ISRA SURESİ 4

Surenin İsmi: 4

Surenin Fazileti: 4

Önceki Surelerle İlişkisi: 4

Surenin Ele Aldığı Konular: 4

İsra Mucizesi Ve Hz. Musa'ya Tevrat'ın İndirilmesi 5

Belagat: 5

Kelime ve İbareler: 5

Nüzul Sebebi 6

Olay ile İlgili İlim Adamlarının Görüşleri: 6

Açıklaması 7

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 8

Tarihte İsrailogulları'nın Durumları 9

Belagat: 10

Kelime ve İbareler: 10

Ayetler Arası İlişki 10

Açıklaması 11

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 12

Kur'an-ı Kerimin Hedefleri 13

Kelime ve İbareler: 13

Ayetler Arası İlişki 13

Açıklaması 13

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 14

Dünyada Allah'ın Nimetlerinin Hatırlatılması Ve İlâhi Kudretin Delilleri 14

Belagat: 14

Kelime ve İbareler: 15

Nüzul Sebebi 15

Ayetler Arası İlişki 15

Açıklaması 16

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 18

Dünyayı İsteyenin Cezası İle Ahireti İsteyenin Mükafatı: 19

Kelime ve İbareler: 19

Ayetler Arası İlişki 20

Açıklaması 20

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 21

Müslüman Toplumun Esasları: İmanın Esası Tevhid, İslam Toplumunun Temeli Aile Bağıdır. 22

Belagat: 22

Kelime ve İbareler: 22

Nüzul Sebebi 23

Ayetler Arası İlişki 24

Açıklaması 24

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 27

Müslüman Toplumun Diğer Esasları 28

Belagat: 29

Kelime ve İbareler: 29

Ayetler Arası İlişki 29

Açıklaması 30

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 34

Yüce Allah'a Evlât Ve Es Koşanların Kınanması 35

Belagat: 35

Kelime ve İbareler: 35

Ayetler Arası İlişki 36

Açıklaması: 36

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 37

Kur'ân-ı Kerim Okuduğu Vakit Peygamber (S.A.)'İn Müşriklerin Eziyetlerine Karşı Korunması 38

Kelime ve İbareler: 38

Nüzul Sebebi 38

Ayetler Arası İlişki 39

Açıklaması 39

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 40

Müşriklerin Öldükten Sonra Dirilmeyi Reddetmeleri Ve Onlara Cevap. 40

Belagat: 40

Kelime ve İbareler: 40

Ayetler Arası İlişki 41

Açıklaması 41

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 42

Muhalifler İle Yumuşaklıkla Ve En Güzel Şekilde Mücadele Etmek.. 43

Belagat: 43

Kelime ve İbareler: 43

Nüzul Sebebi 43

Ayetler Arası İlişki 43

Açıklaması 44

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 45

Müşriklerin Şüphelerinin Başka Bir Şekilde Çürütülmesi 45

Belagat: 45

Kelime ve İbareler: 46

Nüzul Sebebi 46

Ayetler Arası İlişki 47

Açıklaması 47

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 49

İblis İle Meleklere Secde Etme Emrinin Verilmesi 50

Belagat: 50

Kelime ve İbareler: 50

Ayetler Arası İlişki 51

Açıklaması 51

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 52

Yüce Allah'ın İnsana Bahşettiği Nimetlerin Bazıları 53

Belagat: 53

Kelime ve İbareler: 53

Ayetler Arası İlişki 54

Açıklaması 54

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 55

İnsan mı Daha Faziletlidir Yoksa Melekler mi?. 56

Kıyamet Gününde İnsanlar Ve Liderleri 56

Belagat: 56

Kelime ve İbareler: 56

Ayetler Arası İlişki 57

Açıklaması 57

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 57

Müşriklerin Peygamber (S.A.)'e Tuzak Hazırlamaya Kalkışmaları Ve Onu Mekke'den Uzaklaştırmak İstemeleri 58

Belagat: 58

Kelime ve İbareler: 58

Nüzul Sebebi 59

Ayetler Arası İlişki 59

Açıklaması 60

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 61

Peygamber (S.A.)'E Birtakım Emirler, Direktifler Ve İrşadlar. 61

Belagat: 62

Kelime ve İbareler: 62

Nüzul Sebebi 63

Ayetler Arası İlişki 63

Açıklaması 64

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 67

Kur'an- Kerimin İ'cazı 69

Kelime ve İbareler: 69

Nüzul Sebebi 70

Ayetler Arası İlişki 70

Açıklaması 70

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 71

Müşriklerin Altı Mucizeden Birisinin İndirilmesini Teklif Etmeleri 71

Kelime ve İbareler: 72

Nüzul Sebebi 72

Ayetler Arası İlişki 72

Açıklaması 73

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 73

Müşriklerin Şüphelerinin Bazısı: Peygamberlerin İnsan Olması Ve Öldükten Sonra Dirilişin İnkâr Edilmesi 74

Belagat: 74

Kelime ve İbareler: 74

Ayetler Arası İlişki 75

Açıklaması 75

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 78

Musa (A.S)'a Verilen Dokuz Mucize İle Kur'ân-ı Kerimin İndiriliş Şekli 78

Belagat: 79

Kelime ve İbareler: 79

Ayetler Arası İlişki 80

Açıklaması 80

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 82

Yüce Allah'a En Güzel İsimleriyle (Esmaü'l-Hüsna İle) Dua Etmek.. 83

Belagat: 83

Kelime ve İbareler: 83

Nüzul Sebebi 84

Ayetler Arası İlişki 84

Açıklaması 84

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 85


Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla

 

ISRA SURESİ

 

Surenin İsmi:

 

Bu sureye İsra suresi adının verilmesi Peygamber Efendimizin geceleyin Mekke'den Medine'ye götürülmesi demek olan İsra mucizesini söz konusu etmekle başlamasındandır. Aynı zamanda bu sureye Beni İsrail Suresi adı da verilmektedir. Çünkü bu sure fesat çıkarmaları sebebiyle İsrailoğulları'nm yeryüzünde iki defa sürgün edilmelerinden: "İsrailoğulları 'na Kitap'ta hükmet­tik ki..." (4-8. ayetler) diye söz etmektedir. [1]

 

Surenin Fazileti:

 

Ahmed, Tirmizî, Neseî ve başkaları Hz. Aişe'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: "Peygamber (a.s.) her gece Beni İsrail ile Zümer surelerini okur­du."

Buharî ve İbni Merdüveyh de İbni Mes'ud'dan Benî İsrail -yani bu sure ile Kehf, Meryem, Tâ-Hâ ve Enbiyâ sureleri hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Bu sureler ilk nazil olmuş eski surelerdendir ve bunlar benim eskiden beri bildiğim sureler arasındadır." Yani bu sureler hepsi de erken dönemlerde Mekke'de inmiş olması ve çeşitli kıssaları ihtiva etmesi gibi ortak özelliklere sahiptirler. [2]

 

Önceki Surelerle İlişkisi:

 

Bu surenin çeşitli bakımlardan Nahl suresi ile ilişkili olduğu ortaya çıkmaktadır:

1- Yüce Allah Nahl suresinin sonlarında: "Cumartesi, ancak o gün hakkında ihtilâfa düşenlere farz kılındı." (Nahl, 16/124) diye buyurduktan sonra bu surede cumartesi gününe hürmetin kendilerine farz kılınanların durumlarını açıklamakta, Tevrat'ta kendilerine teşrî buyurduğu bütün hüküm­leri söz konusu etmektedir. İbni Cerîr, İbni Abbâs'ın (r. anhumâ) da şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Tevrat'ın tümü Benî İsrail süresindeki 15 ayette­dir."

2- Yüce Allah peygamberine Nahl suresinin sonlarında yalancılığı, büyücülük ve şiiri nispet etmeleri şeklindeki müşriklerin eziyetlerine karşı sabretmeyi, Nahl suresinin sonlarında emrettikten sonra bu surede de onu teselli etmekte, şerefini ve Rabbi nezdindeki mevkiinin yüksekliğini açıkla­maktadır. Şerefini yükseltmek ve tahrip edildiğine işaret olunan Mescid'i Aksa'yı tazim etmek için de İsra'yı anarak sureye başlamaktadır.

3- Her iki surede de Yüce Allah'ın insan üzerindeki pek çok nimeti söz konusu edilmektedir. O kadar ki Nahl suresine "Sûretü'n-Niam (nimetler sure­si)" adı dahi verilmiştir. Burada da genel ve özel türlü nimetlerin açıklandığını görüyoruz.

4- Nahl suresinde Yüce Allah, Kur'ân-ı Azim'in herhangi bir insan tarafından değil, kendi yüce katından geldiğini beyan etmekte, bu surede de bu Kur'ân'ın asıl hedefi söz konusu edilmektedir.

5- Nahl sûresinde Yüce Allah yeryüzündeki yaratıklardan yararlanmanın kurallarım söz JsmSff tfBUÜStöZ 2& Mgfo <* Mi &it$l İM İ öldürmeyi, zinayı, yetimin malını yemeyi haram kılmak, ölçü ve tartıyı adaletli bir şekilde yapmak; bilgisizce yapılan taklidi çürütmek gibi toplumsal hayatın kaxdeleri söz konusu edilmektedir. [3]

 

Surenin Ele Aldığı Konular:

 

1- Bu surede, peygamberlerin ve rasullerin sonuncusunun başından geçen büyük bir olay ve bir mucize haber verilmektedir. Bu, Mekke'den Mescid-i Aksâ'ya gecenin bir bölümünde gerçekleşen İsra mucizesidir. Bu mucize hem Aziz ve Celil olan Allah'ın göz kamaştırıcı kudretine, hem de bu son peygam­bere ihsan olunan ilâhi lütuf ve şerefine bir delildir.

2- İsrailoğulları'nın salâh ve fesat hallerindeki kıssalarını haber vermek­tedir. İstikamet üzere oldukları vakit aziz ve güçlü kılınıp mal ve çocuk ihsan edilmişlerdir. Buna karşılık isyan edip fesat çıkarttıkları zaman yeryüzünde iki defa darmadağın edilip mescitlerinin de tahrip edildiğini; arkasından Peygamber (a.s.)'i memleketinden Medine'den çıkartmak istemekle tekrar fesa­da dönüşlerini söz konusu etmektedir: "Yakında seni bu yerden çıkarmak için herhalde rahatsız edeceklerdir..." (76. ayet)

3- Yüce Allah'ın kudretine, azametine ve birliğine dair kâinattaki birtakım delilleri açıklamaktadır. "Biz geceyi ve gündüzü iki ayet kıldık..." (12. ayet)

4- Bu şerefli ahlâk ve üstün hasletler ile bezenmek esasları üzerinde kuru­lu toplumsal hayatın esaslarını da ortaya koymaktadır: "Rabbin hükmetti ki, kendisinden başkasına ibadet etmeyesiniz.." (23-39. ayetler)

5- Müşriklerin, melekleri kız çocukları kabul ederek, bunları Allah'a nis-bet etmelerini tenkit etmektedir: "Yoksa Rabbiniz sizlere oğullar vererek ayrıcalık tanıdı da meleklerden kızlar mı edindi? Muhakkak siz büyük bir söz söylüyorsunuz." (40. ayet) Daha sonra onların Allah ile birlikte başka ilahların bulunduğu şeklindeki iddialarını (41-44. ayetler) redd etmekte, ardından öldükten sonra dirilmeyi, amel defterlerinin verilmesini reddetmeleri şeklinde-müşriklere karşı sakmdırmaktadır (73-76. ayetler).

6- Peygamber (a.s.)'in doğruluğuna delâlet eden maddi delilleri indirmemenin sebeplerini açıklamaktadır (59. ayet). Diğer taraftan müşrik­lerin Kur'ân'm dışında Peygamber Efendimiz'e indirilmesini teklif ettikleri bir­takım ayetler (mucizeler) hususunda işi nasıl yokuşa sürmek istediklerini de açıklamaktadır. Çünkü onlar yerden nehirlerin fışkırtılması, Mekke'nin bağlık, bahçelik bir şekle sokulması, semadan parçaların düşürülmesi, meleklerin kafileler halinde gelmesi, altından bir evin yaratılması, semâya yükselinmesi gibi şeyler istemişlerdi (89-97. ayetler).

7- Kur'ân-ı Kerim'in görevinin kutsallığını ve amaçlarının yüceliğini de bildirmektedir: "Şüphesiz ki bu Kur'ân en doğru olana iletir." (9. ayet); "Kur'ân'dan müminler için şifa ve rahmet olanı indiririz." (82. ayet). Ayrıca Kur'ân-ı Kerim'in i'câzma delil olan hususlardan birisi olarak insanların ve cinlerin de onun benzerini meydana getirmekten âciz olduklarını (88. ayet) bildirmektedir.

ifade ederek insanın üstün kılınması ilkesini (61-65. ayetler), Ademoğullarının üstün kılınması ve Allah'ın onları güzel ve temiz şeylerle rızıklandırmasını ilân etmektedir (70. ayet).

9- Yüce Allah'ın kulları üzerindeki üstün ve değerli birtakım nimetlerini sayıp dökmekte, (12-17. ayetler) şükretmediği için de insanı kınamaktadır: "İnsana nimet verdiğimiz vakit yüz çevirir..." (84. ayet). Bu nimetlerin en özel olan­larından birisi de insana hayatın ve ruhun bağışlanmış olmasıdır (85. ayet).

10- Dünya hayatını isteyen ile baki olan ahiret hayatını isteyen arasında bir karşılaştırma yapmaktadır (18-21. ayetler).

11- Rasulullah (a.s.)'a namaz kılması ve geceleyin teheccüdde bulunması emrini vermekte, (78-79. ayetler) Medine'ye gitmesini ve Mekke'den çıkmasını da söz konusu etmektedir (80. ayet).

12- Hz. Musa'nın Firavun ve İsrailoğulları ile başından geçen kıssanın bir parçasına da işaret etmektedir (101-104. ayetler).

13- Kur'an-ı Kerim'in kısım kısım (olay, vakıa ve ilişkilere göre parça parça) indirilme hikmetini de açıklamaktadır (105-106. ayetler).

14- Yüce Allah'ı ortaktan, çocuktan, yardımcı ve destekten tenzih etmekte, onun güzel isimlerini zikrederek Allah'a dua etme yolunu bize göstermektedir (110-111. ayetler).

Kısacası bu sure, diğer Mekkî surelerde görüldüğü gibi akide ve dinin esaslarını daha bir sağlamlaştırmaya önem vermektedir. Bu esaslar ise tevhidin, Allah rasulünün şahsiyetinin açıklığa kavuşturulması, doğruluğuna delâlet etmesi için yeterli mucizeler ile desteklenmesi ve müşriklerin bir çok şüphesinin çürütülmesidir. [4]

 

İsra Mucizesi Ve Hz. Musa'ya Tevrat'ın İndirilmesi

 

1- Kulunu Mescid-i Haram'dan çevresi­ni mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya geceleyin götürenin şanı ne yücedir! Ona bir kısım ayetlerimizi gösterelim diye. Muhakkak ki O Semî'dir, Basîr'dir.

2-3- Musa'ya da Kitabı verdik ve onu İsrailoğulları için bir hidayet kıldık. Beni bırakıp başkasını vekil edin-meyesiniz, dedik. Ey Nûh ile taşıdığımız kimselerin soyu! Gerçekten o çok şükreden bir kul idi.

 

Belagat:

 

"Kulunu... götürenin şanı ne yücedir!" şeklindeki başlangıç, "Berâ'atü'l-istihlâl" diye bilinen bir edebî sanatı ihtiva etmektedir. İsra olayı harikulade bir iş olduğundan dolayı Allah Teâlâ'nm mükemmel kudretine ve eksiklik sıfat­larından münezzeh olduğuna işaret eden ifadelerle başlamış olmaktadır.

"Kulunu" tabiri de ona verilen şeref ve değeri göstermektedir.

"Ona... gösterelim diye" buyruğunda gaibten mütekellime iltifat (geçiş) vardır. Bundan kasıt ise dinî ve dünyevî bereketlerin, o ayet ve mucizelerin tazim edilmesidir.

"Musa'ya... verdik" buyruğunda da yine gaibden hazır kipine iltifat (geçiş) vardır. [5]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sübhân" kelimesi özel bir isim olup Allah'ın, celâl ve kemâline yakışmayan, her türlü acizlik ve noksanlık sıfatlarından tenzihi anlamında, tesbîh'in masdarıdır.

"İsra", özellikle geceleyin yürümek demektir. Bu mucize hicretten bir yıl önce gerçekleşmişti. Beytü'l-Makdis'te gerçekleşmesinin hikmeti ise buranın peygamberlerin ruhlarının toplanma yeri, bir çok rasûl ve peygambere vahyin nüzul yeri oluşudur. Yüce Allah orayı Hz. Peygamberin ziyaretiyle şereflendir­di ve Peygamber Efendimiz orada diğer peygamberlere imam olarak namaz kıldırdı.

"Kulunu" kelimesiyle Muhammed (a.s.) kastedilmiştir. "Kul" kelimesi ruh ve cesedi bir arada ifade etmektedir. Burada Yüce Allah'ın, onu "kulluk'la nite­lendirmesinin sebebi, kulluğun en şerefli makam oluşundan dolayıdır. Nitekim Yüce Allah vahiy makamında da ona aynı nitelikle vasfetmiştir: "O vahyettiği şeyleri kuluna vahyetti." (Necm, 53/10). Yine davet makamında da aynı nitelik­le vasfetmiştir: "Allah'ın kulu ona davet etmek için kalktığı zaman..." (Cinn, 72/19). "Geceleyin" kelimesinin zikredilmesinin faydası şudur: Bu kelime nekire (belirtisiz) gelmekle İsra suresinin azlığına işaret edilmektedir.

"Mescid-i Haram'dan" yani bizzat Mekke-i Mükerreme'deki Mescid'den. Çünkü Rasulullah (a.s.)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ben Beyt'in yakınında Hicr'de Mescid-i Haram'da uyku ile uyanıklık arasında iken, Cebrail Burak ile birlikte bana geldi." Veya bununla kasıt Mekke'nin Harem bölgesidir. Mescid-i Haram adının verilmesi her tarafının mescit oluşudur. Çünkü Rasul­ullah (a.s.)'m yatsı namazından sonra Ümmü Hânî'nin evinde uykuda iken İsrâ'ya götürüldüğü, aynı gece döndüğü ve ona: "Peygamberler bana gösterildi, ben onlara namaz kıldırdım." dediği rivayet edilmiştir.

"Mescid-i Aksa'ya" ibaresinden kastedilen Beytü'l-Makdis'tir. Burada el-Aksâ (en uzak) olmakla vasfedilmesi, Hicaz'da bulunan kimseye nispetle uzak oluşudur.

"Çevresini mübarek kıldığımız" din ve dünya bereketleriyle donattığımız. Çünkü orası vahyin indiği yerdir. Hz. Musa'dan bu yana peygamberlerin ibadet yeridir. Çevresinde pek çok akarsu, ağaçlar, meyveler vardır.

"Ona" kudretimizin harikuladeliklerini, gecenin kısa bir bölümünde bir aylık bir mesafeyi kat'etmesi, Beytü'l-Makdis'i görmesi, peygamberlerin ona görünmesi ve onların makamlarına vâkıf olması gibi "bir kısım ayetlerimizi gösterelim diye."

"O Semî'dir." peygamberin sözünü işitendir, Onun fillerini görendir. Buna uygun olarak da Allah onu mükerrem kılar, kendisine yakınlaştırır. Hz. Peygamber sair peygamberlerle bir araya geldi, semaya yükseldi, Allah'ın melekûtunun hayret verici özelliklerini gördü, Yüce Rabbi ile konuştu.

İbni Atiyye der ki: Bu (yani Allah'ın Semî' ve Basîr olması) Muhammed (a.s.)'i İsra hususunda yalanlamalarına karşılık, Yüce Allah'ın kâfirlere bir tehdittir. Yani o sizin söylediğiniz sözleri işitendir, yaptıklarınızı görendir, ey kâfirler!

"Musa'ya da Kitab'ı verdik." Tevrat'ı verdik. "Beni bırakıp başkasını vekil edinmeyesiniz" dedik. Yani, "Vekü"den kasıt ise işlerini kendisine havale ettik­leri Rab yahut kefil demektir. İşlerini yalnız O'na havale etmelidirler.

"Ey Nûh ile beraber" gemide "taşıdığımız kimselerin soyu! Gerçekten o, çok şükreden bir kul idi." Nûh (a.s,) çokça şükreden, Yüce Allah'ı bütün hallerinde anan bir kimse idi. [6]

 

Nüzul Sebebi        

 

Rasulullah (a.s.) Kureyşlilere İsra hadisesinden söz etti. Onlar da onu

yalanladı. Bunun üzerine Yüce Allah bu buyrukları onu tasdik etmek üzere indirdi.

Peygamber (a.s.), İsra ile Mirâc'dan döndükten sonra Mescid-i Haram'a çıktı ve durumu Kureyş'e haber verdi. Böyle bir şeyin imkânsız olduğu düşüncesi ile hayrete düştüler. Hatta ona iman eden kimselerden irtidat eden­ler dahi oldu. Ebu Bekir (r.a.)'e bazı kimseler durumu bildirdiler. O da: "Eğer böyle demişse elbette doğru söylemiştir. Şüphesiz ben onun bunun ötesindeki şeylerde de doğru söylediğini kabul ediyorum" demiştir. Bundan dolayı Hz. Ebu Bekir'e (çok doğrulayıcı anlamında)"es-Sıddîk" adı verildi.

Beyt-i Makdis'e yolculuk yapmış bazıları Hz. Peygamber'den oranın nite­liklerini anlatmasını istediler. Beyt-i Makdis, Hz. Peygamberin gözünün önüne getirildi, o da ona bakarak Mescid'i onlara anlatmaya başladı. Bu sefer, yoldaki kervanlarının durumunu bildirmesini istediler. Hz. Peygamber onlara develerinin sayısını ve durumunu bildirdi ve dedi ki: Filan gün güneşin doğuşu ile birlikte önlerinde siyaha çalan bir deve bulunduğu halde geleceklerdir, es-Seniyye denilen yere deve kervanlarını beklemek üzere çıktılar. Hz. Paygam-berin haber verdiği şekilde kervanın geldiğini gördüler. Yine de iman etmediler ve: "Bu olsa olsa apaçık bir sihirdir." dediler.[7]

 

Olay ile İlgili İlim Adamlarının Görüşleri:

 

Alimlerin büyük çoğunluğuna göre Hz. Peygamber bedeni ile birlikte olmak üzere Beytü'l-Makdis'e ve oradan göklere yükselerek nihayet Sidretü'l-Müntehâ denilen yere ulaşmıştır. İşte bundan dolayı Kureyş hayrete düşmüş ve bu hadiseyi imkânsız görmüşlerdir.

Ebu Hayyân der ki: Zahir olan o ki, İsra Hz. Peygamberin şahsıyla (ruh ve bedeniyle) birlikte olmuştur. Bundan dolayı Kureyş yalanlamış ve bunu büyük bir iş olarak görmüştür. Hz. Peygamber bu olayı Ümmü Hânî'ye anlattığında O: "Sen bunu insanlara anlatma, seni yalanlarlar." diye karşılık vermişti. Eğer bu rüyada olsaydı onun bu anlattıkları tepki ile karşılanmazdı. İlim adamlarının çoğunluğunun görüşü budur. İnanılması gereken şekil de budur. İsra hadisi ise İslâm âleminin her tarafında Ashab-ı Kiram'dan rivayet edilen müsned hadisler arasında yer almaktadır. Bu hadisi ashâb-ı kiramdan yirmi kişinin naklettiği rivayet edilmektedir.[8]

Hz. Aişe ile Muaviye'den rivayet edilen bunun bir rüya olduğu şeklindeki rivayetlerin sıhhati sabit değildir. Sahih olsa dahi, onların bu ifadeleri hüccet teşkil etmez. Çünkü her ikisi de olaya tanık olmamışlardı. Zira Hz. Aişe o sırada yaşça küçüktü, Muaviye de o dönemde müslüman değildi. Ayrıca her ikisi de bunu Rasulullah (a.s.)'a isnat ederek nakletmedikleri gibi, ondan rivayetle de hadis diye de zikretmemişlerdir.

"Musa'ya da Kitabı verdik." ayet-i kerimesinin önceki ayet ile ilişkisine gelince: Başta Peygamber (a.s.)'in İsra ile teşrifi ve ikrama mazhar kılınması ve ona âyetlerinin gösterilmesi söz konusu edildikten sonra, Hz. Musa'ya da ondan önce Tevrat'ın verilmesi suretiyle teşrif edilip ikrama mazhar kılınması söz konusu edilmektedir. [9]

 

Açıklaması

 

Gecenin bir bölümünde Mekke-i Mükerreme'deki Mescid-i Haram'dan, Beytü'l-Makdis'teki Mescid-i Aksa'ya kulu getiren Yüce Allah'ı her türlü kötülükten tenzih ederim. Her türlü acizlik ve eksiklik sıfatından ve müşrik­lerin ileri sürdüğü ortağının yahut evladının .bulunmasından da, tam anlamıyla uzak olduğunu belirtir, Onun üstün ve eksiksiz kudrete sahip olduğunu ifade ederim. O mümkün görülmeyen her türlü şeyi gerçekleştirmeye Kadir olandır. Dolayısıyla kısa bir zaman süresi içerisinde peygamberinin şere­fini yükseltmek, kadrini yüceltmek, şanını üstün kılmak kasdıyla, o uzak mesafede kulunu -bu çağlar boyunca ona daimi bir mucize olsun diye- isra ettirmesinde garip görülecek bir taraf yoktur.

"Kulunu" buyruğundan kasıt, müfessirlerin icmâı ile Muhammed (a.s.)'dir. "Geceleyin" lafzının nekire olarak gelmesi ise, süresinin kısalığını anlatmak ve İsrâ'nm gecenin bir bölümünde olduğunu göstermek içindir. Çünkü bu şekilde nekire, "bir bölüm" anlamını ifade eder. Mekke ile Şam (Suriye toprakları) arasındaki uzaklık ise, eski taşıma araçlarına göre kırk günlük bir süredir. İsra hicretten -Mukatil'in de belirttiği gibi-[10] bir sene önce gerçekleşmişti, el-Harbî ise hicretten bir sene önce Rabiulâhir ayının 17. gecesinde İsrânın gerçekleştiğini kaydetmiştir. İbni Sa'd da Tabakat'mda İsrâ'nm hicretten 18 ay önce gerçekleştiğini rivayet etmektedir.

Hz. Peygamberin İsrâ'ya götürüldüğü yere gelince: Bu da bizatihi Mescid-i Haram'ın kendisidir. Nitekim Kur'ân lafzının zahiri de buna delâlet etmekte­dir. Hz. Peygamberden: "Ben Beyt-i Haramın yanında Hicr'de Mescid-i Haram'da uyku ile uyanıklık arasında iken Cebrail Burak ile geldi." şeklindeki rivayet de bunu göstermektedir. Çoğunluk ise der ki: Mescid-i Haram'dan kasıt harem bölgesidir. Çünkü Harem bölgesi Mescid-i Haram'ı kuşatır ve Haremin her tarafı da mescittir. Nitekim İbni Abbas böyle demiştir. Hz. Peygamber İsra'ya Ebu Talib'in kızı Ümmü Hani'nin evinden miladi 621 yılında götürülmüştür.

Mescid-i Aksa da ittifakla Beytü'l-Makdis'tir. Ona aksa (en uzak) adının veriliş sebebi bu mescit ile Mescid-i Haram arasındaki mesafenin uzaklığıdır. O zamanlarda Mekkeliler için yeryüzünde ziyaretle tazim olunan en uzak mescit o idi. Müslümanların çoğunluğu da Rasulullah (a.s.)'m beden ve ruhu ile birlikte israsının gerçekleştiğini ittifakla kabul etmektedirler. Zayıf bir görüşe göre ise İsra, Hz. Peygamberin yalnızca ruhuyla olmuştur. Bu görüş

Huzeyfe, Aişe ve Muaviye'den nakledilmektedir. Daha sahih olan ise birinci görüştür. Çünkü Yüce Allah'ın "kulunu" buyruğundaki "kul" kelimesi, hem ruhun hem bedenin birlikte adıdır. O halde İsrânın, hem ruhunun hem bedeninin birlikte oluşu ile gerçekleşmiş olması gerekir. Çünkü Enes b. Malik'ten rivayet edilen haber -ki bu da Mi'rac ve İsra'ya dair sair kitaplarında rivayet edilen meşhur hadistir- Mekke'den Beytü'l-Makdis'e gidişe, oradan da göklere yükselmeye işaret eder .                                                                         

Kısacası buradaki ayet kesin olarak İsrânın olduğuna delâlet etmektedir. Mi'râc ise Hz. Peygamberin Beytü'l-Makdis'e varmasından sonra göklere, oradan da meleklerin kalem cızırtılarını işiteceği bir seviyeye kadar çıkmaya denilir.                                                                                                            

Yüce Allah Mescid-i Aksa'yı etrafı mübarek kılınmış olmakla vasfetmekte-dir. Bereket ise din ve dünyanın bereketini kapsamına almaktadır. Din bereketi ile mübarek kılınması, peygamberlerin bulunduğu yer olmasıdır. Dünyevi bereketlerden kastedilen ise, çevresinde dünyevi hayır ve mahsullerle kuşatılmasıdır. Çünkü orada akarsular, ağaçlar ve meyveler bulunmaktadır ki bunlar da çeşitli maişet ve gıdaların bol bol bulunmasına sebeptir.

İsra'dan gözetilen hedef, Yüce Allah'ın kuluna büyük ayetlerini; varlığına, birliğine, kudretinin azametine dair muazzam delilleri göstermektedir.

Bütün bunlarda hayret edecek bir şey yoktur. Çünkü şanı Yüce Allah her sözü işiten Semî'dir, herkesi gören Basîr'dir. O işleri yerli yerine ve hikmete uygun olarak yapar. Hak ve adaletin gereğine göre gerçekleştirir. İşte müşriklerin sözlerini işitmesi, onların İsra olayına dair açıklamalarını, böyle bir olayın meydana gelmesini uzak bir ihtimal olarak görmelerini, Mekke'den Kudüs'e İsra'sını bahane ederek peygamber ile alay etmelerini işitir ve bu müşriklerin yaptıklarını, Allah'ın peygamberine ve risaletine karşı tuzaklarını da görürü .                                                                                                             

"Musa'ya da kitabı verdik..." Yüce Allah İsmail'in soyundan gelen Muhammed (a.s.)'e ikramını yapmasını söz konusu ettikten sonra, bu ayet-i kerimede de Muhammed (a.s.)'den önce Hz. Musa'ya, vermiş olduğu kitap olan Tevrat ile ikramda bulunduğunu söz konusu etmektedir. Yüce Allah o kitabı bir hidayet rehberi ve hidayetin ta kendisi kılmıştı. İsrailoğulları'na bu kitabı bilgisizliğin karanlıklarından ilmin aydınlığına çıkmaları için vermişti. "Beni bırakıp başkalarını vekil edinmeyiniz." Yani işlerinizi kendisine havale edeceğiniz Allah'tan başka bir vekil edinmeyiniz. "Vekil" kelimelerinin anlamı ise işlerini kendisine havale edip tevekkül edeceğiniz bir Rab demektir.

1- Dikkat edilecek olursa âyet-i kerimede gaib sigadan muhataba, muhataptan gaibe intikal edilmiştir. Yüce Allah'ın: "Kulunu Mescid-i Haram'dan... götüren" denilince Yüce Allah'­tan gaib olarak söz edilmektedir. Buna karşılık "çevresini mübarek kıldığımız... ona bir kısım âyetlerimizi gösterelim diye" buyruğunda ise muhataba geçiş vardır. Diğer taraftan: "Muhakkak ki o Semî'dir, Basîr'dir." buyruğu ise gaibe delâlet etmektedir. Arkasından yine: "Musa'ya da kitabı verdik." buyruğu ile muhataba geçilmiştir. İşte buna iltifat sanatı denir.

Muhammad (a.s.)'in Beytü'l-Makdis'e götürülmesi şeklindeki İsra ile Hz. Musa'ya Tûr'a gitmesi sonucu Tevrat'ın verilmesi arasında apaçık bir ilişki vardır.

Daha sonra Yüce Allah İsrailoğulları'nı şereflendirip üzerlerindeki nimeti­ni tamamlamasını beyan etmektedir. Bununla da peygamberlere tabi olma şevk ve arzularını harekete getirmek istemekte ve: "Ey Nuh ile beraber taşıdığımız kimselerin soyu..." diye buyurmaktadır. Yani ey Allah'ın Nuh ile birlikte suda boğulmaktan kurtardığı ve tevhid, hak ve hayır yoluna hidâyet eylediği kimselerin soyundan gelenler; yahut onların torunları! İşte siz de bu soyunuza benzeyiniz. İnsanlar arasında tevhide bağlanmaya, peygamberlerin ve rasûllerin izinden gitmeye en lâyık olanlar sizlersiniz. Çünkü önümüzde Yüce Allah'ın nimetlerine şükrü, Allah'ın kudret ve azametini takdir hususun­da alabildiğine ileri gitmiş bulunan atanız Nuh (a.s) vardır. Kulun çok şükredi-ci olması, tam bir muvahhid olması ile mümkündür. Meydana gelen bütün nimetlerin Allah'ın lütfü ile geldiğini görmesidir. İşte sizler bu çok şükreden kulun izinden gidiniz, onun yoluna, onun sünnetine tabi olunuz. Sizden önceki atalarınız nasıl ona uymuş idiyse siz de öylece ona uyunuz.

Hz. Nuh'un "kul" olmakla nitelendirilip peygamberimiz Muhammed (a.s.)'in de "kul" ile nitelendirilmesi peygamberlerin mertebesinin Allah Teâlâ'ya halis, katıksız kulluk mertebesi olduğunun delilidir. Harikulade İsra ve Mi'râc mucizelerinin, gerçek mahiyetlerinden başka türlü nitelendirilmesi doğru değildir. Ayrıca Peygamber (a.s.)'in gerçek konumunu aşacak bir konuma çıkartılmasını da gerektirmez. O Allah'ın bir kuludur yani Allah'ın izzetine, hakimiyetine boyun eğen bir kimsedir. Hristiyanların Hz. Mesih'i nite­lendirdikleri ve olması gereken doğru konumunun dışında başka bir konuma yerleştirmeleri doğru değildir. [11]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- İsra hadisesi kafi delâlet ile Kur'ân-ı Kerim'in nassıyla sabit olmuştur. İsra, aynı şekilde bütün hadis kitaplarında da yer almıştır. Yirmi sahabiden rivayet edildiğinden dolayı mütevatir rivayetlerden kabul edilir.

Müslim Sahih'inde Enes b. Mâlik'den Rasulullah (a.s.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Bana Burak getirildi -Burak bir hayvan olup beyaz renkli, uzunca, eşekten yüksek, katırdan daha alçak bir hayvandır. Ayağını gözünün vardığı en uzak noktaya koyarak koşar- İşte ben buna bindim. Beytü'l-Makdis'e gelene kadar. Bu Burak'ı Peygamberlerin bineklerine bağladıkları halkaya bağladım. Daha sonra mescide girdim, içinde iki rekat namaz kıldım, sonra çıktım. Cibril (a.s). bana bir kap şarap, bir kap süt getirdi, ben sütü tercih ettim. Cibril (a.s.): Fıtrata uygun olanı seçtin, dedi. Sonra semâya yükseltildik..." diyerek, hadisi kaydetti. Yine Müslim'in Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiği bir diğer hadise göre Peygamber (a.s.) diğer peygamber­lere namaz kıldırmıştır. Bu hadiste ayrıca şunlar denilmektedir: "...Ben onlara imam oldum. Namazı bitirince birisi bana şöyle dedi: Ey Muhammed, işte bu ateşin sahibi Mâlik'tir, ona selam ver. Ben ona doğru dönünce önce o bana selâm verdi."

2- İsra ruh ve beden ile birlikte, peygamberimiz uyanık iken ve Burak'a binmiş olduğu halde cereyan etmiştir: Rüya ve uykuda iken olmamıştır. Bunun delili ise Yüce Allah'ın: "Kulunu" buyruğunda ayetin nassıdır. "Kul" tabiri ruh ile bedenin birlikte olmasını kapsar. Şayet rüyada olmuş olsaydı "kulunun ruhunu" der, "kulunu" demezdi. Ayrıca Yüce Allah'ın: "Göz meyletmedi ve aşmadı da." (Necm, 53/17) buyruğu da buna delâlet etmektedir. Şayet İsra rüyada olmuş olsaydı, bunda bir ayet, bir mucize olacak taraf kalmazdı. Ümmü Hâni'de kendisine: "İnsanlara anlatma, seni yalanlarlar" demez, Ebubekr (r.a.) de tasdiki dolayısıyla üstün bir fazilet sahibi olmaz, Kureyş için Hz. Peygam­beri yalanlamak ve bundan dolayı ileri geri konuşmak imkânı bulunmazdı. Oysa Kureyşliler bu hususta onu yalanlamıştı. Öyle ki iman etmiş bazı kimsel­er irtidat etti. Şayet bu rüyada gerçekleşmiş olsaydı, herhangi bir şekilde bu reddolunmazdı.[12]

Göklere oradan da Arş'ın yukarısına çıkmaya, yani miraca gelince; bu âyeti kerime buna dalâlet etmemektedir. Buna Necm suresinin baş tarafları delâlet etmektedir.[13]

Özetle söylenecek olursa, Muhammad (a.s.)'in o rü'yesi (görmesi) gözle(uyank iken) görmektir, uyku da görmek değildir.

İsra'nm gerçekleştiği tarih hususunda görüş ayrılığı vardır. Kuvvetli görülen görüş Medine'ye hicretten bir sene önce gerçekleştiğidir.

İlim adamları ile siyer alimleri arasında namazın Mekke'de peygamber (a.s.)'in semaya, mi'râca çıkarılması sırasında İsra gecesinde farz kılındığı hususunda görüş ayrılığı yoktur. Bu Buharî ve Müslim'in Sahih'lerin&e olsun, sair hadis kitaplarında olsun, açıkça ifade edilmiştir.[14] Ancak bu ilim adamları farz kılındığı vakit namazın durumu hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Buharî, Müslim, Malik, Ebu Davud ve Nesaî Aişe (r.a)den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: "Allah namazı (ilk farz kıldığı sırada) ikişer rek'at olarak farz kılmıştı. Daha sonra ikamet halinde namazın rek'at sayısını tamamladı. Yolculuk namazı ise ilk farz kılındığı şekilde kaldı."

Müslim, Ebu Davud ve Nesaî Abdullah b. Abbas (r. anhumâ) dan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: "Allah namazı peygamberlerimizin dili üzere ikamet halinde dört rek'at, yolculuk halinde iki rek'at, korku halnda tek bir rek 'at olarak farz kıldı."

3- İsra ile mi'râcdan gözetilen maksat, Yüce Allah'ın peygamberine, varlığına, kudretine delâlet eden büyük ve muazzam ayetlerini (alâmetlerini, belgelerini) göstermektir. Cennet, cehennem, semâvâtm, Kürsî'nin ve Arş'ın durumları bu ayetler arasındadır. Böylelikle dünya Hz. Peygamberin gözünde kâinatın azameti karşısında alabildiğine küçüldü, Allah yolunda cihada kat­lanmaya dair ruhu güç kazandı. Yüce Allah'ın peygamberine gösterip peygam­berinin insanlara haber vermiş olduğu bu ayetlerden bir kısmı da geceleyin İsrâsı, semâvâta yükselmesi, peygamberleri tek tek nitelendirmesidir. Müs­lim'in Sahih'inde ve başkalarında sabit olduğu gibi.

Kıbleleri ayrı, şeriatleri farklı, gönderiliş dönemleri arasındaki zaman uzak olsa dahi, Allah'a yönelmek hususlarında peygamberlerin birliğine işaret vardır. İlk peygamber Adem (a.s.)'den itibaren sonuncuları olan Muhammed (a.s.)'e kadar Allah'ı tevhide, yalnızca ona ibadete, insan ve toplumu ıslah etm­eye, fert ve toplumu mutlu kılmaya, bütün insanların hak, adalet, doğruluk ve dosdoğru ahlâk yolu üzerinde düzeltmeye davet etmişlerdir.

4- Yüce Allah, Muhammed (a.s.)'i İsra ve Miraç ile Hz. Musa'yı da verdiği kitap ile mükerrem kılmıştır. Bu kitap bir hidayet kaynağı ve İsrailoğulları'nı bilgisizliğin, küfrün karanlıklarından, ilmin ve yalnızca Allah'a imanın işlerinde ondan başka kendisine tevekkül edecekleri, güvenip dayanacakları rab edinmeyi haram kılmanın hidâyetine çıkartan Tevrat'tır. Vekil ise işin ken­disine havale edildiği kimse demektir.

5- Daha sonra Yüce Allah bütün insanlığa seslenerek hep birlikte tek bir bayrak altında toplanmalarını istemiştir. Bu bayrak yalnızca Allah'a iman sancağıdır. Bunu "Ey Nuh ile birlikte gemide taşıdıklarımızın soyundan gelen­ler." diye seslenerek istemektedir. Bunlar ise yeryüzünde bulunanların hep­sidir. Musa ve onun kavmi İsrailoğulları da bunlar arasındadır.

Yüce Allah'ın Hz. Nuh'u söz konusu etmesi bütün insanlığa atalarını suda boğulmaktan kurtarmak nimetini hatırlatması içindir.

Ayet-i kerimenin maksadı ise şudur: Siz ey bütün insanlar, Nuh'un soyun­dan geliyorsunuz. O Nuh ise şükreden bir kuldu, Yüce Allah'ı tevhid eden bir kimseydi. Allah'ın her türlü nimetlerini itiraf ediyordu. O hayrı Allah'tan başkasından görmüyordu. O bakımdan cahil atalarınızdan çok ona uymak size yakışır.

Sözü geçen bu açıklamalardan aşağıdaki öğüt ve gerçekleri çıkarmak mümkündür:

a) Bir gecede İsra ve Mi'racm gerçekleşmesi müminlerin arındırılması ve aralarından sadık iman sahibi kimseler ile kalbinde hastalık bulunanların açık-seçik bir şekilde ortaya çıkması sonucunu vermiştir.

b) Yüce Allah'ın rasulünü hayret verici nitelikteki yerde ve göklerdeki ayetlere muttali kılması, Hz. Peygambere müşahede ve görmek yoluyla öğret­mek için pratik bir dersti. Bilindiği gibi hissedilebilir yollarla öğretme, insan ruhunu daha çok etkiler ve zihinde daha iyi yer eder.

c) Peygamber (a.s.)'in insan oluşu dolayısıyla ve onun atmosferin ve yük­sek semavatın mele-i a'la'nın yüksek tabakalarında havaya, oksijene ihtiyacı, bu yolculuğun tamamlanmasına engel olmamıştır. Çünkü Yüce Allah'ın kudreti onun her türlü ihtiyaç ve gereğini karşılamak için yeterlidir. Nitekim günümüzde uzay gemilerinde yolculuk yapanlar gereken oksijenle donatılmak­tadırlar.

Şimdiki zamanlarda görülen uzay yolculukları hiç şüphesiz İsra ve Mi'racm sıhhatini pekiştiren bir delildir.

6- Peygamberlerin Mescid-i Aksa'da toplanıp bizim peygamberimizin onlara imam olması, bütün peygamberlerin temelde aynı görevi üstlenmiş olduklarına ve peygamberliğin Hz. Muhammed ile sona erdiğine delildir. [15]

 

Tarihte İsrailogulları'nın Durumları

 

4- İsrailoğulları'na Kitap'ta şunu hük­mettik: Doğrusu yeryüzünde iki defa bozgunculuk yapacak, kibirlendikçe kibirleneceksiniz.

5- O ikiden birincisinin vakti gelince üzerinize çok güçlü olan kullarımızı saldık. Onlar da ülkenin köşe bucak her yanını araştırdılar. Bu, yerine gelmiş bir vaad idi.

6- Bundan sonra size onlara karşı tekrar üstünlük verdik. Mallar ve oğullar ile size yardım ederek sayınızı alabildiğine artırdık.

7- Eğer iyilik ederseniz kendiniz için iyilik etmiş olursunuz. Kötülük ederse­niz o da kendinizedir. İkincisinin vakti gelince yüzünüzden kederin okunması­nı sağlasınlar, Mescid'e ilk defa girdik­leri gibi girsinler ve ele geçirdikleri her yeri harab etsinler diye.

8- Belki Rabbiniz size merhamet eder. Eğer dönerseniz biz de döneriz. Biz Cehennemini  kâfirlere  bir  zindan yaptık.

 

Belagat:

 

"Ve kibirlendikçe kibirleneceksiniz" kelimelerinde iştikak cinası vardır.

"Eğer iyilik ederseniz" ile "kötülük ederseniz" kelimeleri arasında tıbâk sanatı vardır. [16]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kitap'ta" şunu "hükmettik." Onlara vahiy yoluyla şunu bildirdik, haber verdik. "Doğrusu yeryüzünde" Şam (Suriye) topraklarında masiyetlerle "iki defa fesat bozgunculuk yapacaklar." Bunların birincisi Tevrat'ın hükümlerine aykırı davranıp peygamberi öldürmektir. İkincisi ise Hz. Zekeriya ve Hz. Yahya'yı öldürmek, Hz. İsa'yı da öldürmeyi kastetmektir, "ve kibirlendikçe kibirleneceksiniz." Yüce Allah'a itaate karşı büyüklük taslayacak, insanlara zulmedeceksiniz.

"O ikisinden birincisinin vakti gelince" iki fesadın birincisinin vakti ile, birincisinin ceza zamanı gelince; "üzerinize çok güçlü olan kullarımızı saldık." Savaş ve alıp yakalamakta güç kuvvet sahibi kimseler. Bunlar ise Buhtun-nasar ve askerleridir. Hazar'lı Câlût veya Babil hükümdarı Senhârib ve asker­leri olduğu da söylenmiştir.

"Onlar da ülkenin köşe-bucak her yanını araştırdılar." Yani sizi yakalayıp öldürmek ve esir almak için ülkelerinizin içlerine daldılar, dolaştılar; büyükleri öldürdüler, küçükleri esir aldılar. Tevrat'ı yaktılar, Mescid-i Aksa ile Beytü'l-Makdis'i harap ettiler. "Bu, yerine gelmiş bir vaad idi." Bu sizin ceza vaadiniz mutlaka olacaktı, kaçınılmazdı.

"Sonra size onlara karşı" Câlût'un öldürülmesiyle yüz sene sonra "tekrar üstünlük verdik." yani galibiyet verdik. "Sayınızı alabildiğine artırdık." nüfusunuz, aşiretiniz çoğaldı.

"Eğer" itaat etmek suretiyle "iyilik ederseniz kendiniz için iyilik etmiş olur­sunuz." Çünkü sevabı kendinizin olacaktır. "Kötülük ederseniz" fesat çıkartmak suretiyle "o da kendinizedir" kötülüğü sizindir ve vebali aleyhinizedir.

"İkincisinin vakti gelince" yani ikinci vadenizin zamanı gelince "yüzünüz­den kederin okunmasını sağlasınlar" yani onlar sizleri kederlendirsinler ve bu yüzlerinize aksetsin diye böyle olur. Yüzünüzde üzüntü ve kederin etkileri açıkça görülsün diye. Bu da sizleri öldürmek ve esir almak suretiyle olacaktır. Burada "onları gönderdik" ibaresinin hazf edilmesi, daha önce sözü geçen hususların buna delâlet etmesi dolayısıyladır. "Mescide ilk defa girdikleri gibi" tahrip ettikleri gibi "girsinler" bir daha Beytü'l-Makdis'e girip orayı tahrip etsinler diye. "ve ele geçirdikleri her yeri harap etsinler diye." Bu da Yüce Allah'ın onlara ikinci bir defa İranlıları musallat kılması ile olmuştu.

"Belki Rabbiniz size merhamet eder." yani Tevrat'ta ikinci defadan sonra tevbe ederseniz Rabbinizin size merhamet etmesi umulur, diye buyurdu. "Eğer" fesada "dönerseniz biz de" sizi cezalandırmaya "döneriz." Yahudiler Muhammed'i yalanlamak suretiyle fesada tekrar döndüler. O da Kurayzaoğulları'nı öldürmek, Nadiroğulları'nı sürmek ve onları cizyeye bağlamak suretiyle azaplarını tekrarlattı. "Biz cehennemi kâfirlere zindan" bir hapishane "yaptık" ki ebediyyen oradan çıkamasmlar. Bir diğer görüşe göre bu kilimin[17] serildiği gibi, cehennemi biz de onların altına yaydık, anlamındadır. [18]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şanı Yüce Allah Tevrat'ı indirmek suretiyle İsrailoğulları'na nimet verdiğini söz konusu ettikten sonra -ki Tevrat onlara kendisiyle doğru yolu bulacakları bir hidayet rehberi olmak üzere indirilmişti- onların Tevrat'a tabi olmadıklarından, aksine peygamberleri öldürmek, kanlar dökmek suretiyle yeryüzünde fesat çıkardıklarından söz etti. Bunun üzerine Yüce Allah onlara Buhtunasar komutasında Babillileri musallat kıldı. Onlar da Yahudileri Dİdürdüler, mallarını talan ettiler, Beytü'l-Makdis'i yıktılar, çocuklarını, kadınlarını esir aldılar. Bu, iki fesadın ilki ve cezası idi.

Daha sonra tevbe etmeleri üzerine Yüce Allah onlara tekrar devlet ve üstünlük verdi. Mallarla, çocuklarla onlara yardımcı oldu. Yine fesatlarına, isyanlarına geri döndüler. Hz. Zekeriya ile Yahya'yı öldürdüler. Bu sefer Allah üzerlerine İranlılar'ı musallat etti. İranlılar onları öldürdüler, mallarını ellerinden aldılar, ikinci bir defa daha Beytü'l-Makdis'i tahrip ettiler. Sonra itaat ettikleri takdirde yardım ve zafer ile müjdele, isyan edip fesat çıkarttıkları takdirde ise cehennem ateşiyle cezalandırmakla tehditte bulundu. [19]

 

Açıklaması

 

Bu ayet-i kerimeler İsrailoğulları tarihine ait açıklamalarda bulunmakla, işledikleri büyük suçları haber vermektedir. Buyruğun anlamı şudur: Biz İsrai-loğulları'na Musa'ya indirdiğimiz Tevrat'ta bildirdiğimiz hususlar arasında kesinlikle meydana gelecek hükmü verilmiş, bitirilmiş bir vahiy ile yeryüzünde fesat çıkartacaklarını haber verdik. Yani Şam toprakları ve Beytü'l-Makdis'ten yahut Mısır arazisinde yahut yerleştikleri her arazide iki defa fesat çıkartacak­larını söyledik. Allah'a asi olacaklar, Rablerinin Tevrat'taki şeriatına bir defa değil iki defa muhalefet edecekler.

Bunların birincisi Tevrat'a aykırı davranıp onu değiştirmek, Şi'yâ (a.s.) gibi bazı peygamberleri öldürmek ve Yüce Allah'ın gazabını bildirip korkuttuğu sırada da Ermiyâ'yı hapsedip alıkoymaktır. Diğeri ise Hz. Zekeriya ile Hz. Yahya'yı öldürmek ve Hz. İsa'yı da öldürmeye kalkışmaktı.

Daha sonra bunlar insanlara karşı büyüklük taslayacak, azacak, zorbalık yapacaklar, ileri ölçüde zulmedeceklerdi. Yüce Allah'ın: "Kibirlendikçe kibir­leneceksiniz" buyruğu ile onların büyüklük taslamaları, haddi aşmaları ve azgınlık etmeleri kastedilmektedir.

"O ikiden birincisinin vakti gelince..." yani iki fesattan birincisinin vakti gelip fasıklara yapılan vaat ile birinci defa fıska karşılık vaat olunan cezanın zamanı gelince biz sizlerin üzerine sizden daha güçlü, kuvvetli bir orduyu musallat ettik. Bunlar Buhtunnasar komutasındaki Babil halkı idiler. İbni Abbas ve başkalarının dediği gibi. Bu Yahudilerin Ermiyâ'yı yalanlayıp onu yaraladıkları ve hapsettikleri vakit olmuştu. Katâde ise şöyle der: Üzerlerine Câlût'u gönderdi, onların bir çoğunu sürdü, onların bir çoğunu da öldürdü. Câlût ve kavmi oldukça güç kuvvet sahibi idiler. Mücâhid ise şöyle der: Bunlar İranlılardan bir ordu idiler. Ancak kuvvetli olan birinci görüştür. Önemli olan ise azgın bir topluluğa güçlü bir topluluğun musallat kılınmasından gereken ibret ve öğüdü çıkarmaktır. Yoksa kişi ve toplulukların kim olduklarının fazla önemi yoktur.

"Onlar da ülkenin köşe bucak her yanını araştırdılar..." Yani ülkenin dört bir bucağına yayıldılar ve orayı hakimiyetleri altına aldılar. İstedikleri gibi gidip geldiler, kimseden korkup çekinmediler. Öldürüyor, talan ediyor, yağmalıyorlardı. İlim adamlarının ileri gelenlerini katlediyorlardı. Yaptıkları işlerden bir kısmı Tevrat'ı yakmak, Beytü'l-Makdis'i tahrip etmek, İsrailoğulları'ndan çok sayıda bir grubu esir almaktı. Bu ise Allah tarafından vaad olunmuş, mutlaka gerçekleştirilmesi hükmolunmuş bir sözdü. Bu gerçek­leşecek ilâhî bir hüküm idi.

Bu gayet yerinde ve katı ders semeresini vermişti. İsrailoğulları meydana gelen olaydan ibret almış, sapıklıklarından, azgınlıklarından geri dönmüş, kitap ve dinlerinin ilkelerine sarılmışlardı. Bu ise Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi onları yeni bir zafere götürmüştü:

"Bundan sonra size onlara karşı tekrar üstünlük verdik..." Yani daha sonra sizleri onlara galip getirdik, üstün kıldık, tekrar gücünüzü iade ettik, düşman­larınızı helak ettik, sayınızı alabildiğine çoğalttık. Yani erkeklerinizin sayısı çoğaldı. Sizlere pek çok mal, evlat ve silah ile yardım ettik. Bu ise Allah'a itaat ve emri üzerinde dosdoğru yürümenin fazileti idi: "İşte biz o günleri insanlar arasında döndürür dururuz." (Ali İmran, 3/140). Bu bakımdan Yüce Allah: "Eğer iyilik ederseniz kendiniz için iyilik etmiş olursunuz..." diye buyurmak­tadır. Yani şayet amelinizi güzelleştirir, Allah'a itaat eder, emirlerine uyar, yasaklarından uzak durursanız yahut itaat olan amelleri işleyerek iyilik yaparsanız bu şekilde kendinize iyilik etmiş olursunuz. Allah da üzerinize çeşitli hayır ve bereketlerin kapılarını açacak, dünyada kötü kimselerin size verecekleri eziyeti önleyecek, ahirette de size sevap verecektir. Şayet size yasak olan işleri yaparsanız masiyetlerin uğursuzluğu dolayısıyla Allah size dünyada düşmanlarınızı musallat etmek, ahirette de küçültücü azabı tattırmak suretiyle değişik cezalarla sizleri cezalandıracaktır. Yüce Allah'ın: "Kötülük ederseniz o da kendinizedir." buyruğu "Bu sizin hakkınızda uyarıdır" anlamındadır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Her kim salih bir amel işlerse bu onun lehinedir, her kim de kötülük işlerse bu da aleyhinedir." (Fussilet, 41/46).

Bu Yüce Allah'ın yarattıkları hakkındaki kanunudur. Eğer asi olurlarsa Allah da onlara ölümü, talanı ve esir olunmayı salar. Tevbe ederlerse, bu sıkıntıları üzerlerinden giderir ve tekrar onları eski güçlerine geri döndürür. Bunu da "yapılanlara uygun bir karşılık olmak üzere" (Nebe, 78/26) yapar.

"İkincisinin vakti gelince..." Yani Hz. Zekeriya ve Hz. Yahya'yı öldürme teşebbüsü şeklindeki ikinci fesadın cezasını vermek zamanı gelince, tekrar üzerlerinize düşmanlarınızı yüzünüzden kederin okunmasını sağlamak üzere gönderdik. Yani sizi küçültüp kahretsinler diye yüzünüzde çektiğiniz sıkıntı ve kötülüklerin etkileri ortaya çıksın, Mescide girsinler, yani Beytü'l-Makdis'e siz­leri kahrederek, mağlup ederek girsinler diye üzerinize düşmanlarınızı saldık. Tıpkı orayı yakıp yıkmak, Tevrat'ı yakmak üzere ilk defada girdikleri gibi. "Ve ele geçirdikleri her yeri tahrip etsinler diye." Üstünlük kurdukları her tarafı alabildiğine yıksınlar, helak etsinler. Uygarlık ve bayındırlığın izlerinden hiçbir şeyi bırakmasınlar, üzerlerindekiyle birlikte toprağı yok etsinler; ekini, meyvayı, ziraatı mahvetsinler diye. Bu ikinci kerede Yüce Allah onlara İranlıları musallat etmişti. Biredus yahut Hiredus -Beydavî'nin naklettiği üzere- adıyla anılan prenslerden Babil prensi onları yağmalamış idi.

Kısacası ilk olarak İsrailoğullan'na hücum eden ve Beytü'l-Makdis'i tahrip eden kişi Buhtunnasar'dır. Bu ise Ermiyâ peygamber döneminde olmuştu. Bu Yahudilerin tarihine uygun düşmektedir. İkinci keresinde onlara hücum eden kişi ise Beydavî'nin belirttiği üzere Babil prensi Biradus'tur. Bunun asıl adı ise Yahudilerin kendi tarihlerinde belirttiklerine göre Bizans Kayseri Esbiyanus'-tur. Her iki talan ve yağma arasında ise yaklaşık beş yüz yıllık bir süre vardır.

Daha sonra Yüce Allah bir defa daha umut kapılarını önlerine açarak: "Belki Rabbiniz size merhamet eder." diye buyurmaktadır. Yani Ey İsrailoğulları, ikinci defa düşmanlarınızı size musallat kılmasından sonra şayet tevbe eder ve masiyetlerden vazgeçerseniz belki Rabbiniz size merhamet buyurur, sizi afeder de düşmanlarınızı sizden uzaklaştırır. Allah onlara verdiği bu sözünde elbette durmuştur. Zilleten sonra onları aziz kılmış, tekrar onlara egemenliklerini iade etmiş, aralarından peygamber göndermiştir.

Arkasından Yüce Allah onları: "Ve eğer dönerseniz biz de döneriz." diye buyurmaktadır. Yani sizler de üçüncü bir defa fesat çıkarmaya, masiyetlere geri dönerseniz biz de sizleri zelil kılmaya, düşmanlarınızı size musallat

 svz,e gerĞ^en azap N^ cağız. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve biz cehennemi kâfir­ler için bir zindan yaptık." Yani kurtuluşları olmayacak şekilde karar kılacak­ları bir hapishane kıldık. Nitekim İbni Abbas böyle açıklamıştır. Hasan-ı Basrî de şöyle buyurmaktadır: "Biz orayı kendilerine bir yatak, bir döşek ve bir sergi kıldık." Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Onlara cehennemde döşekler vardır, üstlerinde de örtüler..." (A'raf, 7/41). Diğer taraftan Araplar küçük sergiye "hasîr" (mealdeki "zindan") kelimesi derler.

Kısaca, isyanları sebebiyle İsrailoğulları hakkında dünyada zillet, ahirette de cehennem azabı söz konusudur. Bu ise Yüce Allah'ın emirlerine aykırı hareket eden herkes için ibretli bir durumdur. [20]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Yüce Allah'ın İsrailoğulları'nın tekrar fesat çıkarmaya kalkışacaklarına dair haberin doğruluğu. Çünkü Yüce Allah ezeli bilgisiyle onların sapkın, fesat ve tahrip edici kimseler olduklarını bilmiştir. Fesattan kasıt Tevrat'ın hüküm­lerine aykırı davranmaktadır.

2- Ceza ve azaptan kurtuluşun ikişer defa tekrarlanması, Allah'ın kullarına rahmetinin bir eseridir. Çünkü ceza kimi zaman hali düzeltmek ve kötülüklerden uzaklaşmak için uygun bir yol olabilir.

Yahudiler ilkin Buhtunnasar tarafından cezalandırıldı. İkinci defa da İranlı yahut Bizans hükümdarı tarafından cezalandırıldılar. Çünkü birinci seferinde Ermiya yahut Şi'ya adındaki peygamberi öldürdüler, onu yaraladılar, hapsettiler. İkinci seferinde ise Hz. Yahya ile Hz. Zekeriya'yı öldürdüler. Bu iki peygamberi öldüren Hiredos veya İsrailoğulları hükümdarlarından birisi olan Laht idi. Ayrıca Hz. İsa'yı öldürmeyi de kararlaştırmışlardı. Her iki durumda da onlara verilen ceza pek ağırdı. Bu cezanın en önemli şekillerinden birisi ise Tevrat'ın yakılması ve Beytü'l-Makdis'in yıkılması idi.

Kurtuluş tekrar İsrailoğulları'nın güçlenmesi, üstünlük sağlamaları şeklinde ve aynı zamanda mallarının ve evlâtlarının çoğalması suretiyle gerçekleşmişti. Diğer taraftan Allah sayı ve asker bakımından onları düşman­larından daha kalabalık bir hale getirmişti. Çünkü birinci bozgundan sonra itaate daha çok bağlandılar, hallerini düzelttiler.

3- Allah'a itaat üzere dosdoğru yürümenin ve iyilik yapmanın faydası biz­zat insanadır. Kötülüğün, emirlerine aykırı davranmanın cezası da aynı şekilde bizzat insana döner: "Allah kullara zulüm dilemez." (Mü'min, 40/31); "Allah âlemlere zulüm istemez." (Ali İmran, 3/108).

4- Yüce Allah'ın: "Eğer iyilik ederseniz kendiniz için iyilik etmiş olursunuz." buyruğu Yüce Allah'ın rahmetinin gazabından daha ileri olduğunu göstermektedir. Çünkü Yüce Allah onların iyiliklerini söz konusu edince iki defa bunu zikretmiş ve: "Eğer iyilik ederseniz kendiniz için iyilik etmiş olur­sunuz." diye iki defa zikretmiştir. "Kötülük ederseniz o da kendinizedir." diye buyurmaktadır. Şayet Yüce Allah'ın rahmet yönü daha ileri olmasaydı her iki tabir arasında bir fark gözetmezdi.

Yüce Allah bunu: "Belki Rabbiniz size merhamet eder." buyruğu ile pekiştirmektedir. Bu da Yüce Allah'ın tevbe edip kendisine yöneldikleri takdirde üzerlerindeki azapı kaldıracağına dair vaadidir.

5- Yüce Allah'ın adaleti, isyana dönene bir daha azabını tekrarlamasını gerektirmektedir: "Eğer dönerseniz biz de döneriz." Tevbeye, doğruluğa, hidayete ve istikamete dönene de Yüce Allah'ın rahmeti tekrar avdet eder: "Belki Rabbiniz size merhamet eder."

6- İsyankârlara verilecek olan azap yalnızca dünya hayatında zelil ve hakir kılınmaları, öldürülmeleri, yağmalanmaları ve esir alınmalarından ibaret değildir. Yüce Allah'ın cehennemde kendileri için saklamış olduğu bir başka azap daha vardır. Orada cehennemin ateşi onları kuşatacak ve cehen­nem onlar için kaçıp çıkamayacakları bir hapishane, bir zindan, bir karar yeri olacaktır veya cehennem onlar için bir yatak, bir döşek, bir sergi yeri olacaktır.

7- Yüce Allah'ın İsrailoğulları'na daha önce hükmettiği hususları söz konusu etmesi Muhammed (s.a)'in peygamberliğinin delilidir. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'in verdiği haberler vakıaya aynen uymaktadır. [21]

 

Kur'an-ı Kerimin Hedefleri

 

9- Muhakkak bu Kuran en doğru olana iletir ve salih ameller işleyen mümin­lere, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.

10- Ahirete inanmayanlara gelince; onlar   için   elem   verici   bir   azap hazırladık.

11-  İnsan hayır istiyormuşçasına şer ister, insan çok acelecidir.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Muhakkak ki Kur'ân en doğru olana iletir." Yani en mutedil ve en doğru olan yol hangisi ise ona ulaştırır. "Ahirete inanmayanlara gelince..." buyruğu: "Ve salih ameller işleyen... müjdeler" buyruğuna atfedümiştir. Yani müminlere iki müjde verir. Bir müjde kendilerinin sevabına, diğeri ise düşmanlarının cezasına dairdir. Veya "müjdeler" fiiline atfedümiştir ki, o takdirde: "Ve inan­mayanlara elem verici bir azap hazırlamış olduğumuzu haber verir." takdirindedir.

"Elem verici" can yakıcı, elem verici azap demek olup kasıt cehennemdir.

"İnsan hayır istiyormuşçasına şer ister." Yani insan kızdığı vakit ken­disinin aile ve çocuklarının aleyhine beddua eder. "Hayır istiyormuşçasına" yani duasında hayrı dilediği gibi şerri de bu hallerde ister.

"Ve insan" tür olarak, kendisi hakkında beddua etmek ve akıbetini düşünmemek hususunda "çok acelecidir." [22]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah yukarıda kulu Muhammed (s.a.)'e ikramda bulunduğu İsra'yı, Hz. Musa'ya ihsan ettiği Tevrat'ı, Tevrat'ın İsrailoğullarına bir hidayet kaynağı olduğunu, günahları sebebiyle dünya ve ahirette onları azaba mahkum etmesi­ni söz konusu etti. Bunlar akıl sahibi olan kimseleri Allah'a karşı isyan etmek­ten alıkoyacak özelliktedirler. Şimdi Yüce Allah yine Tevrat'ın olsun, daha önceki bütün ilâhî kitapların olsun hükümlerini nesheden Kur'ân-ı Kerim ile rasulünü şereflendirdiğini söylemekte, bu Kitabın doğru yola yahut en güzel hale iletmek ile Allah'a itaat edenlere büyük sevabı müjdeleyip kâfirleri ise acıklı azap ile uyarmak gibi hedeflerini açıklamaktadır. [23]

 

Açıklaması

 

Ey İsrailoğulları, ne diye Kur'ân-ı Kerim'e iman etmiyorsunuz? Halbuki Kur'ân da Tevrat gibi ilâhi bir kitap olup Allah tarafından Rasulü Muhammed (s.a.)'e indirilmiştir. Bu Kitab'ın üç niteliği vardır:

1- Bu Kur'ân-ı Kerim en doğru olan yola iletir. Dosdoğru din demek olan en mükemmel yolu gösterir. Yüce Allah'ın tek ve Samed, mülkün mutlak sahibi Aziz ve mutlak egemen olduğu, öldürüp dirilten, aziz ve zelil kılan olduğunu ihtiva eden tevhid temeli üzerinde yükselen "müsamahakâr hanif dine" davet eder. Yine onun davet ettiği yol, faziletli amellerdir ve bu yol, dünya ve âhiret hayrını ihtiva eder. Yüce Allah'ın: "En doğru olan" buyruğunun anlamı eğriliği olmayan, en doğru, en adil ve mutedil olan yol demektir.

2- Bu kitap salih amel işleyen müminlere kıyamet gününde amellerinin karşılığı olmak üzere büyük bir ecir olduğu müjdesini verir.

3- Allah'ın varlığını, birliğini tasdik etmeyen, öldükten sonra dirilmeyi, mükâfat ve cezayı kabul etmeyip inanmayan, hayır işler işlemeyen kimseleri ise yaptıklarının bir cezası olmak üzere, onlara cehennem azabının bulunduğunu bildirip uyarır ve korkutur.

Yani Yüce Allah müminlere iki tür müjde vermektedir: Birisi kendilerine verilecek olan sevap, diğeri ise düşmanlarına verilecek olan cezadır. Ayet-i ke­rimede azap hakkında "müjde" tabirinin kullanılması onlara tehakküm (bir çe­şit alay) kabilindedir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Onlara acıklı bir azabı müjdele" (Ali İmran, 3/21). Ya da bir şeyin zıddını kullanmak kabilinden de olabilir. Yüce Allah'ın: "Bir kötülüğün karşılığı onun gibi bir kö­tülüktür." (Şûra, 42/40) buyruğunda olduğu gibi.

