Hz. Musa'ya Verilen Kitabın Görevi:
"Vekîl" Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:
İnsanlık Hak Din Bakımından Bir Bütündür:
Allah'ın Merhamet Kapısı Her Zaman Açıktır:
En Doğrusu Her Şeyi Açık Anlatmaktır:
"Lezime/Elzeme" Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:
Kulun İradesine Göre Allah Verir:
İnsanlar Arasındaki Farklılıklar:
Allah'a Şirk
Koşmanın Neticesi:
Tevhid İnancı Ve
Ana-Baba Hakkı:
Yakınların Ve
Muhtaçların Hakları:
Takip Edilmesi
Gereken Değer Bilgidir:
Bu Yasaklar Ve
Emirler Neyi İfade Ediyor?
Çocuklar Arasında
Cinsiyet Farkı Gözetmek İlkelliktir:
Başka Bir Tanrı
Olsaydı Ne Olurdu?
Her Şey Allah'ı
Teşbih Ediyor:
Kur'an, Tevhid
İnancı Ve Öldükten Sonra Dirilmeye Tepki:
Öldükten Sonra
Dirilmeyi De İnkâr Ettiler:
En Güzel Söz
Şeytanın Etkisini Kırar:
Allah'ın Dilemesi
Ve Hz. Peygamber'in Görevi:
Peygamberler
Arasında Fark Var Mıdır?
Mucize Göstersen
Bile İnanmayacaklar:
İmtihan, Korkutma
Ve Azgınlık:
Dunya'da Kor Olan
Ahiret'te De Kör Olacaktır:
Peygamber Bile
Dine Kendinden Bir Şey Katamaz:
Neler Yapılmalı Ve
Neler Söylenmeli?
"Bâtıl"
Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:
"Rûh"
Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:
Allah, Merhameti
Gereği Vahyi Kesmedi:
Kur'ân'ın Benzeri
Veya Dengi Getirilemez:
Allah, Kur'ân'da
Örneklerle Açıklamalar Yapıyor:
Hz. Peygamber'den
Hangi Mucizeleri İstediler?
Hz. Peygamber'e
İnanmalarını Engelleyen Esas Neden:
Öldükten Sonra
Dirilmeyi İnkarın Cezası
Hz. Musa,
Mucizeleri Ve Firavun:
Allah'a Hamd Ve
O'nu Yüceltme:
İsrâ Sûresinden
Çıkarılan İlkeler:
1. Tevhid İnancı
ile İlgili İlkeler:
2. Ahiret İnancı
ile İlgili İlkeler:
3. Peygamberlikle
İlgili İlkeler:
4. Kur'ân İle
İlgili Açıklamalar:
7. Sosyal
Değişimin Dinamikleri:
Rahman Ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla
Bu sûre ismini, sırlarla dolu
olan, Hz. Peygamber'in Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya gece yürüyüşünden almıştır.
111 âyetten meydana gelen bu sûrenin, değişik rivayetleri dikkate almazsak,
Mekke'de indiği kesindir. Hz. Aişe'nin belirttiğine göre, Hz. Peygamber her
gece namazında bu sûreyi okurdu.
[1]
İsrâiloğullarmdan bahsetmesi
bakımından Bakara sûresinin devamı, ana-baba hakkını gündeme getirmesi
açısından da Bakara ve En'âm sûrelerinin bir uzantısı olduğu izlenimini
vermektedir. Şirk, zina, haksız yere adam öldürme, yetim hakkı, çocukları
fakirlik korkusu ile öldürme gibi konulan gündeme getirmesi bakımından da
En'âm, Furkân ve Tekvîr sûrelerinin mesajını taşımaktadır.
İslam dininin tevhid inancı,
Kur'ân, Peygamber ve ahlâkî değerlerini belirleyen bu sûre, Kur'ân'da merkezî
bir işlev görmektedir.[2]
Rahman Ve Rahim Olan Allah'ın
Adıyla:
1. Bir gece, kendisine
âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu Mescid-i Haram'dan,
çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya yürüten Allah, noksan
sıfatlardan uzaktır. O, işitendir, görendir.
İslam âlimlerini oldukça meşgul
eden, farklı görüşler beyan eden gruplara ayıran bu âyette geçen İsrâ, yani
"gece yürüyüşü" meselesinin genelde oluşumu üzerinde durulmuş, onun
insanlığa neler getirdiği konulan ise gölgede kalmıştır. Bu gece yolculuğu
diyebileceğimiz gece yürüyüşünün hep nasıllığı üzerinde duruldu, ama niçini,
yani amacı üzerinde pek durulmadı. Şimdi âyetin analizini yaparak, İsrâ ve
Mi'râc'ın ne olduğu ve niçin gerçekleştirildiğini açıklayacağız.
1."Noksan sıfatlardan uzak
olan"
"Sübhân" kelimesinin
kök fiili, "suda yüzmek, bir işten boşalmak; geçimini temin etmek için
öteye-beriye koşmak, çabalamak; uyumak, sakin olmak, dinlenmek, yeri kazmak,
uzak gitmek; sözü çok söylemek; at koşarken ayaklarını uzatması; yıldızın
gökyüzünde hareket etmesi" anlamına gelen ~l~. sebehadır. Bu fiilin sebbeha kalıbı "Sübhânellâh demek, Yüce
Allah'ı tenzih etmek, noksan sıfatlardan uzak tutmak" manasını ifade
etmektedir. öUa- Sübhân da masdar olmakla beraber "tenzih yani Allah'ı
noksan sıfatlardan uzak tutmanın alemi" olmuştur. Bu kelime, "tenzih
etmek" için kullanılan bir kelimedir. Allah ismi ile kullanılınca, yani
Sübhânellâh, "Allah'ı tenzih ederim", yani "noksan sıfatlardan
uzak tutarım" anlamına gelmektedir.
Sübhân kelimesini, Yüce Allah
Kendi Kendine kullanmakta ve Kendisinin noksan sıfatlardan uzak olduğunu
söylemektedir. Biz de bu kelimeyi söylerken O'nunla beraber teşbih yapmış
oluyoruz.
Diğer taraftan Sübhân kelimesine
aynı zamanda: "Bütün varlıkların teşbih ettiği, bütün akılların, ruhların
kendisine doğru yüzüp aktığı Allah" manası da verilebilir. Her şey Allah'a
doğru aktığı, hareket ettiği, yüzdüğü için Allah Sübhân"dır. Varlıklar
ancak noksan sıfatlardan uzak olan bir varlığa doğru akarlar, hareket ederler,
benliklerinden sıyrılıp O'na yönelirler.
Ne demek "Allah'ı noksan
sıfatlardan uzak tutmak?" Bu sorunun cevabını İhlâs sûresinin 3 ve 4.
âyetleriyle verebiliriz: "O, doğurmamış ve doğmamıştır. O'nun hiçbir dengi
yoktur." İşte bu âyetleri okurken Allah'ı teşbih ediyoruz,
"sübhânellâh" demiş oluyoruz. Yüce Allah bu şekilde noksan
sıfatlardan uzak tutulmaktadır.
Bu açıklamanın ardından şu
soruyu sorabiliriz: Yüce Allah, İsrâ sûresine Sübhân kelimesi ile, Kendini
teşbih etmekle, noksan sıfatlardan uzak tutmakla niye başlamıştır? Sorunun
cevabını âyetin devamından çıkarabiliriz. Kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan
Mescid-i Aksa'ya yürütmesi, O'nun noksan sıfatlardan uzak olmasını gerektirir.
Bu özelliğe sahip olmayan bir varlık bu gece yolculuğunu gerçekleştiremez.
İsrâ olgusu, çok yönlü ve sırlarla dolu olan bir uygulama olduğu için, Yüce
Allah yaptığı işe göre sıfatını âyetin başına koymuş oldu.
Yukarıda vermiş olduğumuz ikinci
manadan hareket edersek, meseleyi biraz daha yakınen kavramış olabiliriz.
Madem ki sübhân, bütün varlıkların, insan aklının Kendisine doğru hareket
ettiği, noksan sıfatlardan uzak olan bir varlığı ifade ediyor, işte o gece
Allah Hz. Muhammed kulunu Kendisine doğru yürütmüş ve kendisine doğru
çıkarttığı için sübhân sıfatını almıştır. Yüce Allah'ın sübhân, yani noksan
sıfatlardan uzak olma özelliği göz önüne getirilmeden isrâ olayı çözülemez ve
anlaşılamaz.
2.
"Bir gece kulunu Mescid-i
Harâm'dan Mescid-i Aksâ'ya yürüttü." İsrâ "gece yürüyüşü"
olduğuna göre, bir kere daha niye "bir gece" ifadesine yer vermiştir?
Her iki gece kavramı bir araya
gelince pekiştirme olmaktadır. Hem fiil hem de zaman zarfı gece ile alakalı
olduğundan, İsrâ olgusunun gece vakti olduğu vurgulanmış olmaktadır.
Mescid-i Haram, Kutsal Mescid,
"canlı bir varlığın öldürüleme-diği, öldürmenin yasak olduğu Mescid"
anlamına gelmektedir. Ka'be'nin etrafında sınırları belli olan mekân'a
"Mescid-i Haram" denmektedir. Ka'be de bunun içindedir. Mescid-i
Haram, özellikle onun içinde yer alan Ka'be'nin bulunduğu yer ibadet yeridir.
Ancak orası sadece bir ibadet yeri değil, aynı zamanda bir okul, yani bir
üniversitedir.
Bakara 125'te açıkladığımız gibi
Beyt, yani Ka'be, Beytullâh denen üniversitenin işlevi belirlenmiştir.
mesâbeten linnâsdır. Yani buraya "insanların toplandığı yer manası"
verilebilir, sâbe fiili, "geri dönmek, bayılanın kendine gelmesi, rüşde
ermek, karşılığını vermek, ödemek" demektir. Sâbe fiilinden türeyen sevb
"elbise, kıyafet, örtü, kisve, bir kılığa sokmak, maske" manasına
gelmektedir.
Âyette geçen hfc mesabe de,
"bir kimsenin döndüğü yer, toplantı yeri, sığınılacak, barınılacak,
buluşulacak yer" demektir.
Beytullâh, geniş anlamı ile
Mescid-i Haram, insanlık kültürünün doğduğu yer ve o kültürün odak noktasında
bulunması nedeniyle merkezî bir önem kazanmaktadır. Madem ki sâbe fiili
"bayılan kimsenin kendisine gelmesi" anlamına gelmektedir, o manadan
hareket ederek diyebiliriz ki Ka'be, "insanları kendine getiren, iç
muhasebesi yaptıran; anlayış, bilinç ve ahlâkî bakımdan kendilerine çekidüzen
vermelerini temin eden bir eğitim ve ibadet yeri"dir. İnsanlığın din ve
kültür merkezi olan bu üniversite de insanlar kendilerini bulmakta ve
kendilerine dönmektedirler.
Sâbe kelimesi, "aklını
başına devşirmek" anlamına da gelmektedir. Ka'be'deki alametler ve haccın
faydaları, insanları olgunlaştırmakta ve aklın yolunu izlemenin önemini
öğretmektedir. Onun içindir ki Hac-cm getirişi ile ilgili olan Bakara 197. âyet
akılla bitmektedir.
Diğer taraftan mesabe, Yüce
Allah'ın ödülünü kazandıracak olan, sevabın, güzelin, doğrunun, iyinin
amellerinin üretildiği yerdir. Demek ki Beytullâh, başka bir adı ile Mescid-i
Haram bir üniversite niteliğinde iyiyi, güzeli, doğruyu üreten bir okul
olmaktadır.
Sâbe kelimesinden türeyen ve
elbise manasına gelen sevb de mesabenin başka bir türevi durumundadır. Elbise
insanın avret yerlerini örter, soğuk ve sıcaktan korur. Mescid-i Haram yani
özel anlamı ile Beytullâh denen üniversitede üretilen bilgi, iyi, doğru ve
güzel gibi değerler de insanın iç aleminin şeytana açık olan çıplaklığını
örter, şeytanın etkisine karşı inşam korur. Bu bakımdan da Ka'be bir
üniversitedir.
Haram kelimesinin bir anlamı
"kutsal", diğeri de "hiçbir canlının öldürülmediği,
öldürülmesinin yasak olduğu güvenli yef'dir. Bakara 125'te iLÜ emnâ
"güvenli" kelimesi de bunun anlamı olmaktadır.
Bakara 125'te önce mesabe, sonra
emnâ kelimesinin olması manidardır. Mesabe, "iyinin, doğrunun, bilginin
üretildiği yer, üniversite" olduğuna göre, önce bu değerler üretilecek
sonra da güvenli olacaktır. Mesabe, yani bilginin olmadığı yerde güvenlik
olmaz. Câhillerin toplumunda güvenlik aramak hayalden öteye geçemez.
Beytullâh, başka bir adı ile
Mescid-i Haram üniversitesinin temelleri Hz. Âdem zamanında atıldı, daha sonra
Nûh tufanı ile izleri silinip gitmişti; ardından da Yüce Allah Hz. İbrahim'e
Beytullâh'ın yerini gösterdi, neresi olduğunu belirledi (Hacc 22/26) ve Hz.
İbrahim'e onu yeniden inşa etmesini söyledi. Demek ki Beytullâh ve geniş
anlamı ile Mescid-i Haram, insanlığın ilk ma'bedi (Âl-i İmrân 3/96), aynı
zamanda ilk üniversitesidir. İlk peygamber Hz. Âdem orada yaşadığı gibi son
peygamber Hz. Muhammed de orada yaşadı.
3.
İşte
gece yürüyüşü dediğimiz
İsrâ olgusu, insanlığın ilk ma'bedi, ilk üniversitesi olan Mescid-i
Haram (Beytullâh)dan başladı, yani bereket ve hidâyet kaynağı olan (Âl-i İmrân
3/96) Mescid-i Haram denen üniversiteden başladı.
Yolculuk, Mescid-i Aksa denen,
çevresi mübarek kılınan, yani kutsal olan üniversiteye doğru olmuştur. O
dönemde Mescid-i Aksa Yahudi ve Hıristiyanlar için önemli bir ma'bed idi. Yüce
Allah İsrâ l'de "çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa"
demektedir. Sadece Mescid'in kendisi mübarek değil, çevresi de mübarek idi. Bu
açıdan bakınca bu ma'bedin, yani üniversitenin Mescid-i Haram'a benzeyen yönü
olduğunu görür ve anlarız. Mescid-i Aksa da Yahudi ve Hıristiyanlığın eğitim
merkezi ve üniversiteleri idi. Demek ki Mescid-i Aksa, insanlığın ikinci
üniversitesi olma özelliğini taşıyordu. "Bir ma'bed ve üniversiteden başka
bir ma'bed ve üniversiteye gidiş"e İsrâ denmektedir. Burada şu soruyu
sormamız gerekiyor: Bu olgu niçin gerçekleştirilmiştir?
4.
"Kendisine âyetlerimizden
bir kısmını gösterelim diye." Âyetin bu kısmındaki gösterme fiilinin
başında yer alan lâm harfi, amacı, yani gece yolculuğunun niçinini
belirlemektedir. "Gösterme" eylemi, aslında öğretmek anlamına
gelmektedir. Bir şeye gözlem yaptırı-lıyorsa, o şey gösteriliyorsa öğretiliyor
demektir. Demek ki bu yolculuk, öğretim amaçlı yapılmıştır.
Yüce Allah, âyetlerinden bir
kısmını Hz. Peygamber'e öğretmek, göstermek için bu olguyu gerçekleştirmiştir.
Buradaki âyetlerden kasıt ne olabilir? Bu sorunun cevabını verebilmek için
En'âm 75'teki Hz. İbrahim'in olgusuna gitmemiz gerekiyor: "Böylece biz,
kesin iman edenlerden olması için İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu
gösteri yorduk." Hz. İbrahim'e gösterilen, yani öğretilenlerle Hz.
Muhammed'e gösterilenler arasında bir benzerlik olsa gerek. Melekût ile âyât
kelimesinin mana itibari ile yaklaşan tarafları vardır. Melekût kelimesinin
"kâinatın işleyiş ve idare ediliş kanunları" anlamına geldiğini
düşünürsek, âyât da "kanunlar, alametler, semboller" manasına
gelmektedir.
Âyât kelimesine, "mesajlar,
kâinatın idare ediliş kanunları" manası verilebilir. Bir bakıma
"göklerin ve yerin hükümranlığının kanunları" da denebilir. O zaman
Hz. Muhammed'in öğretimi ile Hz. İbrahim'in öğretimi arasında bir benzerlik
kurulabilir.
5. "O gerçekten işitendir,
görendir."
Âyetin başında sübhân olduğu
için, sonunda da işitme ve görme sıfatları gündeme getirilmektedir. Noksan
sıfatlardan münezzeh olan Allah, İsrâ olgusuna bu özelliği ile başladı;
ardından işitme ve görme sıfatlarıyla bu olguyu tamamladı. Çünkü âyetin içinde
yer alan "gösterme" anlamına gelen fiil, ancak görmesinde eksiklik
olmayan biri tarafından gerçekleştirilebilir. Görme ve işitme sıfatlarının
cüz'îsini Yüce Allah, kulu Hz. Muhammed'e verdiğinden onu öğretime tâbi
tutmuştur.
Genelde tefsirde İsrâ olgusu ile
beraber Mi'râc olgusu da anlatılır. Ama Yüce Allah bu âyette Mi'râc olayına
değinmediği için biz de değinmeyi uygun bulmuyoruz. Günümüzün bilimine göre
bir açıklama getirecek olursak şunu söyleyebiliriz: Hz. Peygamber'imizin İsrâ
olgusunda, onun önünden zaman ve mekan kaldırılmıştır. Bir bakıma onun bedeni
ışınlanmış ve bu ışınlanma anında mekan mefhumu ortadan kalkmıştır. Onun için
İsrâ'nın bedeni mi ruhî mi olduğu tartışmasına girmek lüzumsuz bir uğraşıdır.
Nasılından ziyade niçini üzerinde durmak daha faydalı olacaktır. Hz.
Peygamber'e neler öğretildi, insanlığa hangi mesajlar gönderildi, insanlığın
yücelmesinde onun yeri nedir? gibi sorulara cevap verilmelidir.
Şimdi şu soruyu sorabiliriz:
İsrâ olgusunun insanlığa getirdiği faydalar, değerler nelerdir? Bunları
maddeler halinde şöyle tesbit edebiliriz:
a) Yüce Allah mesajlardan bir
kısmını Hz. Peygamber'e öğretmek için özel bir öğretim ortamı hazırlamıştır.
b)
Mescid-i Haram denen üniversite ile Yahudi ve Hıristiyanların
üniversitesi olan Mescid-i Aksâ'nın birleştirilmesi, Hz. Peygamber'in onlara
yakınlaşması, yaklaştınlması için gerçekleştirilmiştir. Bu olay, Yahudi ve
Hıristiyanları İslam'a davet için önemli bir yaklaşım niteliğini taşımaktadır.
Kitap ehlinin öğretileri ile
İslam arasında müşterek noktanın bulunması için gerçekleştirilen bir yaklaşım
olan İsrâ, ayrılıkları, farklılıkları değil de kitap ehli ile olan müşterek
noktaları öne çıkarmak için yapılan bir öğretim ve birleştirme faaliyetidir.
Dedeleri Hz. İbrahim ile
torunlarından olan Hz. Süleyman'ın inşa ettiği Ma'bed ve üniversitelerin
birleştirilmesi, Allah'ın bitişmesini emrettiği şeylerin bitişmesini temin
etmektir (Ra'd 13/21). Demek ki isrâ, beyin, gönül ve nefis ülkelerinin
bitişmesi gibi, Ma'bed ve üniversitelerin bitişmesini gerçekleştirmek amacını
taşımaktadır.
c)
Kur'ân, daha önceki tüm peygamberlerin evrensel mesajları ile yerel bazı
mesajlarını alıp yer verdiği ve onları birleştirdiği gibi, İsrâda alınan,
öğretilen, verilen mesajlarda da bir müştereklik vardır.
Bu demektir ki İsrâ denen
öğretim faaliyeti, Kur'ân'in hem ma'bed hem değerler hem ibadetler hem de
tevhid inancı bakımından Kitap ehli ile Müslümanların sahip olduğu asgarî
müştereki tesis etme amacını güdüyordu.
d)
İsrâ olgusunun gece olması, Müslümanların insanlığı ihya edebilmeleri, geliştirebilmeleri için
gece de çalışmalarını ilke
haline getirmektedir.
Gündüz herkes çalışıyor, ama
geceyi değerlendirenler, medeniyette öne geçeceklerdir. Gece çalışanlar İsrâ
olgusunu kendi hayatlarına tatbik ediyorlar demektir. Maddeyi enerjiye,
enerjiyi maddeye çevirenler, uzun mesafeleri kısaltacaklardır. Kafasını yorup
teknoloji üretenlere, uzak mesafeleri kısaltacak şekilde Allah yardım edip
onları yürütecektir. Çalışanı Allah yürütür (Rahman 55/33). Bu bilgiyi
teknolojiye çevirme iledir ki insanlar göklerin ve yerin katlarını aşıp
gideceklerdir.
Hz. Süleyman'ın yanındaki ilim
adamının göz açıp kapayıncaya kadar Belkıs'ın tahtını getirmesi (Nemi 27/40)
olgusu, mu'cizesi bilim haline dönüşecektir. Kur'ân'da bu iki olgunun, yani
İsrâ ve Belkıs'ın tahtının anında getirilmesi insanların önüne çok ciddi
ödevler koymaktadır. Aksi takdirde onlar tarihi bir olgu olarak kalır, sonraki
nesillere bir kıssa olmaktan öte bir şey getirmez. Ama onlar bilimsel araştırma
yapan üniversitelerin önüne program koymakta, hedef göstermektedir.[3]
2. Musa'ya Kitab'ı verdik ve onu
İsrâiloğullarına, benden başka bir vekil edinmeyin diye rehber yaptık.
Bu âyeti Hz. Peygamber'in İsrâ,
yani gece yürüyüşü ile ilgili 1. âyetin içeriğini dikkate alarak açıklamayı
uygun buluyoruz.
1.
"Musa'ya kitabı
verdik."
Birinci âyette Mescid-i Aksâ'nın
yer alması, Hz. Peygamber'in o-raya götürülmesi, îsrâiloğullannı, başka bir
ifadeyle Kitap ehlini tevhid inancının etrafında toplamayı amaçlamaktadır. Hz.
Peygamber'den asırlarca önce yaşamış, ilâhî vahye mazhar olmuş ve bizzat
Allah'ın doğrudan konuştuğu Hz. Mûsâ ve ona verilen kitaba gönderme yapılarak
bu birleştirme gerçekleştirilmektedir.
Hz. Peygamber'e çevresi mübarek
olan Mescid-i Aksa yolculuğunda gösterilen mesajlar ile Hz. Musa'ya verilen
kitabın mesajları arasındaki benzerlik burada gündeme getirilmektedir. Hz.
Musa'nın peygamberliği sırasında geçen şu olgular Hz. Peygamber'in İsrâ
olgusunun küçük bir modelini oluşturmaktadır.
a) "Mûsâ, belirttiğimiz
vakitte buluşmaya gelip Rabb'i onunla konuşunca" (A'râf 7/143). Buluşma
yeri bilindiği
gibi Tûr dağı idi. Yüce Allah
onunla konuşunca ne dedi? "Ey Mûsâ, gönderdiklerimle, sözümle, seni
insanların başına seçtim. Sana verdiğimi al ve şükredenlerden biri ol,
dedi" (A'râf 7/144).
ailesiyle yola çıkınca, Tûr
tarafından bir ateş gördü. Ailesine: Siz bekleyin, ben bir ateş gördüm, belki
oradan size bir haber yahut ısınmanız için bir ateş parçası getiririm dedi.
Oraya gelince, o mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısından, ağaç tarafından
kendisine şöyle seslenildi: Ey Mûsâ! Bil kj ben, bütün âlemlerin Rabb'i olan
Allah'ım" (Kasas 28/29-30); "Ve asanı at" (Kasas 28/31);
"Elini koynuna sok; kusursuz bembeyaz çıkacaktır" (Kasas 28/32).
İşte bu olanlar Hz. Musa'nın da
bir çeşit İsrâ'sının olduğunu gösterir ve Hz. Peygamber'in İsrâ'sının küçük
bir modelini teşkil eder.
Bilindiği gibi peygamberlerin
hayatında tepe veya dağların bir o-kul işlevi olmuştur. Hz. Âdem'in hayatında
Arafat ve Cebel-i Rahman; Hz. Nûh için Cûdî dağı; Hz. Mûsâ için Tûr; Hz.
Muhammed için Cebel-i Nûr çok önemli yerlerdir. Bunlar, kısmî buluşma, kurtuluş
ve vahyin alındığı yerler olmuştur. Hz. Peygamber Cebel-i Nûr'daki Hirâ
Mağara-sı'nda vahyi almıştır.
Bütün bu dağlar, ilâhî okulun
tabiat çevresinde, müesseseleşmemiş halini ifade etmektedir. Ama Hz.
Peygamber'in Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya yürütülmesiyle bu iki mekanın,
ilâhî vahyin eğitim müessesesi olarak resmilik kazandığını söyleyebiliriz.
Artık Hz. Mûsâ gibi dağa yürütmek değil de, Mescid'e, yani bir müesseseye, bir
okula, bir ma'bede yürütmek gerçekleşmiştir. Artık insanlar vahyi ma'bette ve
okulda öğreneceklerdir. Bu da din eğitiminin resmi ve müesseseleşmiş halini
ifade etmektedir.
Demek ki Hz. Peygamber'in İsrâ
olayı, din eğitiminin resmi kurumlarda olmasına bir işaret teşkil etmekte,
Cebel-i Nûr'dan Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa'ya eğitimi aktarmanın ve müesseseleşmenin
gerekli olduğu değişimi ifade etmektedir.
2.
"Ve onu İsrailoğullarına
benden başka bir vekil edinmeyin diye rehber yaptık."
Âyetin bu kısmı, Hz. Musa'ya
gönderilen kitabın Kur'ân ile olan müşterek görevi belirlenmekte ve bunun
"rehberlik" olduğuna işaret edilmektedir. Ama Hz. Musa'nın kitabının,
İsrailoğullarına rehberlik yapacağı da vurgulanmaktadır. Kur'ân'da Hz. Musa'ya
indirilen Kitab'm Tevrat olduğuna dair bir işaret olmamakla beraber, genel
kabul Tevrat'ın ona indirildiğinden yanadır. Eğer Hz. Musa'ya verilen kitap
Tevrat ise, Mâide 44'te de onun bir rehber olduğu hatırlatılmaktadır.
Burada şu soruyu sorabiliriz:
Hz. Musa'nın kitabının rehberliği hangi konuda olacaktır? Yüce Allah bu soruyu
âyetin devamında cevaplandırmaktadır: "Benden başka bir vekil edinmeyin
diye" ifadesi, insanlara kime tevekkül edeceklerini öğretme konusunda
rehberlik yapacaktı.
Bundan anlıyoruz ki,
İsrâiloğullarının, dönemlerinde kime dayanıp güvenecekleri konusunda sorunları
vardır. Demek ki, tevhid inancının en çok yaralı olduğu konu tevekkül meselesi
idi. Tek olan Allah, aynı zamanda tek vekil olmalıdır.
Vekîl kelimesi, "işlerin
havale edildiği, işleri üstlenen kefil" demektir. Başkasına ait bir işi,
bir meseleyi çözmek için emanet veya havale edilen kimseye vekîl denmekte,
ayrıca bir başkasının davranışlarından sorumlu olan kimse manasına da
gelmektedir. Birinci anlamı ile de ahlâkı ilgilendirmektedir. Şimdi kelimenin
Kur'ân'daki manalarına bakalım.[4]
1) Koruyucu
Bu kelime Allah için
kullanıldığında bu anlama gelmektedir, "Bir kısım insanlar, mü'minlere:
Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar, aman sakının
onlardan! dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha artırdı ve Allah
bize yeter. O ne güzel koruyucudur, dediler" (Al-i İmrân 3/173).
2)Savunucu
Haydi siz dünya hayatında onlara taraf çıkıp
savundunuz, ya kıyamet günü Allah'a karşı onları kim savunacak yahut onlara kim
vekil olacak" (Nisa 4/109). Bu âyetteki vekîl kelimesi "savunucu,
destekçi" anlamına gelmektedir.
3) Gözetiminde tutmak
"İşte Rabb'iniz Allah
budur. O'ndan başka ilâh yoktur. O her şeyin yaratıcısıdır. Öyleyse yalnız
O'na kulluk edin. Zira O'dur her şeyi görüp gözeten" savlama çelmektedir.
4) Kaderi belirleyici olmak
"Allan her §eyin
yaratıcısıdır ve yalnız O'dur her şeyin yönünü ve sonucunu belirleme gücüne
sahip olan" (Zümer 39/62). Aslında yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 2'de
de bu anlama gelmektedir. Varlıkların geleceğini, sonuçlarını, yani kaderlerini
belirleyen nüfuz ve kudret sadece Allah'a aittir.
İnsanların geleceğini belirleyen
tek güç Allah'tır. Bu inanç biçimi tevhidin ayrılmaz, olmazsa olmaz boyutunu
teşkil etmektedir. İnsanların problemlerini çözen, onları koruyan ve her yönü
ile gözeten yegane güç Allah'a aittir. İşte Hz. Musa'ya indirilen kitabın
rehberliği bu yönde olacaktı. Bu temel ilke Kur'ân'da merkezi konuyu teşkil
etmekte, Kur'ân'm Tevrat'ı tasdik edici olduğu ana konulardan biri olmaktadır.
Bütün peygamberlerin vahyleri aynı ilkeyi devam ettiren bir süreç niteliğini
taşımaktadır.
Müslüman ve Kitap ehlinin din
eğitimcileri dinlerin bu müşterek noktasını görüp insanları bu doğrultuda
bilgilendirmelidirler. O zaman Kitap ehli ile Müslümanlar düşman değil dost
olacaklardır. Tevhid inancının temel alındığı bir anlayış, inanış ve bilinç
düşmanlık değil. birlik beraberlik meydana getirecektir. Tevhid inancının
sosyal hayata beraberlik meydana getirecektir. Tevhid inancının sosyal hayata
yansıması bu olmalıdır.[5]
3. Ey Nûh ile beraber (gemide)
taşıyarak kurtardıklarımızın soyundan olanlar! Doğrusu Nûh çok şükreden biri
idi.
Âyete tek başına bakınca, önceki
âyetlerle bağlantısı olduğu fark edilmeyebilir. Allah'tan başkasını vekil
edinmemek nasıl tevhid inancının olmazsa olmazını teşkil ediyorsa, şükür de
müminin temel niteliklerinden birini temsil etmektedir.
Şükür hem "iman etmek"
hem de "sahip olunan nimetin kıymetini bilip karşılığını yapmak"
anlamına gelmektedir. O zaman, Allah'a iman eden birinin, şükretme ibadetini de
yerine getirmesi gerekir. Şükrün, en eski ibadetlerden biri olduğunu göstermek
için Yüce Allah, onu Hz. Nûh örneği ile açıklamaktadır.
İnsanların ikinci atası Hz.
Nuh'tur. Nûh ile beraber gemide taşınanların soyu, bütün insanlıktır. Buradaki
nidanın dar manada İsrâiloğullarına ait olduğunu söylemek doğru olmaz. Ama bize
göre bu hitap, birinci derecede İsrâiloğullarını ilgilendirmektedir. Çünkü Yüce
Allah Firavun'un esaretinden onları kurtarmasına, Hz. Mûsâ ve Hz. Hâ-rûn gibi
nice peygamberleri onların içinde göndermesine rağmen bu nimetlerin şükrünü
yeteri kadar yapamamışlardır. Dedeleri Hz. Nuh'u örnek göstererek Yüce Allah,
onları şükretmeye davet etmektedir.
Âyet, bize göre hem Hz. Musa'ya
gönderilen kitapta hem de Kur'ân'da yer almaktadır. Kur'ân'da yer alması ile
yerel olmaktan çıkmış evrensel bir boyut kazanmıştır. Sahip olduğumuz
varlığımızın, bedenimizin, ruhî melekelerimizin, özellikle aklımızın, maddî
nimetlerimizin, beslenmemizi temin eden nimetlerimizin Allah'tan geldiğini
bilmek, şükrün birinci basamağıdır.
Hz. Nuh'un, bize göre en büyük
şükür gerekçesi, kâfirlerin baskısından tufan ile kurtulması, tufanın sonunda
selamete ermesi olmuştur. Hz. Nûh kendi şahsına ait nimetler konusunda
şükrederken, genel nimetler bakımından hamdetmesini de Allah ona emretmiştir,
"Sen, yanındakilerle birlikte gemiye yerleştiğinde: Bizi zâlimler
topluluğundan kurtaran Allah'a hamdolsun de" (Mü'minûn 23/28).
Hamdettikten sonra şu ifadeyi kullanarak, nimetin kimden geldiğini itiraf
ederek tevekkül de ona emredilmektedir: "Ve de ki: Rabb'im! Beni bereketli
bir yere indir. Sen, iskan edenlerin en hayırlısısın" (Mü'minûn 23/29).
Biraz daha derinden bakarsak,
Hz. Nuh'un gemi ile taşınıp Cûdî dağına inmesi de onun İsrâsı olmaktadır.
Üçüncü âyetin birinci âyetle olan bağlantısı bu açıdan kurulabilir. Hz. Nûh
kâfirlerden kurtulabilmesi için bulunduğu mekandan gemi ve tufan vasıtası ile
Cûdî dağına yürütüldü.
Hz. Mûsâ, Mısır'dan çıkıp yine
deniz yarılarak, Tûr dağına yürütülerek kâfirlerden kurtuldu. Hz. Muhammed de
Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya yürütülmesinin ardından hicret ederek
kâfirlerden kurtuldu. Ancak Hz. Muhammed'in yürütülmesi mabedden mabede, öğretim
müessesesinden öğretim müessesesine olmuştur. Artık kâfirlerden kurtuluş
öğretim müesseseleriyle olacaktır, dağlarla tufanla değil. Tufan artık
bilgidir, Nuh'un gemisi de insan aklıdır. Bilgi denizinde yüzen akıl gemisi,
erdemin Cûdî dağına oturacaktır.
İşte İsrâ sûresinin ilk üç
âyeti, üç peygamberin yürüyüşünü gündeme getirmektedir. Bu âyetleri bir bütün
olarak düşünmek gerekiyor. Hz. Muhammed'in gece yürüyüşü denen İsrâ'sına Kitap
ehlinin inanması için Hz. Mûsâ ve Hz. Nuh'un İsrâ'lan örnek verilmektedir. Hz.
Peygamber'e İsrâ olgusunda verilen mesajların öncesi ile sonrası birleşince
insanlığın kurtuluşu olmaktadır.[6]
Kitapta İsrailoğullarına
Bildirilenler:
4. Kitapta İsrâiloğullarına: Andolsun,
yeryüzünde iki defa bozgunculuk yapacaksınız ve büyüklendikçe
bü-yükleneceksiniz, diye bildirmiştik.
5. Birincisinin vakti geldiği zaman, pek güçlü
olan kullarımızı üzerinize salacağız ve evlerin arasında dolaşacaklar. Bu
yerine gelecek bir vaad idi.
6. Sonra sizi onlara yeniden üstün getirdik.
Servet ve çocuklarla gücünüzü artırdık, sayınızı daha da çoğalttık.
7. İyi davranırsanız, kendinize
iyi davranmış olursunuz, eğer kötü davranırsanız kendinize kötü davranmış olursunuz.
Artık diğer cezalandırma zamanı gelince, yüzünüzü kara etsinler, daha önce girdikleri gibi yine Mescid'e
girsinler ve ele geçirdiklerini yerle bir edecek kimselerin tekrar gelmesi
olağandır.
Bu âyetler özelde
İsrâiloğullarının başına gelen belaları sebep-sonuç ilişkisi içerisinde
anlatmakta, genelde de bütün insanlığa sosyal olguların sebep-sonuçlarım
anlatarak önemli bir ders vermektedir. Âyetlerin analizinden bunları anlamaya
çalışacağız.
1. "Kitapta İsrâiloğullarma
bildirdik." Âlimler bu kitabın Tevrat olduğunu söylemektedirler. Kur'ân'da
Tevrat'ın îsrâiloğullarına gönderildiğine dair bilgi var ama Hz. Musa'ya
gönderildiğine dair bir bilgi yoktur. Hz. Musa'ya kitap verildiğine dair
âyetler vardır ve bunlardan biri de az önce yorumunu yaptığımız İsrâ 2.
âyettir. Demek ki 4. âyette geçen kitap, Hz. Musa'ya verilen kitaptır.
Burada önemli olan az sonra
anlatılacak olanları Yüce Allah'ın vahy yolu ile İsrâiloğullarma bildirmesidir.
Onların vahyî bilgiye dayanmış olması sebebiyle Kur'ân'da yer almasıdır. Daha
önce vahy yolu ile bildirilmiş ve Kur'ân onu tekrar gündeme getirmiştir.
Âyette geçenfcii kadaynâ fiili,
Bakara 117'de açıklanmıştır. Bu kelime Kur'ân'da şu manalara gelmektedir:
Hükmetmek, emretmek (Bakara 2/117; İsrâ 17/23); son vermek (Kasas 28/15);
tamamlamak (Kasas 28/29); canını vermek (Ahzâb 33/23); karar vermek (Ahzâb
33/36); açığa vurmak (Yûsuf 12/68); vahyetmek, bildirmek, açıklamak, (Hicr
15/66; İsrâ 17/4); işi bitirmek (En'âm 6/8); gidermek (Hacc 22/29); yaratmak
(Fussilet 41/12).
Burada bildirmek, açıklamak,
vahyetmek anlamına gelmektedir. Bu kelimenin öz anlamında, önceden bildiğini
geleceğe yönelik olarak insanlara açıklamak, hükme bağlamak vardır. Yüce
Allah'ın bu şekilde bildirmesinin, onların gelecekte bunları yapacaklarına
yönelik belirleyici bir etkisi var mıdır? Onların istikbalde yapacaklarını
Allah bildiği için mi bildirdi yoksa, öyle bildirdiği için mi öyle yapmak
mecburiyetinde kalacaklardır? İşte bu sorunun cevabı İslam'ın kader anlayışının
çok önemli bir kısmını teşkil etmektedir. Yani onların istikbaldeki davranışları
bir alın yazısı mı idi? Kur'ân'm geneline bakınca Yüce Allah kullarını kötüden
korumak için peygamber ve vahy yani kitap göndermektedir. Kötü fiillerin
arkasında ilâhî irâde yoktur; kulun irâdesi vardır. Kulun istediğini Allah
yaratır. O zaman âyetteki kadaynâ fiili, kulun yaptıklarından sonra
gerçekleşecek olana işaret eden ilâhî bir eylemdir.
Demek ki, kötüyü kul ister Allah
yaratır; iyiyi ise Allah hem ister hem de yaratır. Şimdi bu formülü dikkate
alarak âyetin devamını açıklamak zorundayız.
2.
"Andolsun yeryüzünde iki
defa bozgunculuk yapacaksınız ve büyüklendikçe büyükleneceksiniz."
Âyeti yöresel, yani tarihî
boyutuyla ele aldığımızda Jüy. merrateyni "iki kerre" ifadesinden
tarihte onların bozgunculuğu, kibirlenmeleri iki kere olacak anlamı çıkar. Ama
buradaki "iki defa" ifadesi, gerçekten "iki defa"yi değil
çokluğu ifade etmektedir. Fırsat bulduklarında bunu yapacaklardır. Bozgunculuk
ve kibir, İsrâiloğullarının, bulundukları gelişmişliği, medeniyeti, seviyeyi
hazmedememelerini göstermektedir. Kibir, psikolojik bir durum iken bozgunculuk
sosyal bir durumu ifade etmektedir. Hâlâ Yahudilerin "üstün ırk"
anlayışları, iddiaları bu psikolojinin uzantısını teşkil etmektedir. İnsanları
toz kadar görmek, kendinde ırk olarak bir ayrıcalık hissetmek ve bunu
davranışlarına yansıtmak bozgunculuğu meydana getirmektedir. Geçmişte öyle
oldu, şimdi de öyle olmakta, gelecekte de öyle olacaktır.
Bu açıdan baktığımız zaman,
âyette bir sebep-sonuç ilişkisini görüyoruz. Kibir sebep, fesat yani
bozgunculuk çıkarmak da sonuç olmaktadır.
İşte bu noktada bir önceki
bölümde sorduğumuz soru gündeme gelmektedir. îsrâiloğullarının fesat çıkarması
ve kibirlenmesi önceden Allah tarafından bilindiği için söylenmiştir. Yoksa
Allah onları bozgunculuk yapın ve kibirlenin diye zorlamaz. Böyle olsaydı,
onları sorumlu tutmazdı.
a)
Burada şu soruyu sorabiliriz:
Nasıl bozgunculuk yapıyorlardı,
yapıyorlar ve yapacaklardır?
Sorunun bir cevabı Mâide 64'tedir:
"Ne zaman savaş için
bir ateş yakmışlarsa, Allah onu söndürmüştür. Onlar
yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar; Allah ise bozguncuları sevmez." Demek
ki, savaş ateşini yakmak, onların bozgunculuklarının bir boyutudur. Savaşın çıkması
için uğraşı verip toplumları birbirine düşürmek fesattır.
b) İnsanların inançları ile
dinleri ile alay etmek, inanç özgürlüğünü ortadan kaldırmaya çalışma
bozgunculuktur.
"Ey iman edenler! Sizden
önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve
kâfirleri dost edinmeyin. Allah'tan sakının, eğer mü'minler iseniz" (Mâide
5/57).
c) Haklarına razı olmayıp,
başkasının hakkına tecavüz etmeleri (Bakara 2/60).
d)
"Yahudilerin zulmü
sebebiyle, bir de çok kimseyi Allah yolundan çevirmeleri, men edildikleri halde
faiz almaları ve haksız yollarla insanların mallarını yemeleri nedeniyle daha
önce kendilerine helal kılınan (aslında) temiz yiyecekleri onlara haram
kılmıştık" (Nisa 4/160-161).
e) Peygamberleri öldürmeleri (Bakara
2/61; Âl-i İmrân. 3/112; Nisa 4/155),
f)
Allah'a verdikleri sözde durmayıp birbirlerini öldürmeleri ve birbirini
yurtlarından çıkarmaları (Bakara 2/84-
İşte İsrâiloğulları bu ve buna
benzer pek çok şeyde bozgunculuk çıkarmışlardı.
Günümüzdeki Kitab-ı Mukaddes'te
onların nasıl fesat çıkardıkları anlatılmaktadır:
"Kendinize putlar yapmayacaksınız ve kendiniz için
oyma put ve dikili taş dikmeyeceksiniz ve önünde secde etmek için
memleketinizde resimli taş kurmayacaksınız. Çünkü ben Allah'ınız Rabb'im.
"Eğer kanunlarımda
yürürseniz ve emirlerimi tutarsanız ve onları yaparsanız, o zaman
yağmurlarınızı vakitlerinde göndereceğim ve yer mahsulünü verecek ve kırın
ağaçlan meyvelerini verecekler. Ve memlekete selamet vereceğim ve yatacaksınız
ve sizi korkutan olmayacak ve kötü hayvanları memleketinizden kaldıracağım ve
memleketinizde düşmanlarınızı kovalayacaksınız ve önünüzde kılıçla düşecekler.
Ve yeryüzünü size çevireceğim sizi semereli edeceğim ve sizi çoğaltacağım.
"Fakat beni dinlemez ve bütün bu emirlerimi
yapmazsanız ben de size şunu edeceğim: Dehşeti gözleri söndüren ve canı
yıprandıran, veremi ve sıtmayı üzerinize koyacağım ve tohumunuzu boş yere
ekeceksiniz ve onu düşmanlarınız yiyecek. Yüzümü size karşı koyacağım ve düşmanlarınızın
önünde vurulacaksanız, sizden nefret edenler, üzerinize hükümdar olacaklar: ve
sizi kovalayan yokken kaçacaksınız. Ve eğer bunlarla da beni dinlemezseniz, o
zaman suçlarınız için sizi yedi kat daha tedib edeceğim. Ve kuvvetinizi,
gururunuzu kıracağım; ve göklerinizi demir gibi edeceğim ...
"Ve eğer bana karşı yürür
ve beni dinlemeye razı olmazsanız, suçlarınıza göre üzerinize yedi kat daha
bela getireceğim ... Ve benim tarafımdan bunlarla da ıslah edilmezseniz, ben
de size karşı yürüyeceğim ve ben de saçlarınız için sizi yedi kat vuracağım. Ve
üzerinize ahdin öcünü alan kılıcı getireceğim. Ve şehirlerinize toplanacaksınız
ve aranıza veba göndereceğim ve düşman eline vereceğim.
"Ve eğer bununla da beni
dinlemezseniz ve bana karşı yürürseniz; o zaman ben size karşı öfke ile
yürüyeceğim; ben de suçlarınız için sizi yedi kat tedib edeceğim. Ve
oğullarınızın etini ve kızlarınızın etini yiye-
Geçmiş nesillerin yaptıkları
iyilikleri överek, mezarlarla gurur duyarak milleti ayakta tutmak mümkün
değildir. Her nesil kendi iyisini, güzelini, faydalısını yapmalı, faydalı insan
yetiştirmelidir.
b)
Âyetin devamında yer alan
"İU b\ in ese'tüm "kötü davranırsanız" ifadesi Fussilet 46'da
ilü esâe kalıbında yer almaktadır. Kötülük eden kendine kötülük etmiş olur.
İyilik kendi lehine; kötülük ise kendi aleyhinedir. Ayette iyilik yapma,
kötülük yapma fiillerinin öznesi insandır.
Kendi toplumu içinde kötülük
üretenler kendi toplumlarına zarar verirler, başka toplumlara değil. Ama
insanlık çapında kötülük işleyenler bütün insanlığa zarar vermiş olurlar.
6.
"Artık diğer cezalandırma zamanı gelince, yüzünüzü kara etsinler,
daha önce girdikleri gibi yine Mescid'e girsinler ve ele geçirdiklerini yerle
bir etsinler."
Öyle anlaşılıyor ki bu ifade
iyiden kötüye doğru değişimin olacağına işaret etmektedir. İsrâiloğullarına
yeniden devleti kurma fırsatını verdikten sonra, yine fesat çıkarır ve aşırı
derecede kibirlenirlerse, birinci uygulama tekrar edecektir.
Muhammed Esed'e göre M.S. 70
yılında Titus tarafında ikinci mabetleri ve Yahudi eyaletleri yakılıp yıkıldı.
Süleyman Ateş'in naklettiğine göre bu olay, M.Ö. VI. yüzyılda Babil Kralı
Nabukodanasır tarafından Yahuda devletinin yıkılması, başkenti Orselim'in
tahrip edilip halkının Babil'e sürülmesidir.
Bize göre bu durum devam edecek
olan bir süreç niteliğindedir. Peki ikincisinde ne oldu ya da ne olacak? Âyetin
devamı bu soruyu cevaplandırmaktadır.
a)
"Yüzünüzü kara
etsinler." Bilindiği gibi "yüz" insanın iç alemindeki
fırtınaları, ruh durumunu, mutluluğu veya mutsuzluğu en iyi şekilde yansıtır
ve insanın tüm benliğini de ifade etmektedir (En'âm 6/79).
Burada "yüzün kara" edilmesi, "onurunu
ayaklar altına almak, o-nurunu kırmak, şahsiyetini küçültmek" manasına
gelmektedir.
b)
"Daha önce girdikleri gibi
yine Mescid'e girsinler."
Demek ki birinci savaşta
İsrâiloğullarının ma'bedine namahrem eli değmişti. Burada Ma'bed, toplumun
namusunu, onurunu, devletin bağımsızlığını temsil etmektedir. Ma'bedine
namahrem eli değen toplumlar yıkılmış demektir. Onun için Mehmed Akif Ersoy,
namahrem elinin Ma'bede değmemesi için Allah'a bütün benliği ile yalvarmıştır.
c) "Ele geçirdiklerini yerle
bir etsinler."
yütebbirû, "helak edip yok etmek" anlamına
gelmektedir. Bu kelime Â'râf 139'da yok oluşa götürmek/yok olmak; Nûh 28'de de
"helak etmek" anlamına gelmektedir. Eski kötülüklerine dönerlerse,
üzerlerine gönderecek olduğu kullar da her şeyi yerle bir etmiş olacaklardır.
Netice olarak diyebiliriz ki,
Yüce Allah bütün dünya insanlığına, kötünün, kötüyü nasıl çağırdığını, hiçbir
kötülüğün, yapanların yanma kalmadığı ve kalmayacağını öğretmektedir.
Kötülükler bir toplumu
çürütmekte, nefes almasını önlemekte, sosyal bağışıklık sistemini kırmakta ve
bütün sosyal virüslere açık hale getirmektedir. Toplumların yaşayabilmesi,
varlıklarını devam ettirebilmesi için, manevî bağışıklık sistemini güçlü
tutmak gerekiyor. Bozgunculuğu, aşın kibri kırmak için mücâdele vermenin yolu
da eğitiminden ve siyaseten geçmektedir. Selim aklı devreye sokmak, tefrikayı
önlemek, ahlâkî değerleri hayata geçirmek toplumları ayağa kaldıracaktır.[7]
8.?e/£/ /îa^ 'iniz sfeg merhamet
eder, fakat siz eğer yine (fesatçılığa) dönerseniz, biz de sizi yine cezalandırırız.
Biz cehennemi kâfirler için bir hapishane yaptık.
Bu âyet, 4. âyette geçen
"iki defa" ifadesinin çokluk ifade ettiğinin en belirgin delili
olmaktadır. Çünkü bu âyet, "bir kere daha dönme ihti-mali"ni gündeme
getirmektedir.
1.
"Belki Rabb'iniz size
merhamet eder." Âyetin bu kısmından şunları anlıyoruz:
a)
İkinci bozgunculukları ve aşırı derecede kibirlenmelerinin ardından 7.
âyette verilen veya verilecek olan cezanın ardından yine durumlarında bir
düzelme olursa, Yüce Allah yine onlara devlet kurma fırsatını verebileceğine
işaret etmektedir.
b)
Bu da bize şunu gösteriyor ki, İsrâiloğulları
ve şimdiki isimleriyle Yahudiler, her an dünyada bozgunculuk yapabilir, aşırı
kibirlenerek kendilerinin asil ve seçkin ırk olduklarını iddia eder hale
gelebilirler. İkinci fesatlarından sonra merhamete uğramalarının anlamı
affedilebil-meleri manasına da gelebilir.
c)
Biz âyetteki bu ifadeden bütün toplumlar için genel bir ilke çıkartabiliriz:
Yüce Allah merhametinin başka bir açıdan tanımını yapmaktadır. Merhamet,
cezalandırdığı bir topluma acıması ve onları tekrar eski durumuna getirmesi
demektir.
2.
Lİâp 'e's* b\j "Fakat siz eğer yine (fesatçılığa) dönerseniz, biz
de sizi yine cezalandırırız."
Demek ki bir kere daha, bir daha dönme ihtimalleri var. Ve
bu durum onların dünyanın başına bela olma bakımından bir davranış süreci
yaşadıklarını ve yaşacaklarını ifade etmektedir. Onlar kötü hallerine, günaha,
fesada döndükçe Allah da cezalandırmayı tekrar edecektir. Bunun anlamı,
Allah'ın merhametini istismar etmemeleri için bir uyarıdır.
Onların döneklikleridir ki, Yüce
Allah âyetin başında "ihtimal" anlamına gelen IJLs- 'asâ kelimesine
yer vermiştir. Bu ihtimalin anlamı da, Allah'ın kendi merhametini istismar
ettirmemesidir. Yüce Allah kulunun irâdesine güvenmediği için, merhametini de
ona göre ayarlamaktadır.
Diğer taraftan, bu âyet,
insanlara merhamet eden Allah'ın, onları artık cezalandırmayacağı manasına
alınmaması uyarısını da yapmaktadır. Cezadan merhamete nasıl geçiliyorsa,
merhametten de cezaya geçilebileceğine işaret edilmektedir.
3. "Biz cehennemi kâfirler
için bir hapishane yaptık."
Âyetin bu kısmında geçen l^-f^-
hasîrâ kelimesi, "zindan, hapishane, onlan kuşatan ve bağlayan bir
yer" anlamına gelmektedir. Bundan anlıyoruz ki. İsrâiloğullarına bu
dünyada verilen cezalar hafif kalmaktadır: esas cezayı âhirette göreceklerdir.
Çünkü dünyadaki ceza kısa bir zamanı kapsamakta, kimi zaman da ondan kurtulma
imkanı bulunmaktadır. Böylece bozgunculuk yapan, aşırı derecede kibre kapılan
milletleri Yüce Allah âhirette de cezalandıracağını hükme bağlamaktadır.
Ayrıca âyetin bu kısmı, ceza
hukukunda hapis uygulamasına da a-sırlar önce işaret etmiş oldu. Hapse atılıp
hürriyetin kısıtlanması en ağır cezalardan biridir. Benzer fiillere her zaman
aynı cezanın uygulama zorunluluğunu da ortadan kaldırmaktadır.[8]
9-10. Doğrusu, bu Kur'ân,
dosdoğru olanı gösterir ve iyi işler yapan mü'minlere büyük ödül olduğunu ve
âhirete inanmayanlara da acı bir azap hazırladığımızı bildirir.
Birinci âyette, Hz. Peygamber'in
Mescid-i Harâm'dan Mescid-i Aksa'ya yürütülüp orada bazı âyetlerin ona gösterilmesi,
öğretilmesi konusu ela alındıktan sonra, Hz. Musa'ya verilen Kitap ve onun
görevleri üzerinde durulmuştu. Hz. Muhammed, Hz. Mûsâ ve Hz. Nûh peygamberlerin
arasında kurulan köprü, ilâhî eğitimin bir süreç niteliği taşıdığına işaret
etmek için idi. Bunun ardından bozgunculuk yapmanın, üstün ırk olduğunu iddia
ederek diğer milletlere karşı aşırı kibirlenmenin nelere mal olduğu,
sonuçlarının neler olduğu konusuna girilerek Ma'bed'e dokunmanın ne kadar onur
kırıcı olduğu, bağımsızlığın, namusu temsil ettiğini öğrendik. Şimdi de
Kur'ân'a ve onun görevleri ile içerdiği konulara geçilmektedir.
1.
"Doğrusu bu Kur'ân,
dosdoğru olanı gösterir."
Ayetin bu kısmında yer alan akvam kelimesi için "en
doğru" anlamının verilmesini Râzî uygun bulmamakta, Muhammed Esed de ona
uygun bir meal yapmaktadır: "Gerçek şu ki, bu Kur'ân o dosdoğru olan yolu
göstermektedir." Bu meali Râzî'nin, "Kur'ân hiçbir şeyle mukayese
edilemez" ilkesinden hareket edersek doğru bulmamız gerekiyor. "En
doğru" tercümesi, başka doğru olduğunu ifade eder ki, Râzî bunu Kur'ân'a
aykırı bulmakta, ^»1 akvam kelimesinin ve kalıbının mukayese bildiren ism-i
tafdîl değil de ism-i fail manasında alınmasını önermektedir. Tıpkı jŞ\ «ut
Allâhüekber ifadesine "Allah uludur, büyüktür" manasını verdiğimiz gibi,
buradaki 'fi\ akvam kelimesine de "dosdoğru" manasını vermemiz uygun
düşmektedir.
Ne demektir "dosdoğru
olan?" Ahlâkî mükemmellik, ahlâkî erdem, güzellik, ferd, toplum ve
insanlığa yararlı olan her şey, tevhid i-nancı, toplumları çürüten her kötülükten
arınma, hak ve adalet, insan hak ve özgürlüklerine saygı duyma, bilgi ve
bilince dayanan hareketler bu kapsama girmektedir.
Âyetin bu kısmında geçen ^x^ yehdî kelimesine
"göstermek" manasını verdik; ama aslında "götürmek" manası
da verilebilirdi. Kur'ân dosdoğru olana götürmektedir. "Göstermek"
aslında "götürmek" manasını içirmektedir. "Göstermek" veya
"götürmek" aynı zaman da "dosdoğru" olanı öğretmektedir.
Böylece Kur'ân'ın öğretim faaliyeti ortaya çıkmaktadır.
Bundan şu öğretim ilkesini
çıkartıyoruz: Öğretim faaliyeti yetiştirmekte olduğu insanların beynine,
insanlık için bir yarar sağlamayan, güzellik taşımayan, erdeme bir şey
katmayan, arınmaya yardım etmeyen fuzûlî, modası geçmiş, tedavülden kalkmış
para gibi geçerliliği kalmamış bilgileri sokmamalı: güzeli, erdemi,
dosdoğruyu, faydayı taşıyan bilgi ile donatılmalıdır Ama öğretim faaliyeti
dosdoğru olanı gösterecek veya ona götürecek, insanın kendisi onu alıp
şahsiyetine, davranışlarına, hayatına sindirecektir. Onun içindir ki Yüce Allah
"gösterir" veya "götürür" diyor, ama "zorla
götürür" demiyor. "Dosdoğru olan" tabiatı gereği çekici bir
cazibeye sahiptir, albenisi vardır; önemli olan onu göstermek, ona götürmektir.
2. "İyi işler yapan
mü'minlere büyük ödül olduğunu müjdeler."
İşte Kur'ân'ın eğitim görevi de
burada ortaya çıkmaktadır. Dosdoğru olanı göstermek veya ona götürmek bir
öğretim faaliyeti iken, ödülü müjdelemek de eğitim faaliyetine girmektedir.
Ayetin bu kısmında geçen kavramlardan, birinci bölümde geçen fö
"dosdoğru" kelimesine bakarsak, dosdoğrunun ne olduğunu daha rahat
anlayabiliriz. Kur'ân'in gösterdiği dosdoğru, iman ve iyi işlerdir. Böylece
Kur'ân, bunları hayata geçirenlere büyük ödülü müjdelemektedir.
Bu büyük ödül ne olabilir? Daha
önce İsrâ 6'da geçen "devlet kurma" imkanı, ekonomik güç, vasıflı bir
nüfus, sosyal güç ve bunların neticesi olan güçlü devlet olabilir.
Ama 10. âyete göre düşünürsek bu
ödülün, âhiretteki cennet, mutluluk ve selâmet olduğunu söyleyebiliriz. Büyük
ödül olduğuna göre, her ikisini birden de düşünebiliriz. İman, iyi işler
yapmak, ödül, müjde gibi kavramlarla kurulu olan âyetin bu kısmı bir eğitim
faaliyetini ifade etmektedir.
3. "Ve âhirete inanmayanlara
da acı bir azap hazırladığımızı bildirir." Âlimler âyetin bu kısmını
Yahudilerle ilişkilendirmişlerdir. Biz buradaki âhirete inanmayanlar
ifadesinden maksadın genel manada kâfirler olduğuna inanıyoruz.
Ayetin bu kısmı ile 9. âyetteki
"dosdoğru" kelimesine bakabilir, dosdoğrunun kapsamı içinde âhirete
iman olduğunu söyleyebiliriz. Kur'ân âhirete imanı gösteriyor, öğretiyor olduğu
halde ona inanmayana da acıklı azabı bildirmekte, böylece iman ile ödül; inkâr
ile azap arasındaki bağlantıyı kurarak, can alıcı bir eğitim faaliyeti
yürütmektedir.
Demek ki Kur'ân önce öğretim
sonra da eğitim faaliyetini devreye sokmaktadır. Öğretim ile dosdoğru olanı
gösterip öğretiyor, sonra da onun hayata geçirilmesini istiyor. Hayata
geçirenleri ödüllendiriyor, geçirmeyenleri de cezalandırıyor. Bilgilendirme
olmadan, yani peygamber gönderip öğretim yapmadan cezalandırmanın olmayacağını
ilke haline getiriyor (İsrâ 17/15).[9]
11. İnsan, iyiliği isteyeceğine
kötülüğü ister. Çünkü insan acelecidir.
Demek ki insan bazen iyiliği
istediğini zanneder ama aslında kötülüğü istediğinin farkında değildir. Bu
âyetin analizinden çıkaracağımız neticeler vardır.
1. İnsan kendi duygu ve istek
âleminin boyutuna pek güvenmeme-lidir. Duygu ve istek alanı çok kaypak bir alan
olduğu için insanı yanıltabilir. Kaypak olan duygu alanına ayağını sağlam
basmak gerekiyor. Ayağını sağlam basmanın yolu da, bilgiden geçmektedir. Bu
demektir ki, bilmediğin bir şevi Allah'tan istemeyeceksin (Hûd 11/46). Hz. Nûh
bilmediği bir şeyi Allah'tan istediği için uyarılmıştır.
Daha önce Bakara 216"da sevgi denen duygunun insanı
yanıltacağına dikkat çekilmişti: : "Hoşunuza gitmediği halde savaş size
farz kılındı. Sizin için iyi olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin
için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir siz
bilmezsiniz."
Demek ki bilmeyen insan, kötüyü
sever ve ister; iyiyi sevmez ve istemez. Böylece kendi yararının nerede
olduğunun farkına varamaz.
2. Yüce Allah insanın bu tarz
yanılgısının nedenini gündeme getirmektedir. Çünkü insan acelecidir. İnsanın
doğuştan getirdiği önemli özelliklerinden biri "aceleci" olmasıdır.
Acelecilik, insanı duasında yanıltmaktadır. Çünkü acelecilik ona konuyu
enine-boyuna analiz etme, üzerinde derinlemesine düşünme fırsatını
tanımamaktadır. Sebep-sonuç ilişkisi içerisinde verilen bu âyet, aceleciliği
sebep, istekte yanılmayı da sonuç olarak takdim etmektedir.
Kur'ân'da aceleciliğin etki
altına aldığı bazı durumlardan örnekler verebiliriz:
a)
"Hani kâfirler bir zaman da
Ey Allah'ım! Eğer bu kitap senin katından gelmiş bir gerçekse üzerimize gökten
taş yağdır, yahut bize elem verici bir azap getir! demişlerdi" (Enfâl
8/32).
Bu dua aceleciliğin getirdiği
bir yanılgıdan dolayı yapılmıştır.
b)
"Onlar: Eğer gerçekten
doğru söylüyorsanız, bu tehdit ne zaman gerçekleşecek? derler" (Yâsîn
36/48). Allah'ın tehdidinin acele gelmesini istiyorlar.
c) "Senden azabı çarçabuk istiyorlar. Eğer
önceden tayin edilmiş bir vade olmasaydı, azap elbette onlara gelip çatmıştı.
Fakat onlar farkında değilken, o ansızın kendilerine geliverecektir"
('Ankebût 29/53).
d) "Senden azabı çarçabuk
istiyorlar. Hiç şüpheleri olmasın, cehennem kâfirleri çepeçevre
kuşata-caktır" ('Ankebût 29/54). Azabın gelmesinde acele ediyorlar.
e)
"Nihayet onu, vadilerine doğru yayılan bir bulut şeklinde görünce;
Bu bize yağmur yağdıracak yaygın bir buluttur, dediler. Hayır! O sizin acele
gelmesini istediğiniz şeydir. İçinde acı azap bulunan bir rüzgardır"
(Ahkâf 46/24).
f)
"Salih: Ey kavmim! dedi: İyiliği istemek yerine, neden kötülüğün'
sizi çarçabuk bulmasını istiyorsunuz?" (Nahl 27//46).
g) "Müşrikler, senden
iyilikten önce kötülüğü çabucak istiyorlar" (Ra'd 13/6).
İnsanlar iyilikten önce,
acelecilikleri yüzünden kötülüğü isterler. Allah tarafından sunulan doğru yol,
bilgi ve öğretiyi gönüllü olarak kabul edebilmek için etraflıca düşünme
yerine, tehdit edilenin acele gelmesini isterler. İşte bu yanılgılar
acelecilikten kaynaklanmaktadır.
h) "Ona inanmayanlar, onun
çabuk kopmasını isterler" (Şûra 42/18).'
Bir tarafta bilgisizlik
acelecilikle birleşince yanılgıyı meydana getiriyordu, bu âyette de imansızlık
aceleciliği körükleyip insanları yanıltmaktadır.
i)
"Öyle ise onlar hakkında
acele etme. Biz onlar için teker teker sayıyoruz" (Meryem 19/84).
Hz. Peygamber, müşriklerin
kötüler hakkında acele azap istemesinin ardından bu hitapla karşılaşmıştır.
Demek ki, başkası için azap istemekte, beddua etmekte insan acele davranarak
yanılır.
j) "Sana O'nun vahyi
tamamlanmadan önce Kur'ân'ı okumakta acele etme ve 'Rabb'im, ilmimi artır'
de" (Tâhâ 20/114).
Bir şeyi öğrenmekle aceleci
davranmamak gerekiyor. Çünkü acelecilik öğrenilecek şeyi azaltır.
Netice olarak diyebiliriz ki
insanın aceleciliği duasını, isteğini, bedduasını, öğretimini etkilemektedir.
Aceleciliği ile bilgisizliği veya imansızlığı birleşince yanılması kaçınılmaz
olmaktadır.
Ana-babalar çocuklarının acele
yetişmesini ister ve öğrenim yaşından önce pek çok şeyi öğretmek isterler.
Öğretim faaliyetinde önemli olan, gelişim basamaklarını, gelişim psikolojisini
takip ederek, hangi yaşta hangi bilginin verileceğini bilmektir. Turfanda sebze
yetiştirir gibi, turfanda insan yetiştirilemez. Bu konudaki aceleci davranışlar
çocuklarımızın, gençliğimizin okumaya karşı soğuk davranmasına sebep olmaktadır.
Bu konuda Tâhâ 114. âyet temel pedagojik kuralı koymuştur.
Ana-babalar bu şekilde
davrandıklarında belki iyi yaptıklarını zannediyorlar ama aslında İsrâ 11'e
göre kötüyü davet ediyorlar. Çocuklanmızı, öğrencilerimizi cezalandırırken de
acele etmemek gerekiyor. Sorgulamadan ceza vermeme şeklindeki ilâhî kuralı
uygulamak gerekiyor (A'râf 7/12).[10]
12. Biz, geceyi ve gündüzü iki
âyet yaptık; sonra gecenin âyetini silip gündüzün âyetini gösterici yaptık ki,
Rabb'inizden bir lütuf isteyesiniz, yılların sayısını ve hesabını bilesiniz.
Biz her şeyi açık açık anlattık.
Bu âyet birinci âyetteki
"gece" kavramının bir devamı ve açıklaması durumundadır.
1. "Biz, geceyi ve gündüzü
iki âyet kıldık." "Âyet" kavramı burada birincil manada
"tabiat kanunu" demektir. İkincil manası ise, Allah'ın varlığına,
birliğine ve kudretine "delil" olan şeyler demektir.
İnsan kudretinin, böylesine iki
şeyi yaratması, biri artınca diğerinin azalması şeklindeki özellikleri onlara
vermesi imkansız olduğundan, gece ve gündüzün yaratılmış olması Allah'ın
varlığına ve O'nun yaratma gücüne delil olmaktadır.
2.
Sonra gecenin âyetini (simgesini) silip gündüzün âyetini (simgesini)
gösterici yaptık."
Gece vakti, çalışmaktan ziyade
istirahat zamanıdır. Gecenin varlığını, gündüz ile giderince görme
başlamaktadır. Âyet âyete karşı iş görmektedir.
3.
. "Ki Rabb'inizden bir lütuf isteyesiniz, yılların sayısını ve
hesabını bilesiniz." Yüce Allah, gece iJe gündüzü incin yarattığını
açıklamaktadır.
Nedenlerden biri gündüz vakti
çalışarak Yüce Allah'ın rızık hazinesinden bir şeyler elde etme imkanını
bulmaktır. Böylece Yüce Allah, çalışarak Allah'ın lutfuna nail olunacağına
işaret etmektedir.
Diğeri ise gece ile gündüzün,
saatleri, günleri, ayları ve seneleri hesaplamak amacı ile var edildiğine
işaret etmektir. Çalışmak ve yıllan hesaplamak amacı ile gece ve gündüz denen
iki âyet yaratılmıştır.
