İSRÂ SÛRESİ 3

Gece Yürüyüşü: 3

Hz. Musa'ya Verilen Kitabın Görevi: 5

"Vekîl" Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları: 6

İnsanlık Hak Din Bakımından Bir Bütündür: 7

Allah'ın Merhamet Kapısı Her Zaman Açıktır: 9

Kur'an'ın Misyonu: 10

İnsan Duasında Yanılabilir: 11

En Doğrusu Her Şeyi Açık Anlatmaktır: 12

Ameller Kitaba Kaydediliyor: 13

"Lezime/Elzeme" Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları: 13

Hidayet Ve Dalalet: 15

Toplumsal Çöküşün Sebepleri: 16

Kulun İradesine Göre Allah Verir: 17

İnsanlar Arasındaki Farklılıklar: 19

Allah'a Şirk Koşmanın Neticesi: 20

Tevhid İnancı Ve Ana-Baba Hakkı: 20

Yakınların Ve Muhtaçların Hakları: 22

Çocuğun Hayat Hakkı: 25

Cinsel Ahlakı Korumak: 26

Hayat Hakkı: 27

Yetim Hakkı: 28

Ölçü Ve Tartıda Doğruluk: 29

Takip Edilmesi Gereken Değer Bilgidir: 30

Kibir Kotudur: 32

Bu Yasaklar Ve Emirler Neyi İfade Ediyor?. 32

Çocuklar Arasında Cinsiyet Farkı Gözetmek İlkelliktir: 33

Kur' An'ın Amacı: 34

Başka Bir Tanrı Olsaydı Ne Olurdu?. 35

Allah Sübhândır: 36

Her Şey Allah'ı Teşbih Ediyor: 36

Kur'an, Tevhid İnancı Ve Öldükten Sonra Dirilmeye Tepki: 38

Öldükten Sonra Dirilmeyi De İnkâr Ettiler: 40

En Güzel Söz Şeytanın Etkisini Kırar: 42

Allah'ın Dilemesi Ve Hz. Peygamber'in Görevi: 44

Peygamberler Arasında Fark Var Mıdır?. 44

Şirkle Mücadele: 45

Kitapta Yazılı Olan Şey: 47

Mucize Göstersen Bile İnanmayacaklar: 47

İmtihan, Korkutma Ve Azgınlık: 49

Şeytan Sadece Aldatır: 52

İnsan Nankördür: 56

İnsanın Değeri: 58

Dunya'da Kor Olan Ahiret'te De Kör Olacaktır: 60

Peygamber Bile Dine Kendinden Bir Şey Katamaz: 62

Allah'ın Kanunu Değişmez: 63

Neler Yapılmalı Ve Neler Söylenmeli?. 64

"Bâtıl" Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları: 66

Nankörlüğün Zirvesi: 67

Rûh Nedir?. 68

"Rûh" Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları: 68

Allah, Merhameti Gereği Vahyi Kesmedi: 69

Kur'ân'ın Benzeri Veya Dengi Getirilemez: 70

Allah, Kur'ân'da Örneklerle Açıklamalar Yapıyor: 70

Hz. Peygamber'den Hangi Mucizeleri İstediler?. 71

Hz. Peygamber'e İnanmalarını Engelleyen Esas Neden: 72

Öldükten Sonra Dirilmeyi İnkarın Cezası 73

İnsan Neden Cimridir?. 75

Hz. Musa, Mucizeleri Ve Firavun: 76

Kur'ân Neyi Getirdi?. 78

Dua Nasıl Yapılır?. 81

Allah'a Hamd Ve O'nu Yüceltme: 82

İsrâ Sûresinden Çıkarılan İlkeler: 82

1. Tevhid İnancı ile İlgili İlkeler: 82

2. Ahiret İnancı ile İlgili İlkeler: 83

3. Peygamberlikle İlgili İlkeler: 83

4. Kur'ân İle İlgili Açıklamalar: 83

5. Ahlâkî İlkeler: 83

6. Haklar: 84

7. Sosyal Değişimin Dinamikleri: 84


Rahman Ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla

 

İSRÂ SÛRESİ

 

Bu sûre ismini, sırlarla dolu olan, Hz. Peygamber'in Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya gece yürüyüşünden al­mıştır. 111 âyetten meydana gelen bu sûrenin, değişik rivayetleri dikkate almazsak, Mekke'de indiği kesindir. Hz. Aişe'nin belirt­tiğine göre, Hz. Peygamber her gece namazında bu sûreyi okurdu. [1]

İsrâiloğullarmdan bahsetmesi bakımından Bakara sûresinin devamı, ana-baba hakkını gündeme getirmesi açısından da Baka­ra ve En'âm sûrelerinin bir uzantısı olduğu izlenimini vermekte­dir. Şirk, zina, haksız yere adam öldürme, yetim hakkı, çocukları fakirlik korkusu ile öldürme gibi konulan gündeme getirmesi bakımından da En'âm, Furkân ve Tekvîr sûrelerinin mesajını taşımaktadır.

İslam dininin tevhid inancı, Kur'ân, Peygamber ve ahlâkî değerlerini belirleyen bu sûre, Kur'ân'da merkezî bir işlev gör­mektedir.[2]

 

Rahman Ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla:

 

Gece Yürüyüşü:

 

1. Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını göste­relim diye kulunu Mescid-i Haram'dan, çevresini mü­barek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya yürüten Allah, nok­san sıfatlardan uzaktır. O, işitendir, görendir.

İslam âlimlerini oldukça meşgul eden, farklı görüşler beyan eden gruplara ayıran bu âyette geçen İsrâ, yani "gece yürüyüşü" meselesinin genelde oluşumu üzerinde durulmuş, onun insanlığa neler getirdiği ko­nulan ise gölgede kalmıştır. Bu gece yolculuğu diyebileceğimiz gece yürüyüşünün hep nasıllığı üzerinde duruldu, ama niçini, yani amacı üze­rinde pek durulmadı. Şimdi âyetin analizini yaparak, İsrâ ve Mi'râc'ın ne olduğu ve niçin gerçekleştirildiğini açıklayacağız.

1."Noksan sıfatlardan uzak olan"

"Sübhân" kelimesinin kök fiili, "suda yüzmek, bir işten boşalmak; geçimini temin etmek için öteye-beriye koşmak, çabalamak; uyumak, sakin olmak, dinlenmek, yeri kazmak, uzak gitmek; sözü çok söylemek; at koşarken ayaklarını uzatması; yıldızın gökyüzünde hareket etmesi" anlamına gelen ~l~. sebehadır. Bu fiilin  sebbeha kalıbı "Sübhânellâh demek, Yüce Allah'ı tenzih etmek, noksan sıfatlardan uzak tutmak" ma­nasını ifade etmektedir. öUa- Sübhân da masdar olmakla beraber "ten­zih yani Allah'ı noksan sıfatlardan uzak tutmanın alemi" olmuştur. Bu kelime, "tenzih etmek" için kullanılan bir kelimedir. Allah ismi ile kul­lanılınca, yani Sübhânellâh, "Allah'ı tenzih ederim", yani "noksan sıfatlardan uzak tutarım" anlamına gelmektedir.

Sübhân kelimesini, Yüce Allah Kendi Kendine kullanmakta ve Kendisinin noksan sıfatlardan uzak olduğunu söylemektedir. Biz de bu kelimeyi söylerken O'nunla beraber teşbih yapmış oluyoruz.

Diğer taraftan Sübhân kelimesine aynı zamanda: "Bütün varlıkla­rın teşbih ettiği, bütün akılların, ruhların kendisine doğru yüzüp aktığı Allah" manası da verilebilir. Her şey Allah'a doğru aktığı, hareket ettiği, yüzdüğü için Allah Sübhân"dır. Varlıklar ancak noksan sıfatlardan uzak olan bir varlığa doğru akarlar, hareket ederler, benliklerinden sıyrılıp O'na yönelirler.

Ne demek "Allah'ı noksan sıfatlardan uzak tutmak?" Bu sorunun cevabını İhlâs sûresinin 3 ve 4. âyetleriyle verebiliriz: "O, doğurmamış ve doğmamıştır. O'nun hiçbir dengi yoktur." İşte bu âyetleri okurken Allah'ı teşbih ediyoruz, "sübhânellâh" demiş oluyoruz. Yüce Allah bu şekilde noksan sıfatlardan uzak tutulmaktadır.

Bu açıklamanın ardından şu soruyu sorabiliriz: Yüce Allah, İsrâ sûresine Sübhân kelimesi ile, Kendini teşbih etmekle, noksan sıfatlardan uzak tutmakla niye başlamıştır? Sorunun cevabını âyetin devamından çıkarabiliriz. Kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya yürütmesi, O'nun noksan sıfatlardan uzak olmasını gerektirir. Bu özelli­ğe sahip olmayan bir varlık bu gece yolculuğunu gerçekleştiremez. İsrâ olgusu, çok yönlü ve sırlarla dolu olan bir uygulama olduğu için, Yüce Allah yaptığı işe göre sıfatını âyetin başına koymuş oldu.

Yukarıda vermiş olduğumuz ikinci manadan hareket edersek, me­seleyi biraz daha yakınen kavramış olabiliriz. Madem ki sübhân, bütün varlıkların, insan aklının Kendisine doğru hareket ettiği, noksan sıfatlar­dan uzak olan bir varlığı ifade ediyor, işte o gece Allah Hz. Muhammed kulunu Kendisine doğru yürütmüş ve kendisine doğru çıkarttığı için sübhân sıfatını almıştır. Yüce Allah'ın sübhân, yani noksan sıfatlardan uzak olma özelliği göz önüne getirilmeden isrâ olayı çözülemez ve anlaşılamaz.

2. "Bir gece kulunu Mescid-i Harâm'dan Mescid-i Aksâ'ya yürüttü." İsrâ "gece yürüyüşü" olduğuna göre, bir kere daha niye "bir gece" ifadesine yer vermiştir?

Her iki gece kavramı bir araya gelince pekiştirme olmaktadır. Hem fiil hem de zaman zarfı gece ile alakalı olduğundan, İsrâ olgusunun gece vakti olduğu vurgulanmış olmaktadır.

Mescid-i Haram, Kutsal Mescid, "canlı bir varlığın öldürüleme-diği, öldürmenin yasak olduğu Mescid" anlamına gelmektedir. Ka'be'nin etrafında sınırları belli olan mekân'a "Mescid-i Haram" den­mektedir. Ka'be de bunun içindedir. Mescid-i Haram, özellikle onun içinde yer alan Ka'be'nin bulunduğu yer ibadet yeridir. Ancak orası sa­dece bir ibadet yeri değil, aynı zamanda bir okul, yani bir üniversitedir.

Bakara 125'te açıkladığımız gibi Beyt, yani Ka'be, Beytullâh de­nen üniversitenin işlevi belirlenmiştir. mesâbeten linnâsdır. Yani buraya "insanların toplandığı yer manası" verilebilir, sâbe fiili, "geri dönmek, bayılanın kendine gelmesi, rüşde ermek, karşı­lığını vermek, ödemek" demektir. Sâbe fiilinden türeyen sevb "elbise, kıyafet, örtü, kisve, bir kılığa sokmak, maske" manasına gelmektedir.

Âyette geçen hfc mesabe de, "bir kimsenin döndüğü yer, toplantı yeri, sığınılacak, barınılacak, buluşulacak yer" demektir.

Beytullâh, geniş anlamı ile Mescid-i Haram, insanlık kültürünün doğduğu yer ve o kültürün odak noktasında bulunması nedeniyle merke­zî bir önem kazanmaktadır. Madem ki sâbe fiili "bayılan kimsenin ken­disine gelmesi" anlamına gelmektedir, o manadan hareket ederek diyebiliriz ki Ka'be, "insanları kendine getiren, iç muhasebesi yaptıran; anla­yış, bilinç ve ahlâkî bakımdan kendilerine çekidüzen vermelerini temin eden bir eğitim ve ibadet yeri"dir. İnsanlığın din ve kültür merkezi olan bu üniversite de insanlar kendilerini bulmakta ve kendilerine dönmekte­dirler.

Sâbe kelimesi, "aklını başına devşirmek" anlamına da gelmekte­dir. Ka'be'deki alametler ve haccın faydaları, insanları olgunlaştırmakta ve aklın yolunu izlemenin önemini öğretmektedir. Onun içindir ki Hac-cm getirişi ile ilgili olan Bakara 197. âyet akılla bitmektedir.

Diğer taraftan mesabe, Yüce Allah'ın ödülünü kazandıracak olan, sevabın, güzelin, doğrunun, iyinin amellerinin üretildiği yerdir. Demek ki Beytullâh, başka bir adı ile Mescid-i Haram bir üniversite niteliğinde iyiyi, güzeli, doğruyu üreten bir okul olmaktadır.

Sâbe kelimesinden türeyen ve elbise manasına gelen sevb de me­sabenin başka bir türevi durumundadır. Elbise insanın avret yerlerini örter, soğuk ve sıcaktan korur. Mescid-i Haram yani özel anlamı ile Beytullâh denen üniversitede üretilen bilgi, iyi, doğru ve güzel gibi de­ğerler de insanın iç aleminin şeytana açık olan çıplaklığını örter, şeyta­nın etkisine karşı inşam korur. Bu bakımdan da Ka'be bir üniversitedir.

Haram kelimesinin bir anlamı "kutsal", diğeri de "hiçbir canlının öldürülmediği, öldürülmesinin yasak olduğu güvenli yef'dir. Bakara 125'te iLÜ emnâ "güvenli" kelimesi de bunun anlamı olmaktadır.

Bakara 125'te önce mesabe, sonra emnâ kelimesinin olması ma­nidardır. Mesabe, "iyinin, doğrunun, bilginin üretildiği yer, üniversite" olduğuna göre, önce bu değerler üretilecek sonra da güvenli olacaktır. Mesabe, yani bilginin olmadığı yerde güvenlik olmaz. Câhillerin toplu­munda güvenlik aramak hayalden öteye geçemez.

Beytullâh, başka bir adı ile Mescid-i Haram üniversitesinin temel­leri Hz. Âdem zamanında atıldı, daha sonra Nûh tufanı ile izleri silinip gitmişti; ardından da Yüce Allah Hz. İbrahim'e Beytullâh'ın yerini gös­terdi, neresi olduğunu belirledi (Hacc 22/26) ve Hz. İbrahim'e onu yeni­den inşa etmesini söyledi. Demek ki Beytullâh ve geniş anlamı ile Mescid-i Haram, insanlığın ilk ma'bedi (Âl-i İmrân 3/96), aynı zamanda ilk üniversitesidir. İlk peygamber Hz. Âdem orada yaşadığı gibi son peygamber Hz. Muhammed de orada yaşadı.

3.   İşte  gece  yürüyüşü  dediğimiz  İsrâ olgusu,  insanlığın  ilk ma'bedi, ilk üniversitesi olan Mescid-i Haram (Beytullâh)dan başladı, yani bereket ve hidâyet kaynağı olan (Âl-i İmrân 3/96) Mescid-i Haram denen üniversiteden başladı.

Yolculuk, Mescid-i Aksa denen, çevresi mübarek kılınan, yani kutsal olan üniversiteye doğru olmuştur. O dönemde Mescid-i Aksa Ya­hudi ve Hıristiyanlar için önemli bir ma'bed idi. Yüce Allah İsrâ l'de "çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa" demektedir. Sadece Mescid'in kendisi mübarek değil, çevresi de mübarek idi. Bu açıdan bakınca bu ma'bedin, yani üniversitenin Mescid-i Haram'a benzeyen yönü olduğunu görür ve anlarız. Mescid-i Aksa da Yahudi ve Hıristiyan­lığın eğitim merkezi ve üniversiteleri idi. Demek ki Mescid-i Aksa, in­sanlığın ikinci üniversitesi olma özelliğini taşıyordu. "Bir ma'bed ve üniversiteden başka bir ma'bed ve üniversiteye gidiş"e İsrâ denmektedir. Burada şu soruyu sormamız gerekiyor: Bu olgu niçin gerçekleştirilmiş­tir?

4. "Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye." Âyetin bu kısmındaki gösterme fiilinin başında yer alan lâm harfi, amacı, yani gece yolculuğunun niçinini belirlemektedir. "Gösterme" eylemi, aslında öğretmek anlamına gelmektedir. Bir şeye gözlem yaptırı-lıyorsa, o şey gösteriliyorsa öğretiliyor demektir. Demek ki bu yolculuk, öğretim amaçlı yapılmıştır.

Yüce Allah, âyetlerinden bir kısmını Hz. Peygamber'e öğretmek, göstermek için bu olguyu gerçekleştirmiştir. Buradaki âyetlerden kasıt ne olabilir? Bu sorunun cevabını verebilmek için En'âm 75'teki Hz. İb­rahim'in olgusuna gitmemiz gerekiyor: "Böylece biz, kesin iman edenlerden olması için İbra­him'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteri yorduk." Hz. İbrahim'e gös­terilen, yani öğretilenlerle Hz. Muhammed'e gösterilenler arasında bir benzerlik olsa gerek. Melekût ile âyât kelimesinin mana itibari ile yaklaşan tarafları vardır. Melekût kelimesinin "kâinatın işleyiş ve idare edi­liş kanunları" anlamına geldiğini düşünürsek, âyât da "kanunlar, alamet­ler, semboller" manasına gelmektedir.

Âyât kelimesine, "mesajlar, kâinatın idare ediliş kanunları" manası verilebilir. Bir bakıma "göklerin ve yerin hükümranlığının kanunları" da denebilir. O zaman Hz. Muhammed'in öğretimi ile Hz. İbrahim'in öğre­timi arasında bir benzerlik kurulabilir.

5. "O gerçekten işitendir, görendir."

Âyetin başında sübhân olduğu için, sonunda da işitme ve görme sıfatları gündeme getirilmektedir. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, İsrâ olgusuna bu özelliği ile başladı; ardından işitme ve görme sıfatlarıyla bu olguyu tamamladı. Çünkü âyetin içinde yer alan "göster­me" anlamına gelen fiil, ancak görmesinde eksiklik olmayan biri tarafın­dan gerçekleştirilebilir. Görme ve işitme sıfatlarının cüz'îsini Yüce Al­lah, kulu Hz. Muhammed'e verdiğinden onu öğretime tâbi tutmuştur.

Genelde tefsirde İsrâ olgusu ile beraber Mi'râc olgusu da anlatılır. Ama Yüce Allah bu âyette Mi'râc olayına değinmediği için biz de de­ğinmeyi uygun bulmuyoruz. Günümüzün bilimine göre bir açıklama getirecek olursak şunu söyleyebiliriz: Hz. Peygamber'imizin İsrâ olgu­sunda, onun önünden zaman ve mekan kaldırılmıştır. Bir bakıma onun bedeni ışınlanmış ve bu ışınlanma anında mekan mefhumu ortadan kalkmıştır. Onun için İsrâ'nın bedeni mi ruhî mi olduğu tartışmasına girmek lüzumsuz bir uğraşıdır. Nasılından ziyade niçini üzerinde dur­mak daha faydalı olacaktır. Hz. Peygamber'e neler öğretildi, insanlığa hangi mesajlar gönderildi, insanlığın yücelmesinde onun yeri nedir? gibi sorulara cevap verilmelidir.

Şimdi şu soruyu sorabiliriz: İsrâ olgusunun insanlığa getirdiği fay­dalar, değerler nelerdir? Bunları maddeler halinde şöyle tesbit edebiliriz:

a) Yüce Allah mesajlardan bir kısmını Hz. Peygamber'e öğretmek için özel bir öğretim ortamı hazırlamıştır.

b)  Mescid-i Haram denen üniversite ile Yahudi ve Hıristiyanların üniversitesi olan Mescid-i Aksâ'nın birleştirilmesi, Hz. Peygamber'in onlara yakınlaşması, yaklaştınlması için gerçekleştirilmiştir. Bu olay, Yahudi ve Hıristiyanları İslam'a davet için önemli bir yaklaşım niteliğini taşımaktadır.

Kitap ehlinin öğretileri ile İslam arasında müşterek noktanın bu­lunması için gerçekleştirilen bir yaklaşım olan İsrâ, ayrılıkları, farklılık­ları değil de kitap ehli ile olan müşterek noktaları öne çıkarmak için ya­pılan bir öğretim ve birleştirme faaliyetidir.

Dedeleri Hz. İbrahim ile torunlarından olan Hz. Süleyman'ın inşa ettiği Ma'bed ve üniversitelerin birleştirilmesi, Allah'ın bitişmesini em­rettiği şeylerin bitişmesini temin etmektir (Ra'd 13/21). Demek ki isrâ, beyin, gönül ve nefis ülkelerinin bitişmesi gibi, Ma'bed ve üniversitele­rin bitişmesini gerçekleştirmek amacını taşımaktadır.

c)  Kur'ân, daha önceki tüm peygamberlerin evrensel mesajları ile yerel bazı mesajlarını alıp yer verdiği ve onları birleştirdiği gibi, İsrâda alınan, öğretilen, verilen mesajlarda da bir müştereklik vardır.

Bu demektir ki İsrâ denen öğretim faaliyeti, Kur'ân'in hem ma'bed hem değerler hem ibadetler hem de tevhid inancı bakımından Kitap ehli ile Müslümanların sahip olduğu asgarî müştereki tesis etme amacını güdüyordu.

d)  İsrâ olgusunun gece olması, Müslümanların insanlığı ihya ede­bilmeleri,   geliştirebilmeleri   için   gece   de  çalışmalarını   ilke   haline getirmektedir.

Gündüz herkes çalışıyor, ama geceyi değerlendirenler, medeniyet­te öne geçeceklerdir. Gece çalışanlar İsrâ olgusunu kendi hayatlarına tatbik ediyorlar demektir. Maddeyi enerjiye, enerjiyi maddeye çeviren­ler, uzun mesafeleri kısaltacaklardır. Kafasını yorup teknoloji üretenlere, uzak mesafeleri kısaltacak şekilde Allah yardım edip onları yürütecektir. Çalışanı Allah yürütür (Rahman 55/33). Bu bilgiyi teknolojiye çevirme iledir ki insanlar göklerin ve yerin katlarını aşıp gideceklerdir.

Hz. Süleyman'ın yanındaki ilim adamının göz açıp kapayıncaya kadar Belkıs'ın tahtını getirmesi (Nemi 27/40) olgusu, mu'cizesi bilim haline dönüşecektir. Kur'ân'da bu iki olgunun, yani İsrâ ve Belkıs'ın tahtının anında getirilmesi insanların önüne çok ciddi ödevler koymakta­dır. Aksi takdirde onlar tarihi bir olgu olarak kalır, sonraki nesillere bir kıssa olmaktan öte bir şey getirmez. Ama onlar bilimsel araştırma yapan üniversitelerin önüne program koymakta, hedef göstermektedir.[3]

 

Hz. Musa'ya Verilen Kitabın Görevi:

 

2. Musa'ya Kitab'ı verdik ve onu İsrâiloğullarına, ben­den başka bir vekil edinmeyin diye rehber yaptık.

Bu âyeti Hz. Peygamber'in İsrâ, yani gece yürüyüşü ile ilgili 1. âyetin içeriğini dikkate alarak açıklamayı uygun buluyoruz.

1. "Musa'ya kitabı verdik."

Birinci âyette Mescid-i Aksâ'nın yer alması, Hz. Peygamber'in o-raya götürülmesi, îsrâiloğullannı, başka bir ifadeyle Kitap ehlini tevhid inancının etrafında toplamayı amaçlamaktadır. Hz. Peygamber'den asır­larca önce yaşamış, ilâhî vahye mazhar olmuş ve bizzat Allah'ın doğru­dan konuştuğu Hz. Mûsâ ve ona verilen kitaba gönderme yapılarak bu birleştirme gerçekleştirilmektedir.

Hz. Peygamber'e çevresi mübarek olan Mescid-i Aksa yolculu­ğunda gösterilen mesajlar ile Hz. Musa'ya verilen kitabın mesajları ara­sındaki benzerlik burada gündeme getirilmektedir. Hz. Musa'nın pey­gamberliği sırasında geçen şu olgular Hz. Peygamber'in İsrâ olgusunun küçük bir modelini oluşturmaktadır.

a) "Mûsâ, belirttiğimiz vakitte buluşmaya gelip Rabb'i onunla konuşunca" (A'râf 7/143). Buluşma yeri bilindiği

gibi Tûr dağı idi. Yüce Allah onunla konuşunca ne dedi? "Ey Mûsâ, gönder­diklerimle, sözümle, seni insanların başına seçtim. Sana verdiğimi al ve şükredenlerden biri ol, dedi" (A'râf 7/144).

ailesiyle yola çıkınca, Tûr tarafından bir ateş gördü. Ailesine: Siz bekle­yin, ben bir ateş gördüm, belki oradan size bir haber yahut ısınmanız için bir ateş parçası getiririm dedi. Oraya gelince, o mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısından, ağaç tarafından kendisine şöyle seslenildi: Ey Mûsâ! Bil kj ben, bütün âlemlerin Rabb'i olan Allah'ım" (Kasas 28/29-30); "Ve asanı at" (Kasas 28/31); "Elini koynuna sok; kusursuz bembeyaz çıkacaktır" (Kasas 28/32).

İşte bu olanlar Hz. Musa'nın da bir çeşit İsrâ'sının olduğunu göste­rir ve Hz. Peygamber'in İsrâ'sının küçük bir modelini teşkil eder.

Bilindiği gibi peygamberlerin hayatında tepe veya dağların bir o-kul işlevi olmuştur. Hz. Âdem'in hayatında Arafat ve Cebel-i Rahman; Hz. Nûh için Cûdî dağı; Hz. Mûsâ için Tûr; Hz. Muhammed için Cebel-i Nûr çok önemli yerlerdir. Bunlar, kısmî buluşma, kurtuluş ve vahyin alındığı yerler olmuştur. Hz. Peygamber Cebel-i Nûr'daki Hirâ Mağara-sı'nda vahyi almıştır.

Bütün bu dağlar, ilâhî okulun tabiat çevresinde, müesseseleşmemiş halini ifade etmektedir. Ama Hz. Peygamber'in Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya yürütülmesiyle bu iki mekanın, ilâhî vahyin eğitim müessesesi olarak resmilik kazandığını söyleyebiliriz. Artık Hz. Mûsâ gibi dağa yürütmek değil de, Mescid'e, yani bir müesseseye, bir okula, bir ma'bede yürütmek gerçekleşmiştir. Artık insanlar vahyi ma'bette ve okulda öğreneceklerdir. Bu da din eğitiminin resmi ve müesseseleşmiş halini ifade etmektedir.

Demek ki Hz. Peygamber'in İsrâ olayı, din eğitiminin resmi ku­rumlarda olmasına bir işaret teşkil etmekte, Cebel-i Nûr'dan Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa'ya eğitimi aktarmanın ve müesseseleşmenin gerekli olduğu değişimi ifade etmektedir.

2. "Ve onu İsrailoğullarına benden başka bir vekil edinmeyin diye rehber yaptık."

Âyetin bu kısmı, Hz. Musa'ya gönderilen kitabın Kur'ân ile olan müşterek görevi belirlenmekte ve bunun "rehberlik" olduğuna işaret edilmektedir. Ama Hz. Musa'nın kitabının, İsrailoğullarına rehberlik yapacağı da vurgulanmaktadır. Kur'ân'da Hz. Musa'ya indirilen Kitab'm Tevrat olduğuna dair bir işaret olmamakla beraber, genel kabul Tevrat'ın ona indirildiğinden yanadır. Eğer Hz. Musa'ya verilen kitap Tevrat ise, Mâide 44'te de onun bir rehber olduğu hatırlatılmaktadır.

Burada şu soruyu sorabiliriz: Hz. Musa'nın kitabının rehberliği hangi konuda olacaktır? Yüce Allah bu soruyu âyetin devamında cevap­landırmaktadır: "Benden başka bir vekil edinmeyin diye" ifadesi, insan­lara kime tevekkül edeceklerini öğretme konusunda rehberlik yapacaktı.

Bundan anlıyoruz ki, İsrâiloğullarının, dönemlerinde kime dayanıp güvenecekleri konusunda sorunları vardır. Demek ki, tevhid inancının en çok yaralı olduğu konu tevekkül meselesi idi. Tek olan Allah, aynı za­manda tek vekil olmalıdır.

Vekîl kelimesi, "işlerin havale edildiği, işleri üstlenen kefil" de­mektir. Başkasına ait bir işi, bir meseleyi çözmek için emanet veya hava­le edilen kimseye vekîl denmekte, ayrıca bir başkasının davranışlarından sorumlu olan kimse manasına da gelmektedir. Birinci anlamı ile de ahlâ­kı ilgilendirmektedir. Şimdi kelimenin Kur'ân'daki manalarına bakalım.[4]

 

"Vekîl" Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:

 

1) Koruyucu

Bu kelime Allah için kullanıldığında bu anlama gelmektedir, "Bir kısım insanlar, mü'minlere: Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker top­ladılar, aman sakının onlardan! dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha artırdı ve Allah bize yeter. O ne güzel koruyucudur, dediler" (Al-i İmrân 3/173).

2)Savunucu

 Haydi siz dünya hayatında onlara taraf çıkıp savundunuz, ya kıyamet günü Allah'a karşı onları kim savunacak yahut onlara kim vekil olacak" (Nisa 4/109). Bu âyetteki vekîl kelimesi "savunucu, destekçi" anlamına gelmektedir.

3) Gözetiminde tutmak

"İşte Rabb'iniz Allah budur. O'ndan başka ilâh yoktur. O her şeyin yaratıcısı­dır. Öyleyse yalnız O'na kulluk edin. Zira O'dur her şeyi görüp gözeten" savlama çelmektedir.

4) Kaderi belirleyici olmak

"Allan her §eyin yaratıcısıdır ve yalnız O'dur her şeyin yönünü ve sonucunu belirleme gücüne sahip olan" (Zümer 39/62). Aslında yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 2'de de bu anlama gelmektedir. Varlıkların geleceğini, sonuçlarını, yani kaderlerini belirleyen nüfuz ve kudret sadece Allah'a aittir.

İnsanların geleceğini belirleyen tek güç Allah'tır. Bu inanç biçimi tevhidin ayrılmaz, olmazsa olmaz boyutunu teşkil etmektedir. İnsanların problemlerini çözen, onları koruyan ve her yönü ile gözeten yegane güç Allah'a aittir. İşte Hz. Musa'ya indirilen kitabın rehberliği bu yönde ola­caktı. Bu temel ilke Kur'ân'da merkezi konuyu teşkil etmekte, Kur'ân'm Tevrat'ı tasdik edici olduğu ana konulardan biri olmaktadır. Bütün pey­gamberlerin vahyleri aynı ilkeyi devam ettiren bir süreç niteliğini taşı­maktadır.

Müslüman ve Kitap ehlinin din eğitimcileri dinlerin bu müşterek noktasını görüp insanları bu doğrultuda bilgilendirmelidirler. O zaman Kitap ehli ile Müslümanlar düşman değil dost olacaklardır. Tevhid inancının temel alındığı bir anlayış, inanış ve bilinç düşmanlık değil. birlik beraberlik meydana getirecektir. Tevhid inancının sosyal hayata beraberlik meydana getirecektir. Tevhid inancının sosyal hayata yansı­ması bu olmalıdır.[5]

 

İnsanlık Hak Din Bakımından Bir Bütündür:

 

3. Ey Nûh ile beraber (gemide) taşıyarak kurtardıkla­rımızın soyundan olanlar! Doğrusu Nûh çok şükreden biri idi.

Âyete tek başına bakınca, önceki âyetlerle bağlantısı olduğu fark edilmeyebilir. Allah'tan başkasını vekil edinmemek nasıl tevhid inancı­nın olmazsa olmazını teşkil ediyorsa, şükür de müminin temel nitelikle­rinden birini temsil etmektedir.

Şükür hem "iman etmek" hem de "sahip olunan nimetin kıymetini bilip karşılığını yapmak" anlamına gelmektedir. O zaman, Allah'a iman eden birinin, şükretme ibadetini de yerine getirmesi gerekir. Şükrün, en eski ibadetlerden biri olduğunu göstermek için Yüce Allah, onu Hz. Nûh örneği ile açıklamaktadır.

İnsanların ikinci atası Hz. Nuh'tur. Nûh ile beraber gemide taşı­nanların soyu, bütün insanlıktır. Buradaki nidanın dar manada İsrâiloğullarına ait olduğunu söylemek doğru olmaz. Ama bize göre bu hitap, birinci derecede İsrâiloğullarını ilgilendirmektedir. Çünkü Yüce Allah Firavun'un esaretinden onları kurtarmasına, Hz. Mûsâ ve Hz. Hâ-rûn gibi nice peygamberleri onların içinde göndermesine rağmen bu ni­metlerin şükrünü yeteri kadar yapamamışlardır. Dedeleri Hz. Nuh'u ör­nek göstererek Yüce Allah, onları şükretmeye davet etmektedir.

Âyet, bize göre hem Hz. Musa'ya gönderilen kitapta hem de Kur'ân'da yer almaktadır. Kur'ân'da yer alması ile yerel olmaktan çıkmış evrensel bir boyut kazanmıştır. Sahip olduğumuz varlığımızın, be­denimizin, ruhî melekelerimizin, özellikle aklımızın, maddî nimetlerimi­zin, beslenmemizi temin eden nimetlerimizin Allah'tan geldiğini bilmek, şükrün birinci basamağıdır.

Hz. Nuh'un, bize göre en büyük şükür gerekçesi, kâfirlerin baskı­sından tufan ile kurtulması, tufanın sonunda selamete ermesi olmuştur. Hz. Nûh kendi şahsına ait nimetler konusunda şükrederken, genel nimet­ler bakımından hamdetmesini de Allah ona emretmiştir, "Sen, yanındakilerle birlikte gemiye yerleştiğinde: Bizi zâlimler topluluğundan kurtaran Allah'a hamdolsun de" (Mü'minûn 23/28). Hamdettikten sonra şu ifadeyi kulla­narak, nimetin kimden geldiğini itiraf ederek tevekkül de ona emredilmektedir: "Ve de ki: Rabb'im! Beni bereketli bir yere indir. Sen, iskan edenlerin en hayırlısısın" (Mü'minûn 23/29).

Biraz daha derinden bakarsak, Hz. Nuh'un gemi ile taşınıp Cûdî dağına inmesi de onun İsrâsı olmaktadır. Üçüncü âyetin birinci âyetle olan bağlantısı bu açıdan kurulabilir. Hz. Nûh kâfirlerden kurtulabilmesi için bulunduğu mekandan gemi ve tufan vasıtası ile Cûdî dağına yürü­tüldü.

Hz. Mûsâ, Mısır'dan çıkıp yine deniz yarılarak, Tûr dağına yürütü­lerek kâfirlerden kurtuldu. Hz. Muhammed de Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya yürütülmesinin ardından hicret ederek kâfirlerden kur­tuldu. Ancak Hz. Muhammed'in yürütülmesi mabedden mabede, öğre­tim müessesesinden öğretim müessesesine olmuştur. Artık kâfirlerden kurtuluş öğretim müesseseleriyle olacaktır, dağlarla tufanla değil. Tufan artık bilgidir, Nuh'un gemisi de insan aklıdır. Bilgi denizinde yüzen akıl gemisi, erdemin Cûdî dağına oturacaktır.

İşte İsrâ sûresinin ilk üç âyeti, üç peygamberin yürüyüşünü gün­deme getirmektedir. Bu âyetleri bir bütün olarak düşünmek gerekiyor. Hz. Muhammed'in gece yürüyüşü denen İsrâ'sına Kitap ehlinin inanma­sı için Hz. Mûsâ ve Hz. Nuh'un İsrâ'lan örnek verilmektedir. Hz. Peygamber'e İsrâ olgusunda verilen mesajların öncesi ile sonrası birleşince insanlığın kurtuluşu olmaktadır.[6]

 

Kitapta İsrailoğullarına Bildirilenler:

 

4.  Kitapta İsrâiloğullarına: Andolsun, yeryüzünde iki defa bozgunculuk yapacaksınız ve büyüklendikçe bü-yükleneceksiniz, diye bildirmiştik.

5.  Birincisinin vakti geldiği zaman, pek güçlü olan kul­larımızı üzerinize salacağız ve evlerin arasında dolaşa­caklar. Bu yerine gelecek bir vaad idi.

6.  Sonra sizi onlara yeniden üstün getirdik. Servet ve çocuklarla gücünüzü artırdık, sayınızı daha da çoğalt­tık.

7. İyi davranırsanız, kendinize iyi davranmış olursunuz, eğer kötü davranırsanız kendinize kötü davranmış olur­sunuz. Artık diğer cezalandırma zamanı gelince, yüzü­nüzü kara etsinler,   daha önce girdikleri gibi yine Mescid'e girsinler ve ele geçirdiklerini yerle bir edecek kimselerin tekrar gelmesi olağandır.

Bu âyetler özelde İsrâiloğullarının başına gelen belaları sebep-sonuç ilişkisi içerisinde anlatmakta, genelde de bütün insanlığa sosyal olguların sebep-sonuçlarım anlatarak önemli bir ders vermektedir. Âyet­lerin analizinden bunları anlamaya çalışacağız.

1. "Kitapta İsrâiloğullarma bildirdik." Âlimler bu kitabın Tevrat olduğunu söylemektedirler. Kur'ân'da Tev­rat'ın îsrâiloğullarına gönderildiğine dair bilgi var ama Hz. Musa'ya gönderildiğine dair bir bilgi yoktur. Hz. Musa'ya kitap verildiğine dair âyetler vardır ve bunlardan biri de az önce yorumunu yaptığımız İsrâ 2. âyettir. Demek ki 4. âyette geçen kitap, Hz. Musa'ya verilen kitaptır.

Burada önemli olan az sonra anlatılacak olanları Yüce Allah'ın vahy yolu ile İsrâiloğullarma bildirmesidir. Onların vahyî bilgiye da­yanmış olması sebebiyle Kur'ân'da yer almasıdır. Daha önce vahy yolu ile bildirilmiş ve Kur'ân onu tekrar gündeme getirmiştir.

Âyette geçenfcii kadaynâ fiili, Bakara 117'de açıklanmıştır. Bu kelime Kur'ân'da şu manalara gelmektedir: Hükmetmek, emretmek (Bakara 2/117; İsrâ 17/23); son vermek (Kasas 28/15); tamamlamak (Kasas 28/29); canını vermek (Ahzâb 33/23); karar vermek (Ahzâb 33/36); açığa vurmak (Yûsuf 12/68); vahyetmek, bildirmek, açıklamak, (Hicr 15/66; İsrâ 17/4); işi bitirmek (En'âm 6/8); gidermek (Hacc 22/29); yaratmak (Fussilet 41/12).

Burada bildirmek, açıklamak, vahyetmek anlamına gelmektedir. Bu kelimenin öz anlamında, önceden bildiğini geleceğe yönelik olarak insanlara açıklamak, hükme bağlamak vardır. Yüce Allah'ın bu şekilde bildirmesinin, onların gelecekte bunları yapacaklarına yönelik belirleyici bir etkisi var mıdır? Onların istikbalde yapacaklarını Allah bildiği için mi bildirdi yoksa, öyle bildirdiği için mi öyle yapmak mecburiyetinde kalacaklardır? İşte bu sorunun cevabı İslam'ın kader anlayışının çok önemli bir kısmını teşkil etmektedir. Yani onların istikbaldeki davranış­ları bir alın yazısı mı idi? Kur'ân'm geneline bakınca Yüce Allah kulla­rını kötüden korumak için peygamber ve vahy yani kitap göndermekte­dir. Kötü fiillerin arkasında ilâhî irâde yoktur; kulun irâdesi vardır. Ku­lun istediğini Allah yaratır. O zaman âyetteki kadaynâ fiili, kulun yap­tıklarından sonra gerçekleşecek olana işaret eden ilâhî bir eylemdir.

Demek ki, kötüyü kul ister Allah yaratır; iyiyi ise Allah hem ister hem de yaratır. Şimdi bu formülü dikkate alarak âyetin devamını açık­lamak zorundayız.

2. "Andolsun yeryüzünde iki defa bozgunculuk yapacaksınız ve büyüklendikçe büyükleneceksiniz."

Âyeti yöresel, yani tarihî boyutuyla ele aldığımızda Jüy. merrateyni "iki kerre" ifadesinden tarihte onların bozgunculuğu, kibir­lenmeleri iki kere olacak anlamı çıkar. Ama buradaki "iki defa" ifadesi, gerçekten "iki defa"yi değil çokluğu ifade etmektedir. Fırsat buldukla­rında bunu yapacaklardır. Bozgunculuk ve kibir, İsrâiloğullarının, bu­lundukları gelişmişliği, medeniyeti, seviyeyi hazmedememelerini gös­termektedir. Kibir, psikolojik bir durum iken bozgunculuk sosyal bir durumu ifade etmektedir. Hâlâ Yahudilerin "üstün ırk" anlayışları, iddia­ları bu psikolojinin uzantısını teşkil etmektedir. İnsanları toz kadar gör­mek, kendinde ırk olarak bir ayrıcalık hissetmek ve bunu davranışlarına yansıtmak bozgunculuğu meydana getirmektedir. Geçmişte öyle oldu, şimdi de öyle olmakta, gelecekte de öyle olacaktır.

Bu açıdan baktığımız zaman, âyette bir sebep-sonuç ilişkisini gö­rüyoruz. Kibir sebep, fesat yani bozgunculuk çıkarmak da sonuç olmak­tadır.

İşte bu noktada bir önceki bölümde sorduğumuz soru gündeme gelmektedir. îsrâiloğullarının fesat çıkarması ve kibirlenmesi önceden Allah tarafından bilindiği için söylenmiştir. Yoksa Allah onları bozgun­culuk yapın ve kibirlenin diye zorlamaz. Böyle olsaydı, onları sorumlu tutmazdı.

a) Burada şu soruyu sorabiliriz: Nasıl bozgunculuk yapıyorlardı,

yapıyorlar ve yapacaklardır? Sorunun bir cevabı Mâide 64'tedir:

"Ne zaman savaş için

bir ateş yakmışlarsa, Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde boz­gunculuğa koşarlar; Allah ise bozguncuları sevmez." Demek ki, savaş ateşini yakmak, onların bozgunculuklarının bir boyutudur. Savaşın çık­ması için uğraşı verip toplumları birbirine düşürmek fesattır.

b) İnsanların inançları ile dinleri ile alay etmek, inanç özgürlüğünü ortadan kaldırmaya çalışma bozgunculuktur.

"Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve kâfirleri dost edinmeyin. Allah'tan sakının, eğer mü'minler iseniz" (Mâide 5/57).

c) Haklarına razı olmayıp, başkasının hakkına tecavüz etmeleri (Bakara 2/60).

d) "Yahudilerin zulmü sebebiyle, bir de çok kimseyi Allah yolundan çevirmeleri, men edildikleri halde faiz al­maları ve haksız yollarla insanların mallarını yemeleri nedeniyle daha önce kendilerine helal kılınan (aslında) temiz yiyecekleri onlara haram kılmıştık" (Nisa 4/160-161).

e) Peygamberleri öldürmeleri (Bakara 2/61; Âl-i İmrân. 3/112; Nisa 4/155),

f)  Allah'a verdikleri sözde durmayıp birbirlerini öldürmeleri ve birbirini yurtlarından çıkarmaları (Bakara 2/84-

İşte İsrâiloğulları bu ve buna benzer pek çok şeyde bozgunculuk çıkarmışlardı.

Günümüzdeki Kitab-ı Mukaddes'te onların nasıl fesat çıkardıkları anlatılmaktadır:

"Kendinize putlar yapmayacaksınız ve kendiniz için oyma put ve dikili taş dikmeyeceksiniz ve önünde secde etmek için memleketinizde resimli taş kurmayacaksınız. Çünkü ben Allah'ınız Rabb'im.

"Eğer kanunlarımda yürürseniz ve emirlerimi tutarsanız ve onları yaparsanız, o zaman yağmurlarınızı vakitlerinde göndereceğim ve yer mahsulünü verecek ve kırın ağaçlan meyvelerini verecekler. Ve memle­kete selamet vereceğim ve yatacaksınız ve sizi korkutan olmayacak ve kötü hayvanları memleketinizden kaldıracağım ve memleketinizde düş­manlarınızı kovalayacaksınız ve önünüzde kılıçla düşecekler. Ve yeryü­zünü size çevireceğim sizi semereli edeceğim ve sizi çoğaltacağım.

"Fakat beni dinlemez ve bütün bu emirlerimi yapmazsanız ben de size şunu edeceğim: Dehşeti gözleri söndüren ve canı yıprandıran, vere­mi ve sıtmayı üzerinize koyacağım ve tohumunuzu boş yere ekeceksiniz ve onu düşmanlarınız yiyecek. Yüzümü size karşı koyacağım ve düş­manlarınızın önünde vurulacaksanız, sizden nefret edenler, üzerinize hükümdar olacaklar: ve sizi kovalayan yokken kaçacaksınız. Ve eğer bunlarla da beni dinlemezseniz, o zaman suçlarınız için sizi yedi kat da­ha tedib edeceğim. Ve kuvvetinizi, gururunuzu kıracağım; ve göklerinizi demir gibi edeceğim ...

"Ve eğer bana karşı yürür ve beni dinlemeye razı olmazsanız, suç­larınıza göre üzerinize yedi kat daha bela getireceğim ... Ve benim tara­fımdan bunlarla da ıslah edilmezseniz, ben de size karşı yürüyeceğim ve ben de saçlarınız için sizi yedi kat vuracağım. Ve üzerinize ahdin öcünü alan kılıcı getireceğim. Ve şehirlerinize toplanacaksınız ve aranıza veba göndereceğim ve düşman eline vereceğim.

"Ve eğer bununla da beni dinlemezseniz ve bana karşı yürürseniz; o zaman ben size karşı öfke ile yürüyeceğim; ben de suçlarınız için sizi yedi kat tedib edeceğim. Ve oğullarınızın etini ve kızlarınızın etini yiye-

Geçmiş nesillerin yaptıkları iyilikleri överek, mezarlarla gurur du­yarak milleti ayakta tutmak mümkün değildir. Her nesil kendi iyisini, güzelini, faydalısını yapmalı, faydalı insan yetiştirmelidir.

b) Âyetin devamında yer alan "İU b\ in ese'tüm "kötü davranırsa­nız" ifadesi Fussilet 46'da ilü esâe kalıbında yer almaktadır. Kötülük eden kendine kötülük etmiş olur. İyilik kendi lehine; kötülük ise kendi aleyhinedir. Ayette iyilik yapma, kötülük yapma fiillerinin öznesi insan­dır.

Kendi toplumu içinde kötülük üretenler kendi toplumlarına zarar verirler, başka toplumlara değil. Ama insanlık çapında kötülük işleyenler bütün insanlığa zarar vermiş olurlar.

6.  "Artık diğer cezalandırma zamanı gelince, yüzünüzü kara etsinler, daha önce girdikleri gibi yine Mescid'e girsinler ve ele geçirdiklerini yerle bir etsinler."

Öyle anlaşılıyor ki bu ifade iyiden kötüye doğru değişimin olaca­ğına işaret etmektedir. İsrâiloğullarına yeniden devleti kurma fırsatını verdikten sonra, yine fesat çıkarır ve aşırı derecede kibirlenirlerse, birin­ci uygulama tekrar edecektir.

Muhammed Esed'e göre M.S. 70 yılında Titus tarafında ikinci ma­betleri ve Yahudi eyaletleri yakılıp yıkıldı. Süleyman Ateş'in naklettiği­ne göre bu olay, M.Ö. VI. yüzyılda Babil Kralı Nabukodanasır tarafın­dan Yahuda devletinin yıkılması, başkenti Orselim'in tahrip edilip hal­kının Babil'e sürülmesidir.

Bize göre bu durum devam edecek olan bir süreç niteliğindedir. Peki ikincisinde ne oldu ya da ne olacak? Âyetin devamı bu soruyu ce­vaplandırmaktadır.

a) "Yüzünüzü kara etsinler." Bilindiği gibi "yüz" in­sanın iç alemindeki fırtınaları, ruh durumunu, mutluluğu veya mutsuzlu­ğu en iyi şekilde yansıtır ve insanın tüm benliğini de ifade etmektedir (En'âm 6/79).

Burada "yüzün kara" edilmesi, "onurunu ayaklar altına almak, o-nurunu kırmak, şahsiyetini küçültmek" manasına gelmektedir.

b) "Daha önce girdikleri gibi yine Mescid'e girsinler."

Demek ki birinci savaşta İsrâiloğullarının ma'bedine namahrem eli değmişti. Burada Ma'bed, toplumun namusunu, onurunu, devletin ba­ğımsızlığını temsil etmektedir. Ma'bedine namahrem eli değen toplum­lar yıkılmış demektir. Onun için Mehmed Akif Ersoy, namahrem elinin Ma'bede değmemesi için Allah'a bütün benliği ile yalvarmıştır.

c) "Ele geçirdiklerini yerle bir etsinler."

yütebbirû, "helak edip yok etmek" anlamına gelmektedir. Bu kelime Â'râf 139'da yok oluşa götürmek/yok olmak; Nûh 28'de de "he­lak etmek" anlamına gelmektedir. Eski kötülüklerine dönerlerse, üzerle­rine gönderecek olduğu kullar da her şeyi yerle bir etmiş olacaklardır.

Netice olarak diyebiliriz ki, Yüce Allah bütün dünya insanlığına, kötünün, kötüyü nasıl çağırdığını, hiçbir kötülüğün, yapanların yanma kalmadığı ve kalmayacağını öğretmektedir.

Kötülükler bir toplumu çürütmekte, nefes almasını önlemekte, sosyal bağışıklık sistemini kırmakta ve bütün sosyal virüslere açık hale getirmektedir. Toplumların yaşayabilmesi, varlıklarını devam ettirebil­mesi için, manevî bağışıklık sistemini güçlü tutmak gerekiyor. Bozgun­culuğu, aşın kibri kırmak için mücâdele vermenin yolu da eğitiminden ve siyaseten geçmektedir. Selim aklı devreye sokmak, tefrikayı önlemek, ahlâkî değerleri hayata geçirmek toplumları ayağa kaldıracaktır.[7]

 

Allah'ın Merhamet Kapısı Her Zaman Açıktır:

 

8.?e/£/ /îa^ 'iniz sfeg merhamet eder, fakat siz eğer yine (fesatçılığa) dönerseniz, biz de sizi yine cezalandı­rırız. Biz cehennemi kâfirler için bir hapishane yaptık.

Bu âyet, 4. âyette geçen "iki defa" ifadesinin çokluk ifade ettiğinin en belirgin delili olmaktadır. Çünkü bu âyet, "bir kere daha dönme ihti-mali"ni gündeme getirmektedir.

1. "Belki Rabb'iniz size merhamet eder." Âye­tin bu kısmından şunları anlıyoruz:

a)  İkinci bozgunculukları ve aşırı derecede kibirlenmelerinin ar­dından 7. âyette verilen veya verilecek olan cezanın ardından yine du­rumlarında bir düzelme olursa, Yüce Allah yine onlara devlet kurma fırsatını verebileceğine işaret etmektedir.

b)  Bu da bize şunu gösteriyor ki, İsrâiloğulları ve şimdiki isimle­riyle Yahudiler, her an dünyada bozgunculuk yapabilir, aşırı kibirlenerek kendilerinin asil ve seçkin ırk olduklarını iddia eder hale gelebilirler. İkinci fesatlarından sonra merhamete uğramalarının anlamı affedilebil-meleri manasına da gelebilir.

c)  Biz âyetteki bu ifadeden bütün toplumlar için genel bir ilke çı­kartabiliriz: Yüce Allah merhametinin başka bir açıdan tanımını yap­maktadır. Merhamet, cezalandırdığı bir topluma acıması ve onları tekrar eski durumuna getirmesi demektir.

2.  Lİâp 'e's* b\j "Fakat siz eğer yine (fesatçılığa) dönerseniz, biz de sizi yine cezalandırırız."

Demek ki bir kere daha, bir daha dönme ihtimalleri var. Ve bu du­rum onların dünyanın başına bela olma bakımından bir davranış süreci yaşadıklarını ve yaşacaklarını ifade etmektedir. Onlar kötü hallerine, günaha, fesada döndükçe Allah da cezalandırmayı tekrar edecektir. Bu­nun anlamı, Allah'ın merhametini istismar etmemeleri için bir uyarıdır.

Onların döneklikleridir ki, Yüce Allah âyetin başında "ihtimal" an­lamına gelen IJLs- 'asâ kelimesine yer vermiştir. Bu ihtimalin anlamı da, Allah'ın kendi merhametini istismar ettirmemesidir. Yüce Allah kulunun irâdesine güvenmediği için, merhametini de ona göre ayarlamaktadır.

Diğer taraftan, bu âyet, insanlara merhamet eden Allah'ın, onları artık cezalandırmayacağı manasına alınmaması uyarısını da yapmakta­dır. Cezadan merhamete nasıl geçiliyorsa, merhametten de cezaya geçi­lebileceğine işaret edilmektedir.

3. "Biz cehennemi kâfirler için bir hapishane yaptık."

Âyetin bu kısmında geçen l^-f^- hasîrâ kelimesi, "zindan, hapishane, onlan kuşatan ve bağlayan bir yer" anlamına gelmektedir. Bundan anlıyoruz ki. İsrâiloğullarına bu dünyada verilen cezalar hafif kalmaktadır: esas cezayı âhirette göreceklerdir. Çünkü dünyadaki ceza kısa bir zamanı kapsamakta, kimi zaman da ondan kurtulma imkanı bulunmaktadır. Böylece bozgunculuk yapan, aşırı derecede kibre kapılan milletleri Yüce Allah âhirette de cezalandıracağını hükme bağlamaktadır.

Ayrıca âyetin bu kısmı, ceza hukukunda hapis uygulamasına da a-sırlar önce işaret etmiş oldu. Hapse atılıp hürriyetin kısıtlanması en ağır cezalardan biridir. Benzer fiillere her zaman aynı cezanın uygulama zo­runluluğunu da ortadan kaldırmaktadır.[8]

 

Kur'an'ın Misyonu:

 

9-10. Doğrusu, bu Kur'ân, dosdoğru olanı gösterir ve iyi işler yapan mü'minlere büyük ödül olduğunu ve âhirete inanmayanlara da acı bir azap hazırladığımızı bildirir.

Birinci âyette, Hz. Peygamber'in Mescid-i Harâm'dan Mescid-i Aksa'ya yürütülüp orada bazı âyetlerin ona gösterilmesi, öğretilmesi konusu ela alındıktan sonra, Hz. Musa'ya verilen Kitap ve onun görevle­ri üzerinde durulmuştu. Hz. Muhammed, Hz. Mûsâ ve Hz. Nûh peygam­berlerin arasında kurulan köprü, ilâhî eğitimin bir süreç niteliği taşıdığı­na işaret etmek için idi. Bunun ardından bozgunculuk yapmanın, üstün ırk olduğunu iddia ederek diğer milletlere karşı aşırı kibirlenmenin nele­re mal olduğu, sonuçlarının neler olduğu konusuna girilerek Ma'bed'e dokunmanın ne kadar onur kırıcı olduğu, bağımsızlığın, namusu temsil ettiğini öğrendik. Şimdi de Kur'ân'a ve onun görevleri ile içerdiği konu­lara geçilmektedir.

1. "Doğrusu bu Kur'ân, dosdoğru olanı gösterir."

Ayetin bu kısmında yer alan akvam kelimesi için "en doğru" anlamının verilmesini Râzî uygun bulmamakta, Muhammed Esed de ona uygun bir meal yapmaktadır: "Gerçek şu ki, bu Kur'ân o dosdoğru olan yolu göstermektedir." Bu meali Râzî'nin, "Kur'ân hiçbir şeyle mukayese edilemez" ilkesinden hareket edersek doğru bulmamız gerekiyor. "En doğru" tercümesi, başka doğru olduğunu ifade eder ki, Râzî bunu Kur'ân'a aykırı bulmakta, ^»1 akvam kelimesinin ve kalıbının mukayese bildiren ism-i tafdîl değil de ism-i fail manasında alınmasını önermekte­dir. Tıpkı jŞ\ «ut Allâhüekber ifadesine "Allah uludur, büyüktür" ma­nasını verdiğimiz gibi, buradaki 'fi\ akvam kelimesine de "dosdoğru" manasını vermemiz uygun düşmektedir.

Ne demektir "dosdoğru olan?" Ahlâkî mükemmellik, ahlâkî er­dem, güzellik, ferd, toplum ve insanlığa yararlı olan her şey, tevhid i-nancı, toplumları çürüten her kötülükten arınma, hak ve adalet, insan hak ve özgürlüklerine saygı duyma, bilgi ve bilince dayanan hareketler bu kapsama girmektedir.

Âyetin bu kısmında geçen ^x^ yehdî kelimesine "göstermek" manasını verdik; ama aslında "götürmek" manası da verilebilirdi. Kur'ân dosdoğru olana götürmektedir. "Göstermek" aslında "götürmek" mana­sını içirmektedir. "Göstermek" veya "götürmek" aynı zaman da "dos­doğru" olanı öğretmektedir. Böylece Kur'ân'ın öğretim faaliyeti ortaya çıkmaktadır.

Bundan şu öğretim ilkesini çıkartıyoruz: Öğretim faaliyeti yetiş­tirmekte olduğu insanların beynine, insanlık için bir yarar sağlamayan, güzellik taşımayan, erdeme bir şey katmayan, arınmaya yardım etmeyen fuzûlî, modası geçmiş, tedavülden kalkmış para gibi geçerliliği kalma­mış bilgileri sokmamalı: güzeli, erdemi, dosdoğruyu, faydayı taşıyan bilgi ile donatılmalıdır Ama öğretim faaliyeti dosdoğru olanı gösterecek veya ona götürecek, insanın kendisi onu alıp şahsiyetine, davranışlarına, hayatına sindirecektir. Onun içindir ki Yüce Allah "gösterir" veya "götü­rür" diyor, ama "zorla götürür" demiyor. "Dosdoğru olan" tabiatı gereği çekici bir cazibeye sahiptir, albenisi vardır; önemli olan onu göstermek, ona götürmektir.

2. "İyi işler yapan mü'minlere büyük ödül olduğunu müjdeler."

İşte Kur'ân'ın eğitim görevi de burada ortaya çıkmaktadır. Dos­doğru olanı göstermek veya ona götürmek bir öğretim faaliyeti iken, ödülü müjdelemek de eğitim faaliyetine girmektedir. Ayetin bu kısmında geçen kavramlardan, birinci bölümde geçen fö "dosdoğru" kelimesine bakarsak, dosdoğrunun ne olduğunu daha rahat anlayabiliriz. Kur'ân'in gösterdiği dosdoğru, iman ve iyi işlerdir. Böylece Kur'ân, bunları hayata geçirenlere büyük ödülü müjdelemektedir.

Bu büyük ödül ne olabilir? Daha önce İsrâ 6'da geçen "devlet kurma" imkanı, ekonomik güç, vasıflı bir nüfus, sosyal güç ve bunların neticesi olan güçlü devlet olabilir.

Ama 10. âyete göre düşünürsek bu ödülün, âhiretteki cennet, mut­luluk ve selâmet olduğunu söyleyebiliriz. Büyük ödül olduğuna göre, her ikisini birden de düşünebiliriz. İman, iyi işler yapmak, ödül, müjde gibi kavramlarla kurulu olan âyetin bu kısmı bir eğitim faaliyetini ifade et­mektedir.

3. "Ve âhirete inanma­yanlara da acı bir azap hazırladığımızı bildirir." Âlimler âyetin bu kıs­mını Yahudilerle ilişkilendirmişlerdir. Biz buradaki âhirete inanmayan­lar ifadesinden maksadın genel manada kâfirler olduğuna inanıyoruz.

Ayetin bu kısmı ile 9. âyetteki "dosdoğru" kelimesine bakabilir, dosdoğrunun kapsamı içinde âhirete iman olduğunu söyleyebiliriz. Kur'ân âhirete imanı gösteriyor, öğretiyor olduğu halde ona inanmayana da acıklı azabı bildirmekte, böylece iman ile ödül; inkâr ile azap arasın­daki bağlantıyı kurarak, can alıcı bir eğitim faaliyeti yürütmektedir.

Demek ki Kur'ân önce öğretim sonra da eğitim faaliyetini devreye sokmaktadır. Öğretim ile dosdoğru olanı gösterip öğretiyor, sonra da onun hayata geçirilmesini istiyor. Hayata geçirenleri ödüllendiriyor, ge­çirmeyenleri de cezalandırıyor. Bilgilendirme olmadan, yani peygamber gönderip öğretim yapmadan cezalandırmanın olmayacağını ilke haline getiriyor (İsrâ 17/15).[9]

 

İnsan Duasında Yanılabilir:

 

11. İnsan, iyiliği isteyeceğine kötülüğü ister. Çünkü in­san acelecidir.

Demek ki insan bazen iyiliği istediğini zanneder ama aslında kötü­lüğü istediğinin farkında değildir. Bu âyetin analizinden çıkaracağımız neticeler vardır.

1. İnsan kendi duygu ve istek âleminin boyutuna pek güvenmeme-lidir. Duygu ve istek alanı çok kaypak bir alan olduğu için insanı yanıl­tabilir. Kaypak olan duygu alanına ayağını sağlam basmak gerekiyor. Ayağını sağlam basmanın yolu da, bilgiden geçmektedir. Bu demektir ki, bilmediğin bir şevi Allah'tan istemeyeceksin (Hûd 11/46). Hz. Nûh bilmediği bir şeyi Allah'tan istediği için uyarılmıştır.

Daha önce Bakara 216"da sevgi denen duygunun insanı yanıltaca­ğına dikkat çekilmişti: : "Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için iyi olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir siz bilmezsiniz."

Demek ki bilmeyen insan, kötüyü sever ve ister; iyiyi sevmez ve istemez. Böylece kendi yararının nerede olduğunun farkına varamaz.

2. Yüce Allah insanın bu tarz yanılgısının nedenini gündeme ge­tirmektedir. Çünkü insan acelecidir. İnsanın doğuştan getirdiği önemli özelliklerinden biri "aceleci" olmasıdır. Acelecilik, insanı duasında ya­nıltmaktadır. Çünkü acelecilik ona konuyu enine-boyuna analiz etme, üzerinde derinlemesine düşünme fırsatını tanımamaktadır. Sebep-sonuç ilişkisi içerisinde verilen bu âyet, aceleciliği sebep, istekte yanılmayı da sonuç olarak takdim etmektedir.

Kur'ân'da aceleciliğin etki altına aldığı bazı durumlardan örnekler verebiliriz:

a) "Hani kâfirler bir zaman da Ey Allah'ım! Eğer bu kitap senin katın­dan gelmiş bir gerçekse üzerimize gökten taş yağdır, yahut bize elem verici bir azap getir! demişlerdi" (Enfâl 8/32).

Bu dua aceleciliğin getirdiği bir yanılgıdan dolayı yapılmıştır.

b) "Onlar: Eğer gerçekten doğru söylüyorsanız, bu tehdit ne zaman gerçekleşecek? derler" (Yâsîn 36/48). Allah'ın tehdidinin acele gelmesini istiyorlar.

c) "Senden azabı çarçabuk istiyorlar. Eğer önceden tayin edilmiş bir vade olmasaydı, azap elbette onlara gelip çatmıştı. Fakat onlar farkında değil­ken, o ansızın kendilerine geliverecektir" ('Ankebût 29/53).

d) "Senden azabı çarçabuk istiyorlar. Hiç şüpheleri olmasın, cehennem kâfirleri çepeçevre kuşata-caktır" ('Ankebût 29/54). Azabın gelmesinde acele ediyorlar.

e)  "Nihayet onu, vadilerine doğru yayılan bir bulut şeklinde görünce; Bu bize yağmur yağdıracak yaygın bir buluttur, dediler. Hayır! O sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir. İçinde acı azap bulunan bir rüzgardır" (Ahkâf 46/24).

f)  "Salih: Ey kavmim! dedi: İyiliği istemek yerine, neden kötülüğün' sizi çarçabuk bulmasını istiyorsunuz?" (Nahl 27//46).

g) "Müşrikler, senden iyilikten önce kötü­lüğü çabucak istiyorlar" (Ra'd 13/6).

İnsanlar iyilikten önce, acelecilikleri yüzünden kötülüğü isterler. Allah tarafından sunulan doğru yol, bilgi ve öğretiyi gönüllü olarak ka­bul edebilmek için etraflıca düşünme yerine, tehdit edilenin acele gelme­sini isterler. İşte bu yanılgılar acelecilikten kaynaklanmaktadır.

h) "Ona inanmayanlar, onun çabuk kop­masını isterler" (Şûra 42/18).'

Bir tarafta bilgisizlik acelecilikle birleşince yanılgıyı meydana ge­tiriyordu, bu âyette de imansızlık aceleciliği körükleyip insanları yanılt­maktadır.

i) "Öyle ise onlar hakkında acele etme. Biz onlar için teker teker sayıyoruz" (Meryem 19/84).

Hz. Peygamber, müşriklerin kötüler hakkında acele azap isteme­sinin ardından bu hitapla karşılaşmıştır. Demek ki, başkası için azap is­temekte, beddua etmekte insan acele davranarak yanılır.

j) "Sana O'nun vahyi tamamlanmadan önce Kur'ân'ı okumakta acele etme ve 'Rabb'im, ilmimi artır' de" (Tâhâ 20/114).

Bir şeyi öğrenmekle aceleci davranmamak gerekiyor. Çünkü ace­lecilik öğrenilecek şeyi azaltır.

Netice olarak diyebiliriz ki insanın aceleciliği duasını, isteğini, bedduasını, öğretimini etkilemektedir. Aceleciliği ile bilgisizliği veya imansızlığı birleşince yanılması kaçınılmaz olmaktadır.

Ana-babalar çocuklarının acele yetişmesini ister ve öğrenim yaşın­dan önce pek çok şeyi öğretmek isterler. Öğretim faaliyetinde önemli olan, gelişim basamaklarını, gelişim psikolojisini takip ederek, hangi yaşta hangi bilginin verileceğini bilmektir. Turfanda sebze yetiştirir gibi, turfanda insan yetiştirilemez. Bu konudaki aceleci davranışlar çocukla­rımızın, gençliğimizin okumaya karşı soğuk davranmasına sebep olmak­tadır. Bu konuda Tâhâ 114. âyet temel pedagojik kuralı koymuştur.

Ana-babalar bu şekilde davrandıklarında belki iyi yaptıklarını zan­nediyorlar ama aslında İsrâ 11'e göre kötüyü davet ediyorlar. Çocuklanmızı, öğrencilerimizi cezalandırırken de acele etmemek gerekiyor. Sorgulamadan ceza vermeme şeklindeki ilâhî kuralı uygulamak gereki­yor (A'râf 7/12).[10]

 

En Doğrusu Her Şeyi Açık Anlatmaktır:

 

12. Biz, geceyi ve gündüzü iki âyet yaptık; sonra gece­nin âyetini silip gündüzün âyetini gösterici yaptık ki, Rabb'inizden bir lütuf isteyesiniz, yılların sayısını ve hesabını bilesiniz. Biz her şeyi açık açık anlattık.

Bu âyet birinci âyetteki "gece" kavramının bir devamı ve açıkla­ması durumundadır.

1. "Biz, geceyi ve gündüzü iki âyet kıldık." "Âyet" kavramı burada birincil manada "tabiat kanunu" demektir. İkin­cil manası ise, Allah'ın varlığına, birliğine ve kudretine "delil" olan şey­ler demektir.

İnsan kudretinin, böylesine iki şeyi yaratması, biri artınca diğerinin azalması şeklindeki özellikleri onlara vermesi imkansız olduğundan, gece ve gündüzün yaratılmış olması Allah'ın varlığına ve O'nun yaratma gücüne delil olmaktadır.