Yüce Allah, İsrailoğulları'na ve diğerlerine hidayeti gösteren Kur'ân-ı Ker-im'in niteliklerini beyan ettikten sonra hidayet bulan insanın durumunu beyan etmektedir ki, her ikisi arasındaki ilişki, daha bir güçlensin ve semavî kita­plarla hidayet bulanların bir olduklarını göstersin. İşte bunu açıklamak üzere Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"İnsan hayır istiyormuşçasına şer ister." Yani insanın niteliği aceleciliktir. O kimi zaman kızdığı vakitlerde kendisi yahut çocukları veya malı aleyhine kötülük isteyerek beddua eder. Ya da ölümü, helak olmayı, yok olmayı diler, lanetler yağdırır. Tıpkı Rabbinden esenlik, afiyet ve bol rızık istiyormuş gibi dua eder. Eğer onun bu bedduası kabul olunacak olursa helak olur. Fakat Yüce Allah lütuf ve rahmeti dolayısıyla onun bu duasını kabul buyurmaz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şayet Allah insanlara hayrı çabucak istedik­leri gibi, kötülüğü de alelacele verecek olsaydı, elbette ecellerine hükmedilirdi." (Yûnus, 10/11).

Ebu Davud da Hz. Câbir'den peygamberimizin şöyle buyurduğunu naklet­mektedir: "Kendiniz aleyhine, mallarınız aleyhine beddua etmeyin ki Allah'ın duaları kabul ettiği ana tesadüf edersiniz de o anda o bedduanız kabul olunur."

İnsanı bu şekilde beddua etmeye iten onun tezcanlılığı ve aceleciliğidir.

Bundan dolayı Yüce Allah: "Ve insan çok acelecidir." diye buyurmaktadır. Yani akıbeti hakkında hiç düşünmeksizin istediğini elde etmekte acele davranır. [24]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimelerden aşağıdaki hükümler çıkartılmaktadır:

1- Yüce Allah'ın kulu Muhammed (s.a.)'e indirmiş olduğu Kur'an-ı Kerim insanlığı en doğru, en sahih olan, en mutedil olan yola iletir. Bu ise Yüce Allah'ı tevhid etmek, peygamberlerine iman etmek, üstün ahlâkî değerlere ve en üstün hayat düzenine çağırmaktır.

2- Kur'ân-ı Kerim'in bir başka hedefi de müjdelemek ve uyarmaktır. Salih amel işleyen müminleri cennetle müjdeler, onların düşmanları olan kâfirleri ise cehennem ateşinde cezalandırmakla korkutur, uyarır. Kur'ân-ı Kerim'in çok büyük bir kısmı vaat ve tehdittir.

3- Tezcanlılık, acelecilik insanın bir tabiatıdır. O bakımdan insanoğlu tıpkı hayrı dilemekte aceleci davrandığı gibi şerri istemekte de aceleci davranmak­tadır. Kızgınlığı ve sıkıntısı esnasında kendisinin, çocuğunun, malının aleyhine olmayacak şekilde beddua ederek: "Allah'ım onu helak et!" gibi sözler söyler. Tıpkı Rabbine kendisine afiyeti bağışlamasını, rızkını genişletmesini istediği gibi. Şayet Yüce Allah onun kendi aleyhindeki kötülük isteyen beddualarını kabul edecek olursa helak olup giderdi. Fakat Yüce Allah lütfuyla bu hususta onun bedduasını kabul etmez. Şu ayeti kerime de bunu andırmaktadır: "Eğer Allah onların hayrı çabucak istedikleri gibi şerri de insanlara çabucak veriverseydi, onların ecellerine hükmolunurdu." Bu ayet-i kerime en-Nadr b. Haris hakkında nazil olmuştur. O şu şekilde dua ederdi: "Allahım, eğer bu senin katından hakkın kendisi ise durma, bizim üzerimize gökten taş yağdır. Yahut bize acıklı bir azap gönder." (Enfâl, 8/32). [25]

 

Dünyada Allah'ın Nimetlerinin Hatırlatılması Ve İlâhi Kudretin Delilleri

 

12- Biz geceyi ve gündüzü iki ayet kıldık. Gece ayetini sildik, gündüz ayetini aydınlık kıldık; Rabbinizden lütuf arayasmız ve yılların sayısını ve hesabı bilesiniz diye. Biz her şeyi uzun uzadıya açıkladık.

13- Her insanın işlediklerini boynuna dolarız. Kıyamet gününde ona açılmış bulacağı bir kitap çıkartırız.

14-  "Oku   kitabını!   Bu   gün   kendi hesabını görmek için kendin yetersin."

15- Kim hidayete ererse kendi hidayeti için  hidayete  ermiş  olur.  Kim  de dalâlete   düşerse   kendi    aleyhine dalâlete düşmüş olur. Kimse başkasının günahını yüklenmez. Biz peygamber göndermedikçe azap ediciler değiliz.

16-17 Bir şehri helak etmek istediğimiz zaman varlıklılarına emrederiz; onlar orada fâsıklık yaparlar. Bunun üzerine artık oraya söz hak olduğundan biz de onu kökten yıkar, darmadağın ederiz. Nuh'tan sonra nice nesilleri yok etmişizdir. Kullarının günahı için Habîr ve Basîr olan Rabbin yeter.

 

Belagat:

 

"Gündüz ayetini aydınlık kıldık.'1 buyruğu (aydınlık diye meali verilenin kelime anlamı "görücü kıldık" şeklinde olduğundan) aklî mecazdır. Çünkü gündüzün kendisi görmez, gündüzde görülür. 0 bakımdan bir şeyin zamanına isnadı söz konusu olduğundan burada mecaz vardır.

"Her insanın işlediklerini (kelime anlamı: kuşunu) boynuna doladık." Bu buyrukta "kuş" kelimesi insanın ameli hakkında istiare yoluyla kullanılmıştır. Çünkü kuşların uçuşu ile uğur veya uğursuzluğa dair yorumlar çıkaran Ara­plar, hayrın ve şerrin kendisine, istiare yoluyla "tâir = kuş" adını vermişlerdir.

"Oku kitabını" buyruğunda hazif (cümlede eksiltme) ile îcaz vardır, yani "Kıyamet gününde ona: "Oku kitabını!" denilecektir." anlamındadır. Aynı şekilde "varlıklılarına emir veririz." buyruğunda da hazf ile îcaz (ifadede eksiltme) vardır. Yani biz onlara Allah'a itaati emrettik de onlar da âsi oldular, demektir.

"Kimse başkasının günahını" kelimelerinde iştikak bakımından cinas vardır. [26]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Biz geceyi ve gündüzü iki ayet" belli bir şekilde ardı arkasına gelmek suretiyle gece ile gündüzü Yüce Allah'ın kudretine delâlet eden iki alâmet "kıldık. Gece ayetini sildik." yani geceden ibaret olan ayeti (Allah'ın kudretine delil olan o bölümü) aydmlıksız "silinmiş" kıldık. "Gündüz ayetini aydınlık kıldık." ışık saçıcı yahut insanların görmelerini sağlayacak şekilde kıldık. "Rabbinizdan lütuf arayasınız" gündüzün aydınlığında geçim yollarını arayasınız ve amellerinizin açık bir şekilde ortaya çıkma imkânını bulaşınız "ve yılların sayısını ve hesabını bilesiniz" yani gece ile gündüzün değişip dur­ması yahut hareketi ile yılların sayısını ve hesap işini bilesiniz "diye." Sayı ile hesap arasındaki fark şudur: Sayı bir şeyin kendisini oluşturan benzerleri tespit etmektir. "Bit y\\ 3>Ç>v> güw oYâLUgurva göre \yvma say\ deinViyoT. Diğer taraftan 12 aydan ve her ay da 30 günden her güiv de 24 saatten oluşmasına ise hesap deniliyor. Fethü'l-Kadir'de eş-Şevkânî böyle atpklacnvv^tvc" Ve biz her şeyi uzun uzadıya açıkladık." Yani din ve dünya işlerinden ihtiyacınız olan her şeyi biz karışıklığa meydan vermeksizin, gayet net bir şekilde beyan ettik.

"Her insanın işlediklerini (tâir= kuş) boynuna dolarız." Yani her insanın hayır veya şer türünden amellerini bir gerdanlığın boyna olan yakınlığı gibi onu boynuna dolarız. "Kuş" kelimesinin amel hakkında kullanılmasının sebebi, Arapların kuşların uçuşundan hareketle geleceğe dair hükümler çıkarmayı alışkanlık haline getirmiş olmalarıydı ki buna da "zecr" adını veriyorlardı. Eğer kuş soldan sağa doğru uçarsa bunu uğur sayarlardı ve buna "sânih" adını verirlerdi. Şayet sağdan sola doğru uçarsa bunu uğursuzluk sayarlar ve buna "bârih" adını verirlerdi.

"Bir kitap" ki o amel sahifesidir "çıkartırız ki onu açılmış bulacaktır." Yani durulmuş halde olamayacaktır; "Bu gün kendi hesabını görmek için" kendi amellerini sayıp dökecek bir muhasip olarak "kendin yetersin."

"Kim hidayete ererse kendi nefsi için hidayete ermiş olur." Yani hidayet bul­masının sevabı kendisine ait olacaktır. "Kim de dalâlete düşerse kendi aleyhine dalâlete düşmüş olur." S^\trasmm ^xvaV\Vfexv^svDM\ÖM. "Kimse başkasının günahını yüklenmez." Yani günah kazanmış bir nefis bir diğer nefsin yükünü taşımaz. Ayette geçen el-vizr kelimesi "günah" demektir.

"Biz" insana görevlerini Açıklayacak "bir peygamber göndermedikçe" kim­seye "azap ediciler değiliz. Bir şehri de helak etmek istediğimiz zaman" irade­miz, daha önce vermiş olduğumuz hükmümüzü yerine getirmek üzere bir kav­min helakine taalluk ederse; "varlıklılarına" yani nimet içerisinde yüzen ileri gelenlerine, başkanlarına, peygamberlerimiz vasıtasıyla itaat etmelerine dair "emrederiz."

"Onlar ise orada fasıklık yaparlar." Yani emrimizin dışına çıkarlar. "Bunun üzerine artık oraya" azap ile "söz hak olduğundan biz de onu kökten yıkar, darmadağın ederiz." Yani oradaki halkı helak ederek, o kasabayı da tahrip ederek yok ederiz.

"Nuh'tan sonra nice nesilleri" pek çok ümmetleri "yok etmişizdir. Kullarının günahları için Habîr ve Basîr olarak" yani amellerinin gizli olan­larını da açığa çıkanlarını da bilen olarak "Rabbin yeter." [27]

 

Nüzul Sebebi

 

"Kim hidayete ererse..." mealindeki 15. ayetinin nüzulüyle ilgili olarak bazıları şöyle demiştir: Bu buyrukta hidayet ile ilgili Ebu Seleme b. Abd Esved'e, sapıklıkta da el-Velid b. Muğireye işaret vardır. Denildiğine göre bu ayet-i kerime: "Ey Mekke halkı, Muhammed'e itaat etmeyin. Bu günah ise günahınız boynuma olsun," diyen bu Velîd hakkında nazil olmuştur. [28]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah insanlara dinleri bakımından büyük bir nimet olan Kur'ân-ı Kerim'i ihsan ettiğini beyan ettikten sonra burada onlara bağışladığı dünya nimetlerinden söz etmektedir.

Yüce Allah tevhid, nübüvvet ve meâdm (öldükten sonra dirilişin) delilleri­ni beyân ettikten sonra, teşvik ve korkutmanın durumlarını açıklamaktadır. Oldukça hassas ve önemli bir ilkeyi söz konusu ettiğini görüyoruz. Bu insanın yaptıklarından sorumlu olmasıdır. Bu ilke peygamberlerin gönderilip hidayetin işaret taşlarının açıklanmasından sonra ortaya çıkmaktadır. Şeriat gelmeden önce sorumluluk olmadığı gibi, gereken açıklama ve inzârdan önce de ceza ve azap söz konusu değildir. Kasabaların ve ümmetlerin genel olarak cezalandırılması ise; itaatte bulunmak, hayır işlemek emri verilip de bu emre aykırı hareket ve fasıklık edilmedikçe söz konusu olmaz.[29]

 

Açıklaması

 

Biz gece ile gündüzü, kudretimize ve harikulade sanatımıza delâlet eden iki alâmet kıldık. Bunların ardı arkasına gelmelerinde insanın faydasına olan işler gerçekleşmektedir. İnsanın sükûn, sessizlik ve dinlenmesi geceleyin; geçim ve kazancını elde etmek için, çalışması ise gündüz olmaktadır.

Biz gece ve gündüzün zamanlarını onlardan gözetilen maksat ve gayeye uygun bir vakit kıldık. Geceleyin koyu bir karanlık vardır ve ışık yoktur. Bu ise ruhun, gözün ve kulağın rahat etmesine uygundur. Gündüzün ise harekete, çalışmaya, eşyaları görmeye uygun olarak ışık ve aydınlık vardır.

İşte bu buyruklarla Yüce Allah kullarına geceyi ışıksız, karanlık ve her­hangi bir şeyin görülmediği bir halde yarattığını; gündüzü ise eşyanın açıkça görülüp seçilebileceği şekilde aydınlık kıldığını belirterek kulları üzerindeki lütuf ve nimetini hatırlatmaktadır.

"Rabbinizden lütuf arayasmız diye." Gece ile gündüzü arka arkaya gelecek şekilde yaratmamız işlerinizi yürütme imkânını bulaşınız, sizi besleyip büyüten Allah'ın rızkından arayasmız diyedir. O Rab ki yaz ve kış dönüp duran zamana uygun olarak size olan lütuf ve insanıyla sizleri ardı arkasına terbiye etmekte, besleyip büyütmekte, sizin yararınıza olacak şeyleri yaratmaktadır.

"Ve yılların sayısını ve hesabı bilesiniz." Yani gece ile gündüzün ardı arkasına gelmesiyle günlerin, ayların, yılların sayısını bilesiniz. Ayları, gece ve gündüzleri hesap etmek suretiyle de zirai dönemlerin, borç vadelerinin icâre ve çeşitli muamelelerinizin vadelerini, namaz, oruç, hac ve zekât gibi ibadet vakit­lerinizin zamanını bilesiniz diye.

Gece ve gündüz değişmemiş olsaydı, insan geceleyin tam bir rahat imkânını, gündüzün de geçimini ve rızkını kazanma imkânını bulamazdı. Şayet zaman bütünüyle tekdüze olsaydı doğru bir şekilde ve kolaylıkla hesap bilinemezdi.

Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "De ki: Ne dersiniz, eğer Allah kıyamet gününe dek üzerinize geceyi daim kılsa, Allah'tan başka size aydınlık getirecek hangi ilâh vardır? Hâlâ dinlemeyecek misiniz? De ki: Ne der­siniz, eğer Allah kıyamet gününe kadar üzerinize gündüzü ebediyyen uzatsa Allah'tan başka size rahat bulacağınız, geceyi getirecek hangi ilâh vardır? Hala görmeyecek misiniz? Geceyi rahat bulmanız, gündüzü de lütfundan aramanız için yaratması O'nun rahmetindendir. Olur ki şükredersiniz." (Kasas, 28/71-73).

Bir başka yerde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Zikretmek veya şükret­mek isteyenler için gece ve gündüzü birbirinin ardınca getiren O'dur." (Furkân, 25/62); "Güneşi bir ışık, ayı bir aydınlık yapan, bunların sayısını ve hesabı bil­meniz için ona menziller tayin eden O'dur. Allah bunları ancak hak ile yaratmıştır. O bilecek bir topluluk için ayetlerini (böyle) açıklar." (Yûnus, 10/5).

"Ve biz her şeyi uzun uzadıya açıkladık." Din ve dünyanızın menfaati hususunda ihtiyaç duyduğunuz her şeyi size faydalı, yeterli ve eksiksiz şekilde açıkladık.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz o Kitaptan hiçbir şeyi eksik bırakmadık." (En'am, 6/38); "Biz Kitab'ı sana her şeyi açıklayıcı olmak üzere indirdik." (Nahl, 16/89).

Yüce Allah, hayır yahut şer türünden olan amellerden sorumluluk ilkesini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Her insanın işlediklerini boynuna dolarız." Yani bizler her insanın amelini hayır ise gerdanlığın boyundan ayrılmayışı gibi; şer ise boynundan çözülmesi imkânsız olan zincirler gibi insandan ayrılmaz kıldık. Ayet-i kerimede geçen tâir (kuş) den kasıt, insanın yaptığı işlerdir. Araplar bir şeyin bir şeyden ayrılmamasını ifade etmek için "boyuna koyulma" tabirini kullanırlar. O bakımdan "Bunu senin boynuna bıraktım" derken "Ben seni bu işle görevlendirdim, ona gereken şekilde dikkat göstermeni istedim." demek istenir.

Yapılan amelin insandan ayrılmayışı kesin bir iş ve bilinen ilâhî bir hükümdür. Bu da Yüce Allah'ın eşyaya ve insandan sadır olacak amellere dair ezeli bilgisine uygun olarak cereyan eder. Ancak bu insanın cebr altında olduğunu (seçme hürriyeti bulunmadığını) ve sevap ile cezanın esas sebebini teşkil eden seçme hürriyetinin bulunmadığını ifade etmez. Her insan güzel bir sevabı gerektiren hayrı yahut da kötü bir cezayı gerektiren şerri seçmekte muhayyerdir, serbesttir.

"Kıyamet gününde ona açılmış bulacağı bir kitap çıkartırız..." Yani kıyamet gününde her bir insana önünde açılmış olarak göreceği bir kitabı karşısına çıkar­tacağız. Onda hayrıyla, şerriyle bütün amelleri kaydedilmiş olacaktır.

Hasan-ı Basri kudsî bir hadisi söz konusu ederek şöyle demektedir: "Allah buyurdu ki: Ey Ademoğlu, biz sana bir sahife yaydık. Üzerine iki şerefli melek görevlendirildi. Bunların birisi sağında, diğeri solundadır. Sağında bulunan melek iyi amellerini, solundaki melek ise kötülüklerini tespit eder; sen dilediğini yap, az ya da çok amel işle. Nihayet öldüğün vakit sahifen dürülür ve kabrinde senin boynuna dolanarak bırakılır. Kıyamet gününde sana (verilmek üzere) çıkartılmcaya kadar bu böyle kalır."

"Oku kitabını. Bu gün kendi hesabını görmek için kendin yetersin..." Kitabın ile karşılaşacağın vakit sana: "Oku kitabını!" Yani dünyada işlediğin amellerin yazılı olduğu kitabı oku, denir. Kendi amellerini hesap edip tespit edecek hesapçı olarak sen kendine yetersin. Hasan-ı Basrî bu ayeti okuduğunda şöyle dermiş: "Ey Ademoğlu kendini hesaba çeken kimse olarak seni tayin etmekle Allah sana adil davranmıştır." Bu sözü söyleyecek olan ise, melekler aracılığı ile Yüce Allah'tır.

"Kim hidayete ererse kendi nefsi için hidayete ermiş olur." Yani her kişinin ameli kendine ait olduğuna göre hakka ve doğruya hidayet bulup Allah'ın dinine, peygamberinin hidayetine uyan bir kimse ancak kendisine fayda sağlamış olur. Her kim amelinden sapar, Allah'ın dininden yan çizip uzaklaşır, onu ve peygam­berlerini inkâr edip kâfir olursa, ancak kendisine zarar verir. Çünkü salih amelin sevabı o ameli işleyene hastır. Bu sevap onu aşarak başkasına ulaşamaz. Kötü amelin cezası da o ameli işleyenin yakasını bırakmaz.

Daha sonra Yüce Allah ikinci şıkkın anlamını: "Kimse başkasının günahını yüklenmez." buyruğu ile daha da pekiştirmektedir. Yani günah kazanmış herhangi bir nefis bir diğerinin günahını yüklenmeyecektir. Aksine her kimse kendi günahını yüklenecektir. Yahut da kimse kimsenin günahını taşımayacaktır. Suç ve cinayet işleyen ancak kendi aleyhine işlemiş olur.

Bu buyruk başkalarını kötülük işlemeye, küfre sapmaya teşvik eden ve bu günahların akıbetini yükleneceklerini iddia eden kimselere açık bir reddir. İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre bu ayeti kerime: "Muhammed'i inkâr edip kâfir olunuz, günahlarınız benim boynuma olsun." diyen el-Velid b. Muğîre hakkında nazil olmuştur.

Bu aynı şekilde: "Bizler hiçbir şeyden dolayı azap edilmeyeceğiz. Eğer ceza ^diye bir şey söz konusu ise bu bizim atalarımız hakkında söz konusu olacaktır. Çünkü bizler sadece onları taklit eden kimseleriz." diyen cahiliyye mensubu kimselerin görüşlerini de reddetmektedir. Bunu da Yüce Allah'ın şu buyruğu pekiştirmektedir: "De ki: Siz bizim suçlarımızdan sorumlu olmayacaksınız. Biz de sizin yaptıklarınızdan sorumlu olmayacağız." (Sebe, 34/25).

Cezada şahsî sorumluluk ilkesi, suçludan başkasına da ceza veren eski Romalıların ve Arapların ceza anlayışını düzelten, İslâmın iftihar ettiği ulvi esaslardandır.

Başkalarını sapıklığa çağıranların ceza ve günahı kat kat olur. Aynı zamanda sapıklıklarında onlara uyan kimselerin günah ve cezaları da affedilmez. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar kıyamet gününde kendi günahlarını tamamen yüklendikten başka bilgisizce saptırdıkları kim­selerin günahlarının bir kısmını da yükleneceklerdir." (en-Nahl, 16/25); "Onlar elbette kendi yüklerini ve kendi yükleriyle birlikte de diğer (saptırdıklarının) yüklerini yükleneceklerdir." (Ankebût, 29/13).

"Biz peygamber göndermedikçe azap ediciler değiliz." Yani adaletin, hik­metin ve rahmetin bir gereği olarak bizler dünyada yahut ahirette ancak uyardıktan sonra azap ederiz. Onların ileri sürebilecekleri bütün mazeretleri ortadan kaldırdıktan ve kendilerine peygamberi gönderdikten sonra insanlara ceza vermek söz konusudur. Bu ise hükümleri, helâli, sevap ve cezayı açıklayan ayet-i kerimeler ile onlara karşı delil getirildikten sonra olur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İçine her bir grup atıldığında cehen­nem bekçileri onlara: Size uyarıcı bir peygamber gelmedi mi? diye sorarlar. Onlar: Evet gerçekten bize bir uyarıcı (Peygamber) geldi, fakat biz yalanladık ve Allah herhangi bir şey indirmemiştir... dedik." (Mülk, 67/8-9). Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Oranın bekçileri onlara şöyle diyecek: Size Rabbinizin ayetlerini okuyan ve bu gününüze kavuşmakla korkutan sizden peygamberler gelmedi mi? Onlar: Evet, diyecekler. Fakat azap sözü kâfirler üzerine hak olmuştur." (Zümer, 39/71).

Peygamberlerin gönderilmesinden sonra azabın meydana gelişine gelince; bu da Yüce Allah'ın haber verdiği şu şekilde olacaktır:

"Bir şehri de helak etmek istediğimiz zaman..." Yani kökten helak edecek bir azap ile bir kavmin helak edilme zamanı yaklaştı mı, biz onların ileri gelen­lerine, refahlılarına itaat ve hayır işleri yapmayı emrederiz. Yani bu işleri yap­malarını buyururuz. Onlar bu emre aykırı davranıp fasıklık edip itaatin dışına çıkarak isyanda diretmeye koyulunca, bu isyanlarına uygun bir ceza ve azap vacip olur. Biz de bunun üzerine onları mahvu perişan ederiz ve tam anlamıyla yok eder, dağıtırız. Bu azap bütün o belde halkını kuşatır. Ayetteki "mütrefler" nimet içerisinde yüzenlerdir. Diğerlerine nispetle onların öncelikle şükret­meleri gereklidir. Onlar için şükür daha bir gereklidir.

Bu şekilde kapsamlı yok etmek ise, bütün mükelleflere yönelik olan genel emirdir. Zengin yahut fakir olsunlar, müreffeh olsunlar, olmasınlar fark etmez. Ancak burada emrin özellikle müreffeh kimselere yöneltildiğinden söz edilme­si, onların önder olmaları, başkalarının da onların arkasından gitmesidir. Avamın ve onlara uyanların durumu ise, büyüklerin ve önderlerin arkasından giderek onları taklit etmektir. İbni Abbas, Yüce Allah'ın: "Varlıklılarına emir veririz, onlar ise orada fasıklık yaparlar." buyruğu hakkında şöyle demektedir: Yani o beldenin kötülerim o beldeye yönetici yaparız; onlar da orada isyan ederler. Bunu yaptıkları takdirde ise azap ile Allah onları helak eder. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Böylece her kasabada oraların günahkârlarını -o yerlerde hilekârlıklar etsinler diye- büyüklerinden kıldık..." (Enam, 6/123).

Daha sonra Yüce Allah Kureyş kâfirlerini ve benzerlerini Rasulü Muhammed (s.a.)'i yalanlamaları ile ilgili olarak şöyle uyarıp korkutmaktadır: Bundan önce pek çok ümmete günahları sebebiyle azap etmek hak olmuştur. İşte bunu hatırlatmak üzere Yüce Allah: "Nuh'tan sonra nice nesilleri yok etmişizdir..." Yani Nuh'tan sizin bu zamanınıza kadar azıp isyan etmeleri, rasullerini yalanlamaları sebebiyle bir çok ümmeti helak ettik. Bunlar tıpkı sizin şu andaki durumunuzda idiler. Ve siz ey yalanlayıcılar, Allah katında bunlardan daha değerli değilsiniz. Sizler rasullerin en şereflisini, mahlûkatm en değerlisini yalanlamış bulunuyorsunuz. Sizin cezalandırılmanız daha yerinde ve öncelikle söz konusudur.

Bu her dönemde Allah'ın rasulünü yalanlayacak kimselere çetin azabı hatırlatan bir tehdittir. Ayrıca bunda Adem ile Nuh arasında geçen nesillerin İslâm üzere olduklarına delâlet vardır. İbni Abbas der ki: Adem ile Nuh arasında on nesil geçmiştir ki, bunların hepsi İslâm üzere idiler.

"Kullarının günahları için Habîr ve Basîr olarak Rabbin yeter." Yani yarattıklarının günahlarını gören Habîr (her şeyden haberdar) olarak Allah yeter. O, onların amellerini, günahlarını onlar için tespit eder. Müşriklerin de başkalarının da işlerinden hiçbir şey ona gizli kalmaz. Onların hayrıyla, şerriyle bütün amellerini bilir. Habîr onları çok iyi bilen, Basîr ise amelerini çok iyi gören demektir. İşte bu günahların, yok olmanın, helak edilmenin sebe­bi olduğunu, Allah'ın bu günahları çok iyi bildiğini, göstermektedir.

Sözü geçen bütün bu hususlar aklı başında olanları dünyada da ahirette de fayda verecek salih ameller işlemeye yöneltmeye bir sebeptir. [30]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:

1- Gece ile gündüzün artıp eksilmek suretiyle değişip durması, ard arda gelmesi, gündüzün aydınlığı, gecenin karanlığı, Yüce Allah'ın birliğine, varlığına, ilim ve kudretinin kemaline delildir.

2- Gece ile gündüzün dönüp durmasıyla birbirine benzer olan yılların, ayların, günlerin sayısını ve bunların grup ve toplamlarından oluşan sürenin hesabını öğrenebiliyoruz.

3- Gündüz çalışmaya, harekete, geçimi kazanıp rızıkları elde etmek için arzda dolaşıp durmaya uygun bir zamandır.

4- Her insanın ameli kendisine bağlıdır. Herkesin ameli kendisine hastır ve yakasını bırakmaz, hayır yahut şer olsun.

5- İnsanın kıyamet gününde önünde göreceği kitabı ve amel defteri önden gonderdikleriyle, geriye bıraktığı her şeyle dolup taşmaktadır. Kendisini hesa­ba çeken olarak insan kendisine yeterli gelecektir. Hasan-ı Basrî der ki: İster ömmî olsun ister olmasın herkes kendi kitabını okuyacaktır.

6- Her kişi ancak kendi nefsinden hesaba çekilecektir, başkasından sorgu-ianmayacaktır. Kim hidayet bulursa hidayetin sevabı onundur, kim de saparsa küfrünün cezası ona olacaktır.

7- Kişisel sorumluluk ilkesinin kabul edilmesi Yüce Allah'ın adaletinin ve kullarına rahmetinin bir tecellisidir. Kimse kimsenin günahını yüklenmeyecek-tir. Her kim bir suç ve cinayet işlerse mutlaka kendi aleyhine işler.

Hz. Aişe'nin İbni Ömer'in rivayetini redd etmesine gelince: Buharî ile Müslim tarafından rivayet edilen İbni Ömer yoluyla gelen hadise göre Hz. Peygamber şöyle demiş: "Şüphesiz ki ölü, akrabalarının ağlaması dolayısıyla azap görür." Hz. Aişe'nin bu söze itirazının ve bunu hatalı görmesinin yanlış bir tarafı yoktur. Çünkü ayet ile hadis arasında bir çelişki bulunmamaktadır. Zira hadis-i şerif, eğer ölen kendisi için ağlanıp ağıt yakılmasını vasiyet etmiş ise azap görür, diye yorumlanmıştır. Nitekim cahiliye halkı böyle yapardı. O kadar ki Şair Tarafe şöyle demiştir:

"Öldüğüm takdirde bana yakışan şekilde benim için ağıt yak. Ve benim için yakalarını yırt ey Mabed'in kızı"

Diğer taraftan şair Lebid ölümünün yaklaştığı sırada kızlarına şu vasiyeti yapar:

"Bir seneye kadar ağlayıp durun. Sonra selâm ismi üzerinize olsun (Yani ağlamanızı kesebilirsiniz)."

8- Yüce Allah insanları başıboş bırakmamıştır. Aksine onlara peygamber göndermiştir. Bu ise hükümlerin ancak din ile sabit olduğunun delilidir. Cumhurun görüşü dünya hükmü ile ilgili olarak budur. Yani Yüce Allah her­hangi bir ümmeti ancak onlara risalet gönderip uyardıktan sonra helak eder. Allah peygamberleri göndermeden ülkeleri helak etmez.

Mutezile ise der ki: Akıl bir şeyin çirkin mi güzel mi olduğunu hükme bağlayabilir, mubah ve haram kılabilir.

9- "Biz peygamber göndermedikçe azap ediciler değiliz." ayet-i kerimesi şunu göstermektedir: Fetret dönemi (peygamberlerin gelmediği dönemler) insanları risaletin kendilerine ulaşmadığı ve davet kendilerine ulaşmaksızm öldükleri takdirde ve bunlar cahiliye halkı iseler -günümüzde İslâmı hiçbir şekilde işitmemiş, oldukça uzak adalardaki insanlar bunlara örnektir- azaptan kurtulurlar, cennet ehlidirler. Teklif - sorumluluk çağından önce küçük yaşta ölmüş babaları kâfir olan çocuklar, deliler, sağırlar ve bunak ihtiyarların duru­mu da böyledir.

- Peygamberin gönderilmesinden sonra insanların durumuna gelince; Gaz-zalî'nin (Allah'ın Rahmeti üzerine olsun) açıkladığına göre insanlar üç gruptur:

a) Hz. Peygamberin daveti kendilerine ulaşmamış ve hiçbir şekilde işitme­miş olanlar cennetliktir.

b) Hz. Peygamberin daveti ve mucizeleri kendilerine ulaştığı halde kabul etmeyenler -günümüzdeki kâfirler gibi- bunlar cehennemliktir.

c) Hz. Peygamberin daveti kendilerine yalan haberlerle yahut da tahrif edilmiş bir şekilde ulaşan kimselere gelince; bunlar hakkında da cennet umu-labilir.

10-  Bir kavmin toptan helak edilmesi ancak masiyetlerin, günahların ve münkerlerin yaygınlaşması halinde söz konusu olur. Allah bir kasabayı, ülkeyi helak etmeyi murad ettiği takdirde onların refahlılarına ve diğerlerine itaat etmelerini, masiyetlerden dönmelerini emreder. Onlar ise fâsıklık eder, zul­meder ve azarlar. Yani fâsıklığı emre muhalefet ederek itaate tercih ederlerse, o takdirde tahrip etmek ve helak etmek üzere onlara azap sözü hak olur.

"Emrederiz" buyruğu bir okuyuşa göre (emmernâ) şeklinde mim harfi şeddeli okunmaktadır. Mânâ şöyle olur: Onların kötülerini yönetici yaparız. Onlar orada isyan ederler, bunu yaptıkları takdirde de onları helak ederiz.

Katade ve el-Hasen ise mim harfinin esreli okunuşu ile (emirnâ) kelimesinin "çoğalttık" anlamına geldiğini belirtmektedirler. Yani bir topluluk artacak olursa (emire'l-kavmü) tabiri kullanılır. Ahmed ve Taberani'nin Suveyd b. Hubeyre'den rivayet ettikleri şu hadis-i şerifte de bu kelime bu mânâdadır: "Kişinin hayırlı malı, çok doğum yapan bir atı ile aşılı sıra sıra kurmasıdır." Yani çokça yavrulayan at ile aşılı bir dizi hurma ağacı demektir. Heraklius'un Ebu Süfyan'a Hz. Peygambere dair sorular sorduğu sahih hadiste de şöyle denilmektedir: "İbni Ebi Kebşe'nin[31] işi alabildiğine yaygınlık kazanmış bulunmaktadır. Sarıoğullarının kralı ondan korkmaktadır."

11- Pek çok kavim kâfir olduklarından dolayı, helak edildiler. Bu ise Allah'a ve onun Rasulü Muhammed (s.a.)'e kâfir olan herkese bir korkutma ve bir tehdittir.

12- Masiyetler yaygınlık kazanır da engellenemiyecek olursa toptan helake sebep olurlar.

13- Yüce Allah'ın: "Kullarının günahı için Habîr ve Basir olan Rabbin yeter." buyruğu Yüce Allah'ın her şeyi bildiğini, her şeyi gördüğünü göstermek­tedir. Yüce Allah'ın bütün mümkin şeylere kadir olduğu sabittir. O bakımdan o herkese hak ettiği kadarıyla ceza ve amelinin karşılığını vermeye kadirdir.

Aynı şekilde o abes ve zulümden de münezzehtir. İşte bu üç sıfat (eksiksiz bilgi, kâmil kudret ve zulümden uzak olmak) itaat ehli için bir eman, küfür ve masiyet sahipleri için de bir korku kaynağıdır. [32]

 

Dünyayı İsteyenin Cezası İle Ahireti İsteyenin Mükafatı:

 

18-  Kim geçici dünyayı isterse onun için oradan dilediğimiz kadarını dile­diğimiz kimseye hemen veririz. Sonra onun   için   cehennemi   hazırlarız. Kötülenmiş ve kovulmuş olarak orayı boylar.

19-  Kim de ahiret ister ve onun için gerekli çabayı inanmış olarak gös­terirse, işte onların çabaları karşılığını bulacaktır.

20-  Her birine, bunlara da onlara da Rabbinin bağışından ulaştırırız. Rab-binin  bağışı  kimseden  alıkonmuş değildir.

21- Bak, nasıl onları birbirlerine üstün kıldık.  Elbetteki  âhiret dereceler bakımından da daha büyüktür, üstün­lük bakımından da.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kim" ameliyle "geçici dünyayı isterse" çabalarını yalnız ona hasrederek ortaya koyarsa, "onun için oradan dilediğimiz kadarını dilediğimiz kimseye hemen veririz." Burada çabucak verilen gerek dünya gerekse bu dünya nimet­lerinin verildiği kimse Allah'ın meşiet ve irâdesi ile kayıtlandırılmıştır. Çünkü temenni eden herkes arzuladığı şeyi elde edemez ve hiçbir kimse de bütün iste­diklerini ele geçiremez. "Sonra onun için" ahirette "cehennemi hazırlarız, kötülenmiş" kınanmış "ve kovulmuş" Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmış "olarak orayı boylar" oraya girer.

"Kim de ahireti isterse ve onun için gerekli çabayı inanmış olarak gös­terirse" yani ona lâyjk olan amelde bulunursa. Bu ise Allah'ın emirlerini yerine getirmek, yasaklarından da sakınmaktır. Yoksa kendi görüşlerine göre uydurageldikleri şeylere yakınlaşmak olmaz. "İnanmış olarak" kaydı da şirk ve yalanlama bulunmayan sahih bir iman ile demektir, "işte onların" yani ahireti dilemek, onun için hakkıyla çalışıp çabalamak ve imandan ibaret üç şartı yer­ine getirenlerin "çabaları karşılığını bulacaktır." Yüce Allah nezdinde kabul olunacak, bunun için sevap alacaklardır.

"Her birine" her iki kesime de "bunlara da onlara da Rabbinin bağışından" dünyada onun vereceklerinden "ulaştırırız" ardı arkasına veririz. "Rabbinin bağışı kimseden" dünyada "alıkonulmuş değildir." Kimse ondan mahrum edilmez. O kendisinden bir lütuf olarak, bu bağışı dünyada mümin­den de kâfirden de esirgemez.

"Onları" rızık ve mevki bakımından "birbirlerine üstün kıldık. Elbette ahiret dereceler bakımından da" üstünlük bakımından; dünyadan "daha büyüktür." Yani ahiretteki farklılık, daha büyük boyutlarda olacaktır. Çünkü orada farklılık cennette ve cennetteki derecelerle, diğer taraftan cehennemde aşağı doğru basamaklarla (derecelerle) olacaktır. O bakımdan önemin dünyaya değil de ahirete verilmesi gerekir. [33]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Ayet-i kerimeler kendilerinden önceki buyruklarla gayet açık bir şekilde ilişkilidir. Yüce Allah her bir insanın durumunun ameline bağlı olduğunu beyan ettikten sonra, kulları iki kısma ayırmaktadır: Bunlardan birisi dünyayı ister ve onun için amel eder, bunun akıbeti ise cehennemdir; diğer kısmı ise ahiret ister, böylesinin akıbeti ise cennettir.

Bununla birlikte Rableri her iki kesime de dünyada rızık vermektedir. Çünkü onun bağışı kimseden alıkonmuş değildir. Fakat rızık bakımından aralarında farklılık vardır. Ahiretteki farklılık mertebeleri ise dünyadaki farklılık mertebelerinden daha büyük olacaktır. [34]

 

Açıklaması

 

Bu ayet-i kerimeler insanların dünya hayatındaki durumlarını genel olarak sınıflandırmaktadır. İnsanlar iki gruptur: Kimisi dünya için çalışır, kimisi de ahiret için. Birinci kesim Yüce Allah'ın: "Kim geçici dünyayı isterse..." diye söz konusu edilmektedir. Yani her kimin isteği çabucak geçen dünyayı elde etmek ise ve bütün çaba ve gayretlerini ona yöneltip ahireti unutursa, Allah dünyada ona kendi istek ve iradesine uygun olarak, emelini acilen gerçekleştirme imkânını verir. Rızkını geniş tutmak, hayatını rahat içerisinde geçirmek gibi. Fakat dünyayı isteyen, nimetlerini isteyen herkes de maksadını elde edemez. Aksine bu, Yüce Allah'ın dilediği şekilde irade ve istek ile kayıtlıdır. Bu kayıt iki hususu kapsamaktadır: Verilenler kulun istediği değil de Allah'ın dilediğidir ve bunu Allah dünyayı isteyen herkese değil, kendisinin dilediği kimselere bağışlar. İşte maddecilere de istedikleri her şey verilmemek­tedir. Onlara ancak arzu ve temennilerinin bir kısmı verilmektedir. Maddeci­lerin bir. çoğuna da ebediyyen bir şey verilmeyebilir. Böylelikle bunlar hem dünyada hem de ahirette hakirdirler. Hem dünyadan, hem de dinden mahrum­durlar.

Bu maddecilerin her birisine ister istekleri verilsin ister verilmesin cehen­nem vardır. Onlar oraya atılacaklardır. Yani sürekli olarak cehennem ateşini çekeceklerdir. Allah, melekler ve bütün insanlar tarafından şükürlerinin azlığı, kötü amel ve davranışları sebebiyle yerilecekler, Yüce Allah'ın rahmetinden kovulacaklardır.

Ayet-i kerimede bu cezaların üç türlü niteliği söz konusu edilmektedir: Devamlılık ve ebedîlik, zelil kılmak ve küçük düşürmek ile Yüce Allah'ın rah­metinden kovulmak. İşte bu, kâfir maddecilere bir tehdit ve ileri derecede bir azardır. Çünkü onlar bütün çabalarını dünyaya münhasır kılarlar; üstelik dünyalık namına ellerine bir şey de geçmeyebilir. Ahmed, Aişe (r.anhâ)'den merfû olarak şunu rivayet etmektedir: "Dünya (ahirette) yurdu olmayanların yurdu, malı olmayanların da malıdır. Dünya için akılsızdan başkası toparlayıp biriktirmez."

İkinci kesim olan takva sahibi müminlere gelince, bunlar Yüce Allah'ın kendilerinden şu şekilde söz edip durumlarını haber verdiği kimselerdir: "Kim de ahireti isterse ve onun için gerekli çabayı inanmış olarak gösterirse..." Yani her kim ahireti ister ve onun gayret ve maksadı ahiret olup elinden geldiğince Allah'a, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe iman ve tasdikle yaparsa, bunlar itaatleri Allah tarafından şükür ile karşılanan ve amellerine sevap ver­ilen kimselerdir.

Bunların böyle bir mükâfatı, bu şekilde güzel bir karşılığı görmeleri ancak şu üç şarta bağlıdır:

1- Ahiret sevabını ve ahiretteki nimet ve sevindirici mükâfatları istemek. "Buharı i\e Müs\rm'&e ttı. Öyûks'^s^ T\May^,t edilen hadis-i. şerifte: "Ameller ancak niyetlere göredir." diye buyurulmaktadır.

2- Yapılan iş Allah'a yakınlaştırıcı ve Allah'ın rasulünce yapılan işlerden olmalı; batıl amellerden olmamalıdır. Çünkü kâfirler putlara, yıldızlara, melek­lere ve peygamberler arasından birtakım insanlara ibadet ederek Allah'a yakınlaşmaya çalışırlar. Yüce Allah'ın: "Ve onun için gerekli çabayı... gösterirse." buyruğu yani salih amelleri işlemek suretiyle hakkını verirse, anlamındadır.

3- Amelin iman çerçevesinde olması gerekir. Sağlıklı bir iman olmaksızın amelin bir faydası olmaz. İşte yapılan işin meşkur olması, yani mükâfatla karşılanmasında aranan üç şart bunlardır.

Seleften bazıları şöyle demiştir: Şu üç niteliği taşımayan kimseye amelin­in faydası olmaz: Sabit bir iman, samimi bir niyet ve isabetli bir amel. Daha sonra da selefe mensup bu zat bu ayet-i kerimeyi okudu.

İşte ahiretin zenginliğini tercih eden bu salih müminler, bundan sonra hiçbir şeye aldırış etmezler. Eğer onlara dünyadan bir pay verilirse rablerine şükrederler. Bu paydan mahrum bırakılırlarsa da sabrederler, rıza gösterirler. Çünkü onlar için Allah katında bulunanlar daha hayırlı ve kalıcıdır.

Daha sonra Yüce Allah dünya hayatındaki rızkın her iki kesim için temi­nat altına alındığını açıklayarak şöyle buyurmaktadır: "Her birine, bunlara da onlara da Rabbinin bağışından ulaştırırız..." Yani Yüce Allah dünyayı isteyen­lere de ahireti isteyenlere de mal, evlât ve buna benzer dünya hayatındaki izzet ve zinetin görünür özelliklerini verir. Onun bağışı mümin veya kâfir olsun kimseden alıkonmuş değildir; çünkü hepsi de şu amel yurdunda yaratılmış varlıklardır. O bakımdan Yüce Allah'ın adalet ve rahmeti herhangi bir kimse­nin mazeret beyan edebilmesine fırsat kalmamasını hükme bağlamıştır.

Daha sonra Yüce Allah her iki kesime bağışının farklı olduğunu belirt­mekte ve: "Bak, nasıl onları biribirlerine üstün kıldık..." diye buyurmaktadır. Yani ibret gözüyle bir bak, her iki kesimi verdiğimiz dünya bağışında nasıl farklı kıldığımızı gör. Rızık ve dünya metaı bakımından biribirlerine nasıl üstün kıldığımızı bir gör. Bir mümine bu bağışı verirken bir diğer mümine ver­medik. Bir kâfire verirken ötekine vermedik. Bu ise bizim daha iyi bildiğimiz, son derece ileri bir hikmet dolayısıyladır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "Dünya hayatında onların geçimlerini aralarında biz paylaştırdık. Onların bir kısmını diğer bir kısmının üzerine derece derece üstün kıldık ki bir­birlerinden faydalansın." (Zuhruf, 43/32). Bir diğer ayet-i kerimede de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kiminizi kiminizden derecelerle -sizi size verdiği şeylerle sınamak için- üstün kılandır." "Eğer Allah kullarına rızkı (genişletip) yaysaydı, yeryüzünde elbette azgınlık ederlerdi; fakat o dilediği bir miktarda indirir. Şüphesiz ki O kullarından haberdardır, onları çok iyi görendir." (Şûra, 42/27).

"Elbette ki ahiret, dereceler bakımından da büyüktür..." Yani ahiretteki farklılık daha büyüktür. Uhrevî dereceler daha büyük, fazilet ve üstünlükler daha muazzamdır. Cehennem halkı ise aşağı doğru inen basamaklarda Cennet halkı yüksek derecelerde birbirinden farklıdırlar. Cennetin yüz basamağı vardır. Her iki basamağın arasındaki mesafe gök ile yer arası gibidir. Buharî ile Müslim'de şöyle rivayet edilmektedir: "Şüphesiz yüksek derece sahipleri, İlliyindekileri (en yüksekte olanları) sizin semanın ufkunda batmaya yüz tutmuş yıldızı gördüğünüz gibi görürler." Bazıları da şöyle demiştir: Ey dünya meclislerinde yukarda olmakla övünen kişi, ahiret meclislerinde yukarda olmakla övünmeyi arzulamaz mısın? Kaldı ki ahiret daha büyük, daha üstündür.

Ayet-i kerimeye uygun düşen ibretli bir olay vardır ki bunu İbni Abdüll-berr, Hasan-ı Basrî'den rivayet etmektedir. Hasan-ı Basrî der ki: Aralarında eşrafın ve avamdan kimselerin bulunduğu bir topluluk, Halife Ömer (r.a.)'in kapısına geldiler. Aralarında (Mekke soylularından birisi olan) Kureyşli Süheyl b. Amr, Ebu Süfyân b. Harb ve Kureyş'in yaşlıları da vardı. Hz. Ömer önce Suhayb, Bilal ve Bedir mücahitlerine huzuruna girmeleri için izin verdi. Hz. Ömer bunları severdi. Ebu Süfyan: "Ben bu gün gibisini hiç görmüş değilim." dedi. Çünkü bu gün şu kölelere (huzura girmek için) izin veriliyorken bizler olduğumuz yerde oturuyoruz, kimse bize dönüp bakmıyor bile. En akıllıları olan Süheyl şöyle dedi: Ey Kavm, Allah'a yemin ederim ben yüzünüzdeki kızgınlık ifadelerini görüyorum. Eğer kızıyorsanız bizzat kendinize kızınız. Çünkü -İslâm'a girmek için- onlar da davet edildiler, biz de davet edildik. Fakat onlar bu konuda ellerini çabuk tuttular, biz ise geri kaldık, geciktik. Bu Ömer'in kapısı. Ya ahiretteki farklılık! Eğer siz Ömer'in kapısında bunları kıskandıysanız, şüphesiz Allah'ın cennette onlara hazırladığı çok daha büyük­tür. [35]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- İnsanlar amel bakımından dünyada iki sınıftırlar: Bir kesim dünyayı, diğer bir kesim ise ahireti ister. Birinci kesimden istediğine Yüce Allah dünyalıktan ancak kendisinin istediği kadarını verir, sonra da amelinden dolayı onu sorgular. Bunun akıbeti ise kötü işi uygulaması dolayısıyla cehen­neme girmek olacaktır. Zira bu kişi fâniyi bakiye tercih etmiştir. Bu haliyle Allah'ın rahmetinden kovulup uzaklaştırılmış olacaktır. Kurtubî der ki: Bu fâsık münafıkların, övücü riyakârların niteliğidir. Bunlar ganimet ve buna benzer dünyevî faydaları elde etmek için İslâm kılığına girerler. Ahirette onların bu amelleri kendilerinden kabul olunmaz. Dünyadan da kendilerine kısmet olarak tahsis edilenden başkası onlara verilmez.[36]

İkinci kesim ise ahireti isteyen ve onun için itaat türünden olan amelleri mümin olarak işleyen kesimdir. Çünkü itaatler ancak mümin olandan kabul edilir.

2- Yüce Allah hikmet ve rahmeti gereği müminlere de kâfirlere de rızık vermeyi hükmetmiştir. Onun bağışı, vergisi, kimseden alıkonmuş, engellenmiş değildir. Şu kadar var ki dünyada insanlar rızık bakımından farklıdırlar. Kimisinin rızkı dar, kimisinin çoktur. Rızıktaki farklılığın iman ve küfürle bir ilgisi yoktur. Müminin birisi zengin diğeri fakir olabildiği gibi kâfirin birisi oldukça müreffeh ve varlıklı, diğeri yoksul ve fakir olabilir.

Ahirette ise müminlerin fazilet dereceleri çok daha büyük ve fazladır. Kâfirin her ne kadar dünyada geçimliği bir defa geniş kılınmış, kimi zaman da müminin geçimi daraltılmış olsa bile, ahiret yalnızca onların amellerine göre paylaştırılır. Artık ahiretten herhangi bir şeyi kaybeden bir kimse, bir daha o kaybettiğini telâfi etmek imkânını bulamaz.

3- Şüphesiz ki: "Oradan dilediğimiz kadarını dilediğimiz kimseye hemen veririz." buyruğu Hud suresinin şu ayet-i kerimesindeki mutlak buyruğu kayıtlamaktadır: "Her kim dünya hayatını ve onun ziynetini isterse, orada kendilerine amellerini eksiksiz veririz; onlar bu hususta haksızlığa uğratılma­zlar." (Hud, 11/15), Aynı zamanda Şûra süresindeki şu ayet-i kerimeyi de kayıtlamaktadır: "Kim ahiret ekinini isterse, biz onun ekinini artırırız. Kim de dünya ekinini isterse biz de kendisine ondan veririz. Ahirette ise onun hiçbir hayrı yoktur." (Şûra, 42/20).

4- Aynı ayet-i kerimede yer alan: "Kim geçici dünyayı isterse..." buyruğundan şu üç husus anlaşılmaktadır:

a) Ceza, ebedî olarak kınanmak ve hakir kılınmakla birlikte görülecek bir zarardır.

b) Dünya hayatındaki refah ve bolluğun Yüce Allah'ın rızasına delil görülmemesi gerekir. Çünkü dünya akıbeti itibariyle Allah'ın azabına ve onun hakir düşürmesine götürmekle birlikte elde edilebilir. İşte bu, dünya kendiler­ine doğru geldiği vakit, aldanan ve bunun Allah katındaki değerlerinden dolayı olduğunu zanneden cahillere bir uyarıdır.

c) Yüce Allah'ın: "Dilediğiniz kimseye..." buyruğu herkesin dünyada iste-üklerini elde edemediğini göstermektedir. Aksine kâfir ve sapıkların büyük bir çoğunluğu dünyayı istemekle birlikte, hem dünyadan hem de dinden mahrum kalabilmektedirler. Bu ise onlar için büyük bir azardır. Onlar dünya hayatında yaptıkları boşa çıkmış güzel iş yaptıklarını sanan amel bakımından en fazla arara, uğrayan kimselerdir.

4- Allah katında amellerin kabul edilmesinin üç şartı vardır: Sahih bir anan, güzel ve iyi bir niyet ile Yüce Allah'ın razı olacağı salih bir amel.

5- Allah'ın rızkı ve ihsanı, çalışmak ve çabalamak şartı ile bütün insanlar için teminat altındadır. Rızık mümin olsun, kâfir olsun kimseden alıkonulmaz.

6- Rızık eşit derecede ve aynı oranda verilen bir şey değildir. Rızıklar irasmda farklılık vardır. Bunun da iman ve küfürle bir ilişkisi yoktur. Yüce .Allah rızkı yarattıkları arasında uygun gördüğü hikmet ve maslahata göre paylaştırır.

7- Cehennem   ateşinde  kâfirlerle  fasıklarm  aşağı   doğru  inen : asamaklarmdaki farklılık ile cennette takva sahibi ve hayırlı müminlerin zereceleri arasındaki farklılık, dünyadaki farklılıktan çok daha büyüktür. [37]

 

Müslüman Toplumun Esasları: İmanın Esası Tevhid, İslam Toplumunun Temeli Aile Bağıdır

 

22- Allah ile beraber başka bir ilâh edin­me! Yerilmiş ve terkedilmiş olarak kalırsın.

23- Rabbin hükmetti ki: Kendisinden başkasına ibadet etmeyesiniz. Ana ve babaya iyi davranasınız. Eğer onlardan biri veya her ikisi senin yanında iken yaşlanacak olursa onlara: "Öf dahi deme! Onları azarlama ve her ikisine de tatlı söz söyle.

24- Merhametinden   dolayı onlara alçakgönüllülük kanatlarını indir ve de ki: "Rabbim o ikisi beni küçükken yetiştirdikleri gibi sen de onlara merhamet et."

25-  Rabbiniz nanslerinizde olanı en iyi bilendir. Eğer salihlerden olursanız 'muhakkak ki o, kendisine dönenlere mağfiret edicidir.

26- Yakın akrabaya hakkını ver, misk­ine ve yolcuya da. Ama saçıp savurma.

27- Çünkü saçıp savuranlar şeytanlarla kardeş olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür.

28-  Rabbinden beklediğin bir rahmet için onlardan yüz çevirmek zorunda

kalırsan o zaman onlara yumuşak bir söz söyle.

29- Ve elini boynuna bağlı kılma. Onu büsbütün de açıp durma; yoksa kınan­mış ve pişman olarak kalakalırsın.

30-  Muhakkak ki Rabbin dilediğine rızkı genişletir ve daraltır. Muhakkak ki O, kullarından haberdardır, Basîr'dir.

 

Belagat:

 

"Alçakgönüllülük kanatlarını indir" ifadesi kapalı istiaredir. Alçakgönül­lülük, kanatları olan bir kuşa benzetilmiştir. Daha sonra "kuş" kelimesi hazfedilerek kuş için gerekli bir şey olan kanat söz konusu edilmekle kuşa .işaret edilmiştir. Bu, onlara gösterilecek şefkat, merhamet ve onlar için alçakgönüllülüğü ifade etmek için kullanılmış bir istiaredir.

"Ve elini boynuna bağlı kılma ve onu büsbütün de açıp durma" ifadesi ise temsilî bir istiaredir. Bir şeyler vermekten elini geri çeken cimri, eli uzatabile­cek gücü kalmayacak şekilde boynuna bağlanmış olana benzetilmektedir. İsraf da hiçbir şey tutamayacak halde avucun açılması haline benzetilmiştir.

"Genişletir ve daraltır" kelimeleri arasında da tıbâk vardır. [38]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah ile beraber başka bir ilâh edinme." Hitab Rasulullah (s.a.)'a olmakla birlikte maksat onun ümmetidir veya hitap herkesedir.

"Yerilmiş" melekler ve müminler tarafından yerimiş "ve terkedilmiş olarak kalırsın." Yüce Allah seni yardımsız bırakır. Yardımcısız kalırsın, sana yardım edecek kimse olmaz, çünkü sen Allah ile birlikte bir başka ilâhı ortak koşmuş oluyorsun. Bu buyruğun mefhumuna göre, muvahhid ise övülmüş ve yardıma mazhar kılınmış olur.

"Rabbin hükmetti ki" kesin olarak emretti ki "kendisinden başkasına ibadet etmeyesiniz." Yüce Allah münhasıran kendisine ibadet edilmesini iste­miştir. Çünkü tazimin nihâî derecesi olan ibadeti ancak azametin ve nimet ihsan etmenin en ileri seviyesinde olan kimse hak eder. "Ana ve babaya iyi davranasınız." Yani onlara iyilikte bulunmak suretiyle haklarına riayet ederek güzellikle, iyilikle davranmanızı emretmiştir. Yahut da anne babaya gereken şekilde iyi davranınız. Çünkü var olmanın ve yaşamanın zahiri sebebi onlardır. "Öf (of)" sıkıntıya ve bir şeyin artık ağır geldiğini anlatmaya delâlet eden bir ses ismidir. Senden usandım, gibi bir anlama gelir. "Onları azarlama." Azarla­mak, kaba ve katı bir şekilde paylamak demektir.

"Her ikisine de tatlı sözler" yumuşak ve güzel sözler "söyle!"

"Alçakgönüllülük kanatlarını indir" yani onlara karşı alçakgönüllü ve yumuşak ol. Yahut onları güzel bir şekilde gözet ve onlara gereken ihtimamı göster. "Merhametinden dolayı" yani onlara karşı dikkat ve aşırı mer­hametinden dolayı (böyle davran)."Beni küçük iken yetiştirdikleri gibi" yahut onların bana merhamet ettikleri gibi; "sen de onlara merhamet et" çünkü onlar ben küçükken bana merhamet etmişlerdi.

"Rabbiniz nefislerinde olanı en iyi bilendir." İçinizde sakladığınız onlara karşı iyiliği de, karşı gelip kötü davranmayı da bilir.

"Eğer sâlihlerden olursanız" Allah'a itaat eden salih olmayı kasteden kim­seler olursanız "muhakkak ki O kendisine dönenlere" tevbe edenleri yahut da itaatine dönenlerin anne-baba hakları hususunda kusurlu davrananları, onların bu günahlarını "mağfiret edicidir."

"Yakın akrabaya hakkını ver." Ona karşı gereken iyiliği yap, akrabalık bağını gözet. "Ama saçıp savurma" saçıp savurmak (tebzîr) malı dine ve hik­mete uygun olmayan yerlerde harcamaktır. "Şeytanlarla kardeş olmuşlardır." Yani şeytanlarla birlikte, onların yolu üzerindedirler. "Şeytan ise Rabbine karşı pek' nankördür." O'nun nimetlerini çok ileri derecede inkâr edicidir. İşte onunla birlikte olan savurganın durumu da budur.

"Rabbinden beklediğin bir rahmet için" yani sana geleceğini umduğun bir rızkı istediğinden dolayı, eğer sözü geçen akrabadan yoksul ve yolculardan, onları geri çevirmekten utanıp "onlardan yüz çevirmek zorunda kalırsan o takdirde onlara yumuşak bir söz söyle!" Rızkının geldiği vakit onlara bir şeyler vereceğini vadederek ağır gelmeyecek sözler söyle!

"Ve elini boynuna bağlı kılma!" Bütünüyle kendini infaktan uzak tutma! "Bağlı kılmak" zincir ile, elleri ve boynu birbirine bağlı olmaktır. Bu ise cim­riliğin insanı infaktan alıkoymasını anlatan temsilî bir ifade ve cimriliği kinaye yoluyla anlatan bir tabirdir. "Onu büsbütün de açıp durma!" Yani har­camaların oldukça fazla olmasın. Bu da israfı önlemek için temsilî bir ifade ve bir kinayedir. "Yoksa kınanmış" Yüce Allah tarafından ve insanlar nezdinde cimrilik dolayısıyla kınanan bir kimse "ve pişman olarak kalakalırsın." Pişman olursun yahut da yanında hiçbir şey kalmamış bir yoksul olursun. Bu da israf dolayısıyla olur.

"Muhakkak Rabbin dilediğine rızkı genişletir." dilediğinin rızkını geniş kılar, "ve daraltır" dilediğine de zorlaştırır. "Muhakkak ki O kullarından haber­dardır, Basîr'dir." Onların gizlediklerini de açıklarını da çok iyi bilir ve kendi maslahatlarına uygun olarak rızık ihsan eder. [39]

 

Nüzul Sebebi

 

26. ayet olan: "Yakın akrabaya hakkını ver." ile ilgili olarak Taberânî ve başkalarının Ebu Saîd el-Hudrî'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Yüce Allah'ın: "Yakın akrabaya hakkını ver." ayeti nazil olunca Rasulullah (s.a.) Fâtıma'yı çağırdı ve ona Fedek arazisini verdi. İbni Kesîr ise der ki: Ancak bu problemlidir. Çünkü bu rivayet ayet-i kerimenin Medine'de indiği intibaını ver­mektedir. Meşhur olan ise ayetin Mekke'de indiğidir. Ancak surenin baş taraflarında bu ayet-i kerimenin Medine'de nazil olduğu söz konusu edilmiştir. İbni Merdüveyh, İbni Abbas'tan buna benzer bir haber nakletmektedir.

28. ayet olan "Rabbinden beklediğin bir rahmeti..." ayeti ile ilgili olarak da Saîd b. Mansûr, Atâ el-Horasanî'den şöyle dediğini nakletmektedir: Müzeyne'-den bir grup gelip Rasulullah (s.a.)'tan kendileri için binek istediler. Hz. Peygamber: "Ben size verecek binek bulamıyorum." deyince üzüntülerinden dolayı gözleri yaşla dolu olarak geri döndüler. Bunun Rasulullah (s.a.)'ın kendi­lerine olan kızgınlığından dolayı olduğunu sandılar. Bunun üzerine Yüce Allah: "Rabbinden beklediğin bir rahmeti elde etmek için onlardan yüz çevirmek zorunda kalırsan..." ayetini indirdi. Buradaki "rahmet" ten kasıt ise fey'dir.

İbni Cerîr de ed-Dahhâk'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Bu ayet-i kerime Rasulullah (s.a.)'dan bir şeyler isteyen bütün yoksullar hakkında nazil olmuştur. İbni Zeyd ise der ki: Bu ayet-i kerime Rasulullah (s.a.)'dan bir şeyler dileyip de kendilerine bir şeyler verilmeyen bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Çünkü Rasulullah (s.a.) onların malları kötü yerlerde harcadığını biliyordu.

29. ayet olan: "Ve elini boynuna bağlı kılma..." ayeti ile ilgili olarak Said b. Mansur, Seyyar b. Hakem'den şöyle dediğini nakletmektedir: "Rasulullah (s.a.)'a bir elbise (kumaşı) geldi. Hz. Peygamber oldukça cömert bir kimse idi. Eline geçeni verirdi. İşte bu elbiseyi de insanlar arasında paylaştırdı. Arkasından yanına gelen bir grup bu paylaştırma işini bitirmiş olduğunu gördüler. Bunun üzerine Yüce Allah: "Elini boynuna bağlı kılma, onu büsbütün de açıp durma." ayetini indirdi.

İbni Merdüveyh ve başkaları da İbni Mes'ud'dan şöyle dediğini nakl etmektedirler: Bir çocuk Rasulullah (s.a.)'m yanına gelerek: "Annem senden şunu şunu istiyor," dedi. Rasulullah (s.a.): "Bugün yanımızda verecek bir şeyimiz yok," deyince çocuk: "Annem senden bana bir gömlek vermeni istiyor," dedi. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) gömleğini çıkartıp ona verdi ve evde gömleksiz olarak oturdu. Bunun üzerine Yüce Allah: "Ve eline boynuna bağlı kılma..." ayetini indirdi.

Yine İbni Merdüveyh Ebu Ümâme'den Rasulullah (s.a.)'m Hz. Aişe'ye şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Sen senin için gerekli olandan fazlasını infak et." dedi. Hz. Aişe: "O zaman geride hiçbir şey kalmaz," deyince Yüce Allah da: "Ve elini boynuna bağlı kılma." buyruğunu indirdi. Süyûtî bu ifadenin zahirine göre bu ayet-i kerime Medine'de inmiş olmalıdır, demektedir. [40]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah önce insanların bir kısmı ameliyle yalnızca dünyayı isteyip akıbeti azap ve ceza olan, diğer kısmı ise Allah'a itaat etmeyi isteyip Allah'ın sevabına ehil olan olmak üzere iki türlü olduğunu beyan buyurdu. Yüce Allah sonra imanın hakikatinin ve onun özünün tevhid olduğunu açıkladı.

İmanın en büyük rüknünü söz konusu ettikten sonra da imanın bir takım şiar ve şartlarını, İslâm toplumunun bazı esaslarını söz konusu etti. Ve buna da öncelikle aile düzeninin esaslarını ve aile fertleri arasındaki bağları güçlendirmeyi hedef alan bir üslûpla başladı. [41]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah tevhidin gerçeğini açıklamak üzere Rasulüne hitapta bulun­maktadır. İmanın gerçeği tevhiddir, Allah'ın ortaklarını reddetmektedir. Bu hitabın muhatapları ümmetin mükellef olanlarıdır. Çünkü o dönemde Hz. Peygamberin anne ve babası yoktu.

Ey mükellef olan insan, ulûhiyyet ve ibadetinde Yüce Allah'a ortak koşma!

Yalnızca O'nu ilâh ve Rab tanı. O'ndan başka ilâh yoktur, O'nun dışında ilâh yoktur, O'nun dışında Rab yoktur, hakkıyla ibadete lâyık kimse yalnız O'dur. Sen Allah ile birlikte bir başka ilâhı kabul edecek olursan, Ona ortak koştuğundan dolayı kınanmış olursun. Yardımsız kalırsın, Rabbin sana yardımcı olmaz; hatta sen kime ibadet ettiysen seni de onunla başbaşa bırakır. Onun ise ne bir fayda ne de bir zarar verecek gücü vardır. Ahmed, Ebu Davud ve Tirmizî, Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle dediğini nakletmektedirler: Rasulul-lah (s.a.) buyurdu ki: "Her kime bir ihtiyaç arız olur da o da bunu insanlara (karşılamaları için) götürecek olursa, onun bu ihtiyacı karşılanmaz. Her kim bu ihtiyacını Allah'a arz ederse er veya geç Allah'ın ona bir rızık göndermesi uzak değildir." Kısacası müslüman toplumun birinci esası Allah'ı tevhid etmek ve ona şirk koşmamaktadır.

Akide ve imanın en büyük esası olan tevhidin açıklanmasından sonra Yüce Allah imanın şeâirini (alâmetlerini) ve gereklerini söz konusu etmektedir. Bu hususlar da şunlardır:

1- Yalnızca Yüce Allah'a ibadet etmek: "Rabbin hükmetti ki: Kendisinden başkasına ibadet etmeyesiniz." Yani Yüce Allah kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. Bu ise iki hususu kapsamaktadır: Yüce Allah'a ibadet ile meşgul olup Allah'tan başkasına ibadetten sakınmak. Çünkü ibadet tazimin en ileri derecesidir. Bu ise Aziz ve Celil olan Allah'tan başkasının hakkı değildir.