4.
illimi j^ Jsj "Biz her şeyi
açık açık anlattık."
Demek ki, Yüce Allah konulan
aynntılı bir şekilde açıklıyor. Anlayabilen ve kültürü yeterli olan için
kapalı olan bir şey yoktur. İnsanla da aynı şekilde konulan aynntılı, açık
seçik bir şekilde anlatmalıdırlar.
Buradaki gece ile gündüzü maddî
anlamda alırsak şu âyetlerle birleştirip açıklayabiliriz:
a)
"Uykunuzu bir dinlenme kıldık. Geceyi bir örtü yaptık. Gündüzü de
çalışıp kazanma zamanı yaptık" (Nebe' 78/9-11). Böylece gece ile gündüzün
işlevi belirlenmiş oldu.
b) "O, geceyi içinde
dlnlenesiniz diye sizin için yaratan, gündüzü aydınlık kılandır. Şüphesiz
bunda dinleyen bir toplum için ibretler vardır" (Yûnus 10/67).
Yüce Allah, gece ile gündüzün
yaratılışı konusunda düşünülmesini, onlardan dersler çıkarılmasını isterken
konuyu eğitim alanına çekmiştir.
Ama buradaki gece ile gündüzü
manevî, yani ruhî manada alabiliriz. O zaman gece nefsin, cehaletin ve
günahların karanlığı anlamına gelmiş olacak, gündüz de aklın, imanın, güzel
eylemlerin, bilginin ışığı olmuş olacaktır. Birinin olduğu yerde öbürü yoktur.
Bu manada insan kendi ömrünün
hesaplamasını yaparak, dünya hayatının geçiciliğini kavrayarak, kendi manevî
hayatı için öz eleştiriye davet edilmektedir.[11]
13. Her insanın amelini boynuna doladık. İnsan
için kıyamet gününde, açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız.
14. Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak
kendi nefsin yeter.
1. On üçüncü âyette geçen 'Jb
tayr/tâir kelimesi, "kuş"; genel anlamda "uçan mahluk, kader,
uğur" manalarına gelmektedir ve kelimenin geniş açıklaması Âl-i İmrân
49'da yapılmıştır. Bu ve bu kökten gelen kelimeler Kur'ân'da kuş (Bakara
2/260); uçmak (En'âm 6/38); uğursuzluk (Yâsîn 36/18-19); amel, kader (İsrâ
17/13); yayılmak (İnşân 76/7) manalarına gelmektedir.
Yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 13'te söz konusu sözcük
"amel" anlamına alınacağı gibi, "kader" manasına da
alınabilir. Bu kavram Semûd kavmi tarafından Hz. Salih'e karşı kullanılmıştır.
"Şöyle dediler: Senin ve beraberindekilerin yüzünden
uğursuzluğa uğradık, Salih: Size çöken uğursuzluk Allah katmdan-dır, dedi"
(Nemi 27/47).
Hz. Peygamber'in dönemindeki
Araplardan çok önce bu kelime "uğursuzluk" manasında kullanılıyordu:
"Kasabalılar: Doğrusu, sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık, dediler ...
Elçiler: Uğursuzluğunuz kendinizdendir, dediler" (Yâsîn 36/18-19). Diğer
taraftan İsrâiloğulları tarafından da bu kavram "uğursuzluk" anlamında
kullanılıyordu: iki "Eğer kendilerine bir fenalık gelirse, Mûsâ ve onunla
beraber olanları uğursuz sayarlardı" (A'râf7/131).
Tefsirlerde anlatıldığı gibi bu
kavram sadece İslam öncesi Arapların kültüründe yer alan bir kavram değildi,
aynı zamanda Semûd kavmi, İsrâiloğulları ve çok önce yaşamış olan toplumlarda
da bu kavram kullanılıyordu ve kültür! erinde yer almıştı; Semûd kavminden
İsrâiloğullanna, oradan islam öncesi toplumlara ve nihayet Araplara intikal
etmiştir. Arap kültüründe olması bakımından da Kur'ân'da yer almış, Yüce Allah
onu "amel" veya "kader" manasında kullanmış, geçmişin
kültürüne farklı bir anlam yükleyerek Kur'ân'da yer vermiştir.
Peki "amere Yüce Allah
niçin "kuş" demiştir? Bu soruya Süleyman Ateş ilginç bir cevap
vermiştir: İnsandan çıkan, uçup giden işlere de kuş anlamında tâir denir (Ateş,
age, V, 204-205). Ateş'in bu yorumundan hareketle diyebiliriz ki, her insan
bir âlem olduğuna göre, bizim konuştuklarımız, niyetlerimiz ve amellerimiz
bizden ayrılınca o âlemin boşluğunda kuş gibi uçup durmaktadır. Amellerimiz
canlı olarak hareket edip uçmakta, Yüce Allah'ın bizim için yarattığı kader
âleminde canlı olarak yaşamaktadır. İşte o kader âleminin sabit olduğu, bütün
amellerin orada birikip durduğunu anlıyoruz. Her amel kuş gibi orada yuva yaptığı,
kendine bir mekan edindiği için Yüce Allah amele kuş anlamında tâir demiştir.
2.
"Her insanın
amelini/kaderini boynuna doladık."
Biraz önce belirttiğimiz gibi kuş gibi uçan amellerimiz,
çıkması mümkün olmayan kaderin boyun kısmında yuva edinmektedir. Bilindiği gibi
boyuna giydirilen bir ip, bir zincir, bir lale asla çıkmaz.
Orada istesek de istemesek de
zorunlu olarak bağlı kalır. İşte Yüce Allah bu zorunluluk gereği jip
"boyun" kelimesini kullanmıştır. Diğer taraftan boyun, maddî anlamda
kafa ile kalp arasındaki organı ifade etmektedir. Aynı şekilde boyun manevî
anlamda beyin ile gönül arasını teşkil eden, ikisini birbirine bağlayan önemli
bir organdır. Kafa ile vücut birbirinden ayrıldığı zaman hayat biter, aynı
şekilde beyni ile gönlünü birbirinden ayıranlar da manen ölü durumuna geçerler.
İşte bu alan aynı zamanda canın
çıkıp gittiği, kuş gibi uçtuğu boğazın bulunduğu alanı temsil etmektedir. Çok
hayatî bir organ olması nedeniyle Yüce Allah bizim amellerimizi oradan
geçirmekte ve asla kaybolmadıklarını ifade etmektedir. Boyuna kimi zaman kaybolmaması
için güzel şeyler takılır; ama insanı esarete götüren ip veya zincir de oraya
takılır. Demek ki amellerin boyuna takılması, zorunluluğu, kaybol-mamayı ifade
etmektedir.
Dikkat edilirse âyette geçen
VlljİI elzemnâ fiilinin faili Allah'tır. Amelleri bizzat insanın boynuna
dolayan Allah'tır. Bu onun, yani amelleri korumanın ciddiyetini ve önemini
belirlemektedir.[12]
1) Sağlamak/aşılamak
"Onların takva sözünü tutmalarını sağladı."
Başka bir ifadeyle "Allah'a karşı sorumluluk duygusunu onlara
aşıladı" (Fetih 48/26).
2) Zorlamak
"Siz onu istemediğiniz halde biz sizi ona zorlayacak
mıyız" (Hûd 1 İ/28).
3) Kaçınılmaz/Zorunlu
"Eğer Rabb'inden, daha önce sâdir olmuş bir söz ve
tayin edilmiş bir vâde olmasaydı (günah işleyenlerin derhal cezalandırılması)
kaçınılmaz olurdu" (Tâhâ 20/129).
4) Yakasını bırakmamak
"De ki: Yalvarmanız olmasa, Rabb'iniz size ne diye
değer versin? (Peygamberin size bildirdiklerini) kesinkes yalan saydınız; onun
için azap yakanızı bırakmayacaktır" (Furkân 25/77).
5) Dolamak
"Her insanın amelini/kaderini boynuna doladık"
(İsrâ 17/13). Bu kelimenin faili Allah olunca, ilgili organ da boyun olunca
"dolamak" manası uygun düşmektedir.
Netice olarak diyebiliriz ki.
Yüce Allah, insanların ürettiği tüm amelleri eksiksiz olarak tespit edip
kaydetmekte ve boynuna dolamaktadır. Güzel ve iyi ameller bir süs eşyası gibi
dolanırken, kötü ameller de bir yılan gibi insanın boynuna dolanmaktadır.
Dolayısıyla burada mecazî bir anlatım tarzı vardır. Çünkü boyuna dolamak, bir
işin kaybolmamasını ve zorunlu olmasın: ifade etmektedir.
3.
"İnsan için kıyamet gününde
a-çılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız."
"Kitâb"ın manası daha
önce Bakara 2'de açıklanmıştı. Bunlardan biri "harfleri kelimelere,
kelimeleri cümlelere, cümleleri kitap haline toplamak" anlamına geliyor.
Demek ki Kitâb, "bir araya getiren, toplayan" demektir. İşte
insanların kuş gibi uçup giden amellerini bir araya getiren şeye kitap
denmektedir.
Amellerin kaydedildiği, bir araya getirildiği kitap mahşer
günü, yani kıyamet gününde açılmış olarak insanın önüne konacaktır. Tekvîr
10'da da aynı şey gündeme getirilmektedir: "Defterler açılıp yayıldığı
zaman." "Herkesin önüne açılmış kitabın konması", başka
âyetlerde "kitabın verilmesi" şeklinde ifade edilmektedir:
a)
"Kitabı sağ tarafından
verilen, alın kitabımı okuyun, doğrusu ben, hesabımla karşılaşacağımı zaten
biliyordum, der" (Hakka 69/19-20). İşte Yüce Allah yorumunu yapmakta
olduğumuz İsrâ 13-14, bu ve benzeri âyetlerde insana bu bilgiyi, inancı
aşılamak amacını gütmektedir.
b)
"Kitabı sol tarafından
verilene gelince, O: Keşke, der, bana kitabım verilmeseydi de, hesabımın ne
olduğunu bilmeseydim!" (Hakka 69/25-26).
c)
"Kimin kitabı sağından
verilirse, kolay bir hesapla hesaba çekilecek ve sevinçli olarak ailesine
dönecektir" (İnşikâk 84/7-9).
d)
"Kimin de kitabı arkasından
verilirse, derhal yok olmayı isteyecek" (İnşikâk 84/10-11).
"Kitabın verilmesi"
veya "önüne açık bir şekilde konulması" aynı şeydir ama, verme önce,
açılması da sonradır. Netice olarak diyebiliriz ki Yüce Allah, insanların bu
dünyada kuş gibi uçurdukları amellerinin kaybolmadığını, mahşerde önüne konacak
bir şekilde kitapta kaydedildiğini beyan etmektedir. Bütün bu açıklamaların
amacı, amel defterine iyi, güzel ve doğru şeylerin yazılmasını teşvik, kötü
şeylerin yazılmasından da caydırıcılıktır. Mahşerde kitap önüne konmadan
tedbirini alma amacı hedeflenmektedir.
Din eğitimcileri bu konu ve bu
âyetleri ısrarla işleyerek insanlara şunu öğütlemelidirler: Amelini yapmadan
sen ona yapıp yapmama konusunda hakimsin, ama onu yapınca o sana hakim
olmaktadır. Yapmadan o senin kölendir, ama yapınca sen onun kölesi durumuna
düşüyorsun. Amelini kuş gibi uçurmadan önce de tedbirini almalısın. İnsan,
boynuna nasıl bir amelin takılacağını önceden düşünmelidir. Ona göre, beynini
ve gönlünü kullanmalıdır.
4.
"Kitabını oku"
Yüce Allah bu dünyada insanın
önüne vahyini ihtiva eden bir kitap koyduğu gibi, mahşerde de yapılan amellerin
kitabını koyacaktır.
Hira mağarasında Hz. Peygamber'e "Rabb'inin ismi ile
oku" dendiği gibi, âhirette de insana "kitabını oku"
denecektir. Oradaki okumak nasıl olacaktır? Sorunun cevabını şu âyetlerle
verebiliriz:
a) "O (dirilme) korkunç bir
sesten ibaret olacak, o anda hemen onların gözleri açılıp etrafa bakacaklar.
Kâfirler, 'eyvah bize! Bu ceza günüdür' derler" (Sâffât 37/19-20).
Kıyamet koptuğunda, dirilme
gerçekleşecek, insanların gözleri açılıp idrakleri yerine gelecek ve gerçeği
anlayacaklardır.
b)
"Yeryüzü Rabb'inin nuru ile
aydınlanır, kitap konulur, peygamberler ve şahitler getirilir ve aralarında
hakkaniyetle hüküm verilir. Onlara asla zulmedilmez" (Zümer 39/69). Kitap
getirildiği gibi şahitler ve peygamberler de gelecek, kişiye kitabı okutturulup
hakkında hüküm verilecektir.
c)
"Andolsun sen, bundan gaflette idin. derhal biz senin perdeni
kaldırdık. Bugün artık gözün keskindir"" (Küf 50/221.
d)
"Alın okuyun kitabımı, der" (Hakka 69/19).
Görüldüğü gibi. insan dünyada
gözündeki manevî perde nedeniyle, ilâhî vahyi okuyup anlamıyor; anlayıp hayata
geçirmiyordu. Ama orada perde kalkacak, vgöz keskinleşecek, yani idrak etme
gücü yerine gelecek; bu şekilde kitabındaki amellerin ne anlama geldiğini idrak
edecektir. Kimisinin de amelleri çok mükemmel olması nedeniyle, kitabını başkasına
okutturacaktır.
5. "Bu gün sana hesap sorucu
olarak kendi nefsin yeter." insan kendi kendine hesabını çıkaracak,
amellerinin değerlendirmesini yapacaktır.
Bu ne anlama gelmektedir? İnsan
bu dünyada, şeytanın etkisi, kötü arzularının baskısı, sosyal çevrenin kötü şartları
nedeniyle davranışlarının değerlendirmesini yapacak durumda değildir.
Basireti, anlayışı, idraki, bütün bu engellerin bulunması nedeniyle amellerinin
çirkin tarafını göremiyordu.
Kâf 22'ye göre, bu engeller
ortadan kalkıp kişinin basireti açılınca, kişi, artık amellerinin
değerlendirmesini yapacak duruma gelecektir. Değerlendirmenin ardından kendi
kendini ya ibra edecek ya da cezaya mahkûm edecektir. Çünkü kendi kendini
değerlendirebilecek objektif, yani tarafsız olarak tesbit edilip kaydedilen deliller,
yani amel defteri, kitabı önünde olacak, onu okuyup kendisi hakkındaki kararını
verecektir.
Bu dünyada kendisi hakkında
taraf tutup değerlendirmesini yaparken, amellerinin kötü tarafını görmezken,
orada böyle bir taraf tutma olmayacak, amellerinin kötü tarafını görmezlik
olmayacaktır. Orada sağlam delil üzerinde değerlendirme olacaktır.
Yüce Allah mahşerde olacak olanı
bu günden anlatmakta, insanların tedbir almalarını istemektedir. İşte
Kur'ân'in rehber olan tarafı da budur.[13]
15. Her kim doğru yolu izlemeyi
seçerse, bunu kendi i-yiliği için yapmış olacaktır. Ve her kim ki yoldan saparsa,
bu kendi kötülüğüne olacaktır; kimse kimsenin suçunu taşıyacak değildir.
Ayrıca, Biz bir peygamber göndermedikçe azap etmeyiz.
Bu âyet bir çok konuyu kapsamına
almakta ve onlara açıklık getirmektedir:
1. "Her kim doğru yolu
izlemeyi seçerse bunu kendi iyiliği için yapmış olacaktır. Ve her kim ki yoldan
saparsa, bu kendi kötülüğüne olacaktır."
Âyetin bu kısmı İsrâ sûresinin
7. âyetinde geçen "Eğer iyilik edersen kendinize etmiş, kötülük ederseniz
yine kendinize etmiş olursunuz" ifadenin hem devamı hem de başka bir
şekilde söylenişidir. Ama âyetin İsrâ 13 ile de bağlantısı vardır.
Herkesin ameli kendi boynuna
dolanacağı için, doğru yoldan giden kendi lehine, kötü yoldan giden de kendi
aleyhine amel işlemiş olacaktır. Kimse başkası için amel yapmayacaktır.
Bir kişi başkası için doğru yola
gidemediği gibi, kötü yola da gidemez.
"Kim iyi bir iş yaparsa, bu
kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabb'in kullarına
zulmedici değildir" (Fussilet 41/46). Demek ki bunun böyle olmaması
durumunda zulüm meydana gelecektir.
Âyetin bu kısmı hidâyet ile
sapıklık meselesini ele aldığı için inancı ve ahlâkı ilgilendiren bir ilkeyi
koymaktadır. Bir şeyin doğru yol veya sapıklık olduğunu Allah belirler ve dini
bunun için gönderir. Bu açıdan âyet: "Şüphesiz Kur" ân dosdoğru olana
iletir" ifadesinin yer aldığı İsrâ 9. âyetin açıklamasını yapmaktadır.
Kur'ân dosdoğru olanı gösterip ona iletince, neyin sapıklık olduğunu da
öğretmiş olmaktadır.
Allah'ın bu öğretisinden sonra
doğru yolu bulacak veya doğru yoldan çıkacak olan insanın kendisidir. Âyette
geçen hidayet ve dalalet fiillerinin failinin insan olarak gösterilmesi buna
delildir.
2.
"Kimse kimsenin suçunu
taşıyacak değildir." İşte âyetin bu kısmı hukuku ilgilendirmekte ve suçu
ferdîleştirmektedir. Suçun ferdîleşmesi de hukukta köklü bir değişimin,
devrimin gerçekleşmesi demektir.
Toplumların ilkelliği ile
ilkellikten kurtulmuşluğu arasındaki çizgiyi belirleyen en önemli ilke suçun
ferdîleşmesidir.
Bu konuyu ela alan Kur'ân'da şu
âyetleri buluyoruz:
a) Herkesin kazanacağı yalnız
kedisine aittir. Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenemez" (En'âm 6/164).
b) "Hiçbir suçlu başkasının
suçunu yüzlenemez. Yükü ağır gelen kimse onu taşımak için başkasını çağırırsa,
bu çağırdığı akrabası da olsa, onun yükünden bir şey yüklenemez" (Fâtır
35/18).
c)
"Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz
Allah, size muhtaç
değildir. Bununla beraber O, kullarının küfrüne razı olmaz. Eğer
şükredersiniz sizden bunu kabul eder. Hiçbir suçlu diğerinin suçunu
çekmez" (Zümer
d)
"Gerçekten hiçbir suçlu,
başkasının suçunun yükünü yüklenemez" (Necm 53/38).
Tercümelerde bizim
"suç" diye ifade ettiğimiz 55313 vâzira kelimesini "günah"
kelimesi ile de ifade edebiliriz. Suç dediğimizde hukuku, günah dediğimizde din
ve ahlâkı ilgilendirmiş oluruz.
Kur'ân'in hukuk ve ahlâka
kazandırdığı bu ilkenin ilk âyeti Necm 38'dir.
Bunun tek istisnası vardır, o da
Nahl sûresinin 25. âyetinde yer al dır:
"Kıyamet gününde kendi
günahlarını tam olarak taşımaları ve bilgisizce sapıtmakta da bk kısmım
yüklenmeleri için (öyle derler). Bak ki yüklenecekleri şey ne kötüdür."
Eğer bir kimse işlediği suçu veya günahı başkasına bulaştırıp onu yoldan çıkarıyorsa,
onun da günahının bir kısmını yüklenecektir. Yani saptırdığı kişiler eğer bir
günah işlerlerse o günahın da bir bölümünü yüklenecek demektir. Yani hem
saptırmasının günahını hem de saptırma sonucu işlenen günahın bir bölümünü
yüklenecek demektir. Yoksa birinin işlediği günahı diğerinin yüklenmesi anlamı
söz konusu değildir. Zira saptırılan-larla saptıranların Kur'ân'da zikredilen
âhiret konuşmalarında bu konuda mazeret kabul edilmemektedir. Dolayısıyla
yukarıda istisna dediğimiz konu aslında konunun başka bir açılımını ve
insanları saptırmanın ne derece kötü bir iş olduğunu ifade etmektedir.
3.
"Ayrıca, Biz bir peygamber
göndermedikçe azap etmeyiz.' Neyin doğru, neyin yanlış; neyin güzel, neyin
çirkin; neyin iyi, neyin kötü; neyin faydalı, neyin zararlı; neyin hak, neyin
bâtıl olduğunun bilgisi verilmeden insanları Yüce Allah sorumlu tutup
cezalandırmayacağını bu âyette ilân etmektedir. İnsanlara dinî, ahlâkî bakımdan
yükümlülüklerini öğretmeden ceza vermemeyi ön gören ve bunu ilke olarak koyan
Yüce Allah, peygamberleri neden gönderdiğine de açıklık getirmektedir. Böylece
ceza ile bilgi arasındaki ilişkiyi de belirlemektedir.
Bu âyeti ile Yüce Allah, öğretim
programında nelerin yer almasını da belirlemektedir. Önce dinin ahlâkî
değerlerinin neler olduğu, onları çiğnemenin getireceği yükümlülükler
öğretilmeli, doğru yol ile yanlış yol tespit edilmeli ve bunlar öğrenim
programında yer almalıdır. Böylece âyetin son kısmı da eğitimle ilgilidir.
Âyetin bundan önceki iki bölümü eğitimi ilgilendiren bu bölüm üzerine
oturmaktadır. Eğitimin olmadığı yerde ne hukuk ne ahlâk ne de din kendine
temel bulabilmektedir.
Nelerin, yani hangi
davranışların günah, hangi davranışların suç, hangi davranışların ahlâk dışı
olduğu önceden belirlenmelidir. Bu da eğitimin görevleri arasında yer
almaktadır.[14]
16. Ama bir toplumu yok etmeyi irâde ettiğimiz
zaman, o toplumun refaha gömülmüş seçkinlerine son uyarılarımızı iletiriz ve
onlar eğer günahkarca yaşamaya devam ederlerse cezalandırıcı yargı artık o
toplum için kaçınılmaz olur ve Biz de onu darmadağın ederiz-
17. Nuh'tan bu yana Biz böyle nicelerini yok
ettik. Çünkü kullarının günahlarını bütünüyle görüp haberdar olmakta senin
Rabb 'in gibisi yoktur.
Bu âyetler de İsrâ 4-8.
âyetlerin evrenselleştirilmiş bir devamı durumundadır. Toplumların çöküşü
konusunda bazı sebepler anlatılmakta ve bu konuda geçmişten örnekler
getirilmektedir. Âyetlerin analizinden şu neticelere varıyoruz:
1. "Ama bir toplumu yok
etmeyi irâde ettiğimiz zaman." Âyetin bu kısmına bakınca, cümlenin
fiilinde Allah'ın irâdesi, istemesi, murad etmesinin olduğunu görüyoruz.
Yüce Allah'ın bir toplumu helak
etmeyi, yok etmeyi istemesi o topluma zulüm olmaz mı? Yüce Allah'ın Kur'ân'da
koyduğu temel ilke, kullarına asla zulmetmeyeceğidir: "Kim iyi bir iş
yaparsa kendi lehinedir. Kimde kötülük yaparsa aleyh'inedir. Rabb'in kullarına
zulmedici değildir" (Fussilet 41/46). "Allah kullarına
zulmetmez" ilkesini hatırdan hiç çıkarmadan bu ve buna benzer âyetleri
yorumlamak zorundayız. O zaman yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 16. âyete şöyle
yaklaşacağız: Yüce Allah'ın bir toplumu çökertip yok etmesi, kesinlikle o
toplum halkının amellerinden kaynaklanan bir nedene dayanmaktadır. Onun
içindir ki İsrâ 4'te İsrâiloğulları örneğinde onların amellerinden ve
psikolojilerinden kaynaklanan iki önemli sebep üzerinde durulmuştur. Neydi o
sebepler? Yeryüzünde fesat, yani bozgunculuk çıkarmak ve aşırı derecede
kibirlenmek idi. İşte bu beşeri oluşumların sonucunda Allah Teala'nın irâdesi,
isteği devreye girmektedir. Zaten âyetin devamındaki mütraf kelimesi de içinde
böylesi şımarık ve müstekbirlerin bulunduğu bir toplumun kastedildiğini ispat
etmektedir.
2. "O toplumun refaha
gömülmüş seçkinlerine son uyarılarımızı iletiriz."
a)
Âlimler âyetin bu kısmında geçen lijü emernâ
fiiline farklı manalar vermişler. Süleyman
Ateş bu manaları
nakletmektedir. Bunlardan birini uygun buluyor, ötekileri nakletmeye
değer bulmuyoruz. "Allah onlara itaati, iyiliği emreder. Fakat Allah'ın
emrini dinlemez, kötülük yapar, cezayı hak ederler"
[15]
Yukarıdaki Muhammed Esed'in
mealini uygun gördüğümüzü söylemeden geçemeyeceğiz. Demek ki ûp emernâ
kelimesini, "uyarılarımızı iletiriz" şeklinde manalandırırsak, âyet
birinci bölümündeki Allah'ın kullarına zulmetmeyeceği ilkesine uygun
düşecektir. Zemahşerî de bu manayı benimsemektedir.
b)
Âyetin bu bölümünde geçen mütraf
kelimesi terife fiilinden gelmektedir.
"Bitkinin suyu çok olmak, refah ve bolluk içinde yaşamak; etrafe kalıbı da
"nimet ve bolluk azdırmak, birine bol nimet vermek,
azgınlık ve sapıklıkta ısrar etmek"; el-etrâf şeklindeki isim kalıbı "üst
dudağında yumrucuk olan"; cijuJl el-mutraf kalıbı da "sorumsuz, rahat
yaşayan, cebbar, zorba kişi, hayatın tadını çıkaran kişi" manalarına
gelmektedir.
Verdiğimiz Lügat manalarından
biri çok manidar görünmektedir: Terife fiilinin isim kalıbı olan el-etrâf,
"üst dudağında yumrucuk olan kişi" demektir. Demek ki, toplumda
sorumsuzca, ahlâkî değerlerden endişe etmeksizin, onları hayatına uygulamadan
zorbaca bir hayat yaşayan mütraf kişiler toplumun dudağının üstünde yumrucuk
durumunda olanlardır. Bunlar toplum hayatında mantar gibi üreyen asalaklardır.
Mütarraf kalıbı ise, "kolay ve müreffeh bir hayatın küstahlaştırdığı
kimse, haz, eğlence, ve keyif peşinde koşmanın yozlaştırdığı kimse"
demektir.
Netice olarak diyebiliriz ki,
âyetteki mütraf kimseler, "toplumun ileri gelen idarecileri ve ekonominin
iplerini elinde tutan zenginleri"dir. Her idareci, her zengin ve her ileri
gelen mütraf değildir. Halkı sömüren, halka baskı yapan, şımarık, küstah, zevk
peşine koşan kimseler mütraftır.
c) Yüce Allah, bunlara kendilerini
düzeltip, şımarıklıktan, küstahlıktan, her an zevk peşine koşmaktan, ha\ka
zu\\im etmekten, ah\âk\ değerleri bir tarafa atmaktan vazgeçmelerini bildirir.
Bu bildiriyi daha önceleri peygamberleri vasıtasıyla yapardı. Bildirisini,
emrini, vahyini onlara vererek bu ahlâkî ilkelerden endişesiz yaşayan
mutraflara ulaştırırdı.
Günümüzde de elimizdeki Kur'ân
ile bunu yapmakta ve insan aklını da devreye sokmaktadır. Artık insan aklı,
Kur'ân'in ulaşmadığı yerlerde boşluğu dolduracak şekilde bilgi ile beslendiği
için toplumdaki şımarık, küstah, zorba ve asalakça yaşayan, ahlâkî kurallar
tanımayan insanları disipline edecek durumdadır.
Günümüzde Kur'ân'ı veya kendi
kutsal kitabını eline almayan idareciler, ileri gelenler ve zenginler olduğuna
göre ve eğer bunlar mütraf denecek bir hayat yaşıyorlarsa, Yüce Allah
emirlerini onlara nasıl ulaştıracak? Bu soru günümüzün toplumlarında bir
kanser tümörü gibi durmaktadır. Burada üç yolun olduğuna inanıyoruz: Birisi
din eğitimcileri, yani Allah'ın vahyini en iyi bilenler vasıtası ile bunlara
yanlışları anlatılır. Diğeri, bu insanların vicdanları vasıtasıyla kötü
durumları kendilerine hissettirilir. Üçüncüsü de bilgi edinme yolu onlara
sunulur.
Bu soruya Kur'ân'dan şu âyetleri
cevap olarak getirebiliriz:
i.
"Rabb'in, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamberi memleketlerinin
ana merkezine göndermedikçe, o memleketleri helak edici değildir. Zaten biz
ancak halkı zâlim olan memleketleri helak etmişizdir" (Kasas 28/59).
ii. "Ey cin ve insan
topluluğu! İçinizden size âyetlerimizi anlatan ve bu günle karşılaşacağınıza
dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi? Derler ki: Kendi aleyhimize şahitlik
ederiz. Dünya hayatı onları aldattı ve kâfir olduklarına dair kendi
aleyhlerine şahitlik ettiler" (En'âm 6/130).
iii. "Gerçek şu ki: Halkı ıslah
ediciler iken Rabb'in haksızlık ile ülkeleri yok edecek değildir" (Hûd
11/117).
Bu âyetlerden anlıyoruz ki,
ilâhî vahye, bilgiye ve barışa, ıslahata giden toplumlar helakten kurtulacak,
ilâhî vahye, bilgiye ve barışa, ıslahata ters düşenler de helak olacaklardır.
3. "Ve onlar eğer günahkarca
yaşamaya devam ederlerse cezalandırıcı yargı artık o toplum için kaçınılmaz
olur ve Biz de onu darmadağın ederiz."
a) Yüce Allah onlara uyarıda
bulunup yanlış yola gittiklerini bildirmesine rağmen yine onlar, günahkarca,
yani zorbaca, ahlâkî ilkelerden endişesiz bir şekilde, küstahça ve şımarık bir
tarzda yaşamaya devam ederlerse, cezalandırıcı yargı artık onlar için
kaçınılmaz olur.
Âyetin bu kısmında yeralan Jjîil
l£İ* jAi "cezalandırıcı yargı artık o toplum için kaçınılmaz olur"
yani "söz o topluma hak oldu" ifadesinde "söz" yani
"cezalandırıcı yargı" özne durumundadır, ji- hakka fiili de "hak
oldu, yani kaçınılmaz oldu" demektir. JjiJl el-kavl "söz"
kelimesine de "yargı", ya da "ceza" manasını verebiliriz.
Bu açıklamadan şuraya varmak istiyoruz: Toplumun idarecileri, ileri gelenleri
ve zenginlerinin toplumda bozgunculuk meydana getirecek olan günahkarca
yaşamaları kendiliğinden cezayı harekete geçirip cezanın gelmesine neden
olmaktadır. Yargı ya da ceza kendi kendine hareket edip geliyor. Cezanın kaçınılmazlığını
onların kötü davranışları doğurmaktadır.
b) Yüce Allah da kaçınılmaz hale
gelen bu cezayı tatbikata koyup onları darmadağın etmektedir. Böylece Yüce
Allah, bir toplumu cezalandırırken geçen aşamaları bir sebep sonuç zinciri
içinde açıklamakta, Sosyoloji ve Tarih bilimlerine yardım etmektedir.
Âyette geçen ü;Jo demmernâ
kelimesi, "kökünü kazımak, hiçbir iz bırakmamak suretiyle yok
etmek"tir.
Bu âyetin yorumunu şu âyetlerle
bitiriyoruz:
a) "Bir toplum
kendilerindekini/iç dünyalarındakini değiştirmeden Allah onların durumunu
değiştirmez" (Ra'd 13/11). Benzer bir ifade Enfâl 53'te de vardır.
b)
"Eğer şükredici olur ve
iman erer-seniz neden Allah sizi azaba uğratsın" (Nisa 4/147).
4.
"Nuh'tan bu yana Biz böyle
nicelerini yoK ettik. Çünkü kullarının günahlarını bütünüyle görüp haberdar
olmakta senin Rabb'in gibisi yoktur."
Demek ki insanlar kendi iç
âlemlerini, şahsiyetlerini, niyetlerini ve davranışlarını kötüden yana
değiştirip bozgunculuğa düştükçe Allah o toplumları batırmıştır. Bunlara Hz.
Nuh'tan bu yana, 'Âd, Semûd, Lût, Ahkâf toplumlarını da örnek verebiliriz.
Bu âyetin ilginç noktası, Yüce
Allah'ın, haberdar olarak ve görerek bu cezalandırmayı yapmış olmasıdır. Bu
demektir ki, keyfi cezalandırma olmamıştır ve olmayacaktır. Yüce Allah'ın
haberdar olması ve görmesi delil olarak yeterlidir, ama beşerî hukuktaki
cezalandırmada delil çok önemlidir. Dolayısıyla âyet, delilsiz, keyfi olarak
ceza verilemeyeceğine de işaret etmektedir.
Hz. Nuh'tan bu yana denmesinin
başka bir anlamı da, sosyal olay ve olguların determinizm kanunları içinde
işlediğini ifade etmektir. Toplumların helakinde, çöküşünde, yok olup
gitmesinde şu kanun işlemiştir ve işleyecektir: Aynı sebepler aynı şartlar
altında aynı neticeleri doğuracaktır. Hz. Nuh'tan günümüze ve kıyamete kadar
aynı kanun hüküm sürecektir.
Bu noktada şu soruyu
sorabiliriz: Yüce Allah bunu veya bunları bize niçin anlatıyor? Soruyu şu
şekilde cevaplandırabiliriz:
a) Yüce Allah, tarihsel olguları
analiz etmemize ışık tutuyor. O olguların meydana gelmesindeki sebep-sonuç
ilişkisini görerek doğru neticelere varmamıza yardım ediyor.
b)
Sonraki nesillerin, Allah'ın geçmiş toplumlara zulmettiği anlayışına
kapılmaları böylece önlenmektir.
c) Geçmişin olgularını anlatarak
geleceğe ışık tutmak, gelecek nesillerin ibret alıp toplumsal yaşamlarını
düzeltip kendilerine çeki-düzen vermelerini sağlamak Kur'ân'in
hedeflerindendir. İşte Kur'ân, toplum mühendislerine, yöneticilere ve ileri
gelenlere kendilerini disipline etme öğüdünü vermektir.[16]
18. Her kim bu çarçabuk geçen
dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada
hemen verir, sonra da onu,
kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği cehenneme sokarız.
19. Kim de âhireti diler ve bir
mü 'min olarak ona yaraşır bir çaba ile çalışırsa, işte bunların çalışmaları
makbuldür.
20. Hepsine, onlara da bunlara da Rabb'inin
ihsanından veririz. Rabb 'inin ihsanı kısıtlanmış değildir.
"Bu ayefterde de insanm
irâdesi söı Dokusu tATrafoasiHk şu neticeleri çıkartabiliriz:
1.
"Her kim bu çarçabuk geçen
dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada
hemen veririz."
Yüce Allah âyette el-'âcile kelimesini kullanmış,
"dünya" kelimesini kullanmamıştır. Bunun sebebi, 'âcile "acele
olan" anlamına gelmesidir. Günümüzde biz buna "kısa vadeli, geçici,
yakında olan" da diyebiliriz. Bu âyeti İsrâ 16. âyetin devamı olarak
düşünürsek, açıklamamız kolaylaşacaktır.
16. âyette Yüce Allah, mütraf,
yani dünya hayatını ahlâkî ilkelerden uzak, küstahça, zorbaca ve bütün geçici
hayatın zevklerinin peşine koşarak geçirenlerin dikkatini çekmişti. Yorumunu
yapmakta olduğumuz İsrâ 18'de de, onların neden böylesine yanlış yola
düştüklerini buluyoruz. Onlar, bu geçici hayatın hazlarmın peşinde koştukları,
öyle yaşamayı isteyip tercih ettikleri için toplumun başına bela
getirmişlerdir.
Onlar bu geçici dünyayı isterken
devreye Allah'ın meşîeti, yani dilemesi ve irâdesi, yani istemesi girmektedir.
Yüce Allah kendi dilediğine istediği kadar vermektedir. Ama mutlaka kulunun
istediğini değerlendirmeye tâbi tutmaktadır. Değerlendirmesinde kime ne kadar
vereceğini kendisi belirlemektedir. Bunu şu şekilde formüle dökebiliriz: Kötüyü
insan ister Allah verir; yani yaratır. Yüce Allah kulu için kötüyü istemez. Şu
âyetlerde de Yüce Allah bunu vurgulamaktadır:
a)
"Her kim dünya nimetini
isterse, kendisine ondan veririz" (Âl-i İmrân 3/145).
b)
"Kim de dünya nimetini
isterse, ona da dünyadan bir şeyler veririz" (Şûra 42/20).
c)
"Hayır, Doğrusu siz,
çarçabuk geçeni seviyor, âhireti bırakıyorsunuz" (Kıyamet 75/20-21).
d)
"Şu insanlar, çarçabuk
geçen dünyayı seviyorlar da önlerindeki çetin bir günü (âhireti) ihmal ediyorlar"
(İnsan 76/27).
2.
"Sonra da onu, kınanmış ve
kovulmuş olarak gireceği cehenneme sokarız."
Âyetin bu kısmında geçen »ylü
mezmûm kelimesi "kınanmış"; medhûr kelimesi de "kovulmuş"
anlamına gelmektedir. Bu iki kelimenin âyetin sonunda yer almasının sebebi, o
cehennem azabından kurtulmalarının imkansızlığını anlatmaktır.
Bu noktada şu soruyu
sorabiliriz: Yüce Allah böyle bir âyete burada niye yer vermiştir? Bize göre
bunun cevabı Kehf sûresinin 35-36. Âyetlerindedir: "Böyle gurur ve kibirle
kendisine zulmederek bağına girdi. Şöyle dedi: Bağımın, hiçbir zaman yok
olacağını sanmam. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet Rabb'imin huzuruna
götü-rülürsem, hiç şüphem yok ki, orada bundan daha iyi bir sonuç
bulurum."
Bu âyetler sorumuzu cevaplandırırken şuna işaret ediyor:
Geçici dünya zevklerini isteyenler, öncelikle onların ebedî olduğunu zannediyor
ve âhirete inanmıyorlar. Bu durum onları tercihlerinde yanıltıyor. Diğer
taraftan, sanki kendilerinin Allah katında değerli yerleri vardır da onun için
Yüce Allah bu dünyalıkları onlara vermiş düşüncesine kapılmaktadırlar. Onların
bu düşüncelere kapılmamaları için Yüce Allah İsrâ 18'in sonunu gündeme
getirmektedir.
3. "Kim de âhireti diler ve
bir mü'min olarak ona yaraşır bir çaba ile çalışırsa işte bunların çalışmaları
makbuldür."
Bu âyet, bir önceki âyette
anlatılan kişi veya kişilerin tersi olan insanı ele almakta ve "kimin
çalışmaları Allah katında makbul olacaktır?" sorusuna cevap vermektedir:
a)
İnanmış
olması gerekiyor. Allah'ın
varlığına, birliğine ve âhirete inanmış olması gerekiyor:
"mü'min olarak" ifadesi bunu gösteriyor.
b)
Âhireti dilemesi gerekiyor. Kişi, dünyayı tamamen terk etmeden âhiretin
karşılığını istemeli ve tercih etmelidir. Yukarıda verdiğimiz âyetlerin diğer
yarıları da bunu ifade etmektedir:
i.
"Kim de âhiret sevabını
isterse, ona da bundan veririz" (Âl-i İmrân 3/145).
ii.
"Kim âhiret kazancını
istiyorsa, onun kazancını artırırız" (Şûra 42/20).
c) Tercih ettiği âhirete yönelik,
ona yaraşır bir şekilde de çalışması gerekiyor.
Yüce Allah şu formülü
kurmaktadır: İman + âhiret + çalışmak = Allah tarafından gayreti kabul edilmek.
Âyete ters tarafından bakarsak,
inanmayan ve âhirete önceliği vermeyenlerin çalışması Allah katında değerlendirilmeyecektir,
çünkü kabul edilmeyecektir.
4. "Hepsine, onlara da
bunlara da Rabb'inin ihsanından veririz. Râî)b'inin ihsanı kısıtlanmış
değildir."
Yüce Allah burada genel bir ilke
koymaktadır: Dünyayı isteyene de âhireti isteyene de bu isteklerinin gereğini
verecektir. İnanmıyor diye onun rızkını kesecek değildir. Böyle bir duayı yapan
Hz. İbrahim'i u-yarmış ve duasını düzeltmiştir:
" İbrahim de demişti ki: Ey
Rabb'im! Burayı emiri bir şehir yap, halkından Allah'a ve âhiret gününe
inananları çeşitli meyvelerle besle" (Bakara 2/126).
Dikkat edilirse Hz. İbrahim
inananlar için nimet istedi. Bunun anlamı kâfirleri duasının dışında
bıraktığıdır. Bunun yanlışlığını gösteren Yüce Allah aynı âyetin devamında
şöyle buyurdu: "Kim inkâr ederse onu az bir süre faydalandırır, sonra onu
cehennem azabına sürüklerim" (Bakara 2/126). Böylece Yüce Allah, kâfirlere
de nimet vereceğini Hz. İbrahim'e hatırlatmış oldu.
Yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ
20'de aynı konuya işaret e-dilmekte, farklı olarak sadece Allah'ın ihsanın
kısıtlanmış olmadığı vurgulanmaktadır.[17]
21. Baksana, biz insanların
kimini kiminden nasıl üstün kılmışız! Elbette ki âhiret, derece ve üstünlük
farkları bakımından daha büyüktür.
Bu âyet aslında önceki üç âyetin
devamı mahiyetindedir. Âyetten şu neticeleri çıkartıyoruz:
1.
"Baksana, biz insanların
kimini kiminden nasıl üstün kılmışız!"
Bu dünyada Yüce Allah bazı
konularda ya da bazı özelliklerde insanları birbirinden üstün kılmıştır. Bu
âyetin bir devanru da Zuhruf sûresinin 32. âyetidir:
"Rabb'inin rahmetini onlar mı paylaşıyorlar? Dünya
hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş
gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık. Rabb'inin rahmeti
onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır."
Şimdi her iki âyeti dikkate
alarak, insanların hangi bakımlardan birbirlerine üstün olduklarını
açıklayabiliriz:
a) Ekonomik açıdan
Yüce Allah dünya hayatının
yürümesi için bazı insanları ekonomik bakımdan ötekilerden üstün kılmıştır.
Sebebini de Zuhruf 32'de belirlemiştir. Herkes zengin
olsaydı, dünyada ekonomik hayat dururdu. Kimse çalıştıracak insan bulamazdı.
Bazıları sermayesi, diğerleri de emekleriyle çalışacak ve ekonomik hayat
yürüyecektir. Bu: "Allah kiminize kiminizden daha bol rızık verdi"
(Nahl 16/71)'de de ifade edilmiştir.
b) Kabiliyet ve yetenekler
açısından
Dünya hayatındaki en küçük işten en büyük ve önemli işlere
varıncaya kadar insanlar, iş bölümünde yerlerini alabilmeleri için, farklı ve
üstün kabiliyet ve yeteneklerle donatılmışlardır. Herkes kendi kabiliyet ve
yeteneğine göre iş görecektir. Çöpçüye de, devleti yönetenlere de, bilimde
ilerleyenlere de ihtiyaç vardır. Bu bakımdan da Yüce Allah insanları
birbirinden farklı ve üstün kılmıştır.
2.
"Âhiret derece ve üstünlük
farkları bakımından daha büyüktür."
Yüce Allah âhiretteki derece ve farklılıkların daha üstün
olacağını söylerken Hucurât 13'e işaret etmektedir: "Muhakkak ki, Allah
katında en değerli olanınız, takvada en ileri olanınızdır."
Ayetin geneline bakınca şu
neticeleri çıkartabiliriz:
a) Yüce Allah öncelikle Hz.
Peygamber'e bu dünyadaki derece-lenmeyi, sosyal statü bakımından farklılaşmayı,
kabiliyet ve yetenekler
bakımından insanların birbirinden üstün olmayı
gözlemlemesini emrediyor. Hz. Peygamber'e emredilen bu konu, bize intikal
edince inceleme şekline dönüşmektedir. Ona yönelik olan jkJİ ünzur
"bak" şeklindeki emir, bize gelince "sosyolojik bakımdan, sosyal
tabakalaşma veya sınıflaşmayı iyice incelememiz" şekline dönüşmektedir.
Böylece bu âyetteki emir, "gözlem"i bir metod olarak ortaya koyarak,
günümüz Sosyoloji biliminin temel kavramlarından birini ifade etmiş oluyor.
Toplumdaki ekonomik bakımdan,
kültür açısından, meslekler ve kabiliyetler bakımından farklılaşmaların tesbiti
eğitim ve siyasi uygulamaları kolaylaştıracak ve toplumu bilinçli hale
getirecektir. Sosyoloji bilimi sosyal farklılaşmalan tespit edip eğitime ve
siyasete sunarken, onlar da farklılaşmaların ayrılığa, düşmanlığa ve kavgaya
dönüşmemesini, tam tersine kaynaşmayı meydana getirmesi için uğraşı
vereceklerdir.
Tıpkı Yüce Allah'ın Hucurât
13'te söylediği gibi: " "Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle
bir dişiden yarattık. Ve b'irbirinizle tanışmanız için sizi topluluklara ve
milletlere ayırdık." İşte bu âyet farklılıkların tanışmaya, kaynaşmaya,
sevmeye yönelik olduğunu ifade etmektedir.
Diğer taraftan biyolojik,
psikolojik, ekonomik ve sosyal bakımdan farklılaşmaların bütünlüğe mi yoksa
ayrılığa mı sevk ettiği konusunda Yüce Allah bizi denemektedir "Sizi
yeryüzünün halifeleri kılan, size verdikleri hususunda sizi denemek için
kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan Allah'tır" (En'âm 6/165).
Demek ki farklılıkları sosyal ve
siyasi hayata yansıtarak tefrikaya, düşmanlığa ve bölünmeye götürenler imtihanı
kaybettiklerinden sorumludurlar. Tam tersine farklılıklarını kaynaşmaya
götürenler de imtihanı kazandıklarından ödüle layıktırlar. O zaman şöyle bir
esası çıkarabiliriz: Farklılıkları bütünleşmeye götürenler ibadet etmekte ve
sevabına nail olmaktadırlar. Bunun dünyevi karşılığı da En'âm 165'e göre devlet
kurma, insanlığa faydalı bir toplum haline gelmektir.
b)
Yüce Allah, Hz. Peygamber'den ve dolayısıyla
bizden, incelememizi hangi yönde yapacağımıza da ışık tutmaktadır.
Âyette geçen keyfe
"nasıl" kelimesi bunu ifade etmektedir. İnceleme "nasılı"
tesbit etme yönünde olacaktır. Derecelenmenin, farklılaşmanın nasıl olduğunu,
nasıl gerçekleştiğini bulma yönünde araştırma yapılacaktır. Zuhruf 32'de niçini
verilirken, yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 21'de "nasü"ı gündeme
getirilmektedir.
c)
Bu âyet aynı zamanda, dünyadaki derecelenme
ve farklılaşma ile âhiretteki derecelenme ve farklılaşmanın mukayesesini
yapmakta; buradaki ile âhirettekinin aynı düzeyde olmayacağına dikkat çekmekte,
âhirettekinin daha büyük olacağını vurgulamaktadır.
Bu dünyada en yukarıda olanların âhirette en aşağıda;
bu dünyada hor görülen, alay edilen insanların ise en yukarıda olması
muhtemeldir. Oradaki değerlendirme "takva" açısından olacağına göre,
bu dünyadaki farklılığa hiç benzemeyebilir. Bu belki bu dünyada
gözlemlenemeyecek-tir ama âhirette gözlemlenecektir.[18]
22. Allah 'la beraber bir başka tanrı edinme ki
yerilmiş ve yardımcısız olarak oturup kalırsın.
Ayetin başındaki lâ tec'al emri tekil olmakla beraber,
bütün insanlığı muhatap almaktadır. Âyetten şu neticeleri çıkartıyoruz:
1.
"Allah'la beraber" ifadesinden anlıyoruz ki. şirk koşan Allah'a
inanmaktadır; Allah'a inandığı halde, başka varlıkları ona eş koşarak şirke
düşmektedir.
2.
Bu âyet şirkle mücâdele etmenin önemini
vurgulamaktadır. Çünkü şirk insan gönlünü ve manevî hayatı kirleten bir inanç
biçimidir.
3. İnsan
şirk koşarsa ne olur? Bu soruya Lokman 13 ile cevap verirsek "zulmetmiş
olur" dememiz gerekiyor. Çünkü tapınılma ve tanrılık hakkına ancak Allah
sahiptir. Bu hakkı başkasına vermek, Allah hakkını gasbetmek olacağından
zulümdür. Aynı zamanda böyle bir inanış, genel affa girmeyi engellemekte, af
olması mümkün olmayan bir günaha neden olmaktadır (Nisa 4/48). Yorumunu
yapmakta olduğumuz İsrâ 22 ile cevap verecek olursak, "yerilmiş ve
yardımcısız" kalmaya mahkûm eder. Bunun anlamı tecrid, yani
"soyutlanma cezası"na çarptırmaktır. mahzûl kelimesine,
"yardımcısız, terkedilmiş, bir başına bırakılmış" manaları
verilebilir.
4.
Tevhid inancının, başka bir tanrı inancıyla
paylaşılamayacağı bir doğa gerçeğidir. Biz bu gerçeği kendi hayatımızda
yaşamaktayız. Bir anneye ortak koşulamaz. Doğuranın ortağı olmadığı gibi,
yaratanın da ortağı yoktur. Koca karısına karşı eş kabul etmez. Bir kadının
aynı anda iki kocasının olması nasıl tabiata aykırı ise, Allah da eş kabul
etmez ve bu tabiata aykırıdır.
Din eğitimi, bu ve buna benzer
âyetlerle şirke karşı mücâdele etmeli, şirkin bulunduğu gönüle tevhid
inancının girmeyeceğini öğretmelidir. Şirk dünyada inanç alanını, gönülleri
kirlettiği gibi âhireti de insan için cehenneme çevirmektedir. Başka bir ifade
ile şirk, cehennem ateşini bu dünyada insanın gönlünde yakmaktadır. Bu
bilgilendirme her zaman yapılmalıdır ki bilinç haline dönüşebilsin.[19]
23. Çünkü Rabb
'in, başkasına değil, yalnızca O 'na kulluk etmenizi ve ana-babaya iyi
davranmanızı emir buyurmuştur. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında
yaşlanırlarsa kendilerine öf bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz
söyle.
24. Ve onlara
alçak gönüllüce ve esirgeyerek kol-kanat ger esin ve "Ey Rabb'im!"
diyesin, "Onları beni küçükken sevgi ve şefkatle besleyip büyüttükleri
gibi, Sen de onlara merhamet eyle!"
Bu âyetlerden birincisi, tevhid inancını birinci
sıraya, ana-baba hakkının yerine getirilmesini de ikinci sıraya koymaktadır. Bu
esastan hareketle âyetleri şöyle yorumlayabiliriz:
1. "Rabb'in
emir buyurdu"
Âyetin bu kısmında geçen kadâ fiilinin açıklaması Bakara 117'de
yapılmıştır. Arapça'da, "bir şeyi, işi tamamlamak, bitirmek" manasına
gelen bu kelime, "kesin ve katı hüküm koymak" demektir. "İhtiyacını
gidermek, göz yaşını tüketmek, öldürmek, borcu ödemek, tebliğ etmek, yerine
ulaştırmak, sağlam bir şekilde yapmak, iki hasım arasında hükmetmek, beyan
etmek, bildirmek, emretmek, gayesine ulaşmak, anlaşmak, hakkını almak"
manalarına da gelen bu kelime Kur'ân'da "tamamlamak" (Kasas 28/29);
"canını vermek" (Ahzâb 33/23); "karar vermek" (Ahzâb
33/36); "açığa vurmak" (Yûsuf 12/68); "vahyetmek, bildirmek,
açıklamak" (Hicr 15/66); "işi bitirmek" (En'âm 6/8); "gidermek"
(Hacc 22/29); "yaratmak" (Fussilet 41/12) anlamlarına gelmektedir.
Demek ki yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 23'te bu
kelime "buyurdu, hükmetti, bildirdi" manasına gelmektedir. Yüce Allah
neyi buyurdu? Sorunun cevabı âyetin devamında verilmektedir.
2.
"Başkasına değil, sadece O'na kulluk etmenizi." Âyet önce başka sahte
tanrıları dışlamakta, sonra da sadece Allah'a kulluk etmeyi emretmektedir.
Önce gönülden şirk temizleniyor, sonra da tevhid inancı oraya giriyor. Bu ifade
aynen lâilâhe illellâh şeklinde ifade edilen tevhid inancıdır. Bu anlamın,
başka bir ifadesi de Bakara 256'dadır: "O halde kim Tâğût'u reddedip
Allah'a inanırsa" şeklinde ifade edilmektedir. Kişi, önce kendisini Allah'tan
uzaklaştıran tüm tanrıları inkâr edecek, sonra da Allah inancını gönlüne
koyacaktır.
3. "Ve
ana-babaya iyi davranmanızı (emir buyurmuştur.)" Buradaki
"buyurma" kelimesini, "kesin bir şekilde emretti" tarzında
da manalandırabiliriz. İyi davranma emri başka âyetlerde de yer almaktadır. Bu
konunun da geniş açıklaması Bakara 83'te yapılmıştır. İsrâ sûresinin 23-24.
âyetleri de orada daha geniş bir şekilde açıklanmıştır.
İsrâ 23. âyet ile
İsrâiloğulları ile yapılan antlaşmanın ilk maddeleri aynıdır. Bakara 83'te
"Vaktiyle İsrâiloğullarından söz almıştık" dendiği halde; İsrâ 23'te
"Senin Rabb'in emir buyurmuştur" şeklinde ifade edilmiştir. Her ikisi
de "emretmek" anlamına gelmektedir.
Fakat tevhid inancının yer almadığı ama ana-babaya
iyilik yapmanın emredildiği âyetlerde bu konuda "tavsiye etmek"
anlamına gelen vessaynâ "tavsiye ettik" kelimesi yer almaktadır.
'Ankebût 8; Lokman 14 ve Ahkâf 15'te böyledir.
Burada şu soruyu sormamız gerekiyor: Ana-babaya iyilik
nasıl o-lacaktır? Konu Bakara 83'te açıklanmasına rağmen burada kısaca değinmek
istiyoruz:
a)
"Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırlarsa kendilerine
"öf bile deme." Bunun anlamı, ana-babaya tahammül etmenin sınırlarını
belirlemektedir. Zeccâc'ın verdiği manaya göre öl üff "pislik"
demektir[20]. Diğer taraftan bu kelime
şu âyette, kabul olmayan, reddedilen her şeye karşı söylenen bir sözdür:
"Of size ve sizin Allah'tan başka taptıklarınıza" (Enbiyâ 21/67)
âyetindeki anlamı "yazıklar olsun" demektir. Demek ki "of ya da
"üff kelimesi, sıkıntı, hoşnutsuzluk, tiksinti anında söylenen veya
çıkarılan bir sestir.
Demek ki, ana-babaya karşı hoşnutsuzluk, tiksinti ve
sıkıntı duyulamaz. "Üf bile deme" emri aslında bunları
yasaklamaktadır.
b) "Onlan
azarlama." en-neher "azar, şiddetle reddetmek, kaba
davranmak" manasına gelmektedir.
Bu manadan hareket edersek,
iyi davranış "üff
demenin ve "azarlamanın" bulunmadığı
davranıştır.
c) "ikisine
de güzel söz söyle." Bunun anlamı "tatlı, yumuşak, incelikli, kibar
söz söylemek"tir.
Kısaca bu âyetle "ihsan" yani ana-babaya iyi
davranma kelimesinin içinde iki yasak, bir de olumlu emir yer almaktadır.
"Üf dememek, azarlamamak" yasakları; "güzel söylemek" de
olumlu olanı teşkil etmektedir. İhsan, önce olumsuz davranışlardan, tepkiden
arınmış bir tutumdur; sonra da olumlu davranışlarla süslenmiş davranıştır.
d) "Ve
onlara alçak gönüllüce ve acıyıp-esirgeyerek kol kanat geresin."
Ana-babaya iyilik etmenin, dördüncü davranış şekli
yine olumlu bir emir olarak karşımıza çıkmaktadır. Tavuğun civcivlerine kanat
germesi gibi, ana-babalara kanat gerilmelidir. Bu kanatlar merhamet ve alçak
gönüllülük kanatlan olmalıdır.
Demek ki, ana-babayı gıda bakımından beslemekten daha
fazlası, merhametten oluşan alçak gönüllülük kanatlarını onlara germek ve iyi
söz söylemekle beslemektir.
e) "De
ki: Ey Rabb'im, onlar beni küçükken sevgi ve şefkatle besleyip büyüttükleri
gibi, sen de onlara merhamet eyle." Demek ki ana-babaya ihsan, yani
iyilik etmenin içinde bu şekilde dua etmek de vardır. Yüce Allah ana-baba için
nasıl dua edileceğini bile açıklamakta, insana, ana-babasının kendisine nasıl
sevgi ve şefkatle baktığını hatırlamasını ve ardından Allah'tan ana-babasına
aynı şekilde muamele etmesini dua ederek istemesini emretmektedir.
"Önce bana, sonra da ana-babana şükret"
(Lokman 31/14). Yüce Allah'a yarattığı, besleyip büyüttüğü için şükredilecek;
hayata gelişimizin sebebi olan ana-babaya da şükredilecektir. İsrâ 23'te geçen
ana-babaya iyiliğin içinde bu şükür de vardır. Yüce Allah kendisine yapılması
gereken şükürle ana-babaya yapılacak şükrü yan yana koymuş, birinci sıraya
kendisini, ikinciye de ana-babayı koymuştur.
Bu noktada şu soruyu sorabiliriz: Ana-babaya iyilik
yapmak konusunda ikisinin arasında bir fark var mıdır? Lokman 14 ve Ahkâf 15.
â-yetlere baktığımızda babanın yaptıkları değil de ananın yaptıkları anlatılmaktadır.
Bu âyetlerde anne öne çıkmaktadır. Annenin gebeliği sırasında çektiği
sancılar. ızdıraplar ve sonra emzirmesi gündeme getirilmektedir. Bu
anlatımlardan annenin alakada daha fazla olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu
soruya Hz. Peygamber'in hadisi ile cevap verebiliriz: Abdullah b. Mes'ûd'un
şöyle dediği nakledilmektedir: Hz. Peygamber'e "Allah'ın en çok sevdiği
amel hangisidir?" diye sordum, O da: "Vaktinde kılınan
namazdır" diye buyurdu. "Sonra hangisidir? diye sordum.
"Ana-babaya iyilik yapmaktır" diye buyurdu. Ben: "Sona
hangisidir diye sordum" o da: "Allah yolunda cihattır"
dedi"[21].
Bir kişi Hz. Peygamber'e gelerek şöyle sordu:
"Benim güzel sohbet ve arkadaşlığıma insanlar arasında en layık
kimdir?" Hz. Peygamber: "Annendir" diye buyurdu. "Sonra
kimdir?" diye sorunca, Hz. Peygamber: "Sonra yine annendir"
diye buyurdu. Adam: "Sonra kimdir?" diye sordu. Hz. Peygamber yine:
"Annendir" diye buyurdu. Adam dördüncü kez "kimdir?" diye
sorunca bu sefer Hz. Peygamber: "Babandır" diye cevap verdi"[22]
Demek ki bu hadise göre, anneye iyilik, şefkat
göstermek ve onu sevmek babaya nispetle üç misli fazladır. Altın, gümüş ve
bronz madalyalar anaya aittir.
Bütün bu açıklamalardan sonra şu soruyu da
sorabiliriz: Ana-babanın müşrik veya kâfir olması, onlara bu şekilde davranmayı
önler mi? Ana-babanın kâfir olması, onlara iyi davranmaya engel değildir ve iyi
davranış mutlaka yapılmalıdır. "Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan
bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada
iyi geçin" (Lokman 31/15). Şirke teşvik ettiklerinde onlara uyulmayacak
ama dünya hayatında onlara iyilik yapılacak ve iyi geçinilecek-tir. İşte
sorunun cevabını bu âyet vermektedir. Bu âyetin açıklamasını da şu hadislerde
buluyoruz: Sahabîlerden Esma şöyle der: "Kureyşliler, Hz. Peygamber' le
antlaşma yaptıkları sırada barış süreci içerisinde annem, babası ile birlikte
müşrik olduğu halde yanıma geldi. Durumu Hz. Peygamber'e sordum: Annem, benim
ona iyilikte bulunmam ümidiyle yanıma geldi. Ona iyilikte bulunayım mı, onu
gözeteyim mi?" Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Evet ona iyilikte
bulun, onu gözet" diye cevap verdi[23].
Kur'ân'm şu genel prensibinden hareket ederek bu özel
duruma delil bulabiliriz: delil
bulabiliriz: "Sizinle din hususunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış
olanlara iyilik yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı Allah size
yasaklamaz" (Mümtehine 60/8). Bu prensibin içine ana-babalar da
girmektedir.
Netice olarak diyoruz ki: İslam ahlâkının ilk sırasına
ana-babaya iyilik konmuştur. Ana babaya iyilik, ana-babanın hakkıdır. Hak olan
bir şeyde seçenek yoktur. Bu şekilde davranmak, aile hayatının sağlamlığını, o
yuvanın yıkılmazlığını temin edecektir. Ailenin çözülmesi, toplumun
çözülmesine götürecektir. Ana-babaya karşı şefkat, merhamet, sevgi, hoşgörü ve
saygı, toplumu ayakta tutacak olan değerlerin beslendiği pınarlardır.
Ana-babasına bu şekilde davranmayanın, diğer insanlara da aynı şekilde
davranması mümkün değildir. Bu ahlâkî değerler aileden topluma, oradan tüm
insanlığa yayılacaktır.[24]
25. Rabb'iniz
sizin kalplerinizdekini çok iyi bilir. Eğer siz iyi olursanız, şunu bilin ki
Allah, kötülükten yüz çevirerek tövbeye yönelenleri bağışlayıcıdır.
26. Bir de akrabaya,
yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma.
27. Zira
böylesine saçıp savuranlar şeytanların dostlarıdır. Şeytan ise Rabb'ine karşı
çok nankördür.
28. Ve eğer sen
(kendin) de Rabb'inin katından ihtiyaç duyduğun bir lutfu (rahmeti) arama
çabası içinde olduğun için onlara ilgisiz kalmak zorunda isen, o zaman hiç
değilse, onlara yumuşak söz söyle.
29. Elini
boynuna bağlayıp cimri kesilme ve büsbütün de açıp tutumsuz olma; yoksa pişman
olur, açıkta kalırsın.
30. Rabb'in
rızkı dilediğine bol verir, dilediğine daraltır. Şüphesiz ki O, kullarından
haberdardır. (Onları) çok iyi görür.
Bu beş âyet konu itibariyle birbirinin devamı
durumunda olduklarından bir arada açıklanmalarını uygun buluyoruz.
1. "Rabb'iniz
sizin kalplerinizdekini çok iyi bilir."
Ayetin bu kısmındaki fî nufûsiküm ifadesine,
"içinizde, sinenizde, kalbinizde, gönlünüzde" manaları verilebilir.
Yüce Allah bizim içimizden geçenleri, orada kopan fırtınaları, niyetleri,
düşünceleri bizden çok daha iyi bilmektedir. Çünkü Yüce Allah her şeyi, iç ve
dış âlemi ihata edip bilmektedir. "O, hem zahir, yani dış görüntü hem
bâtın, yani iç gerçekliktir" (Hadîd 57/3). Bu sıfatlara sahip olan Allah,
bizi bizden daha iyi bilmektedir.
Yüce Allah'ın, âyetin bu kısmını önceki iki âyetten
sonra buraya niçin koyduğu sorusunu sorabiliriz: Bu âyetin, önceki iki âyetle
bağlantısını kurarsak, niçinini açıklayabiliriz: Allah'tan başka tanrı
edinmemek ve ana-babaya her yönü ile hizmet etmek konularında sadece şeklî ve
zoraki manada mı görev yapıldığını, yoksa içten gelerek mi kulluk ve hizmet
edildiğini hatırlatmaktadır. Dıştan belki "üff' demiyoruz ama, içten deyip
demediğimizi Yüce Allah çok iyi bilmektedir.
Allah'a kulluk ve ana-babaya hizmet içten gelerek ve
samimi olarak yapılırsa işte o zaman bunlar ibadete dönüşmektedir. Ana-babaya
hizmet, Allah tarafından emredildiği için yerine getirildiğinde ibadet
olmaktadır.
2. "Eğer
siz iyi davranırsanız, şunu bilin ki Allah, kötülükten yüz çevirerek tövbeye
yönelenleri bağışlayıcıdır."
Âyetin bu kısmının da önceki iki âyetle bağlantısı
vardır. İnsanlar ana-babaya karşı her zaman iyi davranmayabilirler, bazen
hizmette kusur edebilirler. Bu durumda ne olacaktır? İşte Yüce Allah, beşerî
zaaf içinde olan insanın hizmette kusur edebileceğini ihtimal dahilinde tutarak,
ona tövbe edip kendini düzeltmesini öğütlemektedir.
Hatalarının ardından. "Rabb'im benim sinemdekini
biliyor" düşüncesi ve inancı ile kendine çekidüzen verip erdemlice
davranır ve gönülden hizmetine devam ederse Allah tarafından bağışlanacaktır.
Kötülükten dönüp, tövbeye yönelenleri Yüce Allah,
bağışlayacağını bu âyette beyan etmektedir. Ana-babaya hizmette kusur ettikten
sonra hemen Allah'a yönelip tövbe etmek en erdemli hareketlerden biridir.
Netice olarak diyebiliriz ki, ana-babaya hizmet etmek,
kibar davranmak, onları incitmemek onların hakkıdır. Bu hakkı çiğneyenler mutlaka
tövbe etmelidirler.
3. "Bir
de akrabaya, yoksula ve yolcuya hakkını ver."
Demek ki, "akraba hakkı", "yoksulun
hakkı" ve "yolda kalmışın hakkı" kavramını Yüce Allah bu âyette
gündeme getirmektedir. Bu insanlara yardım etmek bir zorunluluktur, Allah'ın
emridir ve farzdır. Bu açıdan bakınca Kur'ân'in ne kadar sosyal içerikli bir
din getirdiği görülecektir. Bu hakları ödemek, iyiyi yakalamanın olmazsa
olmazını teşkil etmektedir (Bakara 2/177).
Akrabanın içinden çıkan zenginler veya imkanı geniş
insanlar, kendi fakirleriyle ilgilenirlerse toplumda ve dünyada fakir akraba
kalmayacaktır. Âyette e'1-kurbâ "akrabanın" birinci sıraya alınması
ile Yüce Allah akrabacıhğa teşvik etmiş olmuyor. Onu birinci sıraya almasının
sebebi, insanlar uzaktaki fakire yardım eder de kendi akrabasına yardımı ihmal
edebilirler düşüncesidir. Çoğu zenginler kendi akrabasına yardım etmez, onları
görmez de uzaktakilere daha rahatlıkla yardım eder.
İkinci sıraya alınan el-miskîn, "fakirliğin
kendisinde yerleştiği, ekonomik durumunu düzeltme imkansızlığı içinde olan
insanlar"a denmektedir.
Üçüncü sıradaki ibnü's-sebîl de "yolun oğlu,
yolda kalmış yani yolcu" anlamına gelmektedir. Biz buna yolda kalmış bir
proje de diyebiliriz. Mesela: Devletin başa çıkamadığı bir eğitim, sağlık, dinî
veya askerî projeler buna dahil olabilir.
Şimdi geriye dönüp 23. âyetle beraber bu âyeti de
birleştirirsek şöyle bir formül kurabiliriz: Allah'a kulluk, ana-babaya iyilik,
ihtiyaç sahiplerine de yardım dinin merkezi noktasını teşkil etmektedir. İşte
İsrâ 23-25. âyetlerin kısaca gündeme getirdiği temel ibadet şekilleri bunlardır.
