz. Peygamberi kendilerine yasakladığı bir şeye bizzat kendisinin yaptığını
iddia edişlerini "De ki: İster Allah diye dua edin..." ayeti ile
reddetmektedir.
Şanı
yüce Allah isimleri birden çok olsa dahi kendisinin bir ve tek olduğunu da
zikrettikten sonra, peygamberine kendisine vermiş olduğu risâlet ve bu risâlet
için onu seçme şerefinden dolayı hamdetmesini emretmekte, kendi yüce zatını
hiçbir çocuk edinmemiş olmakla nitelendirmektedir. Böylelikle Yahudileri,
Hristiyanları ve putlara tapıp da onları Allah'ın ortakları kılan Arapları
reddetmektedir. Meleklere ibadet edip onların Allah'ın kızları olduğuna inanan
Arapları da reddetmekte, önce Allah'ın hiçbir çocuk sahibi olmadığını
belirttikten sonra, mülkünde (ulûhiyyet ve egemenliğinde) de hiçbir ortağının
olmadığını, daha sonra da onun herhangi bir velisinin yani yardımcısının
olmadığını ifade etmektedir. Ortak kelimesi çocuk kelimesinden daha genel,
yardımcı olan veli ise ona çocuk ve ortak nispet etmekten daha genel ifadedir.
O halde bu ifade ile hem Yüce Allah'ın çocuğu, hem ortağı olduğu reddedildiği
gibi, ortak ve çocuk olmasa dahi, hiçbir yardımcısının olmadığı da ifade
edilmiş olmaktadır.
[144]
Bu
buyruk Yüce Allah hakkında Rahman adının kullanılmasını kabul etmeyen
müşriklere bir reddir. Yüce Allah: "İster Allah diye dua edin ister Rahman
deyin..." diye buyurmaktadır. Yani ey Muhammed, sen Mekke'de Yüce Allah'ın
rahmet sıfatını inkâr eden ve ona Rahman adının verilmesini kabul etmeyen şu
müşriklere de ki: Sizin Allah'a "Allah" adını anarak dua etmeniz ile
"Rahman" adını anarak dua etmeniz arasında bir fark yoktur. Çünkü O
güzel isimlerin sahibidir. el-Keşşâf müellifi şöyle demektedir: Allah ve
Rah-mân'dan kasıt müsemmâ değil isimdir. Buradaki "veya" ise
muhayyerlik ifade etmek içindir. Buna göre "İster Allah diye dua edin,
ister Rahman deyin" buyruğunun anlamı, siz ister bu ismi kullanın, ister
öbür ismi; ister bunu alın, ister öbürünü demektir. Burada dua etmek ise
seslenmek anlamında değil, adlandırmak anlamındadır.[145]
Yüce
Allah'ın "Hangisini derseniz deyin, en güzel isimler yalnız
O'nundur." buyruğundaki ifadenin takdiri şöyledir: Yani sizler bu iki isimden
hangisini ad olarak verir ve hangisini anar iseniz, şunu bilin ki, onun bütün
isimleri güzeldir ve bu isimler tazim ve takdis edilmektedir. Nitekim bir başka
yerde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "En güzel isimler yalnız O'nundur.
Göklerde ve yerde bulunan ne varsa O'nu teşbih eder." (Haşr, 59/24). Yani
siz hangi isim ile onu çağıracak olursanız o güzeldir.
Daha
sonra Yüce Allah Kur'ân okuma ve dua etme keyfiyetini bizlere şöylece
göstermektedir: "Namazında sesini yükseltme, gizleme de. İkisi arasında bir
yol tut." Yani namaz kılarken Kur'ân okuyuşunu açıktan yapma ki, müşrikler
onu işitip Kur'ân-ı Kerim'e, onu indirene, onu getirene sövmesinler. Ashabının
duymayacağı şekilde gizleyerek, senden Kur'ân'ı öğrenmelerini engelleyecek,
Kur'ân-ı Kerim'i onlara işittirmeyecek bir şekilde de gizlice okuma! Sen
açıktan okumak ile gizli okumak arasında orta bir yol tut. İşte Kur'ân okurken
izlenecek en ideal yol budur. Bu ise sesi yükseltmek ile onu gizli, saklı
okumak arasındaki ortalamadır. Açıkça okumasın ki çevresinden dağılmasmlar,
Kur'ân-ı Kerim'i ondan dinlemekten yüz çevirmesinler yahut Kur'ân-ı Kerim'e
sövmesinler; gizlice okusun ki, onu dinlemek isteyen dinleyip ondan
yararlanabilsin.