2- Anne, babaya iyilik: "Ana ve babaya iyi davranasınız." Yüce Allah pek çok ayet-i kerimede kendisine ibadet etmek emriyle birlikte anne babaya iyi davranma emrini bir arada zikretmiştir. Çünkü insanın var olmasının gerçek sebebi olan Yüce Allah'tan sonra, var olmasının zahirî sebebi onlardır. Şefkat, merhamet, onların iyiliklerinin tercih edilmesi, yumuşaklıktan oluşan bir ortam içerisinde çocukların terbiye edilmesini onlar sağlamışlardır. Buyruğun anlamı şudur: Ve Yüce Allah anne babaya iyilik yapılmasını emretmiştir. Yahut da anne babaya iyilik yapmanızı, onlara güzel davranmanızı emretmiştir. Nitekim Yüce Allah bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurmak­tadır: "Bana, anne ve babana şükret diye. Dönüş yalnız banadır." (Lokman, 31/14). Bu ise onların çocuklarına olan şefkatleri ve iyilikleri dolayısıyladır. Çocuğun terbiye ve korunması için azami gayret harcamalarından ötürüdür. O bakımdan onlara karşı güzel davranmak, iyi hareketlerde bulunmak bir vefakârlıktır, bir insanlıktır. Bu da onlara karşı güzel davranmakla, varlıklı ise maddi açıdan yardım ile olur. Bundan dolayı Yüce Allah onlara yapılacak bir­takım iyilik şekillerini beyan ederek şöyle buyurmaktadır:

"Eğer onlardan biri veya her ikisi senin yanında iken yaşlanacak olurlarsa..." Yani ana ve baba yahut onlardan birisi senin yanında yaşlanacak ve ömürlerinin son dönemlerinde senin yanında tıpkı hayatının başlangıcında olduğu gibi zayıf ve aciz düşecek olurlarsa aşağıdaki şu beş görevi yerine getirmelisin:

a) "Onlara öf dahi deme." Yani en asgari seviyede sıkıntı belirten kötü bir söz söyleme. Hatta öf dahi dememelisin. Bu kötü sözün en aşağı derecesindeki sıkılmanın ifadesidir. Bu her durumda, özellikle de zayıf oldukları, yaşlandıkları ve kazanç sağlamaktan acze düştükleri vakit böyle olmalıdır. Çünkü o dönemde artık iyiliğe olan ihtiyaçları daha fazladır, daha gereklidir ve daha önceliklidir. Bundan dolayı Yüce Allah yaşlılık durumunu özellikle zikret­miştir.

Müslim, Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah <s.a.) buyurdu ki: "Burnu yerde sürtünsün, burnu yerde sürtünsün, burnu yerde sürtünsün." Kimin ey Allah'ın Rasûlü? diye sorulunca şöyle dedi: "Anne babasından birisinin yahut da ikisinin yaşlılığına yetişip de cennete giremeyen kimsenin."

b) "Onları azarlama". Yani senden onlara karşı çirkin bir iş sadır olmasın. Of demenin yasaklanması ile azarlanmanın arasındaki fark şudur: Birincisi az veya çok usancı açığa vurmayı yasaklamaktadır. İkincisi ise cevap vermek yahut yalanlamak gibi yollarla sözle dahi onlara muhalefeti açığa vurmayı yasaklamaktadır. Oflamak, puflamak gizli ve hafif kötü söz, azarlamak ise kaba ve sert bir şekilde paylamak demektir.

c) "Ve her ikisine de tatlı sözler söyle." Yani ikisine de hoş, güzel, yumuşak; onları sayıp tazim etmekle ve onlara karşı tam bir edep ile söz söyle. Dikkat edilecek olursa Yüce Allah öncelikle onları rahatsız edecek şeyleri yasakladı, arkasından onlara güzel söz söylemeyi, onlarla hoş konuşmayı emretti. Çünkü tehalli olumsuzluklardan arınma güzelliklerle bezenmekten önce gelir. Ömer b. el-Hattâb (r.a.) bu yüce buyruğu açıklarken şöyle demektedir: "Bu, kişinin babacığım ve anneciğim demesi şeklinde olur." Yani onları isimleriyle çağırmasın. Onlara sesini yükseltmesin. Onlara dik dik bakmasın. Said b. el-Müseyyeb'e tatlı söz söylemenin ne demek olduğu sorulmuş, o da: "Bu, suçlu bir kölenin oldukça sert efendisinin karşısında konuşması gibi olmalıdır." diye cevap vermiştir.

d) "Merhametinden dolayı onlara alçakgönüllülük kanatlarını indir." Yani davranışlarınla onlara karşı alçakgönüllülüğünü sergile. Bundan kasıt ise ala­bildiğine alçakgönüllü ve yumuşak davranmaktır. Çünkü kanatların indirilme­si mütevazi davranmaktan kinayedir. Kuşun yavrusunu kanadı altına alması haline benzetilmektedir. Alçakgönüllülüğün anne babasına karşı merhamet ve şefkattan dolayı olması gerekir. Yoksa yalnızca emre uymak ve tenkit edilmek­ten korkmaktan dolayı olmamalıdır.

e) "Ve de ki: Rabbim o ikisi beni küçükken yetiştirdikleri gibi sen de onlara merhamet et." Yani yaşlandıkları vakit olsun, vefatları esnasında olsun Yüce Allah'tan onlara rahmet dile. el-Kaffal (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) dedi ki: Yüce Allah, anne babaya iyiliği öğretirken söylenecek sözleri öğretmekle kalmayıp buna yapılacak davranışları öğretmeyi de ilâve etmektedir ki, bu da rahmetle dua etmektir. Kişi: "Rabbim...onlara merhamet et." demekle emrolun-muştur. Merhamet lafzı ise din ve dünyadaki bütün hayırları kapsayıcı bir lafızdır. Yüce Allah'ın: "Beni küçükken yetiştirdikleri gibi" buyruğu ise, "Beni terbiye ederken bana iyilik yaptıkları gibi sen de onlara iyilik yap." anlamındadır. Terbiye, geliştirip büyütme demektir. Özellikle onu söz konusu etmesi kulun anne babasının şefkatini ve onu terbiye ederkenki çaba ve gayretlerini hatırlaması içindir. Bu onun anne babasına olan şefkat ve düşkünlüğünü daha da arttıracaktır.

Anne babaya iyilik hakkında pek çok hadis-i şerif vârid olmuştur. Bunlar­dan birisini Tirmizî ve Hâkim, Ebu Hureyre ile Enes (r.a.)'ten rivayet etmekte­dirler. Buna göre Rasulullah (s.a.) minbere çıktı, sonra üç defa "Âmin, âmin, âmin" dedi. "Ey Allah'ın Rasulü, ne diye âmin dedin?" diye sorulunca şöyle dedi: "Bana Cebrail geldi ve Ey Muhammmed, dedi. "Yanında adın anıldığı halde sana salatü selâm getirmeyenin burnu yere sürtünsün: Âmin de," dedi ben de âmin dedim. Sonra: "Ramazan ayına erişip de Ramazan ayı çıkıp gittiği halde kendisine mağfiret olunmayanın burnu yere sürtünsün. Âmin de," dedi; ben de âmin dedim. Sonra; "Anne babasına yahut onlardan birisine yetişip de bu durumun kendisini cennete sokmadığı kişinin de burnu yere sürtünsün. Âmin de," dedi ben de âmin dedim."

İyilik onlar hayatta iken olduğu gibi onların ölümünden sonra da olabilir. Buna delil ise Ahmed, Ebu Davud ve İbni Mâce'nin Malik b. Rabîa es-Sâidî'den yaptıkları şu rivayettedir: Malik dedi ki: Ben Rasulullah (s.a.)'ın yanında otu­ruyor iken ona Ensar'dan bir adam gelip şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, onların vefat etmelerinden sonra anne babamın benim üzerimde kendilerine karşı yap­mam gereken bir iyilik var mı? Hz. Peygamber şöyle dedi: "Evet! Dört şeyi yer­ine getirmelisin: Onlara rahmet ve istiğfarla dua edeceksin, söz vermişlerse yer­ine getireceksin, arkadaşlarına ikramda bulunacaksın ve onlar tarafından akrabalık bağı ile bağlandığın akrabalarını gözeteceksin. İşte vefat etmelerinden sonra onlara karşı yapmakla görevli olduğun iyilikler bunlardır."

Şayet anne ve baba kâfir iseler çocuğun, hayatta oldukları sürece hidayet bulmaları, için onlara dua etmesi, imana kavuşmalarından sonra da onlara rahmet olunması için duada bulunması gerekir. Kur'ân-ı Kerim ölümlerinden sonra müşriklere mağfiret dilemeyi yasaklamıştır, isterse bunlar akraba olsun­lar. Bu yasak şu ayet-i kerimede yer almaktadır: "Peygamberlerin ve iman edenlerin yakın akraba olsalar dahi müşriklere mağfiret dilemeleri olacak şey değildir." (Tevbe, 9/113). Buna göre müslüman kimse -müslüman olmayan anne ve babasına ölümlerinden sonra rahmet dilemek müstesna- güzel bir şekilde davranır.

Bu ayet-i kerime gereğince amel etmek için yalnızca bir defa onlara rah­met talep etmek yeterlidir. Çünkü emrin zahiri vücup ifade eder ve yine emrin zahiri tekrarı gerektirmez. Süfyan'a: "Anne babasına insan ne kadar dua etmelidir, günde bir defa mı ayda bir defa mı, senede bir defa mı?" diye soru­lunca, şu cevabı verdi: (Namazdaki) Teşehhüdün sonlarında onlara dua etmenin yeterli olacağını ümid ederiz.

Anne babaya kötü davranmanın büyük günahlardan olduğunu dinimizin ortaya koymuş olması yeter. Tirmizî, Abdullah b. Ömer'den şöyle bir hadisi şerif rivayet etmektedir: "Rabbin razı olması babanın razı olmasına bağlıdır. Rabbin gazap etmesi babanın gazap etmesine bağlıdır."

Daha sonra Yüce Allah anne babaya iyilik yapmak hususunda işi gevşek tutmaktan sakındırarak: "Rabbiniz nefislerinizde olanı en iyi bilendir..." diye buyurmaktadır. Yani asıl değerlendirme kalpte olana, sizin nefislerinizde gizle­diğiniz itaatte ihlâsa veya ihlâssızlığa göredir. Yüce Allah sizin nefislerinizde olana muttalidir. Hatta O, bu durumlarınızı sizden daha iyi bilir. Çünkü siz yanılır, unutur ve her şeyi kuşatamayabilirsiniz. Kasdi olmayarak bir kimse herhangi bir yanlışlık, bir hata işleyecek olursa, niyeti iyi olduğu sürece Allah bundan dolayı onu cezalandırmaz. Çünkü şanı yüce Allah tevbe edip tekrar hayra yönelenlere, kasdi olmayarak yaptıkları kusurlara pişman olanlara mağfiret edicidir, bağışlayıcıdır. Günahtan tevbe eden kimse ise masiyetten itaate dönen kimsedir. Allah'ın hoşlanmadığı şeyi terk edip Allah'ın sevdiği, razı olduğu şeye dönendir. Ayet-i kerimeden kasıt ise ihlâsı terk etmekten sakındırmaktır.

3- Akrabaya, yoksullara ve yolculara iyilik: "Yakın akrabaya hakkını ver, miskine ve yolcuya da." Yüce Allah anne babaya iyiliği söz konusu ettikten sonra, akrabaya iyilik yapmayı ve akrabalık bağlarını gözetmeyi zikretmekte­dir. Buyruğun anlamı şudur: Ey mükellef olan insan! Akrabaya, yoksula ve yolda kalmış garip yolcuya hakkını ver. Bu ise akrabalık bağını gözetmek, sevgi göstermek, ziyaretleşmek, güzel geçinmek, muhtaç olduğu takdirde yok­sula yardımcı olmak, yolcuya da gideceği yere ulaşıncaya kadar azığını ve bineğinin masraflarını karşılamak için yardımda bulunmaktır. Hitap Rasulul-îah (s.a.)'a olmakla birlikte maksat umumidir. Ebu Davud'un Bekr b. el-Hâris'ten rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Annen ve baban, sonra sana daha yakın olan ve daha yakın olan." Yahut da: "Sonra da yakınlık sırasına göre akrabaların" Buharî ile Müslim de Enes'ten Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Her kim rızkının i-znişletilmesini, ömrünün uzun olmasını arzu ederse akrabalık bağlarını §-:zetsin."

Bu emir Ebu Hanife'nin görüşüne göre kızkardeş, kardeş, anne-baba gibi nahrem olan akrabalara nispetle vücub (zorunluluk) ifade eder, Şafiî'nin förüşüne göre ise mendupluk ifade eder, Cumhura göre de yalnızca usul ve rirdun -diğer akrabalar müstesna- nafakalarını karşılamak vaciptir. Han-mefilere göre ise uzak dahi olsa, bütün akraba lehine nafaka vaciptir.

Yoksullara ve yolculara yardımcı olmak ise mendup sadakalar arasında ;aer alır.

4- Savurganlığın yasaklanması: "Ama saçıp savurma!" Yüce Allah infakı ae karşılıksız olarak harcamayı emrettikten sonra israfı yasaklamakta ve har a politikasını beyan etmektedir. Yani sen malı ancak mutedil bir şekilde olmayan yollarda ve hak sahipleri için harca. İsrafa da düşme. Savur-(tebzir) sözlükte malı israf yollarında harcayıp tüketmektir. Orta yollu mutedil yollu olmak ise İslâm'ın sosyal ve dini politikasıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: 'Ve onlar ki infak ettiklerinde (harcadıklarında) israf da etmezler, cimrilik de etmezler, bu ikisi arasında orta yolu tutarlar." (Furkân, 25/67).

Daha sonra Yüce Allah israfı şeytanların fiillerine izafe etmek suretiyle savurganlığın çirkinliğine dikkat çekerek: "Çünkü saçıp savuranlar şeytanlarla kardeş olmuşlardır." diye buyurmaktadır. Yani mallarını Yüce Allah'a isyan yolunda harcayan savurganlar bu çirkin fiilleriyle şeytanlara benzerler. Bunlar dünyada da ahirette de şeytanlarla birliktedirler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim Rahmanın zikrinden yüz çevirirse biz ona bir şeytan musallat ederiz. Artık o onun (ayrılmaz) arkadaşıdır." Yine Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "O zulmedenleri ve onlara eş olanları... (yani şeytanlardan onlarla birlikte olanları.) toplayınız..." (Saffat, 37/22).

İbni Mes'ud der ki: Savurganlık gerekli olmayan yerde harcamaktır. Müc-ahid der ki: Bir insan malının tümünü hak yolda harcayacak olsa savurganlık yapmış olmaz. Hak olmayan bir yerde bir avuç dahi harcayacak olsa bu da savurganlık olur. Ali (k.v.) nin şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Kendine, aile halkına israfsız ve savurganlığa sapmadan infak ettiğin ile verdiğin sada­ka senin lehinedir. Riyakârlık ve desinler diye yaptığın infak ise şeytanın payınadır." Selef-i salihinden birisi hayır bir yolda alabildiğine harcamalarda bulundu. Kendisine: "İsrafta hayır yoktur." denilince o: "Hayır, hayırda israf yoktur." diye cevap verir.

"Şeytan ise Rabbine karşı pek nanköndür." Yani şeytan Rabbinin nimetini çokça inkâr eder. Çünkü o Yüce Allah'a gereğince amel etmemiştir. Aksine Allah'a isyana, O'na muhalefete yönelmiştir. O bakımdan masiyetlerde ve yeryüzünde fesat çıkartmak yolunda insanları saptırmak uğrunda çalışmıştır.

el-Kerhî der ki: Yüce Allah'ın kendisine bir mevki, şeref veya mal ihsan ettiği kimse de bu durumdadır. Eğer bu kişi bunu Allah'ın razı olmayacağı bir alanda kullanacak olursa bu da Allah'ın nimetine bir nankörlüktür. Çünkü bu kişi sıfat ve fiiliyle şeytana uygun davranmış olur.

Şeytanın Rabbine karşı nankör olma niteliği, savurganın da aynı şekilde Rabbine nankör olacağını göstermektedir. Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Bu ayet-i kerime Arapların âdetlerine uygun olarak indirilmiştir. Çünkü onlar talan ve baskınlar yoluyla mal topluyorlar, sonra da böbürlenmek ve övünmek arzusuyla bu malları insanları İslâmdan alıkoymak, müslümanları zayıflat­mak, düşmanlarını güçlendirmek için harcıyorlardı. İşte bu ayet-i kerime onların yaptıkları işlerin çirkinliklerine dikkat çekmek için nazil olmuştur.

5- Vereceğine dair güzel vaadde bulunmak yahut güzel söz söylemek: "Rabbinden beklediğin bir rahmeti elde etmek için onlardan yüz çevirmek zorunda kalırsan o zaman onlara yumuşak bir söz söyle." Yani eğer akrabadan, yoksuldan, yolcudan malının azlığı ve fakirlik sebebiyle -onları açıkça redd etmekten utanarak- yüz çevirecek olursan onlara güzel, yumuşak söz söyle ve Allah'ın rızkı gelecek olursa onları gözeteceğini belirterek onlara iyi vaadlerde bulun ve geçerli bir mazeret açıkla.

6- Yapılacak infakta orta yolu tutmak. "Ve elini boynuna bağlı kılma..." YSee Allah infakı emrettikten sonra burada da infakın adabını ve geçim için arta yol tutmayı, cimriliği yererek israfı da yasaklayarak emretmektedir. Yani sendine ve akrabalık bağlarını gözetmek hususunda ailene ve hayırlı işlerde cbbti olma. Aynı şekilde aşırıya kaçacak şekilde alabildiğine bol bol infak ederek takatinden fazlasını verme. Gelirinden fazla -elinde bir şey kalmayacak şekilde- harcamada bulunma.

Kısacası: İnfakın esasları yaşayışta iktisat (orta yollu olmak), infakta da vasatı aşmamaktır. Cimrilik de etmemeli, israfa da kaçmamaktır. Cimrilik, aşın eli sıkılık, savurganlık ise aşırı harcamadır. Her ikisi de yerilmiştir. işlerin en hayırlıları ise orta yollu olanlarıdır.

Ahmed, İbni Mes'ud'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah î_a.) buyurdu ki: "İktisat eden fakir düşmez." Beyhakî de İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Nafakada iktisat geçimin yarısıdır." ed-Deylemî de Müsnedü'l-Firdevs'inde Enes'ten merfu olarak şunu rivayet etmektedir: "Tedbir (idareli harcama) geçimin yarısıdır. Sevgi göstermek aklın yarısıdır. Üzüntü yaşlılığın yarısıdır. Aile efradının Ezhğı ise iki zenginlikten birisidir."[42]

Buharî ile Müslim'de Ebu Hureyre (r.a.)'den şöyle dediği rivayet edilmek-■sedir: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Kulların sabahladığı her günde mutlaka .ki melek semadan iner. Onlardan birisi: "Allah'ım, infak edene infak ettiğinin y/erini tutacak olanı ver." Diğeri ise: "Allah'ım cimrilik edenin malını da telef *L" diye dua eder. Müslim'in Ebu Hureyre'den merfu olarak rivayetine göre Hz. Peygamber) şöyle buyurmuştur: "Sadakadan dolayı bir mal eksilmez. Allah için alçakgönüllülük edeni de Allah yükseltir." Ebu Davud da Abdullah b. Ömer'den merfu olarak şunu rivayet etmektedir: "Cimrilikten sakınınız, çünkü cimrilik sizden öncekileri helak etti. Bu cimrilik duygusu kendilerine cimri olmalarını emretti, onlar da cimrilik ettiler. Akrabalık bağını kesmelerini emretti kestiler, kötülük yapmalarını emretti onlar da kötülük işlediler."

Daha sonra Yüce Allah rızkın kendi iradesine bağlı olduğunu belirtti ki, insanlar kimi vakitler rızıklarmın daralmasının Allah nezdindeki hallerinin kötülüğünden kaynaklanmadığını idrak etsinler. Şöyle buyurmaktadır: 'Muhakkak ki Rabbin dilediğine rızkı genişletir ve daraltır." Yani ey Rasul, ozık veren, kısan, yayan, yarattıklarında dilediği gibi tasarruf eden, dilediğini Bengin kılan dilediğini fakir kılan -bu husustaki hikmeti gereğince- senin Rab-: indir. İşte bundan dolayı Yüce Allah: "Muhakkak ki O kullarından hab--:"dardır, Basîr'dir." diye buyurmaktadır. Yani o Yüce Allah her bir insanın maslahatının ancak o kadarında olduğunu bilir. O kimin zenginliği hakettiğini, cimin fakirliği hakettiğini çok iyi bilen, haberdar olan, her şeyi görendir. Kulların rızıklarmdaki farklılık Allah'ın (haşa) cimriliğinden dolayı değildir. Aksine bu maslahatlara riayet içindir. Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

"Benim kullarımdan kimisi vardır ki, ona ancak fakirlik elverişlidir. Eğer ben onu zengin edecek olursam onun aleyhine dinini bozmuş olurum. Yine kullarımdan öyleleri vardır ki onlara ancak zenginlik uygun gelir. Şayet ben o kimseyi fakir düşürecek olursam onun aleyhine olmak üzere dinini ifsad eder­im." Zenginlik bazı kimseler hakkında imtihan olabilir. Fakirlik ise bir ceza olabilir.

Ayet-i kerimeden maksat şudur: Yüce Allah Rasulüne kendisinin Rab olduğunu öğretmektedir. Rab ise kullarını terbiye eden, onu ıslah edip ihtiyaçlarını karşılayan ve ıslahına elverişli bir miktarda ihtiyaçlarını karşılayarak kimisine rızkı genişleten, kimisine de daraltandır. [43]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Sözü geçen bu hususlarda anlaşıldığı gibi ayet-i kerimeler aşağıdaki hükümleri ifade etmektedir:

1- Tevhid imanın esasıdır. Şirk koşmak da küfrün ve sapıklığın başıdır.

2- Anne babaya iyilik yapmak, yerine getirilmesi gereken bir farzdır. Şanı Yüce Allah kendisine ibadet edilmesini, tevhid edilmesini emretmiş ve anne babaya iyi davranmayı da bununla birlikte söz konusu etmişt. /. Tıpkı her iki­sine teşekkür etmeyi Allah'a şükretmekle birlikte söz konusu ettiği gibi. Yüce Allah: "Rabbin hükmetti ki: Kendisinden başkasına ibadet etmeyesiniz, ana-babaya iyi davranasınız..." diye buyurduğu gibi. Ayrıca başka bir yerde "Bana ve ana babana şükret ve dönüş banadır." (Lokman, 31/14) diye de buyurmuştur.

3- Kişinin anne babasına kötü söz söylememesi, onlara kötü davranma­ması da yapılacak iyilikler kapsamındadır. Aksine davranışın büyük günahlar­dan olduğunda da şüphe yoktur.

4- Anne babaya kötü davranmak, onlara istekleri olan hususlarda aykırı davranmaktır. Nitekim onlara iyilik yapmak da onların maksatlarına uygun hareket etmektir. Masiyet olmayan, maruf ve mubah olan hususlarda istekleri­ni yerine getirmek gereklidir.

5- Anne babaya iyilik yapma emri sadece müslüman anne ve baba hakkında değildir. Aksine kâfir olsalar dahi, anne babaya iyilik yapmak gerekir. Eğer İslâm'ın himayesi altında yaşama ahdine sahip zimmi iseler onlara iyilik dahi yapar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizinle din hususunda savaşmamış, sizi yurtlarından çıkarmamış olanlara iyilik yap­manızı ve onlara adaletle davranmanızı Allah size yasaklamaz..." (Mumtahine, 60/8).

Buharî'nin Sahîh'inde rivayet edildiğine göre Hz. Esma şöyle demiş: Annem babası (dedem) ile birlikte, müşrik iken Kureyşlilerle yapılan andlaşma (Hudeybiye) süresi içerisinde -Peygamber (s.a.) ile andlaşma yapmışlardı-yanıma geldi. Ben Rasulullah'a (s.a.) durumunu sormak üzere dedim ki: Annem benim kendisine iyilik yapmamı arzu ederek gelmiş bulunuyor. Ben ona iyilikte bulunayım mı? Hz. Peygamber: "Evet, annene iyilik yap" buyurdu.

6- Eğer cihat farz-ı ayn değil ise çocuğun anne babasının iznini almadığı sürece cihada çıkmaması da anne babaya yapılan iyilik kapsamı içerisindedir. Müslim Abdullah b. Amr'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bir adam Rasulullah (s.a.)'ın yanına gelip cihat etmek üzere ondan izin istedi. Hz. Peygamber: "Annen baban hayatta mıdır?" diye sorunca adam: "Evet" dedi. Rasulullah (s.a.): "Sen onlar uğrunda (onlara iyilik ederek) cihat et." diye buyurdu.

Müşrik anne ve baba hakkında es-Sevrî de: "Kişi Onların izni olmadıkça gazaya çıkamaz." derdi. Şafii ise: "İzinlerini almaksızın gazaya çıkabilir." demiştir.

Anne babanın sevdiklerini gözetmek de anne-babaya yapılan iyiliğin

tamamlayıcı unsurlarındandır. Müslim'in Sahîh'inde İbni Ömer'den şöyle

dediği rivayet edilmektedir: Rasulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim:

Şüphesiz kişinin babasının sevdiklerine -babası geçip gittikten sonra- iyilikte

bulunması iyiliğin en büyüğüdür."

Bedir ashabından Ebu Useyd es-Sâidî yoluyla gelen hadis daha önceden zikredilmiştir.

8- Anne babaya karşı yapılan davranışları Yüce Allah özellikle gözetmek­tedir. Çünkü Yüce Allah: "Rabbiniz nefislerinizde olanı en iyi bilendir." buyur­maktadır. Yani O, sizin anne babanıza karşı merhametli, şefkatli davranmanızı veya bunların dışında kalan onlara karşı kötü davranmayı, onun zıttı olarak onlara iyilik yaparken riyakârca davrananın durumunu bilir.

9- Yüce Allah anne babaya iyilik yapmayı, onların haklarını gözetmeyi emrettiği gibi, akrabalık bağını gözetmeyi, yoksula ve yolcuya sadaka vermeyi de emretmiştir.

10- İslâm, savurganlığı haram kılmıştır. Savurganlık ise Şafii (r.a.)'nin de dediği gibi, malı hakkı olmayan yerde harcamaktır. Hayır işlerinde savur­ganlık söz konusu değildir. Cumhurun görüşü budur. Malik der ki: Savurganlık, malı hak olan yerden elde etmekle birlikte, hak olmayan bir yere koymaktır, harcamaktır. Bu ise israftır ve haramdır. Çünkü Yüce Allah:

Çünkü saçıp savuranlar şeytanlarla kardeş olmuşlardır." buyurmaktadır.

11-  İhtiyaç miktarı dışında canının çektiği, arzuladığı şeyler için malını harcayıp böylelikle malını tüketmekle karşı karşıya gelen kimse savurgandır. Haram yolda tek bir dirhem harcayan kimse yine savurgandır ve böyle bir kişi hacr (kanunî gözetim ve kısıtlılık) altına alınır. Malının kârını yine canının çektiği şeyler için harcayıp bununla birlikte asıl sermayesini koruyan kişi ise, savurgan sayılmaz.

12-  Üstün edeb, yardım imkânı olmadığından akrabaları güzel sözlerle geri çevirmeyi ve imkânı olduğu takdirde ise onların haklarını gözetleyeceğine dair güzel vaadlerde bulunmayı, kabul edilebilir gerekçeler söyleyerek onlara özür beyan ederek davranmayı gerektirir. Bu ise onların gönüllerini hoş eder, kişi hiçbir zaman zenginlik ve imkânı olmakla birlikte onları küçümseyerek, onlardan yüz çevirerek haklarından mahrum bırakmamalıdır. Çünkü Yüce Allah "Rabbinden beklediğin bir rahmeti elde etmek için..." diye buyurmaktadır. Yani ey Muhammed, elin dar olduğu için onlara vermeyecek olursan, onlara güzel söz söyle, yeterince özür dile ve rızıklarınm genişlemesi için onlara dua et ve de ki: İmkân bulursam size iyilik yaparım, ikramda bulunurum. Çünkü böyle bir davranış insanın ruhunu, tıpkı onu gözetmek gibi sevindirir, memnun eder.

13- İslâm'da infâk, cimriliğe ve israfa kaçmaksızm orta yol ve mutedil har­camadır. Kişi bu infakı ile gelecekte çoluk çocuğunun rızkını zayi etmemelidir. Yahut da bundan sonra geleceklere bir şey bırakmamazlık etmemelidir. Çünkü haksız yere israf ve malı telef etmek israfta bulunan kimseyi pişmanlığa, has­rete ve kınanmaya mahkûm eder. Malını telef ettiği için yahut da vermediği kimseler tarafından yadırganan kimse, "kınanmış" kişi demektir.

14- Şüphesiz Allah kullarının menfaatlerini ve durumlarını en iyi bilendir. O bakımdan o hikmet ve maslahata uygun olarak dilediğine rızık verir ve dile­diğinden de rızkı alıkoyar. [44]

 

Müslüman Toplumun Diğer Esasları

 

31- Açhk korkusuyla çocuklarınızı öl­dürmeyiniz. Onlara da size de biz rızık veririz. Onları öldürmek gerçekten bü­yük bir günahtır.

32- Zinaya da yaklaşma­yınız. Çünkü o bir hayasızlıktır ve kötü bir yoldur.

33- Allah'ın haram kıldığı canı öldürmeyin, hak ile olursa müstesna. Kim zulmedilerek öldürülürse gerçek­ten    biz onun velisine bir hak tanımışızdır. Artık o da öldürmekte aşırı gitmesin. Çünkü o zaten yardım görenlerden olmuştur.

34- Erginlik çağına ulaşıncaya kadar yetimin malına -en güzel şekilde olması dışında- yaklaşmayın. Ahdi de yerine getirin. Muhakkak ahitten sorulacaktır.

35- Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun ve dosdoğru ölçü ile tartın. Bu hem daha hayırlıdır, hem sonuç itibariyle daha güzeldir.

36- Bilmediğin şeyin ardınca gitme. Çünkü kulak da, kalp de, göz de; bütün bunlar ondan mesuldürler.

37-  Yeryüzünde kibirlenerek yürüme. Şüphesiz ki sen ne yeri yarabilirsin ne de boyca dağları aşabilirsin.

38- İşte bütün bunlar kötülükleri Rab-bin katında sevilmeyen bir şeydir.

39- Bunlar Rabbinin sana vahyettiği hikmettendir. Allah ile beraber bir başka ilah edinme. Yoksa kınanmış ve kovulmuş olarak cehenneme atılırsın.

 

Belagat:

 

"Zinaya da yaklaşmayınız" buyruğu zina işlemeyiniz yahut zina etmeyiniz emrinden daha beliğdir. [45]

 

Kelime ve İbareler:              

 

"Açlık korkusuyla" yani fakirlik korkusuyla diri diri gömmek suretiyle "çocuklarınızı öldürmeyiniz. Onlara da size de biz rızık veririz." Burada çocuk­ların rızkı babaların rızkından önce söz konusu edilmiştir. Zira çocukların öldürülmesi çocuklar sebebiyle fakirliğe düşmek korkusuydu. O bakımdan onların rızkı öne alınmıştır. En'am suresinde ise "Sizi de onları da biz rızıklandırırız." (6/151) diye buyurulmakta ve burada da babaların rızkı çocuk­ların rızkından önce söz konusu edilmektedir. Zira o çocukların öldürülmeleri babaların fakir düşmelerinden dolayı idi. Bu "Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır." yani günahı oldukça büyük bir hata idi.

"Zinaya da yaklaşmayın çünkü o bir hayasızlıktır." Apaçık bir çirkinlik, çirkin bir iştir "ve kötü bir yoldur." O ne kötü bir yoldur! Çünkü zina ırzlara bir saldırıdır ve neseplerin koparılmasına götürür, namusları zorla gasbetmek ve fitneleri körüklemektir.

"Kim zulmedilerek öldürülürse biz onun velisine" mirasçısına "bir hak tanımışızdır." Yüce Allah'ın "Kim zulmedilerek öldürülürse" buyruğu burada sözü geçen öldürmenin haksızca saldın ile kasten öldürmek olduğunu göster­mektedir. Çünkü hata yoluyla öldürmeye "zulmen" denilmez. "Artık o da" katilden başkasını öldürmek suretiyle yahut da öldürdüğü aletten başkasıyla yahut bir kişiden fazlasını öldürmek suretiyle "öldürmekte aşırı gitmesin." Bu buyruk ile cahiliye dönemindeki intikam alma adeti yasaklanmaktadır.

"Yetimin malına en güzel şekilde olması müstesna" yani en güzel yol hangisi ise o yolla olması müstesna, "ahdi de yerine getirin." Allah'ın ahdini yahut mükellefiyetlerini ya da kesin, sağlam ve tekitli bir şekilde insanlarla yapmış olduğunuz ahitleri. "Muhakkak ki ahitten sorulacaktır." Yani ahitte bulunanlar bundan dolayı sorguya çekilecektir ve ahit yapandan onu zayi etmemesi, eksiksiz bir şekilde yerine getirmesi istenir.

"Ölçüyü tam tutun" eksiksiz yapın "ve dosdoğru ölçü ile tartın" yani doğru tartan terazi ile tartın yahut da âdil bir şekilde ölçün.

"Bilmediğin şeyin ardınca gitme!" Bilmediğin şeyi izleme, arkasından gitme! "Göz de kalp de... ondan mesuldürler." Bunlara sahip olanlar bunları ne şekilde kullandıklarından sorumludurlar. Bütün bu organlar aklı başında olan varlıklar gibi söz konusu edilmişlerdir. Buna sebep ise bunların sahiplerine karşı şahitlik etmeleri ve durumlarından sorumlu olacaklardır.

"Kibirlenerek" böbürlenerek yahut da kibir ve böbürlenmek suretiyle övünerek büyüklük taslayarak "yürüme. Şüphesiz ki sen ne yeri yarabilirsin" kibirinle orayı delemezsin yahut da sert adımlarla orayı çiğneyerek oradan bir yol açamazsın "ne de boyca dağları aşabilirsin".

"İşte bütün bunlar" yani yüce Allah'ın: "Rabbin hükmetti ki..." buyruğundan itibaren buraya kadarki bütün buyruklar "Rabinin sana vahyet-tiği hikmettendir," ey Muhammed! Burada hikmet, şanı yüce Allah'ı, gereği gibi tanıyıp bilmek ve gereğince amel etmek üzere de hayrı ve öğüt teşkil eden şeyleri bilmektir.

"Allah ile beraber bir başka ilâh edinme!" Burada bu emir tevhidin işin İnafi ve sonu olduğuna dikkat çekmek için tekrarlanmıştır. Çünkü böyle bir t olmayanın ameli olmaz. Yaptığı yahut yapmadığı ile tevhitten başka bir güden kimsenin işi boşunadır. Tevhit hikmetin başı ve esasıdır. "Yoksa ıış" bizzat kendin kınanmış "ve kovulmuş" yani Allah'ın rahmetinden ıklaştırılmış "olarak cehenneme atılırsın." Daha sonra Yüce Allah şirkin »ki sonucunu ifade etmektedir ki bu da cehenneme atılmaktır. [46]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şanı yüce Allah önce bize şu beş hususu emretti: Tevhit, ihlâsla Allah'a ibadet etmek ve Allah'tan başkasına ibadetten çekinmek, anne babaya iyilik yapmak, onlara karşı alçakgönüllü davranmak, akrabalara, yoksullara bir şeyler vermak ve güzel söz söylemek. Bundan sonra Yüce Allah infâkın âdabını suretti ki, bu da israfa kaçmadan ve cimrilik yapmadan orta yolu seçmektir. Banların akabinde ise üç şeyi yasakladı ki onlar da zina, -hak ile olması müstesna olmak üzere- öldürmek ve -en güzel yol ile olması hali dışmda-yetimin malına yaklaşmak.

Bunun akabinde de üç emir vermektedir. Bunlar da ahde vefa, ölçüyü tas­lamam yapmak, doğru terazi ile tartmak. Sonra da üç şeyi yasaklamaktadır: Bilmediğin şeyin ardından gitmek, kibirlenmek ve böbürlenmek, Allah'a ortak coşarak ilâhlar edinmek.

Kısacası Yüce Allah bu ayet-i kerimeler ile onlardan önceki ayet-i kerime­lerde 25 türlü mükellefiyeti bir arada zikretmektedir. Bunlar ise öncelikle tev-zıâi emretmek, şirki yasaklamakla başladı, yine bu emir ve yasağı hatırlata­rak sona erdirdi. Böylelikle her bir amelin, sözün düşüncenin ve zikrin başını-ia tevhidin söz konusu edilmesinin gereğine dikkat çekmiş olmaktadır.[47]

1- Şirki bir kenara itmek: "Allah ile beraber başka bir ilâh edinme."

2,3- Allah'a ibadeti emredip O'ndan başkasına ibadeti yasaklamak: "Rab-bin hükmetti ki kendisinden başkasına ibadet etmeyesiniz."

4- Anne babaya iyilik yapmak: "Ana ve babaya iyi davranasınız."

5-9- Anne babaya çeşitli iyiliklerde bulunmak. Bunlar da beş tanedir: Onlara of dahi deme. Onları azarlama ve her ikisine de tatlı söz söyle. Mer­hametinden dolayı onlara alçakgönüllülük kanatlarını indir ve de ki: Rabbim ikisine... merhamet et."

10-12- Üç mustaz'afa bir şeyler vermek: "Yakın akrabaya hakkını ver, miskine ve yolcuya da."

13- Savurganlık yapmamak: "...ama saçıp savurma."

14- Güzel söz söylemek: "O zaman onlara yumuşak bir söz söyle."

15- Cimrilik ve eli sıkılık yapmamak: "Ve elini boynuna bağlı kılma."

16- Kız çocukları diri diri gömmeyi yahut çocukları öldürmeyi haram kılmak: "Açlık korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyiniz."

17- Hak ile olması müstesna öldürmeyi haram kılmak: "Allah'ın haram kıldığı canı öldürmeyin. Hak ile olursa müstesna."

18- Velinin kısasta hak sahibi olduğunu kabul etmek. "Kim zulmedilerek öldürülürse gerçekten biz onun velisine bir hak tanımışızdır."

19- Kısasta aşırılığı haram kılmak: "Artık o da öldürmekte aşırı gitmesin."

20- Ahde vefa göstermek: "Ahdi de yerine getirin."

21- Ölçüyü tastamam yapmak: "Ölçtüğünüz zaman da ölçüyü tam tutun."

22- Adaletle tartmak: "Ve dosdoğru ölçü ile tartın."

23- Zannm peşine düşmemek: "Bilmediğin şeyin ardınca gitme."               

24- Büyüklenmeyi, böbürlenmeyi haram kılmak: "Yeryüzünde kibirlenerek yürüme."

25- Şirki haram kılmak: "Allah ile beraber bir başka ilâh edinme!" [48]

 

Açıklaması

 

İslâm toplumunun esaslarını açıklayan bu ayet-i kerimelerde sözü edilen itaatlerin beşinci türü[49] işte budur. Bu ise kız çocukları diri diri gömmektir. Yüce Allah anne babaya iyilik yapma şekillerini açıkladıktan sonra, çocuklara iyilik yapma şeklini beyân etmektedir.

Fakirlik yahut utanç korkusuyla kız çocuklarınızı öldürmeyin. Onları rızıklandıran biziz, siz değil. Sizi de biz rızıklandırıyoruz. Fakirlik yahut utanç korkusuyla onları öldürmek oldukça büyük bir günah, büyük bir vebaldir. Altından kalkılamayacak kadar ağır bir mesuliyettir. Burada öncelikle çocuk­ların rızkına dair haber verilmektedir. Çünkü burada varlıklı olanlara hitap edilmekte ve onların rızıklarma verilen önem söz konusu edilmektedir. Buna karşılık En'am suresinde ise babaların rızkı ile ilgili habere öncelik tanındığını görüyoruz: "Sizi de onları da biz rızıklandırırız." (En'am, 6/151). Çünkü burada fakirlere hitap edilmektedir ve fakirlik dolayısıyla çocukların öldürülmesini yasaklamaktadır. O halde babaların da çocukların da rızıkları Allah'ın elindedir. Fakirlik korkusuyla çocukları öldürmek ise Allah'a karşı kötü bir zan beslemektir. İsterse çocukular utanç korkusu ve kız çocuklarının kıskanılması dolayısıyla olsun. Çünkü böyle bir iş dünyanın tahribi için çalışma demektir.

Ayet-i kerime Yüce Allah'ın kullarına, babanın çocuğuna olan mer­hametinden daha merhametli olduğunu göstermektedir. Çünkü Yüce Allah çocukların öldürülmesini yasaklamaktadır. Nitekim miras hususunda da babalara çocukları tavsiye ettiğini biliyoruz. Cahiliye dönemi insanları ise hiçbir zaman kız çocuklara miras vermezler, kimi zaman kız çocuklarını toprağa diri diri gömerek öldürürlerdi. Buna sebep ise kız çocukların kazan­maktan aciz olmaları ve denk olmayan kimselerle kız çocuklarını evlendirmek »orunda kalacaklarından korkmalarıydı.

Buharı ile Müslim'de İbni Mes'ud'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ey Allah'ın Resulü, en büyük günah hangisidir dedim. Şöyle buyurdu: "Allah seni yaratmışken O'na ortak koşmandır." Sonra hangisidir diye sordum, o "Seninle beraber yemek yer (rızkını paylaşır) korkusuyla çocuğunu âldürmendir." dedi. Sonra hangisidir diye sordum, bu sefer: "Komşunun hanımı Se zina etmendir." buyurdu.

Altıncı tür, zinanın haram kılınmasıdır: Yüce Allah daha önce geçen beş hususu emir buyurduktan sonra zina, öldürmek ve yetimin malını yemekten ibaret olan üç şeyi yasaklamaktadır. Önce zinayı haram kıldı. Çünkü o bir çeşit israf (haddi aşmak)tır. Zinanın haram kılınması, cimriliğin görünür hal­lerinden birisi olan çocukları öldürmeyi yasaklamanın akabinde söz konusu edilerek şöyle buyurmuştur: "Zinaya da yaklaşmayınız, çünkü o bir hayasızlıktır ve kötü bir yoldur." Yani zinadan en ufak bir payınız olmasın, asla «mu işlemeyiniz. Zinaya götüren sebeplere de, bu fiili çağrıştıran hususlara da yaklaşmayınız. Çünkü ona götüren sebepler sonunda zinaya götürür. Elbette ki zina çok çirkin ve hayasızca bir iştir, büyük bir günahtır, çok kötü bir yoldur. Çünkü zina ile aileler parçalanır, nesepler karışır. Haramlar çiğnenir, başkalarının haklarına saldırılır. Ailelerin parçalanması ile anarşi yayılır ve toplumun esasları tahrip edilir, bunalımlara kapı açılır. Öldürücü hastalıklar yaygınlık gösterir, fakirliğe, zillete ve alçaklığa düşürür. el-Kaffal der ki: Bir insana: "Bu işe yaklaşma," denilecek olursa bu o kimseye "Bunu yapma" demekten daha pekiştirilmiş bir emirdir. Diğer taraftan Yüce Allah bu yasağı 'Çünkü o bir hayasızlıktır ve kötü bir yoldur." buyruğu ile gerekçelendirmektedir.

İbni Ebi'd-Dünya, el-Heysem b. Malik et-Taî'den Rasulullah (s.a.)'a kadar merfû bir isnad ile Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: Allah nezdinde şirkten sonra bir erkeğin kendisi için helâl olmayan bir rahime nutfesini bırakmasından daha büyük hiçbir günah yoktur."

Peygamber (s.a.)'in İmam Ahmed'in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte genç bir delikanlıya zinaya dair oldukça beliğ ve gerçekçi bir ders verdiğini görüyo­ruz. Zina nasıl ki kişinin annesi, kızları, kızkardeşleri, halaları ve teyzeleri için hoşlanılmayan, çirkin görülen bir iş ise aynı şekilde başka insanların da kendi anneleri, kızkardeşleri, hala ve teyzeleri için sevmedikleri bir iştir. Hz. Pey­gamber bu örneği verdikten sonra elini o gencin göğsünün üzerine koyarak şöy­le buyurdu: "Allahım, sen bunun günahını mağfiret buyur, kalbini arındırır ve onun cinsiyet organını haramdan koru." Artık bundan sonra o genç haram bir şeye dönüp bakmadı.

Zinayı serbest kabul eden doğu ve batılı ülkeler ise neseplerin karışmasına da namus diye bilinen ahlâki erdeme de önem vermezler. Artık bu onların ahlâkî değerleri arasında bir değer olmaktan çıkmıştır. Kadından yararlanmayı yemek içmek gibi bir şey haline getirmişlerdir. Bu ise oldukça kötü bir durumdur. Her şeyi altüst etmektir, insan fıtratının tepetaklak dön­mesi demektir.

Yüce Allah zinayı üç sıfat ile nitelemektedir: Onun hayasızlık olması, bir başka ayette oldukça gazabı gerektirici bir iş olması ve kötü bir yol olması. Hayasızlık olmasının sebebi dünyanın yıkılmasını gerektiren neseplerin bozul­ması gibi kötü bir sonucu bünyesinde taşıması, namus ve iffetlere saldırıp bun­lar dolayısıyla öldürme tehlikesini barındırması ve aynı zamanda bunun da dünyanın harap olmasını gerektirmesi. Gazaba sebep olmasına gelince: Çünkü zina eden kadın gazaba uğrayan, tiksinilen bir varlık olur. Çözülmüş toplum­larda bile bu böyledir. Bu ise aile sahibi olmamak, evlenmemek sonucunu doğurur ve insanın önemli hiçbir işinde kadına güvenmemesi sonucu verir. Kötü bir yol olmasına gelince, insan ile hayvanlar arasında belli dişilerin belli erkeklere has olmaması bakımından bir fark kalmaz. Aynı şekilde bu işin zil­leti, ayıbı ve çirkinliği de genellikle toplumda kadın üzerinde kalır.[50]

Yedinci tür, öldürmenin haram kılınmasıdır: "Allah'ın haram kıldığı canı öldürmeyin..." Bu da (bu buyruklar arasında) yasak kılman işlerin ikincisi, toplum ile ilgili hükümlerin yedincisidir. Zinadan sonra söz konusu edilmesi uygun düşmüştür. Çünkü zina insanın var olmaması sonucunu verir. İnsan neslinin azalmasına sebep olur. Öldürmek ise insan varlığını yıkar ve insanları yok etmeye kadar götürdüğünden haramdır. Çünkü Allah'ın yaratmasına ve yarattıklarına bir saldırıdır. Çünkü insan kendi kendisinin maliki değildir, aksine insan yaratıcısının mülküdür. Toplumun ve devletinin bir servetidir. Bu bakımdan İslâm'da intihar da haram kılınmıştır, hak ile olması dışında canın öldürülmesi de. Kim kendisini öldürecek olursa o haddi aşmış bir günahkârdır. Kim de başkasını öldürürse o da haddi aşmış bir günahkârdır.

Ayet-i kerimenin anlamı şudur: Dinin öldürülmesini haram kıldığı insanı -şer'î bir hak ile olması hali dışında- öldürmeyiniz. Bu da üç şeyden birisidir: İmandan sonra küfür (irtidat), muhsan olduktan sonra zina ve kanı koruma altında olan bir kimseyi kasten öldürme. Buharı, Müslim ve başka hadis kita­plarında Abdullah b. Mes'ud'dan Rasulullah (s.a.)'ın şu buyruğunu naklettiği sabittir. "Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın rasulü olduğuna şahitlik eden müslüman bir kimsenin kanı ancak şu üç şeyden birisi ile helâl olur:" "Cana karşılık can, muhsan zinakâr ve dinini terk edip müslü­man cemaatten ayrılan." Tirmizî ve Nesaî'nin Simerc'lerinde de Abdullah b. Amr'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Dünyanın zeval bulması Allah nezdinde müslüman bir kimsenin öldürülmesinden daha hafiftir.

Haksız yere öldürmek çok büyük bir günahtır. Çünkü o yeryüzünde bir fesattır, Yüce Allah ise, fesatı sevmez. O bir zarardır, bir saldırganlıktır, güvenligi ihlâl etmektir. Toplumda çalkantıya sebeptir, insanlığın son bulmasına götüren bir yoldur.

Şanı yüce Alfan: "Kak iCe müstesna"6uyruğu. iie riaff: lie" ötâarme âaûht jJdürmenin haram kılınması genel ilkesinden istisna ettikten sonra, devletin kontrolü altında maktulün velisine kısası uygulama hakkını tespit etmektedir. Bununla birlikte öldürme işinin yalnızca katile münhasır kalması kaydını da getirmekte ve şöyle buyurmuktadır: "Kim zulmedilerek öldürülürse gerçekten biz onun velisine bir hak tanımışızdır..." Yani her kim zulmen ve öldürülmesini gerektiren haklı bir sebep olmaksızın, haksızca ve saldırganlıkla öldürülürse, artık biz mirasça yahut da mirasçının olmaması halinde yönetici yetkisine sahip olan ve onun hakkını talep etme hakkına sahip olan kimselere, katile karşı bir yetki vermişizdir. Ve biz ona şu iki şeyden tercih etme imkânını tanımışızdır: Ya mahkemenin hükmünden sonra hakimin kontrolü altında kısas ya da diyet karşılığı yahut karşılıksız olarak -Sünnet-i seniyyede sabit olduğu gibi- katili affetmek. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler, öldürmelerde üzerinize kısas farz yazıldı." (Bakara, 2/178). Hz. Peygamber de Ebu Davud ile Nesaî'nin Ebu Şureyh el-Huzâî'den rivayetlerine göre şöyle buyurmuştur: "Benim söylediğim bu sözümden sonra her kimin bir yakını öldürülecek olursa onun akrabaları şu iki şeyden birisini tercih edebilir­ler: Ya diyet alırlar yahut da katili öldürürler." İşte kanı talep etme yetkisine ı velayetine) sahip olana tanınmış bulunan bu hak, öldürmede aşırıya git­memek kaydıyla kayıtlıdır. Yani katili öldürme hakkına sahip olan veli, o katile müsle uygulamak (azalarını kesmek) yahut da katilden başkasına kısas uygulamak suretiyle aşırıya gitmesin. Cahiliye halkı ile günümüzde üstünlük sağlamak ve yüreklerini soğutmak için pek çok kimseyi öldüren cahillerin âdeti gibi yapmasın. Mühelhel b. Ebi Rabia, Müceyr b. el-Haris b. Abbâd'ın öldürülmesi üzerine şöyle söylemişti: Sen ancak Küleyb'in bir ayakkabısına eşit olabilirsin. Küleyb'e karşı bütün Mürrelileri öldürmekten başka bir şey kâfi gelmez.

Ey veli, öldürmeye karşı kısası uygularken aşırıya gitme! Çünkü zaten sen şer'an katile karşı yardım görmüş, desteklenmiş bir kimsesin. Yüce Allah dünyada da âhirette de günahlarını örtmek ve katili cehennemde azaplandırmak suretiyle sana daha hayırlısını verecektir.

Bundan kasıt da şudur: Evlâ olan kanı taleb etme hakkına sahip olan kimsenin katili öldürmeye kalkışmaması ve diyet almak yahut da karşılıksız affetmek ile yetinmesidir. Çünkü yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: "Her kime kardeşinden bir şey affolunursa artık (veli katilden diyeti almak için) marufla olsun ve katil de ona güzellikle ödesin." (Bakara, 2/178); "Bununla bir­likte affetmeniz takvaya daha yakındır." (Bakara, 2/237).

Sekizinci tür, yetimin malını yemenin haram kılınması:"... yetimin malına yaklaşmayın." Yüce Allah insanı telef etmeyi haram kıldıktan sonra malları telef etmeyi de haram kılmaktadır. Yani yemek suretiyle ve telef etmek yoluyla yetimin malına yaklaşmayınız, tasarrufta bulunmayınız. Ancak yetim lehine bir fayda yahut açık bir maslahat gerçekleştiren bir durumda olması bundan müstesnadır. Bu ise yetimin malını korumak veya onu artırma yoluna gitmek suretiyle en güzel yol ile olur ve bu reşit olarak bulûğa erinceye ve büyüyüp olgunlaşmcaya, aklı tamamlanıncaya kadar devam eder. Güçlü duruma gelmek, aklı ve reşitliği sayesinde malını ıslah edecek yaşa varmasıyla olur. Reşit olması halinde artık başkasının o malı üzerindeki velayeti son bulur. Bu da bulûğ yaşına reşit olarak varmasıdır. Eğer akıllı olmayarak yahut rüşdsüz bir şekilde bulûğa ererse daha önceki velayet devam eder. Aklın bulûğu ise aklın kemale ermesi, duyu ve harekete iten güçlerinin olgunlaşması demektir. Şu ayet-i kerime de bu buyrukları andırmaktadır: "Büyüyecekler diye onların mallarını israf ederek çabucak yemeyin. Kim zenginse kaçınsın, fakir olan da örfe göre yesin." (Nisa, 4/6). O bakımdan yetimin velisinin fakir ise maruf ölçülerde ihtiyacı dolayısıyla yetimin malından bir şeyler alması caiz olur.

Yüce Allah'ın "Yetimin malına... yaklaşmayın." ayeti nazil olunca ashab-ı kirama ağır geldi. O bakımdan yiyecek olsun başka şeylerde olsun yetimlerin mallarını kendi mallarına karıştırmazlardı. Bu ise yetimlerin bir takım işlerinin ihmal edilmesi sonucunu doğurdu. Bunun üzerine Yüce Allah şöyle buyurdu: "Eğer onları da katarsanız biliniz ki onlar kardeşlerinizdir. Allah fesat yapanı da ıslah edeni de bilir." (Bakara, 2/250).

Dukuzuncu tür, ahde vefadır: "Ahdi de yerine getirin, muhakkak ki ahitten sorulacaktır." Yüce Allah öncelikle beş hususu emrettikten sonra üç hususu da yasaklamaktadır (bunlar zina, hak olması dışında öldürme ve yetimin malına yaklaşmaktır). Arkasından üç hususu emrettiğini görüyoruz. Bunların birincisi ise ahde vefadır. Yani insanlarla sözleştiğiniz ahdi eksiksiz yerine getiriniz, onlarla karşılıklı ilişkilerde bulununuz, akitlerin gereğini ifa ediniz. Çünkü ahit ve akit sahipleri bundan sorumlu tutulacaklardır. Bu ayetin bir benzeri de: "Ey iman edenler, akülerinizi tastamam yerine getiriniz." (Maide, 5/1) aye­tidir. Buna göre ahit bir fazilet ve bir mîsak (söz, andlaşma), akit ise bir yükümlülüğü kabul etmek ve bir bağlantı yapmaktır. Ahdi bozmak hainlik ve münafıklıktır. Ahdi terk etmek ise güveni yok etmek, hakları zayi etmektir. O bakımdan şer'an ahde vefa göstermek icap eder, akdin gereğini yerine getirmek gerekir. Kim verdiği sözde durmaz, ahdini yerine getirmez, akdinin gereklerini yürürlüğe koymazsa günaha düşer, isyanda bulunmuş, imanın ve dinin gereğini ihlâl etmiş olur. Ahit insan ile Allah arasındaki ve kişi ile sair insan­lar arasındaki her türlü ilişkiyi kapsayan genel bir emirdir. Akit de yemin, alışveriş, şirket, icare, sulh ve evlilik gibi insanın gereklerini yerine getirmeyi üstlendiği her bir şeydir.

İşi sağlamlaştırıp pekiştirmek suretiyle yapılan her bir ahit, akittir. Bu bakımdan dolayı ahitlere ve akitlere bağlı kalıp gereklerini yerine getirmenin vücubuna delâlet eden pek çok ayet-i kerime varit olmuştur. Yüce Allah'ın şu buyrukları gibi: "Ve ahitleştiklerinde ahitlerini eksiksiz yerine getirenler..." (Bakara, 2/177); "Ve emanetlerine ve ahitlerine riayet edenler..." (Mü'minûn, 23/8; Meâric, 70/23); "Ve Allah alışverişi helâl kılmıştır." (Bakara, 2/275); "Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda sizden karşılıklı bir rızaya dayalı ticaret ile olması hali müstesna, batıl yollarla yemeyiniz." (Nisa, 4/29).

Ahde veya akde bağlı kalmak, onun gereğini yerine getirmek, şer'i usule uygun, onunla çatışmayan ve karşılıklı rızaya uygun olarak gereklerini yerine getirmektir.

Onuncu tür, ölçüyü eksiksiz yapmak, tartıyı adaletle yapmaktır: "Ölçtüğünüz zaman da ölçüyü tam tutun ve dosdoğru ölçü ile tutun." İşte bu, bu ayet-i kerimede sözü geçen üç emirden ikincisidir. Bu ölçüleri ve tartıları eksik­siz yapmaya dairdir. Yani eksiltmeksizin ölçülerinizi tam yapınız. Zulüm yahut haksızlığa sapmaksızm da adaletle tartıyı tam yapınız. Kendiniz için ölçer yahut tartacak olursanız ölçü veya tartıyı fazla yapmayınız. Bununla birlikte hakkınızı eksiltmenize bir mani yoktur. "Bu hem daha hayırlıdır..." Yani ahde bağlı kalmanın ölçü ve tartıyı eksiksiz ve adaletle yapmanın dinde de dünyada da geçiminizde ve akıbetinizde daha hayırlı olacağını, ahiretinizde akıbet ve dönüş yeri bakımından da daha iyi olacağını biliniz. Böyle yaptığınız takdirde kıyamet gününde o konuda sorgulanmaz yahut cezalandırılmazsınız. İnsanlar da sizinle ilişki kurmaya rağbet eder, sizden övgü ile söz eder, kötü bir nam sahibi olmakla karşı karşıya kalmazsınız, yahut yetkili organlar tarafından cezalandırılmazsınız. Tecrübe ile sabittir ki güvenilir tacir asıl sevilen, insan­ların kendisine doğru koştuğu kârlı kimsedir. Ölçü yahut tartısını eksik yapan tüccar ise, insanların kendisinden yüz çevirdikleri, bir kenara itip nefret ettik­leri ve ziyana uğrayan kimsedir.

Yine bu ayet-i kerimenin anlamını ifade eden başka bir çok ayet-i kerime varit olmuştur. Bunların bazıları şöyledir: "Tartıyı adaletle dosdoğru yapın ve tartıyı eksik yapmayın." (Rahman, 55); "İnsanların eşyasına haksızlık etmeyin, yeryüzünde ıslah olunmuşken fesat çıkartmayın." (A'râf, 7/85); "Ölçü ve tartıyı eksik yapanların vay haline ki, onlar insanlardan ölçerek aldıklarında tam alırlar, onlara ölçerek yahut tartarak verdiklerinde ise eksik verirler." (Muttaffifm, 83/1-3).

Akitlere ve ahitlere tastamam bağlı kalmak, ölçü ve tartıyı eksiksiz yap­mak her birisi başlı başına üstün toplumsal bir uygarlık kaidesidir. İnsanlar arası ilişkilerin yüksek noktalara ulaştırılmasında zorunlu ve temel esası teşkil ederler. Bu ise karşılıklı güven ve huzuru sağlar, karşılıklı ilişkilerin gelişmesine, kârın ve kazancın artmasına sebep olur.

Onbirinci tür, tahmin ve kötü zandır: "Bilmediğin şeyin ardınca gitme..." Yani şanı yüce Allah bu üç emri açıkladıktan sonra yine yasakları söz konusu ederek şu üç hususu yasak kılmaktadır:

Bunların birincisi tahmin ve kötü zanna dayanarak konuşmaktır. Bu, gün­lük yaşayışta bir kusurdur, haksız yere başkalarını tenkit etmektir, ilim ve gerçeğin kutsallığını heder etmektedir. Yani söz ya da davranış türünden olsun bilmediğin şeyin izinden gitme, ardına düşme! Maksat ise sağlıklı bir şekilde bilinmeyen hususlara dayanarak delilsizce hüküm vermektir. Bu aynı zamanda müşriklerin ilâhî meselelerde ve peygamberliğe dair hususlardaki yanlış itikatlarını yasaklamayı da kapsamına alır. Onlar bu yanlış itikatlarla geçmişlerini taklit ettikleri ve hevalarma tabi oldukları için varırlar: "Onlar ancak zanna ve nefislerin arzu ettiklerine tabi olurlar." (Necm, 53/23).

Aynı şekilde bu yasak, yalan şahitliği ve yalan söz söylemeyi, iftirada bulunmayı, muhsan (evli) erkek ve kadınları (iffetlileri) yalan iftiralara maruz bırakmayı, yalan söylemeyi, iftira ve bühtanda bulunmayı da kapsamaktadır. Zanna bağlı olarak başkalarını tenkit etmeyi, başkalarının gizliliklerini araştırmayı, bilimsel gerçekleri değiştirmeyi ve buna benzer hususları da kap­samına alır. İnsanın bilmediği bir şeyi söylemesi yahut da bilmediği bir şeye göre amelde bulunması, ya da bilmediği bir şeye dayanarak başkasını kötülemesi uygun değildir. Bu kötü huy Müslümanlar arasında da yaygınlık kazanmış bulunuyor ve artık bilgisizce, güvenilir kaynaklar olmaksızın söz söylemek, din ve imanın zaafa uğraması, ve ahlakî değerlerin çözülüşü sebe­biyle oldukça yaygın bir hal almıştır. İşte bundan dolayı Kur'ân-ı Kerim bu hastalıklı durumdan sakındırarak şöyle buyurmaktadır: "Çünkü kulak da, göz de, kalp de bütün bunlar ondan mes'uldür..." Yani ilim ve bilginin anahtarları durumunda olan, işitmek ve görmek -ki bunlar maddi ve deneysel bilgilerin aracıdır- aklî ilimlerin kendisiyle elde edildiği kalbin sahibi kıyamet gününde bunlardan sorumlu tutulacak ve bunlara da sahibi hakkında soru sorulacaktır. İnsan kendisi için helâl olmayan şeyleri işitecek, bakması ya da görmesi helâl olmayan şeylere bakacak ya da görecek olursa, yapması helâl olmayan şeyleri yapmaya karar verirse bunlardan dolayı sorumlu tutulur, ceza görür. Zira bilgi edinmenin aracı olan bu organların masiyette değil, itaat yolunda kullanılması gerekir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler, zandan çokça kaçının, çünkü zannın bir kısmı günahtır." (Hucurat, 49/12). Peygamber (s.a.) de Buharî ile Müslim'in Ebu Hureyre'den yaptıkları rivayete göre şöyle buyurmuştur: "Zandan alabildiğine sakınınız. Çünkü zan sözün en yalan olanıdır." Hatta bu organlara sahipleri hakkında soru sorulacaktır. Bu da Yüce Allah'ın onlara hayat vermesiyle olacak, sonra da bunlar insan aleyhine şahit­likte bulunacaktır. Buna delil de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "O günde onların dilleri, elleri ve ayakları neler yapmakta olduklarından aleyhlerine şahitlik edeceklerdir." (Nur, 24/24).

İbni Abbas der ki: Gözünün gördüğü, kulaklarının işittiği, kalbinin belle­diği şeyler dışında hiçbir şey hakkında şahitlik etme! Katâde de der ki: İşitme-mişsen işittim, bilmediysen bildim, görmediysen gördüm, deme.

Onikinci tür, büyüklenmenin ve böbürlenmenin haram kılınmasıdır: "Yeryüzünde kibirlenerek yürüme..." Bu buyruklarda yasak kılman ikinci husus da budur. Bu da yürürken büyüklenmenin, böbürlenmenin haram kılınmasıdır. Yani zorbaların, azgınların yürüdüğü gibi, sen de yeryüzünde böbürlenerek, sağa sola eğilip çalım satarak yürüme. Böyle bir yürüyüş büyüklenmeye ve azamete işarettir. Şüphesiz ki sen (böyle yapmakla) yeri delemezsin. Boyun da dağlara ulaşmaz. Yani sen sağa sola eğilip bükülmekle, -övünmekle, kendini beğenmekle dağların tepelerine ulaşamazsın. Bu ise büyüklük taslayan ve böbürlenen kimselere tehakkümlü (alaylı) bir ifadedir.

Aksine bunları yapan kimse tam maksadının zıddı olan bir şeyle ceza­landırılır. Nitekim Müslim'in Sahih'inde şu rivayet sabit olmuştur: "Sizden tmcekilerden bir adam kavmi arasında üzerinde kendileriyle çalım sattığı iki elbise olduğu sırada yürürken aniden yer yarılıp içine geçti ve işte o kimse kıyamet gününe kadar orada batmaya devam etmektedir." Yüce Allah da Karun'un durumundan bizi haberdar ederek ziyneti içerisinde kavminin huzu­runa çıktığını Allah'ın onu da sarayını da yerin dibine geçirdiğini haber ver­mektedir. Ebu Nuaym'm el-Hilye'de Ebu Hureyre'den rivayet ettiği hasen bir badise göre de "Her kim Allah için alçakgönüllülük gösterirse Allah onu yük­seltir." Böyle bir kimse kendisini hakir görür, ama gerçekte Allah katında büyüktür.

Bu ayet-i kerimenin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Ve Rahmanın iyi kulları ki yeryüzünde ağır ve vakur yürürler." (Furkan. 25/63); Yürüyüşünde mutedil ol ve sesini kıs!" (Lokman, 31/19).

İşte bütün bunlar, Rabbinin katında sevilmeyen şeylerdir. Sözü geçen emir tc yasaklardan anlaşılan bütün bu çirkin hasletler -ki bunlar yirmibeş tane olup Yüce Allah'ın "Rabbin hükmetti ki; kendisinden başkasına ibadet etmey esiniz..." buyruğu ile başlayıp buraya kadar devam etmektedir. Bunlar Rabbin nezdinde hoş olmayan şeylerdir. Yani onun tarafından buğzedilen, yasak kılınan ve cezaları verilecek olan şeylerdir. Her ne kadar bunlar Yüce Allah'ın kendilerinden razı olmasını gerektirmeyen tekvînî iradesi ile Allah'ın murad ettiği şeyler olsa dahi, bu böyledir. Nitekim Rasulullah (s.a.): "Allah'ın dilediği olur, dilemediği olmaz." buyurmuştur.

"Bunlar Rabbinin sana vahyettiği hikmettendir." Yani bizim sana emret­miş olduğumuz bu güzel ahlâk ile sana yasaklamış olduğumuz bu alçaltıcı nite­likler, ey Muhammed sana vahyettiğimiz dinin kendisiyle hükmetmeni istediğimiz esaslardandır. Bunları sana insanlara emredesin diye bildirdik. Burada hikmetten kasıt ise sözü geçen mükellefiyetlerdir.

"Allah ile beraber bir başka ilâh edinme..." Allah'a ortak bir başka ilâh edinme, aksi takdirde kınanmış olarak cehenneme atılmakla cezalandırılırsın. Yani Yüce Allah'ın rahmetinden ve her bir hayırdan mahrum olursun.

Bu ayet-i kerimede hitap Rasulullah (s.a.)'m vasıtası ile ümmetedir. Çünkü bundan da Hz. Peygamberin kastedilmesi masum oluşundan dolayı söz konusu değildir. Bundan kasıt bu ayet-i kerimeyi işiten tüm insanlardır. Yüce Allah bu yükümlülüklerin başına tevhidi emredip şirkten sakınmayı emrettiği gibi, aynı anlam ile de bu mükellefiyetleri sona erdirmiştir. Bundan kasıt ise her işin, sözün, düşüncenin ve zikrin başının da sonunun da tevhit ile birlikte olması, tevhit ile başlaması gerektiğidir. Buna dikkat çekmektedir ve bütün mükellefiyetlerden maksadın tevhidi bilmek ve onda derinleşmek olduğunu ifade etmektir.

İbni Cerir, İbni Abbas (r.a.)'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Tevrat'ın tümü Ben-i İsrail (İsra) suresinden onbeş ayetin içerisindedir. Daha sonra İbni Abbas "Allah ile beraber başka bir ilâh edinme..." ayetini okudu. Yahut da bu ayet-i kerimeler, Musa (a.s.)'nın levhalarında idiler ve bunların ilki "Allah ile beraber başka bir ilâh edinme" buyruğudur.

Yüce Allah ilkin, şirk koşup tevhidi terk etmenin kişinin yardımsız bırakılacağı sonucunu vereceğini, ayetlerin sonunda ise böyle birisinin kınanmış ve kovulmuş olacağı sonucunu doğuracağını belirtmiştir. Bu ise işin başında tevhidi terk edip şirk koşanın yardımsız kalacağını, sonunda ise kovul­mak noktasına geleceğini göstermektedir. Yardımsız kalan kimse, kendi nef-siyle başbaşa bırakılan kişi, kovulmuş ise hakir kılınmış, hafife alınıp küçüm­senmiş kimse demektir. [51]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimelerden aşağıdaki hükümler çıkartılabilir:

1- Ne sebeple olursa olsun kız çocukların diri diri gömülmesinin haram kılınması.

2- Zinaya, zinayı çağrıştıran şeylere ve âdeten zinaya götüren yollara yaklaşmanın haram kılınması.