4. "Gereksiz
yere de saçıp savurma."
Âyetin bu kısmını teşkil eden lâ tübezzir
"saçıp savurma" i-fadesinin kök kelimesi bezeradır. "Tohumu
dağınık olarak ekmek, saçmak, nebat bitmek, malı ölçüsüz dağıtmak, harcamak,
neşretmek, yaymak; bezira kalıbı da "sırrı açmak, çok konuşmak"
manalarına gelmektedir.
İmam Şâfıî, malı hak olmayan yerde harcamanın saçıp
savurmak olduğunu, iyi işte harcamanın ise savurganlık olmayacağını söylemektedir[25].
Ondan önce de âlimler aynı açıklamayı yapmışlardır. Amaçsız, boş yere,
anlamsız, iyi ve meşru bir amaca bağlı olmaksızın yapılan harcama çok az bile
olsa savurganlıktır. Demek ki tebzîr, harcamanın miktarı ile alakalı değil,
amacı ile alakalı bir kavramdır. Mücâhid: Bir insan bütün varını yoğunu doğru
bir amaç için harcarsa yaptığı tebzîr, yani "savurganlık" sayılmaz
demiştir[26].
Şimdi âyetin birinci bölümü ile bu bölümünü bir araya
getirirsek şöyle bir netice çıkartabiliriz: Akrabaya, Yoksula ve yolda kalmışa
yapılan yardım ibadet olurken, amaçsız, bâtıl bir iş uğruna yapılan harcama
ise ibadet olmadığı gibi savurganlık olarak nitelendirilmektedir. Böylece bu ve
bunun gibi âyetler neyin tebzîr, yani savurganlık olduğunu, neyin tebzîr
olmadığını açıklayarak rehberlik etmektedir.
5. "Zira
böylesine saçıp savuranlar şeytanların dostlarıdır. Şeytan ise Rabb'ine karşı
çok nankördür."
Yüce Allah, amaçsız, meşru olmayan, bâtıl yani kötü
bir şey için yapılan harcamayı, israf, savurganlık, saçıp savurma olarak kabul
ettiğinden, bu âyette de bu tıp harcamaları yapanların değerlendirmesini
yapmaktadır. Aslında mübezzir kelimesinin anlamları arasında "Allah'ın
nimetinin değerini bilmemezlik, yani nankörlük" de vardır. Demek ki
tebzîr ve ondan türeyen mübezzir kelimesinin anlamlan arasında "boş yere
savurganlık ve nankörlük" de vardır. Nankörlük manası 26. âyetin son
kelimesinden anlaşılmaktadır.
Savurganlar ve nankörler şeytanın kardeşleridir.
Âyette geçen h\yj-\ ihvan, "kardeş, dost" manalarına gelmektedir. Bu
tip insanlar nasıl şeytanın kardeşi oluyorlar? Hucurât 10'da tevhid inancını
paylaşanları; aynı şekilde Tövbe 10'da tövbe edip namazını kılan, zekatını
verenleri Yüce Allah iman ve din kardeşi olarak kabul ettiği gibi; bozgunculuk
ve insanı yoldan çıkarmakla meşgul olan şeytanın fiillerini paylaşanlar da onun
kardeşi olarak kabul edilmektedir. Demek ki, aynı inanç ve aynı davranışları
paylaşanlar manen birbirinin kardeşi olmaktadırlar.
Peki savurganlık ve nankörlük yapan bu mübezzirler
servetlerini nasıl harcıyorlar? Buna Kur'ân'dan müşahhas, yani somut bir delil
bulabilir miyiz? Bize göre bu soruların cevabı Mâide 2'de dir "İyilik ve
takva üzerine yardımlasın; günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın."
İşte malını düşmanlık ve günahı desteklemek için harcamak tebzîr, bunu yapan da
mübezzir olmaktadır. Kötülük ve düşmanlık uğruna faaliyet yapacak bir
müesseseyi, kuruluşu kurmak bâtıl, boşuna ve akıl dışı harcama olacağından
tebzîr olmaktadır. Çünkü şeytan da bütün gayretini kötülük ve düşmanlık için
göstermektedir. Aynı ideal uğruna çalışan insanlar da ona kardeş olmaktadır.
"Şeytan Rabb'ine karşı çok nankör"
olduğundan, elindeki nimetin kıymetini bilmeden harcamak da nankörlüğün başka
bir anlamıdır. İşte âyetin sonundaki
kefûr "nankör" kelimesi, tebzîrin manalarından birini
vermektedir. Malını kötü amaçlar uğruna, kıymet bilmez bir şekilde, hoyratça
harcayan mübezzir insanlar şeytanların kardeşleri olmaktadırlar.
Bu şekilde başka kimler şeytana arkadaş, dost ve eş
olabilir? Sorunun cevabını şu âyetlerle verebiliriz:
a) "Kim
Rahman'ı zikretmekten gâfıl olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona
musallat ederiz" (Zuhruf 43/36). Bu ne anlama gelmektedir? Rahman'in,
yani Allah'ın uyarılarını görmezlikten gelen, onları dinlemeyip kenara atan ve
atmayı tercih eden bir kişiye şeytanî bir dürtü muhatap olacak ve Allah o
dürtüyü içine yerleştirecektir. İşte o şeytanî dürtü devamlı olarak onunla
beraber bir kardeş gibi olacaktır.
b)
"Zâlimleri, onların aynı yoldaki arkadaşlarını ve Allah'tan başka tapmış
oldukları putları toplayın" (Sâffât 37/22-23). Âyetteki ezvâc kelimesi
"aynı özellikleri paylaşan, birbirine benzeyen varlıklar" demektir.
Allah'tan başkasını tanrı edinenler, şeytanın arkadaşları olmaktadırlar.
Farklı kökenden gelen şeytan ile insan, aynı inanç ve
davranışları paylaşınca kardeş olmaktadır. Tıpkı farklı milletlerden olan
insanların tevhid inancını ve aynı amelleri paylaştıklarında kardeş olmaları
gibi.
Yüce Allah'ın, yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 27'de
bu şekilde bir değerlendirme yapmasının eğitim açısından amacı kötülük uğruna
malını harcamak ve nankörlük etmekten caydırmaktır. Bu değerlendirme ayrıca,
insana davranışlarının nereye ulaştığını, hangi göle döküldüğünü açıklayıp
bilinçlendirmeyi de amaçlamaktadır. Böylece Yüce Allah davranış analizi
yaparak, insanı bilgilendirmekte, akrabasının fakiri, kendi toplumunun yoksulu
ve yolda kalmışı dururken malının yanlış uğruna sarf edilmesinin ne denli kötü
bir iş olduğunun bilincini vermektedir.
6. "Ve
eğer sen (kendin) de Rabb'inin katından ihtiyaç duyduğun bir lütfu/rahmeti
arama çabası içinde olduğun için onlara ilgisiz kalmak zorunda isen, o zaman
hiç değilse, onlara Timuşak söz söyle."
Yüce Allah'ın, akrabaya, yoksula ve yolda kalmışa
yardım etmeyi emrettiği 26. âyetten sonra bu âyete yer vermesi, insanların
içinde bulundukları şartlan, oe denli dikkate alıp gerçekçi olduğunu
göstermektedir.
Peki İsrâ 26'daki emrin muhatabı fakir ise, yani kendisi
çalışıp Allah'ın lutfundan aramak durumunda ise ne olacak? İşte bu sorunun
cevabını 28. âyet vermektedir. Akrabanın fakirine, toplumun yoksuluna ve yolda
kalmışa, imkansızlığı nedeniyle yardım edemeyen kişi hiç olmazsa onlara yumuşak
bir söz söyleyecektir. Bu yumuşak söz ne anlama gelmektedir?
26. âyette sayılan ihtiyaç sahipleri bir istekte
bulununca, "ben muhtacım, benden niçin istiyorsun" deyip azarlama
yerine, "onlara tatlı söz söyleyerek yardım edemeyeceğini" ifade
etmelidir.
Yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 28'de geçen kavlen
meysûra "hoş bir söz" ifadesi, "arkasından incitme gelen
sadakanın yerine söylenen kavlün ma'rûf "güzel söz" ile eşdeştir. Bu
âyet"yardım edemiyorsan hoş bir söz söyle", "başa kakacaksan
sadakayı verme de hoş bir söz söyle" anlamına gelmekte, "karşındaki
ihtiyaç sahibini incitmeden, hoş bir söz ile veremeyeceğini ifade
etmelisin" buyruğunu vermektedir.
Kurtubî'nin naklettiğine göre, Hz, Peygamber'den bir
şey istendiği zaman, yanında verecek bir şeyi bulunmuyor ise, Yüce Allah'tan
bir nzk gelir beklentisi ile
susardı; çünkü muhatabı
boş çevirmekten hoşlanmazdı.
Bunun üzerine İsrâ 28. âyet indi. Bu âyetten sonra Hz Peygamber'den istenip de
verecek bir şeyi bulunmaz ise şöyle dere: "Allah lütfundan bize de size de
ihsan buyurur inşallah"[27].
Demek ki, hoş sözü Hz. Peygamber dua yaparak yerine getiriyordu.
Demek ki Yüce Allah, ihtiyaç sahibinin gönlünü
kırmamak, onun gönlü için hassasiyet göstermek suretiyle İslam ahlâkında insan
ilişkilerinin üzerinde ne kadar önemle durduğunu ifade etmekte, İslâm ya da
Kur'ân ahlâkında gönül alıcı hoş bir sözün yerinin önemini vurgulamaktadır.
İnsanların maddî bir nimete ihtiyaçları olduğu kadar gönül alıcı, hoş bir söze
de ihtiyaçları vardır. Maddî bir nimet veremiyorsan, gönül alıcı bir söz ver.
Maddî nimet mideyi, hoş bir söz ise gönlü doyurur. Temel ihtiyaçlardan olan
beslenme hem maddî hem de manevî olarak yapılmaktadır.
7.
"Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme ve büsbütün de açıp tutumsuz olma,
yoksa pişman olur, açıkta kalırsın."
Yüce Allah bu âyetiyle harcamanın, ya da karşılıksız
infak yapmanın edebini öğretmektedir. Bazı insanlar imkanları olmasına rağmen
ellerini boyunlarına bağlarcasına cimri davranırlar. Yüce Allah doğrudan
"cimri" kelimesini kullanmayıp "elini boynuna bağlanması"nı
söyleyerek, cimriliği kastetmektedir. Bazı insanlar da yardım edeceğim diye
malının tamamını vermekte, kendini hareket edemez, kınanmış bir hale
getirmektedir. Yüce Allah buna mübezzir demiyor, "eli çok açık adam"
değerlendirmesini yapıyor. Çünkü mübezzir malını kötü amaçlar için israf
ediyor; bu ise iyi amaçlar için aşırı derecede cömert davranıyor.
Demek ki yardımlaşmada denge ahlâkının korunması
isteniyor. Furkân sûresinin 67. âyetinin gereğinin yerine gelmesi denge
ahlâkını gerçekleştirecektir: "Ve onlar ki başkaları için harcadıkları
zaman ne saçıp savururlar ne de cimrilik ederler; Bu ikisi arasında bir orta
yol tutarlar."
Cimrilikle aşırı cömertliğin arasını bularak harcama
yapmak, yardımda bulunmak İslâm ahlâkının denge unsurunu gerçekleştirmektir.
Yüce Allah, elindeki tüm imkanları harcayıp, Müslümanın kınanmış olmasına ve
açıkta kalmasına razı olmamaktadır, mahsur kelimesinin başka bir kalıbı Mülk
4'te hasîr olarak "bitkin" anlamında geçmektedir. Bu kelimenin
anlamında "gücü kesilip hareket edemeyip yolda kalan insan veya
hayvan" da vardır. Aşırı şekilde malını harcayan insan, gücü kesilip
hareket edemeyen havyan gibi yolda kalır. Birisi güç bakımından yorgunluğu,
bitkinliği ifade ederken, diğeri de ekonomik açıdan yorgunluğu ve hareket
edememeyi ifade etmektedir.
Furkân 67. âyeti buraya getirdiğimizde, Müslüman
insanın, yani Rahmân'ın kullarının neyi. nasıl harcayacağını, ne kadarını
harcarsa dengeyi koruyacağım bildiğini göstermektedir. Onun için ilâhî eğitimde
dengenin öğretimi yer aldığına göre, beşerî anlamda din eğitiminde de bu
bilgilendirmenin yapılması zorunlu hale gelmektedir.
Peki bu dengeyi sağlamayı temin edecek olan esas
nedir? sorusunun cevabını bir sonraki 30. âyet vermektedir:
8.
"Rabb'in rızkı dilediğine bol verir, dilediğine de daraltır. Şüphesiz ki
O, kullarından haberdardır. (Onları) çok iyi görendir." İhtiyaç
sahiplerine yardımda bulunacak olan kişi veya kişiler, Yüce Allah'ın kullarını
imtihan etmek üzere bazılarına rızkı daralttığı, bazılarına da bol rızık
verdiğini bilmelidir.
İlâhî takdir gereği, maddî nimetlerin taksiminin bir
nedeni de imtihandır. Bazen de, insanların yanlış davranışları gereği, Yüce
Allah rızkını daraltmaktadır. Fecr sûresi 16-20. âyetler arasında bu
sebep-sonuç ilişkisini görmemiz mümkündür. Bunun anlamı şudur: Yüce Allah
verdiği nimeti doğru kullanamayanlardan o nimeti alır ve böylece onlar muhtaç
duruma düşebilirler.
Bazılarına da nasıl kullanacak diye bol rızk verir.
İnsanın hayatında darlık ve bolluk bir deneme sorusu olarak gerçekleşmektedir.
Yani Yüce Allah bir insana bazen az bazen da çok rızık verebilir. İki hal de
İnsan, şunu bilmelidir: Yüce Allah rızk taksimini
kullarının durumlarından haberdar olarak, bilerek ve onları görerek
gerçekleştirmekte, dağıtımı gorerefc ve 6ıiereıc yapmaifraair.
Yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ sûresinin 25-30.
âyetlerinden şu neticeleri çıkartıyoruz:
a) Yüce
Allah af sıfatını, kulundaki iyiden yana olan değişime göre harekete
geçirmektedir. Yüce Allah insanın içinde cereyan eden bütün oluşumları en ince
detayına kadar bildiğinden, gönüldeki yönelişlere göre tövbeleri kabul edip
affetmektedir.
b) Akraba,
yoksul ve yolda kalmış insan ve projelerin de insanlarda hakları olduğunu, bu
hakların derhal yerine getirilmesini emrederken Yüce Allah, insanların
yardımlaşmasını çok önemsemekte ve bu yöndeki çalışmaları kendine bir ibadet
olarak değerlendirmekte, toplumda ihtiyaçtan dolayı kimsenin inlemesini,
ızdırap çekmesini istemezken, zenginleri devreye sokarak ilgilenmelerini farz
kılmaktadır.
c)
İlgilenirken amaçsız, faydasız ve kötü
amaçlar doğrultusunda harcama yapılmasını Yüce Allah yasaklamakta, bu şekilde
harcama yapanları mübezzir sıfatıyla sıfatlandırmakta ve onları şeytanın
kardeşi olarak ilan etmektedir.
d)
İhtiyaç sahiplerine verecek bir şeyi olmayan,
kendisi kazanma peşinde koşanlara da, ihtiyaç sahiplerine hoş bir söz
söyleyerek gönüllerini almaları emredilmektedir.
e) Harcamada
dengeyi tutturmayı, o nedenle ne cimri ne de müsrif olarak davranılması
istenmektedir. Orta yolu tutmayanların, sonraları kınanıp yardımcısız
kalacaklarına dikkat çekilmektedir.
f) Rızkı
dağıtan Yüce Allah olduğuna göre, kimine bol, kimine de az verebileceği
vurgulanmakta, bunu bilgi ve görmesi ile düzenlediğine de işaret edilmektedir.
Yüce Allah şu formülü koymaktadır: Rızkı Allah verip
taksim e-der, kula düşen ise ihtiyaç sahiplerinin elinden tutmaktır. Kul
kendini rızkın kaynağına koymamalıdır.[28]
31. Yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin.
Sizi de, onları da Biz rızıklandırıyoruz. Doğrusu onları öldürmek büyük
günahtır.
Bu âyet. çok az bir farkla En'âm 151'de yer almış ve
orada açıklanmıştı. Orada açıklanmasına rağmen, burada da açıklamayı uygun buluyoruz.
İslâm öncesi Arap toplumunda küçük çocukların hayat
tehlikesi vardı; çeşitli nedenlerden dolayı öldürülüyorlardı. Bu nedenleri
müfes-sirler şu şekilde sıralamaktadır:
a) Çocukları
sahte tanrılarına kurban ediyorlardı. Bunu daha önce En'âm 137'de görmüştük:
"Bunun gibi ortakları, müşriklerden çoğuna çocuklarını öldürmeyi hoş
gösterdi ki, hem kendilerini mahvetsinler hem de dinlerini karıştırıp
bozsunlar. Allah dileseydi bunu yapamazlardı. Öyleyse onları uydurdukları ile
baş başa bırak."
Demek ki Arap geleneğinde veya din anlayışında
çocuklarını sahte tanrılara adayıp öldürmek var idi. Bu adet çocukların hayat
hakkını tehlikeye atıyor, hatta ayaklar altına alıyordu.
Bu uygulamanın bir örneğini İbn Hişâm'dan (1/164-168)
naklen Süleyman Ateş şöyle nakletmektedir: Nitekim Peygamber (s.a.v.)'in dedesi
Abdülmuttalib'in on oğlu olduğu takdirde birini Allah için Ka'be'de kurban
etmeyi adadığı; sonradan on oğlu olup bunların kendisini koruyacak çağa
geldiklerini anlayınca aralarında çektiği kuranın, Hz. Peygamber'in babası
Abdullah'a isabet ettiği; Abdülmuttalib'in, Abdullah'ı keseceği sırada
Kureyş'in buna engel olduğu, bir kâhinin fetvası üzerine Abdullah ile on deve
arasında kura çektiği; fakat kuranın Abdullah'a isabet ettiği, deve sayısı onar
onar artırılmak suretiyle Abdullah ile develer arasında kuraların tekrar
edildiği ve deve sayısı yüze vardığında kuranın develere düşüp onların kurban
edildiği ve Abdullah'ın kurtulduğu anlatılır.
İbn Hişam'ın naklettiği bu haber doğru olmasa bile
dedelerinden Hz. İbrahim'in, oğlunu Allah'a adadığı Sâffât 99-111. âyetlerde
anlatılan olgunun gerçek olduğuna inanıyoruz. Torunlardan biri de aynı teşebbüste
bulunabilir.
Hz. İbrahim Allah'a oğlunu adamakla, Arap geleneğinde
daha sonra çocuklarını sahte tanrılara adama adetini başlatmış olabilir. Ama
öyle anlaşılıyor ki, Hz. İbrahim'in bu uygulamasını yanlış anlamış ve yanlış
uygulamışlardır. En'âm 137, Arapların bu geleneğini nakletmekte ve onun
yanlışlığını vurgulamaktadır.
b) Arapların
çocuklarını, özellikle kız çocuklarını öldürme adetlerinin diğer bir sebebi
de, ailede doğan ilk çocuğun kız olmasının ayıp kabul edilmesidir. Sahip
oldukları namus anlayışına dayanarak namuslarına leke getireceği ve
savaşamayacağı nedeniyle, ilk doğan kız çocuğu ise öldürülürdü.
Yüce Allah bu anlayışı, âdeti ve uygulamayı Kur'ân'da
anlatmaktadır:
"Onlardan birine kız çocuğu müjdelendiğinde,
öfkelenmiş olarak yüzü kapkara kesilirdi. Kendisine verilen müjdenin
kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir, onu, aşağılık duygusu içinde yanında
mı tutsun, yoksa toprağa mı gömsün! Bakın ki, verdikleri hüküm ne kadar kötüdür!"
(Nahl 16/58-59).
c) Üçüncü
neden de yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 31 ve En'âm 151'de açıklanan fakirlik
korkusudur.
İşte Arapların bu uygulaması, her toplumda yaşanmış,
yaşanıyor, öyle anlaşılıyor ki yaşanacaktır. Fakirlik korkusu nedeniyle günümüzde
kürtaj yapılarak öldürülen çocuklar yok mudur? Arap câhiliyeti halen devam
etmektedir. O zaman belki bir anda öldürülüyordu, ama şimdi ise anne karnında
parçalanarak öldürülmektedir. Şimdiki canavarlık daha iğrenç değil midir?
İşte yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 31. âyet, çocuk
haklarında bir devrim yaparak, fakirlik korkusu ile çocukları öldürmeyi büyük
günah olarak hükme bağlamaktadır.
Abdullah İbn Mes'ûd diyor ki: "Ey Allah'ın elçisi
hangi günah büyüktür?" "Seni yaratan Allah'a eş koşman", dedi. "Sonra
hangisi?" dedim; "senin yemeğini yer, rızkına ortak olur düşüncesiyle
çocuğunu öldürmen", dedi. "Sonra hangisi?" dedim. "Komşunun
karısı ile zina etmen" dedi"[29].
Yüce Allah, çocukların bu şekilde öldürülmesini
önlemek ve çocuk haklarını yaşatabilmek için şu ilkeleri koymaktadır:
i. "Onları
da sizi de biz rızıklandırırız" (İsrâ 17/31; Benzer ifade için bkz. En'âm
6/151). Bu âyetle Yüce Allah rızk verenin Kendisi olduğu inancını
kabullendirerek, fakirlik nedeniyle çocuk öldürmenin önüne geçmek istemektedir.
İnsan, doğan çocuğunun kendi rızkı ile beraber doğduğuna, ilâhî kaderdeki
sofrada Yüce Allah'ın ona bir yer ayırdığına inanırsa bu katliamın önüne
geçilebilir. Bu bilgi, bu iman ve bu şuur ile önlem alınabilir.
ii. "Doğrusu,
çocukları öldürmek büyük günahtır" (İsrâ 17/31).
Çocuk öldürmeden caydırmak için Yüce Allah bu
davranışın büyük günahlar kısmına girdiğini hükme bağlamıştır. Bunun anlamı
Yüce Allah bu davranışı hem dünyevi hukuk bakımından suç; hem de dini hükümler
bakımından günah saymaktadır. Âyetteki
hıt'en kelimesini, hem "suç" hem de "günah" olarak
tercüme etmemiz mümkündür. Çocuklara hayat hakkı tanımadığı için, insanlık
adına büyük bir suç işlenmektedir.
Allah'ın yarattığı cana kıyıldığı için de günahtır.
iii.
"Diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günah sebebiyle öldürüldüğü
sorulduğunda" (Tekvîr 81/8-9). Çocuklara hayat hakkı tanımayanların günahı
âhirete intikal edeceği ve orada sorgulamanın yapılacağı belirtilmekte ve bu
sorgulamanın, günahı işleyene değil de günahın işlenildiği kız çocuğuna
yapılacağı uyarısında bulunulmaktadır. Yüce Allah bu günahı işleyenin günahını
öylesine ağır bulmaktadır ki, onu muhatap almayıp haksız yere öldürüleni
muhatap alacaktır.
Mahşerde günahlar toplu halde sorgulanırken,
çocukları, özellikle kız çocuklarını haksız yere öldürmek ayrı olarak
sorgulanacaktır. İşte çocuk haklarını korumanın en can alıcı âyetlerinden biri
budur ve caydırıcı niteliği en yüksek olanıdır.
Netice olarak diyebiliriz ki Kur'ân genel anlamda
hayat hakkı üzerinde dururken bunun içinden çocukların hayat hakkına özel
hassasiyet göstermek suretiyle konuyu ayrı olarak ele alıp hükme bağlamaktadır.[30]
32. Zinaya yaklaşmayın. Zira o, bir hayasızlıktır ve
çok kötü bir yoldur.
Kur'ân'da zinanın bir ahlâkî boyutu, bir de hukukî
boyutu vardır. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyet, zina fiilini genellikle ahlâkî
boyutu ile gündeme getirmektedir. Yüce Allah'ın Kur'ân'da yasakladığı bazı
fiiller vardır. Bu fiilleri yasaklarken özel bir ifade kullanmaktadır. Bunlardan
biri de zina fiilidir. Âyetin analizini yaparken bunu görmemiz mümkün
olacaktır.
1. "Zinaya
yaklaşmayın"
"Yaklaşma" veya "yaklaşmayın" emri
Cennet'teki ağaca yaklaşmama şeklinde insanlık tarihinde verilen ilk yasak
emrini oluşturmaktadır. Öyle fiiller vardır ki yaklaşınca insan irâdesine
sahip olamaz, o fiili işlemekten kendini geri alamaz. Bunlardan biri zinadır.
İki ayrı cins zina işleme anına kadar gelince geri durma ihtimalleri hiç
denecek kadar azdır. Onun için Yüce Allah, cinsel ilişkiye giden yolları tıkamakta,
onları yasaklayarak zina fiilini önlemektedir.
Zinaya yaklaşınca, zina etme emrinin hiçbir
geçerliliğinin kalmayacağını bildiği için Yüce Allah, işin yollarını tıkamak
üzere, ona yaklaşılmamasını emretmektedir.
Kur'ân'da "yaklaşma" veya "yaklaşmayınız"
emri ile gündeme getirilen fiillere kısa bir bakış yapabiliriz:
a)
"Biz: Ey Âdem! Sen ve eşin beraberce cennete yerleşin. Orada kolaylıkla
istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yiyin, sadece şu ağaca
yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendine kötülük eden
zâlimlerden olursunuz, dedik" (Bakara 2/35).
İşte insanlığa konan İlk yasak cennetteki ağaca
yaklaşmamak şeklinde olmuştur. Yaklaşınca yemeleri garanti olacağından
yaklaşılması yasaklanmaktadır. Beslenme ihtiyacının, insana neler yaptıracak
güçte olduğuna da burada işaret edilmektedir.
b)
"Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın" (En'âm 6/151).
Buradaki kötülük, âyette el-fevâhiş olarak geçmektedir. "Yüz kızartıcı,
utanç verici kötü fıiller"e bu isim verilmektedir. İlk akla gelen kötü
fiil "zina"dır; ama hırsızlık ve onur kırıcı fiiller de bunun
kapsamına girmektedir. Toplumun ahlâkını bozacak, yüz kızartıcı, utanç verici
ve asaleti bozucu fiillere yaklaşılması yasaklanmaktadır.
c) "Ve
rüşd yaşına erişmeden önce yetimin
mal varlığına, onun
iyiliği için olmadıkça yaklaşmayın" (En'âm 6/152).
Hz. Âdem'e ağaca yaklaşmama emri burada "yetimin
malı" için verilmektedir. Para da mal, cinsel ilişki gibi tatlıdır,
yaklaşınca irâdeye sahip olmak çok zordur.
Her iki yaklaşmama emri iki organla olmaktadır. Biri
ağız, diğeri de cinsel organlardır. Bu iki gümrük kapısının iyi beklenmesi
gerekiyor. Bu kapılara meşru olmayan bir yaklaşımı önceden önlemek gerekiyor.
Ekonomik ahlâk ile cinsel ahlâkın temellerinde bu yasak vardır.
d)
"Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır. Sakın bu sınırlara yaklaşmayın"
(Bakara 2/187). Yüce Allah bu âyette oruçla ve i'tikafla ilgili bazı hükümler
koymuş ve sonra bunların Allah'ın sınırları olduğunu ve onlara
yaklaşılmamasını emretmiştir. Çünkü sınır boyu mayın döşenmiştir. Yaklaşınca
yanlış fiil işlenmesi mukadderdir.
e) "Ay
halinde olan kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara
yaklaşmayın" (Bakara 2/222).
Bu ifade meşru olmasına rağmen, hastalık nedeniyle
hanımına yaklaşmamak, onlarla cinsel ilişkide bulunmamak anlamına gelmektedir.
f) "Ey
iman edenler! Müşrikler bir pisliktir. Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i
Haram'a yaklaşmasınlar" (Tevbe 9/28).
Bu da bir ma'bede namahrem elinin değmemesini ifade
etmektedir. Kirli insanlar, pisler ma'bede girmemelidir. Girmeden önce yaklaşmaları
dahi yasaklanmaktadır.
g) "Ey
iman e-denler! Siz sarhoş iken ne söyleyeceğiniz bitinceye kadar namaza yaklaşmayın"
(Nisa 4/43).
İşte Kur'ân'da geçen ve yaklaşılması yasaklanan
davranışlar bunlardır. Yaklaşmanın yasaklanması emri ilk insanla başlamıştır.
2.
"Zira o, bir hayasızlıktır ve çok kötü bir yoldur." ;
a)
Yüce Allah insanı yaratırken doğasına
kıskançlık duygusunu koymuştur. İnancı ne olursa olsun, insan eşinin veya
kızının zina etmesini kıskanır ve onur meselesi yaparak beklenmeyen kötü
fiilleri işlemesine neden olur. "Namus" denen sosyal hayatın temel
değerlerinden biri, bu fiilin dışında kalmakla korunabilir ve varlığı
sürdürülebilir.
Toplumlar namuslarını korumak için mücâdele verir ve
savaşırlar. Kıskançlık duygusunun taşarak toplumda kargaşa meydana getirmemesi
için, Yüce Allah onu bir hayasızlık ve kötü bir yol olarak takdim etmektedir.
b)
Zina nesebin karışıp, zamanla kardeşin
kardeşle evliliğine yol açacak bir hal alabilir. Genelde zina ile doğan
çocuklar istenmeyen çocuklardır. Doğup büyüyecek olan çocuklara toplumda meşru
olmayan çocuk anlamında "piç" denmesi onların onurunu derinden
yaralayacaktır.
c) Zina
fiili, mikroplan taşıyan ve insanların yüz kızartıcı hastalıklara
yakalanmalarına sebep olan bir fiildir. Yüce Allah doğada zina fiilini önlemek
için bir çok virüs yaratmıştır. Bu virüsler çok kötü hastalıklara sebep
olabilir.
d) Zina,
sevgi ve aşk denen duyguların bu meşru olmayan cinsel i-lişkilerin arasında yok
olup gitmesine sebep olur. Zina nedeniyle, yaşlandığında insana yardımda
bulunacak nesillerin yetişmesi ortadan kalkacak, aile hayatının güzellikleri
yok olacaktır.
e)
Kadın denen o güzelim varlık erkeklerin ortak
malı olacak, zamanla çileli hayatın içine girecektir. Sadakat, bağlılık gibi
duygu ve değerler toplumdan çekilip gidecektir. Böylece insanlar hayvanlar gibi
ilişkiler içinde olacaktır.[31]
33. Haklı bir sebep olmadıkça Allah 'in muhterem kıldığı
cana kıymayın. Bir kimse zulmen öldürülürse, onun velisine yetki verdik. Ancak
bu veli kısasta ileri gitmesin. Zaten o, alacağını almıştır."
Bu âyet Bakara 178-179, 190; Nisa 92-93; En'âm 151'in
devamı ve Furkân 68'in de habercisi durumundadjr. Furkân 68'de şirkten sonra
haksız yere bir cana kıymamak geldiği halde, İsrâ'da zina öne geçmiştir.
Aslında İsrâ 31'de çocukların fakirlik korkusu ile öldürülmemesi zinadan önce
geçmiştir. Onun için haksız yere Yüce Allah'ın kutsal kıldığı bir cana kıymamak
zinadan hemen sonra gelmiştir. İnsan öldürmenin şirkten sonra gelen en büyük
günah olduğunda şüphe yoktur. Çünkü Furkân 68. âyetin sistemi İsrâ'da da
gerçekleşmektedir.
Allah'ı birlemek, Allah'a şirk koşmamak Allah'ın
hakkıdır. Bu hakkın peşinden ana-baba hakkı ve ardından hayat hakkı gelmektedir.
Yasaklar bakımından haklara bakarsak şirkten sonra hayat hakkı gelmektedir.
1. "Haklı
bir sebep olmadıkça Allah'ın muhterem kıldığı cana kıymayın."
Âyetin bu kısmında geçen harramellâh ifadesi, "Allah'ın muhterem
kıldığı, kutsal kıldığı, Allah'ın dokunulmaz kıldığı" anlamına
gelmektedir. Rûh ile bedenin ilişkisi, dokunulmaz, kutsal ve muhterem bir
ilişkidir. Bu ilişkiyi koparmak yasaktır. Başka bir ifadeyle hem suçtur hem de
haramdır. Onun için adam öldürmenin hem dünyevî hukukta cezası vardır hem de
âhirette.
"Haklı bir sebep" ne anlama gelmektedir? Bu
sorunun cevabını verebilmek için şu âyetlere gitmemiz gerekiyor.
a) "Size
savaş açanlara karşı siz de savaşın, ama saldırganlık yapmayın. Doğrusu Allah
saldırganları sevmez" (Bakara 2/190). Bu ve bundan sonraki âyetler,
Müslümanların adam öldürmesinin sadece nefis müdafaası şeklinde olacağına
dikkat çekmekte ve bunu bir ilke haline getirmektedir. Ayrıca insan öldürmenin,
savaş açmanın savunma amaçlı olduğunu başka âyetler de göstermektedir.
b) "Kendilerine
haksız yere saldırılan kimselere savaşma izni verilmiştir. Ve şüphesiz Allah
onlara yardımı ulaştıracak güçtedir" (Hacc 22/39). Haksız yere saldırıya
uğrayan, kendini müdafaa etmek için gerekeni yapma iznini Allah'tan almaktadır.
c)
"İnancınızdan dolayı size karşı savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan
çıkarmayan (inkarcılara) gelince, Allah onlara nezaketle ve adaletle
davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah âdil davrananları sever" (Mümtehine
60/8).
Savaşmayan ve yurdundan çıkarmayan kâfirlere karşı savaş
açılamaz. Savaş açan ve yurdundan çıkarmaya zorlayana karşı müdafaa amaçlı
savaş açılır.
d) "O
halde şayet onlar sizi bırakmaz, sizinle barışa yanaşmaz ve üstünüzden ellerini
çekmezlerse, onları gördüğünüz her yerde yakalayın ve öldürün, tşte size kendilerine
karşı (savaşmanız için) apaçık yetki verdiklerimiz bunlardır" (Nisa 4/91).
İşte bu âyetler haklı bir sebebin neler olabileceğini
açıkça ortaya koymaktadır. Ölümüne saldırana müdafaa amaçlı saldırılabilir ve
öldürü-lebilir. Bunun dışında mü'min bir cana kıymaz.
Bu ve bu konuyla ilgili diğer âyetler insana hayat
hakkını tanıma konusunda asırlarca önce gelen bir devrim niteliği taşımaktadır.
Aşiret toplumunda "hayat hakkını" öne çıkarmak, insanın canını
kutsamak, muhterem bulmak, dokunulmaz saymak gerçekten bir devrimdir. İnsan
haklan evrensel beyannamesinin köklerinin nereye kadar uzandığını bundan
anlıyoruz.
2. "Bir
kimse zulmen öfdürülürse, onun velisine yetki verdik. Ancak bu veli kısasta
ileri gitmesin. Zaten o, alacağını almıştır."
Zulmen öldürülenin velisi kimdir? "Veli"
kelimesinden maksat birinci derecede yakınlarıdır diyebiliriz. Bakara 178.
âyette bunun ne anlama geldiğini açıkladık.
Burada şu ilaveyi yapmak zorundayız. Zemahşerî velinin
devlet sahibi olabileceğine işaret etmektedir. Ancak zulmen öldürülenin velisi
yoksa devleti devreye sokmaktadır[32].
Biz Zemahşerî'nin işaret ettiği devlet konusunu biraz
daha ileri götürmek istiyoruz. Devlet herkesin koruyucusu, haklarını arayan
veli durumundadır. Halkın haklarını devletten daha iyi koruyacak, arayacak
veli olabilir mi? Devletin haklan alması, âdil davranması, kan davasını önleyecektir
ve keyfi öç almaları ortadan kaldıracaktır.
Veliye verilen yetki Bakara 178'e göre, kısas isteme
veya diyet alma ya da affetmektir. Veli bu tercihini yine mahkemede, hukukun huzurunda
yapacaktır; kendi başına kısas uygulayamaz ya da diyet alamaz. Yani dava hukuka
teslim edilmiş olmaktadır.
Böylece Kur'ân kan davalarını önlemek için devreye
hukuku sokmuştur.
Veli kısasta ileri gitmemelidir. Bu ne anlama gelmektedir?
Arap-larda soylu ailelerden biri öldürülünce, öldürülen soylu olunca, bire bir
öldürmeyi yeterli bulmazlardı. Aileden başkalarının da öldürülmesini ister ve
denkliği böyle kuracaklarına inanırlardı. Bunun sınırı aşmak, ileri gitmek
olduğuna işaret edilmektedir.
Velinin sadece katilin öldürülmesine razı olmaması
anlamına da gelebilir. Yahut hem kısas hem de diyet almayı istemesidir.
Veli devlet, yani devletin hakimi olunca, hakimlerin
ileri gidip soylu kişilerin tarafını tutarak aşırı derecede ceza vermemesi
anlamına da gelmektedir. Demek ki suça denk bir cezanın verilmesi, cezada aşırı
gitmemenin ilkesi bu şekilde konmaktadır.
"Zaten o" , ifadesindeki "o"
zamiri kime gitmektedir? Bu konuda, iki görüş vardır: Öldürülene veya
öldürülenin velisine gitmektedir. Öldürülene giderse, veliye verilen yetki ile
öldürülenin hakkı alınmış oluyor. Yeterince yardım gören, yani alacağını alan
ölüden dolayı veli israfa gitmemelidir.
Âyet, veliye verilen yetki açısından yeterli derecede
yardım görmüş, yani alacağım almıştın onun için israfa gitmesi doğru değildir
şeklinde de yorumlanabilir. Âyetteki akış sistemine bakarsak veliye gitmiş
olması daha doğru gözükmektedir.
Netice olarak diyebiliriz ki Yüce Allah hayat hakkını
öylesine ö-nemsemektedir ki cezalan seçeneklerin arasına koymuş, âhiretteki
cezayı da süreli cehennem olarak takdir etmiştir (Nisa 4/93). Böyle bir suç ya
da günaha hem dünyevî ceza hem de uhrevî ceza uygulanmaktadır.[33]
34. Yetimin malına, kendisi ergenlik çağına varıncaya
kadar, onu değerlendirmek amacı dışında sakın yaklaşmayın. Verdiğiniz sözü
yerine getirin, Çünkü verdiğiniz sözden mutlaka sorguya çekileceksiniz.
Kur'ân yetim hakkını, kendi insan hakları evrensel
beyannamesine koymuştur ve bunu Avrupa'nın ortaçağı yaşadığı bir dönemde
yapmıştır. Yetim hakkı öncelikle, fakir ise onu besleyip büyütmekte
başlamaktadır (Bakara 2/83, 177, 215; Nisa 4/36; Enfâl 8/41; Haşr 59/7; Fecr
89/17; İnsan 76/8; Beled 90/15; Duhâ 94/9; Mâ'ûn 107/3).
Diğer taraftan yetimin malına yaklaşmamak da yetim
hakkının başka bir boyutunu teşkil etmektedir.
Diğer taraftan Nisa 127'de de hukuki haklar gündeme
getirilmektedir.
1. "Yetimin
malına ... ergenlik çağına varıncaya kadar yaklaşmayın."
Yaklaşmama emrinden anlıyoruz ki, yaklaşılırsa, mal
tatlı olduğundan haram denmeden yenecektir. Önemli olan yaklaşmamaktır, yaklaşılırsa
geri çekilmesi zordur. Böylece Yüce Allah insanın psikolojisi ile sahipsiz mal
arasındaki ilişkiyi analiz etmektedir. Korumasız olan mala herkes hücum eder.
Yüce Allah gelişim psikolojisini dikkate alarak
hükmünü koymakta, yetimin "ergenlik çağını" sınır olarak
belirlemektedir. Böylece yetimin malına ne zamana kadar yanaşılamayacağını
biyopsikolojik oluşuma bağlamıştır. Biyolojik büyüme ile psikolojik gelişimin
paralel yürüyüp meydana getirdikleri ergenlik çağı hükmün bitiş noktası
olmaktadır. Böylece diyebiliriz ki dini bir hüküm psikolojik gelişim basamakları
üzerinde oturmaktadır.
2. "Onu
değerlendirmek amacı hariç."
Yetimin malını değerlendirip artırmak, işletmek ve
onun menfaatim ne kullanmayı Yüce Allah istisna etmektedir.
Şimdi "yetim malı" kavramını ferdi boyuttan
alıp toplumsal boyuta taşıyabiliriz. Devleti idare edenler, halktan
topladıkları vergileri millet adına kullanırken, onda yetim hakkı olduğunu
bilerek hareket etmelidirler. Devletin parasına kötü niyetle
yaklaşılmayacağım, ama milletin menfaatine kullanılabileceğini söyleyebiliriz.
Bu görüşten hareket ettiğimizde, kişinin kendi malının dışında kalan her
ekonomik değere bu hassasiyet içinde yaklaşılmasına işaret edildiğini
söyleyebiliriz.
3. "Verdiğiniz
sözü yerine getirin.
Çünkü verdiğiniz sözden mutlaka sorguya
çekileceksiniz."
a) Ahde
vefa, yani verdiği sözü yerine getirmek kâmil insan, erdemli insan yani takva
sahibi olmanın şartlarından birini teşkil etmektedir.
Bakara 177'de takva sahibi, yani "iyi"
değerleri elde eden insanın davranışı önemli bir davranış olarak takdim
edilmektedir.
b)
Diğer taraftan ahde vefa göstermek, Mü'minûn
8'de kurtuluşa eren, mutluluğu yakalayan ve Firdevs cennetine vâris olan mü'minlerin
bir özelliği veya bir ameli olarak öne çıkmaktadır: Yine o mü'minler ki,
emanetlerine ve ahidlerine riâyet ederler."
c) Ra'd
20'de Uz. Peygamber'e indirilenin hak olduğunu bilen, aklını kullanıp düşünen
ve 'Adn cenneti denen ödüle layık olan mü'minin amellerinden biri olarak
anılmaktadır.
d)
Ahde vefa ve yeminini yerine getirmek ilâhî
imtihanın sorularından birini teşkil etmektedir (Nahl 16/91-92).
e) Aslında
bir toplumun kurduğu devleti idare etmeyi göze alanlar halk ile bir sosyal
antlaşma yapmaktadırlar. Bu antlaşmanın içinde yetimlerin malından oluşan
toplumun ekonomik değerine sahip çıkacaklarına dair verdikleri söz de vardır.
Âyetin sonu, verilen sözün ne kadar ciddi olduğunu,
verilen sözlerin yerine gelip gelmediği konusunda, âhirette sorgulama
yapılacağı ile bitmektedir.
Yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 34'e dikkat edersek,
yetimin malına yaklaşmama gibi bir yasaktan sonra, verdiği sözü yerine getirme
gibi bir emir yer almaktadır. Bu emirler bir de âyetin sonundaki ifade ile
pekiştirilmektedir. Verilen sözün bu dünyada kalmadığı, onun âhirete intikal
edip sorgulama konusu olacağı gündeme getirilerek işiri ciddiyeti bir kere daha
vurgulanmaktadır.
Dikkat edilirse bu son dört âyette, yani İsrâ 31, 32,
33 ve 34. âyetlerde iki öldürmeme, iki de yaklaşmama yasağı konmaktadır.
Çocukları ve haksız yere bir canı öldürmemek, zina ile yetimin malına yaklaşmamak
gibi İslam'ın sosyal ahlâkının temel öğeleri ve insanın hayat hakkı, çocuk
hakkı ve yetim hakları gündeme getirilmektedir.[34]
35. Ye ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun; tartıyı da
doğru teraziyle yapın. Böylesi, daha iyi ve sonuç olarak da daha güzel
olacaktır.
Yüce Allah, İsrâ 31'de çocukların hayat hakkını,
zinayı yasaklamakla toplum hakkını, genel anlamda hayat hakkını ve yetim
hakkını ele almakta, şimdi de ölçü ve tartının tam yapılmasını emretmekle
tüketici haklarını gündeme getirmektedir. Böylece İsrâ sûresinin bu âyetleri
haklar sisteminin bir kısmının temellerini atmaktadır.
1. "Ve
ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun." Bir önceki âyette de "ahdi yerine
getirin" derken evfû kelimesi kullanılmış, 35. âyette ölçünün tam
tutulması için de aynı kelimeye yer verilmiştir. Metre ölçüsü ile satılan ve bu
şekilde yapılan ticaretin ölçülü olması ve bu konuda titiz davranılması burada
emredilmektedir.
'Tartıyı da doğru teraziyle yapın."
Kilo, gramla satılan, yani tartarak verilen malların
doğru tartılarak satılması da burada öngörülmektedir.
Yüce Allah ölçü ile tartıya aynı âyette yer vermekte,
ekonomik hayatın helâl bir çizgide yürümesi için bu konudaki hükümlerini
koymakta, kul hakkı yemeyi bu şekilde kısmen de olsa engellemektedir. Çünkü kul
hakkı başka konularda da yenebilir.
Yüce Allah "doğru terazi" ifadesinde ki
"doğru" anlamını ».«İldi el-müstakîm kelimesiyle ifade etmektedir.
Kur'ân'm genelinde "müstakim" kelimesi inanç ve ahlâkî bakından
tutulan yolun sıfatı olarak kullanılmaktadır. Meselâ En'âm 151 ve 152.
âyetlerde geçen haklar ya da ahlâkî değerlerin ardından onların Allah'ın doğru
yolu olduğu ifade e-dilmektedir. O âyetlerin 152. sinde de "ölçü ve
tartıyı adaletle yapın" emri yer almaktadır. Buradaki "adalet"
kelimesi yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 35'te "tamam ölçün" ve
"doğru teraziyle ölçün" ifadeleriyle karşılanmaktadır.
Ölçü ve tartıyı doğru yapmak konusundaki emir başka
alanları da kapsamına almaktadır. Meselâ, ibadette ölçü, ahlâkta ölçü, fikirde
ölçü, siyasette ölçü, insan ilişkilerinde ölçü, eğitimde ölçü ve nihayet ilaç
imalatında, teknolojide ölçü bunların arasında sayılabilir. Bir insanı överken
veya yererken ölçülü olmak, yani değerlendirmelerimizde ölçüyü kullanmak da bu
emrin kapsamına girebilir. Zaten ölçü olmadan adalet olmaz. Adaletin
gerçekleşmesi ölçüye bağlıdır.
Ekonomide, siyasette, eğitimde, dinî hayatta ve
ahlâkta kalite ölçüye bağlıdır. Medenî toplumlar ölçülü iş üreten
toplumlardır. Ölçüyü kültürün bir parçası haline getirenler, medenî olma
yolunda mesafe alıyorlar demektir.
Yüce Allah Rahman sûresinde tabiattaki ölçüsünden söz
etmekte, daha doğrusu yarattığı her şeyde ölçü kullandığını ve insanın da bütün
işlerinde ölçülü olmasını buyurmaktadır.
a) Ve Allah
göğü yükseltti ve her şey için bir ölçü koydu. Sakın ölçüden şaşmayınız. Ölçüyü
adaletle tutun ve eksik tutmayın" (Rahman 55/7-9).
b)
"Ölçüyü ve tartıyı adaletle yapın; insanlara eşyalarını eksik vermeyin:
yeryüzünde bozguncular olarak dolaşmayın" (Hûd 11/85).
Buradaki ölçü ve tartı tamamen ekonomiyi
ilgilendirmektedir. Yüce Allah ekonomik hayatta ölçü ve tartıyı adaletle
yapmamayı bozgunculuk, yani fesat çıkarmak olarak nitelendirmektedir.
Ekonominin dengelerini bozan bir davranış, bir iş, bozgunculuk sınıfına
girmektedir.
c)
"İnsanlardan alırken ölçüp tarttıklarında tam, onlara vermek için ölçüp
tarttıklarında ise noksan yapan hilekârlara yazıklar olsun!" (Mutaffıfîn
83/1-3).
Bu tip insanların ekonomik ahlâkı bozduklarına ve
onların durumunun çok kötü olduğuna işaret edilmektedir.
Burada şu soruyu sorabiliriz: Ölçü ve tartıyı doğru ve
âdil yapmanın getirişi nedir? Bu sorunun cevabını yorumunu yapmakta olduğumuz
İsrâ 35. âyetin devamı vermektedir.
3.
"Böylesi daha iyi ve sonuç olarak da daha güzel olacaktır."
Ayetin ilk kısımlarında ölçü ve tartı gibi iki şey yer
alınca, değerlendirmede de iki şey yer almaktadır: "Daha iyi" ve
"daha güzel".
Te'vîl, işin kendisine varıp dayandığı şey demektir[35].
Yüce Allah Kur'ân'da sonuç, yani akibet anlamında çeşitli
kelimelere yer vermektedir: '"Ukbâ" (Kehf
18/4); "emelâ" (Kehf 18/46); "mereddâ" (Meryem 19/76).
Aslında sonucun "daha güzel" değil de
"en güzel" olacağı şeklinde manalandırılması gerekiyor.
Her şeyde ölçülü olmak ve tartıda âdil davranmak en
iyi işlerden biridir ve dünya ve âhiretteki sonuç bakımından da insana
güzellikler getiren bir eylem olmaktadır. Ölçüde ve tartıda haksızlık yapacak
fırsatı yakaladığı halde, "Rabb'im beni görüyor; bu yapacağım şeyden haberdardır"
düşüncesi ve imanı ile o fırsatı kullanmayan insanın hareketi ibadete
dönüşmektedir. Çünkü ölçü ve tartıyı doğru yaptı diye Yüce Allah insana sevap
vermez. Ama insan Rabb'im bunu emrediyor diye, o niyetle yaparsa sevap
alacaktır.
Dikkat edilirse, Yüce Allah bir davranışın sonucuna
göre o davranışın nasıl yapılması gerektiğine hüküm koymakta, sonucu en iyi ve
en güzel olan ameli emretmektedir. Bu durumu bütün davranışlarımıza uygulayabiliriz:
Sonucu insan için iyi ve güzel olan, yani faydalı olan davranışlar aklîdir,
meşrudur ve yapılmaya layıktır. Ölçü ve tartıyı mükemmel yapmanın hem ferde
hem de insanlığa getirdiği faydalar olacaktır.
Bu âyetten eğitim için önemli bir ilke çıkartabiliriz:
Eğitimin, ö-zelde din eğitiminin amaçlarından biri, insanlara davranışlarını
sonuçlarına göre düzenleme bilincini kazandırmaktır. Yüce Allah da hükümlerini
ve eğitimini bu ilke üzerinde vermekte ve düzenlemektedir. Eğitim öğrencilere
matematiğin en üst seviyedeki konularını öğretmeden önce davranışlarının
sonuçlarını analiz ederek gerçekleştirmeyi öğretmeli ve bu bilinci
kazandırmalıdır. Zaten bunun böyle olmasının zorunlu olduğunu bir sonraki âyet
daha net bir şekilde ortaya koymaktadır.[36]
35. Bilmediğin şeyin ardına düşme, çünkü işitme duyusu,
görme duyusu ve gönül, bunların hepsi bundan sorguya çekilecektir.
Bu âyeti bir önceki âyetin devamı olarak ele alıp
açıklamamız gerekiyor.
1. "Bilmediğin
bir şeyin ardına düşme."
"Ardına düşmek" bir eylemdir. Bir eylemin
bilinmesi demek, onun sonucunun nere götüreceğini, ne fayda temin edeceğini,
iyiye, güzele veya kötüye götürüp götürmeyeceğinin analizini yapabilmek
demektir. Bilgi, insana bu şekildeki analizini yapma gücünü verecek ve bu konuda
önünü aydınlatacaktır. Bilgi ışık olduğundan, insanın analizlerinde rehberlik
yapacaktır.
Buradaki bilgi, duruma göre kesin delil anlamını da
ifade edebilir. Kesin delil olmayan, sağlam bir dayanağı olmayan, zannî,
tahminî ve dedikodu cinsinden haberlerin peşinden gidilmemesi emredilmektedir.
Bir siyasetçi için bu, hem devletler arası ilişkilerde hem de iç işlerinde
kesin bilgi, kesin delil ve dayanak olmayan bir şeyde, davranışta bulunmaması
anlamına gelmektedir. Bilimsel araştırmalarda, eğitimdeki uygulamalarda ve
ahlâkî davranışlarda hep bu ilke yer almalıdır.
Kur'ân'da dinî alan için bilinmeyen bir şeyin ardına
düşülüp yapı-Jan yanlışları açıklayan âyetler vardır.
a)"Putperestler
diyecekler ki: Allah dileseydi ne biz ortak koşardık ne de atalarımız. Hiçbir
şeyi de haram kılmazdık. Onlardan öncekiler de aynı şekilde yalanladılar ve
sonunda azabımızı tattılar. De ki: Yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi var
mı? Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz ve siz tahminde bulunmaktan (yalan
söylemekten) başka bir şey yapmıyorsunuz (En'âm 6/148).
Yüce Allah, müşriklerin konuşmalarını ispat etmeleri
için onlardan bilgi istemektedir. Bu bilgiyi getiremeyenlere zannı takip
ettiklerini, tahminî ya da yalana dayanarak konuştuklarını söylemektedir.
Müslümanın farkı, kesin bilgiye dayanarak hareket etmesidir.
b) "Dillerinizin
uydurduğu yalana dayanarak, bu helâldir, şu da haramdır, demeyin; çünkü
Allah'a iftira etmiş olursunuz" (Nahl 16/116). Din adına bilgiye, delile
dayanmadan konuşulmaz ve konuşulamaz. Dini hayatın, uygulamaların ve yolun
aydınlığı bilgidedir.
c) "De
ki: Eğer doğru sözlüler iseniz, Allah katından bu ikisinden daha doğru bir
kitap getirin de ben ona uyayım. Eğer sana cevap veremezlerse, bil ki onlar,
sırf heveslerine uymaktadırlar. Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi
hevesine uyandan daha sapık kim olabilir?" (Kasas 28/49-50).
Allah'tan bir delil, bir bilgi olmaksızın din
konusunda konuşanı Yüce Allah en sapık insan olarak takdim etmektedir.
d)
"Kıyametin ne olduğunu bilmiyoruz, onun bir tahminden ibaret olduğunu
sanıyoruz, kesin bir bilgi elde etmiş değiliz, dediniz" (Câsiye 45/32)
Müşrikler bile kesin bilgi istemekte, buna sahip olmadıklarından zandan ibaret
olarak sanmaktadırlar.
e) "
Hayır- onların âhireti hakkındaki bilgileri yetersiz kalmıştır. Dahası, bu
hususta şüphe içindedirler. Bunun da ötesinde, onlar âhiretten yana
kördürler" (Nemi 27/66).
Bilginin yetersiz kalması, şüpheyi ve manevî körlüğü
getirmektedir. Böylece bilginin yeterli olmayışı imansızlığa neden olmaktadır.
f)
"Bunlar, sizin ve atalannızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir.
Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve
nefislerinin arzusuna uyuyorlar. Halbuki kendilerine Rabbleri tarafından yol
gösterici gelmiştir" (Necm 53/23).
Bütün bu âyetler şunu gösteriyor: Bilgisizlik,
bilginin yetersizliği, ya da yetersiz bilgiye sahip olmak, insanın zann ve
tahmini davranışların peşine düşmesine sebep olmaktadır.
Din eğitimcileri, âlimleri, insanları dinî konularda
yeterli bilgiye sahip kılmadıkça onların hatalarını önleyemeyeceklerdir. Tabii
ki öncelikle kendilerini doğru ve yeterli bilgi ile teçhiz etmeleri gerekiyor.
"Bilmediğin şeyin ardına düşme" emrini
hukuki alana çekersek, şahitlik eden insanın duymadığı, görmediği, bilmediği ve
kalbinin tatmin olmadığı bir konuda şahitlik etmemesi emredilmektedir
diyebiliriz. Böylece bu emir, hukukun yanıltılmasını önlemektedir.
Ama konuyu ahlâkî alana da çekebiliriz: Duymadığın,
görmediğin ve kalbinin tatmin olmadığı, tam bir bilgiye sahip olmadan biri
hakkında konuşmak, gıybet etmek, dedikodu yapmak, bir muamelede bulunmak,
iftira etmek yasaklanmaktadır. O zaman Hucurât 6. âyetin uygulanması
istenmektedir:
"Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber
getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük
edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz."
Müslüman, bilgiyi, delili takip eder; hareketlerini
bilgiye dayandırır.
2.
"Çünkü işitme duyusu, görme duyusu ve gönül, bunların hepsi bundan
sorguya çekilecektir."
İşitme organı ile görme organlarının topladığı
duyumlar beyinde, kalpte bilgiye dönüşmektedir. Yanlış duyumların peşinde koşup
doğru bilgiye dayanmamaktan dolayı sorgulamanın olacağını bilmek ve ona inanmak
gerekiyor. Her organın kendisine has bir sorumluluğu olacağını bilen bir
mü'min, bilginin dışında hiçbir şeyi takip etmeyecektir.
Âyette geçen takfu kelimesi kafadan gelmektedir. Ayak
izlerine bakarak, insanların durumları hakkında fikir yürütenler için de bu
kelime kullanılırdı. İnsan bedeninin arkasında olduğu için enseye de kafa
denmiştir. Çünkü ense bedeni izleyen bir özelliği olduğu için bu ismi almıştır[37].
Demek ki, insan kafasına, yani beynine sahip çıkmalı,
neyin ardına düştüğünün analizini yaparak hareket etmelidir. Âyetteki kulak,
göz ve kalb aslında beyni ifade etmektedir.[38]
37. Yeryüzünde
böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen ne yeri yarabilir ne de boyca dağlara
ulaşabilirsin.
38. Bütün
bunların kötülüğü, Rabb'inin katında asla hoş karşılanmamaktadır.
Âyetlerin analizinden çıkaracağımız önemli neticeler
vardır:
1. "Yeryüzünde
böbürlenerek dolaşma."
Bizim "dolaşma" diye tercüme ettiğimiz
kelimenin asıl manası "yürüme"dir. Yüce Allah kibri, böbürlenerek
yürüme şeklinde manalandırmaktadır. Yürüyüş bile insanın ruh yapısını
yansıtmaktadır. Davranışlar, ruh haletini en iyi şekilde ifade ettiği için Yüce
Allah kibri bu şekilde ifade etmektedir.
Yüce Allah Lokman peygamberin oğluna verdiği imânı
ve ahlâkî öğütlerde de aynı konuyu işlediğini bize nakletmektedir.
"Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek
yürüme" (Lokman 31/18).
Her iki âyette geçen merah kelimesi, "aşırı
sevinme ve şımarıklık" demektir. Fiil kalıbında (temrahûn) sadece Mü'min
75'te geçmektedir, o "Bu, sizin yeryüzünde haksız olarak şımarmanızdan
ve aşırı derecede sevinip böbürlenmenizden ötürüdür."
Yüce Allah âhirette müşrikleri sorgularken, dünyada
onları şirke düşüren nedenlerden birinin kibir olduğunu âyette ifade ederek,
onların sapık inançlarının analizini yapmaktadır.
Dikkat edilirse hem yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ
37'de hem de Lokman 18'de Yüce Allah kibir kelimesini şeytan için kullandığı
gibi kullanmamakta, onun davranışlara yansımasını tanımına koymaktadır.
Bu açıklamalardan sonra, kibrin önlenebilmesi için ne
yapmak gerekiyor? sorusunu sorabiliriz. İsrâ 37'nin sonu, Lokman 18'in sonu ve
19. âyetin tamamı ile Furkân 63. âyet bu sorumuzu cevaplandırmaktadır.
2. "Sen
ne yeri yarabilir ne de boyca dağlara ulaşabilirsin."
Yüce Allah kibirli insanın, fiziki manada neleri
yapamayacağını söyleyerek, zayıflıklarına dikkat çekerek eğitmeye çalışmakta ve
kendisine bir çekidüzen vermesini önermektedir.
a) "Zira
Allah, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri asla sevmez" (Lokman
31/18).
Yüce Allah kibirli insanları bu duygu ve
davranışlardan caydırmak için onlara eğitimin en etkili metotlarından
"sevgiyi esirgeme"yi kullanmaktadır. Sevgiden mahrum bırakmak en
etkili metottur. Dernek i: Yüce Allah sevgisi ile kibrin bir araya
gelemeyeceğini, kibrin yerde ilâhî sevgi güneşinin parlamayacağını ifade ederek,
kibirli insanı terbiye etmektedir. Hadîd 23'te de aynı metodu kullanmaktadır.
b)"Yürüyüşünde
tabii ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini eşeklerin sesidir"
(Lokman 31/19).
Tabii olmak, sesini alçaltmak yapılacak eylemlerdir.
Aşın derecede yüksek sesle konuşmak da kibrin alametidir. Yüce Allah, eşek benzetmesi
ile "tiksindirme metodunu" kullanmaktadır. Demek ki, kibrin sesi
aşırı derecede yükseltme boyutu insanı hayvansallaştırıyor. Hayvan benzetmesi
ile tiksindirme doruk noktasına ulaşıyor.
c) "Rahman'm
kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler
onlara laf attığında: Selâm! deyip geçerler" (Furkân 25/63). Burada da,
erdemli mü'minin yürüyüş tarzını örnek vererek eğitimde "örnekleme"
metodunu kullanmaktadır. Bu kişi, mü'minler için bir model olmaktadır.
Kibrin yanlışlığının fizikî bir anlatım metodu ile,
sevgiyi esirgeyerek, tiksindirerek ve örnekleme metotları ile ortaya konduğuna
burada şahit oluyoruz. Bu metotlar din eğitiminde de kullanılmalıdır.
3. "Bütün
bunların kötülüğü, Rabb'inin katında asla hoş k'arşılanmamaktadır."
mekruh kelimesi "hoş karşılanmayan"
şeklinde tercüme e-dilmiştir ama, aslında '"nehyedilmiş", yani
"yasaklanmış" anlamına gelmektedir.
Kötülüğü Allah katında yasaklanan, hoş karşılanmayan
davranışlar nelerdir? Bize göre bu amelleri İsrâ 31. âyetten itibaren
alabiliriz. Biraz daha geniş tutarsak 23. âyete kadar çıkarabiliriz. Allah'a
şirk koşmak, ana-babayı itip-kakmak, israf etmek, fakirlik korkusu ile
çocukları öldürmek, zina etmek, haksız yere cana kıymak, yetim malına kötü
niyetle yaklaşmak, ölçü ve tartıda adaletsizlik yapıp kul hakkı yemek, bilgisi
olmadığı şeyin ardına düşmek, böbürlenerek yürümek yani kibir, Allah'ın
yasakladığı şeylerdendir. İşte eğitimin mücâdele vermesi gereken olumsuz
davranışların bazıları bunlardır. Eğitimin başarısız kaldığı noktaları hukuk
dolduracaktır.[39]
39. /yte bunlar, Rabb'inin sana vahyettiği hikmetlerdendir.
Allah ile birlikte başka tanrı edinme; sonra kınanmış ve uzaklaştırılmış
olarak cehenneme atılırsın.
Yüce Allah İsrâ 23-38. âyetler arasında koyduğu
yasaklar veya emrettiği amellerin neler olduğunu bu âyette cevaplandırmaktadır.
Âyetten şu neticeleri çıkartıyoruz:
1.
"İşte bunlar, Rabb'inin sana vahyettiği hikmetlerdendir."
a) Bu ifade
öncelikle Kur'ân'da yer alan İsrâ 23-38. âyetler arasındaki hükümlerin,
emirlerin ve değerlendirmelerin ilâhî vahy olduğunu vurgulamaktadır. İlâhî vahy
olduğunu söylemekle Yüce Allah, onların beşerî
kaynaklı olmadığını
ifade etmektedir. "Rabb' inden sana vahyedilmiştir" demekle de aynı
zamanda Hz. Peygamber'e güven vermektedir.
b)
"Hikmetlerdendir" buyurmakla Yüce Allah "hikmet" kavramına
bir tanım getirmektedir. Hikmetin ne olduğunu Bakara 269'da açıkladık. Her iki
âyete bakınca, hikmetin ilâhî kaynaklı olduğunu anlıyoruz.
Yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 39'da, "Allah'ın
yasakları, emirleri, yani haram ve farzları, tavsiyeleri,
değerlendirmeleri" hikmetin tanımını oluşturmaktadır. Allah'tan başka bir
tanrıya kulluk etmemek, ana-babaya iyilik etmek, onları itip-kakmamak, onlara
tevazu kanatlarını germek, Allah'tan onlara merhamet dilemek, değişimi meydana
getirip tövbe edenleri Allah'ın affedeceğini bilmek, Yüce Allah'ın sinelerde
olanları en iyi bilen olduğunu bilmek, akrabaya, yoksula ve yolda kalmışa
yardımda bulunmak, israf etmemek, imkansız olanların hiç olmazsa ihtiyaç
sahiplerine hoş söz söylemeleri gereği, harcamada orta yolu tutmak, rızkı bol
verenin ve daraltanın Allah olduğunu bilmek, fakirlik korkusu ile çocukları
öldürmemek, zinaya yaklaşmamak, haksız yere cana kıymamak, yetim malına kötü
niyetle yaklaşmamak, bilmediği şeyin ardına düşmeyip bütün duyu organlarının
bundan sorumlu olacağını bilmek, kibirlenmemek ve kibirlenenlerin Allah sevgisini
kaybedeceğini bilmek ve bütün bunların Allah tarafından nehyedildiğine inanmak,
bu hikmetlerin bir bölümünü teşkil etmektedir.
Bunlar ferdin ve toplumun hayatını ayakta tutan, dinî,
hukukî, sosyal, ahlâkî, ekonomik, ruhsal ve ailevî konuları içeren ve onlara
can veren hikmetlerdendir. Âyetteki hikmet kelimesine, "âyetlerdir"
de diyebiliriz; yani "işte bunlar Rabb'inin sana vahyettiği
âyetlerdendir, hükümlerdendir" de denebilir.
2. "Allah
ile birlikte başka tanrı edinme: sonra kınanmış ve uzaklaştırılmış olarak
cehenneme atılırsın." Âyet doğrudan Hz. Peygamber'e hitap etmektedir ama,
dolaylı olarak evrensel manada bütün insanlara hitap etmektedir.
Âyetin bu kısmı 22 ve 23. âyetlerin devamı
mahiyetindedir. O â-yetlerde de şirk koşmak yasaklanıyor ve tevhid inancı öne
çıkıyor. Yüce Allah, Hz. Peygamber'e bu emri verdiğini insanlara şu şekilde
anlatmasını emretmektedir.
a) "De
ki: Allah'ın dışında taptığınız şeylere tapmak bana yasak edildi. De ki: Ben
sizin arzularınıza uymam, aksi halde sapıtırım da hidâyete erenlerden
olmam" (En'âm 6/56).
b) "De
ki: bana Rabb'imden apaçık deliller gelince, sizin Allah'ı
bırakıp o taptıklarınıza kulluk etmem bana yasaklandı
ve bana âlemlerin
Rabb'ine teslim olmam emredildi" (Mü'min
40/66).
Bu âyetler, Kur'ân gelmeden önce Hz. Peygamber putlara
tapıyordu anlamına alınmamalıdır. Zira, sizin taptıklarınıza tapmam yasaklandı
denmektedir. Bu emirler neyi ifade etmektedir?
İnsanlığın öğretmeni, eğiticisi olan bir insan önce
kendisi şirk batağına batmamak, batmamış olmalı, sonra da tevhid inancının
dışına çıkmamalı ve bütün benliğine onu sızdırmahdır. O zaman şirkle mücâde-\e
verebilir ve tevhid inanan) insanlığa öğretebilir.
Çünkü eğitimin altın kurallarından biri şudur:
Eğitimci önce kendisi yaşayacak, sonra da öğrencilerine, insanlığa öğretecek
ve yaşatacaktır.
