- 17 -
Mushaf’taki
sıralamaya göre kitabımızın 17, nüzûl sıralamasına göre 50, miûn kısmının
ikinci ilk sûreler grubunun üçüncü sûresi olan İsrâ
sûresi Mekke’de nâzil olmuş olup âyetlerinin sayısı 111 dir.
Hamd
yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât
ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve Onun pak aile halkına
ve ashabına olsun. Rabbi-miz bizden kabul buyur.
Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
İsrâ sûresi, başında
İsrâ hadisesini de konu edindiği için hicretten bir
yıl önce Mekke’de son inen sûrelerdendir. 111 âyetlik bir sûre olan İsrâ sûresi Mekke’de Rasûlullah’la
kavgalarını sürdüren Mekke müşriklerini, İsrâil oğullarını, kendilerinden
önceki elçilerle kavgasını sürdüren toplumların başlarına gelenlerle uyarır. Kur’an’ın Ona inananları, Ona sarılanları, hayatlarını Onunla
düzenleme çabası içine girenleri en doğru yola ilettiği vurgulanır. Rabbimiz bu
sûrede kullarını sadece kendisini dinlemeye, sadece kendisine kulluğa çağırır
ve bu kulluğun gereklerini ortaya koyar.
1. “Kulu Muhammed’i bir
gece Mescid-i Haram'dan, kendisine bir kısım
âyetlerimizi göstermek için, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i
Aksâ'ya götüren Allah'ın şanı yücedir. Doğrusu O,
işitir ve görür.”
Kulu Muhammed (a.s)’ı bir gece
Mekke’deki Mescid-i Haramdan kendisine bir kısım
âyetlerini göstermek için çevresini mübârek kıldığı Mescid-i
Aksâ’ya götüren Allah sübhandır,
mübârektir. Tesbi-he lâyık
olan, gündemde tutulmaya, övülmeye, yüceltilmeye lâyık olan O’dur. En mükemmel
sıfatların sahibi, noksan sıfatlardan münezzehtir O Allah. Yüceler yücesidir. Allah
her şeyi işiten ve bilendir, her şey-den haberdar olandır.
Evet İsrâ gece yolculuğu demektir. Rabbimiz şerefli kulu,
şerefli elçisi Hz. Muhammed (a.s)’ı bir gece Mekke’deki
Mescid-i Haramdan alıp Kudüs’teki Mescid-i
Aksâ’ya götürdü. Rabbimizin etrafını bereketli
kıldığımız buyurduğu mübarek bir yurda götürdü böylece ona bir kısım âyetlerini
göstermek ve Mekke’de kavminin baskıları ve zulümleri altında bunalmış olan Rasûlullah efendimizi içinde bulunduğu sıkıntılarından
biraz biraz kurtarmak, rahatlatmak ve yüceliklerin
zirvesinde bir izzet ve şerefe ulaştırmak istedi.
Böylece Rabbimiz, Efendimize yüce
âyetlerini gösterecek, onu yüceliklerin zirvesine çıkaracak, göklere urûc ettirecek çıkaracak, yedi kat semaları aştıracak ve
nihâyet Sidre-i Münteha’ya ve Onun ötesine kadar
ulaştıracaktı. Rabbimiz orada, elçisini yükselttiği o makamda ona âyetlerinden
bir kısmını gösterecekti. Acaba Rabbimizin elçisine göstermeyi murad buyurduğu bu âyetler nelerdi bunu bilmiyoruz. Bu
sûrenin bu ifadesinden ve yine Necm sûresinin
beyanlarından anlayabildiğimiz kadarıyla Rabbimiz orada Resûlullah
Efendimize kendi rubûbiyet ve ulûhiyet’ini,
mülk ve saltanatını, kelimelerle anlatılması mümkün olmayan ancak müşahede ile
ulaşılabilecek büyük âyetlerinden bir kısmını gösterdi.
Ne büyük
bir nimet, ne büyük bir şeref değil mi? Yıllar önce yine şerefli elçilerinden
Mûsâ (a.s)’a Tur’da lütfettiği nimetini bu defa da Rasûlullah
Efendimize nasip ediyordu. Elçisini yedi kat semaların ötesine, Sidre-i Münteha’nın da ötesine çağıracak, bizzat onunla direk
konuşacak, onu şereflerin, yüceliklerin en zirve noktasına çıkaracak ve
Mekke’nin kasvetli ortamından onu uzaklaştırıp müşriklerin baskısından
rahatlatacaktı.
Ve böylece kıyâmete kadar gelecek
onun yolunun yolcusu olan müslümanlara Mîrâç ve İsrâ’nın bereketini, şerefini yaşatacaktı. Rabbimiz kendi
safında yer alan müslümanlara namazla kendisine
yükselme imkânı lütfedecekti. Kıyâmete kadar kullarını şereflendirecekti.
2,3. “Mûsâ'ya kitap
verdik. Ey Nuh'la beraber taşıyarak kurtardığımız kimselerin soyundan olanlar!
Beni bırakıp başkasını vekil edinmeyesiniz diye onu İsrâil oğullarına doğruluk
rehberi kıldık. Doğrusu Nuh çok şükreden bir kuldu.”
Evet Biz Mûsâ’ya da kitap verdik,
Tevrat’ı verdik ve o kitabı İsrâil oğulları için bir hidâyet rehberi, bir yol
gösterici kıldık. Ve bu kitapla onlardan şunu istedik. Ey İsrâil oğulları,
sakın Rab olarak, İlâh olarak Beni bırakıp da Benden başkalarını vekil kabul
etmeyin. Benden başka hayatınızda söz sahipleri bulmayın. Benden başkalarını
Rab, Melik ve İlâh kabul etmeyin. Benden başkalarında egemenlik yetkisi
görmeyin. Kulluk edilecek, sözü dinlenecek, çektiği yere gidilecek, ya-saları uygulanacak tek velîniz, tek Rabbiniz Benim,
dedik.
Yâni dün Mûsâ (a.s)’a kitabı
indirirken ne buyurmuşsa, kitabı hangi maksatla indirmişse şimdi şu anda son
elçisi Muhammed (a.s)’a kitabı indirirken de Rabbimiz aynı şeyi söylüyordu.
Sevgili elçisini Mescid-i Haram’dan alıp Mescid-i Aksâ’ya götürürken,
oradan da alıp yedi kat semaya, Sidre-i Münteha’ya, yücelerin
yücesine, şereflerin şerefine ulaştırırken de tüm kullarından istediği yine
aynı şeydir. Sadece kendisi Rab ve İlâh bilmek, sadece kendisine kulluk etmek.
Evet şu
anda o elçilerimizden birisi ve sonuncusu olan Mu-hammed
(a.s) yeni, türedi birisi değildir. Bilâkis o köklü bir geçmişin sahibidir. O
Nuh’un, İbrâhim’in, Mûsâ’nın, Îsâ’nın yolunun son temsilcisidir. Ve kıyâmete
kadar insanlık onun temsilciliği, onun rehberliğiyle hidâyeti bulacaklardır.
Onu kabul edenler hep kazanırlarken, reddedenler de hep kaybedenlerden
olacaklardır. Mûsâ (a.s) da, Ona iman edip Onunla birlik olan İsrâil oğulları
da, Muhammed (a.s) da, Ona iman edip tercihlerini Ondan yana kullanan mü’minler de hepsi hepsi Nuh
(a.s) la birlikte gemide taşıdıklarımızın zürriyetleridirler.
Yâni onlar batan bir toplumun
içinden kurtulanların, peygamber safında yer alan müslümanların
torunlarıdırlar. Aynı inancın, aynı anlayışın sahibidirler. Nuh (a.s) şükreden,
hayatını Allah için yaşayan bir kuldu.
Ondan sonra Onun kulluğuna, Onun
teslimiyetine, Onun şükrüne sahip çıkan İsrâil oğulları yeryüzünde bir süre
şerefli bir hayat yaşadılar. Ama sonradan bozuldular. Peygamberlerinin yolunu
terk edip rezil bir hayatın mahkumu oldular.
Ve işte bu kitap son elçi Muhammed
(a.s)’a geldiği dönemde son elçiye karşı amansız bir düşman kesildiler. Allah’ın
son elçisini, son kitabını, son dinini reddettiler. Böylece onların daha önce
ne kendi kitaplarına, ne de kendi peygamberlerine iman etmedikleri açığa
çıkıyordu. Çünkü kendi peygamberlerine, kendi kitaplarına iman eden kimseler
olmuş olsalardı, yâni Allah’ın hayata karıştığına, hayatı düzenlemek üzere
kitap ve peygamber gönderdiğine inanmış olsalardı, elbette aynı kaynaktan gelen
bu son kitaba ve peygambere iman etmek zorunda kalacaklardı.
Çünkü Allah’a iman, Allah’ın
hayata karıştığına imandır. Allah’a iman, O’ndan gelenlere imandır. Allah’a
iman Allah’ın gönder-diklerine imandır. Şimdi elçi olarak Musa aleyhisselâmı gönderen, ama Muhammed aleyhisselâmı
göndermeyen veya kitap olarak Tevrat’ı gönderen, ama Kur’an’ı
göndermeyen bir yahudiye nasıl mü’min
diyebiliriz? Kitap olarak İncil’i gönderen, ama Kur’an’ı
göndermeyen bir Allah’a inanan hıristiyana nasıl müslüman diyebileceğiz?
4,6. “İsrâil oğullarına Kitapta: “Doğrusu yeryüzünde iki
defa bozgunculuk yapacak ve kibirlendikçe kibirleneceksiniz" diye
bildirdik. Bu ikisinden birincisinin vakti gelince, üzerinize pek güçlü olan
kullarımızı salacağız. Onlar memleketlerinizde her köşeyi kontrollerine
alacaklar. Bu, yerine gelecek bir vaattir. Bunun ardından sizi onlara galip
getireceğiz; mallar ve oğullarla size yardım edecek ve sizin sayınızı artıracağız.”diye
yazdık.”
Biz İsrâil oğullarına kitapta
yazdık, takdir ettik, yasa yaptık. Peki nerede, hangi kitapta yazmıştı,
belirlemişti Rabbimiz? Bunu bil-miyoruz. Ya Tevrat’ta, ya Levh-i Mahfuz’da, ya Kur’an’da, ya da tüm kitaplarda
olabilecektir.
Neyi kararlaştırmış Rabbimiz?
Şunu: Muhakkak ki siz yeryüzünde iki defa bozgunculuk yapacaksınız. Ve kibirlendikçe
kibirleneceksiniz. Haddi aşıp isyankar olacaksınız. Yeryüzünde azgınlık yapacaksınız.
İlk bozgunculuğunu, ilk isyanınızı gerçekleştirdiğiniz zaman Biz sizin üzerinize
sizden intikam almak, sizin burnunuzu sürtmek için güçlü kuvvetli kullarımızı
göndereceğiz. Öyle ki onlar evlerinize barklarınıza kadar girecekler, sizi
araştıracaklar, arayacaklar, bulacaklar ve sizi ezecekler. Tüm ülkenize hakim
olacaklar. İşte bu olan, gerçekleşen bir vaaddir.
Ve bunun
ardından sizi tekrar onlara galip getiririz. Evet ikinci defa sizin üzerinize
döneriz. Size bol bol mallar mülkler, güçler, imkânlar
veririz. Ekonomik ve sayısal gücünüzü artırırız da bir mağlubiyetten, bir
hezimetten, bir bozgundan sonra sizi tekrar eksi güçlü kuvvetli döneminize
kavuştururuz. Düşmanlarınıza karşı size yardım ederiz, sizi destekleriz.
7. “İyilik ederseniz
kendinize etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz o da kendinizedir. İki vaadden ikincisinin vakti gelince, yeryüzünü üzüntüye
sokmaları, kötülük yapmaları, önceden Mescide girdikleri gibi girmeleri, ele
geçirdikleri yerleri harap etmeleri için onları tekrar göndereceğiz.”
Ey İsrâil oğulları, ey peygamber
çocukları, ey müslümanlar ğer
siz iyilik ederseniz, muhsin davranırsanız, Allah’ı
görüyormuş gibi Ona kulluğa yönelirseniz, her an Allah kontrolünde olduğunuzu
unutmadan müslümanca bir hayat yaşarsanız bunun
faydası kendinizedir. Kendi kendinize iyilik etmiş olacaksınız. Yok eğer
kötülük peşinde olursanız, Bana kulluktan uzak bir hayatın mahkumu olursanız
onun kötülüğü de kendinizedir. İki vaadden
ikincisinin vakti gelince de, yeryüzünü üzüntüye sokmaları, kötülük yapmaları,
önceden Mescide girdikleri gibi tekrar oraya girmeleri, ele geçirdikleri
yerleri tamamen harap etmeleri için onları tekrar göndereceğiz. Onları tekrar
sizin başınıza musallat edeceğiz.
8. “Umulur ki Rabbiniz
size acır; ama siz dönerseniz Biz de döneriz. Cehennemi inkârcılara bir zindan
kılmışızdır.”
Umulur ki Rabbiniz size acır,
size merhamet eder, size tekrar yardım eder. Her şeyinizi kaybettikten sonra
Rabbiniz sizi tekrar diriltir. Ama şurasını da hiçbir zaman unutmayın ki siz
tekrar dönerseniz Biz de döneriz. Siz tekrar kötülüklere, isyana, itaatsizliğe,
kulluktan çıkmaya dönerseniz Biz de o kötülüklerinizin karşılığı olarak tekrar
sizi cezalandırmaya döneriz.