2.  Sonra gecenin âyetini (simgesini) silip gündüzün âyetini (simgesini) gösterici yaptık."

Gece vakti, çalışmaktan ziyade istirahat zamanıdır. Gecenin varlı­ğını, gündüz ile giderince görme başlamaktadır. Âyet âyete karşı iş gör­mektedir.

3.  . "Ki Rabb'inizden bir lütuf isteyesiniz, yılların sayısını ve hesabını bilesiniz." Yüce Allah, gece iJe gündüzü incin yarattığını açıklamaktadır.

Nedenlerden biri gündüz vakti çalışarak Yüce Allah'ın rızık hazi­nesinden bir şeyler elde etme imkanını bulmaktır. Böylece Yüce Allah, çalışarak Allah'ın lutfuna nail olunacağına işaret etmektedir.

Diğeri ise gece ile gündüzün, saatleri, günleri, ayları ve seneleri hesaplamak amacı ile var edildiğine işaret etmektir. Çalışmak ve yıllan hesaplamak amacı ile gece ve gündüz denen iki âyet yaratılmıştır.

4. illimi j^ Jsj "Biz her şeyi açık açık anlattık."

Demek ki, Yüce Allah konulan aynntılı bir şekilde açıklıyor. An­layabilen ve kültürü yeterli olan için kapalı olan bir şey yoktur. İnsanla da aynı şekilde konulan aynntılı, açık seçik bir şekilde anlatmalıdırlar.

Buradaki gece ile gündüzü maddî anlamda alırsak şu âyetlerle bir­leştirip açıklayabiliriz:

a)  "Uykunuzu bir din­lenme kıldık. Geceyi bir örtü yaptık. Gündüzü de çalışıp kazanma zama­nı yaptık" (Nebe' 78/9-11). Böylece gece ile gündüzün işlevi belirlenmiş oldu.

b) "O, geceyi içinde dlnlenesiniz diye sizin için yaratan, gündüzü aydınlık kı­landır. Şüphesiz bunda dinleyen bir toplum için ibretler vardır" (Yûnus 10/67).

Yüce Allah, gece ile gündüzün yaratılışı konusunda düşünülmesi­ni, onlardan dersler çıkarılmasını isterken konuyu eğitim alanına çekmiş­tir.

Ama buradaki gece ile gündüzü manevî, yani ruhî manada alabili­riz. O zaman gece nefsin, cehaletin ve günahların karanlığı anlamına gelmiş olacak, gündüz de aklın, imanın, güzel eylemlerin, bilginin ışığı olmuş olacaktır. Birinin olduğu yerde öbürü yoktur.

Bu manada insan kendi ömrünün hesaplamasını yaparak, dünya hayatının geçiciliğini kavrayarak, kendi manevî hayatı için öz eleştiriye davet edilmektedir.[11]

 

Ameller Kitaba Kaydediliyor:

 

13.  Her insanın amelini boynuna doladık. İnsan için kı­yamet gününde, açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız.

14.  Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak ken­di nefsin yeter.

1. On üçüncü âyette geçen 'Jb tayr/tâir kelimesi, "kuş"; genel an­lamda "uçan mahluk, kader, uğur" manalarına gelmektedir ve kelimenin geniş açıklaması Âl-i İmrân 49'da yapılmıştır. Bu ve bu kökten gelen kelimeler Kur'ân'da kuş (Bakara 2/260); uçmak (En'âm 6/38); uğursuz­luk (Yâsîn 36/18-19); amel, kader (İsrâ 17/13); yayılmak (İnşân 76/7) manalarına gelmektedir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 13'te söz konusu sözcük "amel" anlamına alınacağı gibi, "kader" manasına da alınabilir. Bu kavram Semûd kavmi tarafından Hz. Salih'e karşı kullanılmıştır.

"Şöyle dediler: Senin ve beraberindekilerin yüzün­den uğursuzluğa uğradık, Salih: Size çöken uğursuzluk Allah katmdan-dır, dedi" (Nemi 27/47).

Hz. Peygamber'in dönemindeki Araplardan çok önce bu kelime "uğursuzluk" manasında kullanılıyordu: "Kasabalılar: Doğrusu, sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık, dediler ... Elçiler: Uğursuzluğunuz kendinizdendir, dediler" (Yâsîn 36/18-19). Di­ğer taraftan İsrâiloğulları tarafından da bu kavram "uğursuzluk" anla­mında kullanılıyordu: iki "Eğer kendilerine bir fenalık gelirse, Mûsâ ve onunla beraber olanları uğursuz sayarlardı" (A'râf7/131).

Tefsirlerde anlatıldığı gibi bu kavram sadece İslam öncesi Arapla­rın kültüründe yer alan bir kavram değildi, aynı zamanda Semûd kavmi, İsrâiloğulları ve çok önce yaşamış olan toplumlarda da bu kavram kulla­nılıyordu ve kültür! erinde yer almıştı; Semûd kavminden İsrâiloğullanna, oradan islam öncesi toplumlara ve nihayet Araplara intikal etmiştir. Arap kültüründe olması bakımından da Kur'ân'da yer almış, Yüce Allah onu "amel" veya "kader" manasında kullanmış, geç­mişin kültürüne farklı bir anlam yükleyerek Kur'ân'da yer vermiştir.

Peki "amere Yüce Allah niçin "kuş" demiştir? Bu soruya Süley­man Ateş ilginç bir cevap vermiştir: İnsandan çıkan, uçup giden işlere de kuş anlamında tâir denir (Ateş, age, V, 204-205). Ateş'in bu yorumun­dan hareketle diyebiliriz ki, her insan bir âlem olduğuna göre, bizim ko­nuştuklarımız, niyetlerimiz ve amellerimiz bizden ayrılınca o âlemin boşluğunda kuş gibi uçup durmaktadır. Amellerimiz canlı olarak hareket edip uçmakta, Yüce Allah'ın bizim için yarattığı kader âleminde canlı olarak yaşamaktadır. İşte o kader âleminin sabit olduğu, bütün amellerin orada birikip durduğunu anlıyoruz. Her amel kuş gibi orada yuva yaptı­ğı, kendine bir mekan edindiği için Yüce Allah amele kuş anlamında tâir demiştir.

2. "Her insanın amelini/kaderini boynuna doladık."

Biraz önce belirttiğimiz gibi kuş gibi uçan amellerimiz, çıkması mümkün olmayan kaderin boyun kısmında yuva edinmektedir. Bilindiği gibi boyuna giydirilen bir ip, bir zincir, bir lale asla çıkmaz.

Orada istesek de istemesek de zorunlu olarak bağlı kalır. İşte Yüce Allah bu zorunluluk gereği jip "boyun" kelimesini kullanmıştır. Diğer taraftan boyun, maddî anlamda kafa ile kalp arasındaki organı ifade et­mektedir. Aynı şekilde boyun manevî anlamda beyin ile gönül arasını teşkil eden, ikisini birbirine bağlayan önemli bir organdır. Kafa ile vücut birbirinden ayrıldığı zaman hayat biter, aynı şekilde beyni ile gönlünü birbirinden ayıranlar da manen ölü durumuna geçerler.

İşte bu alan aynı zamanda canın çıkıp gittiği, kuş gibi uçtuğu bo­ğazın bulunduğu alanı temsil etmektedir. Çok hayatî bir organ olması nedeniyle Yüce Allah bizim amellerimizi oradan geçirmekte ve asla kay­bolmadıklarını ifade etmektedir. Boyuna kimi zaman kaybolmaması için güzel şeyler takılır; ama insanı esarete götüren ip veya zincir de oraya takılır. Demek ki amellerin boyuna takılması, zorunluluğu, kaybol-mamayı ifade etmektedir.

Dikkat edilirse âyette geçen VlljİI elzemnâ fiilinin faili Allah'tır. Amelleri bizzat insanın boynuna dolayan Allah'tır. Bu onun, yani amel­leri korumanın ciddiyetini ve önemini belirlemektedir.[12]

 

"Lezime/Elzeme" Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:

 

1) Sağlamak/aşılamak

"Onların takva sözünü tutmalarını sağladı." Başka bir ifadeyle "Allah'a karşı sorumluluk duygusunu onlara aşıladı" (Fetih 48/26).

2) Zorlamak

"Siz onu istemediğiniz halde biz sizi ona zor­layacak mıyız" (Hûd 1 İ/28).

3) Kaçınılmaz/Zorunlu

"Eğer Rabb'inden, daha önce sâdir olmuş bir söz ve tayin edilmiş bir vâde olmasaydı (günah işleyenle­rin derhal cezalandırılması) kaçınılmaz olurdu" (Tâhâ 20/129).

4) Yakasını bırakmamak

"De ki: Yalvarmanız olmasa, Rabb'iniz size ne diye değer versin? (Peygamberin size bildir­diklerini) kesinkes yalan saydınız; onun için azap yakanızı bırakmaya­caktır" (Furkân 25/77).

5) Dolamak

"Her insanın amelini/kaderini boynuna do­ladık" (İsrâ 17/13). Bu kelimenin faili Allah olunca, ilgili organ da bo­yun olunca "dolamak" manası uygun düşmektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki. Yüce Allah, insanların ürettiği tüm amelleri eksiksiz olarak tespit edip kaydetmekte ve boynuna dolamakta­dır. Güzel ve iyi ameller bir süs eşyası gibi dolanırken, kötü ameller de bir yılan gibi insanın boynuna dolanmaktadır. Dolayısıyla burada mecazî bir anlatım tarzı vardır. Çünkü boyuna dolamak, bir işin kaybolmamasını ve zorunlu olmasın: ifade etmektedir.

3. "İnsan için kıyamet gününde a-çılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız."

"Kitâb"ın manası daha önce Bakara 2'de açıklanmıştı. Bunlardan biri "harfleri kelimelere, kelimeleri cümlelere, cümleleri kitap haline toplamak" anlamına geliyor. Demek ki Kitâb, "bir araya getiren, topla­yan" demektir. İşte insanların kuş gibi uçup giden amellerini bir araya getiren şeye kitap denmektedir.

Amellerin kaydedildiği, bir araya getirildiği kitap mahşer günü, yani kıyamet gününde açılmış olarak insanın önüne konacaktır. Tekvîr 10'da da aynı şey gündeme getirilmektedir: "Defterler açılıp yayıldığı zaman." "Herkesin önüne açılmış kitabın konması", baş­ka âyetlerde "kitabın verilmesi" şeklinde ifade edilmektedir:

a) "Kitabı sağ tarafından verilen, alın kitabımı okuyun, doğrusu ben, hesabımla karşılaşacağımı zaten biliyordum, der" (Hakka 69/19-20). İşte Yüce Al­lah yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 13-14, bu ve benzeri âyetlerde insana bu bilgiyi, inancı aşılamak amacını gütmektedir.

b) "Kitabı sol tarafından verilene gelince, O: Keşke, der, bana kitabım verilmeseydi de, hesabımın ne olduğunu bilmeseydim!" (Hakka 69/25-26).

c) "Kimin kitabı sağından verilirse, kolay bir hesapla hesaba çekilecek ve sevinçli olarak ailesine dönecektir" (İnşikâk 84/7-9).

d) "Kimin de kitabı arkasından verilirse, derhal yok olmayı isteyecek" (İnşikâk 84/10-11).

"Kitabın verilmesi" veya "önüne açık bir şekilde konulması" aynı şeydir ama, verme önce, açılması da sonradır. Netice olarak diyebiliriz ki Yüce Allah, insanların bu dünyada kuş gibi uçurdukları amellerinin kaybolmadığını, mahşerde önüne konacak bir şekilde kitapta kaydedildi­ğini beyan etmektedir. Bütün bu açıklamaların amacı, amel defterine iyi, güzel ve doğru şeylerin yazılmasını teşvik, kötü şeylerin yazılmasından da caydırıcılıktır. Mahşerde kitap önüne konmadan tedbirini alma amacı hedeflenmektedir.

Din eğitimcileri bu konu ve bu âyetleri ısrarla işleyerek insanlara şunu öğütlemelidirler: Amelini yapmadan sen ona yapıp yapmama konu­sunda hakimsin, ama onu yapınca o sana hakim olmaktadır. Yapmadan o senin kölendir, ama yapınca sen onun kölesi durumuna düşüyorsun. Amelini kuş gibi uçurmadan önce de tedbirini almalısın. İnsan, boynuna nasıl bir amelin takılacağını önceden düşünmelidir. Ona göre, beynini ve gönlünü kullanmalıdır.

4. "Kitabını oku"

Yüce Allah bu dünyada insanın önüne vahyini ihtiva eden bir kitap koyduğu gibi, mahşerde de yapılan amellerin kitabını koyacaktır.

Hira mağarasında Hz. Peygamber'e "Rabb'inin ismi ile oku" den­diği gibi, âhirette de insana "kitabını oku" denecektir. Oradaki okumak nasıl olacaktır? Sorunun cevabını şu âyetlerle verebiliriz:

a) "O (dirilme) kor­kunç bir sesten ibaret olacak, o anda hemen onların gözleri açılıp etrafa bakacaklar. Kâfirler, 'eyvah bize! Bu ceza günüdür' derler" (Sâffât 37/19-20).

Kıyamet koptuğunda, dirilme gerçekleşecek, insanların gözleri açı­lıp idrakleri yerine gelecek ve gerçeği anlayacaklardır.

b) "Yeryüzü Rabb'inin nuru ile aydınlanır, kitap konulur, peygam­berler ve şahitler getirilir ve aralarında hakkaniyetle hüküm verilir. Onla­ra asla zulmedilmez" (Zümer 39/69). Kitap getirildiği gibi şahitler ve peygamberler de gelecek, kişiye kitabı okutturulup hakkında hüküm ve­rilecektir.

c)  "Andolsun sen, bundan gaflette idin. derhal biz senin perdeni kaldırdık. Bugün artık gö­zün keskindir"" (Küf 50/221.

d)  "Alın okuyun kitabımı, der" (Hakka 69/19).

Görüldüğü gibi. insan dünyada gözündeki manevî perde nedeniyle, ilâhî vahyi okuyup anlamıyor; anlayıp hayata geçirmiyordu. Ama orada perde kalkacak, vgöz keskinleşecek, yani idrak etme gücü yerine gelecek; bu şekilde kitabındaki amellerin ne anlama geldiğini idrak edecektir. Kimisinin de amelleri çok mükemmel olması nedeniyle, kitabını başka­sına okutturacaktır.

5. "Bu gün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter." insan kendi kendine hesabını çıkaracak, amellerinin değerlendirmesini yapacaktır.

Bu ne anlama gelmektedir? İnsan bu dünyada, şeytanın etkisi, kötü arzularının baskısı, sosyal çevrenin kötü şartları nedeniyle davranışları­nın değerlendirmesini yapacak durumda değildir. Basireti, anlayışı, idraki, bütün bu engellerin bulunması nedeniyle amellerinin çirkin tarafını göremiyordu.

Kâf 22'ye göre, bu engeller ortadan kalkıp kişinin basireti açılınca, kişi, artık amellerinin değerlendirmesini yapacak duruma gelecektir. Değerlendirmenin ardından kendi kendini ya ibra edecek ya da cezaya mahkûm edecektir. Çünkü kendi kendini değerlendirebilecek objektif, yani tarafsız olarak tesbit edilip kaydedilen deliller, yani amel defteri, kitabı önünde olacak, onu okuyup kendisi hakkındaki kararını verecektir.

Bu dünyada kendisi hakkında taraf tutup değerlendirmesini yapar­ken, amellerinin kötü tarafını görmezken, orada böyle bir taraf tutma olmayacak, amellerinin kötü tarafını görmezlik olmayacaktır. Orada sağ­lam delil üzerinde değerlendirme olacaktır.

Yüce Allah mahşerde olacak olanı bu günden anlatmakta, insanla­rın tedbir almalarını istemektedir. İşte Kur'ân'in rehber olan tarafı da budur.[13]

 

Hidayet Ve Dalalet:

 

15. Her kim doğru yolu izlemeyi seçerse, bunu kendi i-yiliği için yapmış olacaktır. Ve her kim ki yoldan sa­parsa, bu kendi kötülüğüne olacaktır; kimse kimsenin suçunu taşıyacak değildir. Ayrıca, Biz bir peygamber göndermedikçe azap etmeyiz.

Bu âyet bir çok konuyu kapsamına almakta ve onlara açıklık ge­tirmektedir:

1. "Her kim doğru yolu izlemeyi seçerse bunu kendi iyiliği için yapmış olacaktır. Ve her kim ki yoldan saparsa, bu kendi kötülüğüne olacaktır."

Âyetin bu kısmı İsrâ sûresinin 7. âyetinde geçen "Eğer iyilik eder­sen kendinize etmiş, kötülük ederseniz yine kendinize etmiş olursunuz" ifadenin hem devamı hem de başka bir şekilde söylenişidir. Ama âyetin İsrâ 13 ile de bağlantısı vardır.

Herkesin ameli kendi boynuna dolanacağı için, doğru yoldan giden kendi lehine, kötü yoldan giden de kendi aleyhine amel işlemiş olacaktır. Kimse başkası için amel yapmayacaktır.

Bir kişi başkası için doğru yola gidemediği gibi, kötü yola da gidemez.

"Kim iyi bir iş yaparsa, bu kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabb'in kullarına zulmedici değildir" (Fussilet 41/46). Demek ki bunun böyle olmaması durumunda zulüm meydana gelecektir.

Âyetin bu kısmı hidâyet ile sapıklık meselesini ele aldığı için inan­cı ve ahlâkı ilgilendiren bir ilkeyi koymaktadır. Bir şeyin doğru yol veya sapıklık olduğunu Allah belirler ve dini bunun için gönderir. Bu açıdan âyet: "Şüphesiz Kur" ân dosdoğru olana iletir" ifadesinin yer aldığı İsrâ 9. âyetin açıklamasını yapmaktadır. Kur'ân dosdoğru olanı gösterip ona iletince, neyin sapıklık olduğunu da öğretmiş olmaktadır.

Allah'ın bu öğretisinden sonra doğru yolu bulacak veya doğru yol­dan çıkacak olan insanın kendisidir. Âyette geçen hidayet ve dalalet fiil­lerinin failinin insan olarak gösterilmesi buna delildir.

2. "Kimse kimsenin suçunu taşıyacak değildir." İşte âyetin bu kısmı hukuku ilgilendirmekte ve suçu ferdîleştirmektedir. Suçun ferdîleşmesi de hukukta köklü bir değişimin, devrimin gerçek­leşmesi demektir.

Toplumların ilkelliği ile ilkellikten kurtulmuşluğu arasındaki çiz­giyi belirleyen en önemli ilke suçun ferdîleşmesidir.

Bu konuyu ela alan Kur'ân'da şu âyetleri buluyoruz:

a) Herkesin kazanacağı yalnız kedisine aittir. Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenemez" (En'âm 6/164).

b) "Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüzlenemez. Yükü ağır gelen kimse onu taşı­mak için başkasını çağırırsa, bu çağırdığı akrabası da olsa, onun yükün­den bir şey yüklenemez" (Fâtır 35/18).

c)   "Eğer inkâr ederseniz,  şüphesiz  Allah,  size  muhtaç  değildir. Bununla beraber O, kullarının küfrüne razı olmaz. Eğer şükredersiniz sizden bunu kabul eder. Hiçbir suçlu diğerinin suçunu çekmez" (Zümer

d) "Gerçekten hiçbir suçlu, başkasının suçunun yükünü yüklenemez" (Necm 53/38).

Tercümelerde bizim "suç" diye ifade ettiğimiz 55313 vâzira kelime­sini "günah" kelimesi ile de ifade edebiliriz. Suç dediğimizde hukuku, günah dediğimizde din ve ahlâkı ilgilendirmiş oluruz.

Kur'ân'in hukuk ve ahlâka kazandırdığı bu ilkenin ilk âyeti Necm 38'dir.

Bunun tek istisnası vardır, o da Nahl sûresinin 25. âyetinde yer al dır:

"Kıyamet gününde kendi günahlarını tam olarak taşımaları ve bilgisizce sapıtmakta da bk kısmım yüklenme­leri için (öyle derler). Bak ki yüklenecekleri şey ne kötüdür." Eğer bir kimse işlediği suçu veya günahı başkasına bulaştırıp onu yoldan çıkarı­yorsa, onun da günahının bir kısmını yüklenecektir. Yani saptırdığı kişi­ler eğer bir günah işlerlerse o günahın da bir bölümünü yüklenecek de­mektir. Yani hem saptırmasının günahını hem de saptırma sonucu işle­nen günahın bir bölümünü yüklenecek demektir. Yoksa birinin işlediği günahı diğerinin yüklenmesi anlamı söz konusu değildir. Zira saptırılan-larla saptıranların Kur'ân'da zikredilen âhiret konuşmalarında bu konuda mazeret kabul edilmemektedir. Dolayısıyla yukarıda istisna dediğimiz konu aslında konunun başka bir açılımını ve insanları saptırmanın ne derece kötü bir iş olduğunu ifade etmektedir.

3. "Ayrıca, Biz bir peygamber göndermedikçe azap etmeyiz.' Neyin doğru, neyin yanlış; neyin güzel, ne­yin çirkin; neyin iyi, neyin kötü; neyin faydalı, neyin zararlı; neyin hak, neyin bâtıl olduğunun bilgisi verilmeden insanları Yüce Allah sorumlu tutup cezalandırmayacağını bu âyette ilân etmektedir. İnsanlara dinî, ahlâkî bakımdan yükümlülüklerini öğretmeden ceza vermemeyi ön gö­ren ve bunu ilke olarak koyan Yüce Allah, peygamberleri neden gönder­diğine de açıklık getirmektedir. Böylece ceza ile bilgi arasındaki ilişkiyi de belirlemektedir.

Bu âyeti ile Yüce Allah, öğretim programında nelerin yer almasını da belirlemektedir. Önce dinin ahlâkî değerlerinin neler olduğu, onları çiğnemenin getireceği yükümlülükler öğretilmeli, doğru yol ile yanlış yol tespit edilmeli ve bunlar öğrenim programında yer almalıdır. Böyle­ce âyetin son kısmı da eğitimle ilgilidir. Âyetin bundan önceki iki bölü­mü eğitimi ilgilendiren bu bölüm üzerine oturmaktadır. Eğitimin olma­dığı yerde ne hukuk ne ahlâk ne de din kendine temel bulabilmektedir.

Nelerin, yani hangi davranışların günah, hangi davranışların suç, hangi davranışların ahlâk dışı olduğu önceden belirlenmelidir. Bu da eğitimin görevleri arasında yer almaktadır.[14]

 

Toplumsal Çöküşün Sebepleri:

 

16.  Ama bir toplumu yok etmeyi irâde ettiğimiz zaman, o toplumun refaha gömülmüş seçkinlerine son uyarıla­rımızı iletiriz ve onlar eğer günahkarca yaşamaya de­vam ederlerse cezalandırıcı yargı artık o toplum için kaçınılmaz olur ve Biz de onu darmadağın ederiz-

17.   Nuh'tan bu yana Biz böyle nicelerini yok ettik. Çünkü kullarının günahlarını bütünüyle görüp haber­dar olmakta senin Rabb 'in gibisi yoktur.

Bu âyetler de İsrâ 4-8. âyetlerin evrenselleştirilmiş bir devamı du­rumundadır. Toplumların çöküşü konusunda bazı sebepler anlatılmakta ve bu konuda geçmişten örnekler getirilmektedir. Âyetlerin analizinden şu neticelere varıyoruz:

1. "Ama bir toplumu yok etmeyi irâde ettiğimiz zaman." Âyetin bu kısmına bakınca, cümlenin fiilinde Allah'ın irâdesi, istemesi, murad etmesinin olduğunu görüyoruz.

Yüce Allah'ın bir toplumu helak etmeyi, yok etmeyi istemesi o topluma zulüm olmaz mı? Yüce Allah'ın Kur'ân'da koyduğu temel ilke, kullarına asla zulmetmeyeceğidir: "Kim iyi bir iş yaparsa kendi lehinedir. Kimde kötülük yaparsa aleyh'inedir. Rabb'in kullarına zulmedici değildir" (Fussilet 41/46). "Al­lah kullarına zulmetmez" ilkesini hatırdan hiç çıkarmadan bu ve buna benzer âyetleri yorumlamak zorundayız. O zaman yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 16. âyete şöyle yaklaşacağız: Yüce Allah'ın bir toplumu çökertip yok etmesi, kesinlikle o toplum halkının amellerinden kaynak­lanan bir nedene dayanmaktadır. Onun içindir ki İsrâ 4'te İsrâiloğulları örneğinde onların amellerinden ve psikolojilerinden kaynaklanan iki önemli sebep üzerinde durulmuştur. Neydi o sebepler? Yeryüzünde fe­sat, yani bozgunculuk çıkarmak ve aşırı derecede kibirlenmek idi. İşte bu beşeri oluşumların sonucunda Allah Teala'nın irâdesi, isteği devreye girmektedir. Zaten âyetin devamındaki mütraf kelimesi de içinde böylesi şımarık ve müstekbirlerin bulunduğu bir toplumun kastedildiğini ispat etmektedir.

2. "O toplumun refaha gömülmüş seçkinlerine son uyarılarımızı iletiriz."

a)  Âlimler âyetin bu kısmında geçen lijü emernâ fiiline farklı manalar   vermişler.   Süleyman   Ateş   bu   manaları   nakletmektedir. Bunlardan birini uygun buluyor, ötekileri nakletmeye değer bulmuyoruz. "Allah onlara itaati, iyiliği emreder. Fakat Allah'ın emrini dinlemez, kötülük yapar, cezayı hak ederler" [15]

Yukarıdaki Muhammed Esed'in mealini uygun gördüğümüzü söy­lemeden geçemeyeceğiz. Demek ki ûp emernâ kelimesini, "uyarıları­mızı iletiriz" şeklinde manalandırırsak, âyet birinci bölümündeki Al­lah'ın kullarına zulmetmeyeceği ilkesine uygun düşecektir. Zemahşerî de bu manayı benimsemektedir.

b)  Âyetin bu bölümünde geçen   mütraf kelimesi  terife fiilinden gelmektedir. "Bitkinin suyu çok olmak, refah ve bolluk içinde yaşamak; etrafe kalıbı da "nimet ve bolluk azdırmak, birine bol nimet  vermek,  azgınlık  ve  sapıklıkta ısrar etmek";  el-etrâf şeklindeki isim kalıbı "üst dudağında yumrucuk olan"; cijuJl el-mutraf kalıbı da "sorumsuz, rahat yaşayan, cebbar, zorba kişi, hayatın tadını çıkaran kişi" manalarına gelmektedir.

Verdiğimiz Lügat manalarından biri çok manidar görünmektedir: Terife fiilinin isim kalıbı olan el-etrâf, "üst dudağında yumrucuk olan kişi" demektir. Demek ki, toplumda sorumsuzca, ahlâkî değerlerden en­dişe etmeksizin, onları hayatına uygulamadan zorbaca bir hayat yaşayan mütraf kişiler toplumun dudağının üstünde yumrucuk durumunda olan­lardır. Bunlar toplum hayatında mantar gibi üreyen asalaklardır. Mütarraf kalıbı ise, "kolay ve müreffeh bir hayatın küstahlaştırdığı kimse, haz, eğlence, ve keyif peşinde koşmanın yozlaştırdığı kimse" demektir.

Netice olarak diyebiliriz ki, âyetteki mütraf kimseler, "toplumun ileri gelen idarecileri ve ekonominin iplerini elinde tutan zenginleri"dir. Her idareci, her zengin ve her ileri gelen mütraf değildir. Halkı sömü­ren, halka baskı yapan, şımarık, küstah, zevk peşine koşan kimseler mütraftır.

c) Yüce Allah, bunlara kendilerini düzeltip, şımarıklıktan, küstah­lıktan, her an zevk peşine koşmaktan, ha\ka zu\\im etmekten, ah\âk\ de­ğerleri bir tarafa atmaktan vazgeçmelerini bildirir. Bu bildiriyi daha ön­celeri peygamberleri vasıtasıyla yapardı. Bildirisini, emrini, vahyini on­lara vererek bu ahlâkî ilkelerden endişesiz yaşayan mutraflara ulaştırırdı.

Günümüzde de elimizdeki Kur'ân ile bunu yapmakta ve insan ak­lını da devreye sokmaktadır. Artık insan aklı, Kur'ân'in ulaşmadığı yer­lerde boşluğu dolduracak şekilde bilgi ile beslendiği için toplumdaki şımarık, küstah, zorba ve asalakça yaşayan, ahlâkî kurallar tanımayan insanları disipline edecek durumdadır.

Günümüzde Kur'ân'ı veya kendi kutsal kitabını eline almayan ida­reciler, ileri gelenler ve zenginler olduğuna göre ve eğer bunlar mütraf denecek bir hayat yaşıyorlarsa, Yüce Allah emirlerini onlara nasıl ulaştı­racak? Bu soru günümüzün toplumlarında bir kanser tümörü gibi dur­maktadır. Burada üç yolun olduğuna inanıyoruz: Birisi din eğitimcileri, yani Allah'ın vahyini en iyi bilenler vasıtası ile bunlara yanlışları anlatı­lır. Diğeri, bu insanların vicdanları vasıtasıyla kötü durumları kendileri­ne hissettirilir. Üçüncüsü de bilgi edinme yolu onlara sunulur.

Bu soruya Kur'ân'dan şu âyetleri cevap olarak getirebiliriz:

 i. "Rabb'in, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamberi memleketlerinin ana merkezine göndermedikçe, o memleketleri helak edici değildir. Zaten biz ancak halkı zâlim olan memleketleri helak etmi­şizdir" (Kasas 28/59).

ii. "Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimizi anlatan ve bu günle karşıla­şacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi? Derler ki: Kendi aleyhimize şahitlik ederiz. Dünya hayatı onları aldattı ve kâfir oldukları­na dair kendi aleyhlerine şahitlik ettiler" (En'âm 6/130).

iii. "Gerçek şu ki: Halkı ıslah ediciler iken Rabb'in haksızlık ile ülkeleri yok edecek değildir" (Hûd 11/117).

Bu âyetlerden anlıyoruz ki, ilâhî vahye, bilgiye ve barışa, ıslahata giden toplumlar helakten kurtulacak, ilâhî vahye, bilgiye ve barışa, ısla­hata ters düşenler de helak olacaklardır.

3. "Ve onlar eğer günahkarca yaşamaya devam ederlerse cezalandırıcı yargı artık o toplum için kaçı­nılmaz olur ve Biz de onu darmadağın ederiz."

a) Yüce Allah onlara uyarıda bulunup yanlış yola gittiklerini bil­dirmesine rağmen yine onlar, günahkarca, yani zorbaca, ahlâkî ilkeler­den endişesiz bir şekilde, küstahça ve şımarık bir tarzda yaşamaya de­vam ederlerse, cezalandırıcı yargı artık onlar için kaçınılmaz olur.

Âyetin bu kısmında yeralan Jjîil l£İ* jAi "cezalandırıcı yargı artık o toplum için kaçınılmaz olur" yani "söz o topluma hak oldu" ifadesinde "söz" yani "cezalandırıcı yargı" özne durumundadır, ji- hakka fiili de "hak oldu, yani kaçınılmaz oldu" demektir. JjiJl el-kavl "söz" kelimesine de "yargı", ya da "ceza" manasını verebiliriz. Bu açıklamadan şuraya varmak istiyoruz: Toplumun idarecileri, ileri gelenleri ve zenginlerinin toplumda bozgunculuk meydana getirecek olan günahkarca yaşamaları kendiliğinden cezayı harekete geçirip cezanın gelmesine neden olmaktadır. Yargı ya da ceza kendi kendine hareket edip geliyor. Cezanın kaçı­nılmazlığını onların kötü davranışları doğurmaktadır.

b) Yüce Allah da kaçınılmaz hale gelen bu cezayı tatbikata koyup onları darmadağın etmektedir. Böylece Yüce Allah, bir toplumu ceza­landırırken geçen aşamaları bir sebep sonuç zinciri içinde açıklamakta, Sosyoloji ve Tarih bilimlerine yardım etmektedir.

Âyette geçen ü;Jo demmernâ kelimesi, "kökünü kazımak, hiçbir iz bırakmamak suretiyle yok etmek"tir.

Bu âyetin yorumunu şu âyetlerle bitiriyoruz:

a) "Bir toplum kendilerindekini/iç dünyalarındakini değiştirmeden Allah onların durumunu değiştirmez" (Ra'd 13/11). Benzer bir ifade Enfâl 53'te de vardır.

b) "Eğer şükredici olur ve iman erer-seniz neden Allah sizi azaba uğratsın" (Nisa 4/147).

4. "Nuh'tan bu yana Biz böyle nicelerini yoK ettik. Çünkü kullarının gü­nahlarını bütünüyle görüp haberdar olmakta senin Rabb'in gibisi yok­tur."

Demek ki insanlar kendi iç âlemlerini, şahsiyetlerini, niyetlerini ve davranışlarını kötüden yana değiştirip bozgunculuğa düştükçe Allah o toplumları batırmıştır. Bunlara Hz. Nuh'tan bu yana, 'Âd, Semûd, Lût, Ahkâf toplumlarını da örnek verebiliriz.

Bu âyetin ilginç noktası, Yüce Allah'ın, haberdar olarak ve göre­rek bu cezalandırmayı yapmış olmasıdır. Bu demektir ki, keyfi cezalan­dırma olmamıştır ve olmayacaktır. Yüce Allah'ın haberdar olması ve görmesi delil olarak yeterlidir, ama beşerî hukuktaki cezalandırmada delil çok önemlidir. Dolayısıyla âyet, delilsiz, keyfi olarak ceza verile­meyeceğine de işaret etmektedir.

Hz. Nuh'tan bu yana denmesinin başka bir anlamı da, sosyal olay ve olguların determinizm kanunları içinde işlediğini ifade etmektir. Top­lumların helakinde, çöküşünde, yok olup gitmesinde şu kanun işlemiştir ve işleyecektir: Aynı sebepler aynı şartlar altında aynı neticeleri doğura­caktır. Hz. Nuh'tan günümüze ve kıyamete kadar aynı kanun hüküm sürecektir.

Bu noktada şu soruyu sorabiliriz: Yüce Allah bunu veya bunları bize niçin anlatıyor? Soruyu şu şekilde cevaplandırabiliriz:

a) Yüce Allah, tarihsel olguları analiz etmemize ışık tutuyor. O ol­guların meydana gelmesindeki sebep-sonuç ilişkisini görerek doğru neti­celere varmamıza yardım ediyor.

b)  Sonraki nesillerin, Allah'ın geçmiş toplumlara zulmettiği anla­yışına kapılmaları böylece önlenmektir.

c) Geçmişin olgularını anlatarak geleceğe ışık tutmak, gelecek ne­sillerin ibret alıp toplumsal yaşamlarını düzeltip kendilerine çeki-düzen vermelerini sağlamak Kur'ân'in hedeflerindendir. İşte Kur'ân, toplum mühendislerine, yöneticilere ve ileri gelenlere kendilerini disipline etme öğüdünü vermektir.[16]

 

Kulun İradesine Göre Allah Verir:

 

18. Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada

hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş ola­rak gireceği cehenneme sokarız.

19. Kim de âhireti diler ve bir mü 'min olarak ona yara­şır bir çaba ile çalışırsa, işte bunların çalışmaları mak­buldür.

20.  Hepsine, onlara da bunlara da Rabb'inin ihsanın­dan veririz. Rabb 'inin ihsanı kısıtlanmış değildir.

"Bu ayefterde de insanm irâdesi söı Dokusu tATrafoasiHk şu neticeleri çıkartabiliriz:

1. "Her kim bu çarça­buk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada hemen veririz."

Yüce Allah âyette el-'âcile kelimesini kullanmış, "dünya" kelimesini kullanmamıştır. Bunun sebebi, 'âcile "acele olan" anlamına gelmesidir. Günümüzde biz buna "kısa vadeli, geçici, yakında olan" da diyebiliriz. Bu âyeti İsrâ 16. âyetin devamı olarak düşünürsek, açıkla­mamız kolaylaşacaktır.

16. âyette Yüce Allah, mütraf, yani dünya hayatını ahlâkî ilkeler­den uzak, küstahça, zorbaca ve bütün geçici hayatın zevklerinin peşine koşarak geçirenlerin dikkatini çekmişti. Yorumunu yapmakta olduğu­muz İsrâ 18'de de, onların neden böylesine yanlış yola düştüklerini bu­luyoruz. Onlar, bu geçici hayatın hazlarmın peşinde koştukları, öyle ya­şamayı isteyip tercih ettikleri için toplumun başına bela getirmişlerdir.

Onlar bu geçici dünyayı isterken devreye Allah'ın meşîeti, yani di­lemesi ve irâdesi, yani istemesi girmektedir. Yüce Allah kendi dilediğine istediği kadar vermektedir. Ama mutlaka kulunun istediğini değerlen­dirmeye tâbi tutmaktadır. Değerlendirmesinde kime ne kadar vereceğini kendisi belirlemektedir. Bunu şu şekilde formüle dökebiliriz: Kötüyü insan ister Allah verir; yani yaratır. Yüce Allah kulu için kötüyü istemez. Şu âyetlerde de Yüce Allah bunu vurgulamaktadır:

a) "Her kim dünya nimetini isterse, kendisine ondan veririz" (Âl-i İmrân 3/145).

b) "Kim de dünya nimetini isterse, ona da dünyadan bir şeyler veririz" (Şûra 42/20).

c) "Hayır, Doğrusu siz, çarçabuk geçeni seviyor, âhireti bırakıyorsunuz" (Kıyamet 75/20-21).

d) "Şu insanlar, çarçabuk geçen dünyayı seviyorlar da önlerindeki çetin bir günü (âhireti) ihmal ediyor­lar" (İnsan 76/27).

2. "Sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği cehenneme sokarız."

Âyetin bu kısmında geçen »ylü mezmûm kelimesi "kınanmış"; medhûr kelimesi de "kovulmuş" anlamına gelmektedir. Bu iki kelimenin âyetin sonunda yer almasının sebebi, o cehennem azabından kurtulmalarının imkansızlığını anlatmaktır.

Bu noktada şu soruyu sorabiliriz: Yüce Allah böyle bir âyete bura­da niye yer vermiştir? Bize göre bunun cevabı Kehf sûresinin 35-36. Âyetlerindedir: "Böyle gurur ve kibirle kendisine zulmederek bağına girdi. Şöyle dedi: Bağımın, hiçbir zaman yok olacağını sanmam. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet Rabb'imin huzuruna götü-rülürsem, hiç şüphem yok ki, orada bundan daha iyi bir sonuç bulurum."

Bu âyetler sorumuzu cevaplandırırken şuna işaret ediyor: Geçici dünya zevklerini isteyenler, öncelikle onların ebedî olduğunu zannediyor ve âhirete inanmıyorlar. Bu durum onları tercihlerinde yanıltıyor. Diğer taraftan, sanki kendilerinin Allah katında değerli yerleri vardır da onun için Yüce Allah bu dünyalıkları onlara vermiş düşüncesine kapılmakta­dırlar. Onların bu düşüncelere kapılmamaları için Yüce Allah İsrâ 18'in sonunu gündeme getirmektedir.

3. "Kim de âhireti diler ve bir mü'min olarak ona yaraşır bir çaba ile çalışırsa işte bunların çalışmaları makbuldür."

Bu âyet, bir önceki âyette anlatılan kişi veya kişilerin tersi olan in­sanı ele almakta ve "kimin çalışmaları Allah katında makbul olacaktır?" sorusuna cevap vermektedir:

a)   İnanmış  olması  gerekiyor.  Allah'ın  varlığına,  birliğine  ve âhirete inanmış olması gerekiyor: "mü'min olarak" ifadesi bunu gösteriyor.

b)  Âhireti dilemesi gerekiyor. Kişi, dünyayı tamamen terk etme­den âhiretin karşılığını istemeli ve tercih etmelidir. Yukarıda verdiğimiz âyetlerin diğer yarıları da bunu ifade etmektedir:

i. "Kim de âhiret sevabını isterse, ona da bundan veririz" (Âl-i İmrân 3/145).

ii. "Kim âhiret kazancını istiyorsa, onun kazancını artırırız" (Şûra 42/20).

c) Tercih ettiği âhirete yönelik, ona yaraşır bir şekilde de çalışması gerekiyor.

Yüce Allah şu formülü kurmaktadır: İman + âhiret + çalışmak = Allah tarafından gayreti kabul edilmek.

Âyete ters tarafından bakarsak, inanmayan ve âhirete önceliği vermeyenlerin çalışması Allah katında değerlendirilmeyecektir, çünkü kabul edilmeyecektir.

4. "Hepsine, onlara da bunlara da Rabb'inin ihsanından veririz. Râî)b'inin ihsanı kısıt­lanmış değildir."

Yüce Allah burada genel bir ilke koymaktadır: Dünyayı isteyene de âhireti isteyene de bu isteklerinin gereğini verecektir. İnanmıyor diye onun rızkını kesecek değildir. Böyle bir duayı yapan Hz. İbrahim'i u-yarmış ve duasını düzeltmiştir: 

" İbrahim de demişti ki: Ey Rabb'im! Burayı emiri bir şehir yap, halkından Allah'a ve âhiret gününe inananları çeşitli meyvelerle besle" (Bakara 2/126).

Dikkat edilirse Hz. İbrahim inananlar için nimet istedi. Bunun an­lamı kâfirleri duasının dışında bıraktığıdır. Bunun yanlışlığını gösteren Yüce Allah aynı âyetin devamında şöyle buyurdu: "Kim inkâr ederse onu az bir süre faydalandırır, sonra onu cehennem azabına sürüklerim" (Bakara 2/126). Böylece Yüce Allah, kâfirlere de nimet vereceğini Hz. İbrahim'e hatırlatmış oldu.

Yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 20'de aynı konuya işaret e-dilmekte, farklı olarak sadece Allah'ın ihsanın kısıtlanmış olmadığı vur­gulanmaktadır.[17]

 

İnsanlar Arasındaki Farklılıklar:

 

21. Baksana, biz insanların kimini kiminden nasıl üstün kılmışız! Elbette ki âhiret, derece ve üstünlük farkları bakımından daha büyüktür.

Bu âyet aslında önceki üç âyetin devamı mahiyetindedir. Âyetten şu neticeleri çıkartıyoruz:

1. "Baksana, biz insanların kimini kiminden nasıl üstün kılmışız!"

Bu dünyada Yüce Allah bazı konularda ya da bazı özelliklerde in­sanları birbirinden üstün kılmıştır. Bu âyetin bir devanru da Zuhruf sûre­sinin 32. âyetidir: 

"Rabb'inin rahmetini onlar mı paylaşıyorlar? Dünya hayatında onların geçimlikleri­ni aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık. Rabb'inin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır."

Şimdi her iki âyeti dikkate alarak, insanların hangi bakımlardan birbirlerine üstün olduklarını açıklayabiliriz:

a) Ekonomik açıdan

Yüce Allah dünya hayatının yürümesi için bazı insanları ekonomik bakımdan ötekilerden üstün kılmıştır.

Sebebini de Zuhruf 32'de belirlemiştir. Herkes zengin olsaydı, dünyada ekonomik hayat dururdu. Kimse çalıştıracak insan bulamazdı. Bazıları sermayesi, diğerleri de emekleriyle çalışacak ve ekonomik hayat yürüyecektir. Bu: "Allah kiminize kiminiz­den daha bol rızık verdi" (Nahl 16/71)'de de ifade edilmiştir.

b) Kabiliyet ve yetenekler açısından

Dünya hayatındaki en küçük işten en büyük ve önemli işlere va­rıncaya kadar insanlar, iş bölümünde yerlerini alabilmeleri için, farklı ve üstün kabiliyet ve yeteneklerle donatılmışlardır. Herkes kendi kabiliyet ve yeteneğine göre iş görecektir. Çöpçüye de, devleti yönetenlere de, bilimde ilerleyenlere de ihtiyaç vardır. Bu bakımdan da Yüce Allah in­sanları birbirinden farklı ve üstün kılmıştır.

2. "Âhiret derece ve üstünlük farkları bakımından daha büyüktür."

Yüce Allah âhiretteki derece ve farklılıkların daha üstün olacağını söylerken Hucurât 13'e işaret etmektedir: "Muhakkak ki, Allah katında en değerli olanınız, takvada en ileri olanınızdır."

Ayetin geneline bakınca şu neticeleri çıkartabiliriz:

a) Yüce Allah öncelikle Hz. Peygamber'e bu dünyadaki derece-lenmeyi, sosyal statü bakımından farklılaşmayı, kabiliyet ve yetenekler

bakımından insanların birbirinden üstün olmayı gözlemlemesini emredi­yor. Hz. Peygamber'e emredilen bu konu, bize intikal edince inceleme şekline dönüşmektedir. Ona yönelik olan jkJİ ünzur "bak" şeklindeki emir, bize gelince "sosyolojik bakımdan, sosyal tabakalaşma veya sınıf­laşmayı iyice incelememiz" şekline dönüşmektedir. Böylece bu âyetteki emir, "gözlem"i bir metod olarak ortaya koyarak, günümüz Sosyoloji biliminin temel kavramlarından birini ifade etmiş oluyor.

Toplumdaki ekonomik bakımdan, kültür açısından, meslekler ve kabiliyetler bakımından farklılaşmaların tesbiti eğitim ve siyasi uygula­maları kolaylaştıracak ve toplumu bilinçli hale getirecektir. Sosyoloji bilimi sosyal farklılaşmalan tespit edip eğitime ve siyasete sunarken, onlar da farklılaşmaların ayrılığa, düşmanlığa ve kavgaya dönüşmemesi­ni, tam tersine kaynaşmayı meydana getirmesi için uğraşı vereceklerdir.

Tıpkı Yüce Allah'ın Hucurât 13'te söylediği gibi: " "Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve b'irbirinizle tanışmanız için sizi topluluklara ve milletlere ayırdık." İşte bu âyet farklılıkların tanışmaya, kaynaşmaya, sevmeye yönelik olduğunu ifade etmektedir.

Diğer taraftan biyolojik, psikolojik, ekonomik ve sosyal bakımdan farklılaşmaların bütünlüğe mi yoksa ayrılığa mı sevk ettiği konusunda Yüce Allah bizi denemektedir "Sizi yeryüzünün halifeleri kılan, size verdikleri hu­susunda sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan Allah'tır" (En'âm 6/165).

Demek ki farklılıkları sosyal ve siyasi hayata yansıtarak tefrikaya, düşmanlığa ve bölünmeye götürenler imtihanı kaybettiklerinden sorum­ludurlar. Tam tersine farklılıklarını kaynaşmaya götürenler de imtihanı kazandıklarından ödüle layıktırlar. O zaman şöyle bir esası çıkarabiliriz: Farklılıkları bütünleşmeye götürenler ibadet etmekte ve sevabına nail olmaktadırlar. Bunun dünyevi karşılığı da En'âm 165'e göre devlet kur­ma, insanlığa faydalı bir toplum haline gelmektir.

b)  Yüce Allah, Hz. Peygamber'den ve dolayısıyla bizden, incele­memizi hangi yönde yapacağımıza da ışık tutmaktadır.

Âyette geçen keyfe "nasıl" kelimesi bunu ifade etmektedir. İnceleme "nasılı" tesbit etme yönünde olacaktır. Derecelenmenin, farklı­laşmanın nasıl olduğunu, nasıl gerçekleştiğini bulma yönünde araştırma yapılacaktır. Zuhruf 32'de niçini verilirken, yorumunu yapmakta oldu­ğumuz İsrâ 21'de "nasü"ı gündeme getirilmektedir.

c)  Bu âyet aynı zamanda, dünyadaki derecelenme ve farklılaşma ile âhiretteki derecelenme ve farklılaşmanın mukayesesini yapmakta; buradaki ile âhirettekinin aynı düzeyde olmayacağına dikkat çekmekte, âhirettekinin daha büyük olacağını vurgulamaktadır.

Bu dünyada en yukarıda olanların âhirette en aşağıda; bu dünyada hor görülen, alay edilen insanların ise en yukarıda olması muhtemeldir. Oradaki değerlendirme "takva" açısından olacağına göre, bu dünyadaki farklılığa hiç benzemeyebilir. Bu belki bu dünyada gözlemlenemeyecek-tir ama âhirette gözlemlenecektir.[18]

 

Allah'a Şirk Koşmanın Neticesi:

 

22. Allah 'la beraber bir başka tanrı edinme ki yerilmiş ve yardımcısız olarak oturup kalırsın.

Ayetin başındaki lâ tec'al emri tekil olmakla beraber, bütün insanlığı muhatap almaktadır. Âyetten şu neticeleri çıkartıyoruz:

1. "Allah'la beraber" ifadesinden anlıyoruz ki. şirk koşan Allah'a inanmaktadır; Allah'a inandığı halde, başka varlıkları ona eş koşarak şirke düşmektedir.

2.  Bu âyet şirkle mücâdele etmenin önemini vurgulamaktadır. Çünkü şirk insan gönlünü ve manevî hayatı kirleten bir inanç biçimidir.

3. İnsan şirk koşarsa ne olur? Bu soruya Lokman 13 ile cevap ve­rirsek "zulmetmiş olur" dememiz gerekiyor. Çünkü tapınılma ve tanrılık hakkına ancak Allah sahiptir. Bu hakkı başkasına vermek, Allah hakkını gasbetmek olacağından zulümdür. Aynı zamanda böyle bir inanış, genel affa girmeyi engellemekte, af olması mümkün olmayan bir günaha ne­den olmaktadır (Nisa 4/48). Yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 22 ile cevap verecek olursak, "yerilmiş ve yardımcısız" kalmaya mahkûm eder. Bunun anlamı tecrid, yani "soyutlanma cezası"na çarptırmaktır. mahzûl kelimesine, "yardımcısız, terkedilmiş, bir başına bırakılmış" manaları verilebilir.

4.  Tevhid inancının, başka bir tanrı inancıyla paylaşılamayacağı bir doğa gerçeğidir. Biz bu gerçeği kendi hayatımızda yaşamaktayız. Bir anneye ortak koşulamaz. Doğuranın ortağı olmadığı gibi, yaratanın da ortağı yoktur. Koca karısına karşı eş kabul etmez. Bir kadının aynı anda iki kocasının olması nasıl tabiata aykırı ise, Allah da eş kabul etmez ve bu tabiata aykırıdır.

Din eğitimi, bu ve buna benzer âyetlerle şirke karşı mücâdele et­meli, şirkin bulunduğu gönüle tevhid inancının girmeyeceğini öğretme­lidir. Şirk dünyada inanç alanını, gönülleri kirlettiği gibi âhireti de insan için cehenneme çevirmektedir. Başka bir ifade ile şirk, cehennem ateşini bu dünyada insanın gönlünde yakmaktadır. Bu bilgilendirme her zaman yapılmalıdır ki bilinç haline dönüşebilsin.[19]

 

Tevhid İnancı Ve Ana-Baba Hakkı:

 

23.  Çünkü Rabb 'in, başkasına değil, yalnızca O 'na kul­luk etmenizi ve ana-babaya iyi davranmanızı emir bu­yurmuştur. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırlarsa kendilerine öf bile deme; onları azarla­ma; ikisine de güzel söz söyle.

24.  Ve onlara alçak gönüllüce ve esirgeyerek kol-kanat ger esin ve "Ey Rabb'im!" diyesin, "Onları beni küçük­ken sevgi ve şefkatle besleyip büyüttükleri gibi, Sen de onlara merhamet eyle!"

Bu âyetlerden birincisi, tevhid inancını birinci sıraya, ana-baba hakkının yerine getirilmesini de ikinci sıraya koymaktadır. Bu esastan hareketle âyetleri şöyle yorumlayabiliriz:

1. "Rabb'in emir buyurdu"

Âyetin bu kısmında geçen  kadâ fiilinin açıklaması Bakara 117'de yapılmıştır. Arapça'da, "bir şeyi, işi tamamlamak, bitirmek" ma­nasına gelen bu kelime, "kesin ve katı hüküm koymak" demektir. "İhti­yacını gidermek, göz yaşını tüketmek, öldürmek, borcu ödemek, tebliğ etmek, yerine ulaştırmak, sağlam bir şekilde yapmak, iki hasım arasında hükmetmek, beyan etmek, bildirmek, emretmek, gayesine ulaşmak, anlaşmak, hakkını almak" manalarına da gelen bu kelime Kur'ân'da "ta­mamlamak" (Kasas 28/29); "canını vermek" (Ahzâb 33/23); "karar ver­mek" (Ahzâb 33/36); "açığa vurmak" (Yûsuf 12/68); "vahyetmek, bil­dirmek, açıklamak" (Hicr 15/66); "işi bitirmek" (En'âm 6/8); "gider­mek" (Hacc 22/29); "yaratmak" (Fussilet 41/12) anlamlarına gelmekte­dir.

Demek ki yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 23'te bu kelime "buyurdu, hükmetti, bildirdi" manasına gelmektedir. Yüce Allah neyi buyurdu? Sorunun cevabı âyetin devamında verilmektedir.

2. "Başkasına değil, sadece O'na kulluk etmenizi." Âyet önce başka sahte tanrıları dışlamakta, sonra da sadece Allah'a kul­luk etmeyi emretmektedir. Önce gönülden şirk temizleniyor, sonra da tevhid inancı oraya giriyor. Bu ifade aynen lâilâhe illellâh şek­linde ifade edilen tevhid inancıdır. Bu anlamın, başka bir ifadesi de Ba­kara 256'dadır: "O halde kim Tâğût'u reddedip Allah'a inanırsa" şeklinde ifade edilmektedir. Kişi, önce kendisini Al­lah'tan uzaklaştıran tüm tanrıları inkâr edecek, sonra da Allah inancını gönlüne koyacaktır.

3. "Ve ana-babaya iyi davranmanızı (emir buyur­muştur.)" Buradaki "buyurma" kelimesini, "kesin bir şekilde emretti" tarzında da manalandırabiliriz. İyi davranma emri başka âyetlerde de yer almaktadır. Bu konunun da geniş açıklaması Bakara 83'te yapılmıştır. İsrâ sûresinin 23-24. âyetleri de orada daha geniş bir şekilde açıklanmış­tır.

İsrâ 23. âyet ile İsrâiloğulları ile yapılan antlaşmanın ilk maddeleri aynıdır. Bakara 83'te "Vaktiyle İsrâiloğullarından söz almıştık" dendiği halde; İsrâ 23'te "Senin Rabb'in emir buyurmuştur" şeklinde ifade edilmiştir. Her ikisi de "emretmek" anlamı­na gelmektedir.

Fakat tevhid inancının yer almadığı ama ana-babaya iyilik yapma­nın emredildiği âyetlerde bu konuda "tavsiye etmek" anlamına gelen vessaynâ "tavsiye ettik" kelimesi yer almaktadır. 'Ankebût 8; Lokman 14 ve Ahkâf 15'te böyledir.

Burada şu soruyu sormamız gerekiyor: Ana-babaya iyilik nasıl o-lacaktır? Konu Bakara 83'te açıklanmasına rağmen burada kısaca de­ğinmek istiyoruz:

a) "Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırlarsa kendilerine "öf bile deme." Bunun anlamı, ana-babaya tahammül etmenin sınırlarını belirlemektedir. Zeccâc'ın verdiği manaya göre öl üff "pislik" demektir[20]. Diğer taraftan bu kelime şu âyette, kabul olmayan, reddedilen her şeye karşı söylenen bir sözdür: "Of size ve sizin Allah'tan başka taptıklarınıza" (Enbiyâ 21/67) âyetindeki anlamı "yazıklar olsun" demektir. Demek ki "of ya da "üff kelimesi, sıkıntı, hoşnutsuzluk, tiksinti anında söylenen veya çıkarılan bir sestir.

Demek ki, ana-babaya karşı hoşnutsuzluk, tiksinti ve sıkıntı duyulamaz. "Üf bile deme" emri aslında bunları yasaklamaktadır.

b) "Onlan azarlama." en-neher "azar, şiddetle reddetmek,  kaba  davranmak"  manasına  gelmektedir.   Bu  manadan hareket   edersek,   iyi   davranış   "üff   demenin   ve   "azarlamanın" bulunmadığı davranıştır.

c) "ikisine de güzel söz söyle." Bunun anlamı "tat­lı, yumuşak, incelikli, kibar söz söylemek"tir.

Kısaca bu âyetle "ihsan" yani ana-babaya iyi davranma kelimesi­nin içinde iki yasak, bir de olumlu emir yer almaktadır. "Üf dememek, azarlamamak" yasakları; "güzel söylemek" de olumlu olanı teşkil etmek­tedir. İhsan, önce olumsuz davranışlardan, tepkiden arınmış bir tutum­dur; sonra da olumlu davranışlarla süslenmiş davranıştır.

d) "Ve onlara alçak gönüllüce ve acıyıp-esirgeyerek kol kanat geresin."

Ana-babaya iyilik etmenin, dördüncü davranış şekli yine olumlu bir emir olarak karşımıza çıkmaktadır. Tavuğun civcivlerine kanat germesi gibi, ana-babalara kanat gerilmelidir. Bu kanatlar merhamet ve al­çak gönüllülük kanatlan olmalıdır.

Demek ki, ana-babayı gıda bakımından beslemekten daha fazlası, merhametten oluşan alçak gönüllülük kanatlarını onlara germek ve iyi söz söylemekle beslemektir.

e) "De ki: Ey Rabb'im, onlar beni küçükken sevgi ve şefkatle besleyip büyüttükleri gibi, sen de onlara mer­hamet eyle." Demek ki ana-babaya ihsan, yani iyilik etmenin içinde bu şekilde dua etmek de vardır. Yüce Allah ana-baba için nasıl dua edilece­ğini bile açıklamakta, insana, ana-babasının kendisine nasıl sevgi ve şef­katle baktığını hatırlamasını ve ardından Allah'tan ana-babasına aynı şekilde muamele etmesini dua ederek istemesini emretmektedir.

"Önce bana, sonra da ana-babana şükret" (Lokman 31/14). Yüce Allah'a yarattığı, besleyip büyüttüğü için şükredilecek; hayata gelişimizin sebebi olan ana-babaya da şükredilecektir. İsrâ 23'te geçen ana-babaya iyiliğin içinde bu şükür de vardır. Yüce Allah kendisi­ne yapılması gereken şükürle ana-babaya yapılacak şükrü yan yana koymuş, birinci sıraya kendisini, ikinciye de ana-babayı koymuştur.

Bu noktada şu soruyu sorabiliriz: Ana-babaya iyilik yapmak konu­sunda ikisinin arasında bir fark var mıdır? Lokman 14 ve Ahkâf 15. â-yetlere baktığımızda babanın yaptıkları değil de ananın yaptıkları anla­tılmaktadır. Bu âyetlerde anne öne çıkmaktadır. Annenin gebeliği sıra­sında çektiği sancılar. ızdıraplar ve sonra emzirmesi gündeme getiril­mektedir. Bu anlatımlardan annenin alakada daha fazla olduğunu söyle­yebilir miyiz? Bu soruya Hz. Peygamber'in hadisi ile cevap verebiliriz: Abdullah b. Mes'ûd'un şöyle dediği nakledilmektedir: Hz. Peygamber'e "Allah'ın en çok sevdiği amel hangisidir?" diye sordum, O da: "Vaktin­de kılınan namazdır" diye buyurdu. "Sonra hangisidir? diye sordum. "Ana-babaya iyilik yapmaktır" diye buyurdu. Ben: "Sona hangisidir diye sordum" o da: "Allah yolunda cihattır" dedi"[21].

Bir kişi Hz. Peygamber'e gelerek şöyle sordu: "Benim güzel soh­bet ve arkadaşlığıma insanlar arasında en layık kimdir?" Hz. Peygamber: "Annendir" diye buyurdu. "Sonra kimdir?" diye sorunca, Hz. Peygam­ber: "Sonra yine annendir" diye buyurdu. Adam: "Sonra kimdir?" diye sordu. Hz. Peygamber yine: "Annendir" diye buyurdu. Adam dördüncü kez "kimdir?" diye sorunca bu sefer Hz. Peygamber: "Babandır" diye cevap verdi"[22]

Demek ki bu hadise göre, anneye iyilik, şefkat göstermek ve onu sevmek babaya nispetle üç misli fazladır. Altın, gümüş ve bronz madal­yalar anaya aittir.

Bütün bu açıklamalardan sonra şu soruyu da sorabiliriz: Ana-babanın müşrik veya kâfir olması, onlara bu şekilde davranmayı önler mi? Ana-babanın kâfir olması, onlara iyi davranmaya engel değildir ve iyi davranış mutlaka yapılmalıdır. "Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dün­yada iyi geçin" (Lokman 31/15). Şirke teşvik ettiklerinde onlara uyul­mayacak ama dünya hayatında onlara iyilik yapılacak ve iyi geçinilecek-tir. İşte sorunun cevabını bu âyet vermektedir. Bu âyetin açıklamasını da şu hadislerde buluyoruz: Sahabîlerden Esma şöyle der: "Kureyşliler, Hz. Peygamber' le antlaşma yaptıkları sırada barış süreci içerisinde annem, babası ile birlikte müşrik olduğu halde yanıma geldi. Durumu Hz. Pey­gamber'e sordum: Annem, benim ona iyilikte bulunmam ümidiyle ya­nıma geldi. Ona iyilikte bulunayım mı, onu gözeteyim mi?" Bunun üze­rine Hz. Peygamber: "Evet ona iyilikte bulun, onu gözet" diye cevap verdi[23].

Kur'ân'm şu genel prensibinden hareket ederek bu özel duruma delil bulabiliriz:  delil bulabiliriz: "Sizinle din hususunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çı­karmamış olanlara iyilik yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı Allah size yasaklamaz" (Mümtehine 60/8). Bu prensibin içine ana-babalar da girmektedir.

Netice olarak diyoruz ki: İslam ahlâkının ilk sırasına ana-babaya iyilik konmuştur. Ana babaya iyilik, ana-babanın hakkıdır. Hak olan bir şeyde seçenek yoktur. Bu şekilde davranmak, aile hayatının sağlamlığı­nı, o yuvanın yıkılmazlığını temin edecektir. Ailenin çözülmesi, toplu­mun çözülmesine götürecektir. Ana-babaya karşı şefkat, merhamet, sev­gi, hoşgörü ve saygı, toplumu ayakta tutacak olan değerlerin beslendiği pınarlardır. Ana-babasına bu şekilde davranmayanın, diğer insanlara da aynı şekilde davranması mümkün değildir. Bu ahlâkî değerler aileden topluma, oradan tüm insanlığa yayılacaktır.[24]

 

Yakınların Ve Muhtaçların Hakları:

 

25.  Rabb'iniz sizin kalplerinizdekini çok iyi bilir. Eğer siz iyi olursanız, şunu bilin ki Allah, kötülükten yüz çe­virerek tövbeye yönelenleri bağışlayıcıdır.

26.  Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver. Ge­reksiz yere de saçıp savurma.

27.  Zira böylesine saçıp savuranlar şeytanların dostla­rıdır. Şeytan ise Rabb'ine karşı çok nankördür.

28.  Ve eğer sen (kendin) de Rabb'inin katından ihtiyaç duyduğun bir lutfu (rahmeti) arama çabası içinde oldu­ğun için onlara ilgisiz kalmak zorunda isen, o zaman hiç değilse, onlara yumuşak söz söyle.

29.  Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme ve büsbütün de açıp tutumsuz olma; yoksa pişman olur, açıkta kalır­sın.

30.  Rabb'in rızkı dilediğine bol verir, dilediğine daral­tır. Şüphesiz ki O, kullarından haberdardır. (Onları) çok iyi görür.

Bu beş âyet konu itibariyle birbirinin devamı durumunda oldukla­rından bir arada açıklanmalarını uygun buluyoruz.

1. "Rabb'iniz sizin kalplerinizdekini çok iyi bilir."

Ayetin bu kısmındaki fî nufûsiküm ifadesine, "içinizde, sinenizde, kalbinizde, gönlünüzde" manaları verilebilir. Yüce Allah bi­zim içimizden geçenleri, orada kopan fırtınaları, niyetleri, düşünceleri bizden çok daha iyi bilmektedir. Çünkü Yüce Allah her şeyi, iç ve dış âlemi ihata edip bilmektedir. "O, hem zahir, yani dış görüntü hem bâtın, yani iç gerçekliktir" (Hadîd 57/3). Bu sıfatlara sahip olan Allah, bizi bizden daha iyi bilmektedir.

Yüce Allah'ın, âyetin bu kısmını önceki iki âyetten sonra buraya niçin koyduğu sorusunu sorabiliriz: Bu âyetin, önceki iki âyetle bağlantı­sını kurarsak, niçinini açıklayabiliriz: Allah'tan başka tanrı edinmemek ve ana-babaya her yönü ile hizmet etmek konularında sadece şeklî ve zoraki manada mı görev yapıldığını, yoksa içten gelerek mi kulluk ve hizmet edildiğini hatırlatmaktadır. Dıştan belki "üff' demiyoruz ama, içten deyip demediğimizi Yüce Allah çok iyi bilmektedir.

Allah'a kulluk ve ana-babaya hizmet içten gelerek ve samimi ola­rak yapılırsa işte o zaman bunlar ibadete dönüşmektedir. Ana-babaya hizmet, Allah tarafından emredildiği için yerine getirildiğinde ibadet olmaktadır.

2. "Eğer siz iyi davranırsanız, şunu bilin ki Allah, kötülükten yüz çevirerek tövbeye yönelenleri bağış­layıcıdır."

Âyetin bu kısmının da önceki iki âyetle bağlantısı vardır. İnsanlar ana-babaya karşı her zaman iyi davranmayabilirler, bazen hizmette ku­sur edebilirler. Bu durumda ne olacaktır? İşte Yüce Allah, beşerî zaaf içinde olan insanın hizmette kusur edebileceğini ihtimal dahilinde tuta­rak, ona tövbe edip kendini düzeltmesini öğütlemektedir.

Hatalarının ardından. "Rabb'im benim sinemdekini biliyor" dü­şüncesi ve inancı ile kendine çekidüzen verip erdemlice davranır ve gö­nülden hizmetine devam ederse Allah tarafından bağışlanacaktır.

Kötülükten dönüp, tövbeye yönelenleri Yüce Allah, bağışlayaca­ğını bu âyette beyan etmektedir. Ana-babaya hizmette kusur ettikten sonra hemen Allah'a yönelip tövbe etmek en erdemli hareketlerden biri­dir.

Netice olarak diyebiliriz ki, ana-babaya hizmet etmek, kibar dav­ranmak, onları incitmemek onların hakkıdır. Bu hakkı çiğneyenler mut­laka tövbe etmelidirler.

3. "Bir de akrabaya, yoksula ve yolcuya hakkını ver."

Demek ki, "akraba hakkı", "yoksulun hakkı" ve "yolda kalmışın hakkı" kavramını Yüce Allah bu âyette gündeme getirmektedir. Bu in­sanlara yardım etmek bir zorunluluktur, Allah'ın emridir ve farzdır. Bu açıdan bakınca Kur'ân'in ne kadar sosyal içerikli bir din getirdiği görü­lecektir. Bu hakları ödemek, iyiyi yakalamanın olmazsa olmazını teşkil etmektedir (Bakara 2/177).

Akrabanın içinden çıkan zenginler veya imkanı geniş insanlar, kendi fakirleriyle ilgilenirlerse toplumda ve dünyada fakir akraba kal­mayacaktır. Âyette e'1-kurbâ "akrabanın" birinci sıraya alınması ile Yüce Allah akrabacıhğa teşvik etmiş olmuyor. Onu birinci sıraya almasının sebebi, insanlar uzaktaki fakire yardım eder de kendi akraba­sına yardımı ihmal edebilirler düşüncesidir. Çoğu zenginler kendi akra­basına yardım etmez, onları görmez de uzaktakilere daha rahatlıkla yar­dım eder.