Ayetin sonunda şirk koşanın mutlaka cehenneme
atılacağı, oraya atılırken ruh haletinin de kınanmış ve uzaklaştırılmış insanın
ruh haletine dönüşeceği ifade edilmektedir. İsrâ 22'de %% li^iii mezmûnen
mehzûlâ dendiği halde 39. âyette melûmen medhûrâ denmektedir. Her iki âyetin
sonundaki kelimeler eş anlamlıdırlar. 22. âyetin sonundakiler "kınanmış,
kendi başına terkedilmiş"; 39. âyetin sonunda-kiler de "kınanmış,
uzaklaştırılmış" manalarına gelmektedir. Böylece Yüce Allah konuya tevhid
inancı ile başlayıp tevhid inancı ile bitirmektedir.[40]
40. /fafefc 7n/z er£e£ çocukları size özel kıldı da,
melekleri kendisine kız çocuğu mu edindi? Doğrusu, siz çok büyük söz
söylüyorsunuz?
Buraya kadar İsrâ sûresinin tefsir ettiğimiz
âyetlerine genel olarak baktığımızda, bu âyetin buraya niçin konduğu sorusunu
sormaktan kendimizi alamayız. Ancak biraz derinden baktığımızda diğer
âyetlerle alakasını yakalamamız da mümkündür. Bu âyetin İsrâ sûresinin ilk
kelimesi olan ve noksan sıfatlardan uzak olma anlamına gelen
"sübhân"lıkla alakası olduğu gibi şirki yasaklayan ve tevhid
inancını emreden 22-23. â-yetlerle de doğrudan bağlantısı vardır. Bu âyet,
Allah ile beraber başka bir tanrı edinmeyi yasaklayan 39. âyetin de devamı
durumundadır.
Hz. İbrahim'in İshâk isimli peygamber olan oğlundan
gelen İsrâiloğullannın ürettiği sahte inanç şekillerinden biri "Allah'ın
çocuk edinmesi" idi. Önce peygamberleri Allah'ın çocukları olarak gördüler,
sonra da kendilerini Allah'ın çocukları olarak görmeye başladılar. Bu durumu
gösteren, açıklayan âyetler şunlardır:
a) "Yahudiler,
Üzeyir Allah'ın oğludur, dediler. Hıristiyanlar da, Mesîh (İsâ) Allah'ın
oğludur, dediler" (Tevbe 9/30).
b)
"Yahudiler ve Hıristiyanlar: Biz Allah'ın oğullan ve sevgilileriyiz,
dediler" (Mâide 5/18).
Görüldüğü gibi önce peygamberlerine Allah'ın oğludur,
dediler; sonra da kendilerinin Allah'ın oğulları olduklarını iddia ettiler.
Diğer taraftan Hz. İbrahim'in İsmail isimli peygamber
olan oğlunun neslinden gelen Araplar arasında da Allah'ın çocuk edindiği
inancı veya fikri doğdu ve yayıldı. Bu inanç ve iddialar şirk inancı ile
beraber doğup büyümüştü. Arapların arasında erkek çocukların değerli görülüp
kızların aşağılanması nedeniyle kızları Allah'a, erkek çocuklarını da
kendilerine tahsis ederlerdi. Hatta melekleri Allah'ın kızları olarak görürlerdi.
Bunu ispat eden âyetlerden biri yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 40. âyettir.
Diğerleri de şunlardır:
i. "Cinleri
Allah'a ortak koştular. Oysa ki onları da Allah yaratmıştı. Bilgisizce O'na
oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Hâşâ! O, onların ileri sürdüğü vasıflardan
uzak ve yücedir. O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. O'nun eşi olmadığı
halde nasıl çocuğu olabilir! Her şeyi O yaratmıştır ve her şeyi hakkı ile bilen
O'dur" (En'âm 6/100-101).
ii."Onlar,
kızların Allah'a ait olduğunu iddia ediyorlar" (Nahİ 16/57).
iii."Ama
onlar, İcullanndan bir kısmını O'nun parçası kıldılar. Gerçekten insan apaçık
bir nankördür. Yoksa Allah, yarattıklarından kızları kendisine aldı da oğullan
size mi ayırdı?" (Zuhruf 43/15-16).
iv. "Rahman
çocuk edindi dediler. Hakikaten siz, pek çirkin bir şey ortaya attınız"
(Meryem 19/88-89).
Demek ki İsrâiloğullarından Yahudi ve Hıristiyanlar
Allah'ın erkek çocuk edindiğini söylerken ve iddia ederken; Araplar da kız
çocuklarını Allah'a veriyor ve melekleri çocuk edindiğini iddia ediyorlardı.
Araplar kız çocuğunu aşırı derecede küçümsedikleri ve
değersiz gördüklerinden dolayı Zuhruf 19. âyette de ifade edildiği üzere
meleklerin cinsiyetini kız olarak belirleyip onları Allah'ın kızları olarak
kabul etmişlerdi. Böylece çocuk edinme inancını, yani şirki ortaya atmış ve
onun yayılmasına kaynaklık etmişlerdir.
Yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 40. âyetin böyle bir
geçmişi, alt yapısı ve kaynağı vardır ve bu âyet böyle bir anlayış, iddia ve
inancın değerlendirmesini yapmaktadır. Kız çocuklarını hor görmelerine rağmen,
onları Allah'a veriyorlardı. Değersizi Allah'a, kendilerine göre değerli olanı
da kendilerine alıyorlardı.
1. "Rabb'iniz
erkek çocukları size özel kıldı da, melekleri kız çocuğu olarak kendisi mi
alıkoydu?"
Yüce Allah bu soruyu Hz. Peygamber döneminde yaşayan
müşrik Araplara yöneltmektedir. Aslında onlar bu âyetleri okumadı ve sonraki
müşrikler de okumayacaktı. Yüce Allah bu soru ile tevhid inancına sahip
olanları uyarmakta, "kızım sana derim, gelinim sen işit" esasından
mü'minlere duyurmaktadır. Yaşamakta olan kötü bir anlayışın, şirkin veya yoz
kültürün köklerini kesmek için Yüce Allah, bu soruyu sormaktadır.
2.
"Doğrusu, siz büyük söz söylüyorsunuz."
Buradaki "büyük söz" ifadesi kötülüğü ifade
etmek için kullanılmıştır. Sözlerinin kötülüğü ve o sözleri reddetmek için bu
ifade kullanılmaktadır. Bunun bir benzer ifadesi de Hıristiyanlar için Meryem
88-89'da kullanmaktadır: "Rahman çocuk e-dindi dediler. Hakikaten, pek
çirkin bir şey ortaya attınız." Demek ki İsrâ 40'da ki 'anma kelimesi
Meryem 89'da iddâ şeklinde yer almaktadır.
İkisi de "kötü. çirkin, asılsız, çok ağır"
anlamına gelmektedir.
Yüce Allah Yahudi, Hıristiyan ve Arapların bu kötü
iddialarını, inançlarını, sözlerini şu şekilde reddetmektedir:
a) "Yahut kızlar O'nun, oğullar sizin
öyle mi?"
(Tur 52/39).
b) "Erkek
sizin de, dişi O'nun öyle mi?" (Necm 53/21).
c)
"Allah, doğurmamış ve doğmamıştır. Onun hiçbir dengi yoktur" (İhlâs
112/3-4).
d)"Öyle
ise günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor?" (Mâide 5/18).
e) "Bu
onların ağızlan ile geveledikleri sözlerdir. Daha önce kâfir olmuş kimselerin
sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da döndürülüyorlar"
(Tevbe 9/30).
Demek ki, Yahudi ve Hıristiyanlardan önceki kâfirler
de buna benzer sözler söylüyor ve iddiada bulunuyorlardı.[41]
41. Andolsun, bu Kur'ân'da düşünüp anlamaları için
bunları açık açık anlatıyoruz; fakat bu, sadece onların nefretini artırıyor.
1. Âyette
geçen "açık açık anlatıyoruz" ifadesindeki ilip. sarrafnâ kelimesi,
"bir şeyi bir yönden başka bir yöne döndürmek"tir. "Evirip
çevirmek" demektir. Bu manadan kinaye olarak "açık-seçik ortaya koymak,
beyan etmek, tekrar etmek, türlü biçimlerde ifade etmek" manalarına da
gelmektedir.
Yüce Allah Kur'ân'da pek çok meseleyi açık-seçik,
derinlemesine anlatmaktadır. Kur'ân'da anlatılanlar nelerdir? Kur'ân'in
içerdiği bütün konulardır, misâllerdir. Özelde de İsrâ sûresinde yer alan
konular veya buraya kadar İsrâ sûresinde anlatılan konulardır.
2. "Düşünüp
anlamaları için"
Bu kelimedeki J lâm harfi, açıklamanın amacını
belirlemektedir. Yüce Allah'ın Kur'ân'daki anlatımlarının amacı "insanları
düşünmeye sevketmek"tir. Bundan şu eğitim ilkesini çıkartıyoruz: Öğretim
faaliyeti öğrencilere doğru düşünme sanatını kazandırmakla yükümlüdür ve kaliteye
onun sayesinde ulaşılacaktır.
Öğrencileri düşünmeye sevkedebilmek için konuları
açık-seçik, net bir şekilde, karanlık nokta bırakmadan açıklamak gerekiyor.
Hele din eğitiminde konular mutlaka neden, niçin, nasıl ve ne zaman sorularını
cevaplandıracak şekilde açıklanmalıdır; aksi takdirde din doğru
anlaşı-lamayacak, yanlış anlaşılmaya sebep olacak, neticede insanların dinden
uzaklaşmasına neden olacaktır.
Demek ki, öğretimin ana amaçlarından biri ve en
önemlisi, öğrencinin düşünmesini sağlamaktır. Bundan şu noktaya varabiliriz:
Öğretim faaliyeti ezbere, dogmatik fikirleri dayatmaya yönelik değil, düşündürmeye
yönelik olmalıdır. Öğrenci kendisi düşünüp fikir üretmelidir ki, kendisi
anlamalıdır. Ezbercilik ve dogmatik fikirler, bu şekilde düşünce üretimine
müsaade etmemektedir.
3. "Fakat
bu, sadece onların nefretini artırıyor."
Âyetin bu kısmını, önceki kısımlarla birlikte
düşünürsek şu esası yakalamamız mümkün olacaktır: Öğretilen, açıklanan şeyden
istifade etmek, öğrenenin, dinleyenin psikolojik yapısına, yani inancına
bağlıdır. Öğreten ne kadar mükemmel anlatırsa anlatsın, ne kadar açık bir
şekilde öğretirse öğretsin, öğrenenin, dinleyenin manevî yapısı, ruhu, inancı,
ilgisi müsait değilse, ilgi duymuyorsa istifade edemez.
Âyette, konuları açık-seçik anlatan Allah olduğu
halde, insanların nefretine sebep oluyor, kaçıp uzaklaşmalarından başka bir şey
sağlamıyor. Demek ki öğrenimde, öğrenenin psikolojisi, inanç yapısı temeli
teşkil etmektedir. Alıcının sağlamlığı, verilen bilgilerin görüntüsünü gönüle,
beyne düşürecektir. Alıcı sağlam değilse, verici ne kadar güçlü olursa olsun,
görüntü gönüle, beyne düşmeyecektir.
Sadece kaçmıyorlar, kaçmalarını da artıyorlar.
Kâfirlerin bu tavrı her devirde, her peygamberde böyle olmuştur: "Rabb'im!
dedi, doğrusu ben kavmimi gece gündüz, davet ettim. Fakat benim davetim ancak
kaçmalarını artırdı" (Nûh 71/5-6); "Kalplerinde hastalık olanlara
gelince, onların da inkârlarını büsbütün artırır ve onlar artık kâfir olarak
ölürler" (Tevbe 9/125). Yüce Allah onların bu kaçışlarını şöyle bir
benzetme ile açıklamaktadır: "Böyle iken onlara ne oluyor ki, âdeta
aslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi öğütten (Kur'ân'dan) yüz
çeviriyorlar" (Müddessir 74/49-51).
Din âlimi ve eğitimcileri bu âyetten şu ilkeyi çıkarıp
hayata geçirmelidirler: Allah Teala'nın Kur'ân'ından, peygamberlerin tevhid
inancına çağırışından nefret edip kaçanlar, elbette onların öğretim faaliyetlerinden
de yüz çevirecek, anlamayacak ve doğruya yanaşmayacaklardır. Gönülleri
değiştirmemiz mümkün değildir; oraya hakikatin görüntüsünü düşürmek bizim
gücümüzde değildir. Biz öğretiriz, tebliğ ederiz, açıklarız, dinleyenin
psikolojisi müsait ise Yüce Allah gönüldeki değişimi yapacaktır.[42]
42. De ki: Onların dedikleri gibi Allah 'la beraber
tanrılar olsaydı, o takdirde 'Arş'in sahibi olan Allah'a u-laşmak için çareler
arayacaklardı.
Yüce Allah, Kendisinden başka tanrı olamayacağını
açıklarken, olsaydı ne olurdu konusundan hareket ederek ispatını yapmaktadır.
1.
"Onların dedikleri gibi Allah'la beraber tanrılar olsaydı"
ifadesinden anlıyoruz ki, Yüce Allah, meseleye bir de şirk koşanların iddiası
açısından bakmakta, onların inancının doğru olduğunu düşünerek bakarsak
neticenin nereye ulaşacağını da açıklamaktadır.
Burada "tartışmada" kullanılacak önemli bir
metod da öğretilmektedir: Karşı fikri savunanın iddiasından hareketle o fikrin
yanlışlığını ortaya çıkarmak, ne olacağını belirlemek de önemli bir metoddur.
Bir an, onlar gibi düşünüp konunun analizini yapıp neticenin ne olabileceğini
de ortaya koymak gerekiyor. Bu da, bir yaklaşım tarzı olmaktadır. Başkasının
gözü ile de meselelere bakabilme hoş görüsü gündeme getirilmektedir.
2. "O
takdirde 'Arşın sahibi olan Allah'a ulaşmak için çareler arayacaklardı."
Muhammed Esed bu âyetin açıklamasını şöyle
yapmaktadır: Arş terimi, lafzen "taht" yahut daha uygun bir ifadeyle
"kudret makamı", Kur'ân'da Allah'ın var olan her şey üzerindeki
mutlak hakimiyetini ifade için kullanılmaktadır. Bunun içindir ki zü'l-'Arş
tabiri en yakın bir ifadeyle "top yekûn egemenliği elinde tutan"
anlamına gelmektedir. Öte yandan bu âyetin işaret ettiği anlam konusunda müfessirler
tamamen hem fikir değillerdir. Bazıları âyeti "eğer Allah'tan başka
tanrılar var olsaydı, bunlar Allah'ı, âlem üzerindeki kudret ve iktidarından
kısmen ya da tamamen yoksun bırakmaya çalışırlar ve böylece âlemde bir kargaşaya,
düzensizliğe yol açarlardı" şeklinde açıklamışlardır. En başta Taberî ve
İbn Kesîr olmak üzere birçok müfessir, biraz karmaşık da olsa daha iyi bir
yorumda bulunmuşlardır.
Allah'tan başka tanrıların ya da tanrısal güçlerin
varlığına inanan kimselerin bu varlıkları ya da güçleri yalnızca Allah'la
insanlar arasında aracılar olarak gördükleri yolundaki meşrulaştırıcı
faraziyeden yola çıkarak bu müfessirler demişlerdir ki, "eğer bu sözde
tanrısal yahut yan tanrısal "aracılar" gerçekten var olsalardı, bu
durum açıkça onların birer aracıdan başka bir şey olmamaları nedeniyle, Allah'ı
mutlak ve müte'âl varlık olarak tanıdıkları anlamına gelirdi ki, bu da
kendilerinin gerçekte herhangi bir kudrete sahip olmadıklarını ve son tahlilde
bütünüyle O'na bağımlı olduklarını kabul etmek demektir." Bağımlı
oldukları herhangi bir kudretten yoksun oldukları, böylece aşikâr olan bu hayal
ürünü "aracıların" hangi yapıda oldukları, hangi nitelikten de
yoksun oldukları ortadadır. Hal böyle olunca, artık insan için doğrudan
doğruya Allah'a, o her şeye gücü yeten, her şeyi görüp işiten Tek Allah'a
yönelmesi ve herhangi bir aracıya ihtiyaç duymaması çok daha makul, çok daha
onurlu değil midir?[43].
Şimdi biz âyete dönüp kendi yorumumuzu yapabiliriz:
Allah'a u-laşmak için çare arayacak kimdir? Bize göre müşriklerin taptıkları o
sahte tanrılar bile Allah'a varmak için çaba harcayacaktı. Çünkü onların
kudreti sınırlı kalacaktı. Yüce Allah, Allah'tan başka tanrıları insanların
niçin tanrı edindiklerini cevaplandırmaktadır: "Dikkat et, hâlis din
yalnız Allah'ındır. Onu bırakıp kendilerine bir takım dostlar edinenler:
Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler"
(Zümer 39/3). Aslında müşrikler, sonsuz kudrete sahip olan Allah'ı bildikleri
halde, ona yaklaştırılmaları için sahte tanrılar edinmektedirler.
Ayrıca Yüce Allah başka bir âyetinde, kâinatı idare
eden Allah'tan başka bir tanrı olsaydı ne olurdu sorusuna başka bir cevap da
vermektedir: "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı,
yer ve gök, kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki 'Arş'ın Rabb'i olan Allah,
onların yakıştırdıkları sıfatlardan uzaktır" (Enbiyâ 21/22).
İşte bu âyette Yüce Allah, kâinatın düzeninin
bozulacağını öne sürerek, doğa gereği bütün insan topluluklarını tek
idarecinin yönettiğine de işaret etmektedir. İnsanlar bu doğa kanununu
kendileri de yaşamaktadırlar.
İşte bu ve buna benzer âyetler neden şirkin yanlış,
tevhid inancının geçirli olduğunu ispat etmektedir. Din eğitimi bu konuyu
halletmedikçe, dini temeline oturtamayacaktır; insanlar şirkin batağında,
aracılar edinmeye, sahte tanrılara kul olmaya devam edeceklerdir. Şirkin açık
ve gizli olanı, insanı Rabb'inden ayrı koyacaktır; O'nun katındaki değerini
eritip yok edecektir.[44]
43. Herşeyden yüce olan Allah, onların söylediklerinden
uzaktır.
Sübhân kelimesi, "bütün sıfatlarında, özellikle
kudret ve egemenliğinde eksiksiz ve kusursuz olma"yı ifade etmekte, Yüce
Allah'ın, şirk koşan insanların ona yakıştırdığı her noksanlıktan uzak olduğu
anlamına gelmektedir. Allah'ın kudret ve egemenliğinde eksiksiz ve kusursuz olduğunu
anlamak için şu âyetlere gidebiliriz:
a) Hiçbir
şey O'na benzemez" (Şûra 42/11).
"O'na hiçbir şeyin benzemediği" özelliğini
Yüce Allah bu âyette anlatırken, önce yoktan yaratıcılığını ve sonra tabiattaki
varlıkların, insan ve hayvanların hepsinde var olan çokluk, çiftlik, iki
kutupluluğa dikkat çekmektedir. Bunları anlatmasının amacı, Kendisinin
benzersizliğini ortaya koymaktır ve insanların O'na, düşünce, hayal bakımından
yakıştıracağı her şeyden temelde farklı olduğunu göstermek için bu açıklamayı
yapıyor.
b) "Onun
hiçbir dengi yoktur" (İhlâs 112/4).
Bunun anlamı, hiçbir şeyin O'nunla mukayese
edilemeyeceğidir. Bu iki âyeti bir araya getirdiğimizde şu çıkıyor: Yüce Allah
benzersizdir ve dengi yoktur. Hiçbir şey onunla mukayese edilemez ve O'na
benzetilemez. İşte sübhân olma özelliğini en iyi şekilde bu âyetler açıklamaktadır.
Eksiklik, kusur ve yetersizlik Allah için asla düşünülemez.
Yüce Allah her şeye kendisinden daha yakın olmasına
rağmen, eksiklikten, kusur ve yetersizlikten de o derecede uzaktır.
Diğer taraftan Yüce Allah, yücelikte ve ululukta
onların söylediklerinden sonsuza kadar uzakta ve sonsuza kadar aşkındır.
Allah'ın "yüceliği" maddî anlamda açıklanamaz. Bundan anlıyoruz ki,
Hz. Peygam-ber'den önce gelen şirk anlayışı, Yüce Allah'ı anlamada,
tanımlamada, tasavvur edebilmedeki yanlışlıktan kaynaklanıyordu.
O'nu doğuran, doğurulan ve eşi olan bir varlık olarak
görmeleri, beyinlerinin darlığından, maddenin ve beşerî özelliklerin ötesine
geçememelerinden kaynaklanıyordu. Ama onların bu anlayışları, düşünceleri ve
tasavvurları beyinlerinde kalmıyor, ağızlarından dökülüyordu. Onun için Yüce
Allah âyette hjijZ \X* "dediklerinden" ifadesine yer vermektedir.
Onların Allah hakkındaki anlayışları sinelerinden çıkıp, kelimelere
dökülüyordu. Kelimelere dökülmesi, şirkin başkasına bulaştırılması demektir.
Şirk mikrobu, birinden diğerine taşınıyordu, tşte Yüce Allah bu bulaşıcı şirk
hastalığını ortadan kaldırmak için bu âyetleri göndermiştir.
Yüce Allah, eksiklikten, kusurdan ve yetersizlikten
uzak olmasını söylerken, tüm olumsuzluklardan uzak olduğunu da ifade
etmektedir. "Yüce" ve "büyük" olması da, maddenin
sınırlarını aştığını, maddenin sınırları içinde düşünülemeyeceğini ifade
etmektedir. Bir önceki âyetle bu âyet, tevhid inancı konusunda bir ders
vermektedir.[45]
44. Yedi gök ile yer ve onların içinde yer alan her
şey O'nu teşbih etmektedir. O'nu övgü ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne
var ki siz, onların teşbihini anlamıyorsunuz. O, halimdir, bağışlayıcıdır.
Âyetin analizinden çıkaracağımız neticeler olacaktır:
1. "Yedi
gök ile yer ve onların içinde yer alan her şey O'nu teşbih etmektedir."
Teşbihin ne olduğunu Bakara 30'da geniş bir şekilde
açıkladık. Yüzmek (Yâsîn 36/40), noksan sıfatlardan uzak tutmak (İsrâ 17/43) manasına
gelen teşbih kelimesi en güzel ifadesini İhlâs sûresinde bulmaktadır. "O,
doğurmamıştır ve doğmamıştır, O'nun hiçbir dengi yoktur." (Ihlâs 112/3-4)
denirken "noksanlık, yetersizlik ve kusursuzluktan uzak tutmak"
anlamı kastedilmektedir.
"Yüce Allah şöyle sıfatlara sahiptir" demek
takdîs; "Yüce Allah şu özelliklerden uzaktır" demek de teşbihtir.
Onun için İhlâs sûresinin ilk iki âyeti "takdîs"; son iki âyeti de
"tesbîh" olmaktadır, "O, Allah birdir. Allah sameddir"
demek "takdîs" olurken, "doğurmamıştır, doğrulmamıştır, dengi
yoktur" ifadeleri de "tesbîh" olmaktadır.
Şimdi yedi gök ile yer ve onların içindekiler Allah'ı
nasıl teşbih ediyor? Biz bu soruyu iki şekilde cevaplandırabiliriz:
a) Kâinatın
varlığı, Allah'ın varlığına, birliğine, kudretine ve egemenliğine delil
olmaktadır. Onun delil olması, teşbihin kendisini teşkil etmektedir. Çünkü yedi
göğü, yeri ve içindeki canlıları noksan sıfatlara sahip olan bir varlığın
yaratması imkansızdır. Onların varlığı, Allah'ın noksan sıfatlardan uzak
olduğuna, yan "sübhân" olduğuna delil teşkil etmektedir.
Eser, yaratıcısına, yapımcısına yani müessirine
götürmektedir. Bu götürüşe "teşbih" denmektedir. Kâinatın, göklerin,
yerin ve onların içindeki varlıkların esrarengiz yapısı, insan aklını onların
yaratıcısına götürmektedir. Buna da "teşbih" denmektedir.
b) Kâinatın
her zerresinde can vardır. Canı olan her şey Allah'a bir şekilde ibadet ediyor.
Ama biz o can sahibi zerrelerin dilini bilmediğimiz için ibadetlerini, yani
teşbihlerini anlamıyoruz. Gökteki gezegenler, yerküre ve bütün varlıklar
hareket halindedir. Maddenin en küçük parçası olan atomun çekirdeği etrafında
dolaşan elektronlar aslında bu hareketleri ile Allah'a teşbih ibadeti
yapmaktadırlar. Aynı şekilde Ka'be'nin etrafında tavaf yapmamız da teşbih
olmaktadır.
Demek ki göklerin, yerin ve içindeki varlıkların
hareketi boşuna değil, bir amaca yönelik olarak gerçekleşmektedir. Yüce
Allah'ın onlara verdiği görevi yerine getirmeleri de bir teşbihtir.
2.
"O'nu övgü ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur." Ayetin bu kısmı
teşbihin nasıl olduğuna da açıklık getirmektedir. Hamd yani övgü ile teşbihi
ibadet haline çeviren içindeki hamd olmaktadır. Tıpkı bizim namazımızda Fatiha
sûresinin ilk âyetine hamd ile başlamamız gibi. Teşbih hamd ile yapılan bir
ibadettir. Biraz önce, kâinatın ve içindeki varlıkların varlığı, Allah'ın
varlığını ispat etmektedir derken, O'na "yaptığı işten dolayı
hamdetmektedir" anlamını vermiş oluyorduk.
Demek ki gökler, yer ve içindeki yaratıkların
zerrelerinin kendilerine has dili var ve o dilleri ile Allah'ı hamdederek
teşbih etmektedirler.
3. "Ne
var ki siz, onların teşbihini anlamıyorsunuz. O, halîmdir,
bağışlayıcıdır."
Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, Yüce Allah burada
anlaşılamayan bir teşbih ibadeti olduğunu bize anlatmaktadır.
"Anlayamazsınız, anlamıyorsunuz" ifadesi ile Yüce Allah neyi
kastetmektedir?
"Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki, onlar
bu delillerden yüzlerini çevirip geçerler" (Yûsuf 12/105). Bu âyetteki,
âyet kelimesi, "Allah'ın varlığına, birliğine, sonsuz kudretine, ilmine
ve hikmetine delil teşkil eden varlık, kanun ve oluşumlar"dır. İşte bu
âyet, "bunlar bir ders niteliğinde insana sunulduğu halde insanın bunları
anlamaması, kâinattaki varlıklardan, oluşumlardan ders almayan insanların,
onları anlamaması" anlamına gelmektedir.
Bu dersi anlayamadıklarından dolayı İsrâ 41'de
belirtildiği gibi müşrikler Allah'ın eşsiz olduğunu, "sübhân"
olduğunu anlayamamaktadırlar. Şirk koşmanın, kâinat ve onun içindeki
varlıkların verdikleri dersi anlamamaktan kaynaklandığını buradan anlıyoruz.
Kâinat ve içindeki kanunların, âyetlerin, varlıkların teşbihine inananlar,
Allah'ın sübhânlığını, noksan sıfatlardan uzak olduğunu anlamış olacaklardır.
Yüce Allah âyetin sonunda "halım" ve
"affedici" sıfatını koymuştur. Halîm, "öfkesine hakim"
anlamına gelmektedir. "Allah öfkesine hakim ve affedicidir"
buyururken neyi kastetmektedir? Başka bir ifadeyle bu sıfatlarını âyetin
sonuna niçin koymuştur? Bu soruya şu şekilde cevap vermemiz mümkündür:
Kâinat ve ondaki varlıkların teşbihini, yani Allah'ın
varlığı, birliği, eşsizliği, sonsuz kudreti hakkında verdikleri dersi anlamayıp
şirk koşanlar, döndükleri şirki bırakıp tevhid inancını kabul ettikleri
takdirde Allah, affedeceğini ilân etmektedir. Müşriklere bir çıkış kapısı, bir
fırsat sunulmaktadır.
Eğitimde önemli olan insanı kazanmaktır. Yüce Allah da
müşrikleri tevhid inancına geçmekle kazandığından onları affedeceğine işaret
etmekte ve âyetin sonuna bu sıfatlarını koymaktadır, kâinatın bütünüyle
insanoğluna Allah'ın birliği, yüceliği, büyüklüğü, sonsuz kudreti hakkında
ders vermektedir; biz de onu anlamakla mükellefiz.[46]
45. Kur'ân
okunduğun zaman, seninle âhirete inanmayanlar arasına gizli bir engel koyarız.
46. Kur'ân'ı
anlarlar diye kalplerine örtüler ve kulaklarına da ağırlık koyduk. Çünkü,
Kur'ân'da Rabb'ini yalnız andığın zaman, onlar canları sıkılarak aralarına
dönerler.
47. Sana kulak
verirlerken, niye kulak verdiklerini de, gizli toplantılarında haksızlık
yapanların: "Siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz" dediklerini
de biliyoruz.
48. Baksana,
senin için ne türlü benzetmeler yaptılar! Bu yüzden öylesine saptılar ki, artık
doğru yolu bulamayacaklardır.
Bu âyetler kâfirlerin veya müşriklerin Kur'ân'a
gösterdikleri o-lumsuz tepki ile Hz. Peygamber için yaptıkları konuşma ve
öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmelerini gündeme getirmektedir.
"Kur'ân okuduğun zaman, seninle âhirete
inanmayanlar arasına gizli bir engel koyarız."
Bu âyetin iniş sebebi olarak bazı haberler
nakledilmektedir: Hz. Peygamber ne zaman Kur'ân okusa, Kusayyoğulları
kabilesinden, sağında ve solunda iki adam dikilir, el çırpar, ıslık çalar ve
şiirler okuyarak, Hz. Peygamber'in okuduğunu karıştırmaya çalışırlardı.
Esma'dan şu haber nakledilmektedir: Hz. Peygamber, beraberinde Hz. Ebû Bekr olduğu
halde oturuyordu. Derken Ebû Leheb'in karısı, avucunun içini dolduran bir taşla
birlikte çıkageldi ve şöyle dedi: "Kınayarak geldik, dinini terkedip
buğzettik ve emrine de isyan ettik." Bunun üzerine Hz. Ebû Bekr: "Ey
Allah'ın Resulü, elinde taş var, onun zarar vermesinden korkarım," dedi.
Hz. Peygamber de bu âyeti okudu.[47]
'' İbn Abbâs şunu anlatmaktadır:
Ebû Süfyân, Nadr İbn Haris, Ebû Cehl ve diğerleri, Hz.
Peygamberle birlikte oturuyorlar ve onun sözlerine kulak vererek onu
dinliyorlardı. Nadr İbn Haris: Ben Muhammed'in ne dediğini anlayamıyorum; ancak
ne var ki ben, onun dudaklarının bir şeyden ötürü hareket ettiğini görmekteyim,
dedi. Ebû Süfyân: Ben, onun söylediklerinin hak ve gerçek olduğunu sanıyorum,
derken, Ebû Cehil: O bir mecnundur; Ebû Leheb: O bir kâhindir; Huvayb İbn
Abdülüzzâ da: O bir şâirdir, dedi. İşte bu konuşmalar üzerine bu âyet inmiştir.[48]
Şimdi bu rivayetlerin hangisinin doğru olduğunu
sorabiliriz: İsrâ 47. âyete göre İbn Abbâs'm naklettiği olay doğru
görülmektedir. Ama Fussilet 26. âyete göre de birinci rivayet doğru
gözükmektedir:
"İnkâr
edenler: Bu Kur' ân 'ı dinlemeyin,
okunurken gürültü yapın. Umulur
ki bastırırsınız, dediler."
Tebbet sûresine göre de Ebû Leheb'in karısı konusu
hakkındaki haber doğru gözükmektedir.
Demek ki her üç haberin ortak bileşkesini almak
gerekiyor. Haberler âyetlere uygun düşmektedir. Onun için üçünü de doğru kabul
ediyor ve bu olayları âyetlerin tarihsel temeli olarak anlıyoruz. Ama âyetler
kıyamete kadar gelecek nesillere ait olduğuna göre, bu tepkiler her zaman var
olacaktır.
Şimdi âyetin analizine geçebiliriz: Hz. Peygamber
Kur'ân okuyunca, âhirete inanmayanla onun arasında niçin bir engel konmaktadır?
Bu âyeti açıklayabilmek için, İsrâ 41. âyeti açıklayabilmek gerekiyor.
Kur'ân'da Yüce Allah gerçeği açık-seçik açıkladığı halde, inkâr edenlerin
yalnızca nefretleri artmıştır. Kur'ân'dan nefret ettikleri için onlarla Hz.
Peygamber arasında bir perde veya engel koydu. Bu nefret olmasaydı bu engel de
konmayacaktı. Bu âyete bağlamadan açıklanırsa, sanki Yüce Allah onların
Kur'ân'ı dinlemelerini istemiyordu anlamı çıkacaktır. Önce onların gönüllerinde
nefret oluştu, sonra da Yüce Allah perdeyi koydu.
Burada sebep-sonuç ilişkisi vardır. Onların Kur'ân'a
karşı olan nefretleri sebep, Allah'ın engel koyması da sonuç olmaktadır.
Diğer sebeplerden biri de âyetin kendi içindeki
"âhirete inanmamaları" ifadesidir. Âhirete inanmayanlarla Hz.
Peygamber arasında "gizli bir perde" konmaktadır; başka bir ifade
ile bunu Allah koymaktadır. Âhirete inanmamak, perdeye dönüşmektedir.
İmansızlık, Kur'ân ile onların arasında perde olarak yer almakta ve onu da
Yüce Allah koymaktadır. Bu perdeyi gözle görülemeyen, manevî ya da psikolojik
bir perde olarak nitelendirmek gerekiyor.
Kur'ân'in sesi ve onun getirdiği mesaj, onların
kulaklarından beyinlerine, yani gönüllerine inmemekte, onlara işlememektedir.
Ters manadan hareket edersek, âhirete iman perdeleri
kaldırmakta, mesajı beyinlere, gönüllere ulaştırmakta önemli bir görev
yapmaktadır.
2.
"Kur'ân'ı anlarlar diye kalplerine örtüler ve kulaklarına da ağırlık
koyduk. Çünkü, Kur'ân'da Rabb'ini yalnız andığınlarına da ağırlık koyduk.
Çünkü, Kur'ân'da Rabb'ini yalnız andığın zaman, onlar canları sıkılarak
ardlarına dönerler."
"Örtüler" diye tercüme ettiğimiz ts\ ekinne
kelimesi öb5 kinân kelimesinin çoğuludur ve "okun konduğu, onu gizleyen,
muhafaza eden şey" anlamına gelmektedir.
Tevhid inancını bir tarafa atıp şirke veya bâtıl
inançlara inat ve ısrarla sarılan, hakikate kulak vermeyen insanlar zamanla
hakikati anlama ve duyma yeteneğini kaybedeceklerdir. Bu yeteneği kaybetmeleri
onların kalbine mühür veya örtü olarak gelecek, Allah da bu mühür ve örtüyü tasdik
edecektir. Hakikati anlama yeteneğinin kaybolduğu, onun boşalttığı yeri mühür
veya örtüler alacaktır. "Hiçbir şey boş kalmaz" ilkesinden hareketle
diyebiliriz ki hakikati anlama yeteneğinin yerini bu âyette örtüler almıştır.
Âyete dikkatle bakılırsa Üii- ce'alnâ fiilinin faili
Allah'tır. Yani örtüleri onların kalplerinin üzerine koyan Allah olarak
görülmektedir. O zaman Allah onların hakikati anlayıp imana gelmelerini
istemiyor diyebilir miyiz? Bu soruya evet cevabını verirsek, Allah'a zulüm
isnad etmiş oluruz. Soruya şu âyetlerle cevap vererek, Yüce Allah'ın insanlara
hür irâde ve seçenek verdiğini, onunla beraber inanç özgürlüğünü tanıdığını,
onların seçenek ve özgürlüklerinin gereği olarak bu perdeleri kalplerinin
üzerine koyduğunu söyleyebiliriz:
a) "Ve
dediler ki: Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda
da bir ağırlık vardır. Bizimle senin aranda bir perde bulunmaktadır. Onun için
sen istediğini yap, biz de yapmaktayız" (Fussilet 41/5). Dikkat edilirse
kalplerinin kapalılığını, kulaklarındaki ağırlığı ve aradaki perdeyi kendileri
itiraf etmektedirler.
b)
"Hevâ ve hevesini tanrı edinen Allah'ın bir bilgiye dayanarak saptırdığı,
kulağını ve kalbini mühürlediği, güzünün üstüne de perde çektiği kimseyi
gördün mü?" (Câsiye 45/23).
Bu âyetten de, önce insan kendi kötü arzularını tanrı
ediniyor, sonra da Allah mühürleyip perdeyi çekiyor.
Demek ki kâfirlerin kalplerinin üzerine Yüce Allah'ın
koyduğu örtüler, onların hür irâdelerinin seçiminden sonra olmaktadır.
Âyette geçen en yefkahûhü ifadesini lâ yefkahûhü
şeklinde anlamak gerekiyor. Mana "anlamamaları" şeklinde olmalıdır.
Kâfirlerin inkârı, gönüllerinin üzerine perde istemektedir, Allah da o
perdeleri oraya örtmekte, koymakta, çekmektedir. Kur'ân'ı anlamamaları için
kendi perdelerini imal ettiler, Allah da o perdeleri oraya koydu.
Anlamamalarını Allah istemedi, onlar istedi Allah da onayladı. Allah Te'âlâ
herkese layık olduğunu verir.
Yüce Allah, kalplerinin üzerine örtüler koyarken,
kulaklarına da ağırlık koymuş oldu. Kulak işitme, dinleme ve anlamayı temin
eden duyumları taşıyan organdır. Okumanın olmadığı durumlarda, kalpte ya da
beyinde anlayışı temin edecek malzeme oraya kulak vasıtası ile taşınmaktadır.
Fussilet 5'de kâfirler itiraf ettikleri gibi, öncelikle kendi kulaklarını
Kur'ân'a, Hz. Peygamber'in çağrısına karşı kapadılar, onlara ağırlık taktılar.
Yüce Allah da o ağırlıkları onlara layık gördü. Onlar, gerçeği anlamaya niyetli
olmamaları nedeniyle kulaklarına ağırlık konmuştur.
Bu âyetteki kalplerin üzerinde örtülerin, kulaklara
ağırlıkların konmasının anlamı, beyinlerinin hakikati anlama yeteneğini
kaybetmesi, ondan mahrum bırakılmasıdır.
Zaten âyetin sonunda Yüce Allah onların kalplerinin
üstüne örtüleri, kulaklarına da ağırlıkları neden koyduğunu açıklamaktadır:
"Çünkü, Kur'ân'da Rabb'ini yalnız andığın zaman onlar canları sıkılarak
ardlarına dönerler." Müşriklerin Kur'ân'da ki tevhid inancına karşı aşırı
bir olumsuz tavır takınarak yüz çevirmeleri Yüce Allah'ın yukarıdaki
uygulamasına sebep olmuş ve olmaktadır.
Âyetin bu kısmı, sonuç olarak da görülebilir. Bunu
şöyle açıklayabiliriz: Yüce Allah onların kalplerinin üzerine örtüler,
kulaklarına da ağırlık koyunca, onlar Kur'ân'da geçen tek tanrı fikrine karşı
sırtlarını dönmeye başlarlar. Bizim tercihimiz Kur'ân'daki tevhid inancına
sırtlarını dönünce Allah'ın, onların kalplerinin üzerine örtüler, kulaklarına
da ağırlıkları koyması şeklindedir.
"Tek tanrı inancı", onların şirk koşmaları
ile çatışınca, sırtlarını dönüp giderken, asıl beyinlerini ve gönüllerini ona
karşı kapamış oluyorlardı. Günümüzde, çeşitli şeyleri tanrı edinenler de aynı
olumsuz tepkiyi göstermektedirler.
Yüce Allah 45 ve 46. âyetlerde bir davranış
psikolojisi analizi yapmakta, insanların hakikate, tevhid inancına karşı
beyinlerini, kulaklarını ve gönüllerini tıkayıp nasıl davrandıklarını
açıklarken, din eğitimcilerine bu insanların manevî hastalıklarının neler
olduğunu öğretmektedir.
"Kur'ân'da Rabb'ini yalnız andığın zaman"
ifadesi, Hz. Peygam-ber'in Kur'ân'ın tevhid inancını anlatması, onun dersini
vermesi anlamına gelmektedir. "Yalnız Rabb'ini" demek "tek
tanrı" inancı demektir. "Anmak" da, "o konu üzerine ders
vermek"tir. Neticede kâfirler, Kur'ân'ın getirdiği tek tanrı anlayışı
üzerine verilen derse karşı aşırı olumsuz tepki göstererek sırtlarım
dönmüşlerdir.
3.
"Sana kulak verirlerken, niye kulak verdiklerini de, gizli toplantılarında
haksızlık yapanların: Siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz, dediklerini
de biliyoruz."
Bundan şu genellemeleri çıkartıyoruz:
a) Yüce
Allah, Hz. Peygamber Kur'ân okurken müşriklerle onun arasına gizli bir perde
koymasını; Hz. Peygamber Kur'ân'ın tek tanrı inancını öğretirken sırtlarını
dönmeleri nedeniyle kalplerinin üzerine örtüler, kulaklarına da ağırlıklar
koymasını 47. âyetteki "bilmesine" dayandırmaktadır. 45 ve 46.
âyetlerde geçen llk>- ce'alnâ dediği ve bizim "koyduk" diye
tercüme ettiğimiz fiilini Yüce Allah bilgiye, bilmesine dayanarak
gerçekleştirmektedir. İşte 47. âyet o fiillerinin bilgisine dayandığını
gündeme getirmektedir. Eğer bu bilgi olmasaydı Yüce Allah'ın perde, örtü ve
ağırlık koyması zulüm olacaktı.
Bilgiye dayanarak bir iş yapmasını Yüce Allah Câsiye
23'te de söylemektedir: "Hevâ ve hevesini tanrı edinen ve Allah'ın bir
bilgiye dayanarak saptırdığı kişiyi gördün mü?" "Bir bilgiye
dayanarak saptırdı" ifadesi İsrâ 45-47. âyetlerde detaylı bir şekilde
açıklanmaktadır.
"Biz biliyoruz" buyururken, yaptıklarını
bilgisine dayandırdığını ifade etmektedir. Bundan çıkaracağımız netice şudur:
Yüce Allah kendisinin bir eylemi bilerek yaptığını bize söylerken; bizim de
bir eylemi bilerek yapmamızı önermektedir. Çünkü bilgi, eylemin doğruluğunu
veya yanlışlığını ortaya koyan bir aydınlıktır; eylemin sonucunu gösteren
ışıktır; haksızlık yapmayı önleyen güçtür.
b) Hz.
Peygamber'i dinlerken niye dinlediklerini bilmesi, onların gizli niyetlerini,
dinlemelerindeki amaçlarını bilmesi demektir. Bu da Allah'ın insanı içten de
kuşattığını göstermektedir. Peygamber onların gönlünden geçeni, niyetlerini,
amaçlarını bilemeyeceğinden Allah kendisinin bildiğini ifade etmektedir.
İşte bu önceden bilmesi, Allah ile beşerin arasındaki
farklardan bir tanesini oluşturmaktadır.
c) Demek ki
müşriklerden bazıları Hz. Peygamber'i dinliyorlardı, onun davetini okuduğu
Kur'ân'a kulak veriyorlardı. Onların bir kısmının Hz. Peygamber'in okuduğu
Kur'ân'ı dinlediklerini En'âm 25'te görmüştük. Ayrıca Muhammed 16'da da aynı
dinleme gündeme getirilmektedir.
Onların kötü niyetle Hz. Peygamber'i dinlemeleri,
onların ikili oynayıp münafıklık ettiklerine delil_teşkil etmektedir:
"Onların arasında, seni dinleyenler vardır. Fakat senin yanından çıkınca,
kendilerine bilgi verilmiş olanlara: Az önce ne demişti? diye sorarlar. Bunlar
Allah'ın kalplerini mühürlediği, hevâ ve heveslerine uyan kimselerdir"
(Muhammed 47/16).
d) Yüce Allah
içlerindeki gizli niyet yani amaçlarını bildiği gibi, gizli toplantılarında Hz.
Peygamber hakkında ne dediklerini de bu âyette deşifre etmektedir: "Siz
büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz." Hz. Peygamber'in
büyülenmiş olduğunu söyleyecek kadar ileri gidiyorlar ve akıl dışı iftirada
bulunuyorlar.
Bir gün Hz. Peygamber Hz. Ali'ye bir sofra hazırlayıp,
müşrik Kureyşlilerin ileri gelenlerini davet etmesini söyler. Hz. Ali bu emri
aynen yerine getirir. Onlar bir araya gelince, Hz. Peygamber yanlarına girer,
Kur'ân okur ve tevhid inancına davet eder. Tevhid inancını kabul ettikleri
takdirde sosyal statülerini kaybetmeyeceklerini, onun devam edeceğini de
söyler. Daha sonra kendi aralarında toplandıklarında, Hz. Peygamber'in
büyülenmiş olduğunu birbirlerine fısıldaşıyorlardı. Buradaki fısıldaşmada
"eğer bu adama tâbi olursanız, büyülenmiş bir adama uymuş
olacaksınız" manasında bu ifadeyi kullanmaktaydılar.[49].
Ayette geçen meshûr kelimesi "büyülenmiş"
anlamına gelmektedir. Ama onun "bozulan" manası da vardır. Arapça'da
"iyi hazırlanmamış yemek" için de meshûr kelimesi kullanılır.
"Lüzumundan fazla yağmur yağıp da bozulan yer" için de meshûr
kelimesi kullanılmaktadır[50].
Kısaca müşriklerin Hz. Peygamber'i dinlediklerinde, yani Kur'ân okurken ona
kulak verdiklerinde Kur'ân'da geçen bu üç âyetten En'âm 25'te Kur'ân'a
eskilerin masalları olduğunu, İsrâ 47'de Hz. Peygamber'e büyülenmiş olduğunu,
Muhammed 16'da da anlama konusunda dalga geçtiklerini söyleyip iftira
ettiklerini anlıyoruz. Masal, sihir ve alay etme gibi kelimeleri kullanarak
tepki gösteriyorlardı.
e) Yorumunu
yapmakta olduğumuz İsrâ 47'de geçen ez-zâlimûn "zâlimler" kelimesinin
karşılığı "müşrikler"dir. Böylece Yüce Allah tevhid inancını kabul
etmeyen müşriklerin ikili oynayıp nasıl davrandıklarının analizini yapmakta ve
onların şahsiyetlerini tanıtmaktadır.
4. diş jiiiî
"Baksana, senin için ne türlü benzetmeler yaptılar! Bu yüzden öylesine
saptılar ki, artık doğru yolu bulamayacaklardır." Yüce Allah Hz. Peygamber
için yapılan benzetmelerin incelenmesini istemektedir.
a) Yüce
Allah, hakarete varan benzetmelerin "nasıllığının" incelenmesini
emretmektedir. Hz. Peygamber'e "deli" (Kalem 68/51); yorumunu
yapmakta olduğumuz isrâ 48'de "büyülenmiş" dediler; "kâhin,
şâir, başkası tarafından öğretilmiş" de dediler.
b) Onların
Hz. Peygamber'e çok çirkin iftiraları, onları öylesine yoldan çıkardı ki, bir
daha hakikate giden yolu bulmaya güçleri yetmeyecektir. Bundan şunu
çıkartıyoruz: Müşriklerin Hz. Peygamber'e karşı takındıkları tavır, onun
getirdiği tevhid inancını anlayıp kabullenmelerini engellemektedir. Tevhid
inancı denen yolu bulmalarına mâni olmaktadır.
Eğitim açısından bakınca da şu kuralı çıkarabiliriz:
Öğrenciler veya halk ders veren, öğreten hocayı veya din adamlarını önce
benimseyecekler, sonra da onu dinleyeceklerdir. Öğretmen önce kendini kabul
ettirecek, sonra da öğrenci onun dersine alaka gösterip dinleyecektir. Hz.
Peygamber'in kendisini kabul ettirme konusunda bir sorunu yoktu ama,
müşriklerin onu kabullenmelerinde, benimsemelerinde sorunları vardı. Hz.
Peygamber, tevhid inancını getirip onların sahte tânnlâfi ile rriücâde-le
verince onu benimsemediler ve kendisine çeşitli sözlerle hakaret ettiler.
Aslında bu durum, eğitimden istifade edememe ve yolunu kaybetmekten başka bir
şey değildir.[51]
49. Bir de onlar dediler ki: Sahi biz, bir kemik
yığını ve kokuşmuş bir toprak olmuş iken, yepyeni bir yaratılış ile
diritileceğiz, öyle mi?
50-51. De ki: İster taş olun, ister demir. İsterse
aklınıza imkansız gibi görünen herhangi bir yaratık! Diyecekler ki: Bizi hayata
kim döndürecek? De ki: Sizi ilk kez yaratan. Bunun üzerine onlar sana alaylı
bir tarzda başlarını sallayacak ve: Ne zamanmış o? diyecekler. De ki: Yakın
olsa gerek.
52. Allah sizi çağıracağı gün, kendisine hamd ederek,
çağrısına uyarsınız ve çok az kaldığınızı sanırsınız.
Bu âyetlerde öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlerin
iddiaları ile onların bu iddialarının çürütülmesi yer almaktadır.
1. "Bir
de onlar dediler ki: Sahi biz, bir kemik yığını ve kokuşmuş bir toprak olmuş
iken, yepyeni bir yaratılış ile diriltileceğiz, öyle mi?"
a)
Müşrikler önce Kur'ân'a, sonra da Hz.
Peygamber'e tepki gösterdiler. Önce Kurân'dan nefret ettiler, ona
"eskilerin masalları" diyerek iftira ettiler. Sonra Hz. Peygamber
için "büyülenmiş" dediler.
Bu tepkilerin genel anlamdaki saldırısını, daha sonra
özele indirgediler. Bu sefer de, öldükten sonra dirilme konusunu reddettiler.
Buradaki tepkilerinin genelden özele giden bir çizgiyi takip ettiğine şahit
oluyoruz.
Kur'ân'ın getirdiği en önemli ilkelerden biri öldükten
sonra insanların dirileceği, hesaba çekileceği âhiret hayatının kabul
edilmesidir.
b) Onlar
kemik ve rufat denen çerçöp, un ufak ekinin kırıkları olan saman anlamına gelen
kokuşmuş toprağı örnek göstererek inkârlarını şekillendirmektedirler.
"Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal
getirmeye çalışıyor ve: Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek? diyor" (Yâsîn
36/78).
Yüce Allah müşriklerin âhireti inkâr etmelerinin
sebeplerini de vermektedir:
i. Yâsîn
78'de olduğu gibi ilk yaratılışlarını unutmaları.
ii. Hacc
5'te olduğu gibi öldükten sonra dirilme konusundan şüphe etmeleri.
iii. Kur'ân
ve Hz. Peygamber'e olumsuz tavır takınmaları neticesinde bu inanç ilkesine de
karşı çıkmaları (İsrâ 17/41-48).
İşte âhireti inkâr etmelerinin belirgin sebepleri
bunlardır.
2. "De
ki: îster ta§ °-lun, ister demir isterse aklınıza imkansız gibi görünen
herhangi bir yaratık."
Onlar kemik ve çürümüş toprak dediler; Yüce Allah daha
katı ve insan dışı bir madde olmaları halinde bile bu .konudaki yasasının değinmeyeceğini,
mutlaka dirileceklerini söylemektedir. Hatta, akla sığmayacak gibi görünen bir
varlık olsalar bile, yine diriltileceklerdir.
Taş ve demir, hayatı, yani canlılığı kabul etmez gibi
görülmektedir. Hatta bu maddelerden daha katı ve canlılığı asla kabul
etmeyecek bir maddeyi düşünseler bile bu yeniden diriliş gerçekleşecektir.
3. "Diyecekler
ki: Bizi hayata kim döndürecek? De ki: Sizi ilk kez yaratan."
Müşrikler, "bizi yeniden kim yaratacak?"
diye sormuyorlar da, "bizi kim iade edecek, hayata döndürecek?"
diyorlar. Onların bu sorusu inkâr dolu bir soru olsa bile, Yüce Allah onu
cevaplandırmakta, cevabının ne olduğunu Hz. Peygamber'e bildirmektedir. Yoktan
yaratan kim ise, yeniden yaratacak da O'dur.
Yüce Allah, Yâsîn 78'de "Şu çürümüş kemikleri
kim diriltecek?" sorusunu sorduklarım gündeme getirmekte, 79. âyette de
sorunun cevabını vermektedir"De ki: Onları ilk defa yaratmış olan
diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir." Yâsîn 79'da
inşâ kelimesi "yaratmak" anlamında kullanılırken, yorumunu yapmakta
olduğumuz İsrâ 51'de fetara kelimesi kullanılmaktadır. Her iki kelime bu
âyetlerde "ilk yaratılışı" ifade etmektedir.
Yüce Allah bu dersi verirken, ilk yaratılışı gündeme
taşımakta, öldükten sonra dirilme gerçeğini, ona inancı o temel üzerine
koymaktadır. İlk yaratılış unutmamayı, onu hatırda tutmayı ilke olarak almakta,
geldiği kaynağı bilmeyen, unutan, geleceğinde neler olacağını bilemez ve de
kolay kolay inanamaz.
4.
"Bunun üzerine onlar sana alaylı bir tarzda başlarını sallayacak ve: Ne
zamanmış o? diyecekler. De ki: Yakın olsa gerek."
Yüce Allah, "söylenen bir sözü, düşünceyi,
gerçeği kabul etmemek için başı sallama"yı seyünğıdûn kelimesi ile ifade
etmektedir. Zulme uğrayan mazluma da neğad denmektedir. Çünkü o, durmadan
başını sallamaktadır. Bir kimseye bir haberi verip, onu kabul etmediğinde
başını sallamak da aynı kelime ile ifade edilmektedir.
"Ne zamanmış o?" sorusunu sormakla kâfirler,
Yüce Allah'ın onlara verdiği ve birinci yaratılışı delil koştuğu cevabın
karşısında inkâr edecek bir şey bulamayınca, yeniden yaratılmanın, yani haşrin
ne zaman olacağını alaylı bir şekilde sormak zorunda kaldılar. Aynı zamanda bu
tarz soru onların, öğrenmek ve ona paralel inanmak istemediklerinin de delili
olmaktadır.
"Yakın olsa gerek" ifadesi ile verilen cevap
da, kıyametin ne zaman kopacağı ve yeniden dirilmenin ne zaman
gerçekleşeceğinin bilgisinin kimseye verilmediğine dikkat çekmektedir. Ama Hz.
Peygamber'den, onun yakın bir zamanda olacağını söylemekle yetinmesi istenmiştir.
Çünkü şu âyetlere göre, kıyametin ne zaman kopacağının bilgisi kimseye
verilmemiştir.
a)
"Sana kıyameti, ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki: Onun
bilgisi ancak Rabb'imin katındadır.
Onun vaktini O'ndan
başkası açıklayamaz. O göklere de yere de ağır gelmiştir. O size ansızın
gelecektir. Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: Onun
bilgisi ancak Allah'ın katındadır, ama insanların çoğu bilmez" (A'râf
7/187).
b)
"Kıyamet günü mutlaka gelecektir. Herkes peşine koştuğu şeyin karşılığını
bulsun diye neredeyse onu (kendimden) gizleyeceğim" (Tâhâ 20/15).
"Kıyamet vakti hakkındaki bilgi ancak Allah'ın
katındadır" (Lokman 31/34).
Bu âyetler, Hz. Peygamber'e bile kıyametin, yani
öldükten sonra dirilmenin ne zaman olacağının bilgisinin verilmediğine işaret
etmekte, o konu hakkındaki bilginin sadece Allah katında olduğunu vurgulamaktadır.
Hz. Peygamber'e sadece, yakında olması muhtemeldir cevabını verme yetkisi
tanınmıştır. Böylece Kur'ân kıyametin ne zaman kopacağı konusunda soru sormanın
yanhş olacağını söylemekte, soranları bilgisizlikle vasıflandırmaktadır.
5.
"Allah sizi çağıracağı gün"
Kıyamet günü, İsrafil'in ikinci kez sura üfürmekle bu
çağrı gerçekleşecek ve insanlar yeniden canlanacaklardır.
a) "Nihayet
sûra üfürülecek, bir de bakarsın ki onlar kabirlerinden kalkıp koşarak
Rabb'lerine giderler" (Yâsîn 36/51).
b) "Sonra
sûra bir daha üflenince, bir de ne göreceksin, onlar ayağa kalkmış
bakıyorlar" (Zümer 39/68).
c) "Sonra
sizi topraktan bir çağırdı mı hemen (kabirlerinizden) çıkıverirsiniz" (Rûm
30/25).
Demek ki kıyametin kopmasından hemen sonra ilâhî çağrı
olacak ve insanlar bulundukları yerden kalkacak, Allah'a doğru koşup çağrısına
uyacaklardır.
İnsanlar ilk yaratılışta tek tek yaratılırken,
kıyametin ardından toplu halde dirileceklerdir. Birinci yaratılışla ikinci
yaratılış yani dirilme olgusunun arasındaki fark budur. Birinci yaratılış bir
süreç içinde cereyan ederken, ikinci yaratılışta böyle bir süreç işlemeyecek,
tam tersine anlık oluşumla gerçekleşecektir.
Ama insan mantığı ile bakınca ikinci yaratılış ya da
yaratma daha kolaydır. Allah için kolaylık ve zorluk söz konusu olmamasına
rağmen, insan açısından bakınca Yüce Allah bu farka dikkat çekmektedir:
"İlkin mahlûkunu yaratıp sonra bunu tekrarlayan
O'dur ki, bu (ikinci yaratma) O'nun için daha kolaydır" (Rûm 30/27).
6.
"Kendisine hamd ederek çağrısına uyarsınız ve çok az kaldığınızı
sanırsınız."
Âyetin bu kısmı, Allah'ın çağrısına uymayı ve bu
uymanın nasıl olacağını ifade etmektedir. "Hamd ile icabet etmek",
öldükten sonra dirilmeyi kabul etmek demektir. İnsanlar, yani öldükten sonra
dirilmeyi inkâr edenler, öldükten sonra dirilmeyi yaşayınca, bizzat tecrübesini
görünce, Allah'a hamd edeceklerdir. Tabi ki bu hamdin geçerliliği olmayacaktır.
Çünkü âhirette. yani öldükten sonra dirildiğimiz anda yapılan bir ibadetin
geçerliliği olmayacaktır. Hele bu insan, bu dünyadan imansız olarak göçmüş ise,
iş tamamen imkansız hale gelmektedir.
Öldükten sonra dirilince âhiret hayatı başlayacaktır.
Âhiret hayatından dünyaya bakılıp değerlendirildiğinde, zaman itibariyle dünya
hayatı çok kısa gelecektir.
51. âyetin sonundaki "yakınlık" ile 52.
âyetin sonundaki "az kalma", "kısa zaman" arasında bir
bağlantı vardır.
Netice olarak diyebiliriz ki: Yüce Allah 50-52.
âyetlerde, öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlere nasıl bir cevap verilip
eğitimin yapılacağını açıklamaktadır. İlk yaratılış kanunundan, eyleminden
hareket ederek, ikinci dirilişi ispat etme metoduna dikkat çekilmektedir. İlk
yaratılış bir süreç olarak devam ederken, ikinci yaratılışın ana ilkesi olan
çağırmanın gerçekleşmesi de toplu halde olacaktır.
Varlık alemine gelmiş, fakat ölmüş olan bir varlığı
tekrar hayata getirmek, bir çağırışla, bir sûra üfürmeyle olacaktır.
a) "Seslenenin
yakın bir yerden sesleneceğine kulak ver" (Kâf 50/41).
Bu âyeti Kâf 16'ya bağlarsak, bu çağrının insanın
kendi içinden olacağı gerçeğini yakalarız. Çünkü Yüce Allah bize, şah
damarımızdan daha yakındır.
b) "Öyleyse
çağıran, onları tanınmamış, korkunç bir şeye çağırdığı güne kadar onlardan yüz
çevir"(Kamer 54/6).
Demek ki, öldükten sonra dirilmenin gerçekleşmesinde
"çağrı" önemli bir yer tutmaktadır.
İşte ilâhî vahyi din haline getiren önemli unsurlardan
biri de öldükten sonra başlayan âhiret hayatıdır. Bu hayatın varlığı kabul
edilmedikçe, dini inancın tamamlanması mümkün değildir. Âhiret hayatına inanmayanlar,
âhiret hayatının nimetlerinden istifade edemezler. Âhiret i-nancı tehvid
inancını tamamlayan ilkelerden biridir. Onun içindir ki, Allah'a imanın olduğu
yerde ikinci sıraya hemen âhirete iman gelmektedir. Tevhid inancını, dini
inanca çeken de âhiret inancıdır.
Âhirete iman, inancın bir felsefî inanç değil de bir
dinî inanç olduğuna delil teşkil etmektedir. Çünkü felsefî sistemlerin âhiret
inancı, âhiret hayatı, cennet ve cehennemi yoktur. Onun için onlar bir din olamazlar.[52]
53. Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler.
Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.
Âyetin analizinden çıkaracağımız neticeler olacaktır:
1.
"Kullarıma söyle."
Buradaki 'ibâd "kul" kelimesinden
kasdedilen kimdir? Kur'ân'in bazı âyetlerine bakınca bunların mü'min kimseler
olduğunu söyleyebiliriz.
a)
"Dinfeyip sözün en güzeline uyan kullanmı müjdele. İşte Allah'ın doğru
yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır" (Zümer
39/17-18).
Yüce Allah, Tâğût'a kulluk etmekten kaçınan, Allah'a
yönelen, Allah'ın doğru yola ilettiği, gerçek akıl sahipleri olan mü'minlere
"kullarım" demektedir.
b) "Bu,
Allah'ın has kullarının içtikleri ve akıttıkça akıttıkları bir pınardır"
(İnşân 76/6). Burada da Yüce Allah, cennete ödül kazanan mü'minlere
"kullarım" demektedir.
c) "Hadi
gir kullarımın içine" (Fecr 89/29). Doyuma ulaşmış bir şahsiyete, ruha, gönüle
sahip olan kimsenin beraber olacağı mükemmel insanlara da Yüce Allah
"kullarım" sıfatını vermektedir.
Ayrıca İblis'in etkileyemeyeceği kulları için de Yüce
Allah bu kelimeyi kullanmaktadır (Hicr 15/42; İsrâ 17/65).
Bu âyetlere bakınca, "kullarım" ifadesiyle
Yüce Allah, mü'minleri kastetmektedir, diyebiliriz. Fakat "kullarıma
de" emrinin yer aldığı âyetten önceki âyetlerin içeriğine bakınca da
bunun genel anlamda şirk koşup âhireti inkâr edenleri de içine aldığı, onlara
hitap ettiğini de söylememiz mümkündür. Âyetin evrenselliğini düşündüğümüzde
bütün insanları kapsamakta olduğunu göz ardı edemeyiz. Kaldı ki, sadece Hz.
Peygamber döneminde yaşayan mü'minleri ya da insanları değil, kıyamete kadar
gelecek tüm insanları kapsamına almaktadır.
2.
"Sözün en güzelini söylesinler."
Eğitim açısından bakarsak bu emri özel manada Yüce
Allah mü'min kullarına vermektedir, diyebiliriz; müşriklere, kâfirlere, ilâhî
vahye, Hz. Muhammed'e karşı koyanlara, hakaret edenlere nasıl konuşulacağının
edebini öğretmektedir, diyebiliriz. O zaman her çağın, her neslin mü'minlerine
bu edebi, metodu emretmektedir diyebiliriz.
Buna delil olarak ne getirebiliriz? "Allah'tan
başkasına tapanlara (ve putlarına) sövmeyin, sonra onlar da bilmeyerek Allah'a
söverler" (En'âm 6/108).
İşte, müşriklerle konuşurken, onlarla tartışırken en
güzel bir şekilde konuşmanın metodlarından biri de bu âyettir. Müşriklerin
tanrılarına küfredersen, onlar da küfrederler senin Allah'ına ve sen kendi
tanrına küfrettirmiş olursun. "Sözün en güzelini söyleyenler"
ifadesiyle kastedilen söz, tartıştığı insanların seviyesine inmeden, onurunu
koruyarak, seviyesini düşürmeyerek, savunduğu değeri incitmeyerek söylediği söz
olmaktadır.
"Sözün en güzelini söylemek" ilkesinin daha
önce Yüce Allah'ın İsrâiloğullanna verdiği emirlerde de yer aldığını görüyoruz:
"İnsanlara güzel söz söyleyin" (Bakara 2/83). Tek Allah'a inanmak,
ana-babaya iyilik etmek, fakirlerin elinden tutmaktan sonra insanlara güzel söz
söylemek bu antlaşmada yer almaktadır. Bu ifade, insanlara sözün güzelini
söylemek, onları kırmayacak, faydalı ve gönül alıcı sözü söylemek anlamına
gelmektedir.
"Güzel söz" ya da "en güzel söz"
Allah'a çağıranın ve kendisinin müslüman olduğunu, göğsünü gere gere söyleyenin
sözüdür. "İnsanları Allah'a
çağıran, iyi iş yapan ve: Ben müslümanlardanım, diyenden kimin sözü daha
güzeldir?" (Fussilet 41/33). İşte "en güzel söz" nedir? sorusuna
verilecek cevaplardan biri de budur.
Güzel veya en güzel söz, yumuşak olarak söylenen
sözdür: "Ona yumuşak söz söyleyin. Belki düşünür, ya da saygı duyar"
(Tâhâ 20/44). Yumuşak söz, düşündüren, saygı uyandıran sözdür.
Güzel veya en güzel söz Allah'a hikmet, güzel öğüt ile
çağıran sözdür:
"Sen, Rabb'inin yoluna hikmet ve güzel öğütle
çağır" (Nahl 16/125).
Demek ki hikmetin ve güzel öğütün bulunduğu sözle
Allah'a çağırma en güzel söz olmaktadır. İnsanlara bu nitelikte olan sözleri
söylemesini Yüce Allah, yorumunu yapmakta olduğumuz îsrâ 53'te emretmektedir.
Yüce Allah İsrâ 53'te sözün en güzelini söylemeyi
emretmekle, en güzel olanın hayata geçirilmesini istemiş olmaktadır. Müminler
veya bütün insanlar en güzel olanı seslendirmeli, en güzelin peşine koşmalıdırlar.
"En güzel söz" aynı zamanda en güzel düşünce, en güzel niyet, en
güzel amaç anlamına da gelmektedir. Çünkü en güzeli düşünen insanın ağzından en
güzel söz çıkar. Düşüncesi bozuk veya kötü olanının ağzından en güzel söz
çıkmaz.
Güzel söz söylemek ya da en güzel olanı ifade etmek,
en güzel o-lanı düşünmelerini emretmektir. Ayrıca en güzel sözü söylemek,
doğru, hak olan inancı ifade etmektedir. O zaman en güzel söz, doğru iman,
tevhid inancına sahip olmak demektir. Doğru düşünce veya doğru iman, insanın
ağzından en güzel sözün çıkmasını temin edecektir. Âyetteki en güzel sözden
kasıt beyin ve gönlün içindeki güzelliklerdir. Bir farkla ki, söz söylenince
topluma mal oluyor, beynin ve gönlün içindeki ferdi kalıyor. Yüce Allah bu
emri ile, insanın içindeki güzelliklerin topluma mal olmasını gündeme
getirmektedir.
3.
"Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır."
Âyetin bu kısmını dikkate alarak "en güzel
sözün" ne anlama geldiğini anlayabiliriz. Araya şeytanın girip insan
ilişkilerini bozamadığı, onun bu etkinliğini ortadan kaldıran söze, en güzel
söz denmektedir.
Nezğ, "vesvese, dürtü, günahları süslü göstermek,
rahatsız etmek, iki kişi veya toplumun arasına fitne sokup bozmak"
anlamına gelmektedir. Yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 53'te fiil halinde
gelmiştir.