Veya iyiliğe dönerseniz, kulluğa
dönerseniz, itaate yönelirseniz Biz de size yardıma döneriz. İyiliğiniz karşılığında
mükâfat ve yardımlarımız, kötülükleriniz karşılığında da cezalandırmamız devam
edecektir buyuruyor Rabbimiz. Çünkü Biz cehennemi insanlara bir zindan
yapmışızdır. Cehennemi, ateşi azabı onlara bir barınak, bir sığınak yapmışızdır.
Evet acaba
Rabbimizin bu âyetinde haber verdiği İsrâil oğullarının bu iki bozgunu ve sonra
bu bozgunların akabinde Allah’ın yardımı ve desteğiyle tekrar toparlanmaları ne
zaman olmuştu? Kitabımızın bu genel ifadelerinden anladığımız şudur. Tabii en
doğrusunu, en iyisini Allah bilir. İsrâil oğulları, Yakub
çocukları Mısırda egemenliklerini kaybedip Firavun oğullarının kölesi durumuna
düşerler. Uzun bir süre her şeylerini, dinlerini, imanlarını, namuslarını, iffetlerini,
kimliklerini kaybederler. Yıllar sonra bittikleri, tükendikleri bir dönemde Rab-bimiz gönderdiği elçisi Mûsâ (a.s) ile onları Firavun ve
sisteminin zulmünden kurtarıp özgürlüğe kavuşturur.
Rabbimiz az evvel etrafını
bereketli kıldığımız diye sözünü ettiği, peygamberi Muhammed (a.s)’ı bir gece Mescid-i Haramdan alıp götürdüğü mübarek peygamberler
toprağı olan Filistin topraklarına onları ulaştırır. O topraklar atamız İbrâhim
(a.s)’ın yurdu idi. Yusuf ve kardeşlerinin, babaları Yakub (a.s)’ın İbrâhim (a.s)’ın torunları olduklarını biliyoruz. Onlar önce Filistin
topraklarında yaşıyorlardı, sonra Yusuf (a.s)ın
Mısıra gelişiyle onlar da gelip Mısıra yerleşmişlerdir.
İşte İsrâil oğullarının Mûsâ
(a.s) döneminde Mısırdaki kölelik hayatlarının sona ermesiyle hareketleri
tekrar Filistin’e, ilk geldikleri bölgeye oluyordu. Çünkü Rabbimiz onlara o
kutsal toprakları vaat et-mişti. Mısırdan yola çıktılar,
ama Mûsâ (a.s)’ın sağlığında o topraklara ulaşamamışlardı.
Harun (a.s)’ın da vefatından sonra ancak müslü-manlar o bölgeyi
fethedebildiler. Filistin artık müslümanların
elindeydi ve müslümanlar orada uzun bir süre orada
güzel bir hayat yaşadılar.
Daha sonra müslümanlıklarında gevşemeler, çözülmeler oldu. Allah’a
kulluktan uzaklaşıp kötülüklerin içine düşünce Allah onlardan desteğini
çekiverdi de düşmanları onlara galebe çaldılar, darmada-ğın ettiler. Kudüs’ten çıkarıldılar, öldürüldüler,
sürüldüler ve her biri bir tarafa dağılan müslümanlar
özgürlüklerini kaybettiler. Allahu âlem işte bu
birinci bozguna uğrama dönemi bu dönemdir. Azgınlaşmalarının, Allah’a kulluktan
çıkıp isyanlara düşmelerinin karşılığı olarak Allah onlara böyle bir azabı
tattırıverdi. Sonra toparlanıp Bakara sûresinin beyanıyla peygamberlerine
müracaat ettiler. Dediler ki ne olur Allah bize bir kumandan tayin etse de
bizler onunla birlikte savaşsak. Onun arkasında düşmanlarımızla vuruşsak da çocuklarımıza,
ülkemize kavuşsak dediler.
Rabbimiz onlara komutan olarak Talût’u seçti. Önce işte elendiler, en samimileri kaldı ve
kumandan Talût’un emrinde o az grup düşmanla savaştı
ve Allah kendilerine zaferi nasip buyurdu. Müslüman ordu kâfirlerin kumandanı Calut’u öldürdü. Onu öldüren de henüz bir çocuk yaşta ordunun
içinde bulunan Dâvûd idi ki bu başarısından dolayı
daha sonra Rabbimiz kendisine peygamberlik ve saltanat verdi.
Evet bu diriliş döneminde ülkenin
sahibi Dâvûd (a.s) dır. Ve artık yeryüzünde müslümanlar en güçlü dönemlerini yaşadılar. Hz. Adem (a.s)’a verilen halîfelik özelliği yeryüzünde Dâvûd (a.s) ile ger-çekleşmiş oluyordu. Kitabımızın başka
bir âyetinin beyanıyla yeryü-zünde
adâletle hükmetmesi için Dâvûd (a.s)’a peygamberlik
ve sal-tanat verilmiştir.
Evet müslümanlar
o dönemde büyük bir güce ulaştılar yer-yüzünde. İşte anlayabildiğimiz kadarıyla
yıkılışlarından sonra tekrar dirilişleri de buydu. Yâni onlar Rablerine kulluğa,
Rablerinin istediği müslümanca bir hayata ve ihsana
dönünce Allah da onlara yardımını gönderiverdi. Allah’ın yardımı ve desteğiyle
tekrar güçlendiler.
Hele hele
Dâvûd (a.s)’ın oğlu
Süleyman (a.s) döneminde devlet ve saltanatın zirve noktasına yükseldiler. İnsanlar
değil cinler, hayvanlar, rüzgarlar bile onların egemenliği altına girivermişti.
Ama
Süleyman (a.s)’ın vefatından sonra İsrâil oğulları, müs-lümanlar yoldan çıktılar,
Rablerine itaatten çıkıp şeytanların yoluna tabii oldular. Allah’ı, peygamberi,
kitabı terk edip kendi hevâ ve he-vesleri istikâmetinde bir hayat yaşamaya, günahlara yöneldiler
de bu defa da başka zalim güçleri Rabbimiz onların üzerlerine musallat ediverdi.
Kudüs’ten çıkarıldılar, öldürüldüler, sürüldüler, darmadağın oldular.
Hattâ o dönemde İsrâil oğulları
artık tamamiyle müslümanlığı
terk edip Yahudileşme sürecine girdiler. Bu dönemde onları tekrar terk
ettikleri İslâm’a çağırmak üzere Rabbimiz elçiler gönderdi. Zeke-riya
(a.s), oğlu Yahya (a.s) ve son elçi Îsâ (a.s) geldi kendilerine. Ama yoldan
çıkmış İsrâil oğulları Allah’ın bu elçilerini reddettiler, kimini öldürdüler,
kimine işkence etmeye kalkıştılar.
Ve nihâyet işte onların bu
dağınıklıkları son elçi Muhammed (a.s)’ın Mekke’de
zuhur edişine kadar sürüp gitti. Ve işte şu anda Mu-hammed
(a.s) Mekke’de zuhur etmiş, kendisine Kur’an inmeye
başlamış, İsrâ sûresinin bu âyetleri gelmeye başlamış
ve kendilerine geç-mişleri hatırlatılarak dâvetini
gerçekleştiriyordu. Ey İsrâil oğulları, ey Yakub çocukları,
işte sizin geçmişiniz budur, şu andaki durumunuz budur, dün size yardımının
ulaşmasıyla sizin yeryüzünün en güçlü insanları olmanızı sağlayan, desteğini
kaldırıvermesiyle de sizi rezil bir duruma düşüren güç kuvvet sahibi, egemenlik
sahibi Rabbiniz şu anda size sesleniyor.
Gelin tekrar yeryüzünün en aziz,
en şerefli toplumu olmak istiyorsanız bu son elçime, bu son kitabıma iman edin.
Gelin Benim istediğim gibi müslümanlar olun ki sizin
makus kaderinizi değiştire-yim. Bakın Ben o son
elçimi Medine’ye, ayağınızın ucuna kadar getirdim diyerek onları imânâ, İslâm’a
çağırır ama onlar bu elçiye iman etmeyerek bu fırsatı kaçırırlar.
Evet tabii
Rabbimizin bu hitapları sadece İsrâil oğullarına değil, aynı zamanda biz müslümanlaradır da. Yâni eğer biz müslüman-lar da Rabbimizin istediği bir ihsan hayatını, bir müslümanlık hayatını bırakıp isyanlara, günahlara dalarsak
elbette Rabbimiz bizden de desteğini kaldıracak, bizim başımıza da bir takım
güçlü zalimleri musallat edecek ve bizim burunlarımızı da sürtecektir. Ama eğer
Ona kulluğa yönelirsek, Onun istediği gibi müslümanlar
olabilirsek elbette yardımı ve desteğiyle bizi tekrar diriltecek ve yeryüzünde
izzet ve şerefe ulaştıracaktır.
Nitekim aynen öyle de olmuştur. Rasûlullah ve dört halîfe döneminde, en güzel kulluğun
yaşandığı dönemlerde müslümanlar yeryüzünün egemeni
olurlarken, yeryüzünün en Azîz ve şerefli insanları olurlarken daha sonraları
kulluklarının gevşemesi dönemlerinde bazen Moğolları, bazen Haçlı seferlerini musallat
ediverdi de müslü-manlar
darmadağın oldular. Tıpkı daha önce Kudüs’ü ve oradaki müslümanları
kulluktan çıkmalarının cezası olarak Rabbimiz bir takım zalimlere fırsat verip
hallaç pamuğu gibi attırdığı gibi bu sefer de aynı akıbeti müslümanların
başına getiriverdi. Uzun bir süre tekrar
Rablerine kulluğa dönecekleri ana kadar müslümanları
yeryüzünde rezil ve perişan bir duruma getiriverdi Rabbimiz.
Ama ne
zaman ki müslümanlar Rablerini hatırladılar, Rablerinin
kitabını ve müslüman olduklarını hatırladılar, hemen
Rabbimiz onlara yardımını ve desteğini gönderdi de yine yeryüzünde Çin sed-dinden Atlas Okyanusuna kadar tüm dünyayı onların
egemenliğine teslim ediverdi.
Ve nihâyet müslümanlar
son yüz yıl içinde Allah’ı unuttular, kitaplarını ve peygamberlerini unuttular.
Allah’ın kitabının istediği bir hayatı bırakıp bâtılı kâfirlerin ve müşrik
Amerikanın uydusu haline geldiler bunun cezası olarak bir daha izzet ve
şereflerini, egemenlik ve güçlerini kaybedip bir daha darmadağın oldular. İşte
şu anda zirve noktada o dağınıklığı yaşıyoruz. Bakalım bu dağınıklığımız ne
kadar sürecek? Bakalım müslümanlar ne zaman
kendilerine gelebilecekler? Ne zaman Rablerini, Rablerinin kitabını, Rablerinin
elçisinin yolunu hatırlayıp dönebilecekler? Kesinlikle bilelim ki bunu hatırladıkları
anda Rablerinin desteğini yanı başlarında bulacaklar ve tekrar müslüman-lar yeryüzünün en aziz,
en güçlü toplumu olacaklar.
Çünkü işte Rabbimiz açıkça vaadediyor ki siz dönerseniz Ben de dönerim buyuruyor. Ne
zaman ki bizler Allah’la, Allah’ın kitabıyla, Allah’ın elçisiyle, Allah’ın
diniyle barışırsak, Allah’ın dini yerine ikâme edilmiş şu beşer yasalarını terk
edip Allah’a Onun istediği gibi kul olmaya yönelirsek kesinlikle bilelim ki o
zaman şu makus kaderimizin değişmesi bir an meselesi olacaktır.
Peki bu iş
nasıl olacak mı diyorsunuz? Bunu nasıl gerçekleştireceğiz mi diyorsunuz? Yâni O
Mûsâ (a.s) dönemine, o Dâvûd ve Süleyman (a.s) lar dönemine, o Rasûlullah
efendimiz ve dört halîfe dönemine, Emeviler,
Abbâsîler, Selçuklular, Osmanlılar dönemine yâni yeryüzünün efendisi,
yeryüzünün egemeni olma dönemine nasıl ulaşacağız mı diyorsunuz? Gerçekten bunu
ciddi ciddi dert mi edindiniz? Bunun arzusu var mı
gerçekten içinizde? Öyleyse işte çare:
9,10. “Doğrusu bu Kur’an en doğru yola götürür ve yararlı iş yapan mü'minlere büyük ecir olduğunu, âhirete
inanmayanlara can yakıcı bir azap hazırladığımızı müjdeler.”
Doğrusu bu Kur’an,
şu elinizdeki Allah’ın kitabı en güzel, en doğru bir yola hidâyet eder.
İyiler, iyi olan kimseler, sâlih ameller işleyen, en güzel davranışlarda bulunan
kimseler, Allah’ın istediği gibi bir hayat yaşamak isteyen kimselere bu Kur’an dosdoğru yolu gösterir ve mü’minlere
de büyük müjdeler verir. Muhakkak ki bu Kur’an Allah’ın
istediği gibi bir hayat yaşayan mü’minlere çok büyük,
akla hayale gelmedik mükâfatlar müjdeler. Âhirete
inanmayanlara da can yakıcı bir azabın müjdesini verir.
Rabbimiz
Mûsâ (a.s) dönemindeki Tevrat’ını, Dâvûd (a.s) dönemindeki
Zebur’unu, Îsâ (a.s) dönemindeki İncil’ini ve Muhammed (a.s) dönenimden kıyâmete
kadar ki Kur’an’ını insanlık için bir hidâyet rehberi
kılmıştır. Rahmeti ve merhameti sonsuz olan Rabbimiz yeryüzünü bir an vahiysiz
bırakmayarak biz kullarına en büyük lütfunu ulaştırmıştır.