İkinci sıraya alınan el-miskîn, "fakirliğin kendisinde yerleştiği, ekonomik durumunu düzeltme imkansızlığı içinde olan insanlar"a denmektedir.

Üçüncü sıradaki ibnü's-sebîl de "yolun oğlu, yolda kalmış yani yolcu" anlamına gelmektedir. Biz buna yolda kalmış bir proje de diyebiliriz. Mesela: Devletin başa çıkamadığı bir eğitim, sağlık, dinî veya askerî projeler buna dahil olabilir.

Şimdi geriye dönüp 23. âyetle beraber bu âyeti de birleştirirsek şöyle bir formül kurabiliriz: Allah'a kulluk, ana-babaya iyilik, ihtiyaç sahiplerine de yardım dinin merkezi noktasını teşkil etmektedir. İşte İsrâ 23-25. âyetlerin kısaca gündeme getirdiği temel ibadet şekilleri bunlar­dır.

4. "Gereksiz yere de saçıp savurma."

Âyetin bu kısmını teşkil eden lâ tübezzir "saçıp savurma" i-fadesinin kök kelimesi bezeradır. "Tohumu dağınık olarak ekmek, saçmak, nebat bitmek, malı ölçüsüz dağıtmak, harcamak, neşretmek, yaymak; bezira kalıbı da "sırrı açmak, çok konuşmak" manalarına gelmektedir.

İmam Şâfıî, malı hak olmayan yerde harcamanın saçıp savurmak olduğunu, iyi işte harcamanın ise savurganlık olmayacağını söylemekte­dir[25]. Ondan önce de âlimler aynı açıklamayı yapmışlardır. Amaçsız, boş yere, anlamsız, iyi ve meşru bir amaca bağlı olmaksızın yapılan harcama çok az bile olsa savurganlıktır. Demek ki tebzîr, harcamanın miktarı ile alakalı değil, amacı ile alakalı bir kav­ramdır. Mücâhid: Bir insan bütün varını yoğunu doğru bir amaç için harcarsa yaptığı tebzîr, yani "savurganlık" sayılmaz demiştir[26].

Şimdi âyetin birinci bölümü ile bu bölümünü bir araya getirirsek şöyle bir netice çıkartabiliriz: Akrabaya, Yoksula ve yolda kalmışa yapı­lan yardım ibadet olurken, amaçsız, bâtıl bir iş uğruna yapılan harcama ise ibadet olmadığı gibi savurganlık olarak nitelendirilmektedir. Böylece bu ve bunun gibi âyetler neyin tebzîr, yani savurganlık olduğunu, neyin tebzîr olmadığını açıklayarak rehberlik etmektedir.

5. "Zira böylesine saçıp savuranlar şeytanların dostlarıdır. Şeytan ise Rabb'ine karşı çok nankördür."

Yüce Allah, amaçsız, meşru olmayan, bâtıl yani kötü bir şey için yapılan harcamayı, israf, savurganlık, saçıp savurma olarak kabul etti­ğinden, bu âyette de bu tıp harcamaları yapanların değerlendirmesini yapmaktadır. Aslında mübezzir kelimesinin anlamları arasında "Al­lah'ın nimetinin değerini bilmemezlik, yani nankörlük" de vardır. De­mek ki tebzîr ve ondan türeyen mübezzir kelimesinin anlamlan arasın­da "boş yere savurganlık ve nankörlük" de vardır. Nankörlük manası 26. âyetin son kelimesinden anlaşılmaktadır.

Savurganlar ve nankörler şeytanın kardeşleridir. Âyette geçen h\yj-\ ihvan, "kardeş, dost" manalarına gelmektedir. Bu tip insanlar nasıl şey­tanın kardeşi oluyorlar? Hucurât 10'da tevhid inancını paylaşanları; aynı şekilde Tövbe 10'da tövbe edip namazını kılan, zekatını verenleri Yüce Allah iman ve din kardeşi olarak kabul ettiği gibi; bozgunculuk ve insanı yoldan çıkarmakla meşgul olan şeytanın fiillerini paylaşanlar da onun kardeşi olarak kabul edilmektedir. Demek ki, aynı inanç ve aynı davra­nışları paylaşanlar manen birbirinin kardeşi olmaktadırlar.

Peki savurganlık ve nankörlük yapan bu mübezzirler servetlerini nasıl harcıyorlar? Buna Kur'ân'dan müşahhas, yani somut bir delil bula­bilir miyiz? Bize göre bu soruların cevabı Mâide 2'de dir "İyilik ve takva üzerine yardımlasın; günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın." İşte malını düşmanlık ve günahı desteklemek için harcamak tebzîr, bunu yapan da mübezzir olmaktadır. Kötülük ve düşmanlık uğruna faaliyet yapacak bir müesseseyi, kuruluşu kurmak bâtıl, boşuna ve akıl dışı harcama olacağından tebzîr olmakta­dır. Çünkü şeytan da bütün gayretini kötülük ve düşmanlık için göster­mektedir. Aynı ideal uğruna çalışan insanlar da ona kardeş olmaktadır.

"Şeytan Rabb'ine karşı çok nankör" olduğundan, elindeki nimetin kıymetini bilmeden harcamak da nankörlüğün başka bir anlamıdır. İşte âyetin sonundaki  kefûr "nankör" kelimesi, tebzîrin manalarından birini vermektedir. Malını kötü amaçlar uğruna, kıymet bilmez bir şekil­de, hoyratça harcayan mübezzir insanlar şeytanların kardeşleri olmakta­dırlar.

Bu şekilde başka kimler şeytana arkadaş, dost ve eş olabilir? Soru­nun cevabını şu âyetlerle verebiliriz:

a) "Kim Rahman'ı zikret­mekten gâfıl olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ede­riz" (Zuhruf 43/36). Bu ne anlama gelmektedir? Rahman'in, yani Al­lah'ın uyarılarını görmezlikten gelen, onları dinlemeyip kenara atan ve atmayı tercih eden bir kişiye şeytanî bir dürtü muhatap olacak ve Allah o dürtüyü içine yerleştirecektir. İşte o şeytanî dürtü devamlı olarak onunla beraber bir kardeş gibi olacaktır.

b) "Zâlimleri, onların aynı yoldaki arkadaşlarını ve Allah'tan başka tapmış oldukları putları toplayın" (Sâffât 37/22-23). Âyetteki ezvâc kelimesi "aynı özellikleri paylaşan, birbirine benzeyen varlıklar" demektir. Allah'tan başkasını tanrı edinenler, şeytanın arkadaşları olmaktadırlar.

Farklı kökenden gelen şeytan ile insan, aynı inanç ve davranışları paylaşınca kardeş olmaktadır. Tıpkı farklı milletlerden olan insanların tevhid inancını ve aynı amelleri paylaştıklarında kardeş olmaları gibi.

Yüce Allah'ın, yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 27'de bu şe­kilde bir değerlendirme yapmasının eğitim açısından amacı kötülük uğ­runa malını harcamak ve nankörlük etmekten caydırmaktır. Bu değer­lendirme ayrıca, insana davranışlarının nereye ulaştığını, hangi göle dö­küldüğünü açıklayıp bilinçlendirmeyi de amaçlamaktadır. Böylece Yüce Allah davranış analizi yaparak, insanı bilgilendirmekte, akrabasının faki­ri, kendi toplumunun yoksulu ve yolda kalmışı dururken malının yanlış uğruna sarf edilmesinin ne denli kötü bir iş olduğunun bilincini vermek­tedir.

6. "Ve eğer sen (kendin) de Rabb'inin katından ihtiyaç duyduğun bir lütfu/rahmeti arama çabası içinde olduğun için onlara ilgisiz kalmak zorunda isen, o zaman hiç değilse, onlara Timuşak söz söyle."

Yüce Allah'ın, akrabaya, yoksula ve yolda kalmışa yardım etmeyi emrettiği 26. âyetten sonra bu âyete yer vermesi, insanların içinde bu­lundukları şartlan, oe denli dikkate alıp gerçekçi olduğunu göstermekte­dir.

Peki İsrâ 26'daki emrin muhatabı fakir ise, yani kendisi çalışıp Al­lah'ın lutfundan aramak durumunda ise ne olacak? İşte bu sorunun ceva­bını 28. âyet vermektedir. Akrabanın fakirine, toplumun yoksuluna ve yolda kalmışa, imkansızlığı nedeniyle yardım edemeyen kişi hiç olmazsa onlara yumuşak bir söz söyleyecektir. Bu yumuşak söz ne anlama gel­mektedir?

26. âyette sayılan ihtiyaç sahipleri bir istekte bulununca, "ben muhtacım, benden niçin istiyorsun" deyip azarlama yerine, "onlara tatlı söz söyleyerek yardım edemeyeceğini" ifade etmelidir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 28'de geçen kavlen meysûra "hoş bir söz" ifadesi, "arkasından incitme gelen sadakanın ye­rine söylenen kavlün ma'rûf "güzel söz" ile eşdeştir. Bu âyet"yardım edemiyorsan hoş bir söz söyle", "başa kakacaksan sadakayı verme de hoş bir söz söyle" anlamına gelmekte, "karşındaki ihtiyaç sa­hibini incitmeden, hoş bir söz ile veremeyeceğini ifade etmelisin" buy­ruğunu vermektedir.

Kurtubî'nin naklettiğine göre, Hz, Peygamber'den bir şey istendiği zaman, yanında verecek bir şeyi bulunmuyor ise, Yüce Allah'tan bir nzk gelir   beklentisi    ile   susardı;    çünkü   muhatabı   boş   çevirmekten hoşlanmazdı. Bunun üzerine İsrâ 28. âyet indi. Bu âyetten sonra Hz Peygamber'den istenip de verecek bir şeyi bulunmaz ise şöyle dere: "Allah lütfundan bize de size de ihsan buyurur inşallah"[27]. Demek ki, hoş sözü Hz. Peygamber dua yaparak yerine getiri­yordu.

Demek ki Yüce Allah, ihtiyaç sahibinin gönlünü kırmamak, onun gönlü için hassasiyet göstermek suretiyle İslam ahlâkında insan ilişkile­rinin üzerinde ne kadar önemle durduğunu ifade etmekte, İslâm ya da Kur'ân ahlâkında gönül alıcı hoş bir sözün yerinin önemini vurgulamak­tadır. İnsanların maddî bir nimete ihtiyaçları olduğu kadar gönül alıcı, hoş bir söze de ihtiyaçları vardır. Maddî bir nimet veremiyorsan, gönül alıcı bir söz ver. Maddî nimet mideyi, hoş bir söz ise gönlü doyurur. Temel ihtiyaçlardan olan beslenme hem maddî hem de manevî olarak yapılmaktadır.

7. "Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme ve büsbütün de açıp tutumsuz olma, yoksa pişman olur, açıkta kalırsın."

Yüce Allah bu âyetiyle harcamanın, ya da karşılıksız infak yapma­nın edebini öğretmektedir. Bazı insanlar imkanları olmasına rağmen el­lerini boyunlarına bağlarcasına cimri davranırlar. Yüce Allah doğrudan "cimri" kelimesini kullanmayıp "elini boynuna bağlanması"nı söyleye­rek, cimriliği kastetmektedir. Bazı insanlar da yardım edeceğim diye malının tamamını vermekte, kendini hareket edemez, kınanmış bir hale getirmektedir. Yüce Allah buna mübezzir demiyor, "eli çok açık adam" değerlendirmesini yapıyor. Çünkü mübezzir malını kötü amaçlar için israf ediyor; bu ise iyi amaçlar için aşırı derecede cömert davranıyor.

Demek ki yardımlaşmada denge ahlâkının korunması isteniyor. Furkân sûresinin 67. âyetinin gereğinin yerine gelmesi denge ahlâkını gerçekleştirecektir: "Ve onlar ki başkaları için harcadıkları zaman ne saçıp savururlar ne de cimrilik eder­ler; Bu ikisi arasında bir orta yol tutarlar."

Cimrilikle aşırı cömertliğin arasını bularak harcama yapmak, yar­dımda bulunmak İslâm ahlâkının denge unsurunu gerçekleştirmektir. Yüce Allah, elindeki tüm imkanları harcayıp, Müslümanın kınanmış olmasına ve açıkta kalmasına razı olmamaktadır, mahsur kelime­sinin başka bir kalıbı Mülk 4'te hasîr olarak "bitkin" anlamında geçmektedir. Bu kelimenin anlamında "gücü kesilip hareket edemeyip yolda kalan insan veya hayvan" da vardır. Aşırı şekilde malını harcayan insan, gücü kesilip hareket edemeyen havyan gibi yolda kalır. Birisi güç bakımından yorgunluğu, bitkinliği ifade ederken, diğeri de ekonomik açıdan yorgunluğu ve hareket edememeyi ifade etmektedir.

Furkân 67. âyeti buraya getirdiğimizde, Müslüman insanın, yani Rahmân'ın kullarının neyi. nasıl harcayacağını, ne kadarını harcarsa dengeyi koruyacağım bildiğini göstermektedir. Onun için ilâhî eğitimde dengenin öğretimi yer aldığına göre, beşerî anlamda din eğitiminde de bu bilgilendirmenin yapılması zorunlu hale gelmektedir.

Peki bu dengeyi sağlamayı temin edecek olan esas nedir? sorusu­nun cevabını bir sonraki 30. âyet vermektedir:

8. "Rabb'in rızkı dilediğine bol verir, dilediğine de daraltır. Şüphesiz ki O, kulların­dan haberdardır. (Onları) çok iyi görendir." İhtiyaç sahiplerine yardımda bulunacak olan kişi veya kişiler, Yüce Allah'ın kullarını imtihan etmek üzere bazılarına rızkı daralttığı, bazılarına da bol rızık verdiğini bilmeli­dir.

İlâhî takdir gereği, maddî nimetlerin taksiminin bir nedeni de imti­handır. Bazen de, insanların yanlış davranışları gereği, Yüce Allah rızkı­nı daraltmaktadır. Fecr sûresi 16-20. âyetler arasında bu sebep-sonuç ilişkisini görmemiz mümkündür. Bunun anlamı şudur: Yüce Allah verdiği nimeti doğru kullanamayanlardan o nimeti alır ve böylece onlar muhtaç duruma düşebilirler.

Bazılarına da nasıl kullanacak diye bol rızk verir. İnsanın hayatın­da darlık ve bolluk bir deneme sorusu olarak gerçekleşmektedir. Yani Yüce Allah bir insana bazen az bazen da çok rızık verebilir. İki hal de

İnsan, şunu bilmelidir: Yüce Allah rızk taksimini kullarının du­rumlarından haberdar olarak, bilerek ve onları görerek gerçekleştirmek­te, dağıtımı gorerefc ve 6ıiereıc yapmaifraair.

Yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ sûresinin 25-30. âyetlerinden şu neticeleri çıkartıyoruz:

a) Yüce Allah af sıfatını, kulundaki iyiden yana olan değişime gö­re harekete geçirmektedir. Yüce Allah insanın içinde cereyan eden bütün oluşumları en ince detayına kadar bildiğinden, gönüldeki yönelişlere göre tövbeleri kabul edip affetmektedir.

b) Akraba, yoksul ve yolda kalmış insan ve projelerin de insanlar­da hakları olduğunu, bu hakların derhal yerine getirilmesini emrederken Yüce Allah, insanların yardımlaşmasını çok önemsemekte ve bu yöndeki çalışmaları kendine bir ibadet olarak değerlendirmekte, toplumda ihti­yaçtan dolayı kimsenin inlemesini, ızdırap çekmesini istemezken, zen­ginleri devreye sokarak ilgilenmelerini farz kılmaktadır.

c)  İlgilenirken amaçsız, faydasız ve kötü amaçlar doğrultusunda harcama yapılmasını Yüce Allah yasaklamakta, bu şekilde harcama ya­panları mübezzir sıfatıyla sıfatlandırmakta ve onları şeytanın kardeşi olarak ilan etmektedir.

d)  İhtiyaç sahiplerine verecek bir şeyi olmayan, kendisi kazanma peşinde koşanlara da, ihtiyaç sahiplerine hoş bir söz söyleyerek gönülle­rini almaları emredilmektedir.

e) Harcamada dengeyi tutturmayı, o nedenle ne cimri ne de müsrif olarak davranılması istenmektedir. Orta yolu tutmayanların, sonraları kınanıp yardımcısız kalacaklarına dikkat çekilmektedir.

f) Rızkı dağıtan Yüce Allah olduğuna göre, kimine bol, kimine de az verebileceği vurgulanmakta, bunu bilgi ve görmesi ile düzenlediğine de işaret edilmektedir.

Yüce Allah şu formülü koymaktadır: Rızkı Allah verip taksim e-der, kula düşen ise ihtiyaç sahiplerinin elinden tutmaktır. Kul kendini rızkın kaynağına koymamalıdır.[28]

 

Çocuğun Hayat Hakkı:

 

31. Yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi de, onları da Biz rızıklandırıyoruz. Doğrusu onları öl­dürmek büyük günahtır.

Bu âyet. çok az bir farkla En'âm 151'de yer almış ve orada açık­lanmıştı. Orada açıklanmasına rağmen, burada da açıklamayı uygun bu­luyoruz.

İslâm öncesi Arap toplumunda küçük çocukların hayat tehlikesi vardı; çeşitli nedenlerden dolayı öldürülüyorlardı. Bu nedenleri müfes-sirler şu şekilde sıralamaktadır:

a) Çocukları sahte tanrılarına kurban ediyorlardı. Bunu daha önce En'âm 137'de görmüştük: "Bunun gibi ortakları, müşriklerden çoğuna çocuklarını öldürmeyi hoş gösterdi ki, hem kendilerini mahvetsinler hem de dinlerini karıştırıp bozsunlar. Allah dileseydi bunu yapamazlardı. Öyleyse onları uydurdukları ile baş başa bırak."

Demek ki Arap geleneğinde veya din anlayışında çocuklarını sahte tanrılara adayıp öldürmek var idi. Bu adet çocukların hayat hakkını teh­likeye atıyor, hatta ayaklar altına alıyordu.

Bu uygulamanın bir örneğini İbn Hişâm'dan (1/164-168) naklen Süleyman Ateş şöyle nakletmektedir: Nitekim Peygamber (s.a.v.)'in dedesi Abdülmuttalib'in on oğlu olduğu takdirde birini Allah için Ka'be'de kurban etmeyi adadığı; sonradan on oğlu olup bunların kendi­sini koruyacak çağa geldiklerini anlayınca aralarında çektiği kuranın, Hz. Peygamber'in babası Abdullah'a isabet ettiği; Abdülmuttalib'in, Abdullah'ı keseceği sırada Kureyş'in buna engel olduğu, bir kâhinin fetvası üzerine Abdullah ile on deve arasında kura çektiği; fakat kuranın Abdullah'a isabet ettiği, deve sayısı onar onar artırılmak suretiyle Ab­dullah ile develer arasında kuraların tekrar edildiği ve deve sayısı yüze vardığında kuranın develere düşüp onların kurban edildiği ve Abdul­lah'ın kurtulduğu anlatılır.

İbn Hişam'ın naklettiği bu haber doğru olmasa bile dedelerinden Hz. İbrahim'in, oğlunu Allah'a adadığı Sâffât 99-111. âyetlerde anlatılan olgunun gerçek olduğuna inanıyoruz. Torunlardan biri de aynı teşebbüs­te bulunabilir.

Hz. İbrahim Allah'a oğlunu adamakla, Arap geleneğinde daha son­ra çocuklarını sahte tanrılara adama adetini başlatmış olabilir. Ama öyle anlaşılıyor ki, Hz. İbrahim'in bu uygulamasını yanlış anlamış ve yanlış uygulamışlardır. En'âm 137, Arapların bu geleneğini nakletmekte ve onun yanlışlığını vurgulamaktadır.

b) Arapların çocuklarını, özellikle kız çocuklarını öldürme adetle­rinin diğer bir sebebi de, ailede doğan ilk çocuğun kız olmasının ayıp kabul edilmesidir. Sahip oldukları namus anlayışına dayanarak namusla­rına leke getireceği ve savaşamayacağı nedeniyle, ilk doğan kız çocuğu ise öldürülürdü.

Yüce Allah bu anlayışı, âdeti ve uygulamayı Kur'ân'da anlatmak­tadır:

"Onlardan birine kız çocuğu müjdelendiğinde, öfkelenmiş olarak yüzü kapkara kesilirdi. Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir, onu, aşağılık duygu­su içinde yanında mı tutsun, yoksa toprağa mı gömsün! Bakın ki, verdik­leri hüküm ne kadar kötüdür!" (Nahl 16/58-59).

c) Üçüncü neden de yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 31 ve En'âm 151'de açıklanan fakirlik korkusudur.

İşte Arapların bu uygulaması, her toplumda yaşanmış, yaşanıyor, öyle anlaşılıyor ki yaşanacaktır. Fakirlik korkusu nedeniyle günümüzde kürtaj yapılarak öldürülen çocuklar yok mudur? Arap câhiliyeti halen devam etmektedir. O zaman belki bir anda öldürülüyordu, ama şimdi ise anne karnında parçalanarak öldürülmektedir. Şimdiki canavarlık daha iğrenç değil midir?

İşte yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 31. âyet, çocuk hakların­da bir devrim yaparak, fakirlik korkusu ile çocukları öldürmeyi büyük günah olarak hükme bağlamaktadır.

Abdullah İbn Mes'ûd diyor ki: "Ey Allah'ın elçisi hangi günah büyüktür?" "Seni yaratan Allah'a eş koşman", dedi. "Sonra hangisi?" dedim; "senin yemeğini yer, rızkına ortak olur düşüncesiyle çocuğunu öldürmen", dedi. "Sonra hangisi?" dedim. "Komşunun karısı ile zina etmen" dedi"[29].

Yüce Allah, çocukların bu şekilde öldürülmesini önlemek ve ço­cuk haklarını yaşatabilmek için şu ilkeleri koymaktadır:

i. "Onları da sizi de biz rızıklandırırız" (İsrâ 17/31; Benzer ifade için bkz. En'âm 6/151). Bu âyetle Yüce Allah rızk verenin Kendisi olduğu inancını kabullendirerek, fakirlik nedeniyle çocuk öl­dürmenin önüne geçmek istemektedir. İnsan, doğan çocuğunun kendi rızkı ile beraber doğduğuna, ilâhî kaderdeki sofrada Yüce Allah'ın ona bir yer ayırdığına inanırsa bu katliamın önüne geçilebilir. Bu bilgi, bu iman ve bu şuur ile önlem alınabilir.

ii. "Doğrusu, çocukları öldürmek büyük günah­tır" (İsrâ 17/31).

Çocuk öldürmeden caydırmak için Yüce Allah bu davranışın bü­yük günahlar kısmına girdiğini hükme bağlamıştır. Bunun anlamı Yüce Allah bu davranışı hem dünyevi hukuk bakımından suç; hem de dini hükümler bakımından günah saymaktadır. Âyetteki  hıt'en kelimesini, hem "suç" hem de "günah" olarak tercüme etmemiz mümkündür. Çocuklara hayat hakkı tanımadığı için, insanlık adına büyük bir suç işlenmektedir.

Allah'ın yarattığı cana kıyıldığı için de günahtır.

iii. "Diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda" (Tekvîr 81/8-9). Çocuklara hayat hakkı tanımayanların günahı âhirete intikal edeceği ve orada sor­gulamanın yapılacağı belirtilmekte ve bu sorgulamanın, günahı işleyene değil de günahın işlenildiği kız çocuğuna yapılacağı uyarısında bulu­nulmaktadır. Yüce Allah bu günahı işleyenin günahını öylesine ağır bulmaktadır ki, onu muhatap almayıp haksız yere öldürüleni muhatap alacaktır.

Mahşerde günahlar toplu halde sorgulanırken, çocukları, özellikle kız çocuklarını haksız yere öldürmek ayrı olarak sorgulanacaktır. İşte çocuk haklarını korumanın en can alıcı âyetlerinden biri budur ve caydı­rıcı niteliği en yüksek olanıdır.

Netice olarak diyebiliriz ki Kur'ân genel anlamda hayat hakkı üze­rinde dururken bunun içinden çocukların hayat hakkına özel hassasiyet göstermek suretiyle konuyu ayrı olarak ele alıp hükme bağlamaktadır.[30]

 

Cinsel Ahlakı Korumak:

 

32. Zinaya yaklaşmayın. Zira o, bir hayasızlıktır ve çok kötü bir yoldur.

Kur'ân'da zinanın bir ahlâkî boyutu, bir de hukukî boyutu vardır. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyet, zina fiilini genellikle ahlâkî boyu­tu ile gündeme getirmektedir. Yüce Allah'ın Kur'ân'da yasakladığı bazı fiiller vardır. Bu fiilleri yasaklarken özel bir ifade kullanmaktadır. Bun­lardan biri de zina fiilidir. Âyetin analizini yaparken bunu görmemiz mümkün olacaktır.

1. "Zinaya yaklaşmayın"

"Yaklaşma" veya "yaklaşmayın" emri Cennet'teki ağaca yaklaş­mama şeklinde insanlık tarihinde verilen ilk yasak emrini oluşturmakta­dır. Öyle fiiller vardır ki yaklaşınca insan irâdesine sahip olamaz, o fiili işlemekten kendini geri alamaz. Bunlardan biri zinadır. İki ayrı cins zina işleme anına kadar gelince geri durma ihtimalleri hiç denecek kadar az­dır. Onun için Yüce Allah, cinsel ilişkiye giden yolları tıkamakta, onları yasaklayarak zina fiilini önlemektedir.

Zinaya yaklaşınca, zina etme emrinin hiçbir geçerliliğinin kalma­yacağını bildiği için Yüce Allah, işin yollarını tıkamak üzere, ona yakla­şılmamasını emretmektedir.

Kur'ân'da "yaklaşma" veya "yaklaşmayınız" emri ile gündeme ge­tirilen fiillere kısa bir bakış yapabiliriz:

a) "Biz: Ey Âdem! Sen ve eşin beraberce cennete yerleşin. Orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yiyin, sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendine kötülük eden zâlimlerden olursunuz, dedik" (Bakara 2/35).

İşte insanlığa konan İlk yasak cennetteki ağaca yaklaşmamak şek­linde olmuştur. Yaklaşınca yemeleri garanti olacağından yaklaşılması yasaklanmaktadır. Beslenme ihtiyacının, insana neler yaptıracak güçte olduğuna da burada işaret edilmektedir.

b) "Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın" (En'âm 6/151). Buradaki kötülük, âyette el-fevâhiş olarak geçmektedir. "Yüz kızartıcı, utanç verici kötü fıiller"e bu isim verilmektedir. İlk akla gelen kötü fiil "zina"dır; ama hırsızlık ve onur kırıcı fiiller de bunun kapsamına girmektedir. Toplumun ahlâkını bozacak, yüz kızartıcı, utanç verici ve asaleti bozucu fiillere yaklaşılması yasaklanmaktadır.

c) "Ve rüşd yaşına eriş­meden   önce   yetimin   mal   varlığına,   onun   iyiliği   için   olmadıkça yaklaşmayın" (En'âm 6/152).

Hz. Âdem'e ağaca yaklaşmama emri burada "yetimin malı" için verilmektedir. Para da mal, cinsel ilişki gibi tatlıdır, yaklaşınca irâdeye sahip olmak çok zordur.

Her iki yaklaşmama emri iki organla olmaktadır. Biri ağız, diğeri de cinsel organlardır. Bu iki gümrük kapısının iyi beklenmesi gerekiyor. Bu kapılara meşru olmayan bir yaklaşımı önceden önlemek gerekiyor. Ekonomik ahlâk ile cinsel ahlâkın temellerinde bu yasak vardır.

d) "Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır. Sakın bu sınırlara yaklaşmayın" (Bakara 2/187). Yüce Allah bu âyette oruçla ve i'tikafla ilgili bazı hükümler koymuş ve sonra bunların Allah'ın sınır­ları olduğunu ve onlara yaklaşılmamasını emretmiştir. Çünkü sınır boyu mayın döşenmiştir. Yaklaşınca yanlış fiil işlenmesi mukadderdir.

e) "Ay halinde olan kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın" (Bakara 2/222).

Bu ifade meşru olmasına rağmen, hastalık nedeniyle hanımına yaklaşmamak, onlarla cinsel ilişkide bulunmamak anlamına gelmektedir.

f) "Ey iman edenler! Müşrikler bir pisliktir. Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar" (Tevbe 9/28).

Bu da bir ma'bede namahrem elinin değmemesini ifade etmekte­dir. Kirli insanlar, pisler ma'bede girmemelidir. Girmeden önce yaklaş­maları dahi yasaklanmaktadır.

g) "Ey iman e-denler! Siz sarhoş iken ne söyleyeceğiniz bitinceye kadar namaza yak­laşmayın" (Nisa 4/43).

İşte Kur'ân'da geçen ve yaklaşılması yasaklanan davranışlar bun­lardır. Yaklaşmanın yasaklanması emri ilk insanla başlamıştır.

2. "Zira o, bir hayasızlıktır ve çok kötü bir yoldur."    ;

a)  Yüce Allah insanı yaratırken doğasına kıskançlık duygusunu koymuştur. İnancı ne olursa olsun, insan eşinin veya kızının zina etmesi­ni kıskanır ve onur meselesi yaparak beklenmeyen kötü fiilleri işlemesi­ne neden olur. "Namus" denen sosyal hayatın temel değerlerinden biri, bu fiilin dışında kalmakla korunabilir ve varlığı sürdürülebilir.

Toplumlar namuslarını korumak için mücâdele verir ve savaşırlar. Kıskançlık duygusunun taşarak toplumda kargaşa meydana getirmemesi için, Yüce Allah onu bir hayasızlık ve kötü bir yol olarak takdim etmek­tedir.

b)  Zina nesebin karışıp, zamanla kardeşin kardeşle evliliğine yol açacak bir hal alabilir. Genelde zina ile doğan çocuklar istenmeyen ço­cuklardır. Doğup büyüyecek olan çocuklara toplumda meşru olmayan çocuk anlamında "piç" denmesi onların onurunu derinden yaralayacak­tır.

c) Zina fiili, mikroplan taşıyan ve insanların yüz kızartıcı hastalık­lara yakalanmalarına sebep olan bir fiildir. Yüce Allah doğada zina fiili­ni önlemek için bir çok virüs yaratmıştır. Bu virüsler çok kötü hastalıkla­ra sebep olabilir.

d) Zina, sevgi ve aşk denen duyguların bu meşru olmayan cinsel i-lişkilerin arasında yok olup gitmesine sebep olur. Zina nedeniyle, yaş­landığında insana yardımda bulunacak nesillerin yetişmesi ortadan kal­kacak, aile hayatının güzellikleri yok olacaktır.

e)  Kadın denen o güzelim varlık erkeklerin ortak malı olacak, za­manla çileli hayatın içine girecektir. Sadakat, bağlılık gibi duygu ve değerler toplumdan çekilip gidecektir. Böylece insanlar hayvanlar gibi iliş­kiler içinde olacaktır.[31]

 

Hayat Hakkı:

 

33. Haklı bir sebep olmadıkça Allah 'in muhterem kıldı­ğı cana kıymayın. Bir kimse zulmen öldürülürse, onun velisine yetki verdik. Ancak bu veli kısasta ileri gitme­sin. Zaten o, alacağını almıştır."

Bu âyet Bakara 178-179, 190; Nisa 92-93; En'âm 151'in devamı ve Furkân 68'in de habercisi durumundadjr. Furkân 68'de şirkten sonra haksız yere bir cana kıymamak geldiği halde, İsrâ'da zina öne geçmiştir. Aslında İsrâ 31'de çocukların fakirlik korkusu ile öldürülmemesi zina­dan önce geçmiştir. Onun için haksız yere Yüce Allah'ın kutsal kıldığı bir cana kıymamak zinadan hemen sonra gelmiştir. İnsan öldürmenin şirkten sonra gelen en büyük günah olduğunda şüphe yoktur. Çünkü Furkân 68. âyetin sistemi İsrâ'da da gerçekleşmektedir.

Allah'ı birlemek, Allah'a şirk koşmamak Allah'ın hakkıdır. Bu hakkın peşinden ana-baba hakkı ve ardından hayat hakkı gelmektedir. Yasaklar bakımından haklara bakarsak şirkten sonra hayat hakkı gel­mektedir.

1. "Haklı bir sebep olmadıkça Al­lah'ın muhterem kıldığı cana kıymayın."

Âyetin bu kısmında geçen  harramellâh ifadesi, "Allah'ın muhterem kıldığı, kutsal kıldığı, Allah'ın dokunulmaz kıldığı" anlamına gelmektedir. Rûh ile bedenin ilişkisi, dokunulmaz, kutsal ve muhterem bir ilişkidir. Bu ilişkiyi koparmak yasaktır. Başka bir ifadeyle hem suçtur hem de haramdır. Onun için adam öldürmenin hem dünyevî hukukta cezası vardır hem de âhirette.

"Haklı bir sebep" ne anlama gelmektedir? Bu sorunun ce­vabını verebilmek için şu âyetlere gitmemiz gerekiyor.

a) "Size savaş açanlara karşı siz de savaşın, ama saldırganlık yapmayın. Doğrusu Allah saldırganları sevmez" (Bakara 2/190). Bu ve bundan sonraki âyetler, Müslümanların adam öldürmesinin sadece nefis müdafaası şeklinde ola­cağına dikkat çekmekte ve bunu bir ilke haline getirmektedir. Ayrıca insan öldürmenin, savaş açmanın savunma amaçlı olduğunu başka âyet­ler de göstermektedir.

b) "Kendilerine haksız yere saldırılan kimselere savaşma izni verilmiştir. Ve şüphesiz Allah onlara yardımı ulaştıracak güçtedir" (Hacc 22/39). Haksız yere saldırıya uğra­yan, kendini müdafaa etmek için gerekeni yapma iznini Allah'tan almak­tadır.

c) "İnancınızdan dolayı size karşı savaşmayan ve sizi yurt­larınızdan çıkarmayan (inkarcılara) gelince, Allah onlara nezaketle ve adaletle davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah âdil davrananları sever" (Mümtehine 60/8).

Savaşmayan ve yurdundan çıkarmayan kâfirlere karşı savaş açılamaz. Savaş açan ve yurdundan çıkarmaya zorlayana karşı müdafaa amaçlı savaş açılır.

d) "O halde şayet onlar sizi bırakmaz, sizinle barışa yanaşmaz ve üstünüzden ellerini çekmezlerse, onları gördüğünüz her yerde yakalayın ve öldürün, tşte size kendilerine karşı (savaşmanız için) apaçık yetki verdiklerimiz bunlardır" (Nisa 4/91).

İşte bu âyetler haklı bir sebebin neler olabileceğini açıkça ortaya koymaktadır. Ölümüne saldırana müdafaa amaçlı saldırılabilir ve öldürü-lebilir. Bunun dışında mü'min bir cana kıymaz.

Bu ve bu konuyla ilgili diğer âyetler insana hayat hakkını tanıma konusunda asırlarca önce gelen bir devrim niteliği taşımaktadır. Aşiret toplumunda "hayat hakkını" öne çıkarmak, insanın canını kutsamak, muhterem bulmak, dokunulmaz saymak gerçekten bir devrimdir. İnsan haklan evrensel beyannamesinin köklerinin nereye kadar uzandığını bundan anlıyoruz.

2. "Bir kimse zulmen öfdürülürse, onun velisine yetki verdik. Ancak bu veli kısasta ileri gitmesin. Zaten o, alacağını almıştır."

Zulmen öldürülenin velisi kimdir? "Veli" kelimesinden maksat bi­rinci derecede yakınlarıdır diyebiliriz. Bakara 178. âyette bunun ne an­lama geldiğini açıkladık.

Burada şu ilaveyi yapmak zorundayız. Zemahşerî velinin devlet sahibi olabileceğine işaret etmektedir. Ancak zulmen öldürülenin velisi yoksa devleti devreye sokmaktadır[32].

Biz Zemahşerî'nin işaret ettiği devlet konusunu biraz daha ileri gö­türmek istiyoruz. Devlet herkesin koruyucusu, haklarını arayan veli du­rumundadır. Halkın haklarını devletten daha iyi koruyacak, arayacak veli olabilir mi? Devletin haklan alması, âdil davranması, kan davasını önle­yecektir ve keyfi öç almaları ortadan kaldıracaktır.

Veliye verilen yetki Bakara 178'e göre, kısas isteme veya diyet alma ya da affetmektir. Veli bu tercihini yine mahkemede, hukukun hu­zurunda yapacaktır; kendi başına kısas uygulayamaz ya da diyet alamaz. Yani dava hukuka teslim edilmiş olmaktadır.

Böylece Kur'ân kan davalarını önlemek için devreye hukuku sok­muştur.

Veli kısasta ileri gitmemelidir. Bu ne anlama gelmektedir? Arap-larda soylu ailelerden biri öldürülünce, öldürülen soylu olunca, bire bir öldürmeyi yeterli bulmazlardı. Aileden başkalarının da öldürülmesini ister ve denkliği böyle kuracaklarına inanırlardı. Bunun sınırı aşmak, ileri gitmek olduğuna işaret edilmektedir.

Velinin sadece katilin öldürülmesine razı olmaması anlamına da gelebilir. Yahut hem kısas hem de diyet almayı istemesidir.

Veli devlet, yani devletin hakimi olunca, hakimlerin ileri gidip soylu kişilerin tarafını tutarak aşırı derecede ceza vermemesi anlamına da gelmektedir. Demek ki suça denk bir cezanın verilmesi, cezada aşırı gitmemenin ilkesi bu şekilde konmaktadır.

"Zaten o" , ifadesindeki "o" zamiri kime gitmektedir? Bu konuda, iki görüş vardır: Öldürülene veya öldürülenin velisine gitmektedir. Öldü­rülene giderse, veliye verilen yetki ile öldürülenin hakkı alınmış oluyor. Yeterince yardım gören, yani alacağını alan ölüden dolayı veli israfa gitmemelidir.

Âyet, veliye verilen yetki açısından yeterli derecede yardım gör­müş, yani alacağım almıştın onun için israfa gitmesi doğru değildir şek­linde de yorumlanabilir. Âyetteki akış sistemine bakarsak veliye gitmiş olması daha doğru gözükmektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki Yüce Allah hayat hakkını öylesine ö-nemsemektedir ki cezalan seçeneklerin arasına koymuş, âhiretteki ceza­yı da süreli cehennem olarak takdir etmiştir (Nisa 4/93). Böyle bir suç ya da günaha hem dünyevî ceza hem de uhrevî ceza uygulanmaktadır.[33]

 

Yetim Hakkı:

 

34. Yetimin malına, kendisi ergenlik çağına varıncaya kadar, onu değerlendirmek amacı dışında sakın yak­laşmayın. Verdiğiniz sözü yerine getirin, Çünkü verdi­ğiniz sözden mutlaka sorguya çekileceksiniz.

Kur'ân yetim hakkını, kendi insan hakları evrensel beyannamesine koymuştur ve bunu Avrupa'nın ortaçağı yaşadığı bir dönemde yapmıştır. Yetim hakkı öncelikle, fakir ise onu besleyip büyütmekte başlamaktadır (Bakara 2/83, 177, 215; Nisa 4/36; Enfâl 8/41; Haşr 59/7; Fecr 89/17; İnsan 76/8; Beled 90/15; Duhâ 94/9; Mâ'ûn 107/3).

Diğer taraftan yetimin malına yaklaşmamak da yetim hakkının başka bir boyutunu teşkil etmektedir.

Diğer taraftan Nisa 127'de de hukuki haklar gündeme getirilmek­tedir.

1. "Yetimin malına ... ergenlik çağına varıncaya kadar yaklaşmayın."

Yaklaşmama emrinden anlıyoruz ki, yaklaşılırsa, mal tatlı oldu­ğundan haram denmeden yenecektir. Önemli olan yaklaşmamaktır, yak­laşılırsa geri çekilmesi zordur. Böylece Yüce Allah insanın psikolojisi ile sahipsiz mal arasındaki ilişkiyi analiz etmektedir. Korumasız olan mala herkes hücum eder.

Yüce Allah gelişim psikolojisini dikkate alarak hükmünü koymak­ta, yetimin "ergenlik çağını" sınır olarak belirlemektedir. Böylece yeti­min malına ne zamana kadar yanaşılamayacağını biyopsikolojik oluşu­ma bağlamıştır. Biyolojik büyüme ile psikolojik gelişimin paralel yürüyüp meydana getirdikleri ergenlik çağı hükmün bitiş noktası olmaktadır. Böylece diyebiliriz ki dini bir hüküm psikolojik gelişim basamak­ları üzerinde oturmaktadır.

2. "Onu değerlendirmek amacı hariç."

Yetimin malını değerlendirip artırmak, işletmek ve onun menfaatim ne kullanmayı Yüce Allah istisna etmektedir.

Şimdi "yetim malı" kavramını ferdi boyuttan alıp toplumsal boyu­ta taşıyabiliriz. Devleti idare edenler, halktan topladıkları vergileri millet adına kullanırken, onda yetim hakkı olduğunu bilerek hareket etmelidir­ler. Devletin parasına kötü niyetle yaklaşılmayacağım, ama milletin menfaatine kullanılabileceğini söyleyebiliriz. Bu görüşten hareket etti­ğimizde, kişinin kendi malının dışında kalan her ekonomik değere bu hassasiyet içinde yaklaşılmasına işaret edildiğini söyleyebiliriz.

3. "Verdiğiniz sözü yerine getirin.

Çünkü verdiğiniz sözden mutlaka sorguya çekileceksiniz."

a) Ahde vefa, yani verdiği sözü yerine getirmek kâmil insan, er­demli insan yani takva sahibi olmanın şartlarından birini teşkil etmekte­dir.

Bakara 177'de takva sahibi, yani "iyi" değerleri elde eden insanın davranışı önemli bir davranış olarak takdim edilmektedir.

b)  Diğer taraftan ahde vefa göstermek, Mü'minûn 8'de kurtuluşa eren, mutluluğu yakalayan ve Firdevs cennetine vâris olan mü'minlerin bir özelliği veya bir ameli olarak öne çıkmaktadır: Yine o mü'minler ki, emanetlerine ve ahidlerine riâyet ederler."

c) Ra'd 20'de Uz. Peygamber'e indirilenin hak olduğunu bilen, ak­lını kullanıp düşünen ve 'Adn cenneti denen ödüle layık olan mü'minin amellerinden biri olarak anılmaktadır.

d)  Ahde vefa ve yeminini yerine getirmek ilâhî imtihanın sorula­rından birini teşkil etmektedir (Nahl 16/91-92).

e) Aslında bir toplumun kurduğu devleti idare etmeyi göze alanlar halk ile bir sosyal antlaşma yapmaktadırlar. Bu antlaşmanın içinde yetimlerin malından oluşan toplumun ekonomik değerine sahip çıkacakla­rına dair verdikleri söz de vardır.

Âyetin sonu, verilen sözün ne kadar ciddi olduğunu, verilen sözle­rin yerine gelip gelmediği konusunda, âhirette sorgulama yapılacağı ile bitmektedir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 34'e dikkat edersek, yetimin malına yaklaşmama gibi bir yasaktan sonra, verdiği sözü yerine getirme gibi bir emir yer almaktadır. Bu emirler bir de âyetin sonundaki ifade ile pekiştirilmektedir. Verilen sözün bu dünyada kalmadığı, onun âhirete intikal edip sorgulama konusu olacağı gündeme getirilerek işiri ciddiyeti bir kere daha vurgulanmaktadır.

Dikkat edilirse bu son dört âyette, yani İsrâ 31, 32, 33 ve 34. âyet­lerde iki öldürmeme, iki de yaklaşmama yasağı konmaktadır. Çocukları ve haksız yere bir canı öldürmemek, zina ile yetimin malına yaklaşma­mak gibi İslam'ın sosyal ahlâkının temel öğeleri ve insanın hayat hakkı, çocuk hakkı ve yetim hakları gündeme getirilmektedir.[34]

 

Ölçü Ve Tartıda Doğruluk:

 

35. Ye ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun; tartıyı da doğru teraziyle yapın. Böylesi, daha iyi ve sonuç olarak da daha güzel olacaktır.

Yüce Allah, İsrâ 31'de çocukların hayat hakkını, zinayı yasakla­makla toplum hakkını, genel anlamda hayat hakkını ve yetim hakkını ele almakta, şimdi de ölçü ve tartının tam yapılmasını emretmekle tüketici haklarını gündeme getirmektedir. Böylece İsrâ sûresinin bu âyetleri hak­lar sisteminin bir kısmının temellerini atmaktadır.

1. "Ve ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun." Bir önceki âyette de "ahdi yerine getirin" derken evfû kelimesi kullan­ılmış, 35. âyette ölçünün tam tutulması için de aynı kelimeye yer verilmiştir. Metre ölçüsü ile satılan ve bu şekilde yapılan ticaretin ölçülü olması ve bu konuda titiz davranılması burada emredilmektedir.

'Tartıyı da doğru teraziyle yapın."

Kilo, gramla satılan, yani tartarak verilen malların doğru tartılarak satılması da burada öngörülmektedir.

Yüce Allah ölçü ile tartıya aynı âyette yer vermekte, ekonomik ha­yatın helâl bir çizgide yürümesi için bu konudaki hükümlerini koymakta, kul hakkı yemeyi bu şekilde kısmen de olsa engellemektedir. Çünkü kul hakkı başka konularda da yenebilir.

Yüce Allah "doğru terazi" ifadesinde ki "doğru" anlamını ».«İldi el-müstakîm kelimesiyle ifade etmektedir. Kur'ân'm genelinde "müsta­kim" kelimesi inanç ve ahlâkî bakından tutulan yolun sıfatı olarak kulla­nılmaktadır. Meselâ En'âm 151 ve 152. âyetlerde geçen haklar ya da ahlâkî değerlerin ardından onların Allah'ın doğru yolu olduğu ifade e-dilmektedir. O âyetlerin 152. sinde de "ölçü ve tartıyı adaletle yapın" emri yer almaktadır. Buradaki "adalet" kelimesi yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 35'te "tamam ölçün" ve "doğru teraziyle ölçün" ifadele­riyle karşılanmaktadır.

Ölçü ve tartıyı doğru yapmak konusundaki emir başka alanları da kapsamına almaktadır. Meselâ, ibadette ölçü, ahlâkta ölçü, fikirde ölçü, siyasette ölçü, insan ilişkilerinde ölçü, eğitimde ölçü ve nihayet ilaç ima­latında, teknolojide ölçü bunların arasında sayılabilir. Bir insanı överken veya yererken ölçülü olmak, yani değerlendirmelerimizde ölçüyü kul­lanmak da bu emrin kapsamına girebilir. Zaten ölçü olmadan adalet ol­maz. Adaletin gerçekleşmesi ölçüye bağlıdır.

Ekonomide, siyasette, eğitimde, dinî hayatta ve ahlâkta kalite öl­çüye bağlıdır. Medenî toplumlar ölçülü iş üreten toplumlardır. Ölçüyü kültürün bir parçası haline getirenler, medenî olma yolunda mesafe alı­yorlar demektir.

Yüce Allah Rahman sûresinde tabiattaki ölçüsünden söz etmekte, daha doğrusu yarattığı her şeyde ölçü kullandığını ve insanın da bütün işlerinde ölçülü olmasını buyurmaktadır.

a) Ve Allah göğü yükseltti ve her şey için bir ölçü koydu. Sakın ölçüden şaşmayınız. Ölçüyü adaletle tutun ve eksik tutmayın" (Rahman 55/7-9).

b) "Ölçüyü ve tartıyı adaletle yapın; insanlara eşyalarını eksik vermeyin: yeryüzünde bozguncular olarak dolaşmayın" (Hûd 11/85).

Buradaki ölçü ve tartı tamamen ekonomiyi ilgilendirmektedir. Yü­ce Allah ekonomik hayatta ölçü ve tartıyı adaletle yapmamayı bozgun­culuk, yani fesat çıkarmak olarak nitelendirmektedir. Ekonominin den­gelerini bozan bir davranış, bir iş, bozgunculuk sınıfına girmektedir.

c) "İnsan­lardan alırken ölçüp tarttıklarında tam, onlara vermek için ölçüp tarttık­larında ise noksan yapan hilekârlara yazıklar olsun!" (Mutaffıfîn 83/1-3).

Bu tip insanların ekonomik ahlâkı bozduklarına ve onların duru­munun çok kötü olduğuna işaret edilmektedir.

Burada şu soruyu sorabiliriz: Ölçü ve tartıyı doğru ve âdil yapma­nın getirişi nedir? Bu sorunun cevabını yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 35. âyetin devamı vermektedir.

3. "Böylesi daha iyi ve sonuç olarak da daha güzel olacaktır."

Ayetin ilk kısımlarında ölçü ve tartı gibi iki şey yer alınca, değer­lendirmede de iki şey yer almaktadır: "Daha iyi" ve "daha güzel".

Te'vîl, işin kendisine varıp dayandığı şey demektir[35]. Yüce Allah Kur'ân'da sonuç, yani akibet anlamında çeşitli

kelimelere yer vermektedir: '"Ukbâ" (Kehf 18/4); "emelâ" (Kehf 18/46); "mereddâ" (Meryem 19/76).

Aslında sonucun "daha güzel" değil de "en güzel" olacağı şeklinde manalandırılması gerekiyor.

Her şeyde ölçülü olmak ve tartıda âdil davranmak en iyi işlerden biridir ve dünya ve âhiretteki sonuç bakımından da insana güzellikler getiren bir eylem olmaktadır. Ölçüde ve tartıda haksızlık yapacak fırsatı yakaladığı halde, "Rabb'im beni görüyor; bu yapacağım şeyden haber­dardır" düşüncesi ve imanı ile o fırsatı kullanmayan insanın hareketi ibadete dönüşmektedir. Çünkü ölçü ve tartıyı doğru yaptı diye Yüce Al­lah insana sevap vermez. Ama insan Rabb'im bunu emrediyor diye, o niyetle yaparsa sevap alacaktır.

Dikkat edilirse, Yüce Allah bir davranışın sonucuna göre o davra­nışın nasıl yapılması gerektiğine hüküm koymakta, sonucu en iyi ve en güzel olan ameli emretmektedir. Bu durumu bütün davranışlarımıza uy­gulayabiliriz: Sonucu insan için iyi ve güzel olan, yani faydalı olan dav­ranışlar aklîdir, meşrudur ve yapılmaya layıktır. Ölçü ve tartıyı mükem­mel yapmanın hem ferde hem de insanlığa getirdiği faydalar olacaktır.

Bu âyetten eğitim için önemli bir ilke çıkartabiliriz: Eğitimin, ö-zelde din eğitiminin amaçlarından biri, insanlara davranışlarını sonuçla­rına göre düzenleme bilincini kazandırmaktır. Yüce Allah da hükümleri­ni ve eğitimini bu ilke üzerinde vermekte ve düzenlemektedir. Eğitim öğrencilere matematiğin en üst seviyedeki konularını öğretmeden önce davranışlarının sonuçlarını analiz ederek gerçekleştirmeyi öğretmeli ve bu bilinci kazandırmalıdır. Zaten bunun böyle olmasının zorunlu oldu­ğunu bir sonraki âyet daha net bir şekilde ortaya koymaktadır.[36]

 

Takip Edilmesi Gereken Değer Bilgidir:

 

35. Bilmediğin şeyin ardına düşme, çünkü işitme duyu­su, görme duyusu ve gönül, bunların hepsi bundan sor­guya çekilecektir.

Bu âyeti bir önceki âyetin devamı olarak ele alıp açıklamamız ge­rekiyor.

1. "Bilmediğin bir şeyin ardına düşme."

"Ardına düşmek" bir eylemdir. Bir eylemin bilinmesi demek, onun sonucunun nere götüreceğini, ne fayda temin edeceğini, iyiye, güzele veya kötüye götürüp götürmeyeceğinin analizini yapabilmek demektir. Bilgi, insana bu şekildeki analizini yapma gücünü verecek ve bu konuda önünü aydınlatacaktır. Bilgi ışık olduğundan, insanın analizlerinde reh­berlik yapacaktır.

Buradaki bilgi, duruma göre kesin delil anlamını da ifade edebilir. Kesin delil olmayan, sağlam bir dayanağı olmayan, zannî, tahminî ve dedikodu cinsinden haberlerin peşinden gidilmemesi emredilmektedir. Bir siyasetçi için bu, hem devletler arası ilişkilerde hem de iç işlerinde kesin bilgi, kesin delil ve dayanak olmayan bir şeyde, davranışta bulun­maması anlamına gelmektedir. Bilimsel araştırmalarda, eğitimdeki uygu­lamalarda ve ahlâkî davranışlarda hep bu ilke yer almalıdır.

Kur'ân'da dinî alan için bilinmeyen bir şeyin ardına düşülüp yapı-Jan yanlışları açıklayan âyetler vardır.

a)"Putperestler diyecekler ki: Allah dileseydi ne biz ortak koşardık ne de atalarımız. Hiçbir şeyi de haram kılmazdık. Onlardan öncekiler de aynı şekilde yalanladılar ve sonunda azabımızı tattılar. De ki: Yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi var mı? Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz ve siz tahminde bulunmaktan (yalan söylemekten) başka bir şey yapmıyorsunuz (En'âm 6/148).

Yüce Allah, müşriklerin konuşmalarını ispat etmeleri için onlardan bilgi istemektedir. Bu bilgiyi getiremeyenlere zannı takip ettiklerini, tahminî ya da yalana dayanarak konuştuklarını söylemektedir. Müslümanın farkı, kesin bilgiye dayanarak hareket etmesidir.

b) "Dil­lerinizin uydurduğu yalana dayanarak, bu helâldir, şu da haramdır, de­meyin; çünkü Allah'a iftira etmiş olursunuz" (Nahl 16/116). Din adına bilgiye, delile dayanmadan konuşulmaz ve konuşulamaz. Dini hayatın, uygulamaların ve yolun aydınlığı bilgidedir.

c) "De ki: Eğer doğru söz­lüler iseniz, Allah katından bu ikisinden daha doğru bir kitap getirin de ben ona uyayım. Eğer sana cevap veremezlerse, bil ki onlar, sırf hevesle­rine uymaktadırlar. Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık kim olabilir?" (Kasas 28/49-50).

Allah'tan bir delil, bir bilgi olmaksızın din konusunda konuşanı Yüce Allah en sapık insan olarak takdim etmektedir.

d) "Kıyametin ne olduğunu bilmiyoruz, onun bir tahminden ibaret olduğunu sanıyoruz, kesin bir bilgi elde etmiş değiliz, dediniz" (Câsiye 45/32) Müşrikler bile kesin bilgi istemekte, buna sahip olmadıklarından zandan ibaret olarak sanmaktadırlar.

e) " Hayır- onların âhireti hakkındaki bilgileri yetersiz kalmıştır. Dahası, bu hususta şüphe içindedirler. Bunun da ötesinde, onlar âhiretten yana kördürler" (Nemi 27/66).

Bilginin yetersiz kalması, şüpheyi ve manevî körlüğü getirmekte­dir. Böylece bilginin yeterli olmayışı imansızlığa neden olmaktadır.

f) "Bunlar, sizin ve atalannızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve nefislerinin arzusuna uyuyorlar. Halbuki kendile­rine Rabbleri tarafından yol gösterici gelmiştir" (Necm 53/23).

Bütün bu âyetler şunu gösteriyor: Bilgisizlik, bilginin yetersizliği, ya da yetersiz bilgiye sahip olmak, insanın zann ve tahmini davranışların peşine düşmesine sebep olmaktadır.

Din eğitimcileri, âlimleri, insanları dinî konularda yeterli bilgiye sahip kılmadıkça onların hatalarını önleyemeyeceklerdir. Tabii ki önce­likle kendilerini doğru ve yeterli bilgi ile teçhiz etmeleri gerekiyor.

"Bilmediğin şeyin ardına düşme" emrini hukuki alana çekersek, şahitlik eden insanın duymadığı, görmediği, bilmediği ve kalbinin tatmin olmadığı bir konuda şahitlik etmemesi emredilmektedir diyebiliriz. Böy­lece bu emir, hukukun yanıltılmasını önlemektedir.

Ama konuyu ahlâkî alana da çekebiliriz: Duymadığın, görmediğin ve kalbinin tatmin olmadığı, tam bir bilgiye sahip olmadan biri hakkında konuşmak, gıybet etmek, dedikodu yapmak, bir muamelede bulunmak, iftira etmek yasaklanmaktadır. O zaman Hucurât 6. âyetin uygulanması istenmektedir:

"Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz."

Müslüman, bilgiyi, delili takip eder; hareketlerini bilgiye dayandı­rır.

2. "Çünkü işitme duyu­su, görme duyusu ve gönül, bunların hepsi bundan sorguya çekilecektir."

İşitme organı ile görme organlarının topladığı duyumlar beyinde, kalpte bilgiye dönüşmektedir. Yanlış duyumların peşinde koşup doğru bilgiye dayanmamaktan dolayı sorgulamanın olacağını bilmek ve ona inanmak gerekiyor. Her organın kendisine has bir sorumluluğu olacağını bilen bir mü'min, bilginin dışında hiçbir şeyi takip etmeyecektir.

Âyette geçen takfu kelimesi kafadan gelmektedir. Ayak izlerine bakarak, insanların durumları hakkında fikir yürütenler için de bu kelime kullanılırdı. İnsan bedeninin arkasında olduğu için enseye de kafa denmiştir. Çünkü ense bedeni izleyen bir özelliği olduğu için bu ismi almıştır[37].

Demek ki, insan kafasına, yani beynine sahip çıkmalı, neyin ardına düştüğünün analizini yaparak hareket etmelidir. Âyetteki kulak, göz ve kalb aslında beyni ifade etmektedir.[38]

 

Kibir Kotudur:

 

37.   Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen ne yeri yarabilir ne de boyca dağlara ulaşabilirsin.

38.  Bütün bunların kötülüğü, Rabb'inin katında asla hoş karşılanmamaktadır.

Âyetlerin analizinden çıkaracağımız önemli neticeler vardır:

1. "Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma."

Bizim "dolaşma" diye tercüme ettiğimiz kelimenin asıl manası "yürüme"dir. Yüce Allah kibri, böbürlenerek yürüme şeklinde manalandırmaktadır. Yürüyüş bile insanın ruh yapısını yansıtmaktadır. Davranışlar, ruh haletini en iyi şekilde ifade ettiği için Yüce Allah kibri bu şekilde ifade etmektedir.

Yüce Allah Lokman peygamberin oğluna verdiği imânı ve ahlâkî öğütlerde de aynı konuyu işlediğini bize nakletmektedir. "Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme" (Lokman 31/18).

Her iki âyette geçen merah kelimesi, "aşırı sevinme ve şıma­rıklık" demektir. Fiil kalıbında (temrahûn) sadece Mü'min 75'te geç­mektedir, o "Bu, sizin yeryü­zünde haksız olarak şımarmanızdan ve aşırı derecede sevinip böbürlen­menizden ötürüdür."

Yüce Allah âhirette müşrikleri sorgularken, dünyada onları şirke düşüren nedenlerden birinin kibir olduğunu âyette ifade ederek, onların sapık inançlarının analizini yapmaktadır.

Dikkat edilirse hem yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 37'de hem de Lokman 18'de Yüce Allah kibir kelimesini şeytan için kullandığı gibi kullanmamakta, onun davranışlara yansımasını tanımına koymakta­dır.

Bu açıklamalardan sonra, kibrin önlenebilmesi için ne yapmak ge­rekiyor? sorusunu sorabiliriz. İsrâ 37'nin sonu, Lokman 18'in sonu ve 19. âyetin tamamı ile Furkân 63. âyet bu sorumuzu cevaplandırmaktadır.

2. "Sen ne yeri yarabilir ne de boyca dağlara ulaşabilirsin."

Yüce Allah kibirli insanın, fiziki manada neleri yapamayacağını söyleyerek, zayıflıklarına dikkat çekerek eğitmeye çalışmakta ve kendi­sine bir çekidüzen vermesini önermektedir.

a) "Zira Allah, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri asla sevmez" (Lokman 31/18).

Yüce Allah kibirli insanları bu duygu ve davranışlardan caydırmak için onlara eğitimin en etkili metotlarından "sevgiyi esirgeme"yi kul­lanmaktadır. Sevgiden mahrum bırakmak en etkili metottur. Dernek i: Yüce Allah sevgisi ile kibrin bir araya gelemeyeceğini, kibrin yerde ilâhî sevgi güneşinin parlamayacağını ifade ederek, kibirli insanı terbiye etmektedir. Hadîd 23'te de aynı metodu kullanmaktadır.

b)"Yürüyüşünde tabii ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini eşeklerin sesidir" (Lokman 31/19).

Tabii olmak, sesini alçaltmak yapılacak eylemlerdir. Aşın derece­de yüksek sesle konuşmak da kibrin alametidir. Yüce Allah, eşek ben­zetmesi ile "tiksindirme metodunu" kullanmaktadır. Demek ki, kibrin sesi aşırı derecede yükseltme boyutu insanı hayvansallaştırıyor. Hayvan benzetmesi ile tiksindirme doruk noktasına ulaşıyor.

c) "Rah­man'm kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında: Selâm! deyip geçerler" (Furkân 25/63). Burada da, erdemli mü'minin yürüyüş tarzını örnek vererek eği­timde "örnekleme" metodunu kullanmaktadır. Bu kişi, mü'minler için bir model olmaktadır.

Kibrin yanlışlığının fizikî bir anlatım metodu ile, sevgiyi esirgeye­rek, tiksindirerek ve örnekleme metotları ile ortaya konduğuna burada şahit oluyoruz. Bu metotlar din eğitiminde de kullanılmalıdır.

3. "Bütün bunların kötülüğü, Rabb'inin katında asla hoş k'arşılanmamaktadır."

mekruh kelimesi "hoş karşılanmayan" şeklinde tercüme e-dilmiştir ama, aslında '"nehyedilmiş", yani "yasaklanmış" anlamına gel­mektedir.

Kötülüğü Allah katında yasaklanan, hoş karşılanmayan davranışlar nelerdir? Bize göre bu amelleri İsrâ 31. âyetten itibaren alabiliriz. Biraz daha geniş tutarsak 23. âyete kadar çıkarabiliriz. Allah'a şirk koşmak, ana-babayı itip-kakmak, israf etmek, fakirlik korkusu ile çocukları öl­dürmek, zina etmek, haksız yere cana kıymak, yetim malına kötü niyetle yaklaşmak, ölçü ve tartıda adaletsizlik yapıp kul hakkı yemek, bilgisi olmadığı şeyin ardına düşmek, böbürlenerek yürümek yani kibir, Al­lah'ın yasakladığı şeylerdendir. İşte eğitimin mücâdele vermesi gereken olumsuz davranışların bazıları bunlardır. Eğitimin başarısız kaldığı nok­taları hukuk dolduracaktır.[39]

 

Bu Yasaklar Ve Emirler Neyi İfade Ediyor?

 

39. /yte bunlar, Rabb'inin sana vahyettiği hikmetler­dendir. Allah ile birlikte başka tanrı edinme; sonra kı­nanmış ve uzaklaştırılmış olarak cehenneme atılırsın.

Yüce Allah İsrâ 23-38. âyetler arasında koyduğu yasaklar veya emrettiği amellerin neler olduğunu bu âyette cevaplandırmaktadır. Âyet­ten şu neticeleri çıkartıyoruz:

1. "İşte bunlar, Rabb'inin sana vahyettiği hikmetlerdendir."

a) Bu ifade öncelikle Kur'ân'da yer alan İsrâ 23-38. âyetler arasın­daki hükümlerin, emirlerin ve değerlendirmelerin ilâhî vahy olduğunu vurgulamaktadır. İlâhî vahy olduğunu söylemekle Yüce Allah, onların beşerî   kaynaklı   olmadığını   ifade   etmektedir.   "Rabb' inden   sana vahyedilmiştir" demekle de aynı zamanda Hz. Peygamber'e güven ver­mektedir.

b) "Hikmetlerdendir" buyurmakla Yüce Allah "hikmet" kavramına bir tanım getirmektedir. Hikmetin ne olduğunu Bakara 269'da açıkladık. Her iki âyete bakınca, hikmetin ilâhî kaynaklı olduğunu anlıyoruz.

Yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 39'da, "Allah'ın yasakları, emirleri, yani haram ve farzları, tavsiyeleri, değerlendirmeleri" hikmetin tanımını oluşturmaktadır. Allah'tan başka bir tanrıya kulluk etmemek, ana-babaya iyilik etmek, onları itip-kakmamak, onlara tevazu kanatlarını germek, Allah'tan onlara merhamet dilemek, değişimi meydana getirip tövbe edenleri Allah'ın affedeceğini bilmek, Yüce Allah'ın sinelerde olanları en iyi bilen olduğunu bilmek, akrabaya, yoksula ve yolda kalmı­şa yardımda bulunmak, israf etmemek, imkansız olanların hiç olmazsa ihtiyaç sahiplerine hoş söz söylemeleri gereği, harcamada orta yolu tut­mak, rızkı bol verenin ve daraltanın Allah olduğunu bilmek, fakirlik korkusu ile çocukları öldürmemek, zinaya yaklaşmamak, haksız yere cana kıymamak, yetim malına kötü niyetle yaklaşmamak, bilmediği şe­yin ardına düşmeyip bütün duyu organlarının bundan sorumlu olacağını bilmek, kibirlenmemek ve kibirlenenlerin Allah sevgisini kaybedeceğini bilmek ve bütün bunların Allah tarafından nehyedildiğine inanmak, bu hikmetlerin bir bölümünü teşkil etmektedir.

Bunlar ferdin ve toplumun hayatını ayakta tutan, dinî, hukukî, sos­yal, ahlâkî, ekonomik, ruhsal ve ailevî konuları içeren ve onlara can ve­ren hikmetlerdendir. Âyetteki hikmet kelimesine, "âyetlerdir" de diyebi­liriz; yani "işte bunlar Rabb'inin sana vahyettiği âyetlerdendir, hüküm­lerdendir" de denebilir.

2. "Allah ile birlikte başka tanrı edinme: sonra kınanmış ve uzaklaştırılmış olarak cehenneme atılırsın." Âyet doğrudan Hz. Peygamber'e hitap etmektedir ama, dolaylı olarak evrensel manada bütün insanlara hitap etmektedir.

Âyetin bu kısmı 22 ve 23. âyetlerin devamı mahiyetindedir. O â-yetlerde de şirk koşmak yasaklanıyor ve tevhid inancı öne çıkıyor. Yüce Allah, Hz. Peygamber'e bu emri verdiğini insanlara şu şekilde anlatma­sını emretmektedir.

a) "De ki: Allah'ın dışında taptığınız şeylere tapmak bana yasak edildi. De ki: Ben sizin arzularınıza uymam, aksi halde sapıtırım da hi­dâyete erenlerden olmam" (En'âm 6/56).

b) "De ki: bana Rabb'imden apaçık deliller gelince, sizin Allah'ı

bırakıp o taptıklarınıza kulluk etmem bana yasaklandı ve bana âlemlerin

Rabb'ine teslim olmam emredildi" (Mü'min 40/66).

Bu âyetler, Kur'ân gelmeden önce Hz. Peygamber putlara tapıyor­du anlamına alınmamalıdır. Zira, sizin taptıklarınıza tapmam yasaklandı denmektedir. Bu emirler neyi ifade etmektedir?

İnsanlığın öğretmeni, eğiticisi olan bir insan önce kendisi şirk ba­tağına batmamak, batmamış olmalı, sonra da tevhid inancının dışına çıkmamalı ve bütün benliğine onu sızdırmahdır. O zaman şirkle mücâde-\e verebilir ve tevhid inanan) insanlığa öğretebilir.