Şeytanın işi insanların arasını bozmak, aralarına
fitne sokmaktır. Şeytanın vesvesesi, bozgunculuğu en güzel sözün bulunduğu
yerde etkin olamamaktadır. İnsanların arasına düşmanlığın girmesini önlemenin
yolu en güzel sözü, yani en güzel düşünceyi ifade etmekten geçmektedir.
Yüce Allah, şeytanın, insanın apaçık düşmanı olduğunu
söylemekle düşmanın etkinliğini kırmanın yolunun veya silahının, insanlar
arasında en güzel sözün söylenip yer alması olduğuna işaret etmektedir. Şeytan
insanların arasına, güzelliklerin bulunmadığı eşikten girmektedir. İnsanlar,
şeytanın bu sızma faaliyetini, kendileri en güzel sözü söyleyerek
engelleyebilirler.
Bir bakıma en güzel söz, insanlar arasındaki sağlıklı
ilişkilerin bozulmaması için bir ön tedbir olmakta, koruyucu sağlık hizmetleri
gibi, koruyucu sosyal ilişkileri ve şeytan insanların arasını bozmadan bir ön
tedbir olarak, en güzel sözü söylemeyi gündeme getirmektedir.
Şeytanın bozgunculuk virüsü insanlar arasına girmeden,
doğru düşünce, doğru inancı kelimelerle topluma, insanlığa yaymak gerekiyor.
Yanlış düşünce, yanlış inanç şeytanın düşmanlık virüsünün ürediği yer
olmaktadır.
Demek ki, din eğitimi insanlara doğru düşünme sanatını
ve doğru inancı öğretir ve bunu ifade etmeyi bir alışkanlık olarak onlara
kazandımsa, başarıyı ve kaliteyi yakalamış olacaktır. Artık "en güzeli
söylemek", en güzeli kitabına, makalesine, basınına yansıtmak anlamına da
alınmalıdır. Söyleyen ağız, zamanımızda çok çeşitlenmiştir. Basın da,
televizyon da, bilgisayar da, kalem de hep birer ağız olmuşlardır.
Artık insan, sadece karşı karşıya gelip konuşmuyor,
şimdiki kalemin, basının, kitabın ağzı çok uzaklardaki insanlara da
konuşmaktadır. İşte bu âyet, bütün bu konuşan vasıtaların, en güzelini
söylemesini emretmekte ve bir basın ahlâkının zorunluluğuna işaret etmektedir.
Basın ahlâkı ve bunun oluşturacağı basın hukuku, en
güzelin söylenip yazılması ilkesi etrafında teşekkül etmelidir. Kalemin,
televizyonun, basının, kitabın da bir ahlâkı, bir hukuku olmalıdır. Bu ahlâk
ve hukuk özgürlükleri engelleme doğrultusunda değil de, en güzeli söyletmek,
yaymak ve düşmanlıkları önlemek doğrultusunda olmalıdır. İnsanları inciten,
düşmanlıkları körükleyen, sosyal dengeleri bozan, erdemleri, değerleri
yaralayan vesveseleri ortadan kaldırma yönünde olmalıdır. Şeytanın vesveselerini
daha uzaklara taşımayı durdurma amacını gütmelidir.[53]
54. Rabb'iniz, sizi en iyi bilendir. Dilerse size
merhamet eder, dilerse sizi cezalandırır. Biz, seni onların ü-zerine bir vekil
olarak göndermedik.
Bu âyetten çıkaracağımız genellemeler şunlardır:
1. "Rabb'iniz,
sizi en iyi bilendir."
Yaratan, yarattığını en iyi bilendir. Bunu şöyle
açıklayabiliriz: Bir sanat eserini meydana getiren sanatkar, eserini en iyi
bilendir. Allah da yarattığını en iyi bilmektedir.
Bunu Yüce Allah burada gündeme niçin getirdi? İnsan
kendini olduğundan daha farklı göstermeye temayüllüdür ve kendini durmadan
temize çıkartır. Bunun için Yüce Allah şu ilkeyi koymaktadır:
"O, sizi daha topraktan yarattığı zaman ve sizi
annelerinizin karnında bulunduğunuz sırada bile sizi en iyi bilendir. Bunun
için kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü O, sakınanı daha iyi bilir" (Necm
53/32).
İnsanın iç âlemini bilen Yüce Allah, ağzından çıkan
kelimelerle iç âlemindekinin tutup tutmadığını da en iyi bilendir. İnsan kendi
takvasını anlatıp kendini methetmemeli, temize çıkarmamalı. Çünkü kimin hangi
samimiyeti, ihlâsı, takvayı taşıdığını Yüce Allah daha iyi bilmektedir.
Bu âyeti 53. âyetteki en güzel olanı söylemeye
bağlarsak, en güzel sözün, insanın içi ile örtüşen söz olduğunu da
söyleyebiliriz. Dil ile gönül birbirini tutuyorsa, o söz en güzel sözdür. O
zaman gönül ile dil arasına şeytan giremez. Ama gönül ile dil birbirini
tutmuyorsa, o konuşma çok kötü bir konuşma olmaktadır.
Ama özelde Müslümanlar, genel de bütün insanlar,
kendilerini kendilerinden daha iyi bilenin olduğunu bilerek konuşmalı, iç ile
dışını, dili ile gönlünü birleştirmelidirler.
2.
"Dilerse size merhamet eder, dilerse sizi cezalandırır."
Yanlış bir iş yapan, en doğru sözü konuşmayıp,
aralarına şeytan denen düşmanın girmesine sebep olan müslümanlann durumu
karşısında Allah'ın dilemesi iki ihtimalli olarak bulunmaktadır. Bu iki tarz
tavrın birincisi "merhamet" etmektir. Allah'ın merhameti, azabından
daha geniş olduğu ve merhamet etmeyi kendisine yazdığı için, merhameti öne
almış, azabı ikinci sırada saymıştır.
İnsan davranışını yaptıktan sonra, ona yapılacak
muamelede Yüce Allah'ın dilemesi rol oynamaktadır. Yüce Allah'ın merhametini
harekete geçirecek olan, yine insanın hatasını anlayıp, af dilemesidir.
Yalnız Yüce Allah'ın buradaki dilemesi, kulunun
ufak-tefek hatalarını görmezlikten geldiğine bir işarettir.
3.
"Biz, seni onların üzerine bir vekil olarak göndermedik."
Buradaki vekîl, "bekçi, muhafız, kefil, bir başka
varlığın kaderini belirleyici yetkiye sahip, onların davranışlarından sorumlu
kişi" anlamını ifade etmektedir. Bir başkasına ait olan bir problemin,
işin çözümünün
emanet edildiği kişi olarak manalandırılmaktadır.
Vekîl kelimesinin Allah ile ilgili kullanınca ne anlama geldiği İsrâ 2'de
açıklandı.
Hz. Peygamber, öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden
insanların ü-zerine vekil, kefil, muhafız olarak tayin edilmedi. "Eğer yüz
çevirirlerse, bilesin ki biz seni onların üzerine bekçi göndermedik" (Şûra
42/48).
Yüce Allah'ın Peygamberimiz'e olan bu hitabı, bütün
din görevlilerinin dikkate alması gereken bir esastır. Din görevlileri,
insanların ne vekili ne muhafızı ne de kefilleridir. Onlar dini doğru öğrenip
doğru anlatmakla yükümlüdürler.
Yüce Allah'ın insanlara merhamet dileğini harekete
geçirmesi için din âlimi ve görevlileri, insanlara bekçilik yapma yerine,
onlara Kur'ân'm mesajını doğru öğretmelidirler. En iyi koruyucu bilgidir. İlâhî
merhamet, bilginin egemen olduğu ortamları aramaktadır.[54]
55. Rabb 'in, göklerde ve yerde olan herkesi en iyi bilendir.
Gerçekten biz, peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık. Davud'a da Zebur'u
verdik.
Peygamberlerin arasındaki farkı belirleyen ölçütler
vardır. Yüce Allah bu âyette, bu ölçütleri açıklamamakta, ama başka âyetlerde
bunları gündeme getirmektedir. Şimdi âyetin açıklamasını yapabiliriz.
1. "Rabb'in,
göklerde ve yerde olan herkesi en iyi bilendir."
Bir önceki âyette Yüce Allah: "Rabb'iniz, sizi
en iyi bilendir" demesine rağmen, bu âyette yine aynı ifadeyi neden
gündeme getirmektedir? Bir önceki âyette özel manada "insanı" en iyi
şekilde bildiğini söylemiş, 55. âyette de genel anlamda göklerde ve yerde olan
her şeyi en iyi bilen olduğunu ifade etmektedir. Biz bu anlatıma, "özelden
genele, yakından uzağa anlatım metodu" diyoruz.
Diğer taraftan Yüce Allah, sadece sizi değil, bütün
kâinatta var o-lan her şeyi en iyi bilenim demek istemektedir.
Bu bilmenin İsrâ 47. âyetten başladığını ve daha özele
indiğini görüyoruz. Kâfirlerin Hz. Peygamber için iftiralarını,
fısıldaşmalannı. ona büyülenmiş demelerini en iyi bilen olmasından başlamış,
yorumunu yapmakta olduğumuz âyete kadar gelmiştir.
2.
"Gerçekten biz, peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık."
Yüce Allah, peygamberlerin birbirinden farklı
olduğunu, onları birbirinden üstün kıldığını daha önce Bakara 253'te ele
almıştı. Bu üstünlüğün ölçülerini ve hangi peygamberlerin üstün olduğunu orada
açıkladık. Üstünlük ölçüsü görev ifasıyla ilgilidir. Allah'ın onlarla bizzat
konuşması, yaratılışın farklı olması, kutsal ruhla desteklenmesi, Kur'ân'da
zikredilmesi, ülü'1-azm olması bu farklılıkları gösteren ölçülerdir.
Böylece Yüce Allah, peygamberler arasındaki farkın
fark edilmesini insana ödev olarak vermektedir. İnsanlar arasında ferdî farkların
olmasına paralel olarak peygamberler arasında da farklar vardır. Bu fark Yüce
Allah'ın onlarla kurduğu irtibatın farkı ve onlara verdiği görevin farkı
üzerine kurulmuştur ve bu yolla durumun tesbit edilmesini istemektedir.
3.
"Davud'a da Zebur'u verdik."
Bu âyette Yüce Allah "neden Hz. Davud'u ve onun
kitabını gündeme getirmiş de başka bir peygamberi getirmemiş" sorusuna
cevap olarak Râzî'nin açıklamasını getirmek istiyoruz. Yahudiler "Hz.
Mû-sâ'dan sonra peygamber; Tevrat'tan sonra da kitap indirilmedi" görüşünü
öne sürüyorlardı. Yüce Allah Davud'u peygamber seçip ona Zebur'u verdiğini
söyleyerek onların bu iddialarını çürütmüştür.
Bilindiği gibi Zebur, Tevrat'tan sonra gelmiştir:
"Andolsun Zikir'den (Tevrat'tan) sonra Zebur'da da: Yeryüzüne iyi kullarım
vâris olacaktır, diye yazmıştık" (Enbiyâ 21/105). Zebur "yazılmış
kitap" anlamına gelmektedir.
Yahudilerin Hz. Davud'u peygamber, Zebur'u da ilâhî
vahy olarak kabul etmelerinin anlamı, Hz. Musa'dan sonra peygamberlerin
geldiğini kabul etmeleridir. Böylece onların Hz. Musa'dan sonra peygamber gelmeyeceği
iddiası çürümüş olmaktadır.
Ayrıca yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 55. âyet, İsrâ
2. âyetin devamı mahiyetindedir. Hz. Musa'ya kitap (Tevrat) verildi, Hz.
Davud'a da Zebur verildi. Her iki âyet sanki bir âyet görümünü vermektedir.
İsrâ sûresinde yorumunu yapmakta olduğumuz 55. âyete
kadar, Hz. Musa'ya verilen kitap. Hz. Muhammed'e verilen Kur'ân ve Hz. Davud'a
verilen hikmet dolu Zebur kitapları gündeme getirilmektedir. Dikkat edilirse,
her üç peygamberin getirdikleri mesajlar, kendi ömürlerinden ve dünyevî
görevlerinden çok daha uzun yaşamaktadır. Bu üç peygamberin ayrıca devlet
başkanı olma görevleri de vardı. Bu görevleri son buldu ama. onlara gelen vahy
yaşadı. Hz. Mûsâ ve Hz. Davud'a gelen vahyin içeriğini de kıyamete kadar
Kur'ân yaşatacaktır.
İşte onların üstünlüğünü, farkını belirleyen
ölçülerden biri de budur. Peygamberlerin arasında fark ve üstünlük olduğuna
göre, öğretici ve eğiticilerin arasında da farklar olacaktır. Kaliteli
hocalardan ders almak, öğrenim görmek de o şekilde farklı olacaktır. Farklı
hocayı arayıp bulmak, onun öğretim halkasına katılmak, ondan akademik öğrenim
görmek ne kadar önemli bir davranış ise, peygamberlerin en üstününü arayıp
bulmak, onun öğretim halkasına getirdiği vahye katılmak da o denli önemlidir.
Üstün olanı bulmak, daha sonra da üstünün üstününü bulmak, insan için bir
görevdir ve üstün olmanın da bir yoludur. Gerek Bakara 253, gerekse İsrâ 55.
âyetler bu gerçeğe de işaret etmektedir. En büyük vahy Kur'ân'dır, çünkü
kendinden önceki peygamberlerin vahylerini özetleyip insanlığa sunmaktadır. O
büyük vahyi getiren peygamberin okulu da en üstün olanıdır. Öğrenimi orada
görüp dini hayatını ona göre yaşamak bir farklılıktır.[55]
56. De fa': Allah'ı bırakıp da (ilâh olduğunu) ileri
sürdüklerinize yalvarırı. Ne var ki onlar, sizin sıkıntınızı ne
uzaklaştırabilirler ne de değiştirebilirler.
57. İşte,
bunların yalvardıklarının kendileri, Rabb'lerine nasıl
daha yakın olacaklarını ararlar, O 'nun rahmetini umar ve azabından
korkarlar. Doğrusu, Rabb 'inin azabı çekinmeye değer.
Bu âyetleri 55. âyete bağlı olarak açıklamak
zorundayız. Çünkü burada Allah'ı bırakıp da tanrı edinilenlerden kasıt
"peygamberler, onlardan sonra da azizler, din adamları ve bazı grupların
önderleri"dir. Her çağın insanı, insanlardan kendilerine tanrılar
edinmişlerdir. Bu tanrı, geçmişte yaşamış bir insan olacağı gibi, çağdaşı
olduğu bir insan da olabilir. Allah'tan başka edinilen tanrılar, bu âyetlerde
putları ifade etmemektedir. Çünkü onların bizzat kendilerinin de Allah'a
yaklaşmak için vesile aradığı beyan edilmektedir.
1.
"De ki: Allah'ı bırakıp da (ilâh olduğunu)
ileri sürdüklerinize yalvarin."
Allah'ı bırakıp tanrı niteliğinde ileri sürülenler,
bir önceki âyette geçen peygamberlerdir. Bazı âlimlerin dediği gibi
"melekler" de olabilir.
Burada geçen Allah'tan başka tanrıların melek veya
peygamber olduğuna dair delilimiz ne olabilir?
a) "Dikkat
et, hâlis din yalnız Allah'ındır. O'nu bırakıp kendilerine bir takım dostlar
edinenler: Onlara bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz,
derler" (Zümer 39/3). İşte Yüce Allah azizlere, velilere, meleklere ve
putlaştırılmış kişilere ve onların resim ve sembollerine insan oğlunun hangi
maksatla tapındığını burada açıklamaktadır.
"Yahudiler, Üzeyir Allah'ın oğludur, dediler.
Hıristiyanlar da. Mesih Allah'ın oğludur dediler. Bu onların ağızlan ile
geveledikleri sözlerdir. Sözlerini daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine
benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da döndürülüyorlar!" (Tevbe
9/30).
c) "Yahudiler
Allah'ı bırakıp bilginlerini; Hıristiyanlar da rahiplerini ve Meryem oğlu
Mesih'i rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emir
olundu. O'ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden
uzaktır" (Tevbe 9/31).
Görüldüğü gibi tarihte insanlar, bir taraftan
melekleri, bir taraftan peygamberleri, diğer taraftan da bilginleri ve din
adamlarını tanrı edinmişlerdir. Bu durum günümüzde de devam etmektedir.
d) Diğer bir
delilimiz de yorumunu yapacağımız İsrâ 57. âyettir.
Yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 56. âyette geçen
ez-ze'm kelimesi İbn Abbâs'a göre Kur'ân'da "yalan" anlamına gelmektedir.
Yani Allah'tan başkasını, uydurma tanrılar edinenlerin hareketini
ifade etmektedir. Yalan, sahte, uydurma şeklinde
ileri sürülen tanrılar kasdedilmektedir.
Yüce Allah müşriklere, o sahte tanrılarına
yalvarmalarını teklif etmektedir.
2. "Ne
var ki onlar, sizin sıkıntınızı ne uzaklaştırabilirîer, ne de
değiştirebilirler."
Şirkle mücâdelenin en etkili metotlarından biri budur.
Tanrı olabilecek nitelikte olan varlık, kullarının uğradığı bir zararı, içine
düştükleri bir sıkıntıyı ortadan kaldırabilmen ya da onu değiştirebilmelidm
Kulları ona yalvardığı zaman o yalvarmanın gereğini yerine getirebilmelidir. Bu
güçte olmayan bir varlığı tanrı edinmek hem akla hem de dine aykırı
düşmektedir.
Yüce Allah, müşriklerin tanrılarından iki eylem
beklemektedir: Birisi sakıntıyı, zararı keşfetmek, yani gidermek, ortadan
kaldırmak; diğeri de onu değiştirebilmektir. Bu iki eylemi veya ikisinden
birini gerçekleştiremeyen tanrı olamaz denmektedir.
Böylece Yüce Allah, tanrı olacak varlığın kullan için
her şeyi yapabilecek güçte olması gerektiğini belirtmektedir. Yapılacak olan
şeylerin arasından Yüce Allah "sıkıntıyı" yani "bir
zararı" örnek olarak seçmektedir. Bu sahte tanrılar melek veya insan
olduklarına göre, insanların sıkıntılarını, problemlerini çözebilecek bir güce
sahip olmadıkları ortaya çıkmaktadır.
"İşte, bunların yalvardıklarının bizzat kendileri,
Rabb'lerine nasıl daha yakın olacaklarını ararlar, O'nun rahmetini umar ve
azabından korkarlar. Doğrusu Rabb'inin azabı çekinmeye değer."
Bu âyet, onların taptıkları sahte tanrıların sahte
insan olduğunu ispat etmektedir; çünkü bu sahte tanrıların üç eylemini gündeme
getirmektedir.
a) "Rabb'lerine
nasıl daha yakın olacaklarını ararlar." Yani onlar yakın olma vesilesini,
yani vasıtalarını aramaktadırlar. Demek ki onların yalvarıp tapındıkları sahte
tanrılar, Allah'a inanıyor, O'na yaklaşmak için vesile arıyor, yani bunlar akıl
sahibi, dindar kişilerdir. Onlar Allah'ı tanrı edinirken, başkaları onları
tanrı edinmektedir. Kulu tanrı edinmek hatasına düşmektedirler.
b)
"O'nun rahmetini umarlar." Allah'ın
rahmetini u-mandan kasıt, bir put, cansız bir varlık olamaz; akıl sahibi, iman
etmiş ve dindar biri olabilir. Hatta o kişi hayattadır. Çünkü âyetteki
"ummak" fiili, şimdiki zaman kipindedir. Ama bu kişi veya kişiler
geçmiş zamanda da yaşamış olabilirler. Burada önemli olan, müşriklerin
edindikleri sahte tanrıların, Allah'ın rahmetini umacak kadar dindar
olmalarıdır.
c)
"Azabından korkarlar."
Demek ki, bu sahte tanrılar Allah'ın azabının
olacağını bilmekte, inanmakta ve ondan korkmaktadırlar.
Allah'a yakın olmak için vesile arayan, O'nun
rahmetini uman ve O'nun azabından korkan bir varlık insan olabilir, melek veya
cin olabilir. Ama mutlaka akıl sahibi ve dindar bir şahsiyete sahiptir. Demek
ki müşrikler bu nitelikte varlıkları tanrı edinmiş ve edinmektedirler.
Allah'ın azabının çekinmeye değer olduğunun da
bilincindedirler. Günümüzde bu şirk türünün devam ettiğini görüyoruz. Yüce
Allah'ın bu âyetleri bize insanların şirke nasıl düştüklerini, insanları nasıl
tanrı edindikleri, kendisi Allah'a muhtaç olanları nasıl tanrı edindikleri
konularında bir ilâhîyat ve tevhid inancı dersi vermektedirler.
Bu tür şirk koşmak, din eğitimcilerinin önünde bir dağ
gibi durmaktadır. Tevhid inancının virüsü olan bu davranışın en kötü yönü kendisini
insanlara hissettirmemesidir. İnanç hastalığını hissetmeyenler o-nun tedavisi
için de çare aramamaktadırlar.[56]
58. Ne kadar ülke varsa hepsini kıyamet gününden önce
ya helak edecek veya en çetin bir şekilde onlara azap edeceğiz. Bu, kitapta
yazılıdır.
Bu âyetin analizinden varılacak önemli ilkeler olacaktır.
1.
"Ne kadar ülke varsa."
Yüce Allah'ın, dünyadaki toplumlar, milletler veya
devletler konusunda koyduğu önemli bir sosyolojik kanun vardır. Bu kanun, hiç
kesintiye uğramadan devam etmektedir. Nedir bu kanun? Âyetin devamı bu soruyu
cevaplandırmaktadır; ama başka bir âyet veya âyetler de soruya cevap
vermektedir.
"Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldiği
zaman artık ne bir saat geri kalırlar ne de ileri giderler" (Yûnus 10/49).
Demek ki kesintiye uğramadan işleyen kanun, her ümmete, yani millete bir ömür
biçildiğidir. Ömür bitince toplumlar yok olacaktır.
2.
"Hepsini ya kıyamet gününden önce helak edeceğiz veya en çetin bir
şekilde kendilerine azap edeceğiz."
Yûnus 49'daki ömrün nasıl biteceği bu âyette daha açık
bir şekilde izah edilmektedir.
a) Ya
kıyametten önce helak edilecekler. Bunun anlamı dünyada hiçbir millet, toplum
veya devlet sonsuza kadar yaşayacak değildir; işledikleri suç, günah veya
yaptıkları zulüm nedeniyle helak olacaklardır.
Demek ki bir toplum, evrensel değerleri hayata
geçirdiği müddetçe yükselecek, büyüyecek ve güç kazanacaktır. Ama bu büyüme ve
güç sonsuz olmayacaktır. Gelmekte olan nesiller, o değerlerden kopacak, Allah'a
isyan etmeye başlayacak ve neticede sosyal ilişkiler çürümeye başlayacaktır.
Çürüyen o bünyeden can çekilip gidecek ve o toplum Allah tarafından helak
edilecektir.
Bu kaçınılması mümkün olmayan, sosyal hayata yönelik
bir ilâhî kanundur.
b) Veya en
çetin bir azaba tâbi tutulacaktır. Toplumda, ülkede yaşayan halkın işlediği
suç veya günah helaki değil de cezalandırmayı gerektiriyorsa, Allah onu
cezalandıracaktır; ona bu cezayı uygulamakla, kendine dönmesini sağlayacaktır.
Belki eski mükemmel günlerine dönüş olmayacaktır ama, dünya nimetleri arasında
aşağı bir derecede ızdırap çekerek hayatını sürdürecektir.
Buna tarihten örnekler verebiliriz. Hz. İbrahim'in
torunlarının o-luşturduğu ve adına İsrâiloğullan denen toplum, şirke dalınca ve
peygamberleri öldürecek kadar büyük günah işleyince Allah onları Fira-vun'un
esaretine sokarak cezalandırmıştır.
Osmanlı devleti gibi dört kıtaya hükümranlık yapan bir
milletin yanlışlarının ardından Yüce Allah onu çökertip, içinden çıkan devletlerin,
dünyanın siyâsî arenasında zilletle hayatlarını sürdürmeleri, bu azaba bir
örnek teşkil etmektedir.
3. "Bu
kitapta yazılıdır."
Yüce Allah yarattığı kâinat için kanunlar koyduğu
gibi, toplumlar için de değişmeyen yasalar koymuştur ve bu yasalar her zaman
icraatını yapacaktır. Yüce Allah koyduğu yasalara toplumları bağlı kılmıştır.
Âyetin bu kısmında yer alan "kitap" kavramı
neyi ifade etmektedir1 Âlimler "Levh-i Mahfuz", yani "Korunmuş
Levhalar denen kitap" îr.lairuna geldiğini söylemişlerdir. Bu yorumu kabul
etmekle beraber, daha geniş anlamı ile buna "kader" yani, yasa, kanun
anlamını da verebiliriz.
mestur kelimesi de, "satırlanmış, yazılmış; satır
satır yazıya geçmiş" anlamına gelmektedir. Âlimlerin söylediğinden hareket
edersek, toplumların, milletlerin veya devletlerin kıyametten önce yaptıkları
kötülüklerden dolayı, başka bir ifadeyle Kasas 59'da belirtildiği gibi
"Biz, halkı zâlimler olmadıkça ülkeleri helak edenler değiliz"
buyurulduğu gibi kıyametten önce helak etmek veya onları cezalandırmak Levh-i
Mahfûz'da, yani Korunmuş Levhalarda yazılmıştır.
Yukarıda belirttiğimiz gibi kaderde yazılmıştır. Ferdî
anlamda ö-lüm bir kader ise, toplumsal manada helak da bir kaderdir. Toplumun
ömrünün ferdin ömründen uzun olduğu da bir gerçektir. Fert gibi toplumlar da
ölümlüdür. Ferdinkine biyolojik kader denirken, toplum, ülke veya
devletlerinkine de sosyal kader denebilir.
Yüce Allah sosyal hayatı inceleyen ve devletleri idare
edenlere, değişmeyen bir kanunu öğretmektedir. Toplumlar kendi helaklerini, yıkılışlarını
kendi elleriyle, amelleriyle getirirler. Durup dururken Yüce Allah onları helak
etmez. Bazen de helak etmeden şiddetli azaba çarptırır. Biz buna toplumlara
verilen dünyevî ceza diyebiliriz. Ama âhirette, o toplumun halkı teker teker
ceza görecektir. Çünkü mahşerde Allah'ın huzuruna teker teker çıkılacaklardır
(En'âm 6/94; Meryem 19/95).[57]
59. Mucizeler göndermekten bizi alıkoyan husus, öncekilerin
mucizeleri yalanlamış olmasıdır. Nitekim Semûd
kavmine gözle görülebilen bir mucize olarak dişi
deveyi vermiştik de, ona zulmetmişlerdi. Oysa Biz, mucizeleri yalnız korkutmak
için göndeririz.
Bu âyetten pek çok konuda neticeler çıkarmamız
mümkündür. Ancak âyetin nüzul, yani iniş sebebini yazmamız gerekiyor. Hz.
Peygamber, önceki peygamberler gibi mucize göstermediği için kâfirler ondan
mucizeler göstermesini istiyordu. Kâfirlerin bu istekleri Kur'ân'm muhtelif
âyetlerinde açıklanmaktadır.
a) "Kendilerine
bir mucize gelirse ona mutlaka inanacaklarına dair kuvvetli bir şekilde Allah'a
and içtiler. De ki: Mucizeler ancak Allah katındadır. Ama mucize geldiğinde de
inanmayacaklarının farkında mısınız?" (En 'âm 6/109).
Kur'ân'da Yüce Allah'ın Hz. Süleyman'ın emrine
rüzgarı, Hz. Musa'ya asayı. Hz. isa'ya ölüleri diriltme ve sedef hastalığını
tedavi etme mu'cizesi ve diğer peygamberlere verilen mucizelerden
bahsedil-mesinin ardından kâfirler Hz. Peygamber'den mu'cize getirmesini
istiyorlardı. İnanmalarını da bu mu'cizelere bağlıyorlardı. Yüce Allah da Hz.
Peygamber'in kendiliğinden mucize getiremeyeceğini, mucizeyi gösterme
yetkisinin kendisinde olduğunu, gösterse bile inanmayacaklarını bu âyetle
açıkladı.
b)
"Onlar: Sen, dediler, bizim için yerden bir kaynak fışkırtmadıkça sana
asla inanmayacağız" (İsrâ 17/90).
c)
"Veya senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı; öyle ki içlerinden
gürül gürül ırmaklar akıtmalısın" (İsrâ 17/91).
d) "Yahut,
iddia et-tiğin gibi, üzerimize gökten parçalar yağdırmalısın veya Allah'ı ve melekleri
gözümüzün önüne getirmelisin" (İsrâl7/92).
e) "Yahut
da altından bir evin olmalı ya da göğe çıkmalısın. Bize, okuyacağımız bir kitap
indirmediğin sürece, göğe çıktığına da asla inanmayız. De ki: Rabb'imi tenzih
ederim. Ben sadece beşer bir elçiyim" (İsrâ 17/93).
f)
"Hayır, dediler. Bunlar saçma sapan rüyalardır. Bilakis onu kendisi
uydurmuştur. Belki de o, şâirdir. Bize hemen öncekilere gönderilenin benzeri
bir âyet getirsin" (Enbiyâ 21/5).
Bunun gibi Safa tepesini altına çevirmesini, dağları
kaldırıp ovaya çevirmesini de istediler. Onların mucize istemelerinin iman
etmek için olmadığını En'âm 109'da görmüştük. İşte İsrâ 59. âyetin
indirilmesinin sebebi de, yukarıdaki âyetlerde geçen kâfirlerin istekleri
olmuştur.
Şunu burada söylemekte yarar vardır: Yüce Allah,
önceki peygamberlere verdiği mucizeler gibi mu'cizeler vermedi ama kıyamete
kadar devam edecek olan Kur'ân'ı verdi. Kur'ân mucizelerin en büyüğüdür.
Önceki peygamberlerin mu'cizeleri, kendi kavimlerine ait olmasına rağmen
Kur'ân mucizesi, onun getirdiği mesaj hem evrenseldir hem de kıyamete kadar
bakî kalacaktır. Şimdi âyete dönerek, Yüce Allah'ın, neden önceki peygamberlere
verdiği mucize gibi mucizeleri Hz. Peygamber'e vermediğinin açıklamasını
görelim ve bundan bazı çıkarımlar yapalım.
1.
"Mucizeler göndermekten bizi alıkoyan husus."
Âyetin bu kısmı, ilâhî irâde ile beşerî irâdenin
ilişkisine önemli bir boyut getirmektedir. Yüce Allah'ın irâdesinin tecelli
etmesine, insanların yaptıkları mâni olmaktadır. Yeryüzünde insanların
yaptıkları, ilâhî a-lemden gelecek olanları belirlemekte veya onlara mâni
olmaktadır.
2. "Öncekilerin
mucizeleri yalanlamış olmasıdır."
Hz. Muhammed'den önceki peygamberlere verilen mucizeleri
yalanlamaları, Hz. Peygamber'e Yüce Allah'ın mucize göndermesini engellemiştir.
Yalanlama eylemini insanlar kendileri yapmıştır. Bu eylemler göstermiştir ki,
insanlara mucize göndererek eğitim yapmak hiçbir fayda temin etmemektedir.
Yalanlamaları da, mucizelere hakaret olmuştur. Yüce Allah başka bir mucizesine
daha hakaret edilmesini istememektedir. Çünkü mucizeleri yalanlamak, o
toplumun helakine sebep olmuştur. Önceki kavimler, mucizeleri yalanladıkları
için helak edilmişlerdi. Şimdi de eğer bu dinin muhataplarına da o tür
mucizeler gönderilmiş olsaydı ve onlar da bu mucizeyi inkar etselerdi topluca
helak edilmeleri gerekecekti.
En'âm 109'da belirtildiği gibi mucize isteyenlerin
iman etmeyeceklerini Yüce Allah bildiği gibi mucize göndermemiştir.
Bundan çıkaracağımız ders ya da ilke şudur: İnsanların
doğru yola gelmesine yaramayan bilgileri onlara öğretmenin bir anlamı yoktur.
Yola gelmeyecek, hakikati kabul etmeyecek insanlara zorla bir şeyi öğretmek
doğru değildir. Allah'ın âyetlerine hakaret edildiği bir ortamda, o âyetleri
anlatmak yersizdir. Hatta gerekirse o ortamı terk etmek en doğru yoldur.
Allah'ın âyetlerine inanmayacak olanlara onları anlatıp öğretmek fayda
getirmeyecektir.
İşte âyetin bu kısmı, geçmişte yaşananlardan elde edilen
tecrübenin, geleceğin eğitim ve öğretim programını belirlemekte olduğuna işaret
etmektedir.
İnsanların. Yüce Allah'ın takdirini engellemesi, O'nu
mucize göndermekten alıkoyması mümkün değildir; ama onların yalanlamaları,
i-nanmalannın mümkün olmaması mucize göderilmemesinde etken olmuştur. Meseleye
güç açısından bakılmamalı, meseleye eylemlerin değerlendirilip geleceğin
programını yapma açısından bakmak gerekiyor.
3.
"Nitekim Semûd kavmine gözle görülebilen bir mu'cize olarak dişi deveyi
vermiştik de, ona zulmetmişlerdi."
Yüce Allah geçmiş kavimlerin mucizeleri nasıl
yalanladığı konusuna Semûd kavmini örnek olarak göstermektedir. Âyette
geçen mübsıra kelimesine "gerçeği
gösteren, açık bir mucize, görülebilen bir mu'cize, uyarıcı, aydınlatıcı bir belirti"
anlamını vermemiz mümkündür.
A'râf 73 'te Semûd kavmine gönderilen deveye nişane
anlamında âyet; Kamer 27'de sınama anlamında fitne, yorumunu yapmakta olduğumuz
İsrâ 59'da da gerçeği gösteren anlamında mübsıra denmektedir.
Semûd halkı, deveye nasıl zulmetti? Âyet bunu
cevaplandırma-maktadır. Yüce Allah gerçeği gösteren bir mu'cize olarak
gönderdiği bu devenin ardından şu yasağı da koymuştu: "Ona kötülük
etmeyin. Sonra sizi elem verici bir azap yakalar" (A'râf 7/73). Bu uyarıya
rağmen onu boğazladılar: "Fakat Semûd kavmi, o deveyi, ayaklarını keserek
öldürdüler. Salih dedi ki: Yurdunuzda üç gün daha yaşayın. Bu söz,
yalanlanamayan bir tehdit idi" (Hûd 11/65).
"Onların en bedbahtı atıldığında, Allah'ın Rasûlü
onlara: Allah'ın devesine ve onun su hakkına dokunmayın! dedi. Ama onlar, onu
yalanladılar ve deveyi kestiler" (Şems 91/12-14).
İşte zulmetmek, devenin su içme hakkını, sırasını
çiğneyip onu öldürmeleri olmuştur. Başka bir açıdan bakarsak, deveyi dikkate
almamaları, onun bir mu'cize olduğunu kabul etmemeleri de ona bir zulüm olmuş
ve bu zulüm boğazlama zulmünü getirmiş oldu.
İşte onların Allah'ın mucizesine yaptıkları bu zulüm,
Hz. Mu-
hammed'e o tip mu'cizelerin verilmesini engellemiş
oldu.
4. "Oysa
Biz, mucizeleri yalnız korkutmak için göndeririz."
Bu ifade, mucizelerin gönderiliş amacının korku
duygusunu harekete geçirmek olduğuna işaret etmektedir. Bir bakıma Yüce Allah
"duygu eğitimine" dikkat çekmektedir. Korkutmak, bir eğitim
metodudur. İnsanların bazısı sevgiden disipline olur; bazısı da korkudan
disipline olur. Mucizelerin eğitim boyutu korku taşımakla ilgilidir. Normal
öğretim yolu ile anlamayan insanlara mu'cize gösterilerek tehlikeli durumda
oldukları bildirilir.
Mucizeler aynı zamanda, mu'cize gösteren kişinin
peygamberliğini ispat etmektedir, ama aynı zamanda normal yollarla onun
peygamberliğine inanmayanlara da bir korku salmak amacını gütmektedir.
Bu açıdan bakarsak, Kur'ân'in dışında Yüce Allah'ın
Hz. Peygamber'e bir mucize vermemesi, onun insanları korkutmaktan çok rahmet
olması, merhamet etmesi ve Allah'ın merhametini onlara ulaştırması anlamını
görmemize bir vesile olmaktadır. Hz. Peygamber, Yüce Allah'ın insanlara
merhameti, rahmeti gereği gönderilmiştir. Onun şahsiyeti ve dini, merhamet,
sevgi ve rahmet temelleri üzerine oturtulmuştur.
Hz. Peygamber'in rahmet oluşu, merhameti ve sevgisi
insanlık için en büyük eğitici mucize niteliğindedir. Onun peygamberliğini
ispat için bilgiyi, aklı, sevgiyi, merhameti, rahmeti, imanı öne çıkaran
Kur'ân, yeterlidir. Onun okulu bu değerler üzerinde kurulmuştur ve Arap halkının
da onu peygamber olarak benimsemesi için de korkutulmasına gerek yoktu. Çünkü
sonraki nesillere peygamber gelmeyeceğine göre, onlara kim mucize
gösterecekti"" Anık insanlık mucizelerle hakikati kavrama, kabullenme
yoluna değil: akıl ve bilimin verilerine dayanarak mü'min olma esasına
uymalıdır. Evrensel bir peygamber, sadece görenleri ilgilendiren mucizelerle
ögrctismi ayakta tutamaz ve kıyamete kadar yaşamasını temin edemez
Eğer bir din mucizelerle ayakta durabilseydi, bir
peygamberden sonra gelen diğer peygambere mucize verilmezdi. Bu, aynı zamanda
mucizenin etkisinin geçici ve yerel bir niteliği olduğunu da gösterir. Hz.
Musa'ya verilen mucizeler gelecek nesiller için yeterli olsaydı, Hz. İsrâ'ya
başka mucizeler verilmezdi. İşte bu ilkeden hareket edersek, Hz. Peygamber'e
neden Kur'ân dışında mucize verilmediği esasına ulaşmış oluruz.
Kur'ân'ın dışında Hz. Peygamber'e izafe edilen
mucizelerin gerçekten olup olmadığını En'âm 109, İsrâ 59, 90-93. âyetlere
bakarak karara bağlamak zorundayız. Bu âyetlerden hareket ederek, nakledilen o
mucizeler sorgulanmalıdır. Din eğitimcilerine düşen en büyük görevlerden biri
de budur. Kur'ân'ın bu âyetlerini gündeme getirerek Hz. Peygamber'in etrafında
dolaşan yanlışlara bir dur demenin zamanı geldi de geçiyor. "Önceki
toplumların peygamberlerine gönderilen mucizelerin yalanlanması nedeniyle
mucize göndermedim" buyuran Allah'ın âyetini bir tarafa atarak beyanlarda
bulunmanın dindeki yanlışlığı mutlaka giderilmeli, bu âyetler öne
çıkarılmalıdır.[58]
60. Hani sana: Rabb 'in, insanları kuşatmıştır,
demiştik. Sana gösterdiğimiz rüyayı ve Kur'ân'da la'netlenen ağacı sadece
insanları sınamak için meydana getirdik. Biz onları korkutuyoruz da, bu onlara,
büyük bir azgınlıktan başka bir şey sağlamıyor.
Ayetten çıkarılacak neticeler vardır:
1. "Hani
sana: Rabb'in, insanları kuşatmıştır, demiştik." Yüce Allah'ın, Hz.
Peygamber'e daha önce insanları gücü, ilmi ve yaratması ile kuşattığını
söylemiş olmasının anlamı, ona düşman olanların saldırısına karşı onu
koruyacağıdır.
a) "Allah
seni insanlardan koruyacaktır" (Mâide 5/67). Bu âyetin ilk kısmı, tebliğ
yapmasına karşı çıkanlara karşı Yüce Allah'ın onu koruyacağı konusundadır.
b)
"Yakında o topluluk bozulacak ve onlar arkalarına dönüp
kaçacaklardır" (Kamer 54/45).
c) "İnkar
edenlere de ki: Yakında mağlup olacaksınız ve cehenneme sürüleceksiniz. Orası
kalınacak ne kötü bir yerdir!" (Âl-i İmrân 3/12; Ayrıca bkz. Âl-i İmrân
3/139; Mücâdele 58/21).
İşte Yüce Allah'ın Hz. Peygamber'e bu söylediklerinin,
başka bir şekilde açıklaması yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 60'da yer almakta
ve "Rabb'in insanları kuşatmıştır" ifadesinde kendisini bulmaktadır.
Âlimler âyetin bu kısmında geçen en-nâs kelimesinin
Mek-kelileri ifade ettiğini söylemektedirler. Bize göre bu yorum, âyetin
evrenselliğini yaralamaktadır. Yüce Allah kendi dinini savunanlara aynı şekilde
her zaman yardım edecek, insanları kudretiyle ihata ettiği için saldırılarını
engelleyecek ve mü'minleri zafere ulaştıracaktır. Bu söz hem Hz. Peygamber'e ve
hem de tüm çağların mü'minlerine verilmiştir.
Bunun delili de şu âyettir: "Ey iman edenler!
Eğer siz Allah'a yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı
kaydırmaz" (Muhammed 47/7). Şimdi yukarıda verdiğimiz âyetlerle bu âyeti
birleştirdiğimizde evrensellik boyutu net bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 60'daki kuşatmanın,
kâfirlerin kurdukları tuzakları boşa çıkarma manasına geldiğine başka bir
delil
de Nisa 108'dir: "İnsanlardan gizlerler de
Allah'tan gizlemezler. Halbuki geceleyin, O'nun razı olmadığı sözü düzüp
kurarken O, onlarla beraber idi. Allah yaptıklarını kuşatıcıdır." Demek ki
bu âyetler, "Yüce Allah, kâfirlerin yaptıkları planlan, ilmi ile;
yapacakları saldırıları da kudretiyle kuşatıp yok edecektir" anlamına
gelmektedir.
2.
"Sana gösterdiğimiz rüyayı ve Kur'ân'da la'netlenen ağacı sadece insanları
sınamak için meydana getirdik."
UzjJl er-ru'yâ kelimesine "görüntüler"
manasını vermemiz mümkündür. Ama bu görüntüler ne ile alakalıdır? Hz.
Peygamber rüyayı ne zaman görmüştür? Bu konuda iki görüş ortaya konmaktadır:
a) Hz.
Peygamber Mekke'ye gireceğini yani Mekke'nin fethedileceğini rüyasında
görmüştü. Rüyasını ashabına
söylemişti. Fakat Hudeybiye'de
Mekke'ye girmesinin engellenmesi, bazı mü'minlerin kuşkulanmasına sebep
olmuştur. Meselâ Hudeybiye'de Hz. Ömer Hz. Ebûbekir'e: Allah'ın elçisi, bizim
Ka'be'yi tavaf edeceğimizi söylememiş miydi? demiş, Hz. Ebû Bekir de: O, bunu
hemen bu sene yapacağımızı söylemedi. İnşallah başka bir yılda yaparız,
demişti. Ertesi yıl istenen gerçekleşmişti.[59]
İşte bu rüyanın gerçekleşmesi Fetih 27'de ifadesini
bulmuştur: "Allah, Elçisi'nin rüyasının gerçekliğini doğruladı."
Şimdi İsrâ 60'daki rüya ile Fetih 27'deki rüyayı birleştirmemiz
mümkün müdür? O rüya bu rüya; bu rüya o rüya olabilir mi?
Demek ki, Hz. Peygamber henüz Mekke'de iken müşrikleri
yeneceğini, Müslümanların onlara galip geleceğini rüyasında görmüş ve bunu
arkadaşlarına söylemişti. Hz. Peygamber'in bu haberini duyan müşrikler, haberle
alay etmişler, onların kedilerini yenmelerini hayal saymışlardı. Bu açıklama,
İsrâ 60 ile Fetih 27'nin aynı rüya olduğuna işaret etmektedir.
b)
Bazı âlimler de, Hz. Peygamber'in İsrâ 60'da
gördüğü rüyanın İsrâ gecesinde, Mi'râc olarak gördüğü rüyayı ifade ettiğini
iddia etmektedirler. Bu görüş, özellikle Mi'râcın tamamen, gerçeği görme
anlamında bir rüya ile gerçekleştiğini iddia edenlerin görüşüdür. Bu rüya
uykuda görülen bir düş değil, hakikatleri görmektir.
O zaman İsrâ'nın birinci âyeti ile bu âyeti bir araya
getirmemiz mümkün olacaktır: lifd ^ işjü "Kendisine âyetlerimizden bir
kısmını gösterelim, diye" ifadesindeki gösterme, "görüntüler"
anlamına gelen rüya ile aynileşmektedir.
Kur'ân'da "la'netlenen ağaç" ne anlama
gelmektedir? Bu ağaç hangi ağaçtır?
a) Bu ağacın
zakkum ağacı olduğunu söyleyenler vardır. "Şimdi, ziyafet olarak, cennet
ehli için anılan bu nimetler mi daha hayırlı, yoksa zakkum ağacı mı? Biz zakkum
ağacını zâlimler için bir fitne kıldık. Zira o, cehennemin dibinden bitip
yetişen bir ağaçtır. Tomurcuklan sanki şeytanların başları gibidir. Ondan
yerler ve karınlarını ondan doldururlar" (Sâffât 37/62-66).
"Sonra siz ey sapıklar, yalancılar! Elbette bir
ağaçtan, zakkum ağacından yiyeceksiniz, karınlarınızı ondan
dolduracaksınız" (Vâki'a 56/51-52).
Yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 60'daki el-mel'ûne,
yani "lanetlenmiş ağaç", yukarıdaki âyetlerde geçen zakkum ağacı
olabilir mi? Âyetlerde müşterek olan kelime "fitne" kelimesidir.
İsrâ 60'da insanlar için o ağacın "fitne,
sınav" kıldığı; Sâffât 63'te de zâlimler için "fitne, sınav"
kıldığı ifade edilmektedir. "Mel'ûn ağacın", "zakkum
ağacı" olduğunu iddia edenlerin tek tutunacakları kavram
"fitne", yani "sınav" kelimesidir.
Şimdi şu soruyu sorabiliriz: "Zakkum ağacı"
cehennemin dibinden çıktığına göre {Sâffât 37/64t bu dünyada nasıl bir sınav
olmaktadır? Bu fikri savunanların tarafını tutarsak, soruya şu şekilde cevap
verebiliriz: Bu dünyada şirk koşan zâlimler, sapıklar ve yalanlayanlar bu
ağacın meyvelerinden orada yiyecekler ve karınlarını dolduracaklardır. Bu özelliği
ile söz konusu ağaç dün) ada yaşayan insanlar için bir imtihan konusu, yani
caydırıcı bir özellik taşımaktadır.
Dikkat edilirse Sâffât 65'te o ağacın tomurcukları
şeytanların başına benzetilmektedir. Kafa ve tomurcuk kavramlarından hareket
edersek şu neticeye varabiliriz: Bu dünyada kafasında şeytanî fikirler,
Allah'ın vahyine karşı kin ve düşmanlık dolu niyetler besleyenler, öteki
dünyada tomurcukları şeytanların kafasına benzeyen ağaçtan yiyeceklerdir. Böylece
"imtihan olan" varlık, insanın beyni olmaktadır. Kafa, tomurcuk,
ağaç. La'netlenen, insanın beynidir; kötülükleri, yanlışları taşıyan beyindir.
Yüce Allah'ın insana sunduğu tomurcuk halindeki beynini açmadan zakkum ağacına
çevirenler, elbette imtihanı kazanamayıp cehennemin
ortasında biten, tomurcuklan şeytanların kafasına
benzeyen ağaçtan yiyeceklerdir.
Demek ki biz bu dünyadan zakkum ağacımızı beynimizde
büyüterek öteki dünyaya gidiyoruz. Orada da oturup onun meyvelerini karnımıza
dolduruyoruz.
b)
Bu ağacın, Hz. Âdem ile hanımına yasaklanan
cennetteki ağaç olduğunu da söyleyebiliriz.
Bunu öne sürerken haklılığımız yorumunu yapmakta
olduğumuz âyetten sonraki İsrâ 61. âyettir. Yalnız, Hz. Âdem ve eşine meyvesi
yasaklanan ağaç cennette idi. O zaman zakkum ağacını öne sürenlerin tam tersi
bir iddia olmaktadır. Bu ağacın Kur'ân'da bir sınama, bir fitne olduğuna dair
bir ifade yer almamaktadır, ama ağacın lanetlenmiş bir ağaç olduğu, onun
meyvesinden yemekle işlenen günahın bir fitne olduğu da bir gerçektir.
Aslında insan için imtihan bu ağaç olmuştur. Ama
ağacın sadece Hz. Âdem ve eşini ilgilendirdiğini söyleyenlere ne cevap
verebiliriz? Bu ağacın meyvesinin yasaklanması sonraki nesillere haram lokma
yememek şeklinde nakledilmelidir. Yetim malı, kul hakkı, haram lokma hâlâ
insanlar için bir imtihan sorusu veya konusu olmaya devam etmektedir. O zaman
âyetteki "ağaç", haram lokmayı temsil etmekte ve haram lokmanın
lanetlenmiş olduğu da ortaya çıkmaktadır.
c) Acaba bu
ağaç, İbrahim sûresinin 26. âyetinde geçen "kötü a-ğaç" olabilir mi?
Yüce Allah İbrahim 25'te "güzel, doğru, faydalı ve temiz sözü",
"dalları gökte, kökleri yerde olan bir ağac"a benzetmiş, 26. âyette
de "kötü, yanlış, faydasız ve temiz olmayan sözü" de "gövdesi
yerden koparılmış, o yüzden ayakta durma imkanı olmayan kötü bir ağac"a
benzetmektedir.
Yine burada iş beyne düşmektedir. "La'netlenmiş
ağaç", "kötü, yanlış, faydasız ve kirli beyinler"i, "inkâr
eden, sapıtan, şirk koşan gö-nüller"i temsil etmektedir. Bu beyin ve bu
gönüller her zaman insanlık için bir fitne olmuştur ve onlar da lanetlenmiştir.
d)
"Şecere" denen ağaç, bir "soy ağacı" olamaz mı?
La'netlenmiş soylar var mıdır? "La'netlenmiş ağaç", "lanetlenmiş
soy, topluluk" olamaz mı? O zaman "şecere"yi "ağaç"
manasına değil de, "soy, nesil" anlamına almamız gerekiyor.
i. "Ândolsun
biz Musa'ya Kitâb'ı verdik. Ondan sonra ard arda peygamberleri gönderdik.
Meryem oğlu İsa'ya da mu'cizeler verdik. Ve onu Rûhu'l-Kudüs ile destekledik.
Gönlünüzün arzulamadığı şeyleri söyleyen bir elçi geldikçe, ona karşı büyüklük
tasladınız. Peygamberlerden bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürdünüz.
(Buna ilave olarak) 'kalplerimiz perdelidir' dediler. Hayır, küfür ve isyanları
sebebiyle Allah onlara la'net etmiştir. O yüzden çok azı inanır" (Bakara
2/87-88).
ii. Yahudilerden
bir kısmı kelimeleri yerlerinden değiştirirler, dillerini eğerek, bükerek ve
dine saldırarak: 'İşittik ve karşı geldik, dinle dinlemez olası, raina' derler.
Eğer onlar: 'İşittik, itaat ettik, dinle ve bizi gözet' deselerdi, şüphesiz
kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olacaktı. Fakat küfürleri sebebiyle
Allah onları lanetlemiştir. Artık pek azı inanırlar"' (Nisa 4/46).
iii.
"Ândolsun ki Allah, İsrâiloğullanndan söz almıştı ... Sözlerini bozmaları
sebebiyle onları la'netledik" (Mâide 5/12-13).
iv.
"Yahudiler, Allah'ın eli bağlıdır, dediler. Hay dedikleri yüzünden elleri
bağlanası ve la'net olasılar!" (Mâide 5/64).
v.
"İsrâiloğullanndan kâfir olanlar, Dâvûd ve Meryem oğlu İsâ diliyle
lanetlenmişlerdir. Bunun sebebi söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır"
(Mâide 5/78).
Âyetlerin içeriğine baktığımızda kimlerin, hangi
nedenlerle la'net-lendiği görülecektir. Demek ki onlar her zaman için insanlığa
bir fitne, bir imtihan, bir sınama olma durumundalar. Mâide 64'te her zaman
savaş ateşini onların tutuşturduğuna dikkat çekilmektedir. Ama bize göre İsrâ
60'daki ağaç, zakkum ağacı veya Hz. Âdem'in yemesinin yasaklandığı ağaç değil
ise, bir "soy ağacı"ndan ziyade, "bir inanç ve fikir
ağacı"dır ve inkarcıların, Allah'a âsi olanların ve din düşmanlarının nesiller
boyu şeytandan başlayıp büyüyen insanların ağacını temsil etmektedir. Bu ağaç
ve bu ağacı besleyen insanlar, insanlığa daima fitne olmuşlar, problem
yaratmışlar, her zaman belâ olmuşlardır. Bu ağacı besleyenlerin beyni şeytanın
kafasına benzemektedir. Bu ağaca mensup olanlar la'netlenmiştir.
Her nesilden inkarcılar, âsiler ve din düşmanları, bu
inkâr ağacının la'netlenmiş dibine su döker, gübre verir ve durmadan onu
beslerler. Bu ağacı bu dünyada besleyen inkarcı, âsi ve din düşmanı ve kötü
ruhlu insanlar me'lun insanlar olduklarından, öteki dünyada da zakkum ağacını
yiyip karınlarına dolduracaklardır.
3. "Biz
onları korkutuyoruz da, bu, onlara büyük bir azgınlıktan başka bir şey
sağlamıyor."
Âyetin bu kısmı, hakkı inkâr etme niyetleri bütün
benliklerini kaplamış olan kâfirlerin, korkutma şeklindeki uyarı veya duygu
eğitiminden istifade edemeyeceklerini, tam tersine taşkınlıklarını artıracağını
vurgulamaktadır. Uyarının, korkutmanın hangi kaynaktan geldiğinin öneminden
ziyade uyarı yapılan veya korkutulanın bulunduğu ruh hali, psikolojik durumu
önemlidir. Verici sağlam olabilir ama alıcı makine bozuksa görüntü
düşmeyecektir.
Biz buna öğrencinin alakasını uyandırma, verilecek
bilgilere hazır hale getirme diyoruz. Öğrenci almaya hazır değilse, gönlünün
anteni verilene yönelik değilse, istenilen etki gerçekleşmeyecektir.
İnsan bir alet olmadığından, sadece almamakla,
etkilenmemekle kalmıyor, gittikçe azgınlaşıyor. Etkiye gösterdiği olumsuz tepki
geometrik olarak çoğalıyor.
İşte âyette korkutan Allah olmasına rağmen, insan
azgınlığını daha da artırıyor. Bu durum, İsrâ 59. âyette geçen mu'cize
göndermemenin sebebini de bir boyutu ile açıklamaktadır. Mu'cizelerle insanları
uyarmak, korkutmak her zaman istenilen neticeyi vermeyebilir, tam tersi
onların azgınlığını artırabilir.
İyiye, güzele, doğruya ve hakikate yönelik değişim
beklenirken, giderek artan bir azgınlığa doğru değişimin olacağına dikkat
çekilerek, eğitilmesi mümkün olmayan insanların bulunabileceği öğretilmektedir.
Din adamları, yola gelmeleri için çaba sarf ederken, bazı insanların yoldan
çıktıklarına şahit olabilir.[60]
61. Bir zaman
meleklere: Âdem 'e secde edin, demiştik. Secde ettiler, yalnız İblis etmedi:
Ben, çamur olarak yarattığına secde eder miyim? dedi.
62. Şu benden
üstün kıldığını gördün mü! Andolsun e-ğer beni kıyamet gününe kadar ertelersen,
onun zürri-yetini, pek azı hariç, kökünden koparıp sürükleyeceğim, dedi.
63. Allah buyurdu: Defol git! Onlardan kim sana uyarsa,
cezanız cehennemdir, ne mükemmel bir ceza!
64. Onlardan
gücünün yettiğini sesinle yerinden oynat; süvarilerinle ve yayalarınla onların
üzerine yaygarayı bas; mallarda ve evlatlarda onlara ortak ol, kendilerine
vaadlerde bulun. Şeytan, insanlara aldatmadan başka bir şey vadetmez.
65. Benim kullarıma
gelince senin onlara
gücün yetmez. Vekil olarakRabb'in yeter.
Bu âyetler birbirini tamamlar mahiyette olduklarından,
bir arada yorumlamayı uygun buluyoruz. Hz. Âdem ile İblis'in ilişkileri Bakara
2/34-36; A'râf 7/11-12; Hicr 15/30-42; İsrâ 17/61-65; Kehf 18/50; Tâhâ
20/116-124 ve Sâd 38/73-83 âyetlerinde gündeme getirilmektedir.
Konu bu sûrelerin bu âyetlerinde ele alınırken daima
konunun farklı boyutlarına dikkat çekilmiştir. Burada soracağımız soru şudur:
İsrâ sûresinde yorumlamalarını yapacağımız âyetlerde niçin ele alınmıştır? Bu
âyetlerin diğer âyetlerle olan bağlantısı nedir?
Bu âyetlerin İsrâ 53 ile bağlantısı vardır. 53.
âyette Yüce Allah: "Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler. Sonra
şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır."
Bu âyette şeytanın düşmanlığı söylenirken, İsrâ 61'de
de bu düşmanlığın ne zaman ve nasıl başladığı açıklanmaktadır.
Diğer taraftan şeytanla ilgili bu âyetlerin 60. âyetle
de bağlantısı vardır: "Biz onları korkutuyoruz da, bu onlara büyük bir
azgınlıktan başka bir şey sağlamıyor" ifadesindeki, insanların azgınlığına
şeytanın etkisini anlatmak için, onun insana olan hasedi ve düşmanlığının
başlangıcına gidilmektedir. Hz. Âdem'e karşı başlayan bu düşmanlık, kıyamete
kadar devam edecektir.
1. "Bir
zaman meleklere: Âdem'e secde edin, demiştik."
İsrâ sûresinde neden "secde edin" emrini
verdiği açıklanmamaktadır. Bakara'daki açıklamada Hz. Âdem'e öğretilen
bilgiler meleklere sorulduğunda cevap vermemelerinin ve Hz. Âdem'e sorulduğunda
cevap vermesinin bu emrin verilmesine sebep olduğu söylenmektedir. Başka bir
ifade ile. bilginin üstünlüğünü göstermek için, bilene saygı duyulacağını
öğretmek için bu emri Yüce Allah'ın verdiğine işaret edilmektedir.
Tabii ki bu secde Hz. Âdem'in zatına değil, sahip
olduğu bilgiye olacaktı. O bilgi de Allah'tan geldiğine göre (Bakara 2/31)
dolaylı olarak secde Allah'a olmuştu.
2. "Secde
ettiler, yalnız İblis etmedi."
Âyetin bu kısmında. Yüce Allah'ın emrine karşı iki
farklı tavır sergilendiği ele alınmaktadır. Meleklerin secde emrini yerine
getirmesine rağmen İblis, olumsuz tavır takınarak, emri yerine getirmedi. Bu
anda sorumuz şu olacaktır İblis "in secde etmemesini Yüce Allah bize niçin
anlatıyor? Allah, emrine karşı çıkan ve onu yerine getirmeyenlerin nasıl
şeytanî bir ahlâka bürün düklerini anlatmak için İblis'in durumunu açıklamaktadır.
İşte bu bilinci vermek için İblis olgusunu defalarca gündeme getirmektedir.
3.
"Ben, çamur olarak yarattığına secde eder miyim? dedi."
İşte bu âyetin bu kısmı, İblis'in secde etmeme
şeklinde ortaya çıkan davranışının sebebini belirlemekte ve böylece Yüce Allah
davranış analizi yapmış olmaktadır. Çünkü secde etmemesi sonuç, onun sebebi de
İblis'in söylediği bu sözdür.
a) Demek ki
Bakara 34'e göre ve buradaki ifadeden bu davranışın sebebi
"kibir"dir. Allah'a karşı ilk günah "kibir"den dolayı
işlenmiştir. "Kibir", yani büyüklenme, İsrâ 61'de mukayeseye
dönüşmüş, Hz. Â-dem'in yaratıldığı madde ile kendisinin yaratıldığı maddeyi
mukayese etmiştir: "İblis ben ondan hayırlıyım! Beni ateşten yarattın, onu
çamurdan yarattın, dedi" (Sâd 38/76). İblis, kendi üstünlüğünü ortaya
koymak için bu mukayeseyi yapmış, çamurdan yaratılana, ateşten yaratılanın
secde etmeyeceğini söyleyerek, ne denli kibrinin etkisinde kaldığını
göstermiştir.
b)
Secde etmemesinin başka bir sebebi de,
cinlerden olmasıdır (Kehf 18/50). Meleklerin arasında bulunmasına rağmen,
yapısı itibariyle "cin" idi. Cinlerin Allah'ın emirlerini yerine
getirip getirmeme konusunda hür irâdeleri vardır.
İsrâ 61'deki İblis'in sorusu, neticesi inkâr olan ya
da olumsuz olan bir sorudur. "Eder miyim?" ifadesi "etmem"
demektir. Bu tip soruların cevabı kendi içindedir. İblis, secde etmeyeceği
kararını soru olarak yöneltmektedir.
Bu açıklamadan şu genellemeyi çıkartabiliriz: Kibir
hem emre asi olmaya sebep oluyor hem de saygıyı öldürüyor. Kendinde bir varlık
gören insanlar, saygı göstermesi gereken kişilere saygı göstermezler.
Diğer taraftan İblis, Allah'ın yarattığı ile verdiği
emir arasında bir denkliğin olmadığını ifade edecek kadar ileri gitmekte,
çamurdan yaratılana, ateşten yaratılanın secde etmesi konusundaki emrin
yapısal geçerliliği olmadığını söylemektedir.
4. "Şu
benden üstün kıldığını gördün mü!"
İblis, sadece kibir edip mukayese yapmakla kalmıyor,
küstahlığın en son noktasına ulaşıyor; hakarete varacak kadar küstahlaşıyor.
Sanki Allah neyi yarattığını bilmiyor da, "gördün mü?" diyerek hem
Hz. Â-dem'e hakaret ediyor hem de Yüce Allah'ın yanlış emir verdiğini ima
ediyor.
Aslında "şu benden üstün kıldığını gördün
mü!" ifadesinde, Râzî şu açıklamaların olduğunu söylemektedir: Bana üstün
kıldığın bu kimseden bana bahset. Onu bana niçin üstün kıldın. Halbuki ben
ondan daha hayırlıyım, demektir. era'eyteke kelimesi "bana haber ver"
anlamına da gelebilir.
5.
"Andolsun, eğer beni kıyamet gününe kadar ertelersen, onun zürriyetini pek
azı hariç, kökünden koparıp sürükleyeceğim, dedi."
Bu âyette ehharteni "beni ertelersen" dediği
halde, A'râf 14'te "bana mühlet ver" demektedir.
İblis, bu âyette i^aiı fjş jt "kıyamete
kadar" derken A'râf 14'te "tekrar dirilecekleri güne kadar"
demektedir. Bu ifadeler aynı şeyi ifade etmektedirler.
Ama bizim bu ifadelerken çıkaracağımız önemli
neticeler olacaktır.
a) İblis,
kıyamete ve öldükten sonra dirilmeye inanmaktadır. Kendi sözlerinden bu
anlaşılmaktadır.
b) Kimden
müsaade alınacağını biliyor ve Allah'a inandığı anlaşılıyor. Kıyamete, yani
öldükten sonra dirilme anına kadar yaşama iznini Allah'tan alıyor.
Kıyamete kadar yaşama iznini niçin istediğini yine
kendisi ifade etmektedir. "Onun zürriyetini. pek azı hariç, kökünden
koparıp sürükleyeceğim."
Bu âyette le ahtenikenne "kökünden koparıp
sürükleyeceğim" ifadesi yer alırken, Sâd 82'de &J% le uğviyennehüm
"onları azdıracağım" ifadesi yer almaktadır. Aslında her ikisi de
aynı şeyin farklı cümlelerle ve farklı kavramlarla ifade edilmesidir.
ahtenikenne kelimesinin kökü olan haneke fiili, "bir şeyi anlamak,
sağlamlaştırmak, annenin bir şeyi ezip çocuğun damağına koyması, hayvana yular,
gem takmak, tecrübenin insan aklını, görüşünü sağlamlaştırması"; hanneke
kalıbı, "birinin damağını ovmak;
ihteneke kalıbı da "ata yular takmak, çekirgenin
yerdeki bitkiyi tamamen yiyip yok etmesi, birinin bütün malını almak, galip ve
müstevli olmak; vib istahneke kalıbı da "az yiyen adamın sonradan
oburlaşması, ağacın kökünden kopması" manalarına gelmektedir.
Bu kelime Kur'ân'da sadece yorumunu yapmakta olduğumuz
İsrâ 62'de geçmektedir. İblis'in söylediği bu sözden anlıyoruz ki, insanı tamamen
etkileyip almak istiyor, en küçük davranışlarına varıncaya kadar ona sahip
olmak istiyor. Başka bir anlamı ile insana yular takıp onu istediği yöne
çekeceğini söylüyor. Ata gem vurmak, yular takmak gibi insana gem vurup
yularlayarak ona hâkim olmak istiyor.
Bu şekilde insanı etkileyip azdıracağını Allah'a
itiraf etmektedir. Ağacın kökünden kopup sürüklemek anlamında hareket edersek,
İblis insanı Allah'ından, aklından koparıp kötülüklere sürükleyeceğini itiraf
etmektedir. İnsanın beyin ve gönül kökleri Allah'a bağlıdır, bu köklerin
kesilmesi ile insan, kökleri koparılan bir ağaç gibi yıkılıp kurumaya mahkûm
olacaktır. Demek ki İblis, insanı Allah'ından, kendinden, beynini gönlünden
koparak bir kütük haline getireceğini söylemektedir.
İşte din, İblis'e bu fırsatı vermemek için insanın
Allah'ı ile, kendisi ile olan bağlarını sağlam tutmak için gelmiş, din
eğitimine de bu amacı gerçekleştirme görevini vermiş, Şeytan'in yular vurduğu
ve kökünden koparıp kurumaya, çürümeye terk ettiği bir duruma düşmesini engellemek
ve onu manevî silahlarla donatmak görevini yüklemiştir.
İblis, İsrâ 62'de 5Üi VI illâ kalîlâ "pek azı
hariç" derken, onların kimler olduğunu söylememekte, ama Sâd 83'te
bunların ihlâs sahibi kullar olduğunu açıklamaktadır. Peki İblis, insanları
etkileyip onlara gem vurarak kökünden koparmakla ne yapmış olacaktır? Sorunun
cevabını da A'râf 17'de buluyoruz: y.J& 'fö'\ if Vj "Onların çoklarını
şükredenler-den bulamayacaksın." İşte İblis'in katkısıyla insanın
etkilenmesinin sonucu bu olacaktır.
6. "(Allah,
İblis'e yönelik olarak) buyurdu: Defol git!"
Yüce Allah, bu âyette izheb "defol git"
derken A'râf 13'te i ihbıt minhâ "in oradan"; Hicr
34'te de M ühruc minhâ "öyleyse
oradan çık" ifadelerine yer vermektedir. "Git", "in"
ve "çık" emirleri farklı söylense bile neticeleri aynıdır. Netice
olarak diyebiliriz ki, İblis'i Yüce Allah katından kovmuştur. Onun içindir ki
Şeytan'a er-racîm "kovulmuş" (Nahl 16/98) denmektedir.
Burada kaydedilmesi gerekli olan önemli nokta, A'râf
12'de olan sorgulamanın, burada yer almamasıdır. Yüce Allah İblis'i kovmadan
önce onu sorgulamıştır.
7. "Onlardan
kim sana uyarsa, cezanız cehennemdir; ne mükemmel bir ceza!"