Eğer Rabbimiz bize merhamet buyurup kitaplarını göndermeseydi, bize bilgisinden
aktarımda bulunmasaydı gerçekten bizim halimiz perişan olurdu. Cehalet ve kan dökücülük
özelliğimizden kurtulup dosdoğru kulluk yolunu, hidâyet yolunu bulmamız asla mümkün
olmazdı.
Tamam şu anda bu Allah kitabından
habersiz yaşadıkları için kan döken, bozgunculuk çıkaran insanlar da az
değildir bu dünyada, ama kitapla yol bulan erdemli müslümanlar
hatırına şu anda onlar da bu dünyada hayat hakkı elde etmektedirler. Değilse bu
hayatın kökünü kazırdı Rabbimiz.
Dosdoğru
yola ulaşmanın reçetesi, hidâyeti bulmanın yolu bu kitaptan geçmektedir.
Ey müslümanlar, ey şu anda zillet ve meskenet içinde
kıvranan müslümanlar, bir düşünsenize geçmişinizi.
Peygamberin zuhurundan sonra çok kısa bir süre içinde, henüz yüzyıla varmadan
Çin sınırlarından Atlas Okyanusu sınırlarına, Kafkasya içlerinden Sibirya’ya
kadar, Asya ve Afrika içlerine kadar geniş bir bölgede İslâm hakim olmadı mı?
Allah bu dinini hakim kılmadı mı? Hatırlasanıza bir o günleri. O günlerde
lütuflar Allah’tandı. Bütün bunları size o günlerde lütfeden Rabbinizdi. Bana
verdiğiniz sözlerinize sadık kaldığınız için, Benim kitabıma sahip çıkıp
hayatınızı onunla düzenlediğiniz için, peygamberimin yoluna sahip çıktığınız
için lütfetmiştim Ben onları size. Sizler Beni, Bana kulluğu, Benim kitabımı,
Benim elçimin yolunu terk edince Ben de size olan desteğimi çektim ve işte şu
anda yeryüzünün en zelil toplumu oldunuz.
Haydi ey müslümanlar, ey içine düştükleri bataklıklardan, zillet ve
meskenetlerden kurtulabilmek için kara düşünen, sağdan soldan yardım araştıran,
önder bekleyen, kurtarıcı arayan müslümanlar, bilesiniz
ki beklediğiniz önder, beklediğiniz zafer, beklediğiniz kurtuluş muştusu
kitabınızın sahifeleri arasındadır. Açın kitabınızı!
Açın peygamberinizin örnek sünnetini! Okuyun kitabınızı, tanışın peygamberinizle
ve başka kimseden medet beklemeyin! Kimseden yardım ummayın! Kendiniz
bulacaksınız beklediğinizi! Kendiniz ulaşacaksınız o doğruya, o hidâyete!
Arayıp da başka yerlerde bulamadığınız gerçeği kendi kitabınızda bulacaksınız! Unuttuğunuz
kitabınızda, terk ettiğiniz, hicret ettiğiniz kitabınızda. Hayatınızın tüm
problemlerinin çözümünü kitabınızda ve Rasûlullah’ın
sünnetinde bulacaksınız.
Haydi öyleyse kitabınıza yönelin!
Yıllardır elinize almaya korktuğunuz, belki de yüzünüzün kalmadığı kitabınıza
koşun! Onunla beraber olun, tüm sıkıntılarınız bitecek, tüm problemleriniz
hallolacak, tüm hayatınız düzlüğe çıkacak ve Allah’ın yardımı, vaadi ve
desteğiyle yeniden yeryüzünün efendisi olacaksınız diyor Rabbimiz.
Eğer biz bunu gerçekleştirebilirsek
bilelim ki Allah da bize olan vaadini gerçekleştirecek ve bizi tekrar yeryüzünde
izzet ve şerefe kavuşturacaktır. Bundan zerre kadar bir şüpheniz olmasın. Ama
maalesef:
11. “İnsan iyiliğin
gelmesine dua ettiği gibi, kötülüğün gelmesine de dua eder. Esasen insanoğlu
acelecidir.”
Evet insan iyiliğin gelmesine dua ettiği gibi,
kötülüklerin gel-mesine de dua eder. Gerçekten
insanoğlu çok acelecidir. Yâni insan mal mülk konusunda aceleciliği gibi, mal
mülk elde etmedeki istekliliği, mal kazanmadaki hırsı, dâveti, duası gibi şerre
karşı da bir hırs, bir istek sahibidir. Şerri de kendisine dâvet eder. Şerre de
dua eder, çağırır. İyiliğin gelmesine dua edip çabaladığı gibi kötülüğün
gelmesi için de çabalar.
Kendisi için kötülüğü çabuklaştırmak ister. Allah’ın elçilerin-den
kendilerine vaadedilen azabın bir an evvel gelmesini,
getirilme-sini istiyorlar. Hani nerede kaldı şu sözünü ettiğiniz azap? Bir an evvel
gelse de görsek ya! diyorlar. Adamlar kendilerini
bekleyen bir âhiret azabının, ya
da dünyadaki helâklerinin acelecisi bir tavır alıyorlar.
Rabbimiz
işte bu âyetlerinde iman edenlere, hayatlarını Allah için yaşayanlara büyük
mükâfatlar, ecirler müjdeleyip, kâfirleri de dayanılmaz azaplarla uyardığı
halde maalesef insanlar Rabbimizin bu uyarılarını hiç de kaale
almıyorlar. Rabbimizin bu âyetleri üzerinde hiç de düşünmüyorlar. Dünyayı,
dünyanın mallarını, mülklerini kazanma konusunda çok hırslı olan, bunun için
koşturan, dua eden, dünyalıklara ulaşma konusunda aceleci olan insanların aynı
şekilde Allah’a isyan içinde bir hayat yaşarken de gelsin bakalım ne gelirse diyerek
sanki azaba dâvetiye çıkarıyorlar.
Yâni ya
Rabbi bize dünyada ver de öbür tarafta ne olursa olsun bizim için fark etmez
derler. Dualarının konusu budur bunların. Aslında herkes dua eder. Yeryüzünde
dua etmeyen insan yoktur. Bütün insanlar dua ederler ama duadan duaya fark
vardır. Kişinin bir şeye yönelmesi onu elde etme adına çırpınması ona ulaşma dına çalışıp çabalaması dua demektir. Evet bu adamlar her
şeyin dünyada bitip tükenmesi adına dua etmektedirler. Dünyada bitip tükenecek
şeyler isteyerek dua etmektedirler.
İnsan acelecidir. Bu onun fıtrî bir
özelliğidir. Yâni insan bu fıtrî özelliğinden kurtulamaz ama onu hayra kanalize ederse elbette hakkında hayırlı olacaktır. Halbuki
Biz düşünmeleri için onlara âyetlerimizi sunduk. Hiç bakmıyorlar mı?
12. “Gece ve gündüzü
varlığımıza birer delil kıldık. Bir delil olan geceyi kaldırıp yine bir delil
olan gündüzü Rab-binizin bol nimetini aramanız,
yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için aydınlık kıldık. Her şeyi uzun
uzadıya açıkladık.”
İşte size iki âyetimiz. Gece ve
gündüz âyetleri. Gece ve gündüzü Biz birer âyet yaptık. Onları varlığımıza bir
delil kıldık. Gece âyetini giderdik de gündüz âyetini bir göz aydınlığı yaptık.
Görüyorsunuz ki göklere ve yere, geceye ve gündüze hakim olan Allah’tır. Güç kuvvet
sahibi Odur.
İşte sizi tamamen kaplayan bir
dünyada egemen olan, dile-diğine hükmeden sadece
Allah’tır. Gecenin sahibi de, gündüzün sahibi de, hayatın sahibi de Allah’tır.
İşte gündüz âyetini bir görüntü olarak, gözleriniz aydın olsun diye açığa
çıkardık ki onda Rabbinizden bir fazilet, bir lütuf arayasınız diye, rızık elde edesiniz diye. Ve de yılların hesabını bilesiniz
diye. Yâni böyle değil de hep gece, yahut hep gündüz olsaydı sizlerin ayırım
özelliğiniz kalmayacaktı. Günlerin, ayların, yılların sayısını
bilemeyecektiniz. İşte her bir şeyi Biz böylece açıklarız. Her şeyi
ayrıntılarıyla ortaya koruz.
Evet
anlayabildiğimiz kadarıyla önce bu dünyada karanlık vardı da Rabbimiz Biz onu
mahvettik buyuruyor. Yâni tamamen karanlık olan bu âlemde karanlığın bir
kısmını kaybettik de aydınlığı ortaya çıkardık buyuruyor. Tabii gece ve
gündüzden önceki dönemi bilemediğimiz için böyle diyoruz.
13,14. “Her insanın
boynuna işlediklerini dolarız ve kıyâmet günü açılmış Kitabı önüne çıkarırız.
Kitabını oku, bugün, hesap görücü olarak sen kendine yetersin.”
Biz herkesin kaderini, kısmetini,
amel defterini kendi boynuna astık, doladık. Gerek iyilik, gerek kötülük
kişinin başına ne gelirse tü-münün
sebep ve sonuçları kişinin kendi tercihindendir. İyi kararları, iyi niyetleri
ve davranışlarının karşılığı olarak iyilikler görür, kötülüklerinin karşılığı
olarak da kötü sonuçlar görür. Yâni kendi kaderi, kendi karar ve davranışlarına
göre tesbit edilir.
Evet
Rabbimiz Biz her bir insanın yaşam şeklini, yaşam tarzını, huyunu, ahlâkını
boynuna astık buyuruyor. Yâni nasıl bir hayat yaşayacak, başına neler gelecek,
Rabbinin huzuruna nasıl çıkacak bunu Biz bir kader olarak onun boynuna astık
buyuruyor. Ve kıyâmet gününde insan için o kitap açılmış olarak önüne
çıkarılacaktır. Kıyâmet günü o kitap kişinin önüne açılmış olarak çıkarılacak.
Demek ki boynumuzda bir kitap asılıdır ki yaptıklarımızın hepsi orada yazılıdır,
hiçbir şey eksik değildir.
Ve nihâyet kıyâmet günü Rabbimiz
o kitabı gözümüzün önüne getirecek ve diyecek ki bak senin dünyada sorumlu
olduğun günden itibaren Bana kavuştuğun güne kadar işlediğin amellerinin tamamı
işte burada yazılıdır. Buyur haydi kitabını oku. İşte senin doldurduğun, senin
yazdığın kitabın bugün senin hakkında karar verecek. Bugün hesap görücü olarak
sen kendi kendine yetersin. Seni hesaba çekmeye delil, bu kitabındır. Seni
hesaba çekecek olan senin imanın, inkârın, itaatin, isyanın, adâletin, zulmün
ve top yekün bir hayatın ve kulluğundur. Haydi buyur
bak kitabına. Oku kitabını. Bugün senin nefsine hesap görücü olarak, hesap
sorucu olarak, yargılayıcı olarak bu kitap yeterlidir. Bir bak ki dünyada
yaptıklarının tamamı bu kitabında yazılıdır. Hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır
kitabın.
Evet bu
hitabı duyunca, dünyada yaptıklarımızın tamamını içine alan bir kitapla karşı
karşıya gelince şimdiden korkmaya, tedirgin olmaya başladık değil mi? Elimiz ayağımız
şimdiden dolaşmaya başladı değil mi? Âkıl bâliğ olduğumuz günden itibaren gizli
ve açık yaptıklarımızın tamamı, bütün hayatımızın gözler önüne serildiği, hiç bir
şeyin gizli kalmadığı bir ortamda bir başkasının bizi hesaba çekmesine gerek
kalmadan kendi hesabımızı kendi kendimize, kendi kitabımızla görecek olmamız bizi
perişan ediyor değil mi? Buna ne kadar hazırız? diye kendi kendimizi bir hesaba
çekelim. Başkalarıyla hesaplaşmamız, dış dünyayla hesaplaşmamız, onları
suçlamamız, suçu onların üzerine atmamız kolaydır belki ama unutmayalım ki o
anda herkes kendi hesabıyla meşguldür. Biz de kendi günahlarımızla karşı
karşıyayız. Şu anda kitabımız gözümüzün önündedir. Eğer memnunsak
yaptıklarımızdan devam edelim, yok eğer memnun değilsek hemen bu hayattan
vazgeçelim. Terk edelim Allah’ın istemediği bir hayatı.
Evet kendimizi
şimdi hesaba çekmeliyiz. Şimdi çare aramalıyız. Ama elbette kendimizi hesaba
çekerken de elimizde bir değer yargısı olmalıdır. Nedir bu değer yargısı? Yarın
tüm amellerimiz şu elimizdeki Allah’ın kitabına göre değerlendirileceğine göre
değer yargısı, kıstas bu kitap olmalıdır. Allah’ın bu kitabında iyiler ve
kötüler bellidir. Henüz o kitabımız bize açılmamıştır ama şu kitap açıktır, önümüzde
durmaktadır. O kitaba yazdırdıklarımızı bu kitapla bir değerlendirmeye tabi
tutmalıyız. Bu kitabın hayır dedikleri, iyi dedikleri bizde ne kadar varsa o
kadar kazançlıyız demektir. Bu kitabın hayırsız dedikleri, kötü dedikleri ne
kadar varsa o kadar kayıptayız demektir. Öyleyse gelin şimdiden şu kitapla kendimizi
iyi tartalım. Kendimizi bu kitabın terazisine çıkaralım. Bakalım ne çıkacak karşımıza?
15. “Kim doğru yola
gelirse ancak kendi lehine yola gelmiş ve kim de saparsa ancak kendi aleyhine
sapıtmıştır. Kimse kimsenin günahını çekmez. Biz peygamber göndermedikçe
kimseye azap etmeyiz.”