3- Şer'î bir hak olmaksızın başkasının öldürülmesinin haram kılınması. Diğer taraftan veli olan mirasçının katile kısas uygulama yetkisi vardır. Bu yetki yalnızca katile münhasırdır. Bununla birlikte katilin organlarının kesilmesi ve katilden başkasının öldürülmesi de yasaktır. Çünkü maktulün velisine katile karşı kimi zaman delilin ortada olması, diğer taraftan da bu hakkın alınması suretiyle yardım edilmiştir. Baz an da bu ikisinin bir arada olmasıyla yardıma mazhar olur. Hangisi olursa olsun bu Yüce Allah tarafından ona yapılan bir yardım demektir.

4- Malının korunması ve açık bir maslahatı gerçekleştirecek en güzel yol ile olması müstesna, reşitlik çağına ulaşıncaya kadar yetimin malına yaklaşmanın haram kılınması.

5- Ahde bağlı kalmanın vacip olması. Çünkü insan ondan sorumludur, ez-Zeccâc der ki: Allah'ın emrettiği ve yasakladığı her bir şey ahdin kapsamı içirisindedir.

6- Ölçüyü tastamam yapmak, tartıda hak ve adaleti gözetmek, Böylesi insan için Rabbi nezdinde daha hayırlı, daha bereketli, akıbet itibariyle daha güzeldir. Hasan-ı Basrî der ki: Bize nakledildiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bir kimse bir haram işleme kudretini bulup da sonra da bunu terk ederse, bunu terk etmesinin de tek sebebi Yüce Allah'ın korkusu olursa, mutlaka Allah ahiretten önce dünyada acilen ona, onun yerine bundan daha hayırlısını verecektir."

7- İnsanın bilmediği ve kendisine fayda vermeyen şeylere uymaması, ardından gitmemesi. Mücahid der ki: Bilmediğin bir şeyle kimseyi yermeye kalkışma. "Bilmediğin bir şeyin ardınca gitme." buyruğu bizim bilgimiz olan şeylere göre hüküm vermenin caiz olduğunu göstermektedir. İnsanın bilgi sahibi olduğunu yahut zann-ı galip ile bir bilgiye ulaştığı şeye dayanarak hüküm vermesi caizdir.

Aynı şekilde bir şeyin kur'a ile ve tahmin ile tespiti de caizdir. Çünkü bu da bir çeşit zann-ı galiptir. Kâif (tipolojist) çocuğu, aralarındaki benzerlik yolu ile babasına ilhak eder. Tıpkı fakihin aradaki benzerlik yoluyla fer'i asla ilhak etmesi gibi. Nitekim Peygamber (s.a.) de siyahi olan Hz. Usame'nin beyaz tenli olan Zeyd b. Harise'den olduğunun tespitinde kıyafet (görünüş, şekil) yoluyla amel edilmesini kabul etmiştir. Müslim'in Sahih'inde Hz. Aişe'den şöyle dediği sabittir: Rasulullah (s.a.) bir sefer yanıma sevinçle girdi ve şöyle dedi: "Şu Mücezziz'e (kaife yani insanların tiplerinden hüküm çıkaran) bakmaz mısın, Zeyd b, Harise ile Usame b. Zeyd'e gelip baktı. Onların ise üzerlerinde bir kadife parçası vardı ve bununla başlarını örtmüşlerdi, ayakları da dışarıda kalmıştı. Mücezziz şöyle dedi: Şüphesiz bu ayaklar birbirlerindendir."

İlim adamlarının çoğunluğu çocuğun kimden olduğu hususunda anlaşmazlık olduğu takdirde kıyafetin (tipolojinin) kabul edilebilir bir delil olduğunu Rasulullah (s.a.)'ın Mücezziz'in bu sözü dolayısıyla sevinmesini delil gösterirler. Hanefiler ise Rasullah (s.a.)'ın liân hadisinde benzerini kabul etmemesini delil göstererek, kıyafeti (tipolojiyi) delil olarak almamışlardır.

8- Kulağın, gözün ve kalbin her birisi yaptıklarından sorumlu tutulacaktır. Kalp insanın üzerinde düşündüğü ve inandığı şeylerden, göz ve kulak ise bu konunda görüp işittiklerinden sorulacaktır.

9- Büyüklenmenin yasak ve haram kılınması. Buna karşılık alçakgönüllüluğün emredilip teşvik edilmesi. Kurtubî'nin naklettiğine göre insanın, ihtiyacı olmaksızm avcılık ve benzeri işlere bir üstünlük olsun diye yönelmesi de bu ayet-i kerimenin kapsamına girer ve bu iş hayvana azap vermektir, der.

10- İlim adamları: "Yeryüzünde kibirlenerek yürüme." ayet-i kerimesinin -üsm ve bu işi yapmanın yerilmesine delil olarak göstermişlerdir. İmam I-u'1-Vefa b. Akîl der ki: Kur'an-ı Kerim raksın yasaklandığını açık nas ile: ":-“Yeryüzünde kibirlenerek yürüme" diyerek buyurmuş ve böbürleneni yermiştir. Raks ise böbürlenip azmanın en ileri derecesidir. Kurtubî der ki: Neşe ve sarhoşluk vermek bakımından ortak özelliklere sahip olmaları dolayısıyla bizler nebizi hamra kıyas edip nebizi de haram kılmadık mı, peki biz ne diye şiir söyleyip şiiri nağmeleştirmeyi, şarkıyı tanbura zurnaya ve davula -aralarındaki ortak özellik dolayısıyla- kıyas etmiyoruz?[52]

11- Hz. Cebrail'in indirmiş olduğu daha önce geçen bu ayet-i kerimelerin ihtiva ettiği âdâb, kıssalar ve hikmetler Yüce Allah'ın kullarına ihsan ettiği bir hikmetidir. Bunlarla ahlâklanmak kullar için güzel bir ahlâktır, güzel bir hik­mettir, sapasağlam manaların ve üstün fillerin kanunlarıdır. [53]

 

Yüce Allah'a Evlât Ve Es Koşanların Kınanması

 

40- Yoksa Rabbiniz size oğullar vererek ayrıcalık tanıdı da kendisi meleklerden kızlar mı edindi? Muhakkak ki siz büyük bir söz söylüyorsunuz.

41- Andolsun ki biz ibret alsınlar diye bu Kur'ân'da çeşit çeşit açıklamalar yaptık. Fakat bu, onların ancak bırakıp uzaklaşmalarını artırdı.

42- De ki: "Onların dedikleri gibi Allah ile beraber başka ilâhlar bulunsaydı o zaman -hepsi Arş'ın sahibine yakınlaşmak için yol ararlardı."

43-    Onların    söylediklerinden    O münezzehtir, yücedir ve pek uludur.

44- Yedi gök, yer ve içlerinde bulunan­lar O'nu teşbih eder. O'nu hamd ile teş­bih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların teşbihlerini anlamazsınız. Muhakkak ki O Halîm'dir, Gafurdur.

 

Belagat:

 

"Yoksa Rabbiniz size oğullar vererek..." buyruğundaki soru inkâr ve azar içindir.

"...Onların dedikleri gibi Allah ile beraber başka ilâhlar bulunsaydı..." ayeti ise varsayım ve ihtimali böyle kabul etmek üzere varit olmuş ve cevabı da verilmiş olmaktadır. [54]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Yoksa... sizlere ayrıcalık tanıdı da..." Ey Mekke! Halkı sizi bu hususta seçti ve size bu konuda özellik tanıdı da... ayrıcalık tanımak, bir şeyi yalnızca birisine tahsis etmektir, "kendisi meleklerden kızlar" yani sizin iddianıza göre kendisi adına kızlar "mı edindi? " "Muhakkak ki siz" bunu söylemek suretiyle "büyük bir söz söylüyorsunuz." Sizler ona çocuklar isnat etmekle gerçekle ilgisi olmayan bir söz söylemiş oluyorsunuz.

"Andolsun ki biz... ibret alsınlar" öğüt alsınlar, hatırlasınlar "diye bu Kur'ân'da" değişik örnek, vaad ve tehdit türünden "çeşit çeşit açıklamalar yaptık. Fakat bu onların ancak bırakıp uzaklaşmalarını artırdı." Bu açıkla-

malar sadece onların gerçekten uzaklaşıp ondan yana güvenlerinin azalmasından başka bir şeyi artırmamıştır.

"De ki" yani müşriklere şunu söyle: "Onların dedikleri gibi Allah ile beraber başka ilâhlar bulunsaydı o zaman hepsi Arş'm sahibine" yani Yüce Allah'a "yakınlaşmak için bir yol ararlardı." Bu buyruğun iki anlamı vardır: Birincisine göre eğer Yüce Allah ile birlikte başka ilâhların varlığı kabul edilse o takdirde bunların biri ötekine galip gelmek için çaba gösterirdi. İkinci anlamı ise ey kâfirler, şayet şu putlar sizin ileri sürdüğünüz gibi var ise Allah'a doğru bir yol edinmek imkanına sahip olamadıklarına göre sizleri Allah'a yaklaştırmaları nasıl makul karşılanabilir?

"Onların söylediklerinden" yani ortakları bulunmaktan "O münezzehtir, yücedir ve pek uludur." Yani söylediklerinden alabildiğine üstündür. O, varlığın en yüce mertebesindedir. Bu ise vâcibü'l-vücud (varlığı zorunlu) ve bizzat ken­disi olması hasebiyle (bizatihi) beka sahibidir. Çocuk edinmeye gelince; çocuk sahibi olmakla beka sahibi olmanın birleşmesi imkânsızdır.

"Yedi gök, yer ve içlerinde bulunanlar O'nu teşbih eder" yani tenzih eder. Zaten bütün yaratıklar arasında "O'nu hamd ile teşbih etmeyen hiçbir şey yok­tur." O'nu her şey hamd ile birlikte teşbih ve tenzih ederek "sübhanallahi ve bi-hamdihi" derler, "ama siz onların teşbihlerini anlamazsınız." Kavrayamazsınız, çünkü bu teşbih sizin anlayacağınız dilde yapılmamaktadır. "muhakkak ki o Halîm'dir." Gaflet ve şirkinize karşılık sizi cezalandırmakta acele davranmadığı için Halîm'dir, sizden tevbe edenlere de bağışlayıcı olan Gafur'dur. [55]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şanı yüce Allah şirkten sakındırdıktan sonra kendisine ortak isnat eden­lerin bilgisizliklerine dikkat çekti, müşriklerin ortak koşmalarını tenkit ederek Allah'a çocuk isnat edenleri kendilerinin aciz ve eksik olduklarını bilmekle bir­likte erkekleri kendilerine, sonsuz kemal ve nihayetsiz azamet sahibi olduğunu bilmekle birlikte kızları da Yüce Allah'a nispet etmelerinden dolayı azarladı. Onların bu nispetleri ise bilgisizliklerinin en ileri derecede olduğunu göster­mektedir. Daha sonra Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'de insanlar öğüt alsınlar ve bunları dikkatle düşünsünler diye misaller verdiğini beyan etti. Ayrıca müşrik­lerin putların kendilerini Allah'a yaklaştıracaklarını söylediklerini hatırlat­maktadır. Fakat bu putlar böyle bir şey yapamıyorlar. O halde onların; melek­lerin Allah'ın kızları olduğu iddialarının yanlışlığı ortaya çıkmakta ve tanrıların birden çok olduğu iddiası çürütülmekte, Allah'ın birliği ve ortak olmaktan münezzehliği de ispat edilmektedir. Çünkü kâinatta bulunan her bir şeyin bütün durumları Yüce Allah'ın birliğini ve O'nun her türlü noksanlıktan uzak ve münezzeh olduğunu ispat etmektedir. Fakat sizler bilgisizliğiniz ve gafilliğiniz dolayısıyla bu delillerin neye delâlet ettiğini idrak edememek­tesiniz. [56]

 

Açıklaması:

 

Yüce Allah kendisine ortak nispet edenlerin iddialarını çürüttükten sonra burada da kendisine evlât nisbet edenlerin yaptıkları bu işin oldukça kötü ol­duğunu ortaya koymaktadır. Bu ayet-i kerimede Yüce Allah melekleri dişi ka­bul eden müşriklerin görüşlerini de reddetmektedir. Onlar önce meleklerin dişi olduklarını söylediler, sonra bunların Allah'ın kızları olduğunu iddia ettiler; ar­kasından kalkıp bu meleklere ibadet ettiler. Yüce Allah onları burada azarla­makta, yaptıklarını reddederek onların apaçık bir yanlışlık içinde olduğunu ifade etmektedir: Rabbiniz erkek çocukları size tahsis ederek ikramda bulunur­ken kendi kanaatinize göre kızları mı kendisine seçecek? Halbuki siz o kızları diri diri toprağa gömüyorsunuz ve kız çocuğu sahibi olmayı kendinize yedire-miyorsunuz. Arkasından Yüce Allah onların bu kanaatlerini daha ileri derece­de reddederek şöyle buyurmaktadır: Sizler, Allah'ın kendinize yakıştırmadığı­nız dişilerden çocuğu vardır, diye iddia ediyor, Allah'a karşı yalan uyduruyor ve Allah'a karşı büyük günah olan, azabınızı gerektiren bir söz söylüyorsunuz. Bu ise güçlünün zayıfa, zayıfın da güçlü olana nispet edilmesi suretiyle en basit akli ilkeye dahi aykırıdır: "Şüphesiz bu zalimce bir paylaştırmaktır." (Necm, 53/22).

Bu ayet-i kerimenin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Rah­man evlât edindi, dediler. Andolsun ki siz pek çirkin bir şey söylediniz. Bu söz­den dolayı neredeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak ve dağlar parçalanıp dağılarak yıkılacak; Rahman'a evlât isnat ettiler diye. Halbuki evlât edinmek Rahmana yaraşmaz. Göklerle yerde olanların hepsi Rahmân'a ancak kul olarak gelecektir. Andolsun ki O, bunların hepsini kuşatıp teker teker saymıştır. Onların hepsi O'na kıyamet gününde yalnız gelirler." (Meryem, 19/88-95).

Daha sonra Yüce Allah bu tartışmanın ve bu iddianın gayet açık olduğunu: "Andolsun ki biz ibret alsınlar diye bu Kur'ân'da çeşit çeşit açıkla­malar yaptık." buyruğu ile ifade etmektedir. Yani biz bu Kur'ân-ı Kerim'de apaçık belgeleri, öğütleri geniş geniş açıkladık, onlara misaller verdik, içinde bulundukları şirk, zulüm ve iftiradan uzak durmaları ve öğüt almaları için de sakındırdık, uyardık. Fakat bununla birlikte hatırlatmak, onların haktan kaçışlarını artırmalarından başka bir şeye yaramamaktadır.

Daha sonra Yüce Allah kendisine ortak koşan müşriklerin kanaatlerini reddederek şöyle buyurmaktadır: "De ki: Onların dedikleri gibi Allah ile beraber başka ilâhlar bulunsaydı..." Ya Muhammed, Allah'ın yarattığı varlıklardan ortağı olduğunu iddia eden ve Allah ile beraber başka ilâh edinen şu müşriklere de ki: Eğer durum dediğiniz gibi olsaydı ve Allah ile beraber O'na yakınlaştırsm ve yanında şefaat etsin diye başka ilâhlar bulunsaydı, şüphesiz onlar bile O'na daha yakın olmaya çare ve yol bulmaya çalışacaklardı. O bakımdan sizler de yalnızca O'na ibadet ediniz. Sizin kendisiyle aranızda aracılık edecek bir başka mabuda ihtiyacınız yoktur. Çünkü şanı yüce olan o büyük zat bunları sevmez ve bunlardan razı olmaz; aksine bundan hoşlanmaz ve reddeder. Nitekim O böyle bir şirki paygamberleri ve rasulleri aracılığı ile yasaklamıştır. Bundan sonra Yüce Allah, şirkten kendisini tenzih ederek şöyle buyurmaktadır:

"Onların söylediklerinden O münezzehtir, yücedir ve pek uludur." Yani Yüce Allah kendisine yakışmayan şeylerden münezzehtir. O, başka ilâhların olduğunu iddia etmek suretiyle haddi aşan zalim müşriklerin söylediklerinden alabildiğine yücedir, pek büyüktür. Aksine o Allah'tır, tektir, birdir, sameddir. Doğmamıştır, doğurmamıştır, hiç kimse de ona denk olmamıştır.

Yüce Allah'ın yüceliğinin büyüklükle de nitelendirilmiş olması O'nun zatı ve sıfatları ile yaratılmışlar arasında mutlak bir farklılık olduğuna işarettir. Aynı şekilde O'na eş, çocuk, ortak, ona zıt ve denk varlıklar nispet etmenin de «Idukça boş bir iddia olduğunu göstermektedir. Çünkü kadim ile muhdes (san-radan var edilmiş), muhtaç olmayan ile muhtaç arasında daha ilerisi düşünüle­meyecek kadar büyük ölçüde bir aykırılık vardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bu sözlerinden dolayı neredeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak ve dağlar parçalanıp yıkılacaktır. Çünkü Rahman olan Allah'a evlat onat ettiler." (Meryem, 19/91).

Daha sonra Yüce Allah azametinin nihai durumunu açıklayarak: "Yedi gök, yer ve içlerinde bulunanlar O'nu teşbih eder..." diye ifade etmektedir. Yani yedi gök, yer ve her ikisinde bulunan bütün yaratıklar bu müşriklerin söyledik­lerinden O'nu tenzih ve takdis edip, ubûdiyyet ve ulûhiyyetinde O'nun bir ve tek olduğuna tanıklık etmektedir. Bütün yaratıklar (canlılar, cansızlar ve bitki­ler) mutlaka Yüce Allah'ı hamd ile teşbih ederler. Yani her bir şey kendisinden başka bir varlıktan yaratılmış olmakla, bütün varlıkları yaratan Allah'ın varlı­ğının vücubuna (zorunluluğuna) delâlet etmekte, tanıklık etmektedir. İnsan­ların teşbihi "sübhanallah" demeleriyle insanların dışındakilerinin ise Yüce Allah'ın tenzihine delâlet etmeleri ile olur. Bu da mecazî bir teşbihtir. Kimi ilimler, bu dahi bir hakikattir, demektedir.

"Ama siz onların teşbihlerini anlamazsınız." Yani ey insanlar, siz o varlıkların teşbihlerini anlayamıyorsunuz. Çünkü bu sizin dilinizden başka bir fille olmaktadır. Nitekim Buhârî'de İbni Mes'ud'dan şöyle dediği sabittir: Bizler yenilmekte iken yemeğin teşbihini işitirdik. Katâde de der ki: Ağaç veya : aşka bir şey olsun, canı olan her bir varlık teşbih eder.

"Muhakkak ki O Halim'dir, Gafûr'dur." Şanı Yüce Allah ezelden beri öyleydi, ebediyyen de öyle olacaktır: O Halîm'dir, kendisine karşı gelip isyan edenlerin cezalarını çabucak vermez, aksine mühlet verip erteler, dilediğinde aranızdan tevbe edenleri de bağışlar. [57]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimelerden aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:

1- Melekleri Allah'ın kızları kabul edip O'na nispet etmek büyük bir ifti­radır. Allah nezdinde günahı pek büyük bir sözdür. Burada, "Melekler Allah'ın kızlarıdır." diyen bazı Arap kabilelerinin sözleri tenkit edilmektedir.

2- Yüce Allah'ın tevhidine ve mutlak vahdaniyetine delâlet eden belge ve delillerin Kur'ân-ı Kerim'de yeterince açıklanmış olmasına ve bunlardaki öğüt ve ibretlere rağmen inatçı ve zalim müşrikler yine de haktan uzaklaşmakta, düşünüp ibret almayarak gaflete dalmakta devam etmektedirler. Buna sçbep ise onların düşüncelerindeki çarpıklıktır, Kur'ân-ı Kerimin bir hile ve büyü olduğuna bir kehanet ve bir şiir olduğuna dair inançlarıdır.

3- Eğer müşriklerin ileri sürdükleri gibi Allah ile beraber şefaatçi tanrılar bulunsaydı bizzat bu tanrıların kendilerinin Ona ibadet ve Onu tazim etmek suretiyle Yüce Allah'a yakınlaşmaya ihtiyaçları olurdu. Böylelikle kendilerinin Allah nezdinde bir yerlerinin olmasına çalışırlar, ona yakınlaşmanın çarelerini ararlardı. Çünkü bütün yaratıklar Allah'tan ayrı varlıklardır. Müşrikler ise putların kendilerini Allah'a yaklaştıracağına inanıyorlardı. Putlar hakkında eğer Yüce Allah'a ihtiyaç sahibi olduklarına dair bir inançları olursa -ki böyle bir inanç zorunludur- o takdirde bunların ilâhlıkları da söz konusu olamaz.

Bu aynı şekilde putlara ibadet edenlerin davranış ve kanaatlerini de red­detmektedir. Nitekim birinci ayet-i kerime melekleri Allah'ın kızları kabul edenlerin kanaatlerini reddetmek sadedindedir.

4- Göklerde ve yerdeki bütün yaratıklar mutlaka Allah'ı hamd ile teşbih ederler. Aklı başında insanların Allah'ı teşbih etmeleri "sübhanallah" demeleri suretiyle hakikat anlamındadır. Yani Yüce Allah'ı noksanlıklardan tenzih eder, şanını yüceltir ve kutsarız. İnsanlardan başka varlıkların teşbihi ise mecazdır. Bundan kasıt ise delâleten teşbihtir. Yani bu varlıkların bizatihi yaratıcı olan ilâhın varlığına delâlet etmeleridir. Her bir yaratık bizatihi Yüce Allah'ın yaratıcı ve Kadir olduğuna delâlet etmektedir. Bir başka kesime göre ise diğer varlıkların da teşbihi aynı şekilde hakikat manasmdadır. Her bir varlık kendi umumi niteliği ile insanların işitmediği ve anlayamadığı bir şekilde teşbih etmektedir. Çünkü ayet-i kerimenin bizzat kendisi böyle bir teşbihin insanlar tarafından fark edilemediğini, anlaşılamadığını ifade etmektedir. Sünnet-i seniyyede de ağaçlar sebebiyle ölülerin azaplarının hafifletildiği sabittir. Buhârî ile Müslim'de yer alan İbni Abbas'tan merfu olarak rivayet edilen bir hadis-i   şerifte   sidikten   ve   laf   götürüp   getirmekten   kendilerini sakındırmadıkları için, kabir azabı çektiklerini ihtiva eden hadis bunu anlat­maktadır. Kurtubî der ki: Ağaçlar sebebiyle azap görenlerin azabı hafifletildiğine göre, peki mümin bir kimsenin Kur'ân okumasının durumu ne olur? Sabit olan şudur ki, ölüye hediye edilip bağışlanan şeyin sevapları ulaşır ve bu, dört mezhep âlimlerinin görüşüdür.

İmam Ahmed ve İbni Merdüveyh'in İbni Ömer'den rivayet ettiklerine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Nuh (a.s.)'un ölümü yaklaştığında çocuk­larına dedi ki: Ben sizlere sübhanallahi ve bihamdihi demenizi emrediyorum. Çünkü bu ifade her bir şeyin salatıdır (duası, namazı ve ibadetidir) ve her bir şey bununla rızıklanır."

Özetle, Fahrüddin er-Râzî ve bir topluluğun görüşüne göre cansızların teş­bihi mecazîdir ve bu, onların Allah'ın varlığına delâlet etmeleri şeklindedir.

Kurtubî ve başkaları ise, bütün varlıkların, sahih kabul edilen görüşe göre teş­bih ettiği görüşündedirler. Buna delâlet eden haberleri gerekçe gösterirler. Eğer bu teşbih delâlet yoluyla bir teşbih olsaydı, o takdirde Hz. Davud'un özel­liği ne olurdu? Çünkü Kur'ân-ı Kerim O'nun hakkında bize şunu anlatmak­tadır: "Bir de ibadet ve kudret sahibi kulumuz Davud'u hatırla! Çünkü o Rabbine dönücü idi. Gerçekten biz O'nu dağları musahhar kıldık ki akşamleyin ve kuşluk vakti onunla birlikte teşbih ederlerdi." (Sâd, 37/17-18). Olsa olsa bu teş­bih, teşbih etmek suretiyle onlarda hayatı ve konuşmayı yaratmak suretiyle olur. Sünnet-i seniyye de Kur'ân-ı Kerim'in zahirinin delâlet ettiği gibi her şeyin teşbih ettiğini açıkça ifade etmektedir. O halde bu görüşü kabul etmek daha uygundur. Rasulullah (s.a.) da -İbni Mace ve Malik'in Ebu Said el-Hudrî'-den rivayetlerine göre- şöyle buyurmuştur: "isterse cin olsun, sesini işiten her bir şey, mutlaka kıyamet gününde onun lehine tanıklık edecektir."

5- Yüce Allah'ın pek yüce sıfatlarından birisi de O'nun dünya hayatında kullarının günahlarına karşı halim olması (ceza vermekte acele etmemesi)'dir. Kendisine tevbe edip döndükleri takdirde ise âhirette müminlere mağfiret ede­cek olması, günahlarını bağışlamasıdır. Onun hilmi gafletlerine, yanlış ve yer­siz görüşlerine, teşbih ve şirki bilmeyişlerine rağmen onları cezalandırmakta acele etmemesi şeklindedir. [58]

 

Kur'ân-ı Kerim Okuduğu Vakit Peygamber (S.A.)'İn Müşriklerin Eziyetlerine Karşı Korunması

 

45-  Kur'ân okuduğun zaman seninle ahirete inanmayanların arasına gizli bir perde koyarız.

46- Onu anlarlar diye kalplerine örtüler koyduk, kulaklarına da ağırlık. Kur'ân'-da Rabbini tek olarak zikrettiğin za­man da onlar nefret ederek arkalarını döner giderler.

47- Biz seni dinledikleri zaman ve gizli toplandıkları vakit neye kulak verdik­lerini çok iyi biliriz. Hani zalimler di­yorlardı ki: Siz sadece büyülenmiş bir adama tabi oluyorsunuz.

48-  Bak, sana misaller veriyorlar da delâlete düşüyorlar ve bir daha yol bulamamaktadırlar.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kur'an okunduğu zaman seninle ahirete inanmayanlar arasına gizli bir perde" yani senin onlar tarafından görülmeni engelleyen, örten bir perde "koyarız". Burada "hicab" bir şeye ulaşmayı engellemek demektir. Maksat ise engeleyici bir perde var ederiz, demektir.

"Onu anlarlar diye kalplerine örtüler koyduk." Bu ifade, "Biz onların Kur'ân'ı anlamalarına engel olduk" yahut "anlamalarından hoşlanmadığınız için..." anlamındadır. "Kulaklarına da ağırlık" yani Kur'ân-ı Kerim'in lafızları üzerinde ve manaları üzerinde dikkatle düşünmelerini önleyecek bir sağırlık, bir ağırlık koyduk.

"Rabbini tek olarak zikrettiğin zaman" yani onunla birlikte ilâhlarını anmaksızm yalnızca andığın takdirde "de onlar nefret ederek arkalarını döner giderler." "Biz seni dinledikleri zaman" senin okumanı dinlediklerinde "ve gizli toplandıkları zaman" kendi aralarında gizlice konuştukları zaman "neye kulak verdiklerini" yani Kur'ân dolayısıyla alay ettiklerini "çok iyi biliriz. Hani zal­imler" kendi aralarındaki konuşmalarında diyorlardı ki: "Siz sadece büyülen­miş bir adama tâbi oluyorsunuz." Yani yalnızca aklında hafiflik olan birisine uyuyorsunuz. Bu onların: "Bu ancak deliliği olan bir adamdır." (Müminûn, 23/25) sözlerini andırmaktadır.

"Bak sana nasıl misaller veriyorlar." Yani senin büyülenmiş, kâhin ve şair olduğunu söylüyorlar "da delâlete düşüyorlar" doğru hidayet yolundan sapıyor­lar "ve bir daha yol" yani hidayete giden yolu "bulamamaktadırlar."[59]

 

Nüzul Sebebi

 

45.  ayet-i kerimede yer alan "Kur'ân okuduğun zaman..." ayetinin nüzulü ile ilgili olarak İbni Münzir, İbni Şihâb ez-Zührî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a.) Kureyş müşriklerine ayetler okuyup da onları Kur'ân-ı Kerim'i kabul etmeye çağırdığında onunla alay ederek şöyle diyor­lardı: "Ve dediler ki: Bizi davet edegeldiğin şeye karşı kalplerimiz örtülüdür. Kulaklarımızda bir ağırlık vardır, bizimle senin aranda da bir perde vardır." ((Fussilet, 41/45) bu şekilde alaylıca konuşmaları üzerine Yüce Allah da: "Kur'ân okuduğun zaman seninle ahirete inanmayanların arasına gizli bir oerde koyarız..." buyruklarını inzal buyurdu.

İbni Abbas'ın da rivayetine göre Ebu Süfyân, en-Nadr b. Haris, Ebu Cehil re başkaları Rasulullah (s.a.) ile birlikte oturuyor, konuştuklarını dinliyorlardı. 3ir gün Nadr dedi ki: Ben Muhammed'in neler söylediğini bilemiyorum, rördüğüm tek şey bir şeyler mırıldanarak dudaklarının kıpırdadığıdır. Ebu Süfyan ise "Ben onun söylediği bazı şeylerin gerçek olduğu görüşündeyim" dey­ice Ebu Cehil de "O bir delidir" dedi. Ebu Leheb "O bir kâhindir" dedi. Huvaytıb b. Abdülazza da "O bir şairdir" dedi. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.

Rasulullah (s.a.) da Kur'ân-ı Kerim okumayı istediği vakit bu cknyuşundan önce şu üç ayet-i kerimeyi okurdu: Kehf sûresi 57. ayet olan: "Gerçekten biz onların kalpleri üzerine onu iyice anlamalarına engel perdeler, kulaklarına da ağırlık verdik."; Nahl suresinin 108. ayeti olan: "Onlar Allah'ın kalplerini... mühürlediği kimselerdir." ile Câsiye süresindeki: "Kendi nevasını ilâh edinmiş... kimseden haber ver." ayetini de sonuna kadar okurdu. Bunun özerine Yüce Allah bu ayet-i kerimelerin bereketiyle onu müşriklerin gözlerine karşı perdelerdi.(16)

Bu ayet-i kerime insanlara karşı Kur'ân okunduğu vakit Rasulullah (s.a.)'a eziyet veren bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.), Kur'an-ı Kerim'i okuduğu zaman Kusay'ın torunlarından iki kişi sağında, iki kişi de solunda durur, alkışlar, ıslık çalar ve şiirler okuyarak okuduğu Kur'an-ı Kerimin başka sözlerle karışmasını sağlamaya çalışırlardı.

46.  ayet-i kerimede yer alan: "Kur'ân'da Rabbini tek olarak zikrettiğin zamanda onlar nefret ederek arkalarını dönerler" buyruğunun nüzulü ile ilgili olarak denildiğine göre, Kureyş'lilerden ileri gelen bir topluluk Ebu Tâlib'in yanına ziyarete gittiler. Rasulullah (s.a.) da yanlarına gelip Kur'ân-ı Kerim okudu. Tevhidi ifade eden buyrukları bu arada okuduktan sonra "Ey Kureyş topluluğu! Lâ ilahe illallah deyiniz, bununla Arapları idareniz altına alacaksınız, Arap olmayanlar da sizin idareniz altına girecek" dedi, onlar bunu kabul etmediler, bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.

Ebu Hayyân der ki: Zahir olarak görüldüğüne göre, bu ayet-i kerime, Hz. Peygamber (s.a.) Kur'ân-ı Kerim'i okurken Yüce Allah'ın tevhidinden söz eden buyruklara gelince kaçıp gidenlerin durumu hakkında inmiştir. Yani Kur'ân-ı Kerim'de Allah'ın tevhidini ifade eden yerler geldiği vakit kâfirler bunu inkâr ederek kendi ilâhlarının kabul edilmeyip reddedilmesini uygun karşılama­yarak kaçıp gittiler.[60]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şanı yüce Allah, kendi varlığı ile ilgili bazı meselelere dair açıklamalarda bulunup müşriklere örnekler vererek tartıştıktan sonra bu ayet-i kerimede peygamberlikle ilgili açıklamalarda bulunmakla, onların Kur'ân-ı Kerim'i anla­madıklarını, ondan kaçıp uzaklaştıklarını ve onunla alay edip peygambere eziyet ettiklerini, Onu kâhin, sihirbaz, deli veya şair diye itham ettiklerini belirtiyor ve bu tavırlarının oldukça acınacak bir hal olduğunu dile getiriyor. [61]

 

Açıklaması

 

Ya Muhammedi Öldükten sonra dirilmeyi de sevabı da, ikabı da tasdik etmeyen şu müşriklere Kur'ân-ı Kerim'i okuduğun vakit, biz seninle onlar arasında görülmeyen bir perde koyarız. Yani onların kalplerinin Kur'ân-ı Ker-im'in manalarını anlamalarına, ayetleri üzerinde düşünmelerine engel teşkil edecek bir mania, bir engel koyarız. Onların kalplerine Kur'ân-ı Kerim'in man­alarını idrak etmelerine, hükümlerini bilmelerine, pek çok sır ve amaçlarını kavramalarına imkân vermeyecek şekilde örtülerle örteriz. Kulaklarında da onun sesini işitmelerini engelleyen bir ağırlık koyarız. Yüce Allah'ın "Onu anlarlar diye" ifadesinin anlamı "Kurân-ı Kerim'i anlayamasmlar diye" şeklindedir. Ağırlık (vakr) ise Kur'ân-ı Kerim'den, faydalanıp hidayet bulacak şekilde dinlemeye mani olan ağırlık demektir. Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Dediler ki: Bizi davet edegeldiğin şeye karşı kalpleri­miz örtüler içindedir, kulaklarımızda bir ağırlık vardır, bizimle senin aranda da bir perde bulunmaktadır." (Fussilet, 41/5).

"Gizli perde"den kasıt, örten, gizleyen demektir. Bu onların basiretlerini, eşyanın hakikatlerini, gerçek yüzlerini görmelerine engel olan bir örtüdür. Kalpleri üzerine perde germenin anlamı ise kalplerin örtüler içerisinde bırakılmasıdır. Dolayısıyla gizli ve açık, yukarıdan ve aşağıdan onların Kur'ân'ı kavramalarını önleyen engeller ve örtüler var demektir. Ayrıca Yüce Allah kulakları da Kur'ân-ı Kerim'i anlayacak, kavrayacak ve üzerinde düşünecek şekilde işitmelerini engeleyecek türden sağırlaştırmış, tıkamıştır. Onlar aklı başında işiten ve anlayan kimseler idiler. Ayet-i kerimeden kasıt ise, iman etmelerini engellemek, yani Kur'ân-ı Kerim'i sırlarını kavramalarına, incelik ve gerçeklerini anlamalarına imkân vermeyecek şekilde işitmelerine engel olmaktadır. Buna sebep ise şirkin nefislerinin derinliklerine kök salmış olması, dinin gerçekleri hakkında fikirlerini, düşüncelerini kullanmayışlarıdır.

"Kur'ânda Rabbini tek olarak zikrettiğin zaman da onlar nefret ederek arkalarını döner giderler." Yani sen Yüce Allah'ı Kur'ân-ı Kerim'i okurken tevhid edecek olursan ve lâ ilahe illallah (Allah'tan başka ilah yoktur.) deyip Lat ve Uzza'yı söz konusu etmezsen, onlar da Allah'ın tek başına.anılmasına karşı büyüklük taslayarak alabildiğine nefretle arkalarını dönüp kaçarlar. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Allah bir olarak andırsa ahirete inanmayanların kalpleri ürker." (Zümer, 39/45) Bunun sebebi ise onların müşrik olmalarıdır. Bu sebeple onlar, tevhidi işitir işitmez hemen kaçar giderler.

"Biz seni dinledikleri zaman... çok iyi biliriz." Ey Muhammed, onların seni alaya alarak, yalanlayarak dinlemelerini en iyi biz biliriz. Kureyş kâfirlerinin ileri gelenlerinin, kendi aralarında gizlice neler konuştuklarını ve senin oku­manı dinlemek üzere gelip gizlice kendi aralarında seni büyülenmiş deli, kâhin biri olarak nitelendirdiklerini çok iyi biliriz. Bundan dolayı Yüce Allah da sonra: "Bak, sana nasıl misaller veriyorlar da dalâlete düşüyorlar..." diye buyurmaktadır. Yani ya Muhammed, onların sana nasıl misaller verdiklerini, seni neye benzettiklerini iyice düşün. O büyülenmiştir, o delidir, şairdir dediler ve doğru yoldan sapıp uzaklaştılar. Dalâletleri dolayısıyla hakkı bulamadılar. Bu onlar için bir tehdit, Allah rasulü için de bir tesellidir. [62]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Kur'ân-ı Kerim'in ve Peygamber Efendimizin siretinin gösterdiği ve tespit ettiği husus şu ki şanı yüce Allah Rasulünü Kur'ân-ı Kerim'i okuması esnasında Kureyş kâfirlerinin gözlerinden saklamıştır. Onlar onun yanından geçer ve onu görmezlerdi.

2- Yüce Allah müşriklerin gözlerini, akıllarını ve kavrayışlarını Kur'ân'a karşı perdelemiş ve onu kavrayamasınlar diye yahut da kavramalarından hoşlanılmadığı için kalplerini perdelemiştir. Onu kavramalarından kasıt ise ondaki emirleri, yasakları, hikmetleri ve manaları kavramalarıdır. Aynı şekilde onu işitmelerini önleyecek şekilde kulaklarına bir ağırlık vermiştir, yani onları sağırlaştırmıştır. Peygamber (s.a.) Kur'ân-ı Kerim'i tilâveti esnasında Lâ ilahe illallah (Allah'tan başka ilâh yoktur) Allahuekber (O tek ve birdir) diyecek olursa, müşrikler bu hak ve tevhit sözünü işittiklerinde nefretle kaçıp dönerlerdi.

3- Şanı yüce Allah müşriklerin Kur'ân-ı Kerim'i dinlerken hangi maksatla dinlediklerini en iyi bilendir. Aralarından Ebu Cehil, Velid b. Muğire ve bun­lara benzer zalimler halkı Peygamber'den uzaklaştırmak için şöyle derlerdi: "Siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz. Büyü bu adamı alıklaştırmış, o da ne yaptığını bilmeyecek hale gelmiştir." Hz.Peygamber onlara Kur'ân-ı Ker­im'i okuyarak tevhide çağırıp: "Arapların size boyun eğmesi, Arap olmayanların da size itaati kabul etmesi için lâ ilahe illallah deyiniz." ilahi emriyle tevhide davet ettikten sonra onlar bunu kabul etmiyorlar ve kendi aralarında sessizce "Bu bir büyüdür, büyülenmiştir" diyeyerek uzaklaşıyorlardı.

4- Yüce Allah Rasulüne müşriklerin yaptıklarının gerçekten hayret edile­cek bir iş olduğunu belirtmektedir. Onlar nasıl olur da bir seferinde sihirbazdır diğerinde, şairdir, bir başka seferde delidir, diyorlar? Böyle dedikleri için de sapıttılar, artık insanların peygamber (s.a.)'e gitmelerini önlemek için bir çare bulamaz hale geldiler; hakkı kaybettiler ve hidayete yol bulamaz oldular. [63]

 

Müşriklerin Öldükten Sonra Dirilmeyi Reddetmeleri Ve Onlara Cevap

 

49- Ve, "Biz kemik ve ufalanmış toprak olduğumuzda mı, gerçekten biz yeni bir yaratılışla diriltilecek miyiz?" dediler.

50- De ki:" İster taş veya demir olun."

51- "Veya gözünüzde büyüttüğünüz her­hangi bir yaratık olun." Diyecekler ki: "Bizi tekrar kim diriltecektir?" De ki: "Sizi ilk defa yaratmış olan." Sana başlarını sallayacaklar ve "Ne zaman o?" diyecekler. De ki: "Yakın olması umulur."

52-  "O sizi çağırdığı gün hamdederek davetine uyarsınız ve çok az kaldığınızı zannedersiniz."

 

Belagat:

 

"Biz kemik... olduğumuzda mı?" sorusu inkâr içindir. (Yani maksat soru sorup öğrenmek değil, söylenileni inkâr etmektir.) "Gerçekten biz yeni bir yaratılışla diriltilecek miyiz?" buyruğunda soru edatının tekrarlanması inkârı pekiştirmek içindir. Daha sonra da inkârın ne kadar güçlü olduğunu ifade etmek üzere pekiştirici edatlardan olan (inne) ile "Lâm" harfi getirilmiştir.

"De ki: İster taş veya demir olun." Bunlar onları aciz bırakmak ve tahkir etmek için kullanılmış ifadelerdir. [64]

 

Kelime ve İbareler:

 

"ufalanmış toprak" ifadesiyle burada çürüyüp, kırılıp dökülen her şeyin kalıntısı kastedilmektedir. "De ki: İster taş veya demir olun." Yani ya Muhammed, sen onlara. "Ne isterseniz olun; taş olsanız da demir olsanız da kemikten başka her şey olsanız da, O, sizi diriltmeye Kadirdir." de. Yani sizler Yüce Allah'ın sizi yeniden yaratıp tekrar hayata döndürmesini yine canlının tazeliğini, dinçliğini iade etmesini -kuru kemikler iken- bu hale döndürülmesi-ni uzak görüyorsunuz. Oysa kemikler canlının bir parçasıdır. Hatta diğer bölümlerinin esasını teşkil eden hilkatinin iskeleti, direğidir. Evet Yüce Allah bu hale gelmiş olan kemikleri ilk haline döndürmeye kadir olandır. İsterseniz sizler hayattan ve canlının diriliğinden çok uzak bir şey olunuz. Kupkuru taşlar veya demir olunuz. Bunlar sertliklerine rağmen şüphesiz Yüce Allah -böyle olsanız dahi- sizleri tekrar hayata döndürmeye kadir olandır. "Veya gözünüzde büyüttüğünüz herhangi bir yaratık olun." Yani size göre hayata kadir olmayan ve sizin kanaatinize göre yaratıcı için hayat verilmesi büyük bir iş olan herhangi bir şey olunuz; Yüce Allah onu diriltir ve ona ruh verir.

"Diyecekler ki: Bizi tekrar kim diriltir?" Kim bizi tekrar hayata döndürür? "De ki: Sizi ilk defa yaratmış olan." Yani henüz hiçbir şey olmadığınız halde sizi var eden sizi diriltecektir. Çünkü yoktan var etmeye kadir olan, tekrar yarat­maya da kadirdir, hatta bu daha da kolaydır.

"Sana başlarını sallayacaklar" yani hayrete düşmüş bir şekilde ve alay ederek kafalarını hareket ettirecekler "ve: Ne zaman o? diyecekler." Yani öldük­ten sonra dirilişin zamanı ne zaman? "De ki: Yakın olması umulur." Yani bu yakın bir gelecekte gerçekleşecektir.

"O sizi çağırdığı gün" kabirlerinizden İsrafil (a.s.) aracılığı ile size sesleneceğinde "hamdederek, davetine uyarsınız." Yüce Allah'ı kudretinin kemaline hamdederek ya da hamd edenlerin itaatle boyun eğdiği gibi O'nun sizi diriltmesine boyun eğip itaat ederek, o davetçiye icabet edeceksiniz. "Ve çok az kalmış olduğunuzu zannedersiniz." Tıpkı (Bakara suresinde sözü geçen) yolu bir kasabaya uğramış kimse gibi> kabirlerde kaldığınız süreyi ya da hayatınızın süresini -göreceğiniz dehşetlerden dolayı- bayağı kısa göreceksiniz. [65]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şanı yüce Allah önce kendi varlığına dair açıklamalarda bulundu. Arkasından müşriklerin peygamberlik ile ilgili şüphelerini söz konusu etti, sonra da bu ayet-i kerimelerde de onların öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkâra dair şüphelerini ele aldı, bu şüphelerini çürütecek şekilde cevaplandırdı. [66]

 

Açıklaması

 

Öldükten sonra dirilişi, tekrar yaratılmayı inkâr eden müşrikler Kur'ân-ı Kerim'i dinleyip öldükten sonra dirilişi işittiklerinde, bunu inkâr üslûbu ile şöyle sordular: Bizler kabirlerimizde çürümüş kemikler ve kemiklerimizin kırılıp dökülmesi dolayısıyla toprağı andıracak hale geldikleri için toz-toprak olduktan, artık böyle çürüyüp söz edilmeye değmeyecek bir varlık haline geldikten sonra, kıyamet gününde ölümden önceki halimizde olduğu gibi, yeniden sağlıklı bir şekilde tekrar mı diriltileceğiz? Nitekim onların bu durum­larını Kur'ân-ı Kerim bir başka yerde şöylece haber vermektedir: "Derler ki: Biz tekrar hayata mı döndürüleceğiz? Çürümüş kemikler olduktan sonra mı? Öyleyse bu oldukça zararlı bir dönüştür, dediler." (Nâziât, 79/10-12). Bir başka yerde de şöyle buyurulmaktadır: "Kendi yaratılışını unutarak bize bir misal verdi ve dedi ki: Bu çürümüş kemikleri kim diriltecek? De ki: Onları ilk defa yaratan onları tekrar diriltecektir. O her bir yaratılışı en iyi bilendir." (Yâsîn, 36/78-79).

Şanı yüce Allah peygamberine şu buyruklarıyla cevap vermesini emretti:

"De ki: İster taş veya demir olun..." Yani ya Muhammed onlara de ki: Ölmüş bir kimseyi tekrar hayata döndürmek kolay ve basit bir iştir. Bu Allah'a göre ilk yaratmaktan daha da kolaydır. Yani bizim kendi düşüncemize, eşyaya dair hükümlerimize göre daha kolaydır. Yoksa Yüce Allah için her bir şeyi yarat­mak her halükârda pek kolaydır. Çünkü değişik terkiplerden meydana gelmiş olan maddenin unsurları var olup da onun özellikleri bilinecek olursa, ona ben­zer şeyleri meydana getirmek kolaylaşır. Ey müşrikler, faraza sizin canlılıktan çok uzak bir şey olduğunuz mesela taş veya demir gibi en katı şeylerden olduğunuz kabul edilse dahi -çünkü bunlar canlılığa, kemiğe ve toz toprağa göre daha bir uzaklıktır- veya sizin düşünce ve aklınıza göre büyük herhangi bir yaratık -gök, arz ve dağ- gibi hayatı kabil olduğunu sanmadığınız herhangi bir varlık- olsanız dahi Yüce Allah bunu tekrar diriltmeye ve yeniden ona hayat vermeye kadirdir. Çünkü cansız varlıklar karşı karşıya kalacakları hayat veya akıl sahibi olmak gibi hususlar bakımından biribirlerine eşittirler. Zira eğer böyle bir kabiliyet ve böyle bir ihtimal ortada yok ve gerçekleşmesi söz konusu değil ise, ilk anda da bunların aklı ve hayatı kabul etmemeleri gerekirdi. Allah ise mümkün olan her şeye kadir olandır. Bütün cüz'iyyâtı da bilendir. O bakımdan bu maddî cüzlere tekrar hayatı iade etmesi elbette mümkündür. Bunlar ister kemik, toz toprak olsunlar, isterse de size göre canlı olması en uzak herhangi bir şey, taş veya demir olsunlar.

Bu anlatım, mübalağa kabilinden ve eşyayı Yüce Allah'ın tekrar diriltme ve yeniden var etme kudretine delâlet hususunda tasavvuru mümükün olan en ileri derecede eşya ile bağlantısını kurmak türünden bir örneklerdirmedir.

Müşrikler tekrar hayata döndürülmeyi uzak bir ihtimal gördüler. Nitekim Yüce Allah bunu şöylece ifade etmektedir: "Bizi tekrar kim diriltir? diyecek­lerdir." Yani ya Muhammed, sana biz eğer taş, demir veya sert herhangi bir yaratık olursak bizi tekrar kim hayata döndürür? diyeceklerdir. Onlara de ki: Sizi tekrar hayata döndürecek olan söz edilmeye değmez bir varlık iken, daha sonra dünyanın değişik yerlerine yayılan pek çok insan haline getirerek sizi yaratandır. O şanı Yüce Allah sizi tekrar hayata döndürmeye kadirdir. Her ne halde olursanız olunuz: "Yaratmayı ilk başlatan da O'dur, sonra onu tekrar iade edecek olan da. Ve bu O'nagöre daha kolaydır." (Rûm, 30/27).

Böyle bir şeyi işittiklerinde Yüce Allah ifade ettiği gibi, "Sana başlarını sallayacaklar." Yani öldükten sonra dirilişin inkârı ruhlarında köklü bir yer ettiği için alay yollu ve yalanlamak kasdıyla başlarını sallayacaklar. "Ve, "Ne zaman o?" diyecekler. Yani bu öldükten sonra diriltme ve tekrar hayata döndürme ne zaman olacak diyecekler. Bundan kasıtları ise böyle bir şeyin meydana gelmesini uzak gördüklerini ifade etmektir. Bir diğer ayet-i kerimede ifade edeldiği gibi: "Ve onlar: Eğer siz doğru söyleyen kimseler iseniz bu vaad ettiğiniz ne zaman1? derler." (Mülk, 67/25).

"De ki: Yakın olması umulur." Yani şüphesiz ki bu, size yakındır ve kaçınılmaz olarak gelip çatacaktır. Çünkü gelecek olan her şey yakındır. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Onlar onu uzak görürler, biz ise onu yakın görüyoruz." (Meâric, 70/6-7). Hz. Peygamber Ahmed, Buharî, Müslim ve Tirmizî'nin Hz. Enes'ten yaptıkları rivayete göre; "Ben ve kıyamet saati şu ikisi gibi gönderildim." diye buyurmuş ve işaret parmağı ile orta parmağını işaret etmiştir. Buna göre Yüce Allah'ın "Yakın olması umulur." buyruğunun anlamı; "o pek yakındır." şeklindedir. Çünkü "umulur" ifadesi, Yüce Allah tarafından gerçekleştirilecek fiiller için gereklilik ifade eder. Buna benzer bir diğer ifade de "Belki de kıyamet yakındır." (Şura, 42/17) buyruğudur.

"O sizi çağırdığı gün hamdederek davetine uyarsınız." Yani bu öldükten sonra diriliş şanı yüce ve mübarek Rabbin sizi çağıracağı gün olacaktır. Ve o gün sizler itaat ederek ve emrine boyun eğerek kabirlerinizden çıkıp onun çağrısına icabet edeceksiniz. Bu sizin öldükten sonra dirilişe itaatiniz hususun­daki en ileri bir haldir. Yüce Allah'ın "Hamdederek" buyruğu, onun emriyle kalkacaksınız, demektir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyur­maktadır: "Sonra yerden sizi bir defa çağırdı mı siz de aniden çıkıvereceksiniz." (Rûm, 30/25). Yani o sizlere yerden çıkma emrini vereceği vakit Onun emrine asla muhalefet etmeyeceksiniz.

Hz. Enes, Rasulullah (s.a.)'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Lâ ilahe illallah ehli için kabirlerinde yalnızlık yoktur. Ben adeta onların kabirlerinden kalkıp da başlarından toprağı silkelerken lâ ilahe illallah dediklerini görür gibiyim." Taberânî'nin İbni Ömer'den rivayetinde de şöyle denilmektedir: Onları "Bizden kederi gideren Allah'a hamdolsun." (Fâtır, 35/34) derken görür gibiyim, şeklindedir; ancak bu zayıf bir rivayettir.

"Ve çok az kalmış olduğunuzu zannedersiniz." Yani sizler kabirlerinizden kalktığınız vakit öldükten sonra diriliş esnasında dünyada çok kısa bir süre kaldığınızı zannedeceksiniz. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Onlar onu görecekleri gün sanki bir günün akşamından veya kuşluğundan başka bir süre durmamış gibi olacaklardır." (Nâziât, 79/46); "Biz onların ne söyleştiklerini en iyi bilenleriz. Onlar daha iyi yolda olanlara derler ki: Siz ancak bir gün eğlendiniz." (Tâ-Hâ, 20/104); "Kıyametin kopacağı günde suçlu­lar bir saatten daha fazla eğlenmediklerine yemin edeceklerdir." (Rûm, 30/55). [67]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimelerden aşağıdaki hükümler anlaşılmaktadır:

1- Müşriklerin inanç bozuklukları yalnızca Allah'a ortak koşmaktan ve başka ilâhlar edinmekten ibaret olmayıp bununla birlikte onlar öldükten sonra dirilişi ve tekrar döndürülmeyi de inkâr etmektedirler. İşte bu ayet-i kerime onların aşırı inkârlarını açıklamaktadır.

2- Yüce Allah'ın kudretine hayret etmeyi gerektirecek bir sebep yoktur. İnsanlar eğer çürümüş kemiklerin, toz toprağa dönüşmüş canlı varlığın hayata döndürülmesinden hayret edecek olurlarsa bu, onların kavrama güçlerinin zayıflığı, idrâk kabiliyetlerinin eksikliği dolayısıyladır. Yerde olsun gökte olsun hiç bir şey Yüce Allah'ı âciz bırakamaz. Onların en ileri derecede cansız, sert ve güçlü olduğu kabul edilen demir yahut taş oldukları farz edilse dahi, yine ilk olarak nasıl yarattıysa tekrar onları hayata döndürür.

3- İnsanlar, Yüce Allah kabirlerinden çıkmak üzere onlara davette bulun­duğu vakit boyun eğerek bu emre uymaktan başka hiçbir şey yapamazlar. Nitekim Yüce Allah şöyle demektedir: "Kıyamet işi ancak bir göz kırpma gibidir, yahut ondan da yakındır." (Nahl, 16/77).

insanlar Allah'ın emri ile, Onun kudreti ile kendilerini çağırması üzerine

O'na hamdederek bu çağrıya cevap vereceklerdir. Yani öldükten sonra diriltme

dolayısıyla Yüce Allah'ın hamde lâyık olduğunu ifade edeceklerdir. Mâlikiler

Hamd ile' ifadesinden kasdın, "Allah'ın onları çağırması üzerine hamdederek

karşılık vereceklerdir." olduğunu belirtmişlerdir.

4-  İnsanlar ahirette diriltildikten sonra dünya hayatında -âhirette çok uzun bir süre kalacaklarından dolayı- ancak pek az bir zaman kaldıkları şeklinde değerlendirmede bulunacaklardır. [68]

 

Muhalifler İle Yumuşaklıkla Ve En Güzel Şekilde Mücadele Etmek

 

53-  Kullarıma de: "En güzel olanı söylesinler." Doğrusu şeytan aralarını açmak ister. Çünkü şeytan insanın apaçık bir düşmanıdır.

54-  Rabbiniz sizi daha iyi bilir. İsterse size merhamet eder, (isterse) sizi azap-landırır. Biz seni onların üzerine vekil olarak göndermedik.

55-  Rabbin göklerde ve yerde olanları en   iyi   bilendir.   Andolsun   ki   biz peygamberlerden   bir   kısmını   bir kısmından üstün kıldık. Davud'a da Zebur'u verdik.

 

Belagat:

 

"İsterse size merhamet eder." ve "isterse sizi azaplandırır." buyrukları arasında tıbâk sanatı vardır. [69]

 

Kelime ve İbareler:

 

Mümin "kullarıma de:" Kâfirlere "en güzel olanı söylesinler." Yani en güzel sözü ve yumuşaklıkla söylesinler. Müşriklerle kaba konuşmasınlar. "Doğrusu şeytan aralarını açmak ister." Vesvese ile aralarını bozmak ve kötülüğü kışkırtmak ister. "Çünkü şeytan insanın apaçık bir düşmanıdır" yani düşmanlığı apaçık olandır.

"Rabbiniz sizi daha iyi bilir. İsterse size tevbe ve iman ile merhamet eder; isterse sizi azaplandırır." Dilerse küfür üzere öldürmek suretiyle azaba mahkûm eder. Bu ayet-i kerime en güzel olanı açıklamaktadır. Aralarındaki buyruklar ise ara cümlesidir. Yani siz onlara bu güzel sözü söyleyiniz. Onların cehennemlik olduklarını açıkça ifade etmesinler. Çünkü böyle bir ifade onları kötülük yapmaya daha çok iter, kışkırtır. Diğer taraftan neticede ne şekilde ölecekleri gaybi bir husustur, bunu da Yüce Allah'tan başkası bilemez. "Biz seni onların üzerine vekil olarak göndermedik." Yani onların işleri sana bırakılmış değildir ki, sen onları imana mecbur edesin. Aksine biz seni yalnızca bir müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; o bakımdan onları idare et, ashabına da onlardan gelecek sıkıntılara tahammül etmelerini söyle. "Rabbin göklerde ve yerde olanları en iyi bilendir." O bakımdan onların durumlarına uygun olarak dilediğini onlara tahsis eder ve aralarından peygamberliği için ve kendisine dost edinmek için dilediklerini seçer. Bu Kureyşlilerin, Ebu Tâlib'in himayesinde olan bir kimsenin bir peygamber olmasını, aç ve çıplak olanların da onun ashabı olmasını uzak görmelerine bir cevaptır.

"Andolsun ki biz peygamberlerden bir kısmını bir kısmına üstün kıldık." Onların her birisine bir fazileti tahsis etmek suretiyle bazılarını bazılarına üstün kıldık. Hz. Musa'ya konuşma özelliği, Hz. İbrahim'e halillik özelliği, Muhammed'e de İsra'nın lutfedilmesi gibi; "Davud'a da Zebur'u verdik." Zebur Hz. Davud'a indirilen kitabın adıdır. [70]

 

Nüzul Sebebi

 

53. ayet-i kerime, rivayet edildiğine göre müşriklerin Rasulullah (s.a.)'a eziyet ve işkencelerini aşırıya götürmeleri üzerine nazil olmuştur. Bir görüşe göre de müşriklerin birisi Hz. Ömer'e sövdü, o da ona karşılık vermek istedi. Allah ona affetmesini emir buyurdu. [71]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şanı Yüce Allah: "De ki: Onların dedikleri gibi Allah ile beraber başka ilâhlar bulunsaydı o zaman hepsi Arş'm sahibine yakınlaşmak için bir yol ararlardı." (42. ayet ) buyruğunda şirki çürütmek hususunda kesin delili ortaya koyduktan sonra, öldükten sonra diriliş ve tekrar yaratılmanın gerçek­leşeceği ile ilgili olarak da: "De ki: Sizi ilk defa yaratmış olan..." buyruğu ile kesin delili söz konusu etmekte; sonra da muhalefet edenlere karşı yumuşaklıkla ve en güzel yol ile mücadele etmeyi, müşriklere karşı da sert ve kaba davranmayı emretmektedir. Ayrıca delil ortaya konarken bununla beraber sövme ve hakaretin de yer almamasını emir buyurmaktadır ki, onlara benzeriyle karşılık verilmesin ve karşılıklı olarak nefretleşme ortaya çıkmasın. Bunun yerine onlara: "Sizi çok iyi bilen Rabbiniz, dilerse size azap eder, dilerse merhamet buyurur." gibi ifadelerle telkinde bulunmaktadır. Açıktan açığa onların cehennemlik oldukları, imana ya da İslama girmek için çalışmadıkları belirtilmez.

Daha sonra Yüce Allah Rasulünün görevini beyan etmektedir ki, o müjdelemek ve uyarmaktır. İnsanları İslama girmeye zorlamak yahut mecbur etmekle görevli olmadığını, Yüce Allah'ın ise her şeyi göklerde ve yerde bulu­nanları çok iyi bildiğini, bundan dolayı da ehli gördüğü kimseleri nübüvvet için seçtiğini beyân buyurmaktadır. [72]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah Rasulüne ve mümin kullarına müşriklerle ve diğerleriyle konuşmaları, tartışmaları esnasında ikna etmek için en güzel sözlerle konuşmalarını, hoş ifadeler kullanmalarını emir buyurmaktadır. Bu emrin sebebi ise mesajın sövmek, saymak ve eziyet etmekle zıt bir şekilde sunula-mayacağıdır. Nitekim Yüce Allah bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et, onlarla en güzel yolla mücadeleni yap." (Nahl, 16/125); "Kitap ehli ile de ancak en güzel yol hangisi ise o yolla mücadele ediniz." (Ankebût, 29/46).

Bunun sebebi ise Yüce Allah'ın da buyurduğu gibi: "Doğrusu şeytan aralarını açmak ister." buyruğunda belirtilen husustur. Yani sizler en güzel sözleri ve güzel ifadeleri söylemeyecek olursanız, şeytan müminler ve müşrik­ler arasındaki işleri bozar ve aralarında fitne ve kötülüğü körükler. Aralarında düşmanlığa sebep verir ve onların bir kısmını kışkırtır. Çünkü şeytan Hz. Adem'in soyundan gelenlerin apaçık bir düşmanıdır. Bundan dolayı bir kimse­nin Müslüman kardeşine, demir ile işaret etmesi yasak kılınmıştır. Çünkü şey­tan onun elinde olanı dürtebilir ve belki de bununla kardeşine bir zarar vere­bilir. İmam Ahmed, Buharî ve Müslim'in Ebu Hureyre(r.a.)'den rivayetlerine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse silahla kardeşine işaret etmesin. Çünkü o şeytanın belki de elini dürteceğini ve bunun sonucunda da cehennemden bir çukura düşeceğini bilemez."

Şeytanın insanı tahrik etmesinin sebebi ise Yüce Allah'in buyurduğu gibi: "Çünkü şeytan insanın apaçık düşmanıdır." İnsanın açıktan açığa düşmanı olmasıdır. O düşmanlığını Kur'ân-ı Kerim'in de bize naklettiği gibi ta eskiden beri açıkça ilân etmiştir: "Sonra andolsun önlerinden, arkalarından, sağ taraflarından, sol taraflarından onlara geleceğim..." (A'râf, 7/17)

Daha sonra Yüce Allah sertliği, kabalığı bulunmayan en güzel ve en yumuşak yolu şöylece açıklamaktadır: "Rabbiniz sizi daha iyi bilir. Dilerse size merhamet eder..." Yani ey insanlar! Rabbiniz sizden kimin hidayeti, imana girme tevkifini hak ettiğini, buna lâyık olduğunu, kimin de lâyık olmadığını en iyi bilendir. O bakımdan O dilerse size merhamet ederek sapıklıktan kurtarır, itaate ve ona dönmeye muvaffak kılar. Dilerse size azap eder ve sizi iman ettirmez. O takdirde şirkiniz üzere ölürsünüz. İşte onlara söylenecek söz, bu ve benzerleridir. Onlara: "Sizler cehennemliksiniz, sizler azap edileceksiniz" gibi öfkelerini artıracak, kötülüğe götürecek türden sözler söylenmez. Yüce Allah'ın "Daha iyi bilendir" buyruğu çok iyi bilendir, en iyi bilendir, anlamındadır. "Allahu ekber" ifadesinin Allah'ın büyüklüğünü anlattığı gibi. Yani burada Yüce Allah ile başkaları arasında bir karşılaştırma yapmayı gerektiren bir taraf yoktur.

"Biz seni onların üzerine vekil olarak göndermedik." Yani ey Muhammed, biz seni onların üzerine bir koruyucu, bir gözetleyici, işleri sana havale edilmiş bir vekil olarak göndermedik ki, amelleri dolayısıyla onları hesaba çekesin ve onları İslâm'a girmeye mecbur edesin. Biz seni yalnızca bir uyarıcı, bir müjdeci olarak gönderdik. Sana itaat eden cennete girer, sana karşı gelip isyan eden cehenneme gider. O bakımdan onları davet ederken, yumuşak davran, sert davranma, ashabına da onları idare etmeyi ve eziyetlerine katlanmayı emret.

"Rabbin göklerde ve yerde olanları en iyi bilendir." Yani Rabbin göklerde ve yerde olanları en iyi bilir. Onların durumlarını, miktarlarını da tam bir kuşatı-lıcıkla bilendir O "Yaratan bilmez mi? O Latiftir, Hablr'dir." (Mülk, 67/14). O bakımdan O, onların her birisinin neye lâyık olduğunu en iyi bilendir. İşte bu buyruk, Yüce Allah'ın peygamberliği ve risaleti için seçtiği kimselere dair ka­naatlerini ve onların şu sözlerini reddetmektedir: "Bu Kur'ân-ı Kerim iki kasa­badan büyük birisine indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf, 43/31). Yine müşrikler Suhayb, Bilâl, Habbâb gibi fakirlerin Hz. Peygamberin çevresinde bulunmala­rı, ona karşılık Kureyş'in ileri gelenlerinin ve liderlerinin uzaklaştırılmasından sıkıldıkları vakit, söyledikleri sözleri reddetmektedir.

"And olsun ki biz peygamberlerden bir kısmını bir kısmına üstün kıldık." Yani and olsun peygamberler ve rasullerin bir kısmını, bir takım meziyet, kitap ve özellikler bakımından diğer kısmından üstün kıldık. İbrahim (a.s.)'i halîl, Musa'yı (a.s.) kelim, Muhammed (s.a)'i peygamberlerin sonuncusu kılmak gibi. Şu ayet-i kerime de buna benzemektedir: "Biz o peygamberlerin bazısını bazısına üstün kıldık. Allah onlardan kimisiyle söyleşmiş, kimisini de bir çok derecelere yükseltmiştir." (Bakara, 2/253) Ayet-i kerimede ayrıca Rasul-ullah (s.a.)'ın Kur'ân-ı Kerim, İsra ve Miraç ile bütün peygamberlerden üstün kılındığına, ondan sonra Hz. İbrahim'in, ondan sonra Hz. Musa'nın, ondan sonra da Hz. İsa'nın -konu ile ilgili meşhur görüşe göre- geldiğine işaret etmek­tedir.

Rasullerin sair peygamberlerden üstün olduğunda "Ulü'1-azm" peygamber­lerin de rasullerin en faziletlileri olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Bu beş ulü'l-azm peygamber ise Kur'ân-ı Kerim'deki şu iki ayet-i kerimede sözü geçen peygamberlerdir: "Hani biz peygamberlerden ahitlerini almıştık. Senden de İbrahim'den, Musa'dan ve Meryem oğlu İsa'dan da (ahit almıştık.)." (Ahzab, 33/7); "Dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi "Dini dosdoğru tutun ve onda tefrikaya düşmeyin" diye, size de şeriat yaptı." (Şûra, 42/13).

"Davud'a da Zebur'u verdik." Yani biz ona Zebur'u indirmekle üstünlük verdik; yoksa krallık ve egemenlikle değil. Zebur'da varit olan buyruklardan birisi de Muhammed (s.a.)'in peygamberlerin sonuncusu, en üstünü olacağı, onun ümmetinin de ümmetlerin en hayırlısı olacağıdır. Yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "Andolsun, Tevrat'tan sonra Zebur'da da yazmışızdır ki Muhakkak arza benim salih kullarım mirasçı olacaktır diye yazmıştık." (Enbiya, 21/105). Ayrıca orada Rasulullah (s.a.)'ın faziletlerine ve şerefine de dikkat çekilmektedir.[73]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler şu hükümleri ifade etmektedir:

1- Yüce Allah birinci ayet-i kerimede bütün müminlere özellikle kendi aralarında güzel bir şekilde davranmayı, yumuşak söz söylemeyi, biribirlerine alçakgönüllülükle muamele etmeyi, şeytanî telkinleri bir kenara atmayı emret­mektedir. Diğer taraftan kendileri ile kâfirler arasındaki ilişkilerde, diyalog ve tartışma esnasında güzel söz söylemeyi, ikna etmek için en iyi sözlerle hitap etmeyi emir buyurmaktadır. Çünkü şeytan insanların arasını bozar ve onlar arasına kin salar. Zira şeytan insana çok ileri derecede bir düşmandır.

Şeytanın fırsatı yakalamasına imkân vermemek ve davayı tebliğ etmek, İslâm'ı yaymak yolunda güç biriktirmek; umulan amaca ulaşabilmek için de tartışmanın mantıkî ve aklî ölçüler içerisinde, sükûnet içerisinde sövmekten, saymaktan uzak olması gerekir.

2- Dersin ikinci ayetini teşkil eden: "Rabbiniz sizi daha iyi bilir..." cümlesi müşriklere yönelik bir hitap olup muhtevası şudur: Eğer Allah dilerse sizi İslâm'a girmeye muvaffak kılar ve size merhamet buyurur yahut da şirk üzere ölmenizi sağlar; böylece de azap eder. Bu açıklama İbni Cüreyc'e aittir. el-Kelbî ise şunları söylemektedir: Bunda hitap müminleredir ve muhtevası şudur: O dilerse Mekke kâfirlerinden korumak suretiyle sizlere merhamet buyurur, di­lerse de onları size musallat kılmak suretiyle azap eder.