A'râf 18'deki ifâde şöyledir: "Onlardan kim
sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım." Bu ve yorumunu
yapmakta olduğumuz İsrâ 63'te geçen ifadeden anlıyoruz ki, sadece şeytana tâbi
olanlar değil, şeytan da onlarla beraber cezalandırılacaktır. Yüce Allah:
'jfjü)f "cezanız" buyururken, şeytanı yani İblisi de kapsamına
almaktadır. İsrâ 63'ün sonunda yer alan j^iji mevfûrâ kelimesi, "bol
kılınmış" anlamına gelmekte, burada ise "yaptıklarınızın tam
karşılığı" anlamını ifade etmektedir. Yapılanla verilen cezanın denk
düşmesi demektir. "Mükemmel ceza. denk düşen, fazla ve eksiğe kaçmayan
ceza" demektir. Hukukun en zor işlerinden biri suça denk bir cezayı
bulmaktır. Yüce Allah burada cezanın denk olduğuna işaret etmektedir.
"Onlardan gücünün yettiğini sesinle yerinden
oynat: süvarilerinle ve yayalarınla onların üzerine yaygarayı bas; mallarda ve
evlatlarda onlara ortak ol, kendilerine vaadlerde bulun. Şeytan, insanlara
aldatmaktan başka bir şey vaadetmez."
Yüce Allah şeytanı kovduktan sonra, kullarına neleri
yapabileceğini söyleyerek, kullarına ne kadar güvendiğini göstermektedir.
Diğer taraftan bize, şeytanın etkisinin nasıl geleceğini, bizimle nasıl
uğraşacağını öğretmektedir.
Âyette men isteta'te "gücünün yettiğini"
söylemekle Yüce Allah aslında onun gücü olmadığını vurgulamaktadır. Ama şuna da
işaret etmektedir: Güçsüz olan şeytanın gücünün yeteceği insanlar da olacaktır.
Yüce Allah gücü yettiği takdirde şunları yapabileceğini ona söylemektedir:
Ki
"Gücünün yettiğini sesinle yerinden
Demek ki şeytanın sesi, konuşması, dili vardır. Ama o
bize, herkese kendi dilleri ile konuşur. Bizimle vesvese, yaldızlı sözleri ile
konuştuğu için herkes onun dilini anlar.
"Yerinden oynatmak" manasına aldığımız fezze
fiili, "uzaklaşmak, vazgeçmek, galip olmak, yalnız kendi başına kalmak,
ürküp korkmak, birinin içine korku koyarak yerinden oynatıp rahatsız etmek,
yara sulanıp içindeki akmak, bir şey sebebiyle alev gibi yanıp kararsız olmak";
yjû tefezzeze kalıbı, "bir zahmete uğrayıp minnete düşmek"; istefezze kalıbı, "birinin temkin ve
metanetini yok ederek kararsız kılmak, yerinden çekip atmak" anlamına
gelmekte ve âyette bu son kalıbı ile yer almaktadır.
Bu kelime Kur'ân'da üç âyette geçmektedir. "Yine
onlar seni yurdundan çıkarmak için nerede ise dünyayı başına dar
edeceklerdi" (İsrâ 17/76). Çıkarmak, "ülkesinden çıkarmak"
anlamına gelmektedir.
İsrâ 103'te de aynı anlamda yer almaktadır. Sadece
yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 64'te manevî anlamda "insanın, Allah
naza-rındaki yerinden, değerinden oynatılıp söküp atılması" anlamına
gelmektedir. Demek ki ikisi maddî biri de manevî ülkeden çıkarmak manasını
ifade etmektedir.
Ayetteki "şeytanın sesi" kavramı, onun
insanları Allah'a isyana davet etmesi, vesvese vermesi, onları içlerinden
etkilemesi demektir.
i. Şeytan
insanın sinesine, göğsüne, gönlüne konuşur. Sinelerimiz onun vesvesesinin
dilini anlar ve etkilenir. "De ki: İnsanların kalplerine vesvese sokan
pusuya çekilen cin ve insan şeytanın şerrinden insanların Rabb'ine, insanların
melikine, insanların ilâhına sığınırım"
(Nâs 114/1-6).
İşte bu sûrede şeytanın, insanların kalbine vesvese verdiğini Yüce Allah
söylemektedir.
ii."Bunlar,
aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar" (En'âm 6/112).
iii. "İş
bitirilince şeytan diyecek ki: Şüphesiz Allah size gerçek olanı vaadetti, ben
de size vaadettim" (İbrahim 14/22).
Demek ki şeytan insana vaadediyor, vaadederken
insanla konuşuyor, insan da onun konuşmasını anlıyor.
iv. "Ya
şeytan, onları alevli ateşin azabına çağırıyor idiyse!" (Lokman 31/21).
Şeytan çağırıyor, insan onun çağrısını anlıyor ve
ona icabet ediyor.
v. "Çünkü
şeytan insana inkâr et der, insan inkâr edince de: Ben senden uzağım, çünkü ben
âlemlerin Rabb'i olan Allah'tan korkarım" (Haşr 59/16).
Görüldüğü gibi şeytan, insana konuşuyor, insan onu
anlayıp dediğini yerine getiriyor. Demek ki şeytan insanı etkilerken herkesin
anlayabileceği ortak bir dil kullanmaktadır. İşte şeytanın insanı etkilemesi
için en etkili silahı, vesvesesi, sesi ve dilidir. O, insanın sinesine konuşur,
sine de onun konuşmasını anlar ve etkilenir. Onun konuşması, vesvesesi öylesine
tatlıdır ki, insanı yerinden koparıp alır ve Allah katındaki değerini
kaybetmesine neden olur.
b) "Süvarilerinle
ve yayalarınla onların üzerine yaygarayı bas."
Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki şeytanın ordusu
vardır. Bu ordu süvari ve piyadelerden oluşmaktadır. Bu ordusu ile insanların
üzerine yüklenmektedir. "Yaygarayı basmak", "üzerlerine
yüklenmek" anlamına
gelmektedir.
Âyette geçen eclib kelimesi "bağırmak, çağırmak, yaygara koparmak" anlamına gelen celebe fiilinin emir kalıbıdır. Râzî, Zeccâc'ın bu kelimeyi şöyle açıkladığını nakletmektedir: Bir kişinin yanında süvari ve piyadelerin birikip düşman üzerine saldırdığında durum, bu kelime ile ifade edilir. Bir kimseyi, kötülüğü ile tehdit edip onun aleyhine bir grup birleşince de durum, bu kelime ile ifade edilir.
Âyette geçen hay! "süvari", racil de
"piyade, yaya yürüyen" demektir. Aslında insanlardan "şeytana
süratle yardım eden"Jere hayl; "yavaş yavaş yardım eden"lere de
raciJ denebilir. Demek ki İblis'in hem cinlerden hem de insanlardan oluşturduğu
ordusu
Vardır.
c) "Mallarda
ve evlatlarda onlara ortak ol."
Şeytan, insanlarla mal konusunda ortaklık kurmakta,
onlarla beraber ekonomik faaliyetlerde bulunmaktadır. Şeytan, insanlarla nasıl
ortaklık kurar? Bunu çeşitli şekillerden yapabileceğini Kur'ân'dan
delillendirebiliriz:
i. İnsanın
kendi malı için yaptığı her türlü çirkin, haram tasarruflarda şeytanın
ortaklığı vardır. Başkasının malını gasbetmesi, yetim malını alması, faiz
yemesi, hırsızlık yapması, kısacası ekonomik anlamda kul hakkı yemesi, şeytanı
ortak etmesi anlamına gelmektedir.
ii.
"Faiz yiyenler, şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi
kalkarlar" (Bakara 2/275).
İşte faiz yiyen adamın ortağı şeytandır.
iii. "Şeytan
sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin eder" (Bakara 2/268).
Mal konusunda şeytanın ortak olduğu kimseye şeytan,
Allah yolunda harcama yapmamasını emreder ve ona "infak edersen
fakirleşir-sin" tehdidinde bulunur.
iv.
"Onları mutlaka saptıracağım, mutlaka onları boş kuruntulara boğacağım,
kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar" (Nisa
4/119). Hayvanların kulaklarını putlar için nişanlamaları, şeytanın mallarına
ortak olduğunu ifade etmez mi? Ortak olmadığı birinin emri ile insan bunu
yapar mı?
V.
"Allah
bahîra, sâibe, vesîle, hâm diye bir şey meşru kılmamıştır. Fakat kâfirler, yalan
yere Allah'a iftira etmektedirler ve onların çoğunun da kafaları çalışmaz"
(Mâide 5/103). İslam öncesi Arapların, bir takım hayvanları putlara kurban
etmeleri, onları putlar adına serbest bırakmaları bir uygulama idi.
Günümüzde malını, Allah'ın dinine düşmanlık olsun,
Allah'ın yolunu engellemek için harcayanlar da mallarına şeytanı ortak
etmektedirler. O zaman, cansız putlara kurban kesiliyordu, şimdi ideolojilere,
sahte tanrılara mal harcaması yapılıyor. Fark sadece cansız olan tanrıdan canlı
ve fikir tanrısına dönüşüm olmasıdır. İşte bu durumda insan kazanıyor, ama
şeytanla beraber harcama yapıyor. Çok ilginç bir ortaklık şeklidir bu.
vi.
"Al-lah'ın yarattığı ekinlerle hayvanlardan Allah'a pay ayırıp zanlarınca,
'bu Allah'a, bu da ortaklarımıza «putlarımıza)' dediler" (En'âm 6/136).
Müşrikler Allah'a pay ayırıyor, ortakları olan şeytan
da putlara a-yırmalannı söylüyor. Ortak olmasaydı şeytan onların mallarında
böyle bir tasarrufta bulunabilir miydi?
Kısaca şunu söyleyebiliriz: Haram yoldan kazanılan ve
haram yollara sarf edilen mala şeytan ortaktır.
Diğer taraftan şeytan çocuklar konusunda da ortak
olmaktadır. Peki şeytan çocuklara nasıl ortak olur?
i. Zinaya
teşvik ederek
"Şeytan size hayasızlığı (fuhşu) emreder"
(Bakara 2/268). Zina ile kazanılan çocuğa şeytan ortak olur.
ii.
Çocuklara haram lokma yedirterek
Haram yolla kazanılan mala şeytanın ortak olduğunu az önce söylemiştik. Bu maldan çocukları gıdalandırmada da şeytan ortak oluyor demektir. Haram lokma, haram süt ile beslenen çocuğa şeytanın malından veriliyor demektir. "Zulümle yetimlerin mallarını yiyenler şüphesiz karınlarına ancak ateş tıkamış olurlar" (Nisa 4/10). Midesine ateş olan haram lokmayı indiren babanın sperminden doğacak olan çocuklar bir çeşit alev topu olarak doğacaktırlar.
iii.
Fakirlik korkusu salıp çocukları öldürterek
"Geçim endişesi ile çocuklarınızı
öldürmeyin" (Isrâ 17/31). Eğer bir insana çocuğunu şeytan öldürtüyorsa,
ona ortak oluyor demektir. Öldürme olayını şeytanla beraber gerçekleştiriyorlar.
iv.
Çocuklarına doğru bilgi vermeyenler, onların kafasını şeytanî bilgilerle
dolduranlar, şeytanı onlara ortak etmektedirler. Onun için eğitim ve öğretim
meselesi çok ciddî bir faaliyet olarak insanın hayatında yer almaktadır.
İnsanlara yaramayan, hatta zarar veren fikirlerle, felsefelerle çocukların
kafasını doldurmak şeytanı ortak etmektir.
Âyete dikkat edilirse önce ekonomi, yani mal; sonra
çocuklar gelmektedir. Bunun anlamı, haram lokmanın, neslin asaletine olan
olumsuz etkisini göstermesidir.
d)
"Kendilerine vaadlerde bulun. Şeytan, insanlara aldatmadan başka bir şey
vaadetmez."
İbrahim 22'de şeytanın kendisi itiraf etmektedir ki,
Allah'ın vaadi gerçek; kendi vaadi ise sahtedir. Şeytan vaadinde durmaz;
vaadinde yalancıdır.
Şeytanın işi aldatmak olduğuna göre vaadleri de
sahtedir. O, Allah'ın adını kullanarak insanları aldatır: jjjiil ibL "O
aldatıcı (şeytan) sizi Allah ile aldatmasın" (Fâtır 35/5).
Yüce Allah âyetin sonunda şeytanın insanlara
aldatmaktan başka bir şey vaadetmediğini söyleyerek, insanları bilinçlendirmekte,
onun bir sahtekar olduğunu, verdiği sözde durmayacağını ve böylece onun tuzağına
düşmenin büyük kayıp olacağını insana öğütlemektedir. Zaten dinin ana
amaçlarından biri de şeytanın aldatıcılığına karşı insanı ma'nen silahlandırmaktır.
g)
"Benim kullarıma gelince senin onlara gücün yetmez. Vekîl olarak Rabb'in
yeter."
Yüce Allah'ın, "benim kullarım" derken kastı
ihsan edip ihlâsa u-laşanlardır. Zaten şeytan şöyle demişti:
"Senin
mutlak kudretine yemin ederim ki: Onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların bir
yana. hepsini mutlaka azdıracağım, dedi" (Sâd 38/82-83).
İşte şeytanın gücü. muhlis, muhsin, muttaki denen
kâmil insanlara, manevî doyuma ulaşmış kişilere yetmemekte, onları etki alanına
alamamaktadır. Onlar şeytanın manyetik alanına girmediklerinden şeytan, onları
kendine çekememekte. aldatamamaktadır. Çünkü onlar, şeytanın vesvesesini
ulaştıracağı alanın uzağında kalıyorlar. İşte din eğitimi, şeytandan az-çok
etkilenen insanı yetiştirme görevi ile yükümlüdür.
İnsanlar şeytanı vekil edindiklerinde, onun etkisi
altına girmektedirler. Onun içindir ki. âyetin sonunda "vekîl olarak
Rabb'inin yeterli olacağı"na dikkat çekmektedir. Allah'ın vekâletine
sığınan, O'na dayanan insanın üzerine şeytanın hiçbir yaptırımı olamaz.
Onun için insanlar Allah'ın kudretine sığınıp yoluna
sanlırlarsa ve bu inancı davranışlarına yansıtırlarsa, şeytanın manyetik
alanının dışında kalacaklardır.[61]
56. 5o/ nimetinden elde edesiniz diye, Rabb'iniz sizin
için denizde gemiler yüzdürür. Doğrusu O, size acır.
67. Denizde bir
sıkıntıya düştüğünüz zaman, Allah 'tan başka yalvardıklarınız ortadan kaybolur.
Ama O, sizi karaya çıkarıp kurtardığı vakit, yüz çevirirsiniz. Zaten insan çok
nankördür.
68. O 'nun
karada da sizi yere batırmasından veya başınıza taş yağdırmasından güvende misiniz? Sonra kendinize bir koruyucu
da bulamazsınız.
69. Ya da sizi
tekrar denize döndürerek, kırıp geçiren bir kasırgayı üzerinize gönderip, inkâr
etmenizden dolayı sizi suda boğmasından güvende misiniz? Sonra bundan dolayı
bizi arayıp soracak bir destekçi bulamazsınız.
Bu âyetlerde şirk, nankörlük, Allah'ın nimeti ve
merhameti işlenmekte ve bunlar vasıtasıyla insanın ruh analizi, şahsiyet
analizi yapılmakta ve davranış psikolojisi ele alınmaktadır. Âyetlerin
açıklamasında söylenen konularla ilgili çıkarımlar yapılacaktır.
1."Bol
nimetinden elde edesiniz diye, Rabb'iniz sizin için denizde gemiler yürütür.
Doğrusu O, size acır."
Bu âyette nimet, nimeti elde etmek, denizde gemi
yürütmek ve merhamet konulan üzerinde durulmaktadır.
a) Yüce
Allah denizlerde de insan için nimetler yaratmış, ama bu nimetleri elde etme
görevini insana vermiştir. Onun için
litebteğû min fadlih "bol nimetinden elde edesiniz diye"
demiştir. Bu ifadenin başında yer alan lâm harfi, eylemin amacını belirlemektedir.
Nedir o eylem? Yüce Allah'ın denizde gemileri yüzdürmesidir.
Yüce Allah, âyetin birinci bölümünde "suyun
kaldırma/itme kuvveti kanunu"na dikkat çekmektedir. Cisimler suda nasıl
yüzerler de batmazlar? Gemileri Kendisinin yüzdürdüğünü söylerken, cisimlerin
suda batmayıp yüzmeleri konusundaki kanunu kendisinin koyduğuna işaret
etmektedir. Günümüzde Arşimet e mal edilen bu kanunun koyucusu Allah, keşfedeni
ise Arşimet olmuştur. Kanunu yaratan Arşimet değildir.
Yüce Allah ilk defa gemiyi Hz. Nuh'a yaptırmıştır. Hz.
Nuh'a nasıl gemi yapacağını vahyedip öğretmiştir "Gözlerimizin önünde ve
vahyimiz uyarınca gemiyi yap" (Hûd 11/37); "Bunun üzerine Nuh'a şöyle
vahyettik: Gözlerimizin önünde ve öğrettiğimiz şekilde gemiyi yap"
(Mü'minûn 23/27). Böylece suda batmayacak, ama insan yapımı olan bir geminin
nasıl yapılacağının bilgisini ilk öğreten Yüce Allah olmuştur.
Cisimlerin suda yüzme kanununu Yüce Allah insan için yaratıp koymuştur. Âyetteki ^ leküm "sizin için" ifadesi, buna işaret etmektedir. Bu kanunu, yani "suyun itme gücü" kanununu Yüce Allah koyduğu için âyette, gemileri yüzdürenin Kendisi olduğunu söylemektedir. Yüce Allah'ın gemileri yüzdürmesi, onların kaptanlığını yaptığı anlamına alınmamalıdır. Gemilerin suda yüzme kanununu O'nun koymuş olması, mecazî anlamda gemileri O'nun yüzdürmesi olmaktadır.
b)
İnsanlar Allah'ın nimetlerinden arayıp
bulsunlar diye gemileri yüzdürmesi hangi sıfatı gerçekleştirmektedir? Soru
âyetin sonundaki kelime ile cevaplandırılmaktadır. Yüce Allah
"merhameti" gereği bunu yapmaktadır. Yüce Allah insanlara acıdığı,
onlara merhamet ettiği için hem gemileri yüzdürmekte hem de nimetlerini
sunmaktadır.
c) Gemilerle
Allah'ın nimetlerinden aramak, elde etmeye çalışmak çağlar geçtikçe hem
çoğalmış hem de çok farklılaşmıştır. Onun içindir ki Yüce Allah,
"nimet" kelimesini değil de, "fadl" kelimesini
kullanmıştır.
Savaş gemileri yaparak vatanının bağımsızlığını ve
namusunu korumak da bir nimettir. Armatörlük yaparak, uluslararası yük
taşıyarak da kazanç elde edilebilir. Gemilerle yolca taşınması deniz aşın
ülkelere gitmek de bir nimettir. Deniz ürünlerinden istifade etmek için yapılan
çalışmalar da nimetten istifade etmektir. Denizdeki canlıları araştırmak için
deniz bilimleri kurulması da bir bilgi nimetidir.
İleriki çağlarda deniz teknolojisi daha zenginleşecek,
deniz bilimleri daha derinleşecek ve böylece Allah'ın nimetlerinden çok yönlü
istifade edilecektir.
2. "Denizde
bir sıkıntıya düştüğünüz zaman Allah'tan başka yalvardıklarınız kaybolur."
Yüce Allah, bir önceki âyette deniz, gemi ve nimet konusunu maddî anlamda ele almış, ama Kendisinin insan için neler yaptığına dikkat çekmişti. 67. âyette ise işin psikolojik, yani manevî boyutunu ele almaktadır.
a)
"Denizde bir sıkıntıya düştüğünüz
zaman." Aslında âyette "sıkıntı", cümlenin öznesi durumunda
olduğundan manayı şöyle vermek gerekiyor: "Denizde size bir sıkıntı
dokunduğunda." Dikkat edilirse Yüce Allah'ın, "sıkıntıyı" canlı
bir varlık gibi takdim etmekte olduğu görülecektir. "Sıkıntı" hareket
eden bir varlık gibi gelip insana dokunmaktadır. J-i messe "dokunma"
kelimesinin kullanılma sebebi, geçici olmasındandır. Sıkıntı kalıcı değil,
kullanılma sebebi, geçici olmasındandır. Sıkıntı kalıcı değil, geçicidir;
yerini hemen ferahlığa bırakabilir, değişime müsaittir.
b)
"Sıkıntı" beraberinde tevhid inancını getirmektedir. Denizde sıkıntı
dokunmadan önce insanlar Allah'tan başka tanrılara yalvararak şirk
koşuyorlardı. Sıkıntı gelince, o sahte tanrılar insanın gönlünden çıkıp
gitmekte, sadece Allah kalmaktadır.
Yüce Allah şu ilkeyi vurgulamaktadır: İnsanlar rahat
olduklarında şirk koşuyor, sıkıntılı anlarında tevhid inancına yöneliyorlar.
Çünkü sıkıntılı anlarında, sahte tanrıların onlara bir fayda temin
edemeyeceklerini anlıyorlar.
Tabiat olaylarının etkisi ile insanın psikolojisi değişiyor, değişen psikoloji ile de şirk inancı yerini tevhid inancına bırakıyor. Yüce Allah bu konuda hem psikoloji hem de inanç üzerine bir ders vermekte, psikolojinin değişimine bağlı olarak inancın değişimi konusunu fişlemektedir. Bunun en güzel örneğini Firavun yaşamıştır:
"Nihayet boğulma haline gelince, Firavun:
Gerçekten. İsrâiloğullannın inandığı Tanrı'dan başka tanrı olmadığına ben de
iman ettim. Ben de müslümanlardanım, dedi" (Yûnus 10/90).
Boğulma tehlikesi onu tehvid inancına yöneltmiştir.
Değil Allah'tan başka sahte tanrıları, Firavun kendi tanrılığını bile
reddederek tek Allah inancını kabul ettiğini itiraf etmiştir.
Aslında âyetin biraz daha ince analizi yapılırsa,
Allah'tan başka yalvardıkları tanrıların, onları yüzüstü bırakıp gittiklerini anlamış
oluruz. Demek ki şirk inancında bir ihanet vardır. Onun içindir ki, âyette JJ^
dalle "ortadan kayboldu" fiili de sahte tanrıların ihanetini
anlatmaktadır.
"Hani şeytan onlara yaptıklarını güzel gösterdi
de: Bu gün insanlardan size galip gelecek kimse yoktur; şüphesiz ben de sizin
yardımcınızım, dedi. Fakat iki ordu birbirini görünce ardına döndü ve: Ben
sizden uzağım, ben sizin görmediklerinizi görüyorum, ben Allah'tan korkuyorum,
Allah'ın azabı görüyorum, ben Allah'tan korkuyorum, Allah'ın azabı şiddetlidir,
dedi" (Enfâl 8/48).
3. "Ama
O, sizi karaya çıkarıp kurtardığı vakit, yüz çevirirsiniz."
Allah'tan başka tanrıları bir tarafa atıp sadece Allah'a kurtuluş için yalvarınca, Allah da duaları kabul edip onları kurtarır, yani onları karaya çıkartır. Karaya çıkınca bu sefer yine tevhid inancından şirke dönerler, yani tek olan Allah'a yalvarmayı bırakırlar. Kurtuluşun değerini bilmezlikten gelirler. Sanki hiç sıkıntı çekmemiş, sıkıntıdan dolayı Allah'a yal-varmamış gibi hareket ederler. Bu şekilde davranmanın sebebi nedir? Âyetin devamı soruyu cevaplandırmaktadır:
4.
"Zaten insan çok nankördür." Nankörlük psikolojisi, insanı
Allah'ın nimetinden yüz
çevirtmektedir. Dikkat
edilirse âyette geçen
ve bizim "nankör" olarak manalandırdığımız kelime kefûrâ
kelimesidir. "Kâfir" ile "nankör", aynı kelime ile ifade
edilmektedir.
"Nankör" adamın psikolojisinde, yani manevî
yapısında istikrar yoktur; dönektir ve çizgisi belli değildir. Sıkıntılı anında
başka, tehlikesiz anında başka türlü davranır. Muhtaç olduğunda başka türlü,
kendisini güvende hissettiği zaman başka türlü davranış sergiler.
Yüce Allah bu âyetiyle, insan psikolojisi ve davranışı
konusunda ince analizlerini sebep-sonuç ilişkisi içinde yapmaktadır. Bu
analizleri niçin yapmaktadır? Soruya çıkarımlarla cevap vermemiz gerekiyor. Birincisi
insanı, insana tanıtmaktadır. İkincisi de insana teselli vermektedir. Nankörlük
yapılanlara, "insan Allah'ına nankörlük yaptığına göre, sana da
yapacaktır; bundan dolayı kendini tahrip etme" denmektedir.
İnsanın Allah'a karşı olan nankörce davranışından
teselli çıkartmak için bu açıklama yapılmaktadır. Ayrıca nankörlüğün ne
olduğunu anlatılmakta ve eğitimi yapılmaktadır.
5. "O'nun,
karada da sizi yere batırmasından veya başınıza taş yağdırmasından güvende misiniz?"
Yüce Allah, insanın nankörce davranışını sorgularken "güvende olma", "kendini güvende hissetme" ile ilgili sorusunu sormakta, karaya çıkınca neden inanç ve davranış değişimine uğradıklarının sebebini tesbit etmekte, nankörce davranışın altında yatan nedenin "kendini güvende hissetmek" olduğuna dikkat çekmektedir.
Yüce Allah, dilediği taktirde karada da onları yere
batırabileceğini söylemektedir. Âyette geçen .li...U yahsife kelimesi,
"bir yerin yere göçmesi, Ay tutulması, eksilmek, pınarın suyu çekilmesi,
tavan çökmek, gözü çıkmak, ziyası yok olmak, zayıflamak, rengi değişmek, zelil
kılmak, horlamak, yırtılmak, kesmek" manalarına gelmektedir. Kur'ân'da bu
kelime bir ceza olarak Allah'ın toplulukları veya bir grubu yerin dibine
geçirmesi (Nahl 16/45: Kasas 28/81-82; 'Ankebût 29/40); Ayın tutulması (Kıyamet
75/8» manalarında yer almaktadır. Arapça'da "bir şeyin bir şeye
girmesi"*, "gözbebeği iyice çukurda olan göz" de bu kelimeyle
ifade edilmektedir
Yüce Allah insana denizin tehlikelisinden emin olduktan
sonra karada, karanın tehlikesinden nasıl emin olduklarını sormaktadır.
Denizde boğulmaktan korkup tevhid inancına yöneldiniz, karada da yerin dibine
geçirilmekten korkmalısınız.
Karada olmanıza rağmen başınıza taş yağdırılabilir.
Âyetteki hâsıbâ kelimesinin kökü "atmak" manasına gelir; "atılan
şeye" de hasab denir. "Siz ve Allah'tan başka tapındığınız şeyler
cehennemin yakıtıdırlar" (Enbiyâ 21/98»"deki ifadedede bu kelime
"yakıt" anlamında kullanılmıştır. Yorumunu yapmakta olduğumuz
68'deki hâsıben kalıbı "onlara taş atan. taş yağdıran bir ceza"
anlamına gelmektedir.
Toprak ve çakıl taşıyan rüzgara, dolu ve kar yağdıran
buluta bu ad verilmiştir. Dolayısıyala bu insanların böyle bir tabiat oluşumu
ile karşı karşıya kalmalarından emin olmamalarını öğütlemektedir.
Tâcu'l-Arûs'da bu kelimeye "taşları uçuran bir
rüzgar" manası verilmektedir. Denizde sadece boğulma sıkıntısını
yaşadınız ama, karada hem yerin dibine katılma hem de taşları uçuran bir
kasırgaya uğratılma tehlikesi vardır. O zaman "karada nasıl emin olup
tehvid inancından dönüyor ve yine sahte tanrılara yalvarıp nankörlük
ediyorsunuz?" sorusu onlara sorulmuş olmaktadır.
6.
"Sonra kendinize bir koruyucu da bulamazsınız."
Yüce Allah, kendisinin takdir edip uygulamaya koyacağı
bu cezalara karşı bir yardımcı bulamayacaklarını da hatırlatmaktadır. Çünkü
daha önce kendilerine denizde dokunan sıkıntıdan dolayı, sahte tanrılar onları
nasıl terk edip gitti iseler, aynı şekilde karada da yardımcısız kalacaklardır.
Yine tek yardımcı Allah olacaktır. Bu şartlar altında Allah'tan başka yardımcı
bulunmayacağının eğitimi yapılmaktadır.
İnsan şunu bilmelidir: Her zaman ve her şart altında
insanın dayanıp güveneceği, yardım görebileceği tek varlık Allah'tır. Böylece
Yüce Allah, tevekkülün ne olduğunu da açıklamaktadır.
7.
Ya da sizi tekrar denize döndürerek, kırıp
geçiren bir kasırgayı üzerinize gönderip, inkâr etmenizden dolayı, sizi suda
boğmasından güvende misiniz?"
Yüce Allah, ağaçlan kırıp geçiren, çatıları uçuran, gemileri batıran kasırgalar anlamında lL>Ii kâsıfâ kelimesini kullanmaktadır. Böyle bir fırtınaya, kasırgaya denizde yakalananların sonu boğulmaktır.
Yüce Allah "karaya çıkmakla sevinmeyin, tekrar denize döndüğünüzde ya da döndürüldüğünüzde tehlike ile karşılaşacağınıza dair ihtimali göz ardı etmeyin" demektedir. O zaman yine yüz çevirerek döneklik mi yapacaksınız?
Yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 69'da bu şekilde
şiddetli tabiat olaylarını uygulayarak cezalandırmanın sebepsiz yere
olmayacağı da vurgulanmaktadır: fjis Cc bimâ kefertüm "inkâr etmenizden
dolayı" denirken azabın sebebi belirlenmektedir. Bu ifadedeki bâ harfi
sebep bildiren harftir. Yüce Allah sebepsiz yere asla ceza vermez. İnsanın inkârı
sebep, kasırga ile suda boğmak da sonuç olmaktadır. İnsanın yapıp etmesi
sebebi; Allah'ın irâdesi de sonucu belirlemektedir.
Böylece âyetten ilâhî irâde ile insanın irâdesi
arasındaki ilişkiler sistemini de çıkartıyoruz. İnsanın veya toplumların başına
gelenlerin, sebep-sonuç ilişkisi içerisinde nasıl meydana geldiklerine dair bir
açıklama ile bilgilendirilmiş oluyoruz.
8. "Sonra
bundan dolayı bizi arayıp soracak bir destekçi de bulamazsınız."
Bunun anlamı şudur: "Bizim yaptıklarımıza karşı
size arka çıkacak birini bulamazsınız."
Yüce Allah, Kendisi ile onların sahte tanrıları
arasındaki "güç" farkını göstererek, tevhid inancına davet etmekte,
insan beynine, tabiat olaylarındaki aşırı oluşumlarla Allah'ın ilişkisini,
yardımını ve kurtarmasını buluşturarak gücünü anlatmakta, Allah'ın gücünü
kimse paylaşamayacağı için tehvid inancından ayrılmamalarını öğütlemektedir.
Anlatımın amacı, şeytanın etkisinde kalıp tevhid
inancından ayrılmalarını önlemektir. A>nca din ilimleri ile meşgul olanlara
ilâhî güçten hareket ederek tevhid inancının nasıl anlatılıp öğretileceği
konusunda da bir açılım getirilmektedir.[62]
70. Andolsun, Biz Âdemoğullarını şan ve şeref sahibi
kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık; temiz besinlerle onları
rızıklandırdık. Yine onları yarattıklarımızın bir çoğundan cidden üstün kıldık.
İnsan denen varlığın dönekliği, nankörlüğü ve başka
yanlış davranışlarına rağmen, onu, yaratıkların pek çoğuna üstün kılabilecek
farklı bir yönü olduğu vurgulanmaktadır. Böylece âyetin, İsrâ 61. âyetin devamı
durumunda olduğunu anlıyoruz. Yüce Allah, insanın bilgiyi öğrendiği,
düşündüğü, aklını kullandığı ve bilginin gereğini yerine getirdiği zaman ne
kadar şerefli, onurlu, üstün ve değerli olacağına işaret etmektedir. Bu konu,
yani bilme ile üstünlük arasındaki bağlantı Bakara'nın 31-34. âyetlerinde
anlatıldı. Şimdi âyetin analizine geçebiliriz:
1. "Andolsun,
Biz, Âdemoğullannı şan ve şeref sahibi kıldık.
Öncelikle Yüce Allah bu âyeti önceki dört âyetten
sonra niye getirdi? diye sorumuzu sorabiliriz. Yüce Allah insana kendi
hazinesinden alabilmesi için gerekli olan vasıtaları öğrettikten sonra ve
başına bir bela geldiğinde hemen tevhid inancına yönelmesine rağmen, ardından
döneklik yaparak nankörlüğe sapması, yerin dibine geçirilme, yahut başına taş
yağdırılması, kasırga gönderilecek kadar inkâra sapması ile tehdit edilmesinin
çizdiği kötü bir tablonun kötümserliğe, ümitsizliğe itmemesi için 70. âyeti
getirmiştir.
Aslında insan, başına taş yağdırılması, kasırga
gönderilmesi, yerin dibine geçirilmesi için yaratılmamıştır. Çünkü yaratanın
kudretinden şerefli ve değerli bir varlık olarak dünyaya gelmiştir. Bütün bu
kötülükler onun yaptıklarının neticesidir.
Yaratılıştan mükemmel olan insanın, bozulması sonradandır. Biz şeytanla birleşip onu bozuyoruz. Beynine yanlış bilgiler, gönlüne yanlış duygular, inançlar ve niyetler enjekte ederek onu onursuz, değersiz ve Yaratanına isyan eder hale getiriyoruz. Onun içindir ki Yüce Allah and içerek, insanı şeref sahibi kıldığını söylemektedir.
2.
"Onları karada ve denizde taşıdık. Temiz
besinlerle onları nzıklandırdık."
Âyetin bu kısmı, yaratılıştan şerefli olan insanın bu
şerefini devam ettirebilmesinin neye bağlı olduğunu açıklamaktadır. Biz âyetin
bu kısmını şöyle yorumluyoruz:
a) Bilgi ve
teknoloji
însan yaratılıştan şereflidir. Bu şerefi hayatında
devam ettirebilmesi için Yüce Allah ona kara ve denizde hareket edebilecek
kabiliyetleri vermiştir. İnsana düşen, kara ve denizde hareket edebilecek
teknolojiyi üretecek bilgiyi elde etmektir.
Dünyayı küçültecek kadar süratli taşıtların
teknolojisini bulmak ve onu projelendirecek nitelikte fen bilgisi üretmek,
insanı hayvandan fark-lılaştıran bir niteliktir. Denizde gemilerini yüzdürecek
kadar bilgi ve teknoloji sahibi olması insanın doğuştan gelen şerefini ileriye
götürmekte ve hayata geçirmektedir.
Bunu şöyle düşünebiliriz: Bir toplum ilkel vasıtalarla dünyayı yaşıyor, her yere yaya gidiyor, teknolojinin hiçbir nimetinden istifade edemiyor ve o teknolojiyi üretecek bilgiye de sahip değildir. Diğer bir toplum da bilgiye gönül vermiş, teknolojiyi üretmeye sevdalanmış, bilgiyi teknolojiye çevirip işini oranı bilinemeyecek kadar kolaylaştırmış, hayatını zenginleştirrniş ve insanlığa faydalı olabilecek tıbbî ilerlemeler meydana getirmiştir- Bu iki toplum aynı şerefe sahip olabilir mi? Deniz bilimlerinde zirveye ulaşmış, yer bilimlerinde harikalar üreten bir topluma denk olabilir mı1
Âyette geçen hamelnâhüm "onları taşıdık"
ifadesi, hareketi ifade etmektedir. Yürüyerek yapılan hareketi değil de bilgi
ile üretilen teknolojik vasıtalarla hareketi ifade etmektedir. Burada, İsrâ
66'da anlatılan gemi teknolojisinin hareketi kasdedilmektedir.
Bilgi önce insanın beyninde ve gönlünde bir hareket
meydana getirir. Zaten bilgi beyinde doğarken bir hareketle doğar. Hareketle
doğan bilgi yine hareketin kaynağı olur. Bu bir çeşit hareketten harekete geçiş
dalgalarını üretir. Zamanla bu hareket insanın içine sığmaz olur, dışarı
çıkmaya başlar. Dışarıda yine hareket edebilen teknolojiyi üretir. İşte bütün
bu hareketi insana yaptıran ve yapmasını isteyen Allah'tır. Hareketin insanın
kendisine ve tüm insanlığa faydalı olanına Yüce Allah "iyi amel, faydalı
iş" demektedir.
İşte, beynini düşünerek hareket ettiren, orada bilgiyi
üreten, bilgiyi teknolojiye çeviren, teknolojiyi insanlığın faydasına,
iyiliğine kullanan ve böylece iyi iş üreten insan, şerefini hayata geçirmiş ve
onu elde etmiş demektir.
b) Helâl
rızık
İnsanın şerefini alıp götüren nedenlerden biri ve en önemlisi haram lokma yemesidir. Haram lokma, ferdin, ailenin veya toplumun asaletini, erdemini, şerefini çürütmekte ve yok etmektedir.
Bunun tam tersine de helâl rızık ona, asalet, şeref ve
erdem kazandırmaktadır.
Bu açıklamalardan şu genellemeye varıyoruz: Bilgi ve
onu hayata geçirmekle helâl lokma, toplumlara veya tüm insanlığa şeref
getirmektedir. Beyinde doğru bilgi, midede helâl gıda olunca o insan, Allah
katında şeref kazanmakta ve yaratılışından getirdiği şerefi hayata
geçirmektedir demektir. Unutulmamalıdır ki, bilgi dışarıda teknolojiye, gönülde
imana dönüşmektedir. Ardından helâl beslenme, insan ruhunu yücelere erdirmektedir.
3. "Yine
onları yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık."
Âyetin birinci bölümünde £?js kerramnâ yani
"tekrîm, şerefli kılma" gündeme getirildiği halde, son bölümünde
faddalnâ yani "üstün kılma" anlamına gelen "tafdil"
kelimesi kullanılmıştır. "Şerefli kılma" ile "üstün kılma"
arasında elbette bir fark olması gerekiyor. Râzî bu farkı şöyle açıklamaktadır:
Yüce Allah insana akıl, konuşma kabiliyeti, yazı yazma, güzel bir şekil ve
ayakta yürüme özelliklerini vermekle onu şerefli kılmıştır; diğer taraftan akıl
ve anlayışı ile, doğru inanç ve ahlâkî güzellikleri elde etmesini teklif
etmiştir. Bu da onun üstünlüğünü ifade etmektedir.[63]
Genel manada bakınca şerefli olmak daha çok
yaratılıştan, üstün olmak da sonradan kazanılanlarla elde edilmektedir.
Bunu kesin bir çizgi ile ayırmak mümkün değildir ama
ana hatları ile böyle söylememiz mümkündür. Yüce Allah yaratıştan insana üstün
bir maddî ve manevî yapı verdiğini şu şekilde ifade etmektedir:
a) "Rahimlerde
size istediği şekli veren O'dur" (Âl-i îmrân 3/6). '
b)
"Sizi şekillendirdi ve şekillerinizi de güzel yaptı" (Teğâbün 64/3).
c)
"Biz, insanı en güzel biçimde yarattık" (Tîn 95/4)1
Bu âyetlerde geçen şekillendirme hem biyolojik yapı
denen bedeni hem de iç yapı denen psikolojik yapıyı ifade etmektedir. Beden ve
psikolojik donanım bakımından insan gerçekten diğer yaratıkların pekçoğundan
üstündür. Tîn 4'te geçen ç.jz takvim kelimesi de "bedenî ve ruhî
donanım"ı ifade etmektedir. Bu şekil, bu donanım insana diğer pek çok
yaratıktan üstün olma niteliğini kazandırır mı? Soruya A'râf 11 ve Bakara 138
ile cevap verebiliriz: "Evet, gerçekten sizi yarattık, sonra size şekil
verdik ve sonra meleklere: Âdem'in önünde secde edin dedik" (A'râf 7/11);
"Allah'ın boyası ile boyanın. Allah'tan daha güzel rengi kim verebilir?
Biz ancak O'na kulluk ederiz" (Bakara 2/138).
İnsan Allah'ın boyası ile, eğitimi ve öğretimi ile
boyanmıştır. O-nun verdiği eğitimden, yani insanın ruhuna çaldığı boyadan daha
iyisini yapan yoktur. Ve bu boyadan kimse nasibini almamıştır.
Şimdi âyetten çıkaracağımız genel ilkeye dönebiliriz:
Yüce Allah yaratılıştan insanı şerefli kılmış, diğer varlıklara nazaran ona
üstünlük bahsetmiştir. Yüce Allah, insandan bu şeref ve üstünlüğünü kaybetmemesini,
onu koruyup daha da geliştirmesini istemektedir. Bunu da eğitime bir görev olarak
sunmuştur. İnsanın yaratılıştan getirdiği tüm özelliklerini geliştirip en
üstün bir şekilde donanımlı hale getirmesini istemektedir. Sözle "insan
şereflidir, insan diğer varlıklardan üstündür" demek yerine, onu işleyip
hamur gibi yoğurduktan sonra erdemli insan haline getirmekle meşgul olmak
gerekiyor. İnsan yaratılıştan sahip olduğu özelliklerle olduğu gibi bırakılırsa
o şeref ve üstünlükten kendisinde hiçbir eser kalmayacaktır.
Yüce Allah onun hayatına boyaların en güzelini çaldı
ama eğitimin o boyanın üzerindeki tozları alıp parlatması gerekiyor; tüm
kabiliyet ve yeteneklerini faydalı yönde geliştirmesi görevi ile karşı
karşıyadır. Çünkü Yüce Allah doğuştan bize verdiği şerefi korumak ve onu
geliştirmek için Kur'ân denen boyayı sürmemizi istemektedir. Kur'ân hem ruhumuzu
geliştirir hem de koruyucu boya rolünü de yerine getirir.[64]
71. Her insan
topluluğunu önderleri ile birlikte çağıracağımız o günde kimin amel defteri
sağından verilirse onlar, en küçük bir haksızlığa uğramamış olarak amel
defterlerini okuyacaklar.
72. Bu dünyada kör olan kimse âhirette de kördür, üstelik
iyice yolunu şaşırmıştır.
Âyetlerin analizinden varacağımız bazı genellemeler
olacaktır:
1. "Her
insan topluluğunu önderleri ile birlikte çağıracağımız o günde."
"O gün" den kasıt âhirettir, mahşerdir. Peki imâm kelimesi neyi ifade etmektedir? İmâm kelimesine âlimler, özelikle Râzî çok güzel açıklamalar getirmiştir. Şimdi imâm kelimesinin ne anlama geldiğini açıklayabiliriz:
a) Önder,
manasından hareket edersek imâm kelimesinden maksadın "insan" olduğu
ortaya çıkacaktır. O zaman her grup insan mahşerde Allah'ın huzuruna bu
dünyadaki önderleri ile, kime bağlanmış ise, kimin peşinden koşmuş ise, kime
tâbi olmuş ise onunla çıkacaktır. Buradaki önder kavramının içine
"peygamberler, idareciler, eğitimciler, grup liderleri" girmektedir.
İnsanın beynine, gönlüne ve davranışlarına yön veren, onları şekillendiren kim
varsa bu önder kavramının kapsamına girmektedir.
"Peygamber" manasına alındığı zaman, her
peygamber Allah'ın huzuruna kendi ümmetinin başında gelecektir. Her ümmet de
kendi peygamberinin başkanlığında Allah'ın huzuruna çıkacaktır.
Bu çıkışın anlamı olumludur. Ama önderler sadece
peygamberler olmayacaktır. Çünkü peygamberler ümmetlerinin iyilerinin önünde
olacaklardır. Onların ümmetlerinin içinde sapık olanlar da vardır. Onlar bu
dünyada peygambere tâbi olmadıklarından onun ardı sıra mahşerde Allah'ın
huzuruna çıkmaları mümkün değildir.
O zaman bu dünyada insanları kötü yönde yönlendiren,
onları etkileyip yoldan çıkaran liderler, eğitimciler, grup liderleri de
olumsuz manada orada önderlik yapacaklardır.
Bu açıkla doğru mudur? Şu âyetlere bakarsak bu açıklamanın doğru olmadığı ortaya çıkmaktadır: "Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geleceksiniz." (En'âm 6/94); "Bunların hepsi de kıyamet gününde O'nun huzuruna tek başına gelecektir" (Meryem 19/95).
Yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 71'deki
"imam" kelimesini önder anlamına alınca sanki söz konusu kelimeye bu
âyetlerle çatışan bir anlam yüklemiş oluyoruz. Bu âyetlerle o âyeti
bağdaştırmanın yolu a-ranmalıdır. Biz bunu şu şekilde halledebiliyoruz: Mahşere
herkes kendi önderinin peşinde gelecektir ama hesabını Allah'ın huzurunda teker
teker verecektir. Toplu halde gelinecek, hesap tek başına verilecektir. Çokluktan
teke iniş vardır. Diriliş ve kabirden çıkış teker teker olacak, haşirdeki
toplanma ve huzura çıkma önderlerle olacaktır.
b)
"Önder" kelimesinden kasıt kişi
değil de "kitap"tır. Herkes mahşerde kendi kitabı ile çağırılacaktır.
Bu dünyada hangi kitabı benimsemiş, hangi kitaba uymuş ve hangi kitaba göre
davranışlarına yön vermiş ise kişi onunla beraber Allah'ın huzuruna çağırılır.
Her peygambere verilen kitabı benimseyenler, o kitabın
Müslümanları olarak çağırılacaktır. Olumsuz manada bu dünyada kişiler, hak
dinin kitabına değil de filozofları veya beşerî bir kitabı din gibi kabul
ederek ona uymuş iseler onun bağımlısı olarak çağırılacaktır. Buna delil
getirebilir miyiz? Kur'ân'da bazen kitaba "imam" denmektedir:
"Şüphesiz ölüleri ancak biz diriltiriz. Onların yaptıkları her işi,
bıraktıkları her izi yazarız. Biz her şeyi apaçık bir imamda (kitapta) sayıp
yazmışızdır" (Yâsîn 36/12). İşte bu âyette geçen imâm kelimesi,
"kitap" anlamına gelmektedir.
Diğer taraftan yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 71'in devamında "kitap" gündeme getirilmektedir. Buradaki "kitap", âyetteki i-mâm kelimesine mana vermektedir. O zaman, herkes mahşerde, bu dünyada amellerinin kaydedildiği kitapla çağırılacaktır; bu dünyada tâbi olduğu kitapla değil de amellerinin yazılı olduğu kitapla çağırılmış olacaktır. Amellerin yazılı olduğu kitaba "imâm, önder" denmesinin sebebi, kişinin o kitabın doğrultusunda, önderliğinde ya cennete ya da cehenneme gidecek olmasıdır.
c) İmamdan kasıt
psikolojik etkilerdir.
Râzî "imam" kelimesine psikolojik bir mana yüklemiştir. Kısaca onun bu açılımını özetleyebiliriz: Bizi davranışa sevk eden psikolojik nedenler vardır. Bu nedenler ahlâkî davranışlarımızı itici güçlerdir. Onlar iyi ahlâk ya da kötü ahlâkın kaynakları veya sebepleridir. Her insanda iyi veya kötü ahlâkın meydana gelmesini temin eden, ona kaynaklık e-den bir psikolojik etki ya da özellik öne çıkmaktadır. Mesela: Bazılarında gadab, yani saldırganlık iç güdüsü; kimilerinde para tutkusu; kimilerinde mal kazanma hırsı; kimilerinde kin ve haset davranışlarına kaynaklık etmekte öne çıkmaktadır. İyi ahlâka sahip olana gelince, onda da af duygusu, cesaret, cömertlik, ilim, takva öne çıkan davranış belirleyicisi olabilir.
İşte bizim davranışlarımızı belirleyen sebep bu iç,
yani psikolojik özelliklerimizdir. O içsel özelliklerimiz, Râzî'nin dediği gibi
huylarımız, bizim dışarıdaki davranışlarımızın bir imâmı, itaat edileni, bir
kralı, önderi gibidir. Neticede kıyamette ödül ve ceza, huylardan meydana
gelen eylemlere göre verilecektir. İşte Yüce Allah'ın "her insan
topluluğunu önderleri ile birlikte çağıracağız" buyurduğu temel ilke
budur.[65]
Râzî'nin bu psikolojik açılımına katılmamak mümkün
değildir. Biz bu açıklamayı biraz daha açabiliriz: İnsan davranışlarının,
ahlâkının kaynağında, beyin, gönül veya nefis vardır. Beyin deyince akıl,
bilinç, bilgi; gönül deyince imân. takva, sadâkat, iffet, korku, sevgi; nefis
deyince de tutku, hevâ. heves ve iç güdüler, saldırganlık iç güdüsü, haset,
kin, çekemezlik. kıskançlık söz konusu olmaktadır. İşte mahşerde bizim imamımız
ya beyin ya gönül ya da nefis olacaktır; yani bu güç odaklarında bulunan ve
bizim davranışlarımızı doğuran psikolojik belirleyiciler olacaktır.
2. Kimin
amel defteri sağından verilmişse onlar, en küçük bir haksızlığa uğramamış
olarak amel defterlerini okuyacaklar."
Âyetin bu kısmında üç konu gündeme taşınmaktadır:
a) Amel
defterinin verildiği yön önemlidir. "Sağ" anlamına gelen iri yemîn
tarafından amel defteri verilince, o insanın cennete hak kazandığı anlaşılmış
olacaktır. Demek ki, o insan bu dünyada erdemli, ahlâklı, imanlı ve iyi iş
üreterek bir hayat yaşamıştır.
Aynı zamanda bu insanın tersi manada bu dünyada
imansız ve kötü bir hayat yaşayanın da amel defteri sol ve arkadan verilecektir.
i.
"Kitabı sağ tarafından verilen: Alın kitabımı okuyun, doğrusu ben,
hesabımla karşılaşacağımı zaten biliyordum, der" (Hakka 69/19-20).
ii.
"Kitabı sol tarafından verilene gelince o, keşke, der, bana kitabım
verilmeseydi de hesabımın ne olduğunu bilmeseydim" (Hakka 69/25-26).
iii.
"Kimin de kitabı arkasından
verilirse" (İnşikâk 84/10).
Demek ki âhirette insana amel defterinin verileceği
yön, onun ne ile karşılaşacağını belirleyen bir işaret olacaktır. Sol ve
arkadan verilmesi cezalandırılacağını, sağ ve önden verilmesi de cennetle
ödüllendirileceğini ifade etmektedir.
b)
Hakka 19'da, kitabı sağından verilen kişinin,
yanındakilere "a-lın kitabımı okuyun" diyeceği belirtilirken,
yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 71'de de "kitabını kendisinin okuyacağı"na
işaret edilmektedir. Burada şu soruyu sorabiliriz: Amel defteri yani kitabı
neden kişinin kendisine okutturulmaktadır?
Sorunun cevabını daha önce açıkladığımız İsrâ 14 ile verebiliriz: "Kitabını oku! Bu gün kendi hesabını değerlendirecek durumdasın." Kişi kendi durumunu değerlendirip karar vermesi için ona okutturulacaktır. Tamamen objektif yani tarafsız bir değerlendirmenin gerçekleşmesi için böyle yapılmaktadır.
c) Yüce
Allah, insan kendi amel defterini okuyup değerlendirince, hiçbir haksızlığa
uğramayacağını söylerken %â fetîlâ kelimesini kullanmaktadır. "Çekirdeğin
yarısı üzerinde olan iplikçiğe, saç teli kadar insanların parmakları arasında
bükebildiği iplik kadar, kıl kadar" anlamına gelen bu kelime insanın
mahşerde asla haksızlığa uğramayacağını ifade etmektedir.
Dünya ile âhiretin farkını belirleyin konulardan biri
de budur. Dünyada haksızlık ve zulüm vardır; ama âhirette asla haksızlık ve
zulüm olmayacaktır.
Demek ki, âhirette defterleri sağ tarafından
verilenlerin ödülü, çekirdeğin ipliği kadar eksiltilmeyecektir. Yorumunu
yapmakta olduğumuz İsrâ 71'de yer alan "Onlar en küçük bir haksızlığa uğratılmazlar"
ilkesi Meryem 60'da şu şekilde ifade edilmektedir: "Onlar hiçbir
haksızlığa uğratılmazlar." İsrâ 71'deki fetîlâ kelimesi, Meryem 60'da
şey'â olarak yer almaktadır.
Bütün bu anlatımın, öğretimin insana kazandıracağı
nitelik Tâhâ 112'de anlatılmaktadır:
"Her kim mü'min olarak iyi olan işlerden yaparsa,
artık o, ne zulümden ne de hakkının çiğnenmesinden korkar." İman ve iyi iş
sermayesi olan kişi, mahşerde en küçük bir şekilde haksızlığa uğrayacağını,
hakkının yeneceğini asla düşünmez ve o kendinden emin olduğu için korkuya da
kapılmaz.
3. "Bu
dünyada kör olan kimse âhirette de kördür. Üstelik iyice yolunu
şaşırmıştır."
Bu âyette dünyadaki körlüğün maddî anlamda kafa
gözlerinin körlüğü olmadığını bilmemiz gerekiyor. Buradaki "körlük"
gönül gözünün körlüğü, yani basiretin olmamasıdır. O zaman kimlerin gönül gözü
kördür, sorusuna nasıl cevap veririz?
Bu sorunun cevabını şu âyetlerle verebiliriz:
a) İsrâ 70.
âyette geçen, denizde ve karada hareket etme, ve temiz rızıklardan istifade
etmek gibi önemli nimetleri görüp Allah'tan geldiklerini bilmeyen ve o nedenle
nankörlük eden adamın gönül gözü kördür. O zaman 72. âyetin cevabı 70. âyet
olmaktadır, diyebiliriz.
Sahip olduğu nimetleri değerlendirip, onların
kaynağındaki Allah'a şükretmeyen, hamd etmeyen ve nankörlük eden kişi, bu
dünyada kördür. Bu kişi öteki dünyada da kör olacaktır.
b)
Allah'ı hatırlamaktan, anmaktan ya da
Kur'ân'dan yüz çeviren kişi bu dünyada da kördür; âhirette de kör olarak haşr
olacaktır. Bu dünyada gönül gözü kör olduğu halde, âhirette kafa gözü kör
olacaktır.
'"Kim de beni anmaktan yüz çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşr edeceğiz. O: Rabb'im! Beni niçin kör olarak hasrettin? Oysa ben, hakikaten görüyor idim! der" (Tâhâ 20/124-125).
Tâhâ 124. âyette geçen zikr "Allah'ı anmak"
anlamına geleceği gibi, "Kur'ân" anlamına da gelir. 126. âyete
bakılırsa, onun Kur'ân anlamına geldiğini söyleyebiliriz.
O zaman şu soruyu sorabiliriz: Bu anlamdan hareket
edersek kör olarak haşr olmak ne demektir? Soruyu Tâhâ 126. âyet cevaplandırmaktadır:
"Allah buyurur ki: İşte böyle sana âyetlerimiz geldi, ama sen onları
unuttun. Bu gün de aynı şekilde sen unutuluyorsun!" Demek ki Kur'ân'dan
yüz çevirmek, Allah'ın âyetlerini unutmaktır. Allah'ın âyetlerini unutmak
gönül gözünü kör etmektedir. Bu dünyada Allah'ın âyetlerini unutup kör olan;
âhirette unutulup kör olarak haşr olacaktır. Kısaca âhirette unutulmuşluk,
âhiretteki körlüktür.
c) Allah'ın
hidâyet edip doğru yolu gösterdiği kimsenin gönül gözü açık, bu hidâyetini
esirgeyip kötü yola düşmesini tescil ettiği kimse de kördür. Bu kimse aynı
şekilde âhirette kör olarak haşr olacaktır:
"Allah kime hidâyet verirse doğru yolu bulan
odur; kimi de hidâyetten uzak tutarsa artık onlara, Allah'tan başka dostlar
bulamazsın. Kıyamet gününde onları kör, dilsiz ve sağır bir halde yüzükoyun
haşr ederiz" (İsrâ 17/97).
Peki bu âyet, yani yorumunu yapmakta olduğumuz 72.
âyet, 71. âyetten hemen sonra niçin getirilmiştir? Buna 71. âyetin içeriği ile
cevap verebiliriz. Amel defteri sağından verilenler kitaplarını okuyacaklar;
ama amel defterleri sol ve arkalarından verilenler de kör olduklarından kitaplarını
okuyamayacaklar. Bu bakımdan 72. âyet getirilmiştir. Kitabını okuyamayacak ama,
sol tarafından verilmiş olmasının ne olduğunu anlayacaktır.
İşte din eğitiminin ana amaçlarından biri, insanın
gönül gözünü a-çık tutabilmek ve insanın âhirette görür halde hasrını temin
edecek erdemleri ona kazandırmaktır.
İnsanların bu dünyada kör olup, âhirette de kör olarak
haşredilmelerini engellemek, onları Allah'a yaraşır bir kul haline getirmektir.
Bunu temin etmek için insanlara din adına doğru bilgi vermek, gönüllerinde
doğru ve sağlam imanın oluşmasına yardımcı olmak, onları hurafelerden uzak
tutmak gerekiyor. Daha sonraki âyetler de buna işaret eder mahiyettedir.[66]
73. B/ze Azzri
fofcair ey uydurman için, az kalsın sana vahy ettiğimiz şeyden, seni
saptıracaklardı. O zaman seni dost edineceklerdi.
74. Eğer Biz
seni sağlam tutmasaydık, gerçekten, neredeyse onlara birazcık meyledecektin.
75. O zaman,
hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra
bize karşı kendin i-çin bir yardımcı da bulamazdın.
îsrâ 73. âyet için bazı nüzul sebepleri
anlatılmaktadır. Bu nüzul sebepleri hakikate uygun düşmediği için burada
yazmayı uygun bulmuyoruz. Ancak bu âyetin kendi içeriğinden anlaşılıyor ki,
Mekke müşrikleri Hz. Peygamber'e gelip ilâhî vahyin dışında onu değiştirecek
nitelikte din adına görüş beyan edip insanlara söylemesini, o takdirde
kendisini dost edineceklerini söylemişlerdi. Bunu nasıl yaptıklarını ve nasıl
ifade ettiklerini Yûnus 15'te görmüştük: j^jjl Ju o££ Cslâ (u^ J5 fijj İİi; j\
İli» J± ji;i cJl UUJ b^ry. N "Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman,
bize kavuşmayı beklemeyenler: Ya bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu
değiştir! dediler." İşte onların Hz. Peygamber'e karşı çıkardıktan
fitnenin ifadesi böyle olmuştur.
Değiştirilmesi gerekli olan neydi? Müşrikleri
Kur'ân'ın en çok rahatsız eden ilkesi, onların putlarını bir kenara atıp
tevhid inancını getirmiş olmasıdır. Hz. Peygamber' den,. Lât, Menât ve 'Uzzâ
gibi tanrılarına tapınmaları için müsaade etmesini ve bu doğrultuda görüş beyan
edip halka ilan etmesini istiyorlardı. İbn Abbâs'ın naklettiği bu haber Yûnus
15'e uygun düştüğü için bunu kabul edilir buluyoruz. Bu açıklamadan sonra
âyetlerin analizine dönebiliriz:
1. "Az
kalsın sana vahy ettiğimizden, seni saptıracaklardı."
Aslında mana "Az kalsın seni fitneye
düşüreceklerdi" şeklinde olmalıdır. Fitne kelimesinin geniş açıklaması
Bakara 191'de yapılmıştır. "Dönmek, sapmak, günaha maruz kalmak,
büyülenmek, çıldırtmak, esir etmek, gönül çelmek, işkence etmek, hakikati
tahrif etmek, elem vermek, tecrübe etmek, imtihan etmek, bir şeyi yakmak,
birini görüşünden vazgeçirmek, şaşırtmak, gümüş veya altını eritmek"
manalarına gelen bu kelime, Kur'ân'da ihtilaf (Âl-i İmrân 3/7); saldırmak (Nisa
4/101); uzaklaştırmak (Mâide 5/49); mukayese etmek (En'âm 6/53); mazeret
(A'râf 7/23); ayartmak (A'râf 7/27); fesat (Enfâl 8/25); zulüm, baskı (Enfâl
8/39); kötülük (Hacc 22/11); imtihan ('Ankebût 29/3); eziyet ('Ankebût 29/10);
yanmak, kavrulmak (Zâriyât 51/13-14); günaha sürüklemek (Hadîd 57/14);
rüsvaylık (Mümtehine 60/5); delilik (Kalem 68/6); işkence etmek (Burûc 85/10)
manalarına gelmektedir.
Bu manalardan tefsirini yaptığımız âyete uygun düşen,
"aldatmak, uzaklaştırmak"tır ve "bir şeyi çığırından ve
istikametinden kaydıran, çıkaran herkes" hakkında kullanılmaktadır. Şimdi
yorumunu yapmakta olduğumuz âyete dönersek, "neredeyse onlar, sana vahy
ettiğimiz şeyden, yani Kur'ân'dan seni saptırıp döndüreceklerdi" manasını
vermemiz mümkündür.
2. "Bize
karşı başka bir şey uydurman için"
Bunun anlamı "başkasını uydurup bize iftira
edesin diye" dir. İşte âyetin bu iki bölümünün ifade ettiği şey o zaman
Peygamberimiz için ne kadar önemli idiyse, günümüzde de din âlimi ve
görevlileri için o kadar önem taşımaktadır.
Kur'ân'da olmayanı, Allah'ın vahyinin dışında bir
fetvayı verip Allah vermiş gibi söylemek Allah'a iftiradır. İşte Yüce Allah
konunun önemini Hz. Peygamber'i örnek vererek anlatmakta ve ne kadar kötü bir
şey olduğuna dikkat çekmektedir.
"Kitap ehlinden bir grup okuduklarını kitaptan
sanasınız diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Oysa okudukları kitaptan
değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde, bu Allah katındandır
derler. Onlar bile bile Allah'a iftira ediyorlar" (Âl-i İmrân 3/78).
3.
"O zaman seni dost edineceklerdi."
Müşrikler, Kur'ân'dan olmayanı söyletip Allah'a iftira
ettirince, Hz. Peygamber'i dost edineceklerini söylüyorlardı. Bu durum günümüzde
de devam etmektedir. Bir grubun dostluğunu kazanmak için dinde sahte fetva
verenler, bazı grupların baskısına dayanamayıp dini tahrif edercesine din adına
görüş beyan edenler, din alanını bir kazanç alanı haline getirip sömürmek için
dinde olmayanı dindenmiş gibi gösterenler kol gezmektedir.
Başkalarının dostluğunu kazanmak, başkalarının
rızasını elde etmek (Tahrîm 66/1) için haramı helâl, helâli haram yaparak
fetva vermek Allah'a iftira olacağından zulümdür.
4. "Eğer
biz seni sağlam tutmasaydık, gerçekten, neredeyse, onlara birazcık
meyledecektin."
Demek ki sosyal baskılar, dostluk edinmek, insanların
gözünde statü kazanmak öylesine dayanılmaz bir noktaya ulaşır ki, kişi peygamber
bile olsa, isteklere temayül edebilir. Çünkü insan irâdesi buna dayanamaz bir
duruma gelebilir. Bu durum peygamber için söz konusu ise, devreye Yüce Allah
girip onu engellemektedir. Onun için "Biz seni sağlam tutmasaydık"
buyurarak Yüce Allah, Kendi müdahalesine dikkat çekmektedir. Demek ki Yüce
Allah, Hz. Peygamber'i bu meylini yerine getirmekten korumuştur; ama din âlimi
ve görevlilerini kim koruyacaktır? Onun için Kur'ân'ı bilmeyenler asla dinde
fetva vermemeli, görüş beyan etmemelidirler. Biz dine saygı gösterir, ilâhî
vahyin tersine fetva vermemek için hassasiyet gösterirsek, elbette Allah bizi
bu büyük günahtan koruyacaktır. Önemli olan bizim temiz niyetimizle duyacağımız
saygıdır.
Yüce Allah'ın koruması, Hz. Peygamber'in hangi
sözleriyle belli oldu veya Yüce Allah ondan ne demesini istedi? Sorunun
cevabını verebilmek için yine Yûnus 15'e gitmemiz gerekiyor:
"De ki:
Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, bana
vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabb'ime isyan edersem, elbette büyük
günün azabından korkarım."
Yüce Allah, Hz. Peygamber'e bunu söyleterek, onu
sağlam tutmuş, onu korumuştur. Yûnus 15'teki bu ifade bütün din âlimi ve
görevlilerinin ana davranış biçimi olmalı, Allah'ın vahyine uymak zorunda olduklarını,
aksi takdirde Allah'a isyan etmiş olacaklarını bilmelidirler. Demek ki, dinde
olmayanı dindenmiş gibi göstermek hem Allah'a iftira hem de O'na isyandır.
5. Peki bu
şekilde dinin hükümlerine, ilâhî vahye saygı duymadan gelişigüzel fetva
vermenin karşılığı nedir? Yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 75. âyet sorumuzu
cevaplandırmaktadır:
"O zaman,
hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırdık, sonra bize
karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın."
Bunun anlamı dünya ve âhirette azaba uğramaktır;
sıkıntı içinde olmaktır. Allah'a karşı bir yardımcı bulunamayacağına göre,
böyle bir ihtiyacı duyup da elde edememenin ızdırabı, sıkıntısı da buna ilave
olmaktadır.
Bu âyetin mesajı aralığından İslam alemine bakarsak,
neden sıkıntı içinde olduğumuzu anlamamak, durumun analizini yapamamak mümkün
değildir.[67]
76. Yine onlar
seni yurdundan çıkarmak için neredeyse dünyayı başına dar edecekler. O takdirde
senin ardından kendileri de fazla kalamazlar.
77. Senden önce
gönderdiğimiz peygamberler hakkındaki kanun (da budur). Bizim kanunumuzda
hiçbir değişiklik bulamazsın.
Geçmişteki peygamberlerin başına gelen şeyin neredeyse
Hz. Peygamber'in başına geleceğine işaret eden bu âyetler, şu değişmez kanunu
gündeme getirmektedir: Peygamberler inkârı savunanlar tarafından ağır tepkiler
almışlardır. Bu tepkilerden biri, onları yurtlarından çıkarmak olmuştur.
1.
"Yine onlar, seni yurdundan çıkarmak için neredeyse dünyayı başına dar
edecekler."
Âyetin bu kısmını önceki üç âyetin devamı olarak
görmek gerekiyor. Allah'ın vahyini değiştirme konusunda Hz. Peygamber'i ikna
edemeyince, onu aralarından çıkarıp atmak istediler.
Bu bir sosyolojik kanundur: Her yenilik tepki görür.
Alışılmışın dışındaki değişmeler insanları rahatsız eder. Hele bir yerde
bulunan kötü insanlar, birbirlerinin yaptıklarından razı olduklarından dolayı
rahattırlar. İçlerine iyi bir insan girince hemen rahatsız olurlar.
Rahatsızlıklarını gidermek için, o iyi kişiyi aralarından atmak isterler ve
bunu gerçekleştirmek için de çaba sarf ederler.
İşte müşrikler kendi durumlarından memnundurlar.
Tevhid inancını savunan kişiden rahatsız oldular ve onu yurdundan çıkarmak
istediler. İyi ile kötünün, şirk ile tevhid inancının, mü'minlerle kâfirlerin
daima mücâdelesi bir süreç niteliğinde devam etmiş ve etmektedir.
İnsanlık, farklı inanç ve düşüncelere tolerans
göstermek, inanç ve düşünce özgürlüğüne saygı göstermek konusunda hâlâ Ortaçağ
zihniyetinden bir adım ileri gidememiştir. "Benim gibi düşünmüyor, benim
gibi inanmıyorsan, benim yanımda, benim bulunduğum sosyal ortamda, hatta ülkede
yerin yoktur" zulmü hiç dinmedi ki! Hâlâ insanlar inançlarından, düşüncelerinden,
kanaatlerinden dolayı sürülmekte, işleyen çarkın dışına çıkarılmakta, bulunduğu
yerden çıkarılıp sürülmektedir.