Çünkü eğitimin altın kurallarından biri şudur: Eğitimci önce ken­disi yaşayacak, sonra da öğrencilerine, insanlığa öğretecek ve yaşatacak­tır.

Ayetin sonunda şirk koşanın mutlaka cehenneme atılacağı, oraya atılırken ruh haletinin de kınanmış ve uzaklaştırılmış insanın ruh haletine dönüşeceği ifade edilmektedir. İsrâ 22'de %% li^iii mezmûnen mehzûlâ dendiği halde 39. âyette melûmen medhûrâ den­mektedir. Her iki âyetin sonundaki kelimeler eş anlamlıdırlar. 22. âyetin sonundakiler "kınanmış, kendi başına terkedilmiş"; 39. âyetin sonunda-kiler de "kınanmış, uzaklaştırılmış" manalarına gelmektedir. Böylece Yüce Allah konuya tevhid inancı ile başlayıp tevhid inancı ile bitirmek­tedir.[40]

 

Çocuklar Arasında Cinsiyet Farkı Gözetmek İlkelliktir:

 

40. /fafefc 7n/z er£e£ çocukları size özel kıldı da, melek­leri kendisine kız çocuğu mu edindi? Doğrusu, siz çok büyük söz söylüyorsunuz?

Buraya kadar İsrâ sûresinin tefsir ettiğimiz âyetlerine genel olarak baktığımızda, bu âyetin buraya niçin konduğu sorusunu sormaktan ken­dimizi alamayız. Ancak biraz derinden baktığımızda diğer âyetlerle ala­kasını yakalamamız da mümkündür. Bu âyetin İsrâ sûresinin ilk kelimesi olan ve noksan sıfatlardan uzak olma anlamına gelen "sübhân"lıkla ala­kası olduğu gibi şirki yasaklayan ve tevhid inancını emreden 22-23. â-yetlerle de doğrudan bağlantısı vardır. Bu âyet, Allah ile beraber başka bir tanrı edinmeyi yasaklayan 39. âyetin de devamı durumundadır.

Hz. İbrahim'in İshâk isimli peygamber olan oğlundan gelen İsrâiloğullannın ürettiği sahte inanç şekillerinden biri "Allah'ın çocuk edinmesi" idi. Önce peygamberleri Allah'ın çocukları olarak gördüler, sonra da kendilerini Allah'ın çocukları olarak görmeye başladılar. Bu durumu gösteren, açıklayan âyetler şunlardır:

a) "Yahudiler, Üzeyir Allah'ın oğludur, dediler. Hıristiyanlar da, Mesîh (İsâ) Allah'ın oğludur, dediler" (Tevbe 9/30).

b) "Yahudiler ve Hıristiyanlar: Biz Allah'ın oğullan ve sevgilileriyiz, dediler" (Mâide 5/18).

Görüldüğü gibi önce peygamberlerine Allah'ın oğludur, dediler; sonra da kendilerinin Allah'ın oğulları olduklarını iddia ettiler.

Diğer taraftan Hz. İbrahim'in İsmail isimli peygamber olan oğlu­nun neslinden gelen Araplar arasında da Allah'ın çocuk edindiği inancı veya fikri doğdu ve yayıldı. Bu inanç ve iddialar şirk inancı ile beraber doğup büyümüştü. Arapların arasında erkek çocukların değerli görülüp kızların aşağılanması nedeniyle kızları Allah'a, erkek çocuklarını da kendilerine tahsis ederlerdi. Hatta melekleri Allah'ın kızları olarak gö­rürlerdi. Bunu ispat eden âyetlerden biri yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 40. âyettir. Diğerleri de şunlardır:

i. "Cinleri Allah'a ortak koştular. Oysa ki onları da Allah yaratmıştı. Bilgi­sizce O'na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Hâşâ! O, onların ileri sürdüğü vasıflardan uzak ve yücedir. O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. O'nun eşi olmadığı halde nasıl çocuğu olabilir! Her şeyi O yaratmıştır ve her şeyi hakkı ile bilen O'dur" (En'âm 6/100-101).

ii."Onlar, kızların Allah'a ait olduğunu iddia ediyor­lar" (Nahİ 16/57).

iii."Ama onlar, İcullanndan bir kısmını O'nun parçası kıldılar. Gerçekten insan apaçık bir nankördür. Yoksa Allah, yarattıklarından kızları kendi­sine aldı da oğullan size mi ayırdı?" (Zuhruf 43/15-16).

iv. "Rahman çocuk edindi dediler. Hakikaten siz, pek çirkin bir şey ortaya attınız" (Meryem 19/88-89).

Demek ki İsrâiloğullarından Yahudi ve Hıristiyanlar Allah'ın er­kek çocuk edindiğini söylerken ve iddia ederken; Araplar da kız çocuk­larını Allah'a veriyor ve melekleri çocuk edindiğini iddia ediyorlardı.

Araplar kız çocuğunu aşırı derecede küçümsedikleri ve değersiz gördüklerinden dolayı Zuhruf 19. âyette de ifade edildiği üzere melekle­rin cinsiyetini kız olarak belirleyip onları Allah'ın kızları olarak kabul etmişlerdi. Böylece çocuk edinme inancını, yani şirki ortaya atmış ve onun yayılmasına kaynaklık etmişlerdir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 40. âyetin böyle bir geçmişi, alt yapısı ve kaynağı vardır ve bu âyet böyle bir anlayış, iddia ve inancın değerlendirmesini yapmaktadır. Kız çocuklarını hor görmelerine rağ­men, onları Allah'a veriyorlardı. Değersizi Allah'a, kendilerine göre değerli olanı da kendilerine alıyorlardı.

1. "Rabb'iniz erkek çocuk­ları size özel kıldı da, melekleri kız çocuğu olarak kendisi mi alıkoydu?"

Yüce Allah bu soruyu Hz. Peygamber döneminde yaşayan müşrik Araplara yöneltmektedir. Aslında onlar bu âyetleri okumadı ve sonraki müşrikler de okumayacaktı. Yüce Allah bu soru ile tevhid inancına sahip olanları uyarmakta, "kızım sana derim, gelinim sen işit" esasından mü'minlere duyurmaktadır. Yaşamakta olan kötü bir anlayışın, şirkin veya yoz kültürün köklerini kesmek için Yüce Allah, bu soruyu sormak­tadır.

2. "Doğrusu, siz büyük söz söylüyorsunuz."

Buradaki "büyük söz" ifadesi kötülüğü ifade etmek için kullanıl­mıştır. Sözlerinin kötülüğü ve o sözleri reddetmek için bu ifade kulla­nılmaktadır. Bunun bir benzer ifadesi de Hıristiyanlar için Meryem 88-89'da kullanmaktadır: "Rahman çocuk e-dindi dediler. Hakikaten, pek çirkin bir şey ortaya attınız." Demek ki İsrâ 40'da ki 'anma kelimesi Meryem 89'da iddâ şeklinde yer almaktadır.

İkisi de "kötü. çirkin, asılsız, çok ağır" anlamına gelmektedir.

Yüce Allah Yahudi, Hıristiyan ve Arapların bu kötü iddialarını, inançlarını, sözlerini şu şekilde reddetmektedir:

a) "Yahut kızlar O'nun, oğullar sizin öyle mi?"

(Tur 52/39).

b) "Erkek sizin de, dişi O'nun öyle mi?" (Necm 53/21).

c) "Allah, doğurmamış ve doğmamıştır. Onun hiçbir dengi yoktur" (İhlâs 112/3-4).

d)"Öyle ise günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor?" (Mâide 5/18).

e) "Bu onla­rın ağızlan ile geveledikleri sözlerdir. Daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da döndürülüyor­lar" (Tevbe 9/30).

Demek ki, Yahudi ve Hıristiyanlardan önceki kâfirler de buna benzer sözler söylüyor ve iddiada bulunuyorlardı.[41]

 

Kur' An'ın Amacı:

 

41. Andolsun, bu Kur'ân'da düşünüp anlamaları için bunları açık açık anlatıyoruz; fakat bu, sadece onların nefretini artırıyor.

1. Âyette geçen "açık açık anlatıyoruz" ifadesindeki ilip. sarrafnâ kelimesi, "bir şeyi bir yönden başka bir yöne döndürmek"tir. "Evirip çevirmek" demektir. Bu manadan kinaye olarak "açık-seçik or­taya koymak, beyan etmek, tekrar etmek, türlü biçimlerde ifade etmek" manalarına da gelmektedir.

Yüce Allah Kur'ân'da pek çok meseleyi açık-seçik, derinlemesine anlatmaktadır. Kur'ân'da anlatılanlar nelerdir? Kur'ân'in içerdiği bütün konulardır, misâllerdir. Özelde de İsrâ sûresinde yer alan konular veya buraya kadar İsrâ sûresinde anlatılan konulardır.

2. "Düşünüp anlamaları için"

Bu kelimedeki J lâm harfi, açıklamanın amacını belirlemektedir. Yüce Allah'ın Kur'ân'daki anlatımlarının amacı "insanları düşünmeye sevketmek"tir. Bundan şu eğitim ilkesini çıkartıyoruz: Öğretim faaliyeti öğrencilere doğru düşünme sanatını kazandırmakla yükümlüdür ve kali­teye onun sayesinde ulaşılacaktır.

Öğrencileri düşünmeye sevkedebilmek için konuları açık-seçik, net bir şekilde, karanlık nokta bırakmadan açıklamak gerekiyor. Hele din eğitiminde konular mutlaka neden, niçin, nasıl ve ne zaman sorularını cevaplandıracak şekilde açıklanmalıdır; aksi takdirde din doğru anlaşı-lamayacak, yanlış anlaşılmaya sebep olacak, neticede insanların dinden uzaklaşmasına neden olacaktır.

Demek ki, öğretimin ana amaçlarından biri ve en önemlisi, öğren­cinin düşünmesini sağlamaktır. Bundan şu noktaya varabiliriz: Öğretim faaliyeti ezbere, dogmatik fikirleri dayatmaya yönelik değil, düşündür­meye yönelik olmalıdır. Öğrenci kendisi düşünüp fikir üretmelidir ki, kendisi anlamalıdır. Ezbercilik ve dogmatik fikirler, bu şekilde düşünce üretimine müsaade etmemektedir.

3. "Fakat bu, sadece onların nefretini artırıyor."

Âyetin bu kısmını, önceki kısımlarla birlikte düşünürsek şu esası yakalamamız mümkün olacaktır: Öğretilen, açıklanan şeyden istifade etmek, öğrenenin, dinleyenin psikolojik yapısına, yani inancına bağlıdır. Öğreten ne kadar mükemmel anlatırsa anlatsın, ne kadar açık bir şekilde öğretirse öğretsin, öğrenenin, dinleyenin manevî yapısı, ruhu, inancı, ilgisi müsait değilse, ilgi duymuyorsa istifade edemez.

Âyette, konuları açık-seçik anlatan Allah olduğu halde, insanların nefretine sebep oluyor, kaçıp uzaklaşmalarından başka bir şey sağlamıyor. Demek ki öğrenimde, öğrenenin psikolojisi, inanç yapısı temeli teşkil etmektedir. Alıcının sağlamlığı, verilen bilgilerin görüntü­sünü gönüle, beyne düşürecektir. Alıcı sağlam değilse, verici ne kadar güçlü olursa olsun, görüntü gönüle, beyne düşmeyecektir.

Sadece kaçmıyorlar, kaçmalarını da artıyorlar. Kâfirlerin bu tavrı her devirde, her peygamberde böyle olmuştur: "Rabb'im! dedi, doğrusu ben kavmimi gece gündüz, davet ettim. Fakat benim davetim ancak kaçmalarını artırdı" (Nûh 71/5-6); "Kalplerinde has­talık olanlara gelince, onların da inkârlarını büsbütün artırır ve onlar ar­tık kâfir olarak ölürler" (Tevbe 9/125). Yüce Allah onların bu kaçışlarını şöyle bir benzetme ile açıklamaktadır: "Böyle iken onlara ne oluyor ki, âdeta aslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi öğütten (Kur'ân'dan) yüz çeviriyorlar" (Müddessir 74/49-51).

Din âlimi ve eğitimcileri bu âyetten şu ilkeyi çıkarıp hayata geçir­melidirler: Allah Teala'nın Kur'ân'ından, peygamberlerin tevhid inancı­na çağırışından nefret edip kaçanlar, elbette onların öğretim faaliyetle­rinden de yüz çevirecek, anlamayacak ve doğruya yanaşmayacaklardır. Gönülleri değiştirmemiz mümkün değildir; oraya hakikatin görüntüsünü düşürmek bizim gücümüzde değildir. Biz öğretiriz, tebliğ ederiz, açıkla­rız, dinleyenin psikolojisi müsait ise Yüce Allah gönüldeki değişimi ya­pacaktır.[42]

 

Başka Bir Tanrı Olsaydı Ne Olurdu?

 

42. De ki: Onların dedikleri gibi Allah 'la beraber tan­rılar olsaydı, o takdirde 'Arş'in sahibi olan Allah'a u-laşmak için çareler arayacaklardı.

Yüce Allah, Kendisinden başka tanrı olamayacağını açıklarken, ol­saydı ne olurdu konusundan hareket ederek ispatını yapmaktadır.

1. "Onların dedikleri gibi Allah'la beraber tanrılar olsaydı" ifadesinden anlıyoruz ki, Yüce Allah, meseleye bir de şirk koşanların iddiası açısından bakmakta, onların inancının doğru ol­duğunu düşünerek bakarsak neticenin nereye ulaşacağını da açıklamak­tadır.

Burada "tartışmada" kullanılacak önemli bir metod da öğretilmek­tedir: Karşı fikri savunanın iddiasından hareketle o fikrin yanlışlığını ortaya çıkarmak, ne olacağını belirlemek de önemli bir metoddur. Bir an, onlar gibi düşünüp konunun analizini yapıp neticenin ne olabileceğini de ortaya koymak gerekiyor. Bu da, bir yaklaşım tarzı olmaktadır. Başkası­nın gözü ile de meselelere bakabilme hoş görüsü gündeme getirilmekte­dir.

2. "O takdirde 'Arşın sahibi olan Allah'a ulaşmak için çareler arayacaklardı."

Muhammed Esed bu âyetin açıklamasını şöyle yapmaktadır: Arş terimi, lafzen "taht" yahut daha uygun bir ifadeyle "kudret makamı", Kur'ân'da Allah'ın var olan her şey üzerindeki mutlak hakimiyetini ifa­de için kullanılmaktadır. Bunun içindir ki zü'l-'Arş tabiri en yakın bir ifadeyle "top yekûn egemenliği elinde tutan" anlamına gelmektedir. Öte yandan bu âyetin işaret ettiği anlam konusunda müfessirler tamamen hem fikir değillerdir. Bazıları âyeti "eğer Allah'tan başka tanrılar var olsaydı, bunlar Allah'ı, âlem üzerindeki kudret ve iktidarından kısmen ya da tamamen yoksun bırakmaya çalışırlar ve böylece âlemde bir kar­gaşaya, düzensizliğe yol açarlardı" şeklinde açıklamışlardır. En başta Taberî ve İbn Kesîr olmak üzere birçok müfessir, biraz karmaşık da olsa daha iyi bir yorumda bulunmuşlardır.

Allah'tan başka tanrıların ya da tanrısal güçlerin varlığına inanan kimselerin bu varlıkları ya da güçleri yalnızca Allah'la insanlar arasında aracılar olarak gördükleri yolundaki meşrulaştırıcı faraziyeden yola çıka­rak bu müfessirler demişlerdir ki, "eğer bu sözde tanrısal yahut yan tan­rısal "aracılar" gerçekten var olsalardı, bu durum açıkça onların birer aracıdan başka bir şey olmamaları nedeniyle, Allah'ı mutlak ve müte'âl varlık olarak tanıdıkları anlamına gelirdi ki, bu da kendilerinin gerçekte herhangi bir kudrete sahip olmadıklarını ve son tahlilde bütünüyle O'na bağımlı olduklarını kabul etmek demektir." Bağımlı oldukları herhangi bir kudretten yoksun oldukları, böylece aşikâr olan bu hayal ürünü "ara­cıların" hangi yapıda oldukları, hangi nitelikten de yoksun oldukları or­tadadır. Hal böyle olunca, artık insan için doğrudan doğruya Allah'a, o her şeye gücü yeten, her şeyi görüp işiten Tek Allah'a yönelmesi ve her­hangi bir aracıya ihtiyaç duymaması çok daha makul, çok daha onurlu değil midir?[43].

Şimdi biz âyete dönüp kendi yorumumuzu yapabiliriz: Allah'a u-laşmak için çare arayacak kimdir? Bize göre müşriklerin taptıkları o sah­te tanrılar bile Allah'a varmak için çaba harcayacaktı. Çünkü onların kudreti sınırlı kalacaktı. Yüce Allah, Allah'tan başka tanrıları insanların niçin tanrı edindiklerini cevaplandırmaktadır: "Dikkat et, hâlis din yalnız Allah'ındır. Onu bırakıp kendilerine bir takım dostlar edinenler: Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler" (Zümer 39/3). As­lında müşrikler, sonsuz kudrete sahip olan Allah'ı bildikleri halde, ona yaklaştırılmaları için sahte tanrılar edinmektedirler.

Ayrıca Yüce Allah başka bir âyetinde, kâinatı idare eden Allah'tan başka bir tanrı olsaydı ne olurdu sorusuna başka bir cevap da vermekte­dir: "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök, kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki 'Arş'ın Rabb'i olan Allah, onların yakıştırdıkları sı­fatlardan uzaktır" (Enbiyâ 21/22).

İşte bu âyette Yüce Allah, kâinatın düzeninin bozulacağını öne sü­rerek, doğa gereği bütün insan topluluklarını tek idarecinin yönettiğine de işaret etmektedir. İnsanlar bu doğa kanununu kendileri de yaşamakta­dırlar.

İşte bu ve buna benzer âyetler neden şirkin yanlış, tevhid inancının geçirli olduğunu ispat etmektedir. Din eğitimi bu konuyu halletmedikçe, dini temeline oturtamayacaktır; insanlar şirkin batağında, aracılar edin­meye, sahte tanrılara kul olmaya devam edeceklerdir. Şirkin açık ve gizli olanı, insanı Rabb'inden ayrı koyacaktır; O'nun katındaki değerini eritip yok edecektir.[44]

 

Allah Sübhândır:

 

43. Herşeyden yüce olan Allah, onların söylediklerin­den uzaktır.

Sübhân kelimesi, "bütün sıfatlarında, özellikle kudret ve egemen­liğinde eksiksiz ve kusursuz olma"yı ifade etmekte, Yüce Allah'ın, şirk koşan insanların ona yakıştırdığı her noksanlıktan uzak olduğu anlamına gelmektedir. Allah'ın kudret ve egemenliğinde eksiksiz ve kusursuz ol­duğunu anlamak için şu âyetlere gidebiliriz:

a) Hiçbir şey O'na benzemez" (Şûra 42/11).

"O'na hiçbir şeyin benzemediği" özelliğini Yüce Allah bu âyette anlatırken, önce yoktan yaratıcılığını ve sonra tabiattaki varlıkların, in­san ve hayvanların hepsinde var olan çokluk, çiftlik, iki kutupluluğa dik­kat çekmektedir. Bunları anlatmasının amacı, Kendisinin benzersizliğini ortaya koymaktır ve insanların O'na, düşünce, hayal bakımından yakıştı­racağı her şeyden temelde farklı olduğunu göstermek için bu açıklamayı yapıyor.

b) "Onun hiçbir dengi yoktur" (İhlâs 112/4).

Bunun anlamı, hiçbir şeyin O'nunla mukayese edilemeyeceğidir. Bu iki âyeti bir araya getirdiğimizde şu çıkıyor: Yüce Allah benzersizdir ve dengi yoktur. Hiçbir şey onunla mukayese edilemez ve O'na benzetilemez. İşte sübhân olma özelliğini en iyi şekilde bu âyetler açık­lamaktadır. Eksiklik, kusur ve yetersizlik Allah için asla düşünülemez.

Yüce Allah her şeye kendisinden daha yakın olmasına rağmen, ek­siklikten, kusur ve yetersizlikten de o derecede uzaktır.

Diğer taraftan Yüce Allah, yücelikte ve ululukta onların söyledik­lerinden sonsuza kadar uzakta ve sonsuza kadar aşkındır. Allah'ın "yü­celiği" maddî anlamda açıklanamaz. Bundan anlıyoruz ki, Hz. Peygam-ber'den önce gelen şirk anlayışı, Yüce Allah'ı anlamada, tanımlamada, tasavvur edebilmedeki yanlışlıktan kaynaklanıyordu.

O'nu doğuran, doğurulan ve eşi olan bir varlık olarak görmeleri, beyinlerinin darlığından, maddenin ve beşerî özelliklerin ötesine geçe­memelerinden kaynaklanıyordu. Ama onların bu anlayışları, düşünceleri ve tasavvurları beyinlerinde kalmıyor, ağızlarından dökülüyordu. Onun için Yüce Allah âyette hjijZ \X* "dediklerinden" ifadesine yer vermekte­dir. Onların Allah hakkındaki anlayışları sinelerinden çıkıp, kelimelere dökülüyordu. Kelimelere dökülmesi, şirkin başkasına bulaştırılması de­mektir. Şirk mikrobu, birinden diğerine taşınıyordu, tşte Yüce Allah bu bulaşıcı şirk hastalığını ortadan kaldırmak için bu âyetleri göndermiştir.

Yüce Allah, eksiklikten, kusurdan ve yetersizlikten uzak olmasını söylerken, tüm olumsuzluklardan uzak olduğunu da ifade etmektedir. "Yüce" ve "büyük" olması da, maddenin sınırlarını aştığını, maddenin sınırları içinde düşünülemeyeceğini ifade etmektedir. Bir önceki âyetle bu âyet, tevhid inancı konusunda bir ders vermektedir.[45]

 

Her Şey Allah'ı Teşbih Ediyor:

 

44. Yedi gök ile yer ve onların içinde yer alan her şey O'nu teşbih etmektedir. O'nu övgü ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların teşbihini anlamıyorsunuz. O, halimdir, bağışlayıcıdır.

Âyetin analizinden çıkaracağımız neticeler olacaktır:

1. "Yedi gök ile yer ve onların içinde yer alan her şey O'nu teşbih etmektedir."

Teşbihin ne olduğunu Bakara 30'da geniş bir şekilde açıkladık. Yüzmek (Yâsîn 36/40), noksan sıfatlardan uzak tutmak (İsrâ 17/43) ma­nasına gelen teşbih kelimesi en güzel ifadesini İhlâs sûresinde bulmakta­dır. "O, doğurmamıştır ve doğmamıştır, O'nun hiçbir dengi yoktur." (Ihlâs 112/3-4) denirken "noksanlık, yeter­sizlik ve kusursuzluktan uzak tutmak" anlamı kastedilmektedir.

"Yüce Allah şöyle sıfatlara sahiptir" demek takdîs; "Yüce Allah şu özelliklerden uzaktır" demek de teşbihtir. Onun için İhlâs sûresinin ilk iki âyeti "takdîs"; son iki âyeti de "tesbîh" olmaktadır, "O, Allah birdir. Allah sameddir" demek "takdîs" olurken, "do­ğurmamıştır, doğrulmamıştır, dengi yoktur" ifadeleri de "tesbîh" olmak­tadır.

Şimdi yedi gök ile yer ve onların içindekiler Allah'ı nasıl teşbih ediyor? Biz bu soruyu iki şekilde cevaplandırabiliriz:

a) Kâinatın varlığı, Allah'ın varlığına, birliğine, kudretine ve ege­menliğine delil olmaktadır. Onun delil olması, teşbihin kendisini teşkil etmektedir. Çünkü yedi göğü, yeri ve içindeki canlıları noksan sıfatlara sahip olan bir varlığın yaratması imkansızdır. Onların varlığı, Allah'ın noksan sıfatlardan uzak olduğuna, yan "sübhân" olduğuna delil teşkil etmektedir.

Eser, yaratıcısına, yapımcısına yani müessirine götürmektedir. Bu götürüşe "teşbih" denmektedir. Kâinatın, göklerin, yerin ve onların için­deki varlıkların esrarengiz yapısı, insan aklını onların yaratıcısına gö­türmektedir. Buna da "teşbih" denmektedir.

b) Kâinatın her zerresinde can vardır. Canı olan her şey Allah'a bir şekilde ibadet ediyor. Ama biz o can sahibi zerrelerin dilini bilmediği­miz için ibadetlerini, yani teşbihlerini anlamıyoruz. Gökteki gezegenler, yerküre ve bütün varlıklar hareket halindedir. Maddenin en küçük parça­sı olan atomun çekirdeği etrafında dolaşan elektronlar aslında bu hare­ketleri ile Allah'a teşbih ibadeti yapmaktadırlar. Aynı şekilde Ka'be'nin etrafında tavaf yapmamız da teşbih olmaktadır.

Demek ki göklerin, yerin ve içindeki varlıkların hareketi boşuna değil, bir amaca yönelik olarak gerçekleşmektedir. Yüce Allah'ın onlara verdiği görevi yerine getirmeleri de bir teşbihtir.

2. "O'nu övgü ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur." Ayetin bu kısmı teşbihin nasıl olduğuna da açıklık getir­mektedir. Hamd yani övgü ile teşbihi ibadet haline çeviren içindeki hamd olmaktadır. Tıpkı bizim namazımızda Fatiha sûresinin ilk âyetine hamd ile başlamamız gibi. Teşbih hamd ile yapılan bir ibadettir. Biraz önce, kâinatın ve içindeki varlıkların varlığı, Allah'ın varlığını ispat et­mektedir derken, O'na "yaptığı işten dolayı hamdetmektedir" anlamını vermiş oluyorduk.

Demek ki gökler, yer ve içindeki yaratıkların zerrelerinin kendile­rine has dili var ve o dilleri ile Allah'ı hamdederek teşbih etmektedirler.

3. "Ne var ki siz, onların teşbihini anlamıyorsunuz. O, halîmdir, bağışlayıcıdır."

Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, Yüce Allah burada anlaşılama­yan bir teşbih ibadeti olduğunu bize anlatmaktadır. "Anlayamazsınız, anlamıyorsunuz" ifadesi ile Yüce Allah neyi kastetmektedir?

"Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki, onlar bu delillerden yüzlerini çevirip geçerler" (Yûsuf 12/105). Bu âyetteki, âyet kelimesi, "Allah'ın varlığına, birliği­ne, sonsuz kudretine, ilmine ve hikmetine delil teşkil eden varlık, kanun ve oluşumlar"dır. İşte bu âyet, "bunlar bir ders niteliğinde insana sunul­duğu halde insanın bunları anlamaması, kâinattaki varlıklardan, oluşumlardan ders almayan insanların, onları anlamaması" anlamına gelmekte­dir.

Bu dersi anlayamadıklarından dolayı İsrâ 41'de belirtildiği gibi müşrikler Allah'ın eşsiz olduğunu, "sübhân" olduğunu anlayamamakta­dırlar. Şirk koşmanın, kâinat ve onun içindeki varlıkların verdikleri dersi anlamamaktan kaynaklandığını buradan anlıyoruz. Kâinat ve içindeki kanunların, âyetlerin, varlıkların teşbihine inananlar, Allah'ın sübhânlığını, noksan sıfatlardan uzak olduğunu anlamış olacaklardır.

Yüce Allah âyetin sonunda "halım" ve "affedici" sıfatını koymuş­tur. Halîm, "öfkesine hakim" anlamına gelmektedir. "Allah öfkesine hakim ve affedicidir" buyururken neyi kastetmektedir? Başka bir ifadey­le bu sıfatlarını âyetin sonuna niçin koymuştur? Bu soruya şu şekilde cevap vermemiz mümkündür:

Kâinat ve ondaki varlıkların teşbihini, yani Allah'ın varlığı, birliği, eşsizliği, sonsuz kudreti hakkında verdikleri dersi anlamayıp şirk koşan­lar, döndükleri şirki bırakıp tevhid inancını kabul ettikleri takdirde Al­lah, affedeceğini ilân etmektedir. Müşriklere bir çıkış kapısı, bir fırsat sunulmaktadır.

Eğitimde önemli olan insanı kazanmaktır. Yüce Allah da müşrikle­ri tevhid inancına geçmekle kazandığından onları affedeceğine işaret etmekte ve âyetin sonuna bu sıfatlarını koymaktadır, kâinatın bütünüyle insanoğluna Allah'ın birliği, yüceliği, büyüklüğü, sonsuz kudreti hak­kında ders vermektedir; biz de onu anlamakla mükellefiz.[46]

 

Kur'an, Tevhid İnancı Ve Öldükten Sonra Dirilmeye Tepki:

 

45.  Kur'ân okunduğun zaman, seninle âhirete inanma­yanlar arasına gizli bir engel koyarız.

46.  Kur'ân'ı anlarlar diye kalplerine örtüler ve kulak­larına da ağırlık koyduk. Çünkü, Kur'ân'da Rabb'ini yalnız andığın zaman, onlar canları sıkılarak aralarına dönerler.

47.  Sana kulak verirlerken, niye kulak verdiklerini de, gizli toplantılarında haksızlık yapanların: "Siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz" dediklerini de bi­liyoruz.

48.  Baksana, senin için ne türlü benzetmeler yaptılar! Bu yüzden öylesine saptılar ki, artık doğru yolu bula­mayacaklardır.

Bu âyetler kâfirlerin veya müşriklerin Kur'ân'a gösterdikleri o-lumsuz tepki ile Hz. Peygamber için yaptıkları konuşma ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmelerini gündeme getirmektedir.

"Kur'ân okuduğun zaman, seninle âhirete inanmayanlar arasına gizli bir engel koyarız."

Bu âyetin iniş sebebi olarak bazı haberler nakledilmektedir: Hz. Peygamber ne zaman Kur'ân okusa, Kusayyoğulları kabilesinden, sa­ğında ve solunda iki adam dikilir, el çırpar, ıslık çalar ve şiirler okuya­rak, Hz. Peygamber'in okuduğunu karıştırmaya çalışırlardı. Esma'dan şu haber nakledilmektedir: Hz. Peygamber, beraberinde Hz. Ebû Bekr ol­duğu halde oturuyordu. Derken Ebû Leheb'in karısı, avucunun içini dolduran bir taşla birlikte çıkageldi ve şöyle dedi: "Kınayarak geldik, dinini terkedip buğzettik ve emrine de isyan ettik." Bunun üzerine Hz. Ebû Bekr: "Ey Allah'ın Resulü, elinde taş var, onun zarar vermesinden korkarım," dedi. Hz. Peygamber de bu âyeti okudu.[47]

'' İbn Abbâs şunu anlatmaktadır:

Ebû Süfyân, Nadr İbn Haris, Ebû Cehl ve diğerleri, Hz. Peygam­berle birlikte oturuyorlar ve onun sözlerine kulak vererek onu dinliyorlardı. Nadr İbn Haris: Ben Muhammed'in ne dediğini anlayamıyorum; ancak ne var ki ben, onun dudaklarının bir şeyden ötürü hareket ettiğini görmekteyim, dedi. Ebû Süfyân: Ben, onun söyledikleri­nin hak ve gerçek olduğunu sanıyorum, derken, Ebû Cehil: O bir mec­nundur; Ebû Leheb: O bir kâhindir; Huvayb İbn Abdülüzzâ da: O bir şâirdir, dedi. İşte bu konuşmalar üzerine bu âyet inmiştir.[48]

Şimdi bu rivayetlerin hangisinin doğru olduğunu sorabiliriz: İsrâ 47. âyete göre İbn Abbâs'm naklettiği olay doğru görülmektedir. Ama Fussilet 26. âyete göre de birinci rivayet doğru gözükmektedir:

 "İnkâr edenler: Bu Kur' ân 'ı dinle­meyin,  okunurken gürültü yapın.  Umulur ki bastırırsınız,  dediler."

Tebbet sûresine göre de Ebû Leheb'in karısı konusu hakkındaki haber doğru gözükmektedir.

Demek ki her üç haberin ortak bileşkesini almak gerekiyor. Haber­ler âyetlere uygun düşmektedir. Onun için üçünü de doğru kabul ediyor ve bu olayları âyetlerin tarihsel temeli olarak anlıyoruz. Ama âyetler kıyamete kadar gelecek nesillere ait olduğuna göre, bu tepkiler her za­man var olacaktır.

Şimdi âyetin analizine geçebiliriz: Hz. Peygamber Kur'ân okuyunca, âhirete inanmayanla onun arasında niçin bir engel konmakta­dır? Bu âyeti açıklayabilmek için, İsrâ 41. âyeti açıklayabilmek gereki­yor. Kur'ân'da Yüce Allah gerçeği açık-seçik açıkladığı halde, inkâr edenlerin yalnızca nefretleri artmıştır. Kur'ân'dan nefret ettikleri için onlarla Hz. Peygamber arasında bir perde veya engel koydu. Bu nefret olmasaydı bu engel de konmayacaktı. Bu âyete bağlamadan açıklanırsa, sanki Yüce Allah onların Kur'ân'ı dinlemelerini istemiyordu anlamı çıkacaktır. Önce onların gönüllerinde nefret oluştu, sonra da Yüce Allah perdeyi koydu.

Burada sebep-sonuç ilişkisi vardır. Onların Kur'ân'a karşı olan nefretleri sebep, Allah'ın engel koyması da sonuç olmaktadır.

Diğer sebeplerden biri de âyetin kendi içindeki "âhirete inanma­maları" ifadesidir. Âhirete inanmayanlarla Hz. Peygamber arasında "giz­li bir perde" konmaktadır; başka bir ifade ile bunu Allah koymaktadır. Âhirete inanmamak, perdeye dönüşmektedir. İmansızlık, Kur'ân ile on­ların arasında perde olarak yer almakta ve onu da Yüce Allah koymakta­dır. Bu perdeyi gözle görülemeyen, manevî ya da psikolojik bir perde olarak nitelendirmek gerekiyor.

Kur'ân'in sesi ve onun getirdiği mesaj, onların kulaklarından be­yinlerine, yani gönüllerine inmemekte, onlara işlememektedir.

Ters manadan hareket edersek, âhirete iman perdeleri kaldırmakta, mesajı beyinlere, gönüllere ulaştırmakta önemli bir görev yapmaktadır.

2. "Kur'ân'ı anlarlar diye kalplerine örtüler ve kulaklarına da ağırlık koyduk. Çünkü, Kur'ân'da Rabb'ini yalnız andığınlarına da ağırlık koyduk. Çünkü, Kur'ân'da Rabb'ini yalnız andığın za­man, onlar canları sıkılarak ardlarına dönerler."

"Örtüler" diye tercüme ettiğimiz ts\ ekinne kelimesi öb5 kinân kelimesinin çoğuludur ve "okun konduğu, onu gizleyen, muhafaza eden şey" anlamına gelmektedir.

Tevhid inancını bir tarafa atıp şirke veya bâtıl inançlara inat ve ıs­rarla sarılan, hakikate kulak vermeyen insanlar zamanla hakikati anlama ve duyma yeteneğini kaybedeceklerdir. Bu yeteneği kaybetmeleri onla­rın kalbine mühür veya örtü olarak gelecek, Allah da bu mühür ve örtüyü tasdik edecektir. Hakikati anlama yeteneğinin kaybolduğu, onun boşalttığı yeri mühür veya örtüler alacaktır. "Hiçbir şey boş kalmaz" ilkesinden hareketle diyebiliriz ki hakikati anlama yeteneğinin yerini bu âyette örtüler almıştır.

Âyete dikkatle bakılırsa Üii- ce'alnâ fiilinin faili Allah'tır. Yani örtüleri onların kalplerinin üzerine koyan Allah olarak görülmektedir. O zaman Allah onların hakikati anlayıp imana gelmelerini istemiyor diye­bilir miyiz? Bu soruya evet cevabını verirsek, Allah'a zulüm isnad etmiş oluruz. Soruya şu âyetlerle cevap vererek, Yüce Allah'ın insanlara hür irâde ve seçenek verdiğini, onunla beraber inanç özgürlüğünü tanıdığını, onların seçenek ve özgürlüklerinin gereği olarak bu perdeleri kalplerinin üzerine koyduğunu söyleyebiliriz:

a) "Ve dediler ki: Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulakla­rımızda da bir ağırlık vardır. Bizimle senin aranda bir perde bulunmak­tadır. Onun için sen istediğini yap, biz de yapmaktayız" (Fussilet 41/5). Dikkat edilirse kalplerinin kapalılığını, kulaklarındaki ağırlığı ve aradaki perdeyi kendileri itiraf etmektedirler.

b) "Hevâ ve hevesini tanrı edinen Allah'ın bir bilgiye dayanarak saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, güzünün üstüne de perde çektiği kimse­yi gördün mü?" (Câsiye 45/23).

Bu âyetten de, önce insan kendi kötü arzularını tanrı ediniyor, son­ra da Allah mühürleyip perdeyi çekiyor.

Demek ki kâfirlerin kalplerinin üzerine Yüce Allah'ın koyduğu ör­tüler, onların hür irâdelerinin seçiminden sonra olmaktadır.

Âyette geçen en yefkahûhü ifadesini lâ yefkahûhü şeklinde anlamak gerekiyor. Mana "anlamamaları" şeklinde olmalıdır. Kâfirlerin inkârı, gönüllerinin üzerine perde istemektedir, Al­lah da o perdeleri oraya örtmekte, koymakta, çekmektedir. Kur'ân'ı an­lamamaları için kendi perdelerini imal ettiler, Allah da o perdeleri oraya koydu. Anlamamalarını Allah istemedi, onlar istedi Allah da onayladı. Allah Te'âlâ herkese layık olduğunu verir.

Yüce Allah, kalplerinin üzerine örtüler koyarken, kulaklarına da ağırlık koymuş oldu. Kulak işitme, dinleme ve anlamayı temin eden du­yumları taşıyan organdır. Okumanın olmadığı durumlarda, kalpte ya da beyinde anlayışı temin edecek malzeme oraya kulak vasıtası ile taşın­maktadır. Fussilet 5'de kâfirler itiraf ettikleri gibi, öncelikle kendi kulak­larını Kur'ân'a, Hz. Peygamber'in çağrısına karşı kapadılar, onlara ağır­lık taktılar. Yüce Allah da o ağırlıkları onlara layık gördü. Onlar, gerçeği anlamaya niyetli olmamaları nedeniyle kulaklarına ağırlık konmuştur.

Bu âyetteki kalplerin üzerinde örtülerin, kulaklara ağırlıkların konmasının anlamı, beyinlerinin hakikati anlama yeteneğini kaybetmesi, ondan mahrum bırakılmasıdır.

Zaten âyetin sonunda Yüce Allah onların kalplerinin üstüne örtüle­ri, kulaklarına da ağırlıkları neden koyduğunu açıklamaktadır: "Çünkü, Kur'ân'da Rabb'ini yalnız andığın zaman onlar canları sıkılarak ardlarına dönerler." Müşriklerin Kur'ân'da ki tevhid inancına karşı aşırı bir olumsuz tavır takınarak yüz çevirmeleri Yüce Allah'ın yukarıdaki uygulamasına sebep olmuş ve olmaktadır.

Âyetin bu kısmı, sonuç olarak da görülebilir. Bunu şöyle açıklaya­biliriz: Yüce Allah onların kalplerinin üzerine örtüler, kulaklarına da ağırlık koyunca, onlar Kur'ân'da geçen tek tanrı fikrine karşı sırtlarını dönmeye başlarlar. Bizim tercihimiz Kur'ân'daki tevhid inancına sırtlarını dönünce Allah'ın, onların kalplerinin üzerine örtüler, kulaklarına da ağırlıkları koyması şeklindedir.

"Tek tanrı inancı", onların şirk koşmaları ile çatışınca, sırtlarını dönüp giderken, asıl beyinlerini ve gönüllerini ona karşı kapamış oluyor­lardı. Günümüzde, çeşitli şeyleri tanrı edinenler de aynı olumsuz tepkiyi göstermektedirler.

Yüce Allah 45 ve 46. âyetlerde bir davranış psikolojisi analizi yapmakta, insanların hakikate, tevhid inancına karşı beyinlerini, kulakla­rını ve gönüllerini tıkayıp nasıl davrandıklarını açıklarken, din eğitimci­lerine bu insanların manevî hastalıklarının neler olduğunu öğretmektedir.

"Kur'ân'da Rabb'ini yalnız andığın zaman" ifadesi, Hz. Peygam-ber'in Kur'ân'ın tevhid inancını anlatması, onun dersini vermesi anlamı­na gelmektedir. "Yalnız Rabb'ini" demek "tek tanrı" inancı demektir. "Anmak" da, "o konu üzerine ders vermek"tir. Neticede kâfirler, Kur'ân'ın getirdiği tek tanrı anlayışı üzerine verilen derse karşı aşırı olumsuz tepki göstererek sırtlarım dönmüşlerdir.

3. "Sana kulak verirlerken, niye kulak verdiklerini de, gizli toplantılarında haksızlık yapanların: Siz ancak büyülenmiş bir ada­ma uyuyorsunuz, dediklerini de biliyoruz."

Bundan şu genellemeleri çıkartıyoruz:

a) Yüce Allah, Hz. Peygamber Kur'ân okurken müşriklerle onun arasına gizli bir perde koymasını; Hz. Peygamber Kur'ân'ın tek tanrı inancını öğretirken sırtlarını dönmeleri nedeniyle kalplerinin üzerine örtüler, kulaklarına da ağırlıklar koymasını 47. âyetteki "bilmesine" da­yandırmaktadır. 45 ve 46. âyetlerde geçen llk>- ce'alnâ dediği ve bizim "koyduk" diye tercüme ettiğimiz fiilini Yüce Allah bilgiye, bilmesine dayanarak gerçekleştirmektedir. İşte 47. âyet o fiillerinin bilgisine da­yandığını gündeme getirmektedir. Eğer bu bilgi olmasaydı Yüce Al­lah'ın perde, örtü ve ağırlık koyması zulüm olacaktı.

Bilgiye dayanarak bir iş yapmasını Yüce Allah Câsiye 23'te de söylemektedir: "Hevâ ve hevesini tanrı edinen ve Allah'ın bir bilgiye dayanarak saptırdığı kişiyi gördün mü?" "Bir bilgiye dayanarak saptırdı" ifadesi İsrâ 45-47. âyetlerde detaylı bir şekilde açıklanmaktadır.

"Biz biliyoruz" buyururken, yaptıklarını bilgisine dayandırdığını ifade etmektedir. Bundan çıkaracağımız netice şudur: Yüce Allah kendi­sinin bir eylemi bilerek yaptığını bize söylerken; bizim de bir eylemi bilerek yapmamızı önermektedir. Çünkü bilgi, eylemin doğruluğunu veya yanlışlığını ortaya koyan bir aydınlıktır; eylemin sonucunu göste­ren ışıktır; haksızlık yapmayı önleyen güçtür.

b) Hz. Peygamber'i dinlerken niye dinlediklerini bilmesi, onların gizli niyetlerini, dinlemelerindeki amaçlarını bilmesi demektir. Bu da Allah'ın insanı içten de kuşattığını göstermektedir. Peygamber onların gönlünden geçeni, niyetlerini, amaçlarını bilemeyeceğinden Allah kendi­sinin bildiğini ifade etmektedir.

İşte bu önceden bilmesi, Allah ile beşerin arasındaki farklardan bir tanesini oluşturmaktadır.

c) Demek ki müşriklerden bazıları Hz. Peygamber'i dinliyorlardı, onun davetini okuduğu Kur'ân'a kulak veriyorlardı. Onların bir kısmının Hz. Peygamber'in okuduğu Kur'ân'ı dinlediklerini En'âm 25'te görmüş­tük. Ayrıca Muhammed 16'da da aynı dinleme gündeme getirilmektedir.

Onların kötü niyetle Hz. Peygamber'i dinlemeleri, onların ikili oy­nayıp münafıklık ettiklerine delil_teşkil etmektedir: "Onların arasında, seni dinleyenler vardır. Fakat senin yanından çıkınca, kendilerine bilgi verilmiş olanlara: Az önce ne demişti? diye sorarlar. Bunlar Allah'ın kalplerini mühürlediği, hevâ ve heveslerine uyan kimse­lerdir" (Muhammed 47/16).

d) Yüce Allah içlerindeki gizli niyet yani amaçlarını bildiği gibi, gizli toplantılarında Hz. Peygamber hakkında ne dediklerini de bu âyette deşifre etmektedir: "Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz." Hz. Peygamber'in büyülenmiş olduğunu söy­leyecek kadar ileri gidiyorlar ve akıl dışı iftirada bulunuyorlar.

Bir gün Hz. Peygamber Hz. Ali'ye bir sofra hazırlayıp, müşrik Kureyşlilerin ileri gelenlerini davet etmesini söyler. Hz. Ali bu emri ay­nen yerine getirir. Onlar bir araya gelince, Hz. Peygamber yanlarına gi­rer, Kur'ân okur ve tevhid inancına davet eder. Tevhid inancını kabul ettikleri takdirde sosyal statülerini kaybetmeyeceklerini, onun devam edeceğini de söyler. Daha sonra kendi aralarında toplandıklarında, Hz. Peygamber'in büyülenmiş olduğunu birbirlerine fısıldaşıyorlardı. Bura­daki fısıldaşmada "eğer bu adama tâbi olursanız, büyülenmiş bir adama uymuş olacaksınız" manasında bu ifadeyi kullanmaktaydılar.[49].

Ayette geçen meshûr kelimesi "büyülenmiş" anlamına gelmektedir. Ama onun "bozulan" manası da vardır. Arapça'da "iyi hazırlanmamış yemek" için de meshûr kelimesi kullanılır. "Lüzumundan fazla yağmur yağıp da bozulan yer" için de meshûr kelimesi kullanılmaktadır[50]. Kısaca müşriklerin Hz. Peygamber'i dinlediklerinde, yani Kur'ân okurken ona kulak verdiklerinde Kur'ân'da geçen bu üç âyetten En'âm 25'te Kur'ân'a eskilerin masalları olduğunu, İsrâ 47'de Hz. Peygamber'e büyülenmiş olduğunu, Muhammed 16'da da anlama konusunda dalga geçtiklerini söyleyip iftira ettiklerini anlıyoruz. Masal, sihir ve alay etme gibi kelimeleri kullanarak tepki gösteriyorlardı.

e) Yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 47'de geçen ez-zâlimûn "zâlimler" kelimesinin karşılığı "müşrikler"dir. Böylece Yüce Allah tevhid inancını kabul etmeyen müşriklerin ikili oynayıp nasıl dav­randıklarının analizini yapmakta ve onların şahsiyetlerini tanıtmaktadır.

4. diş jiiiî "Baksana, senin için ne türlü benzetmeler yaptılar! Bu yüzden öylesine saptılar ki, artık doğru yolu bulamayacaklardır." Yüce Allah Hz. Peygamber için yapılan benzetmelerin incelenmesini istemektedir.

a) Yüce Allah, hakarete varan benzetmelerin "nasıllığının" ince­lenmesini emretmektedir. Hz. Peygamber'e "deli" (Kalem 68/51); yo­rumunu yapmakta olduğumuz isrâ 48'de "büyülenmiş" dediler; "kâhin, şâir, başkası tarafından öğretilmiş" de dediler.

b) Onların Hz. Peygamber'e çok çirkin iftiraları, onları öylesine yoldan çıkardı ki, bir daha hakikate giden yolu bulmaya güçleri yetme­yecektir. Bundan şunu çıkartıyoruz: Müşriklerin Hz. Peygamber'e karşı takındıkları tavır, onun getirdiği tevhid inancını anlayıp kabullenmelerini engellemektedir. Tevhid inancı denen yolu bulmalarına mâni olmaktadır.

Eğitim açısından bakınca da şu kuralı çıkarabiliriz: Öğrenciler ve­ya halk ders veren, öğreten hocayı veya din adamlarını önce benimseye­cekler, sonra da onu dinleyeceklerdir. Öğretmen önce kendini kabul etti­recek, sonra da öğrenci onun dersine alaka gösterip dinleyecektir. Hz. Peygamber'in kendisini kabul ettirme konusunda bir sorunu yoktu ama, müşriklerin onu kabullenmelerinde, benimsemelerinde sorunları vardı. Hz. Peygamber, tevhid inancını getirip onların sahte tânnlâfi ile rriücâde-le verince onu benimsemediler ve kendisine çeşitli sözlerle hakaret etti­ler. Aslında bu durum, eğitimden istifade edememe ve yolunu kaybet­mekten başka bir şey değildir.[51]

 

Öldükten Sonra Dirilmeyi De İnkâr Ettiler:

 

49. Bir de onlar dediler ki: Sahi biz, bir kemik yığını ve kokuşmuş bir toprak olmuş iken, yepyeni bir yaratılış ile diritileceğiz, öyle mi?

50-51. De ki: İster taş olun, ister demir. İsterse aklınıza imkansız gibi görünen herhangi bir yaratık! Diyecekler ki: Bizi hayata kim döndürecek? De ki: Sizi ilk kez ya­ratan. Bunun üzerine onlar sana alaylı bir tarzda baş­larını sallayacak ve: Ne zamanmış o? diyecekler. De ki: Yakın olsa gerek.

52. Allah sizi çağıracağı gün, kendisine hamd ederek, çağrısına uyarsınız ve çok az kaldığınızı sanırsınız.

Bu âyetlerde öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlerin iddiaları ile onların bu iddialarının çürütülmesi yer almaktadır.

1. "Bir de onlar dediler ki: Sahi biz, bir kemik yığını ve kokuşmuş bir toprak olmuş iken, yepye­ni bir yaratılış ile diriltileceğiz, öyle mi?"

a)  Müşrikler önce Kur'ân'a, sonra da Hz. Peygamber'e tepki gös­terdiler. Önce Kurân'dan nefret ettiler, ona "eskilerin masalları" diyerek iftira ettiler. Sonra Hz. Peygamber için "büyülenmiş" dediler.

Bu tepkilerin genel anlamdaki saldırısını, daha sonra özele indir­gediler. Bu sefer de, öldükten sonra dirilme konusunu reddettiler. Bura­daki tepkilerinin genelden özele giden bir çizgiyi takip ettiğine şahit olu­yoruz.

Kur'ân'ın getirdiği en önemli ilkelerden biri öldükten sonra insan­ların dirileceği, hesaba çekileceği âhiret hayatının kabul edilmesidir.

b) Onlar kemik ve rufat denen çerçöp, un ufak ekinin kırıkları olan saman anlamına gelen kokuşmuş toprağı örnek göstererek inkârlarını şekillendirmektedirler.

"Kendi yaratılışını unu­tarak bize karşı misal getirmeye çalışıyor ve: Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek? diyor" (Yâsîn 36/78).

Yüce Allah müşriklerin âhireti inkâr etmelerinin sebeplerini de vermektedir:

i. Yâsîn 78'de olduğu gibi ilk yaratılışlarını unutmaları.

ii. Hacc 5'te olduğu gibi öldükten sonra dirilme konusundan şüphe etmeleri.

iii. Kur'ân ve Hz. Peygamber'e olumsuz tavır takınmaları netice­sinde bu inanç ilkesine de karşı çıkmaları (İsrâ 17/41-48).

İşte âhireti inkâr etmelerinin belirgin sebepleri bunlardır.

2. "De ki: îster ta§ °-lun, ister demir isterse aklınıza imkansız gibi görünen herhangi bir yara­tık."

Onlar kemik ve çürümüş toprak dediler; Yüce Allah daha katı ve insan dışı bir madde olmaları halinde bile bu .konudaki yasasının değin­meyeceğini, mutlaka dirileceklerini söylemektedir. Hatta, akla sığmaya­cak gibi görünen bir varlık olsalar bile, yine diriltileceklerdir.

Taş ve demir, hayatı, yani canlılığı kabul etmez gibi görülmekte­dir. Hatta bu maddelerden daha katı ve canlılığı asla kabul etmeyecek bir maddeyi düşünseler bile bu yeniden diriliş gerçekleşecektir.

3. "Diyecekler ki: Bizi hayata kim döndürecek? De ki: Sizi ilk kez yaratan."

Müşrikler, "bizi yeniden kim yaratacak?" diye sormuyorlar da, "bizi kim iade edecek, hayata döndürecek?" diyorlar. Onların bu sorusu inkâr dolu bir soru olsa bile, Yüce Allah onu cevaplandırmakta, cevabı­nın ne olduğunu Hz. Peygamber'e bildirmektedir. Yoktan yaratan kim ise, yeniden yaratacak da O'dur.

Yüce Allah, Yâsîn 78'de "Şu çürümüş ke­mikleri kim diriltecek?" sorusunu sorduklarım gündeme getirmekte, 79. âyette de sorunun cevabını vermektedir"De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir." Yâsîn 79'da inşâ kelimesi "yaratmak" anlamında kullanılırken, yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 51'de fetara kelimesi kullanılmaktadır. Her iki kelime bu âyetlerde "ilk yaratılışı" ifade etmektedir.

Yüce Allah bu dersi verirken, ilk yaratılışı gündeme taşımakta, öl­dükten sonra dirilme gerçeğini, ona inancı o temel üzerine koymaktadır. İlk yaratılış unutmamayı, onu hatırda tutmayı ilke olarak almakta, geldi­ği kaynağı bilmeyen, unutan, geleceğinde neler olacağını bilemez ve de kolay kolay inanamaz.

4. "Bunun üzerine onlar sana alaylı bir tarzda başlarını sallayacak ve: Ne zamanmış o? diyecekler. De ki: Yakın olsa gerek."

Yüce Allah, "söylenen bir sözü, düşünceyi, gerçeği kabul etmemek için başı sallama"yı seyünğıdûn kelimesi ile ifade etmektedir. Zulme uğrayan mazluma da neğad denmektedir. Çünkü o, durmadan başını sallamaktadır. Bir kimseye bir haberi verip, onu kabul etmediğin­de başını sallamak da aynı kelime ile ifade edilmektedir.

"Ne zamanmış o?" sorusunu sormakla kâfirler, Yüce Allah'ın on­lara verdiği ve birinci yaratılışı delil koştuğu cevabın karşısında inkâr edecek bir şey bulamayınca, yeniden yaratılmanın, yani haşrin ne zaman olacağını alaylı bir şekilde sormak zorunda kaldılar. Aynı zamanda bu tarz soru onların, öğrenmek ve ona paralel inanmak istemediklerinin de delili olmaktadır.

"Yakın olsa gerek" ifadesi ile verilen cevap da, kıyametin ne za­man kopacağı ve yeniden dirilmenin ne zaman gerçekleşeceğinin bilgi­sinin kimseye verilmediğine dikkat çekmektedir. Ama Hz. Peygam­ber'den, onun yakın bir zamanda olacağını söylemekle yetinmesi isten­miştir. Çünkü şu âyetlere göre, kıyametin ne zaman kopacağının bilgisi kimseye verilmemiştir.

a) "Sana kıyameti, ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki: Onun bilgisi  ancak Rabb'imin  katındadır.  Onun  vaktini  O'ndan  başkası açıklayamaz. O göklere de yere de ağır gelmiştir. O size ansızın gelecek­tir. Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: Onun bilgi­si ancak Allah'ın katındadır, ama insanların çoğu bilmez" (A'râf 7/187).

b) "Kıyamet günü mutlaka gelecektir. Herkes peşine koştuğu şeyin karşılığını bulsun diye neredey­se onu (kendimden) gizleyeceğim" (Tâhâ 20/15).

"Kıyamet vakti hakkındaki bilgi ancak Allah'ın katındadır" (Lokman 31/34).

Bu âyetler, Hz. Peygamber'e bile kıyametin, yani öldükten sonra dirilmenin ne zaman olacağının bilgisinin verilmediğine işaret etmekte, o konu hakkındaki bilginin sadece Allah katında olduğunu vurgulamak­tadır. Hz. Peygamber'e sadece, yakında olması muhtemeldir cevabını verme yetkisi tanınmıştır. Böylece Kur'ân kıyametin ne zaman kopacağı konusunda soru sormanın yanhş olacağını söylemekte, soranları bilgisiz­likle vasıflandırmaktadır.

5. "Allah sizi çağıracağı gün"

Kıyamet günü, İsrafil'in ikinci kez sura üfürmekle bu çağrı gerçek­leşecek ve insanlar yeniden canlanacaklardır.

a) "Nihayet sûra üfürülecek, bir de bakarsın ki onlar kabirlerinden kalkıp koşarak Rabb'lerine gider­ler" (Yâsîn 36/51).

b) "Sonra sûra bir daha üflenince, bir de ne göreceksin, onlar ayağa kalkmış bakıyorlar" (Zümer 39/68).

c) "Sonra sizi topraktan bir çağırdı mı hemen (kabirlerinizden) çıkıverirsiniz" (Rûm 30/25).

Demek ki kıyametin kopmasından hemen sonra ilâhî çağrı olacak ve insanlar bulundukları yerden kalkacak, Allah'a doğru koşup çağrısına uyacaklardır.

İnsanlar ilk yaratılışta tek tek yaratılırken, kıyametin ardından top­lu halde dirileceklerdir. Birinci yaratılışla ikinci yaratılış yani dirilme olgusunun arasındaki fark budur. Birinci yaratılış bir süreç içinde cere­yan ederken, ikinci yaratılışta böyle bir süreç işlemeyecek, tam tersine anlık oluşumla gerçekleşecektir.

Ama insan mantığı ile bakınca ikinci yaratılış ya da yaratma daha kolaydır. Allah için kolaylık ve zorluk söz konusu olmamasına rağmen, insan açısından bakınca Yüce Allah bu farka dikkat çekmektedir:

"İlkin mahlûkunu yaratıp sonra bunu tekrarla­yan O'dur ki, bu (ikinci yaratma) O'nun için daha kolaydır" (Rûm 30/27).

6. "Kendisine hamd ederek çağrısına uyarsınız ve çok az kaldığınızı sanırsınız."

Âyetin bu kısmı, Allah'ın çağrısına uymayı ve bu uymanın nasıl olacağını ifade etmektedir. "Hamd ile icabet etmek", öldükten sonra di­rilmeyi kabul etmek demektir. İnsanlar, yani öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenler, öldükten sonra dirilmeyi yaşayınca, bizzat tecrübesini görünce, Allah'a hamd edeceklerdir. Tabi ki bu hamdin geçerliliği ol­mayacaktır. Çünkü âhirette. yani öldükten sonra dirildiğimiz anda yapı­lan bir ibadetin geçerliliği olmayacaktır. Hele bu insan, bu dünyadan imansız olarak göçmüş ise, iş tamamen imkansız hale gelmektedir.

Öldükten sonra dirilince âhiret hayatı başlayacaktır. Âhiret haya­tından dünyaya bakılıp değerlendirildiğinde, zaman itibariyle dünya ha­yatı çok kısa gelecektir.

51. âyetin sonundaki "yakınlık" ile 52. âyetin sonundaki "az kal­ma", "kısa zaman" arasında bir bağlantı vardır.

Netice olarak diyebiliriz ki: Yüce Allah 50-52. âyetlerde, öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlere nasıl bir cevap verilip eğitimin yapılaca­ğını açıklamaktadır. İlk yaratılış kanunundan, eyleminden hareket ede­rek, ikinci dirilişi ispat etme metoduna dikkat çekilmektedir. İlk yaratılış bir süreç olarak devam ederken, ikinci yaratılışın ana ilkesi olan çağır­manın gerçekleşmesi de toplu halde olacaktır.

Varlık alemine gelmiş, fakat ölmüş olan bir varlığı tekrar hayata getirmek, bir çağırışla, bir sûra üfürmeyle olacaktır.

a) "Seslenenin yakın bir yerden sesleneceğine kulak ver" (Kâf 50/41).

Bu âyeti Kâf 16'ya bağlarsak, bu çağrının insanın kendi içinden olacağı gerçeğini yakalarız. Çünkü Yüce Allah bize, şah damarımızdan daha yakındır.

b) "Öyleyse çağıran, onları tanınmamış, korkunç bir şeye çağırdığı güne kadar onlardan yüz çevir"(Kamer 54/6).

Demek ki, öldükten sonra dirilmenin gerçekleşmesinde "çağrı" önemli bir yer tutmaktadır.

İşte ilâhî vahyi din haline getiren önemli unsurlardan biri de öldük­ten sonra başlayan âhiret hayatıdır. Bu hayatın varlığı kabul edilmedik­çe, dini inancın tamamlanması mümkün değildir. Âhiret hayatına inan­mayanlar, âhiret hayatının nimetlerinden istifade edemezler. Âhiret i-nancı tehvid inancını tamamlayan ilkelerden biridir. Onun içindir ki, Allah'a imanın olduğu yerde ikinci sıraya hemen âhirete iman gelmekte­dir. Tevhid inancını, dini inanca çeken de âhiret inancıdır.

Âhirete iman, inancın bir felsefî inanç değil de bir dinî inanç oldu­ğuna delil teşkil etmektedir. Çünkü felsefî sistemlerin âhiret inancı, âhiret hayatı, cennet ve cehennemi yoktur. Onun için onlar bir din ola­mazlar.[52]

 

En Güzel Söz Şeytanın Etkisini Kırar:

 

53. Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler. Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.

Âyetin analizinden çıkaracağımız neticeler olacaktır:

1. "Kullarıma söyle."

Buradaki 'ibâd "kul" kelimesinden kasdedilen kimdir? Kur'ân'in bazı âyetlerine bakınca bunların mü'min kimseler olduğunu söyleyebiliriz.

a) "Dinfeyip sözün en güzeline uyan kullanmı müjdele. İşte Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır" (Zümer 39/17-18).

Yüce Allah, Tâğût'a kulluk etmekten kaçınan, Allah'a yönelen, Allah'ın doğru yola ilettiği, gerçek akıl sahipleri olan mü'minlere "kulla­rım" demektedir.

b) "Bu, Allah'ın has kullarının içtikleri ve akıttıkça akıttıkları bir pınardır" (İnşân 76/6). Burada da Yüce Allah, cennete ödül kazanan mü'minlere "kullarım" demektedir.

c) "Hadi gir kullarımın içine" (Fecr 89/29). Doyuma ulaşmış bir şahsiyete, ruha, gönüle sahip olan kimsenin beraber olacağı mükemmel insanlara da Yüce Allah "kullarım" sıfatını vermektedir.

Ayrıca İblis'in etkileyemeyeceği kulları için de Yüce Allah bu ke­limeyi kullanmaktadır (Hicr 15/42; İsrâ 17/65).

Bu âyetlere bakınca, "kullarım" ifadesiyle Yüce Allah, mü'minleri kastetmektedir, diyebiliriz. Fakat "kullarıma de" emrinin yer aldığı âyet­ten önceki âyetlerin içeriğine bakınca da bunun genel anlamda şirk ko­şup âhireti inkâr edenleri de içine aldığı, onlara hitap ettiğini de söyle­memiz mümkündür. Âyetin evrenselliğini düşündüğümüzde bütün in­sanları kapsamakta olduğunu göz ardı edemeyiz. Kaldı ki, sadece Hz. Peygamber döneminde yaşayan mü'minleri ya da insanları değil, kıya­mete kadar gelecek tüm insanları kapsamına almaktadır.

2.  "Sözün en güzelini söylesinler."

Eğitim açısından bakarsak bu emri özel manada Yüce Allah mü'min kullarına vermektedir, diyebiliriz; müşriklere, kâfirlere, ilâhî vahye, Hz. Muhammed'e karşı koyanlara, hakaret edenlere nasıl konuşu­lacağının edebini öğretmektedir, diyebiliriz. O zaman her çağın, her nes­lin mü'minlerine bu edebi, metodu emretmektedir diyebiliriz.

Buna delil olarak ne getirebiliriz? "Allah'tan başkasına tapanlara (ve putlarına) sövmeyin, sonra onlar da bilmeyerek Allah'a söverler" (En'âm 6/108).

İşte, müşriklerle konuşurken, onlarla tartışırken en güzel bir şekil­de konuşmanın metodlarından biri de bu âyettir. Müşriklerin tanrılarına küfredersen, onlar da küfrederler senin Allah'ına ve sen kendi tanrına küfrettirmiş olursun. "Sözün en güzelini söyleyenler" ifadesiyle kastedi­len söz, tartıştığı insanların seviyesine inmeden, onurunu koruyarak, seviyesini düşürmeyerek, savunduğu değeri incitmeyerek söylediği söz olmaktadır.

"Sözün en güzelini söylemek" ilkesinin daha önce Yüce Allah'ın İsrâiloğullanna verdiği emirlerde de yer aldığını görüyoruz: "İnsanlara güzel söz söyleyin" (Bakara 2/83). Tek Allah'a inanmak, ana-babaya iyilik etmek, fakirlerin elinden tutmaktan sonra insanlara güzel söz söylemek bu antlaşmada yer almaktadır. Bu ifade, insanlara sözün güzelini söylemek, onları kırmayacak, faydalı ve gönül alıcı sözü söylemek anlamına gelmektedir.

"Güzel söz" ya da "en güzel söz" Allah'a çağıranın ve kendisinin müslüman olduğunu, göğsünü gere gere söyleyenin sözüdür.  "İnsanları Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve: Ben müslümanlardanım, diyenden kimin sözü daha güzeldir?" (Fussilet 41/33). İşte "en güzel söz" nedir? sorusuna verilecek cevaplar­dan biri de budur.

Güzel veya en güzel söz, yumuşak olarak söylenen sözdür: "Ona yumuşak söz söyleyin. Belki düşünür, ya da saygı duyar" (Tâhâ 20/44). Yumuşak söz, düşündüren, saygı uyandıran sözdür.

Güzel veya en güzel söz Allah'a hikmet, güzel öğüt ile çağıran sözdür:

"Sen, Rabb'inin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır" (Nahl 16/125).

Demek ki hikmetin ve güzel öğütün bulunduğu sözle Allah'a ça­ğırma en güzel söz olmaktadır. İnsanlara bu nitelikte olan sözleri söy­lemesini Yüce Allah, yorumunu yapmakta olduğumuz îsrâ 53'te emret­mektedir.

Yüce Allah İsrâ 53'te sözün en güzelini söylemeyi emretmekle, en güzel olanın hayata geçirilmesini istemiş olmaktadır. Müminler veya bütün insanlar en güzel olanı seslendirmeli, en güzelin peşine koşmalı­dırlar. "En güzel söz" aynı zamanda en güzel düşünce, en güzel niyet, en güzel amaç anlamına da gelmektedir. Çünkü en güzeli düşünen insanın ağzından en güzel söz çıkar. Düşüncesi bozuk veya kötü olanının ağzın­dan en güzel söz çıkmaz.

Güzel söz söylemek ya da en güzel olanı ifade etmek, en güzel o-lanı düşünmelerini emretmektir. Ayrıca en güzel sözü söylemek, doğru, hak olan inancı ifade etmektedir. O zaman en güzel söz, doğru iman, tevhid inancına sahip olmak demektir. Doğru düşünce veya doğru iman, insanın ağzından en güzel sözün çıkmasını temin edecektir. Âyetteki en güzel sözden kasıt beyin ve gönlün içindeki güzelliklerdir. Bir farkla ki, söz söylenince topluma mal oluyor, beynin ve gönlün içindeki ferdi ka­lıyor. Yüce Allah bu emri ile, insanın içindeki güzelliklerin topluma mal olmasını gündeme getirmektedir.

3. "Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır."

Âyetin bu kısmını dikkate alarak "en güzel sözün" ne anlama gel­diğini anlayabiliriz. Araya şeytanın girip insan ilişkilerini bozamadığı, onun bu etkinliğini ortadan kaldıran söze, en güzel söz denmektedir.

Nezğ, "vesvese, dürtü, günahları süslü göstermek, rahatsız etmek, iki kişi veya toplumun arasına fitne sokup bozmak" anlamına gelmekte­dir. Yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 53'te fiil halinde gelmiştir.