3- Müşriklerin işi, onları İslâm'a girmeye mecbur etmek ve küfürden alıkoymak için peygambere bırakılmış değildir. Onun görevi tebliğ, müjdele­mek ve uyarmaktan ibarettir. Kendisine itaat edenleri cennetle müjdeler, isyan edenleri de cehennemle uyarıp korkutur.

4- "Rabbiniz sizi daha iyi bilir" buyruğundan sonra "Rabbin göklerde ve yerde olanları en iyi bilendir" buyruğunun yer alması, onları yaratanın ve huy-larıyla, şekilleriyle durum ve mallan itibariyle onları biribirlerinden farklı kılanın kendisi olduğunu açıklamak içindir.

5- Bütün peygamberler eşit ve aynı derecede değillerdir. Aralarında fazilet farkı vardır, Yüce Allah -tefsir yaparken de açıkladığımız gibi- bunların durumlarına dair olan bilgisine göre kimisini kimisinden üstün kılmıştır.

6- Şanı yüce Allah Davud (a.s.)'a Zebur'u indirmiştir. Zebur ise içinde helâl ve harama ait hükümlerin bulunmadığı, farz ve hadlerin de yer almadığı bir kitaptır. Bu kitapta dua, Yüce Allah'a övgü ve senalar vardır. Ayet-i kerimede ona işaret etmekten kasıt ise, Yahudilere karşı delil getirmek ve onların Davud'a Zebur'un, Muhammed (s.a.)'e de Kur'ân-ı Kerim'in verildiğini inkâr edemeyeceklerini bildirmektir. [74]

 

Müşriklerin Şüphelerinin Başka Bir Şekilde Çürütülmesi

 

56-  De ki: "Ondan başka (ilâh diye) iddia ettiklerinizi çağırın. Sizin bir sıkıntınızı gidermeye de, o halinizi değiştirmeye de güçleri yetmez."

57-  Onların çağırdıkları o kimseler de Rablerine hangisi daha yakın olacak diye vesile ararlar. O'nun rahmetini umarlar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı sakınılmaya değer.

58-  Hiçbir şehir yoktur ki kıyamet gününden önce biz onu helak edici veya şiddetli bir azap ile cezalandırıcı olmayalım. Bu, Kitap'ta yazılmıştır.

59- Bizi ayetler göndermekten alıkoyan şey, ancak öncekilerin onları yalan­lamış olmalarıdır. Semûd'a da gözleri göre göre dişi deveyi vermiştik. Bu yüz­den zulm etmişlerdi. Halbuki biz ayet­leri ancak korkutmak için göndeririz.

60-  Hani sana demiştik ki: "Rabbin gerçekten insanları kuşatmıştır. Sana göstermiş   olduğumuz   o   temaşayı sadece insanlar için bir imtihan kıldık. Kur'an'da lanetlenmiş olan ağacı da. Biz  onları  korkutuyoruz  ama  bu, onlara büyük bir azgınlık vermekten başka bir şeylerini artırmıyor."

 

Belagat:

 

"O halinizi değiştirmeye de güçleri yetmez" buyruğunda hazf (eksiltme) ile icaz vardır. Yani onlar bu sıkıntıyı sizden giderip halinizi değiştiremezler. Önceki buyrukların delâleti sebebiyle bu hazf yapılmıştır.

"O'nun rahmetini umarlar, azabından korkarlar" buyruğunda tıbak sanatı vardır.

"Bizi ayetler göndermekten alıkoyan şey, ancak öncekilerin onları yalan-'.arnış olmalarıdır." Yüce Allah hakkında alıkoymak (men'etmek, engellemek) muhaldir. O bakımdan burada engel olmak, terk etmekten mecazdır. Yani bizim ayetleri göndermeyi terk etmemizin sebebi onların bunları daha önce yalanlamış olmalarıdır.

"Gözleri göre göre bir dişi deve" ifadesi, ilişkisi sebeplilik olan akli bir mecazdır. Yani dişi deve onların hakkı ve hidayeti görmelerine sebep teşkil ettiğinden dolayı, göstermek ona nispet edilmiştir. Çünkü bu buyruğun kelime kelime anlamı, "Dişi deveyi gösterici kıldık" şeklindedir. [75]

 

Kelime ve İbareler:

 

"De ki: Ondan başka (ilâh diye) iddia ettiklerinizi çağırın." Yani siz bu iddianızda yalan söylüyorsunuz, ilâh olduklarını söylediğiniz varlıkları çağırın demektir. Aslında iddia (zum) doğruluğunda şüphe bulunan söz olup yalan söylemek anlamında kullanıldığı da olur. İbni Abbas der ki: Yüce Allah'ın Kitab-ı Kerim'inde "Zu'mun= iddia, ileri sürmek" varit olduğu her yerde bu kelime yalan anlamındadır.[76]

"Ondan başka" melekler, Hz. İsa ve Uzeyr gibi "sizin bir sıkıntınızı gider­meye" onu izale etmeye de "o halinizi değiştirmeye de güçleri yetmez" yani onu sizden alıp bir başkasına verme imkânları yoktur.

"Onların" ilâh diye "çağırdıkları" veya seslendikleri.. "Kimseler de Rabbine hangisi daha yakın olacak diye vesile" itaat ve ibadet ile yakınlaşmanın yol­larını "ararlar." Yani esasen ilâh diye kabul ettikleri bu varlıklara, itaat etmek suretiyle Yüce Allah'a yakın olmanın yollarını ararlar. "Onun rahmetini umar­lar, azabından korkarlar." O halde nasıl olur da onların ilâh olduklarını ileri sürebilirler veya siz nasıl olur da onları ilâh diye çağırabilirsiniz? "Zira Rab-binin azabı sakınılmaya değer." Yani herkesin ondan sakınması uygundur; peygamberler ve melekler de dahil olmaz üzere.

"Hiçbir şehir yoktur ki" maksat şehir halkıdır; "kıyamet gününden önce" ölüm ile "biz onu helak edici veya" öldürmek ya da başka bir yolla "şiddetli bir azapla cezalandırıcı olmayalım. Bu, "Kitapta" Levh-i mahfuzda "yazılmıştır."

"Bizi ayetler" Kureyş'in Safa tepesinin altın madenine dönüştürülmesi gibi gösterilmesini istediği mucizeler "göndermekten alıkoyan şey ancak öncekilerin onları yalanlamış olmalarıdır." Bizler o mucizeleri gönderip onlar da bunu ya­lanlayınca bu yalanlayanları helak ettik. Eğer Kureyş'lilere de bu şekilde ayet­ler gönderecek olsak, onlar da bu ayetleri yalanlayacaklar ve böylelikle helak olarak kökten yok edici azabı hak edecekler. Halbuki biz Muhammed (s.a.)'in çağrısının tam anlamıyla yayılması için onlara mühlet vermiş bulunuyoruz.

"Semûd'a da gözleri göre göre bir dişi deve vermiştik." Yani apaçık bir mucize yahut da üzerinde düşünen ve tefekkür edenlere hakikati gösterici bir mucize olarak vermiştik. "Bu yüzden zulmetmişlerdi." Yani bu mucizeyi inkâr ettiler ve bu sebeple helak edildiler. Yahut da onu kestikleri için kendilerine zulmetmişlerdi. "Halbuki biz ayetleri ancak korkutmak için göndeririz." Biz mucizeleri veya onların teklif ettikleri mucizeleri kökten yok eden azabın gelişinden önce kulları korkutucu olmak üzere göndeririz ve böylelikle onlar da iman ederler.

"Hani sana demiştik ki..." Sana şu sözleri söylediğimizi hatırla: "Rabbin gerçekten insanları" ilim ve kudretiyle "kuşatmıştır." Anlatılmak istenen onların Allah'ın hakimiyet ve kudreti altında olduklarıdır. O bakımdan sen risaleti onlara tebliğ et, kimseden korkma. Onlara karşı seni koruyacak O'dur. Onlar bizim izin vermemiz hali müstesna, sana hiçbir şekilde bir eziyet vere­mezler.

"Sana göstermiş olduğumuz temaşayı" yani İsra gecesi gözlerinle gördüğün o vakıayı. Ayette geçen "rü'ya"dan kasıt Peygamber (s.a.)'in İsra gecesi gözleriyle gördüğü şeylerdir. Burada rüya çoğunlukla bilinenden farklı olarak gözle görmek anlamında kullanılmıştır. İbni Abbas der ki: "Bu, Rasulul-~ah (s.a.)'a İsra'ya götürüldüğü gece kendisine gösterilen gözle görmedir." Eğer bu uykuda görülen bir rüya olsaydı, insanlar için bir imtihan sebebi olmazdı ve birtakım kimseler de bundan dolayı İslâm'dan dönmezlerdi. "Sadece insanlar " yani Mekke halkı "için bir imtihan kıldık." Hz. Peygamber bunu kendilerine haber verince yalanladılar ve bir kısmı da irtidat etti. "Kur'ân'da lanetlenmiş jlan ağacı da" ifadesindeki ağaç cehhennemin dibinde yetişen Zakkum ağacıdır. Biz bu ağacı da onlara imtihan kıldık. Çünkü onlar "Ateş ağacı yakar; peki nasıl olur da ateşte ağaç biter?" demişlerdi.

"Biz onları" bununla "korkuturuz. Ama bu" bizim korkutmamız "büyük bir zzgınlık vermekten başka bir şeylerini artırmıyor." Burada geçen tuğyan kelimesi, sapıklık ve günahta haddi aşmak demektir. [77]

 

Nüzul Sebebi

 

56. ayet-i kerime olan "De ki: O'ndan başka (ilâh) diye iddia ettiklerinizi çağırın." buyruğu ile ilgili olarak Buharî ile başkaları İbni Mes'ud'dan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: "İnsanlardan bazıları cinlerden bazı kimselere ibadet ederlerdi. Cinler İslâm'a girdi, diğerleri ise yine onlara ibadete devam ettiler. Bunun üzerine Yüce Allah: "De ki: O'ndan başka (ilâh diye) iddia ettik­lerinizi çağırın..." ayetini indirdi.

Rivayet edildiğine göre Kureyşliler arasında kıtlık başgösterip bundan dolayı da onlar Rasulullah (s.a.)'a şikayete gelince Yüce Allah bu ayet-i ker­imeyi indirdi.

59. ayet-i kerime olan "Bizi ayetler göndermekten alıkoyan şey..." ayet-i kerimesinin nüzulü ile ilgili olarak Ahmed, Nesaî, Taberânî ve Hâkim, İbni Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmektedirler: "Mekke halkı Peygamber ' s.a.)'den Safa'yı kendilerine altın yapmasını, dağları kendilerinden biraz uzak­laştırmasını ve böylelikle ekin ekme imkânını bulmayı istediler. Hz. Paygam-bere şöyle dendi: Sen istersen onlara biraz mühlet verirsin, istersen de istedik­lerini onlara yaparsın. Fakat kâfir olurlarsa helak olurlar, onlardan öncekileri helak etttiğimiz gibi. Hz Peygamber: "Hayır ben onlara mühlet tanıyayım." diye buyuranca Yüce Allah da: "Bizi ayetler göndermekten alıkoyan şey, ancak öncekilerin onları yalanlamış olmalarıdır." buyruğunu indirdi.

"Sana göstermiş olduğumuz temaşayı..." buyruğunun yer aldığı 60. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak da Ebu Ya'lâ, Ummü Hâni'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) İsra'ya götürüldüğü gecenin sabahında Kureyşliler'den bir gruba olayı anlattı, onlar da alay etmeye başladılar. Ondan sözünün doğruluğuna dair bir belge istediler. O da onlara Beytü'l-Makdis'in niteliklerini anlattı ve kendilerine gelmekte olan kervandan söz etti. Velid b. Muğire: "Bu bir sihirbazdır." dedi. Bunun üzerine Yüce Allah: "Sana göstermiş olduğumuz temaşayı sadece insanlar için bir imtihan kıldık" buyruğunu indir­di. İbnü'l-Münzir de el-Haseride buna yakın bir rivayet nakleder.

İbni Merdüveyh de Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hüseyin'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) bir gün kederli bir şekilde sabahladı. Ona "Neyin var ey Allah'ın Rasulü? Üzülme çünkü bu onlara da görülebilecek bir rüyadır, (görün­tü) denildi." Bunun üzerine Yüce Allah, "Sana göstermiş olduğumuz temaşayı sadece insanlar için bir imtihan kıldık." ayetini indirdi.

Yine 60. ayet-i kerimede söz konusu olan: "Kur'ân da lanetlenmiş olan ağaca da." buyruğunun nüzulü ile ilgili olarak İbni Ebî Hatim ve Beyhakî, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Yüce Allah Zakkum'u söz konusu edip onunla Kureyşlileri korkutunca Ebu Cehil şöyle dedi: Siz Muhammed'in sizi korkutmuş olduğu Zakkumun ne olduğun biliyor musunuz? O Zakkum tereyağlı tirittir. Eğer imkânımız olursa ondan alabildiğine zıkkımlanırız. Bunun üzerine Yüce Allah: "Kur'ân'da lanetlenmiş olan ağacı da. Biz onları korkutuyoruz ama bu, onlara büyük bir azgınlık vermekten başka bir şeylerini artırmıyor." buyruğunu indirdi. Ayrıca Yüce Allah: "Şüphesiz Zakkum ağacı, o çok günahkârın yiyeceğidir." (Duhan, 44/43-44) buyruğunu indirdi. [78]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah müşriklerin öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmelerini tenkit ettikten sonra, bu sefer onların meleklere, cinlere, Hz. Mesih ve Üzeyr'e ibadet etmelerini reddetmektedir. Çünkü bunlar Yüce Allah'a itaat ve ibadet ile yaklaşmanın yolunu arayanlardır, Allah'ın azabından korkanlardır. O bakımdan ibadete hak kazanan bunların da mutlak mâliki ve hâkimi olandır. Bu da bizzat fayda ve zarar vermeye kadir olan Yüce Allah'tır. Burada kasıt putlar değildir. Çünkü Yüce Allah'a yakınlaşmak için yol aramak, hiçbir zaman putların yapabileceği bir davranış değildir.

Daha sonra Yüce Allah onlara olan tehdidini söz konusu etmektedir ki, o da kâfirlerin şehirlerinin akıbeti ile ilgilidir. Şehirleri ya kökten yok edilip tahrip edilecektir yahut da öldürmek, esir alınmak, mallarının ganimet alınması gibi daha aşağı bir azaba uğrayacaklardır.

Daha sonra Yüce Allah maddî ayetler ve oldukça büyük ve kahir mucize­ler isteyen müşriklere cevap vermeketedir. Meselâ, bu mucizeleri isteyenler:

"Sen bize yerden bir kaynak fışkırtıncaya kadar sana asla inanmayacağız..." diye (İsra, 17/90-93. ayetlerde) geçen sözleri bu kabildendir. Yüce Allah burada onların isteklerini kabul etmesi halinde onları tehdit etmektedir. Eğer istedik­leri mucizeleri getirir de onlar yine bunları yalanlayacak olurlarsa, Yüce Allah'ın kendilerinden öncekilere de uygulanageldiği sünnetine uygun olarak kökten helak eder. Nitekim Semud kavmine gelen apaçık mucize böyle olmuştu.

Mucizelerin gösterilmesi bir maslahat olmamakla birlikte, bu kâfirler yine de Hz. Peygamber'e şöyle diyerek dil uzatmak cesaretini göstermişlerdir: Eğer sen gerçekten Allah tarafından gönderilmiş bir rasul isen, mutlaka bizim senden istemiş olduğumuz şu mucizeleri getirmelisin. Nitekim Musa ve diğer peygamberler böyle mucizeler göstermişlerdi. Bunun üzerine Yüce Allah şu buyruğu ile Hz. Peygamber'e yardımcı olduğunu beyan etmektedir: "Hani sana demiştik ki: Rabbin gerçekten insanları kuşatmıştır..."

Daha sonra bunun akabinde Yüce Allah İsra gecesinden söz etmektedir ki, bu insanlar için bir sınama, imanları için bir deneme olmuştu. Nitekim cehen­nem ateşindeki Zakkum ağacı da bir sınama ve bir denemedir. [79]

 

Açıklaması

 

Ey Peygamber, Allah'tan başkasına ibadet eden şu müşriklere de ki: Allah'tan başka ilâh olduklarını iddia ettiğiniz şu putlara ve Allah'ın ortak­larına bir sesleniniz. Çağırınız onları, acaba onlar sizin bu çağırınıza cevap verecekler mi? Fakirlik, hastalık, kıtlık, azap ve buna benzer birtakım sıkıntıların baş göstermesi halinde onlara yöneliniz. Acaba bu sıkıntılarınızı giderebiliyorlar mı? Şüphesiz onların kendilerine de bir fayda ve zarar verme imkânları yoktur.

Bunları yapabilen ancak hiçbir ortağı olmayan, yaratmak ve emretmek kudret; ancak kendisinde olan Yüce Allah'tır. İbni Abbas der ki: Müşrikler biz meleklere, Mesih'e ve Üzeyr'e ibadet ediyoruz, derlerdi. İşte çağırılmalan iste­nenler de bunlardır. Yani melekler, Mesih ve Üzeyr'dir.

"Onların çağırdıkları o kimseler de Rablerine hangisi daha yakın olacak diye vesile ararlar." Sizin Allah'tan başka tapındığınız Üzeyr ve Mesih gibi kimseler dahi Rablerine dua ederler. Onlar da Allah'a yakınlaşmak için yol ararlar. İtaat ve ibadetlerle O'na yaklaşmaya çalışırlar. İbadetlerini yalnızca O'na yaparlar. Buradaki "yol" Allah Teâlâ'ya yakınlaştırıcı işler demektir.

"Rablerine hangisi daha yakın olacak diye vesile ararlar, onun rahmetini umarlar, azabından korkarlar." Yani onlardan daha yakın olanlar bile Yüce Allah'a yakınlaşmak için yol arar. Peki ya yakın olmayanların durumu ne olur?

Yahut da yol aramanın anlamı şudur: Onlar Yüce Allah'a hangisi daha yakın olacak diye çaba harcarlar. Bu ise itaatlerine devamla daha çok hayır yapmakla, olur. Ve bunlar Allah'ın rahmetini umar, onun azabından korkarlar; Allah'ın diğer kulları gibi. Peki bunların ilâh olduklarını nasıl iddia edebilirler?

Tirmizî ve İbni Merdüveyh, Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmek­tedir: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Allah'tan vesile dileyiniz." Vesile nedir? diye sordular. Rasulullah (s.a.): "Allah'a yakın olmaktır." buyurdu; sonra da bu ayet-i kerimeyi okudu.

Rahmeti umup azaptan korkmaya gelince, gerçekten şu iki ibadet korku ve ümid ile tamam olur. Korkan insan masiyetlerinden uzak durur, umut ile de itaatlerini daha çok artırır.

Azaptan korkmanın sebebi ise Yüce Allah'ın: "Zira Rabbinin azabı sakınılmaya değer." buyruğunda ifade ettiği husustur. Yani şüphesiz Rabbinin azabı kendisinden korkulan bir şeydir. Kimsenin azaptan yana güvenlik içerisinde olması söz konusu değildir. O bakımdan melekler olsun, peygamber­ler olsun ve onların dışındakiler olsun, bütün kulların azaptan çekinmeleri, azabın meydana gelmesinden çekinmeleri, sakınmaları gerekir. Peki ya siz ne yapmalısınız?

Daha sonra Yüce Allah zalimlerin akıbetini şöylece beyan etmektedir: "Hiçbir şehir yoktur ki kıyamet gününden önce biz onu helak edici... olmay­alım." Yani Yüce Allah'ın nezdinde levh-i mahfuz'da yazılı olan ilminde küfür ve masiyetlerle zulmeden kasabaların her birisini mutlaka Yüce Allah ya bütün ahalisini yok etmekle helak edecektir yahut da onları kökten yok edici bir azap ile cezalandıracaktır. Bu da ya öldürmek ile yahut da dilediği belâlara onları maruz bırakmakla olacaktır. O bunu yaparken onlara zulüm olsun diye değil, aksine günah ve hataları sebebiyle onlara bunu yapacaktır. Nitekim Yüce Allah' şöyle buyurmaktadır: "Ve biz onlara zulmetmedik fakat kendileri kendilerine zulmediyorlardı." (Hûd, 11/101).

"Bu kitapta yazılmıştır." Yani bu Yüce Allah'ın ilminde yahut Levh-i Mah­fuz'da tescil edilmiş sabit ve genel bir hükümdür. Tirmizî, Ubâde b. es-Samit'-den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ben Rasulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Şüphesiz Allah'ın ilk yarattığı şey Kalem'dir. Ona, yaz diye buyurdu. O ne yazayım? diye sordu. Yüce Allah: "Takdir olunan her şeyi ve kıyamet gününe kadar olacak ne varsa onu yaz." buyurdu.

Daha sonra Yüce Allah Mekke halkının isteklerinin kabul edilmeyiş sebe­bini açıklayarak şöyle buyurmaktadır: "Bizi ayetler göndermekten alıkoyan şey..." yani onların gösterilmesini teklif ettikleri ayetleri (mucizeleri) gerçekleştirmekten bizi alıkoyan tek şey, onlardan öncekilerin benzerlerini yalanlama, olmalarıdır. Biz bu ayetleri gösterecek olsak, Mekke halkı da veya onların durumunda olanlar bunları yalanlayacak olurlarsa, dünya hayatında onları azaplandırırız ve asla onlara mühlet vermeyiz. Nitekim Yüce Allah'ın mahlûkatmda uygulayageldiği sünneti (şaşmaz kanunu) budur.

Nüzul sebebinde de açıkladığımız gibi, Mekke'lilerin gösterilmesini teklif ettikleri mucizeler, Safa'yı altın yapması, dağları bir parça kendilerinden uzak­laştırması ve arazilerinin ziraate elverişli hale getirilmesi gibi şeylerdi.

Öncekilerin teklif edip, gerçekleştirildikleri vakit de yalanladıkları ve bundan dolayı da topluca helak edildikleri ayetlere bir örnek de Hz. Salih'in kavmi olan Semud'a gösterdiği dişi deve mucizesidir. Onlar dişi deveyi kesince büyük sayha onları yakaladı. Onların helak edilmelerinin izleri de Arap topraklarında sınırlarına yakın yerlerde devam etti. Giden ve gelenler onları görüyordu. Nitekim burada Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Semud'a da göz­leri göre göre bir dişi deve vermiştik. Bu yüzden zulmetmişlerdi." Yani biz Semud kabilesine de dişi deveyi, onu yaratanın vahdaniyetine ve bu hususta Allah'ın duasını kabul ettiği Rasulünün doğruluğuna delâlet eden açık bir belge olarak vermiştik. Yüce Allah'ın: "göz göre göre" ifadesi, apaçık yahut insanların idrak ettiği şekilde gösterme özelliğine sahip anlamındadır. Burada diğer mucizeler arasında özellikle bunun söz konusu edilmesinin sebebi, Semud kabilesinin helak edilmesinin izlerinin Arap topraklarına yakın olması, onların yolları üzerinde bulunmasıdır. Yüce Allah'ın, "Bu yüzden zulmetmişlerdi" buyruğunun anlamı ise, ona kâfir oldular ve o dişi devenin su içmesini engelleyip onu öldürdüler, demektir. Yüce Allah da tek bir kimse kalmamak üzere onları yok etti ve onlardan intikam aldı.

"Halbuki biz ayetleri ancak korkutmak için göndeririz." Yani bizler ayetleri ancak insanları dünya azabının geleceğinden korkutmak üzere göndeririz. Belki bununla ibret alırlar, öğüt alırlar ve vazgeçerler. Şayet korkmayacak olurlarsa bu sefer başlarına azap iner.

İbni Kesîr'in naklettiğine göre bir seferinde İbni Mes'ud'un valiliği döne­minde Kûfe'de zelzele oldu, o da şöyle dedi: "Ey insanlar! Rabbiniz sizden ken­disini razı etmenizi istiyor. Haydi O'nu razı ediniz." Yine rivayet edildiğine göre Medine Ömer b. el-Hattab'ın halifeliği döneminde defalarca sarsıldı. Hz. Ömer şöyle buyurdu: "Allah'a yemin ederim, birtakım günahlar işlemeye başladınız. Andolsun eğer bir daha zelzele olursa şunları şunları yapacağım." Yine Buharı ile Müslim'in ittifakla rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyrmuştur: "Şüphesiz Güneş ile Ay Allah'ın ayetlerinden iki ayettir ve şüphesiz bunlar herhangi bir kimsenin ölümü ya da hayatı dolayısıyla tutul­mazlar. Fakat Yüce Allah bunlarla kullarını korkutur. Böyle bir şey gördüğü­nüz zaman onu zikretmeye, Ona dua etmeye, ondan mağfiret dilemeye koşunuz." Daha sonra şöyle buyurdu: "Ey Muhammed ümmeti, Allah'a yemin ederim erkek veya kadın kulunun zina etmesinden dolayı Allah'tan daha çok galeyana gelen hiçbir varlık yoktur. Ey Muhammed ümmeti, Allah'a yemin ederim eğer sizler benim bildiklerimi bilecek olsaydınız pek az güler, pek çok ağlardınız."

Daha sonra Yüce Allah Rasulünün risaletini tebliğe teşvik etmekte ve ona kendisini insanlardan koruduğunu haber vererek şöyle buyurmaktadır: "Hani sana demiştik ki: Rabbin gerçekten insanları kuşatmıştır." Yani şunu hatırla ki, bir zamanlar biz sana şöyle vahyetmiştik: Kullarına kadir olan, güç yetiren Allah'tır. Onlar onun hakimiyeti, onun kahrı ve galebesi altındadırlar ve Allah ister Kureyş'ten olsun, ister başkalarından olsun düşmanlarına karşı seni korumuştur ve şüphesiz Allah, onlara karşı sana yardım edecektir. Nitekim bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Ve Allah insanlara karşı seni koruyacaktır." (Mâide, 5/67). Yine yüce Allah Bedir'de zafer müjdesini vererek şöyle buyur­muştur: "O topluluk pek yakında yenik düşecek ve arkalarını dönüp gidecek­lerdir." (Kamer, 54/45); "Kâfir olanlara de ki: Peki yakında yenilgiye uğraya­caksınız ve cehenneme sürülmek üzere toplanacaksınız." (Ali İmrân, 3/12).

Şanı yüce Allah Kur'an ayetlerinin inidirilmesinin aynı zamanda korkut­mayı da ihtiva ettiğini beyan ettikten sonra İsra mucizesini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:

"Sana göstermiş olduğumuz temaşayı sadece insanlar için bir imtihan kıldık." Yani İsra gecesinde sana gösterdiklerimizi ancak insanlar için bir den­eme ve bir sınama aracı kıldık. Böylelikle gerçek ve samimi müminler ile yalanlayıcı kâfirlerin insanlara karşı durumları açıkça ortaya çıksın, insan­ların bilmesi için ortaya çıkardık. Ama bu bize nispetle değil. Çünkü biz zaten gelecekte olacak her şeyi ezelden beri bilmekteyiz.

Bu mucizeyi bir takım kimseler yalanladı ve inkâr etti, başka kimseler de doğrulayıp tasdik etti.

Buharî, İbni Abbas'tan bu ayet-i kerime hakkında şunu söylediğini naklet­mektedir: Buradaki rü'ya kelimesi Rasulullah (s.a.)'a İsra'ya götürüldüğü gece gösterilen göz ile gördüğü bir rüyadır. Arapça'da da: "Ben onu gözümle bir rüyet şeklinde ve rüya olarak gördüm." denilir.

"Kur'an'da lanetlenmiş olan ağacı da." Bu buyrukta takdim ve tehir vardır. Yani biz Kur'an-ı Kerim'de lanetlenmiş ağacı da ancak insanlar için bir imtihan ve bir denenme sebebi kıldık. Tıpkı İsra ve Mi'râc hadisesi gibi. Söz konusu bu ağaç ise zakkum ağacıdır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz zakkum ağacı, o pek günahkârın yiyeceğidir." (Duhan, 44/43-44). Bu ağaç hakkında insanlar ihtilâfa düştüler. Kimisinin bundan dolayı imanı arttı, çünkü ateşin yakmadığı pek çok şey vardır; kimisinin de küfrü arttı. Ebu Cehil ile Abdullah b. ez-Ziba'rî gibi. Bunlar dediler ki: Zakkum dediğimiz şey, ancak hurma ve tereyağıdır. O bakımdan bunlar hurma ve tereyağını birlikte yiyip bunlardan zıkkımlanmaya koyuldular.

"Biz onları korkutuyoruz, ama bu onların büyük bir azgınlık vermekten başka bir şeylerini artırmıyor." Nasıl olur da bu durumdaki bir kavme güvenip onların teklif ettikleri mucizeler gösterilir? [80]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimeler aşağıdaki hüküm ve hikmetleri bizlere anlatır:

1- Fakirlik, hastalık, belâ ve buna benzer herhangi bir sıkıntıyı gidermek yahut o sıkıntıyı bir yerden başka bir yere aktarmak, bir kişiden başka birine nakletmek, Allah'tan başkasının yapabileceği bir iş değildir. Yüce Allah Mekke'deki müşriklere "De ki: Ondan başka (ilâh diye) iddia ettiklerinizi çağırın..." ayeti ile meydan okumakta ve Allah'tan başka tapındıklarını ve ilâh diye iddia ettikleri kimseleri, yedi yıl süre ile karşı karşıya kaldıkları kıtlığı kaldırmak için çağırmalarım isteyerek meydan okumayı daha da pekiştirmek­tedir.

2- İlâh oldukları ileri sürülen Allah'tan başka birtakım varlıkların yardımlarını istemenin hiçbir faydası yoktur. Çünkü melekler, Hz. İsa ve Hz. Uzeyr gibi bütün bu varlıklar esasen Allah'a yakın olmayı isterler. Cenneti istemek hususunda Yüce Allah'a yalvarıp yakarırlar. Âyet-i kerimede geçen “vesîle" Allah'a yakınlık demektir.

Bununla Yüce Allah, kendilerine ibadet olunan bu mabudlarm esasen Rablerine yakınlaşmanın yolunu aradıklarını bildirmektedir. Bizzat onların Rablerine ihtiyaçları vardır. Peki onlardan nasıl olur da hayır umulabilir; kendilerine tabi olanların ve ibadet edenlerin sıkıntılarını, zorluklarını, kötülüklerini bertaraf edecekleri umulabilir?

3- Bütün zalim kasabaları ve halklarını Yüce Allah mutlaka kıyamet gününün  gelmesinden  önce  helak  edecek veya  çetin  bir  azap  ile azaplandıracaktır. O halde müşrikler Allah'tan korksunlar. Bütün kâfir kasa­baları mutlaka azap gelip bulacaktır. İbni Mes'ud (r.a.) der ki: Zina ve faiz herhangi bir beldede açıkça işlenmeye başladı mı Allah onların helak edilmelerine izin verdi, demektir. Helak etmek ise, ancak insanların zulümleri sebebiyle olur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz halkı zulmedenler olmadıkça memleketleri helak ediciler değiliz." (Kasas, 28/59).

4- Yüce Allah'ı Mekke müşriklerinin teklif ettikleri mucizeleri göndermekten. alıkoyan tek sebep, onların bunları yalanlayacak olmalarıdır. Böylelikle kendilerinden öncekilere yapıldığı gibi, onlar da helak edileceklerdir. Bundan dolayı Yüce Allah Kureyş kâfirlerinin azabını ertelemiştir. Çünkü aralarında, iman edecek kimselerin çıkacağını ve mümin olarak dünyaya geleceğini bildiği kimseler vardı.

5- Semud kavmine dişi devenin verilmesi Hz. Salih'in doğruluğuna ve Yüce Allah'ın kudretine delâlet eden apaçık bir mucize idi. Fakat bu mucizeyi inkar etmekle kendilerine zulmedip bunun Yüce Allah tarafından gönderilmiş bir mucize olduğunu inkâr edince Allah da gönderdiği azapla onları kökten yok etti.

6- İntikam ayetlerini (mucizelerini) göndermek, ancak masiyet ve küfürden dolayı korkutmak için olur.

7- Yüce Allah peygamberine insanları kuşattığını yani Mekke halkını kuşattığını müjdelemiştir. Onları kuşatması, onları helak etmesidir. Ya da Yüce Allah'ın kudreti bütün insanları kuşatmıştır; hepsi de Yüce Allah'ın hakimiyeti altındadır, O'nun meşietinin dışına çıkamazlar.

8- Şüphesiz ki İsra mucizesi ve zakkum ağacı insanlar için bir imtihan ve bir sınama vesilesidir. Böylelikle ezelden beri küfre sapacağı bilinenler kâfir olsunlar ve ezelden beri iman edecekleri bilinenler de tasdik etsinler.

Sabit olan ve daha sahih kabul edilen şu ki İsra olayı Peygamber (s.a.)'in Beytü'l-makdis'e geceleyin götürüldüğünde, gözleriyle kendisine gösterilen ve gözleriyle gördüğü bir rüyadır.

Lanetlenmiş ağaç ise, zakkum ağacıdır ve bu ağaç rahmetten uzak olan bir yerdedir.

Yüce Allah müşrikleri de başkalarını da zakkum ile korkutmaktadır. Bu korkutma ise kâfirlerin küfürlerinden başka şeylerini artırmıyor. [81]

 

İblis İle Meleklere Secde Etme Emrinin Verilmesi

 

61- Hani meleklere, "Adem'e secde edin" demiştik de onlar da İblis müstesna secde etmişlerdi. O: "Çamurdan yaratmış olduğuna mı secde edeceğim?" demişti.

62- "Benden üstün kıldığın şu kişiyi görüyor musun? Andolsun eğer beni kıyamet gününe kadar tehir edersen pek  azı   müstesna,   mutlaka  onun soyunu emrim altına alırım" demişti.

63- Buyurmuştu ki: "Haydi git, onlar­dan her kim sana uyarsa muhakkak cehennem sizin cezanızdır, hem de tam bir ceza."

64- "Sesinle onlardan gücünün yettiği kimseleri yerinden oynat. Atlılarınla ve yayalarınla onlara karşı haykırarak yürü. Mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol ve kendilerine vaadde bulun." Fakat şeytan onlara aldanıştan başka ne vaad eder ki!

65-  Muhakkak  ki  benim  kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin yoktur. Vekil olarak Allah yeter.

 

Belagat:

 

"Atlılarınla ve yayalarınla onlara karşı haykırarak yürü." buyruğu temsilî bir istiaredir. Şeytanın günahkâr kimselere tasallutunun durumu, askerleriyle düşmanlarına karşı galip gelmek üzere hücum için bağıran komutana ben-actilmektedir. [82]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Hani meleklere, Adem'e secde edin demiştik." Meleklere eğilmek suretiyle selâmlama secdesinde bulunun, dediğimiz zamanı hatırla!

"O İblis çamurdan yaratmış olduğuna mı secde edeyim! demişti." Bu ifade, inkâr ve hayret ifade eden bir sorudur.

Beni ateşten yarattığın için kendisinden hayırlı olduğum halde kendisine secde etmem emri ile "Benden üstün kıldığın şu kişiyi görüyor musun!" Pek azı senin koruduğun az sayıda kimseler "müstesna mutlaka onun soyunu emrim altına alırım." Pek azı müstesna, onları saptırmak suretiyle mahvedeceğim. Onların az bir bölümünün gücüne karşı direnemeyeceğim. Adeta şeytan bu haliyle çoğunluğun mâliki haline gelmiş gibidir. Görüldüğüne göre o, bunu Hz. Adem ağaçtan yemeden önce söylemiştir.

Yüce Allah ona "Buyurmuştu ki: Haydi git" işine bak ve sen birinci nefha zamanına kadar mühlet aldın. Ben seni kendi nefsinin sana güzel gösterdik-leriyle başbaşa bırakıyorum.

"Sesinle" Allah'a isyana yahut fesada çağırmak suretiyle "onlardan" gücünün yettiği kimseleri yerinden oynat. Atlılarınla ve yayalarınla" yani masiyetler hususunda yürüyen piyadelerinle ve binicilerinle "onlara karşı haykırarak yürü." Yüksek sesle, bağırarak hücum et. Faiz ve gasp gibi haram kılman "mallarda ve" zinadan olma "çocuklarda onlara ortak ol ve" öldükten sonra dirilme yoktur, amellerin karşılığının verilmesi söz konusu değildir ve buna benzer uydurma putların şefaat edeceği gibi babaların üstünlüklerine güvenip dayanmak, uzun emel dolayısıyla tevbeyi ertelemek gibi batıl vaadler-le "vaadde bulun kendilerine. Fakat şeytan" bununla "onlara aldanıştan" batıldan "başka ne vaad eder ki?" Bu buyruk onun vaad ettiklerinin mahiyetini açıklamak üzere bir ara cümlesidir. Aldanış ise şeytanın hatalı olanı yahut batıl olanı, doğru ve hak olduğunu vehmettirecek şekilde süslü göstermesidir.

"Muhakkak benim kullarım" mümin ve ihlâsh kullarım "üzerinde senin bir hakimiyetin" tasallutun ve onları aldatmaya gücün "yoktur. Vekil olarak" sana karşı onları koruycu ve gözetleyici olarak "Rabbin yeter." Onlar gerçek manada senden sığınmak suretiyle Allah'a tevekkül ederler. [83]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayet-i kerimelerin daha önceki buyruklarla iki yönden ilişkisi vardır:

1- Peygamber (s.a)'in imtihanı ve sıkıntıları ile Adem (a.s.)'in İblis'ten çektiği sıkıntılar arasındaki benzerliği göstermektedir. Müşrikler peygamber­imiz ile anlaşmazlık çıkartıp İsra ve zakkum ağacını kendilerine haber verdiğinde onu yalanladılar ve büyüklenerek peygamberliğini kıskandılar, ona birtakım mucizeleri getirmesini teklif ettiler. Bütün bunlardan sonra, Hz. Adem'in ve İblis'in kıssasının söz konusu edilmesi, uygun düşmektedir. Çünkü kibir ve kıskançlık İblis'i secde etmemeye götürmüştür. Kıskançlık oldukça eski bir hastalıktır.

2- Şanı yüce Allah (60. ayet-i kerimede) "Bu onlara büyük bir azgınlık ver­mekten başka bir şeylerini artırmıyor" buyruğundan sonra, bu azgınlığın sebe­bini açıklamaktadır. Bu da İblis'in söylediği "Pek azı müstesna, mutlaka onun soyunu emrim altına alırım" şeklindeki sözlerinden ileri gelmektedir.

Diğer taraftan Hz. Adem kıssasının yedi surede söz konusu edildiğini görüyoruz. Bunlar Bakara, A'râf, Hicr, İsra, Kehf, Tâ-Hâ ve Sâd sureleridir. [84]

 

Açıklaması

 

Ey peygamber! Sen insanlara İblis'in Adem'e ve onun çocuklarına olan düşmanlıklarını, bu düşmanlığın Adem yaratıldığından itibaren başladığını, bu sebeple oldukça eskilere dayandığını da hatırlat. Bunun delili de Yüce Allah'ın meleklere Adem'e -ibadet ve boyun eğme secdesi değil de- selâmlama, sevgi ve saygı maksadıyla secde etmelerini emrettiğinde hepsi secde ettikleri halde İblis'in secde etmeyip büyüklenmesi ve ona secde etmeyi kabul etmeme­sidir. Çünkü Adem'e karşı övünmüş ve onu küçük görmüştü. O, çamur olduğu halde ben ona mı secde edecekmişim, ben ateşten yaratılmış bulunuyorum, demişti. Nitekim Yüce Allah onun şöyle dediğini bildirmektedir: "Dedi ki: Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın." (Sâd, 38/76).

Burada da İblis olmadık bir cesaret göstererek ve inkâr yollu şöyle dedi: "Benden üstün kıldığın şu kişiyi görüyor musun..." Yani şu benden üstün kıldığın kişi hakkında bana haber ver, ben ondan hayırlı olduğum halde onu ne diye ben­den üstün kıldın? O bu ifadeleriyle kendi kanaatine göre Rabbinin haksızlık yaptığını ifade etmektedir. Çünkü kendi kanaatine göre yaratma unsuru balamandan ateş daha üstündür, çamur unsuru ise daha düşüktür; zira çamur hareketsizliğe, donukluğa daha yakındır. Gerçek ise şudur: Bütün unsurlar tek bir cinstendir, hepsini Allah yaratmıştır. Hatta çamur ateşten daha faydalıdır. Çünkü çamur ile yapı ve bayındırlık faaliyeti gerçekleştirildiği halde ateş -kon­trol edilmediğinde- tahrip eder, yakar ve her şeyi darmadağın eder.

"Andolsun, eğer kıyamet gününe kadar tehir edersen pek azı müstesna, mutlaka onun soyunu emrim altına alırım." Yani yemin ederek söylüyorum, eğer beni kıyamet gününe kadar bırakacak olursan, saptırmak suretiyle Adem'in zürriyetinin kökünü mahvedeceğim. Hepsini hakimiyetim altına alacağım ve şüphesiz pek azı müstesna soyundan gelenleri saptıracağım. Bun­lar ise Yüce Allah'ın şu buyruğunda nitelendirdiği Allah'ın kurtardığı (ihlâsa erdirdiği) kullarıdır: "Şüphesiz benim kullarımın üzerinde senin bir hakimiyetin yoktur." (Hicr, 15/42). Yani benim salih kullarımı saptıramaya-caksm.

Cezasını ertelenmesini dileyince, Allah Tealâ onun talebini kabul etti ve erteledi:

"Buyurmuştu ki: Haydi git onlardan, her kim sana uyarsa..." Yani kendin için seçtiğin işine koyulup git. Sana herhangi bir yardımım erişmeyecektir, maksadınla başbaşa kalacaksın. Onlardan kim sana itaat eder ve uyarsa hep­inizin kalacağı yer, barınacağı yer, eksiksiz olarak cezanızı vereceğimiz yer yani tam anlamıyla cezanızı çekeceğiniz yer cehennem olacaktır. Bu ayetin bir benzeri de şudur: "Şüphesiz sen mühlet verilmiş kimselerdensin. O bilinen zamanın gününe kadar." (Hicr, 15/37-38).

"Sesinle onlardan gücünün yettiği kimseleri yerinden oynat." Yani Yüce Allah'a isyan etmek için, sana verilmiş olan bütün kandırma ve vesvese imkânlarını kullanarak, yapacağın çağrı ile işini yap. Onun "sesi" Yüce Allah'a isyana çağırmasıdır.

"Atlılarınla ve yayalarınla onlara karşı haykırarak yürü." Yani atlısıyla, yayalarıyla askerlerini onlara karşı topla. Bu temsilî bir ifadedir. Bundan kasıt ise güç yetirdiğin her şeyle onlara musallat ol ve bütün hile ve tuzaklarını onlara kur; onları saptırmak hususunda elinden gelen ne varsa hepsini yap, bütün tabi ve yardımcılarını da kullanarak bunu gerçekleştir, demektir.

"Mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol." Yani mallarını faiz, hırsızlık, gasp, aldatmak, kandırmak gibi Allah'a isyanı gerektiren hususlarda ve bu yol­lardan kazanmak üzere onları teşvik et. Zina yoluyla çocuk edinmek yahut da öldürmek, diri diri gömmek ya da Yüce Allah'ın razı olmadığı dine sokmak suretiyle ve buna benzer şer'î olmayan bir takım yollarla; evlilik, boşanmak, süt emmek, nafaka ve buna benzer hususlarda Allah'ın dininin sınırlarını aşmak suretiyle çocuklarda da onlara ortak ol.

"Ve vaadde bulun kendilerine. Fakat şeytan onlara aldanıştan başka ne vaad eder!" Sen onlara uydurma ilâhların şefaatte bulunacağı, şerefli soylar ile Allah katında değerli olunacağı kabilinden batıl ve yalan vaatlerde bulun. Ya da ileride tevbe ederim yahut tevbe etmeksizin de günahlar bağışlanır diye Allah'ın rahmetine güvendirmek, büyük günahlarla ilgili peygamberin şefaa­tine güvenmek, dünyayı ahirete tercih etmek gibi şeylere bel bağlatmak, cen­net ve cehennem diye bir şeyin olmadığını telkin etmek... Ve bunlara benzer vaadlerde bulunmak suretiyle... Halbuki bütün bunların batıl oldukları, hak ile hüküm verileceği gün İblis'in söyleyeceği şu söz ile de ortaya çıkacaktır: "Şüphesiz Allah size gerçek vaadde bulundu. Ben ise size vaatte bulundum ve verdiğim sözde durmadım." (İbrahim, 14/22).

Burada yer alan Yüce Allah'ın "Fakat şeytan onlara başka ne vaat eder" buyruğu; şeytan onlara yalan ve batıldan, batılı hak gibi göstermekten başka bir şey vaat etmez anlamındadır. Onun bütün vaatleri bir aldatmadır, yalan ve süslü göstermedir. Şeytana verilen bu emirler tehdit, Allah'ın yardımından uzak tutma ve kendi kendisiyle başbaşa bırakma yoluyla varit olmuştur. Nitekim günahkâr asilere: "İstediğinizi yapınız." (Fussilet, 41/40) denilmesi de bu kabildendir.

"Muhakkak ki benim kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin yoktur." Yani şüphesiz benim salih ve senin şerrinden kurtarılan (muhlas=ihlâsa erdirilmiş) kullarımı saptırmaya güç yetiremezsin. Çünkü onlar kovulmuş olan şeytandan korunmuşladır, ona karşı himaye olunmuşlardır.

"Vekil olarak Rabbin yeter." Yani Allah'a tevekkül eden ve şeytanın vesveselerinden kurtulmak için ondan yardım isteyen salih müminleri koruyan, destekleyen ve yardım eden olarak Allah yeterlidir.

İşte bu buyruk, masum (günahtan korunmuş) kimsenin ancak Allah'ın koruduğu kimse olduğunu ve insanın Yüce Allah'ın yardımına muhtaç olduğunu göstermektedir. [85]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler aşağıdaki şu hususları göstermektedir:

1- Müşriklerin şirklerini ve Rablerine karşı isyanlarını sürdürmeleri İblis'in kıssasını hatırlatmaktadır. İblis'm. Rahbiae asi ol\ıç s>e.ç,de, etaKve.yv kakyoi. etmediği ve îiz. Âûeniin çamurdan olduğunu söyleyerek kendisinin ateşten olduğunu ileri sürdüğü zamanı hatırlatır. Ona göre ateş özü itibariyle çamur­dan daha hayırlıdır. Halbuki bütün özler biribirine benzemektedir. İblis bu kanaatle Rabbine şöyle hitap etmiştir: Bana üstün tuttuğun şu kişiyi bana ne diye üstün tuttuğunu bildir. Yine İblis meydan okuyan bir üslupla şöyle demişti: Azdırmak ve saptırmak suretiyle Adem'in zürriyetinin kökünü kuru­tacağım. Onları önüme katıp sürükleyeceğim, saptıracağım. Yüce Allah'ın "Muhakkak benim kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin yoktur." buyruğunda sözünü ettiği korunmuş pek az kimse bundan müstesna.

İblis bu sözlerini kendi zannma dayanarak söylemişti. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun İblis onların aleyhindeki zannını gerçekleştirmişti de müminlerden bir kesim dışında ona uymuşlardı." (Sebe1, 34/20). Veya İblis insan tabiatında yerleştirilmiş bulunan şehveti bildiği için böyle söylemişti ya da o sözlerini meleklerin: "Sen orada onda fesat çıkartacak ve kanlar dökecek birisini mi yaratacaksın?" (Bakara, 2/30) sözlerine binaen söylemişti.

Zahiren görüldüğüne göre Hz. Adem'e secde etmeleri emrolunanlar yerde­ki ve gökteki bütün meleklerdir. Aynı şekilde bütün melekler de hayatı tamam olduğu ilk anda Hz. Adem'e secde etmişlerdir.

2-  Şanı yüce Allah'ın İblis'e verdiği cevap onu alabildiğine küçültücü ve tahkir ediciydi. Ona şöyle buyurmuştu: "Haydi git, onlardan her kim sana uyarsa..." Yani sen elinden geleni yap, biz sana o süreyi verdik. Artık Adem'in zürriyetinden her kim itaat ederse, hepinizin cezası cehennem olacaktır. Ve ey İblis! Yüce Allah'ın masiyetine yaptığın çağrı ile istediğinin ayağını kaydır, onların eksikliklerinden faydalan, elinden gelen bütün tuzaklarını onlara kur ve masiyetlerde harcamak suretiyle mallarına, zina çocuklarına sebep olmak suretiyle de çocuklarına ortak ol, yalan vaatlerde bulun, kıyamet ve hesap olmadığını vaat et onlara.

Fakat salih kullarım üzerinde senin herhangi bir tasallutun yoktur. İblis'in iddialarını kabul etmeye, onun tuzaklarına ve kötü hilelerine karşı koruyucu olarak da Allah yeter.

3- Kurtubî der ki: Şu "Onlardan gücünün yettiği kimseleri sesinle oynat..." ayeti çalgı, şarkı ve eğlencenin yasak kılındığına delildir. Çünkü onun sesi Yüce Allah'a isyana çağıran her bir unsurdur. Şeytanın sesi veya fiilinden olan her bir şeyden yahut da onun güzel gördüğü her bir şeyden uzak durmak, kaçınmak icap eder. Nâfî'in İbni Ömer'den rivayet ettiğine göre İbni Ömer bir seferinde bir zurna sesi işitir, o da parmaklarını kulaklarına koyar ve bineğini o yoldan şu sözleri söyleyerek çevirir: Ey Nâfî sesi işitiyor musun? Ben, "evet" dedikçe o ters istikamete doğru yoluna devam edip gitti; sonunda "hayır" dediğim vakit, ellerini çekti, tekrar devesini geri döndürdü ve dedi ki: Ben Rasulullah (s.a.)'ı bir çoban kavalını işittiğini gördüm de bunu yaptı/1) [86]

 

Yüce Allah'ın İnsana Bahşettiği Nimetlerin Bazıları

 

66-  Rabbiniz O'dur ki, lütfundan elde edesiniz diye gemileri sizin için yüzdü­rür; muhakkak ki O size çok merhamet­li olandır.

67- Denizde size bir sıkıntı dokununca -O müstesna- yalvardıklarınızın hepsi kaybolur. Ama O sizi karaya çıkartıp kurtarınca yüz çevirirsiniz. İnsan zaten pek nankördür.

68-  Kara tarafından sizi yere batırma­sından veya başınıza taş yağdırmasın­dan emin mi oldunuz? Sonra kendiniz için vekil de bulamazsınız.

69- Yoksa sizi tekrar bir kere daha ora­ya döndürüp üzerinize ortalığı yıkan bir fırtına göndererek küfre sapmış ol­manızdan dolayı sizi suda boğmuş ol­masından emin mi oldunuz? Sonra bize karşı onun öcünü almak isteyecek biri­ni de bulamazsınız.

70-  Andolsun ki biz Ademoğlunu mü-kerrenı kıldık. Onları karada ve deniz­de taşıdık, temiz nimetlerinden onları rızıklandırdık ve yaratmış oldukları­mızdan çoğuna onları üstün kıldık

 

Belagat:

 

"Muhakkak ki o size çok merhametlidir." buyruğu daha önce sözü geçen ticaret maksadı ve rızık talebi için gemileri yüzdürmenin bir çeşit gerekçesini ifade etmektedir.

"insan zaten pek nankördür." Bu da insanın iman ve tevhitten yüz çevirme sebebini açıklamaktadır.

"...emin mi oldunuz?" buyruğundaki soru, inkâr içindir. İfadenin takdiri de söylerdir: Kurtulup emin oldunuz da bu sizi yüz çevirmeye mi itti? [87]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Lütfundan elde edesiniz diye" Yani ticaretle onun lütfundan arayasmız diye. Lütfü ise onun rızkıdır, "gemileri sizin için yüzdürür." Yani yüzmelerini sağlar. "Muhakkak ki O " gemileri size müsahhar kılmak, ihtiyaç duyduğunuz şeyleri hazırlamak ve zor olan vesileleri kolaylaştırmak sebebiyle "size çok mer­hametli olandır."

"Denizde size bir sıkıntı dokununca" arka arkaya gelen dalgalar sebebiyle suda boğulma ve batma korkusu anında "O müstesna" yani Yüce Allah dışında "yaşardıklarınızın hepsi kaybolur." Sizden kaybolur ve siz de onları hatırla­mazsınız. Yalnız Yüce Allah'a dua edersiniz. Çünkü ancak onun giderebileceği bir sıkıntı içerisinde olduğunuzu anlarsınız. Fakat boğulmaktan "sizi karaya çıkartıp kurtarınca" imandan ve tevhitten "yüz çevirirsiniz. İnsan zaten pek nankördür." Yani nimetleri çokça inkâr eder. Bundan kasıt ise nankörlük eden insandır.

"Kara tarafından sizi yere batırmasından... emin mi oldunuz?" Yani sizler kurtarıldınız, güvenliğe kavuştunuz fakat yüz çevirdiniz. Denizde sizi boğmak suretiyle helak etmeye kadir olan, karada da sizleri yerin dibine geçirmek ve başka herhangi bir yolla sizi helak etmeye kadirdir. Allah Karun'u helak ettiği gibi, sizi de yerin dibine geçirebilir. Kara tarafının söz konusu edilmesi sahile vardıkları vakit hemen küfre sapıp yüz çevirenlere dikkat çekmek içindir. Yoksa Yüce Allah'ın kudreti açısından bütün taraflar ve cihetler fark etmez. Ona göre helak olma sebeplerinden insanı güvenlik altına alabilecek hiçbir sığınak bulunamaz. "Veya başınıza taş yağdırmasından." Lût kavmine yaptığı gibi üzerinize küçük taşlar ve büyük taşlar yağdırmasından emin mi oldunuz? Maksat küçük taşları da kaldırıp yağdıran rüzgârdır. "Sonra kendiniz için bir vekil" ona karşı koruyacak "bulamazsınız."

"Yoksa sizi tekrar bir kere daha oraya" ikinci bir defa "döndürüp üzerinize ortalığı yıkan bir fırtına" yani neye uğradıysa yıkıp harabeye çeviren şiddetli bir rüzgâr "göndererek, küfre sapmış olmanızdan dolayı sizi suda boğmasından emin mi oldunuz?"

Kısacası metinde geçen "hâsib" denilen ise ağaçları ve başka şeyleri kırıp döken oldukça şiddetli ses çıkartan rüzgâr demektir. "Sonra bize karşı onun öcünü almak isteyecek birini de bulamazsınız." Bizim size yaptığımıza karşılık bize direnecek bir yardımcı, bir destek ve bunu kovuşturacak kimse bula­mazsınız.

"Andolsun ki biz Ademoğlunu mükerrem kıldık." Güzel sureti, mutedil mizacı, akıl ve bilgi ile ayırt etme gücü, konuşma ve işaret ile meramını anlat­ma gücü, geçimini ve ahiret için hazırlanma sebeplerini sağlayabilme kabiliyeti, yeryüzünde bulunan her şeyi egemenliği altına alma, gibi şeylerle üstün kıldık. Yani Ademoğlu hem en güzel şekilde yaratılmak ile, hem ilmin, marifetin, ilerlemenin ve uygarlığın aracı olan akıl ile üstün kılınmıştır.

"Onları karada ve denizde taşıdık." Geçmişte ve şimdiki zamanda bineklerin sırtında onları taşıdık. Günümüzde uçaklar, arabalar ve benzeri araçlarla taşıdık, denizde de gemilerle taşıdık. "Temiz nimetlerden" hoşa giden şeylerden "onları rızıklandırdık ve yaratmış olduklarımızdan çoğuna" hayvanlar ve diğer vahşi yaratıklar ve benzerlerine "onları üstün kıldık." Burada melekleri kap­sayan bir ifade de anlaşılabilir. Kasıt insan türünün üstün kılınmasıdır yoksa her bir ferdin, ayrı ayrı üstün kılınması değildir. Çünkü melekler peygamberler dışında diğer insanlardan üstündürler. Yani biz insanları şeref ve imtiyazla üstün kıldık, demektir. [88]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah müşriklerin ilâhlarına dair inançlarını, bu tanrıların fayda ve zarar verdikleri şeklindeki kanaatlerini belirtip açıkladıktan sonra İblis'in Hz. Adem ile kıssasını, Adem'in soyundan gelenlere vesvese vermesini söz konusu etti. Daha sonra da vahdaniyetine, fayda ve zarar verenin, yarattıklarında dile­diği gibi tasarrufta bulunanın o olduğuna delil teşkil edebilecek birtakım fiil­lerini zikretti. Esasen bu yaratıklar da karada olsun, denizde olsunlar insan üzerindeki ilâhî bir takım nimetlerdir. Bunlar ilâhî kudretin de delilleridir. Gemileri denizde yürüten ve suda boğulmaktan koruyan Odur. Yine insanların mükerrem kılınması, üstün kılınması, onlara rızık ihsan edilmesi ve bütün yaratıklara üstün kılınmaları da Allah'ın nimetinin kemalini göstermektedir ve yalnızca Allah Teâlâ'ya ibadet etmeyi gerektirmektedir. [89]

 

Açıklaması

 

Kullarına çokça lütufkâr olan Rabbiniz yarattıklarının menfaatine olan şeyleri sağlayan, hayat yollarını kendilerine kolaylaştırandır. O bakımdan rüzgâr yahut buhar, elektrik gibi değişik güçlerle sizin için denizde gemileri o yürütüyor. Onlarla seyahat için yahut ticaret maksadı ile dünyanın çeşitli ülkeleri arasında kişilerin taşımacılığı yapılıyor, mal ve ticari metalar bir bölgeden bir diğer bölgeye nakledilebiliyor. Böylelikle Allah'ın lütfundan rızık aranıyor. Gerçekten O size karşı çok merhametlidir ,yani O bütün bunları size, üzerinizdeki lütfü ve size olan merhameti dolayısıyla yapmıştır.

Haber verdiği şu gerçek de Yüce Allah'ın merhameti ve lütfü kapsamı içerisindedir: "Denizde size bir sıkıntı dokununca..." Yani ey insanlar denizde size herhangi bir sıkıntı ya da zorluk gelip çatınca, Yüce Allah'ın dışında ken­disine dua edip tapındığınız herhangi bir put, melek veya insan gibi bütün mabudlar hatırınızdan gider, düşüncenizde onlara yer vermezsiniz. Allah'tan başkasını hatırlamaz, sıkıntınızın giderilmesi için başkasına sığınmazsınız.

Nitekim Ebu Cehü'in oğlu İkrime'nin başından geçen olay da buna benze­mektedir. Mekke'yi fethettiği zaman Allah Rasulünden kaçtı ve Habeşistan'a gitmek için gemiye bindi. Oldukça şiddetli bir fırtına koptu, herkes birbirine: "Yalnızca Allah'a dua edip yalvarmaktan başka size hiçbir şeyin faydası olmaz." dediler. İkrime bu sefer kendi kendisine şöyle dedi: "Allah'a yemin ederim, eğer denizde ondan başka fayda veren bir kimse yoksa şüphesiz karada da ondan başkasının faydası olmaz. Allah'ım sana söz veriyorum, eğer beni buradan (salimen) kurtaracak olursan yemin ediyorum elimi gidip Muhammed'in eline koyacağım ve şüphesiz onun oldukça şefkatli ve mer­hametli olduğunu göreceğim." Nihayet denizden (salimen) kurtulabildiler. Rasulullah (s.a.)'ın yanına geri döndü, İslâm'a girdi ve güzel bir şekilde de İslâm'a bağlandı -Allah ondan razı olsun ve onu razı etsin-

"Ama O sizi karaya çıkartıp kurtarınca yüz çevirirsiniz." Yani güvenlikle sizi karaya ve esenliğe çıkartıp, duanızı kabul edince siz yüz çevirirsiniz. Yani daha önce denizde iken itiraf ettiğiniz vahdaniyetini unutuverirsiniz, Ona dua etmekten, yalvarmaktan yüz çevirirsiniz, tekrar şirk koşmaya geri dönersiniz.

Bunun sebebi ise Yüce Allah'ın buyurduğu gibi insanın nankör oluşudur: "İnsan zaten pek nankördür." İnsanın nankörlüğü ise karakteri ve tabiatı icabı nimetleri unutması ve onları inkâr etmesi şeklindedir. Yüce Allah'ın koruduk­ları müstesnadır.

Daha sonra Yüce Allah nimetlerine karşı nankörlük etmekten sakındırarak şöyle buyurmaktadır:

"Kara tatafında sizi yere batırmasından veya başınıza taş yağdırmasından emin mi oldunuz..." Yani siz karaya çıkmakla Allah'ın intikam ve azabından yana güvenliğe kavuştuğunuzu mu zannediyorsunuz? Üzerinde yerleşmiş olduğunuz karanın bir tarafını yerin dibine geçirmek veya üzerinize taş yağdırmak suretiyle sizi azaplandıracağından yana kendinizi güvenlikte mi hissediyorsunuz? Lût kavmine yaptığı gibi. O size böyle yapacak olursa "sonra kendiniz için bir vekil de bulamazsınız." Yani artık bundan sonra işlerinizi ken­disine havale edeceğiniz, sizi kurtaracak ve kurtarmayı üzerinize alabilecek bir kimseyi bulamayacaksınız.

Kâsib (taş yağmuru)'den Yüce Allah çeşitli ayet-i kerimelerde haber vermiştir. Meselâ "Biz onların üzerine taş yağdıran bir yağmur gönderdik. Lût ailesi müstesna, biz onları seher vakti kurtardık." (Kamer, 54/34); "Ve biz onların üzerine pişmiş çamurdan taş yağdırdık." (Hicr, 15/74) gibi.

"Yoksa sizi tekrar bir kere daha oraya döndürüp üzerinize ortalığı yakıp yıkan bir fırtına göndererek... emin mi oldunuz?" Yani ey bizden yüz çevirenler, denizde bizim tevhidimizi itiraf ve kabul edip karaya çıktıktan sonra ikinci bir defa daha gemilerde yolculuk, üzerinize gemilerinizin direklerinizi kökten koparan ve gemileri suya batıran bir fırtına gönderemeyeceğimizden yana emin mi oldunuz?

"Küfre sapmış olmanızdan dolayı sizi suda boğmasından..." Yani O, küfre sapmanız ve kendisinden yüz çevirmeniz sebebiyle sizi suda boğar.

"Sonra bize karşı onun öcünü almak isteyecek birini de bulamazsınız." Yani biz size yapacağımızı yaparız. Daha sonra ise sizler bu yaptığımızdan dolayı bizden intikam almak için yaptığımızın acısını çıkarmak için bizi sorgu-layabilecek kimse bulamayacaksınız. Yani siz gittikten sonra intikamınızı ala­cak kimse olmayacaktır.

Ayette geçen "tebî" kelimesi intikam alacak yahut hak talebinde bulu­nacak yardımcı demektir. Yüce Allah'ın "Ve o bunun akıbetinden de korkmaz." (Şems, 91/15) buyruğu da bunu andırmaktadır. Bu buyrukta, kötü akıbet ile tehdit ve ağır bir korkutma vardır.

Yüce Allah'ın insanı mükerrem kılmış olması da onun lütuf ve rahmetinin, nimetinin mükemelliği cümlesindendir. Yüce Allah bu büyük nimeti de: "Andolsun ki biz Ademoğlunu mükerrem kıldık." buyruğu ile ifade etmektedir. Yani biz Ademoğlunu şerefli ve üstün kıldık. En güzel şekilde onları yaratmak, onlara işitmeyi, görmeyi ve kalbi kavrayıp anlamak için vermiş olmak, eşyanın hakikatlerini idrak ettikleri ve sanayi, ziraat, ticaret imkânlarını keşfedebile­cekleri, dilleri öğrenebildikleri, yeryüzünün zenginlik kaynaklarını keşfetmek üzere çeşitli enerji kaynaklarından yararlanmak üzere, yeraltı ve yer üstünde­ki zenginliklerden istifade etmek için düşünebildikleri; kâinatta bulunan türlü taşıma araçları, geçim ve hayatı sürdürme yollarını, eşyayı, eşyanın özellikleri­ni, dinî ve dünyevî hususlarda bunların fayda ve zararlarını ayırd etme gücünü elde ettikleri akıl ile onları mümtaz kılmak suretiyle biz insanları üstün ve şerefli kıldık.

Karada davarlar, atlar ve katırlar gibi binekler üzerinde; günümüzde ise tren, uçak ve benzeri vasıtalar üzerinde denizde de küçük küçük gemilerde onları taşıdık. Böyle bir taşıma ise irade ile kendi maksat ve şartlarını hazırla­ması şartıyla Ademoğlundan başkasının yapabildiği bir iş değildir.

Ve biz onlara hoş ve temiz rızıklar verdik. Yani ekinler, meyveler, etler, sütler ve buna benzer çeşitli yiyecek ve lezzetli yemekler, güzel görüntüler, oldukça değerli elbiselerle rızıklandırdık. Kısacası, temiz ve hoş şeyler lezzetli yiyecek ve içeceklerdir. Bunlara bağlı olarak hoş ve temiz olan çeşitli ziynet türlerini de kapsar.

Biz Ademoğullarını -melekler müstesna- yarattıklarımızın bir çoğundan da üstün kıldık veya onları çeşitli yaratıklara ve diğer canlı türlerine galip gelmek, onları egemenlik altına almak, korumak, temyiz (doğru ile yanlışı ayırd etmek), sevap ve amellerin mükâfatını görmek gibi hususlarla üstün kıldık.

İkinci tefsire göre bu ayet-i kerime İbni Kesir'in de belirttiği gibi insanın tür olarak meleklerden daha üstün olduğuna delil gösterilmiştir. Taberânî 'de, Abdullah b. Amr'dan. Abdürrezzak da Zeyd b. Eslem'den mevkuf olarak, İbni Asakir de Enes b. Malik'ten Rasulullah (s.a.)'a merfu olarak şöyle dedikleri rivayet edilmektedir: Melekler şöyle dediler: "Ey Rabbimiz sen Ademoğluna dünyayı verdin, orada yiyorlar, içiyorlar, giyiniyorlar. Biz de seni hamdederek teşbih ederiz. Yemeyiz, içmeyiz, eğlenmeyiz. Dünyayı onlara ayırdığın gibi ahireti de bize ayır." Yüce Allah şöyle buyurdu: "Ben elimle yarattığımın zür-riyetinden salih olan kimseleri, hiçbir zaman kendilerine "ol" deyip oluverenler gibi kılmam."

Ancak bizler doğru olanın, meleklerin insanlardan faziletli olduğunu kabul eden görüş olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. [90]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimelerden de aşağıdaki hususları öğrenmekteyiz:

1- Yüce Allah'ın insan üzerinde rızık ve hayatın dışında bir çok lütuf, nimet ve ihsanı vardır. Yolcuların değişik yerlere naklolması, ulaşım yollarının kolaylaştırması, ticarî malların taşınması için denizlerde gemilerin yüzdürülmesi bunlardandır. Bu ise bu nimetlere şükretmeyi, Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmamayı gerektirir.

2- Yüce Allah'ın nimet ve rahmetinin bir diğer tecellisi de denizin coşup dalgalanması esnasındaki tehlike ve dehşetli hallerinden insanı koruyup kur-tarmasıdır. Bu durumda kalmış olan bir kimse bu sıkıntısının giderilmesi için Allah'tan sığınacak bir kimse bulamaz. Herkes fıtrî olarak kesinlikle bilir ki putların bu gibi büyük tehlikeli anlarda yapabilecekleri hiçbir şey yoktur.

Fakat insan -Allah'ın korudukları müstesna- nimetlere karşı pek nankördür ve pek zalimdir. Yüce Allah'ın "İnsan zaten pek nankördür." buyruğunda yer alan "insan" dan kasıt mümini de kâfiri de kapsamına alan insan türüdür.

"Denizde tehlikelerden kurtulsalar dahi Yüce Allah insanı karada da helak etmeye kadirdir ve bu durumda insanlar Allah'ın azabından kendilerini koruyacak bir yardımcı ve koruyucu asla bulamazlar. Yüce Allah insanları ya zelzele -yerin bir tarafını yerin dibine geçirmekle- veya oldukça şiddetli rüzgâr­lar, fırtınalar göndermekle helak eder. Söz konusu bu rüzgârlar ise küçük taşları da beraberinde getirip fırlatan rüzgârlardır.