Daha
sonra Yüce Allah bizlere nasıl hamdedeceğimizi öğreterek şöyle buyurmaktadır:
"Ve de ki: Hamd hiçbir çocuk edinmemiş o Allah'a mahsustur ki..."
Yani şöyle de: Kullarına verdiği nimetlere karşılık hamd ve şükür yalnız
Allah'ındır ve o kendisini, zâtını eksikliklerden tenzih etmek üzere aşağıdaki
üç sıfata sahip olandır:
1- O hiçbir çocuk edinmemiştir: Onun çocuk edinmeye ihtiyacı yoktur.
Çocuk edinmek sonradan yaratılmışların niteliklerindendir. O ise sonradan
yaratılmış olmaktan münezzehtir. Bu buyruk ile: "Üzeyir Allah'ın
oğludur" diyen Yahudiler ile, "Mesih Allah'ın oğludur" diyen
Hristiyanlarm kanaatleri de reddedilmektedir.
2- Yüce Allah'ın mülk ve hakimiyetinde hiçbir ortağı yoktur. Çünkü o aynı
zamanda ortağa muhtaç değildir. Şayet ortağa ihtiyacı olsaydı, aciz olması
gerekirdi. Diğer taraftan ilâhların birden çok olması kâinatın düzenini bozukluğa
ve onları kendi aralarında anlaşmazlığa götürür: "Eğer göklerle yerde
Allah'tan başka ilâhlar bulunsaydı, her ikisi de bozulur, giderdi."
(Enbiya, 21/22). Ve böylelikle ibadete, hamd ve şükre lâyık olan bilinmezdi.
3- Yüce Allah'ın düşkünlükten ötürü hiçbir yardımcısı olmaz. Yani O
düşkün değildir ki, bu düşkünlüğü dolayısıyla herhangi bir kimseyi veli,
yardımcı yahut danışman edinsin. Aksine o Yüce Allah, her şeyi tek başına
ortaksız olarak yaratandır. Hepsini tek başına tedbir edendir, idare edendir,
kendi meşîetiyle onları takdir edendir, belli ölçülerle yaratandır.[146]
İşte
bu sıfatların toplamı Yüce Allah'ın şu buyruklarında yer almaktadır: 'De ki: O
Allah'tır, bir ve tektir. O Allah'tır, O Samed'dir. Doğmamıştır, doğurmamıştır.
Kimse de O'nun dengi değildir." (İhlâs, 112/1-4).
"Ve
onu tekbir ettikçe et." Yani haddi aşan zalimlerin söylediklerinden onu
alabildiğine yücelt, onun celâl ve azametini ifade et. İşte onun celâl, azamet
ve kudsiyetine uygun olan tazim budur. O zatı ile büyük ve müteâl olandır. Zatı
dolayısıyla O vâcibü'l-vücûd (varlığı zorunlu) ve var olan her şeye muhtaç
olmadığı dolayısıylada o yüce ve müteâldir. Sıfatlarından da öyledir. Eksiklik
ifade eden bütün sıfatlardan münezzehtir, bütün kemal sıfatları yalnız
O'nun-dur. Fiillerinde de öyledir. O'nun mülkünde hikmet ve meşîeti
gerekmedikçe hiçbir şey meydana gelmez. Koyduğu hükümlerde de böyledir. Mutlak
olarak emretmek, nehyetmek, aziz ve zelil kılmak onun işidir. Kimse O'nun
hükmünü koğuşturamaz, kimse O'nun herhangi bir hükmüne de itiraz edemez. O isimlerinde
de böyledir. Ancak en güzel isimleriyle anılır ve ancak üstün ve mukaddes
sıfatlar ile nitelendirilir.[147]
İmam
Ahmed, Muâz el-Cühenî'den Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedir: İzzet ayeti, "Hamd hiç bir çocuk edinmemiş O Allah 'a mahsustur..."
ayetinden itibaren surenin sonuna kadar olan ayettir." Abdürrezzâk da
Abdülkerim b. Ebi Ümmeye'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Rasulullah
(s.a.), Haşim oğullarından bir çocuğun dili açılmaya başladı mı ona: "Hamd
hiçbir çocuk edinmemiş..." ayetini sonuna kadar yedi defa öğretirdi."
[148]
Ayet-i
kerimeler en güzel isimlerinden herhangi birisi ile Yüce Allah'a dua edip, O'nu
zikretmenin mümkün olabileceğini açıklamaktadır. Allah ve Rahman isimleri de
bu güzel isimlerdendir. İsimlerin çokluğu ise, -müşriklerin yanlışlıkla
anladığı gibi- ilâhların birden çok olduğunu ifade etmez. Aksine bu adlandırma
aynı zata birden çok isim vermektir.