Şeytanın işi insanların arasını bozmak, aralarına fitne sokmaktır. Şeytanın vesvesesi, bozgunculuğu en güzel sözün bulunduğu yerde etkin olamamaktadır. İnsanların arasına düşmanlığın girmesini önlemenin yo­lu en güzel sözü, yani en güzel düşünceyi ifade etmekten geçmektedir.

Yüce Allah, şeytanın, insanın apaçık düşmanı olduğunu söylemek­le düşmanın etkinliğini kırmanın yolunun veya silahının, insanlar arasın­da en güzel sözün söylenip yer alması olduğuna işaret etmektedir. Şey­tan insanların arasına, güzelliklerin bulunmadığı eşikten girmektedir. İnsanlar, şeytanın bu sızma faaliyetini, kendileri en güzel sözü söyleye­rek engelleyebilirler.

Bir bakıma en güzel söz, insanlar arasındaki sağlıklı ilişkilerin bo­zulmaması için bir ön tedbir olmakta, koruyucu sağlık hizmetleri gibi, koruyucu sosyal ilişkileri ve şeytan insanların arasını bozmadan bir ön tedbir olarak, en güzel sözü söylemeyi gündeme getirmektedir.

Şeytanın bozgunculuk virüsü insanlar arasına girmeden, doğru dü­şünce, doğru inancı kelimelerle topluma, insanlığa yaymak gerekiyor. Yanlış düşünce, yanlış inanç şeytanın düşmanlık virüsünün ürediği yer olmaktadır.

Demek ki, din eğitimi insanlara doğru düşünme sanatını ve doğru inancı öğretir ve bunu ifade etmeyi bir alışkanlık olarak onlara kazandı­msa, başarıyı ve kaliteyi yakalamış olacaktır. Artık "en güzeli söyle­mek", en güzeli kitabına, makalesine, basınına yansıtmak anlamına da alınmalıdır. Söyleyen ağız, zamanımızda çok çeşitlenmiştir. Basın da, televizyon da, bilgisayar da, kalem de hep birer ağız olmuşlardır.

Artık insan, sadece karşı karşıya gelip konuşmuyor, şimdiki kale­min, basının, kitabın ağzı çok uzaklardaki insanlara da konuşmaktadır. İşte bu âyet, bütün bu konuşan vasıtaların, en güzelini söylemesini em­retmekte ve bir basın ahlâkının zorunluluğuna işaret etmektedir.

Basın ahlâkı ve bunun oluşturacağı basın hukuku, en güzelin söy­lenip yazılması ilkesi etrafında teşekkül etmelidir. Kalemin, televizyo­nun, basının, kitabın da bir ahlâkı, bir hukuku olmalıdır. Bu ahlâk ve hukuk özgürlükleri engelleme doğrultusunda değil de, en güzeli söyletmek, yaymak ve düşmanlıkları önlemek doğrultusunda olmalıdır. İnsan­ları inciten, düşmanlıkları körükleyen, sosyal dengeleri bozan, erdemleri, değerleri yaralayan vesveseleri ortadan kaldırma yönünde olmalıdır. Şeytanın vesveselerini daha uzaklara taşımayı durdurma amacını gütme­lidir.[53]

 

Allah'ın Dilemesi Ve Hz. Peygamber'in Görevi:

 

54. Rabb'iniz, sizi en iyi bilendir. Dilerse size merha­met eder, dilerse sizi cezalandırır. Biz, seni onların ü-zerine bir vekil olarak göndermedik.

Bu âyetten çıkaracağımız genellemeler şunlardır:

1. "Rabb'iniz, sizi en iyi bilendir."

Yaratan, yarattığını en iyi bilendir. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Bir sanat eserini meydana getiren sanatkar, eserini en iyi bilendir. Allah da yarattığını en iyi bilmektedir.

Bunu Yüce Allah burada gündeme niçin getirdi? İnsan kendini ol­duğundan daha farklı göstermeye temayüllüdür ve kendini durmadan temize çıkartır. Bunun için Yüce Allah şu ilkeyi koymaktadır:

"O, sizi daha topraktan yarattığı zaman ve sizi annelerinizin karnında bulundu­ğunuz sırada bile sizi en iyi bilendir. Bunun için kendinizi temize çıkar­mayın. Çünkü O, sakınanı daha iyi bilir" (Necm 53/32).

İnsanın iç âlemini bilen Yüce Allah, ağzından çıkan kelimelerle iç âlemindekinin tutup tutmadığını da en iyi bilendir. İnsan kendi takvasını anlatıp kendini methetmemeli, temize çıkarmamalı. Çünkü kimin hangi samimiyeti, ihlâsı, takvayı taşıdığını Yüce Allah daha iyi bilmektedir.

Bu âyeti 53. âyetteki en güzel olanı söylemeye bağlarsak, en güzel sözün, insanın içi ile örtüşen söz olduğunu da söyleyebiliriz. Dil ile gö­nül birbirini tutuyorsa, o söz en güzel sözdür. O zaman gönül ile dil ara­sına şeytan giremez. Ama gönül ile dil birbirini tutmuyorsa, o konuşma çok kötü bir konuşma olmaktadır.

Ama özelde Müslümanlar, genel de bütün insanlar, kendilerini kendilerinden daha iyi bilenin olduğunu bilerek konuşmalı, iç ile dışını, dili ile gönlünü birleştirmelidirler.

2. "Dilerse size merhamet eder, dilerse sizi cezalandırır."

Yanlış bir iş yapan, en doğru sözü konuşmayıp, aralarına şeytan denen düşmanın girmesine sebep olan müslümanlann durumu karşısında Allah'ın dilemesi iki ihtimalli olarak bulunmaktadır. Bu iki tarz tavrın birincisi "merhamet" etmektir. Allah'ın merhameti, azabından daha ge­niş olduğu ve merhamet etmeyi kendisine yazdığı için, merhameti öne almış, azabı ikinci sırada saymıştır.

İnsan davranışını yaptıktan sonra, ona yapılacak muamelede Yüce Allah'ın dilemesi rol oynamaktadır. Yüce Allah'ın merhametini harekete geçirecek olan, yine insanın hatasını anlayıp, af dilemesidir.

Yalnız Yüce Allah'ın buradaki dilemesi, kulunun ufak-tefek hata­larını görmezlikten geldiğine bir işarettir.

3. "Biz, seni onların üzerine bir vekil olarak göndermedik."

Buradaki vekîl, "bekçi, muhafız, kefil, bir başka varlığın kaderini belirleyici yetkiye sahip, onların davranışlarından sorumlu kişi" anlamını ifade etmektedir. Bir başkasına ait olan bir problemin, işin çözümünün

emanet edildiği kişi olarak manalandırılmaktadır. Vekîl kelimesinin Al­lah ile ilgili kullanınca ne anlama geldiği İsrâ 2'de açıklandı.

Hz. Peygamber, öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden insanların ü-zerine vekil, kefil, muhafız olarak tayin edilmedi. "Eğer yüz çevirirlerse, bilesin ki biz seni onların üzerine bekçi göndermedik" (Şûra 42/48).

Yüce Allah'ın Peygamberimiz'e olan bu hitabı, bütün din görevli­lerinin dikkate alması gereken bir esastır. Din görevlileri, insanların ne vekili ne muhafızı ne de kefilleridir. Onlar dini doğru öğrenip doğru an­latmakla yükümlüdürler.

Yüce Allah'ın insanlara merhamet dileğini harekete geçirmesi için din âlimi ve görevlileri, insanlara bekçilik yapma yerine, onlara Kur'ân'm mesajını doğru öğretmelidirler. En iyi koruyucu bilgidir. İlâhî merhamet, bilginin egemen olduğu ortamları aramaktadır.[54]

 

Peygamberler Arasında Fark Var Mıdır?

 

55. Rabb 'in, göklerde ve yerde olan herkesi en iyi bi­lendir. Gerçekten biz, peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık. Davud'a da Zebur'u verdik.

Peygamberlerin arasındaki farkı belirleyen ölçütler vardır. Yüce Allah bu âyette, bu ölçütleri açıklamamakta, ama başka âyetlerde bunları gündeme getirmektedir. Şimdi âyetin açıklamasını yapabiliriz.

1. "Rabb'in, göklerde ve yerde olan herkesi en iyi bilendir."

Bir önceki âyette Yüce Allah: "Rabb'iniz, sizi en iyi bilendir" de­mesine rağmen, bu âyette yine aynı ifadeyi neden gündeme getirmekte­dir? Bir önceki âyette özel manada "insanı" en iyi şekilde bildiğini söy­lemiş, 55. âyette de genel anlamda göklerde ve yerde olan her şeyi en iyi bilen olduğunu ifade etmektedir. Biz bu anlatıma, "özelden genele, ya­kından uzağa anlatım metodu" diyoruz.

Diğer taraftan Yüce Allah, sadece sizi değil, bütün kâinatta var o-lan her şeyi en iyi bilenim demek istemektedir.

Bu bilmenin İsrâ 47. âyetten başladığını ve daha özele indiğini gö­rüyoruz. Kâfirlerin Hz. Peygamber için iftiralarını, fısıldaşmalannı. ona büyülenmiş demelerini en iyi bilen olmasından başlamış, yorumunu yapmakta olduğumuz âyete kadar gelmiştir.

2. "Gerçekten biz, peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık."

Yüce Allah, peygamberlerin birbirinden farklı olduğunu, onları birbirinden üstün kıldığını daha önce Bakara 253'te ele almıştı. Bu üs­tünlüğün ölçülerini ve hangi peygamberlerin üstün olduğunu orada açık­ladık. Üstünlük ölçüsü görev ifasıyla ilgilidir. Allah'ın onlarla bizzat konuşması, yaratılışın farklı olması, kutsal ruhla desteklenmesi, Kur'ân'da zikredilmesi, ülü'1-azm olması bu farklılıkları gösteren ölçü­lerdir.

Böylece Yüce Allah, peygamberler arasındaki farkın fark edilme­sini insana ödev olarak vermektedir. İnsanlar arasında ferdî farkların olmasına paralel olarak peygamberler arasında da farklar vardır. Bu fark Yüce Allah'ın onlarla kurduğu irtibatın farkı ve onlara verdiği görevin farkı üzerine kurulmuştur ve bu yolla durumun tesbit edilmesini iste­mektedir.

3. "Davud'a da Zebur'u verdik."

Bu âyette Yüce Allah "neden Hz. Davud'u ve onun kitabını gün­deme getirmiş de başka bir peygamberi getirmemiş" sorusuna cevap olarak Râzî'nin açıklamasını getirmek istiyoruz. Yahudiler "Hz. Mû-sâ'dan sonra peygamber; Tevrat'tan sonra da kitap indirilmedi" görüşünü öne sürüyorlardı. Yüce Allah Davud'u peygamber seçip ona Zebur'u verdiğini söyleyerek onların bu iddialarını çürütmüştür.

Bilindiği gibi Zebur, Tevrat'tan sonra gelmiştir: "Andolsun Zikir'den (Tevrat'tan) sonra Zebur'da da: Yeryüzüne iyi kullarım vâris olacaktır, diye yazmıştık" (Enbiyâ 21/105). Zebur "yazılmış kitap" anlamına gelmektedir.

Yahudilerin Hz. Davud'u peygamber, Zebur'u da ilâhî vahy olarak kabul etmelerinin anlamı, Hz. Musa'dan sonra peygamberlerin geldiğini kabul etmeleridir. Böylece onların Hz. Musa'dan sonra peygamber gel­meyeceği iddiası çürümüş olmaktadır.

Ayrıca yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 55. âyet, İsrâ 2. âyetin devamı mahiyetindedir. Hz. Musa'ya kitap (Tevrat) verildi, Hz. Davud'a da Zebur verildi. Her iki âyet sanki bir âyet görümünü vermektedir.

İsrâ sûresinde yorumunu yapmakta olduğumuz 55. âyete kadar, Hz. Musa'ya verilen kitap. Hz. Muhammed'e verilen Kur'ân ve Hz. Davud'a verilen hikmet dolu Zebur kitapları gündeme getirilmektedir. Dikkat edilirse, her üç peygamberin getirdikleri mesajlar, kendi ömürle­rinden ve dünyevî görevlerinden çok daha uzun yaşamaktadır. Bu üç peygamberin ayrıca devlet başkanı olma görevleri de vardı. Bu görevleri son buldu ama. onlara gelen vahy yaşadı. Hz. Mûsâ ve Hz. Davud'a ge­len vahyin içeriğini de kıyamete kadar Kur'ân yaşatacaktır.

İşte onların üstünlüğünü, farkını belirleyen ölçülerden biri de bu­dur. Peygamberlerin arasında fark ve üstünlük olduğuna göre, öğretici ve eğiticilerin arasında da farklar olacaktır. Kaliteli hocalardan ders almak, öğrenim görmek de o şekilde farklı olacaktır. Farklı hocayı arayıp bul­mak, onun öğretim halkasına katılmak, ondan akademik öğrenim gör­mek ne kadar önemli bir davranış ise, peygamberlerin en üstününü ara­yıp bulmak, onun öğretim halkasına getirdiği vahye katılmak da o denli önemlidir. Üstün olanı bulmak, daha sonra da üstünün üstününü bulmak, insan için bir görevdir ve üstün olmanın da bir yoludur. Gerek Bakara 253, gerekse İsrâ 55. âyetler bu gerçeğe de işaret etmektedir. En büyük vahy Kur'ân'dır, çünkü kendinden önceki peygamberlerin vahylerini özetleyip insanlığa sunmaktadır. O büyük vahyi getiren peygamberin okulu da en üstün olanıdır. Öğrenimi orada görüp dini hayatını ona göre yaşamak bir farklılıktır.[55]

 

Şirkle Mücadele:

 

56. De fa': Allah'ı bırakıp da (ilâh olduğunu) ileri sür­düklerinize yalvarırı. Ne var ki onlar, sizin sıkıntınızı ne uzaklaştırabilirler ne de değiştirebilirler.

57. İşte,      bunların     yalvardıklarının     kendileri, Rabb'lerine  nasıl  daha yakın  olacaklarını  ararlar, O 'nun rahmetini umar ve azabından korkarlar. Doğru­su, Rabb 'inin azabı çekinmeye değer.

Bu âyetleri 55. âyete bağlı olarak açıklamak zorundayız. Çünkü burada Allah'ı bırakıp da tanrı edinilenlerden kasıt "peygamberler, on­lardan sonra da azizler, din adamları ve bazı grupların önderleri"dir. Her çağın insanı, insanlardan kendilerine tanrılar edinmişlerdir. Bu tanrı, geçmişte yaşamış bir insan olacağı gibi, çağdaşı olduğu bir insan da ola­bilir. Allah'tan başka edinilen tanrılar, bu âyetlerde putları ifade etme­mektedir. Çünkü onların bizzat kendilerinin de Allah'a yaklaşmak için vesile aradığı beyan edilmektedir.

1.  "De ki: Allah'ı bırakıp da (ilâh oldu­ğunu) ileri sürdüklerinize yalvarin."

Allah'ı bırakıp tanrı niteliğinde ileri sürülenler, bir önceki âyette geçen peygamberlerdir. Bazı âlimlerin dediği gibi "melekler" de olabilir.

Burada geçen Allah'tan başka tanrıların melek veya peygamber olduğuna dair delilimiz ne olabilir?

a) "Dikkat et, hâlis din yalnız Allah'ındır. O'nu bırakıp kendilerine bir ta­kım dostlar edinenler: Onlara bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz, derler" (Zümer 39/3). İşte Yüce Allah azizlere, velilere, me­leklere ve putlaştırılmış kişilere ve onların resim ve sembollerine insan oğlunun hangi maksatla tapındığını burada açıklamaktadır.

"Yahudiler, Üzeyir Allah'ın oğludur, dediler. Hıristiyanlar da. Mesih Allah'ın oğludur dediler. Bu onların ağızlan ile geveledikleri sözlerdir. Sözlerini daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da döndürülüyorlar!" (Tevbe 9/30).

c) "Yahudiler Allah'ı bırakıp bilginlerini; Hıristiyan­lar da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler. Halbuki on­lara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emir olundu. O'ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır" (Tevbe 9/31).

Görüldüğü gibi tarihte insanlar, bir taraftan melekleri, bir taraftan peygamberleri, diğer taraftan da bilginleri ve din adamlarını tanrı edin­mişlerdir. Bu durum günümüzde de devam etmektedir.

d) Diğer bir delilimiz de yorumunu yapacağımız İsrâ 57. âyettir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 56. âyette geçen ez-ze'm kelimesi İbn Abbâs'a göre Kur'ân'da "yalan" anlamına gelmekte­dir. Yani Allah'tan başkasını, uydurma tanrılar edinenlerin hareketini

ifade etmektedir. Yalan, sahte, uydurma şeklinde ileri sürülen tanrılar kasdedilmektedir.

Yüce Allah müşriklere, o sahte tanrılarına yalvarmalarını teklif etmektedir.

2. "Ne var ki onlar, sizin sıkıntı­nızı ne uzaklaştırabilirîer, ne de değiştirebilirler."

Şirkle mücâdelenin en etkili metotlarından biri budur. Tanrı olabi­lecek nitelikte olan varlık, kullarının uğradığı bir zararı, içine düştükleri bir sıkıntıyı ortadan kaldırabilmen ya da onu değiştirebilmelidm Kulları ona yalvardığı zaman o yalvarmanın gereğini yerine getirebilmelidir. Bu güçte olmayan bir varlığı tanrı edinmek hem akla hem de dine aykırı düşmektedir.

Yüce Allah, müşriklerin tanrılarından iki eylem beklemektedir: Bi­risi sakıntıyı, zararı keşfetmek, yani gidermek, ortadan kaldırmak; diğeri de onu değiştirebilmektir. Bu iki eylemi veya ikisinden birini gerçekleş­tiremeyen tanrı olamaz denmektedir.

Böylece Yüce Allah, tanrı olacak varlığın kullan için her şeyi ya­pabilecek güçte olması gerektiğini belirtmektedir. Yapılacak olan şeyle­rin arasından Yüce Allah "sıkıntıyı" yani "bir zararı" örnek olarak seç­mektedir. Bu sahte tanrılar melek veya insan olduklarına göre, insanların sıkıntılarını, problemlerini çözebilecek bir güce sahip olmadıkları ortaya çıkmaktadır.

"İşte, bunların yalvardıklarının bizzat kendileri, Rabb'lerine nasıl daha yakın olacaklarını ararlar, O'nun rahmetini umar ve azabından korkarlar. Doğrusu Rabb'inin azabı çekinmeye değer."

Bu âyet, onların taptıkları sahte tanrıların sahte insan olduğunu is­pat etmektedir; çünkü bu sahte tanrıların üç eylemini gündeme getirmek­tedir.

a) "Rabb'lerine nasıl daha yakın olacaklarını ararlar." Yani onlar yakın olma vesilesini, yani vasıtalarını aramaktadırlar. Demek ki onların yalvarıp tapındıkları sahte tanrılar, Allah'a inanıyor, O'na yaklaşmak için vesile arıyor, yani bunlar akıl sahibi, dindar kişilerdir. Onlar Allah'ı tanrı edinirken, başkaları onları tanrı edinmektedir. Kulu tanrı edinmek hatasına düşmektedirler.

b)  "O'nun rahmetini umarlar." Allah'ın rahmetini u-mandan kasıt, bir put, cansız bir varlık olamaz; akıl sahibi, iman etmiş ve dindar biri olabilir. Hatta o kişi hayattadır. Çünkü âyetteki "ummak" fiili, şimdiki zaman kipindedir. Ama bu kişi veya kişiler geçmiş zaman­da da yaşamış olabilirler. Burada önemli olan, müşriklerin edindikleri sahte tanrıların, Allah'ın rahmetini umacak kadar dindar olmalarıdır.

c) "Azabından korkarlar."

Demek ki, bu sahte tanrılar Allah'ın azabının olacağını bilmekte, inanmakta ve ondan korkmaktadırlar.

Allah'a yakın olmak için vesile arayan, O'nun rahmetini uman ve O'nun azabından korkan bir varlık insan olabilir, melek veya cin olabilir. Ama mutlaka akıl sahibi ve dindar bir şahsiyete sahiptir. Demek ki müş­rikler bu nitelikte varlıkları tanrı edinmiş ve edinmektedirler.

Allah'ın azabının çekinmeye değer olduğunun da bilincindedirler. Günümüzde bu şirk türünün devam ettiğini görüyoruz. Yüce Allah'ın bu âyetleri bize insanların şirke nasıl düştüklerini, insanları nasıl tanrı edin­dikleri, kendisi Allah'a muhtaç olanları nasıl tanrı edindikleri konuların­da bir ilâhîyat ve tevhid inancı dersi vermektedirler.

Bu tür şirk koşmak, din eğitimcilerinin önünde bir dağ gibi dur­maktadır. Tevhid inancının virüsü olan bu davranışın en kötü yönü ken­disini insanlara hissettirmemesidir. İnanç hastalığını hissetmeyenler o-nun tedavisi için de çare aramamaktadırlar.[56]

 

Kitapta Yazılı Olan Şey:

 

58. Ne kadar ülke varsa hepsini kıyamet gününden önce ya helak edecek veya en çetin bir şekilde onlara azap edeceğiz. Bu, kitapta yazılıdır.

Bu âyetin analizinden varılacak önemli ilkeler olacaktır.

1.  "Ne kadar ülke varsa."

Yüce Allah'ın, dünyadaki toplumlar, milletler veya devletler konu­sunda koyduğu önemli bir sosyolojik kanun vardır. Bu kanun, hiç kesin­tiye uğramadan devam etmektedir. Nedir bu kanun? Âyetin devamı bu soruyu cevaplandırmaktadır; ama başka bir âyet veya âyetler de soruya cevap vermektedir.

"Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman artık ne bir saat geri kalırlar ne de ileri giderler" (Yûnus 10/49). Demek ki kesintiye uğramadan işleyen kanun, her ümmete, yani millete bir ömür biçildiğidir. Ömür bitince toplumlar yok olacaktır.

2. "Hepsini ya kı­yamet gününden önce helak edeceğiz veya en çetin bir şekilde kendileri­ne azap edeceğiz."

Yûnus 49'daki ömrün nasıl biteceği bu âyette daha açık bir şekilde izah edilmektedir.

a) Ya kıyametten önce helak edilecekler. Bunun anlamı dünyada hiçbir millet, toplum veya devlet sonsuza kadar yaşayacak değildir; işle­dikleri suç, günah veya yaptıkları zulüm nedeniyle helak olacaklardır.

Demek ki bir toplum, evrensel değerleri hayata geçirdiği müddetçe yükselecek, büyüyecek ve güç kazanacaktır. Ama bu büyüme ve güç sonsuz olmayacaktır. Gelmekte olan nesiller, o değerlerden kopacak, Allah'a isyan etmeye başlayacak ve neticede sosyal ilişkiler çürümeye başlayacaktır. Çürüyen o bünyeden can çekilip gidecek ve o toplum Al­lah tarafından helak edilecektir.

Bu kaçınılması mümkün olmayan, sosyal hayata yönelik bir ilâhî kanundur.

b) Veya en çetin bir azaba tâbi tutulacaktır. Toplumda, ülkede ya­şayan halkın işlediği suç veya günah helaki değil de cezalandırmayı ge­rektiriyorsa, Allah onu cezalandıracaktır; ona bu cezayı uygulamakla, kendine dönmesini sağlayacaktır. Belki eski mükemmel günlerine dönüş olmayacaktır ama, dünya nimetleri arasında aşağı bir derecede ızdırap çekerek hayatını sürdürecektir.

Buna tarihten örnekler verebiliriz. Hz. İbrahim'in torunlarının o-luşturduğu ve adına İsrâiloğullan denen toplum, şirke dalınca ve pey­gamberleri öldürecek kadar büyük günah işleyince Allah onları Fira-vun'un esaretine sokarak cezalandırmıştır.

Osmanlı devleti gibi dört kıtaya hükümranlık yapan bir milletin yanlışlarının ardından Yüce Allah onu çökertip, içinden çıkan devletle­rin, dünyanın siyâsî arenasında zilletle hayatlarını sürdürmeleri, bu azaba bir örnek teşkil etmektedir.

3. "Bu kitapta yazılıdır."

Yüce Allah yarattığı kâinat için kanunlar koyduğu gibi, toplumlar için de değişmeyen yasalar koymuştur ve bu yasalar her zaman icraatını yapacaktır. Yüce Allah koyduğu yasalara toplumları bağlı kılmıştır.

Âyetin bu kısmında yer alan "kitap" kavramı neyi ifade etmekte­dir1 Âlimler "Levh-i Mahfuz", yani "Korunmuş Levhalar denen kitap" îr.lairuna geldiğini söylemişlerdir. Bu yorumu kabul etmekle beraber, daha geniş anlamı ile buna "kader" yani, yasa, kanun anlamını da verebi­liriz.

mestur kelimesi de, "satırlanmış, yazılmış; satır satır yazıya geçmiş" anlamına gelmektedir. Âlimlerin söylediğinden hareket edersek, toplumların, milletlerin veya devletlerin kıyametten önce yaptıkları kötü­lüklerden dolayı, başka bir ifadeyle Kasas 59'da belirtildiği gibi "Biz, halkı zâlimler olmadıkça ülkeleri helak edenler değiliz" buyurulduğu gibi kıyametten önce helak etmek veya onları cezalandırmak Levh-i Mahfûz'da, yani Korunmuş Levhalarda yazılmıştır.

Yukarıda belirttiğimiz gibi kaderde yazılmıştır. Ferdî anlamda ö-lüm bir kader ise, toplumsal manada helak da bir kaderdir. Toplumun ömrünün ferdin ömründen uzun olduğu da bir gerçektir. Fert gibi top­lumlar da ölümlüdür. Ferdinkine biyolojik kader denirken, toplum, ülke veya devletlerinkine de sosyal kader denebilir.

Yüce Allah sosyal hayatı inceleyen ve devletleri idare edenlere, değişmeyen bir kanunu öğretmektedir. Toplumlar kendi helaklerini, yı­kılışlarını kendi elleriyle, amelleriyle getirirler. Durup dururken Yüce Allah onları helak etmez. Bazen de helak etmeden şiddetli azaba çarptı­rır. Biz buna toplumlara verilen dünyevî ceza diyebiliriz. Ama âhirette, o toplumun halkı teker teker ceza görecektir. Çünkü mahşerde Allah'ın huzuruna teker teker çıkılacaklardır (En'âm 6/94; Meryem 19/95).[57]

 

Mucize Göstersen Bile İnanmayacaklar:

 

59. Mucizeler göndermekten bizi alıkoyan husus, önce­kilerin mucizeleri yalanlamış olmasıdır. Nitekim Semûd

kavmine gözle görülebilen bir mucize olarak dişi deveyi vermiştik de, ona zulmetmişlerdi. Oysa Biz, mucizeleri yalnız korkutmak için göndeririz.

Bu âyetten pek çok konuda neticeler çıkarmamız mümkündür. An­cak âyetin nüzul, yani iniş sebebini yazmamız gerekiyor. Hz. Peygam­ber, önceki peygamberler gibi mucize göstermediği için kâfirler ondan mucizeler göstermesini istiyordu. Kâfirlerin bu istekleri Kur'ân'm muh­telif âyetlerinde açıklanmaktadır.

a) "Kendilerine bir mucize gelirse ona mutlaka inanacaklarına dair kuvvetli bir şekilde Allah'a and içtiler. De ki: Mucizeler ancak Al­lah katındadır. Ama mucize geldiğinde de inanmayacaklarının farkında mısınız?" (En 'âm 6/109).

Kur'ân'da Yüce Allah'ın Hz. Süleyman'ın emrine rüzgarı, Hz. Musa'ya asayı. Hz. isa'ya ölüleri diriltme ve sedef hastalığını tedavi etme mu'cizesi ve diğer peygamberlere verilen mucizelerden bahsedil-mesinin ardından kâfirler Hz. Peygamber'den mu'cize getirmesini istiyorlardı. İnanmalarını da bu mu'cizelere bağlıyorlardı. Yüce Allah da Hz. Peygamber'in kendiliğinden mucize getiremeyeceğini, mucizeyi gösterme yetkisinin kendisinde olduğunu, gösterse bile inanmayacakla­rını bu âyetle açıkladı.

b) "Onlar: Sen, dediler, bizim için yerden bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız" (İsrâ 17/90).

c) "Veya senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı; öyle ki içlerinden gürül gürül ır­maklar akıtmalısın" (İsrâ 17/91).

d) "Yahut, iddia et-tiğin gibi, üzerimize gökten parçalar yağdırmalısın veya Allah'ı ve me­lekleri gözümüzün önüne getirmelisin" (İsrâl7/92).

e) "Yahut da altından bir evin olmalı ya da göğe çıkmalısın. Bize, okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece, göğe çıktığına da asla inanmayız. De ki: Rabb'imi tenzih ederim. Ben sadece beşer bir elçiyim" (İsrâ 17/93).

f) "Hayır, de­diler. Bunlar saçma sapan rüyalardır. Bilakis onu kendisi uydurmuştur. Belki de o, şâirdir. Bize hemen öncekilere gönderilenin benzeri bir âyet getirsin" (Enbiyâ 21/5).

Bunun gibi Safa tepesini altına çevirmesini, dağları kaldırıp ovaya çevirmesini de istediler. Onların mucize istemelerinin iman etmek için olmadığını En'âm 109'da görmüştük. İşte İsrâ 59. âyetin indirilmesinin sebebi de, yukarıdaki âyetlerde geçen kâfirlerin istekleri olmuştur.

Şunu burada söylemekte yarar vardır: Yüce Allah, önceki pey­gamberlere verdiği mucizeler gibi mu'cizeler vermedi ama kıyamete kadar devam edecek olan Kur'ân'ı verdi. Kur'ân mucizelerin en büyü­ğüdür. Önceki peygamberlerin mu'cizeleri, kendi kavimlerine ait olma­sına rağmen Kur'ân mucizesi, onun getirdiği mesaj hem evrenseldir hem de kıyamete kadar bakî kalacaktır. Şimdi âyete dönerek, Yüce Allah'ın, neden önceki peygamberlere verdiği mucize gibi mucizeleri Hz. Pey­gamber'e vermediğinin açıklamasını görelim ve bundan bazı çıkarımlar yapalım.

1. "Mucizeler göndermekten bizi alıkoyan husus."

Âyetin bu kısmı, ilâhî irâde ile beşerî irâdenin ilişkisine önemli bir boyut getirmektedir. Yüce Allah'ın irâdesinin tecelli etmesine, insanların yaptıkları mâni olmaktadır. Yeryüzünde insanların yaptıkları, ilâhî a-lemden gelecek olanları belirlemekte veya onlara mâni olmaktadır.

2. "Öncekilerin mucizeleri yalanlamış olma­sıdır."

Hz. Muhammed'den önceki peygamberlere verilen mucizeleri ya­lanlamaları, Hz. Peygamber'e Yüce Allah'ın mucize göndermesini en­gellemiştir. Yalanlama eylemini insanlar kendileri yapmıştır. Bu eylem­ler göstermiştir ki, insanlara mucize göndererek eğitim yapmak hiçbir fayda temin etmemektedir. Yalanlamaları da, mucizelere hakaret olmuş­tur. Yüce Allah başka bir mucizesine daha hakaret edilmesini isteme­mektedir. Çünkü mucizeleri yalanlamak, o toplumun helakine sebep olmuştur. Önceki kavimler, mucizeleri yalanladıkları için helak edilmiş­lerdi. Şimdi de eğer bu dinin muhataplarına da o tür mucizeler gönderil­miş olsaydı ve onlar da bu mucizeyi inkar etselerdi topluca helak edil­meleri gerekecekti.

En'âm 109'da belirtildiği gibi mucize isteyenlerin iman etmeye­ceklerini Yüce Allah bildiği gibi mucize göndermemiştir.

Bundan çıkaracağımız ders ya da ilke şudur: İnsanların doğru yola gelmesine yaramayan bilgileri onlara öğretmenin bir anlamı yoktur. Yo­la gelmeyecek, hakikati kabul etmeyecek insanlara zorla bir şeyi öğret­mek doğru değildir. Allah'ın âyetlerine hakaret edildiği bir ortamda, o âyetleri anlatmak yersizdir. Hatta gerekirse o ortamı terk etmek en doğru yoldur. Allah'ın âyetlerine inanmayacak olanlara onları anlatıp öğretmek fayda getirmeyecektir.

İşte âyetin bu kısmı, geçmişte yaşananlardan elde edilen tecrübe­nin, geleceğin eğitim ve öğretim programını belirlemekte olduğuna işa­ret etmektedir.

İnsanların. Yüce Allah'ın takdirini engellemesi, O'nu mucize gön­dermekten alıkoyması mümkün değildir; ama onların yalanlamaları, i-nanmalannın mümkün olmaması mucize göderilmemesinde etken ol­muştur. Meseleye güç açısından bakılmamalı, meseleye eylemlerin de­ğerlendirilip geleceğin programını yapma açısından bakmak gerekiyor.

3. "Nitekim Semûd kavmine gözle görülebilen bir mu'cize olarak dişi deveyi vermiştik de, ona zulmetmişlerdi."

Yüce Allah geçmiş kavimlerin mucizeleri nasıl yalanladığı konu­suna Semûd kavmini örnek olarak göstermektedir. Âyette geçen  mübsıra kelimesine "gerçeği gösteren, açık bir mucize, görülebilen bir mu'cize, uyarıcı, aydınlatıcı bir belirti" anlamını vermemiz mümkündür.

A'râf 73 'te Semûd kavmine gönderilen deveye nişane anlamında âyet; Kamer 27'de sınama anlamında fitne, yorumunu yapmakta oldu­ğumuz İsrâ 59'da da gerçeği gösteren anlamında mübsıra denmektedir.

Semûd halkı, deveye nasıl zulmetti? Âyet bunu cevaplandırma-maktadır. Yüce Allah gerçeği gösteren bir mu'cize olarak gönderdiği bu devenin ardından şu yasağı da koymuştu: "Ona kötülük etmeyin. Sonra sizi elem verici bir azap yakalar" (A'râf 7/73). Bu uyarıya rağmen onu boğazladılar: "Fakat Semûd kavmi, o deveyi, ayaklarını keserek öldürdüler. Salih dedi ki: Yurdunuzda üç gün daha yaşayın. Bu söz, yalanlanamayan bir tehdit idi" (Hûd 11/65).

"Onların en bedbahtı atıldığında, Allah'ın Rasûlü onlara: Allah'ın devesine ve onun su hakkına dokunmayın! dedi. Ama onlar, onu yalanladılar ve deveyi kestiler" (Şems 91/12-14).

İşte zulmetmek, devenin su içme hakkını, sırasını çiğneyip onu öl­dürmeleri olmuştur. Başka bir açıdan bakarsak, deveyi dikkate almama­ları, onun bir mu'cize olduğunu kabul etmemeleri de ona bir zulüm ol­muş ve bu zulüm boğazlama zulmünü getirmiş oldu.

İşte onların Allah'ın mucizesine yaptıkları bu zulüm, Hz. Mu-

hammed'e o tip mu'cizelerin verilmesini engellemiş oldu.

4. "Oysa Biz, mucizeleri yalnız korkutmak için göndeririz."

Bu ifade, mucizelerin gönderiliş amacının korku duygusunu hare­kete geçirmek olduğuna işaret etmektedir. Bir bakıma Yüce Allah "duy­gu eğitimine" dikkat çekmektedir. Korkutmak, bir eğitim metodudur. İnsanların bazısı sevgiden disipline olur; bazısı da korkudan disipline olur. Mucizelerin eğitim boyutu korku taşımakla ilgilidir. Normal öğre­tim yolu ile anlamayan insanlara mu'cize gösterilerek tehlikeli durumda oldukları bildirilir.

Mucizeler aynı zamanda, mu'cize gösteren kişinin peygamberliği­ni ispat etmektedir, ama aynı zamanda normal yollarla onun peygamber­liğine inanmayanlara da bir korku salmak amacını gütmektedir.

Bu açıdan bakarsak, Kur'ân'in dışında Yüce Allah'ın Hz. Pey­gamber'e bir mucize vermemesi, onun insanları korkutmaktan çok rah­met olması, merhamet etmesi ve Allah'ın merhametini onlara ulaştırması anlamını görmemize bir vesile olmaktadır. Hz. Peygamber, Yüce Al­lah'ın insanlara merhameti, rahmeti gereği gönderilmiştir. Onun şahsiye­ti ve dini, merhamet, sevgi ve rahmet temelleri üzerine oturtulmuştur.

Hz. Peygamber'in rahmet oluşu, merhameti ve sevgisi insanlık için en büyük eğitici mucize niteliğindedir. Onun peygamberliğini ispat için bilgiyi, aklı, sevgiyi, merhameti, rahmeti, imanı öne çıkaran Kur'ân, yeterlidir. Onun okulu bu değerler üzerinde kurulmuştur ve Arap halkı­nın da onu peygamber olarak benimsemesi için de korkutulmasına gerek yoktu. Çünkü sonraki nesillere peygamber gelmeyeceğine göre, onlara kim mucize gösterecekti"" Anık insanlık mucizelerle hakikati kavrama, kabullenme yoluna değil: akıl ve bilimin verilerine dayanarak mü'min olma esasına uymalıdır. Evrensel bir peygamber, sadece görenleri ilgi­lendiren mucizelerle ögrctismi ayakta tutamaz ve kıyamete kadar yaşa­masını temin edemez

Eğer bir din mucizelerle ayakta durabilseydi, bir peygamberden sonra gelen diğer peygambere mucize verilmezdi. Bu, aynı zamanda mucizenin etkisinin geçici ve yerel bir niteliği olduğunu da gösterir. Hz. Musa'ya verilen mucizeler gelecek nesiller için yeterli olsaydı, Hz. İsrâ'ya başka mucizeler verilmezdi. İşte bu ilkeden hareket edersek, Hz. Peygamber'e neden Kur'ân dışında mucize verilmediği esasına ulaşmış oluruz.

Kur'ân'ın dışında Hz. Peygamber'e izafe edilen mucizelerin ger­çekten olup olmadığını En'âm 109, İsrâ 59, 90-93. âyetlere bakarak ka­rara bağlamak zorundayız. Bu âyetlerden hareket ederek, nakledilen o mucizeler sorgulanmalıdır. Din eğitimcilerine düşen en büyük görevler­den biri de budur. Kur'ân'ın bu âyetlerini gündeme getirerek Hz. Pey­gamber'in etrafında dolaşan yanlışlara bir dur demenin zamanı geldi de geçiyor. "Önceki toplumların peygamberlerine gönderilen mucizelerin yalanlanması nedeniyle mucize göndermedim" buyuran Allah'ın âyetini bir tarafa atarak beyanlarda bulunmanın dindeki yanlışlığı mutlaka gide­rilmeli, bu âyetler öne çıkarılmalıdır.[58]

 

İmtihan, Korkutma Ve Azgınlık:

 

60. Hani sana: Rabb 'in, insanları kuşatmıştır, demiştik. Sana gösterdiğimiz rüyayı ve Kur'ân'da la'netlenen ağacı sadece insanları sınamak için meydana getirdik. Biz onları korkutuyoruz da, bu onlara, büyük bir azgın­lıktan başka bir şey sağlamıyor.

Ayetten çıkarılacak neticeler vardır:

1. "Hani sana: Rabb'in, insanları ku­şatmıştır, demiştik." Yüce Allah'ın, Hz. Peygamber'e daha önce insanla­rı gücü, ilmi ve yaratması ile kuşattığını söylemiş olmasının anlamı, ona düşman olanların saldırısına karşı onu koruyacağıdır.

a) "Allah seni insanlardan koruyacaktır" (Mâide 5/67). Bu âyetin ilk kısmı, tebliğ yapmasına karşı çıkanlara karşı Yüce Allah'ın onu koruyacağı konusundadır.

b) "Yakında o topluluk bozulacak ve onlar arkalarına dönüp kaçacaklardır" (Kamer 54/45).

c) "İnkar edenlere de ki: Yakında mağlup olacaksınız ve cehenneme sürüleceksiniz. Orası kalınacak ne kötü bir yerdir!" (Âl-i İmrân 3/12; Ayrıca bkz. Âl-i İmrân 3/139; Mücâdele 58/21).

İşte Yüce Allah'ın Hz. Peygamber'e bu söylediklerinin, başka bir şekilde açıklaması yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 60'da yer al­makta ve "Rabb'in insanları kuşatmıştır" ifadesinde kendisini bulmakta­dır.

Âlimler âyetin bu kısmında geçen en-nâs kelimesinin Mek-kelileri ifade ettiğini söylemektedirler. Bize göre bu yorum, âyetin evrenselliğini yaralamaktadır. Yüce Allah kendi dinini savunanlara aynı şekilde her zaman yardım edecek, insanları kudretiyle ihata ettiği için saldırılarını engelleyecek ve mü'minleri zafere ulaştıracaktır. Bu söz hem Hz. Peygamber'e ve hem de tüm çağların mü'minlerine verilmiştir.

Bunun delili de şu âyettir: "Ey iman edenler! Eğer siz Allah'a yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz" (Muhammed 47/7). Şimdi yukarıda verdi­ğimiz âyetlerle bu âyeti birleştirdiğimizde evrensellik boyutu net bir şe­kilde ortaya çıkmaktadır.

Yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 60'daki kuşatmanın, kâfirle­rin kurdukları tuzakları boşa çıkarma manasına geldiğine başka bir delil

de Nisa 108'dir: "İnsanlardan gizlerler de Allah'tan gizlemezler. Halbuki geceleyin, O'nun razı olmadığı sözü düzüp kurarken O, onlarla beraber idi. Allah yaptıklarını kuşatıcıdır." Demek ki bu âyetler, "Yüce Allah, kâfirlerin yaptıkları planlan, ilmi ile; yapacakları saldırıları da kudretiyle kuşatıp yok edecektir" anlamına gelmektedir.

2. "Sana gösterdiğimiz rüyayı ve Kur'ân'da la'netlenen ağacı sadece insanları sınamak için meydana getirdik."

UzjJl er-ru'yâ kelimesine "görüntüler" manasını vermemiz müm­kündür. Ama bu görüntüler ne ile alakalıdır? Hz. Peygamber rüyayı ne zaman görmüştür? Bu konuda iki görüş ortaya konmaktadır:

a) Hz. Peygamber Mekke'ye gireceğini yani Mekke'nin fethedile­ceğini   rüyasında   görmüştü.   Rüyasını   ashabına   söylemişti.   Fakat Hudeybiye'de Mekke'ye girmesinin engellenmesi, bazı mü'minlerin kuşkulanmasına sebep olmuştur. Meselâ Hudeybiye'de Hz. Ömer Hz. Ebûbekir'e: Allah'ın elçisi, bizim Ka'be'yi tavaf edeceğimizi söyleme­miş miydi? demiş, Hz. Ebû Bekir de: O, bunu hemen bu sene yapacağı­mızı söylemedi. İnşallah başka bir yılda yaparız, demişti. Ertesi yıl iste­nen gerçekleşmişti.[59]

İşte bu rüyanın gerçekleşmesi Fetih 27'de ifadesini bulmuştur: "Allah, Elçisi'nin rüyasının gerçekliğini doğruladı."

Şimdi İsrâ 60'daki rüya ile Fetih 27'deki rüyayı birleştirmemiz mümkün müdür? O rüya bu rüya; bu rüya o rüya olabilir mi?

Demek ki, Hz. Peygamber henüz Mekke'de iken müşrikleri yene­ceğini, Müslümanların onlara galip geleceğini rüyasında görmüş ve bunu arkadaşlarına söylemişti. Hz. Peygamber'in bu haberini duyan müşrikler, haberle alay etmişler, onların kedilerini yenmelerini hayal saymışlardı. Bu açıklama, İsrâ 60 ile Fetih 27'nin aynı rüya olduğuna işaret etmekte­dir.

b)  Bazı âlimler de, Hz. Peygamber'in İsrâ 60'da gördüğü rüyanın İsrâ gecesinde, Mi'râc olarak gördüğü rüyayı ifade ettiğini iddia etmek­tedirler. Bu görüş, özellikle Mi'râcın tamamen, gerçeği görme anlamın­da bir rüya ile gerçekleştiğini iddia edenlerin görüşüdür. Bu rüya uykuda görülen bir düş değil, hakikatleri görmektir.

O zaman İsrâ'nın birinci âyeti ile bu âyeti bir araya getirmemiz mümkün olacaktır: lifd ^ işjü "Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim, diye" ifadesindeki gösterme, "görüntüler" anlamına gelen rüya ile aynileşmektedir.

Kur'ân'da "la'netlenen ağaç" ne anlama gelmektedir? Bu ağaç hangi ağaçtır?

a) Bu ağacın zakkum ağacı olduğunu söyleyenler vardır. "Şimdi, ziyafet olarak, cennet ehli için anılan bu nimetler mi daha hayırlı, yoksa zakkum ağacı mı? Biz zakkum ağacı­nı zâlimler için bir fitne kıldık. Zira o, cehennemin dibinden bitip yetişen bir ağaçtır. Tomurcuklan sanki şeytanların başları gibidir. Ondan yerler ve karınlarını ondan doldururlar" (Sâffât 37/62-66).

"Sonra siz ey sapıklar, yalancılar! Elbette bir ağaçtan, zakkum ağacından yiyecek­siniz, karınlarınızı ondan dolduracaksınız" (Vâki'a 56/51-52).

Yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 60'daki el-mel'ûne, yani "lanetlenmiş ağaç", yukarıdaki âyetlerde geçen zakkum ağacı olabi­lir mi? Âyetlerde müşterek olan kelime "fitne" kelimesidir.

İsrâ 60'da insanlar için o ağacın "fitne, sınav" kıldığı; Sâffât 63'te de zâlimler için "fitne, sınav" kıldığı ifade edilmektedir. "Mel'ûn ağa­cın", "zakkum ağacı" olduğunu iddia edenlerin tek tutunacakları kavram "fitne", yani "sınav" kelimesidir.

Şimdi şu soruyu sorabiliriz: "Zakkum ağacı" cehennemin dibinden çıktığına göre {Sâffât 37/64t bu dünyada nasıl bir sınav olmaktadır? Bu fikri savunanların tarafını tutarsak, soruya şu şekilde cevap verebiliriz: Bu dünyada şirk koşan zâlimler, sapıklar ve yalanlayanlar bu ağacın meyvelerinden orada yiyecekler ve karınlarını dolduracaklardır. Bu özel­liği ile söz konusu ağaç dün) ada yaşayan insanlar için bir imtihan konu­su, yani caydırıcı bir özellik taşımaktadır.

Dikkat edilirse Sâffât 65'te o ağacın tomurcukları şeytanların başı­na benzetilmektedir. Kafa ve tomurcuk kavramlarından hareket edersek şu neticeye varabiliriz: Bu dünyada kafasında şeytanî fikirler, Allah'ın vahyine karşı kin ve düşmanlık dolu niyetler besleyenler, öteki dünyada tomurcukları şeytanların kafasına benzeyen ağaçtan yiyeceklerdir. Böy­lece "imtihan olan" varlık, insanın beyni olmaktadır. Kafa, tomurcuk, ağaç. La'netlenen, insanın beynidir; kötülükleri, yanlışları taşıyan beyindir. Yüce Allah'ın insana sunduğu tomurcuk halindeki beynini açmadan zakkum ağacına çevirenler, elbette imtihanı kazanamayıp cehennemin

ortasında biten, tomurcuklan şeytanların kafasına benzeyen ağaçtan yi­yeceklerdir.

Demek ki biz bu dünyadan zakkum ağacımızı beynimizde büyüte­rek öteki dünyaya gidiyoruz. Orada da oturup onun meyvelerini karnı­mıza dolduruyoruz.

b)  Bu ağacın, Hz. Âdem ile hanımına yasaklanan cennetteki ağaç olduğunu da söyleyebiliriz.

Bunu öne sürerken haklılığımız yorumunu yapmakta olduğumuz âyetten sonraki İsrâ 61. âyettir. Yalnız, Hz. Âdem ve eşine meyvesi yasaklanan ağaç cennette idi. O zaman zakkum ağacını öne sürenlerin tam tersi bir iddia olmaktadır. Bu ağacın Kur'ân'da bir sınama, bir fitne olduğuna dair bir ifade yer almamaktadır, ama ağacın lanetlenmiş bir ağaç olduğu, onun meyvesinden yemekle işlenen günahın bir fitne ol­duğu da bir gerçektir.

Aslında insan için imtihan bu ağaç olmuştur. Ama ağacın sadece Hz. Âdem ve eşini ilgilendirdiğini söyleyenlere ne cevap verebiliriz? Bu ağacın meyvesinin yasaklanması sonraki nesillere haram lokma yeme­mek şeklinde nakledilmelidir. Yetim malı, kul hakkı, haram lokma hâlâ insanlar için bir imtihan sorusu veya konusu olmaya devam etmektedir. O zaman âyetteki "ağaç", haram lokmayı temsil etmekte ve haram lok­manın lanetlenmiş olduğu da ortaya çıkmaktadır.

c) Acaba bu ağaç, İbrahim sûresinin 26. âyetinde geçen "kötü a-ğaç" olabilir mi? Yüce Allah İbrahim 25'te "güzel, doğru, faydalı ve temiz sözü", "dalları gökte, kökleri yerde olan bir ağac"a benzetmiş, 26. âyette de "kötü, yanlış, faydasız ve temiz olmayan sözü" de "gövdesi yerden koparılmış, o yüzden ayakta durma imkanı olmayan kötü bir ağac"a benzetmektedir.

Yine burada iş beyne düşmektedir. "La'netlenmiş ağaç", "kötü, yanlış, faydasız ve kirli beyinler"i, "inkâr eden, sapıtan, şirk koşan gö-nüller"i temsil etmektedir. Bu beyin ve bu gönüller her zaman insanlık için bir fitne olmuştur ve onlar da lanetlenmiştir.

d) "Şecere" denen ağaç, bir "soy ağacı" olamaz mı? La'netlenmiş soylar var mıdır? "La'netlenmiş ağaç", "lanetlenmiş soy, topluluk" ola­maz mı? O zaman "şecere"yi "ağaç" manasına değil de, "soy, nesil" an­lamına almamız gerekiyor.

i. "Ândolsun biz Musa'ya Kitâb'ı verdik. On­dan sonra ard arda peygamberleri gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da mu'cizeler verdik. Ve onu Rûhu'l-Kudüs ile destekledik. Gönlünüzün arzulamadığı şeyleri söyleyen bir elçi geldikçe, ona karşı büyüklük tas­ladınız. Peygamberlerden bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldür­dünüz. (Buna ilave olarak) 'kalplerimiz perdelidir' dediler. Hayır, küfür ve isyanları sebebiyle Allah onlara la'net etmiştir. O yüzden çok azı ina­nır" (Bakara 2/87-88).

ii. Yahudilerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden de­ğiştirirler, dillerini eğerek, bükerek ve dine saldırarak: 'İşittik ve karşı geldik, dinle dinlemez olası, raina' derler. Eğer onlar: 'İşittik, itaat ettik, dinle ve bizi gözet' deselerdi, şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve da­ha doğru olacaktı. Fakat küfürleri sebebiyle Allah onları lanetlemiştir. Artık pek azı inanırlar"' (Nisa 4/46).

iii. "Ândolsun ki Al­lah, İsrâiloğullanndan söz almıştı ... Sözlerini bozmaları sebebiyle onları la'netledik" (Mâide 5/12-13).

iv. "Yahudiler, Allah'ın eli bağlıdır, dediler. Hay dedikleri yüzünden elleri bağlanası ve la'net olası­lar!" (Mâide 5/64).

v. "İsrâiloğullanndan kâfir olanlar, Dâvûd ve Meryem oğlu İsâ diliyle lanetlenmişlerdir. Bunun sebebi söz dinlememeleri ve sınırı aşmaları­dır" (Mâide 5/78).

Âyetlerin içeriğine baktığımızda kimlerin, hangi nedenlerle la'net-lendiği görülecektir. Demek ki onlar her zaman için insanlığa bir fitne, bir imtihan, bir sınama olma durumundalar. Mâide 64'te her zaman savaş ateşini onların tutuşturduğuna dikkat çekilmektedir. Ama bize göre İsrâ 60'daki ağaç, zakkum ağacı veya Hz. Âdem'in yemesinin yasaklan­dığı ağaç değil ise, bir "soy ağacı"ndan ziyade, "bir inanç ve fikir ağacı"dır ve inkarcıların, Allah'a âsi olanların ve din düşmanlarının ne­siller boyu şeytandan başlayıp büyüyen insanların ağacını temsil etmek­tedir. Bu ağaç ve bu ağacı besleyen insanlar, insanlığa daima fitne ol­muşlar, problem yaratmışlar, her zaman belâ olmuşlardır. Bu ağacı bes­leyenlerin beyni şeytanın kafasına benzemektedir. Bu ağaca mensup olanlar la'netlenmiştir.

Her nesilden inkarcılar, âsiler ve din düşmanları, bu inkâr ağacının la'netlenmiş dibine su döker, gübre verir ve durmadan onu beslerler. Bu ağacı bu dünyada besleyen inkarcı, âsi ve din düşmanı ve kötü ruhlu insanlar me'lun insanlar olduklarından, öteki dünyada da zakkum ağacı­nı yiyip karınlarına dolduracaklardır.

3. "Biz onları korkutuyoruz da, bu, onlara büyük bir azgınlıktan başka bir şey sağlamıyor."

Âyetin bu kısmı, hakkı inkâr etme niyetleri bütün benliklerini kap­lamış olan kâfirlerin, korkutma şeklindeki uyarı veya duygu eğitiminden istifade edemeyeceklerini, tam tersine taşkınlıklarını artıracağını vurgu­lamaktadır. Uyarının, korkutmanın hangi kaynaktan geldiğinin önemin­den ziyade uyarı yapılan veya korkutulanın bulunduğu ruh hali, psikolo­jik durumu önemlidir. Verici sağlam olabilir ama alıcı makine bozuksa görüntü düşmeyecektir.

Biz buna öğrencinin alakasını uyandırma, verilecek bilgilere hazır hale getirme diyoruz. Öğrenci almaya hazır değilse, gönlünün anteni verilene yönelik değilse, istenilen etki gerçekleşmeyecektir.

İnsan bir alet olmadığından, sadece almamakla, etkilenmemekle kalmıyor, gittikçe azgınlaşıyor. Etkiye gösterdiği olumsuz tepki geomet­rik olarak çoğalıyor.

İşte âyette korkutan Allah olmasına rağmen, insan azgınlığını daha da artırıyor. Bu durum, İsrâ 59. âyette geçen mu'cize göndermemenin sebebini de bir boyutu ile açıklamaktadır. Mu'cizelerle insanları uyar­mak, korkutmak her zaman istenilen neticeyi vermeyebilir, tam tersi onların azgınlığını artırabilir.

İyiye, güzele, doğruya ve hakikate yönelik değişim beklenirken, giderek artan bir azgınlığa doğru değişimin olacağına dikkat çekilerek, eğitilmesi mümkün olmayan insanların bulunabileceği öğretilmektedir. Din adamları, yola gelmeleri için çaba sarf ederken, bazı insanların yol­dan çıktıklarına şahit olabilir.[60]

 

Şeytan Sadece Aldatır:

 

61.  Bir zaman meleklere: Âdem 'e secde edin, demiştik. Secde ettiler, yalnız İblis etmedi: Ben, çamur olarak yarattığına secde eder miyim? dedi.

62.  Şu benden üstün kıldığını gördün mü! Andolsun e-ğer beni kıyamet gününe kadar ertelersen, onun zürri-yetini, pek azı hariç, kökünden koparıp sürükleyeceğim, dedi.

63. Allah buyurdu: Defol git! Onlardan kim sana uyar­sa, cezanız cehennemdir, ne mükemmel bir ceza!

64.  Onlardan gücünün yettiğini sesinle yerinden oynat; süvarilerinle ve yayalarınla onların üzerine yaygarayı bas; mallarda ve evlatlarda onlara ortak ol, kendileri­ne vaadlerde bulun. Şeytan, insanlara aldatmadan baş­ka bir şey vadetmez.

65.   Benim   kullarıma   gelince  senin   onlara   gücün yetmez. Vekil olarakRabb'in yeter.

Bu âyetler birbirini tamamlar mahiyette olduklarından, bir arada yorumlamayı uygun buluyoruz. Hz. Âdem ile İblis'in ilişkileri Bakara 2/34-36; A'râf 7/11-12; Hicr 15/30-42; İsrâ 17/61-65; Kehf 18/50; Tâhâ 20/116-124 ve Sâd 38/73-83 âyetlerinde gündeme getirilmektedir.

Konu bu sûrelerin bu âyetlerinde ele alınırken daima konunun farklı boyutlarına dikkat çekilmiştir. Burada soracağımız soru şudur: İsrâ sûresinde yorumlamalarını yapacağımız âyetlerde niçin ele alınmıştır? Bu âyetlerin diğer âyetlerle olan bağlantısı nedir?

Bu âyetlerin İsrâ 53 ile bağlantısı vardır. 53. âyette Yüce Allah: "Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler. Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır."

Bu âyette şeytanın düşmanlığı söylenirken, İsrâ 61'de de bu düş­manlığın ne zaman ve nasıl başladığı açıklanmaktadır.

Diğer taraftan şeytanla ilgili bu âyetlerin 60. âyetle de bağlantısı vardır: "Biz onları korkutuyoruz da, bu onlara büyük bir azgınlıktan başka bir şey sağlamıyor" ifadesindeki, insanların azgınlığına şeytanın etkisini anlatmak için, onun insana olan hasedi ve düşmanlığının başlangıcına gidilmektedir. Hz. Âdem'e karşı başlayan bu düşmanlık, kıyamete kadar devam edecektir.

1. "Bir zaman meleklere: Âdem'e secde edin, demiştik."

İsrâ sûresinde neden "secde edin" emrini verdiği açıklanmamakta­dır. Bakara'daki açıklamada Hz. Âdem'e öğretilen bilgiler meleklere sorulduğunda cevap vermemelerinin ve Hz. Âdem'e sorulduğunda cevap vermesinin bu emrin verilmesine sebep olduğu söylenmektedir. Başka bir ifade ile. bilginin üstünlüğünü göstermek için, bilene saygı duyulaca­ğını öğretmek için bu emri Yüce Allah'ın verdiğine işaret edilmektedir.

Tabii ki bu secde Hz. Âdem'in zatına değil, sahip olduğu bilgiye olacaktı. O bilgi de Allah'tan geldiğine göre (Bakara 2/31) dolaylı olarak secde Allah'a olmuştu.

2. "Secde ettiler, yalnız İblis etmedi."

Âyetin bu kısmında. Yüce Allah'ın emrine karşı iki farklı tavır sergilendiği ele alınmaktadır. Meleklerin secde emrini yerine getirmesi­ne rağmen İblis, olumsuz tavır takınarak, emri yerine getirmedi. Bu anda sorumuz şu olacaktır İblis "in secde etmemesini Yüce Allah bize niçin anlatıyor? Allah, emrine karşı çıkan ve onu yerine getirmeyenlerin nasıl şeytanî bir ahlâka bürün düklerini anlatmak için İblis'in durumunu açık­lamaktadır. İşte bu bilinci vermek için İblis olgusunu defalarca gündeme getirmektedir.

3. "Ben, çamur olarak yarattığına secde eder miyim? dedi."

İşte bu âyetin bu kısmı, İblis'in secde etmeme şeklinde ortaya çı­kan davranışının sebebini belirlemekte ve böylece Yüce Allah davranış analizi yapmış olmaktadır. Çünkü secde etmemesi sonuç, onun sebebi de İblis'in söylediği bu sözdür.

a) Demek ki Bakara 34'e göre ve buradaki ifadeden bu davranışın sebebi "kibir"dir. Allah'a karşı ilk günah "kibir"den dolayı işlenmiştir. "Kibir", yani büyüklenme, İsrâ 61'de mukayeseye dönüşmüş, Hz. Â-dem'in yaratıldığı madde ile kendisinin yaratıldığı maddeyi mukayese etmiştir: "İblis ben ondan hayırlıyım! Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın, dedi" (Sâd 38/76). İblis, kendi üstünlüğünü ortaya koymak için bu mukayeseyi yapmış, çamurdan yaratılana, ateşten yaratılanın secde etmeyeceğini söyleyerek, ne denli kibrinin etkisinde kaldığını göstermiştir.

b)  Secde etmemesinin başka bir sebebi de, cinlerden olmasıdır (Kehf 18/50). Meleklerin arasında bulunmasına rağmen, yapısı itibariyle "cin" idi. Cinlerin Allah'ın emirlerini yerine getirip getirmeme konusun­da hür irâdeleri vardır.

İsrâ 61'deki İblis'in sorusu, neticesi inkâr olan ya da olumsuz olan bir sorudur. "Eder miyim?" ifadesi "etmem" demektir. Bu tip soruların cevabı kendi içindedir. İblis, secde etmeyeceği kararını soru olarak yö­neltmektedir.

Bu açıklamadan şu genellemeyi çıkartabiliriz: Kibir hem emre asi olmaya sebep oluyor hem de saygıyı öldürüyor. Kendinde bir varlık gö­ren insanlar, saygı göstermesi gereken kişilere saygı göstermezler.

Diğer taraftan İblis, Allah'ın yarattığı ile verdiği emir arasında bir denkliğin olmadığını ifade edecek kadar ileri gitmekte, çamurdan yaratı­lana, ateşten yaratılanın secde etmesi konusundaki emrin yapısal geçerli­liği olmadığını söylemektedir.

4. "Şu benden üstün kıldığını gördün mü!"

İblis, sadece kibir edip mukayese yapmakla kalmıyor, küstahlığın en son noktasına ulaşıyor; hakarete varacak kadar küstahlaşıyor. Sanki Allah neyi yarattığını bilmiyor da, "gördün mü?" diyerek hem Hz. Â-dem'e hakaret ediyor hem de Yüce Allah'ın yanlış emir verdiğini ima ediyor.

Aslında "şu benden üstün kıldığını gördün mü!" ifadesinde, Râzî şu açıklamaların olduğunu söylemektedir: Bana üstün kıldığın bu kimseden bana bahset. Onu bana niçin üstün kıldın. Halbuki ben ondan daha hayırlıyım, demektir. era'eyteke kelimesi "bana haber ver" anlamına da gelebilir.

5. "Andolsun, eğer beni kıyamet gününe kadar ertelersen, onun zürriyetini pek azı hariç, kökün­den koparıp sürükleyeceğim, dedi."

Bu âyette ehharteni "beni ertelersen" dediği halde, A'râf 14'te "bana mühlet ver" demektedir.

İblis, bu âyette i^aiı fjş jt "kıyamete kadar" derken A'râf 14'te "tekrar dirilecekleri güne kadar" demektedir. Bu ifadeler aynı şeyi ifade etmektedirler.

Ama bizim bu ifadelerken çıkaracağımız önemli neticeler olacak­tır.

a) İblis, kıyamete ve öldükten sonra dirilmeye inanmaktadır. Ken­di sözlerinden bu anlaşılmaktadır.

b) Kimden müsaade alınacağını biliyor ve Allah'a inandığı anlaşı­lıyor. Kıyamete, yani öldükten sonra dirilme anına kadar yaşama iznini Allah'tan alıyor.

Kıyamete kadar yaşama iznini niçin istediğini yine kendisi ifade etmektedir. "Onun zürriyetini. pek azı hariç, kökünden koparıp sürükle­yeceğim."

Bu âyette le ahtenikenne "kökünden koparıp sürükleye­ceğim" ifadesi yer alırken, Sâd 82'de &J% le uğviyennehüm "onları azdıracağım" ifadesi yer almaktadır. Aslında her ikisi de aynı şeyin fark­lı cümlelerle ve farklı kavramlarla ifade edilmesidir.

ahtenikenne kelimesinin kökü olan  haneke fiili, "bir şeyi anlamak, sağlamlaştırmak, annenin bir şeyi ezip çocuğun damağına koyması, hayvana yular, gem takmak, tecrübenin insan aklını, görüşünü sağlamlaştırması"; hanneke kalıbı, "birinin damağını ovmak;

ihteneke kalıbı da "ata yular takmak, çekirgenin yerdeki bitkiyi tama­men yiyip yok etmesi, birinin bütün malını almak, galip ve müstevli ol­mak; vib istahneke kalıbı da "az yiyen adamın sonradan oburlaşması, ağacın kökünden kopması" manalarına gelmektedir.

Bu kelime Kur'ân'da sadece yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 62'de geçmektedir. İblis'in söylediği bu sözden anlıyoruz ki, insanı ta­mamen etkileyip almak istiyor, en küçük davranışlarına varıncaya kadar ona sahip olmak istiyor. Başka bir anlamı ile insana yular takıp onu iste­diği yöne çekeceğini söylüyor. Ata gem vurmak, yular takmak gibi insa­na gem vurup yularlayarak ona hâkim olmak istiyor.

Bu şekilde insanı etkileyip azdıracağını Allah'a itiraf etmektedir. Ağacın kökünden kopup sürüklemek anlamında hareket edersek, İblis insanı Allah'ından, aklından koparıp kötülüklere sürükleyeceğini itiraf etmektedir. İnsanın beyin ve gönül kökleri Allah'a bağlıdır, bu köklerin kesilmesi ile insan, kökleri koparılan bir ağaç gibi yıkılıp kurumaya mahkûm olacaktır. Demek ki İblis, insanı Allah'ından, kendinden, bey­nini gönlünden koparak bir kütük haline getireceğini söylemektedir.

İşte din, İblis'e bu fırsatı vermemek için insanın Allah'ı ile, kendi­si ile olan bağlarını sağlam tutmak için gelmiş, din eğitimine de bu ama­cı gerçekleştirme görevini vermiş, Şeytan'in yular vurduğu ve kökünden koparıp kurumaya, çürümeye terk ettiği bir duruma düşmesini engelle­mek ve onu manevî silahlarla donatmak görevini yüklemiştir.

İblis, İsrâ 62'de 5Üi VI illâ kalîlâ "pek azı hariç" derken, onların kimler olduğunu söylememekte, ama Sâd 83'te bunların ihlâs sahibi kul­lar olduğunu açıklamaktadır. Peki İblis, insanları etkileyip onlara gem vurarak kökünden koparmakla ne yapmış olacaktır? Sorunun cevabını da A'râf 17'de buluyoruz: y.J& 'fö'\ if Vj "Onların çoklarını şükredenler-den bulamayacaksın." İşte İblis'in katkısıyla insanın etkilenmesinin so­nucu bu olacaktır.

6. "(Allah, İblis'e yönelik olarak) buyurdu: Defol git!"

Yüce Allah, bu âyette izheb "defol git" derken A'râf 13'te  i    ihbıt minhâ "in oradan"; Hicr 34'te de  M ühruc minhâ "öyleyse oradan çık" ifadelerine yer vermektedir. "Git", "in" ve "çık" emirleri farklı söylense bile neticeleri aynıdır. Netice olarak diyebiliriz ki, İblis'i Yüce Allah katından kovmuştur. Onun içindir ki Şeytan'a er-racîm "kovulmuş" (Nahl 16/98) denmektedir.

Burada kaydedilmesi gerekli olan önemli nokta, A'râf 12'de olan sorgulamanın, burada yer almamasıdır. Yüce Allah İblis'i kovmadan önce onu sorgulamıştır.

7. "Onlardan kim sana uyarsa, cezanız cehennemdir; ne mükemmel bir ceza!"

A'râf 18'deki ifâde şöyledir: "On­lardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım." Bu ve yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 63'te geçen ifadeden anlıyoruz ki, sadece şeytana tâbi olanlar değil, şeytan da onlarla beraber cezalandırıla­caktır. Yüce Allah: 'jfjü)f "cezanız" buyururken, şeytanı yani İblisi de kapsamına almaktadır. İsrâ 63'ün sonunda yer alan j^iji mevfûrâ keli­mesi, "bol kılınmış" anlamına gelmekte, burada ise "yaptıklarınızın tam karşılığı" anlamını ifade etmektedir. Yapılanla verilen cezanın denk düşmesi demektir. "Mükemmel ceza. denk düşen, fazla ve eksiğe kaç­mayan ceza" demektir. Hukukun en zor işlerinden biri suça denk bir cezayı bulmaktır. Yüce Allah burada cezanın denk olduğuna işaret et­mektedir.