Suda boğulmaktan kurtulma gerçekleşmekle birlikte insan belki bir defa daha deniz yolculuğuna çıkar. Bu sefer küfür ve sapıklık her şeyi kırıp döken oldukça şiddetli fırtınalarla suda boğulabilirler. Böyle bir durumda da insanlar intikamlarını alacak yahut da onların intikamlarını almaya çalışacak bir yardımcı veya buna benzer herhangi bir kimse bulamazlar.

3- Yüce Allah'ın insan üzerindeki üstün nimetlerinden birisi de insanı başkalarına üstün kıldığı şu dört husustur: Bunlar Ademoğlunu ahsen-i takvimde yaratması, onlara akıl ve düşünce vermesi, karada atlar, eşekler, katırlar, develer ve bunların dışında kalan modern taşıma araçları ile, denizde de gemilerle taşıması, hoş ve temiz şeylerle rızıklandırması ve -hepsine değil de- yaratıkların birçoğuna onları üstün kılması.

Şerefli kılmak (tekrim) ile üstün kılmak (tafdil) arasındaki fark da şudur: Birincisi zatidir ve insan tabiatında bulunan hususlarla olur; akıl, konuşmak, planlama kabiliyeti, güzel sima, boy pos gibi; ikincisi ise akıl ve kavrayış ile gerçek akideyi ve üstün ahlâkı elde edebilme imkânına sahip kılınması demektir.[91]

 

İnsan mı Daha Faziletlidir Yoksa Melekler mi?

 

Meleklerin daha faziletli olduğu ihtimal dahilinde olduğu gibi bunun aksi de muhtemeldir; aynı olmaları da ihtimal dahilindedir. Ayet-i kerimede her iki tür arasında bir üstünlük, bir fazilet bulunduğuna delil olabilecek açık bir ifade yoktur. Nitekim peygamberlerden bazısının diğer bazısına üstün olduğunu açıkça ifade eden ayet-i kerimede de böyledir.

Bazı ilim adamları müminlerin meleklerden üstün olduğunu söylemişlerdir. Bu hususta da Abdullah b. Amr, Enes veya Zeyd b.Eslem'den gelen daha önce zikrettiğimiz hadisi ve Ebu Hureyre'nin şu sözlerini delil gös­terirler: "Mümin bir kimse Allah'a göre, nezdindeki meleklerden daha üstündür."

Diğer bazıları da bu ayet-i kerime ile amel ederek meleklerin insanlardan daha faziletli olduğunu söylemişlerdir. Bu da hitabın delilinden anlaşıldığı şekildedir. Yani özellikle "pek çok kimseden" diye tahsisin bulunması azınlık için durumun tam zıddı olduğunu göstermektedir.

Kuvvetli görüş ikinci görüştür. Çünkü Yüce Allah'ın "Ve yaratmış olduk­larımızdan çoğuna üstün kıldık." buyruğu meleklerin dışındaki yaratıklar içindir. Zemahşerî der ki: Esasen Allah nezdinde oldukça yüksek mevki sahibi meleklerin yalnızca onların, kendilerinden üstün olması Ademoğulları için fazilet olarak yeterlidir.[92]

 

Kıyamet Gününde İnsanlar Ve Liderleri

 

71- O gün bütün insanları imamları (liderleri) ile çağırırız. Her kime kitabı sağından verilirse işte onlar kitaplarını okuyacaklar ve onlara kıl kadar zul-medilmeyecektir.

72-  Kim burada kör ise o ahirette de kördür, yolca daha da sapıktır.

 

Belagat:

 

"Bütün insanları imamları ile" ifadesinde istiare vardır. Namazda insan­ların önüne geçen imam, amel defterleri için istiare yoluyla kullanılmıştır. Çünkü amel defterleri kıyamet gününde insandan ayrılmayacak ve onun önün­den gidecektir.

"Onlara kıl kadar zulmedilmeyecektir" ifadesi de temsilî bir istiaredir. Yani hurma çekirdeği içindeki incecik bir iplik kadar dahi sevap ve ecirlerinde eksiklik olmayacaktır. Bu da azlığa bir örnektir.

"Kime kitabı sağından verilirse" buyruğundan sonra "kim burada kör ise..." ifadesinin gelmesi toplu bir anlatımdan sonra -amel defterlerinin söz konusu edilmesinden sonra- açıklayıcı bir ifadedir. [93]

 

Kelime ve İbareler:

 

Hatırla "O gün" kıyamet günü "insanları imamları" arkasından gidip önder kabul ettikleri peygamber yahut dinde önder yahut kitap ve dinleri "ile çağırırız." O zaman şöyle denilecek: Ey filana uyanlar, ey şu dine bağlı olanlar, ey şu kitabın sahipleri! Amel defterleri ile çağırılacakları da söylenmiştir. Bunun üzerine; ey hayır kitabının sahipleri, ey şer kitabının sahipleri denile­cektir.

"Her kime kitabı sağından verilirse" yani onlardan her kime kitabı sağ eliyle verilecek olursa bunlar dünyada basiret sahibi olan mutlu kimseler ola­caktır, "işte onlar kitaplarını okuyacaklardır." Özellikle kitapları sağından ver­ilecek olanların kitaplarını okuyacaklarından söz edilmesi mutluluğu duy­maları dolayısıyla olacaktır. Onlar kitaplarını en açık, en güzel bir şekilde okuyacaklar. Kitapları sol tarafından verileceklere gelince, onlar adeta kitapla­rını okumayacaklar. Çünkü onlar doğru dürüst konuşmaktan, söz söylemekten aciz kalacaklardır. Buna sebep ise ceza ile karşılaşmadan aciz utanıp sıkılmaları, çekinmeleri, dillerinin tutulması ve konuşmamaları olacaktır. "Ve onlara kıl kadar zulmedilmeyecektir." Amellerinin sevabından en az bir miktar dahi eksiltilmeyecektir.

Ayet-i kerimede geçen fetil (kıl olarak meali verilen) hurma çekirdeğinin çukurunda yer alan uzunlamasına iplikçiktir. Oldukça az, önemsiz ve basit şeye misaldir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de geçen nakîr ve kıtmîr de böyledir.

"Kim burada kör ise o ahirette de kördür." Her kim bu dünyada kör ise, demektir. Kasıt gerçek körlük değildir, mecazen basiret körlüğüdür; çünkü göz körlüğü, kalp körlüğü veya Allah'ın delillerine ve beyanına karşı körlük olan basiret körlüğü yerine istiare yoluyla kullanılmıştır. Yahut da kurtuluş yolunu bulamayan kimse kastedilmektedir. Bu buyruk Kur'an-ı Kerim'de mecazî ifadelerin bulunduğunun da delilidir. "Yolca da daha sapıktır." Böyle bir kimse doğruluktan daha bir uzaktır. [94]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah insanoğlunun çeşitli şekillerde mükerrem kılınmasını ve ona dünyadaki lütuflarını söz konusu ettikten sonra ahiretin bir takım hallerini, mutlular ile ilâhi hidayetin belirgin işaretlerini terk edip sapan kimseler arasındaki önemli farklılıkları, Yüce Allah'ın her bir ümmeti kendi imamları ile hesaba çekeceğini yani peygamberiyle hesaba çekeceğini haber vermektedir. Ey İbrahim ümmeti, ey Musa ümmeti, ey İsa ümmeti, ey Muhammed ümmeti denilecektir. Yahut da peygamberlerine indirilen kitap ile ya da amellerinin kaydedildiği kitapları ile hesaba çekilecektir ki; daha tercihe değer görülen görüş bu sonuncusudur. [95]

 

Açıklaması

 

Ey Muhammed! Sen her bir ümmeti imamı ile birlikte kendisini hesaba çekeceğimiz o günü bir hatırla. Yani o gün biz onları amel defterleriyle hesaba çekeceğiz. İbni Kesir'in de belirttiği gibi daha tercihe değer olan görüş budur. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ve biz her şeyi apaçık bir kitapta (levh-i mahfuzda) kaydettik." (Yasîn, 36/12); "Ve kitap konulmuş olacaktır. Sen günahkârları, onda bulunanlardan dolayı korkuya kapılmış göreceksin." (Kehf, 18/44). Kitaba da "imam" denilir. Çünkü amellerin bilinmesi için ona baş vuru­lacaktır.

Diğer taraftan "imamları ile" ifadesinden kendisine uydukları önderleri kastedilmiş olma ihtimali de vardır. İman ehli olan kimseler peygamberleri önder kabul ederler. Kâfirler de önder kabul etttikleri kimselerin ardından giderler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz onları cehenneme çağıran imamlar kıldık." (Kasas, 28/41). Şu kadar var ki tercih edilen görüş İbni Kesir'in söz konusu ettiği görüştür. Buna delil ise bundan sonra gelen Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Kime kitabı verilirse işte onlar kitaplarını okuy­acaklar." Yani şu çağırılanlardan kitabı sağ taraflarından verilenler var ya, onlar orada bulunan salih ameller dolayısıyla sevinç ve neşe ile o kitabı okuya­caklardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kitabı sağ elinden verilene gelince o işte alın kitabımı okuyun, diyecektir." (Hakka, 69/19).

"Ve onlara kıl kadar zulmedilmeyecektir." Yani sevaplarından en basit bir şey dahi eksiltilmeyecektir. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruklarını andırmaktadır: "Ve onlar hiçbir şeyle zulme uğratılmazlar." (Meryem, 19/60); "Ne zulümden korkar, ne de hakkının eksik verileceğinden." (Ta-Ha, 20/112).

Tirmizî ile Hafız Ebu Bekr el-Bezzar, Ebu Hureyre (r.a.)'den Rasulullah (s.a.)'ın, Yüce Allah'ın "O gün bütün insanları imamları ile çağırırız." buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Onlardan herhangi bir kimse çağırılır. Ona kitabı sağ elinden verilir ve bedeni alabildiğine büyütülür, yüzü ağartılır, başına parıldayan inciden bir tac konur. Arkadaşlarına doğru gider, onu uzaktan görürler ve derler ki: Allah'ım bu adamı bize doğru gönder ve bunda bereket ihsan eyle. O da onlara gider ve müjdeler olsun size, der. Sizden bir kişiye bunun gibisi vardır. Kâfire gelince onun da yüzü karartılır ve bedeni büyütülür. Arkadaşları onu görünce şöyle derler: Bundan yahut bunun şerrinden Allah'a sığınırız. Allah'ım, bunu yanımıza getirtme. Bu kişi onların yanına gidince şöyle derler: Allah'ım bunu rezil ve rüzvay kıl. O da şöyle der: Allah sizi benden uzak tutsun. Sizden her bir kimseye bunun gibisi vardır."

Hesabın akıbeti ise ahiretten önce dünyada bilinen bir husustur. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Kim burada kör ise o ahirette de kördür. Yolca daha da sapıktır." Yani şu dünya hayatında Allah'ın delilleri apaçık belgelere kâinat­ta açıkça ortaya koyduğu ayetlerine karşı kör olursa, ahirette de aynı şekilde kör olacaktır. Kurtuluş yolunu bulamayacaktır, hatta dünya kör kimselerden de yolca daha sapık olacaktır. Buradaki körlükten kasıt göz körlüğü değildir, kasıt kalbî körlüktür.

Körlük kurtuluş yolunu bulup hidayete eremeyen kimseler için istiare yoluyla kullanılmıştır. Dünya hayatındaki körlük ise gözün görmemesi demek­tir. Ahiretteki körlük ise sapık yolu izlemesinin kendisine fayda sağlamaması dolayısıyladır. [96]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet -i kerimeler bize aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Kıyamet gününde insanlar arasında hesabın görülmesi belgelerle, dayanaklarla destekli olacaktır. Her bir insan içinde amelinin yazılı olduğu kitabı ile hesaba çağırılacaktır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Her bir ümmeti diz çökmüş göreceksin. Her ümmet kendi kitabına çağırılacak ve, bu günde işleyegeldiğiniz amellerinizin karşılığını göreceksiniz (denilecektir)." (Câsiye, 45/28).

Ahirette çağrı, Muhammed b. Ka'b ve benzerlerinin söyledikleri gibi kendilerinin ve annelerinin isimleriyle değil, kendilerinin ve babalarının isim­leri ile olacaktır. Çünkü bu şekilde çağırmak suretiyle babalarının halleri setredilmiş olacaktır. Buna delil de Buharî ve Müslim'de İbni Ömer'den gelen şu hadis-i şeriftir: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Allah kıyamet gününde öncekileri de sonrakileri de topladıktan sonra sözünde durmayan her bir kimseye bir bayrak dikilicek ve işte bu filan oğlu filanın sözünde durmayışının alâmetidir denilecektir."

Bu hadisteki "bu filan oğlu filanın sözünde durmayışının alâmetidir" ifadesi, orada çağrının annelerin isimleriyle değil, babaların isimleriyle de alacağını göstermektedir.

2- Hesabın dehşetli hallerinden sonra kitabı sağ elden almaktan dolayı çok büyük bir sevinç duyulmaktadır. Sağ taraftan almak ebedi mutluluğun, kurtuluşun ve umutlarını elde etmenin belgesi olacaktır. Allah'ım, sen bizleri kitapları sağ taraftan verileceklerden kıl!

3- Hakkı görüp ibret almaktan, Allah'ın varlığına ve vahdaniyetine delâlet ^den Allah'ın kâinattaki ayet ve belgelerini delil olarak görmekten yana dünya rayatında kör olan kimse ahirette de kör olacaktır, bu kimseler yolca daha da sapıktır ve onlar hiçbir şekilde kurtuluşun yolunu bulamayacaklardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim benim zikrimden yüz çevirirse gerçekten :nun için bir geçim darlığı vardır ve onu kıyamet gününde biz kör hasrederiz." Ta-Ha, 20/124); "Biz onları kıyamet günü körler, dilsizler ve sağırlar olarak

yüzükoyun hasredeceğiz. Onların varacağı yer cehennemdir." (İsra, 17/97). [97]

 

Müşriklerin Peygamber (S.A.)'e Tuzak Hazırlamaya Kalkışmaları Ve Onu Mekke'den Uzaklaştırmak İstemeleri

 

73-  Neredeyse sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı uydurman için seni fitneye düşüreceklerdi. O zaman seni dost edineceklerdi.

74- Şayet sana sebat vermemiş olsaydık, andolsun ki az da olsa onlara meylede­cektin.

75- Ve o zaman biz de sana hayatında kat kat azabını, ölümün de kat kat aza­bını tattırırdık, sanra bize karşı sana yardımcı olacak birini de bulamazdın

76- Yakında seni memleketinden çıkart­mak için rahatsız edeceklerdir. O za­man senin ardından onlar da çok az ka­labilirler.

77- Bu senden önce gönderdiğimiz pey­gamberlerimize de uyguladığımız bir sünnettir. Sen bizim sünnetimizde bir değişiklik bulamazsın.

 

Belagat:

 

"Hayatın kat kat azabını, ölümün de kat kat azabını" ifadesinde tıbâk sanatı vardır. [98]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Neredeyse" az kalsın "sana vahyettiğimizden" vahyettiğimiz hükümlerden "başkasını bize karşı uydurman için seni fitneye düşüreceklerdi." Kendi kanaat­lerine göre az kalsın senin ayaklarını kaydıracak ve aldatacaklardı. Yoksa onlar fiilen bu işi başarmış değillerdir. Zira o Yüce Peygamber, muhaliflerin, Allah'ın vahyettiğinden uzaklaştırabilme durumuna karşı korunmuştur. "O zaman seni dost edineceklerdi." yani sen böyle bir şey yapmış olsaydın maksat­larına uysaydm seni fitneye düşürdükleri için kendilerine -benim velayetimden (dostluğumdan uzaklaşmış olarak)- veli edineceklerdi.

"Şayet sana sebat vermemiş" yani seni koruyarak hak üzere korumamış "olsaydık andolsun ki az da olsa onlara meyledecektin." Az bir miktarda onların maksatlarına uymaya, meyletmeye yaklaşırdın. Buna sebep ise onların ileri derecedeki hileleri ve aşırı ısrarlarıdır. Fakat biz sana yetiştik, seni koru­maya aldık. Onlara -meyletmek şöyle dursun- meyletmeye yaklaşmaktan dahi alıkonuldun. Bu buyruk Hz. Peygamberin onlara herhangi bir şekilde meyletmediğini, meyletmeyi aklından dahi geçirmediğini, sebatını sürdürdüğünü açıkça ortaya koymaktadır. Aynı zamanda bu, ismetin (günah­tan korunmuşluğun) Allah'ın başarılı kılması ve korumasıyla olacağım göster­mektedir.

"O zaman biz de sana hayatın kat kat azabını, ölümün de kat kat azabını tattırdık" Yani şayet sen onlara meyletmeye yaklaşmış olsaydın, sana dünya ve ahiret azabını da kat kat fazlasıyla tattırdık. Yani başkalarının dünya ve ahirette gördüğü azabın iki katını sana verirdik. "Sonra... yardımcı olacak birisini de bulamazdın." Senden azabı giderecek, seni bu azaba karşı koruya­cak kimseyi bulamazdın.

"Memleketinden çıkarmak için rahatsız edeceklerdir." Sana olan düşmanlıklarıyla Mekke'den çıkartmak için hile ve tuzaklarıyla seni rahatsız ve huzursuz edeceklerdir. Süyutî ise Mekke'den değil Medine'den, demiştir. Katade der ki: Mekke halkı Peygamber (s.a.)'i Mekke'den çıkarmaya çalıştılar. Şayet bunu yapmış olsalardı onlara süre tanınmazdı. Fakat Yüce Allah onların Hz. Peygamberi Mekke'den çıkarmalarına -kendisi ona çıkma emrini verinceye kadar- engel oldu.[99] "O zaman" eğer seni çıkartmış olsalardı "senin ardından onlar da ancak çok az" bir süre "kalabilirler." Senin oradan çıkmandan sonra ancak çok az bir süre kalabilirlerdi, sonra da helak edilirlerdi.

"Bu, senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize de uyguladığımız bir sünnettir." Yani sana yaptığımız bu uygulama, senden önceki peygamberlere yaptığımız uygulamadır. Yani biz onlara kendilerini yurtlarından çıkartanları helak etmek şeklindeki sünnetimizin gereğini sana da uygularız. [100]

 

Nüzul Sebebi

 

"Neredeyse sana vahyettiğimizden... seni fitneye düşüreceklerdi." mealindeki 73. ayet -i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak İbni Merdüveyh, İbni Ebî Hatim, Ibni İshâk ve başkaları İbni Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedirler: Umeyye b. Halef, Ebu Cehil b. Hişâm ve Kureyş'ten bazı kimseler çıkıp Rasulullah (s.a.)'ın yanına vardılar. Ona ya Muhammed dediler, gel ilâhlarımıza bir dokun, seninle birlikte biz de senin dinine girivereceğiz. Hz. Peygamber kavminin İslama girmesini arzu ediyordu. Bu isteklerine karşı biraz yumuşaklık gösterir gibi oldu. Bunun üzerine Yüce Allah: "Neredeyse sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı uydurman için seni fitneye düşüreceklerdi... yardımcı olacak birisini de bulamazdın." buyruğuna kadar (75. ayet) indirdi.

Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyân el-Ensarî de Said b. Cübeyr'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a.) Hacer-i esved'i istilâm ediyordu. Mekkeli müşrikler ona "Bizim putlarımızı ziyaret etmedikçe senin Hacer-i esved'i istilâm etmene fırsat vermeyeceğiz" dediler. Hz. Peygamber kendi içinden şöyle dedi: Hacer-i esved'i istilâm etmeme karışmayacak olduktan sonra, benim de onların putlarını ziyaret etmemde ne sakınca vardır? Allah da bilir ki ben o putlardan hoşlanmıyorum. Ancak Yüce Allah bunu kabul etmedi ve bu ayet -i kerimeyi indirdi. İbni Şihâb ez-Zührî de buna yakın bir rivayet kaydetmektedir.

Bir diğer görüşe göre ayet -i kerime Hz. Peygamberden kendi vadilerini haram (himaye altına alınmış, korunmuş) bir vadi olarak ilân etmesini isteyip bu konu üzerinde ısrar eden Sakîfliler hakkında nazil olmuştur.

76. ayet -i kerime olan "Yakında seni memleketinden çıkarmak için seni rahatsız edeceklerdir..." ayet-i kerimesinin nüzulü ile ilgili olarak da İbni Ebî Hatim ve Delailü'n-Nübüvve'de Beyhakî, Abdurrahman'dan şunu rivayet etmektedirler: Yahudiler Rasulullah (s.a.)'a gelip şöyle dediler: Eğer sen bir peygamber isen Şam topraklarına git. Çünkü Şam mahşer yeridir, peygamber­lerin memleketidir. Rasululah (s.a.) onların dediklerini doğruladı. Şam'a doğru Tebuk gazasına çıktı. Tebuk'e varınca, Yüce Allah, sure daha önce sona ermişken İsra sûresinden şu ayet -i kerimeleri inzal buyurdu: "Yakında seni memleketinden çıkarmak için seni rahatsız edeceklerdir..." buyruğunu indirdi ve Medine'ye dönmesini emretti. Cebrail ona, "Haydi Rabbinden dilekte bulun, çünkü her bir peygamberin (makbul) bir dileği vardır" deyince Hz. Peygamber: "Neyi dilememi tavsiye edersin?" diye sordu, o da şöyle dedi: "De ki: Rabbim beni doğrulukla girdir, doğrulukla çıkar ve katından bana destekleyecek bir kuvvet ver." (İsra, 17/80). İşte bu ayet -i kerimeler de onun Tebük'ten dönüşü sırasında nâzü oldu.

Süyutî der ki: Bu rivayet mürseldir ve isnadı zayıftır. Bununla birlikte İbni Ebî Hâtim'in eserinde Said b. Cübeyr'den gelen bir başka mürsel rivayet de buna tanıklık etmektedir ki bu rivayetin lafzı şöyledir: Müşrikler Rasulullah (s.a.)'a şöyle dediler: Peygamberler Şam'da kalırlardı. Senin Medine'de kalmanın sebebi ne? Hz. Peygamber de oraya gitmeyi kararlaştırdı, bunun üzer­ine bu ayet-i kerime nazil oldu. İbni Cerir'in tefsirinde de bunun mürsel bir rivayet yolu daha vardır. Buna göre Yahudilerin kimisi Rasulullah (s.a.)'a bu sözü söyledi. Neticede bu rivayetler biribirlerini desteklemektedir ve sonunda bu rivayetler kabul edilebilir hale gelmektedir. Yani bu ayet -i kerime Yahudi­lerin Rasulullah (s.a.)'a "Sen eğer bir peygamber isen, haydi Şam'a git, çünkü orası peygamberler yurdudur" demeleri üzerine nazil olmuştur. Bu ayet -i ker­ime nazil olunca Rasulullah (s.a.)'m da "Allah'ım, sen beni bir göz açıp kapaya­cak kadar dahi kendime bırakma." diye buyurduğu rivayet edilmektedir.[101]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah Ademoğullarına olan nimetlerini sayıp onların ahirette mutlu olanlarının kitaplarının sağ taraflarından verileceğini ve bedbahtlardan kör olanların halini söz konusu ettikten sonra, burada dünya hayatında bedbaht kimselerin, Peygamber (s.a.)'e karşı giriştikleri hile, tuzak, aldatma ve hakkı batıla karıştırma arzularını zikretmeketdir.

Bu tür pazarlık ve aldatma maksatlarının sebebi ise, Hz. Peygamberin Allah'ın kendisine vahyetmiş olduğunu değiştirerek iftira etmesini, böylelikle tehdit yerine müjdeler söylemesini ummalarıdır. Sakîflilerin indirmediği bir şeyi Allah'a izafe etmesini istemeleri de bu türdendir. [102]

 

Açıklaması

 

Bu buyrukların anlamı şudur: Her ne kadar müşrikler türlü hile, tuzak ve aldatmaları ile bizim sana vahyettmiş olduğumuz şer'î hükümlerden emir, yasak, vaat ve tehditlerinden uzaklaştırmak isteyip bize iftira ederek söyleme­diğimiz şeyleri aleyhimize uydurmanı sağlamaya uğraşmışlar, bir başka Kur'ân uydurup istedikleri şekilde vaadi tehdit ile ve tehdidi vaat ile değiştir­meni ve seni Sakîflilerin teklif ettiği şekilde, Allah'ın sana indirmediği bir şeyi kendisine izafe etmeni sağlamaya kalkışmış olsalar dahi... Allah'ın koruması sayesinde onlar bunu yapamadılar, "O zaman seni dost edineceklerdi." Yani eğer sen onların istediklerine uymuş olsaydın, seni kendilerine dost edinirlerdi ve insanlara senin kendilerine üzerinde bulundukları şirk hususunda muvafakat ettiğini açıklar ve sen onların bir dost ve yardımcısı olurdun. O takdirde de benim (ilâhî) velayetimden yani koruma, himaye ve dostluğumdan çıkmış olurdun.

"Şayet sana sebat vermemiş olsaydık, andolsun ki az da olsa onlara meyledecektin." Yani eğer biz hak üzere sana sebat vermeyip seni korumamış olsaydık, onlarmhilelerine ve aldatmalarına az dahi olsa meyleder, yaklaşırdın.

Bu ifade, Yüce Allah'ın peygamberini bu konuda uyarması ve harekete geçirmesi hedefine yöneliktir. Yüce Allah'ın ona lütfuyla sebat verdiğini, müminlere de lütufta bulunduğunu ifade etmektedir. Yani sen belki de onlarla anlaşırdın. Ancak bunu imanmdaki zayıflık dolayısıyla değil de onların hile, tuzak, aldatma ve desiselerinden kısmen de olsa emin olmak düşüncesiyle yapardın. Fakat bizim inayetimiz dolayısıyla sen onlara meyletmedin. İşte bu Peygember (s.a.)'den onlara karşı güzel davranmak ve onların isteklerini yer­ine getirmek gibi bir isteğin sadır olmadığını açıkça ifade etmektedir. Hatta o böyle bir noktaya yaklaşmamıştır bile.

Bu aynı zamanda Yüce Allah'ın Rasulünü desteklediğine, ona sebat verdiğine, onu koruduğuna, kâfirlerin hile ve tuzaklarından esenlikle kur­tardığına, Hz. Peygamberin işlerini görüp gözetenin, koruyanın, ona yardımcı olanın, onun gerçek velisinin Allah olduğuna, onu yarattıklarından hiç kimseye bırakmayacağına, peygamberinin dinini kendisine düşmanlık ve ona muhalefet edenlerin dinine üstün kılacağına açık bir delildir.

Katâde der ki: Bu ayet -i kerime nazil olunca Rasulullah (s.a.): "Allah'ım, sen beni bana bir göz açıp kapayacak kadar dahi bırakma." diye buyurmuştur.

"O zaman biz sana hayatın da kat kat azabını, ölümün de kat kat azabını tattırırdık." Yani şayet sen bunu yapmış olsaydın dünyada da ahirette de seni kat kat fazlasıyla, hayat azabının da, ölüm azabının da kat kat verilmesidir. Yani dünya azabı da ahiret azabı da katlanacaktır. Çünkü önderin yahut büyük kişinin günahı daha büyük, daha ağır bir cezayı gerektirir. Bundan dolayı önder konumunda olan ilim adamı, ona tabi olan avamdan birisinin cezasından daha ağır bir ceza ile cezalandırılır. Hz. Peygamber, Mâlik, Ahmed, Müslim ve sair (Ebu Davud müstesna) Sünen sahiplerinin Ebu Cuhayfe ile Vasile b. el-Eska'dan yaptıkları rivayete göre şöyle buyurmuştur: "Her kim kötü bir yol açarsa kıyamet gününe kadar onun günahını da alır, onunla amel edenlerin günahını da alır."

Bu aynı şekilde Yüce Allah'ın şu buyruğunda Rasulullah (s.a.)'m hanımlarının cezası hakkında da varittir: "Ey peygamber hanımları, sizden biri apaçık bir hayasızlık yaparsa onun azabı iki kat artırılır." (Ahzâb, 33/30).

Mekkeliler'in Hz. Peygamber'e kurmak istedikleri tuzaklardan birisi de onu Mekke'den çıkartmaya kalkışmalarıydı. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Yakında seni memleketinden çıkartmak için rahatsız edeceklerdir..." Yani andolsun Mekke halkı da aradan fazla zaman geçmeden düşmanlıklarıyla, hile ve tuzaklarıyla seni rahatsız edecekler ve senin arzdan yani Mekke'den çıkart­maya çalışacaklardır.

"O zaman senin ardından onlar da ancak çok az kalabilirler." Yani seni çıkartacak olurlarsa, seni çıkartmalarından sonra ancak kısa bir süre kalırlar, Allah onları helak eder. Nitekim bu tehdit de Yüce Allah'ın buyurduğu şekilde gerçekleşmiştir. Allah Hz. Peygamber'i Mekke'den çıkarmalarından kısa bir süre sonra müşrikleri Bedir'de helak etti. Bu süre de hicretten yahut Mekke'­den çıkartılmasından sonra on sekiz aydır.

"Bu senden önce gönderdiğiniz peygamberlerimize de uyguladığımız bir sünnettir..." Yani bizim peygamberlerimizi inkâr eden ve onlara eziyet eden kimselere uyguladığımız kanunumuz, adetimiz azabın onlara geri gelmesi şeklindedir. Peygamber onların aralarından çıkmakla birlikte azap gelip onları bulur. Aralarından peygamberlerini çıkartan her bir kavme Allah'ın uygu-layageldiği sünneti, onları helak etmek şeklindedir ve eğer Hz. Peygamber Allah'ın bağışlanmış olan bir rahmeti olmasaydı, dünya hayatında herhangi bir kimsenin tahammül edemeyeceği kadar büyük imtihanlarla karşı karşıya kalırdı. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sen aralarında iken Allah onlara azap edecek değildir." (Enfâl, 8/33).

"Sen bizim sünnetimizde değişiklik bulamazsın." Yani Allah'ın sünnetinde, düzeninde ve adetinde değişiklik olmaz, onun vaadi şaşmaz. [103]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Gördüğümüz ayet-i kerimeler aşağıdaki ibret, öğüt ve hükümlere işaret etmektedir:

1- Peygamber (s.a.) Mekke'de müşriklerin çeşitli türden hile ve ,;;,_üilanna, değişik şekillerdeki aldatmalarına, hatta pazarlıklarına maruz tiiniiştır. Bunların en tehlikeli olanlarından birisi de vahyi değiştirme ve Hz Peygamber'i asıl vatanı Mekke'den çıkartıp kovma çabalarıdır.

Vahyi değiştirmeye çalışmak ve onların şirk ve cahiliyet esaslarını kabul fcarmek çabası başarısızlıkla sonuçlanmıştır. İstedikleri Allah'ın desteklemesi ve koruması sayesinde az olsun çok olsun, hiçbir şekilde gerçekleşmemiştir.

Hz. Peygamberi Mekke'den çıkarma çabaları ise, Allah ona Mekke'den çılana emrini verince istekleri gerçekleşmiş oldu. Fakat bundan sonra Bedir de ildürülmeye maruz kaldılar ve ülkeleri olan Mekke fethedildi. Ayrıca ürerinden bazılarının İslâm'a girmelerine, Mekke'de de Arap yarım adasının nfcğiffflr yerlerinde İslâm'ın yayılması sonucu ile karşı karşıya kaldılar. Böyle-BkJe şirkin ve putperestliğin kaleleri yıkıldı ve onun yerini İslâm aldı.

2- Rasulullah (s.a.)'ın günahlardan korunmuş (masum) peygamber idUnğundan, kâfirlerle, müşriklerle herhangi bir andlaşmaya girmediğinden, katta böyle bir şeyi içinden geçirmediğinden kimsenin şüphesi olmasın. Bu ayet -i kerimeler esasen onu uyarmak içindi.

O bakımdan Yüce Allah'ın "Neredeyse sana vahyettiğimizden başkasını Mae karşı uydurman için seni fitneye düşüreceklerdi." buyruğu, fitneye ihtimal dahilinde yakınlaştığını göstermektedir. Yoksa gerçekte böyle bir fitneye lüçtüğünü göstermez. Eğer biz "Hükümdar nerdeyse filanı cezalandıracaktı." ıa%ccek olsak bundan hükümdarın o kimseyi cezalandırdığı anlaşılmaz; bilakis «■salandırmadığı anlaşılır.

Yüce Allah'ın "Şayet sana sebat vermemiş olsaydık" buyruğu da Hz.

Peygamberin onların dinlerine meylettiğini, mezheplerine doğru kaydığını ez. Çünkü: "Sebat vermemiş olsaydık" ifadesi böyle bir şeyin gerçek­lediğini ifade eder. "Ali olmasaydı Ömer helak olurdu" dediğimiz zaman

lııını anlamı şu olur: Ali'nin varlığı Ömer'in helakini önledi. Ayet-i kerimenin

ılımı da aynı şekilde şöyle olur: Yüce Allah, Muhamed (s.a.)'e sebat verdi.

Böyle bir sebatın gerçekleşmesi de onun müşriklere meyletmesinin

gerçekleşmesine engel oldu.

Yüce Allah'ın "Ve o zaman biz de sana hayatın kat kat azabını..." kuyruğundaki ağır tehdit, daha önceden onun bir günah ve bir nıasiyet işlendiğini göstermez. Nitekim başka ayet-i kerimelerde de benzeri hususları görmekteyiz:

"Eğer bazı sözleri bize uydurup isnat etseydi, biz de elbette onu kudretimiz­le alıverirdik; sonra da kalbinin damarını elbette keserdik." (Hakka, 69/44); 'Andolsun sen eğer şirk koşarsan mutlaka amelin boşa çıkar..." (Zümer, 39/65); "Bir de kâfirlere ve münafıklara da itaat etme..." (Ahzab, 33/48).

3-  Ehl-i sünnet "Şayet sana sebat vermemiş olsaydık andolsun ki az da olsa onlara meyledecektin." buyruğunu Yüce Allah'ın tevkifi ile olmadıkça günahlardan korunmanın söz konusu olamayacağına delil göstermişledir.

Kişiyi günahlardan koruyan, ona yardım eden, destekleyen ve sebat veren Yüce Allah'tır.

4- Yüce Allah Mekke halkının Peygamber (s.a.)'i Mekke'den çıkarmalarına mani olmuştur. Şayet onlar bu işi yapmış olsalardı onlara süre verilmezdi. Fakat Yüce Allah onların Hz. Peygamberi çıkarmalarını -Yüce Allah ona çıkma emrini verinceye kadar- engellemiştir; diğer taraftan Rasulullah (s.a.)'m Mekke'den çıkışından sonra onlara pek az süre tanınmış ve nihayet Bedir günü içlelerinden öldürülenler oldu.

Müfesssirlerin kabul ettikleri daha sahih olan görüş Katâde ile Mücâhid'in şu görüşüdür: "Yakında seni memleketinden çıkarmak için rahatsız edeceklerdir." ayet-i kerimesi Mekke'lilerin Rasulullah (s.a.)'ı Mekke'den çıkart­ma kararını vermeleri hakkında nazil olmuştur. Eğer onu çıkartmış olsalardı onlara süre verilmezdi, fakat Yüce Allah ona hicret etmesini emretti. Çünkü bu sure Mekke'de inmiştir. Diğer taraftan bundan önceki buyruklar da Mekke halkına dair haberler vermektedir. O bakımdan Yüce Allah'ın: "Memleketinden" ifadesinden kasıt Mekke kastedilmektedir. Ayrıca, "Nice memleket vardır ki, o seni çıkartan memleketinden daha güçlü idi..." (Muhammed, 47/13) buyruğunda da kasıt Mekke'dir. Bunun anlamı da: "O peygamberi çıkartmak için ora halkı karar verdiler." demektir.

5- Yüce Allah'ın daimi ve değişmez sünneti rasullerini beldesinden çıkar­tan her bir kavmi azaplandırmak şeklindedir. Peygamberlerini aralarından çıkardılar mı helak edilir ve ülkeleri tahrip olunur. [104]

 

Peygamber (S.A.)'E Birtakım Emirler, Direktifler Ve İrşadlar

 

78-  Güneşin batıya yönelmesinden gecenin kararmasına kadar namaz kıl; sabah  namazını  da.  Çünkü  sabah namazı tanık olunan bir namazdır.

79-  Gecenin bir kısmında da sana bir nafile olmak üzere onunla teheccüt namazı kıl. Umulur ki Rabbin seni övülmüş bir makama yüceltir.

80- Ve de ki: "Rabbim beni doğrulukla girdir, doğrulukla çıkar ve katından bana destekleyecek bir kuvvet ver."

81-  De ki: "Hak geldi batıl da çekişe çekişe can verdi. Çünkü zaten batıl yok olucudur."

82-  Kur'ân'dan müminler için şifa ve rahmet olanı indiririz. Zalimlerin ise ancak hüsranını artırır.

83-  İnsana nimet verdiğimiz vakit yüz çevirir ve yan çizer. Ona bir kötülük dokundu mu ümitsiz kalır.

84-  De  ki:  "Herkes  tabiatına  göre hareket eder. Rabbiniz yolca kimin daha doğru olduğunu en iyi bilir."

85-  Sana ruhtan sorarlar. De ki: "Ruh, Rabbimin emrindendir ve size bilgiden ancak çok azı verilmiştir."

 

Belagat:

 

"Sabah namazını" ibaresinde cüz'ün kül hakkında kullanılması türünden bir mecaz-ı mürsel sanatı vardır. Yani Kiraetü'1-fecr anlamındadır, bu da sabah namazıdır. Çünkü kıraat namazın bir parçasıdır.

"Çünkü sabah namazı tanık olunan bir namazdır." Burada da daha önce "Kur'âne'l-fecr (sabah namazı)" ifadesi kullandıktan sonra tekrar zamir kul­lanılmayıp açıktan zikredilmesi, ona çok önem verildiğini göstermek içindir.

"Rabbim beni doğrulukla girdir, doğrulukla çıkar." buyrukları arasında mukabele vardır. Aynı şekilde "De ki: Hak geldi batıl da çekişe çekişe can verdi." buyruğu da böyledir.

"İnsana nimet verdiğimiz vakit... ona bir kötülük dokundu mu..." buyruğunda hayrın Allah'a, şerrin de başkasına isnadı vardır. Böylelikle Allah'a karşı nasıl edepli olunması gerektiği öğretilmektedir. [105]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Güneşin batıya yönelmesinden" güneşin gündüzün ortasında göğün tepesinden doğru kayması ve doğudan batıya doğru geçmesidir, "gecenin karar­masına kadar" yani karanlığının geleceği vakte kadar, gece karanlığının gelip artmasına kadar "namaz kıl." Bu zamanda dört vakit vardır: Öğlen, ikindi, akşam ve yatsı. "Sabah namazını da. Çünkü sabah namazı tanık olunan bir namazdır." Bu namazda hem gecenin hem de gündüzün melekleri tanık olurlar veya karanlık yerine aydınlığın gelmesi, uyku yerine uyanıklık ve hareketin gelmesi gibi kudretin tanıkları vardır. Böylelikle ayet -i kerime beş vakit namazı kapsamış olmaktadır.

"Sana bir nafile olmak üzere onunla teheccüt namazı kıl." buyruğundaki: "Onunla" daki zamir Kur'ân-ı Kerim'e aittir. Teheccüt ise namaz dolayısıyla uykuyu terk etmektir. Yani namaz kılmak üzere uykudan uyanmaktır. Bu senin için farz namazlardan ayrı fazladan bir farzdır, yahut senin için bir fazilettir. Çünkü bu namazın farziyeti yalnız senin içindir, ümmetin hakkında değildir.

"Rabbin seni övülmüş bir makama... (yükseltir)." Ola ki Rabbin ahirette seni öncekilerin de sonrakilerin de övecekleri bir makama yükseltir. Bu makam (Makam-ı Mahmûd) Allah'ın kullar arasında hüküm vereceği vakit yapılacak olan en büyük şefaat makamıdır. Ebu Hureyre (r.a)' den rivayet edil­diğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bu ümmetime şefaatçi olacağım makamdır."

"Rabbim beni" Medine'ye "doğrulukla" hoşuma gitmeyecek şeyleri görmeyeceğim, razı olacağım bir şekilde "girdir" ve beni Mekke'den "doğruluk çıkışı ile çıkar ve katından beni destekleyecek bir kuvvet ver" yani düşmanlarına karşı bana yardım edeceğin bir güç ver. "Kuvvet (sultan)" apaçık delil demektir. Destekleyecek (nasîr) ise yardımcı ve destek demektir.

Mekke'ye gireceğin vakit "De ki: Hak " İslâm "geldi, batıl da" şirk ve küfür de "çekişe çekişe can verdi" gitti, kayboldu, zail, oldu, paramparça oldu. "Çünkü zaten batıl yok olucudur." Buharî ile Müslim'in İbni Mes'ud'dan rivayetine göre Hz. Peygamber Mekke'nin fethedildiği gün Mekke'ye girdi. Orada (Kabe'nin çevresinde) 360 tane put vardı. Hz. peygamber bu putları elindeki baston ile düşürüyor ve bunu yani "Hak geldi batıl da çekişe çekişe can verdi." ayetini okuyordu. Ve nihayet bu putlar düşüyordu. Geriye Kabe'nin üzerinde Huzaalıların putu kalmıştı. Bu put bakırdandı. Hz. Peygamber: Ey Ali çık, onu aşağıya at, dedi, Hz. Ali çıktı, onu aşağıyı attı ve kırdı.

"Kur'an... zalimlerin ise ancak hüsranını artırır." Yani kâfirlerin ise hüsranlanndan başka şeylerini artırmaz. Buna sebep ise onların yalanlamaları ve Kur'ân-ı Kerim'i inkâr edip kâfir olmalarıdır.

"İnsana" insan türüne sıhhat ve mutluluk gibi "nimet verdiğimiz vakit..." Burada insandan kastın kâfir olduğu da söylenmiştir; şükürden ve Allah'ı anmaktan "yüz çevirir ve yan çizer" yani itaatten yüz çevirir, büyüklük tasla­yarak arkasını döner gider. "Ona" hastalık, fakirlik ya da sıkıntı gibi "bir kötülük dokundu mu da ümitsiz kalır." Allah'ın rahmetinden ümit keser ya da alabildiğine ümitsizleşir.

"De ki" ya Muhammed, bizden de sizden de "herkes tabiatına göre hareket eder." Yani hidayet ve sapıklıktaki haline uygun olan görüşü ve kanaatine göre hareket eder. Ayet-i kerimede geçen "şâkile" tabiat, adet ve din anlamındadır. Rabbine yolca kimin daha doğru olduğunu" kimin yolunun daha doğru, daha mutedil olduğunu "en iyi bilir " ve ona lâyık olduğu şekilde mükâfat verir.

Yahudiler de "sana ruhtan" ruhun mahiyeti ve hakikatinin ne olduğuna dair "sorarlar." Ruh bedene, hayat verendir. Onlara "de ki: Ruh Rabbinin emrindedir." Yani maddesiz olarak ve herhangi bir asıldan doğmaksızın Allah'ın "ol" emriyle var olmuş, yoktan var ettği şeylerdendir. Şöyle de açıklanmıştır: Yani ruh Allah'ın bilgisini kendisine ayırdığı şeylerdendir. Çünkü rivayete göre Yahudiler Kureyşlilere şöyle demiş: Muhammed'e Ashab-ı Kehfe, Zulkarneyn'e ve ruh'a dair soru sorunuz. Şayet bunlara cevap verir veya hiç cevap vermez susarsa peygamber değildir. Şayet bir bölümü hakkında cevap verir, bir bölümü hakkında cevap vermezse peygamberdir. Hz. Peygam­ber onlara iki kıssaya dair açıklamada bulundu, ruha dair cevabı müphem bıraktı. Bu Tevrat'ta da müphemdir. "Ve size bilgiden ancak " Yüce Allah'ın bil­gisine göre "çok azı verilmiştir." Sizin elde ettiğiniz bilgi ise duyularınızla tazanabildiklerinizdir. [106]

 

Nüzul Sebebi

 

80. ayet -i kerime olan: "Ve de ki: Rabbim beni doğrulukla girdir..." ayet -i kerimesi ile ilgili olarak Tirmizî ve İbni Merdüveyh, İbni Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedirler: Peygamber (s.a.) Mekke'de idi, daha sonra ona ıcret etmesi emrolununca bunun üzerine şu ayet-i kerime indi: "Ve de ki: Rab-- -ı beni doğrulukla girdir, doğrulukla çıkar ve katından bana destekleyecek bir suvvet ver..."

85. ayet -i kerime olan: "Sana ruhtan sorarlar..." buyruğunun nüzul sebebi -le ilgili olarak Buharî, İbni Mes'ud'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a.) ile birlikte Medine'de yürüyor idim. Hurma ağacından bir bas­tona dayanıyordu. Kureyş'lilerden[107] bir grubun yanından geçti, onlardan bazıları ona sen bize ruha dair haber ver, deyince bir süre durakladı, başını kaldırdı, ona vahiy gelmekte olduğunu anladım. Nihayet vahiy sona erdi. Sonra da şöyle buyurdu: "Ruh Rabbinin emrindedir ve size bilgiden ancak çok azı verilmiştir."

Tirmizî de İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Kureyşliler Yahudilere bize bu adama soracağımız bir şey öğretiniz, dediler. Yahudiler: "Ona ruha dair soru sorunuz" dediler. Yüce Allah da: "Sana ruhtan sorarlar. De ki: Ruh Rabbimin emrindedir." buyruğunu indirdi. Fakat Buharî'nin rivayet ettiği hadis-i şerif, sure bütünüyle Mekkî olmakla birlikte bu ayetin Medine'de indiğini göstermektedir. İkinci rivayete göre Kureyş'in soru sorması ise bunun Mekke'de indiğini göstermektedir.

İbni Kesir der ki: Ayetin iki defa nazil olduğunu kabul etmek suretiyle her iki hadisin arası bulunmuş olur. Yani ayet-i kerime bundan önce Mekke'de indiği gibi Medine'de ona ikinci defa nazil olmuş olabilir veya vahiy daha önce kendisine indirilmiş olan ayet-i kerime ile sordukları soruya cevap verebileceğini belirtmiş olmaktadır. Bu da "Sana ruhtan sorarlar..." ayetidir.[108] Hafız İbni Hacer de böyle demiştir. Süyutî der ki: Rasulullah (s.a.)'ın Yahudiler soru sorarken susması bu hususta daha fazla açıklama beklediğine hamledilir. Aksi takdirde Buhari'de bulunan rivayet daha sahihtir. Sahih-i Buharî'deki rivayet de olayda hazır olanın rivayetinin İbni Abbas'ınkinden farklı olması balamandan tercih edilir.

Gerçek ise Ashab-ı Kehf kıssasının nüzul sebebinde söz konusu edeceğimiz gibi, şöyledir: Kureyşlilerden bir grup Medine'ye gelmiş ve bu konuda Yahudil­erle istişare etmişti. Nitekim İbni İshâk da bunu böylece zikretmiştir. Buna göre ayet -i kerimenin Mekki olduğunda herhangi bir görüş ayrılığı söz konusu olmaz. [109]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah kâfirlerin hile ve tuzaklarını, Rasulullah (s.a.)'ı ülkesinden çıkarmak üzere rahatsız etmek istemelerini, ona karşı düşündüklerini söz konusu ettikten sonra Rabbine ibadete yönelmeyi ve kalbini onlarla meşgul etmemesini emretmektedir. Daha sonra ise Allah'ın varlığı, öldükten sonra diriliş ve peygamberliğe dair açıklamalar geçmiş bulunuyordu. Bu sefer bun­larla birlikte imandan sonra ibadet ve taatlerin en şereflisi olan namaz emrinin verildiğini görüyoruz.

Daha sonra Rabbi ona ahirette Makam-ı Mahmûd'u vaad etmektedir. Bu ise müfessirlerin ittifakı ile büyük şefaattir. Çünkü Yüce Allah ona namazı ve teheccüdü emredip Makam-ı Mahmûd'u vaad ettikten sonra dinî ve uhrevî hususları kapsayan bir duâ olan şu buyruklarla duâ etmesini emretmektedir: "Ve de ki: Rabbim beni doğrulukla girdir..."

Zahir (kuvvetli) görüş ise -Ebû Hayyân'ın da belirttiği gibi- bunun dünyevî ve uhrevî her husus hakkında genel olduğudur. Burada sözü geçen "doğruluk" ise yerilmeyi gerektirecek her şeyin ortadan kaldırıldığı, buna karşılık her türlü övgüyü hak eden davranışları kapsayan bir sözdür.

Daha sonra Yüce Allah şunu beyân etmektedir: Hz. Peygambere indirilen Kur'ân-ı Kerim'de maddî ve manevî (itikadî) hastalıklardan ruhlara ve kalplere şifa olduğunu açıklamaktadır. Daha sonra Kur'ân-ı Kerim ile nasıl bir nimette bulunduğunu, onun insan için ihtiva ettiği şer'î incelikleri işaret etmektedir. İnsanın bundan büyüklenerek yüz çevirdiğine de dikkat çekmekte­dir. Arkasından işi yokuşa sürmek ve aciz bırakmak kasdıyla ruha dair soru soran, imandan yüz çeviren, Yahudilerle müşriklere de cevap verilmektedir. [110]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah Rasûlüne (s.a.) birinci ayet-i kerimede farz namazları vakit­lerinde kılmasını emretmektedir. Ayet-i kerimenin anlamı şudur: Ey peygam­ber! Sana ve ümmetine farz kılınmış olan namazı rükün ve şartlarını eksiksiz yerine getirerek güneşin zevalinden itibaren gecenin karanlığına kadar olan vakitler içerisinde eda et! Bu ise öğle, ikindi ile akşam ve yatsı namazlarını kapsamaktadır. Âyet-i kerimede "dülûk= batıya yönelmek" kelimesi güneşin öğle vakti semanın ortasından batıya doğru meyletmesidir. Hitap Rasulullah s.a.)'a olmakla birlikte aynı zamanda ümmeti de bu hitabın kapsamı içerisine girmektedir. Buna sebep ise emrolunan namazın dindeki yeridir.

"Sabah namazını da...= kur'âne'l-fecr" yani sabah namazını da kıl demek-dr. İşte beşinci vakit namaz da budur. Rasulullah (s.a.)'m söz ve fiillerinin yer aldığı mütevatir sünnet de namaz vakitlerinin başlangıcını ve sonunu günümüzde bilinen şekliyle açıklamış bulunmaktadır.

"Çünkü sabah namazı tanık olunan (meşhûd) bir namazdır." Yani sabah namazında gece ve gündüz melekleri hazır bulunurlar. Bu meleklerin bir kısmı mer. Diğer bir kısmı göğe çıkarlar ve bu, görev değişimi vaktinde olur. Sabah namazına "okumak" anlamına gelen "kur'ân" adının verilişi, Kur'ân okumanın rükün olmasından dolayıdır. Nitekim namaza aynı şekilde rükû, kunût, sücud adları da verilir. Diğer taraftan "kur'âne'l-fecr" ifadesinin sabah namazında uzun uzun Kur'ân okumaya bir teşvik olması da mümkündür. Diğer namazlara nispetle sabah namazında daha uzun ayetler okumanın sebebi budur.[111]

Ahmed, Tirmizî, Nesaî ve İbni Mace'nin, Ebû Hureyre'den rivayetlerine göre Rasulullah (s.a.) Yüce Allah'ın "Sabah namazını da. Çünkü sabah namazı tanık olunan bir namazdır" buyruğu hakkında şöyle buyurmuştur: "Bu namaza gece melekleri ile gündüz melekleri tanık olurlar."

Buharî ile Müslim'de de Ebu Hureyre (r.a)'den yine Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Sizin aranızda gece melekleri ile gündüz melekleri biribirinin ardı arkasına gelirler. Bunlar sabah namazı ile ikindi namazında bir arada olurlar. Aranızda geceyi geçirenler semaya çıkarlar. Hallerini en iyi bilen O olduğu halde Rableri yine onlara, "Kullarımı ne halde bıraktınız?" diye sorar. Onlar, "Onlara vardık namaz kılıyorlardı, yine namaz kıldıkları halde onları bırakıp geldik." derler."

Abdullah b. Mes'ud da der ki: Koruyucular (melekler) sabah namazında bir araya gelirler, bunlar yükselir, berikiler de kalırlar.

Yüce Allah'ın "tanık olunan" ifadesinden kasdm namazların cemaat ile eda edilmesini teşvik olması ihtimali de vardır. Bu durumda buyruğun anlamı çokça cemaat ile tanık olunan namaz olur yahut da Yüce Allah'ın kudretinden kemaline tanık olunur. Çünkü bu vakit, karanlığın aydınlık ile karıştığı zamandır. Karanlık, ölüme ve yokluğa; ışık ise hayat ve varlığa uygun bir örnektir ve o vakitte kâinat karanlıktan aydınlığa intikal eder. Bir çeşit ölüm olan uykudan hayata, hareketsizlikten harekete ve yokluktan varlığa geçiş gerçekleşir.[112]

"Gecenin bir kısmında da sana bir nafile olmak üzere onunla teheccüd namazı kıl." Bu Rasulullah (s.a.)'a has bir başka farzdır ki bu da teheccüd namazıdır. Yani gecenin bir bölümünde namaz kılmak üzere kalk. Bu, peygam­ber (s.a.)'e gece namazı kılmak için verilen ilk emirdir. Bu namaz emri ise farz olan diğer namazlardan ayrıca verilmiştir. İşte bundan dolayı Yüce Allah da farz namazdan ayrı olarak gece namazlarını Rasûlüne emretmektedir. Tehec­cüd namazı uykudan sonra kılınan namazdır. Ashab-ı kiramdan bir topluluk­tan sabit olduğuna göre Rasulullah (s.a.) uyuduktan sonra kalkıp teheccüd namazı kılardı.

Yüce Allah'ın "Sana bir nafile olmak üzere" buyruğu şu demektir: Yani farz namazlardan ayrı olarak senin için fazladan bir ibadet olmak üzere, ümmetinden ayrı, yalnızca sana has ve sadece sana farzdır. Ümmetine ise bu namaz menduptur veya tatavvudur. Tercih edilen görüş budur. Bir diğer görüşe göre ise kasıt, Peygamber (s.a.) için gece namazının özel bir nafile olduğudur. Çünkü Hz. Peygamberin geçmiş ve gelecek bütün günahları bağışlanmış bulunmaktadır. Nafileler ümmetinden diğer fertlerin günahlarına kefaret olur. İbni Cerîr ise bu görüşü reddederek şöyle demektedir: Çünkü Hz. Peygamber de mağfiret dilemekle emrolunmuştu: "Ve ondan mağfiret dile, çünkü O tev-beleri çokça kabul edendir." (Nasr, 110/3). Ayrıca Hz. Peygamber bir günde yüz defadan fazla mağfiret dilerdi. Kulun Rabbine yakınlığı arttıkça O'ndan korkusu da artar. İsterse âlemlerin Rabbi ona bu konuda güvenlik verilmiş olsun. Bu ehlince bilinen bir makamdır.

"Umulur ki Rabbin seni övülmüş bir makama yüceltir." Yani benim sana verdiğim bu emri yerine getir ki, kıyamet gününde seni övülecek bir makama yükseltelim. Orada bütün insanlar seni övsün. Ayrıca -İbni Kesir'in dediği gibi-onların yaratıcısı olan şanı mübarek ve Yüce Allah da övsün.

el-Vâhidî'nin de kaydettiği gibi, bütün müfessirler icma ile şunu belirtir­ler: Bu Makam-ı Mahmud cezanın kaldırılması hususunda şefaat-ı uzma (en büyük fesat) makamıdır. Bu ise İbni Cerir'in de belirttiği gibi, burası o günde insanların içinde bulunacakları sıkıntılardan Rablerinin kendilerini rahatlat­ması için, kıyamet gününde peygamberin bulunacağı şefaat makamıdır.

"Umulur ki" kelimesi burada vücup içindir. Çünkü burada böyle bir şeyi ümitlendirme anlamı ifade edilmektedir. Bir kimseyi herhangi bir hususta umutlandırıp sonra onu mahrum eden kişi aldatıcı olur. Böyle bir anlam ise Yüce Allah için imkânsızdır. Bu kelime, kerim olan Yüce Allah tarafından gerçekleşmesi muhakkak olan bir umutlandırmadır. Müfessirlerin ittifakı ile bu kelime, Allah tarafından kullanıldığı takdirde vücup ifade eder. Makam-ı Mahmud ise göz dikilen, umulan yerdir. Rasulullah (s.a.) için hazırlanan belli makamın adıdır. Bu önceden de açıkladığımız gibi her bir peygamber ve rasulün kabul edemeyeceği şefaat makamıdır. Rasulullah (s.a.) ise "Bu iş benim isimdir. Bu iş benim isimdir" diyerek hesaplarının çabuk görülmesi için insanların cehenneme dahi olsa gitmeyi temenni edecekleri, tepelerine son derece yaklaşmış aşırı derecedeki güneşin hararetinden kurtulmaları için, bütün insanlara şefaat edeceği makamdır.

Müslim senedini kaydederek Rasulullah (s.a.)'ın: "Umulur ki Rabbin seni övülmüş bir makama yükseltir." buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir: "İşte o ümmetime şefaatçi olacağım makamdır."

Neseî ve Hâkim, Huzeyfe (r.a)'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Allah bütün insanları tek bir düzlükte toplayıp bir araya getirecektir. Davetçi onlara sesini işittirecek, göz onları delip geçecektir. İlk yaratıldıkları gibi çıplak ayaklı ve sünnetsiz olarak ayakta duracaklardır. Onun izniyle olmadıkça hiç bir kimse konuşamayacaktır. Peygambere "Ya Muhammed" diye nida edilecek ve O şöyle buyuracaktır: "Buyur, emrine hazırım, hayır senin elindedir, şer ise sana nispet edilmez. Hidayet bulan senin hidayete ilettiğindir, kulun işte senin huzurundadır. Seninledir ve sana yönelmiştir. Senden yine sana sığınılır. Sen şanı mübarek ve yücesin. Ey Beyt'in Rabbi, seni bütün eksikliklerden tenzih ederim." İşte Aziz ve Celil olan Allah'ın sözünü ettiği Makâm-ı Mahmud budur.

Buharî'de Câbir b. Abdullah'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasul­ullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Her kim ezanı işittiği vakit: "Ey bu eksiksiz davetin ve kılınacak olan namazın Rabbi olan Allah'ım! Muhammed (s.a.)'e vesileyi, fazileti ve üstün dereceyi ver. O'nu, Makam-ı Mahmud'a yücelt. Şüphe­siz sen vaadinden dönmezsin." diyecek olursa, kıyamet günü benim şefaatim de onu bulacaktır."

Ahmed, Tirmizî ve İbni Mace'in Ubey b. Ka'b.'dan rivayetlerine göre Rasu­lullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kıyamet günü oldu mu peygamberlerin imamı, hatibi ve şefaatlerinin sahibi ben olacağım. Övünmeden söylüyorum."

Peygamber (s.a.)'e hicret emri ile ilgili olarak da Yüce Allah: "Ve de ki: Rabbim, beni doğrulukla girdir, doğrulukla çıkar..." buyruğunu indirdi. Yani ya Muhammed, dua ederek şöyle de: Rabbim, dünyada da ahirette de beni razı olunacak güzel bir şekilde girdir. Orada hoşa gitmeyecek bir şey olmasın. Bu girişin sahibini sözünde de fiilinde de doğru olmakla nitelendirileceği bir giriş kıl. Yine beni razı olunacak ve güzel bir çıkarılış ile çıkar. Keramet ile taçlandır, gazabından güvenlik ver. O yerden çıkanın doğru olmakla nite­lendirileceği, bunu hak edeceği bir çıkarış olsun.

İşte bu Peygamber (s.a.)'in her bir giriş ve çıkışını kapsayan bir duadır. Medine'ye girişi, Mekke'den çıkışı, kabre girişi, kabirden diriliş için çıkarılışı, Mekke'ye hakim olarak girişi yine oradan güvenlik içerisinde çıkışı gibi.

Bazıları da bu ayet-i kerimenin Peygamber (s.a.)'e hicret emri verilmesi esnasında indiğini belirterek, tahsis ederler. Bununla Hz. Peygamber, Medine'ye girişini ve Mekke'den çıkışını kastetmiş olur. Yahut da Mekke'ye muzaffer ve fatih olarak gelişi ile oradan müşriklerden yana güvenlik içerisinde çıkışı kastedilmektedir.

"Ve katından bana destekleyecek bir kuvvet ver." Yani bana muhalefet eden­lere karşı bana yardımcı olacak apaçık bir delilin olsun yahut küfre karşı İslâm'ı zafere ulaştırıcı ve ona üstün kılıcı bir devletin, gücün, kuvvetin olsun. Hasan-ı Basrî der ki: Rabbin kendisine Farsların mülkünü ve kuvvetini onlar­dan alıp kendisine vereceğini, yine aynı şekilde Bizanslılar'in mülkünü ve kuvvetini onlardan alıp kendisine vereceğini vaad etmişti.

Nitekim Yüce Allah ona olan vaadini gerçekleştirmiş, Hz. Peygamberin duası kabul olunmuş ve bir taraftan şahsî olarak ilâhî koruması tahakkuk etmiştir. "Allah seni insanlardan koruyacaktır." (Mâide, 5/67). Diğer taraftan da İslâm yayıldı ve bütün dinlerden üstün oldu: "Ve ta ki onu diğer bütün din­lerden üstün kılsın." (Tevbe, 9/33). Yine devlet ve mülkü de zafer kazandı: "Şüphesiz Allah'ın Hizb'i galip gelenlerin ta kendileridir." (Mâide, 5/56); "And olsun onları yeryüzünde halifeler yapacaktır." (Nûr, 24/55).

Hz. Peygamberin devlet ve egemenlik talebi herhangi bir şekilde hakimiyet arzusu için değil, İslâm'ın korunması için, gereken değerlerini muhafaza içindi. Çünkü hakkın kendisine düşmanlık edenlere, mücadele verenlere karşı kahredici bir güce ve kendisine hizmet edecek bir yardımcıya ihtiyacı vardır ve bu bir zorunluluktur. Ondan dolayı Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Andolsun ki biz elçilerimizi apaçık delillerle gönderdik. Onlarla bir­likte Kitabı ve Mizanı (ölçü ve adaleti) indirdik ki insanlar adaleti ayakta tut­sunlar. Bir de onda hem çetin bir kuvvet hem de insanlar için menfaatler bulu­nan demiri de indirdik..." (Hadîd, 57/25) Böylelikle Yüce Allah risâlet ile beyanı, demir ile gücü bir arada zikretmiş bulunmaktadır. Hz. Osman'dan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Şüphesiz Allah Kur'ân-ı Kerîm ile menetme­diğini devlet otoritesi ile meneder." Yani Yüce Allah, Kur'ân-ı Kerîm'in hük­müne, bu konudaki kesin vaade ve en ağır tehdide rağmen işlemekten vaçgeçmeyen bir çok insanın birtakım hayasızlık ve günahları işlemekten devlet otoritesiyle alıkoyar.

Daha sonra Yüce Allah Kureyş kâfirlerini de şu buyrukları ile tehdit etmektedir:" De ki: Hak geldi, bâtıl da çekişe çekişe can verdi." Yani müşriklere şunu söyle: Allah'tan hiçbir şüphesi bulunmayan hak geldi, ki o da İslâm'dır. Ve Allah'ın onunla gönderdiği Kur'ân-ı Kerîm'dir, iman'dır, faydalı ilimdir. Buna karşılık batıl paramparça oldu, helak oldu. Bu ise şirktir. Esasen batılın hakka karşı hak ile birlikte durması, sebat göstermesi söz konusu değildir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bilakis biz hakkı bâtıl üzerine bırakırız da hak onun beynini parçalar. Bakarsın ki o yok oluvermiştir." Enbiyâ, 21/18).

"Çünkü zaten bâtıl yok olucudur." Yani hiç şüphesiz bâtıl, her zaman için kalıcılığı olmayan, sürekliliği bulunmayan, yok olup gidendir.

Rasulullah (s.a.) Mekke'nin fethi sırasında putları kırarken bu ayet-i keri­meyi okumuştu. Buhârî, Müslim, Tirmizî ve Neseî'nin Abdullah b. Mes'ud'dan rivayetlerine göre o şöyle demiş: Peygamber (s.a.) Mekke'ye girdi. Beyt'in etra­fında ise 360 put vardı. Hz. Peygamber elindeki değnek ile bunları itekliyor ve bu arada: "De ki: Hak geldi, bâtıl da çekişe çekişe can verdi. Çünkü zaten batıl yok olucudur." ayeti ile "De ki: Hak geldi batıl ise ne yeniden bir şey meydana getirebilir, ne de bir şeyi iade edebilir." (Sebe', 34/49) ayetlerini okuyordu.

Hafız Ebû Ya'lâ da Hz. Câbir b. Abdullah'tan şöyle dediğini nakletmekte­dir: "Rasulullah (s.a.) ile birlikte Mekke'ye girdik. Kabe'nin etrafında Allah'tan başka ibadet olunan 360 tane put vardı. Rasulullah (s.a.) emir verdi, bu putlar yüzüstü yıkıldı ve şöyle buyurdu: "Hak geldi, bâtıl da çekişe çekişe can verdi. Çünkü zaten bâtıl yok olucudur."

Daha sonra Yüce Allah rasulü Muhammed'e indirmiş olduğu Kitabının bir şifâ ve bir rahmet olduğunu haber vererek şöyle buyurmaktadır: "Kur'ân­dan müminler için şifâ ve rahmet olanı indiririz." Yani ey Peygamber, biz senin üzerine kendisinde şifâ bulunan bir Kur'ân indirmekteyiz. Kur'ân-ı Kerîm'den nazil olan her şey müminlere şifâdır.

Onunla imanları artar ve onun sayesinde dinlerini daha bir arındırırlar. O kalplerdeki her türlü şüphe ve nifak hastalığını, şirk, sapkınlık, inkâr, bilgisiz­lik ve dalâlet hastalıklarını giderir. Kur'ân-ı Kerîm imana, hikmete ve hayra irşat eder, cennete sokup azaptan kurtulmaya götürür. ed-Deylemî'nin Fir-devs'inde rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Her kim Kur'ân ile şifâ dilemezse Allah ona şifâ vermesin."

"Zalimlerin ise ancak hüsranını artırır." Kur'ân-ı Kerîm'i dinlemek, kendi­sine zulmedenin ancak imandan uzaklaşmasını ve Allah'ı inkârını artırır. Bunun sebebi ise küfrün ruhunda kök salmış olmasıdır.

Bu ayet-i kerimenin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "De ki: O iman edenlere bir hidayet ve bir şifâdır. İman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır ve onlara karşı bir körlüktür. İşte onlar kendilerine uzak bir yer­den seslenilir gibidirler." (Fussilet, 41/44). Yine Yüce Allah'ın şu buyrukları da bunu andırmaktadır: "İman edenlere gelince bu, onların imanını artırmıştır. Onlar biribirleriyle müjdeleşirler. Kalplerinde hastalık bulunanlara gelince, onların küfürlerine küfür katıp artırdı ve onlar kâfir olarak ölüp gittiler." (Tevbe, 9/124-125). Katâde der ki: Mümin Kur'ân-ı Kerim'i işittiği vakit ondan istifade eder, onu beller ve anlar. "Zalimlerin ise ancak hüsranını artırır." Yani zalim Kur'ân'dan yararlanmaz, onu bellemez, onu anlamaz. Şüphesiz Allah bu Kur'ân-ı Kerîm'i müminlere bir şifa ve bir rahmet kılmıştır.

Daha sonra Yüce Allah beşer olması itibariyle insanın eksikliğini haber vermektedir. Bundan tek istisna Allah'ın koruduğudur. İşte Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İnsana nimet verdiğimiz vakit yüz çevirir ve yan çizer." Yani bizler mal, afiyet, rızık, yardım gibi insana herhangi bir nimet verecek ve o da dilediğine kavuşacak olursa, Allah'a itaat ve ona ibadetten yüz çevirir. Bu buyruk da onun yüz çevirmesini tenkit için gelmiştir. Çünkü yüz çevirmekten kasıt ise büyüklük taslamak ve uzaklaşmaktır. Çünkü bu, büyüklük taslayan-larm adetidir.