"Benim gibi düşünmezsen, benim gibi inanmazsan
dünyayı sana dar ederim" söylevi, öylesine metod değişikliğine uğramış ki,
farkına vardırmadan icraatını sürdürmektedir. Artık özgürlükler, Ortaçağdan
daha geriye düşmektedir. Artık çok uzaktaki insanlar bile kendilerine yakın
olmayan insanların özgürlüklerine müdahale edebilmektedirler.
Âyetteki mine'1-ard ifadesi, "ülkeden"
anlamına gelmektedir. Bu kavram Bakara 84'te
diyâriküm olarak geçmektedir. Demek ki ard, "diyar, yani vatan,
ülke, doğduğu ve yaşadığı topraklar" anlamına gelmektedir. Böylece
Kur'ân'da vatan kavramı yer aldığına bir delil buluyoruz. "İnsanları ülkelerinden çıkarmamak" ilkesi
Kur'ân'ın anlattığı Tevrat'ın hükümleri arasında yer
almakta idi (Bakara 2/84-85).
2. "O
taktirde senin ardından kendileri de fazla kalamazlar."
Gerçekten Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden hemen
kısa bir zaman sonra Bedir savaşında, onu doğup büyüdüğü Mekke topraklarından
çıkaranların liderleri yok olup gittiler. Unutulmamalı ki, âyet sadece o
dönemin insanlarına hitap etmiyor. Her çağın insan özgürlüklerine ağır yara
verenler de aynı sonuçla karşılaşıyorlar. Bulundukları mevki gereği, insanların
özgürlüklerini kısıtlayanlar, çok geçmeden o mevkilerini kaybediyorlar.
3.
"Senden önce gönderdiğimiz peygamberler hakkındaki kanun (da
budur)."
Âyette geçen sünnet kelimesi "kanun"
anlamına gelmektedir. Demek ki Hz. Peygamber"den önceki peygamberleri de
yurtlarından çıkardılar. Onlann da inanç özgürlükleri ellerinden alınmaya
çalışılmıştı. İnancını değişmeyince ya öldürülürler ya da ülkelerinden
çıkarıldılar. Bundan anlıyoruz ki. kötülerle iyilerin mücâdelesi bir süreç
niteliğinde devam edecektir. Bu değişmeyen bir kanundur.
4. "Bizim
kanunumuzda hiçbir değişiklik bulamazsın."
Demek ki. bazı sosyal kanunlar, nitelik itibari ile
tabiat kanunlarına benzerler; benzerler değil, öyledirler. Demek ki 76. âyette
geçen sosyal olgunun kanunlaşmış halinin istisnası yoktur. Bu kanun bu haliyle
Hz. Muhammed için de işlemiştir.[68]
75. Güneş 'in sarkmasından gecenin kararmasına kadar
namaz kıl ve sabahın Kur'ân'ını da unutma. Çünkü sabahın Kur'ân'ı görülecek
şeydir.
79. Gecenin bir
kısmından uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl. Böylece
Rabb'inin seni, övülmüş bir makama ulaştırması umulur.
80. De ki: Ey
Rabb 'im, beni (gireceğim her işe) doğruluk ve içtenlik üzere girmemi,
(bırakacağım her işten de) doğruluk ve içtenlik görtererek çıkmamı sağla. Bana
katından yardımcı bir güç ver.
81. De ki: Hak
geldi bâtıl gitti, zaten bâtıl yok olmaya mahkûmdur.
82. Biz Kur'ân'dan, mü'minlere şifâ ve rahmet olan
şeyler indiriyoruz. Ama bu, zâlimlere ziyan artırmaktan başka bir katkıda
bulunmaz.
Bu âyetlerin İsrâ sûresinin diğer âyetleri ile olan
bağlantısı şudur: İsrâ sûresinin buraya kadar olan âyetlerinde Allah'a iman,
âhiret hayatı, amel defteri, şirkin ve çeşitli davranışların yasaklanması,
infâk, teşbih, Kur'ân okumak ve Hz. Peygamber'e olan tepkiler, ilâhî vahyin
dışında din adına fetva vermenin günah olduğu konular işlenmişti. Şimdi de namaz
ibadeti gündeme getirilmekte, Allah'a nasıl dua yapılacağına işaret
edilmektedir. Kâfirler Hz. Peygamber'i yurdundan çıkarmaya çalışırken,
kendisinin ne yapması gerektiği emri de burada verilmektedir.
1.
"Güneş'in sarkmasından gecenin
kararmasına kadar namaz kıl ve sabahın Kur'ân'im da unutma. Çünkü sabahın
Kur'ân'ı görülecek şeydir." Âlimler âyette geçen dülûk kelimesinin farklı
manalara sahip olduğunu söylemişlerdir. "Güneş'in zeval vaktinden sonra
batıya doğru meyletmesi" anlamına gelmektedir.
Batana kadar Güneş'in hareketi için dülûk kelimesinin
kullanıldığı nakledilmektedirler. Ebû Dâvûd, Salât 2'de Hz. Peygamber'in bu
kelimeyi kullandığını ve şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Cebrâîl bana
Güneş'in zeval vaktinden, dülûkü esnasında geldi ve öğle namazını kıldırdı."
Şimdi âyete dönersek, dülûk kavramının içinde
"öğle, ikindi ve akşam" yer almaktadır. Gecenin kararması "yatsı
namazı"nı ifade ederken âyetin sonunda "sabah namazı" yer
aldığına göre bu âyette beş vakit namaz ortaya çıkmaktadır, denebilir. Demek ki
Yüce Allah Hz. Peygamber'e beş vakit namazı gereği gibi yerine getirmesini
emretmektedir.
"Sabah Kur'ân'ını da unutma. Çünkü sabahın
Kur'ân'ı görülecek şeydir" buyururken Yüce Allah, sabah namazına Kur'ân
ismini vermekte, ayrıca bu namazın şâhitlenmiş olduğuna da işaret etmektedir.
"Görülecek şeydir" derken, şâhitlenmiş anlamını ifade etmektedir.
Âyette sabah namazına "Kur'ân" denmesi,
Kur'ân okumaksızın namazın olamayacağına delil teşkil etmektedir. Âlimler,
sabah namazında Fâtihâ'dan sonra okunan Kur'ân'ın uzun olmasını da buna
bağlamaktadırlar.
Birinci derecede âyet Hz. Peygamber'i muhatap almaktadır,
ama Hz. Peygamber vefat ettiğine göre, bunun tüm mü'minlere bir emir olduğunu
söylemekte yarar vardır.
2.
"Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir
nafile olmak üzere namaz kıl." "Teheccüd namazı" ismi verilen
bu namaz Hz. Peygamber'e nafile yani fazlalık bir namaz olarak ilâve edilip
emredilmiştir. Bu namazın nafile olduğunu da Yüce Allah belirlemektedir.
Âyette geçen ££ tehecced emri, "gece kalkıp namaz
kıl" anlamını ifade etmektedir.
Teheccüd namazının gece kılınmasının nedeni, aslında Yüce
Allah'ın mü'minlerin günlük faaliyet programını yapmasıyla ilgilidir.
"Zira gündüz vakti, sana uzun bir meşguliyet var" (Müzzemmil 73/7).
Demek ki gündüz vakti iş zamanı olduğu için nafile namaz kılınmaz; nafile
namazlar gece kılınırlar, "Birazı hariç, gece kalk, namaz kıl. Gecenin
yarısını kıl, yahut bunu biraz azalt ya da çoğalt ve Kur'ân'ı tane tane
oku" (Müzzemmil 73/24).
Demek ki, mü'min ne zaman, neyi yapacağını, hangi
ibadeti ne zaman yerine getireceğini bilmelidir. Yüce Allah hem yorumunu yapmakta
olduğumuz İsrâ 79'da hem de Müzemmil sûresinin verilen âyetlerinde bunun
eğitimini vermektedir.
3.
"Böylece Rabb'inin seni, övülmüş bir makama ulaştırması umulur."
mahmûd "hamdedilen, övülen, teşekkür edilen"
anlamına gelmektedir. Bu makama ulaştırmak, namazın insanı ma'nen yücelteceğini
ifade etmektedir. Farz ve nafile namazlar Hz. Peygamber'i övülecek makama, yani
yücelere erdirdiğine göre, bizi de elbette erdirecektir.
Namaz, hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyduğu
('Ankebût 29/45) için, insanı arındırıp övgü makamına yüceltmektedir (İsrâ
17/79).
4. Ej
Rabb'im, beni (gireceğim her işe)'doğruluk ve içtenlik üzere girmemi,
(bırakacağım her işten de) doğruluk ve içtenlik görtererek çıkmamı sağla. Bana
katından yardımcı bir güç ver. "
Muhammed Esed "doğruluk ile girmeyi",
"bir işe doğruluk ve içtenlikle girmek"; "çıkmayı" da
"başarı ile çıkmak" olarak manalandırmaktadır. Bu ifade, "bir
işe başarı ile başlamak ve başarı ile bitirmek" demektir. Esed'in bu
yorumu doğru mudur? Çünkü hicret olgusu gündeme getirilmektedir.
Yüce Allah. hz. Peygamber'den Hicrete başarı ile
başlayıp, başarı ile bitirmesi için bu şekilde dua etmesini istemektedir.
Âyetteki sıdk kelimesi "doğruluk, içtenlik, yani başarı"yı ifade
etmektedir. Doğru ve içtenlikle olmak, o ışı başarmak demektir.
Âyetin sonunda islenmesi emredilen "yardımcı
güç" de bu manayı desteklemekledir Bir işe basan ile başlamak ve onu
başarı ile bitirmek, yardımcı bir güce ihtiyaç gösterecektir. Âyette buna
ledünnî yardımcı güç denmekledir. Ledünnî. "Allah katından gelen"
anlamını ifade etmektedir ve beşerî kaymaklı olmayan, tamamen Allah'ın lütfü
olan bir güçtür.
"Ledünnî yardımcı güç" ne olabilir? Bu,
Hicret olgusunun gerçekleşmesini temin eden Allah'ın beraberliğidir,
"Eğer siz Peygamber'e yardım etmezseniz; ona
Allah yardım edecektir. Hani kâfirler onu, iki kişiden biri olarak
çıkmışlardı. Hani onlar mağarada idi. O, arkadaşına "üzülme, çünkü Allah
bizimle beraberdir" diyordu. Bunun üzerine Allah ona sükunet sağlayan
emniyetini indirdi. Onu sizin görmediğiniz bir ordu ile onu destekledi.
İnanmayanların sözünü alçaktı. Allah'ın sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah
üstündür, hikmet sahibidir" (Tevbe 9/40).
Yüce Allah onu "ledünnî yardımcı güç"le
böyle desteklemiş oldu. Yüce Allah'ın Peygamber'e öğrettiği bu dua, bizim için
bir işe başlarken yapılması gereken önde gelen dualardandır. Bir işe başarı ile
başlamak ve başarı ile bitirmek Allah'ın yardımı olmaksızın gerçekleşemez.
Tabii ki bu iş, dini insanlara ulaştırmak, öğretmek, hayata geçirmek gibi
hayatî bir iş olmalıdır. Demek ki bir iş için doğruluk, samimiyet ve ilâhî
yardım gereklidir. Doğrulukla girecek yani başlayacaksın, doğrulukla da çıkacaksın.
İşin her iki ucunda doğruluk olmalıdır.
5. "De
ki: Hak geldi bâtıl gitti; zaten bâtıl yok olmaya mahkûmdur."
Hakk kelimesi burada "değişmeyen gerçek"
anlamına gelmektedir. Bunun zıttı olan bâtıl da "sahte ve tutarsız"
manasını ifade etmektedir.
"Boşa gitmek, hükmü düşmek, işçi işsiz
kalmak" anlamına gelen bu kelimenin betile kalıbı "sözünde
saçmalamak"ebtale kalıbı da "bir şeyi bozmak, heder etmek, ibtal
etmek, yalan söylemek"; tebettale "boş ve beyhude şeylerle
uğraşmak"; bâtıl ise "zatında sebat ve hakikat olmayan şey, İblis,
şeytan, kıymetsiz, faidesiz, boş" manalarına gelmektedir.[69]
1) Boş olmak, boşa çıkarmak
"Onlar iplerini atınca, Mûsâ dedi ki: Sizin getirdiğiniz sihirdir; Allah onu boşa çıkaracaktır" (Yûnus 10/81).
İlk âyetteki yaptıkları ile bu âyetteki sihir aynı anlama gelmektedir. Buradaki bâtıl kelimesi, fiil kalıbında gelmekte ve "boşa çıkarmak" anlamını ifade etmektedir.
2) Değersiz hale getirmek
"Ey iman edenler! Allah'a ve âhiret gününe
inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve
incitmek suretiyle yaptığınız hayırlarınızı değersiz hale getirmeyin"
(Bakara 2/264).
3) Heder etmek
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin; Peygamber'e
itaat edin. İşlerinizi heder etmeyin" (Muhammed 47/33).
4) Yanlış olan beşerî düşünce
"Bile bile gerçeği bâtılla karıştırıp hakkı gizlemeyin" (Bakara 2/42). Âyette, "yanlış beşerî düşünce" dediğimiz kelime bâtıl olarak geçmektedir ve Âl-i İmrân 71'de de aynı anlama gelmektedir.
5) Geçici, gidici, faydasız
Yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 81'de söz konusu kelime, "gidici" anlamına gelmekte: Ra'd 17'de de "geçici, gidici ve faydasız" manasını ifade etmektedir. Ra"d 17'de Yüce Allah hak ile bâtılı şu şekilde anlatır ve farklarını ortaya koyar: "Allah gökten su indirdi de vadiler kendi hacimlerince sel olup aktı. Bu sel üste çıkan bir köpüğü yüklenip götürdü. Süs veya eşya yapmak isteyerek ateşte erittikleri şeylerden de buna benzer köpük olur. İşte Allah hak ile bâtıla böyle misal verir. Köpük akıp gider. İnsanlara fayda veren şeye gelince, o yeryüzünde kalır. İşte Allah böyle misaller getirir."
Âyette "geçici, gidici ve faydasız olan
köpük" bâtılı; "kalıcı ve insanlara faydası dokunan süs
eşyaları" da hakkı temsil etmekte ve öyle tanımlanmaktadır. Enbiyâ 18'de
de aynı anlamda geçmektedir.
f) Asılsız
"Onlar hâlâ asılsız olana inanıp Allah'ın nimetine nankörlük mü ediyorlar" (Nahl 16/72).
g) Allah'tan başka sahte tanrılar
"Böyledir. Çünkü Allah, hakkın tâ kendisidir.
O'nun dışında taptıkları ise bâtılın ta kendisidir" (Hacc 22/62).
h) Yeni bir şey getirmeyen ve gideni geri getiremeyen
"De ki: Hak geldi; artık bâtıl ne yeni bir şeyi ortaya çıkarabilir, ne de geri getirebilir" (Sebe' 34/49).
i) Kâfirlerin uyduğu şey
"Bunun sebebi, inkâr edenlerin bâtıla
uymalarıdır" (Muhammed 47/3).
Bütün bu manaların tersini de "hak" için
düşünebiliriz.
Tekrar âyete dönersek şunu görüyoruz: Bâtıl ile mücâdeleyi hak verecektir. Bize düşen hakkı iyi anlamak, öğretmek, ayakta tutmak, iyi beslemektir. Onun olduğu yerde bâtıla, yer yoktur. Demek ki insan bâtıl ile mücâdele veremez; onunla hakk mücâdele verecektir. Kötü ile iyi; yanlış ile doğru; çirkin ile güzel birbiriyle mücâdele verdiği gibi bâtıl ile de hakk mücâdele verecektir.
İnsanlık tarihinin sosyal ve dinî dinamiğinin
oluşturduğu süreç, hak ile bâtılın; iyi ile kötünün, doğru ile yanlış
mücâdelesinden ibarettir.
Özel manada bakarsak mücâdelenin, tevhid inancının
gelmesi ile şirkin gitmesi; Mekke'nin fethi ile müşriklerin iktidarı
kaybetmeleri ve mü'minlerin iktidara gelmesi; doğru bilginin beyne girmesi ile
oradaki sahte ve hurafe düşüncelerin gitmesi anlamına gelmekte olduğunu görebiliriz.
Beyinde bilgi, gönülde gerçek iman oluşunca nefsin nevasının etkinliğinin
gitmesi de hak ile bâtılın mücâdelesini ifade etmektedir. Burada Kur'ân'ın
gelip, sahte dinlerin gitmesi de düşünülebilir. Bu sonucunun delili bir
sonraki İsrâ 82. âyet olmaktadır. Mekke'nin fethini düşünürsek, ezilmişliğin,
vatanından çıkarılmanın, ibadet özgürlüğünün çiğnenmesi bâtılı; Mekke'nin fethi
ile bütün bunların ortadan kalkması, yani zafer de hakkı temsil etmektedir.
6."Biz,
Kur'ân'dan mü'minlere şifâ ve rahmet olan şeyler indiriyoruz."
Âyetin bu kısmında Kur'ân'in iki görevi
belirlenmektedir, a) Kur'ân mü'minlere şifadır.
Bu âyet, mü'min insanın Kur'ân'dan ne şekilde istifade
edeceğine, Kur'ân'ın ona neler vereceğine işaret etmektedir. Mü'min insan da
ma'nen hastalanabilir. Bu manevî hastalıkların tedavisini Kur'ân'ın şifâ
dağıtan ilkelerinden alabilir.
Mü'minin manevî hastalıkları arasında bâtıl inançlara
kapılmak vardır. Mü'min olduğu halde, türbelere gidip yardım istemesi, ölüleri
aracı kılarak Allah'tan yardım dilemesi onun manevî hastalığıdır. Kur'ân'ın
tevhid inancı anlayışını öğrenip şirke varacak nitelikteki bu hastalığını
düzeltmesi şifâ bulması demektir.
Allah tarafından kötiilenmiş davranışlara kapılarak
ahlâkını yaralaması da onun bir çeşit hastalığıdır. Mesela, toplumda
bozgunculuk, tefrika çıkarması onun hastalığıdır. Bozgunculuk ve tefrika
aslında psikolojik kaynaklı olan sosyal hastalıklardır. İşte bu manevî
hastalıklarını, göreceği Kur'ân'i eğitimle tedavi edip şifâ bulabilir.
Genelde Yûnus 57"ye göre. manevî hastalıklar
sinelerde yer almaktadır. Kötü niyet, sevgisizlik, haset, kin, düşmanlık
duygusu göğüs denen, sine veya gönüllerde yer almaktadır. İşte bu manevî
virüslerin meydana getirdiği gönül hastalıklarının şifasını kişi, Kur'ân'da
bulabilir. "Kur'ân sinelerdekine bir şifadır" (Yûnus 10/57). Bu
âyetin tefsirinde hangi hastalıkları, nasıl tedavî ettiğini açıklamıştık.
Burada tekrar etmekte yarar vardır. Kur'ân şüphe eden kalbi (Tevbe 9/45);
nifak dolu kalbi (Tevbe 9/77); şirkin içirildiği kalbi (Bakara 2/99); mühürlü
kalbi (Bakara 2/7); kilitli kalbi (Muhammed 47/24); hasta kalbi (Mâide 5/52);
dağınık kalpleri (Haşr 59/14); kin dolu kalbi (Tevbe 9/15) tedavi ederek;
barışın bulunduğu (Şu'arâ 26/89); doyuma ulaşan (Ra'd 13/28); düşünen (Hacc 22/46); kaynaşan (Âl-i İmrân 3/103);
iman eden (Hucurât 49/7); takvaya eren (Hucurât 49/3); titreyen (Enfâl 8/2);
tamamen Allah'a yönelen (Kâf 50/33); hidâyete eren (Teğâbün 64/11); ürperen
(Hadîd 57/16) ve kini giderilen (Tevbe 9/15) kalp haline dönüştürür.
İşte Kur'ân'ın şifâ dağıtan hastanesinde bu tip
hastalıklar bu şekilde şifâ bulurlar. Sosyal hastalıkların kaynağında da bu
tip hastalıklar vardır.
b) Kur'ân
mü'minlere rahmettir. Kur'ân'ın bu özelliği ile su arasında bir bağlantı vardır.
Kur'ân, kuruyan, çölleşen ve hayatiyetini kaybeden
beyinlere, gönüllere ve nefislere su gibi rahmet görevini yapar. Suyun tabiata
sağladığını Kur'ân, insanların iç âlemlerine ve sosyal ilişkilerine temin
etmektedir.
İşte yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 82. âyetini din
âlimleri tam anlayacak, özümseyecek ve hayatlarına tatbik edip tüm insanlığa
öğretip yaşayacaklardır; onlar da Kur'ân'ı bu işlevleriyle tanıyacak, o
gözlükle bakacak ve o şekilde hayatlarına geçireceklerdir.
Kur'ân şifâ dağıtan ve merhamet saçan bir kaynaktır.
O, bu yönü ile anlaşılınca hareket etmekte, gönüllere sızmakta, sosyal hayatın
kılcal damarlarında dolaşmaktadır. Yeter ki biz o kaynağa varalım, onu anlayıp
bilinçle ve sevgi ile kucaklayalım.
7. "Ama
bu, zâlimlere ziyan artırmaktan başka bir katkıda bulunmaz."
Aynı hastalığa sahip olan insanlar aynı ilacı alırlar,
ama birine şifâ olurken, ötekine alerji verir, yani aksi tesir meydana getirir.
İşte Kur'ân, gönlünde iman olan manevî bünyeye şifâ ve rahmet etkisini
yaparken; zâlimlere aksi tesir yaparak ziyanlarını, azgınlıklarını
artırmaktadır.
Buradaki zâlimlerden kasıt, inkârlarında, kötülüklerinde ve dünyevî nazlarında asla değişim olmayanlardır. Kur'ân, manen iyiden yana değişime kapalı olanların ancak ziyanını artırır. Bu insanlar tevhidin doğru yolunu bulma şansını kaçırmışlardır. Demek ki Kur'ân'dan, insanlar kendi iç yapılarına göre istifade edeceklerdir. Kur'ân aynı Kur'ân olmasına göre, insanlar ondan kendi manevî durumlarına göre faydalanacaklardır.[70]
1. insana
nimet verdiğimiz zaman yüz çevirip yan çizer; ona bir zarar ziyan dokunacak
olsa iyice karamsarlığa düşer.
84. De ki; Herkes, kendi mizaç ve meşrebine göre iş
yapar. Bu durumda kimin doğru bir yol tuttuğunu Rabb 'iniz en iyi bilendir.
Bu âyetler insanın psikolojik yapısının ve
davranışlarının analizini yapmaktadır.
1. "İnsana
nimet verdiğimiz zaman yüz çevirip yan çizer."
İnsanın amacı, ihtiyacı olan ekonomik menfaati,
nimeti, değeri elde etmektir. Bunu elde ettiği zaman amacına ulaştığını anlar
ve hemen psikolojik yapısında köklü bir değişim meydana gelerek kibirlenir, gururlanır
ve nimetten önceki durumunu unutur.
Gurur ve eski halini unutma kişinin, zincirleme olarak
kendini müstağni görmesine, yani artık ihtiyaç sahibi olmadığını hissetmesine
ve sonunda azgınlaşmasına neden olur. "Gerçek şu ki insan kendini kendine
yeterli görerek azar" ('Alak 96/6-7).
Onun bu psikolojik yapısı, ihtiyacını giderdiği
kaynaktan küstahça yüz çevirmesine neden olur. Nimeti ona veren Yüce Allah'ı
küstahça hatırlamaz olur. Yüz çevirip yan çizmek, maddî anlamda değil, beyin ve
gönül anlamındadır.
Bu analizden şunu çıkarıyoruz: İnsanlar imkansızlık
hallerinde, fakirlik durumlarında daha alçak gönüllü, daha çok Allah'ı
hatırlar halde olmakta; imkanları bol olduğu zaman kendini müstağnî hissederek
az-gınlaşıp küstahça davranarak nankörlüğe sapmaktadır. Bu neticeye varan
analizimiz kesin hatlarla doğrudur demek mümkün olmayabilir, ama ham ruhlar
için bu böyledir.
2.
"Ona bir zarar, ziyan dokunacak olsa
iyece karamsarlığa düşer."
Âyetin bu kısmına dikkat edilirse, eş-şerr
kelimesinin, dokunma fiilinin öznesi olduğu görülecektir. Şerri kuluna Allah
dokundurmuyor da "şer" kendisi dokunuyor. Nimeti Allah veriyor,
"şer" sanki canlı bir varlık gibi hareket edip dokunuyor. İsrâ 67.
âyette de, sıkıntı dokunmuştu.
Dışarıda oluşan "kötülük", insanın yapısını
etki altına alıyor. İşte bu etki insanın psikolojisinde karamsarlık, ümitsizlik
meydana getiriyor. Nimet nankörlüğe; kötülük de karamsarlığa, ümitsizliğe
itiyor, götürüyor. Demek ki farklı şartlar altında insan psikolojisi farklı
durumlara bürünüyor. Farklı etkiler, farklı tepkilere dönüşüyor ve böylece
farklı neticelere ulaşılıyor. Burada tepkileri, davranışları belirleyici ana
unsurun ne olduğunu 84. âyet açıklamaktadır.
3. "De
ki: Herkes, kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar." Âyetin bu kısmında
yer alan şâkile, "tabiat, yaratılış, niyet, cibilliyet, maya, yol, inanç,
tür" manalarına gelmektedir.
Kur'ân'da bu kelime iki âyette yer almaktadır. Birisi
yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 84'de "cibilliyet, maya, tabiat,
karakter"; diğeri de "tür" anlamını ifade ettiği Sâd 58'dedir.
Isrâ 84'ün devamına bakarsak bu kelimeye
"yol" anlamını vermek de uygun düşecektir. Herkes tuttuğu yola göre
davranacaktır. Mealde "iş yapar" ifadesini "davranır"
manası ile değiştirebiliriz.
Şâkile kelimesine yani "tıynet, cibilliyet,
mayasına göre davranır" demekle Yüce Allah, modern psikolojide veraset ya
da ırsıyetin etkinliği konusunu asırlarca önce gündeme getirmiş olmaktadır.
İnsanın davranışlarının belirleyici dinamiği çevre ve eğitim olmakla beraber,
yaratılışın etkisi de küçümsenemez.
Âyetin bu kısmı, bir önceki âyetin temeli
durumundadır. İnsanların sapıtması, nankörce davranması, kendisine dokunan
kötülükten dolayı karamsarlığa kapılması şeklindeki davranışlarının kaynağında
onun mayası, tıyneti, tabiatı vardır. Bu mayayı da, ana ve babasından aldığı
genleri oluşturmaktadır. Genler, psikolojik yapıyı; psikolojik yapı da, davranışları
oluşturmaktadır. Burada soracağımız soru şudur: Şâkile denen tıynet eğitilemez
mi1
Bu soruya şu şekilde cevap verebiliriz: İnsanın
mayasını, tabiatını, tıynetini değiştirmek mümkün değildir. Ancak eğitim
vasıtasıyla onu kontrol altına alabiliriz insanın mayası bozuksa, onu tamamen
iyi yapmamız mümkün değildir ama, eğitim vasıtasıyla kontrol altına alabilirsiniz.
Bu durum şuna benzer Öyle hastalıklar vardır ki, vücuttaki virüsünü başka bir
ifadeyle mikrobunu yok edemezsiniz ama kontrol altına alıp kişinin sıhhatini
getirebilirsiniz.
Mayası iyi olanla, mayası bozuk olanın arasındaki
fark, mayası bozuk olan daima kontrol altında olmalıdır. Sosyal kontrol
kalkarsa, bozuk mayası kişinin davranışlarına hâkim olacaktır. Peki mayası
neden bozuk oluyor? Yaradan'in kudretinden tüm insanlar iyi olarak yaratılmıyor
mu? Yaradan, insanın iç âlemine bir takım psikolojik kabiliyet ve yetenekler
koyarken, nefse de iyiye ve kötüye açık özellikler koydu (Şems 91/7-8). Mesela:
Haram lokma ve haram süt ile büyüyen ve kötü bir aile çevresinde yetişenlerde
fucûr denen, kötüye açık boyutu gelişip davranışlarına hâkim oluyor. O insanın
iyiye açık boyutu işlemediğinden nadasa kalmış oluyor. Haram lokma ve haram
süt insanın asaletini, tıynetini, mayasını bozduğundan Allah tarafından
yasaklanmıştır.
Şâkile kelimesinin "yol" anlamı da vardır.
Psikolojik yapımızla, aldığımız eğitim bize bir yol çizer, herkes sahip olduğu
o yola göre davranır. Düşüncelerimiz, yetenek ve kabiliyetlerimiz, kültürümüz,
ideolojimiz, felsefemiz bizim yolumuzu oluşturur ve biz o yolun gittiği yöne,
akışı göre davranırız.
4. "Bu
durumda kimin doğru bir yol tuttuğunu Jİabb'iniz en iyi bilendir."
İşle âyetin sonunda yer alan sebîl "yol"
kelimesi, şâkileye yol manasının verilebileceğinin delili olmaktadır.
Âyetin bu kısmından şunu anlıyoruz.: İnsanı hem içten
hem de dıştan kuşatan, şah damarından ona daha yakın olan, içini ve dışını
bilen Yüce Allah nasıl bir karaktere sahip olduğunu ve kendisine nasıl bir yol
seçtiğini de en iyi O bilmektedir.
Biz beşer olarak, bütün insanların mayasının iyi ve
sağlam olduğundan hareket etmemiz gerekiyor.
İnsanın mayası, tıyneti, tabiatı ne ise Kur'ân o
şekilde onu etkileyecek ya da o, Kur'ân'dan o doğrultuda istifade edecektir.
Bunu, yani Kur'ân'ı Güneş'e benzetebiliriz. Güneş tuzu sertleştirir, yağı
eritir, yumurtayı pişirir, suyu ısıtır. Her madde ya da cisim kendi yapısına
göre Güneş'ten etkilenmektedir. İnsan da kendi şâkile, yani mayasına göre
Kur'ân'dan etkilenecektir. Dolayısıyla Kur'ân, mü'min için rahmet ve şifâ;
zâlimler için de ziyanı ve azgınlığ: artıran kaynak olacaktır.
Beşer olarak Kur'ân'm nurundan kimin nasıl istifade
edeceğini bilemeyiz, ama Yüce Allah bunu en iyi bilendir. Biz uzun zaman
uygulanacak eğitimin ardından az da olsa durumun farkına varabiliriz. Görüldüğü
gibi İsrâ 82-84. âyetlerinde Yüce Allah davranış psikolojisi konusunda ince
analizlere girmekte ve bize bu konuda bir ders vermektedir.[71]
85. Sana rûh hakkında soru sorarlar. De ki: Rûh,
Rabb'imin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir.
Bu âyetin nüzul yani iniş sebebi olarak nakledilen üç
olayı Süleyman Ateş analiz ederek tenkit etmektedir. Nakledilen nüzul
sebeplerini burada zikretmeyi uygun bulmuyoruz. Ancak âyetin kendisinden
anlıyoruz ki. Uz. Peygaraber'e sorulan çeşitli sorular gibi ruhtan da sorulmuştur.
Sorulan soruyu Hz. Peygamber cevaplandırmayacağı için Yüce Allah
cevaplandırmaktadır. Şimdi biz de Allah'ın emrinden olan ruhun ne anlama
gelmekte olduğunu soralım.
Rûh, "can. hayal soluğu, ilham, yani vahy,
Kur'ân, Cebrail" manalarına gelmektedir. Şimdi hangi âyette hangi manaya
kullandığına bakabiliriz.[72]
1) Kur'ân
"İşte böylece sana da emrimizle Kur'ân'ı vahyettik" (Şûra 42/52). Bu âyette Kur'ân diye mana verdiğimiz kelime ruhtur ve "hayat veren ilâhî mesaj, vahy" demektir.
2) Vahy
"Allah kendi emri ile melekleri kullarından
dilediği kimseye vahy ile gönderir" (Nahl 16/2). Bu âyette geçen rûh
kelimesi, meleklerin taşıdığı "vahy" anlamına gelmektedir. Bu kelime,
Şûra 52 ve Nahl 2'de rûh olarak geçmekte, Şûra 52'de doğrudan Hz. Peygamber'e
yönelik olduğundan "Kur'ân", Nahl 2'de genel olduğundan
"vahy" diye manalandırılmaktadır.
3) Melek
"O gün rûh ve melekler saf halinde ayakta
dururlar" (Nebe' 78/38).
"Melek" anlamından hareket edersek bu
kelimeden maksadın "Cebrail" olduğu sonucuna varabiliriz:
gönderdik" (Meryem 19/17).
"Biz ancak Rabb'inin emri ile ineriz"
(Meryem 19/64). Bu âyetlerden anlıyoruz ki, Yüce Allah meleklere, özellikle Cebrail'e
rûh demektedir.
4) Can
İnsana ve diğer canlı varlıklara hayat veren şeye de
rûh denmektedir.
"Onu tamamlayıp içine de ruhumdan üfürdüğüm
zaman, derhal ona secdeye kapanın" (Sâd 38/72).
İşte son merhalesinde pişmiş çamur halinde olan Hz.
Âdem'in bedenine Yüce Allah Kendi ruhundan üfürünce canlandı. İşte bu cana rûh
denmektedir. "Hele can boğaza
dayandığı zaman" (Vâki'a 56/83).
İşte âyette, ölmekte olan insanın boğazına dayandığı
şeye, yani çıkmak üzere olan şeye "can" demekteyiz. Bedene hayat
veren, onu hareket ettiren, onu yaşatan ve bizim göremediğimiz, yapısı
hakkında bilgimiz olmayan şeye rûh denmektedir.
Şimdi yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 85'e dönersek,
sorulan ruhun "can", "vahy", "Cebrail" olduğu
anlaşılmış olacaktır. Sorulan soruya nasıl cevap verileceğini Yüce Allah
belirlemekte, Hz. Peygamber'e ruhun Allah'ın emrinden olduğunu söylemesini
emrederek, onun yapısı hakkında bir bilgi vermemektedir.
Bu âyetteki ruhu "can" anlamına alırsak,
ruhun yapısı bilinmemektedir ama, bedene yaptırdıkları davranışlarımızdan
anlaşılmaktadır. Bedenin işlemesi, davranışlarımız hakkındaki bilgi rûh
hakkında bize verilen bilgi olmaktadır. Bu bilginin niteliği de "az"
olmasıdır. Demek ki ruhun yaptıkları ile elde ettiğimiz bilgi, mahiyeti, yani
yapısı hakkında bilginin yanında çok az kalmaktadır.
Eğer âyette geçen ruhtan kasıt, "vahy" ise,
vahyin sadece bize bilgi veya mesaj olarak yansıyan kısmını biliyoruz, ama
vahyin yapısını bilemiyoruz.
Vahyin mesajı hususundaki bilgilerimiz onun yapısı
hakkındaki bilgilerin yanında "az" kalmaktadır.
"Vahy, ilham, can. melek" anlamıyla rûh,
büyük çapta metafizik, madde ötesi bir konu olduğu için bütünüyle ve yapısal
olarak onu bilmemiz mümkün değildir.
Bedenle iç içe giren, ama birbirinin aynısı olmayan,
terk ettiğinde bedeni çürümeye terk eden. yapısı bilinmeyen, ilâhî emre bağlı
bir güç olmaktadır. Olmadığı yerde cansızlık olan, olduğu yerde de hayatın olduğu
bu güç sadece belirtileri ile fark edilmekte "az da" olsa bilinmektedir.
Yüce Allah'ın verdiği rûh konusundaki bu ders, insana
aczini hissettirmek için yeterlidir. Canının yapısını bilmeyen insan kendini
nasıl müstağni (ihtiyaç sahibi olmadığını) görür. Bundan sonraki âyetlere bakarsak
bu âyetlerdeki ruhun vahy olduğu anlaşılmış olacaktır.[73]
55. Andolsun, dilesek sana vahyettiğimizi ortadan kaldırırız;
sonra bu durumda sen de bize karşı hiçbir koruyucu bulamazsın.
87. Ancak Rabb 'inin rahmeti sayesinde vahy kesilmedi.
Çünkü O 'nun sana büyük lütfü vardır.
Bu âyetlerin analizinden çıkaracağımız önemli
neticeler vardır:
1. "Andolsun,
dilesek sana vahy ettiğimizi ortadan kaldırırız."
Âyetin bu kısmı İsrâ 73-75. âyetlerin devamı
durumundadır. O â-yetlerde, müşriklerin Hz. Peygamber'e gelip Allah'ın
vahyettiğinden başka bir şeyi getirerek O'na iftira etmesini, o takdirde onu
dost edineceklerini teklif etmişlerdi. Hz. Peygamber, Allah'ın müdahalesi olmasaydı,
onlara az kalsın meyledecekti.
Eğer meyledip yanlış fetvalar verseydi, Yüce Allah, dünya ve âhiretin azabını ona tattıracaktı veya yorumunu yapmakta olduğumuz âyeti göndererek "vahyettiğini ortadan kaldıracaktı". İsrâ 75'in sonu şöyle bitiyordu: "Sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazsın." Yorumunu yapmakta olduğumuz 86. âyetin sonu da aynı ifade ile gelmektedir: "Sonra bu durumda sen de bize karşı hiçbir koruyucu bulamazsın."
Bütün bu âyetlerden anlıyoruz ki Kur'ân, Hz. Peygamber
tarafından yazılmadı; onu Allah vahyetti. Çünkü insan, kendi yazdığı bir kitapta
bu şekilde kendisini tehdit edercesine uyarmaz.
2.
"Sonra bu durumda sen de bize karşı
hiçbir koruyucu bulamazsın."
Şimdi bu âyeti günümüze göre yorumlamak zorundayız.
Çünkü Hz. Peygamber vefat etmiştir. Âyet sadece ona inmiş ise, onun evrenselliği
ortadan kalkar ve bizim için de hiçbir hüküm taşımamış olurdu.
Günümüze taşıyarak bu âyeti şöyle yorumlayabiliriz:
Âyeti, İsrâ 73-75. âyetlerle bağlantılı olarak yorumlarsak, şu neticeye
varırız: Allah'ın vahyettiğini göz ardı ederek, onun vahyinde olmayanı
dindendir, diyerek kendi görüşünü ortaya atanlardan, Yüce Allah dilerse
Kur'ân'ı alıp götürür. Vahye ters düşenler, Allah'ın vahyini kaybedebilirler.
Ona layık olmadıklarından Allah onlardan vahyini alıp götürebilir. O zaman
Müslümanlar, Allah'a karşı bir dayanak bulamazlar.
Demek ki, Yüce Allah, vahyini benimseyip, ona karşı
görüşleriyle saygısızlık etmeyen ve onu hayata geçirenlere vekîl olmakta, onlar
da onu vekîl tayin edebilmektedirler.
3. "Ancak
Rabb'inin rahmeti sayesinde vahy kesilmedi. Çünkü O'nun sana büyük lütfü
vardır."
Buradaki rahmeti "merhamet" manasına
alabiliriz. Çünkü ikisi de aynı kaynaktan gelmektedirler. Demek ki "vahy"
Hz. Peygamber için bir rahmet, bir merhamet olmaktadır. Yüce Allah rahmeti,
yani merhameti gereği vahyini gönderiyor. Kur'ân, Allah'ın merhametini,
rahmetini beşerî aleme taşımaktadır.
Yüce Allah, müşriklerin isteklerine meyletmeye kalkan
Hz. Peygamber'e neden vahyini kesmediğini açıklamakta ve bunun rahmeti gereği
olduğunu söylemektedir. Bu rahmet de, ona karşı olan büyük lütfunun sonucu
olmaktadır. Yüce Allah'ın Hz. Peygamber'e olan büyük lütfü, rahmeti getiriyor,
rahmet de vahyin kesilmesini önlüyor. Burada zincirleme sebep-sonuç ilişkisine
tanık oluyoruz.[74]
88. De ki: Andolsun, bu Kur'ân'in bir benzerini ortaya
koymak üzere insanlar ve cinler bir araya gelseler, birbirlerine destek de
olsalar, benzerini getiremezler.
Bu âyetin benzer mesajını taşıyan Bakara 23 ve Hûd
13'te açıklamalarımızı yapmıştık. Bakara 23'te Hz. Peygamber'e
gönderildiğinden şüphe edenlere; Hûd 13'te de Hz. Peygamber'in onu uydurduğunu
söyleyenlere delil getirmek üzere meydan okunduğunu görüyoruz. Bakara 23 ile
Hûd 13. âyetler, sadece insanlara hitap ederken yorumunu yapmakta olduğumuz
İsrâ 88'de cinler de devreye sokulmaktadır.
Ama bu âyetlere Yûnus 38. âyeti de ekleyerek şu
gerçeği yakalamamız mümkündür: Kur'ân'in indirildiği ilk dönemlerde meydan okumayla
ilgili olarak indirilen İsrâ 88. âyette o döneme kadar indirilmiş olan sureler
kadar yani o dönemdeki Kur'ân kadar bir kitap getirmeleri istenmiştir. Daha
sonra bu istek on sureye (Hûd 11/13), en sonunda da tek sureye indirilmiştir
(Yûnus, 10/38). Mekke dönemindeki bu sıralamadan sonra en sonunda Medine
dönemi ilk suresi olan Bakara 2/23. âyette ise bu son meydan okuma
tekrarlanmış, gerçekleştirilmesinin de mümkün olmadığı vurgulanmıştır.
İsrâ 59'da açıklandığı gibi öncekilerin, peygamberlere
gönderilen mu'cizeleri yalanlamaları nedeniyle Hz. Peygamber'e mu'cize gönderilmemişti.
Müşrikler, hatta kitap ehli Hz. Peygamber'den mu'cize getirmesini istediler.
Onlara cevap olarak Yüce Allah şu âyetleri göndermiştir: "Kendilerine okunmakta
olan Kitabı sana indirmemiz onlara yetmemiş mi?
Elbette iman eden bir kavim için onda rahmet ve ibret
vardır" ('Ankebût 29/51).
Bu âyet müşriklerin şu sözüne cevap teşkil etmektedir:
"Ona Rabb'inden (başkaca) mu'cizeler indirilmeli
değil miydi? derler. De ki: Mu'cizeler ancak Allah'ın kalındadır. Ben ise
sadece apaçık bir uyarıcıyım" ('Ankebût 29/50). Demek ki, Yüce Allah
Kur'ân'1 yeterli bir mu'cize olarak takdim etmektedir. Böyle bir mu'cizeyi
insanlar ve cinler birbirine yardım ederek ortaya koymaya çalışsalar bile bunu
beceremezler.
Kur'ân'in insan ve cinleri âciz bırakması, onun beşer
kaynaklı olmadığına ve bir mu'cize olduğuna delil teşkil etmektedir. Onun
mu'cize olması, hem edebî yönünden hem de insanların sorunlarını, Allah ve
kendi aralarında olan ilişkilerini tamamen tarafsız bir metodla açıklama ve
çözüme kavuşturması bakımından net görülüp anlaşılmaktadır. Günümüzde Kur'ân
"a muhalefet edenler bu açılardan ona bakabilselerdi elbette ona karşı
tavırları kökten değişecekti.[75]
89. Muhakkak ki Biz, bu Kur'ân'da insanlara her türlü
misali çeşitli şekillerde anlattık. Yine de insanların çoğu inkarcılıktan
başkasını kabullenmediler.
İsrâ sûresinin 41. âyeti de buna benzer mesajı
taşımaktadır.
1. "Muhakkak
ki Biz, bu Kur'ân'dâ insanlara her türlü misali çeşitli şekillerde
anlattık." Âyetin bu kısmındaki Allah'ın açıklama ile ilgili kullandığı
sarrafnâ/tasrif kelimesinin anlamı hakkında izahat İsrâ 41'de yapılmıştır. Yüce
Allah, insanların Kur'ân'da kapalı hükümler, ilkeler, ifadeler olduğunu iddia
etmemeleri için, her şeyi derinlemesine, en ince ayrıntısına kadar açıkladığını
buyurmaktadır. Anlaşılamaması nedenine dayalı olumsuz tepki görmesini
kabullenmemektedir.
Dikkat edilirse Yüce Allah linnâs "insanlar
için" ifadesine yer vermiş ve böylece Kur'ân'in tüm insanlığı muhatap
aldığına işaret etmiştir. Buradaki Jii mesel "misal" kavramına tarihî
açıdan bakarsak, bunun, geçmişin toplumları ve o toplumların yaşadığı olgular olduğu
neticesine ulaşırız. Ama mesel kelimesine bilimsel ve dinî kanunlar açısından
bakarsak, insanın ihtiyacı kadar olan her şeyin orada açıklandığını ifade
ettiği görülecektir.
Yüce Allah insan aklını, tabiatı araştırıp kanunları
keşfedecek kadar harekete geçiren temel kanunları açıklamıştır. İnsan
psikolojisi, davranışları, insanlar arası ilişkileri, Allah ile insan
arasındaki ilişkiyi ve iletişimi detaylı bir şekilde izah etmiştir. Din adına
ne varsa ortaya konmuştur. İnsanı yücelten ne varsa derinlemesine
açıklanmıştır.
2.
"Yine de insanların çoğu inkarcılıktan başkasını kabullenmediler."
Bunun anlamı, "küfürde direttiler ve değişime yanaşmadılar" demektir.
İnkarda diretmek, tevhid inancından kaçıp daha da uzaklara gitmek, nefretini,
reddini derinleştirmek, demektir. Kur'ân'in sunduğu mesaj onlara aksi tesir
uyandırmaktadır. İsrâ 82'de belirtildiği gibi onların ziyanını, kaybını
artırmaktadır.
Bu âyet ve onun kardeşi olan İsrâ 41 ve 82. âyetler, eğitimcilere şu ilkeyi öğretmektedir: İnsanın öylesine değişik tıyneti ve çevresinden aldığı eğitimi vardır ki, söyleyen Allah bile olsa olumsuz tepki gösterir, hatta bu tepkisini daha da artırır. Öğretenin öğretim şeklinden daha çok, öğrenenin anlayış biçimi, mayası etkili olmaktadır. Her verilen şeyin kabul edilecek, anlaşılacak diye bir garantisi yoktur.[76]
90. Onlar: Sen.
dediler, bizim için yerden bir kaynak
fişJanmadıkça samı asla inanmayacağız.
91. Veya senin
bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı; öyle Jb" içlerinden gürül gürül
ırmaklar akıtmalısın.
92. Yahut,
iddia ettiğin gibi üzerimize gökten parçalar yağdırmalısm veya Allah'ı ve
melekleri gözümüzün ö-nüne getirmelisin.
93. Yahut da
altından bir evin olmalı ya da göğe çıkmalısın. Bize, okuyacağımız bir kitap
indirmediğin sürece (göğe) çıktığına da asla inanmayız. De ki: Rabb'imi tenzih
ederim. Ben, sadece beşer bir elçiyim.
İşte inkârında direten, tevhid inancına geçiş için
asla değişmeyeceğini ifade eden kâfirlerin isteklerinden bir kısmı bunlardır.
İsrâ sûresinin 59. âyetini açıklarken Yüce Allah'ın,
Hz. Peygamber'e Kur'ân'dan başka bir mu'cize vermediğini anlatmıştık. Ama
onlar ona inanmaları için mu'cizeler istemeye devam ettiler. Bu âyetlerde altı
çeşit mu'cize istediklerine şahit oluyoruz.
1. "Bizim
için yerden bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız."
Yerden pınar akıtmak şeklinde mu'cize isteğinin
arkasında Arapların yaşadığı susuz çölün etkisi vardır. Suyu bol olan bir
ülkede yaşasalardı, öyle anlıyoruz ki bu tip mu'cize istemeyeceklerdi.
Yaşanılan fizikî çevrenin özellikleri onlara pınarın fışkırtılmasını mu'cize
olarak istet-miştir. Bu insanlar bir peygambere inanmayı yerden fışkıracak
pınara bağlamışlardı. Bunların maksadı mu'cize olarak pınar değil, maksatları
inanmamaktır.
2.
"Veya senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın
olmalı; öyle ki içlerinden gürül gürül ırmaklar akıtmalısın."
Bu mu'çizenin istenmesinde de onların yaşadıkları
fızîkî çevrenin etkisi vardır. İçlerinden şarıl şarıl ırmakların aktığı hurma
ve üzüm bağlarının olmasını istemelerinden maksat üzüm yemek değil bağcıyı dövmektir.
Onların maksadı peygambere bir şeyler yaptırtmak değil, onun peygamberliğini
reddetmektir.
3.
"Yahut iddia ettiğin gibi üzerimize gökten parçalar yağdırmaksın."
Kur'ân'da Yüce Allah'ın bazı kavimleri helak ederken
kullandığı ceza şekli ile müşrikler alay etmektedirler. Ya da kıyametin kopuşu
ile ilgili şu âyetlerle alay ediyorlardı:
a) "Gök
yarıklığı zaman" (İnşikâk 84/1).
b)
"Gökyüzü yarıldığı, yıldızlar döküldüğü zaman" (İnfıtâr 82/1-2).
c)
"Eğer gökten bir parça düşer görseler" (Tûr 52/44).
d)
"Onun, sizi kara açısından yerin dibine geçilmeyeceğinden, yahut başınıza
taş yağdırmayacağından emin misiniz? Sonra kendinize bir koruyucu da
bulamazsınız" (İsrâ 17/68).
İşte bu âyetleri Hz. Peygamber'in düşüncesi olarak
gördüklerinden kemâ ze'amte "iddia ettiğin gibi" ifadesine yer
vermişlerdir.
4. "Allah'ı
ve melekleri gözümüzün önüne getirmelisin."
Amca oğlu olan İsrâiloğullan da Hz. Musa'dan aynı
istekte bulunmuşlardı.
"Bir zamanlar: Ey Mû-sâ! Biz Allah'ı açıkça görmedikçe
sana inanmayız, demiştiniz" (Bakara 2/55);
"Bize Allah'ı apaçık göster, demişlerdi"
(Nisa 4/153). İsrâilogullannm bu isteklerini Araplar da Hz. Peygamber'den
istemişlerdi. Bu istekleri yerine gelseydi yine inanacak değillerdi. En'âm 11
l'de bu duram ifade edilmektedir: "Eğer biz onlara melekleri indirsey-dik;
ölüler de onlara konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına getir-seydik Allah
dilemedikçe yine inanacak değillerdi."
5. "Yahut da altından bir evin olmalı."
Fakir insanların hayalinde bu tip fanteziler oluşur. Kendi kafalarında, hayallerinde olanı Hz. Peygamber'den bekliyorlardı.
6. "Ya
da göğe çıkmalısın. Bize okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece (göğe) çıktığına
da asla inanmayız."
İstenen bu mu'cizelere baktığımızda kolaydan zora doğru
sıralandıklarını görmek mümkündür. Pınar akıtmaktan, Allah'ı ve melekleri
görmeye, göğe çıkıp oradan kitap getirmeye kadar varan bir dizi mu'cize
istediler. Onların bu istekleri bize nakledilmekte ama, bütün bunlar o dönemde
gerçekleştirilmemiştir. Bizim için bu âyetler şu neticeyi doğurmaktadır:
İnanması mümkün olmayan insanlar, işi yokuşa sürerek yapılması mümkün olmayan
şeylerin yapılmasını isterler; din adamlarından umulmadık şeyleri beklerler.
Yüce Allah onların bu isteklerinin şu şekilde cevaplandırmasını Hz.
Peygamber'den istemektedir:
7. "De
ki: Rabb'imi tenzih ederim. Ben sadece beşer bir elçiyim."Jj ü>U«li
Sübhâne Rabbî demesinin ana sebebi, Yüce Allah'ın görünmesinin imkansızlığıdır.
Bir madde gibi Allah'ı görmek, O'na noksanlık getirecektir. Bu noksanlıktan
O'nu uzak tutmak için Hz. Peygamber'den bu şekilde ifade etmesi istenmiştir.
Ayrıca kendisinin beşer bir peygamber olduğunu
hatırlatmasını da emretmiştir. İstediklerini yerine getirebilmesi için
olağanüstü güçlerle donatılmış olması gerektiğini, oysa onun sadece insan ve
uyarıcı bir peygamber olduğuna dikkat çekmektedir. Bundan da şunu çıkarmamız
doğru olacaktır: İnsanlar, bağlandıkları kişilere olağanüstü güçleri
yakış-tırmamalı, onların ilminden ve eğitimciliğinden istifade etmelidirler;
tabiat üstü oluşumların sahibi olduklarına inanıp, şirke düşmekten kendilerini
korumalıdırlar.[77]
94. Zaten,
kendilerine hidâyet rehberi geldiğinde,
insanların inanmalarını sadece "Allah, peygamber olarak bir beşer mi
gönderdi?" demeleri engellemiştir?
95. Şunu söyle:
Eğer yeryüzünde yerleşmiş, gezip dolaşanlar melekler olsaydı, elbette onlara
gökten, peygamber olarak bir melek gönderirdik.
96. De ki:
Benimle sizin aranızda gerçek şahit olarak Allah yeterlidir. Zira O, kullarını
bilip görmektedir.
Yüce Allah, bu âyeti ile insanlardan, peygamberlere
inanmayanların neden inanmadıklarına açıklık getirmektedir.
1. "Zaten
kendilerine hidâyet rehberi geldiklerinde." Aslında bu cümle "onlara
hidâyet geldiği zaman" anlamına gelmektedir. Buradaki "hidâyet"
"doğru yol bilgisi" demektir. Doğru yol bilgisi de peygamber
vasıtasıyla gelmektedir. Onun için bu ifadeyi "hidâyet rehberi"
olarak manalandırmak doğru olacaktır. Dikkat edilirse, buradaki "hidâyet",
gelme fiilinin öznesi durumundadır.
2. "İnsanların
inanmalarını sadece engelledi."
Yüce Allah, doğru yol bilgisini getiren peygambere
inanmalarını engelleyen şeyin ne olduğunu gündeme getirip sebep-sonuç ilişkisi
içerisinde açıklama yapmaktadır. "Peygambere inanmaya engel oldu"
derken bir şeyin insana engel olmasına, irâdesini elinden aldığına işaret etmektedir.
Çünkü âyetteki "insan" kelimesi, mef'ûl yani nesne durumundadır. Bir
şey insanın üzerinde bir fiili gerçekleştirmekte, bir icraatta bulunmaktadır.
Burada insan pasif bir duruma bürünürken, ona icraatta bulunanlar olmaktadır.
İnsan bir şey yapmak isteyecek, bir şey ona engel olacaktır. Böylece Yüce
Allah, bize nelerin hükmettiğini, nelerin bizim irâdemizin önüne çıkıp engel
olduğunu açıklayarak, hem irâdemize sahip çıkmamızı hem de başka şeylerin
mahkûmu, kölesi olmamamızı öğretmektedir.
3.
"Allah, peygamber olarak bir beşeri mi
gönderdi? demeleri."
Âyetin bu kısmında yer alan ijJli ö\ en kâlû "demeleri" kelimesi, düşünceleri, fikirleri anlamına gelmektedir. Kâlû kelimesi, "bir fikri, düşünceyi ileri sürmek, o fikri tutmak, o düşünceyi savunmak, itirazı ileri sürmek" anlamına gelmektedir. Çünkü ağızdan çıkan söz, bir düşünceyi, iddiayı veya bir itirazı, bir şeyi savunmayı ifade etmektedir.
Müşrikler ya da kâfirler bu iddiaları, düşünceleri ile
öncelikle "Allah" fikrine inanmakta olduklarını gösteriyorlar. Hatta
bir peygamber gönderebileceğinin de farkındalar. Ancak peygamber olarak
gönderilenin beşer olmayacağını iddia ediyorlar. İşte bu iddiaları,
düşünceleri onların doğruluk bilgisini getiren peygambere iman etmelerine
engel oldu.
Onlar peygamber olarak bir meleğin gönderilmesini
bekliyorlardı. Bu anlayış eski toplumlardan gelen bir anlayış olmuştur. Semûd
kavmi de böyle söylemişti: "Kendi içimizden çıkan bir beşere mi uyacağız?
O takdirde biz mutlaka hataya ve ahmaklığa dûçâr oluruz, dediler" (Kamer
54/24).
İşte bu düşünceleri, yani "insanlar arasından bir
peygamber gönderilemez" şeklindeki iddiaları, onların iman etmesini
engelledi. Sebep bu iddia, netice de onların iman etmesinin engellenmesidir.
Beyindeki düşünce, iddia, gönüldeki imanın doğuşunu engelledi. Beyin gönüle
mâni oldu, önüne taş koydu, aşamayacağı bir engel koydu. Dikkat edilirse,
insanın iç âleminde bir şeylerin bir şeyin oluşmasında engel olduğu
görülecektir. Kendi kendine sapıklık buna denir. Dışarıdan onlara herhangi bir
fikir empoze edilmemektedir.
4. "Şunu
söyle: Eğer yeryüzünde yerleşmiş, gezip dolaşanlar melekler olsaydı, elbette
onlara, peygamber olarak bir melek gönderirdik."
Yüce Allah, yukarıdaki âyetin onların bu iddialarına
cevap olarak verilmesini istemekte, böylece peygamberlik müessesesinin temel
kuralını koymaktadır. İnsana insan cinsinden, meleklere melek cinsinden
peygamber gönderilir. İnsana farklı yapıdaki bir varlık peygamber olarak
gönderilmez. Çünkü peygamber, gönderildiği varlıkların hayatını yaşamalı ki
onların problemlerini, sorunlarını anlasın, onları çözümlesin ve onlara örnek
olsun. İnsan hayatı yaşamayan bir varlık bu bakımdan onlara peygamberlik
yapamaz. Yemeyen, içmeyen, günah işleme imkanı olmayan melek, tam tersi olan
insana nasıl peygamberlik yapacaktır?
Onun için Yüce Allah "yeryüzünde yerleşen ve
dolaşan varlıklar melek olsaydı, o zaman meleklere peygamber gönderilirdi"
buyurdu. Demek ki burada temel unsur, peygamber gönderilecek olan varlıkların
yapısı ve hayatıdır. 95. âyette yer alan
yemşûne "dolaşan" kelimesi, "hayatı, davranışı"
ifade etmektedir.
5. "De
ki: Benimle sizin aranızda gerçek şahit olarak Allah yeterlidir. Zira O, kullarını
bilip görmektedir."
Bunu şöyle açıklayabiliriz: insanlar bir cismi, bir
varlığı görüp idrak edemiyorsa, o cismin veya varlığın Allah tarafından idrak
edilmesi onun varolmasına delil olarak yeterlidir. Mesela: Hâlâ bize ışığı
gelmediği için varlığını hissederoediğimiz yıldızlar vardır; göremediğimiz,
melek gibi nice varlıklar vardır. Onların varlığına Allah'ın şahit olması,
O'nun onları idrak etmesi, varlıkları için yeterlidir.
Hz. Peygamber"in peygamberliğini idrak edip
inanmıyorlarsa da, onun peygamberliğine Allah'ın şahadeti yeterlidir. Çünkü
O'nun şehâdeti. bilgi ve görmeye dayanmaktadır. Kulundan tam anlamıyla haberdar
olan. yani onu bilen ve onu her şeyi ile gören Allah'ın, peygamberliğine
şehâdet etmesi yeterlidir. Onlarla Hz. Peygamber arasında başka bir varlığın
tanıklık etmesi mümkün değildir.
Görüldüğü gibi Yüce Allah, Hz. Peygamber'e
inanmayanların neden inanmadıklarını, iddialarını ele alıp cevaplandırmakta,
yanlış düşündüklerini onlara açıklamakta ve açıklamasını temel esaslar üzerine
nasıl dayandırdığını bize öğretmektedir.[78]
P7. A//a/ı kimi doğru yola iletirse, işte doğru yolu
bulan odur; kimleri de şaşırtırsa, artık onlara Allah 'tan başka dost
bulamazsın. Kıyamet gününde onları kör, dilsiz ve sağır bir halde yüzükoyun
haşr ederiz. Onların varacağı ve kalacağı yer cehennemdir ki, ateşi sönmeye
yüz tutunca onun alevini artırırız.
98. İşte
onların bu cezası, âyetlerimizi inkâr etmiş olmalarından ve: Biz kemik ve
ufalanmış toprak olduğumuz zaman da mı, yeniden yaratılarak dirileceğiz?
de-melerindendir.
99. Düşünmezler mi ki, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah, kendilerinin benzerini de yaratmaya kadirdir. Allah onlara şüphe götürmeyen bir süre belirledi. Öyleyken, haksızlık yapanlar inkarcılıktan vazgeçmezler.
Bu âyetlerin analizinden şunu anlıyoruz: Yüce Allah önce neticeyi veriyor, sonra onun sebebini açıklıyor. Böylece sonuçtan sebebe giden bir metodu bize öğretmektedir. Bunun sebebi bize göre, insanlara şok bir etki uyandırıp, öğrenimi hızlandırmaktır. Bu açıklamadan sonra âyetlerin açıklamasına girebiliriz.
1.
"Allah kimi doğru yola iletirse, işte doğru yolu bulan odur; kimleri de
şaşırtırsa, artık onlara Allah'tan başka bir dost bulamazsın."
"Hidâyet, sapıklık, dostluk" kavramları ile
örülü olan âyetin bu kısmı İslam dininin, yani Kur'ân'in temel ilkelerinden
birini teşkil etmektedir.
Hidâyet, yani doğru yolu bulmak ile ilâhî irâdenin,
takdirin ilişkisi ile insanın irâdesinin ilişkisi gündeme getirilmekte ve
bunların yeri belirlenmektedir. Şimdi bu noktada şu soruyu sorabiliriz: Yüce
Allah bazı kullarını doğru yola iletiyor, bazılarını da saptırıyorsa haksızlık
yapmış olmuyor mu? Sorunun cevabını şu şekilde verebiliriz: Yüce Allah önce
vahyini gönderiyor, insanların doğru ile ilişkilerini öğretim vasıtasıyla
kurmak için peygamberlerini görevlendiriyor. Ardından, insanların kendi
irâdeleri ile doğru yolu öğreten kitabı, vahyi ile ilişki kurma özgürlüğünü
onlara tanıyor. Daha önce yaratırken onlara vermiş olduğu akıl ile gönderip öğrettiği
vahyinin ilkelerini bir araya getirmelerini istiyor. Akıl ile vahyi bir araya
getirmelerinde onlara dayatmıyor, baskı yapmıyor; aksine özgürlük tanıyor.
İşte aklını kullanıp vahyi anlayan, bu konudaki
özgürlüğünü doğru kullananı hidâyete, doğru yola iletiyor. Demek ki, önce
insanın irâdesi, eylemi beyninde ve gönlünde gerçekleşiyor, sonra Allah'ın
irâde ve takdiri gündeme gelip insanı doğru yola, hidâyete ulaştırıyor.
Sapıttırma konusu da aynı şekilde işlemektedir. İnsan
aklını kullanıp vahyin ilkelerini anlamıyor, onun gerçeklerini yerine
getirmiyor ise, yani insan kendi irâdesini doğru yolda kullanmıyor ise Allah
onun istediği ne ise onu, onun için gerçekleştiriyor. Kul sapıklığı istiyorsa,
niyeti ve eylemleri o doğrultuda ise Allah onu sapıttırıyor. Yani sebepsiz yere
onu sapıttırmıyor.
Bu konuyu Kur'ân'in diğer âyetleriyle şu şekilde
destekleyebiliriz:
a)
"Size Rabb'iniz tarafından basiretler (idrak kabiliyeti) verilmiştir.
Artık kim hakkı görürse faydası kendine; kim de kör olursa zararı kendinedir.
Ben üzerinize bekçi değilim" (En'âm 6/104). Yüce Allah insanı doğruyu bulacak
kabiliyet ve yeteneklerle donatmıştır. Onları kullanıp kullanmamakta insan
özgürdür. Ona kimse bekçilik yapamaz, bekçilikle o iyi o-lamaz, ahlâkî
davranışta bulunamaz.
b) "De
ki: Hak Rabb'inizdendir. Öyle ise
dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin" (Kehf 18/29). Yüce Allah hakkın,
gerçeğin, doğrunun ne olduğunu öğretiyor ve ardından insanı iman ve inkâr etme
konusunda özgür bırakıyor. Buradaki dilemesine, seçeneğine göre onu doğru yola
iletiyor veya sapıttırıyor.
c) "Şüphesiz
bu bir öğüttür. Artık dileyen Rab'b'ine bir yol tutar" (İnşân 76/29).
Yüce Allah önce öğüt veriyor, iyiyi, güzeli, doğruyu,
yanlışı, çirkini, bâtılı ve hakkı öğretiyor. Ardından insana istersen Allah'a
giden yolu tutabilirsin, buyuruyor. İşte Yüce Allah, Kendisine bir yol tutan
insanı hidâyete, doğruya erdiriyor.
d) "Ey iman edenler! Tedbirinizi alın" (Nisa 4/71). Çeşitli durumlara uygun tedbir ve önlemleri alma, muhakeme yeteneğini insana vermiştir.
e) İlâhî
nizamda insanın rolü, kör, sağır, dilsiz çobanın sürdüğü hayvanlar gibi
değildir (Bakara 2/171).
f) "O,
herkes için, sizden doğru yola girmek isteyenler için bir öğüttür" (Tekvîr
81/27-28). Allah'ın hidâyeti istifade edecek olana açıktır. Açık olan bu
kapıdan içeri gireni elbette Allah doğru yola iletecektir.
g) Yorumunu
yapmakta olduğumuz İsrâ 97'de geçen hidâyete erdirme ile sapıttırma bir
değişim meselesidir. Yüce Allah'ın değiştirmesi, kulun değişiminden sonra
gerçekleşmektedir. "Allah insana bahşettiği değerli nimetleri, onlar
kendilerini değiştirmedikçe değiştirmez" (Enfâl 8/53; Ra'd 13/11).
Demek ki, Yüce Allah'ın hidâyeti veya dalâleti,
insanın beyninde, gönlünde ve nefsinde meydana gelen oluşumlara göre
gerçekleştirmektedir.
"Yüce Allah'ın saptırdığı kimse için Allah'tan
başka dost bulamazsın" demek, "onu doğru yola getirecek kimse
yoktur" anlamını ifade etmektedir. Ayrıca, onlara hâlâ Allah'ın
dostluğunun açık olduğuna da işaret edilmektedir. Allah'tan başka dost
bulamamak demek, Allah onların dostu olabilir demektir. Demek ki, hâlâ Allah
onlara bir açık kapı bırakmakta ve onların değişimini beklemektedir.
2.
"Kıyamet gününde onları kör, dilsiz ve sağır bir halde yüzükoyun haşr
ederiz."
Âyetin bu kısmı ile birinci bölümü arasındaki bağlantıyı kurabiliriz: Göz, dil ve kulak, aslında beyni ifade etmektedir. Parçayı anarak bütünü kastetme kuralınca Yüce Allah kafanın duyu organlarını anarak, aslında beyni hedef almaktadır. İşte beynini kullanan hidâyete; kullanmayan da dalâlete götürülmektedir.
Bu insanların, neden bu şekilde yüz üstü haşr
edileceklerinin sebebini Yüce Allah bir sonraki âyette açıklamaktadır.
Demek ki beynini, aklını kullanmayan insanlar hem bu dünyada yüz üstü sürünecek hem de öteki âlemde yüz üstü haşr olacaktır. "Şimdi yüz üstü kapanarak yürüyen mi (varılacak) yere daha iyi erişir, yoksa doğru yolda düzgün yürüyen mi?" (Mülk 67/22).
Aklını kullanmayanlar dünyada insanlar arasında
sürüngenler gibi yüzüstü sürünürler; beyinlerini kullananlar da dimdik ayakta
yürürler. Dünya medeniyetlerinde sürünerek hareket eden mi, dimdik ayakta koşan
mı zirveye ulaşacaktır?
Aynı durum mahşerde de gerçekleşecektir. Bu dünyada
duyu organlarını kullanıp aklını çalıştırmayanlar, iman edip Allah'a bir yol
bulamayanlar, yüz üstü sürünerek mahşere geleceklerdir.