"Onlardan gücünün yettiğini sesinle yerinden oynat: süvarilerinle ve yayalarınla onların üzerine yay­garayı bas; mallarda ve evlatlarda onlara ortak ol, kendilerine vaadlerde bulun. Şeytan, insanlara aldatmaktan başka bir şey vaadetmez."

Yüce Allah şeytanı kovduktan sonra, kullarına neleri yapabilece­ğini söyleyerek, kullarına ne kadar güvendiğini göstermektedir. Diğer taraftan bize, şeytanın etkisinin nasıl geleceğini, bizimle nasıl uğraşaca­ğını öğretmektedir.

Âyette men isteta'te "gücünün yettiğini" söylemekle Yüce Allah aslında onun gücü olmadığını vurgulamaktadır. Ama şuna da işaret etmektedir: Güçsüz olan şeytanın gücünün yeteceği insanlar da olacaktır. Yüce Allah gücü yettiği takdirde şunları yapabileceğini ona söylemektedir:

 Ki "Gücünün yettiğini sesinle yerinden

Demek ki şeytanın sesi, konuşması, dili vardır. Ama o bize, herke­se kendi dilleri ile konuşur. Bizimle vesvese, yaldızlı sözleri ile konuştu­ğu için herkes onun dilini anlar.

"Yerinden oynatmak" manasına aldığımız fezze fiili, "uzaklaş­mak, vazgeçmek, galip olmak, yalnız kendi başına kalmak, ürküp kork­mak, birinin içine korku koyarak yerinden oynatıp rahatsız etmek, yara sulanıp içindeki akmak, bir şey sebebiyle alev gibi yanıp kararsız ol­mak"; yjû tefezzeze kalıbı, "bir zahmete uğrayıp minnete düşmek";  istefezze kalıbı, "birinin temkin ve metanetini yok ederek kararsız kıl­mak, yerinden çekip atmak" anlamına gelmekte ve âyette bu son kalıbı ile yer almaktadır.

Bu kelime Kur'ân'da üç âyette geçmektedir. "Yine onlar seni yurdundan çıkarmak için nerede ise dünyayı başına dar edeceklerdi" (İsrâ 17/76). Çıkarmak, "ülkesinden çıkarmak" anlamına gelmektedir.

İsrâ 103'te de aynı anlamda yer almaktadır. Sadece yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 64'te manevî anlamda "insanın, Allah naza-rındaki yerinden, değerinden oynatılıp söküp atılması" anlamına gelmek­tedir. Demek ki ikisi maddî biri de manevî ülkeden çıkarmak manasını ifade etmektedir.

Ayetteki "şeytanın sesi" kavramı, onun insanları Allah'a isyana davet etmesi, vesvese vermesi, onları içlerinden etkilemesi demektir.

i. Şeytan insanın sinesine, göğsüne, gönlüne konuşur. Sinelerimiz onun vesvesesinin dilini anlar ve etkilenir. "De ki: İnsanların kalplerine vesvese sokan pusuya çekilen cin ve insan şeytanın şerrinden insanların Rabb'ine, insanların melikine, insanların ilâhına sığınırım"

 (Nâs 114/1-6). İşte bu sûrede şeytanın, insanların kalbine vesvese verdi­ğini Yüce Allah söylemektedir.

ii."Bunlar, aldatmak için birbirle­rine yaldızlı sözler fısıldarlar" (En'âm 6/112).

iii. "İş bitirilince şey­tan diyecek ki: Şüphesiz Allah size gerçek olanı vaadetti, ben de size vaadettim" (İbrahim 14/22).

Demek ki şeytan insana vaadediyor, vaadederken insanla konuşu­yor, insan da onun konuşmasını anlıyor.

iv. "Ya şeytan, onları alevli ateşin azabına çağırıyor idiyse!" (Lokman 31/21).

Şeytan çağırıyor, insan onun çağrısını anlıyor ve ona icabet ediyor.

v. "Çünkü şeytan insana inkâr et der, insan inkâr edince de: Ben senden uzağım, çünkü ben âlemlerin Rabb'i olan Allah'tan korkarım" (Haşr 59/16).

Görüldüğü gibi şeytan, insana konuşuyor, insan onu anlayıp dedi­ğini yerine getiriyor. Demek ki şeytan insanı etkilerken herkesin anlayabileceği ortak bir dil kullanmaktadır. İşte şeytanın insanı etkilemesi için en etkili silahı, vesvesesi, sesi ve dilidir. O, insanın sinesine konuşur, sine de onun konuşmasını anlar ve etkilenir. Onun konuşması, vesvesesi öylesine tatlıdır ki, insanı yerinden koparıp alır ve Allah katındaki değerini kaybetmesine neden olur.

b) "Süvarilerinle ve yayalarınla onların üze­rine yaygarayı bas."

Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki şeytanın ordusu vardır. Bu ordu süvari ve piyadelerden oluşmaktadır. Bu ordusu ile insanların üzerine yüklenmektedir. "Yaygarayı basmak", "üzerlerine yüklenmek" anlamına

gelmektedir.

Âyette geçen eclib kelimesi "bağırmak, çağırmak, yaygara koparmak" anlamına gelen  celebe fiilinin emir kalıbıdır. Râzî, Zeccâc'ın bu kelimeyi şöyle açıkladığını nakletmektedir: Bir kişinin yanında süvari ve piyadelerin birikip düşman üzerine saldırdığında du­rum, bu kelime ile ifade edilir. Bir kimseyi, kötülüğü ile tehdit edip onun aleyhine bir grup birleşince de durum, bu kelime ile ifade edilir.

Âyette geçen hay! "süvari", racil de "piyade, yaya yürüyen" demektir. Aslında insanlardan "şeytana süratle yardım eden"Jere hayl; "yavaş yavaş yardım eden"lere de raciJ denebilir. Demek ki İblis'in hem cinlerden hem de insanlardan oluşturduğu ordusu

Vardır.

c) "Mallarda ve evlatlarda onlara ortak ol."

Şeytan, insanlarla mal konusunda ortaklık kurmakta, onlarla bera­ber ekonomik faaliyetlerde bulunmaktadır. Şeytan, insanlarla nasıl ortak­lık kurar? Bunu çeşitli şekillerden yapabileceğini Kur'ân'dan delillendirebiliriz:

i. İnsanın kendi malı için yaptığı her türlü çirkin, haram tasarruf­larda şeytanın ortaklığı vardır. Başkasının malını gasbetmesi, yetim ma­lını alması, faiz yemesi, hırsızlık yapması, kısacası ekonomik anlamda kul hakkı yemesi, şeytanı ortak etmesi anlamına gelmektedir.

ii. "Faiz yi­yenler, şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkar­lar" (Bakara 2/275).

İşte faiz yiyen adamın ortağı şeytandır.

iii. "Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin eder" (Bakara 2/268).

Mal konusunda şeytanın ortak olduğu kimseye şeytan, Allah yo­lunda harcama yapmamasını emreder ve ona "infak edersen fakirleşir-sin" tehdidinde bulunur.

iv. "Onları mutlaka saptıraca­ğım, mutlaka onları boş kuruntulara boğacağım, kesinlikle onlara emre­deceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar" (Nisa 4/119). Hayvanların kulaklarını putlar için nişanlamaları, şeytanın mallarına ortak oldu­ğunu ifade etmez mi? Ortak olmadığı birinin emri ile insan bunu yapar mı?

V.   "Allah bahîra, sâibe, vesîle, hâm diye bir şey meşru kılmamıştır. Fakat kâfirler, yalan yere Allah'a iftira etmektedirler ve onların çoğunun da kafaları çalışmaz" (Mâide 5/103). İslam öncesi Arapların, bir takım hayvanları putlara kurban etmeleri, onları putlar adına serbest bırakmaları bir uygulama idi.

Günümüzde malını, Allah'ın dinine düşmanlık olsun, Allah'ın yo­lunu engellemek için harcayanlar da mallarına şeytanı ortak etmektedir­ler. O zaman, cansız putlara kurban kesiliyordu, şimdi ideolojilere, sahte tanrılara mal harcaması yapılıyor. Fark sadece cansız olan tanrıdan canlı ve fikir tanrısına dönüşüm olmasıdır. İşte bu durumda insan kazanıyor, ama şeytanla beraber harcama yapıyor. Çok ilginç bir ortaklık şeklidir bu.

vi. "Al-lah'ın yarattığı ekinlerle hayvanlardan Allah'a pay ayırıp zanlarınca, 'bu Allah'a, bu da ortaklarımıza «putlarımıza)' dediler" (En'âm 6/136).

Müşrikler Allah'a pay ayırıyor, ortakları olan şeytan da putlara a-yırmalannı söylüyor. Ortak olmasaydı şeytan onların mallarında böyle bir tasarrufta bulunabilir miydi?

Kısaca şunu söyleyebiliriz: Haram yoldan kazanılan ve haram yol­lara sarf edilen mala şeytan ortaktır.

Diğer taraftan şeytan çocuklar konusunda da ortak olmaktadır. Pe­ki şeytan çocuklara nasıl ortak olur?

i. Zinaya teşvik ederek

"Şeytan size hayasızlığı (fuhşu) emreder" (Bakara 2/268). Zina ile kazanılan çocuğa şeytan ortak olur.

ii. Çocuklara haram lokma yedirterek

Haram yolla kazanılan mala şeytanın ortak olduğunu az önce söy­lemiştik. Bu maldan çocukları gıdalandırmada da şeytan ortak oluyor demektir. Haram lokma, haram süt ile beslenen çocuğa şeytanın malın­dan veriliyor demektir. "Zu­lümle yetimlerin mallarını yiyenler şüphesiz karınlarına ancak ateş tıka­mış olurlar" (Nisa 4/10). Midesine ateş olan haram lokmayı indiren ba­banın sperminden doğacak olan çocuklar bir çeşit alev topu olarak doğa­caktırlar.

iii. Fakirlik korkusu salıp çocukları öldürterek

"Geçim endişesi ile çocuklarınızı öldürmeyin" (Isrâ 17/31). Eğer bir insana çocuğunu şeytan öldürtüyorsa, ona ortak oluyor demektir. Öldürme olayını şeytanla beraber gerçekleştiri­yorlar.

iv. Çocuklarına doğru bilgi vermeyenler, onların kafasını şeytanî bilgilerle dolduranlar, şeytanı onlara ortak etmektedirler. Onun için eği­tim ve öğretim meselesi çok ciddî bir faaliyet olarak insanın hayatında yer almaktadır. İnsanlara yaramayan, hatta zarar veren fikirlerle, felsefe­lerle çocukların kafasını doldurmak şeytanı ortak etmektir.

Âyete dikkat edilirse önce ekonomi, yani mal; sonra çocuklar gel­mektedir. Bunun anlamı, haram lokmanın, neslin asaletine olan olumsuz etkisini göstermesidir.

d) "Kendilerine vaadlerde bulun. Şeytan, insanlara aldatmadan başka bir şey vaadetmez."

İbrahim 22'de şeytanın kendisi itiraf etmektedir ki, Allah'ın vaadi gerçek; kendi vaadi ise sahtedir. Şeytan vaadinde durmaz; vaadinde ya­lancıdır.

Şeytanın işi aldatmak olduğuna göre vaadleri de sahtedir. O, Al­lah'ın adını kullanarak insanları aldatır: jjjiil ibL "O aldatıcı (şeytan) sizi Allah ile aldatmasın" (Fâtır 35/5).

Yüce Allah âyetin sonunda şeytanın insanlara aldatmaktan başka bir şey vaadetmediğini söyleyerek, insanları bilinçlendirmekte, onun bir sahtekar olduğunu, verdiği sözde durmayacağını ve böylece onun tuza­ğına düşmenin büyük kayıp olacağını insana öğütlemektedir. Zaten dinin ana amaçlarından biri de şeytanın aldatıcılığına karşı insanı ma'nen si­lahlandırmaktır.

g) "Benim kullarıma gelince senin onlara gücün yetmez. Vekîl olarak Rabb'in yeter."

Yüce Allah'ın, "benim kullarım" derken kastı ihsan edip ihlâsa u-laşanlardır. Zaten şeytan şöyle demişti:

 "Senin mutlak kudretine yemin ederim ki: Onlardan ihlâsa erdi­rilmiş kulların bir yana. hepsini mutlaka azdıracağım, dedi" (Sâd 38/82-83).

İşte şeytanın gücü. muhlis, muhsin, muttaki denen kâmil insanlara, manevî doyuma ulaşmış kişilere yetmemekte, onları etki alanına alama­maktadır. Onlar şeytanın manyetik alanına girmediklerinden şeytan, on­ları kendine çekememekte. aldatamamaktadır. Çünkü onlar, şeytanın vesvesesini ulaştıracağı alanın uzağında kalıyorlar. İşte din eğitimi, şey­tandan az-çok etkilenen insanı yetiştirme görevi ile yükümlüdür.

İnsanlar şeytanı vekil edindiklerinde, onun etkisi altına girmekte­dirler. Onun içindir ki. âyetin sonunda "vekîl olarak Rabb'inin yeterli olacağı"na dikkat çekmektedir. Allah'ın vekâletine sığınan, O'na daya­nan insanın üzerine şeytanın hiçbir yaptırımı olamaz.

Onun için insanlar Allah'ın kudretine sığınıp yoluna sanlırlarsa ve bu inancı davranışlarına yansıtırlarsa, şeytanın manyetik alanının dışında kalacaklardır.[61]

 

İnsan Nankördür:

 

56. 5o/ nimetinden elde edesiniz diye, Rabb'iniz sizin için denizde gemiler yüzdürür. Doğrusu O, size acır.

67.  Denizde bir sıkıntıya düştüğünüz zaman, Allah 'tan başka yalvardıklarınız ortadan kaybolur. Ama O, sizi karaya çıkarıp kurtardığı vakit, yüz çevirirsiniz. Zaten insan çok nankördür.

68.  O 'nun karada da sizi yere batırmasından veya ba­şınıza  taş yağdırmasından  güvende misiniz? Sonra kendinize bir koruyucu da bulamazsınız.

69.  Ya da sizi tekrar denize döndürerek, kırıp geçiren bir kasırgayı üzerinize gönderip, inkâr etmenizden do­layı sizi suda boğmasından güvende misiniz? Sonra bundan dolayı bizi arayıp soracak bir destekçi bula­mazsınız.

Bu âyetlerde şirk, nankörlük, Allah'ın nimeti ve merhameti işlen­mekte ve bunlar vasıtasıyla insanın ruh analizi, şahsiyet analizi yapıl­makta ve davranış psikolojisi ele alınmaktadır. Âyetlerin açıklamasında söylenen konularla ilgili çıkarımlar yapılacaktır.

1."Bol nimetinden elde edesiniz diye, Rabb'iniz sizin için denizde gemiler yürütür. Doğrusu O, size acır."

Bu âyette nimet, nimeti elde etmek, denizde gemi yürütmek ve merhamet konulan üzerinde durulmaktadır.

a) Yüce Allah denizlerde de insan için nimetler yaratmış, ama bu nimetleri elde etme görevini insana vermiştir. Onun için  litebteğû min fadlih "bol nimetinden elde edesiniz diye" demiştir. Bu ifadenin başında yer alan lâm harfi, eylemin amacını belirlemektedir. Nedir o eylem? Yüce Allah'ın denizde gemileri yüzdürmesidir.

Yüce Allah, âyetin birinci bölümünde "suyun kaldırma/itme kuv­veti kanunu"na dikkat çekmektedir. Cisimler suda nasıl yüzerler de bat­mazlar? Gemileri Kendisinin yüzdürdüğünü söylerken, cisimlerin suda batmayıp yüzmeleri konusundaki kanunu kendisinin koyduğuna işaret etmektedir. Günümüzde Arşimet e mal edilen bu kanunun koyucusu Allah, keşfedeni ise Arşimet olmuştur. Kanunu yaratan Arşimet değildir.

Yüce Allah ilk defa gemiyi Hz. Nuh'a yaptırmıştır. Hz. Nuh'a na­sıl gemi yapacağını vahyedip öğretmiştir "Gözlerimizin önünde ve vahyimiz uyarınca gemiyi yap" (Hûd 11/37); "Bunun üzerine Nuh'a şöyle vahyettik: Gözlerimizin önünde ve öğrettiğimiz şekilde gemiyi yap" (Mü'minûn 23/27). Böylece suda batmayacak, ama insan yapımı olan bir geminin nasıl yapılacağının bilgisini ilk öğreten Yüce Allah olmuştur.

Cisimlerin suda yüzme kanununu Yüce Allah insan için yaratıp koymuştur. Âyetteki ^ leküm "sizin için" ifadesi, buna işaret etmekte­dir. Bu kanunu, yani "suyun itme gücü" kanununu Yüce Allah koyduğu için âyette, gemileri yüzdürenin Kendisi olduğunu söylemektedir. Yüce Allah'ın gemileri yüzdürmesi, onların kaptanlığını yaptığı anlamına alınmamalıdır. Gemilerin suda yüzme kanununu O'nun koymuş olması, mecazî anlamda gemileri O'nun yüzdürmesi olmaktadır.

b)  İnsanlar Allah'ın nimetlerinden arayıp bulsunlar diye gemileri yüzdürmesi hangi sıfatı gerçekleştirmektedir? Soru âyetin sonundaki kelime ile cevaplandırılmaktadır. Yüce Allah "merhameti" gereği bunu yapmaktadır. Yüce Allah insanlara acıdığı, onlara merhamet ettiği için hem gemileri yüzdürmekte hem de nimetlerini sunmaktadır.

c) Gemilerle Allah'ın nimetlerinden aramak, elde etmeye çalışmak çağlar geçtikçe hem çoğalmış hem de çok farklılaşmıştır. Onun içindir ki Yüce Allah, "nimet" kelimesini değil de, "fadl" kelimesini kullanmıştır.

Savaş gemileri yaparak vatanının bağımsızlığını ve namusunu ko­rumak da bir nimettir. Armatörlük yaparak, uluslararası yük taşıyarak da kazanç elde edilebilir. Gemilerle yolca taşınması deniz aşın ülkelere gitmek de bir nimettir. Deniz ürünlerinden istifade etmek için yapılan çalışmalar da nimetten istifade etmektir. Denizdeki canlıları araştırmak için deniz bilimleri kurulması da bir bilgi nimetidir.

İleriki çağlarda deniz teknolojisi daha zenginleşecek, deniz bilim­leri daha derinleşecek ve böylece Allah'ın nimetlerinden çok yönlü isti­fade edilecektir.

2. "Denizde bir sıkıntıya düştüğünüz zaman Allah'tan başka yalvardıklarınız kaybolur."

Yüce Allah, bir önceki âyette deniz, gemi ve nimet konusunu maddî anlamda ele almış, ama Kendisinin insan için neler yaptığına dik­kat çekmişti. 67. âyette ise işin psikolojik, yani manevî boyutunu ele almaktadır.

a)  "Denizde bir sıkıntıya düştüğünüz zaman." Aslında âyette "sıkıntı", cümlenin öznesi durumunda olduğundan manayı şöyle vermek gerekiyor: "Denizde size bir sıkıntı dokunduğunda." Dikkat edilirse Yüce Allah'ın, "sıkıntıyı" canlı bir varlık gibi takdim etmekte olduğu görülecektir. "Sıkıntı" hareket eden bir varlık gibi gelip insana dokunmaktadır. J-i messe "dokunma" kelimesinin kullanılma sebebi, geçici olmasındandır. Sıkıntı kalıcı değil, kullanılma sebebi, geçici olmasındandır. Sıkıntı kalıcı değil, geçicidir; yerini hemen ferahlığa bırakabilir, değişime müsaittir.

b) "Sıkıntı" beraberinde tevhid inancını getirmektedir. Denizde sı­kıntı dokunmadan önce insanlar Allah'tan başka tanrılara yalvararak şirk koşuyorlardı. Sıkıntı gelince, o sahte tanrılar insanın gönlünden çıkıp gitmekte, sadece Allah kalmaktadır.

Yüce Allah şu ilkeyi vurgulamaktadır: İnsanlar rahat olduklarında şirk koşuyor, sıkıntılı anlarında tevhid inancına yöneliyorlar. Çünkü sı­kıntılı anlarında, sahte tanrıların onlara bir fayda temin edemeyeceklerini anlıyorlar.

Tabiat olaylarının etkisi ile insanın psikolojisi değişiyor, değişen psikoloji ile de şirk inancı yerini tevhid inancına bırakıyor. Yüce Allah bu konuda hem psikoloji hem de inanç üzerine bir ders vermekte, psiko­lojinin değişimine bağlı olarak inancın değişimi konusunu fişlemektedir. Bunun en güzel örneğini Firavun yaşamıştır:

"Nihayet boğulma haline gelince, Fi­ravun: Gerçekten. İsrâiloğullannın inandığı Tanrı'dan başka tanrı olma­dığına ben de iman ettim. Ben de müslümanlardanım, dedi" (Yûnus 10/90).

Boğulma tehlikesi onu tehvid inancına yöneltmiştir. Değil Al­lah'tan başka sahte tanrıları, Firavun kendi tanrılığını bile reddederek tek Allah inancını kabul ettiğini itiraf etmiştir.

Aslında âyetin biraz daha ince analizi yapılırsa, Allah'tan başka yalvardıkları tanrıların, onları yüzüstü bırakıp gittiklerini anlamış oluruz. Demek ki şirk inancında bir ihanet vardır. Onun içindir ki, âyette JJ^ dalle "ortadan kayboldu" fiili de sahte tanrıların ihanetini anlatmaktadır.

"Hani şeytan onlara yaptık­larını güzel gösterdi de: Bu gün insanlardan size galip gelecek kimse yoktur; şüphesiz ben de sizin yardımcınızım, dedi. Fakat iki ordu birbirini görünce ardına döndü ve: Ben sizden uzağım, ben sizin görmediklerinizi görüyorum, ben Allah'tan korkuyorum, Allah'ın azabı görüyorum, ben Allah'tan korkuyorum, Allah'ın azabı şiddetlidir, dedi" (Enfâl 8/48).

3. "Ama O, sizi karaya çıkarıp kurtardığı vakit, yüz çevirirsiniz."

Allah'tan başka tanrıları bir tarafa atıp sadece Allah'a kurtuluş için yalvarınca, Allah da duaları kabul edip onları kurtarır, yani onları karaya çıkartır. Karaya çıkınca bu sefer yine tevhid inancından şirke dönerler, yani tek olan Allah'a yalvarmayı bırakırlar. Kurtuluşun değerini bilmez­likten gelirler. Sanki hiç sıkıntı çekmemiş, sıkıntıdan dolayı Allah'a yal-varmamış gibi hareket ederler. Bu şekilde davranmanın sebebi nedir? Âyetin devamı soruyu cevaplandırmaktadır:

4. "Zaten insan çok nankördür." Nankörlük psikolojisi,  insanı  Allah'ın  nimetinden   yüz  çevirtmektedir.   Dikkat edilirse  âyette  geçen  ve bizim  "nankör"  olarak manalandırdığımız kelime kefûrâ kelimesidir. "Kâfir" ile "nankör", aynı kelime ile ifade edilmektedir.

"Nankör" adamın psikolojisinde, yani manevî yapısında istikrar yoktur; dönektir ve çizgisi belli değildir. Sıkıntılı anında başka, tehlike­siz anında başka türlü davranır. Muhtaç olduğunda başka türlü, kendisini güvende hissettiği zaman başka türlü davranış sergiler.

Yüce Allah bu âyetiyle, insan psikolojisi ve davranışı konusunda ince analizlerini sebep-sonuç ilişkisi içinde yapmaktadır. Bu analizleri niçin yapmaktadır? Soruya çıkarımlarla cevap vermemiz gerekiyor. Bi­rincisi insanı, insana tanıtmaktadır. İkincisi de insana teselli vermektedir. Nankörlük yapılanlara, "insan Allah'ına nankörlük yaptığına göre, sana da yapacaktır; bundan dolayı kendini tahrip etme" denmektedir.

İnsanın Allah'a karşı olan nankörce davranışından teselli çıkart­mak için bu açıklama yapılmaktadır. Ayrıca nankörlüğün ne olduğunu anlatılmakta ve eğitimi yapılmaktadır.

5. "O'nun, karada da sizi yere batırmasından veya başınıza taş yağdırmasından güvende misiniz?"

Yüce Allah, insanın nankörce davranışını sorgularken "güvende olma", "kendini güvende hissetme" ile ilgili sorusunu sormakta, karaya çıkınca neden inanç ve davranış değişimine uğradıklarının sebebini tesbit etmekte, nankörce davranışın altında yatan nedenin "kendini gü­vende hissetmek" olduğuna dikkat çekmektedir.

Yüce Allah, dilediği taktirde karada da onları yere batırabileceğini söylemektedir. Âyette geçen .li...U yahsife kelimesi, "bir yerin yere göçmesi, Ay tutulması, eksilmek, pınarın suyu çekilmesi, tavan çökmek, gözü çıkmak, ziyası yok olmak, zayıflamak, rengi değişmek, zelil kıl­mak, horlamak, yırtılmak, kesmek" manalarına gelmektedir. Kur'ân'da bu kelime bir ceza olarak Allah'ın toplulukları veya bir grubu yerin di­bine geçirmesi (Nahl 16/45: Kasas 28/81-82; 'Ankebût 29/40); Ayın tutulması (Kıyamet 75/8» manalarında yer almaktadır. Arapça'da "bir şeyin bir şeye girmesi"*, "gözbebeği iyice çukurda olan göz" de bu keli­meyle ifade edilmektedir

Yüce Allah insana denizin tehlikelisinden emin olduktan sonra ka­rada, karanın tehlikesinden nasıl emin olduklarını sormaktadır. Denizde boğulmaktan korkup tevhid inancına yöneldiniz, karada da yerin dibine geçirilmekten korkmalısınız.

Karada olmanıza rağmen başınıza taş yağdırılabilir. Âyetteki hâsıbâ kelimesinin kökü "atmak" manasına gelir; "atılan şeye" de hasab denir. "Siz ve Allah'tan başka tapındığınız şeyler cehennemin yakıtıdır­lar" (Enbiyâ 21/98»"deki ifadedede bu kelime "yakıt" anlamında kulla­nılmıştır. Yorumunu yapmakta olduğumuz 68'deki hâsıben kalıbı "onla­ra taş atan. taş yağdıran bir ceza" anlamına gelmektedir.

Toprak ve çakıl taşıyan rüzgara, dolu ve kar yağdıran buluta bu ad verilmiştir. Dolayısıyala bu insanların böyle bir tabiat oluşumu ile karşı karşıya kalmalarından emin olmamalarını öğütlemektedir.

Tâcu'l-Arûs'da bu kelimeye "taşları uçuran bir rüzgar" manası ve­rilmektedir. Denizde sadece boğulma sıkıntısını yaşadınız ama, karada hem yerin dibine katılma hem de taşları uçuran bir kasırgaya uğratılma tehlikesi vardır. O zaman "karada nasıl emin olup tehvid inancından dönüyor ve yine sahte tanrılara yalvarıp nankörlük ediyorsunuz?" sorusu onlara sorulmuş olmaktadır.

6. "Sonra kendinize bir koruyucu da bulamazsı­nız."

Yüce Allah, kendisinin takdir edip uygulamaya koyacağı bu ceza­lara karşı bir yardımcı bulamayacaklarını da hatırlatmaktadır. Çünkü daha önce kendilerine denizde dokunan sıkıntıdan dolayı, sahte tanrılar onları nasıl terk edip gitti iseler, aynı şekilde karada da yardımcısız kala­caklardır. Yine tek yardımcı Allah olacaktır. Bu şartlar altında Allah'tan başka yardımcı bulunmayacağının eğitimi yapılmaktadır.

İnsan şunu bilmelidir: Her zaman ve her şart altında insanın daya­nıp güveneceği, yardım görebileceği tek varlık Allah'tır. Böylece Yüce Allah, tevekkülün ne olduğunu da açıklamaktadır.

7.  Ya da sizi tekrar denize döndürerek, kırıp geçiren bir kasırgayı üzerinize gönderip, inkâr etmenizden dolayı, sizi suda boğmasından gü­vende misiniz?"

Yüce Allah, ağaçlan kırıp geçiren, çatıları uçuran, gemileri batıran kasırgalar anlamında lL>Ii kâsıfâ kelimesini kullanmaktadır. Böyle bir fırtınaya, kasırgaya denizde yakalananların sonu boğulmaktır.

Yüce Allah "karaya çıkmakla sevinmeyin, tekrar denize döndüğü­nüzde ya da döndürüldüğünüzde tehlike ile karşılaşacağınıza dair ihtima­li göz ardı etmeyin" demektedir. O zaman yine yüz çevirerek döneklik mi yapacaksınız?

Yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 69'da bu şekilde şiddetli ta­biat olaylarını uygulayarak cezalandırmanın sebepsiz yere olmayacağı da vurgulanmaktadır: fjis Cc bimâ kefertüm "inkâr etmenizden dolayı" denirken azabın sebebi belirlenmektedir. Bu ifadedeki bâ harfi sebep bildiren harftir. Yüce Allah sebepsiz yere asla ceza vermez. İnsanın in­kârı sebep, kasırga ile suda boğmak da sonuç olmaktadır. İnsanın yapıp etmesi sebebi; Allah'ın irâdesi de sonucu belirlemektedir.

Böylece âyetten ilâhî irâde ile insanın irâdesi arasındaki ilişkiler sistemini de çıkartıyoruz. İnsanın veya toplumların başına gelenlerin, sebep-sonuç ilişkisi içerisinde nasıl meydana geldiklerine dair bir açık­lama ile bilgilendirilmiş oluyoruz.

8. "Sonra bundan dolayı bizi arayıp sora­cak bir destekçi de bulamazsınız."

Bunun anlamı şudur: "Bizim yaptıklarımıza karşı size arka çıkacak birini bulamazsınız."

Yüce Allah, Kendisi ile onların sahte tanrıları arasındaki "güç" farkını göstererek, tevhid inancına davet etmekte, insan beynine, tabiat olaylarındaki aşırı oluşumlarla Allah'ın ilişkisini, yardımını ve kurtar­masını buluşturarak gücünü anlatmakta, Allah'ın gücünü kimse payla­şamayacağı için tehvid inancından ayrılmamalarını öğütlemektedir.

Anlatımın amacı, şeytanın etkisinde kalıp tevhid inancından ayrıl­malarını önlemektir. A>nca din ilimleri ile meşgul olanlara ilâhî güçten hareket ederek tevhid inancının nasıl anlatılıp öğretileceği konusunda da bir açılım getirilmektedir.[62]

 

İnsanın Değeri:

 

70. Andolsun, Biz Âdemoğullarını şan ve şeref sahibi kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık; temiz besinler­le onları rızıklandırdık. Yine onları yarattıklarımızın bir çoğundan cidden üstün kıldık.

İnsan denen varlığın dönekliği, nankörlüğü ve başka yanlış davra­nışlarına rağmen, onu, yaratıkların pek çoğuna üstün kılabilecek farklı bir yönü olduğu vurgulanmaktadır. Böylece âyetin, İsrâ 61. âyetin de­vamı durumunda olduğunu anlıyoruz. Yüce Allah, insanın bilgiyi öğren­diği, düşündüğü, aklını kullandığı ve bilginin gereğini yerine getirdiği zaman ne kadar şerefli, onurlu, üstün ve değerli olacağına işaret etmek­tedir. Bu konu, yani bilme ile üstünlük arasındaki bağlantı Bakara'nın 31-34. âyetlerinde anlatıldı. Şimdi âyetin analizine geçebiliriz:

1. "Andolsun, Biz, Âdemoğullannı şan ve şeref sahibi kıldık.

Öncelikle Yüce Allah bu âyeti önceki dört âyetten sonra niye ge­tirdi? diye sorumuzu sorabiliriz. Yüce Allah insana kendi hazinesinden alabilmesi için gerekli olan vasıtaları öğrettikten sonra ve başına bir bela geldiğinde hemen tevhid inancına yönelmesine rağmen, ardından dönek­lik yaparak nankörlüğe sapması, yerin dibine geçirilme, yahut başına taş yağdırılması, kasırga gönderilecek kadar inkâra sapması ile tehdit edil­mesinin çizdiği kötü bir tablonun kötümserliğe, ümitsizliğe itmemesi için 70. âyeti getirmiştir.

Aslında insan, başına taş yağdırılması, kasırga gönderilmesi, yerin dibine geçirilmesi için yaratılmamıştır. Çünkü yaratanın kudretinden şerefli ve değerli bir varlık olarak dünyaya gelmiştir. Bütün bu kötülük­ler onun yaptıklarının neticesidir.

Yaratılıştan mükemmel olan insanın, bozulması sonradandır. Biz şeytanla birleşip onu bozuyoruz. Beynine yanlış bilgiler, gönlüne yanlış duygular, inançlar ve niyetler enjekte ederek onu onursuz, değersiz ve Yaratanına isyan eder hale getiriyoruz. Onun içindir ki Yüce Allah and içerek, insanı şeref sahibi kıldığını söylemektedir.

2.  "Onları karada ve denizde taşıdık. Temiz besinlerle onları nzıklandırdık."

Âyetin bu kısmı, yaratılıştan şerefli olan insanın bu şerefini devam ettirebilmesinin neye bağlı olduğunu açıklamaktadır. Biz âyetin bu kıs­mını şöyle yorumluyoruz:

a) Bilgi ve teknoloji

însan yaratılıştan şereflidir. Bu şerefi hayatında devam ettirebilme­si için Yüce Allah ona kara ve denizde hareket edebilecek kabiliyetleri vermiştir. İnsana düşen, kara ve denizde hareket edebilecek teknolojiyi üretecek bilgiyi elde etmektir.

Dünyayı küçültecek kadar süratli taşıtların teknolojisini bulmak ve onu projelendirecek nitelikte fen bilgisi üretmek, insanı hayvandan fark-lılaştıran bir niteliktir. Denizde gemilerini yüzdürecek kadar bilgi ve teknoloji sahibi olması insanın doğuştan gelen şerefini ileriye götürmek­te ve hayata geçirmektedir.

Bunu şöyle düşünebiliriz: Bir toplum ilkel vasıtalarla dünyayı ya­şıyor, her yere yaya gidiyor, teknolojinin hiçbir nimetinden istifade edemiyor ve o teknolojiyi üretecek bilgiye de sahip değildir. Diğer bir toplum da bilgiye gönül vermiş, teknolojiyi üretmeye sevdalanmış, bil­giyi teknolojiye çevirip işini oranı bilinemeyecek kadar kolaylaştırmış, hayatını zenginleştirrniş ve insanlığa faydalı olabilecek tıbbî ilerlemeler meydana getirmiştir- Bu iki toplum aynı şerefe sahip olabilir mi? Deniz bilimlerinde zirveye ulaşmış, yer bilimlerinde harikalar üreten bir top­luma denk olabilir mı1

Âyette geçen hamelnâhüm "onları taşıdık" ifadesi, hareketi ifade etmektedir. Yürüyerek yapılan hareketi değil de bilgi ile üretilen teknolojik vasıtalarla hareketi ifade etmektedir. Burada, İsrâ 66'da anla­tılan gemi teknolojisinin hareketi kasdedilmektedir.

Bilgi önce insanın beyninde ve gönlünde bir hareket meydana geti­rir. Zaten bilgi beyinde doğarken bir hareketle doğar. Hareketle doğan bilgi yine hareketin kaynağı olur. Bu bir çeşit hareketten harekete geçiş dalgalarını üretir. Zamanla bu hareket insanın içine sığmaz olur, dışarı çıkmaya başlar. Dışarıda yine hareket edebilen teknolojiyi üretir. İşte bütün bu hareketi insana yaptıran ve yapmasını isteyen Allah'tır. Hare­ketin insanın kendisine ve tüm insanlığa faydalı olanına Yüce Allah "iyi amel, faydalı iş" demektedir.

İşte, beynini düşünerek hareket ettiren, orada bilgiyi üreten, bilgiyi teknolojiye çeviren, teknolojiyi insanlığın faydasına, iyiliğine kullanan ve böylece iyi iş üreten insan, şerefini hayata geçirmiş ve onu elde etmiş demektir.

b) Helâl rızık

İnsanın şerefini alıp götüren nedenlerden biri ve en önemlisi haram lokma yemesidir. Haram lokma, ferdin, ailenin veya toplumun asaletini, erdemini, şerefini çürütmekte ve yok etmektedir.

Bunun tam tersine de helâl rızık ona, asalet, şeref ve erdem kazan­dırmaktadır.

Bu açıklamalardan şu genellemeye varıyoruz: Bilgi ve onu hayata geçirmekle helâl lokma, toplumlara veya tüm insanlığa şeref getirmekte­dir. Beyinde doğru bilgi, midede helâl gıda olunca o insan, Allah katında şeref kazanmakta ve yaratılışından getirdiği şerefi hayata geçirmektedir demektir. Unutulmamalıdır ki, bilgi dışarıda teknolojiye, gönülde imana dönüşmektedir. Ardından helâl beslenme, insan ruhunu yücelere erdir­mektedir.

3. "Yine onları yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık."

Âyetin birinci bölümünde £?js kerramnâ yani "tekrîm, şerefli kılma" gündeme getirildiği halde, son bölümünde faddalnâ yani "üstün kılma" anlamına gelen "tafdil" kelimesi kullanılmıştır. "Şerefli kılma" ile "üstün kılma" arasında elbette bir fark olması gerekiyor. Râzî bu farkı şöyle açıklamaktadır: Yüce Allah insana akıl, konuşma kabiliye­ti, yazı yazma, güzel bir şekil ve ayakta yürüme özelliklerini vermekle onu şerefli kılmıştır; diğer taraftan akıl ve anlayışı ile, doğru inanç ve ahlâkî güzellikleri elde etmesini teklif etmiştir. Bu da onun üstünlüğünü ifade etmektedir.[63]

Genel manada bakınca şerefli olmak daha çok yaratılıştan, üstün olmak da sonradan kazanılanlarla elde edilmektedir.

Bunu kesin bir çizgi ile ayırmak mümkün değildir ama ana hatları ile böyle söylememiz mümkündür. Yüce Allah yaratıştan insana üstün bir maddî ve manevî yapı verdiğini şu şekilde ifade etmektedir:

a) "Rahimlerde size istediği şekli veren O'dur" (Âl-i îmrân 3/6). '

b) "Sizi şekillendirdi ve şekillerinizi de güzel yaptı" (Teğâbün 64/3).

c) "Biz, insanı en güzel biçimde yarattık" (Tîn 95/4)1

Bu âyetlerde geçen şekillendirme hem biyolojik yapı denen bedeni hem de iç yapı denen psikolojik yapıyı ifade etmektedir. Beden ve psiko­lojik donanım bakımından insan gerçekten diğer yaratıkların pekçoğundan üstündür. Tîn 4'te geçen ç.jz takvim kelimesi de "bedenî ve ruhî donanım"ı ifade etmektedir. Bu şekil, bu donanım insana diğer pek çok yaratıktan üstün olma niteliğini kazandırır mı? Soruya A'râf 11 ve Bakara 138 ile cevap verebiliriz: "Evet, gerçekten sizi yarattık, sonra size şekil verdik ve sonra meleklere: Âdem'in önünde secde edin dedik" (A'râf 7/11); "Allah'ın boyası ile boyanın. Allah'tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O'na kulluk ederiz" (Bakara 2/138).

İnsan Allah'ın boyası ile, eğitimi ve öğretimi ile boyanmıştır. O-nun verdiği eğitimden, yani insanın ruhuna çaldığı boyadan daha iyisini yapan yoktur. Ve bu boyadan kimse nasibini almamıştır.

Şimdi âyetten çıkaracağımız genel ilkeye dönebiliriz: Yüce Allah yaratılıştan insanı şerefli kılmış, diğer varlıklara nazaran ona üstünlük bahsetmiştir. Yüce Allah, insandan bu şeref ve üstünlüğünü kaybetme­mesini, onu koruyup daha da geliştirmesini istemektedir. Bunu da eğiti­me bir görev olarak sunmuştur. İnsanın yaratılıştan getirdiği tüm özellik­lerini geliştirip en üstün bir şekilde donanımlı hale getirmesini istemek­tedir. Sözle "insan şereflidir, insan diğer varlıklardan üstündür" demek yerine, onu işleyip hamur gibi yoğurduktan sonra erdemli insan haline getirmekle meşgul olmak gerekiyor. İnsan yaratılıştan sahip olduğu özelliklerle olduğu gibi bırakılırsa o şeref ve üstünlükten kendisinde hiçbir eser kalmayacaktır.

Yüce Allah onun hayatına boyaların en güzelini çaldı ama eğitimin o boyanın üzerindeki tozları alıp parlatması gerekiyor; tüm kabiliyet ve yeteneklerini faydalı yönde geliştirmesi görevi ile karşı karşıyadır. Çün­kü Yüce Allah doğuştan bize verdiği şerefi korumak ve onu geliştirmek için Kur'ân denen boyayı sürmemizi istemektedir. Kur'ân hem ruhumu­zu geliştirir hem de koruyucu boya rolünü de yerine getirir.[64]

 

Dunya'da Kor Olan Ahiret'te De Kör Olacaktır:

 

71.  Her insan topluluğunu önderleri ile birlikte çağıra­cağımız o günde kimin amel defteri sağından verilirse onlar, en küçük bir haksızlığa uğramamış olarak amel defterlerini okuyacaklar.

72. Bu dünyada kör olan kimse âhirette de kördür, üste­lik iyice yolunu şaşırmıştır.

Âyetlerin analizinden varacağımız bazı genellemeler olacaktır:

1. "Her insan topluluğunu önderleri ile bir­likte çağıracağımız o günde."

"O gün" den kasıt âhirettir, mahşerdir. Peki imâm kelimesi neyi ifade etmektedir? İmâm kelimesine âlimler, özelikle Râzî çok güzel açıklamalar getirmiştir. Şimdi imâm kelimesinin ne anlama geldiğini açıklayabiliriz:

a) Önder, manasından hareket edersek imâm kelimesinden mak­sadın "insan" olduğu ortaya çıkacaktır. O zaman her grup insan mahşer­de Allah'ın huzuruna bu dünyadaki önderleri ile, kime bağlanmış ise, kimin peşinden koşmuş ise, kime tâbi olmuş ise onunla çıkacaktır. Bura­daki önder kavramının içine "peygamberler, idareciler, eğitimciler, grup liderleri" girmektedir. İnsanın beynine, gönlüne ve davranışlarına yön veren, onları şekillendiren kim varsa bu önder kavramının kapsamına girmektedir.

"Peygamber" manasına alındığı zaman, her peygamber Allah'ın huzuruna kendi ümmetinin başında gelecektir. Her ümmet de kendi pey­gamberinin başkanlığında Allah'ın huzuruna çıkacaktır.

Bu çıkışın anlamı olumludur. Ama önderler sadece peygamberler olmayacaktır. Çünkü peygamberler ümmetlerinin iyilerinin önünde ola­caklardır. Onların ümmetlerinin içinde sapık olanlar da vardır. Onlar bu dünyada peygambere tâbi olmadıklarından onun ardı sıra mahşerde Al­lah'ın huzuruna çıkmaları mümkün değildir.

O zaman bu dünyada insanları kötü yönde yönlendiren, onları etki­leyip yoldan çıkaran liderler, eğitimciler, grup liderleri de olumsuz ma­nada orada önderlik yapacaklardır.

Bu açıkla doğru mudur? Şu âyetlere bakarsak bu açıklamanın doğ­ru olmadığı ortaya çıkmaktadır: "Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geleceksiniz." (En'âm 6/94); "Bunların hepsi de kıyamet gününde O'nun huzuruna tek başına gelecektir" (Meryem 19/95).

Yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 71'deki "imam" kelimesini önder anlamına alınca sanki söz konusu kelimeye bu âyetlerle çatışan bir anlam yüklemiş oluyoruz. Bu âyetlerle o âyeti bağdaştırmanın yolu a-ranmalıdır. Biz bunu şu şekilde halledebiliyoruz: Mahşere herkes kendi önderinin peşinde gelecektir ama hesabını Allah'ın huzurunda teker te­ker verecektir. Toplu halde gelinecek, hesap tek başına verilecektir. Çok­luktan teke iniş vardır. Diriliş ve kabirden çıkış teker teker olacak, haşir­deki toplanma ve huzura çıkma önderlerle olacaktır.

b)  "Önder" kelimesinden kasıt kişi değil de "kitap"tır. Herkes mahşerde kendi kitabı ile çağırılacaktır. Bu dünyada hangi kitabı benim­semiş, hangi kitaba uymuş ve hangi kitaba göre davranışlarına yön ver­miş ise kişi onunla beraber Allah'ın huzuruna çağırılır.

Her peygambere verilen kitabı benimseyenler, o kitabın Müslü­manları olarak çağırılacaktır. Olumsuz manada bu dünyada kişiler, hak dinin kitabına değil de filozofları veya beşerî bir kitabı din gibi kabul ederek ona uymuş iseler onun bağımlısı olarak çağırılacaktır. Buna delil getirebilir miyiz? Kur'ân'da bazen kitaba "imam" denmektedir: "Şüphesiz ölüleri ancak biz diriltiriz. Onların yaptıkları her işi, bıraktıkları her izi yazarız. Biz her şeyi apaçık bir imamda (kitapta) sayıp yazmışızdır" (Yâsîn 36/12). İşte bu âyette geçen imâm kelimesi, "kitap" anlamına gelmektedir.

Diğer taraftan yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 71'in deva­mında "kitap" gündeme getirilmektedir. Buradaki "kitap", âyetteki i-mâm kelimesine mana vermektedir. O zaman, herkes mahşerde, bu dün­yada amellerinin kaydedildiği kitapla çağırılacaktır; bu dünyada tâbi olduğu kitapla değil de amellerinin yazılı olduğu kitapla çağırılmış olacaktır. Amellerin yazılı olduğu kitaba "imâm, önder" denmesinin sebebi, kişinin o kitabın doğrultusunda, önderliğinde ya cennete ya da cehenneme gidecek olmasıdır.

c) İmamdan kasıt psikolojik etkilerdir.

Râzî "imam" kelimesine psikolojik bir mana yüklemiştir. Kısaca onun bu açılımını özetleyebiliriz: Bizi davranışa sevk eden psikolojik nedenler vardır. Bu nedenler ahlâkî davranışlarımızı itici güçlerdir. On­lar iyi ahlâk ya da kötü ahlâkın kaynakları veya sebepleridir. Her insanda iyi veya kötü ahlâkın meydana gelmesini temin eden, ona kaynaklık e-den bir psikolojik etki ya da özellik öne çıkmaktadır. Mesela: Bazılarında gadab, yani saldırganlık iç güdüsü; kimilerinde para tutkusu; kimile­rinde mal kazanma hırsı; kimilerinde kin ve haset davranışlarına kaynak­lık etmekte öne çıkmaktadır. İyi ahlâka sahip olana gelince, onda da af duygusu, cesaret, cömertlik, ilim, takva öne çıkan davranış belirleyicisi olabilir.

İşte bizim davranışlarımızı belirleyen sebep bu iç, yani psikolojik özelliklerimizdir. O içsel özelliklerimiz, Râzî'nin dediği gibi huylarımız, bizim dışarıdaki davranışlarımızın bir imâmı, itaat edileni, bir kralı, ön­deri gibidir. Neticede kıyamette ödül ve ceza, huylardan meydana gelen eylemlere göre verilecektir. İşte Yüce Allah'ın "her insan topluluğunu önderleri ile birlikte çağıracağız" buyurduğu temel ilke budur.[65]

Râzî'nin bu psikolojik açılımına katılmamak mümkün değildir. Biz bu açıklamayı biraz daha açabiliriz: İnsan davranışlarının, ahlâkının kaynağında, beyin, gönül veya nefis vardır. Beyin deyince akıl, bilinç, bilgi; gönül deyince imân. takva, sadâkat, iffet, korku, sevgi; nefis de­yince de tutku, hevâ. heves ve iç güdüler, saldırganlık iç güdüsü, haset, kin, çekemezlik. kıskançlık söz konusu olmaktadır. İşte mahşerde bizim imamımız ya beyin ya gönül ya da nefis olacaktır; yani bu güç odakla­rında bulunan ve bizim davranışlarımızı doğuran psikolojik belirleyiciler olacaktır.

2. Kimin amel defteri sağından verilmişse onlar, en küçük bir haksızlığa uğramamış olarak amel defterlerini okuyacaklar."

Âyetin bu kısmında üç konu gündeme taşınmaktadır:

a) Amel defterinin verildiği yön önemlidir. "Sağ" anlamına gelen iri yemîn tarafından amel defteri verilince, o insanın cennete hak kazandığı anlaşılmış olacaktır. Demek ki, o insan bu dünyada erdemli, ahlâklı, imanlı ve iyi iş üreterek bir hayat yaşamıştır.

Aynı zamanda bu insanın tersi manada bu dünyada imansız ve kö­tü bir hayat yaşayanın da amel defteri sol ve arkadan verilecektir.

i. "Kitabı sağ tarafından verilen: Alın kitabımı okuyun, doğrusu ben, hesabımla karşılaşacağımı zaten biliyordum, der" (Hakka 69/19-20).

ii. "Kitabı sol tarafından verilene gelince o, keşke, der, bana kitabım verilmeseydi de hesabımın ne olduğunu bilmeseydim" (Hakka 69/25-26).

iii.  "Kimin de kitabı arkasından verilirse" (İnşikâk 84/10).

Demek ki âhirette insana amel defterinin verileceği yön, onun ne ile karşılaşacağını belirleyen bir işaret olacaktır. Sol ve arkadan verilme­si cezalandırılacağını, sağ ve önden verilmesi de cennetle ödüllendirile­ceğini ifade etmektedir.

b)  Hakka 19'da, kitabı sağından verilen kişinin, yanındakilere "a-lın kitabımı okuyun" diyeceği belirtilirken, yorumunu yapmakta oldu­ğumuz İsrâ 71'de de "kitabını kendisinin okuyacağı"na işaret edilmekte­dir. Burada şu soruyu sorabiliriz: Amel defteri yani kitabı neden kişinin kendisine okutturulmaktadır?

Sorunun cevabını daha önce açıkladığımız İsrâ 14 ile verebiliriz: "Kitabını oku! Bu gün kendi hesabını değerlendirecek durumdasın." Kişi kendi durumunu değerlendirip karar vermesi için ona okutturulacaktır. Tamamen objektif yani tarafsız bir değerlendirmenin gerçekleşmesi için böyle yapılmaktadır.

c) Yüce Allah, insan kendi amel defterini okuyup değerlendirince, hiçbir haksızlığa uğramayacağını söylerken %â fetîlâ kelimesini kul­lanmaktadır. "Çekirdeğin yarısı üzerinde olan iplikçiğe, saç teli kadar insanların parmakları arasında bükebildiği iplik kadar, kıl kadar" anla­mına gelen bu kelime insanın mahşerde asla haksızlığa uğramayacağını ifade etmektedir.

Dünya ile âhiretin farkını belirleyin konulardan biri de budur. Dünyada haksızlık ve zulüm vardır; ama âhirette asla haksızlık ve zulüm olmayacaktır.

Demek ki, âhirette defterleri sağ tarafından verilenlerin ödülü, çe­kirdeğin ipliği kadar eksiltilmeyecektir. Yorumunu yapmakta olduğu­muz İsrâ 71'de yer alan "Onlar en küçük bir haksızlığa uğ­ratılmazlar" ilkesi Meryem 60'da şu şekilde ifade edilmektedir: "Onlar hiçbir haksızlığa uğratılmazlar." İsrâ 71'deki fetîlâ kelimesi, Meryem 60'da şey'â olarak yer almaktadır.

Bütün bu anlatımın, öğretimin insana kazandıracağı nitelik Tâhâ 112'de anlatılmaktadır:

"Her kim mü'min olarak iyi olan işlerden yaparsa, artık o, ne zulümden ne de hakkının çiğnenmesinden korkar." İman ve iyi iş sermayesi olan kişi, mahşerde en küçük bir şekilde haksızlığa uğrayacağını, hakkının yene­ceğini asla düşünmez ve o kendinden emin olduğu için korkuya da kapılmaz.

3. "Bu dünyada kör olan kimse âhirette de kördür. Üstelik iyice yolunu şaşırmıştır."

Bu âyette dünyadaki körlüğün maddî anlamda kafa gözlerinin kör­lüğü olmadığını bilmemiz gerekiyor. Buradaki "körlük" gönül gözünün körlüğü, yani basiretin olmamasıdır. O zaman kimlerin gönül gözü kör­dür, sorusuna nasıl cevap veririz?

Bu sorunun cevabını şu âyetlerle verebiliriz:

a) İsrâ 70. âyette geçen, denizde ve karada hareket etme, ve temiz rızıklardan istifade etmek gibi önemli nimetleri görüp Allah'tan geldik­lerini bilmeyen ve o nedenle nankörlük eden adamın gönül gözü kördür. O zaman 72. âyetin cevabı 70. âyet olmaktadır, diyebiliriz.

Sahip olduğu nimetleri değerlendirip, onların kaynağındaki Al­lah'a şükretmeyen, hamd etmeyen ve nankörlük eden kişi, bu dünyada kördür. Bu kişi öteki dünyada da kör olacaktır.

b)  Allah'ı hatırlamaktan, anmaktan ya da Kur'ân'dan yüz çeviren kişi bu dünyada da kördür; âhirette de kör olarak haşr olacaktır. Bu dün­yada gönül gözü kör olduğu halde, âhirette kafa gözü kör olacaktır.

'"Kim de beni anmaktan yüz çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşr edeceğiz. O: Rabb'im! Beni niçin kör olarak hasrettin? Oysa ben, hakikaten görüyor idim! der" (Tâhâ 20/124-125).

Tâhâ 124. âyette geçen zikr "Allah'ı anmak" anlamına geleceği gibi, "Kur'ân" anlamına da gelir. 126. âyete bakılırsa, onun Kur'ân an­lamına geldiğini söyleyebiliriz.

O zaman şu soruyu sorabiliriz: Bu anlamdan hareket edersek kör olarak haşr olmak ne demektir? Soruyu Tâhâ 126. âyet cevaplandırmak­tadır: "Allah buyurur ki: İşte böyle sana âyetlerimiz geldi, ama sen onları unuttun. Bu gün de aynı şekilde sen unutuluyorsun!" Demek ki Kur'ân'dan yüz çevirmek, Allah'ın âyet­lerini unutmaktır. Allah'ın âyetlerini unutmak gönül gözünü kör etmek­tedir. Bu dünyada Allah'ın âyetlerini unutup kör olan; âhirette unutulup kör olarak haşr olacaktır. Kısaca âhirette unutulmuşluk, âhiretteki kör­lüktür.

c) Allah'ın hidâyet edip doğru yolu gösterdiği kimsenin gönül gö­zü açık, bu hidâyetini esirgeyip kötü yola düşmesini tescil ettiği kimse de kördür. Bu kimse aynı şekilde âhirette kör olarak haşr olacaktır:

"Allah kime hidâyet verirse doğru yolu bulan odur; kimi de hidâ­yetten uzak tutarsa artık onlara, Allah'tan başka dostlar bulamazsın. Kı­yamet gününde onları kör, dilsiz ve sağır bir halde yüzükoyun haşr ede­riz" (İsrâ 17/97).

Peki bu âyet, yani yorumunu yapmakta olduğumuz 72. âyet, 71. âyetten hemen sonra niçin getirilmiştir? Buna 71. âyetin içeriği ile cevap verebiliriz. Amel defteri sağından verilenler kitaplarını okuyacaklar; ama amel defterleri sol ve arkalarından verilenler de kör olduklarından kitap­larını okuyamayacaklar. Bu bakımdan 72. âyet getirilmiştir. Kitabını okuyamayacak ama, sol tarafından verilmiş olmasının ne olduğunu anlayacaktır.

İşte din eğitiminin ana amaçlarından biri, insanın gönül gözünü a-çık tutabilmek ve insanın âhirette görür halde hasrını temin edecek er­demleri ona kazandırmaktır.

İnsanların bu dünyada kör olup, âhirette de kör olarak haşredilmelerini engellemek, onları Allah'a yaraşır bir kul haline getir­mektir. Bunu temin etmek için insanlara din adına doğru bilgi vermek, gönüllerinde doğru ve sağlam imanın oluşmasına yardımcı olmak, onları hurafelerden uzak tutmak gerekiyor. Daha sonraki âyetler de buna işaret eder mahiyettedir.[66]

 

Peygamber Bile Dine Kendinden Bir Şey Katamaz:

 

73.  B/ze Azzri fofcair ey uydurman için, az kalsın sana vahy ettiğimiz şeyden, seni saptıracaklardı. O za­man seni dost edineceklerdi.

74.  Eğer Biz seni sağlam tutmasaydık, gerçekten, nere­deyse onlara birazcık meyledecektin.

75.  O zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sı­kıntılarını kat kat tattırırdık; sonra bize karşı kendin i-çin bir yardımcı da bulamazdın.

îsrâ 73. âyet için bazı nüzul sebepleri anlatılmaktadır. Bu nüzul sebepleri hakikate uygun düşmediği için burada yazmayı uygun bulmuyoruz. Ancak bu âyetin kendi içeriğinden anlaşılıyor ki, Mekke müşrikleri Hz. Peygamber'e gelip ilâhî vahyin dışında onu değiştirecek nitelikte din adına görüş beyan edip insanlara söylemesini, o takdirde kendisini dost edineceklerini söylemişlerdi. Bunu nasıl yaptıklarını ve nasıl ifade ettiklerini Yûnus 15'te görmüştük: j^jjl Ju o££ Cslâ (u^ J5 fijj İİi; j\ İli» J± ji;i cJl UUJ b^ry. N "Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman, bize kavuşmayı beklemeyenler: Ya bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu değiştir! dediler." İşte onların Hz. Peygamber'e karşı çıkardıktan fitnenin ifadesi böyle olmuştur.

Değiştirilmesi gerekli olan neydi? Müşrikleri Kur'ân'ın en çok ra­hatsız eden ilkesi, onların putlarını bir kenara atıp tevhid inancını getir­miş olmasıdır. Hz. Peygamber' den,. Lât, Menât ve 'Uzzâ gibi tanrılarına tapınmaları için müsaade etmesini ve bu doğrultuda görüş beyan edip halka ilan etmesini istiyorlardı. İbn Abbâs'ın naklettiği bu haber Yûnus 15'e uygun düştüğü için bunu kabul edilir buluyoruz. Bu açıklamadan sonra âyetlerin analizine dönebiliriz:

1. "Az kalsın sana vahy ettiği­mizden, seni saptıracaklardı."

Aslında mana "Az kalsın seni fitneye düşüreceklerdi" şeklinde ol­malıdır. Fitne kelimesinin geniş açıklaması Bakara 191'de yapılmıştır. "Dönmek, sapmak, günaha maruz kalmak, büyülenmek, çıldırtmak, esir etmek, gönül çelmek, işkence etmek, hakikati tahrif etmek, elem ver­mek, tecrübe etmek, imtihan etmek, bir şeyi yakmak, birini görüşünden vazgeçirmek, şaşırtmak, gümüş veya altını eritmek" manalarına gelen bu kelime, Kur'ân'da ihtilaf (Âl-i İmrân 3/7); saldırmak (Nisa 4/101); uzak­laştırmak (Mâide 5/49); mukayese etmek (En'âm 6/53); mazeret (A'râf 7/23); ayartmak (A'râf 7/27); fesat (Enfâl 8/25); zulüm, baskı (Enfâl 8/39); kötülük (Hacc 22/11); imtihan ('Ankebût 29/3); eziyet ('Ankebût 29/10); yanmak, kavrulmak (Zâriyât 51/13-14); günaha sürüklemek (Hadîd 57/14); rüsvaylık (Mümtehine 60/5); delilik (Kalem 68/6); işken­ce etmek (Burûc 85/10) manalarına gelmektedir.

Bu manalardan tefsirini yaptığımız âyete uygun düşen, "aldatmak, uzaklaştırmak"tır ve "bir şeyi çığırından ve istikametinden kaydıran, çıkaran herkes" hakkında kullanılmaktadır. Şimdi yorumunu yapmakta olduğumuz âyete dönersek, "neredeyse onlar, sana vahy ettiğimiz şey­den, yani Kur'ân'dan seni saptırıp döndüreceklerdi" manasını vermemiz mümkündür.

2. "Bize karşı başka bir şey uydurman için"

Bunun anlamı "başkasını uydurup bize iftira edesin diye" dir. İşte âyetin bu iki bölümünün ifade ettiği şey o zaman Peygamberimiz için ne kadar önemli idiyse, günümüzde de din âlimi ve görevlileri için o kadar önem taşımaktadır.

Kur'ân'da olmayanı, Allah'ın vahyinin dışında bir fetvayı verip Allah vermiş gibi söylemek Allah'a iftiradır. İşte Yüce Allah konunun önemini Hz. Peygamber'i örnek vererek anlatmakta ve ne kadar kötü bir şey olduğuna dikkat çekmektedir.

"Kitap ehlinden bir grup okuduklarını kitaptan sanasınız diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Oysa okudukları kitaptan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde, bu Allah katındandır derler. Onlar bile bile Allah'a iftira ediyorlar" (Âl-i İmrân 3/78).

3.  "O zaman seni dost edineceklerdi."

Müşrikler, Kur'ân'dan olmayanı söyletip Allah'a iftira ettirince, Hz. Peygamber'i dost edineceklerini söylüyorlardı. Bu durum günümüz­de de devam etmektedir. Bir grubun dostluğunu kazanmak için dinde sahte fetva verenler, bazı grupların baskısına dayanamayıp dini tahrif edercesine din adına görüş beyan edenler, din alanını bir kazanç alanı haline getirip sömürmek için dinde olmayanı dindenmiş gibi gösterenler kol gezmektedir.

Başkalarının dostluğunu kazanmak, başkalarının rızasını elde et­mek (Tahrîm 66/1) için haramı helâl, helâli haram yaparak fetva vermek Allah'a iftira olacağından zulümdür.

4. "Eğer biz seni sağlam tutmasaydık, gerçekten, neredeyse, onlara birazcık meyledecektin."

Demek ki sosyal baskılar, dostluk edinmek, insanların gözünde statü kazanmak öylesine dayanılmaz bir noktaya ulaşır ki, kişi peygam­ber bile olsa, isteklere temayül edebilir. Çünkü insan irâdesi buna dayanamaz bir duruma gelebilir. Bu durum peygamber için söz konusu ise, devreye Yüce Allah girip onu engellemektedir. Onun için "Biz seni sağlam tutmasaydık" buyurarak Yüce Allah, Kendi müdahale­sine dikkat çekmektedir. Demek ki Yüce Allah, Hz. Peygamber'i bu meylini yerine getirmekten korumuştur; ama din âlimi ve görevlilerini kim koruyacaktır? Onun için Kur'ân'ı bilmeyenler asla dinde fetva ver­memeli, görüş beyan etmemelidirler. Biz dine saygı gösterir, ilâhî vahyin tersine fetva vermemek için hassasiyet gösterirsek, elbette Allah bizi bu büyük günahtan koruyacaktır. Önemli olan bizim temiz niyetimizle du­yacağımız saygıdır.

Yüce Allah'ın koruması, Hz. Peygamber'in hangi sözleriyle belli oldu veya Yüce Allah ondan ne demesini istedi? Sorunun cevabını vere­bilmek için yine Yûnus 15'e gitmemiz gerekiyor:

 "De ki: Onu kendili­ğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabb'ime isyan edersem, el­bette büyük günün azabından korkarım."

Yüce Allah, Hz. Peygamber'e bunu söyleterek, onu sağlam tut­muş, onu korumuştur. Yûnus 15'teki bu ifade bütün din âlimi ve görevli­lerinin ana davranış biçimi olmalı, Allah'ın vahyine uymak zorunda ol­duklarını, aksi takdirde Allah'a isyan etmiş olacaklarını bilmelidirler. Demek ki, dinde olmayanı dindenmiş gibi göstermek hem Allah'a iftira hem de O'na isyandır.

5. Peki bu şekilde dinin hükümlerine, ilâhî vahye saygı duymadan gelişigüzel fetva vermenin karşılığı nedir? Yorumunu yapmakta oldu­ğumuz İsrâ 75. âyet sorumuzu cevaplandırmaktadır:

 "O zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırdık, sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın."

Bunun anlamı dünya ve âhirette azaba uğramaktır; sıkıntı içinde olmaktır. Allah'a karşı bir yardımcı bulunamayacağına göre, böyle bir ihtiyacı duyup da elde edememenin ızdırabı, sıkıntısı da buna ilave ol­maktadır.

Bu âyetin mesajı aralığından İslam alemine bakarsak, neden sıkıntı içinde olduğumuzu anlamamak, durumun analizini yapamamak mümkün değildir.[67]

 

Allah'ın Kanunu Değişmez:

 

76.  Yine onlar seni yurdundan çıkarmak için neredeyse dünyayı başına dar edecekler. O takdirde senin ardın­dan kendileri de fazla kalamazlar.

77.  Senden önce gönderdiğimiz peygamberler hakkın­daki kanun (da budur). Bizim kanunumuzda hiçbir de­ğişiklik bulamazsın.

Geçmişteki peygamberlerin başına gelen şeyin neredeyse Hz. Pey­gamber'in başına geleceğine işaret eden bu âyetler, şu değişmez kanunu gündeme getirmektedir: Peygamberler inkârı savunanlar tarafından ağır tepkiler almışlardır. Bu tepkilerden biri, onları yurtlarından çıkarmak olmuştur.

1. "Yine onlar, seni yur­dundan çıkarmak için neredeyse dünyayı başına dar edecekler."

Âyetin bu kısmını önceki üç âyetin devamı olarak görmek gereki­yor. Allah'ın vahyini değiştirme konusunda Hz. Peygamber'i ikna ede­meyince, onu aralarından çıkarıp atmak istediler.

Bu bir sosyolojik kanundur: Her yenilik tepki görür. Alışılmışın dışındaki değişmeler insanları rahatsız eder. Hele bir yerde bulunan kötü insanlar, birbirlerinin yaptıklarından razı olduklarından dolayı rahattırlar. İçlerine iyi bir insan girince hemen rahatsız olurlar. Rahatsızlıklarını gidermek için, o iyi kişiyi aralarından atmak isterler ve bunu gerçekleş­tirmek için de çaba sarf ederler.

İşte müşrikler kendi durumlarından memnundurlar. Tevhid inancı­nı savunan kişiden rahatsız oldular ve onu yurdundan çıkarmak istediler. İyi ile kötünün, şirk ile tevhid inancının, mü'minlerle kâfirlerin daima mücâdelesi bir süreç niteliğinde devam etmiş ve etmektedir.

İnsanlık, farklı inanç ve düşüncelere tolerans göstermek, inanç ve düşünce özgürlüğüne saygı göstermek konusunda hâlâ Ortaçağ zihniye­tinden bir adım ileri gidememiştir. "Benim gibi düşünmüyor, benim gibi inanmıyorsan, benim yanımda, benim bulunduğum sosyal ortamda, hatta ülkede yerin yoktur" zulmü hiç dinmedi ki! Hâlâ insanlar inançlarından, düşüncelerinden, kanaatlerinden dolayı sürülmekte, işleyen çarkın dışına çıkarılmakta, bulunduğu yerden çıkarılıp sürülmektedir.