"Ona bir kötülük dokundu mu da ümitsiz olur." Yani ona bir kötülük isabet edecek olursa -bunlar da çeşitli musibet ve olaylardır- artık bundan sonra Allah'ın rahmetinden ve hayırdan yana ümit keser ve alabildiğine ümitsizlesin Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın şu buyruklarını da andırmaktadır: "İnsana bir zarar dokunduğu zaman yanı üzereyken, otururken veya ayakta iken bize dua eder. Fakat biz onun sıkıntısını giderdiğimizde kendisine dokunan bir sıkıntıya bizi çağırmamış gibi (döner) gider. İşte haddi aşanların işledikleri amelleri kendilerine böylece süslü gösterilmiştir." (Yunus, 10/12); "Andolsun ki insana nezdimizden bir rahmet tattırıp da sonra bunu kendisinden alıversek şüphesiz o ümit kesmiş bir nankör olur. Ve şayet ona kendisine dokunan bir zarardan sonra nimet tattıracak olursak, elbetteki benden kötülükler uzaklaşıp gitti, diye­cektir. Çünkü o şüphesiz şımarıktır, böbürlenendir." (Hûd, 11/9-10).

"De ki: Herkes tabiatına göre hareket eder." Ya Muhammed de ki: Herkes hidayet ve sapıklıktan kendi durumuna, izlediği yoluna, kanaatine uygun işler yapar.

"Ve Rabbiniz yolca kimin daha doğru olduğunu daha iyi bilir." Sizi besleyip büyüten, terbiye eden, var eden, size nimetler ihsan eden Rabbiniz olan Allah, herkesten daha çok kimin yolunun daha düzgün, kimin yolunun daha açık ve hakka daha çok tabi olduğunu bilir. Herkese ameline göre karşılık verecektir. Ayet-i kerimede müşrikler için bir tehdit vardır.

Bu ayet-i kerime de Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "İman etmeyenlere de ki: Elinizden geleni yapın. Biz de yapacağız. Bekleyin, çünkü biz de bekleyenleriz." (Hûd, 11/121-122).

"Sana ruhtan sorarlar..." Yani müşrikler sana bedenlerine hayat veren ruhun gerçek mahiyetine dair soru sorarlar. De ki: Ruh Rabbimin işlerindendir. Ruh onun var etmesi ve yaratması ile meydana gelir. Allah ona dair bilgiyi ken­disine saklamıştır. Ondan başka kimse onu bilmez ve ondan başka bunu bilme gücüne sahip kimse yoktur. Ey insanlar! Size verilen bilgiler, marifetler pek azdır ve bunların kaynağı da duyu organlarının hissetmesi ve bilinen şeyler üzerinde düşünmektir. Bunların ötesinde kalanlara gelince, sizin bunları bilm­eye gücünüz yetmez ve kimse bunların gerçek mahiyetine muttali değildir. [113]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimelerden aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:

1- "Güneşin batıya yönelmesinde... namaz kıl" ayet-i kerimesi beş vakit namazın ve bu namazların ayet-i kerimenin genel olarak belirlediği sünnet-i nebeviyyenin de etraflı bir şekilde sınırlandırdığı vakitlerde kılınmasının farz olduğuna delildir.

2- Yüce Allah'ın: "Sabah namazını da" ifadesinden anlaşılan birtakım ma­nalar vardır ki, bunların bir kısmı şöyledir: Namaz ancak Kur'ân okumak ile tamam olur. Ayrıca sabah namazının tanyerinin ağarmasından itibaren kılın­ması farzdır. Sünnet-i seniye de sabah namazında kıraatin diğer namazlardaki kıraatlerden daha uzun olması gerektiğini beyan etmiştir. Yüce Allah'ın "Sa­bah namazı= kur'âne'1-fecr" ibaresinde bu namazda kıraati uzun tutmaya bir teşvik vardır. Ayrıca kur'âne'l-fecrin (sabah namazı) tanık olunmakla nitelen­dirilmesinin anlamı da, gece melekleri ile gündüz meleklerinin sabah namazın­da imam arkasında bir araya gelmesidir. Bu da sabah namazı için "tağlis"in yani (tanyeri ağarmaya başlarken) karanlık sırasında kılınmasının daha fazi­letli olduğuna güçlü bir delildir. Mâliki ve Şafiî'nin görüşü de budur.

Ebû Hanife ise tağlîs ile isfâr (tanyerinin ağarması ile ortalığın kısmen aydınlanması) arasında bir vakitte kılmak daha faziletlidir. Eğer bunu yapa­mayacak olur ise isfâr (ortalığın kısmen aydınlanması) tağlîs'ten daha iyidir.

Sabah namazında gece ile gündüz meleklerinin bir arada bulunması, aynı şekilde ikindi namazında da bu şekilde bir araya gelmeleri -daha önce kaydet­tiğimiz hadiste görüldüğü gibi- bu iki namazın -bazı alimlerin anladığı gibi-gece namazından da gündüz namazından da olmadığı anlamına gelmez. Aksine bunların ikisi de günüdüz namazlarındandır. Buna delil ise bu süre içerisinde oruç tutulmasının söz konusu olmasıdır.

3-  Teheccüd namazı (gece namazı); onun için bir şeref ve üstünlük olmak üzere Rasulullah (s.a.)'tan fazladan bir nafile olmak üzere istenmiştir. Peygam­ber (s.a)'in ümmeti ile birlikte değil de yalnızca kendisine tahsis edilmek suretiyle özellikle zikredilmesi hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bir grubun dediğine göre gece namazı Hz. Peygamber için bir farzdı. Çünkü Yüce Allah: "Sana bir nafile olmak üzere" diye buyurmuştur. Yani ümmet hakkında öngörülen farzdan ayrı olarak senin için fazladan bir farz olmak üzere denilmiştir. Daha sonra bunun farziyeti nesh edildi ve onun için nafile oldu. Yani diğer farzlardan ayrı tatavvu ve nafile olarak kılması emredildi.

Başkaları ise şöyle demektedir: Gece namazı Rasulullah (s.a.) hakkında da ümmeti için de bir tatavvudur. O bakımdan burada nafile kılma emri mendupluk ifade etmektedir ve hitap Peygamber (s.a)'e yönelik olur. Çünkü Rssuiullah (s.a.)'m geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmıştır. O bakımdan onun farzı dışında yaptığı her bir itaat ve \badet derecelerinin yükselmesini ifade eder. Onun dışındaki ümmet fertlerinin tatavvuları ise, günahlarına kefarettir ve farzlarındaki kusurları bir tedavidir.

Rasulullah (s.a.)'m Makam-ı Mahmûd'u vardır. Bu ise kıyamet gününde bütün insanlara yapılacak büyük şefaatin makamıdır. İşte bundan dolayı Ahmed, Tirmizî ve İbni Mâce'nin Ebû Said el-Hudrî (r.a)'den yaptıkları rivayete göre şöyle buyurmuştur: "Ben kıyamet gününde Ademoğularının efen-disiyim; bununla birlikte övünmüyorum." en-Nakkâş dedi ki: Rasulullah (s.a.)'m üç türlü şefaati vardır: Birincisi genel şefaattir, ikincisi daha önce cen­nete girmek hususundaki şefaatidir, üçüncüsü ise büyük günah işleyenlere yapacağı şefaati.

İbni Atıyye der ki: Ancak meşhur olan Hz. Peygamberin şefaatlerinin yalnızca iki tane olacağıdır: Birisi genel şefaattir, diğeri ise günahkârların cehhennemden çıkartılmalarına dair şefaattir. Bu ikinci şefaati; aynı şekilde diğer peygamberlerin, ilim adamlarının da yapacağı sabittir. Ebu'1-Fadl Iyâd ise beş türlü şefaati söz konusu etmektedir: Genel şefaat, belli bir topluluğun hesapsız olarak cennete sokulmaları için yapacağı şefaat, ümmetin âsilerinin cehennemden çıkartılmaları için yapacağı şefaat, ümmetin muvahhitleri arasında olup da bazı günahkârların cehenneme sokulmalarını önlemek için yapılacak şefaat ve bir de cennet ehlinin cennetteki derecelerinin yükseltilmesi için yapılacak şefaat.

Kadı Iyâd der ki: Oldukça değişik yollardan ve fazlaca gelen (müstafiz) nakillerden bilindiğine göre selef-i sâlih Peygamber (s.a)'in şefaatini istemiş ve bunu oldukça arzulamışlardır. Buna göre "Paygamber (s.a)'in şefaatini sana ihsan etmesini Allah'tan istemen mekruhtur. Çünkü bu şefaat ancak günahkârlara olacaktır;" diyenlerin sözlerine iltifat edilmez. Çünkü önceden de açıklamış olduğumuz gibi şefaatin hesabın hafifletilmesi ve derecelerin yük­seltilmesi için olması da mümkündür.

Şefaat ile birlikte Livâü'1-hamd (övgü sancağı) da vardır. Tirmizî'nin Ebû Said el-Hudrî'den rivayetine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ben kıyamet gününde Adem oğullarının efendisiyim, bununla birlikte övünmüyo­rum. Hamd sancağı elimde olacaktır ve övünmüyorum. O gün Adem'den itibaren diğer bütün peygamberler dahil sancağımın altında bulunacaklardır."

5- Dünyada da âhirette de üstün, hoşnut olunan en güzel Makam Hz. Peygamber (s.a)'in olacaktır. O'nun bu üstün Makam'ı Medine'ye muhacir olarak, Mekke'ye fatih olarak, kabrine günahları bağışlanmış ve emin olarak girmesi gibi bütün girişlerini; ayrıca Mekke'den muhacir olarak çıkartılması, öldükten sonra diriliş için kabrinden huzur içerisinde ve sıdk ile nitelendiril­miş olarak çıkartılması gibi bütün çıkışlarını da kapsamaktadır.

6- Hz. Peygamberin özelliklerinden birisi de delilinin, hakimiyetinin, üstünlüğünün, kudretinin güçlü olması, insanların şerlerinden korunmasıdır, onun kendisi vasıtasıyla bütün muhaliflerine karşı muzaffer olduğu, apaçık ve üstün bir delili vardı. Ayrıca Yüce Allah ona devlet otoritesini, üstünlük sağlamayı, düşmanlarına karşı muzaffer olmayı da ihsan etmiş, dinini diğer bütün dinlere karşı üstün kılmış, insanların eziyetlerinden, hile ve tuzaklarından yana da onu korumuştur.

7- Şanı Yüce Allah şerefli peygamberini ona indirdiği Kur'ân-ı Kerim ve iman ile herhangi bir şüphe ve tereddüdün söz konusu olmadığı tartışılamayan ~ak ile desteklemiştir. Hak onunla gelmiştir. O da İslâm ve Kur'ân'dır. Buna çarşılık şirk ve şeytan demek olan batıl da yok olup gitmiştir.

8-  "De ki: Hak geldi bâtıl da çekişe çekişe can verdi." ayet-i kerimesinde müşriklerin diktikleri putların ve başka her türlü putun kırılması gerektiğine ielil vardır. Kurtubî der ki: "Bunun kapsamına her türlü batıl aletin ve ancak Allah'a isyana yarayan aletlerin kırılması da dahildir. Yüce Allah'ın zikrinden alıkoymaktan başka hiçbir anlam ihtiva etmeyen tanburlar, zurnalar, udlar pbi."

İbnü'l-Münzir der ki: Taşlaşmış çamurdan, ahşaptan ve benzerlerinden yapılan suretler ile yasak kılınmış, oyalayıcılıktan başka hiçbir faydası olmayan, insanların edindikleri her bir şey de put hükmündedir. Bunların her­hangi birisini satmak caiz değildir. Bundan müstesna altın, demir, gümüş ve kurşundan yapılmış heykellerdir. Eğer bunlar asıl şekilleri değiştirilip külçe veya parça haline getirilecek olur ise, o takdirde bunları satmak ve bunlarla bir şey almak caiz olur.

9- Kur'ân-ı Kerim müminler için bir şifa ve bir rahmettir. Kendilerine zul­meden kâfirlerin onu dinlemeleri ise yalanlayacakları dolayısıyla onların ziyanlarından; öfke, kin ve kıskançlıklarından başka bir şeylerini artırmaz. Katâde der ki: Kur'ân-ı Kerim'in (okunduğu yerde) oturan herkes, oradan mut­laka ya bir fazlalık veya bir eksiklikle kalkar. Daha sonra Yüce Allah'ın: "Kur ân'dan müminler için şifa ve rahmet olanı indiririz; bu zâlimlerin ise ancak hüsranını artırır." ayetini okudu.

Kur'ân-ı Kerim'in şifa olması ile ilgili olarak ilim adamlarının iki görüşü vardır:

a) O kalplere bir şifadır. Kalplerden cahilliği gidermesi, şüpheyi ortadan kaldırması ve mucizeleri, Yüce Allah'a delâlet eden hususları kavramayı önleyen bilgisizlik hastalığından ibaret kalplerdeki örtüyü açması suretiyle kalplere bir şifadır.

b)  Okuyarak, Allah'a sığınarak ve buna benzer yollarla maddi rahatsızlıkları ve hastalıkları giderici bir şifadır.

Hadis imamlarının rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) Kur'ân-ı Kerim ile şifa aramayı, zehirli hayvan tarafından sokulmasına karşı Fatiha suresini yedi defa okuyarak tedavi etmeyi, bunu okuyana da bu okumasına karşılık otuz koyunun verilmesini kabul etmiş, reddetmemiştir. Said b. el-Müseyyebde Yüce Allah'ın isimlerinden yahut Kur'ân-ı Kerim'den bir şeyler yazıp sonra da bu yazıyı suya koyarak hastanın bedenine sürülmesini yahut da hastaya içiril-mesini caiz görmüştür.

İmam Mâlik de der ki: Aziz ve Celil olan Allah'ın isimlerinin yazılı olduğu kağıtların teberrük maksadıyla hastaların boyunlarına asılmasında bir mahzur yoktur. Ancak onları asanın bunları asmak suretiyle nazara karşı korunmak maksadı bulunmaması şartı vardır. Yani ona nazar değmesi sonucu bir rahatsızlık gelmeden önce, bu maksatla yapmamalıdır. İlim ehlinden bir topluluk onun bu kanaatini uygun bulmuştur. Bazı ilim ehli kimseler de durum ne olursa olsun ister belânın çatmasından önce, isterse daha sonra kelimelerin (bu şekilde yazılı muskaların) asılmasını mekruh görmüşlerdir. Kurtubî de der ki: Ancak birinci görüş Yüce Allah'ın izniyle hem rivayet bakımından, hem aklen daha sahihtir.

Durum her ne olursa olsun gerçek fail ve gerçek müessir Yüce Allah'tır. Rivayet edilen dualar ve Kur'ân-ı Kerim'in şifa ayetleri ile Fâtiha'nm Muavvizelerin (Felak ve Nas surelerinin) ve buna benzer surelerin okunması ise, yine Yüce Allah'ın izniyle kurtulmanın, iyileşmenin araçlarıdır. Ancak Kur'ân-ı Kerim'in kalplerde tazim edilmesi ve ona samimi olarak iman edilmesi şart olduğu gibi, Yüce Allah'ın ayetlerinin tazimine yakışmayan şeylerden uzak durmak da şarttır. Fakat bu, bu tür manevi tedaviler ile yetinip diğer tedavi yollarına ve ilaç kullanmaya başvurulmaması anlamına gelmez. Çünkü bütün bunlar dinin izin verdiği yollar arasında yer alır. Hatta hayat hakkının korun­ması için din bunu farz kılmıştır. Yalnızca Kur'ân-ı Kerim'den bazı bölümler okumaya ve bir takım muskalara güvenerek, söz gelimi ateşi yükselmiş bir has­tayı yahut da oldukça tehlikeli bir hastalığa müptelâ olmuş bir kimseyi tedavi etmeye gelince; bu, dinin gerçeğini bilmemektir; Allah'ın tazim ettiği ilmin kut­sallığını, ilim adamlarını ve ona uyanların şanını heder etmektir.

İbni Mes'ud'dan rivayet edilen: "Şüphesiz temimeler, rükyeler ve tevleler (sırasıyla muska, okuyarak tedavi ve kadının kendisini kocasına sevdirmek için yapacağı işler) şirktendir. Ona: Peki "Tevle nedir "diye sorulunca, kadının ken­disini kocasına sevdirmek için taktığı şeydir." demesine gelince; onun bu sözler­le kâhinlerden alınmış Kur'ân dışındaki bir takım şeyleri asmayı kastetmiş olması mümkündür. Çünkü boyna asarak ya da asmayarak Kur'ân-ı Kerim ayetleri ile şifa dilemek şirk olmaz.

10- Kur'ân-ı Kerim'in zararlarını artırdığı bu kimselerin nitelikleri ise Allah'ın ayetleri üzerinde düşünmekten yüz çevirmek ve O'hun nimetlerine karşı nankörlük etmektir. Genel olarak insanın da durumu budur. İnsan unutkandır, Allah'ın vermiş olduğu nimetlere karşı nankördür. Nimet ve rahatlık içerisinde iken Yüce Allah'a karşı görevlerini yerine getirmekten uzak durduğu görülür. Fakirlik, hastalık, sefalet gibi herhangi bir sıkıntıyla karşı karşıya kaldı mı da ümidini alabildiğine keser. Çünkü o Yüce Allah'ın lütfuna güvenmemektedir.

11- Müşriklerde olduğu gibi Allah'ın ayetleri üzerinde basiretle durmak ve düşünmekle akla, kalbe ve vicdana sesleniş iflâs edecek olursa geriye onları tehdit edip korkutmaktan başka bir yol kalmaz. Akıllarını çalıştırmayan bu kimseleri hidayet ve sapıklık hususlarında karakterlerine uygun olanı yap­maları için kendi inançlarına göre doğru gördüklerini uygulamak üzere onları kendi hallerine bırakmaktan başka yapılacak bir şey kalmaz. Müminin de kâfirin de neler ortaya koyacağını en iyi bilen Allah'tır. Ebu Bekr es-Sıddık (r.a.) der ki: Kur'ân-ı Kerim'i başından sonuna kadar okudum. Şanı Yüce Allah'ın: "De ki: Herkes tabiatına göre hareket eder." buyruğundan daha çok ümit verici ve güzel bir buyruk görmedim. Çünkü kulun tabiatına isyandan başka bir şey uygun düşmüyor, Rabbe de mağfiretten başkası uygun düşmüyor.

12- Müşrikler hayatın sebebini teşkil eden ruh hakkında soru sordular, Kur'ân-ı Kerim de onlara ruhun Allah tarafından yaratıldığını ifade eden müphem bir cevap verdi. Ruh büyük bir iştir. Allah'ın emrinden büyük bir haldir. İnsan bizzat kendisini, nefsinin hakikatini bilemediğine göre, hakkın hakikatini idrakten aciz kalması öncelikle söz konusudur. Bunun hikmeti ise aklın kendisine oldukça yakın bir komşu olan bir yaratığı bilip idrâk etmekten aciz olduğunu ortaya koymaktır. Böylelikle bununla yaratıcısını idrâkten daha bir aciz olduğu ona gösterilsin. Fakat ruhun bilinmez oluşu, onun yok kabul edilmesini gerektirmez.

Ruhun gerçeğine gelince; bu hususta ilim adamlarının iki görüşü vardır: Birinci görüş er-Râzî'nin ve Kitabu'r-Ruh'ta İbnü'l-Kayyum'un görüşüdür: Ruh basit ve soyut bir cevherdir. Maddi olarak hissedilen cismin tabiatına uymayan nuranî bir cisimdir. Ruhun bedendeki geçişi, akışı suyun gülün içerisindeki akışı gibidir. Bunu bir var eden olmadıkça o meydana gelemez. İşte Yüce Allah'ın: "Ol der, o da oluverir." buyruğu bunu ifade eder.

İkinci görüş ise Gazâlî'nin ve Ebu'l-Kasım Râgîp el-Isfahânî'nin görüşüdür: Ruh cisim de değildir, cismânî de değildir. Tedbir ve tasarrufun taalluku gibi bedene mütealliktir.

13- Bütün aleme ilimden ancak pek az bir şey verilmiştir. Yine pek çok şey yalnızca Yüce Allah'ın ilmine mahsustur. Kurtubî der ki: Sahih olan odur ki Yüce Allah'ın: "Size bilgiden ancak çok azı verilmiştir." buyruğunda hitap hâtûn alemedir. Kimisinin söylediği gibi maksat, yalnızca soranlar yahut da genel olarak bütün yahudiler değildir. Yüce Allah kendi ilminden pek azı stesna, insanları herhangi bir şeye muttali kılmamıştır ve hiçbir kimse O'nun dileği dışında Yüce Allah'ın ilminden bir şeyi kuşatamaz. Kısacası insanların ilmi Allah'ın ilmine göre pek azdır. Onların hakkında soru sorduk­ları ruh ise, Yüce Allah'ın ilmini kendisine tahsis ettiği ve onları muttali kılmadığı hususlardandır. Nitekim O, kendi ilminden ancak pek azına sizi muttali kılmıştır. [114]

 

Kur'an- Kerimin İ'cazı

 

86-  Eğer biz isteseydik sana vahyetmiş olduğumuzu and olsun götürürdük. Sonra da onun için bize karşı duracak bir vekil de bulamazdın.

87- Ancak Rabbinden bir rahmettir. Mu­hakkak ki O'nun sana olan lütfü pek büyüktür.

88- De ki: 'İnsanlar ve cinler Kur'ân'm bir benzerini getirmek için toplansalar, biribirlerine yardımcı da olsalar yine de onun bir benzerini getiremezler."

89- Andolsun ki biz bu Kur'ân'da insan­lar için her türlü örneği çeşitli şekiller­de açıkladık; yine de insanlardan pek çoğu küfürden başkasını kabule yanaş­madı.

 

Kelime ve İbareler:

 

"...andolsun sana vahyetmiş olduğumuzu götürürdük." ayetinin takdiri, eğer bizler dilemiş olsaydık Kur'ân'ı alıp götürür, mushaflardan da kalplerden de silerdik demektir. "Sonrada onun için bize karşı duracak bir vekil" yani onu alıp götürdükten sonra korunmuş ve satır satır yazılmış olarak geri getirmeyi üstlenecek ve bunu gerçekleştirecek bir kimse "de bulamazdın.

Ancak Rabbinden bir rahmettir." İstisna muttasıl kabul edilecek olursa anlamı şöyle olur: Şu kadar var ki Allah'ın rahmeti seni gelip buldu. Olur ki bu rahmet onu sana geri çevirir. İstisnanın munkatı' olması da mümkündür, anlamı da şöyledir: Fakat Rabbinden bir rahmet olmak üzere onu bıraktı. O vakit bu Kur'ân-ı Kerim'in indirilmesinin minneti hatırlatıldıktan sonra bırakılmasıyla ayrıca bir minnette bulunulmuş olur. "Muhakkak ki O'nun sana olan lütfü pek büyüktür." Onu sana göndermek ve indirmek gibi, hıfzında, ezberinde bırakmak da böyle büyük bir lütuftur. Aynı şekilde O'nun sana Makam-ı Mahmud'u vermekle de ve buna benzer diğer üstünlüklerle de sana olan lütfü çok büyüktür.

"De ki: İnsanlar ve cinler Kur'an'm bir benzerini getirmek için toplansalar" Fesahat, belagat, güzel söz düzeni ve manaları itibariyle aralarında da gayet açık konuşan Araplar, beyan ustaları, nesir ve nazım usta­ları bulunmakla birlikte "onun bir benzerini getiremezler." Bu ifade hazfedilmiş bir yeminin cevabıdır. Buna da yemini hazırlayıcı (muvattia) lâm delâlet etmektedir. "Birbirlerine yardımcı olsalar" yani bu maksadı gerçekleştirmek hususunda biribirlerine destek olsalar bile. "O'nun bir benzerini getiremezler." Bu, onların "Biz dilesiydik bunun bir benzerini söylerdik." (Enfal, 8/31) sözleri­ni reddetmektedir.

"Biz bu Kur'ân'da insanlar için her türlü örneği çeşitli şekillerde açıkladık." O her bakımdan alışılmışın dışında olması ve ruhlara etki etmesi itibariyle bir örneğe (misale) benzer. Yahut bu hazfedilmiş bir kelimenin sıfatıdır. Yani biz her misalin türünden bir misal verdik ki, ondan ibret alsınlar, öğüt alsınlar diye. Anlatım ve beyanı daha da artırmak için değişik şekillerle bu açıklamalarımızı tekrar tekrar yaptık. "Yine de insanların pek çoğu" Mekke halkından olsun, başkalarından olsun "küfürden" hakkı inkârdan "başkasını kabule yanaşmadı." [115]

 

Nüzul Sebebi

 

88. ayet-i kerime olan: "De ki: İnsanlar ve cinler bu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek için toplansalar..." ayetinin nüzulü ile ilgili olarak İbni İshak ve İbni Cerîr, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Sellâm b. Mişkem,-mînılerini verdiği- Yahudilerden avam bir topluluk ile Rasulullah (s.a.)'ın «anına gelip dediler ki: Sen bizim kıblemizi terk etmiş iken nasıl olur da biz sana tabi olabiliriz? Diğer taraftan senin getirdiğin bu şeyin Tevrat'taki gibi uyumlu olduğunu görmüyoruz. Bize tanıyabildiğimiz bir kitap getir. Aksi takdirde biz de senin bu getirdiğinin bir benzerini sana getirebiliriz. Bunun üzerine Yüce Allah: "De ki: İnsanlar ve cinler bu Kur'ân'ın bir benzerini getrmek için toplansalar, biribirlerine yardımcı dahi olsalar yine onun bir ben­zerini getiremezler." ayetini indirdi. [116]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah peygamberine peygamberliği ve ona vahyini indirmeyi, insanlar için Kur'ân-ı Kerim'i şifa olarak indirme lütuflarını hatırlattıktan sonra,

r.e insanlara bir rahmet olmak üzere Kur'ân-ı Kerimin korunacağını hatırlatıp minnet etmektedir. Ayrıca peygamberliği de kalıcıdır. Buna delil ise bütün insanların benzerini meydana getirmekten aciz kaldıkları Kur'ân-ı Kerim’dir. Bununla birlikte o en sağlıklı kuralları, en doğru hikmetleri, dünya ve ahirette en faydalı esasları kapsamaktadır. Hatta Kur'ân-ı Kerim'in nazil olduğu lisanı fasih şekliyle konuşanlar ve onların en beliğ olanları dahi Kur'ân-ı Kerim'in benzeri tek bir sureyi dahi getirmekten acizdirler. İsterse insanlar ve cinler biribirlerine yardımcı olsunlar. Hatta burada "cin" kelimesinin kapsamına meleklerin girmesi dahi muhtemeldir. Çünkü her ne kadar çoğunlukla melekler dışında kalan ve insanların gözleriyle göremedikleri gizli cinni şekiller hakkında kullanılıyor olsa da bu kelime melekler hakkında da kullanılabilir. Yüce Allah'ın "Onun ile cinler arasında bir nesep bağı kurdular." (Sâffat, 37/158) buyruğunda olduğu gibi. [117]

 

Açıklaması

 

Şanı Yüce Allah insanlara kendi ilminden ancak pek az bir şey verdiğini hatırlattıktan sonra şunu beyan etmektedir: Eğer onlardan bu pek az bilgiyi dahi almak dileseydi, bunu da alırdı. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır "Eğer biz isteseydik andolsun sana vahyetmiş olduğumuzu götürürdük." Sana vahyetmiş olduğu bu Kur'ân-ı Kerim'i -ey Muhammed- kalplerden ve mushaflardan çekip alırdı, onun hiç bir izini dahi bırakmazdı. O Yüce Allah, Kur'an'ı Kerim'i yazısını onu ezberleyen kalplerden ve yazılı olduğu mushaflardan silme kudretine sahiptir.

"Sonra da onun için bize karşı duracak bir vekil de bulamazdın." Yani bundan sonra kendisine güvenip dayanacağın ve onun herhangi bir bölümünü geri kazanmak ve tekrar ezberleyebilmek için yardımını alabileceğin kimse bulamazdın.

Hâkim, Beyhakî, Taberânî ve Saîd b. Mansûr, İbni Mes'ud'dan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: "Şu aranızda bulunan Kur'ân-ı Kerim fazla geçmeden aranızdan çekilip alınacaktır." Allah onu kalplerimizde tespit edip yerleştirmekten, biz de mushaflarımıza kaydetmiş iken nasıl olur da bizden çekilip alınır? denilince şöyle buyurdu: "Bir gece içerisinde ona bir yürüyüş ter­tip edilir, kalplerde bulunan çekilip alınır, mushaflarda bulunan çıkarılır ve insanlar ondan yana fakir düşmüş olarak sabahı ederler." Sonra da: "Eğer biz isteseydik andolsun sana vahyetmiş olduğumuzu götürürdük." ayetini okudu.

"Ancak Rabbinden bir rahmettir." Rabbinin sana merhamet edip de onu sana tekrar döndürmesi müstesna. Fahrüddin er-Râzî der ki: Bu Yüce Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'i bırakmak suretiyle bütün ilim adamlarına iki türlü minne­tidir. Birincisi böyle bir ilmi onlara kolaylaştırması, ikincisi ise onların onu ezberlerinde tutmalarının korunmasının devam etmesidir.[118]

"Muhakkak ki onun sana olan lütfü pek büyüktür." Yani ey peygamber Allah'ın sana lütfü pek büyüktür. Seni insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak gön­dermesi, Kur'ân-ı Kerim'i sana indirmesi, onu kalbinde, mushaflarda tespit edip uyanların da onu ezberlemesi ile koruyup seni de Ademoğullarınm efen­disi kılması, peygamberlik müessesesini seninle mühürlenmesi ve sana Makam-ı Mahmud'u vermesiyle sana olan lütfü pek büyüktür.

Kısacası Yüce Allah bu ayet-i kerimede şerefli kuluna ve Rasûlüne olan nimetini ve lütfunu hatırlatmaktadır. Söz konusu bu lütuf Allah'ın kendisine vahyetmiş olduğu şerefli Kur'ân-ı Kerim'dir. Bu Kur'ân-ı Kerim'e önünden de ardından da batıl erişemez. Kur'ân-ı Kerim çünkü bütün ilim ve bilgilerin kaynağıdır. Müslümanlar arasında baş göstermiş, ortaya çıkmış uygarlıkların ve kültürlerin kaynağıdır.

Daha sonra Yüce Allah bu büyük Kur'ân'ın şerefine ve önemine dikkat çekerek şöyle buyurmaktadır: "De ki: İnsanlar ve cinler, bu Kur'ân'ın bir benzerini meydana getirmek için toplansalar..." Ey Muhammed! Meydan okuyarak de ki: Allah'a andolsun, bütün insanlar ve cinler bir araya gelip belâğatıyla, güzel söz düzeni, güzel açıklamaları, anlamları ve hükümleri ile indirilmiş olan Kur'ân'ın bir benzerini meydana getirmek için söz birliği etseler, biribirlerine ardıma ve destek olsalar ve bunların aralarında güzel sözlü fesahat erbabı Araplar dahi olsa, onun benzerini meydana getirmekten aciz kalırlar. İsterse nepsi kendi aralarında bu maksadı gerçekleştirmek için biribirleriyle dayanışmaya girsinler. Bu altından kalkılamayacak bir iştir. Hem nasıl yaratıkların sözü, hiç bir eşi ve benzeri bulunmayan yaratıcının sözüne ben­zeyebilir ki?

Daha sonra Yüce Allah Kur'ân-ı Kerimin muhtevasını beyan ederek Duyurdu ki: "Andolsun ki biz bu Kur'ânda insanlar için her türlü örneği çeşitli şekillerde açıkladık..." Yani andolsun biz insanlara açıklamalarımızı değişik şekillerde, türlü türlü, farklı ifadelerle tekrarlayıp durduk. Kimi zaman özlü bir şekilde, kimi zaman geniş geniş açıkladık ve bu konuda kesin delilleri :rtaya koyduk, hakkı etraflı bir şekilde açıklayıp sunduk, bir çok ayetleri, ibretleri ortaya koyduk, korkuttuk, teşvik ettik, emirler verdik, yasaklar koy-iuk, hikmetleri açıkladık, öncekilerin kıssalarını anlattık, cennetten, cehen-- emden ve kıyametten söz ettik; öğüt ve ibret alsınlar diye.

Yüce Allah'ın: "Her türlü örneği" ifadesi, anlatılması gereken her bir .ıususu demektir. Kur'ân-ı Kerim hayret vericiliği ve güzelliği bakımından rrneğe (mesel'e) benzemektedir. Bununla birlikte "yine de insanların pek çoğu -.üfürden başkasını kabule yanaşmadı." Yani insanların pek çoğu başkasına yanaşmadı." Bundan kasıt ise, Mekke halkı ve benzerleri diğer insanlardır. Bunlar hakkı red ve inkârdan, doğruyu kabul etmemekten ve küfür üzere salmaktan başka bir işe yanaşmadılar. [119]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler Yüce Allah'ın Kurân-ı Kerim'i peygamberine indirmesi, ialbinde onu koruyup mushaflarda tespit etmesi, kıyamet gününe kadar da ümmetinin ondan faydalanması şeklindeki lütfunun ve nimetinin buyruklarını açıklamaktadır. Şanı Yüce Allah bu Kur'ân-ı Kerim'i indirmeye kadir olduğu gibi, insanlar onu unutuncaya kadar gidermeye de kadirdir. Fakat Yüce Allah kullarına rahmet olmak üzere böyle bir şeyi dilemedi.

Yüce Allah'ın peygamberini Ademoğlunun efendisi kılması ve ona Kitab-ı Aziz'i verdiği gibi, Makam-ı Mahmûd'u bağışlamış olması da peygamberine olan lütufları arasındadır.

Kur'ân-ı Kerim kalıcı bir mucizedir. Bütün Araplara onunla Allah'ın mey­dan okuduğu daimi delilidir ve onlar onun benzerini meydana getirmekten aciz kalmışlardır. Halbuki onlar fesahat meydanlarının geçilmez süvarileridir. Balâğat ve beyanın önderleridir. Cahiliye döneminde kendilerinden nakledil­miş bulunan türlü hikmetler, üstün anlamlar ve insani değerler hitabet ve şiir­lerinde yer alıyordu.

Allah'a andolsun, bütün insanlarla ve cinlerle birlikte bu konuda yardım-laşacak olsalar, biribirlerine yardımcı ve destek olsalar dahi -tıpkı şairlerin bir beyit şiiri meydana getirmek için yardımlaştıkları gibi- yardımlaşacak olsalar yine de Kur'ân'm benzerini meydana getiremezler. İşte bu kâfirlerin: "Eğer di-lesek elbette onun benzerini biz de söyleriz." (Enfal, 8/31) sözlerini yalanlamak­tadır.

Kur'ân-ı Kerim Allah'tan geldiği ortaya konulmuş ebedî bir mucize olarak kalmaya devam etmektedir. Kim ona iman ederse kurtulur, kim de onu inkâr ederse hüsrana uğrar, zarar eder, helak olur.

Kur'ân-ı Kerim'in açıklaması, beyanı, hayatın her şeyini kuşatıcıdır. O azap içerisinde kıvranan ve mahrumiyet içerisinde bulunan herkesin şifasıdır. İnsanların din, dünya ve âhiret meseleleriyle ilgili ihtiyaç duydukları her şeyin açıklayıcısıdır. Fakat Mekke halkı ve benzerleri ise, hakkın açık-seçik ortaya konulmasından, batıldan ayırt edilmesinden sonra yine küfürden başkasını kabul etmediler. Halbuki hakkı istemeye ve doğruyu bilmeye güçleri de vardır. [120]

 

Müşriklerin Altı Mucizeden Birisinin İndirilmesini Teklif Etmeleri

 

90- Ve dediler ki: "Sen bize yerden bir kaynak fışkırtincaya kadar sana asla inanmayacağız.

91- "Veya hurmalıklardan veya üzüm­den bahçe olsun ve aralarında da ırmaklar akıtılsın.

92- 'Yahut iddia ettiğin gibi göğü üzer­imize parça parça düşür veya Allah'ı ve melekleri karşımıza getir.

93-  "Yahut da altından bir evin olsun veya göğe yüksel. Bununla beraber oradan bize okuyacağımız bir kitap indirinceye kadar senin yükselmene de inanmayacağız." De ki: 'Tenzih ederim Rabbimi, ben peygamber olarak gönder­ilmiş bir beşerden başkası mıyım ki?"

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sen bize yerden bir kaynak" yani kurumamak üzere suyun kaynayıp durduğu bir pınar "fışkırtıncaya" hızlıca akıtmcaya "kadar sana asla inanmay­acağız. "

"Veya Allah'ı ve melekleri karşımıza getir" onları gözlerimizle görelim yahut da melekler derhal toplu olarak gelsinler, demek olur.

Göğe" merdiven ile "yüksel. Bununla beraber oradan bize okuyacağımız bir kitap" yani orada senin doğruluğunun yer aldığı bir kitap "indirinceye kadar senin yükselmene''de yükselecek olsan dahi, "inanmayacağız." Sen onlara “De ki: Tenzih ederim Rabbimi" Bu, onların tekliflerine hayreti ifade ediyor. “Ben" diğer peygamberler gibi "Peygamber olarak gönderilmiş bir beşerden başkası mıyım ki?" Çünkü onlar da ancak Allah'ın izniyle mucize gösterebiliyorlardı.[121]

 

Nüzul Sebebi

 

îbni Cerîr İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Kureyş'in elebaşıları Kabe'nin yanında toplanıp şöyle dediler: Muhammed'e birilerini piaderip onunla tartışınız ki ona inanmamak konusunda sizin mazeretiniz Ona şu haberi gönderdiler: "Senin kavminin ileri gelenleri seninle konuşmak üzere toplanmış bulunuyorlar." Hz. Peygamber çabucak yanlarına geldi, -onların akıllarını başlarına alıp doğruyu bulmalarını çok istiyordu-dediler ki: Ey Muhammed! Gerçekten biz Allah'a yemin ederiz, Araplar arasında senin kavmini karşı karşıya bıraktığın durumun benzeri bir durumla karşı karşıya bırakmış bir kimse bilmiyoruz. Atalarımıza sövdün, dinimizi ayıpladın, bizleri beyinsizlikle itham ettin, toplumu böldün. Eğer sen bunları getirmekle bir mal sahibi olmak istiyorsan senin için aramızda malı en çok olmanı sağlayacak şekilde mallarımızdan mal toplarız. Eğer sen aramızda şerefli bir kimse olmayı istiyorsan seni başımıza yönetici yapalım. Eğer senin gördüğünü iddia ettiğin bir cin ise, seni tedavi etmek için servetimizi ortaya koyalım, ta ki seni iyileştirelim yahut da bu konuda biz yapabileceğimizi yaparak mazur sayılalım.

Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Sizin dediğiniz durum bende yok. Ben sizden malınızı isteyeyim diye size gelmedim. Aranızda şerefli olmak da istemiyorum, başınıza hükümdar da olmak istemiyorum. Fakat Allah beni sizlere peygamber olarak gönderdi. Eğer benim getirdiğimi kabul edecek olur­sanız bu, sizin dünyada da âhirette de saadetiniz olur. Şayet onu reddederseniz, ta ki Allah benim sizin aranızda hüküm verinceye kadar, Allah'ın emrine sabrederim."

Bu sefer şöyle dediler: Ya Muhammed, bizim sana teklif ettiğimizi kabul etmiyorsun ama sen de şunu biliyorsun ki insanlar arasında bizim kadar şehri dar, bizim kadar geçimi zor kimse de yoktur. O bakımdan Rabbbinden iste ki şu dağları biraz açsın, bize nehirler akıtsın ve geçmiş atalarımızı diriltsin ki; onlara senin bu söylediklerinin doğru olup olmadığını soralım ve yine Rab-binden kendine bize ihtiyaç bırakmayacak şekilde bahçelerin, hazinelerin, altın ve gümüşten köşklerin, sarayların olsun.

Bunun üzerine "Ve dediler ki: Sen bize yerden bir kaynak fışkırtıncaya kadar sana asla inanmayacağız..." diye başlayan ayet-i kerime nazil oldu.[122]

Bir rivayetteki ifadede de şöyle denilmektedir: Yüce Allah, Abdullah b. Ebi Umeyye'nin söylediği şeyleri üzerine indirdi.

Said b. Mansur da Süneninde Said b. Cübeyr'den Yüce Allah'ın: "Ve dedi­ler ki... sana asla inanmayacağız." buyruğu hakkında dedi ki: Bu ayet-i kerime Ümmü Seleme'nin kardeşi olan Abdullah b. Umeyye hakkında nazil olmuştur. Bu rivayet de mürsel ve sahih bir rivayet olup bir önceki rivayetin bir delili du­rumundadır. O rivayetin senedindeki müphem raviyi telâfi eder. [123]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah müşriklere bu Kur'ân-ı Kerim'in bir benzerini meydana getirmeleri için meydan okumaktadır. Delil ile onları susturduktan ve onun dışında başka pek çok mucizeleri açıkça ortaya koyup Kur'ân'm i'câzını açıklamak suretiyle onları yenik düşürdükten ve böylelikle bu konuda aciz oldukları da Kur'ân-ı Kerim'in i'câzı da açıkça ortaya çıktıktan sonra; anlamsız başka mazeretler ileri sürmeye ve sırf işi yokuşa sürmek için başka bir takım mucizeler talep etmeye koyuldular; altı mucizeden birisinin gösterilmesini iste­diler. [124]

 

Açıklaması

 

Şanı Yüce Allah, Allah'ın kelâmı olduğundan dolayı Kur'ân-ı Kerim'in mu'ciz olduğunu tespit ettikten ve bununla da Muhammed (s.a)'in gerçek ve doğru peygamber olduğunu ispatlayıp ortaya konulan delillerle muarızlarını susturduktan sonra, Kureyş'in ileri gelenleri mucize indirilmesini teklif etme yoluna saptılar:

1- "Ve dediler ki: Sen bize yerden bir kaynak fışkırtıncaya kadar..." yani Mekke'nin liderleri olan Rabîa'nm iki oğlu Utbe ile Şeybe, Ebû Süfyân b. Harb, Ebû Cehil b. Hişâm. Velîd b. Muğîre, Nadr b. Haris, Umeyye b. Halef ve Ebu'l-Bahterî şöyle dediler: Sen yerden bize bir pınar fışkırtmadıkça senin peygam­berliğini doğrulamayız. Çünkü bizler Hicaz topraklarının oldukça susuz ve ve­rimsiz bir bölgesinde bulunuyoruz. Böyle bir şey yapmak ise Allah'a göre çok kolaydır.

2- "Veya hurmalıklardan ve üzümden bahçen olsun..." Yahut akarsuların kaynayıp coştuğu ve böylelikle ekinlerin, ağaçların sulandığı, meyvelerin bol bol alındığı hurmalıklardan ve üzümlerden oluşan bir bahçen olsun.

3- "Yahut iddia ettiğin gibi göğü üzerimize parça parça düşür." Rabbin dilediği takdirde bunu yapabilir, o halde iddiana uygun olarak, haydi göğün üzerimize parça parça düşmesini iste. Bir başka ayet de bunu andırmaktadır: "Ey Allah, eğer bu senin katından gelmiş hakkın kendisi ise durma, üzerimize

gökten taş yağdır..." (Enfal, 8/32). Çünkü sen bizlere kıyamet gününde semanın yarılacağım ve dört bir yanının parça parça olup düşeceğini vaat ederek tehdit etmiştin. Haydi dünyada bunu çabucak yap ve semayı üzerimize parça parça düşür. Bu da Şuayb kavminin şu isteklerini andırmaktadır: "Eğer doğru söyleyenlerden isen üzerimize gökten parça parça indir." (Şuarâ, 26/187).

4- "Veya Allah 'ı ve melekleri karşımıza getir." Yani Allah'ı ve melekleri göz­lerimizle görecek şekilde karşımıza getir, senin Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu bize söylesinler. Buyruğun anlamı şudur: Yahut sen Allah'ı karşımıza getir, melekleri de bölük bölük karşımıza çıkar. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Melekler bize indirilmeli veya Rabbimizi görmeli değil miydik? " (Furkân, 25/21).

5- "Yahut da altından bir evin olsun." İbni Mes'ud'un kıraatında olduğu gibi buradaki (süs anlamına gelen) "zuhruf' kelimesi yerine (altın anlamına gelen) zeheb kelimesi kullanılmıştır. Çünkü sen yetim ve fakir bir kimsesin.

6- "Veya göğe yüksel" yahut da koyduğun bir merdiven ile göğe doğru çık ve bu merdivene gözümüzün önünde tırman. Daha sonra beraberinde, durumun senin dediğin gibi olduğuna tanıklık edecek dört melek ile birlikte bize bir belge getir. Ya da senin Allah'ın rasulü olduğunu belirten ve bu konuda iddianı doğrulayan bir kitap getir ve adetimiz üzere biz de onu okuyalım.

"De ki: Tenzih ederim Rabbimi. Ben peygamber olarak gönderilmiş bir beşerden başkası mıyım ki?" Ey Muhammedi De ki: Yüce Allah'ın hâkimiyet alanını daraltacak herhangi bir hususta bir kimsenin öne geçmek cesaretini göstermesinden Rabbim münezzehtir, yücedir. O dilediğini yapandır. Ben ise ancak diğer peygamberler gibi tebliğ ediyorum, size öğüt veriyorum. Peygam­berlerin ise Yüce Allah'ın hikmet ve maslahata uygun olarak kendileri vasıtasıyla Allah'ın açığa çıkardığından başkasını getirme imkân ve yetkileri yoktur. Dilediğiniz bu hususlarda işiniz Allah'a kalmıştır. O dilerse sizin bu isteğinizi kabul eder, dilerse de kabul etmez.

Hatta onlar teklif ettikleri bütün bu mucizeler gelecek olsa dahi, iman etmezler. Nitekim Yüce Allah bir başka ayet-i kerimede bu hususu şöylece söz konusu etmektedir: "Muhakkak üzerlerine Rabbinin (azap) sözü hak olmuş bulunanlar iman etmezler. Eğer onlara her türlü ayet gelse de o acıklı azabı görecekleri ana kadar (inanmazlar) (Yûnus, 10/96-97). [125]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Zayıf akıllılar ve dar düşünceliler, bir takım maslahatları gerçekleştirip bazı menfaatleri sağlamak, işleri yürütmek için önderlerin kendilerine uyan­ları razı etmeye çalıştığı gibi; Yüce Allah'ın da kendilerine istedikleri her şeyi yapacağını zannediyorlar.

Diğer taraftan onların bu istekleri meydan okumak, kaçmak ve aciz bırak­mak isteği ile birliktedir. Yoksa onlar tasdik ve imana peygamberliğin hakika­tini bilmek maksadıyla bu tekliflerde bulunmuyorlar. Gerçekten onlar bunu bilmek istemiş olsalardı, mucize olan Kur'ân-ı Kerim onları ikna ederdi ve bu, peygamberin doğruluğuna belge olarak onlara yeterli gelirdi. Ancak onlar altı ayetten yani mucizeden birisinin gösterilmesini istediler:

Ya Mekke arazisinin genişletilerek coşkun akan pınarları akıtmak, ya ortasından akarsuların akıp durduğu bahçe, bağ ve bostanlara mâlik olmak, ya semanın üzerlerine parça parça düşmesini -Muhammed (s.a)'in ileri sürdüğü gibi- sağlamak. Bununla Yüce Allah'ın: "Eğer biz dilersek onları yerin dibine geçiririz yahut da semadan üzerlerine parçalar düşürürüz." (Sebe, 34/9). buyruğunu kastediyorlardı. Yahut da Allah'ı ve melekleri karşılarına ve gözleri görecek şekilde söylediklerini teminat altına alacak ve doğruluğuna tanıklık edecek şekilde getirmek, yahut altından bir evinin ya da köşkünün olması veya merdivenlerle semaya yükselmek. Bununla birlikte biz sadece yükselmen veya yukarı çıkmanla iman etmeyiz. Bize semadan senin doğruluğunu ihtiva eden bir kitap indirmediğin sürece ya da Yüce Allah'tan her birimize birer kitap getirmedikçe iman etmeyiz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hayır, onlardan her birisi kendisine açılmış sahifeler verilmesini ister." (Müddessir, 74/52).

Yüce Allah da onlara kesin olarak şu cevabı verdi: Ya Muhammed de ki: 7-abbimi tenzih ederim. Yani ben herhangi bir işi yapmak hususunda ona itiraz

ilmesinden yana münezzeh olduğunu ilân ederim. Şöyle de denilmiştir: z utun bunlar onların aşırı küfür ve olmadık tekliflerinin hayret edilecek şeyler

iuğunu anlatmak sadedinde zikredilmiştir. Ben, bana Rabbimden vahyolu-iana tabi olan insan bir rasulden başka bir şey değilim. İnsanların gücü zerisinde bulunmayan işlerden de Allah dilediğini yapma kudretine sahiptir. tiz herhangi bir insanın bü tür mucizeler getirdiğini işittiniz mi?

Özetle işleri çekip çevirmek, idare etmek mutlak manada insanlara ait ı~ğildir. Bunu yapmak ancak Yüce Allah'ın işidir. [126]

 

Müşriklerin Şüphelerinin Bazısı: Peygamberlerin İnsan Olması Ve Öldükten Sonra Dirilişin İnkâr Edilmesi

 

94-  Zaten onlara hidayet geldiği zaman insanları inanmaktan alıkoyan şey sadece: "Allah peygamber olarak bir beşer mi göndermiştir?" demeleri oldu.

95-  De ki: "Eğer yeryüzünde yerleşmiş dolaşan melekler olsaydı, biz de onlara peygamber olarak gökten bir melek indirirdik."

96-  De ki: "Şahit olarak benimle sizin aranızda Allah yeter. Muhakkak ki O kullarından  haberdardır.   Onların yaptıklarını hakkıyla görendir."

97-  Allah kimi hidayete erdirirse işte asıl  hidayet  bulan  odur.  Kimi  de dalâlete düşürürse onlar için O'ndan başka veliler bulamazsın. Biz onları kıyamet  günü  körler,  dilsizler  ve sağırlar olarak yüzüstü hasredeceğiz. Barınakları cehennemdir onların, alevi yavaşladıkça hemen onların alevini arttırırız.

98-  Bu, onların cezasıdır. Çünkü onlar ayetlerimizi inkâr ettiler ve: "Kemik, ufalanmış toprak olduktan sonra, biz mi yeniden bir yaratılışla diriltilece­ğiz?" dediler.

99-  Görmezler mi ki gökleri ve yeri yaratmış olan Allah, onların benzerini de yaratmaya kadirdir? Onlar için bir ecel kılmıştır ki, onda bir şüphe yoktur. Buna rağmen zalimler küfürden başka bir şeyde diretmediler.

100-  De ki: "Eğer siz Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız o zaman tükenir korkusuyla muhakkak cimrilik ederdiniz. Zaten insan pek cimridir."

 

Belagat:

 

"Allah peygamber olarak bir beşer mi göndermiştir?" sorusu inkâr (elbette göndermemiştir) anlamı ifade eden bir cümledir.

"Kıyamet günü... biz onları... hasredeceğiz." buyruğunda haşrin önemini belirtmek üzere gâib kipinden mütekellim kipine bir iltifat (geçiş) vardır.

"Allah kimi hidâyete erdirirse" buyruğu ile " kimi de dalâlete düşürürse" buyrukları arasında tıbâk sanatı vardır.[127]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Zaten onlara hidâyet geldiği zaman insanları inanmaktan alıkoyan şey" yani vahyin nüzulünden ve hakkın açıkça ortaya çıkmasından sonra onların imanlarını engelleyen tek şey: "sadece Allah peygamber olarak bir beşer mi göndermiştir'? demeleri olmuştur." Yani onları Muhammed'e ve Kur'ân'a iman etmelerine engelleyen şey Allah'ın bir melek değil de bir insanı peygamber olarak göndermesidir.

Sen ise onların bu şüphelerine cevap olmak üzere "De ki Eğer yeryüzünde" insanlar yerine "yerleşmiş" orada ikâmet eden ve Ademoğlunun yürüdüğü gibi 'dolaşan melekler olsaydı, biz de onlara peygamber olarak gökten bir melek indirirdik." Böylelikle onunla bir araya gelmek ve ondan vahyi kabul edip anlayabilmek imkânları olsun. Çünkü Allah her bir kavme ancak kendisiyle mümkün olan, ondan bellemeleri mümkün olan kendi cinslerinden birisini rasul gönderir

"Şahit olarak benimle sizin aranızda" benim doğruluğuma ve benim Allah'ın size gönderdiği rasulü olduğuma dair iddiama uygun surette mucizeyi ortaya koymak suretiyle "Allah yeter. Muhakkak ki O, kullarından haberdârdır, yaptıklarını hakkıyla görendir." Onların neleri gizlediklerini ve neleri açıkladıklarını çok iyi bilir. Bu buyrukta Allah rasulüne bir teselli, kâfir­lere de bir tehdit vardır.

"Allah kimi hidayete erdirirse işte asıl hidayet bulan odur. Kimi de dalâlete düşürürse onlar için ondan başka veliler bulumazsın." O'ndan başka kendileri­ni hidayete iletecek kimseler bulamazsın. Buyruğun anlamı şudur: Kişinin kendisi böylesine meyilli olduğu için, Allah kimi hayra iletirse işte hidayet bulan ve başarılı kılman odur ve her kim de Rabbinin hidayetinden yüz çevir­diği için Allah tarafından saptırılır ve yardımsız bırakılırsa, artık sen o kişinin işini Allah'tan başka üstlenecek, onu savunacak kimse bulamazsın.

"Ve biz onları kıyamet günü... yüzüstü hasredeceğiz." Zebaniler onları ayaklarından cehenneme doğru yüzüstü sürükleyeceklerdir yahut da onlar yüzüstü yürüyeceklerdir.

"Onları körler, dilsizler ve sağırlar olarak." Kadı Beyzâvî der ki: Onlar göz­lerini aydınlatacak şey göremeyecekler, kulakları hoşlarına gidecek şeyler işitemeyecekler, kendilerinden kabul olunacak şeyleri de söylemeyecekler. Çünkü onların dünyada iken âyetlerle, ibretlerle basiretleri açılmamıştı, hakkı işitmeyip ona karşı sağır gibi davranmışlardı ve doğruyu söylemeyi kabul etmemişlerdi.

"Cehennemin alevi yavaşladıkça" artık derileri ve etlerini bitirmek suretiyle o cehennemin alevi azaldığı takdirde "hemen onların alevini artırırız." Daha bir alevlenir ve daha gür yanmaya başlar. Bu da derilerinin ve etlerinin değiştirilmesi suretiyle olur. Böylelikle bunlar da alevler içinde yan­maya devam ederler.

"Görmezler mi ki..." bilmezler mi ki. Buradaki "görmek"ten kasıt kalbi görmektir. Bu onların yok olduktan sonra tekrar dirilmeyi uzak gördük­lerinden dolayı inkâr ifadesi soru şekliyle gelmiş olup onlara bir azardır, "gök­leri ve yeri yaratmış olan Allah onların benzerlerini de yaratmaya kadirdir." Çünkü bunlar benzerlerinden yaratılış itibariyle daha bir zor olmadıkları gibi ayrıca yeniden yaratmak onun için ilk yaratmaktan daha zor değildir.

"Onlar için" ölümleri ve öldükten sonra diriliş için "bir ecel kılmıştır."

"Buna rağmen zalimler" hakkın açık ve seçik bir şekilde ortada olmasına rağmen "küfürden başka bir şeyde diretmediler." İnkârdan başka bir şeyi kabul etmediler.

"Rabbimin rahmet hazinelerine" rızık ve nimetlerinin hazinelerine ki yağmur bu kaynakların en önemlileridir "sahip olsaydınız tükenir korkusuyla" bu hazineler biter korkusuyla "cimrilik ederdiniz. Zaten insan pek cimridir." [128]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Müşrikler Hz. Peygamberin kalıcı mucizesi olan Kur'ân-ı Kerim'i inkâr edince, Yüce Allah da onları imandan alıkoyan zayıf ve tutarsız sebebi haber vermektedir. Bu da Yüce Allah'ın insanlara yine insanlardan kendileri gibi birisini peygamber olarak göndermesini ve bunun bir melek olmamasını uzak bir ihtimal görmeleridir. Bu bir başka şüphedir ve bu şüphenin mahiyeti peygamberlerin insan olmasını uzak görmektir. Halbuki rasullerin görevinin insanlara tebliğ etmekten ibaret olduğuna dair cevap, onlara önceden verilmişti. Yoksa rasulün görevi mucize tekliflerini karşılamak değildir.

Daha sonra rasulün adeten kendilerine peygamber gönderilenlerin cinsin­den olduğu belirtilerek, bu şüpheleri de reddedilmekte, cevaplandırılmaktadır.

Arkasından bir diğer şüphe daha söz konusu edilmektedir ki, bu da öldük­ten sonra dirilişin inkâr edilmesidir. Onlar öldükten sonra dirilişi inkâr edince, Yüce Allah büyük kudretine ve göz kamaştırıcı hikmetine gökleri ve yeri yarat­masını hatırlatarak, dikkatlerini çekmektedir.

Müşrikler gıdaları artsın ve bolluk olsun diye beldelerinde nehirlerin akmasını ve pınarların fışkırtılmasını isteyince Yüce Allah da şunu beyan etti: Eğer onlar Allah'ın hazinelerine sahip olsalardı yine cimriliklerini devam ettirirlerdi. Hiçbir kimseye faydalı olmaya kalkışmazlardı. [129]

 

Açıklaması

 

"Zaten onlara hidayet geldiği zaman insanları inanmaktan alıkoyan şey..." buyruğunun anlamı şudur: Aralarında Mekke müşriklerinin de bulunduğu in­sanların çoğunluğunun Allah'a iman etmelerine ve peygamberlere uymalarına engel olan şey, ancak onların insanların peygamber olarak gönderilmesine şaş­malarıdır. Peygamber olarak gönderilen kişinin kendilerine peygamber gönde­rilen insanların cinsinden olması gerektiğini düşünemeyişleri ve bunun mutla­ka meleklerden olması gerektiğini sanmalarıdır. Ancak bu tutarsız bir düşünce ve batıl bir inatlaşmadır. Ayet-i kerime Yüce Allah'ın şu buyruklarını andır­maktadır: "İnsanları uyar diye içlerinden bir adamı vahiy ile göndermemiz, in­sanlar için şaşılacak bir şey mi oldu?" (Yûnus, 10/2); "Çünkü peygamberleri on­lara apaçık delillerle geliyorlardı da onlar: Bizi bir insan mı hidayete iletecek diyorlardı." (Teğâbün, 64/6). Bu kabilden ayet-i kerimeler pek çoktur.

Daha sonra Yüce Allah kullarına olan lütuf ve rahmetine ve işin mantığına dikkatlerini çekerek şöylece cevap vermektedir: "De ki" Eğer yeryüzünde yerleşmiş dolaşan melekler olsaydı, biz de onlara peygamber olarak gökten bir melek indirirdirk." Yani ey Muhammed onlara de ki: Hikmetin ve eşyanın mantığının ve insanlara rahmetin gereği Yüce Allah'ın onlara kendi cinslerinden bir peygamber göndermesidir. Onlarla tartışsın, onlara hitap etsin, onlar da onun dediğini iyice kavrayıp anlasınlar diye. Bir peygamber göndermekten maksat, yalnızca ona vahyolunan şeyi iletmekten ibaret değildir ve eğer rasul bir melek olsaydı, onunla karşılaşmaya tahammül edemezlerdi, ondan bir şey öğrenemezlerdi. Çünkü her bir varlık kendi cinsinden bir varlıkla sükûn bulur. Meleğin tabiatı insanlarla bir arada olmaya uygun değildir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer onu (peygamberi) bir melek yapsaydık, onu da elbette bir adam (suretinde) gösterirdik ve herhalde onları yine de düşmekte oldukları şüpheye düşürürdük." (En'am, 6/9).

Hatta peygamberin insanlar arasından gönderilmesi oldukça büyük bir nimet, bir hikmet ve lütuftur. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Nitekim içinize sizden bir rasul gönderdik ki, size ayetlerimizi okuyor, sizi arındırıyor, size Kitabı ve hikmeti öğretiyor ve bilmediklerinizi öğretiyor." Bakara, 2/151); "Andolsun ki Allah müminlere aralarında kendilerinden znlara ayetlerini okuyan, onları tertemiz eden, onlara Kitab'ı ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur." (Ali İmran, 3/164); 'Andolsun ki içinizden size öyle bir peygamber gelmiştir ki..." (Tevbe, 9/128).

Ayet-i kerimenin anlamı özetle şöyledir: Eğer yeryüzünde -ey insanlar-sizin gibi yerleşik ve yürüyen melekler bulunsaydı, elbette biz de onlara kendi cinslerinden semâ aleminden bir peygamber gönderirdik. Siz ey insanlar, sizin de rasulünüz sizdendir. Fakat insanların başkalarına rasul olmaları mümkündür. Rasulullah (s.a.) hem insanların hem de cinlerin peygamberidir. Çünkü cinlerin ondan vahiy öğrenmeleri ve onun hitabını anlamaları mümkündür. Peygamberin Cebrail (a.s.)'den vahiy almasına gelince, bu ise peygamber yahut rasulden başkası için mümkün olmayan özel bir istidadı gerektirmektedir.

Daha sonra Yüce Allah bir başka delili şöylece göstermektedir:

"De ki: Şahit olarak benimle sizin aranızda Allah yeter." Yani benimle sizin aranızda ayırıcı hüküm ve söz, size karşı susturucu kesin delili ortaya koy­mam, şu şekilde mümkündür: Allah bana da size de şahittir, benim ve sizin aranızda hakemdir. Benim size ne getirdiğimi bilir. Şayet ben yalan söyleyen birisi isem, şüphesiz benden en ağır bir şekilde intikam alacaktır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer bazı sözleri bize isnat etseydi, biz onu elbette kudretimizle alıvereir, sonra da kalbinin damarını elbette keserdik." (Hakka, 69/44-46); "Allah'a karşı iftira edenlerden daha zalim kim olabilir?" (Enam, 6621).

"Muhakkak ki o kullarından haberdardır, yaptıklarını hakkıyla görendir." Çünkü şüphesiz Yüce Allah kullarının hallerini çok iyi bilir. Onların gizledik­lerini de açıklıklarını da bilir. Kimin hidayete, kimin sapıklığa lâyık olduğundan haberdardır. Kalplerinde olanı çok iyi bilir.

Onlar bu tür şüpheleri ancak kıskançlıkları ve liderlik arzuları dolayısıyla hakkı kabulden yüz çevirmek kasdıyla söz konusu ederler. Bu ifadelerde ise bir tehdit söz konusudur. Kavminin onun yolunu engellemeleri ve inat etmeleri dolayısıyla karşılaştığı sıkıntılara karşı Rasulullah (s.a.)'a bir tesellidir.

Daha sonra Yüce Allah, yarattıklarmdaki tasarrufunu, hükmünün yerini bulmasını ve hükmünü koğuşturacak kimsenin olmadığını haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır: "Allah kimi hidayete erdirirse işte asıl hidayet bulan odur..."

Yani Allah'ın imana ilettiği kimse hakka doğru hidayet bulan kimsedir. Allah'ın saptırdığı kimseleri hakka ve doğruya iletecek Allah'tan başka asla yardımcılar bulamazsın.

Bundan maksat da Rasulullah (s.a.)'a teselli vermektir. Ezelden haklarında iman ve hidayet konusunda Allah'ın hükmü verilmiş olanların -onların ruhlarında hakka doğru meyilleri dolayısıyla böyle bir yola gidecekleri ezelden beri Allah tarafından bilindiğinden dolayı- mümin olmaları vacip olmuştur. Çünkü Allah'ın ilmi değişmez. Kendilerinin kötü tercihte bulunacak­larını ve sapıklık ve delâlet üzere ısrar edeceklerini de ezelden beri bildiğinden dolayı, Allah'ın haklarında sapıklık ve cahillik hükmünü vermiş olduğu kim­selerin ise bu sapıklıktan dönmelerine imkân yoktur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın hidayet verdiği kimse asıl hidayet bulandır, Allah'ın saptırdığı kimseyi ise doğru yola iletecek bir dost ve yardımcı asla bulamazsın." (Kehf, 18/17).

Allah'ın ezeli ilim ve hükmünün varlığından kasıt insanın iman ve küfre mecbur edilmesi değildir. Esasen insan, Allah'ın kendisi için seçmiş olduğu sınırlar çerçevesinde, seçmek imkânına sahiptir. Yani insan kendi iradesiyle seçimde bulunurken aslında, o kendisinin bilmediği bir gerçeğe göre Allah'ın kendisi için seçtiğinden başka bir şeyi seçmiş oluyor. İnsanın da herhangi bir şeyde Allah'ın dilediğinden başka bir şeyi dilemesi mümkün değildir. Her şeydeki Allah'ın bu kapsamlı ve küllî iradesi ile birlikte İlâhî irade, adalet ve rahmetiyle insanın hidayet ve güvenliği seçmekle sapıklığı ve şüpheyi seçmek arasında muhayyer bırakılmasını teminat altına almıştır. Nitekim Yüce Allah bunu şöylece açıklamaktadır: "Biz ona yolu gösterdik. O ister şükreden olsun, isterse de nankör (bir kâfir)." (İnsan, 76/3); "Ve biz ona iki de yol gösterdik." (Beled, 90/10).

"Biz onları kıyamet günü körler, dilsizler ve sağırlar olarak yüz üstü hasredeceğiz." Kıyamet gününde kabirlerinden çıktıktan sonra hesaplarının görüleceği yerde yüzleri üstünde sürüklenmiş olarak bir araya getireceğiz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O günde yüzleri üstü ateşe sürük­leneceklerdir." (Kamer, 54/48). Gözleri görmeyecek şekilde kör, konuşmayacak şekilde dilsiz, işitemiyecek şekilde sağır. Yani onlar nasıl dünyada bu duyu-iannı gerçek anlamda fayda sağlamayacak şekilde işlemez hale getirdi iseler -zahiren gören, konuşan ve işiten olmakla birlikte-; ahirette de gözleri aydınlık kurtuluş yolunu göremeyeceklerdir. Kendilerinden kabul edilecek sözler söyle­meyeceklerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Her kim bunda (dünyada) kör ise o ahirette de kördür, hatta yolca daha da sapıktır." (İsra, 17/72). İbni Kesîr der ki: Bu ise dünya hayatındaki hallerine uygun bir ceza olmak üzere bazı hallerde olur, bazı hallerde olmaz. Onlar hakka karşı sağır, kör ve dilsiz idiler, mahşer yerlerinde de böylelikle cezalandırılacaktır.

Buharî, Müslim ve Ahmed, Enes b. Mâlik (r.a.)'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Ey Allah'ın Rasulü insanlar nasıl yüzleri üstünde haşrolunacak-lar? diye soruldu, Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Onları ayakları üstünde rıirüten yüzleri üstü yürütmeye de kadirdir."

Tirmizî'nin de rivayetine göre "İnsanlar mahşerde üç sınıf olacaklardır. Kimisi yayan, kimisi binekli, kimisi de yüzleri üstünde." Yine bu anlamda olmak üzere İmam Ahmed de Huzeyfe b. Useyd'den şöyle bir rivayet kaydet­mektedir: Ebu Zeyd kalkıp şöyle dedi: Ey Gıfar oğulları, söyleyin fakat yemin etmeyin. Çünkü o doğru söyleyen ve sözü doğrulanan (Hz. Peygamber) bana anlattı ki: "İnsanlar üç kitle halinde haşredileceklerdir. Bunlardan bir kısmı binekli, tok ve elbiseli; bir diğer kesim kimi zaman yürür kimi zaman koşar; bir diğer kesimi ise melekler yüzüstü sürükler ve cehenneme doğru götürüp atar."