Yüce Allah mahşerdeki bu durumu açıklamakla, artık
insanın aklını kullanarak ayağa kalkmasını, ayakta yürüyerek, koşarak
medeniyetin zirvesine doğru yol almasını istemektedir. Maddî anlamda iki ayak
üstünde yürümenin insan olmak ve ayakta yürümek için yeterli olmadığına,
önemli olanın, aklın ayakları üstünde yürümek olduğuna dikkat çekilmektedir.
Duyu organlarını, kabiliyet ve yeteneklerini aklının hizmetine sunup doğru
yolu bulanların, ma'nen de ayakları üzerinde yürüdüklerine işaret
edilmektedir.
Akıl imana çağıracak, Allah'a bir yol bulacak ve
nihayet insanı ayağa kaldıracaktır.
3.
"Onların varacağı ve kalacağı yer cehennemdir ki, ateşi sönmeye yüz
tutunca onun alevini artırırız."
Duyu organlarını, yani aklını kullanıp iman etmeyenlerin yeri alevli cehennemdir. Demek ki duyu organlarını, yani aklını, beynini kullanmamak insanın âhiretini cehenneme çevirmektedir. Aklını kullanıp iman etmeyen insan cehennemi kendi beyninde alevlendirip bir meşale gibi âhirete taşımaktadır:
"Ve şayet kulak vermiş veya aklımızı kullanmış
olsaydık, şu alevli cehennemin mahkûmları arasında olmazdık, diye ilave
ederler" (Mülk 67/10).
İşte İsrâ 97. âyetin açıkladığı bu durum bir
neticedir. Bunun sebebi ise 98. âyette gündeme getirilmektedir. Önce sonuç,
sonra sebep anlatılmaktadır.
4."İşte
onların bu cezası, âyetlerimizi inkâr etmiş olmalarından ve: Biz kemik ve
ufalanmış toprak olduğumuz zaman da mı yeniden yaratılarak dirileceğiz?
demelerindendir."
Görüldüğü gibi kör, sağır ve dilsiz olarak haşr edilip
alevli cehenneme girmelerini Yüce Allah iki sebebe bağlamaktadır.
a) Allah'ın
âyetlerini inkâr etmek
Buradaki "Allah'ın âyetleri" ifadesinden
"Allah'ın ilkelerini" anlamak gerekiyor. Allah'ın âyetlerini inkâr
etmek demek, peygamberini, vahyini, yani kitabını, Kur'ân'ı inkâr etmek
demektir.
b) Öldükten sonra yaratılmayı inkâr etmek
Öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmek, kendi ilk
yaratılışını unutmaktır. Bu inkârı ve bu söylemi daha önce İsrâ 49-51.
âyetlerde açıkladık. Onun için burada derin açıklamayı, tekrar alacağından
uygun bulmuyoruz.
İşte 98. âyette yer alan ^l bi ennehüm ifadesinin
başındaki bâ harfi sebep bildirmektedir. Mülk 10'da akletmemek ve dinlememek;
İsrâ 98'de Allah'ın ilkelerini ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmek, insanın
mahşerde yüz üstü sürüngenler gibi sürünerek gelmesine neden olacaktır.
5. "Düşünmezler
mi ki. gökleri ve yeri yaratmış olan Allah, kendilerinin benzerini de
yaratmaya kadirdir."
Yüce Allah âyetlerini, ilkelerini ve öldükten sonra
yeniden dirilmeyi inkâr edenlere bir ders vermektedir. Yaratma olgusu ile
ilâhî gücün arasındaki ilişkiyi kurarak bu dersi verip düşündürmeye sevk
etmektedir.
Yüce Allah "düşünmediler mi?",
"görmüyorlar mı?" buyurmakla onlardaki noksanlığın nerede olduğuna
işaret etmektedir. Gözlem yapıp düşünemediklerini, tabiat kitabını iyi
okuyamadıklarını ve üzerinde düşünemediklerini vurgulamaktadır.
Yüce Allah onları göklerin ve yerin yaratılışı
üzerinde gözlem ve düşünceye teşvik etmektedir. Göklerin ve yerin yaratılışı
üzerinde düşünmek insanı Allah'ın kudretine, yani gücüne götürecektir.
Bu sonsuz gücü anlayınca, öldükten sonra yeniden
yaratılma meselesini kolaylıkla da çözecek ve iman etmiş olacaklardır.
İnsan, kâinat kitabını yaratılış olgusu açısından
okuyunca, ilâhî gücü anlayacak, öldükten sonra dirilmeye kolaylıkla iman
edecektir. Dünyanın yaratılışı, öldükten sonra yaratılmaya delil teşkil
etmektedir. Yaratılıştan yaratılışa sıçrayan, uzanan bir düşüncenin
gerçekleşmesi istenmekte ve onun için düşünme üzerindeki soru sorulmaktadır.
6.
"Allah, onlara şüphe götürmeyen bir süre belirledi." '
İsterse Yüce Allah âyetlerini inkâr edip öldükten
sonra dirilmeyi yalanlayan bu insanları yok edebilirdi. "Yerinize sizden
başka bir kavim getirir" (Tevbe 9/39); "Eğer Allah dilerse, sizi
giderir, yepyeni bir halk getirir" (İbrahim 14/19).
Bunu yapabilmesine rağmen, Yüce Allah onlara, şüphe getirmeyen bir ecel, bir süre tayin ettiğinden bunu yapmadığına işaret etmektedir.
7. "Öyleyken
haksızlık yapanlar inkarcılıktan vazgeçmezler."
"Zulüm" kelimesini haksızlık manasına aldık,
ama aslen "şirk koşmak" anlamı daha doğru düşmektedir. Başka bir
ifadeyle âyette geçen zulüm, aklını kullanmayıp, Allah'ın ilkelerine, öldükten
sonra dirilmeye inanmayan, kâinatın yaratılışı üzerinde düşünüp ilâhî gücün
sonsuzluğunu anlamayan insanlar kendilerine zulmediyorlar, çünkü mahşerde
yüzüstü, sürüngenler gibi sürünüp geleceklerdir. Kendilerini bu duruma
düşürmeleri, kendilerine zulüm, yani haksızlık yapmaarı demektir. İşte kendine
böylesine haksızlık edenler, inkâr konusunda da ısrar göstermekte, tevhid
inancına doğru olacak değişimi yapmamaktadırlar.
Netice olarak diyebiliriz ki, bütün iş insanın
beyninde başlıyor, gönülden geçiyor ve ilâhî hidâyete kadar uzanıyor. Akıldan
düşünceye, oradan imana varan değişime ve Allah'ın hidâyetine varan çizgi işte
burada anlatılıp öğretilmektedir. Kâinat kitabını okumak, onun üzerinde akıl
yorup düşünmek, insanı Allah'a giden yola götürecektir.
Din eğitiminin görevi, insanlara bir takım kalıpları
öğretmeden önce, doğru düşünme yollarını göstermektir. Allah'a kendi aklı,
düşünce ve gönlündeki oluşumlarla gitmesini öğretmektir. Kendi kendine ayakta
durup, sürüngenler gibi sürünmekten kurtulmasını temin etmektir. İnsanın beyni
ve gönlü ile ayakta duracağı ilkesini onların beyinlerine kazımaktır.[79]
100. De ki: Rabb 'imin rahmet hazinelerine siz sahip
olsaydınız tükenir korkusuyla gene de cimrilik ederdiniz. Aslında insan pek
cimridir.
Yüce Allah insan psikolojisi ile davranışları arasındaki bağlar arasında başka bir analiz yapmaktadır. İnsan neden cimrilik yapmaktadır, neden ihtiyaç sahiplerinin elinden tutmamaktadır, neden yardım etme konusunda fedâkârlıkta bulunmamaktadır? Bütün bu soruları Yüce Allah, bu âyetindeki açıklamalarla cevaplandırmaktadır.
1. "De
ki: Rabb'imin rahmet hazinelerine siz sahip olsaydınız, tükenir korkusuyla gene
de cimrilik ederdiniz."
Yüce Allah burada şu gerçeği vurgulamaktadır: İnsan
çok mala, paraya sahiptir, öyleyse bol bol yardımda bulunacaktır diye bir fikir
yoktur. Zenginlikle cömertlik paralel yürümemektedir. Çok zengin olan çok
cömert davranır diye bir şey yoktur.
Diğer taraftan "tükenme korkusu" cimriliği
körüklemekte, cömertliği de engellemektedir. İstikbal endişesi, fakirleşme
korkusu, tükenme korkusu aslında insan rızkının Allah tarafından düzenlendiği
konusundaki imanın zayıf olmasından kaynaklanmaktadır. "Allah size
verdiği rızkı kesiverse size rızık verebilecek olan kimdir?" (Mülk 67/2
\)
"De ki: Rabb'im, kullarından dilediğine bol rızık
verir ve dilediğinden kısar. Siz karşılıksız ne harcarsanız, Allah onun yerine
başkasını verir. O rızık verenlerin en hayırlısıdır" (Sebe' 34/39).
Demek ki, insan rızkı verenin Allah olduğunu, hayır
için yapılan harcamanın yerini Yüce Allah'ın dolduracağını bilip inansa, cömert
davranıp cimriliğini önlemiş olacaktır.
Bu bilgi ve iman, "tükenir" korkusunu
ortadan kaldıracaktır. Onun içindir ki Yüce Allah bu âyeti göndermiştir.
2.
"Aslında insan pek cimridir." Âyette geçen "insan"
kelimesi geneli ifade ettiği için cimriliğin doğuştan gelen bir boyutu olduğuna
dikkat çekmektedir.
Daha çocuk yaşta çocuğun oyuncaklarını başkasına
vermemesi, kıskanç davranması hep cimrilikle alakalı davranışlardır. Cimriliğin
hastalık derecesine gelmemek şartı ile, faydalı olduğu yönleri de vardır. Onun
içindir ki Nisa 128 ve Haşr 9'da geçen eş-şuhh kelimesi, hem kıskançlık hem de
cimrilik anlamına gelmektedir.
Çünkü kıskançlık duygusu ile cimrilik duygusu arasında
içten bir bağlantı vardır.
jyi katur kelimesi, "ailesinin nafakasını dar
görmek, dar geçindirmek, etin kokusu yayılmak, bir şeyi diğerine yanaştırmak,
zırhı çivileyip uçlarıyla perçinlemek, vahşi hayvana yanaşmama hissini verdirmek
için tütsü vermek, bir şeye daima bağlı kalmak" anlamına gelen ji katera
fiilinden türemiştir.
Cimrilik, kokutan leş gibi toplumu kokuttuğu için bu
ismi almıştır. "Elini çok sıkı tutmak" manasına geldiği için çivi ile
perçinlemek şeklinde anlam kazanmıştır. Vahşi hayvanın yanaşmaması için
verilen tütsü gibi, insanlar kendisinden yardım isterler diye yanaştırmamaktadır.
Mala bağlı kalmak, ondan vazgeçememek hareketi olduğundan bu durum da katur
kelimesi ile ifade edilmektedir.
Kısaca insan tabiatı gereği cimridir ama, sonradan
öğreneceği cömertlik eğitilecektir.
İnsanın, tabiatı gereği cimriliğe temayüllü olması,
onun malından fedâkârlık yapıp ihtiyaç sahiplerine harcama yapmasını
engellemekte ve içinde "tükenir, fakirleşirim" korkusunu
doğurmaktadır. İşte bu korku ve endişe, Allah'ın hazineleri kadar zengin olmasa
bile onun cömert olmasını engellemektedir.
Fedâkârlığı ve cömertliği cimriliği başına bela
ederek, onu onların kontrolüne vererek cimriliğini disipline etmek gerekiyor.
Buradaki metod, zıt duyulan birbiri ile çarpıştırarak orta olanı bulmak metodu
olmalıdır. Cimrilikle harcamayı vuruşturarak cömertliği doğurtmak gerekiyor.
Cimrilikle israf karşı karşıya gelince, cömertlik doğar. Yüce Allah bunu Furkân
67'de kavâm kelimesi ile ifade etmiştir ki kavâm "ne israf ne de cimrilik:
ikisinin arasında yapılan fedâkârlık, harcama" olmaktadır.[80]
101. Andolsun,
Musa'ya apaçık dokuz mu'cize verdik. İsrâiloğullarına sor, kendilerine Mûsâ
geldiği zaman, Firavun: Ey Mûsâ! Ben, seni büyülenmiş sanıyorum, dedi.
102. Mûsâ da:
Andolsun, göklerin ve yerin Rabb'inin göz açıcı belgeleri olarak bunları
indirdiğini biliyor-sundur. Doğrusu, Ey Firavun! Senin yok olacağını sanıyorum,
dedi.
103. Firavun onları ülkeden çıkarmak istedi. Biz de
onu ve beraberindekilerin hepsini suda boğduk.
104. Bundan
sonra İsrâiloğullarına: Bu yerde siz oturun. Ahiret vaadi gerçekleşince,
hepinizi karmakarışık bir topluluk olarak getiririz, dedik.
Bu âyetlerden çıkaracağımız neticeler olacaktır:
1. "Andolsun,
Musa'ya apaçık dokuz mu'cize verdik."
Âlimler, âyette geçen, "dokuz âyef'ten neyin
kastedildiği konusunda ihtilaf etmişlerdir. Kimi "âyetler" den
kasıt, gerçekten Hz. Mûsâ'ya verilen "on emir" olduğunu söylerken;
buradaki âyetlerden "mu'cize" anlamını çıkaranlar da olmuştur. Önce
bu ihtilafı ortadan kaldırmak gerekiyor. Peki bu tartışmayı nasıl halledeceğiz?
a)
Öncelikle
İsrâ sûresinin 90-94.
âyetlerine baktığımızda
mu'cizelerden bahsedildiğini görüyoruz. Ayrıca İsrâ 59'da, Yüce Allah Hz.
Peygamber'e neden mu'cize vermediğini açıklamaktadır. 59'da Semûd kavmine verilen mu'cize gündeme
taşınırken, yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 101'de de Hz. Musa'ya verilen
mu'cizelere işaret edilmektedir.
Demek ki İsrâ sûresinin içeriği bakımından 101'deki
âyetlere, "mu'cizeler" manasını vermek doğru olacaktır.
b) Yorumunu
yapmakta olduğumuz âyetin devamında yer alan Fi-ravun'un sözlerinden buradaki
âyetlerin, "mu'cize" olduğunu anlıyoruz:
"Ben seni büyülenmiş sanıyorum, dedi." Bazı âlimlerin dediği gibi "on emir" anlamına gelseydi, Firavun ona büyülenmiş demezdi. Mu'cize gösterdiği için ona büyülenmiş dedi. Şu'arâ sûresinin şu âyetleri buna delil olmaktadır:
"Bunun üzerine Mûsâ asasını alıverdi; bir de ne görsünler, asa apaçık koca bir yılan oluverdi. Elini de çıkardı, o da seyredenlere bembeyaz görünen bir şey oluverdi. Firavun, çevresindeki ileri gelenlere: Bu dedi, doğrusu çok bilgili bir sihirbazdır!" (Şu'arâ 26/32-34).
Demek ki sihirbaz yakıştırması, mu'cizelerden dolayı
olmuştur. İşte bu iki delilden sonra. 101. âyette geçen "dokuz
âyetin" ne olduğu tartışmasına katılmak doğru değildir. Madem ki buradaki
"dokuz âyef'e "mu'cize" manasım verdik, öyleyse bu mu'cizeleri
âyetlerle ispat etmemiz gerekiyor:
a) Yılan
olanı asa
"Şu sağ elindeki nedir, ey Mûsâ? O. benim asamdır, dedi. Ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkelerim, benim ona başkaca ihtiyaçlarım vardır: Allah: 'Onu yere at ey Mûsâ!' dedi. Onu hemen yere attı. Bir de ne görsün, hızla sürünen bir yılan değil mi! Allah buyurdu: 'Al onu! Korkma!' Biz onu şimdi ilk haline sokacağız." (Tâhâ 20/17-21).
b) Parlayan
el
elini koltuğunun altına sok ki, bir başka mu'cize
olmak üzere o, kusursuz ve lekesiz beyazlıkla çıksın. Ta ki, sana, en büyük
âyetlerimizden bazılarını gösterelim" (Tâhâ 20/22-23).
c) Denizin
yarılması
"İki topluluk birbirini görünce, Musa'nın adamları: 'işte yakalandık' dediler. Mûsâ: 'Asla!' dedi. Şüphesiz Rabb'im benimle beraberdir. Bana yol gösterecektir. Bunun üzerine benimle beraberdir. Bana yol gösterecektir. Bunun üzerine Musa'ya: 'Asan ile denize vur!' diye vahyettik. Deniz derhal yarıldı, her bölük koca bir dağ gibi oldu. Ötekilerini de oraya yaklaştırdık. Mûsâ ve beraberinde bulunanların hepsini kurtardık. Sonra ötekilerini suda boğduk" (Şu'arâ 26/61-66).
d) A'râf
132-133'te sayılan birkaç mu'cize de buna ilâve edilmelidir.
"Ve dediler ki: Bizi sihirlemek için ne mu'cize
getirirsen getir, biz sana inanacak değiliz. Biz de ayrı ayrı mu'cizeler olarak
onların üzerine, tufan, çekirge, haşere, kurbağalar ve kan gönderdik. Yine de
büyüklük tasladılar ve günahkar bir kavim oldular." Bu âyette de beş
mu'cize yer almaktadır.
e) Taştan su
akıtmak
"Mûsâ kavmi için su istemişti de biz ona: Değneğinle taşa vur! demiştik. Derhal on iki kaynak fışkırdı" (Bakara 2/60).
İşte bu mu'cize ile Hz. Musa'nın mu'cizeleri dokuza
tamamlanmaktadır. Bazıları son mu'cizeyi, mu'cizeler arasında saymamakta, kıtlık
ve ürünlerin noksanlaşmasını mu'cize olarak görmektedirler. Hatta bazıları
denizin yarılmasını mu'cize kabul etmeyip, dilindeki kekemeliğin çözülmesini
mu'cize olarak almaktadır. Bize göre bu dokuz mu'cize bu şekilde
sıralanmalıdır.
Bundan şunu çıkartıyoruz: Hz. Mûsâ döneminde Mısır'ın
en önde gelen işlerinden biri sihir yapmak idi. Onun için ülkenin her yerinde
sihirde zirveye ulaşan insanlar bulunuyordu.
Hz. Musa'nın mu'cizeleri, bu sihirbazların yaptığı
sihirlerin üstüne çıkmıştı.
Diğer taraftan mu'cize, eski toplumları eğitme
yollarından, metotlarından biri idi. İnsanları yanlış inanç ve
davranışlarından caydırıp doğru inanç ve davranışlara yönlendirmek için
gerekli olan köklü değişimi gerçekleştirmek mu'cizesiz olmuyordu. Hatta İsrâ
59'da belirtildiği gibi, mu'cizeleri de inkâr ediyorlardı ve böylece onların
eğitimsel etkinliği düşük kalıyordu.
Mu'cizelere Allah katından bakınca onların bizim için
deneysel bir özelliğe sahip olduğunu, ama bizim açımızdan bakınca tabiat üstü
oluşumlar olduğunu söyleyebiliriz. İşte Yüce Allah, Hz. Peygamber'e Kur'ân'ın
dışında neden mu'cize vermediğini hem İsrâ 59 hem de 101-102. âyetlerinde
açıklamış oldu.
2.
"İsrâiloğullarına sor, kendilerine Mûsâ geldiği zaman, Firavun: Esy Mû-sâ!
'Ben seni büyülenmiş sanıyorum' dedi."
Yüce Allah, Hz. Musa'nın, Firavun'a gidince ne
dediğini İsrâiloğullarına sormasını emrediyor. Firavun'un Hz. Musa'ya ne dediğini
zaten bu âyetin sonunda vermektedir. Hz. Mûsâ, Firavun'a çok şey söylemişti:
Kur'ân bunları uzun bir şekilde anlatmaktadır. Mesela A'râf 103-137; Tâhâ
49-79: Şu'arâ 19-35. âyetlerinde detaylı bir şekilde açıklanmaktadır.
Fakat Hz. Musa'nın Firavun'a söylediklerinin öne çıkan
en önemli söylevlerinden biri şudur :
"İsrâiloğullarını bizimle beraber gönder" (Şu'arâ
26/17). Bu sözün dışında ne söylediğini İsrâ 102'de buluyoruz.
Demek ki, Hz. Peygamber zamanında yaşayan
İsrâiloğullarına, nesilden nesile Hz. Musa'nın olgusu anlatılmış ve Tevrat'ta
yer almıştı. Bize göre, Yüce Allah "sor" dedikten sonra, alacağı
cevabı da âyetin sonunda söylemektedir. "Ben seni büyülenmiş sanıyorum"
şeklindeki Firavun'un sözünü onlardan alacağına işaret etmektedir.
Firavun'un ifadesinde "zan" kelimesi yer
almaktadır. Firavun zannediyor, kesin olarak bilemiyor, demektir.
3. "Mûsâ
da: Andolsun, göklerin ve yerin Rabb'inin'göz açıcı belgeleri olarak bunları
indirdiğini biliyorsundur."
Hz. Mûsâ, Yüce Allah'ın göklerin ve yerin yaratıcısı ve sahibi olduğunu, "Rabb" sıfatı ile ifade etmektedir. Firavun "zannediyorum" derken, Hz. Mûsâ ona "biliyorsun" demektedir. Şu'arâ 24 ve 28'de Hz. Mûsâ, "işin gerçeğini düşünüp anlayan" manasına gelen '^iy> mûkınîn; "aklın kullanılması" anlamına gelen üjiii ta'kılûn kelimelerine yer vermektedir. Akıl, anlamak ve bilmek kelimeleri ile Hz. Mûsâ onları uyarmaya çalışmaktadır.
Hz. Mûsâ, bu mu'cizeleri kimin indirdiğini ve ne
amaçla indirdiğini açıklamaktadır. ^iLai besâir "göz açıcı, uyarıcı,
aydınlatıcı" manasına alınabilir. Böylece besâir, mu'cizelerin amacını
belirleyen bir kavram olmaktadır. Mu'cizeler, insana şok etkisi yapan uyarcı,
aydınlatıcı, göz alıcı ilâhî deneylerdir. Aslında onların bir kısmı,
peygamberlerin peygamberliğini ispat etmekte, inanmakta zorluk çekenlerin
gözünü açıp, beyin ve gönlünü harekete geçirmeyi amaçlamaktadır. Demek ki
mu'cizeler eğitim amaçlı, tabiatla ifade edilen, ancak tabiatın alışılmış
düzeninin üstünde olan bir oluşumlardır.
Diğer taraftan mu'cizeler, peygamberlere karşı gurur
yapıp onları kabullenmeyenleri âciz bırakarak gururlarını kırıcı bir niteliğe
de sahiptirler.
Hz. Mûsâ, Firavun'un her şeyi anladığını, ama içindeki
gururun onu bırakmadığını ona hissettirmektedir.
4.
"Doğrusu, Ey Firavun! Senin yok olacağını
sanıyorum, dedi."
Firavun, Hz. Musa'ya "sanıyorum" dedi. Hz.
Mûsâ da ona karşı "sanıyorum" kelimesini kullandı. Firavun, Hz.
Musa'nın "büyülenmiş" olduğunu zannederken; Hz. Mûsâ da onun
"helak" olacağını sanıyordu, jjiîi mesbûr, "helak olmak, denizin
med durumundan cezir durumuna geçmesi" anlamına gelen jâ sebera fiilinden
türemiştir. Bu kelimenin jğ sebira kalıbı, "yara açılıp irini akmak, jş
sebbera ise "bir işten alıkoymak, helak etmek" manasını ifade
etmektedir.
İşte âyette geçen \jyh mesbûra da "lanet edilmiş,
iyi şeylerden alıkonmuş, helak olmuş" demektir. Hz. Mûsâ bunu hem iyi
şeyleri kabullenmek, iyi şeylere yaklaşmaktan şeytan tarafından alıkonmuş manasına
hem de yok olmak anlamında kullanmaktadır. Artık iyi şeylere yanaşması
imkansız olan kişi helak olmaya yanaşıyor demektir.
5. "Firavun,
onları ülkeden çıkarmak istedi." Bu eylem İsra 64'te şeytanın eylemi
olarak karşımıza "çıkarıp sürgün etmek" anlamına gelmektedir.
Bakara 84-85 ile bu âyeti bir araya getirdiğimizde
öyle anlıyoruz ki Firavun döneminde Mısır'da, insanları ülkenin dışına çıkarıp
sürgün etmek bir uygulama idi. Anlayışa göre bu bir ceza idi. Bu gelenek, uygulama
veya ceza şekli, İsrâiloğullannın kültürüne girerek devam ettiği için Yüce
Allah Bakara 84'te İsrâiloğulları ile yaptığı antlaşmada bu uygulamayı
kaldıracaklarına dair bir madde koydu.
Ülkeden çıkanlrna gibi zorlama ile hemen hemen her
peygamber ve ümmeti, yani inanırları karşılaşmıştır. Hz. Peygamber'in de
Hicreti gerçekleştirmesinin nedenlerinden biri budur.
"Onlar, başka değil, sırf: Rabb'imiz Allah'tır,
dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir" (Hacc
22/40). İşte iyilerle, tevhid inancına inananlarla kötülerin, müşrik ve
kâfirlerin arasındaki mücâdelenin neticesinde kötüler güçlü olduğunda, iyileri
sürgüne göndermelerinin tarihî bir dinamik olduğu bu âyetten de
anlaşılmaktadır. Mekkeli müşriklerin, mü'minlere uygulamak istediği sürgün
eylemi, Hz. Mûsâ zamanında da uygulanmak istenmiştir. Fakat bazen kötülük
çıkaran, toplumu fesada verenlerin tehcir, yani sürgün cezasını
uyguladıklarına da tarihte şahit oluyoruz. Birisi iyiliğin uğruna, ötekisi de
kötülüğün uğruna yapılmaktadır. Birisi zulüm, diğeri de caydırıcı ceza
niteliğindedir.
Şeytan da İsrâ 64'te belirtildiği gibi, insanı ilâhî
ülkeden çıkarmak, sürgüne göndermek istemektedir.
6. "Biz
de onu ve beraberindekilerin hepsini boğduk."
İyiler kötülere karşı güçsüz ya da savunmasız kalınca,
Yüce Allah yardıma yetişmektedir. İsrâiloğullarına yardımı, düşmanları Firavun
ile beraberindekileri suda boğma şeklinde olmuştur. Böylece Hz. Mûsâ'nm
söylediği "senin yok olacağını sanıyorum" ifadesi gerçekleşmiş oldu.
Suda boğma olgusu, Firavun ve etrafındakilerin
yaptıkları kötülüklerin, zulmün bir neticesi olarak cezayı çağırmış ve
uygulamaya koydurtmuştur. Zulümleri sebep, boğulmaları da sonuç olmuştur. Yüce
Allah'ın müdahalesi, gerekeni yapmak olmuştur. Onların boğulması ise,
İsrâiloğullarının kurtuluşu olmuştur" (Bakara 2/50; Su'arâ 26/65).
7.
"Bundan sonra îsrâiloğullarına: Bu yerde siz oturun, dedik."
Firavun ve etrafındakiler boğulunca, iktidarları sona
erdi ve Yüce Allah İsrâiloğullarını o ülkede yerleştirip siyasi erki onların
eline verdi.
Âyetin bu kısmında yer alan üskunû el-arde ifadesinde
"yerleşip iktidar sahibi olmak, devlet kurmak" manası da vardır.
Diğer âyetlerle bunu açıklayabiliriz:
"Biz ise, o yerde güçsüz düşürülenlere lütufta
bulunmak, onları önderler yapmak ve onları vâris kılmak istiyorduk. Ve o ülkede
onları hâkim kılmak; Firavun, Hâmân ve ordularına, onlardan korktuklarını
göstermek istedik" (Kasas 28/5-6).
Yüce Allah, Mısır ülkesinde köklü bir değişimle mazlumları iktidara, zâlimleri de helake sürükledi.
8. "Âhiret
vaadi gerçekleşince, hepinizi karmakarışık bir topluluk olarak getiririz,
dedik."
Âyetin bu kısmında geçen iLiJ lefîfâ kelimesi
"değerli-değersiz; âsi-itaatkar; kuvvetli-zayıf; mü'min-kâfir;
zâlim-mazlûm" gibi karışık kimselerden oluşan büyük bir topluluk anlamına
gelmektedir. "Bacaklar birbirine dolandığı zaman" (Kıyamet 75/29)
âyetinde bu kelime fiil kalıbı ile yer almaktadır.
Yüce Allah İsrâ sûresinin bu dört âyetinde iyilerle
kötülerin mücâdelesini, kendisinin iyileri nasıl tuttuğunu anlatırken, tarihin
dinamiklerini dile getirerek öğretmektedir. Zulmün zâlime neler getirip neler
götürdüğünü, İslam'dan sonraki nesillere tarihî olgu olarak anlatırken onlara
ışık tutmakta ve onları zulümden, insanların özgürlüklerine engel olmaktan
caydırmaktadır.[81]
İ05. Biz Kur ân "ı hak olarak indirdik; o da
hakkı getirdi. Seni yalnız müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.
106. Biz onu
Kur "ân olarak, insanlara ağır ağır okuman için, bölüm bölüm ayırdık ve
peyderpey indirdik.
107. De ki:
Kur'ân'a ister inanın, ister inanmayın; şu bir gerçek ki, bundan önce
kendilerine ilim verilenlere okunduğunda, derhal yüz üstü secdeye kapanırlar.
108. Ve derler
ki: Rabb'imizi noksan sıfatlardan uzak tutarız. Rabb 'imizin vaadi mutlaka
yerine getirilir.
109. Ağlayarak
yüzüstü yere kapanırlar. Kur'ân onların saygısını artırır.
Âyetlerin içeriğine bakıldığında Kur'ân'in görevi, Hz.
Peygamber'in görevleri ve insanların ona karşı olan tutumlarının açıklanmakta
olduğu görülecektir. Bilgi sahibi olan insanların ona karşı takındıkları tavır
açıklanırken İsrâ sûresinin 41 ve 82. âyetlerinde Kur'ân'a yanlış bir şekilde
yaklaşıp ondan kaçanların tavrına da işaret edilmektedir. Şimdi bu âyetlerin
yorumuna geçebiliriz:
1. "Biz
Kur'ân'ı hak olarak indirdik."
Yüce Allah, müşriklere, kâfirlere ve Kur'ân'in
etrafında oluşan şüphelere karşı bir cevap niteliğinde bu âyeti indirmiştir.
Hakk kelimesinin başında yer alan bâ harfini dikkate
alırsak bu kelimeye şu manaları verebiliriz: "Hak üzere, hak olarak, hak
ile beraber, gerçeğe işaret olarak".
Âyette geçen hakk kelimesine "değişmeyen
gerçek" manası verilebilir. Çünkü o, çağların eskitemediği, bütün
zamanlar ve toplumlar için geçerli olan, objektif, tarafsız, değişmeyen gerçeği
beraberinde getirmiştir.
Demek ki Kur'ân, insanlığa gerçeği getirmiştir.
Kendisi gerçek olmayan bir kitap, gerçeği beraberinde getiremez.
2.
"O da hakkı getirdi."
Ayetin bu kısmında yer alan nezele Fiilinin öznesi
Kuf'ân'dir. Kur'ân canlı bir varlık gibi hareket edip hakikati taşıdı. Ona
hakikati Yüce Allah yükledi.
İnsanlık her zaman, hak olan, asla değişmeyecek
gerçeğe daima ihtiyaç duymuştur; tarafsız, insanların oluşturduğu kültürün
üstüne çıkan bir bilgi birikimine muhtaçtır. İşte Kur'ân bu ihtiyacı gidermek
için gönderilmiştir.
Görüldüğü gibi Kur'ân, değişmeyen, eskimeyen,
bozulmayan bir gerçeği insanlığa getirmiş ve Allah ona bu gerçeği yükleyip
programlamıştır.
Âyetin bu kısmını İsrâ 81'e götürebiliriz. Orada
"hak geldi" ifadesi yer almaktadır. Gelen hak nedir? diye bir soru
ile karşılaşırsak cevap olarak İsrâ 105'i verebiliriz. "Hak" Kur'ân'm
taşıdığı mesajdır, diyebiliriz. Demek ki Kur'ân hakkı taşıdığı için, kendisi
de hak olmaktadır.
Ayrıca bu âyeti İsrâ 9. âyete bağlayabiliriz:
"Şüphesiz ki bu Kur'ân en doğru yola iletir" ifadesini açarsak, en
doğru, değişmez ve eskimez gerçeği beraberinde getiren Kur'ân, elbette en doğru
yola iletecektir. Doğru, gerçek bilgi yüklü olan kitap, en doğru yola
götürecektir.
3.
"Seni yalnız müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik."
Âyetin bu kısmı Hz. Peygamber'in görevlerinden ikisini
gündeme getirmektedir. Ama burada dikkat edilmesi gereken husus, önce müjdeleme,
sonra da uyan gelmektedir. Kur'ân'ın taşıdığı eskimeyen gerçek, Hz.
Peygamber'in görevlerine müjde ve uyarı olarak yansımaktadır. Demek ki
"hakk" müjde ve uyan görevlerini görmekte ve içermektedir. Hakkı
taşıyan bir kitap müjde ve uyarmak niteliğine sahip olmalıdır. Hak olmayan bir
bilginin müjde ve uyarıya sahip olma niteliği yoktur ve olamaz. Çünkü beşerî
düşüncenin, felsefî sistemlerin âhiret hayatı, inancı olmadığından cennet ile
müjdeleyemez, cehennem ile de uyaramaz. Felsefe ile dinin temel farklarından
biri de budur.
Diğer taraftan, Kuran"in hakkı taşıdığını, hak
olduğunu söyledikten sonra Hz. Peygamber'in görevlerine geçilmesinin başka bir
nedeni de, Hz. Peygamber'in, müjdeleme ve uyarma görevini onunla yapması
gerektiğine işaret olmaktadır.
Bu gerçekten hareket edersek günümüzün din âlimi ve
görevlilerine şu mesajı iletebiliriz: Kur'ân'ın taşıdığı hak, eskimeyen ve
değişmeyen gerçek mesajını iyi anlayıp insanlara müjde ve uyarıda bulunmaları
gerekiyor. Bu eskimeyen ve değişmeyen gerçeği taşıyan Kur'ân'ı bilmedikçe,
anlamadıkça bu görevler yerine getirilemez.
Hem Kur'ân'ın gereğini hem de Hz. Peygamber'in
sünnetini, yani uygulamalarını yerine getirmek isteyen din âlimi ve görevlileri
bu âyetin mesajını iyi anlamalı, hakkın ne olduğunu anladıktan sonra müjdeleme
ve uyarıda bulunmalıdırlar.
4.
"Biz onu, Kur'ân o-larak insanlara ağır
ağır okuman için, bölüm bölüm ayırdık ve peyderpey indirdik."
Bu âyette geçen bazı kelimelerin açıklamasını yaparak,
âyetten bazı ilkeler çıkartacağız.
Âyette geçen û'} feraknâ kelimesini Ebû Amr
"açıklamak, beyan etmek manasına" almış ve Ebû Ubeyde'nin de
desteğini almıştır[82].
Burada ilgili kelime, "bölümlere ayırmak" anlamını ifade etmektedir.
Böylece bölümlere ayırmaktan amaç nedir? Âyetin devamı soruyu
cevaplandırmaktadır: "İnsanlara ağır ağır okuman için." Bu kısımda
geçen maks veya müks şeklinde okunan ve kök fiili mekese olan kelime
"yavaş yavaş, parça parça, ağır ağır, tek tek" anlamına gelmektedir.
Aslında bu âyette geçen ve okumak anlamına gelen litakra'ahû, "Kur'ân'ı
okuman için" ifadesini "öğretmen için" anlamına almalıyız. Bir
kitabı birine okumak demek onu ona öğretmek demektir. O zaman müks kelimesi
öğretim metodunu belirlemektedir. Yavaş yavaş, tedricî olarak Kur'ân'ı
öğretmenin önemi vurgulanmaktadır.
İnsanlara, yavaş yavaş Kur'ân'ı okumak, onu onlara
yavaş yavaş öğretmek demektir. Çünkü Kur'ân'ı Yüce Allah'ın, yirmi küsur senede
göndermesinin anlamı, onu insanlara yavaş yavaş öğretmesidir. Yavaş yavaş,
tedricî olarak öğretmek, aynı zamanda yavaş yavaş hayata geçirmek anlamına
gelmektedir. Kur'ân bir anda öğrenilemeyeceği gibi, bir anda da hayata
geçirilemez. Böylece Yüce Allah Kur'ân öğretiminde metodun nasıl olacağına ışık
tutmaktadır.
Yüce Allah, "Kur'ân'ı peyderpey" indirmesi
ile bu metodu Hz. Peygamber'e ve bizlere öğretmekte ve bizzat tatbikatını
yapmaktadır.
"De ki: Kur'ân'a ister inanın, ister inanmayın;
şu bir gerçek ki, bundan önce kendilerine ilim verilenlere okunduğunda, derhal
yüz üstü secdeye kapanırlar."
a) Âyetin bu
kısmında yer alan "ister inanın, ister inanmayın" ifadesinden
anlıyoruz ki, Yüce Allah hakikat yüklü kitabı olan Kur'ân'ı gönderip
öğretmiştir, artık bunun karşısında insanın iki seçeneği vardır: Ya inanır veya
inanmaz. Bu seçenekte kendi irâdesini kullanacaktır. î-nanmak veya inanmamak
onun eseri olacaktır.
b)
"İnanan veya inanmayanlar şu gerçeği bileceklerdir" derken bilimsel
yaklaşımdaki tarafsızlık, objektiflik gündeme getirilmektedir.
c) İnsanları
imana davet edip onları bundan sorumlu tutmadan önce, her şeyi onlara
açıklamak için öğretim faaliyetinde bulunmak gerekiyor.
d) "Şu
gerçek ki bundan önce kendilerine ilim verilenlere okunduğunda derhal yüz üstü
secdeye kapanırlar."
"Önceden ilim verilenler". Kur"ân
inmeden ince ilim sahibi olanlar demektir. Tabii ki "kendilerine ilim
verilenler" ifadesini sadece, Hz. Peygamber dönemine tahsis etmek doğru
olmayacaktır. Yüce Allah, burada evrensel manada ılım sahipleri ile câhillerin
Kur'ân'a yaklaşımını anlatmaktadır. Ilım sahiplen. Kur'ân'ın içindeki mesajın
gerçekliğini anlar ve derhal yüz üstü secdeye kapanırlar.
Secdeye kapanmak. Kurân'a karşı duydukları saygıyı
ifade etmektedir. Demek ki bilgi sahibi insan, karşılaştığı yepyeni bir mesajı
hemen anlıyor ve o mesaja yakışan saygıyı gösteriyor. Böylece dünya ilim
adamlarına, bilen insanın nasıl saygı göstereceklerini öğretmektedir.
Âyette geçen jûiVt el-ezkân, zikn kelimesinin çoğuludur
ve "çeneler" anlamına gelmektedir. Parçayı anarak, bütünü kasd etmek
kuralından hareket edersek "çeneler", ilim adamlarının beynini ve
gönlünü ifade etmektedir. Çünkü çene, kafanın en alt ucu, gönüle en yakın olan
kısmıdır. Beyinlerinde bilgi olan insanın Kur'ân ile karşılaşınca gönlünde ona
karşı büyük bir saygı uyanır ve bunu yere kapanarak ifade eder.
Buradaki secde, "beynin, gönlünün saygı duyması,
onların secdeye kapanması" demektir. Bilginin, iman ve saygı ile olan
ilişkisine işaret ederken bu âyet, kıyamete kadar eskimeyecek kuralı koymakta
ve bütün çağların ilim adamlarına seslenmektedir. Gerçek bilgi, insanı imana,
saygıya götüren bilgidir. Kendini bilim adamı sanıp inkâr edip ilâhî vahye
karşı saygısızlık edenlerin bilgisi yarı-buçuk bilgidir. Secdeye kapanan beyin
ve gönüle sahip olanın ağzından şu sözler dökülecektir:
6. "Ve
derler ki: Rabb'imizi noksan sıfatlardan uzak tutarız. Rabb'imizin vaadi
mutlaka yerine getirilir."
İşte namaz kılarken veya secde âyetleri okunduğunda, secdeye ka-panıldığında neden sübhâne rabbiyel a'lâ dendiğine de burada bir işaret vardır. "Secde anında niçin onu söylüyoruz" diye soranlara, bu âyeti kaynak delil olarak gösterebiliriz.
Secde anında Yüce Allah tenzih edilir, yani O'nun,
noksan sıfatlardan uzak olduğu söylenir ve yüceliği anılır.
Eğer bu ilim adamları kitap ehlinin, yani Yahudi ve
Hıristiyanların ilim adamları ise, onların kitaplarında Hz. Muhammed'in
geleceğine dair vaadini bildiklerinden, bu ifadeyi kullanarak "Allah'ın
vaadinin mutlaka yerine getirildiğini" söylerler.
Ama, o dönemin ilim adamları değil de kıyamete kadar
yetişecek ve Kur'ân'la karşılaşacak olan ilim adamları da âyetin kapsamına giriyorsa,
Kur'ân'da müjdelenen ve yapılan uyarıların mutlaka yerine geleceğine dair
kesin imanlarını ifade etmiş olmaktadırlar, diyebiliriz.
7. "Ağlayarak
yüz üstü yere kapanırlar. Kur'ân onların saygısını artırır."
a) Bu âyet
sanki bir önceki âyetin tekrarı durumundadır. Ancak "ağlama" eylemi
orada yer almamaktadır. Demek ki, onların anlayışı, bütün beyin ve gönüllerini
kaplar, biyolojik yapılarını etkileyip gözlerinden yaş akıttırır. Bu âyet
Mâide sûresinin 83. âyetine işaret etmektedir, "Peygambere indirileni
dinlediklerinde, anladıkları gerçekten dolayı gözlerinden yaşlar boşandığını
görürsün. Derler ki: Rabb'imiz! İman ettik, bizi şahit olanlarla beraber
yaz."
Gözlerinden yaşların akmasının nedeni, Hz. Peygamber'e
indirilen vahyin hak olduğunu anlamalarıdır. Bu anlayış onların beden yapısını
etki altına almaktadır. Gönüldeki imanın, gözlerden yaş olarak dökülmesi,
mananın maddeyi nasıl harekete geçirdiğinin delili olmaktadır.
b)
"Onların saygısını artır" ifadesinde yer alan fjü-huşû' kelimesi
"gönlün tevazu içinde olması, yani saygı duyması" demektir.
Âyetin bu kısmı; "Fakat Kur'ân, onlara, daha da
kaçıp uzaklaşmaktan başka bir şev sağlamıyor" (İsrâ 17/41) ve
"Zâlimlerin ise sadece ziyanını artırıyor" (İsrâ 17/82) şeklinde
etkinin ve tepkinin tersine bir cevap olmaktadır. İlim sahipleri Kur'ân'daki
gerçeği anlayınca iman edip ağlıyorlar ve onların saygısı artıyor.
Kur" ân. binlerinin nefretini, azgınlığını;
birilerinin de tevazusunu, saygısını artırmakladır. Demek ki. Kur'ân'1 eline
alanların farklı tepkiler göstermesi onların psıkoionk yapılarındaki
farklılıktan kaynaklanmaktadır. Çünkü Kuran, herkese aynı mesajı, aynı ışığı
vermektedir. Ona yaklaşanların psikolojik farklılıkları ile kültür
farklılıkları, farklı tepki göstermelerine sebep olmaktadır.
Böylece Yüce Allah Isrâ sûresinde, Kur'ân'a karşı
gösterilen o-lumlu veya olumsuz tepkilerin ondan istifade etmenin veya
edememenin ince bir analizini yapmakta, ferdî farklar psikolojisinden tutun,
kültür ve anlayış farklılıklarına, bilginin etkinliğine varan bir dizi
sebeplere dayanarak açıklamalarının örgüsünü kurmaktadır.[83]
110. De ki: ster Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini deseniz olur. Çünkü en güzel isimler, O 'na aittir. Namazında yüksek sesle okuma; onda sesini fazla da kısma; ikisinin arası bir yol tut.
a) Allah'a
dua ederken, duanın şekline göre, Allah da denebilir Rahman da. Bunun anlamı,
Allah'ın diğer isimlerinin de duada gündeme getirilebileceğidir. Yüce Allah,
mü'min kulunu hangi ismi ile Allah'a yalvaracağında serbest bırakmaktadır.
Bunun sebebi, en güzel isimlerin Allah'a ait olmasıdır. "En güzel isimler"
ifadesini, "en güzel nitelikler" anlamına alabiliriz.
"En güzel isim", "en üstün
nitelikler"den anlıyoruz ki, kötü isimler Allah'a has kılınamaz. Demek ki,
kötü isimler de vardır. En güzel isimler, en yetkin özellikler, demektir.
Yetkinliğin en alt noktasında, seviyesinde olanlar vardır. Yetkinliğin en üst
noktasında Yüce Allah vardır. Allah'a dua ederken, o yetkinlikleri, nitelikleri
ifade eden, onları meydana getiren herhangi biri ile çağrıda bulunulabilir.
Mesela Hz. İbrahim genelde "Rabb" ismi ile
Allah'a yalvarmıştır. Hz. İsâ hem Allah hem de Rabb isimlerini bir arada
kullanmıştır. Bizim Peygamberimiz'e de Allah ve Rabb isimleri kullandırılmıştır
(Âl-i İmrân 3/26; Felakl 13/1; Nâs 114/1).
Yüce Allah'ın insana tanıdığı bu özgürlükten şunu da
çıkartıyoruz: Allah'a dua ederken mutlaka bir ismini anmak gerekiyor.
Aslında Yüce Allah'ın bu emrinden şunu da anlıyoruz:
Yetkinliğin doruk noktasında olan Allah'a yalvarın, bu niteliklere sahip
olmayan varlıklara yalvarmayın; çünkü bu, şirk olur. Onun için, şirkin giremediği
ibadetlerden biri de teşbihtir. "Noksan sıfatlardan Allah'ı uzak
tutmak" şeklinde ifade edilen teşbih ibadeti en geniş ibadetlerdendir.
Demek ki, Yüce Allah'ın "birliği" devam
edecek, bütün sığınmalar, dilekler O'na olacaktır. Tevhid inancının tüm
dualarımıza yansımasını temin etmek için Yüce Allah bize bir ders vermektedir.
Dualarımızda Yüce Allah'ın çeşitli isimlerinden birini seçebiliriz ama,
dualarımızda O'nu asla başka sahte bir tanrı ile paylaşamayız. Bu âyet ve
önceki âyetler, İsrâ sûresinin ilk kelimesi olan ve Allah'ı noksan sıfatlardan
uzak tutmak anlamına gelen siibhân kelimesine bağlıdırlar.
b)
"Namazında yüksek sesle okuma: onda sesini fazla da kısma; ikisinin arası
bir yol tut."
Âyetin bu kısmında geçen î^U» salât kelimesi, âlimlerin
çoğu tarafından "namaz" manasına alınmış, bazıları da "dua"
anlamına geldiğini söylemişlerdir İsrâ sûresinin hicretten bir yıl önce
indirildiğine bakarsak. îsrâ elenen "gece yolculuğu" gerçekleşmişti.
Bunun anlamı, namaz farz kılınmıştı. O zaman salât kavramı, "namaz"
anlamında Kur'ânda yer almıştı.
Diğer taraftan salât kelimesine, yorumunu yapmakta
olduğumuz İsrâ 110. âyetin başında yer alan yöı ud'û emrine bakarsak, "dua
etmek" manasını da verebiliriz. Bu iki görüşü şöyle birleştirebiliriz:
Namaz da "dua" anlamına geldiğine göre. namazda insanlar dua
ettiklerine göre her ikisi de kastedilmiş olabilir.
İster namazda okurken, isterse dua ederken olsun,
yüksek sesle Allah'a emir verir gibi de değil, çok da sesini kısarak, arkadaki
cemaatin duymayacağı kadar alçaltmak da doğru değil. Bunların ortasını bularak
namazı kılmak veya duayı yapmak gerekiyor.
Gizli ve aşikâr okumak daha çok namazla alakalı olduğu
için âyetteki salât kelimesini "namaz kılmak" anlamına almak doğruya
daha yakın gözükmektedir. Yüce Allah neden "orta yolun" tutulmasını
istemektedir? Âlimler bazı hadiseleri nakletmektedirler: Hz. Peygamber Kur'ân
okurken sesini yükseltirdi. Müşrikler onun okuyuşunu duydukları zaman, Kur'ân'a
ve onu getirene söverlerdi. Bunun üzerine Yüce Allah bu âyeti indirdi.
Nakledilen bu olguyu doğru olarak kabul edebiliriz ama âyetin evrenselliğini
düşünerek bir yorum getirmemiz gerekiyor.
Namaz veya duada "orta yolu tutmak", ondaki
huşûyu artırabilir. Dua ederken yüksek sesle bağırmak, duadaki huşûyu
azaltabilir. Onun için Yüce Allah sesin orta tonda tutulmasını istemiş
olabilir.
Kur'ân, ibadetlerde ve davranışlarda hep orta yolun
tutulmasını istemektedir.
a)
"Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da
olma. Sonra kınanır, hasretini çeker durursun" (İsrâ 17/29).
b) "(Rahmân'ın
kulları) harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta
bir yol tutarlar" (Furkân 25/67).
c)
"İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Peygamberin de size şahit
olması için sizi orta bir millet kıldık" (Bakara 2/143).
Son âyetten hareket edersek açıklamamızı şu şekilde
yapabiliriz: Yüce Allah, mü'min toplumu bütün ahlâkî davranışlarında itidale
davet etmekte, orta yolu tutmalarını emretmektedir.
İnfakta ve nihayet yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ
110. âyette namazda okumasında, duasında sesini bile orta seviyede tutmasını emretmektedir.
Demek ki, Yüce Allah, Kur'ân'da "itidal, orta yol" kavramlarının
işlediği bir davranış biçimini, bir ahlâk anlayışını hayata geçirmemizi
istemektedir.[84]
111. Ve de ki: Övgü, çocuk edinmemiş olan, egemenliğinde
ortağı bulunmayan, acizlikten kurtaracak bir yardımcıya ihtiyacı olmayan Allah
'a aittir. O 'nu gereği gibi yücelt.
Bu âyet, tevhid inancının temellerini öğretmektedir.
Âyetin açıklamasını yaparken kavramlardan hareket edip neticeler çıkarmaya
çalışacağız. Bu âyet. sûrenin ilk kelimesi olan sübhânı açıklamakta, Allah'ın
noksan sıfatlardan nasıl uzak tutulacağını öğretmektedir.
Böylece sûrenin son âyeti, ilk kelimesine bağlanarak
İsrâ'mn bir daire niteliğini taşıdığı ortaya çıkmaktadır. Bir taraftan
teşbihin, bir taraftan da hamdin nasıl yapılacağı açıklanmaktadır. Hamdin,
teşbih ibadetinin içinde olduğuna işaret edilmektedir.
1."Çocuk
edinmemiş"
Hz. İbrahim'in peygamber olan çocuklarından türeyen
İsrâiloğullarından Yahudiler Hz. Üzeyir'i, Hıristiyanlar da Hz. İsa'yı Allah'ın
oğlu olarak görmeye başladılar ve bunu inançlarına katarak şirke saptılar
(Tevbe 9/30).
Diğer taraftan Hz. İsmail'in soyundan gelen Araplar da
kız çocuklarını Allah'a veriyor, melekleri çocuk edindiğini iddia ediyorlardı
(İsrâ 17/40).
İsrâiloğulları ve Arap müşriklerinin geliştirdikleri
bu şirk anlayışı, "Allah çocuk edindi" inancını çürütmek için Yüce
Allah bu ve bununla alakalı âyetleri gönderdi.
Çocuk edinen varlık ihtiyarlıyor, çocuğu bütün harcamaları kısıyor, çocuğunu kendisinden sonra yerine bırakıyor, yani ölümlü bir varlık olduğuna işaret ediyor, demektir. Bu özelliklere sahip olan varlık Allah olamaz. Onun içindir ki İsrâ 11 l'de şirkin en çirkini olan çocuk edinmeyi reddetmekle hamde başlanması emredilmektedir.
Yüce Allah'ın, İhlâs sûresinin 3. âyetinde doğmayıp
doğurmadığını gündeme getirmesinin sebebi de budur. Mü'min kişi nasıl bir
varlığa hamdedileceğinin bilincinde olması gerekiyor. İşte bu âyet de bu bilinci
vermektedir.
Yüce Allah kâinatın mülkiyetini kimse ile
paylaşmamaktadır, aynı zamanda kâinatın idaresinde de ortağı yoktur. Kısaca
O'nun egemenliğinde ortağı yoktur. Mülkî egemenliğini kimse ile
paylaşamamaktadır.
3.
"Acizlikten kurtaracak bir yardımcıya ihtiyacı olmayan"
Yüce Allah kendisi velidir, yani yardımcıdır;
kendisine veli, yardımcı olamaz. Olsa o zaman Allah olamaz. Âyette geçen
minezzulli kelimesi, "güçsüzlükten, düşkünlükten, ihtiyaçtan"
anlamına gelmektedir. Veli, dostunun ihtiyacını gideren, onu perişan halinden
kurtaran kişi veya varlıktır. Yüce Allah'ın hiçbir şeye, hiçbir zaman ihtiyacı
olmaz, kendi kendine varlığını sürdürmektedir.
İşte hamd, böyle bir varlığa aittir. Bu sıfatları
anarken tenzih ve teşbih ibadeti yapılmaktadır; aynı zamanda bunlar anılarak
hamd ibadeti de yapılabilir.
4.
"O'nu gereği gibi yücelt."
Tekbîr, "Allah'ı yüceltmek" anlamına
gelmektedir. Teşbih denen, "Allah'ı noksan sıfatlardan uzak tutmak",
aynı zamanda Allah'ı yüceltmektir. Bu durum aynen Vâkı'a 96'daki emri
hatırlatmaktadır:
"Öyleyse ulu Rabb'inin adını tenzih ile an".
Netice olarak diyebiliriz ki, İsrâ 111. âyette emir
doğrudan Hz. Peygamber'e verilmektedir ama, dolaylı olarak kıyamete kadar
gelecek olan bütün nesilleri kapsamına almaktadır. İnsanlar Allah inancını,
şirk ile kirletmeden iman etmelidirler.
Yüce Allah "teşbih", "tekbir" ve
"hamd" ibadetlerinin nasıl yapıldığı ve ne anlam ifade ettiklerinin
dersini vermektedir. Bu ders ile elde edilen bilinç, şirkten korunmayı temin
edecektir.[85]
a) Allah
çocuk edinmemiştir, melekler de onun kızları değildir. Bir ihtiyaçtan dolayı
yardımcı edinmez; egemenliğini kimse ile paylaşmaz (âyet: 40, 111). Bu
özellikleri ile Yüce Allah'ı anmak teşbih, böyle bir bilinçle Allah'ı övmek de
hamd olmaktadır.
b)
Allah'tan başka tanrılara yalvarıp kulluk
edenlerin bu inanç ve davranışları çürütülmektedir. Sahte tanrılar, tanrı
edinilmiş olsalar bile, onların insanların sıkıntılarını gideremeyeceklerini,
hatta onların bile Allah'a yaklaşmak için vesile arayacakları, O'nun rahmetini
umacakları, O'nun azabından korkacakları söylenerek sahte oldukları
ispatlanmaktadır (âyet: 56-57).
c)
Kâinattaki bütün varlıklar ve kâinatın tamamı Allah'ı noksan sıfatlardan uzak
tutarak teşbih etmektedirler. Öncelikle onların varlığı Allah'ın var ve bir
olduğuna delil teşkil ettiğinden hareket biçimi de teşbih ibadetini icra
etmektedir (âyet: 42-44).
d) İnanç
duygusu doğuştan insanın doğasına Allah tarafından yerleştirilmiştir. Bu inanç
duygusu doğa gereği tevhid inancına yöneliktir. İnsanın doğasında var olan bu
tevhid inancı, çeşitli sıkıntılara maruz kalan, problemlerin altında ezilen
insanın hemen şuur alanına çıkmaktadır. Sıkıntılar anında insan, tevhid
inancına yönelmektedir (âyet: 66-69).[86]
a) Her
msamtı "yaptığı am&Yreh, amelleri kaydeden melekler kaydederler.
Aslında insanın amellerini Allah bilmektedir, ama kuluna objektif, yani
tarafsız olduğunu, ona zulmettiğini, keyfî değerlendirme yapmadığını göstermek
için bu kaydı yapmaktadır.
Orada, yani âhirette insana kitabını okuyup, kendini
değerlendirmesi emredilecektir. Herkesin amel defteri boğazına asılacaktır
(âyet: 13-14).
b) Mahşere
her grup, bu dünyada kimi takip etmiş ise, hangi peygamberi, lideri, ideoloji
kurucusunu benimseyip onun uğruna mücâdele vermiş ise onunla gelecektir.
Dünyada kör olan, yani ma'nen kör olan, âhirette de
kör olarak mahşere gelecektir. Orada bazılarının amel defteri sağdan,
kimilerinin de soldan verilecektir (âyet: 71-72).
c)
Müşriklerin Hz. Peygamber'e karşı koymalarının sebeplerinden biri de, öldükten
sonra dirilmeye inanmamaları ve böyle bir şeyin olacağına akıl
erdirememeleridir.
Kâinatı ve kendilerini yoktan yaratan Allah'ın,
yeniden yaratmaya da gücünün yeteceğine bu surede değinilmektedir (âyet: 50,
97-99).
d)
Ahirete inanmayanlar tevhid inancını
parçaladıklarından dolayı şiddetli azaba çarptırılacaklardır (âyet: 10).[87]
a)
Peygamberler, peygamber olma bakımından eşittirler, ancak a-ralarında bazı
nedenlerle farklar var ve bu farklar nedeniyle de birbirinden farklı
derecelere sahiptirler (âyet: 55).
b) Peygamberler.
Allah'ın kendilerine vahyettiğini tebliğ ederler. Onlar ve özellikle Hz.
Peygamber insanlara bekçi olarak gönderilmemiştir (âyet: 54).
c) Mu'cize
göstermek peygamberin elinde değildir, ama Allah'ın kudretindedir. Yüce Allah,
eski toplumlara gösterilen mu'cizeleri inkâr etmeleri sebebiyle Hz. Peygamber'e
Kur'ân'ın dışında bir mu'cize göndermemiştir. Ama müşrikler, Hz. Peygamber'den
bizzat kendilerinin belirlediği mu'cizeleri istemişlerdir (âyet: 59, 88-93).
d) Kâfirlerin,
peygamberi reddetmelerinin ana sebeplerinden biri de, bir beşerin peygamber
olarak tayin edilmesidir (âyet: 94).
e) Peygamber,
birilerinin arzusunu gözeterek, Allah'ın gönderdiği vahyden sapıp, başka türlü
görüş beyan edemez. İşte azıcık meyleden Hz. Peygamber'i Yüce Allah
durdurmuştur (âyet: 73-75).
Din âlimi ve görevlileri bu âyetleri değişmeyen ilke
olarak rehber edinmelidirler.
f) Her
toplum peygamberine yaptığı gibi, Mekke müşrikleri de Hz. Peygamber'i yurdundan
çıkarmıştır. Ama zulme uğrayanlara Yüce Allah siyasi erki ve ülkelerini
vereceğini vadetmiştir (âyet: 76-77).[88]
a)
Kur'ân, hakkı, yani gerçeği insanlığa
taşımıştır. Yüce Allah Kur'ân'ı Hz. Peygamber'e yavaş yavaş indirmiştir.
Öğretim metotlarından birini bize öğreten Yüce Allah, konuların birden değil
de azar azar ve yavaş yavaş verilmesini ön görmektedir (âyet: 105-106).
b) Kur'ân en
doğru yola iletir. O, mü'minler için rahmet ve gönüller için bir şifâdır.
Mü'minlere, mahşerde büyük ödülün olacağını müjdeler (âyet: 10, 82).
c) Kur'ân
haktır. Hak gelince bâtıl yok olacaktır (âyet: 81).[89]
İsrâ sûresinde Yüce Allah aile hayatından, yetimlere,
ekonomik hayata ve cinsel ahlâka kadar bir takım ilkeler koymaktadır.
a)
Ana-babaya iyilik etmek, onlara hizmette ve ilişkilerinde kusur etmemek, onlara
tevazu kanatlarını gererek Allah'a onlara merhamet etmesi için dua etmek
gerekiyor.
Ana-baba ve çocuklar arasındaki ilişkiyi önemseyen
Yüce Allah, bunu bir ibadet olarak kabul etmektedir (âyet: 23-24).
b)
Yakınlardan fakir olanların, yetimlerin
elinden tutmak; verecek bir şeyi olmadığı takdirde gönül alıcı bir söz söylemek
zorunludur. Kötü bir yol ve fuhuş olan zinaya yaklaşmamak da önemli bir ilkedir
(âyet: 26-32).
c) İyiliği
de kötülüğü de yapan insanın kendisidir. Onun için iyiliği de kötülüğü de
kendisi için yapmış olacaktır. Ahlâkî davranışın temelinde insanın kendi irâdesi,
kendi tercihi vardır. Temel kaide "insan ister,
Allah yaratır. Kötüyü insan ister, Allah yaratır; iyiyi hem Allah ister hem de kul ama Allah yaratır" şeklindedir.
Yüce Allah insana hakkında bilgisi olmadığı bir şeyi takip etmemesini emretmektedir. Çünkü davranışlarımızdan, kulak, göz ve gönlümüz denen duyu organlarımız sorumludur (âyet: 7, 15, 36, 97).
d) İnsan
davranışlarını çıkmaza sokan duygulardan biri de kibirdir. Yüce Allah kibirli
davranmayı yasaklayarak, insanın kibirlenmesini engellemektedir (âyet: 37).
e)
Nankörlük, insan ahlâkının kurdu; Allah katındaki değerini yok eden bir duygu
ve davranıştır (âyet: 67-69, 83).
f) İnsanın
ahlâkî davranışlarının temelinde onun tıyneti, mayası, doğası vardır. Çünkü
herkes kendi tıynetine göre davranışta bulunur. Böylece insanın doğuştan
getirdiği mirasın önemi vurgulanmaktadır (âyet: 84).
g)
İnsanın doğuştan getirdiği temel
özelliklerden biri de cimriliğidir. Bu özelliği terbiye edilmediği takdirde,
davranışlarının hakimiyetini ele geçirmekte, böylece maddî imkanlarını, yani
mal ve parasını tanrılaştırmaktadır. Öyle ki Allah'ın hazinelerine bile sahip
olsa, yine infak etmez duruma gelmektedir (âyet: 100).
h) İnsanlara
en-güzel sözü söylemek de genel bir ilkedir (âyet: 53).[90]
a)
Yüce Allah, geçim endişesi nedeniyle
çocukların öldürülmesini yasaklamıştır. Biz buna çocuğun hayat hakkı
diyebiliriz (âyet: 31).
b) Haklı bir
sebep olmadıkça cana kıyılmaması emrolunmaktadır. Can taşıyan her canlıyı
Kur'ân önemsemektedir (âyet: 33).
c)
Yüce Allah yetimin malına kötü niyetle
yaklaşılmasını yasaklarken, yetim hakkına dikkat çekmiştir (âyet: 34).
d) İsrâ
sûresinde, tüketici hakkını koruyan emir de yer almaktadır. Biz buna "kul
hakkı" da diyebiliriz. "Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün ve doğru
terazi ile tartın" (âyet: 35).
e) İnsanları
yaşadıkları ülkeden çok ciddî bir sebep olmadan çıkarmak, onların barınma
hakkına tecavüzdür (âyet: 16-11, 103-104).[91]
Yüce Allah bir toplumu çökerten nedenlerin bir kısmını
İsrâ sûresinde gündeme getirmektedir.
a) Bozgunculuk,
yani fesat çıkarmak toplumu helake sürükleyen nedenlerden biridir (âyet: 4-7).
b) Geri
dönüşü olmayan ve toplumu inleten "kötülük" de olumsuz anlamda
değişim nedenidir (âyet: 16-17).
c) Nankörlük,
Yüce Allah'ın insanları helak etmesinin sebeplerinden biridir (âyet: 67-69).
d) Zulüm de
bu dinamiklerin başında gelmektedir.
Bir toplumda, haksız yere bazı insanlar yerlerinden
ediliyorsa, ülkelerinden çıkartılıyorsa, bu zulümdür. Bu zulmü işleyenler
helak olacaklardır (âyet: 76, 103-104).
Öyle anlaşılıyor ki, insanların yaptıkları, toplumun
katmanlarını kötü manada etki altına alıp sarınca, bu yapılanlar yükselerek
ilâhî alemden cezayı alıp geliyor. Toplumun çöküşünü, çökerken nasıl
çökeceğini, cezanın türünü yine o insanların yaptıkları belirlemektedir. Yüce
Allah ne gerekiyorsa onu veriyor.[92]
[1] İbn Kesîr, Tefsir, III, 2.
[2] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/161.
[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/163170.
[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/170-172.
[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/172-174.
[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/174-176.
[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/176-190.
[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/191-192.
[9] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/193-195.
[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/196-199.
[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/199-201.
[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/201-203.
[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/203-207.
[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/207-210.
[15] Ateş, age, V, 206.
[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/211-216.
[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/216-220.
[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/220-223.
[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/223-224
[20] Kurtubî, age, X, 371.
[21] Buhârî, Mevakıtu's-Salat, 5; Cihâd, 1; Edeb, 1; Tevhid, 48; Müslim, İman, 137-139.
[22] Buhârî, Edeb, 2; Müslim, Birr, 12; Tirmizî, Birr, 1.
[23] Buhârî, Cizye, 18; Edeb, 8; Müslim, Zekât, 50; Hibe, 29.
[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/225-230.
[25] Kurtubî, age, X, 377.
[26] Muham-med Esed, age, 564, 32. dip not.
[27] Kurtubî, age, X, 379.
[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/230-240.
[29] Buhârî, Tefsiru sûre: 2, 25; Edeb, 20; Diyât, 1; Hudûd, 20; Tevhîd, 40-46; Müslim, İmân, 141-142; Ebû Dâvûd, Talâk, 50.
[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/240-243.
[31] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/243-247.
[32] Zemahşerî, age, II, 448.
[33] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/247-250.
[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/251-253.
[35] Râzî, age, XIV, 477.
[36] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/253-256.
[37] Râzî, age, XIV, 478.
[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/257-260.
[39] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/260-263.
[40] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/263-265.
[41] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/266-269.
[42] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/269-271.
[43] Muhammed Esed, age, İsrâ 42. âyetin tef şirindeki 50. dip not.
[44] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/271-274.
[45] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/274-275.
[46] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/275-279.
[47] Kurtubî, age, X, 408.
[48] Benzer rivayetler için bkz. Kurtubî, age, X, 410.
[49] Râzî, age, XIV, 501-502.
[50] Râzî, age, XIV, 502.
[51] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/279-287.
[52] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/287-293.
[53] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/293-298.
[54] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/298-300.
[55] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/300-303.
[56] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/303-306.
[57] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/307-309.
[58] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/309-315.
[59] Ateş, age, V, 229-230.
[60] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/315-322.
[61] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/322-334.
[62] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/335-342.
[63] Râzî, age, XIV, 543.
[64] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/342-347.
[65] Râzî, age, XIV, 546.
[66] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/347-354.
[67] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/354-358.
[68] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/358-360.
[69] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/361-365.
[70] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/365-370.
[71] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/370-373.
[72] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/374.
[73] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/374-376.
[74] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/377-378.
[75] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/379-380.
[76] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/380-381.
[77] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/382-385.
[78] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/385-388.
[79] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/389-396.
[80] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/396-398.
[81] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/398-406.
[82] Râzî, age, XV, 82.
[83] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/406-412.
[84] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/413-415.
[85] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/416-418.
[86] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/419.
[87] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/419-420.
[88] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/420-421.
[89] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/421.
[90] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/421-422.
[91] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/422-423.
[92] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/423.