"Benim gibi düşünmezsen, benim gibi inanmazsan dünyayı sana dar ederim" söylevi, öylesine metod değişikliğine uğramış ki, farkına vardırmadan icraatını sürdürmektedir. Artık özgürlükler, Ortaçağdan daha geriye düşmektedir. Artık çok uzaktaki insanlar bile kendilerine yakın olmayan insanların özgürlüklerine müdahale edebilmektedirler.

Âyetteki mine'1-ard ifadesi, "ülkeden" anlamına gelmek­tedir. Bu kavram Bakara 84'te  diyâriküm olarak geçmekte­dir. Demek ki ard, "diyar, yani vatan, ülke, doğduğu ve yaşadığı toprak­lar" anlamına gelmektedir. Böylece Kur'ân'da vatan kavramı yer aldığı­na bir delil buluyoruz.  "İnsanları ülkelerinden çıkarmamak"  ilkesi

Kur'ân'ın anlattığı Tevrat'ın hükümleri arasında yer almakta idi (Bakara 2/84-85).

2. "O taktirde senin ardından kendileri de fazla kalamazlar."

Gerçekten Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden hemen kısa bir zaman sonra Bedir savaşında, onu doğup büyüdüğü Mekke toprakla­rından çıkaranların liderleri yok olup gittiler. Unutulmamalı ki, âyet sa­dece o dönemin insanlarına hitap etmiyor. Her çağın insan özgürlükleri­ne ağır yara verenler de aynı sonuçla karşılaşıyorlar. Bulundukları mevki gereği, insanların özgürlüklerini kısıtlayanlar, çok geçmeden o mevkile­rini kaybediyorlar.

3. "Senden önce gönderdiğimiz pey­gamberler hakkındaki kanun (da budur)."

Âyette geçen sünnet kelimesi "kanun" anlamına gelmektedir. Demek ki Hz. Peygamber"den önceki peygamberleri de yurtlarından çıkardılar. Onlann da inanç özgürlükleri ellerinden alınmaya çalışılmıştı. İnancını değişmeyince ya öldürülürler ya da ülkelerinden çıkarıldılar. Bundan anlıyoruz ki. kötülerle iyilerin mücâdelesi bir süreç niteliğinde devam edecektir. Bu değişmeyen bir kanundur.

4. "Bizim kanunumuzda hiçbir değişiklik bula­mazsın."

Demek ki. bazı sosyal kanunlar, nitelik itibari ile tabiat kanunları­na benzerler; benzerler değil, öyledirler. Demek ki 76. âyette geçen sos­yal olgunun kanunlaşmış halinin istisnası yoktur. Bu kanun bu haliyle Hz. Muhammed için de işlemiştir.[68]

 

Neler Yapılmalı Ve Neler Söylenmeli?

 

75. Güneş 'in sarkmasından gecenin kararmasına kadar namaz kıl ve sabahın Kur'ân'ını da unutma. Çünkü sa­bahın Kur'ân'ı görülecek şeydir.

79.  Gecenin bir kısmından uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl. Böylece Rabb'inin seni, övülmüş bir makama ulaştırması umulur.

80.  De ki: Ey Rabb 'im, beni (gireceğim her işe) doğru­luk ve içtenlik üzere girmemi, (bırakacağım her işten de) doğruluk ve içtenlik görtererek çıkmamı sağla. Ba­na katından yardımcı bir güç ver.

81.  De ki: Hak geldi bâtıl gitti, zaten bâtıl yok olmaya mahkûmdur.

82. Biz Kur'ân'dan, mü'minlere şifâ ve rahmet olan şeyler indiriyoruz. Ama bu, zâlimlere ziyan artırmaktan başka bir katkıda bulunmaz.

Bu âyetlerin İsrâ sûresinin diğer âyetleri ile olan bağlantısı şudur: İsrâ sûresinin buraya kadar olan âyetlerinde Allah'a iman, âhiret hayatı, amel defteri, şirkin ve çeşitli davranışların yasaklanması, infâk, teşbih, Kur'ân okumak ve Hz. Peygamber'e olan tepkiler, ilâhî vahyin dışında din adına fetva vermenin günah olduğu konular işlenmişti. Şimdi de na­maz ibadeti gündeme getirilmekte, Allah'a nasıl dua yapılacağına işaret edilmektedir. Kâfirler Hz. Peygamber'i yurdundan çıkarmaya çalışırken, kendisinin ne yapması gerektiği emri de burada verilmektedir.

1.  "Güneş'in sarkmasından gecenin kararmasına kadar namaz kıl ve sabahın Kur'ân'im da unutma. Çünkü sabahın Kur'ân'ı görülecek şey­dir." Âlimler âyette geçen dülûk kelimesinin farklı manalara sahip olduğunu söylemişlerdir. "Güneş'in zeval vaktinden sonra batıya doğru meyletmesi" anlamına gelmektedir.

Batana kadar Güneş'in hareketi için dülûk kelimesinin kullanıldığı nakledilmektedirler. Ebû Dâvûd, Salât 2'de Hz. Peygamber'in bu keli­meyi kullandığını ve şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Cebrâîl bana Güneş'in zeval vaktinden, dülûkü esnasında geldi ve öğle namazını kıl­dırdı."

Şimdi âyete dönersek, dülûk kavramının içinde "öğle, ikindi ve akşam" yer almaktadır. Gecenin kararması "yatsı namazı"nı ifade eder­ken âyetin sonunda "sabah namazı" yer aldığına göre bu âyette beş vakit namaz ortaya çıkmaktadır, denebilir. Demek ki Yüce Allah Hz. Pey­gamber'e beş vakit namazı gereği gibi yerine getirmesini emretmektedir.

"Sabah Kur'ân'ını da unutma. Çünkü sabahın Kur'ân'ı görülecek şeydir" buyururken Yüce Allah, sabah namazına Kur'ân ismini vermek­te, ayrıca bu namazın şâhitlenmiş olduğuna da işaret etmektedir. "Görü­lecek şeydir" derken, şâhitlenmiş anlamını ifade etmektedir.

Âyette sabah namazına "Kur'ân" denmesi, Kur'ân okumaksızın namazın olamayacağına delil teşkil etmektedir. Âlimler, sabah namazın­da Fâtihâ'dan sonra okunan Kur'ân'ın uzun olmasını da buna bağlamak­tadırlar.

Birinci derecede âyet Hz. Peygamber'i muhatap almaktadır, ama Hz. Peygamber vefat ettiğine göre, bunun tüm mü'minlere bir emir ol­duğunu söylemekte yarar vardır.

2.  "Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl." "Teheccüd namazı" ismi veri­len bu namaz Hz. Peygamber'e nafile yani fazlalık bir namaz olarak ilâ­ve edilip emredilmiştir. Bu namazın nafile olduğunu da Yüce Allah be­lirlemektedir.

Âyette geçen ££ tehecced emri, "gece kalkıp namaz kıl" anlamını ifade etmektedir.

Teheccüd namazının gece kılınmasının nedeni, aslında Yüce Al­lah'ın mü'minlerin günlük faaliyet programını yapmasıyla ilgilidir. "Zira gündüz vakti, sana uzun bir meşguliyet var" (Müzzemmil 73/7). Demek ki gündüz vakti iş zamanı olduğu için nafile namaz kılınmaz; nafile namazlar gece kılınırlar, "Birazı hariç, gece kalk, namaz kıl. Gecenin yarısını kıl, yahut bunu biraz azalt ya da çoğalt ve Kur'ân'ı tane tane oku" (Müzzemmil 73/24).

Demek ki, mü'min ne zaman, neyi yapacağını, hangi ibadeti ne zaman yerine getireceğini bilmelidir. Yüce Allah hem yorumunu yap­makta olduğumuz İsrâ 79'da hem de Müzemmil sûresinin verilen âyetle­rinde bunun eğitimini vermektedir.

3. "Böylece Rabb'inin seni, övülmüş bir makama ulaştırması umulur."

mahmûd "hamdedilen, övülen, teşekkür edilen" anlamına gelmektedir. Bu makama ulaştırmak, namazın insanı ma'nen yüceltece­ğini ifade etmektedir. Farz ve nafile namazlar Hz. Peygamber'i övülecek makama, yani yücelere erdirdiğine göre, bizi de elbette erdirecektir.

Namaz, hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyduğu ('Ankebût 29/45) için, insanı arındırıp övgü makamına yüceltmektedir (İsrâ 17/79).

4. Ej Rabb'im, beni (gireceğim her işe)'doğruluk ve içtenlik üzere girmemi, (bırakacağım her işten de) doğruluk ve içtenlik görtererek çıkmamı sağla. Bana katından yardımcı bir güç ver. "

Muhammed Esed "doğruluk ile girmeyi", "bir işe doğruluk ve iç­tenlikle girmek"; "çıkmayı" da "başarı ile çıkmak" olarak manalandırmaktadır. Bu ifade, "bir işe başarı ile başlamak ve başarı ile bitirmek" demektir. Esed'in bu yorumu doğru mudur? Çünkü hicret ol­gusu gündeme getirilmektedir.

Yüce Allah. hz. Peygamber'den Hicrete başarı ile başlayıp, başarı ile bitirmesi için bu şekilde dua etmesini istemektedir. Âyetteki sıdk kelimesi "doğruluk, içtenlik, yani başarı"yı ifade etmektedir. Doğru ve içtenlikle olmak, o ışı başarmak demektir.

Âyetin sonunda islenmesi emredilen "yardımcı güç" de bu manayı desteklemekledir Bir işe basan ile başlamak ve onu başarı ile bitirmek, yardımcı bir güce ihtiyaç gösterecektir. Âyette buna ledünnî yardımcı güç denmekledir. Ledünnî. "Allah katından gelen" anlamını ifade et­mektedir ve beşerî kaymaklı olmayan, tamamen Allah'ın lütfü olan bir güçtür.

"Ledünnî yardımcı güç" ne olabilir? Bu, Hicret olgusunun gerçek­leşmesini temin eden Allah'ın beraberliğidir, 

"Eğer siz Peygamber'e yardım etmezseniz; ona Allah yardım edecektir. Hani kâ­firler onu, iki kişiden biri olarak çıkmışlardı. Hani onlar mağarada idi. O, arkadaşına "üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir" diyordu. Bunun üzerine Allah ona sükunet sağlayan emniyetini indirdi. Onu sizin gör­mediğiniz bir ordu ile onu destekledi. İnanmayanların sözünü alçaktı. Allah'ın sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir" (Tevbe 9/40).

Yüce Allah onu "ledünnî yardımcı güç"le böyle desteklemiş oldu. Yüce Allah'ın Peygamber'e öğrettiği bu dua, bizim için bir işe başlarken yapılması gereken önde gelen dualardandır. Bir işe başarı ile başlamak ve başarı ile bitirmek Allah'ın yardımı olmaksızın gerçekleşemez. Tabii ki bu iş, dini insanlara ulaştırmak, öğretmek, hayata geçirmek gibi hayatî bir iş olmalıdır. Demek ki bir iş için doğruluk, samimiyet ve ilâhî yardım gereklidir. Doğrulukla girecek yani başlayacaksın, doğrulukla da çıka­caksın. İşin her iki ucunda doğruluk olmalıdır.

5. "De ki: Hak geldi bâtıl gitti; zaten bâtıl yok olmaya mahkûmdur."

Hakk kelimesi burada "değişmeyen gerçek" anlamına gelmekte­dir. Bunun zıttı olan bâtıl da "sahte ve tutarsız" manasını ifade etmekte­dir.

"Boşa gitmek, hükmü düşmek, işçi işsiz kalmak" anlamına gelen bu kelimenin betile kalıbı "sözünde saçmalamak"ebtale kalıbı da "bir şeyi bozmak, heder etmek, ibtal etmek, yalan söylemek"; tebettale "boş ve beyhude şeylerle uğraşmak"; bâtıl ise "zatında sebat ve hakikat olmayan şey, İblis, şeytan, kıymetsiz, faidesiz, boş" manalarına gelmektedir.[69]

 

"Bâtıl" Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:

 

1) Boş olmak, boşa çıkarmak

"Onlar iplerini atınca, Mûsâ dedi ki: Sizin getirdiğiniz sihirdir; Allah onu boşa çıkaracaktır" (Yûnus 10/81).

İlk âyetteki yaptıkları ile bu âyetteki sihir aynı anlama gelmekte­dir. Buradaki bâtıl kelimesi, fiil kalıbında gelmekte ve "boşa çıkarmak" anlamını ifade etmektedir.

2) Değersiz hale getirmek

"Ey iman edenler! Allah'a ve âhiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek sure­tiyle yaptığınız hayırlarınızı değersiz hale getirmeyin" (Bakara 2/264).

3) Heder etmek

"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin; Peygamber'e itaat edin. İşlerinizi heder etmeyin" (Muhammed 47/33).

4) Yanlış olan beşerî düşünce

"Bile bile gerçeği bâtılla ka­rıştırıp hakkı gizlemeyin" (Bakara 2/42). Âyette, "yanlış beşerî düşünce" dediğimiz kelime bâtıl olarak geçmektedir ve Âl-i İmrân 71'de de aynı anlama gelmektedir.

5) Geçici, gidici, faydasız

Yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 81'de söz konusu kelime, "gidici" anlamına gelmekte: Ra'd 17'de de "geçici, gidici ve faydasız" manasını ifade etmektedir. Ra"d 17'de Yüce Allah hak ile bâtılı şu şekil­de anlatır ve farklarını ortaya koyar: "Allah gökten su indirdi de vadiler kendi hacimlerince sel olup aktı. Bu sel üste çıkan bir köpüğü yüklenip götürdü. Süs veya eşya yapmak isteyerek ateşte erittikleri şeylerden de buna benzer köpük olur. İşte Allah hak ile bâtıla böyle misal verir. Köpük akıp gider. İnsanlara fayda veren şeye gelince, o yeryüzünde kalır. İşte Allah böyle misaller getirir."

Âyette "geçici, gidici ve faydasız olan köpük" bâtılı; "kalıcı ve in­sanlara faydası dokunan süs eşyaları" da hakkı temsil etmekte ve öyle tanımlanmaktadır. Enbiyâ 18'de de aynı anlamda geçmektedir.

f) Asılsız

"Onlar hâlâ asılsız olana inanıp Al­lah'ın nimetine nankörlük mü ediyorlar" (Nahl 16/72).

g) Allah'tan başka sahte tanrılar

"Böyledir. Çünkü Allah, hakkın tâ kendisidir. O'nun dışında taptıkları ise bâtılın ta kendisidir" (Hacc 22/62).

h) Yeni bir şey getirmeyen ve gideni geri getiremeyen

"De ki: Hak geldi; artık bâtıl ne yeni bir şeyi ortaya çıkarabilir, ne de geri getirebilir" (Sebe' 34/49).

i) Kâfirlerin uyduğu şey

"Bunun sebebi, inkâr edenlerin bâtıla uymalarıdır" (Muhammed 47/3).

Bütün bu manaların tersini de "hak" için düşünebiliriz.

Tekrar âyete dönersek şunu görüyoruz: Bâtıl ile mücâdeleyi hak verecektir. Bize düşen hakkı iyi anlamak, öğretmek, ayakta tutmak, iyi beslemektir. Onun olduğu yerde bâtıla, yer yoktur. Demek ki insan bâtıl ile mücâdele veremez; onunla hakk mücâdele verecektir. Kötü ile iyi; yanlış ile doğru; çirkin ile güzel birbiriyle mücâdele verdiği gibi bâtıl ile de hakk mücâdele verecektir.

İnsanlık tarihinin sosyal ve dinî dinamiğinin oluşturduğu süreç, hak ile bâtılın; iyi ile kötünün, doğru ile yanlış mücâdelesinden ibarettir.

Özel manada bakarsak mücâdelenin, tevhid inancının gelmesi ile şirkin gitmesi; Mekke'nin fethi ile müşriklerin iktidarı kaybetmeleri ve mü'minlerin iktidara gelmesi; doğru bilginin beyne girmesi ile oradaki sahte ve hurafe düşüncelerin gitmesi anlamına gelmekte olduğunu göre­biliriz. Beyinde bilgi, gönülde gerçek iman oluşunca nefsin nevasının etkinliğinin gitmesi de hak ile bâtılın mücâdelesini ifade etmektedir. Burada Kur'ân'ın gelip, sahte dinlerin gitmesi de düşünülebilir. Bu so­nucunun delili bir sonraki İsrâ 82. âyet olmaktadır. Mekke'nin fethini düşünürsek, ezilmişliğin, vatanından çıkarılmanın, ibadet özgürlüğünün çiğnenmesi bâtılı; Mekke'nin fethi ile bütün bunların ortadan kalkması, yani zafer de hakkı temsil etmektedir.

6."Biz, Kur'ân'dan mü'minlere şifâ ve rahmet olan şeyler indiriyoruz."

Âyetin bu kısmında Kur'ân'in iki görevi belirlenmektedir, a) Kur'ân mü'minlere şifadır.

Bu âyet, mü'min insanın Kur'ân'dan ne şekilde istifade edeceğine, Kur'ân'ın ona neler vereceğine işaret etmektedir. Mü'min insan da ma'nen hastalanabilir. Bu manevî hastalıkların tedavisini Kur'ân'ın şifâ dağıtan ilkelerinden alabilir.

Mü'minin manevî hastalıkları arasında bâtıl inançlara kapılmak vardır. Mü'min olduğu halde, türbelere gidip yardım istemesi, ölüleri aracı kılarak Allah'tan yardım dilemesi onun manevî hastalığıdır. Kur'ân'ın tevhid inancı anlayışını öğrenip şirke varacak nitelikteki bu hastalığını düzeltmesi şifâ bulması demektir.

Allah tarafından kötiilenmiş davranışlara kapılarak ahlâkını yara­laması da onun bir çeşit hastalığıdır. Mesela, toplumda bozgunculuk, tefrika çıkarması onun hastalığıdır. Bozgunculuk ve tefrika aslında psi­kolojik kaynaklı olan sosyal hastalıklardır. İşte bu manevî hastalıklarını, göreceği Kur'ân'i eğitimle tedavi edip şifâ bulabilir.

Genelde Yûnus 57"ye göre. manevî hastalıklar sinelerde yer al­maktadır. Kötü niyet, sevgisizlik, haset, kin, düşmanlık duygusu göğüs denen, sine veya gönüllerde yer almaktadır. İşte bu manevî virüslerin meydana getirdiği gönül hastalıklarının şifasını kişi, Kur'ân'da bulabilir. "Kur'ân sinelerdekine bir şifadır" (Yûnus 10/57). Bu âyetin tefsirinde hangi hastalıkları, nasıl tedavî ettiğini açıklamıştık. Burada tekrar etmek­te yarar vardır. Kur'ân şüphe eden kalbi (Tevbe 9/45); nifak dolu kalbi (Tevbe 9/77); şirkin içirildiği kalbi (Bakara 2/99); mühürlü kalbi (Baka­ra 2/7); kilitli kalbi (Muhammed 47/24); hasta kalbi (Mâide 5/52); dağı­nık kalpleri (Haşr 59/14); kin dolu kalbi (Tevbe 9/15) tedavi ederek; barışın bulunduğu (Şu'arâ 26/89); doyuma ulaşan (Ra'd 13/28); düşünen  (Hacc 22/46); kaynaşan (Âl-i İmrân 3/103); iman eden (Hucurât 49/7); takvaya eren (Hucurât 49/3); titreyen (Enfâl 8/2); tamamen Allah'a yö­nelen (Kâf 50/33); hidâyete eren (Teğâbün 64/11); ürperen (Hadîd 57/16) ve kini giderilen (Tevbe 9/15) kalp haline dönüştürür.

İşte Kur'ân'ın şifâ dağıtan hastanesinde bu tip hastalıklar bu şekil­de şifâ bulurlar. Sosyal hastalıkların kaynağında da bu tip hastalıklar vardır.

b) Kur'ân mü'minlere rahmettir. Kur'ân'ın bu özelliği ile su ara­sında bir bağlantı vardır.

Kur'ân, kuruyan, çölleşen ve hayatiyetini kaybeden beyinlere, gö­nüllere ve nefislere su gibi rahmet görevini yapar. Suyun tabiata sağladı­ğını Kur'ân, insanların iç âlemlerine ve sosyal ilişkilerine temin etmek­tedir.

İşte yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 82. âyetini din âlimleri tam anlayacak, özümseyecek ve hayatlarına tatbik edip tüm insanlığa öğretip yaşayacaklardır; onlar da Kur'ân'ı bu işlevleriyle tanıyacak, o gözlükle bakacak ve o şekilde hayatlarına geçireceklerdir.

Kur'ân şifâ dağıtan ve merhamet saçan bir kaynaktır. O, bu yönü ile anlaşılınca hareket etmekte, gönüllere sızmakta, sosyal hayatın kılcal damarlarında dolaşmaktadır. Yeter ki biz o kaynağa varalım, onu anlayıp bilinçle ve sevgi ile kucaklayalım.

7. "Ama bu, zâlimlere ziyan artırmaktan başka bir katkıda bulunmaz."

Aynı hastalığa sahip olan insanlar aynı ilacı alırlar, ama birine şifâ olurken, ötekine alerji verir, yani aksi tesir meydana getirir. İşte Kur'ân, gönlünde iman olan manevî bünyeye şifâ ve rahmet etkisini yaparken; zâlimlere aksi tesir yaparak ziyanlarını, azgınlıklarını artırmaktadır.

Buradaki zâlimlerden kasıt, inkârlarında, kötülüklerinde ve dünye­vî nazlarında asla değişim olmayanlardır. Kur'ân, manen iyiden yana değişime kapalı olanların ancak ziyanını artırır. Bu insanlar tevhidin doğru yolunu bulma şansını kaçırmışlardır. Demek ki Kur'ân'dan, insanlar kendi iç yapılarına göre istifade edeceklerdir. Kur'ân aynı Kur'ân olmasına göre, insanlar ondan kendi manevî durumlarına göre faydala­nacaklardır.[70]

 

Nankörlüğün Zirvesi:

 

1. insana nimet verdiğimiz zaman yüz çevirip yan çi­zer; ona bir zarar ziyan dokunacak olsa iyice karam­sarlığa düşer.

84. De ki; Herkes, kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar. Bu durumda kimin doğru bir yol tuttuğunu Rabb 'iniz en iyi bilendir.

Bu âyetler insanın psikolojik yapısının ve davranışlarının analizini yapmaktadır.

1. "İnsana nimet verdiğimiz za­man yüz çevirip yan çizer."

İnsanın amacı, ihtiyacı olan ekonomik menfaati, nimeti, değeri el­de etmektir. Bunu elde ettiği zaman amacına ulaştığını anlar ve hemen psikolojik yapısında köklü bir değişim meydana gelerek kibirlenir, gu­rurlanır ve nimetten önceki durumunu unutur.

Gurur ve eski halini unutma kişinin, zincirleme olarak kendini müstağni görmesine, yani artık ihtiyaç sahibi olmadığını hissetmesine ve sonunda azgınlaşmasına neden olur. "Gerçek şu ki insan kendini kendine yeterli görerek azar" ('Alak 96/6-7).

Onun bu psikolojik yapısı, ihtiyacını giderdiği kaynaktan küstahça yüz çevirmesine neden olur. Nimeti ona veren Yüce Allah'ı küstahça hatırlamaz olur. Yüz çevirip yan çizmek, maddî anlamda değil, beyin ve gönül anlamındadır.

Bu analizden şunu çıkarıyoruz: İnsanlar imkansızlık hallerinde, fa­kirlik durumlarında daha alçak gönüllü, daha çok Allah'ı hatırlar halde olmakta; imkanları bol olduğu zaman kendini müstağnî hissederek az-gınlaşıp küstahça davranarak nankörlüğe sapmaktadır. Bu neticeye varan analizimiz kesin hatlarla doğrudur demek mümkün olmayabilir, ama ham ruhlar için bu böyledir.

2.  "Ona bir zarar, ziyan dokunacak olsa iyece karamsarlığa düşer."

Âyetin bu kısmına dikkat edilirse, eş-şerr kelimesinin, dokunma fiilinin öznesi olduğu görülecektir. Şerri kuluna Allah dokundurmuyor da "şer" kendisi dokunuyor. Nimeti Allah veriyor, "şer" sanki canlı bir varlık gibi hareket edip dokunuyor. İsrâ 67. âyette de, sıkıntı dokunmuştu.

Dışarıda oluşan "kötülük", insanın yapısını etki altına alıyor. İşte bu etki insanın psikolojisinde karamsarlık, ümitsizlik meydana getiriyor. Nimet nankörlüğe; kötülük de karamsarlığa, ümitsizliğe itiyor, götürü­yor. Demek ki farklı şartlar altında insan psikolojisi farklı durumlara bürünüyor. Farklı etkiler, farklı tepkilere dönüşüyor ve böylece farklı neticelere ulaşılıyor. Burada tepkileri, davranışları belirleyici ana unsu­run ne olduğunu 84. âyet açıklamaktadır.

3. "De ki: Herkes, kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar." Âyetin bu kısmında yer alan şâkile, "tabiat, yaratılış, niyet, cibilliyet, maya, yol, inanç, tür" manalarına gelmektedir.

Kur'ân'da bu kelime iki âyette yer almaktadır. Birisi yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 84'de "cibilliyet, maya, tabiat, karakter"; di­ğeri de "tür" anlamını ifade ettiği Sâd 58'dedir.

Isrâ 84'ün devamına bakarsak bu kelimeye "yol" anlamını vermek de uygun düşecektir. Herkes tuttuğu yola göre davranacaktır. Mealde "iş yapar" ifadesini "davranır" manası ile değiştirebiliriz.

Şâkile kelimesine yani "tıynet, cibilliyet, mayasına göre davranır" demekle Yüce Allah, modern psikolojide veraset ya da ırsıyetin etkinliği konusunu asırlarca önce gündeme getirmiş olmaktadır. İnsanın davranış­larının belirleyici dinamiği çevre ve eğitim olmakla beraber, yaratılışın etkisi de küçümsenemez.

Âyetin bu kısmı, bir önceki âyetin temeli durumundadır. İnsanların sapıtması, nankörce davranması, kendisine dokunan kötülükten dolayı karamsarlığa kapılması şeklindeki davranışlarının kaynağında onun ma­yası, tıyneti, tabiatı vardır. Bu mayayı da, ana ve babasından aldığı gen­leri oluşturmaktadır. Genler, psikolojik yapıyı; psikolojik yapı da, dav­ranışları oluşturmaktadır. Burada soracağımız soru şudur: Şâkile denen tıynet eğitilemez mi1

Bu soruya şu şekilde cevap verebiliriz: İnsanın mayasını, tabiatını, tıynetini değiştirmek mümkün değildir. Ancak eğitim vasıtasıyla onu kontrol altına alabiliriz insanın mayası bozuksa, onu tamamen iyi yap­mamız mümkün değildir ama, eğitim vasıtasıyla kontrol altına alabilirsi­niz. Bu durum şuna benzer Öyle hastalıklar vardır ki, vücuttaki virüsünü başka bir ifadeyle mikrobunu yok edemezsiniz ama kontrol altına alıp kişinin sıhhatini getirebilirsiniz.

Mayası iyi olanla, mayası bozuk olanın arasındaki fark, mayası bozuk olan daima kontrol altında olmalıdır. Sosyal kontrol kalkarsa, bozuk mayası kişinin davranışlarına hâkim olacaktır. Peki mayası neden bozuk oluyor? Yaradan'in kudretinden tüm insanlar iyi olarak yaratılmıyor mu? Yaradan, insanın iç âlemine bir takım psikolojik kabi­liyet ve yetenekler koyarken, nefse de iyiye ve kötüye açık özellikler koydu (Şems 91/7-8). Mesela: Haram lokma ve haram süt ile büyüyen ve kötü bir aile çevresinde yetişenlerde fucûr denen, kötüye açık boyutu gelişip davranışlarına hâkim oluyor. O insanın iyiye açık boyutu işleme­diğinden nadasa kalmış oluyor. Haram lokma ve haram süt insanın asa­letini, tıynetini, mayasını bozduğundan Allah tarafından yasaklanmıştır.

Şâkile kelimesinin "yol" anlamı da vardır. Psikolojik yapımızla, aldığımız eğitim bize bir yol çizer, herkes sahip olduğu o yola göre dav­ranır. Düşüncelerimiz, yetenek ve kabiliyetlerimiz, kültürümüz, ideolo­jimiz, felsefemiz bizim yolumuzu oluşturur ve biz o yolun gittiği yöne, akışı göre davranırız.

4. "Bu durumda kimin doğru bir yol tuttuğunu Jİabb'iniz en iyi bilendir."

İşle âyetin sonunda yer alan sebîl "yol" kelimesi, şâkileye yol manasının verilebileceğinin delili olmaktadır.

Âyetin bu kısmından şunu anlıyoruz.: İnsanı hem içten hem de dış­tan kuşatan, şah damarından ona daha yakın olan, içini ve dışını bilen Yüce Allah nasıl bir karaktere sahip olduğunu ve kendisine nasıl bir yol seçtiğini de en iyi O bilmektedir.

Biz beşer olarak, bütün insanların mayasının iyi ve sağlam oldu­ğundan hareket etmemiz gerekiyor.

İnsanın mayası, tıyneti, tabiatı ne ise Kur'ân o şekilde onu etkile­yecek ya da o, Kur'ân'dan o doğrultuda istifade edecektir. Bunu, yani Kur'ân'ı Güneş'e benzetebiliriz. Güneş tuzu sertleştirir, yağı eritir, yu­murtayı pişirir, suyu ısıtır. Her madde ya da cisim kendi yapısına göre Güneş'ten etkilenmektedir. İnsan da kendi şâkile, yani mayasına göre Kur'ân'dan etkilenecektir. Dolayısıyla Kur'ân, mü'min için rahmet ve şifâ; zâlimler için de ziyanı ve azgınlığ: artıran kaynak olacaktır.

Beşer olarak Kur'ân'm nurundan kimin nasıl istifade edeceğini bi­lemeyiz, ama Yüce Allah bunu en iyi bilendir. Biz uzun zaman uygula­nacak eğitimin ardından az da olsa durumun farkına varabiliriz. Görül­düğü gibi İsrâ 82-84. âyetlerinde Yüce Allah davranış psikolojisi konu­sunda ince analizlere girmekte ve bize bu konuda bir ders vermektedir.[71]

 

Rûh Nedir?

 

85. Sana rûh hakkında soru sorarlar. De ki: Rûh, Rabb'imin emrindendir. Size ancak az bir bilgi veril­miştir.

Bu âyetin nüzul yani iniş sebebi olarak nakledilen üç olayı Süley­man Ateş analiz ederek tenkit etmektedir. Nakledilen nüzul sebeplerini burada zikretmeyi uygun bulmuyoruz. Ancak âyetin kendisinden anlıyoruz ki. Uz. Peygaraber'e sorulan çeşitli sorular gibi ruhtan da so­rulmuştur. Sorulan soruyu Hz. Peygamber cevaplandırmayacağı için Yüce Allah cevaplandırmaktadır. Şimdi biz de Allah'ın emrinden olan ruhun ne anlama gelmekte olduğunu soralım.

Rûh, "can. hayal soluğu, ilham, yani vahy, Kur'ân, Cebrail" mana­larına gelmektedir. Şimdi hangi âyette hangi manaya kullandığına bakabiliriz.[72]

 

"Rûh" Kelimesinin Kur'ân'daki Manaları:

 

1) Kur'ân

"İşte böylece sana da emrimizle Kur'ân'ı vahyettik" (Şûra 42/52). Bu âyette Kur'ân diye mana verdiğimiz kelime ruhtur ve "hayat veren ilâhî mesaj, vahy" demektir.

2) Vahy

"Allah kendi emri ile melekleri kullarından dilediği kimseye vahy ile gönderir" (Nahl 16/2). Bu âyette geçen rûh kelimesi, meleklerin taşıdığı "vahy" anlamına gelmektedir. Bu kelime, Şûra 52 ve Nahl 2'de rûh olarak geçmekte, Şûra 52'de doğrudan Hz. Peygamber'e yönelik olduğundan "Kur'ân", Nahl 2'de genel olduğundan "vahy" diye manalandırılmaktadır.

3) Melek

"O gün rûh ve melekler saf halinde ayakta dururlar" (Nebe' 78/38).

"Melek" anlamından hareket edersek bu kelimeden maksadın "Cebrail" olduğu sonucuna varabiliriz: gönderdik" (Meryem 19/17).

"Biz ancak Rabb'inin emri ile ineriz" (Meryem 19/64). Bu âyetlerden anlıyoruz ki, Yüce Allah meleklere, özellikle Ceb­rail'e rûh demektedir.

4) Can

İnsana ve diğer canlı varlıklara hayat veren şeye de rûh denmek­tedir.

"Onu tamamlayıp içine de ruhumdan üfürdüğüm zaman, derhal ona secdeye kapanın" (Sâd 38/72).

İşte son merhalesinde pişmiş çamur halinde olan Hz. Âdem'in be­denine Yüce Allah Kendi ruhundan üfürünce canlandı. İşte bu cana rûh denmektedir.  "Hele can boğaza dayandığı zaman" (Vâki'a 56/83).

İşte âyette, ölmekte olan insanın boğazına dayandığı şeye, yani çıkmak üzere olan şeye "can" demekteyiz. Bedene hayat veren, onu ha­reket ettiren, onu yaşatan ve bizim göremediğimiz, yapısı hakkında bil­gimiz olmayan şeye rûh denmektedir.

Şimdi yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 85'e dönersek, sorulan ruhun "can", "vahy", "Cebrail" olduğu anlaşılmış olacaktır. Sorulan soruya nasıl cevap verileceğini Yüce Allah belirlemekte, Hz. Peygam­ber'e ruhun Allah'ın emrinden olduğunu söylemesini emrederek, onun yapısı hakkında bir bilgi vermemektedir.

Bu âyetteki ruhu "can" anlamına alırsak, ruhun yapısı bilinme­mektedir ama, bedene yaptırdıkları davranışlarımızdan anlaşılmaktadır. Bedenin işlemesi, davranışlarımız hakkındaki bilgi rûh hakkında bize verilen bilgi olmaktadır. Bu bilginin niteliği de "az" olmasıdır. Demek ki ruhun yaptıkları ile elde ettiğimiz bilgi, mahiyeti, yani yapısı hakkında bilginin yanında çok az kalmaktadır.

Eğer âyette geçen ruhtan kasıt, "vahy" ise, vahyin sadece bize bil­gi veya mesaj olarak yansıyan kısmını biliyoruz, ama vahyin yapısını bilemiyoruz.

Vahyin mesajı hususundaki bilgilerimiz onun yapısı hakkındaki bilgilerin yanında "az" kalmaktadır.

"Vahy, ilham, can. melek" anlamıyla rûh, büyük çapta metafizik, madde ötesi bir konu olduğu için bütünüyle ve yapısal olarak onu bil­memiz mümkün değildir.

Bedenle iç içe giren, ama birbirinin aynısı olmayan, terk ettiğinde bedeni çürümeye terk eden. yapısı bilinmeyen, ilâhî emre bağlı bir güç olmaktadır. Olmadığı yerde cansızlık olan, olduğu yerde de hayatın ol­duğu bu güç sadece belirtileri ile fark edilmekte "az da" olsa bilinmekte­dir.

Yüce Allah'ın verdiği rûh konusundaki bu ders, insana aczini his­settirmek için yeterlidir. Canının yapısını bilmeyen insan kendini nasıl müstağni (ihtiyaç sahibi olmadığını) görür. Bundan sonraki âyetlere ba­karsak bu âyetlerdeki ruhun vahy olduğu anlaşılmış olacaktır.[73]

 

Allah, Merhameti Gereği Vahyi Kesmedi:

 

55. Andolsun, dilesek sana vahyettiğimizi ortadan kal­dırırız; sonra bu durumda sen de bize karşı hiçbir ko­ruyucu bulamazsın.

87. Ancak Rabb 'inin rahmeti sayesinde vahy kesilmedi. Çünkü O 'nun sana büyük lütfü vardır.

Bu âyetlerin analizinden çıkaracağımız önemli neticeler vardır:

1. "Andolsun, dilesek sana vahy ettiğimizi ortadan kaldırırız."

Âyetin bu kısmı İsrâ 73-75. âyetlerin devamı durumundadır. O â-yetlerde, müşriklerin Hz. Peygamber'e gelip Allah'ın vahyettiğinden başka bir şeyi getirerek O'na iftira etmesini, o takdirde onu dost edine­ceklerini teklif etmişlerdi. Hz. Peygamber, Allah'ın müdahalesi olma­saydı, onlara az kalsın meyledecekti.

Eğer meyledip yanlış fetvalar verseydi, Yüce Allah, dünya ve âhiretin azabını ona tattıracaktı veya yorumunu yapmakta olduğumuz âyeti göndererek "vahyettiğini ortadan kaldıracaktı". İsrâ 75'in sonu şöyle bitiyordu: "Sonra bize karşı kendin için bir yar­dımcı da bulamazsın." Yorumunu yapmakta olduğumuz 86. âyetin sonu da aynı ifade ile gelmektedir: "Sonra bu durumda sen de bize karşı hiçbir koruyucu bulamazsın."

Bütün bu âyetlerden anlıyoruz ki Kur'ân, Hz. Peygamber tarafın­dan yazılmadı; onu Allah vahyetti. Çünkü insan, kendi yazdığı bir kitap­ta bu şekilde kendisini tehdit edercesine uyarmaz.

2.  "Sonra bu durumda sen de bize karşı hiçbir koruyucu bulamazsın."

Şimdi bu âyeti günümüze göre yorumlamak zorundayız. Çünkü Hz. Peygamber vefat etmiştir. Âyet sadece ona inmiş ise, onun evrensel­liği ortadan kalkar ve bizim için de hiçbir hüküm taşımamış olurdu.

Günümüze taşıyarak bu âyeti şöyle yorumlayabiliriz: Âyeti, İsrâ 73-75. âyetlerle bağlantılı olarak yorumlarsak, şu neticeye varırız: Al­lah'ın vahyettiğini göz ardı ederek, onun vahyinde olmayanı dindendir, diyerek kendi görüşünü ortaya atanlardan, Yüce Allah dilerse Kur'ân'ı alıp götürür. Vahye ters düşenler, Allah'ın vahyini kaybedebilirler. Ona layık olmadıklarından Allah onlardan vahyini alıp götürebilir. O zaman Müslümanlar, Allah'a karşı bir dayanak bulamazlar.

Demek ki, Yüce Allah, vahyini benimseyip, ona karşı görüşleriyle saygısızlık etmeyen ve onu hayata geçirenlere vekîl olmakta, onlar da onu vekîl tayin edebilmektedirler.

3. "Ancak Rabb'inin rahmeti sayesinde vahy kesilmedi. Çünkü O'nun sana büyük lütfü vardır."

Buradaki rahmeti "merhamet" manasına alabiliriz. Çünkü ikisi de aynı kaynaktan gelmektedirler. Demek ki "vahy" Hz. Peygamber için bir rahmet, bir merhamet olmaktadır. Yüce Allah rahmeti, yani merhameti gereği vahyini gönderiyor. Kur'ân, Allah'ın merhametini, rahmetini be­şerî aleme taşımaktadır.

Yüce Allah, müşriklerin isteklerine meyletmeye kalkan Hz. Pey­gamber'e neden vahyini kesmediğini açıklamakta ve bunun rahmeti ge­reği olduğunu söylemektedir. Bu rahmet de, ona karşı olan büyük lütfunun sonucu olmaktadır. Yüce Allah'ın Hz. Peygamber'e olan büyük lütfü, rahmeti getiriyor, rahmet de vahyin kesilmesini önlüyor. Burada zincirleme sebep-sonuç ilişkisine tanık oluyoruz.[74]

 

Kur'ân'ın Benzeri Veya Dengi Getirilemez:

 

88. De ki: Andolsun, bu Kur'ân'in bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler bir araya gelseler, bir­birlerine destek de olsalar, benzerini getiremezler.

Bu âyetin benzer mesajını taşıyan Bakara 23 ve Hûd 13'te açıkla­malarımızı yapmıştık. Bakara 23'te Hz. Peygamber'e gönderildiğinden şüphe edenlere; Hûd 13'te de Hz. Peygamber'in onu uydurduğunu söy­leyenlere delil getirmek üzere meydan okunduğunu görüyoruz. Bakara 23 ile Hûd 13. âyetler, sadece insanlara hitap ederken yorumunu yap­makta olduğumuz İsrâ 88'de cinler de devreye sokulmaktadır.

Ama bu âyetlere Yûnus 38. âyeti de ekleyerek şu gerçeği yakala­mamız mümkündür: Kur'ân'in indirildiği ilk dönemlerde meydan oku­mayla ilgili olarak indirilen İsrâ 88. âyette o döneme kadar indirilmiş olan sureler kadar yani o dönemdeki Kur'ân kadar bir kitap getirmeleri istenmiştir. Daha sonra bu istek on sureye (Hûd 11/13), en sonunda da tek sureye indirilmiştir (Yûnus, 10/38). Mekke dönemindeki bu sırala­madan sonra en sonunda Medine dönemi ilk suresi olan Bakara 2/23. âyette ise bu son meydan okuma tekrarlanmış, gerçekleştirilmesinin de mümkün olmadığı vurgulanmıştır.

İsrâ 59'da açıklandığı gibi öncekilerin, peygamberlere gönderilen mu'cizeleri yalanlamaları nedeniyle Hz. Peygamber'e mu'cize gönde­rilmemişti. Müşrikler, hatta kitap ehli Hz. Peygamber'den mu'cize ge­tirmesini istediler. Onlara cevap olarak Yüce Allah şu âyetleri gönder­miştir: "Ken­dilerine okunmakta olan Kitabı sana indirmemiz onlara yetmemiş mi?

Elbette iman eden bir kavim için onda rahmet ve ibret vardır" ('Ankebût 29/51).

Bu âyet müşriklerin şu sözüne cevap teşkil etmektedir:

"Ona Rabb'inden (başkaca) mu'cizeler indirilmeli değil miydi? derler. De ki: Mu'cizeler ancak Al­lah'ın kalındadır. Ben ise sadece apaçık bir uyarıcıyım" ('Ankebût 29/50). Demek ki, Yüce Allah Kur'ân'1 yeterli bir mu'cize olarak takdim etmektedir. Böyle bir mu'cizeyi insanlar ve cinler birbirine yardım ede­rek ortaya koymaya çalışsalar bile bunu beceremezler.

Kur'ân'in insan ve cinleri âciz bırakması, onun beşer kaynaklı ol­madığına ve bir mu'cize olduğuna delil teşkil etmektedir. Onun mu'cize olması, hem edebî yönünden hem de insanların sorunlarını, Allah ve kendi aralarında olan ilişkilerini tamamen tarafsız bir metodla açıklama ve çözüme kavuşturması bakımından net görülüp anlaşılmaktadır. Gü­nümüzde Kur'ân "a muhalefet edenler bu açılardan ona bakabilselerdi elbette ona karşı tavırları kökten değişecekti.[75]

 

Allah, Kur'ân'da Örneklerle Açıklamalar Yapıyor:

 

89. Muhakkak ki Biz, bu Kur'ân'da insanlara her türlü misali çeşitli şekillerde anlattık. Yine de insanların ço­ğu inkarcılıktan başkasını kabullenmediler.

İsrâ sûresinin 41. âyeti de buna benzer mesajı taşımaktadır.

1. "Muhakkak ki Biz, bu Kur'ân'dâ insanlara her türlü misali çeşitli şekillerde anlattık." Âyetin bu kısmındaki Allah'ın açıklama ile ilgili kullandığı sarrafnâ/tasrif kelimesinin anlamı hakkında izahat İsrâ 41'de yapılmıştır. Yüce Allah, insanların Kur'ân'da kapalı hükümler, ilkeler, ifadeler olduğunu iddia etmemeleri için, her şeyi derinlemesine, en ince ayrıntısına kadar açıkla­dığını buyurmaktadır. Anlaşılamaması nedenine dayalı olumsuz tepki görmesini kabullenmemektedir.

Dikkat edilirse Yüce Allah linnâs "insanlar için" ifadesine yer vermiş ve böylece Kur'ân'in tüm insanlığı muhatap aldığına işaret etmiştir. Buradaki Jii mesel "misal" kavramına tarihî açıdan bakarsak, bunun, geçmişin toplumları ve o toplumların yaşadığı olgular olduğu neticesine ulaşırız. Ama mesel kelimesine bilimsel ve dinî kanunlar açı­sından bakarsak, insanın ihtiyacı kadar olan her şeyin orada açıklandığı­nı ifade ettiği görülecektir.

Yüce Allah insan aklını, tabiatı araştırıp kanunları keşfedecek ka­dar harekete geçiren temel kanunları açıklamıştır. İnsan psikolojisi, dav­ranışları, insanlar arası ilişkileri, Allah ile insan arasındaki ilişkiyi ve iletişimi detaylı bir şekilde izah etmiştir. Din adına ne varsa ortaya kon­muştur. İnsanı yücelten ne varsa derinlemesine açıklanmıştır.

2. "Yine de insanların çoğu inkarcılıktan başkasını kabullenmediler." Bunun anlamı, "küfürde direttiler ve değişime yanaşmadılar" demektir. İnkarda diretmek, tevhid inancından kaçıp daha da uzaklara gitmek, nefretini, reddini derinleştirmek, demektir. Kur'ân'in sunduğu mesaj onlara aksi tesir uyandırmaktadır. İsrâ 82'de belirtildiği gibi onların ziyanını, kaybını artırmaktadır.

Bu âyet ve onun kardeşi olan İsrâ 41 ve 82. âyetler, eğitimcilere şu ilkeyi öğretmektedir: İnsanın öylesine değişik tıyneti ve çevresinden aldığı eğitimi vardır ki, söyleyen Allah bile olsa olumsuz tepki gösterir, hatta bu tepkisini daha da artırır. Öğretenin öğretim şeklinden daha çok, öğrenenin anlayış biçimi, mayası etkili olmaktadır. Her verilen şeyin kabul edilecek, anlaşılacak diye bir garantisi yoktur.[76]

 

Hz. Peygamber'den Hangi Mucizeleri İstediler?

 

90.  Onlar: Sen. dediler, bizim için yerden bir kaynak

fişJanmadıkça samı asla inanmayacağız.

91.  Veya senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olma­lı; öyle Jb" içlerinden gürül gürül ırmaklar akıtmalısın.

92.  Yahut, iddia ettiğin gibi üzerimize gökten parçalar yağdırmalısm veya Allah'ı ve melekleri gözümüzün ö-nüne getirmelisin.

93.  Yahut da altından bir evin olmalı ya da göğe çıkma­lısın. Bize, okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece (göğe) çıktığına da asla inanmayız. De ki: Rabb'imi tenzih ederim. Ben, sadece beşer bir elçiyim.

İşte inkârında direten, tevhid inancına geçiş için asla değişmeyece­ğini ifade eden kâfirlerin isteklerinden bir kısmı bunlardır.

İsrâ sûresinin 59. âyetini açıklarken Yüce Allah'ın, Hz. Peygam­ber'e Kur'ân'dan başka bir mu'cize vermediğini anlatmıştık. Ama onlar ona inanmaları için mu'cizeler istemeye devam ettiler. Bu âyetlerde altı çeşit mu'cize istediklerine şahit oluyoruz.

1. "Bizim için yerden bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız."

Yerden pınar akıtmak şeklinde mu'cize isteğinin arkasında Arapla­rın yaşadığı susuz çölün etkisi vardır. Suyu bol olan bir ülkede yaşasa­lardı, öyle anlıyoruz ki bu tip mu'cize istemeyeceklerdi. Yaşanılan fizikî çevrenin özellikleri onlara pınarın fışkırtılmasını mu'cize olarak istet-miştir. Bu insanlar bir peygambere inanmayı yerden fışkıracak pınara bağlamışlardı. Bunların maksadı mu'cize olarak pınar değil, maksatları inanmamaktır.

2.  "Veya senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı; öyle ki içlerinden gürül gürül ırmaklar akıtmalısın."

Bu mu'çizenin istenmesinde de onların yaşadıkları fızîkî çevrenin etkisi vardır. İçlerinden şarıl şarıl ırmakların aktığı hurma ve üzüm bağ­larının olmasını istemelerinden maksat üzüm yemek değil bağcıyı döv­mektir. Onların maksadı peygambere bir şeyler yaptırtmak değil, onun peygamberliğini reddetmektir.

3. "Yahut iddia ettiğin gibi üzerimize gökten parçalar yağdırmaksın."

Kur'ân'da Yüce Allah'ın bazı kavimleri helak ederken kullandığı ceza şekli ile müşrikler alay etmektedirler. Ya da kıyametin kopuşu ile ilgili şu âyetlerle alay ediyorlardı:

a) "Gök yarıklığı zaman" (İnşikâk 84/1).

b) "Gökyüzü yarıldığı, yıldızlar dö­küldüğü zaman" (İnfıtâr 82/1-2).

c) "Eğer gökten bir parça düşer görseler" (Tûr 52/44).

d) "Onun, sizi kara açısından yerin dibine geçilmeyeceğinden, yahut başınıza taş yağdırmayacağından emin misiniz? Sonra kendinize bir koruyucu da bulamazsınız" (İsrâ 17/68).

İşte bu âyetleri Hz. Peygamber'in düşüncesi olarak gördüklerinden kemâ ze'amte "iddia ettiğin gibi" ifadesine yer vermişlerdir.

4. "Allah'ı ve melekleri gözümüzün önüne getirmelisin."

Amca oğlu olan İsrâiloğullan da Hz. Musa'dan aynı istekte bu­lunmuşlardı.

"Bir zamanlar: Ey Mû-sâ! Biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana inanmayız, demiştiniz" (Bakara 2/55);

"Bize Allah'ı apaçık göster, demişlerdi" (Nisa 4/153). İsrâilogullannm bu isteklerini Araplar da Hz. Peygamber'den istemişlerdi. Bu istekleri yerine gelseydi yine inanacak değillerdi. En'âm 11 l'de bu duram ifade edilmektedir: "Eğer biz onlara melekleri indirsey-dik; ölüler de onlara konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına getir-seydik Allah dilemedikçe yine inanacak değillerdi."

5. "Yahut da altından bir evin olmalı."

Fakir insanların hayalinde bu tip fanteziler oluşur. Kendi kafala­rında, hayallerinde olanı Hz. Peygamber'den bekliyorlardı.

6. "Ya da göğe çıkmalısın. Bize okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece (göğe) çık­tığına da asla inanmayız."

İstenen bu mu'cizelere baktığımızda kolaydan zora doğru sıralan­dıklarını görmek mümkündür. Pınar akıtmaktan, Allah'ı ve melekleri görmeye, göğe çıkıp oradan kitap getirmeye kadar varan bir dizi mu'cize istediler. Onların bu istekleri bize nakledilmekte ama, bütün bunlar o dönemde gerçekleştirilmemiştir. Bizim için bu âyetler şu neticeyi doğurmaktadır: İnanması mümkün olmayan insanlar, işi yokuşa sürerek yapılması mümkün olmayan şeylerin yapılmasını isterler; din adamla­rından umulmadık şeyleri beklerler. Yüce Allah onların bu isteklerinin şu şekilde cevaplandırmasını Hz. Peygamber'den istemektedir:

7. "De ki: Rabb'imi tenzih ede­rim. Ben sadece beşer bir elçiyim."Jj ü>U«li Sübhâne Rabbî demesinin ana sebebi, Yüce Allah'ın görünmesinin imkansızlığıdır. Bir madde gibi Allah'ı görmek, O'na noksanlık getirecektir. Bu noksanlıktan O'nu uzak tutmak için Hz. Peygamber'den bu şekilde ifade etmesi istenmiştir.

Ayrıca kendisinin beşer bir peygamber olduğunu hatırlatmasını da emretmiştir. İstediklerini yerine getirebilmesi için olağanüstü güçlerle donatılmış olması gerektiğini, oysa onun sadece insan ve uyarıcı bir peygamber olduğuna dikkat çekmektedir. Bundan da şunu çıkarmamız doğru olacaktır: İnsanlar, bağlandıkları kişilere olağanüstü güçleri yakış-tırmamalı, onların ilminden ve eğitimciliğinden istifade etmelidirler; tabiat üstü oluşumların sahibi olduklarına inanıp, şirke düşmekten kendi­lerini korumalıdırlar.[77]

 

Hz. Peygamber'e İnanmalarını Engelleyen Esas Neden:

 

94.  Zaten, kendilerine hidâyet rehberi   geldiğinde, in­sanların inanmalarını sadece "Allah, peygamber ola­rak bir beşer mi gönderdi?" demeleri engellemiştir?

95.  Şunu söyle: Eğer yeryüzünde yerleşmiş, gezip dola­şanlar melekler olsaydı, elbette onlara gökten, pey­gamber olarak bir melek gönderirdik.

96.  De ki: Benimle sizin aranızda gerçek şahit olarak Allah yeterlidir. Zira O, kullarını bilip görmektedir.

Yüce Allah, bu âyeti ile insanlardan, peygamberlere inanmayanla­rın neden inanmadıklarına açıklık getirmektedir.

1. "Zaten kendilerine hidâyet rehberi geldiklerinde." Aslında bu cümle "onlara hidâyet geldiği zaman" anlamına gelmektedir. Buradaki "hidâyet" "doğru yol bilgisi" demektir. Doğru yol bilgisi de peygamber vasıtasıyla gelmektedir. Onun için bu ifadeyi "hidâyet rehbe­ri" olarak manalandırmak doğru olacaktır. Dikkat edilirse, buradaki "hi­dâyet", gelme fiilinin öznesi durumundadır.

2. "İnsanların inanmalarını sadece engelledi."

Yüce Allah, doğru yol bilgisini getiren peygambere inanmalarını engelleyen şeyin ne olduğunu gündeme getirip sebep-sonuç ilişkisi içeri­sinde açıklama yapmaktadır. "Peygambere inanmaya engel oldu" derken bir şeyin insana engel olmasına, irâdesini elinden aldığına işaret etmek­tedir. Çünkü âyetteki "insan" kelimesi, mef'ûl yani nesne durumundadır. Bir şey insanın üzerinde bir fiili gerçekleştirmekte, bir icraatta bulun­maktadır. Burada insan pasif bir duruma bürünürken, ona icraatta bulu­nanlar olmaktadır. İnsan bir şey yapmak isteyecek, bir şey ona engel olacaktır. Böylece Yüce Allah, bize nelerin hükmettiğini, nelerin bizim irâdemizin önüne çıkıp engel olduğunu açıklayarak, hem irâdemize sa­hip çıkmamızı hem de başka şeylerin mahkûmu, kölesi olmamamızı öğ­retmektedir.

3.  "Allah, peygamber olarak bir beşeri mi gönderdi? demeleri."

Âyetin bu kısmında yer alan ijJli ö\ en kâlû "demeleri" kelimesi, düşünceleri, fikirleri anlamına gelmektedir. Kâlû kelimesi, "bir fikri, düşünceyi ileri sürmek, o fikri tutmak, o düşünceyi savunmak, itirazı ileri sürmek" anlamına gelmektedir. Çünkü ağızdan çıkan söz, bir dü­şünceyi, iddiayı veya bir itirazı, bir şeyi savunmayı ifade etmektedir.

Müşrikler ya da kâfirler bu iddiaları, düşünceleri ile öncelikle "Al­lah" fikrine inanmakta olduklarını gösteriyorlar. Hatta bir peygamber gönderebileceğinin de farkındalar. Ancak peygamber olarak gönderile­nin beşer olmayacağını iddia ediyorlar. İşte bu iddiaları, düşünceleri on­ların doğruluk bilgisini getiren peygambere iman etmelerine engel oldu.

Onlar peygamber olarak bir meleğin gönderilmesini bekliyorlardı. Bu anlayış eski toplumlardan gelen bir anlayış olmuştur. Semûd kavmi de böyle söylemişti: "Kendi içimiz­den çıkan bir beşere mi uyacağız? O takdirde biz mutlaka hataya ve ah­maklığa dûçâr oluruz, dediler" (Kamer 54/24).

İşte bu düşünceleri, yani "insanlar arasından bir peygamber gönderilemez" şeklindeki iddiaları, onların iman etmesini engelledi. Se­bep bu iddia, netice de onların iman etmesinin engellenmesidir. Beyin­deki düşünce, iddia, gönüldeki imanın doğuşunu engelledi. Beyin gönüle mâni oldu, önüne taş koydu, aşamayacağı bir engel koydu. Dikkat edilir­se, insanın iç âleminde bir şeylerin bir şeyin oluşmasında engel olduğu görülecektir. Kendi kendine sapıklık buna denir. Dışarıdan onlara her­hangi bir fikir empoze edilmemektedir.

4. "Şunu söyle: Eğer yeryüzünde yerleşmiş, gezip dolaşanlar melekler ol­saydı, elbette onlara, peygamber olarak bir melek gönderirdik."

Yüce Allah, yukarıdaki âyetin onların bu iddialarına cevap olarak verilmesini istemekte, böylece peygamberlik müessesesinin temel kura­lını koymaktadır. İnsana insan cinsinden, meleklere melek cinsinden peygamber gönderilir. İnsana farklı yapıdaki bir varlık peygamber olarak gönderilmez. Çünkü peygamber, gönderildiği varlıkların hayatını yaşa­malı ki onların problemlerini, sorunlarını anlasın, onları çözümlesin ve onlara örnek olsun. İnsan hayatı yaşamayan bir varlık bu bakımdan onla­ra peygamberlik yapamaz. Yemeyen, içmeyen, günah işleme imkanı olmayan melek, tam tersi olan insana nasıl peygamberlik yapacaktır?

Onun için Yüce Allah "yeryüzünde yerleşen ve dolaşan varlıklar melek olsaydı, o zaman meleklere peygamber gönderilirdi" buyurdu. Demek ki burada temel unsur, peygamber gönderilecek olan varlıkların yapısı ve hayatıdır. 95. âyette yer alan  yemşûne "dolaşan" kelimesi, "hayatı, davranışı" ifade etmektedir.

5. "De ki: Benimle sizin aranızda gerçek şahit olarak Allah yeterlidir. Zira O, kullarını bilip görmektedir."

Bunu şöyle açıklayabiliriz: insanlar bir cismi, bir varlığı görüp id­rak edemiyorsa, o cismin veya varlığın Allah tarafından idrak edilmesi onun varolmasına delil olarak yeterlidir. Mesela: Hâlâ bize ışığı gelme­diği için varlığını hissederoediğimiz yıldızlar vardır; göremediğimiz, melek gibi nice varlıklar vardır. Onların varlığına Allah'ın şahit olması, O'nun onları idrak etmesi, varlıkları için yeterlidir.

Hz. Peygamber"in peygamberliğini idrak edip inanmıyorlarsa da, onun peygamberliğine Allah'ın şahadeti yeterlidir. Çünkü O'nun şehâdeti. bilgi ve görmeye dayanmaktadır. Kulundan tam anlamıyla ha­berdar olan. yani onu bilen ve onu her şeyi ile gören Allah'ın, peygam­berliğine şehâdet etmesi yeterlidir. Onlarla Hz. Peygamber arasında baş­ka bir varlığın tanıklık etmesi mümkün değildir.

Görüldüğü gibi Yüce Allah, Hz. Peygamber'e inanmayanların ne­den inanmadıklarını, iddialarını ele alıp cevaplandırmakta, yanlış düşün­düklerini onlara açıklamakta ve açıklamasını temel esaslar üzerine nasıl dayandırdığını bize öğretmektedir.[78]

 

Öldükten Sonra Dirilmeyi İnkarın Cezası

 

P7. A//a/ı kimi doğru yola iletirse, işte doğru yolu bulan odur; kimleri de şaşırtırsa, artık onlara Allah 'tan baş­ka dost bulamazsın. Kıyamet gününde onları kör, dilsiz ve sağır bir halde yüzükoyun haşr ederiz. Onların va­racağı ve kalacağı yer cehennemdir ki, ateşi sönmeye yüz tutunca onun alevini artırırız.

98.  İşte onların bu cezası, âyetlerimizi inkâr etmiş ol­malarından ve: Biz kemik ve ufalanmış toprak olduğu­muz zaman da mı, yeniden yaratılarak dirileceğiz? de-melerindendir.

99.  Düşünmezler mi ki, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah, kendilerinin benzerini de yaratmaya kadirdir. Allah onlara şüphe götürmeyen  bir süre  belirledi.  Öyleyken, haksızlık yapanlar inkarcılıktan vazgeçmezler.

Bu âyetlerin analizinden şunu anlıyoruz: Yüce Allah önce neticeyi veriyor, sonra onun sebebini açıklıyor. Böylece sonuçtan sebebe giden bir metodu bize öğretmektedir. Bunun sebebi bize göre, insanlara şok bir etki uyandırıp, öğrenimi hızlandırmaktır. Bu açıklamadan sonra âyetlerin açıklamasına girebiliriz.

1. "Allah kimi doğru yola iletirse, işte doğru yolu bulan odur; kimleri de şaşırtırsa, artık onlara Allah'tan başka bir dost bulamazsın."

"Hidâyet, sapıklık, dostluk" kavramları ile örülü olan âyetin bu kısmı İslam dininin, yani Kur'ân'in temel ilkelerinden birini teşkil et­mektedir.

Hidâyet, yani doğru yolu bulmak ile ilâhî irâdenin, takdirin ilişkisi ile insanın irâdesinin ilişkisi gündeme getirilmekte ve bunların yeri belir­lenmektedir. Şimdi bu noktada şu soruyu sorabiliriz: Yüce Allah bazı kullarını doğru yola iletiyor, bazılarını da saptırıyorsa haksızlık yapmış olmuyor mu? Sorunun cevabını şu şekilde verebiliriz: Yüce Allah önce vahyini gönderiyor, insanların doğru ile ilişkilerini öğretim vasıtasıyla kurmak için peygamberlerini görevlendiriyor. Ardından, insanların kendi irâdeleri ile doğru yolu öğreten kitabı, vahyi ile ilişki kurma özgürlüğü­nü onlara tanıyor. Daha önce yaratırken onlara vermiş olduğu akıl ile gönderip öğrettiği vahyinin ilkelerini bir araya getirmelerini istiyor. Akıl ile vahyi bir araya getirmelerinde onlara dayatmıyor, baskı yapmıyor; aksine özgürlük tanıyor.

İşte aklını kullanıp vahyi anlayan, bu konudaki özgürlüğünü doğru kullananı hidâyete, doğru yola iletiyor. Demek ki, önce insanın irâdesi, eylemi beyninde ve gönlünde gerçekleşiyor, sonra Allah'ın irâde ve tak­diri gündeme gelip insanı doğru yola, hidâyete ulaştırıyor.

Sapıttırma konusu da aynı şekilde işlemektedir. İnsan aklını kulla­nıp vahyin ilkelerini anlamıyor, onun gerçeklerini yerine getirmiyor ise, yani insan kendi irâdesini doğru yolda kullanmıyor ise Allah onun iste­diği ne ise onu, onun için gerçekleştiriyor. Kul sapıklığı istiyorsa, niyeti ve eylemleri o doğrultuda ise Allah onu sapıttırıyor. Yani sebepsiz yere onu sapıttırmıyor.

Bu konuyu Kur'ân'in diğer âyetleriyle şu şekilde destekleyebiliriz:

a) "Size Rabb'iniz tarafından basiretler (idrak kabiliyeti) verilmiştir. Artık kim hakkı görürse faydası kendine; kim de kör olursa zararı kendinedir. Ben üzerinize bekçi değilim" (En'âm 6/104). Yüce Allah insanı doğruyu bu­lacak kabiliyet ve yeteneklerle donatmıştır. Onları kullanıp kullanma­makta insan özgürdür. Ona kimse bekçilik yapamaz, bekçilikle o iyi o-lamaz, ahlâkî davranışta bulunamaz.

b) "De ki:  Hak Rabb'inizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin" (Kehf 18/29). Yüce Allah hakkın, gerçeğin, doğrunun ne olduğunu öğretiyor ve ardından insanı iman ve inkâr etme konusunda özgür bırakıyor. Buradaki dilemesine, seçeneğine göre onu doğru yola iletiyor veya sapıttırıyor.

c) "Şüphesiz bu bir öğüttür. Artık dileyen Rab'b'ine bir yol tutar" (İnşân 76/29).

Yüce Allah önce öğüt veriyor, iyiyi, güzeli, doğruyu, yanlışı, çir­kini, bâtılı ve hakkı öğretiyor. Ardından insana istersen Allah'a giden yolu tutabilirsin, buyuruyor. İşte Yüce Allah, Kendisine bir yol tutan insanı hidâyete, doğruya erdiriyor.

d) "Ey iman edenler! Tedbirinizi alın" (Nisa 4/71). Çeşitli durumlara uygun tedbir ve önlemleri alma, muhakeme ye­teneğini insana vermiştir.

e) İlâhî nizamda insanın rolü, kör, sağır, dilsiz çobanın sürdüğü hayvanlar gibi değildir (Bakara 2/171).

f) "O, herkes için, sizden doğru yola girmek isteyenler için bir öğüttür" (Tekvîr 81/27-28). Allah'ın hi­dâyeti istifade edecek olana açıktır. Açık olan bu kapıdan içeri gireni elbette Allah doğru yola iletecektir.

g) Yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 97'de geçen hidâyete er­dirme ile sapıttırma bir değişim meselesidir. Yüce Allah'ın değiştirmesi, kulun değişiminden sonra gerçekleşmektedir. "Allah insana bahşettiği değerli nimetleri, onlar kendilerini değiştirmedikçe değiştirmez" (Enfâl 8/53; Ra'd 13/11).

Demek ki, Yüce Allah'ın hidâyeti veya dalâleti, insanın beyninde, gönlünde ve nefsinde meydana gelen oluşumlara göre gerçekleştirmek­tedir.

"Yüce Allah'ın saptırdığı kimse için Allah'tan başka dost bula­mazsın" demek, "onu doğru yola getirecek kimse yoktur" anlamını ifade etmektedir. Ayrıca, onlara hâlâ Allah'ın dostluğunun açık olduğuna da işaret edilmektedir. Allah'tan başka dost bulamamak demek, Allah onla­rın dostu olabilir demektir. Demek ki, hâlâ Allah onlara bir açık kapı bırakmakta ve onların değişimini beklemektedir.

2. "Kıyamet gününde onları kör, dilsiz ve sağır bir halde yüzükoyun haşr ederiz."

Âyetin bu kısmı ile birinci bölümü arasındaki bağlantıyı kurabili­riz: Göz, dil ve kulak, aslında beyni ifade etmektedir. Parçayı anarak bütünü kastetme kuralınca Yüce Allah kafanın duyu organlarını anarak, aslında beyni hedef almaktadır. İşte beynini kullanan hidâyete; kullan­mayan da dalâlete götürülmektedir.

Bu insanların, neden bu şekilde yüz üstü haşr edileceklerinin sebe­bini Yüce Allah bir sonraki âyette açıklamaktadır.

Demek ki beynini, aklını kullanmayan insanlar hem bu dünyada yüz üstü sürünecek hem de öteki âlemde yüz üstü haşr olacaktır. "Şimdi yüz üstü kapanarak yü­rüyen mi (varılacak) yere daha iyi erişir, yoksa doğru yolda düzgün yü­rüyen mi?" (Mülk 67/22).

Aklını kullanmayanlar dünyada insanlar arasında sürüngenler gibi yüzüstü sürünürler; beyinlerini kullananlar da dimdik ayakta yürürler. Dünya medeniyetlerinde sürünerek hareket eden mi, dimdik ayakta ko­şan mı zirveye ulaşacaktır?

Aynı durum mahşerde de gerçekleşecektir. Bu dünyada duyu or­ganlarını kullanıp aklını çalıştırmayanlar, iman edip Allah'a bir yol bu­lamayanlar, yüz üstü sürünerek mahşere geleceklerdir.