Kim doğru yola girerse, kim
hidâyete tabi olursa, kim Allah yolunda olursa kendisi için, kendi nefsi için,
kendi menfaati için hidâyette olmuş demektir. Onun hidâyetinin ne Allah’a, ne
peygambere bir faydası olmaz. Kim de saparsa, sapıtırsa o da ancak kendi nefsi
için sapmıştır. Hidâyette olanın da hidâyeti kendi menfaatinedir, dalâlette
olanın da dalâleti kendi aleyhinedir. Rabbinizin ne hidâyetinizden bir
menfaati, ne de dalâletinizden bir zararı olmaz.
Çünkü Allah Ğanî’dir,
zengindir. Sizin hidâyetinize, sizin kulluğunuza Onun hiçbir ihtiyacı yoktur,
dalâletinizle de Ona bir zarar vermeniz söz konusu değildir. Allah size, sizin
yapacaklarınıza muhtaç değildir. Yeryüzündeki tüm kullar melekler gibi,
peygamberler gibi Allah’a kulluk yapsalar bile bu Allah’ın mülküne bir şey ilave
etmeyeceği gibi, hepiniz, tüm insanlar Firavun gibi Rabbinize düşmanlık
etseniz, Onunla savaşa tutuşsanız bile bunun bir sineğin kanadı kadar Allah’a
bir zararı olmaz, olamaz. Tüm Kâinatın bir sinek kanadı kadar Allah yanında bir
değeri yoktur. Allah’ın hiçbir zaman kullarından bir beklentisi, bir haceti
yoktur.
Ve yine
şunu da bilesiniz ki hiçbir kimse bir başkasının yükünü yüklenmez. Herkes
sadece kendisinden, kendi yaptıklarından sorumlu tutulur. Herkes sadece kendi
yüküyle Allah’ın huzuruna çıkacaktır. Kimse kimsenin yükünü, günahını
paylaşmayacaktır. Hiçbir günah sahibi, hiçbir vizr
sahibi bir başkasının yükünü yüklenmeyecek. Ne babanın evlâdına, ne evlâdın
babasına, kadının kocasına, ne kocanın hanımına bir hayrı, bir faydası olmayacak.
Hiçbir dostun hiçbir dosta sıcak bir kucak açması mümkün olmayacak.
Evet şu anda birbirlerine
güvenenler, birbirlerini kurtarıcı görüp, birbirlerinin eteğinden yapışmaya
çalışanlar yarın birbirlerinden kaçacak, birbirlerini tanımayacak. Herkes kendi
yükünün, kendi viz-rinin
karşılığıyla bir hesap vermenin sıkıntısıyla Rabbinin huzuruna çıkacak. Öyleyse
biz sizin yüklerinizi yükleniriz, biz sizleri kurtarırız, siz bize güvenin,
gerisini düşünmeyin diyenlerin tamamı yalancıdır.
Tabii
âyetin ifadesiyle bir insanın sadece kendisinden, kendi yaptıklarından sorumlu
olması, kendi yükünü sadece kendisinin çek-mesi
demek, başkalarına karşı sorumluluğu sebebiyle hesaba çekilmemesi anlamına gelmeyecektir.
Rasûlullah efendimizin çığır açma hadisinden
anlıyoruz ki iyi, ya da kötü çığır açanlar, o
çığırdan gidenlerin günahları ve sevapları eksilmeksizin bir misli ona yüklenecektir.
Meselâ çocuklarımızın namazından,
namazsızlığından, teset-türünden,
tesettürsüzlüğünden, içkisinden, kumarından sorumluyuz. Ben sadece benden
sorumluyum ama, onlardan da sorumluyum. Onlara namazı öğretip öğretmediğimden,
namaz eğitimi verip verme-diğimden, namaz ortamı
hazırlayıp hazırlamadığımdan da sorumlu tutulacağım. Ama ben onlara karşı bu
görevlerimi yerine getirmişsem onların yaptıklarından sorumlu tutulmayacağım.
Biz
kendilerini uyaran bir elçi göndermedikçe hiçbir kavme, hiç bir topluma azap
etmeyiz. Evet Rabbimiz önce uyarıcılarını, elçilerini gönderecek, kullarını,
toplumları kendi istekleriyle, kendi vahyiyle karşı karşıya getirecek, herkesin
kendi yüküyle sorumlu tutulacağını haber verecek, insanları âhiretle,
hesap kitapla uyaracak, iyilik ve kötülüklerin ne olduğunu onlara duyuracak,
hidâyet ve dalâlet yolunun açık ve net bir biçimde onların karşılarına
çıkaracak ve ondan sonra da iman eden kazanacak, iman etmeyenler de kaybedecek.
Ve işte bundan sonra eğer
Rabbimiz iman etmeyenlere bir azap murad buyurmuşsa
azap edecek. Değilse uyarıcılarını gönder-meden,
kullarını kendi istek ve yasaklarıyla karşı karşıya getirmeden, onlara hidâyet
ve dalâlet yollarını açmadan, hak ve bâtılı birbirinden ayırmadan,
cennet ve cehennemini ortaya koymadan azap etmiyor.
Peki iman etmeyenlere niye azap
ediyormuş Rabbimiz? Nasıl azap ediyormuş Rabbimiz? Bakın onun yasasını da
şöylece ortaya koyuyor:
16. “Bir şehri yok etmek
istediğimiz zaman, şımarık varlıklılarına yola gelmelerini emrederiz, ama onlar
yoldan çıkarlar. Artık o şehir yok olmayı hak eder. Biz de onu yerle bir
ederiz.”
Biz bir ülkeyi, bir karyeyi, bir
kenti helâk etmek istediğimiz za-man
o köyün, o ülkenin, o kentin şımarık varlıklılarına emrederiz, böylelikle onlar
orada bozgunculuk çıkarırlar, isyan ederler, yoldan çıkarlar ve böylece artık o
ülkedekiler helâki hak ederler. Biz de arkasından o bölgeyi yok ediveririz. O
ülke üzerine Bizim helâkimiz gerçekleşiverir. İşte bir köyün, bir kentin, bir
ülkenin helâk yasası budur.
Rabbimiz önce o köye, o kasabaya,
o ülkeye uyarıcılarını, elçilerini gönderir. O toplumu elçileriyle, âyetleriyle
karşı karşıya getirir. Sonra o kentin
azgınları, ekonomik ve siyasal güç sahipleri, yöneticileri, kalbur üstü takımı,
şımarık zenginleri ellerindeki imkânlarına, siyasal, askeri ve ekonomik
güçlerine güvenerek Allah’ın elçilerini, Allah’ın âyetlerini reddederek
azgınlaşırlar, tâğutlaşırlar ve hemen arkasından da
toplumun helâki gerçekleşiyor.
Evet arkadaşlar, Hz. Adem (a.s)’dan bu yana bu hep böyle ol-muştur.
Peygamberlerin karşısına çıkanlar hep bu mütraf grubu
olmuştur. Kurulu düzenin menfaatçileri, statükodan yana olanlar, zenginler,
ekonomik güç sahipleri, yöneticiler ilk karşı gelenler olmuşlardır. Çünkü bu
adamlar çok iyi biliyorlar ki peygamber bunların toplum içindeki zulümlerine,
ayrıcalıklarına, haksız yere insanların haklarını yemelerine bir son vermek
için gelmektedirler. Peygamberler zulme dayalı, sömürüye dayalı tüm sistemleri
yıkmak için gelmektedirler. Mazlumları zalimlerin elinden kurtarmak için
gelmektedirler. İnsanların insanlara kulluğunu bitirmek için gelmektedirler.
Toplum içinde peygamber dâvetinin maya tutması demek bu adamların tüm menfaat
hortumlarının kesilmesi demek olduğu için onlara ilk karşı çıkanlar bunlar
olmuştur. Tabii bunların zulümlerine ses çıkarmayan diğer insanlar da bunlarla
birlikte helâki hak etmektedirler.
Yâni
böylece helâkin yasasını Rabbimiz bildirdikten sonra artık kimsenin bir
başkasını suçlamasına imkân yoktur. Hele hele Allah niye
böyle yapıyor? Niye bizi helâk ediyor? diyerek Rabbiniz suçlamasına imkân
yoktur. Çünkü işte yasa böyledir. Rabbimiz elçilerini gönderiyor, toplumun
şımarıklarına fırsat veriyor, onlar azgınlaşıyor, onlar Allah’ın elçilerine,
Allah’ın dinine hayat hakkı tanımıyor, toplum içinde Allah’a iman edenlerin
Rabbim Allah demelerine izin vermiyorlar ve böylece sonunda helâki hak ediyorlar.
Hani önce âyetlerinde anlatmıştı ya Rabbimiz, sizler iyiliğe dö-nerseniz Biz de iyiliğe döneriz, sizler şımarıp kötülüklere
yönelirseniz Biz de size kötülüğe, azaba döneriz buyurmuştu ya.
İşte kötülüğe yönelmiş toplumlara azgınları, şımarık idarecileri musallat
ediyor, onlar orada fısk-u fücur içine giriyorlar ve
toplum da onların bu sapıklıklarına ortak oluyor tam cezaya lâyık hale getiriyor
Rabbimiz onları. Sonra da Rabbimizin emri geliyor ve o şehir, o ülke tümüyle
yok olup gidiyor. İşte Rabbimizin kıyâmete kadar uyguladığı helâk yasası budur.
17. “Nuh'tan sonra nice
nesilleri yok etmişizdir. Kullarının günahlarından haberdar ve onları gönderen
olarak Rabbin yeter.”
Biz Nuh’tan sonra ki onun
toplumunu da helâk ettik, nice toplumları yok etmişizdir. Bu kitabımda Ben
onları size uzun uzun anlattım. Benimle çatışmaya
giren, elçilerimi reddeden, Benim kendilerinden istediğim kulluğu reddeden nice
toplumlar bu helâk yasamızın mahkumu olmuşlardır. Tarih bunun örnekleriyle
doludur. Kullarının günahlarından haberdar olan, onların her hallerine Basîr olan, helâki hak edenleri de, kurtuluşa ermesi
gerekenleri de en iyi bilen Allah’tır. Allah hepinizi kontrolü altında tutuyor.
Kimin ne durumda olduğunu biliyor. Bunun şuurunda bir hayat yaşarsanız karlı
çıkacaksınız diyor Rabbimiz.
18,19. “Dünyayı isteyene
istediğimiz kimseye dilediğimiz kadar hemen veririz. Sonra ona cehennemi
hazırlarız; yerilmiş ve kovulmuş olarak oraya girer. Âhireti
isteyip, inanmış olarak onun için gerekli çalışmada bulunan kimselerin, işte
onların çalışmaları şükre değer.”
Kim aceleyi isterse, kim dünyayı
isterse, kim peşini isterse Biz dilediğimiz kimseye dilediğimiz şekilde, dilediğimiz
miktarda onu veririz. İstediği dünyalığı hemen acilen kendisine veririz.
Dünyada istediği her şeyi veririz ona ama sonra da ona o dayanılmaz cehennemi hazırlarız.
O cehenneme girerken de yerilmiş, kınanmış, zemmedilmiş, her şeyden mahrum
bırakılmış, cennetten, rahmetten tart edilmiş olarak girer.
Allah
korusun kim böyle bir dünya hesabına girer ve sadece dünyalık isterse Rabbim
veriyor ona istediği kadar bu dünyada ama âhiretini,
geleceğini berbat ediveriyor. Kim dünyanın süsünü, ziynetini, malını, mülkünü, saltanatını, şöhretini,
altınını, gümüşünü, Markını, Dolarını isterse, kim bunlara sa’y
ederse, bunlara dua ederse bu duasının, bu sa’yinin
karşılığı olarak Rabbimiz tam tamına veriyor, çabalarının karşılığını asla zayi
etmiyor.
Yâni adam bu dünyaya ne kadar
değer vermişse, bu dünyayı ne kadar kıble edinmişse, ne kadar hedeflemişse,
kalbini, kafasını, gecesini, gündüzünü bu işe ne kadar teksif etmişse, ne kadar
çalışıp, çabalamışa, ne kadarına ulaşmayı dert edinmişse ona dünyadan o
kadarını veririz diyor Rabbimiz. Yâni ne kadar büyük düşünmüşse, ne kadar büyük
hedefler yapmışsa, ne kadarını kucaklamayı planlamışsa o kadarını veririz ona
diyor Rabbimiz. Hiç hakkını zayi etmeyiz diyor. Hani diyorlar ya adamlar efendim büyük düşünmek lâzım. Büyük hedefler
çizmek lâzım. Hedefimize ulaştık. Düşündüğümüz noktaya geldik. Siyasal,
ekonomik planlarımızı gerçekleştirdik filân diyor-lar
ya. Biliyorlar yâni adamlar bu işi.
Tabii şu anda çok zengin
olanların nasıl ve ne için çok zengin olduklarını da anlıyoruz. Adamlar kafaya
onu takmışlar, onu hedeflemişler, onun hesabını yapmışlar, ona sa’y etmişler, onun için çırpınmışlar Allah da vermiş. Sonunda
büyük büyük makamlara, mevkilere, müesseselere,
fabrikalara, mallara, mülklere, herkesin imrendiği şeylere ulaşmışlar.
Ama unutmayalım ki bu
dünyacıların, bu dünyayı kıble edinenlerin, hesaplarını dünya adına yapanların
sonu cehennemdir diyor Rabbimiz. Bu adamların nasipleri zemmedilmiş, kınanmış,
horlanmış olarak ateşe yuvarlanmaktır diyor Rabbimiz. Allah aşkına gelin aklımı-zı başımıza alalım. Gelin tapınmayalım dünyaya.