"Barınakları cehennemdir onların. Alevi yavaşladıkça hemen onların alevini artırırız." Yani onların varacakları, dönecekleri yer cehennem olacaktır. Bu cehennemin alevi dinecek gibi oldu mu hemen onun alevini hararetini ve korunu artırırız. Bu da cehennem ateşinin onların derilerini ve etlerini eritip yok etmesi ile olacaktır. Yok olduktan sonra da alevi dinecektir. Arkasından tekrar bunlara deri ve et giydirilecektir, yine cehennem alev alev yanmaya başlayacaktır ve bu şekilde tekrarlanıp duracaktır. Ta ki onların öldükten sonra bu dirilişleri, yalanlamalarına karşılık hasretlerini, pişmanlıklarını artırsın. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Tadın (azabı), sizin azap­tan başka bir şeyinizi asla artırmayacağız." (Nebe: 78/30).

Onlara bu şekilde azap edilmesinin sebebi ise Yüce Allah'ın buyurduğu şekilde "Bu onların cezasıdır, çünkü onlar ayetlerimizi inkâr ettiler..." ayetinin ifade ettiği husustur. Bizim onları kör, sağır ve dilsiz olarak diriltmek gibi kendilerine verdiğimiz bu ceza ve azabın sebebini, Allah'ı inkâr edip kâfir olmalarına, onun ayetlerini yani varlığına, birliğine, öldükten sonra dirilişe dair delil ve belgelerini inkâr etmelerine, öldükten sonra dirilişin gerçekleşeceğini inkâr ederek: "Bizler çürümüş kemikler ve etrafa dağılmış toz-toprak olduktan sonra yeniden bir daha, yaratılacağız?" demelerine bir ceza olarak verilecektir.

Yüce Allah öldükten sonra diriltmeye kadir oluşuna gökleri ve yeri yaratmış olduğunu belirterek dikkatleri çekmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Görmezler mi ki gökleri ve yeri yaratmış olan Allah, onların benzerlerini de yaratmaya kadirdir..." Yani gökleri ve yeri daha önce görülmüş bir misal söz konusu olmaksızın yoktan var eden Allah'ın, tekrar onlar gibisini yaratmaya ve yine onların bedenlerini iade edip ilk olarak yoktan var ettiği gibi ikinci bir defa daha yeniden yaratmaya kadir olduğunu düşünmüyorlar mı, bilmiyorlar mı? Çünkü onları yeniden iade etmeye kadir olması, hiç yoktan var etmesine göre daha kolaydır: "Andolsun ki göklerin ve yerin yaratılması insanların yaratılmasından daha büyük (bir iş) tür" (Mü'min, 40/57); "Yaratılış itibariyle sizler mi daha çetinsiniz yoksa sema mı? O, onu bina etmiştir." (Nâziât, 79/27).

İşte bu şunu göstermektedir ki, insanı yaratmak ve onu tekrar iade etmek, gökleri ve yeri yaratmaktan daha kolaydır ve yine tekrar iade etmek, ilk yaratmaktan daha kolaydır.

Fakat öldükten sonra dirilişin ve kıyametin, yahut da ölümün belirli bir süresi vardır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar için bir ecel kılmıştır ki onda bir şüphe yoktur." Onları yeniden yaratmak ve kabirlerinden kaldırmak için belli bir süre tayin etmiştir. Bunun geçmesi kaçınılmazdır. Bu sürenin geçmesinden sonra kıyamet kesinlikle olacaktır.

"Buna rağmen zalimler küfürden başka bir şeyde diretmediler." Yani onlara karşı bu susturucu delili ortaya koymaya rağmen kâfirler ve kendilerine zulmedenler, batıl ve sapıklıklarında kalmaktan, sıhhatli ve sapasağlam gerçeği inkâr etmekten, öldükten sonra dirilişi kabul etmekten başka bir davranış ortaya koymadılar.

Onların köşkler, bahçeler, pınarlar şeklindeki isteklerinin kabul edilmeyiş sebebi ise, cimrilikleridir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki, eğer siz Rab-bimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, o zaman tükenir korkusuyla muhakkak cimrilik ederdiniz..." Yani ey Muhammed, onlara de ki: Eğer sizler Allah'ın rızık hazinelerinde tasarrufta bulunma imkânına sahip olsaydınız, yine şu cimriliğinizi, eli sıkılığınızı devam ettirirdiniz. Fakir oluruz, korkusuy­la" harcama yapmazdınız. İbni Abbas'm dediği gibi, sizler elinizdeki bu hazinelerin yok olmasından, tükenmesinden korkardınız. Halbuki bunlar tükenmez. Sizin böyle davranmanız ise cimriliğin karakterinizde yerleşmesin­den dolayıdır.

"Zaten insan pek cimridir." Yani oldukça eli sıkı ve bir şey vermek iste­meyendir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Yoksa onların mülkten bir payı mı vardır? Böyle olsaydı insanlara hurma çekirdeği çukurcuğunu doldura­cak kadar bir şey dahi vermezlerdi." (Nisa, 4/53). Eğer onların Yüce Allah'ın mülkünde bir payları olsaydı kimseye bir şey vermezlerdi. Hatta hurma çekirdeğinin uzunlamasına ve bir iplikçik kadar yeri bulunan çukurcuğu dolduracak kadar dahi bir şey vermezlerdi. Yine Yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "Gerçekten insan mal toplamaya düşkün ve hakkını ödemek bakımından cimri olarak yaratılmıştır. Kendisine zarar erişirse feryadı basıveren, hayır dokunursa cimrilik edip infâk etmeyendir. Ancak namaz kılanlar müstesnadır." (Meâric, 70/19-22).

Ayet-i kerime insanın cimriliğine Yüce Allah'ın ise keremine, cömertliğine ve ihsanına açık bir delildir. Buharı ile Müslim'de şu hadis-i şerif yer almak­tadır: "Allah 'm eli dopdoludur. Hiçbir harcama onu azaltmaz. Gece ve gündüz bol bol verip durur. Gökleri ve yeri yarattığı günden bu yana verdiklerini bir düşünün. Bu, onun elinde olanı eksiltmemiştir." [130]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimelerden aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:

1- Kureyş kâfirleri mütekebbir ve oldukça inatçı bir kavim idiler. Peygam-ber'e (s.a.) şöyle dediler: Sen de bizim gibisin. O bakımdan biz sana bağlanmak zorunda değiliz. Fakat bunu söylerken onun doğruluğunu ispat eden mucize Kur'ân-ı Kerim'i unutuyorlardı.

Peygamberin insan olamayacağı şeklindeki iddiaları ise kabul olunacak bir iddia değildir. Çünkü peygamberlik görevinin yerine getirilmesi ve onun gereği olan ikna, tartışma, hikmet ve maslahatın gereğini göz önünde bulun­durduğumuz takdirde, rasulün kendilerine peygamber olarak gönderildiği kim­selerin cinsinden olmasının gerektiğini anlarız. Melek ancak meleklere elçi gönderilir. Çünkü Yüce Allah Ademoğluna bir meleği peygamber olarak gön­derecek olsaydı, onu yaratılmış olduğu şekliyle görmeye güç yetiremezlerdi. Peygamberlere meleği görme gücünü verip onlarda bu gücü yaratması ise, bu durumun peygamberlere bir belge ve mucize olması içindir.

2- Hz. Muhammed (s.a.)'in Allah'ın raöulü olduğuna tanıklık edici ve tas­dik edici olarak Allah'ın şahitliği yeterlidir. Rivayet edildiğine göre Kureyş kâfirleri Yüce Allah'ın: "De ki: Ben peygamber olarak gönderilmiş bir beşerden başkası mıyım?" (İsra, 17/93) buyruğunu işitince: "Senin Allah'ın rasulü olduğuna kim şahitlik eder" diye sormuşlar, bunun üzerine de Yüce Allah'ın

De ki: Şahit olarak benimle sizin aranızda Allah yeter. Muhakkak ki o kullarından haberdardır, onları hakkıyla görendir." buyruğu nazil olmuştur.

3- Yüce Allah eğer kâfirlere hidayet vermeyi dilemiş olsaydı, onlar hidayet bulurlardı. Eğer onlar Yüce Allah'ın hidayetiyle de hidayet bulamazlarsa kimse onları hidayete erdiremez.

4-  Kıyamet gününde kâfirler yüzleri üstü haşredileceklerdir. Bu konuda iki görüş vardır:

Birinci görüşe göre, bu onların cehenneme çabucak götürüleceklerini ifade eder. Nitekim Araplar acele ettikleri vakit; "Onlar yüzleri üstü geldiler" derler.

İkinci görüşe göre, kıyamet gününde cehenneme doğru yüzleri üstü sürük­leneceklerdir. Nitekim dünyada da aşağılamak ve eziyet etmek için aşırıya giden kimselere böyle yapılır. Kurtubî der ki: Sahih olan da budur. Çünkü daha önce geçen hadis-i şerif bunu gerektirmektedir. Ayrıca onlar kendilerini sevin­direcek bir şeyi görmeleri mümkün olmayacak şekilde kör, kandilerini savun­maya imkan verilmeyecek şekilde dilsiz ve kendilerine faydalı olacak şeyleri işitemeyecek şekilde de sağır haşredilecektir. Bu da onların duyu organlarının önceki halleri üzere kaldığını göstermektedir. Bir diğer görüşe göre onlar Yüce Allah'ın kendilerini vasfettiği şekilde haşrolunacaktır ki, bu da onların azaplarını daha bir artırıcı olsun. Daha sonra da bu duyuları cehennemde iken yeniden yaratacaklardır ve o zaman görmeye başlayacaklardır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Günahkârlar ateşi görünce içine düşeceklerin kendileri olacaklarını anlayacaklardır." (Kehf, 18/53). Yine Yüce Allah'ın şu buyruğu gereği de konuşacaklardır: "Ve onlar orada: Yetiş ey ölüm, diye çağırırlar." (Furkân, 25/13). Yüce Allah'ın şu buyruğu gereğince de işitecek­lerdir: "Onun oldukça gazaplanıp çıkaracağı şiddetli sesini işiteceklerdir." (Furkân, 25/12).

5- Kâfirlerin karar kılacakları ve kalacakları yer cehennemdir. Onun ateşi diner gibi oldu mu tekrar Yüce Allah alevle yanan ateşini artıracaktır. Onun alevinin dinmesi acılarında bir azalmaya sebep olmayacaktır, azaplarım da hafifletmeyecektir.

6- Bu azap onların Allah'ın âyetlerini ve varlığına, vahdaniyetine delil olan belgelerini inkâr etmelerinin bir cezasıdır. Ayrıca öldükten sonra dirilişi, kemikleri çürümüş, darmadağın olmuş ve hiçbir belirtisi kalmamış cesedin yeniden yaratılmasını hayretle karşılayıp inkâr etmelerinin bir cezasıdır. Hal­buki onlar bütün bunları ilk olarak yaratanın Allah olduğunu hatırlayamadılar, bundan gaflete düştüler. Yeniden diriltmek ise ilk olarak yaratmaktan daha kolaydır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Daha önce yaratmaya başladığımız gibi onu iade ederiz." (Enbiyâ, 21/104); "Yaratıkları ilkin yoktan var eden sonra da tekrar dirilten O'dur. Ve bu O'na daha kolaydır." (Rûm, 30/27). Bütün bu delillere rağmen zalim müşrikler kıyametin geliş vaktini ve Yüce Allah'ın ayetlerini inkâr etmekten başka bir şeye yanaşmadılar.

7- Şayet Yüce Allah kullarına geniş bir şekilde rızkı yayacak olsaydı, yine de cimrilik edeceklerdi. Çünkü: "De ki: Eğer siz Rabbimin rahmet hazinelerine" yani rızık ve nimet hazinelerine "sahip olsaydınız o zaman tükenir korkusuyla muhakkak cimrilik ederdiniz." Cimrilikten dolayı böyle bir korkuya kapılırdınız. Bu da onların: "Sen bize yerden bir kaynak fışkırtıncaya kadar sana asla inanmayacağız." (90. ayet) ta ki bizim geçimimiz genişlesin, şeklindeki sözlerine bir cevaptır. Yani eğer sizin geçiminiz genişleyecek olsa, yine de cimrilik gösterirsiniz. Zaten insan, oldukça eli sıkı ve cimridir. Ayet-i kerime ise sahih kabul edilen görüşe göre, müşrikler hakkında da başkaları hakkında da umumidir. [131]

 

Musa (A.S)'a Verilen Dokuz Mucize İle Kur'ân-ı Kerimin İndiriliş Şekli

 

101- Andolsun ki biz Musa'ya dokuz tane apaçık ayet verdik. Sor İsrailoğulları'na, hani onlara gelmişti de Firavun ona şöyle demişti: "Ey Musa, doğrusu ben seni büyülenmiş zannediy­orum."

102- O da demişti ki: "Andolsun ki sen bunları deliller olarak göklerin ve yerin Rabbinden başkasının indirme­miş olduğunu biliyorsun. Doğrusu ey Firavun ben de senin helak olacağını sanıyorum."

103-  Bunun üzerine onları o yerden sürüp çıkarmak istedi. Biz de onu ve beraberindekilerin    hepsini    suda boğduk.

104-  Onun ardından İsrailoğulları'na dedik ki: "Haydi, o ülkede yerleşin. Ahiret vaadi geldiği zaman biz de sizi bir araya getiririz."

105- Biz onu hak ile indirdik, o da hak olarak indi. Seni de ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.

106- Biz o Kur'ân'ı insanlara ağır ağır okuman için bölüm bölüm ayırdık ve onu kısım kısım indirdik.

107- De ki: 'İster ona inanın, ister inan­mayın. Muhakkak ki o daha önce kendilerine bilgi verilenlere okunduğu zaman onlar çeneleri üstü secdeye kapanırlar."

108-  Ve derler ki: "Rabbimizi tenzih ederiz. Rabbimizin vaadi şüphesiz yeri­ni bulur."

109-  Çeneleri üstü kapanarak ağlarlar ve bu, onların huşûunu artırır.

 

Belagat:

 

"Müjdeci ve uyarıcı olarak" buyrukları arasında tıbâk sanatı vardır.

"Büyülenmiş" ile "helak olacağını" ifadeleri arasında bazı harfler değiştiğinden dolayı eksik cinas sanatı vardır.

"Ey Musa, doğrusu ben seni büyülenmiş zannediyorum." buyruğu ile Doğrusu ey Firavun ben de senin helak olacağını sanıyorum." buyrukları arasında hem mukabele hem de secî' sanatı vardır. [132]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Andolsun ki biz Musa'ya dokuz tane apaçık ayet verdik." Yani andolsun ki, şüphesiz biz Musa'ya peygamberliğine ve Allah'tan getirdiklerinin doğruluğuna apaçık dalâlet eden dokuz tane mucize, belge verdik. Bunlar ise asâ, yedi beyzâ (elinin beyaz görünmesi), tufan, çekirge, haşerat, kurbağa ve kandır ki, bunların yedisinde ittifak vardır. Diğer ikisi bir görüşe göre denizin yarılması ile kıtlık yıllarıdır, bir diğer görüşe göre ise, denizin yarılması ve İsrailoğulları'nın tepesine dağın kaldırılmasıdır. Bir başka görüşe göre ise denizin yarılması ile Hz. Musa'nın dilindeki düğümün çözülmesidir. Bu ikisi İbni Abbas'tan rivayet edilmiştir. Mücahid ve başkalarından gelen bir diğer görüşe göre ise, bunlar kıtlık yılları ile mahsullerin eksilmesidir. A'râf suresinde sözünü ettiğimiz şekilde başka şeyler de söylenmiştir.

"Sor" ey Muhammed, "İsrailoğulları'na" müşriklere; bu konuda senin doğruluğunu söyletmek üzere sor veya, "Biz ona, sor dedik" demektir.

"Firavun şöyle demişti: Ey Musa! Doğrusu ben seni büyülenmiş" büyülen-iiğin için artık aklın karışmış ve ne yapacağını şaşırmış "zannediyorum. Bun­ları" bu mucizeleri "açık deliller olarak" ve ibretler olarak, "göklerin ve yerin Rabbinden başkasının indirmemiş olduğunu biliyorsun." Fakat sen ey Firavun, matlaşıyorsun. "Ben de senin helak olacağını" yahut hayırdan çevrilmiş ve şer karakterli birisi olarak yok olacağını "sanıyorum."

"Bunun üzerine onları o yerden" yani Firavun Musa'yı ve kavmini Mısır topraklarından, öldürmek ve onları kökten yok etmek suretiyle "sürüp çıkar-*nak istedi"

"Haydi o ülkeye" onun sizi sürmek istediği ülkeye "yerleşin. Ahiret vaadi" yani kıyamet günü vakti geldiği zaman "onları da sizi de bir araya getiririz." Ayetteki "lefîf" (bir araya getirmek) ise itaatkârlardan, isyankârlardan ve başkalarından karışık olarak ortaya çıkan büyük topluluk demektir.

"Biz o Kur'anı insanlara ağır ağır okuman için" onu anlayabilsinler diye acele etmeksizin tane tane okuyasın diye "bölüm bölüm ayırdık?" yirmi üç yıllık bir süre boyunca parça parça indirdik "ve onu kısım kısım indirdik" olay­lara ve maslahatlara uygun bir şekilde peyderpey indirdik.

Mekke kâfirlerine "De ki: ister ona inanın ister inanmayın." Bu onlara bir tehdittir. "O daha önce" yani Kur'ân'ın nüzulünden önce. Burada kasıt ise kitap ehli arasından iman edenlere, "kendilerine bilgi verilenlere okunduğu zaman onlar çeneleri üstü secdeye kapanırlar." Allah'ın emrini tazim etmek, o kitaplarda vaad ettiği gibi peygamberlerin ardı arkası kesildiği bir dönemde Muhammed'i göndermek ve ona Kur'ân-ı Kerim'i indirmek vaadini gerçekleştirdiği için çeneleri üstü kapanırlar. Manâsı şudur: Siz ona iman etmeseniz bile sizden daha hayırlı olanlar ona iman etmiş bulunuyorlar. Bun­lar ise önceki kitapları okumuş, vahyin hakikatini ve peygamberlerin alâmet­lerini bilip tanımış, kimin haklı kimin haksız olduğunu ayırt etmek imkânını bulmuş ilim adamlarıdır veya onlar senin niteliklerini ve sana indirilen nitelik­lerini o kitapta görmüş olanlardır.

"Rabbimizi tenzih ederiz" sözünde durmamaktan onu tenzih ederiz. "Rab-bimizin vaadi" O'nun Kur'ân-ı Kerim'i indirmek ve peygamberi göndermek vaadi "şüphesiz yerini bulur."

"Çeneleri üstü kapanarak ağlarlar" ve "bu" Kur'ân-ı Kerim "onların huşuunu arttırır." Allah'a karşı alçakgönüllülüklerini artırır. [133]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Mucize getirmesini isteyerek, Allah'ın rasulüne karşı inatlaşmaları hususunda işi yokuşa sürmeleri bakımından Kureyş'in durumunu aktardıktan sonra, Yüce Allah onu teselli etti ve Firavun ve kavmi ile birlikte Hz. Musa'nın başından geçenleri ona hatırlattı. Hz. Musa'nın kavmi ona: Allah'ı bize apaçık göster, demişti. Kureyşliler ise: Allah'ı getir veya Rabbimizi görelim, demişlerdi. Allah Hz. Musa'ya teklif ettikleri şekilde dokuz tane mucize indir­mişti. Fakat bu ayetler (mucizeler) Firavun'a da kavmine de iman etmeleri için hiçbir fayda sağlamadı. O bakımdan Muhammed (s.a.)'e indirilen maddi olmayan ilmi ayetler size yeterli gelmelidir. Çünkü siz iman etmeyecek olur­sanız tıpkı Firavun ve kavminin suda boğulmak suretiyle helak edildikleri gibi, sizin de akıbetiniz helak edilmek olacaktır.

Yüce Allah şu "De ki: İnsanlar ve cinler bu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek için toplansalar..." (İsra, 17/88) buyruğu ile Kur'ân-ı Kerim'in i'câzını (mucize yönünü) söz konusu ettikten sonra, bu sefer Kur'ân-ı Kerîmdin parça parça indiriliş niteliğini açıklamaya geçti, onun sonu gelmez, değişmez bir gerçek olduğunu açıkladı. Arapların anlatım tarzı ve üslubu böyledir. Bir hususu ele alır, ondan sonra başka konuya, daha sonra bir başka konuya döner, sonra da tekrar ilk sözünü ettiği konuya geri döner.[134] Ayrıca Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'e iman etmeyenleri tehdit etti ve ona Kitap Ehli'nin alimlerinin iman etmiş olduğunu da belirtti. [135]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah bu ayet-i kerimelerde "Sen bizlere şu büyük mucizeleri getirmedikçe asla sana iman etmeyeceğiz" diyen müşriklere cevap vererek şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki biz Musa'ya dokuz tane apaçık ayet verdik."

Bu ayet-i kerimede Allah Tealâ yemin ederek Hz. Musa (a.s.)'ya yardım gönder­diğini, ona apaçık dokuz tane ayet verdiğini ve bu ayetler Firavun'a karşı Hz. Musa (a.s).'nın doğruluğuna, nübüvvetinin sıhhatine kesin deliller olmasına rağmen yine de iman etmediklerini söylemektedir. Yine de bunlara iman etmediler. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ve onlar büyüklük anladılar. Onlar günahkâr bir topluluk idiler." (A'râf, 7/133); "Kalpleri onlara mandığı halde zulüm ve büyüklenme sebebiyle onları inkâr ettiler." (Nemi, 21/14).

Sözü geçen dokuz ayet (mucize) Abdürrezzak'm, Said b. Mansûr'un, İbni Cferîr'in ve İbnü'l-Münzir'in rivayet ettiğine göre, İbni Abbas'm zikrettiği fonlardır: Asâ, el, yıllar süren kıtlık, denizin yarılması, tufan, çekirgeler, İMşerat, kurbağalar ve kan olmak üzere peşpeşe gelen ayetler.

Fakat özellikle dokuz ayetin söz konusu edilmesi bundan daha fazla mucizelerin olmasına da mani değildir. Çünkü fıkıh usülündeki kural şöyledir: Sayının zikredilmesi suretiyle yapılan tahsis, fazlasının nefyedildiğine delil değildir.

Kur'ân-ı Mecid er-Râzî'nin söz konusu ettiğine göre[136] Hz. Musa'nın onaltı nucizesini zikretmektedir. Bunlar: Hz. Musa'nın dilindeki bağın çözülmesi, yani onun dilindeki zor konuşma niteliğinin giderilerek fasih konuşur hale şelmesi, asanın yılana dönüşmesi, yılanın sihirbazların çokluğuna rağmen zolann bütün iplerini ve asalarını yutuvermesi, yedi beyza, tufan, çekirgeler, ^aşerat, kurbağalar, kan, denizin yarılması: "Hani size denizi yarmıştık." Bakara, 2/50), Taş, "Asan ile taşa vur." (A'râf, 7/160), dağın gölge kılınması: Hani dağı onlar üzerinde bir gölge imiş gibi kaldırmıştık." (A'râf, 7/171), Hz. Musa ve kavmine bıldırcın ve kudret helvasının indirilmesi, kuraklık ve Tieyvelerin, mahsullerin azlığı, "Andolsun Firavun hanedanını yıllar süren kuraklıkla ve meyvelerin azlığı ile yakaladık." (A'râf, 7/130), arı, un, yiyecek, :âra gibi mallarının yerin dibine geçirilmesi.

Yine er-Razî[137] dokuz ayetin açıklanmasına dair rivayetlerin yakînî >lmayıp zannî olduğunu söz konusu ettikten sonra Yüce Allah'ın: "Dokuz tane spaçık ayet." buyruğunun tefsiri ile ilgili olarak en iyi rivayetin Safvân b. Assa il-Muradî'nin yaptığı rivayet olduğunu kaydeder. O şöyle demektedir: Yahu-iinin birisi arkadaşına: "Gel seninle birlikte şu peygambere gidelim ve dokuz ayete dair ona soru soralım" dedi. Her ikisi Rasulullah (s.a.)'ın yanına gitti ve :na bu dokuz ayete dair soru sordu, şöyle buyurdu: "Bunlar Allah'a hiçbir şeyi *tak koşmayınız, hırsızlık yapmayınız, zina etmeyiniz, kimseyi öldürmeyiniz, ' ^yü yapmayınız, faiz yemeyiniz, iffetli kadına iftira etmeyiniz, savaş günü zınüp kaçmayınız ve ey yahudiler, sizin için özel olmak üzere cumartesi £j.nünde haddi aşmayınız, şeklindedir." Yahudiler kalkıp elini ayağını öptüler re dediler ki: Senin bir peygamber olduğuna şahitlik ediyoruz. Eğer öldürülmekten korkmasaydık şüphesiz sana tabi olurduk.[138]Buna göre "ayetler"den kasıt hükümlerdir.

"Sor İsrailoğulları'na..." Yani ey Peygamber! Abdullah b. Selâm ve arka­daşları gibi çağdaşın olan İsrailoğulları'na bunun kitaplarında da sabit olduğunu bilmeleri için sor.

"Hani onlara gelmişti de Firavun ona şöyle demişti: Ey Musa doğrusu ben seni büyülenmiş zannediyorum." Yani sen onlara Musa'nın bu ayetleri, mucizeleri getirdiği ve bunları Firavun'a tebliğ edip onun da, Şüphesiz Ey Musa, ben senin büyülenmiş olduğunu ve böylelikle aklının karıştığını zannediyorum, dediği zamanı sor onlara.

"O da demişti ki: Andolsun ki sen bunları açık deliller olarak göklerin ve yerin Rabbinden başkasının indirmemiş olduğunu biliyorsun." "Yani Musa Firavun'a şöyle demişti: Sen de kesinlikle biliyorsun ki, bu dokuz ayeti (mucizeyi) ancak gökleri ve yeri yaratan Allah indirmiştir. O bunları yalnız ve yalnız benim getirdiğimin doğruluğuna delil ve belge olsun diye indirmiştir. Bunlar insanı hak yola iletmektedir ve bunların Allah'tan geldiğini, başkasından gelmediğini ispatlamaktadırlar.

"Doğrusu ey Firavun, ben de senin helak olacağını sanıyorum." Yani sen hayırdan alıkonulmuş, şerre çokça meyleden, yenik düşürülmüş ve helak olmuş bir kimsesin.

"Bunun üzerine onları o yerden sürüp çıkarmak istedi." Yani Firavun Musa'yı ve kavmi İsrailoğullarmı öldürerek Mısır topraklarından çıkarmak istemişti. "Biz de onu ve beraberindekilerin hepsini suda boğduk." Firavun ve ordularının hepsini suda boğmak suretiyle helak ettik.

"Onun ardından İsrailoğulları'na dedi ki: Haydi o ülkede yerleşin." Yani biz Musa'yı ve kavmi İsrailoğulları'nı kurtardık. Firavun'u helak ettikten sonra da onlara şöyle dedik: İşte Firavun'un sizi çıkarmak istediği yerde yerleşin. Burası ise Mısır toprakları yahut da size vaat olunan Şam topraklarıdır.

"Ahiret vakti geldiği zaman onları da sizi de bir araya getiririz." Yani kıyamet günü geldi mi sizi ve düşmanlarınızı bir arada karışık olarak getiririz; sonra da sizler ve onlar arasında hüküm veririz. " Bir araya getirmek=lefîf' soylu olsun olmasın, itaat eden olsun isyankâr olsun, güçlü olsun zayıf olsun; değişik şahsiyetlerden meydana gelen büyük topluluk demektir.

Musa'nın kavmine Yüce Allah apaçık dokuz ayet vermiş onlar da , bu ayetleri inkâr edince Allah onları helak etmiş olduğundan şanı yüce Allah, kâfirlere mucizelere gerek olmadığını beyan ederek cevap verdi. Diğer taraftan eğer teklif ettikleri bu mucizeler onlara gelecek, sonra da bunları inkâr edecek olurlarsa, onları kökten yok edecek bir azabı indireceğini, kimin iman ettiğini kimin de etmediğini ezelden beri bildiğinden dolayı, bu isteklerini yerine getirmemesinin hikmetin bir gereği olduğunu açıkladı. İşte bu açıklamalardan sonra Yüce Allah onlara ebedi mucize olan Kur'ân-ı Kerim'e, gereken tazimi gösterip onunla yetinmeyi hatırlatarak, şöyle buyurmaktadır: "Biz onu hak ile indirdik, o da hak olarak indi..." Yani şüphesiz biz vahdaniyetin ve Allah'ın varlığının belgelerini, insanların peygamberlere olan ihtiyaçlarını açıklamak, adaleti ve üstün ahlâkî değerleri emretmek, zulmü, çirkin söz ve fiilleri yasak­lamak, fert, toplum ve devlet hayatını düzenleyici hukukî hükümleri, emir ve yasakları ihtiva etmek ve bunların dışında oldukça üstün ve yüce yasama esas ve ilkelerini ihtiva etmek gibi, hakkı kuşatan bir şekilde Kur'ân-ı Kerim'i indirdik.

Ve ey Muhammed, bu Kur'ân-ı Kerim sana da korunmuş ve himaye edilmiş olarak indirilmiştir. Başka bir şey ona karışmamıştır. Bu Kitap'ta herhan-m bir fazlalık olmadığı gibi, herhangi bir eksiklik de yoktur. Aksine o sana hak 3e birlikte ulaştı. Bu ise oldukça güçlü, kuvvetli, emin, muktedir, mele-i a'lâ'da kendisine itaat olunan Cibril (a.s.)'dir.

Kur'ân-ı Kerim'in özelliklerinin açıklanmasından sonra Yüce Allah Hz. Ppjrgamberin görevlerini şöylece açıklamaktadır: "Seni de ancak müjdeci ve jrmncı olarak gönderdik." Yani ey Muhammed, biz seni ancak sana itaat eden müminleri cennet ile müjdeleyici ve sana karşı gelip isyan eden kâfirleri de nehennemle uyarıp korkutucu olmak üzere gönderdik.

Daha sonra Yüce Allah tekrar Kur'ân-ı Kerim'in bölüm bölüm irdirilmesini. yani olaylara ve vakıalara uygun olarak parça parça indiriliş hikmetini açıklamaya dönerek şöyle buyurmaktadır: "Ve biz o Kur 'ân 'ı insanlara ağır ağır okuman için bölüm bölüm ayırdık ve onu kısım kısım indirdik." Yani yirmi üç yıllık bir süre boyunca biz senin üzerine kısım kısım ayrılmış, bölüm halinde Kur'ân'ı indirdik. Kur'ân-ı Kerim'in nüzulü Ramazan ayında mübarek Kadir gecesinde başlamıştır. Buradaki : "(ferakna)= onu bölüm bölüm ayırdık" kelimesi şedeli olarak (ferrakna) açıklayıcı, beyan edici şeklinde, olmak üzere ayet ayet indirdik, anlamında da okunmuştur.

Bunun böyle olması onu insanlara tebliğ edesin ve onu ağır ağır okuyasın diyedir. Biz onu peyderpey ve belirtilen şekil ve nitelikte indirdik. Yüce Allah'ın: "Ve onu kısım kısım indirdik." buyruğunun "bölüm bölüm ayırdık." buyruğundan sonra gelmesinin faydası ise Kur'ân-ı Kerim'in indirilmesinin olaylara uygun olduğunun açıklanmasıdır.

Daha sonra Yüce Allah onları durumlarına aldırış etmeksizin ve onları küçümseyerek şu buyruklarıyla tehdit etmektedir: "De ki: İster ona inanın, ister inanmayın..." Yani ey Muhammed sen şu Kur'ân'ı Kerim'in yeterli mucize oluşuna inanmayarak sana: "Sen bize yerden bir kaynak fışkırtıncaya kadar sana asla inanmayacağız." (İsra, 17/90) diyen bu kâfirlere de ki: Bu Kur'ân'a ister iman edin, ister iman etmeyin, o bizatihi haktır, onu Allah indirmiştir ve ebediyyen baki kalacak bir kitaptır.

"Muhakkak ki o daha önce kendilerine bilgi verilenlere ..." yani kitaplarına sımsıkı sarılıp onda değişiklik yapmayan, tahrife uğratmayan, kitap ehli'nin salih ilim adamlarına bu Kur'ân-ı Kerim okunduğu takdirde, Yüce Allah'a tazim ve Allah'ın kendilerine bu Kur'ân-ı Kerim ile vermiş oluduğu nimete şükür olmak üzere yüzleri üstü secdeye kapanırlar. Burada secdeye kapanmak: "Çeneleri üstü" kelimesi ile ifade edilmiştir. Çünkü bir insan secdeye kapan­mak üzere yere doğru çöktüğünde yere yüzün en yakın olan bölümü çenedir. Yahut da bu Yüce Allah'a karşı duyulan korku, haşyet ve alçakgönüllülüğü mübalağa yoluyla ifade etmek için kullanılmış bir kinaye de olabilir.

Bunlar secde ettikleri vakit: "Rabbimizi tenzih ederiz..." derler. Yani Yüce Allah'ı eksiksiz kudreti dolayısıyla tazim ederiz, eksiklerinden tenzih ederiz, ona karşı saygı duyarız ve o sözünden asla caymaz. İşte bundan dolayı daha sonra: "Rabbimizin vaadi şüphesiz yerini bulur." diye buyurulmaktadır. Yani onun vaadi yerine gelir, gerçekleşir, kaçınılmaz olarak tahakkuk eder.

Bunlar Mücâhid'in de belirttiği gibi Muhammed (s.a.)'e indirilenleri işittikleri vakit secdeye kapanan Kitap Ehli'nden bir grup insandır. Zeyd b. Arar, Varaka b. Nevfel ve Abdullah b. Selâm bunlardandır.

Bu gibi kimselerin secdelerinden söz etmek cahiliye ve şirk ehli olanlara bir ta'rîzdir. Bu cahiliye ehli eğer Kur'ân-ı Kerim'e iman etmiyorsa dahi, şüph­esiz onlardan daha hayırlı, daha faziletli olan, önceki kitapları okumuş, vahyin ne olduğunu bilen Kitap Ehli'nin ilim adamları bu Kur'ân-ı Kerim'e iman etmiş, onu tasdik etmişlerdir ve bunlar kendi kitaplarında geleceği vaat olunan peygamberin Hz. Muhammed olduğunu tespit etmişlerdir. O bakımdan bu Kur'ân-ı Kerim onlara okunduğunda Allah'ın emrini tazim etmek, önceki indirilmiş kitaplarda verdiği sözünü gerçekleştirmek ve Muhammed (s.a.)'i göndereceğine, ona da Kur'ân-ı Kerimi indireceğine dair müjdesini gerçekleştirmek dolayısıyla emrini tazim etmek üzere Allah için secdeye kapanırlar. İşte ayeti kerimede söz konusu edilen "Rabbimizin vaadi şüphesiz yerini bulur." buyruğunda kastedilen vaat budur. Yani onun Kur'ân-ı Kerim'i indirip Muhammed (s.a.)'i göndereceğine dair olan vaadi.

Bunların secde ederkenki nitelikleri Yüce Allah'ın belirttiği gibi: "Çeneleri üstü kapanarak ağlarlar ve bu onların huşuunu artırır." şeklindedir. Yani bun­lar Allah'tan korktukları için onun Kitap ve Rasulüne iman ve tasdik ile Allah'a huşu duyarak, alçakgönüllülük ile ağlayarak, secde ederek, yüzleri üstü kapanırlar.

Secde etmek de onların huşû'larını yani iman ve teslimiyetlerini artırır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Hidayet bulanlara gelince, onların hidayetlerini artırdı ve onlara takvalarını verdi." (Muhammad, 47/17).

Rasulullah (s.a.) pek çok hadis-i şerifinde ağlamayı övmüştür. Onlardan birisini Tirmizî, İbni Abbas'tan şöylece rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "İki göze ateş değmeyecektir. Yüce Allah'tan korkarak ağlayan bir göz ile Yüce Allah yolunda (düşmana karşı) sınır bekleye­rek geceyi geçiren göz." [139]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Yüce Allah Musa (a.s.)'ı pek çok mucize yahut dokuz ayet ile destekle­miştir. -Burada ayet-i kerimenin zikrettiği gibi- sözü geçen bu âyetler başka ayet-i kerimelerin de delâleti ile on altı tane mucizedir -tefsir bölümünde açıkladığımız gibi- ve biz bu konuda er-Râzî'nin ve başkalarının tercih ettiği görüşü tercih ettik.

İsrailoğulları'na bu ayetlere dair soru sormalarının istenmesi Yahudilerin Muhammed (s.a.)'in söylediklerinin doğruluğunu bilip itiraf etmeleri içindir.

Hz. Musa'nın bu ayetler ile desteklenmiş olmasına rağmen Firavun, Hz. Musa'nın risâletine iman etmedi. Aksine o Hz. Musa'ya: "Ey Musa, doğrusu ben seni büyülenmiş zannediyorum." demişti. Yani ben seni şu alışılmadık fiil­lerinle bir sihirbaz yahut da başkası tarafından büyülenmiş ve böylelikle aklı başından gitmiş- aklı karışmış bir kimse zannediyorum. Burada "zannetmek" bir şeyin meydana gelmiş olmasını ağırlıklı bir kanaat olarak ifade etmek anlamında gerçek manâsıyla kullanılmıştır.

2- Hz. Musa ise Rabbine sığınıp emrine sarılmaktan ve ona bu ayetlerin göklerin ve yerin Rabbi olan Allah tarafından basiretler (yani kendileri vasıtasıyla Allah'ın kudreti, birliği ve Hz. Musa'nın peygamberliğini tasdik etmek için delil olarak kullanılacak apaçık belgeler) olmak üzere göklerin ve yerin Rabbinden indirilmiş olduğunu ilân etmekten başka Firavun'a verecek cevap bulamadı. Hz. Musa ona: "Doğrusu ey Firavun, ben de senin helak olacağını sanıyorum." diye buyurdu. Burada ise "sanmak" gerçekten öyle İrilmek ve böyle olacağına kesinlikle inanmak anlamındadır. Ayet-i kerimede geçen "subûr" helak olmak ve hüsrana uğramak anlamındadır.

3- Firavun ise güç ve otoritesini kullanmaktan başka yapacak bir şey bulamadı. Hz. Musa'yı ve İsrailoğulları'nı öldürmek ve sürüp uzaklaştırmak suretiyle ülkeden çıkarmayı kararlaştırdı. Yüce Allah ise onu helak etti, onu suda boğduktan sonra ise İsrailoğulları'nı Şam'a ve Mısır'a yerleştirdi. Daha sonra Yüce Allah kıyamet gününde onların hepsini kabirlerinden her yerden birbirine karışmış olarak diriltip getirecektir. Bu esnada ise herhangi bir ayırım ve ayrı yerlere yerleştirmek söz konusu olmaksızın mümin kâfire karışmış olacaktır ve herkes dünyada iken önden gönderdikleri için hesaba çekilecektir.

4- Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'i hakkı, adaleti, en üstün ve değerli hükmü ihtiva edecek şekilde indirmiştir. Burada (105. ayet) "indirmek" ile "inme'nin kir arada zikredilmesi, iki anlamı ifade etmek içindir. Yüce Allah'ın: "Biz onu kak ile indirdik" buyruğunun anlamı, biz onu hak ile indirilmesini öngörüp farz kıldık anlamında; "o da hak ile indi" buyruğu ise hakkı ihtiva ederek nazil odu anlamındadır. Ya da birincisinin anlamı hak ile birlikte, îKmcisinin anlamı ise hak ile Muhammed'e (s.a.) nazil oldu, şeklindedir.

5-  Kur'ân-ı Kerim 23 yıl boyunca olaylara ve sebeplere uygun olarak bölüm bölüm, kısım kısım indirilmiştir. Böylelikle insanlar onu ağır ağır, düşünerek, dikkat ederek okuma imkânını bulsunlar ve bütün tafsili hüküm­leri ile amel etsinler, diye. Çünkü insanlardan birden aynı anda bütün farzları yerine getirmeleri istenecek olsaydı, kabul etmek bir yana, dinden hepten uza­klaşabilirlerdi.

6- Yüce Allah onlara: "De ki: İster ona inanın, ister inanmayın..." derken, Kureyş müşriklerini -muhayyer bırakmamakta tehdit etmektedir. Çünkü Kitap Ehli'ne mensup bundan önceki ilim adamları, Kur'ân-ı Kerim'e kesin olarak iman etmiş, onu dinledikleri vakit Yüce Allah'a itaatle boyun eğip Allah'ın haşyetinden huşu ile ağlayarak secdeye kapanmışlardır ve bu arada da "Rabbimizi tenzih ederiz, Rabbimizin vaadi şüphesiz yerini bulur." Yani Kur'ân-ı Kerim'i indirmek ve Muhammed (s.a.)'i peygamber olarak göndermek suretiyle vaadini yerine getirendir, demekten kendilerini alamamışlardır.

7- Yüce Allah'ın: "Ağlarlar" ifadesi namazda Allah korkusuyla yahut Allah'a isyan etmiş olmaktan dolayı ağlamanın caiz olduğuna ve bu şekilde ağlamanın namazı bozmayıp ona zarar vermediğine delildir. Bazı fakihler ise bu şekilde ağlamanın namazı bozmayacağı hususuna, ses ve sözün bulunma­ması kaydını getirmişlerdir.

İniltiye gelince bu hasta için namazı bozucu değildir. İmam Malik'in görüşüne göre ise sağlıklı kimseye mekruhtur. Aynı şekilde yine İmam Malik'e göre tenahnüh (ıh ıh..) demek ve üflemek de namazı bozmaz. Şâfî der ki (inilti) eğer işitilen sesleri ve anlaşılan sözleri varsa namazı bozar. Ebu Hanîfe de der ki: Eğer Allah korkusundan dolayı olursa namazı bozmaz, şayet bir ağrıdan dolayı yapılırsa namazı bozar. [140]

 

Yüce Allah'a En Güzel İsimleriyle (Esmaü'l-Hüsna İle) Dua Etmek

 

110- De ki: ister 'Allah' diye dua edin, is­ter 'Rahman' deyin. Hangisini derseniz deyin, en güzel isimler yalnız O'nundur. Namazında sesini yükseltme de, gizle­me de, ikisi arasında bir yol tut.

111- Ve de ki: "Hamd, hiçbir çocuk edin­memiş O Allah'a mahsustur ki, Onun mülkünde bir ortağı da yoktur. Düş­künlükten ötürü O'nun bir yardımcısı da olmamıştır ve O'nu tekbir ettikçe et.

 

Belagat:

 

"Yükseltme" ile "gizleme" buyrukları arasında tıbâk sanatı vardır. [141]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İster Allah diye dua edin, ister Rahman deyin." Yani siz bu iki isimden angisi ile olursa olsun onu zikredin yahut da: "Ey Allah," yahut, "Ey Rahman" iyerek ona seslenin. Bu iki isimden hangisini söylerseniz güzeldir. Burada lua" adlandırmak anlamındadır. "En güzel isimler yalnız O'nundur." Çünkü ı güzel isimler yalnız Allah'a aittir. Bu iki isim de bunlardandır.

Bunların güzel isim olmaları ise Allah'ın celâl ve ikram sıfatlarına delâlet meleri dolayısıyladır. Yüce Allah'ın: "O'nundur" ifadesi müsemmanındır (adı tıılan Allah'ındır) demektir. Çünkü bu isimlendirme O'nun hakkındadır, yoksa min kendisine değildir. İfade aslında şöyledir: Hangisi ile dua ederseniz o izeldir. Böylelikle zamir ismin yerine kullanılmıştır.

"En güzel isimler yalnız O'nundur." buyruğu mübalağa ve Yüce Allah'a 3İil olan şeyleri göstermeye dairdir. Bu maksatla kullanılmıştır.

Tirmizî'nin rivayet ettiği hadis-i şerifte de belirtildiği üzere güzel isimler ) tanedir: Allah O'dur ki O'ndan başka ilâh yoktur. O Rahman, Rahîm, Melik, uddûs, Selâm, Mü'min, Müheymin, Aziz, Cebbar, Mütekebbir, Halik, Bari', ^üsavvir, Gaffar, Kahhâr, Vehhâb, Rezzâk, Fettâh, Alîm, Kâbis, Basit, Hâfıd, âfi', Muizz, Semî', Basîr, Hakem, Adi, Latîf, Habîr, Halim, Azîm Gafur, Şekûr, li, Kebîr, Hafîz, Mukît, Hasîb, Celîl, Kerîm, Rakîb, Mucîb, Hakîm, Vedûd, ^ecîd, Bâis, Şehîd, Hak, Vekîl, Kavi, Metîn, Velî, Hamîd, Muhsî, Mubdi', Muîd,

Muhyî, Mümît, Hayy, Kayyûm, Vâcid, Mâcid, Vâhid, Ahad, Samed, Kadir, Muktedir, Mukaddim, Muahhir, Evvel, Âhir, Zahir, Bâtın, Veliy, Muteâl, Berr, Tevvâb, Müntakim, Gafur, Rauf, Malikü'1-Mülk, Zülcelali ve'l- İkram, Muksit, Cami', Ganiy, Muğnî, Mâni', Nâfi', Nûr, Hâdî, Bedî', Baki, Vâris, Reşîd ve Sabûr'dur.

"Namazında sesini" namaz esnasında Kur'ân okurken müşrikler senin sesini işiticek, sana ve Kur'ân-ı Kerim'e, onu indirene sövmelerine sebep olacak şekilde "yükseltme, gizleme de." Ashabın da yararlansın diye kıraatini tamamiyle sessiz yapma. "İkisi arasında bir yol tut." Gizlemek ile açıktan oku­mak arasında ortalama bir yol izle.

"O'nun" Rabbinin "mülkünde" ulûhiyyetinde, egemenliğinde "bir ortağı da yoktur. Düşkünlükten" yani küçüklükten "ötürü onun bir yardımcısı" işlerini üstlenen ona yardım eden "de olmamıştır." Yani o asla zelil olmamıştır ki bir yardımcıya gerek duysun. Bunun da anlamı şudur: Allah'ın -hâşâ- bir küçük­lükten dolayı, düşkünlükten dolayı kendisini himaye edecek ve bu himayesi sayesinde bunu ondan giderecek bir velisi olmamıştır. "Ve onu tekbir et." Çocuk edinmekten, ortak edinmekten, düşkünlükten ve O'na yakışmayan her şeyden tam anlamıyla O'nu tazim ve tenzih et.

Buna bağlı olarak O'na hamdedilmesinin emredilmesi, Yüce Allah'ın bütün övgülere lâyık olduğunu göstermek içindir. Çünkü zatı ile kâmildir, sıfatlarında eşsiz ve tektir. Ayrıca bunda şuna dikkat çekilmektedir: Kul her ne kadar Allah'ı tenzih etmek, onun şanını övmekte ileri gitse, ibadet ve hamde alabildiğine gayret etse, yine de bu hususta lâyıkı ile yapması gerekeni yapa­madığını itiraf etmelidir. [142]

 

Nüzul Sebebi

 

Yüce Allah'ın: "De ki: İster Allah diye dua edin..." ayetinin nüzulü ile ilgili olarak İbni Cerir ve İbni Merdüveyh, İbni Abbas'tan şöyle rivayet etmektedir­ler: Allah'ın salât ve selâmlarının üzerine olmasını temenni ettiğimiz Yüce Pey­gamberle bir gün Mekke'de namaz kıldık, Yüce Allah'a dua etti, duası esnasın­da: "Ey Allah, ey Rahman!" diye buyurdu. Müşrikler şöyle dediler: Siz şu atala­rının dinini terkedene (sâbiîye) bir bakınız, bizlere iki ilâha dua etmenizi yasak­larken kendisi iki ilâha hitap edip dua ediyor. Bunun üzerine Yüce Allah'ın: "De ki: İster Allah diye dua edin, ister Rahman deyin..." ayet-i nazil oldu.

Meymun b. Mehrân da der ki: Rasulullah (s.a.) kendisine vahyolunanm başına: "Bismikellahümme=(Adm ile ey Allah'ım)" diye yazardı ve bu durum şu "Şüphesiz ki o Süleyman'dandır ve muhakkak ki o Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla (başlamaktadır)" ayeti nazil oluncaya kadar devam etti. Bu ayet nazil olunca bu sefer "Bismillahirrahmanirrahim" diye yazmaya başladı. Arap müşrikleri, "Haydi rahimi biliyoruz, peki ya rahman ne oluyor?" deyince, Yüce Allah bu ayeti kerimeyi indirdi.

ed-Dahhâk da der ki: Tefsir ile uğraşanlar şöyle demişlerdir: "Rasulullah  (s.a.)'a şüphesiz sen Rahmân'ı pek az anıyorsun. Halbuki Yüce Allah Tevrat'ta bu ismi çokça zikretmektedir" denilince Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.

"Namazında sesini yükseltme, gizleme de..." buyruğunun inişi ile ilgili olarak da Ahmed, Buharı, Tirmizî ve başkaları İbni Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Rasulullah (s.a.) Mekke'de iken bu ayet-i kerime nazil olmuştu. Müşrikler Kur'ân-ı Kerim'i işittiklerinde Kur'ân'a, onu indirene, onu getirene sövüyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah peygamberine: "Namazında sesini yükseltme" yani Kur'ân okuduğun vakit müşriklerin onu işitip ona söve­cekleri şekilde yüksek bir sesle okuma, "gizleme de" ashabında onu duymaya­cak şekilde de içinden okuma, "ikisi arasında bir yol tut."

Rivayet edildiğine göre de Ebû Bekir (r.a.) Kur'ân okurken gizli okur ve şöyle derdi: Ben Rabbimle sessizce konuşuyorum. O benim zaten ihtiyacımı bilmektedir. Hz. Ömer ise Kur'ân'ı açıktan okur ve şöyle derdi: Ben de bu şekilde okumakla şeytanı kovuyor ve uyuklayanı uyandırıyorum. Ayet-i kerime nazil olunca Rasulullah (s.a.) Hz. Ebû Bekir'e sesini bir parça yükseltmesini, Hz. Ömer'e de bir parça kısmasını emretti.

111. ayet-i kerime olan "Ve de ki: Hamd hiçbir çocuk edinmemiş o Allah'a mahsustur..." buyruğu ile ilgili olarak İbni Cüreyc, Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Yahudilerle Hristiyanlar "Allah çocuk edindi" dediler. Araplar ise "Buyur Allah'ım, senin hiçbir ortağın yoktur. Ancak bir müstesna! O hem senindir, hem sen ona da sahipsin, onun sahip olduğuna da" derlerdi, Sabiîlerle Mecûsiler ise: "Eğer Allah'ın velileri (yardımcıları) olmasaydı elbette ki zelil olurdu" diyorlardı. Bunun üzerine de Yüce Allah: "Ve de ki: Hamd hiç bir çocuk edinmemiş o Allah'a mahsustur..." ayet-i kerimesini indirdi. [143]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şanı yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'i Rasulüne kendisinin indirdiğini tespit

e&p kraplaraı 0naWş\ çıfcmaYtan am o\uuk\armı,li\z. Peygamberin Vendı-lerine Allah'ı tevhidi ve ilâhlarım reddetmeyi getirdiğini açıkladıktan sonra, onların Hz. Peygamberi kendilerine yasakladığı bir şeye bizzat kendisinin yaptığını iddia edişlerini "De ki: İster Allah diye dua edin..." ayeti ile reddet­mektedir.

Şanı yüce Allah isimleri birden çok olsa dahi kendisinin bir ve tek olduğunu da zikrettikten sonra, peygamberine kendisine vermiş olduğu risâlet ve bu risâlet için onu seçme şerefinden dolayı hamdetmesini emretmekte, kendi yüce zatını hiçbir çocuk edinmemiş olmakla nitelendirmektedir. Böylelik­le Yahudileri, Hristiyanları ve putlara tapıp da onları Allah'ın ortakları kılan Arapları reddetmektedir. Meleklere ibadet edip onların Allah'ın kızları olduğuna inanan Arapları da reddetmekte, önce Allah'ın hiçbir çocuk sahibi olmadığını belirttikten sonra, mülkünde (ulûhiyyet ve egemenliğinde) de hiçbir ortağının olmadığını, daha sonra da onun herhangi bir velisinin yani yardımcısının olmadığını ifade etmektedir. Ortak kelimesi çocuk kelimesinden daha genel, yardımcı olan veli ise ona çocuk ve ortak nispet etmekten daha genel ifadedir. O halde bu ifade ile hem Yüce Allah'ın çocuğu, hem ortağı olduğu reddedildiği gibi, ortak ve çocuk olmasa dahi, hiçbir yardımcısının olmadığı da ifade edilmiş olmaktadır. [144]

 

Açıklaması

 

Bu buyruk Yüce Allah hakkında Rahman adının kullanılmasını kabul etmeyen müşriklere bir reddir. Yüce Allah: "İster Allah diye dua edin ister Rah­man deyin..." diye buyurmaktadır. Yani ey Muhammed, sen Mekke'de Yüce Allah'ın rahmet sıfatını inkâr eden ve ona Rahman adının verilmesini kabul etmeyen şu müşriklere de ki: Sizin Allah'a "Allah" adını anarak dua etmeniz ile "Rahman" adını anarak dua etmeniz arasında bir fark yoktur. Çünkü O güzel isimlerin sahibidir. el-Keşşâf müellifi şöyle demektedir: Allah ve Rah-mân'dan kasıt müsemmâ değil isimdir. Buradaki "veya" ise muhayyerlik ifade etmek içindir. Buna göre "İster Allah diye dua edin, ister Rahman deyin" buyruğunun anlamı, siz ister bu ismi kullanın, ister öbür ismi; ister bunu alın, ister öbürünü demektir. Burada dua etmek ise seslenmek anlamında değil, adlandırmak anlamındadır.[145]

Yüce Allah'ın "Hangisini derseniz deyin, en güzel isimler yalnız O'nundur." buyruğundaki ifadenin takdiri şöyledir: Yani sizler bu iki isimden hangisini ad olarak verir ve hangisini anar iseniz, şunu bilin ki, onun bütün isimleri güzeldir ve bu isimler tazim ve takdis edilmektedir. Nitekim bir başka yerde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "En güzel isimler yalnız O'nundur. Göklerde ve yerde bulunan ne varsa O'nu teşbih eder." (Haşr, 59/24). Yani siz hangi isim ile onu çağıracak olursanız o güzeldir.

Daha sonra Yüce Allah Kur'ân okuma ve dua etme keyfiyetini bizlere şöylece göstermektedir: "Namazında sesini yükseltme, gizleme de. İkisi arasında bir yol tut." Yani namaz kılarken Kur'ân okuyuşunu açıktan yapma ki, müşrikler onu işitip Kur'ân-ı Kerim'e, onu indirene, onu getirene sövmesin­ler. Ashabının duymayacağı şekilde gizleyerek, senden Kur'ân'ı öğrenmelerini engelleyecek, Kur'ân-ı Kerim'i onlara işittirmeyecek bir şekilde de gizlice okuma! Sen açıktan okumak ile gizli okumak arasında orta bir yol tut. İşte Kur'ân okurken izlenecek en ideal yol budur. Bu ise sesi yükseltmek ile onu gizli, saklı okumak arasındaki ortalamadır. Açıkça okumasın ki çevresinden dağılmasmlar, Kur'ân-ı Kerim'i ondan dinlemekten yüz çevirmesinler yahut Kur'ân-ı Kerim'e sövmesinler; gizlice okusun ki, onu dinlemek isteyen dinleyip ondan yararlanabilsin.

Daha sonra Yüce Allah bizlere nasıl hamdedeceğimizi öğreterek şöyle buyurmaktadır: "Ve de ki: Hamd hiçbir çocuk edinmemiş o Allah'a mahsustur ki..." Yani şöyle de: Kullarına verdiği nimetlere karşılık hamd ve şükür yalnız Allah'ındır ve o kendisini, zâtını eksikliklerden tenzih etmek üzere aşağıdaki üç sıfata sahip olandır:

1- O hiçbir çocuk edinmemiştir: Onun çocuk edinmeye ihtiyacı yoktur. Çocuk edinmek sonradan yaratılmışların niteliklerindendir. O ise sonradan yaratılmış olmaktan münezzehtir. Bu buyruk ile: "Üzeyir Allah'ın oğludur" diyen Yahudiler ile, "Mesih Allah'ın oğludur" diyen Hristiyanlarm kanaatleri de reddedilmektedir.

2- Yüce Allah'ın mülk ve hakimiyetinde hiçbir ortağı yoktur. Çünkü o aynı zamanda ortağa muhtaç değildir. Şayet ortağa ihtiyacı olsaydı, aciz olması gerekirdi. Diğer taraftan ilâhların birden çok olması kâinatın düzenini bozuk­luğa ve onları kendi aralarında anlaşmazlığa götürür: "Eğer göklerle yerde Allah'tan başka ilâhlar bulunsaydı, her ikisi de bozulur, giderdi." (Enbiya, 21/22). Ve böylelikle ibadete, hamd ve şükre lâyık olan bilinmezdi.

3- Yüce Allah'ın düşkünlükten ötürü hiçbir yardımcısı olmaz. Yani O düşkün değildir ki, bu düşkünlüğü dolayısıyla herhangi bir kimseyi veli, yardımcı yahut danışman edinsin. Aksine o Yüce Allah, her şeyi tek başına ortaksız olarak yaratandır. Hepsini tek başına tedbir edendir, idare edendir, kendi meşîetiyle onları takdir edendir, belli ölçülerle yaratandır.[146]

İşte bu sıfatların toplamı Yüce Allah'ın şu buyruklarında yer almaktadır: 'De ki: O Allah'tır, bir ve tektir. O Allah'tır, O Samed'dir. Doğmamıştır, doğurmamıştır. Kimse de O'nun dengi değildir." (İhlâs, 112/1-4).

"Ve onu tekbir ettikçe et." Yani haddi aşan zalimlerin söylediklerinden onu alabildiğine yücelt, onun celâl ve azametini ifade et. İşte onun celâl, azamet ve kudsiyetine uygun olan tazim budur. O zatı ile büyük ve müteâl olandır. Zatı dolayısıyla O vâcibü'l-vücûd (varlığı zorunlu) ve var olan her şeye muhtaç olmadığı dolayısıylada o yüce ve müteâldir. Sıfatlarından da öyledir. Eksiklik ifade eden bütün sıfatlardan münezzehtir, bütün kemal sıfatları yalnız O'nun-dur. Fiillerinde de öyledir. O'nun mülkünde hikmet ve meşîeti gerekmedikçe hiçbir şey meydana gelmez. Koyduğu hükümlerde de böyledir. Mutlak olarak emretmek, nehyetmek, aziz ve zelil kılmak onun işidir. Kimse O'nun hükmünü koğuşturamaz, kimse O'nun herhangi bir hükmüne de itiraz edemez. O isim­lerinde de böyledir. Ancak en güzel isimleriyle anılır ve ancak üstün ve mukad­des sıfatlar ile nitelendirilir.[147]

İmam Ahmed, Muâz el-Cühenî'den Rasulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: İzzet ayeti, "Hamd hiç bir çocuk edinmemiş O Allah 'a mah­sustur..." ayetinden itibaren surenin sonuna kadar olan ayettir." Abdürrezzâk da Abdülkerim b. Ebi Ümmeye'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Rasulul­lah (s.a.), Haşim oğullarından bir çocuğun dili açılmaya başladı mı ona: "Hamd hiçbir çocuk edinmemiş..." ayetini sonuna kadar yedi defa öğretirdi." [148]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler en güzel isimlerinden herhangi birisi ile Yüce Allah'a dua edip, O'nu zikretmenin mümkün olabileceğini açıklamaktadır. Allah ve Rah­man isimleri de bu güzel isimlerdendir. İsimlerin çokluğu ise, -müşriklerin yanlışlıkla anladığı gibi- ilâhların birden çok olduğunu ifade etmez. Aksine bu adlandırma aynı zata birden çok isim vermektir.

Dua, yahut namazda Kur'ân okumak yüksek sesle yapmak ile gizli yap­mak arasında orta bir yolla olur. Eğer bunu gerektiren sebep müşriklerin Kur'ân'ı işitmelerini ve böylelikle ona, onu indirene, onu getirene sövmelerini veya onların Kur'ân-ı Kerim'den nefret edip onu dinlemekten yüz çevirmelerini önlemek ise, bizler bu yolu izlemeye devam ederiz. Böylelikle teşriin ilk dönem­lerindeki durumu ve şartlarını da hatırlamış oluruz.

Burada Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim okumayı "salat (namaz)" tabiri ile ifade etmiştir. Nitekim Yüce Allah'ın: "Ve bir de sabah Kur'ânını (namazını), çünkü sabah Kur'ân'ı (namazı) tanık olunandır." (İsra, 17/78) buyruğunda da namazı "kıraat" ile ifade etmiştir. Çünkü bunların her birisi ötekiyle alâkalıdır. Zira namaz kıraati, rüku ve sücudu da kapsamaktadır. O halde kıraat namazın bir bölümüdür. Böylelikle bir bölüm zikredilerek geneli ifade edilmiş olmakta, genel ifade kullanılarak da bir bölümü ifade edilmektedir. Bu ise Arapların mecazî ifadelerindeki bir adetidir, dillerinde çokça görülen bir şeydir.

Yüce Allah'ın "Hamd hiçbir çocuk edinmemiş Allah 'a mahsustur." buyruğu Yahudi, Hristiyan ve Arapların şu şekildeki sözlerini reddetmektedir: Yahudi­ler Üzeyr, Hıristiyanlar İsa, müşrikler ise melekler Yüce Allah'ın çocuklarıdır derler. Halbuki o Yüce Allah'ın ne babası, ne eşi ne de çocuğu vardır. O bir ve tektir. O'nun mülk ve ibadetinde ortağı yoktur. Ayrıca onu zilletten, düşkün­lükten himaye edecek bir yardımcı ve bir savunucusu yoktur.

O Yüce Rabbimiz tam anlamıyla tazime ve saygıya lâyıktır. Denildiğine göre Arapların tazim ve celâlin en kapsamlı anlamlı kelimesi "Allahü ekber" ifadesidir. Yani o her şeyden daha büyüktür. Peygamber (s.a.) namaza başlaya­cağı vakit "Allahü ekber" diye başlardı. Ömer b. el-Hattab der ki: "Kulun Allahü ekber demesi, dünyadan ve dünyadaki her şeyden daha hayırlıdır."

Şu "Hamd... Allah'a mahsustur." ayet-i kerimesi Tevrat'ın da son ifade­sidir. Abdullah b. Ka'b der ki: Tevrat En'am suresinin başındaki ayet ile başlar ve bu surenin sonundaki ayet ile biter.

Abdülhamid b. Vâsıl der ki: Ben Rasulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken din­ledim: "Kim" "Hamd hiçbir çocuk edinmemiş O Allah'a mahsustur.'" ayetini okuyacak olur ise Allah ona yer ve dağlar kadar ecir yazar. Çünkü Yüce Allah kendisine çocuk isnat edenler hakkında şöyle buyurmaktadır: "Bu sözden dolayı gökler neredeyse çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar yıkılarak düşecektir." (Meryem, 19/90).

Hz. Peygamber (s.a.)'den gelen bir rivayete göre ise o borçtan şikâyet eden birisine: "De ki: ister Allah diye dua edin, ister Rahman deyin..." buyruğundan itibaren surenin sonuna kadar okumasını, sonra da üç defa: "Ölümsüz olan o hayy olana tevekkül ettim." demesini emretmiştir. [149]

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/7.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/7.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/7-8.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/8-9.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/10.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/10-11.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/11-12.

[8] el-Bahru'1-Muhît, VI/5.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/12-13

[10] Bu ez-Zührî ile Urve'nin görüşüdür. Buna göre İsra Rebîulevvel ayında olmuştur. Hafız el-Makdisî ise Siret'inde senedi sahih olmayan bir hadis rivayet etmektedir. Buna göre İsra, Recep ayının 27 nci gecesinde gerçekleşmiştir (İbni Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, III/108-109).

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/13-15.

[12] Kurtubî, X/208-209.

[13] Râzî, XX/53.

[14] Câmiu'1-Usûl, VI/131.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/15-18.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/19.

[17] Zindan anlamına gelen "hasır" kelimesi kilimin altına serilen çul anlamına da gelir. (Çeviren)

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/19-20.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/20-21.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/21-23.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/23-24.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/25.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/25.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/26-27.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/27.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/28-29.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/29-30.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/30.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/30.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/30-34.

[31] "Ebu Kebşe'nin oğlu" ile Rasululllah (s.a.) kastedilmektedir. Müşrikler Rasulullah (s.a)'a: "Ebu Kebşe'nin oğlu" diyerek onu putlara tapmak hususunda Kureyş'e muhalefet eden Huzaalı bu adı taşıyan bir kimseye benzetmiş oluyorlardı.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/34-37.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/38-39.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/39.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/39-42.

[36] Kurtubî, X/235.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/42-43.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/45.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/45-46.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/46-47.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/47.

[42] Bu hadisi el-Kudai, Ali (r.a.)'den rivayet etmiş olup hasen bir hadistir.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/54.

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/54-56.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/57.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/58-59.

[47] Râzî,XX, 213.

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/59-60.

[49] Daha önce geçen dört tür ise tevhidin ve yalnızca Yüce Allah'a ibadetin emredilmesi, anne babaya iyilik emri, yakın akrabaya, yoksula ve yolcuya cimrilik ve haksızlık olmaksızın hakkının verilmesidir. Anne ve babanın hakkı ise şu beş şeydir: Onlara öf bile dememek, azarlayıcı bir sözle onlara sert çıkmamak, buna karşılık hoş ve güzel söz söylemek, alabil­diğine alçakgönüllülük göstermek ve onlara rahmet ile dua etmek.

[50] Râzî, XX, 198-199.

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/60-68.

[52] Kurtubi, X, 263.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/68-69.

[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/70.

[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/70-71.

[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/71.

[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/72-73.

[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/73-75.

[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/76-77.

[60] el-Bahru'l-Muhît, VI/42.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/77-78.

[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/78.

[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/78-79.

[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/79-80.

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/81.

[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/81-82.

[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/82.

[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/82-84.

[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/84-85.

[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/86.

[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/86-87.

[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/87.

[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/87.

[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/87-89.

[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/89-90.

[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/91-92.

[76] Razî,XX/231.

[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/92-93.

[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/93-94.

[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/94-95.

[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/95-98.

[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/98-100.

[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/101.

[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/101-102.

[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/102.

[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/103-104.

[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/105-106.

[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/107.

[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/108-109.

[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/109..

[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/109-111.

[91] Razî, XXI/16.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/112.

[92] Zemahşerî, 11/140.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/113.

[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/114.

[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/114-115.

[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/115.

[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/115-116.

[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/116-117.

[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/118.

[99] Razî, XXX/23.

[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/118-119.

[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/119-120.

[102] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/120-121.

[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/121-122.

[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/122-124.

[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/125-126.

[106] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/126-127.

[107] Doğrusu "Yahudilerden" olmalıdır. Çünkü Medine'de dolaşırken, Kureyş'lilerden bir grubun soru sarması çok uzak bir ihtimaldir. Nitekim rivayetlerde: "Yahudilerden" diye belirtmektedir. Müellifin burada "Kureyşliler" demesi bir yanılmadır. Bk. İbni Kesir, V, 111; et-Tâc, IV, 164. (Çeviren).

[108] İbni Kesîr, 111/60.

[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/127-128.

[110] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/128-129.

[111] Zemahşerî, 11/243.

[112] Razî, XXI/28.

[113] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/129-134.

[114] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/135-139.

[115] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/140-141.

[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/141.

[117] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/141.

[118] Razî, XXI/53-54. Zamahşerî, 11/245.

[119] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/142-143.

[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/143-144.

[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/145.

[122] el-Vâhidî, Esbabu'n-Nüzûl 168 vd.den kısaltılarak, Süyûtî, Esbâbu'n-Nüzûl, Celâleyn tef­siri kenarında.

[123] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/145-146.

[124] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/146-147.

[125] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/147-148.

[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/1418-149.

[127] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/151.

[128] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/151-152.

[129] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/152.

[130] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/153-157.

[131] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/157-159.

[132] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/161.

[133] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/161-162.

[134] el-Bahru'l-Muhît, VI/ 87.

[135] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/162.

[136] Razi,XXI/64.

[137] Razi,XXI/64.

[138] Bu hadisi Ahmed, Tirmizî, Beyhakî, Taberânî, Neseî ve İbni Mâce rivayet etmiştir.

[139] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/162-166.

[140] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/167-168.

[141] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/169.

[142] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/169-170.

[143] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/170-171.

[144] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/171-172.

[145] Zemahşerî, 11/249.

[146] Razî, XXI/71.

[147] Razî, XXI/72.

[148] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/172-173.

[149] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/173-175.