Dua,
yahut namazda Kur'ân okumak yüksek sesle yapmak ile gizli yapmak arasında orta
bir yolla olur. Eğer bunu gerektiren sebep müşriklerin Kur'ân'ı işitmelerini ve
böylelikle ona, onu indirene, onu getirene sövmelerini veya onların Kur'ân-ı
Kerim'den nefret edip onu dinlemekten yüz çevirmelerini önlemek ise, bizler bu
yolu izlemeye devam ederiz. Böylelikle teşriin ilk dönemlerindeki durumu ve
şartlarını da hatırlamış oluruz.
Burada
Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim okumayı "salat (namaz)" tabiri ile ifade
etmiştir. Nitekim Yüce Allah'ın: "Ve bir de sabah Kur'ânını (namazını),
çünkü sabah Kur'ân'ı (namazı) tanık olunandır." (İsra, 17/78) buyruğunda
da namazı "kıraat" ile ifade etmiştir. Çünkü bunların her birisi
ötekiyle alâkalıdır. Zira namaz kıraati, rüku ve sücudu da kapsamaktadır. O
halde kıraat namazın bir bölümüdür. Böylelikle bir bölüm zikredilerek geneli
ifade edilmiş olmakta, genel ifade kullanılarak da bir bölümü ifade
edilmektedir. Bu ise Arapların mecazî ifadelerindeki bir adetidir, dillerinde
çokça görülen bir şeydir.
Yüce
Allah'ın "Hamd hiçbir çocuk edinmemiş Allah 'a mahsustur." buyruğu
Yahudi, Hristiyan ve Arapların şu şekildeki sözlerini reddetmektedir: Yahudiler
Üzeyr, Hıristiyanlar İsa, müşrikler ise melekler Yüce Allah'ın çocuklarıdır
derler. Halbuki o Yüce Allah'ın ne babası, ne eşi ne de çocuğu vardır. O bir ve
tektir. O'nun mülk ve ibadetinde ortağı yoktur. Ayrıca onu zilletten, düşkünlükten
himaye edecek bir yardımcı ve bir savunucusu yoktur.
O
Yüce Rabbimiz tam anlamıyla tazime ve saygıya lâyıktır. Denildiğine göre
Arapların tazim ve celâlin en kapsamlı anlamlı kelimesi "Allahü
ekber" ifadesidir. Yani o her şeyden daha büyüktür. Peygamber (s.a.)
namaza başlayacağı vakit "Allahü ekber" diye başlardı. Ömer b.
el-Hattab der ki: "Kulun Allahü ekber demesi, dünyadan ve dünyadaki her
şeyden daha hayırlıdır."
Şu
"Hamd... Allah'a mahsustur." ayet-i kerimesi Tevrat'ın da son ifadesidir.
Abdullah b. Ka'b der ki: Tevrat En'am suresinin başındaki ayet ile başlar ve bu
surenin sonundaki ayet ile biter.
Abdülhamid
b. Vâsıl der ki: Ben Rasulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim:
"Kim" "Hamd hiçbir çocuk edinmemiş O Allah'a mahsustur.'"
ayetini okuyacak olur ise Allah ona yer ve dağlar kadar ecir yazar. Çünkü Yüce
Allah kendisine çocuk isnat edenler hakkında şöyle buyurmaktadır: "Bu
sözden dolayı gökler neredeyse çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar yıkılarak
düşecektir." (Meryem, 19/90).
Hz.
Peygamber (s.a.)'den gelen bir rivayete göre ise o borçtan şikâyet eden
birisine: "De ki: ister Allah diye dua edin, ister Rahman deyin..."
buyruğundan itibaren surenin sonuna kadar okumasını, sonra da üç defa:
"Ölümsüz olan o hayy olana tevekkül ettim." demesini emretmiştir.
[149]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/7.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/7.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/7-8.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/8-9.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/10.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/10-11.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/11-12.
[8] el-Bahru'1-Muhît, VI/5.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/12-13
[10] Bu ez-Zührî ile Urve'nin görüşüdür. Buna göre İsra
Rebîulevvel ayında olmuştur. Hafız el-Makdisî ise Siret'inde senedi sahih
olmayan bir hadis rivayet etmektedir. Buna göre İsra, Recep ayının 27 nci
gecesinde gerçekleşmiştir (İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, III/108-109).
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/13-15.
[12] Kurtubî, X/208-209.
[13] Râzî, XX/53.
[14] Câmiu'1-Usûl, VI/131.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/15-18.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/19.
[17] Zindan anlamına gelen "hasır" kelimesi
kilimin altına serilen çul anlamına da gelir. (Çeviren)
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/19-20.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/20-21.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/21-23.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/23-24.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/25.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/25.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/26-27.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/27.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/28-29.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/29-30.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/30.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/30.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/30-34.