Tapınmayalım eşyaya. Gelin hesabımızı sadece bu dünya için yapmayalım. Gelin
sadece bu dünya için yaşamayalım. Gelin Allah’ın bu uyarılarına karşı kör ve
sağır kesilmeyelim. Unutmayalım ki Allah’ı, Allah’a kulluğu, Allah’ın kitabını,
Allah’ın dinini bir kenara bırakarak sadece dünya için bir hayat yaşayanların,
dünya saltanatları için koşturanların akıbetleri ateştir. Dünyada kazandıkları,
yaptıkları her şey boşa gitmiştir. Tüm hasenatlarını, tüm tayyibatlarını
dünyada yemiş bitirmişlerdir onlar. Âhirete intikal
edecek hiçbir şeyleri yoktur. Sa’ylerinin,
amellerinin karşılığını tamamen dünyada almışlardır onlar.
20. “Onların ve bunların
her birine Rabbinin nimetinden ulaştırırız. Esasen Rabbinin nimeti kimseye
yasak kılınmış değildir.”
Evet Biz onların ve bunların her
birerine Rabbinin nimetlerinden ulaştırırız. Dünyayı isteyenlere de, âhireti isteyenlere de istedik-lerini
veririz. İşte bu Rabbinin bir atasıdır, Rabbinin bir lütfudur.
Rab-bin cimri değildir, Rabbin kimseye kısıtlamada bulunmaz. Kim ne istemişse
istediğini mutlaka ona tastamam verendir Rabbin. Rabbinin nimeti kimseye yasak
kılınmış değildir.
Evet
kimileri sadece bu dünyada ister, sadece dünyada kalacak şeyler ister. Tüm
dualarını, tüm plan ve programlarını dünyalıklar adına yapar. Ama kimileri de
hem dünyanın hem de âhiretin hase-nelerini
ister. Hem dünyanın hayırlarını, hem de âhiretin
hayırlarını ister. Planını, hesabını, kitabını buna göre yapar. Ya Rabbi bize dünyada da âhirette
de güzellikler ver derler. Ya Rabbi bize verdiklerin
sadece dünya mutluluğu değil, aynı zamanda âhiret
saadetini de sağlasın derler. Verdiklerin bizi Senin rızana ve cennetine ulaştırıcı
olsun derler. Hesaplarını buna göre yaparlar, amellerini buna göre ayarlarlar.
Ve işte bu âyetlerde Rabbimizin
beyanına göre bu iki grup insandan her ikisi de hedefine ulaşacaktır anlıyoruz.
Her ikisine de istediğini verecektir Rabbimiz. Dünyalık isteyenlere istediği
kadar dünyalık vereceği gibi, hem dünya hem de âhiret
başarısı ve mutluluğu isteyenlere de istediğini tastamam verecektir. Mal
isteyene mal verecek, mülk isteyene mülk, ilim isteyene ilim, cennet isteyene
cennet, cehennem isteyene de cehennem verecektir. Öyleyse gelin ne
isteyeceğimize iyi karar verelim. Seçimimizi güzel yapalım ki hem dünya
mutluluğu bizim olsun hem de âhiret başarısı bizim
olsun. Hem dünyayı kaybetmeyelim hem de âhireti kaybedenlerden
olmayalım.
21. “Onları
birbirlerinden nasıl üstün kıldığımıza bir bak! Doğrusu âhirette
daha büyük dereceler ve daha büyük üstünlükler vardır.”
Baksanıza Biz insanlardan
kimilerini kimilerine üstün kıldık. Kimilerini zengin kimilerini fakir kıldık.
Kimilerine az kimilerine çok verdik. Kimilerini boylu kimilerini boysuz kıldık.
Kimilerini güçlü kimilerini zayıf kıldık. Bunlar Allah’ın bir lütfudur. Bunların hepsi birer imtihan konusudur. Kimin
üstün, kimin alçak olduğu yarın belli olacak. Kimin hayırlı, kimin hayırsız olduğunu
ancak Allah bilir. Ve âhirette daha büyük dereceler
vardır, daha büyük üstünlükler vardır.
22. “Allah'la beraber
başka bir İlâh edinme, yoksa yerilmiş ve tek başına kalmış olursun.”
Öyleyse ey peygamberim, sakın ha
sakın sen Allah’la birlikte başka İlâhlar peşinde koşma. Allah’la birlikte
başka bir İlâh kabul etme. Hayatına karışacak, hayatında söz sahibi olacak
Allah’la birlikte başka yetkililer bulma. Eğer Allah berisinde başka İlâhlar
bulur, Allah’la birlikte onları da dinler, Allah’la birlikte hayatında onları
da söz sahibi kabul eder, onlara da kulluk eder, onlara da dua edersen o zaman
yerilmiş, zemmedilmiş, kötülenmiş, Benim desteğimi kaybet-miş
ve tek başına kalmış olursun.
Evet görüyor musunuz Rabbimizin
tehdidini? Gerçekten çok büyük bir tehdit. Kime yapılıyor bu tehdit? Allah’ın
en sevgili kulu peygamber (a.s) a. Yâni o bile
böyle bir şeyi yapınca azaptan kurtula-mayacaksa
çok ciddi düşünmek zorundayız. Çok korkmak zorundayız. Allah’tan başka tüm
sahte İlâhları, tüm yapay tanrıları reddetmek, İlâh olarak, Rab olarak sadece
Allah’ı kabul etmek zorundayız. Hayatımızı parçalayıp onun bazı bölümlerinde
İlâh olarak Allah’ı öteki bölümlerinde de başka İlâhları dinleyip şirke
düşmemek zorundayız. Hayatımızın tümünde söz sahibi tek İlâh olarak Allah’ın
arzularını ger-çekleştirmek zorundayız.
Eğer Allah
berisinde başkalarını da İlâh kabul eder, başkalarında da yetkilerin olduğunu
kabul edersek, hayatımızda başkalarının da söz sahibi olduğuna inanırsak kesinlikle
bilelim ki bizler de zemmedilecek, bizler de Allah desteğini kaybedecek ve
yalnız kalacağız, bizler de asla azaptan kurtulamayacağız demektir. İşte
Rabbimiz peygamber (a.s)’a ve onun şahsında hepimize bir uyarıda bulunuyor.
23. “Rabbin, yalnız
Kendisine tapmanızı ve ana babaya iyilik etmeyi buyurmuştur. Eğer ikisinden
biri veya ikisi, senin yanında iken ihtiyarlayacak olursa, onlara karşı “Öf”
bile demeyesin, onları azarlamayasın. İkisine de hep tatlı söz söyleyesin.”
Rabbin sadece kendisine kulluk
etmenize, her konuda, hayatınızın her bir biriminde sadece kendisini dinlemenize,
hayatınızı sadece kendisinin istediği gibi yaşamanıza ve ana babanıza karşı muh-sin davranmanıza, iyilikte bulunmanıza hükmetti. Evet
Rabbin böylece yasasını belirledi, hükmünü verdi, sistemini ortaya koydu ve işte
bu âyetiyle de sizi kendi hükmüyle, kendi yasasıyla karşı karşıya getirdi.
Gecenizde gündüzünüzde, almanızda vermenizde, küsmenizde barışmanızda,
yemenizde içmenizde, giyiminizde kuşamınızda, hukukunuzda eğitiminizde ve tüm
hayatınızda sadece Allah’ı dinleyin. Sadece Rabbinizin arzularını yerine
getirin. Ve Rabbinize kulluğun yanı başında ebeveynlerinize de iyi davranın.
Ana babalarınıza karşı muhsin davranın.
Yâni onlar karşısında Allah
huzurunda olduğunuzu unutmayın. Ana babalarınızın arzu ve istekleri karşısında
Allah huzurunda olduğunuzun bilincinde bulunun. Onların emir ve yasaklarıyla
karşı karşıya kaldığınız zaman önce Rabbinize bir sorun. Ya
Rabbi Sen ne di-yorsun bu konuda? Bak babam benden şunu istiyor, anam bana bunu
yasaklıyor. Sen ne diyorsun? Sen ne istiyorsun? Yapayım mı onların benden bu
istediklerini? diye önce Rabbinize bir sorun. O anda Allah huzurunda olduğunuzu
unutmayın. Eğer onların istekleri Allah’ın razı olduğu şeylerse onları yapın,
değilse yapmayın. Yâni ebeveyniniz Allah rızasına uygun arzularını yerine
getirmeyerek Rabbinizi gazap-landırmadığınız gibi
onların Allah rızasına uymayan her dediklerini ya-parak da onları rableştirmeyin. Eğer babanız ve ananızdan
biri, ya da ikisi senin yanında ihtiyarlarsa, yaşlılık
ve âcizlik dönemini idrak ederse sakın ha sakın onlara öf bile deme. Sakın onları
azarlamaya, kırıp dökmeye kalkışma. Ve o ikisine de tatlı söz söyle, güzel söz
söyle, Kerîm söz söyle, ikram makamında olacak, onların gönüllerini alacak
mülayim söz söyle.
24,25. “Onlara acıyarak
alçak gönüllülük kanatlarını ger ve: “Rabbim! Küçükken beni yetiştirdikleri
gibi sen de onlara merhamet et!” de.
İçinizde olanı en iyi Rabbiniz bilir. İyi kimselerseniz bilin ki O şüphesiz,
Kendine baş vuranları bağışlar.”
Sebebi vücudun, sebebi varlığın
olan ve her türlü izzet-ü ikrama lâyık olan ana babana acıyarak, merhamet ederek
alçak gönüllülük kanatlarını, şefkat ve merhamet kanatlarını onların üzerine
ger. Onlar için çok çok mütevazı ol. Onlara rahmetin,
şefkatin bol olsun. Ve onlar için de ki: Rabbim, ben küçükken, ben yardım ve
merhamete muhtaçken onlar nasıl beni yetiştirmişler, beni nasıl eğitip büyütmüşlerse,
bana nasıl merhamet etmişlerse, şimdi şefkat ve merhamete muhtaç oldukları
demlerinde Sen de onlara karşı merhametli ol. Sen onları bağışlayıver ya Rabbi. Sen onların kusurlarını görmeyiver, hatalarını,
eksiklerini kaale almayıver. Yaptıklarını tam ve
eksiksiz kabul ediver ya Rabbi. Şimdi sen de onlara karşı merhametli oluver ya Rabbi de.
Rabbimiz
önce kendisine kulluk istedi. Hayatımızın tümünde sa-dece kendisini dinlememizi, sadece kendisi için bir hayat
yaşamamızı istedi. Sonra da kendisine kulluğun hemen yanında ebeveynlerimize
ihsanı gündeme getirdi. Sadece Bana kulluk edin buyurduktan sonra Rabbimiz bu
kulluğun ayrıntısını ortaya koyuverdi.
Evet demek ki biz tüm hayatımızı
kuşatan bir kulluk şuuru içinde olacağız. Hayatın sadece belli bölümlerinde,
belli birimlerinde değil tümünde Onun kulu olduğumuzu unutmayacağız. Çünkü Rab-bimiz hayatta boşluk bırakmaz.
Bunun
becerdikten sonra da hemen karşımıza ana babalarımız çıkıyor. Allah’ın bir
emri, bir hükmü, bir yasası olarak da sürekli ana baba karşısında Allah
huzurunda olduğumuzun bilincinde olacağız. İşte bu da Rabbimizin bizden
istediği bir kulluktur. Hele hele ana babalarımız
ihtiyarlık dönemlerine ulaştıkları zaman onlara karşı çok iyi davranmaya gayret
edeceğiz. Çünkü o dönemde onlar çocukluk ve âcizlik dönemlerini
yaşamaktadırlar. Bir evlât olarak bunu anlamak problemin çözümü konusunda ilk
adımı atmak demektir.
Yâni karşımızda bir çocuk var
diyeceğiz ve onları hoş görme-yi, onlara karşı Rabbimizin istediği gibi
davranmayı becerebileceğiz demektir. Kendi çocukluğumuzu, âciz günlerimizi
düşüneceğiz. O günlerimizde onların üzerimize nasıl titrediklerini gözümüzün
önüne getireceğiz. Sonra yine küçük çocuklarımıza karşı bizim davranışlarımıza
bakarak onların bizi büyütebilmek, eğitebilmek için ne zahmetlere
katlandıklarını anlamaya çalışacağız.
Önce bizim kendilerine, sonra da
kendilerinin bize emânet oluşlarını, Allah’ın emâneti olduklarını unutmayacağız.
Hanımlarımız, çocuklarımız, evimiz, işimiz, aşımız, derdimiz, sıkıntılarımız
bizi onlara muhsin davranmaktan alıkoymayacak.
Eşimizle, çocuklarımızla onların rızasını alarak cennet kazanma kavgası içine
gireceğiz. Onlarla Allah rızasını kazanmanın hesabını güzel yapacağız. Onları
bir kenara atıp; karımız ve çocuklarımızla bir dünya hayatı yaşamaya kalkışmayacağız.
Ve şunu da hiçbir zaman unutmayacağız ki Allah içimizde olanı en iyi bilir. İyi
kimselerseniz bilin ki O şüphesiz, Kendine baş vuranları bağışlar.
26,27. “Yakınına,
düşkününe ve yolcuya hakkını ver; elindekileri saçıp savurma. Saçıp savuranlar,
şüphesiz şeytanla kardeş olmuş olurlar; şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür.”
Evet yalnız Allah’a kulluk
etmenin, sadece Onu dinlemenin gereklerinden birisi de işte burada anlatılıyor.
Neymiş o? Akrabalara, miskinlere, düşkünlere ve yolcuya hakkını ver.