Yüce Allah mahşerdeki bu durumu açıklamakla, artık insanın aklı­nı kullanarak ayağa kalkmasını, ayakta yürüyerek, koşarak medeniyetin zirvesine doğru yol almasını istemektedir. Maddî anlamda iki ayak üs­tünde yürümenin insan olmak ve ayakta yürümek için yeterli olmadığı­na, önemli olanın, aklın ayakları üstünde yürümek olduğuna dikkat çe­kilmektedir. Duyu organlarını, kabiliyet ve yeteneklerini aklının hizme­tine sunup doğru yolu bulanların, ma'nen de ayakları üzerinde yürüdük­lerine işaret edilmektedir.

Akıl imana çağıracak, Allah'a bir yol bulacak ve nihayet insanı ayağa kaldıracaktır.

3. "Onların varacağı ve kalacağı yer cehennemdir ki, ateşi sönmeye yüz tutunca onun alevini artırırız."

Duyu organlarını, yani aklını kullanıp iman etmeyenlerin yeri alev­li cehennemdir. Demek ki duyu organlarını, yani aklını, beynini kullan­mamak insanın âhiretini cehenneme çevirmektedir. Aklını kullanıp iman etmeyen insan cehennemi kendi beyninde alevlendirip bir meşale gibi âhirete taşımaktadır:

"Ve şayet ku­lak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, şu alevli cehennemin mah­kûmları arasında olmazdık, diye ilave ederler" (Mülk 67/10).

İşte İsrâ 97. âyetin açıkladığı bu durum bir neticedir. Bunun sebebi ise 98. âyette gündeme getirilmektedir. Önce sonuç, sonra sebep anlatıl­maktadır.

4."İşte onların bu cezası, âyetlerimizi inkâr etmiş olmalarından ve: Biz kemik ve ufalanmış toprak olduğumuz zaman da mı yeniden yaratı­larak dirileceğiz? demelerindendir."

Görüldüğü gibi kör, sağır ve dilsiz olarak haşr edilip alevli cehen­neme girmelerini Yüce Allah iki sebebe bağlamaktadır.

a) Allah'ın âyetlerini inkâr etmek

Buradaki "Allah'ın âyetleri" ifadesinden "Allah'ın ilkelerini" an­lamak gerekiyor. Allah'ın âyetlerini inkâr etmek demek, peygamberini, vahyini, yani kitabını, Kur'ân'ı inkâr etmek demektir.

b) Öldükten sonra yaratılmayı inkâr etmek

Öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmek, kendi ilk yaratılışını unut­maktır. Bu inkârı ve bu söylemi daha önce İsrâ 49-51. âyetlerde açıkla­dık. Onun için burada derin açıklamayı, tekrar alacağından uygun bulmuyoruz.

İşte 98. âyette yer alan ^l bi ennehüm ifadesinin başındaki bâ harfi sebep bildirmektedir. Mülk 10'da akletmemek ve dinlememek; İsrâ 98'de Allah'ın ilkelerini ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmek, insa­nın mahşerde yüz üstü sürüngenler gibi sürünerek gelmesine neden ola­caktır.

5. "Dü­şünmezler mi ki. gökleri ve yeri yaratmış olan Allah, kendilerinin benze­rini de yaratmaya kadirdir."

Yüce Allah âyetlerini, ilkelerini ve öldükten sonra yeniden diril­meyi inkâr edenlere bir ders vermektedir. Yaratma olgusu ile ilâhî gücün arasındaki ilişkiyi kurarak bu dersi verip düşündürmeye sevk etmektedir.

Yüce Allah "düşünmediler mi?", "görmüyorlar mı?" bu­yurmakla onlardaki noksanlığın nerede olduğuna işaret etmektedir. Göz­lem yapıp düşünemediklerini, tabiat kitabını iyi okuyamadıklarını ve üzerinde düşünemediklerini vurgulamaktadır.

Yüce Allah onları göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde gözlem ve düşünceye teşvik etmektedir. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde dü­şünmek insanı Allah'ın kudretine, yani gücüne götürecektir.

Bu sonsuz gücü anlayınca, öldükten sonra yeniden yaratılma mese­lesini kolaylıkla da çözecek ve iman etmiş olacaklardır.

İnsan, kâinat kitabını yaratılış olgusu açısından okuyunca, ilâhî gücü anlayacak, öldükten sonra dirilmeye kolaylıkla iman edecektir. Dünyanın yaratılışı, öldükten sonra yaratılmaya delil teşkil etmektedir. Yaratılıştan yaratılışa sıçrayan, uzanan bir düşüncenin gerçekleşmesi istenmekte ve onun için düşünme üzerindeki soru sorulmaktadır.

6. "Allah, onlara şüphe götürmeyen bir süre belirledi." '

İsterse Yüce Allah âyetlerini inkâr edip öldükten sonra dirilmeyi yalanlayan bu insanları yok edebilirdi. "Yerinize sizden başka bir kavim getirir" (Tevbe 9/39); "Eğer Allah dilerse, sizi giderir, yepyeni bir halk getirir" (İbrahim 14/19).

Bunu yapabilmesine rağmen, Yüce Allah onlara, şüphe getirmeyen bir ecel, bir süre tayin ettiğinden bunu yapmadığına işaret etmektedir.

7. "Öyleyken haksızlık yapanlar inkarcılıktan vazgeçmezler."

"Zulüm" kelimesini haksızlık manasına aldık, ama aslen "şirk koşmak" anlamı daha doğru düşmektedir. Başka bir ifadeyle âyette ge­çen zulüm, aklını kullanmayıp, Allah'ın ilkelerine, öldükten sonra diril­meye inanmayan, kâinatın yaratılışı üzerinde düşünüp ilâhî gücün son­suzluğunu anlamayan insanlar kendilerine zulmediyorlar, çünkü mah­şerde yüzüstü, sürüngenler gibi sürünüp geleceklerdir. Kendilerini bu duruma düşürmeleri, kendilerine zulüm, yani haksızlık yapmaarı demek­tir. İşte kendine böylesine haksızlık edenler, inkâr konusunda da ısrar göstermekte, tevhid inancına doğru olacak değişimi yapmamaktadırlar.

Netice olarak diyebiliriz ki, bütün iş insanın beyninde başlıyor, gönülden geçiyor ve ilâhî hidâyete kadar uzanıyor. Akıldan düşünceye, oradan imana varan değişime ve Allah'ın hidâyetine varan çizgi işte bu­rada anlatılıp öğretilmektedir. Kâinat kitabını okumak, onun üzerinde akıl yorup düşünmek, insanı Allah'a giden yola götürecektir.

Din eğitiminin görevi, insanlara bir takım kalıpları öğretmeden ön­ce, doğru düşünme yollarını göstermektir. Allah'a kendi aklı, düşünce ve gönlündeki oluşumlarla gitmesini öğretmektir. Kendi kendine ayakta durup, sürüngenler gibi sürünmekten kurtulmasını temin etmektir. İnsa­nın beyni ve gönlü ile ayakta duracağı ilkesini onların beyinlerine kazı­maktır.[79]

 

İnsan Neden Cimridir?

 

100. De ki: Rabb 'imin rahmet hazinelerine siz sahip ol­saydınız tükenir korkusuyla gene de cimrilik ederdiniz. Aslında insan pek cimridir.

Yüce Allah insan psikolojisi ile davranışları arasındaki bağlar ara­sında başka bir analiz yapmaktadır. İnsan neden cimrilik yapmaktadır, neden ihtiyaç sahiplerinin elinden tutmamaktadır, neden yardım etme konusunda fedâkârlıkta bulunmamaktadır? Bütün bu soruları Yüce Al­lah, bu âyetindeki açıklamalarla cevaplandırmaktadır.

1. "De ki: Rabb'imin rahmet hazinelerine siz sahip olsaydınız, tükenir korkusuyla gene de cimrilik ederdiniz."

Yüce Allah burada şu gerçeği vurgulamaktadır: İnsan çok mala, paraya sahiptir, öyleyse bol bol yardımda bulunacaktır diye bir fikir yok­tur. Zenginlikle cömertlik paralel yürümemektedir. Çok zengin olan çok cömert davranır diye bir şey yoktur.

Diğer taraftan "tükenme korkusu" cimriliği körüklemekte, cömert­liği de engellemektedir. İstikbal endişesi, fakirleşme korkusu, tükenme korkusu aslında insan rızkının Allah tarafından düzenlendiği konusun­daki imanın zayıf olmasından kaynaklanmaktadır. "Allah size verdiği rızkı kesiverse size rızık verebilecek olan kim­dir?" (Mülk 67/2 \)

"De ki: Rabb'im, kullarından dilediğine bol rızık verir ve dilediğinden kısar. Siz karşılıksız ne harcarsanız, Allah onun yerine başkasını verir. O rızık verenlerin en hayırlısıdır" (Sebe' 34/39).

Demek ki, insan rızkı verenin Allah olduğunu, hayır için yapılan harcamanın yerini Yüce Allah'ın dolduracağını bilip inansa, cömert dav­ranıp cimriliğini önlemiş olacaktır.

Bu bilgi ve iman, "tükenir" korkusunu ortadan kaldıracaktır. Onun içindir ki Yüce Allah bu âyeti göndermiştir.

2. "Aslında insan pek cimridir." Âyette geçen "in­san" kelimesi geneli ifade ettiği için cimriliğin doğuştan gelen bir boyutu olduğuna dikkat çekmektedir.

Daha çocuk yaşta çocuğun oyuncaklarını başkasına vermemesi, kıskanç davranması hep cimrilikle alakalı davranışlardır. Cimriliğin has­talık derecesine gelmemek şartı ile, faydalı olduğu yönleri de vardır. Onun içindir ki Nisa 128 ve Haşr 9'da geçen eş-şuhh kelimesi, hem kıskançlık hem de cimrilik anlamına gelmektedir.

Çünkü kıskançlık duygusu ile cimrilik duygusu arasında içten bir bağlantı vardır.

jyi katur kelimesi, "ailesinin nafakasını dar görmek, dar geçin­dirmek, etin kokusu yayılmak, bir şeyi diğerine yanaştırmak, zırhı çivi­leyip uçlarıyla perçinlemek, vahşi hayvana yanaşmama hissini verdir­mek için tütsü vermek, bir şeye daima bağlı kalmak" anlamına gelen ji katera fiilinden türemiştir.

Cimrilik, kokutan leş gibi toplumu kokuttuğu için bu ismi almıştır. "Elini çok sıkı tutmak" manasına geldiği için çivi ile perçinlemek şek­linde anlam kazanmıştır. Vahşi hayvanın yanaşmaması için verilen tütsü gibi, insanlar kendisinden yardım isterler diye yanaştırmamaktadır. Mala bağlı kalmak, ondan vazgeçememek hareketi olduğundan bu durum da katur kelimesi ile ifade edilmektedir.

Kısaca insan tabiatı gereği cimridir ama, sonradan öğreneceği cö­mertlik eğitilecektir.

İnsanın, tabiatı gereği cimriliğe temayüllü olması, onun malından fedâkârlık yapıp ihtiyaç sahiplerine harcama yapmasını engellemekte ve içinde "tükenir, fakirleşirim" korkusunu doğurmaktadır. İşte bu korku ve endişe, Allah'ın hazineleri kadar zengin olmasa bile onun cömert olma­sını engellemektedir.

Fedâkârlığı ve cömertliği cimriliği başına bela ederek, onu onların kontrolüne vererek cimriliğini disipline etmek gerekiyor. Buradaki metod, zıt duyulan birbiri ile çarpıştırarak orta olanı bulmak metodu olmalıdır. Cimrilikle harcamayı vuruşturarak cömertliği doğurtmak ge­rekiyor. Cimrilikle israf karşı karşıya gelince, cömertlik doğar. Yüce Allah bunu Furkân 67'de kavâm kelimesi ile ifade etmiştir ki kavâm "ne israf ne de cimrilik: ikisinin arasında yapılan fedâkârlık, harcama" olmaktadır.[80]

 

Hz. Musa, Mucizeleri Ve Firavun:

 

101.  Andolsun, Musa'ya apaçık dokuz mu'cize verdik. İsrâiloğullarına sor, kendilerine Mûsâ geldiği zaman, Firavun: Ey Mûsâ! Ben, seni büyülenmiş sanıyorum, dedi.

102.  Mûsâ da: Andolsun, göklerin ve yerin Rabb'inin göz açıcı belgeleri olarak bunları indirdiğini biliyor-sundur. Doğrusu, Ey Firavun! Senin yok olacağını sa­nıyorum, dedi.

103. Firavun onları ülkeden çıkarmak istedi. Biz de onu ve beraberindekilerin hepsini suda boğduk.

104.  Bundan sonra İsrâiloğullarına: Bu yerde siz otu­run. Ahiret vaadi gerçekleşince, hepinizi karmakarışık bir topluluk olarak getiririz, dedik.

Bu âyetlerden çıkaracağımız neticeler olacaktır:

1. "Andolsun, Musa'ya apaçık dokuz mu'cize verdik."

Âlimler, âyette geçen, "dokuz âyef'ten neyin kastedildiği konu­sunda ihtilaf etmişlerdir. Kimi "âyetler" den kasıt, gerçekten Hz. Mû­sâ'ya verilen "on emir" olduğunu söylerken; buradaki âyetlerden "mu'cize" anlamını çıkaranlar da olmuştur. Önce bu ihtilafı ortadan kal­dırmak gerekiyor. Peki bu tartışmayı nasıl halledeceğiz?

a)  Öncelikle   İsrâ   sûresinin   90-94.   âyetlerine   baktığımızda mu'cizelerden bahsedildiğini görüyoruz. Ayrıca İsrâ 59'da, Yüce Allah Hz. Peygamber'e neden mu'cize vermediğini açıklamaktadır.  59'da Semûd kavmine verilen mu'cize gündeme taşınırken, yorumunu yap­makta olduğumuz İsrâ 101'de de Hz. Musa'ya verilen mu'cizelere işaret edilmektedir.

Demek ki İsrâ sûresinin içeriği bakımından 101'deki âyetlere, "mu'cizeler" manasını vermek doğru olacaktır.

b) Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin devamında yer alan Fi-ravun'un sözlerinden buradaki âyetlerin, "mu'cize" olduğunu anlıyoruz:

"Ben seni büyülenmiş sanıyorum, dedi." Bazı âlimlerin dediği gibi "on emir" anlamına gelseydi, Firavun ona büyülenmiş demezdi. Mu'cize gösterdiği için ona büyülenmiş dedi. Şu'arâ sûresinin şu âyetleri buna delil olmaktadır:

 "Bunun üzerine Mûsâ asasını alıverdi; bir de ne gör­sünler, asa apaçık koca bir yılan oluverdi. Elini de çıkardı, o da seyre­denlere bembeyaz görünen bir şey oluverdi. Firavun, çevresindeki ileri gelenlere: Bu dedi, doğrusu çok bilgili bir sihirbazdır!" (Şu'arâ 26/32-34).

Demek ki sihirbaz yakıştırması, mu'cizelerden dolayı olmuştur. İş­te bu iki delilden sonra. 101. âyette geçen "dokuz âyetin" ne olduğu tar­tışmasına katılmak doğru değildir. Madem ki buradaki "dokuz âyef'e "mu'cize" manasım verdik, öyleyse bu mu'cizeleri âyetlerle ispat etme­miz gerekiyor:

a) Yılan olanı asa

"Şu sağ elindeki nedir, ey Mûsâ? O. benim asamdır, dedi. Ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkelerim, benim ona başkaca ihtiyaçlarım vardır: Allah: 'Onu yere at ey Mûsâ!' dedi. Onu hemen yere attı. Bir de ne görsün, hızla sürünen bir yılan değil mi! Allah buyurdu: 'Al onu! Korkma!' Biz onu şimdi ilk haline sokacağız." (Tâhâ 20/17-21).

b) Parlayan el

elini koltuğunun altına sok ki, bir başka mu'cize olmak üzere o, kusur­suz ve lekesiz beyazlıkla çıksın. Ta ki, sana, en büyük âyetlerimizden bazılarını gösterelim" (Tâhâ 20/22-23).

c) Denizin yarılması

"İki topluluk birbirini görünce, Musa'nın adamları: 'işte yakalandık' dediler. Mûsâ: 'Asla!' dedi. Şüphesiz Rabb'im benimle beraberdir. Bana yol gösterecektir. Bunun üzerine benimle beraberdir. Bana yol gösterecektir. Bunun üzerine Musa'ya: 'Asan ile denize vur!' diye vahyettik. Deniz derhal yarıldı, her bölük koca bir dağ gibi oldu. Ötekilerini de oraya yaklaştırdık. Mûsâ ve bera­berinde bulunanların hepsini kurtardık. Sonra ötekilerini suda boğduk" (Şu'arâ 26/61-66).

d) A'râf 132-133'te sayılan birkaç mu'cize de buna ilâve edilmeli­dir.

"Ve dediler ki: Bizi sihirlemek için ne mu'cize getirirsen getir, biz sana inanacak değiliz. Biz de ayrı ayrı mu'cizeler olarak onların üzerine, tufan, çekirge, haşere, kurbağalar ve kan gönderdik. Yine de büyüklük tasladılar ve günahkar bir kavim oldular." Bu âyette de beş mu'cize yer almaktadır.

e) Taştan su akıtmak

"Mûsâ kavmi için su istemişti de biz ona: Değneğinle taşa vur! demiştik. Derhal on iki kaynak fışkırdı" (Bakara 2/60).

İşte bu mu'cize ile Hz. Musa'nın mu'cizeleri dokuza tamamlan­maktadır. Bazıları son mu'cizeyi, mu'cizeler arasında saymamakta, kıt­lık ve ürünlerin noksanlaşmasını mu'cize olarak görmektedirler. Hatta bazıları denizin yarılmasını mu'cize kabul etmeyip, dilindeki kekemeli­ğin çözülmesini mu'cize olarak almaktadır. Bize göre bu dokuz mu'cize bu şekilde sıralanmalıdır.

Bundan şunu çıkartıyoruz: Hz. Mûsâ döneminde Mısır'ın en önde gelen işlerinden biri sihir yapmak idi. Onun için ülkenin her yerinde si­hirde zirveye ulaşan insanlar bulunuyordu.

Hz. Musa'nın mu'cizeleri, bu sihirbazların yaptığı sihirlerin üstüne çıkmıştı.

Diğer taraftan mu'cize, eski toplumları eğitme yollarından, metot­larından biri idi. İnsanları yanlış inanç ve davranışlarından caydırıp doğ­ru inanç ve davranışlara yönlendirmek için gerekli olan köklü değişimi gerçekleştirmek mu'cizesiz olmuyordu. Hatta İsrâ 59'da belirtildiği gibi, mu'cizeleri de inkâr ediyorlardı ve böylece onların eğitimsel etkinliği düşük kalıyordu.

Mu'cizelere Allah katından bakınca onların bizim için deneysel bir özelliğe sahip olduğunu, ama bizim açımızdan bakınca tabiat üstü olu­şumlar olduğunu söyleyebiliriz. İşte Yüce Allah, Hz. Peygamber'e Kur'ân'ın dışında neden mu'cize vermediğini hem İsrâ 59 hem de 101-102. âyetlerinde açıklamış oldu.

2. "İsrâiloğullarına sor, kendilerine Mûsâ geldiği zaman, Firavun: Esy Mû-sâ! 'Ben seni büyülenmiş sanıyorum' dedi."

Yüce Allah, Hz. Musa'nın, Firavun'a gidince ne dediğini İsrâiloğullarına sormasını emrediyor. Firavun'un Hz. Musa'ya ne dedi­ğini zaten bu âyetin sonunda vermektedir. Hz. Mûsâ, Firavun'a çok şey söylemişti: Kur'ân bunları uzun bir şekilde anlatmaktadır. Mesela A'râf 103-137; Tâhâ 49-79: Şu'arâ 19-35. âyetlerinde detaylı bir şekilde açık­lanmaktadır.

Fakat Hz. Musa'nın Firavun'a söylediklerinin öne çıkan en önemli söylevlerinden biri şudur :

"İsrâiloğullarını bizimle beraber gönder" (Şu'arâ 26/17). Bu sözün dışında ne söylediğini İsrâ 102'de buluyoruz.

Demek ki, Hz. Peygamber zamanında yaşayan İsrâiloğullarına, ne­silden nesile Hz. Musa'nın olgusu anlatılmış ve Tevrat'ta yer almıştı. Bize göre, Yüce Allah "sor" dedikten sonra, alacağı cevabı da âyetin sonunda söylemektedir. "Ben seni büyülenmiş sa­nıyorum" şeklindeki Firavun'un sözünü onlardan alacağına işaret etmek­tedir.

Firavun'un ifadesinde "zan" kelimesi yer almaktadır. Firavun zan­nediyor, kesin olarak bilemiyor, demektir.

3. "Mûsâ da: Andolsun, göklerin ve yerin Rabb'inin'göz açıcı belgeleri olarak bunları indirdiğini biliyorsundur."

Hz. Mûsâ, Yüce Allah'ın göklerin ve yerin yaratıcısı ve sahibi ol­duğunu, "Rabb" sıfatı ile ifade etmektedir. Firavun "zannediyorum" der­ken, Hz. Mûsâ ona "biliyorsun" demektedir. Şu'arâ 24 ve 28'de Hz. Mû­sâ, "işin gerçeğini düşünüp anlayan" manasına gelen '^iy> mûkınîn; "aklın kullanılması" anlamına gelen üjiii ta'kılûn kelimelerine yer vermektedir. Akıl, anlamak ve bilmek kelimeleri ile Hz. Mûsâ onları uyarmaya çalışmaktadır.

Hz. Mûsâ, bu mu'cizeleri kimin indirdiğini ve ne amaçla indirdiği­ni açıklamaktadır. ^iLai besâir "göz açıcı, uyarıcı, aydınlatıcı" manasına alınabilir. Böylece besâir, mu'cizelerin amacını belirleyen bir kavram olmaktadır. Mu'cizeler, insana şok etkisi yapan uyarcı, aydınlatıcı, göz alıcı ilâhî deneylerdir. Aslında onların bir kısmı, peygamberlerin pey­gamberliğini ispat etmekte, inanmakta zorluk çekenlerin gözünü açıp, beyin ve gönlünü harekete geçirmeyi amaçlamaktadır. Demek ki mu'cizeler eğitim amaçlı, tabiatla ifade edilen, ancak tabiatın alışılmış düzeninin üstünde olan bir oluşumlardır.

Diğer taraftan mu'cizeler, peygamberlere karşı gurur yapıp onları kabullenmeyenleri âciz bırakarak gururlarını kırıcı bir niteliğe de sahip­tirler.

Hz. Mûsâ, Firavun'un her şeyi anladığını, ama içindeki gururun onu bırakmadığını ona hissettirmektedir.

4.  "Doğrusu, Ey Firavun! Senin yok olaca­ğını sanıyorum, dedi."

Firavun, Hz. Musa'ya "sanıyorum" dedi. Hz. Mûsâ da ona karşı "sanıyorum" kelimesini kullandı. Firavun, Hz. Musa'nın "büyülenmiş" olduğunu zannederken; Hz. Mûsâ da onun "helak" olacağını sanıyordu, jjiîi mesbûr, "helak olmak, denizin med durumundan cezir durumuna geçmesi" anlamına gelen jâ sebera fiilinden türemiştir. Bu kelimenin jğ sebira kalıbı, "yara açılıp irini akmak, jş sebbera ise "bir işten alıkoy­mak, helak etmek" manasını ifade etmektedir.

İşte âyette geçen \jyh mesbûra da "lanet edilmiş, iyi şeylerden alıkonmuş, helak olmuş" demektir. Hz. Mûsâ bunu hem iyi şeyleri kabullenmek, iyi şeylere yaklaşmaktan şeytan tarafından alıkonmuş mana­sına hem de yok olmak anlamında kullanmaktadır. Artık iyi şeylere ya­naşması imkansız olan kişi helak olmaya yanaşıyor demektir.

5. "Firavun, onları ülkeden çıkarmak iste­di." Bu eylem İsra 64'te şeytanın eylemi olarak karşımıza "çıkarıp sür­gün etmek" anlamına gelmektedir.

Bakara 84-85 ile bu âyeti bir araya getirdiğimizde öyle anlıyoruz ki Firavun döneminde Mısır'da, insanları ülkenin dışına çıkarıp sürgün etmek bir uygulama idi. Anlayışa göre bu bir ceza idi. Bu gelenek, uygu­lama veya ceza şekli, İsrâiloğullannın kültürüne girerek devam ettiği için Yüce Allah Bakara 84'te İsrâiloğulları ile yaptığı antlaşmada bu uygulamayı kaldıracaklarına dair bir madde koydu.

Ülkeden çıkanlrna gibi zorlama ile hemen hemen her peygamber ve ümmeti, yani inanırları karşılaşmıştır. Hz. Peygamber'in de Hicreti gerçekleştirmesinin nedenlerinden biri budur.

"Onlar, başka değil, sırf: Rabb'imiz Allah'tır, dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir" (Hacc 22/40). İşte iyilerle, tevhid inancına inananlarla kötü­lerin, müşrik ve kâfirlerin arasındaki mücâdelenin neticesinde kötüler güçlü olduğunda, iyileri sürgüne göndermelerinin tarihî bir dinamik ol­duğu bu âyetten de anlaşılmaktadır. Mekkeli müşriklerin, mü'minlere uygulamak istediği sürgün eylemi, Hz. Mûsâ zamanında da uygulanmak istenmiştir. Fakat bazen kötülük çıkaran, toplumu fesada verenlerin teh­cir, yani sürgün cezasını uyguladıklarına da tarihte şahit oluyoruz. Birisi iyiliğin uğruna, ötekisi de kötülüğün uğruna yapılmaktadır. Birisi zulüm, diğeri de caydırıcı ceza niteliğindedir.

Şeytan da İsrâ 64'te belirtildiği gibi, insanı ilâhî ülkeden çıkarmak, sürgüne göndermek istemektedir.

6. "Biz de onu ve beraberindekilerin hepsini boğduk."

İyiler kötülere karşı güçsüz ya da savunmasız kalınca, Yüce Allah yardıma yetişmektedir. İsrâiloğullarına yardımı, düşmanları Firavun ile beraberindekileri suda boğma şeklinde olmuştur. Böylece Hz. Mûsâ'nm söylediği "senin yok olacağını sanıyorum" ifadesi gerçekleşmiş oldu.

Suda boğma olgusu, Firavun ve etrafındakilerin yaptıkları kötülük­lerin, zulmün bir neticesi olarak cezayı çağırmış ve uygulamaya koy­durtmuştur. Zulümleri sebep, boğulmaları da sonuç olmuştur. Yüce Al­lah'ın müdahalesi, gerekeni yapmak olmuştur. Onların boğulması ise, İsrâiloğullarının kurtuluşu olmuştur" (Bakara 2/50; Su'arâ 26/65).

7. "Bundan sonra îsrâiloğullarına: Bu yerde siz oturun, dedik."

Firavun ve etrafındakiler boğulunca, iktidarları sona erdi ve Yüce Allah İsrâiloğullarını o ülkede yerleştirip siyasi erki onların eline verdi.

Âyetin bu kısmında yer alan üskunû el-arde ifadesinde "yerleşip iktidar sahibi olmak, devlet kurmak" manası da vardır. Diğer âyetlerle bunu açıklayabiliriz:

"Biz ise, o yerde güçsüz düşürülen­lere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve onları vâris kılmak istiyorduk. Ve o ülkede onları hâkim kılmak; Firavun, Hâmân ve ordula­rına, onlardan korktuklarını göstermek istedik" (Kasas 28/5-6).

Yüce Allah, Mısır ülkesinde köklü bir değişimle mazlumları ikti­dara, zâlimleri de helake sürükledi.

8. "Âhiret vaadi gerçekleşince, hepi­nizi karmakarışık bir topluluk olarak getiririz, dedik."

Âyetin bu kısmında geçen iLiJ lefîfâ kelimesi "değerli-değersiz; âsi-itaatkar; kuvvetli-zayıf; mü'min-kâfir; zâlim-mazlûm" gibi karışık kimselerden oluşan büyük bir topluluk anlamına gelmektedir. "Bacaklar birbirine dolandığı zaman" (Kıyamet 75/29) âyetinde bu kelime fiil kalıbı ile yer almaktadır.

Yüce Allah İsrâ sûresinin bu dört âyetinde iyilerle kötülerin mücâ­delesini, kendisinin iyileri nasıl tuttuğunu anlatırken, tarihin dinamikle­rini dile getirerek öğretmektedir. Zulmün zâlime neler getirip neler götürdüğünü, İslam'dan sonraki nesillere tarihî olgu olarak anlatırken onla­ra ışık tutmakta ve onları zulümden, insanların özgürlüklerine engel ol­maktan caydırmaktadır.[81]

 

Kur'ân Neyi Getirdi?

 

İ05. Biz Kur ân "ı hak olarak indirdik; o da hakkı getir­di. Seni yalnız müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.

106.  Biz onu Kur "ân olarak, insanlara ağır ağır oku­man için, bölüm bölüm ayırdık ve peyderpey indirdik.

107.  De ki: Kur'ân'a ister inanın, ister inanmayın; şu bir gerçek ki, bundan önce kendilerine ilim verilenlere okunduğunda, derhal yüz üstü secdeye kapanırlar.

108.  Ve derler ki: Rabb'imizi noksan sıfatlardan uzak tutarız. Rabb 'imizin vaadi mutlaka yerine getirilir.

109.  Ağlayarak yüzüstü yere kapanırlar. Kur'ân onla­rın saygısını artırır.

Âyetlerin içeriğine bakıldığında Kur'ân'in görevi, Hz. Peygam­ber'in görevleri ve insanların ona karşı olan tutumlarının açıklanmakta olduğu görülecektir. Bilgi sahibi olan insanların ona karşı takındıkları tavır açıklanırken İsrâ sûresinin 41 ve 82. âyetlerinde Kur'ân'a yanlış bir şekilde yaklaşıp ondan kaçanların tavrına da işaret edilmektedir. Şimdi bu âyetlerin yorumuna geçebiliriz:

1. "Biz Kur'ân'ı hak olarak indirdik."

Yüce Allah, müşriklere, kâfirlere ve Kur'ân'in etrafında oluşan şüphelere karşı bir cevap niteliğinde bu âyeti indirmiştir.

Hakk kelimesinin başında yer alan bâ harfini dikkate alırsak bu kelimeye şu manaları verebiliriz: "Hak üzere, hak olarak, hak ile bera­ber, gerçeğe işaret olarak".

Âyette geçen hakk kelimesine "değişmeyen gerçek" manası veri­lebilir. Çünkü o, çağların eskitemediği, bütün zamanlar ve toplumlar için geçerli olan, objektif, tarafsız, değişmeyen gerçeği beraberinde getirmiş­tir.

Demek ki Kur'ân, insanlığa gerçeği getirmiştir. Kendisi gerçek olmayan bir kitap, gerçeği beraberinde getiremez.

2.  "O da hakkı getirdi."

Ayetin bu kısmında yer alan nezele Fiilinin öznesi Kuf'ân'dir. Kur'ân canlı bir varlık gibi hareket edip hakikati taşıdı. Ona hakikati Yüce Allah yükledi.

İnsanlık her zaman, hak olan, asla değişmeyecek gerçeğe daima ih­tiyaç duymuştur; tarafsız, insanların oluşturduğu kültürün üstüne çıkan bir bilgi birikimine muhtaçtır. İşte Kur'ân bu ihtiyacı gidermek için gönderilmiştir.

Görüldüğü gibi Kur'ân, değişmeyen, eskimeyen, bozulmayan bir gerçeği insanlığa getirmiş ve Allah ona bu gerçeği yükleyip programla­mıştır.

Âyetin bu kısmını İsrâ 81'e götürebiliriz. Orada "hak geldi" ifadesi yer almaktadır. Gelen hak nedir? diye bir soru ile karşılaşırsak cevap olarak İsrâ 105'i verebiliriz. "Hak" Kur'ân'm taşıdığı mesajdır, diyebili­riz. Demek ki Kur'ân hakkı taşıdığı için, kendisi de hak olmaktadır.

Ayrıca bu âyeti İsrâ 9. âyete bağlayabiliriz: "Şüphesiz ki bu Kur'ân en doğru yola iletir" ifadesini açarsak, en doğru, değişmez ve eskimez gerçeği beraberinde getiren Kur'ân, elbette en doğru yola ilete­cektir. Doğru, gerçek bilgi yüklü olan kitap, en doğru yola götürecektir.

3. "Seni yalnız müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik."

Âyetin bu kısmı Hz. Peygamber'in görevlerinden ikisini gündeme getirmektedir. Ama burada dikkat edilmesi gereken husus, önce müjde­leme, sonra da uyan gelmektedir. Kur'ân'ın taşıdığı eskimeyen gerçek, Hz. Peygamber'in görevlerine müjde ve uyarı olarak yansımaktadır. Demek ki "hakk" müjde ve uyan görevlerini görmekte ve içermektedir. Hakkı taşıyan bir kitap müjde ve uyarmak niteliğine sahip olmalıdır. Hak olmayan bir bilginin müjde ve uyarıya sahip olma niteliği yoktur ve olamaz. Çünkü beşerî düşüncenin, felsefî sistemlerin âhiret hayatı, inan­cı olmadığından cennet ile müjdeleyemez, cehennem ile de uyaramaz. Felsefe ile dinin temel farklarından biri de budur.

Diğer taraftan, Kuran"in hakkı taşıdığını, hak olduğunu söyledik­ten sonra Hz. Peygamber'in görevlerine geçilmesinin başka bir nedeni de, Hz. Peygamber'in, müjdeleme ve uyarma görevini onunla yapması gerektiğine işaret olmaktadır.

Bu gerçekten hareket edersek günümüzün din âlimi ve görevlileri­ne şu mesajı iletebiliriz: Kur'ân'ın taşıdığı hak, eskimeyen ve değişme­yen gerçek mesajını iyi anlayıp insanlara müjde ve uyarıda bulunmaları gerekiyor. Bu eskimeyen ve değişmeyen gerçeği taşıyan Kur'ân'ı bilme­dikçe, anlamadıkça bu görevler yerine getirilemez.

Hem Kur'ân'ın gereğini hem de Hz. Peygamber'in sünnetini, yani uygulamalarını yerine getirmek isteyen din âlimi ve görevlileri bu âyetin mesajını iyi anlamalı, hakkın ne olduğunu anladıktan sonra müjdeleme ve uyarıda bulunmalıdırlar.

4.  "Biz onu, Kur'ân o-larak insanlara ağır ağır okuman için, bölüm bölüm ayırdık ve peyderpey indirdik."

Bu âyette geçen bazı kelimelerin açıklamasını yaparak, âyetten ba­zı ilkeler çıkartacağız.

Âyette geçen û'} feraknâ kelimesini Ebû Amr "açıklamak, beyan etmek manasına" almış ve Ebû Ubeyde'nin de desteğini almıştır[82]. Burada ilgili kelime, "bölümlere ayırmak" anlamını ifade etmektedir. Böylece bölümlere ayırmaktan amaç nedir? Âyetin devamı soruyu cevaplandırmaktadır: "İnsanlara ağır ağır okuman için." Bu kı­sımda geçen maks veya müks şeklinde okunan ve kök fiili mekese olan kelime "yavaş yavaş, parça parça, ağır ağır, tek tek" anla­mına gelmektedir. Aslında bu âyette geçen ve okumak anlamına gelen litakra'ahû, "Kur'ân'ı okuman için" ifadesini "öğretmen için" an­lamına almalıyız. Bir kitabı birine okumak demek onu ona öğretmek demektir. O zaman müks kelimesi öğretim metodunu belirlemektedir. Yavaş yavaş, tedricî olarak Kur'ân'ı öğretmenin önemi vurgulanmakta­dır.

İnsanlara, yavaş yavaş Kur'ân'ı okumak, onu onlara yavaş yavaş öğretmek demektir. Çünkü Kur'ân'ı Yüce Allah'ın, yirmi küsur senede göndermesinin anlamı, onu insanlara yavaş yavaş öğretmesidir. Yavaş yavaş, tedricî olarak öğretmek, aynı zamanda yavaş yavaş hayata geçir­mek anlamına gelmektedir. Kur'ân bir anda öğrenilemeyeceği gibi, bir anda da hayata geçirilemez. Böylece Yüce Allah Kur'ân öğretiminde metodun nasıl olacağına ışık tutmaktadır.

Yüce Allah, "Kur'ân'ı peyderpey" indirmesi ile bu metodu Hz. Peygamber'e ve bizlere öğretmekte ve bizzat tatbikatını yapmaktadır.

"De ki: Kur'ân'a ister inanın, ister inanmayın; şu bir gerçek ki, bundan önce kendilerine ilim verilenlere okunduğunda, derhal yüz üstü secdeye kapanırlar."

a) Âyetin bu kısmında yer alan "ister inanın, ister inanmayın" ifa­desinden anlıyoruz ki, Yüce Allah hakikat yüklü kitabı olan Kur'ân'ı gönderip öğretmiştir, artık bunun karşısında insanın iki seçeneği vardır: Ya inanır veya inanmaz. Bu seçenekte kendi irâdesini kullanacaktır. î-nanmak veya inanmamak onun eseri olacaktır.

b) "İnanan veya inanmayanlar şu gerçeği bileceklerdir" derken bi­limsel yaklaşımdaki tarafsızlık, objektiflik gündeme getirilmektedir.

c) İnsanları imana davet edip onları bundan sorumlu tutmadan ön­ce, her şeyi onlara açıklamak için öğretim faaliyetinde bulunmak gereki­yor.

d) "Şu gerçek ki bundan önce kendilerine ilim verilenlere okundu­ğunda derhal yüz üstü secdeye kapanırlar."

"Önceden ilim verilenler". Kur"ân inmeden ince ilim sahibi olanlar demektir. Tabii ki "kendilerine ilim verilenler" ifadesini sadece, Hz. Peygamber dönemine tahsis etmek doğru olmayacaktır. Yüce Allah, burada evrensel manada ılım sahipleri ile câhillerin Kur'ân'a yaklaşımını anlatmaktadır. Ilım sahiplen. Kur'ân'ın içindeki mesajın gerçekliğini anlar ve derhal yüz üstü secdeye kapanırlar.

Secdeye kapanmak. Kurân'a karşı duydukları saygıyı ifade et­mektedir. Demek ki bilgi sahibi insan, karşılaştığı yepyeni bir mesajı hemen anlıyor ve o mesaja yakışan saygıyı gösteriyor. Böylece dünya ilim adamlarına, bilen insanın nasıl saygı göstereceklerini öğretmektedir.

Âyette geçen jûiVt el-ezkân, zikn kelimesinin çoğuludur ve "çeneler" anlamına gelmektedir. Parçayı anarak, bütünü kasd etmek kuralından hareket edersek "çeneler", ilim adamlarının beynini ve gönlünü ifade etmektedir. Çünkü çene, kafanın en alt ucu, gönüle en yakın olan kısmıdır. Beyinlerinde bilgi olan insanın Kur'ân ile karşılaşınca gönlünde ona karşı büyük bir saygı uyanır ve bunu yere kapanarak ifade eder.

Buradaki secde, "beynin, gönlünün saygı duyması, onların secdeye kapanması" demektir. Bilginin, iman ve saygı ile olan ilişkisine işaret ederken bu âyet, kıyamete kadar eskimeyecek kuralı koymakta ve bütün çağların ilim adamlarına seslenmektedir. Gerçek bilgi, insanı imana, saygıya götüren bilgidir. Kendini bilim adamı sanıp inkâr edip ilâhî vah­ye karşı saygısızlık edenlerin bilgisi yarı-buçuk bilgidir. Secdeye kapa­nan beyin ve gönüle sahip olanın ağzından şu sözler dökülecektir:

6. "Ve derler ki: Rabb'imizi noksan sıfatlardan uzak tutarız. Rabb'imizin vaadi mutlaka yerine getiri­lir."

İşte namaz kılarken veya secde âyetleri okunduğunda, secdeye ka-panıldığında neden sübhâne rabbiyel a'lâ dendiğine de burada bir işaret vardır. "Secde anında niçin onu söylüyoruz" diye soran­lara, bu âyeti kaynak delil olarak gösterebiliriz.

Secde anında Yüce Allah tenzih edilir, yani O'nun, noksan sıfat­lardan uzak olduğu söylenir ve yüceliği anılır.

Eğer bu ilim adamları kitap ehlinin, yani Yahudi ve Hıristiyanların ilim adamları ise, onların kitaplarında Hz. Muhammed'in geleceğine dair vaadini bildiklerinden, bu ifadeyi kullanarak "Allah'ın vaadinin mutlaka yerine getirildiğini" söylerler.

Ama, o dönemin ilim adamları değil de kıyamete kadar yetişecek ve Kur'ân'la karşılaşacak olan ilim adamları da âyetin kapsamına giri­yorsa, Kur'ân'da müjdelenen ve yapılan uyarıların mutlaka yerine gele­ceğine dair kesin imanlarını ifade etmiş olmaktadırlar, diyebiliriz.

7. "Ağlayarak yüz üstü yere kapanırlar. Kur'ân onların saygısını artırır."

a) Bu âyet sanki bir önceki âyetin tekrarı durumundadır. Ancak "ağlama" eylemi orada yer almamaktadır. Demek ki, onların anlayışı, bütün beyin ve gönüllerini kaplar, biyolojik yapılarını etkileyip gözle­rinden yaş akıttırır. Bu âyet Mâide sûresinin 83. âyetine işaret etmekte­dir, "Peygambere indirileni dinlediklerinde, anladıkları gerçekten dolayı gözlerinden yaşlar boşandığını görürsün. Derler ki: Rabb'imiz! İman ettik, bizi şahit olanlarla beraber yaz."

Gözlerinden yaşların akmasının nedeni, Hz. Peygamber'e indirilen vahyin hak olduğunu anlamalarıdır. Bu anlayış onların beden yapısını etki altına almaktadır. Gönüldeki imanın, gözlerden yaş olarak dökülme­si, mananın maddeyi nasıl harekete geçirdiğinin delili olmaktadır.

b) "Onların saygısını artır" ifadesinde yer alan fjü-huşû' kelimesi "gönlün tevazu içinde olması, yani saygı duyması" de­mektir.

Âyetin bu kısmı; "Fakat Kur'ân, onlara, daha da ka­çıp uzaklaşmaktan başka bir şev sağlamıyor" (İsrâ 17/41) ve "Zâlimlerin ise sadece ziyanını artırıyor" (İsrâ 17/82) şeklinde etkinin ve tepkinin tersine bir cevap olmaktadır. İlim sahipleri Kur'ân'daki gerçeği anlayınca iman edip ağlıyorlar ve onların saygısı artıyor.

Kur" ân. binlerinin nefretini, azgınlığını; birilerinin de tevazusunu, saygısını artırmakladır. Demek ki. Kur'ân'1 eline alanların farklı tepkiler göstermesi onların psıkoionk yapılarındaki farklılıktan kaynaklanmakta­dır. Çünkü Kuran, herkese aynı mesajı, aynı ışığı vermektedir. Ona yak­laşanların psikolojik farklılıkları ile kültür farklılıkları, farklı tepki gös­termelerine sebep olmaktadır.

Böylece Yüce Allah Isrâ sûresinde, Kur'ân'a karşı gösterilen o-lumlu veya olumsuz tepkilerin ondan istifade etmenin veya edememenin ince bir analizini yapmakta, ferdî farklar psikolojisinden tutun, kültür ve anlayış farklılıklarına, bilginin etkinliğine varan bir dizi sebeplere daya­narak açıklamalarının örgüsünü kurmaktadır.[83]

 

Dua Nasıl Yapılır?

 

110. De ki: ster Allah deyin, ister Rahman deyin. Han­gisini deseniz olur. Çünkü en güzel isimler, O 'na aittir. Namazında yüksek sesle okuma; onda sesini fazla da kısma; ikisinin arası bir yol tut.

a) Allah'a dua ederken, duanın şekline göre, Allah da denebilir Rahman da. Bunun anlamı, Allah'ın diğer isimlerinin de duada gündeme getirilebileceğidir. Yüce Allah, mü'min kulunu hangi ismi ile Allah'a yalvaracağında serbest bırakmaktadır. Bunun sebebi, en güzel isimlerin Allah'a ait olmasıdır. "En güzel isimler" ifadesini, "en güzel nitelikler" anlamına alabiliriz.

"En güzel isim", "en üstün nitelikler"den anlıyoruz ki, kötü isimler Allah'a has kılınamaz. Demek ki, kötü isimler de vardır. En güzel isim­ler, en yetkin özellikler, demektir. Yetkinliğin en alt noktasında, seviye­sinde olanlar vardır. Yetkinliğin en üst noktasında Yüce Allah vardır. Allah'a dua ederken, o yetkinlikleri, nitelikleri ifade eden, onları meyda­na getiren herhangi biri ile çağrıda bulunulabilir.

Mesela Hz. İbrahim genelde "Rabb" ismi ile Allah'a yalvarmıştır. Hz. İsâ hem Allah hem de Rabb isimlerini bir arada kullanmıştır. Bizim Peygamberimiz'e de Allah ve Rabb isimleri kullandırılmıştır (Âl-i İmrân 3/26; Felakl 13/1; Nâs 114/1).

Yüce Allah'ın insana tanıdığı bu özgürlükten şunu da çıkartıyoruz: Allah'a dua ederken mutlaka bir ismini anmak gerekiyor.

Aslında Yüce Allah'ın bu emrinden şunu da anlıyoruz: Yetkinliğin doruk noktasında olan Allah'a yalvarın, bu niteliklere sahip olmayan varlıklara yalvarmayın; çünkü bu, şirk olur. Onun için, şirkin giremediği ibadetlerden biri de teşbihtir. "Noksan sıfatlardan Allah'ı uzak tutmak" şeklinde ifade edilen teşbih ibadeti en geniş ibadetlerdendir.

Demek ki, Yüce Allah'ın "birliği" devam edecek, bütün sığınma­lar, dilekler O'na olacaktır. Tevhid inancının tüm dualarımıza yansıma­sını temin etmek için Yüce Allah bize bir ders vermektedir. Dualarımız­da Yüce Allah'ın çeşitli isimlerinden birini seçebiliriz ama, dualarımızda O'nu asla başka sahte bir tanrı ile paylaşamayız. Bu âyet ve önceki âyet­ler, İsrâ sûresinin ilk kelimesi olan ve Allah'ı noksan sıfatlardan uzak tutmak anlamına gelen siibhân kelimesine bağlıdırlar.

b) "Namazında yük­sek sesle okuma: onda sesini fazla da kısma; ikisinin arası bir yol tut."

Âyetin bu kısmında geçen î^U» salât kelimesi, âlimlerin çoğu tarafından "namaz" manasına alınmış, bazıları da "dua" anlamına geldiğini söylemişlerdir İsrâ sûresinin hicretten bir yıl önce indirildiğine bakarsak. îsrâ elenen "gece yolculuğu" gerçekleşmişti. Bunun anlamı, namaz farz kılınmıştı. O zaman salât kavramı, "namaz" anlamında Kur'ânda yer almıştı.

Diğer taraftan salât kelimesine, yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 110. âyetin başında yer alan yöı ud'û emrine bakarsak, "dua etmek" manasını da verebiliriz. Bu iki görüşü şöyle birleştirebiliriz: Namaz da "dua" anlamına geldiğine göre. namazda insanlar dua ettiklerine göre her ikisi de kastedilmiş olabilir.

İster namazda okurken, isterse dua ederken olsun, yüksek sesle Al­lah'a emir verir gibi de değil, çok da sesini kısarak, arkadaki cemaatin duymayacağı kadar alçaltmak da doğru değil. Bunların ortasını bularak namazı kılmak veya duayı yapmak gerekiyor.

Gizli ve aşikâr okumak daha çok namazla alakalı olduğu için âyet­teki salât kelimesini "namaz kılmak" anlamına almak doğruya daha ya­kın gözükmektedir. Yüce Allah neden "orta yolun" tutulmasını istemek­tedir? Âlimler bazı hadiseleri nakletmektedirler: Hz. Peygamber Kur'ân okurken sesini yükseltirdi. Müşrikler onun okuyuşunu duydukları zaman, Kur'ân'a ve onu getirene söverlerdi. Bunun üzerine Yüce Allah bu âyeti indirdi. Nakledilen bu olguyu doğru olarak kabul edebiliriz ama âyetin evrenselliğini düşünerek bir yorum getirmemiz gerekiyor.

Namaz veya duada "orta yolu tutmak", ondaki huşûyu artırabilir. Dua ederken yüksek sesle bağırmak, duadaki huşûyu azaltabilir. Onun için Yüce Allah sesin orta tonda tutulmasını istemiş olabilir.

Kur'ân, ibadetlerde ve davranışlarda hep orta yolun tutulmasını is­temektedir.

a)  "Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, hasretini çeker durur­sun" (İsrâ 17/29).

b) "(Rahmân'ın kulları) harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar" (Furkân 25/67).

c) "İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Peygamberin de size şahit ol­ması için sizi orta bir millet kıldık" (Bakara 2/143).

Son âyetten hareket edersek açıklamamızı şu şekilde yapabiliriz: Yüce Allah, mü'min toplumu bütün ahlâkî davranışlarında itidale davet etmekte, orta yolu tutmalarını emretmektedir.

İnfakta ve nihayet yorumunu yapmakta olduğumuz İsrâ 110. âyette namazda okumasında, duasında sesini bile orta seviyede tutmasını em­retmektedir. Demek ki, Yüce Allah, Kur'ân'da "itidal, orta yol" kavram­larının işlediği bir davranış biçimini, bir ahlâk anlayışını hayata geçir­memizi istemektedir.[84]

 

Allah'a Hamd Ve O'nu Yüceltme:

 

111. Ve de ki: Övgü, çocuk edinmemiş olan, egemenli­ğinde ortağı bulunmayan, acizlikten kurtaracak bir yardımcıya ihtiyacı olmayan Allah 'a aittir. O 'nu gereği gibi yücelt.

Bu âyet, tevhid inancının temellerini öğretmektedir. Âyetin açık­lamasını yaparken kavramlardan hareket edip neticeler çıkarmaya çalışa­cağız. Bu âyet. sûrenin ilk kelimesi olan sübhânı açıklamakta, Allah'ın noksan sıfatlardan nasıl uzak tutulacağını öğretmektedir.

Böylece sûrenin son âyeti, ilk kelimesine bağlanarak İsrâ'mn bir daire niteliğini taşıdığı ortaya çıkmaktadır. Bir taraftan teşbihin, bir ta­raftan da hamdin nasıl yapılacağı açıklanmaktadır. Hamdin, teşbih iba­detinin içinde olduğuna işaret edilmektedir.

1."Çocuk edinmemiş"

Hz. İbrahim'in peygamber olan çocuklarından türeyen İsrâiloğullarından Yahudiler Hz. Üzeyir'i, Hıristiyanlar da Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu olarak görmeye başladılar ve bunu inançlarına katarak şirke saptılar (Tevbe 9/30).

Diğer taraftan Hz. İsmail'in soyundan gelen Araplar da kız çocuk­larını Allah'a veriyor, melekleri çocuk edindiğini iddia ediyorlardı (İsrâ 17/40).

İsrâiloğulları ve Arap müşriklerinin geliştirdikleri bu şirk anlayışı, "Allah çocuk edindi" inancını çürütmek için Yüce Allah bu ve bununla alakalı âyetleri gönderdi.

Çocuk edinen varlık ihtiyarlıyor, çocuğu bütün harcamaları kısı­yor, çocuğunu kendisinden sonra yerine bırakıyor, yani ölümlü bir varlık olduğuna işaret ediyor, demektir. Bu özelliklere sahip olan varlık Allah olamaz. Onun içindir ki İsrâ 11 l'de şirkin en çirkini olan çocuk edinme­yi reddetmekle hamde başlanması emredilmektedir.

Yüce Allah'ın, İhlâs sûresinin 3. âyetinde doğmayıp doğurmadığı­nı gündeme getirmesinin sebebi de budur. Mü'min kişi nasıl bir varlığa hamdedileceğinin bilincinde olması gerekiyor. İşte bu âyet de bu bilinci vermektedir.

Yüce Allah kâinatın mülkiyetini kimse ile paylaşmamaktadır, aynı zamanda kâinatın idaresinde de ortağı yoktur. Kısaca O'nun egemenli­ğinde ortağı yoktur. Mülkî egemenliğini kimse ile paylaşamamaktadır.

3. "Acizlikten kurtaracak bir yardımcıya ihti­yacı olmayan"

Yüce Allah kendisi velidir, yani yardımcıdır; kendisine veli, yar­dımcı olamaz. Olsa o zaman Allah olamaz. Âyette geçen minezzulli kelimesi, "güçsüzlükten, düşkünlükten, ihtiyaçtan" anlamına gelmektedir. Veli, dostunun ihtiyacını gideren, onu perişan halinden kurtaran kişi veya varlıktır. Yüce Allah'ın hiçbir şeye, hiçbir zaman ihti­yacı olmaz, kendi kendine varlığını sürdürmektedir.

İşte hamd, böyle bir varlığa aittir. Bu sıfatları anarken tenzih ve teşbih ibadeti yapılmaktadır; aynı zamanda bunlar anılarak hamd ibadeti de yapılabilir.

4. "O'nu gereği gibi yücelt."

Tekbîr, "Allah'ı yüceltmek" anlamına gelmektedir. Teşbih denen, "Allah'ı noksan sıfatlardan uzak tutmak", aynı zamanda Allah'ı yücelt­mektir. Bu durum aynen Vâkı'a 96'daki emri hatırlatmaktadır:

"Öyleyse ulu Rabb'inin adını tenzih ile an".

Netice olarak diyebiliriz ki, İsrâ 111. âyette emir doğrudan Hz. Peygamber'e verilmektedir ama, dolaylı olarak kıyamete kadar gelecek olan bütün nesilleri kapsamına almaktadır. İnsanlar Allah inancını, şirk ile kirletmeden iman etmelidirler.

Yüce Allah "teşbih", "tekbir" ve "hamd" ibadetlerinin nasıl yapıl­dığı ve ne anlam ifade ettiklerinin dersini vermektedir. Bu ders ile elde edilen bilinç, şirkten korunmayı temin edecektir.[85]

 

İsrâ Sûresinden Çıkarılan İlkeler:

 

1. Tevhid İnancı ile İlgili İlkeler:

 

a) Allah çocuk edinmemiştir, melekler de onun kızları değildir. Bir ihtiyaçtan dolayı yardımcı edinmez; egemenliğini kimse ile paylaşmaz (âyet: 40, 111). Bu özellikleri ile Yüce Allah'ı anmak teşbih, böyle bir bilinçle Allah'ı övmek de hamd olmaktadır.

b)  Allah'tan başka tanrılara yalvarıp kulluk edenlerin bu inanç ve davranışları çürütülmektedir. Sahte tanrılar, tanrı edinilmiş olsalar bile, onların insanların sıkıntılarını gideremeyeceklerini, hatta onların bile Allah'a yaklaşmak için vesile arayacakları, O'nun rahmetini umacakları, O'nun azabından korkacakları söylenerek sahte oldukları ispatlanmakta­dır (âyet: 56-57).

c) Kâinattaki bütün varlıklar ve kâinatın tamamı Allah'ı noksan sı­fatlardan uzak tutarak teşbih etmektedirler. Öncelikle onların varlığı Al­lah'ın var ve bir olduğuna delil teşkil ettiğinden hareket biçimi de teşbih ibadetini icra etmektedir (âyet: 42-44).

d) İnanç duygusu doğuştan insanın doğasına Allah tarafından yer­leştirilmiştir. Bu inanç duygusu doğa gereği tevhid inancına yöneliktir. İnsanın doğasında var olan bu tevhid inancı, çeşitli sıkıntılara maruz kalan, problemlerin altında ezilen insanın hemen şuur alanına çıkmakta­dır. Sıkıntılar anında insan, tevhid inancına yönelmektedir (âyet: 66-69).[86]

 

2. Ahiret İnancı ile İlgili İlkeler:

 

a) Her msamtı "yaptığı am&Yreh, amelleri kaydeden melekler kaydederler. Aslında insanın amellerini Al­lah bilmektedir, ama kuluna objektif, yani tarafsız olduğunu, ona zulmet­tiğini, keyfî değerlendirme yapmadığını göstermek için bu kaydı yap­maktadır.

Orada, yani âhirette insana kitabını okuyup, kendini değerlendir­mesi emredilecektir. Herkesin amel defteri boğazına asılacaktır (âyet: 13-14).

b) Mahşere her grup, bu dünyada kimi takip etmiş ise, hangi pey­gamberi, lideri, ideoloji kurucusunu benimseyip onun uğruna mücâdele vermiş ise onunla gelecektir.

Dünyada kör olan, yani ma'nen kör olan, âhirette de kör olarak mahşere gelecektir. Orada bazılarının amel defteri sağdan, kimilerinin de soldan verilecektir (âyet: 71-72).

c) Müşriklerin Hz. Peygamber'e karşı koymalarının sebeplerinden biri de, öldükten sonra dirilmeye inanmamaları ve böyle bir şeyin olaca­ğına akıl erdirememeleridir.

Kâinatı ve kendilerini yoktan yaratan Allah'ın, yeniden yaratmaya da gücünün yeteceğine bu surede değinilmektedir (âyet: 50, 97-99).

d)  Ahirete inanmayanlar tevhid inancını parçaladıklarından dolayı şiddetli azaba çarptırılacaklardır (âyet: 10).[87]

 

3. Peygamberlikle İlgili İlkeler:

 

a) Peygamberler, peygamber olma bakımından eşittirler, ancak a-ralarında bazı nedenlerle farklar var ve bu farklar nedeniyle de birbirin­den farklı derecelere sahiptirler (âyet: 55).

b) Peygamberler. Allah'ın kendilerine vahyettiğini tebliğ ederler. Onlar ve özellikle Hz. Peygamber insanlara bekçi olarak gönderilmemiş­tir (âyet: 54).

c) Mu'cize göstermek peygamberin elinde değildir, ama Allah'ın kudretindedir. Yüce Allah, eski toplumlara gösterilen mu'cizeleri inkâr etmeleri sebebiyle Hz. Peygamber'e Kur'ân'ın dışında bir mu'cize gön­dermemiştir. Ama müşrikler, Hz. Peygamber'den bizzat kendilerinin belirlediği mu'cizeleri istemişlerdir (âyet: 59, 88-93).

d) Kâfirlerin, peygamberi reddetmelerinin ana sebeplerinden biri de, bir beşerin peygamber olarak tayin edilmesidir (âyet: 94).

e) Peygamber, birilerinin arzusunu gözeterek, Allah'ın gönderdiği vahyden sapıp, başka türlü görüş beyan edemez. İşte azıcık meyleden Hz. Peygamber'i Yüce Allah durdurmuştur (âyet: 73-75).

Din âlimi ve görevlileri bu âyetleri değişmeyen ilke olarak rehber edinmelidirler.

f) Her toplum peygamberine yaptığı gibi, Mekke müşrikleri de Hz. Peygamber'i yurdundan çıkarmıştır. Ama zulme uğrayanlara Yüce Allah siyasi erki ve ülkelerini vereceğini vadetmiştir (âyet: 76-77).[88]

 

4. Kur'ân İle İlgili Açıklamalar:

 

a)  Kur'ân, hakkı, yani gerçeği insanlığa taşımıştır. Yüce Allah Kur'ân'ı Hz. Peygamber'e yavaş yavaş indirmiştir. Öğretim metotların­dan birini bize öğreten Yüce Allah, konuların birden değil de azar azar ve yavaş yavaş verilmesini ön görmektedir (âyet: 105-106).

b) Kur'ân en doğru yola iletir. O, mü'minler için rahmet ve gönül­ler için bir şifâdır. Mü'minlere, mahşerde büyük ödülün olacağını müj­deler (âyet: 10, 82).

c) Kur'ân haktır. Hak gelince bâtıl yok olacaktır (âyet: 81).[89]

 

5. Ahlâkî İlkeler:

 

İsrâ sûresinde Yüce Allah aile hayatından, yetimlere, ekonomik hayata ve cinsel ahlâka kadar bir takım ilkeler koymaktadır.

a) Ana-babaya iyilik etmek, onlara hizmette ve ilişkilerinde kusur etmemek, onlara tevazu kanatlarını gererek Allah'a onlara merhamet etmesi için dua etmek gerekiyor.

Ana-baba ve çocuklar arasındaki ilişkiyi önemseyen Yüce Allah, bunu bir ibadet olarak kabul etmektedir (âyet: 23-24).

b)  Yakınlardan fakir olanların, yetimlerin elinden tutmak; verecek bir şeyi olmadığı takdirde gönül alıcı bir söz söylemek zorunludur. Kötü bir yol ve fuhuş olan zinaya yaklaşmamak da önemli bir ilkedir (âyet: 26-32).

c) İyiliği de kötülüğü de yapan insanın kendisidir. Onun için iyiliği de kötülüğü de kendisi için yapmış olacaktır. Ahlâkî davranışın temelin­de insanın kendi irâdesi, kendi tercihi vardır. Temel kaide "insan ister,

Allah yaratır. Kötüyü insan ister, Allah yaratır; iyiyi hem Allah ister hem de kul ama Allah yaratır" şeklindedir.

Yüce Allah insana hakkında bilgisi olmadığı bir şeyi takip etme­mesini emretmektedir. Çünkü davranışlarımızdan, kulak, göz ve gönlü­müz denen duyu organlarımız sorumludur (âyet: 7, 15, 36, 97).

d) İnsan davranışlarını çıkmaza sokan duygulardan biri de kibirdir. Yüce Allah kibirli davranmayı yasaklayarak, insanın kibirlenmesini en­gellemektedir (âyet: 37).

e) Nankörlük, insan ahlâkının kurdu; Allah katındaki değerini yok eden bir duygu ve davranıştır (âyet: 67-69, 83).

f) İnsanın ahlâkî davranışlarının temelinde onun tıyneti, mayası, doğası vardır. Çünkü herkes kendi tıynetine göre davranışta bulunur. Böylece insanın doğuştan getirdiği mirasın önemi vurgulanmaktadır (âyet: 84).

g)  İnsanın doğuştan getirdiği temel özelliklerden biri de cimriliği­dir. Bu özelliği terbiye edilmediği takdirde, davranışlarının hakimiyetini ele geçirmekte, böylece maddî imkanlarını, yani mal ve parasını tanrılaş­tırmaktadır. Öyle ki Allah'ın hazinelerine bile sahip olsa, yine infak etmez duruma gelmektedir (âyet: 100).

h) İnsanlara en-güzel sözü söylemek de genel bir ilkedir (âyet: 53).[90]

 

6. Haklar:

 

a)  Yüce Allah, geçim endişesi nedeniyle çocukların öldürülmesini yasaklamıştır. Biz buna çocuğun hayat hakkı diyebiliriz (âyet: 31).

b) Haklı bir sebep olmadıkça cana kıyılmaması emrolunmaktadır. Can taşıyan her canlıyı Kur'ân önemsemektedir (âyet: 33).

c)  Yüce Allah yetimin malına kötü niyetle yaklaşılmasını yasak­larken, yetim hakkına dikkat çekmiştir (âyet: 34).

d) İsrâ sûresinde, tüketici hakkını koruyan emir de yer almaktadır. Biz buna "kul hakkı" da diyebiliriz. "Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün ve doğru terazi ile tartın" (âyet: 35).

e) İnsanları yaşadıkları ülkeden çok ciddî bir sebep olmadan çı­karmak, onların barınma hakkına tecavüzdür (âyet: 16-11, 103-104).[91]

 

7. Sosyal Değişimin Dinamikleri:

 

Yüce Allah bir toplumu çökerten nedenlerin bir kısmını İsrâ sûre­sinde gündeme getirmektedir.

a) Bozgunculuk, yani fesat çıkarmak toplumu helake sürükleyen nedenlerden biridir (âyet: 4-7).

b) Geri dönüşü olmayan ve toplumu inleten "kötülük" de olumsuz anlamda değişim nedenidir (âyet: 16-17).

c) Nankörlük, Yüce Allah'ın insanları helak etmesinin sebeplerin­den biridir (âyet: 67-69).

d) Zulüm de bu dinamiklerin başında gelmektedir.

Bir toplumda, haksız yere bazı insanlar yerlerinden ediliyorsa, ül­kelerinden çıkartılıyorsa, bu zulümdür. Bu zulmü işleyenler helak ola­caklardır (âyet: 76, 103-104).

Öyle anlaşılıyor ki, insanların yaptıkları, toplumun katmanlarını kötü manada etki altına alıp sarınca, bu yapılanlar yükselerek ilâhî alem­den cezayı alıp geliyor. Toplumun çöküşünü, çökerken nasıl çökeceğini, cezanın türünü yine o insanların yaptıkları belirlemektedir. Yüce Allah ne gerekiyorsa onu veriyor.[92]

 



[1] İbn Kesîr, Tefsir, III, 2.

[2] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/161.

[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/163170.

[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/170-172.

[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/172-174.

[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/174-176.

[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/176-190.

[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/191-192.

[9] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/193-195.

[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/196-199.

[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/199-201.

[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/201-203.

[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/203-207.

[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/207-210.

[15] Ateş, age, V, 206.

[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/211-216.

[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/216-220.

[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/220-223.

[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/223-224

[20] Kurtubî, age, X, 371.

[21] Buhârî, Mevakıtu's-Salat, 5; Cihâd, 1; Edeb, 1; Tevhid, 48; Müslim, İman, 137-139.

[22] Buhârî, Edeb, 2; Müslim, Birr, 12; Tirmizî, Birr, 1.

[23] Buhârî, Cizye, 18; Edeb, 8; Müslim, Zekât, 50; Hibe, 29.

[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/225-230.

[25] Kurtubî, age, X, 377.

[26] Muham-med Esed, age, 564, 32. dip not.

[27] Kurtubî, age, X, 379.

[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/230-240.

[29] Buhârî, Tefsiru sûre: 2, 25; Edeb, 20; Diyât, 1; Hudûd, 20; Tevhîd, 40-46; Müslim, İmân, 141-142; Ebû Dâvûd, Talâk, 50.

[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/240-243.

[31] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/243-247.

[32] Zemahşerî, age, II, 448.

[33] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/247-250.

[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/251-253.

[35] Râzî, age, XIV, 477.

[36] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/253-256.

[37] Râzî, age, XIV, 478.

[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/257-260.

[39] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/260-263.

[40] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/263-265.

[41] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/266-269.

[42] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/269-271.

[43] Muhammed Esed, age, İsrâ 42. âyetin tef şirindeki 50. dip not.

[44] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/271-274.

[45] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/274-275.

[46] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/275-279.

[47] Kurtubî, age, X, 408.

[48] Benzer riva­yetler için bkz. Kurtubî, age, X, 410.

[49] Râzî, age, XIV, 501-502.

[50] Râzî, age, XIV, 502.

[51] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/279-287.

[52] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/287-293.

[53] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/293-298.

[54] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/298-300.

[55] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/300-303.

[56] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/303-306.

[57] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/307-309.

[58] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/309-315.

[59] Ateş, age, V, 229-230.

[60] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/315-322.

[61] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/322-334.

[62] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/335-342.

[63] Râzî, age, XIV, 543.

[64] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/342-347.

[65] Râzî, age, XIV, 546.

[66] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/347-354.

[67] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/354-358.

[68] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/358-360.

[69] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/361-365.

[70] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/365-370.

[71] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/370-373.

[72] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/374.

[73] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/374-376.

[74] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/377-378.

[75] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/379-380.

[76] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/380-381.

[77] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/382-385.

[78] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/385-388.

[79] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/389-396.

[80] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/396-398.

[81] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/398-406.

[82] Râzî, age, XV, 82.

[83] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/406-412.

[84] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/413-415.

[85] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/416-418.

[86] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/419.

[87] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/419-420.

[88] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/420-421.

[89] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/421.

[90] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/421-422.

[91] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/422-423.

[92] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/423.