[31] "Ebu Kebşe'nin oğlu" ile Rasululllah (s.a.)
kastedilmektedir. Müşrikler Rasulullah (s.a)'a: "Ebu Kebşe'nin oğlu"
diyerek onu putlara tapmak hususunda Kureyş'e muhalefet eden Huzaalı bu adı taşıyan
bir kimseye benzetmiş oluyorlardı.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/34-37.
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/38-39.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/39.
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/39-42.
[36] Kurtubî, X/235.
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/42-43.
[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/45.
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/45-46.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/46-47.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/47.
[42] Bu hadisi el-Kudai, Ali (r.a.)'den rivayet etmiş olup
hasen bir hadistir.
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/54.
[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/54-56.
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/57.
[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/58-59.
[47] Râzî,XX, 213.
[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/59-60.
[49] Daha önce geçen dört tür ise tevhidin ve yalnızca Yüce
Allah'a ibadetin emredilmesi, anne babaya iyilik emri, yakın akrabaya, yoksula
ve yolcuya cimrilik ve haksızlık olmaksızın hakkının verilmesidir. Anne ve
babanın hakkı ise şu beş şeydir: Onlara öf bile dememek, azarlayıcı bir sözle
onlara sert çıkmamak, buna karşılık hoş ve güzel söz söylemek, alabildiğine
alçakgönüllülük göstermek ve onlara rahmet ile dua etmek.
[50] Râzî, XX, 198-199.
[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/60-68.
[52] Kurtubi, X, 263.
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/68-69.
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/70.
[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/70-71.
[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/71.
[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/72-73.
[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/73-75.
[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/76-77.
[60] el-Bahru'l-Muhît, VI/42.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/77-78.
[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/78.
[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/78-79.
[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/79-80.
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/81.
[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/81-82.
[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/82.
[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/82-84.
[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/84-85.
[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/86.
[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/86-87.
[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/87.
[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/87.
[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/87-89.
[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/89-90.
[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/91-92.
[76] Razî,XX/231.
[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/92-93.
[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/93-94.
[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/94-95.
[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/95-98.
[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/98-100.
[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/101.
[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/101-102.
[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/102.
[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/103-104.
[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/105-106.
[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/107.
[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/108-109.
[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/109..
[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/109-111.
[91] Razî, XXI/16.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/112.
[92] Zemahşerî, 11/140.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/113.
[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/114.
[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/114-115.
[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/115.
[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/115-116.
[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/116-117.
[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/118.
[99] Razî, XXX/23.
[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/118-119.
[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/119-120.
[102] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/120-121.
[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/121-122.
[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/122-124.
[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/125-126.
[106] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/126-127.
[107] Doğrusu "Yahudilerden" olmalıdır. Çünkü
Medine'de dolaşırken, Kureyş'lilerden bir grubun soru sarması çok uzak bir
ihtimaldir. Nitekim rivayetlerde: "Yahudilerden" diye belirtmektedir.
Müellifin burada "Kureyşliler" demesi bir yanılmadır. Bk. İbni Kesir,
V,
111; et-Tâc,
IV,
164.
(Çeviren).
[108] İbni Kesîr, 111/60.
[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/127-128.
[110] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/128-129.
[111] Zemahşerî, 11/243.
[112] Razî, XXI/28.
[113] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/129-134.
[114] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/135-139.
[115] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/140-141.
[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/141.
[117] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/141.
[118] Razî, XXI/53-54. Zamahşerî, 11/245.
[119] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/142-143.
[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/143-144.
[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/145.
[122] el-Vâhidî, Esbabu'n-Nüzûl 168 vd.den kısaltılarak,
Süyûtî, Esbâbu'n-Nüzûl, Celâleyn tefsiri kenarında.
[123] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/145-146.
[124] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/146-147.
[125] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/147-148.
[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/1418-149.
[127] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/151.
[128] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/151-152.
[129] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/152.
[130] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/153-157.
[131] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/157-159.
[132] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/161.
[133] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/161-162.
[134] el-Bahru'l-Muhît, VI/ 87.
[135] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/162.
[136] Razi,XXI/64.
[137] Razi,XXI/64.
[138] Bu hadisi Ahmed, Tirmizî, Beyhakî, Taberânî, Neseî ve İbni Mâce rivayet etmiştir.
[139] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/162-166.
[140] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/167-168.
[141] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/169.
[142] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/169-170.
[143] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/170-171.
[144] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/171-172.
[145] Zemahşerî, 11/249.
[146] Razî, XXI/71.
[147] Razî, XXI/72.
[148] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/172-173.
[149] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
8/173-175.