Elindekileri, sahip olduklarını Allah’ın bu dünyada imtihan için sana
verdiklerini sakın saçıp savurma. Sakın israf etme. Yâni onları sakın kulluğun
ve Allah’ın rızasının dışında kullanma. Allah’ın sana verdiği canı, malı,
mülkü, bilgiyi, imkânı, fırsatı, zamanı, ömrü Allah için akrabalara, fakirlere,
miskinlere, yolda kalmış durumda olanlara ulaştırmak, onlarla paylaşmak
zorundayız. Sahip olduklarımızı ona muhtaç kimselerle paylaşma kavgası içinde
olmamızı emrediyor Rabbimiz. Bizde olup da onlarda olmayan neyimiz varsa onlara
ulaştırmak zorunda olduğumuzu, bunun da bir kulluk yasası olduğunu haber
veriyor Rabbimiz.
İşte böyle yapmanız da Bana kulluktur
buyuruyor. Değilse, eğer benim istediğim gibi yapmazsanız, varlığınızı benim
gösterdiğin yerlerde değil de boş yerlerde harcarsanız, saçıp savurursanız
bilesiniz ki şeytanın dostları oldunuz demektir. Şeytan Rabbine karşı çok
nankördür. Şeytan Rabbinin verdiklerini Onun yolunda kullanmayan, Rabbinin
verdikleriyle Rabbine isyan içinde olan bir nankördür. Bu haliyle şeytan
kâfirlerin, nankörlerin en büyüğüdür. Allah’ın verdiklerini Allah’ın istemediği
yerlerde kullanmak, Allah’ın razı olmadığı yerlerde harcamak israftır ve şeytanlıktır.
28. “Rabbinden umduğun
rahmeti elde etmek için, hak sahiplerinden yüz çevirmek zorunda kalırsan, onlara
hiç değilse tatlı bir söz söyle.”
Ama eğer umduğun Rabbinin rahmetini
elde etmek için hak sahiplerine bir şeyler vermeye gücün yetmezse, yâni
Rabbinin rahmetini umduğun ve Onun rızasını kazanmak istediğin halde gücün
yetmezse o zaman da hiç olmazsa o veremediğin kimselere tatlı bir söz
söyleyiver. Hiç olmazsa onlara onların gönlünü alacak bir söz söyleyiver.
Çevrendeki senin malında Allah yasalarına göre hakkı olan fakirler, akrabalar,
yolda kalmışlar var ki senden bir şeyler bekli-yorlar,
istiyorlar. Sen onların hepsine veremiyorsan, ya da
onların istedikleri kadar, umdukları kadar veremiyorsan, buna gücün yetmi-yorsa hiç olmazsa onlara gönül alıcı güzel sözler
söyle de onları üzme. Sonra:
29. “Elini boynuna
bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz olma, yoksa pişman olur,
açıkta kalırsın.”
Elini boynuna bağlayıp cimrilik
etme, büsbütün de açıp tutumsuz olma. Yoksa fakir düşer, pişman olur aç ve
açıkta kalırsın. Ne cimrilik edip tutma, ne de her şeyini verecek kadar sa saçıp savurma. O zaman kınanır, kaybettiklerinin
hasretini çekersin.
Evet elin boynunda asılı olmasın.
Elin biraz biraz cebine gitsin. Biraz biraz dağıtmayı öğren. Cömertliği öğren. Harcamanda da mutedil
ol ki her şeyini kaybedip birilerine el açacak duruma gelmeyesin. Evet cimri
olmamak lâzım, ama israfçı da olmamak lâzımdır. israf önce de ifade ettiğimiz
gibi bir şeyi yerli yerince harcamamaktır. Lüzumsuz ve yersiz verilen,
harcanan, kullanılan her şey israftır. Lüzumlu olan yerde olan yerde malın
tamamı da verilse israf değildir. Ama malını israfa, gösterişe, günah yollara
harcayanlar şeytanın dostlarıdır. Maldan, ilimden, dinden Allah’ın verdiklerini
gizleyenler, açığa çıkarmayanlar, onları Allah kullarıyla paylaşmadan yana
tavır almayanlar şeytanın dostlarıdır.
Öyleyse bir
müslüman kendi malını, kendi servetini sadece
kendisine harcamamalıdır. Kendi ihtiyaçlarını israfa varmayacak bir biçimde
karşıladıktan sonra akrabalarının, komşularının, müslüman-ların haklarını vermek için elinden geldiğini yapmak
zorundadır. Orta yolu takip etmek zorundadır. Yâni ne servetin dönüşümünü,
dağılımını önleyecek, engelleyecek biçimde cimri, ne de kendi ekonomik durumlarını
çökertecek kadar savurgan olmalıdır.
30. “Doğrusu senin
Rabbin dilediği kimsenin rızkını genişletir ve bir ölçüye göre verir. O
kullarını gören ve haberdar olandır.”
Muhakkak ki Rabbin dilediği
kimselerin rızkını genişletir, dilediğine yayar, açar dilediklerine de kısar.
Dilediklerine çok verir, dilediklerine de az verir. Herkese rızkını belli bir
ölçüyle verir. Bunun yasasını koyan Allah’tır. Mülk konusunda yetki Onundur.
Niye böyle ya-pıyor Allah?
Niye bana az veriyor? Niye falana çok veriyor? diye bir soru sormaya hiç
kimsenin hakkı da yoktur, yetkisi de. İnsan, insanlar arasında var olan
eşitsizliğin hikmetini anlayamaz. Bu nedenle Allah’ın takdirinin hikmetini
anlayamayan kimi insanlar sun’i araçlarla insanlar
arasındaki doğal servet dağılımını değiştirmeye, sınıfsız bir toplum kurmaya
çalışmaktadırlar. Mülk elinde olan, her şeyin sahibi olan Rabbimiz bir deneme
için, bir imtihan için bunu böylece tesbit buyuruyor.
Çünkü O Allah; kullarını gören, onların durumlarını bilen, kimin neye muhtaç
olduğunu, kime ne kadar vermesi gerektiğini, kimin için azın, kimin için de
çoğun hayırlı olduğunu bilendir. Öyleyse:
31. “Çocuklarınızı
yoksulluk korkusuyla öldürmeyin. Biz onlara da size de rızık
veririz. Onları öldürmek, şüphesiz büyük bir günahtır.”
Ey kullarım rızık
sizden değil Bendendir. Rızkın sahibi sizler değil Benim. Öyleyse sakın ha
sakın rızık sorumluluğunuz varmış zannederek
çocuklarınızı yoksulluk korkusuyla, besleyememe korkusuyla öldürmeyin. Onları rızıklandıran da Biziz, sizleri rızıklandıran
da Biziz. Onları doyuran da sizleri doyuran da Biziz.
Üstelik dikkat ederseniz
çocuklarımızın doyurulması önce zikredildiğine göre anlıyoruz ki bizim
doyurulmamız da çocuklarımız yüzünden olmaktadır. Hani Rasûlullah
efendimizin hangi çocuğunuz sayesinde doyacağınızı, zengin olacağınızı
bilemezsiniz buyruğu da bunu anlatıyordu.
Öyleyse her bir çocukla bizim eve
belli bir rızık geliyor. Yâni o çocuklarımızı biz
doyurmadığımız gibi, onların rızkını biz bulmadı-ğımız
gibi biz onlar sayesinde rızıklanıyoruz. O halde
kendimizi rızık verici tanrı makamında görmeyelim ve
besleyemeyeceğiz korkusuyla çocuklarımızı öldürmeye kalkışmayalım. Gerçekten
bizim mallarımıza göz dikmiş şeytanların ve şeytan rolünü, şeytan misyonunu üstlenmiş
tâğutların empoze ettikleri sakat düşüncelerle
çocukların öldürülmesi çok büyük bir günahtır.
Öyle diyorlar değil mi? Sen bu dünyada rahat yaşamalısın, senin dünyan
güzel olsun, hayatını bir başkasıyla paylaşmamalısın, evini daraltmamalısın,
çok çocuk sahibi olmamalısın diyorlar. Ana rahmindeyken öldürmelisin diyorlar.
Şeytanca yayınlarıyla insanların yatak odalarına kadar uzanıp onları etkilemeye
çalışıyorlar. Henüz ana rahmine düşmeden çeşitli tedbirlerle öldürmelisiniz
diyorlar. Hayata gelmiş olanları da ekonomik kaygılardan sonra öldürüyorlar, öldürtüyorlar.
Soframıza bir kaşık daha uzanmasın diye, ekonomik sıkıntılar bizi sarmasın
diye, ekonominin kurbanı edilerek öldürülüyor çocuklar.
Dikkat
ederseniz Rabbimiz önceki âyet-i kerîmesinde rızkın takdirinin bizzat kendisine
ait olduğunu haber verdikten sonra rızık korkusuyla
çocuklarınızı öldürmeyin buyurdu. Öyleyse madem ki rızık
Ondandır, o zaman çok çocuk sahibi olmakla fakirliğin bir ilgisi yoktur.
Öyleyse ana babanın vazifesi geleceği getirmemek değil, geleceği yetiştirmektir.
Çünkü geleceğin takdiri Allah’a aittir. Rabbimiz ezelî ve ebedî ilmiyle nesli
tahdit için ölüm yasasını koymuştur. Böylece sınırsız çoğalmalar böyle elim
tedbirlerle değil, Rabbimizin ortaya koyduğu emin tedbirleriyle olmalıdır.
Değilse sanki Allah kendileri kadar plan program bilmiyormuş gibi ukalalık bir müslümânâ asla yakışmaz.
Halbuki
Rabbimiz, Bana kulluk edin buyurdu ve kendisine istediği kulluğun ayrıntılarına
girerek bu kulluğun gereği olarak ço-cuklarınızı öldürmeyin buyurdu. Kendisine kulluğun
şartlarından biri olarak rızık endişesiyle evlâtlarınızı
öldürmeyin buyurdu. Unutmayın ki onların rızıkları da
sizin rızıklarınız da Bize aittir buyurdu. Sonra:
32. “Sakın zinaya
yaklaşmayın; doğrusu bu çirkindir, kötü bir yoldur.”
Zinaya da yaklaşmayın. Doğrusu
zina, nikâh dışı ilişki çok çirkin bir iş, çok kötü bir yoldur. Evet Allah’ın
istemediği, Allah’ın onaylamadığı, Allah’ın yasak kıldığı bir şekilde bir erkek
ve kadının bir araya gelmeleri çok kötü bir eylemdir. Dikkat ederseniz çocuk öldürme
yasağından sonra zina konusu gündeme getirilmektedir. Aslında zinanın aslı
öldürmektir. Gayri meşru yerlere akıtılanlar baştan öldürmektir. Gayri meşru
doğan çocuklar yaşarken öldürülmektedir. Sıcak bir aile yuvasından, ana baba
eğitiminden mahrum büyüyecek çocuklar yaşarken ölmüşlerdir. Evlilik olmadan,
aile yuvası olmadan neslin sağlığı mümkün değildir.
Onun içindir ki Rabbimiz gayri meşru
bir ilişki olan zina etmek şöyle dursun, ona yaklaşmayı bile yasaklamaktadır.
Rabbimiz kitabının başka yerlerinde gayri meşru ihtilatı yasaklamaktadır.
Kadınların İslâm dışı bir kıyafetle sokağa çıkmamalarını emretmektedir. Zinaya
yaklaşmamamızı emretmektedir. Çünkü zina tüm vücudun meylidir. Sadece tenasül
uzvunun, sadece elin, ayağın, gözün, kulağın, kalbin meyli değildir. Onun
içindir ki bir kere yaklaşıldı mı artık önlemek çok zorlaşacaktır.
Evet bu
eylemi yapmak şöyle dursun, ona yaklaşmayın bile. Zinaya götürücü yollara
girmeyin. Zinanın kapısını açıcı ilişkilerden sakının. Bakmak gibi, dokunmak
gibi, tutmak gibi, konuşmak gibi zinaya kapı aralayan durumlardan uzak durun.
Tabii Rabbimiz insanları, aileleri mahveden bu zina illetinden korumak için
nikâhlı evlilik yasasını getirmiştir.
Ve Rabbimiz kitabının pek çok
yerinde ve Rasûlullah efendimiz de pek çok
hadislerinde evlenmek durumunda olup da evlenemeyen, evlenme imkânı bulamayan
kadın ve erkeklerin evlendirilmesini teşvik etmektedir. Toplumda evlenmeye
ihtiyacı olan bir tek kişinin bile kalmamasını emretmektedir. Çünkü yeme
ihtiyacı içinde yaratılmış bir adama yemek yeme demek neyse, evlenme ihtiyacı
içinde olan bir kimseye de evlenme demek odur. Hiçbir kimseye senin evlenmeye
ihtiyacın yoktur diyemezsiniz.
Çünkü bakın Rabbimiz zinaya
yaklaşmayın diyor. Zinaya yaklaşmamanın yolu nikâhlı bir hayata kavuşmaktan
geçer. Meşru yoldan adamın ihtiyacı giderilmeli ki zinaya gerek kalmasın. Meşru
yollar kapanırsa elbette insanlar bu ihtiyaçlarını gayri meşru yollardan gidermeye
çalışacaktır. Öyleyse müslümanlar olarak bizim
görevlerimizden birisi de toplumda zinayı bitirecek fedâkarlıkları göze almaktır.
Yine biliyoruz ki dinimizde haramlar konusunda bir kesinlik
var bir katiyet vardır. Meselâ desek ki birine; arkadaş, cebinde mark bulundurmayacaksın!
Burada kesinlik vardır ve artık adam kesinlikle yanında, cebinde mark bulundurmamalıdır.
İster büyüğü, ister küçüğü olsun fark etmez. Efendim fazla değil sadece on mark
vardı yanımda, fazla yoktu, olmaz hiç bulundurulmamalıdır. Veya meselâ birine desek
ki; arkadaş bundan böyle falanla hiç görüşmeyeceksin! Falanların meclisinde
bulunmayacaksın! Bu yasak sonucunda adam artık kesinlikle onunla görüşmemelidir.
Efendim, işte şuradan geçiyordum da tesadüfen uğrayıverdim,
olmaz. Zira emirde kesinlik var.
İşte
bakın bu âyette de Rabbimiz; “Sakın zinaya yaklaşmayın; doğrusu bu çirkindir, kötü bir yoldur.” Buyurarak
zinaya yaklaşmayı yasaklar. Ama dikkat ederseniz burada âyet-i kerimede Rab-bimiz "Zina
etmeyin" demez "Zinaya yaklaşmayın” der.
Yani zina ile ilgili bir yolda, zina kokusu olan bir yolun başında durmayın, o
bölgede bulunmayın der. Burada kesinlik var. Haramlar konusunda kesinlik vardır.
Haramlar konusundaki bu kesinliğe karşılık emirler konusunda
ise; “gücünüz yettiğince” kaydı vardır. Resûlullah Efendimiz Ebu Hu-reyre efendimizin rivâyet buyurduğu bir hadislerinde; “Size neyi nehiy
etmişsem ondan sakının. Emrettiğim şeyleri de gücünüz nispetince icra edin.
Şüphe yok ki sizden öncekileri helak eden şey onların çok soru sormaları ve
peygamberlerine karşı muhalefet etmeleridir” buyurur. Dikkat
ederseniz nehiy ettiklerinin aksine, emirler
konusunda "Gücünüz
yettiği kadar" ifadesi vardır. Haramlardan kesinlikle uzak
duracağız, ama emirleri ise gücümüz yettiği kadar yerine getirmeye çalışacağız.
Yasaklananlar konusunda eksiksiz davranırken, istenenler konusunda
becerebildiğimiz kadarıyla sorumlu oluyoruz.
Meselâ
bizden ne istedi din, ne istedi Resûlullah? Meselâ
misvak istedi, gece namazı istedi, cihat istedi, insanları diriltmemizi,
insanlara din anlatmamızı, ailemize, çevremize müslümanca
davran-mamızı, şirkten, zulümden kaçmamızı istedi.
Hasılı Resûlullah biz den ne istediyse yapacağız. Ama
gücümüz yettiği kadar yapacağız. Çünkü emirler konusunda bu geçerlidir. Eğer bu
ifade olmasaydı o zaman Resûlullah gibi, Ebu Bekir gibi, Osman, Ali, Ebu
Zer gibi, bir Fakih gibi, bir âlim gibi yapmak
zorunda kalacaktık. Lâkin çok büyük merhamet sahibi olan Allah’ın Rauf ve Rahim
olan nebisi bizden istediği emirler konusunda: "Gücünüz yettiği kadar" buyurmaktadır. Meselâ
namaz kılacağız, onda rükûu, sücudu, kıyamı gerçekleştireceğiz, ama becerebildiğimiz
kadar. Namazda Rabbimizden mesaj alacağız, yani namazda okuduğumuz âyetleri
hafızamızda canlı tutacak ve namaz sonrası hayatımızı onlarla düzenleyeceğiz,
ama gücümüz yettiği kadar. Zekât istiyor, hac istiyor. Malımızda, bedenimizde
ve tüm ömrümüzde Rabbimizin söz sahibi olduğunu bilerek bunun şuuru içinde
zekâtımızı vermeye ve haccımızı yapmaya çalışacağız, ama gücümüz yettiği kadar.
Ne kadar? Yapabildiğimiz becerebildi-ğimiz kadar. On
milyonu olan o kadar, daha azı olan o kadar. Kur’-an’ın tümüne hakim olmamızı
istiyor Resûlullah bizden. Kur’an’la
birlikte olmamızı ve hayatımızı onunla düzenleyecek kadar onunla diyalog
halinde olmamızı istiyor. Sünnetini tanımamızı istiyor bizden. Ama gücümüz
yettiği kadar.
Evet yasaklarda tavır kesindir. Meselâ içki içmeyin diyor Allah’ın
Resûlü. Bunda kesinlik vardır. İçkiyi içmeyin. Ne kadar? Hiç iç-meyin. Efendim,
tamam işte ömrümde fazla değil bir iki kadeh alsak ne olur? Hayır hiç içmeyin.
İçkiyi ömrümüz boyunca hiç içmeyeceğiz. Veya diyor ki Allah ve Resûlü zina
etmeyin. Peki ne kadar? Ne kadarı olmaz bunun, zinayı hiç yapmayacağız, faizi
ebediyen yemeyeceğiz. Belli bir zamanı ve belli bir miktarı yoktur yasakların.
Ama
yapılması gerekenlere gelince meselâ namazı gücüm yettiği kadar kılacağım.
Bütün zamanlarımın namazla geçmesi isten-miyor benden, bizden. Farz namazların dışında gece namazlarım
da olacak, ama her an namaz halinde olmayacağım. Demek ki yasaklarla emirler
arasında bu özellik var. Yasaklarda kesinlik var. Zina etmeyeceğim. Ne kadar?
Hiç! Hayatım boyunca hiç zina etmeyeceğim. Hayatım boyunca zina etmemekle
beraber olacağım. Beş vaktin ve nâfilelerin dışında namazda olmadığım
zamanlarım da olacak.
33. “Allah'ın haram kıldığı
cana haksız yere kıymayın. Haksız yere öldürülenin velîsine bir yetki
tanımışızdır. Artık o da öldürmekte aşırı gitmesin. Zira kendisi, ne de olsa
yardım görmüştür.”
Rabbimizin hükümlerinden,
yasalarından bir tanesi daha. Hak olarak hariç, haklı olarak, Allah’ın öldürün
dedikleri hariç, şer’an ölümü hak edenler hariç
hiçbir zaman Allah’ın öldürülmesini yasakladığı bir nefsi öldürmeyin.
Hadislerde hak olarak, haklı olarak İslâm toplumunda ölümü hak edenler
bellidir. Evli olduğu halde zina eden erkek ve kadın, müslüman
olduktan sonra irtidat edip dinden çıkan kimse, ölümü
hak etmeyen bir müslümanı öldüren kimse, İslâm
cemaatinden çıkıp onun parçalanmasına sa’y eden
kimse, müslümanlarla savaşan kimse gibi ölümü hak edenler bellidir. Bunu da zaten
kişi kendi başına yapmayacaktır. İslâm devletinin başkanı yapacaktır.
Yâni yeryüzünde böyle ölümü hak
etmemiş bir insanı öldürmek en büyük günahtır. İşte böyle haksız yere öldürülen
kimselerin velîsine bir hak, bir yetki tanınmıştır. Ama artık o yetki sahibi de
öldürmekte aşırı gitmemelidir. Çünkü o Allah tarafından yardım görmüş bir durumdadır.
34. “Yetimin malına
ergin çağa ulaşana kadar en güzel şeklin dışında yaklaşmayın. Ahdi de yerine
getirin, doğrusu verilen ahitte sorumluluk vardır.”
Yine Allah’a kulluğun, Allah’a
itaatin gereklerinden birisi olarak yetimin malına yaklaşmayın. Yetim buluğ çağına
ulaşana kadar ancak onun malına güzellikle yaklaşabilirsiniz. Yetim faydasını
zararını bilecek, malına sahip olabilecek, o malıyla ilişkisini Allah’ın istediği
şe-kilde ayarlayabilecek bir çağa ulaşıncaya kadar
onun malıyla ilgilenme problemi Rabbimizin yasalarında yerini almıştır. Bunu
kıyâmete kadar ortadan kaldırmamız mümkün olmayacaktır. Yâni ne yaparsanız
yapın, toplumda nasıl tedbir alırsanız alın yetimi ortadan kaldırmanız mümkün
değildir. Çünkü Allah’ın bir takdiri olarak toplumda henüz âkıl bâliğ olmadan
babasını kaybeden çocuklar olacaktır.
Ve yine ne yaparsanız yapın
toplumda bir Allah yasası olarak fakirler de hep olacaktır. Sizden istenen
bunları ortadan kaldırmak değil, bunlarla Allah’ın istediği gibi bir ilişki
içinde olmanızdır. Yetimleri analı babalılar gibi, fakirleri de paralılar gibi
yaşatmanızdır sizden istenen. Öyleyse o yetimler büyüyünceye kadar onların
mallarını ço-ğaltmak üzere,
sahip çıkmak üzere ayaklaşın. Ancak onlara kâr ge-tirmek üzere yaklaşın.
Fakirlere
de böyle davranın. Unutmayın ki bu Allah’ın yeryüzünde bir imtihan yasasıdır.
İşte görüyoruz, kimine çok veriyor, kimine de az veriyor. Kimini analı babalı
imtihan ediyor, kimini de yetim imtihan ediyor. Yetim olmak, yetim kalmak o
çocukların kendilerinin takdir ettikleri bir şey olmadığı gibi, fakir olmak da berikilerin
kendi ellerinde olan bir şey değildir.
İşte Rabbimiz kendi takdiriyle
oluşan bu iki grup insana sahip çıkmaları konusunda müslümanlara
yasasını bildiriyor. Emir ve buyruklarını duyuruyor. Müslümanlar kendi
oğullarına, kızlarına gösterdikleri şefkat ve merhameti yetim ve fakirlere de
aynen göstermekle mükelleftirler ki bu hayat onlar için de yaşanır olsun. Onlara
da aynı kendi çocuklarına, kendi ehline yaptıkları harcamayı yapmalılar ki
onlar da şahsiyet bozukluğu, kişilik bozukluğu olmasın.
Ve ahitlerinizi
de yerine getirin. Gerek Rabbinize, gerekse insanlara karşı verdiğiniz
sözlerinizi tutun. Zaten Allah’a verdiği sözlerine riâyet etmeyen bir kimsenin
insanlara verdiği sözlerini yerine getirmesi de mümkün değildir. Allah’ın
haklarına riâyet etmeyen bir adam nerde kaldı insanların hukukunu gözetsin? Ama
unutmayın ki verdiğiniz her sözün büyük bir sorumluluğu vardır. Allah’a karşı
verdiğiniz ahitlerinizin, sözlerinizin de, insanlara karşı verdiğiniz taahhütlerinizin
de belli bir sorumluluğu vardır. O sözlerinizin belli bir bedeli vardır.
Öyle değil mi? Pîşdârımız
münafığı tarif buyururken ne di-yordu? Münafığın alâmeti üçtür. Konuştuğu zaman
yalan konuşur, vaadedip söz verdiği zaman cayar,
kendisine bir şey emânet edildiği zaman da o emânete hıyanet eder. Öyleyse bize
sorumluluk yükleyen verdiğimiz sözlerimizi, vaadlerimizi
mutlak yerine getirmek zorundayız.
35. “Bir şeyi ölçtüğünüz
zaman, ölçüyü tam tutun, doğru teraziyle tartın. Böyle yapmak, sonuç itibariyle
daha güzel ve daha iyidir.”
Rabbinize kulluğun bir gereği
olarak ölçtüğünüz zaman ölçü-yü tam tutun, doğru
teraziyle tartın. Ölçüp biçmeniz, tartıp takdir etmeniz Allah’ın istediği gibi
dosdoğru olsun. Kendinize ölçerken farklı, başkalarına ölçerken değişik, farklı
ölçüp biçmeyin. Alıcı konumundayken farklı, satıcı konumundayken farklı
ölçmeyin. Borçlu konumundayken farklı, alacaklı konumdayken farklı ölçmeyin.
Başkalarına söylerken ayrı kendinize uygularken ayrı uygulamayın. Birilerinden itaat
beklerken ayrı, ama kendi sorumluluğunuz gündeme gelince ayrı tavır
sergilemeyin. Her konuda ölçüyü Allah ve Resûlü belirlesin. Allah ve Resûlünün
ölçüsünü ölçü olarak kabul edin. Ve sakın ha sakın:
36. “Bilmediğin şeyin
ardına düşme; doğrusu kulak, göz ve kalp, bunların hepsi o şeyden sorumlu
olur.”
Bilmediğin bir şeyin ardına
düşme. Unutma ki kulak, göz ve kalp bunların hepsi o şeyden sorumlu olacaktır.
Evet kesinlikle bilesiniz ki kulaklarınız, gözleriniz ve kalpleriniz
yaptıklarınızdan sorumlu tutulacaktır. Bilmediğimiz bir şeyin ardına
düşmeyeceğiz. Bilmediğimizle amel etmeyeceğiz. Amellerimizi, hareketlerimizi,
hareket noktamızı bilgisizlik ve cehalet üzerine bina etmeyeceğiz. O zaman bilerek
bir hayat yaşamak zorundayız. Gözümüzü, kulağımızı kalbimizi ve tüm azalarımızı, tüm hayatımızı
bir bilgiye teslim edeceğiz.
Bu bilgi Allah bilgisi, vahiy
bilgisi, kitap ve sünnet bilgisi olacaktır. Hayatımızı, düşüncemizi,
amellerimizi, kararlarımızı, tüm hareketlerimizi vahye dayandıracağız. Gözümüzü
Allah’ın âyetlerine dikeceğiz, kulağımızı Allah’ın âyetlerine vereceğiz,
kalbimizi Allah’ın âyetlerine açacağız. Varlığımızı Allah’ın âyetlerine ve
Resûlünün pratik sünnetine bina edeceğiz. İşte o zaman bilerek yaşayacağız, bilerek
hareket edeceğiz. Tüm amellerimizi kitap ve sünnet kaynaklı yapacağız. Ve işte
o zaman hayat güzel olacaktır. Değilse gözümüzü, kulağımızı ve kalbimizi
bilmediğimiz bir dünyaya teslim edersek kesinlikle bilelim ki kaybedenlerden,
pişman olanlardan olacağız.
Bir de bu âyet çerçevesinde şunu söyleyelim: Allah’ın bize
lütfettiği vaktin kıymetini bilmek ve onu boş şeylere harcamamak zorundayız.
Aklı başında bir müslümanın kesinlikle lüzumsuz şeylere
harcayacak vakti yoktur. Bakın Allah’ın Resûlü İbni Abbas’ın (r.a) rivâyet ettikleri bir hadislerinde bu hususu
şöyle anlatır:
“İki nimet vardır ki insanların pek çoğu onların kadrini kıymetini
bilme noktasında aldanıyorlar. Bunlardan birisi sağlık, ötekisi de boş
vakittir.”
(Buhâri, Rikak: 1) (R. Salihin 99 nolu hadis)
Sağlığın kıymetini bilip onu satacak değiliz veya boş zamanın
kıymetini bilip onu kiraya verecek değiliz elbette. Bundan anladığımız şudur:
Zamanı ilk etapta Allah’ın bize farz kıldığı emirlere sarılarak doldurmaya cehd ü gayret ederken arta kalan zamanda da nâfilelerle
Allah’a yaklaşma zemini aramak zorundayız. Yani şunu hiç bir zaman hatırımızdan
çıkarmamalıyız ki boş vakitten ve sıhhatten kasıt mecburen yapmak zorunda
olduğumuz farzlardan arta kalan hayat bölümüdür. Farzlardan artan zaman
dilimidir. Yoksa bunun manası Allah bize bomboş bir zaman vermiştir de bizler
onu dolduracağız değildir.
Bir de
şunu söyleyelim ki bizler boş vakti İslâm’ın ölçülerine göre doldurmak
zorundayız. İslâm’ın zaman içinde belirlediği kulluk programı nazar-ı itibara
alınmazsa insanın bütün zamanı zaten boş demektir. Yani işte görüyoruz şu anda
insanların Allah’a danışarak değil de kendi kendilerine ayarladıkları şu hayat
programında insanların bir dakika bile boş zamanları yoktur. Sabahtan akşama kadar
dükkana tezgaha satılmak, kahvede oturmak, sinemada bulunmak, televizyon
seyretmek, maç izlemek, yemeğe, çaya, kahveye zaman ayırmak
zaten insanların hayatında yetecek bir zaman bırakmıyor bile.
Neyzenin başı dönmüş bir ara. Bir mahallenin başında ayakta
zor duracak biçimde sallanarak kapılar önünden geçerken dikkatlice süzmeye
çalışırken oradan geçenlerden birisi sorar: Hayrola Neyzen ne bu halin? Neyi
takip ediyorsun öyle dikkatli dikkatli? der. Neyzen
der ki Valla gözümün önünden kapılar gelip geçiyor
birer birer de işte bizim kapının geçmesini
bekliyorum. Eğer bir yakalarsam bizim kapıdan içeri dalacağım der. Millet hep
sarhoş yani herkes bunu bekliyor. Bir boş vakit gelsin de işte şunu şunu yapacağım diyor. Veya işte her işi bitireyim, şu evi
bir tamamlayayım, şu dükkanı bir düze çıkarayım şu emekliliği bir bitireyim de
ondan sonra yapacağım diyor. Mümkün değil sittîn sene
de beklese bu insanlar boş vakit gelmeyecek. Aslında bizim hayatımızı dolduranlar
doldurmuşlarda onların gaflet edip dolduramadıkları boş bıraktıkları
bölümlerini de biz doldurmaya çalışıyoruz. Öyle değil de müslüman
zamanını Allah’ın farzlarıyla dolduran ve onlardan arta kalan zamanı da
nâfilelerle Allah’a yaklaşma vesilesi bilen kişidir.
Hani
Çinlinin birine demişler yakında öyle vasıtalar yapılacaktır ki işte filan
şehre bir dakikada ulaşma imkânımız olacak. Çinli der ki iyi iyi anladık, mesafeleri bu kadar kısaltacağız da acaba
geriye kalan zamanı neyle dolduracağız? Veya nerede kullanacağız? der. Öyle ya insanlar boş zaman çıkarabilmek için yeni yeni şeyler icad ediyorlar da
acaba arta kalan zamanı neyle dolduruyorlar? Eğer Allah’a kulluğa değil de daha
çok okey oynama zamanı, daha çok televizyon seyretme
zamanı bulacaklarsa bu zamanı ne yapacaklar orasını bilmiyo-rum.
Bunun için de az evvel de ifade ettiğim gibi vahiyle birlikte
olmak zorundayız. Allah’ın bize gönderdiği vahiyle birlikte olmak zorundayız
başka çaremiz de yoktur. Çünkü neyin boş neyin dolu olduğunu ancak vahiyden
öğrenebileceğiz ve vahyin tarif buyurduğu biçimde zamanımızı değerlendireceğiz
inşallah.
37,38. “Yeryüzünde
böbürlenerek yürüme, çünkü sen ne yeri delebilir ve ne de boyca dağlara
ulaşabilirsin. Rabbi-nin katında bunların hepsi
beğenilmeyen kötü şeylerdir.”
Yeryüzünde zinhar kul olduğunuzu,
âciz, sonlu bir varlık olduğunuzu unutmayın. Yeryüzünde kendinizi bir şey
zannederek, kendinizde bir renk görerek sakın böbürlenerek, kibirlenerek, çalım
satarak, hava atarak yürümeyin. Ne kadar da sert ve haşin yürürseniz yürüyün,
unutmayın ki ne yeri delebilirsiniz, ne de dağları geçebilirsiniz.
Ne kadar da öyle başınız yukarda olursa olsun unutmayın ki ne arzı çökertebilirsiniz,
ne de dağlarla boy ölçüşebilirsiniz. İstediğin kadar göklere çıkmanla övün,
yerlere inmenle övün. İstediğin kadar bu dünyada siyasal gücünle, ekonomik
varlığınla böbürlen. İsterse gücün, egemenliğin, saltanatın kıtalara ulaşsın.
İsterse tüm yeryüzü insanlığına karşında boyun büktürmüş ol.
Unutma ki bir gün Allah’ın emri
geldiği zaman yıkılıp gideceksin. Hayatı elinde olmayan, varlığı kendisinden
olmayan, ölümü de kendisinden olmayan bir varlık nasıl olur da yaratıcısına
kafa tutabilir? Dün doğduğun zaman hiçbir şeyin yoktu, yarın öldüğün zaman da
hiçbir şeyin olmayacak. Toprak olup gideceksin. Köyünle, kentinle, mülkünle,
saltanatınla yok olup gideceksin. Hani senden öncekiler öyle olmadılar mı? Hani
nerede onlar?
39. “Bunlar Rabbinin
sana bildirdiği hikmetlerdir. Sakın Allah’la beraber başka İlâh edinme. Yoksa
yerilmiş ve kovulmuş olarak cehenneme atılırsın.”
İşte bütün bunlar hikmetli olan,
her şeyi bilen, tam bilen, mutlak bilen, bilgi kendisinden olan, bilginin
kaynağı olan Rabbinin sana bildirdiği hikmetlerdir. Ne dedi buraya kadar
Rabbimiz? Ne istedi biz kullarından? Sadece Rabbinize kulluk edin dedi. Sadece
Onu dinleyin, sadece Onun için ve Onun istediği gibi bir hayat yaşayın dedi.
Ana babalarınıza karşı muhsin davranın dedi. Onları
incitmeyin dedi. Onlar yanınızda ihtiyarladıkları zaman onlara öf bile demeyin
dedi. Onlar üzerine şefkat ve merhamet kanatlarınızı gerin ve onlar için
Rabbinize dua edin dedi.
Sonra akrabalarınıza, fakirlere,
yolda kalmışlara haklarını verin, onlara yardım edin dedi. Varlığınızı,
imkânlarınızı insanlarla paylaşın, cimri olmayın, eli boynunda asılı olmayın
dedi. Ama aşırı saçıp savuran şeytan gibi de olmayın dedi. Muhtaçlara
verebilecek bir şey bulamazsanız hiç olmazsa onlara tatlı söz söyleyip
gönüllerini alın dedi.
Sonra rızık
endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin, çünkü onların rızkını verecek olan Benim
dedi. Zinayı yapmak şöyle dursun yakın semtine bile uğramayın dedi. O gerçekten
çok çirkin bir şeydir. Haksız yere adam öldürmeyin dedi. İyilikle olmanın
dışında yetimlerin, garibanların mallarına el uzatmayın dedi. Allah’a ve
insanlara karşı verdiğiniz sözlerinizi yerine getirin dedi. Ölçüyü tartıyı
güzel yapın, insanları aldatmayın dedi. Bilmediğiniz bir şeyin, bilmediğiniz
bir hayatın ardına düşmeyin, bilinçsiz bir hayat yaşamayın dedi. Yeryüzünde gururlanarak
yürümeyin, alçak gönüllü ve mütevazı olun dedi. İnsanlara tepeden bakmayın
dedi. Ne güzel şeyler bunlar değil mi? Bundan daha güzel, bundan daha hikmetli
şeyler olur mu? İşte Rabbimiz bize hikmetiyle en güzel şeyleri emrediyor ki
hayatımız güzel olsun, âhi-retimiz güzel olsun. Öyleyse
zinhar:
Hayatında
sözünü dinleyecek, yasalarını uygulayacak, programını program bilecek başka
İlâhlar peşinde koşma. Allah’la birlikte hayatına karışacak başka ilâhlar arayışı
içine girme. Tamam hayatımın şu şu bölümlerinde Allah’ı
dinlerim, ama hayatımın şu şu bölümlerinde sözünü
dinleyeceğim, hatırını kazanacağım başka İlâhlar, başka yetkililer vardır
demeye kalkışma. Hayatı parçalamadan yana, kulluğu parçalamadan yana, Allah’a
yetki sınırlaması getirmeden yana, Allah’a birilerini ortak koşmadan yana olma.
Eğer böyle yaparsan, Allah
yanında başka yetkililerin de varlığına inanırsan o zaman kesinlikle bilesin ki
kınanmış, zemmedilmiş, Allah’ın rahmetinden kovulmuş cehenneme yuvarlanırsın.
İşte bu da Rabbinden bir hikmet ve hükümdür, Rabbinin yasalarından bir yasadır.
Buna çok dikkat etmek zorundasın. Ya Rabbi, tamam Sen
göklerin İlâhısın, göklerde egemensin, ama yeryüzüne bizim Senden başka ilâhlarımız
var. Senden başka program yapıcılarımız, yasa belirleyicilerimiz var.
Ekonominin ayrı ilâhları, hukukun ayrı ilâhları, eğitimin ayrı ilâhları, kılık
kıyafetin ayrı ilâhları, siyasetin ayrı ilâhları var dediniz mi küfre ve şirke
düştünüz gitti, cehenneme yuvarlandınız gittiniz demektir Allah korusun.
Yapmayın böyle. Ortaklar bulmayın Allah’a. Yetki sınırlaması getirmeyin Ona.
Parçalamayın hayatınızı. Tüm hayatınızda sadece Onun kulu olun. Tüm hayatınızda
sadece Onu dinleyin, sadece Onun istediği gibi olun.
40. “Rabbiniz oğulları
size ayırdı, seçti de kendisi için kız olarak melekleri
mi edindi? Doğrusu siz büyük söz söylü-yorsunuz.”
Ne yâni? Şimdi Allah oğulları
size seçti de, kızları kendisine mi seçti? Erkek oğullar sizin de kızlar
olarak, dişiler olarak melekler onun mu? Doğrusu siz ne büyük sözler
söylüyorsunuz? Ne dediğinizin farkında mısınız? Ağzınızdan çıkanı kulağınız
duyuyor mu sizin? Ne kötü söz söylüyorsunuz?
Müşrikler
melekler Allah’ın kızlarıdır dediler. Halbuki kendileri kız çocuklarını
sevmiyorlar, beğenmiyorlar, erkek çocuklarıyla övünüyorlardı. Kendileri
oğullarla güç kuvvet buluyorlarken kızları, zayıfları da Allah’a izafe etmeye
çalışıyorlardı. Yâni Allah’la savaş halinde olan müşrikler Ona galip
gelebilmenin yollarını arıyorlardı. Allah’a güçsüz varlıkları vererek,
kendilerine de güçlü varlıkları seçerek Allah’a galip gelebileceklerini umuyorlardı.
Hem Allah’ı, hem de Onun meleklerini yenmeyi planlıyorlardı.
Evet kendilerini Allah’tan
gelebilecek belâlara, azaplara karşı sağlama almaya çalışıyorlardı. Kızları
Allah’a, oğulları kendilerine veriyorlardı. Halbuki kitabımızın başka
âyetlerinden anlatıldığına göre kendilerine bir kız çocuğu müjdesi verildiği
zaman korkunç bir şekilde öfkeleniyorlar, kahroluyorlardı. İşte Rabbimiz onları
reddederek, kınayarak buyuruyor ki, ne oluyor? Kızlar Allah’ın da erkekler
sizin mi? Nereden çıkardınız bunu? Ne büyük bir iftirada bulundunuz Rabbi-nize?
41. “Biz, andolsun ki, öğüt almaları için bu Kur’an’da
bunları türlü türlü açıkladık. Fakat bu açıklamalar
ancak onların nefretini artırmıştır.”
Andolsun ki Biz bu Kur’an’da
her bir şeyi türlü türlü, açık ve ayrıntılı bir
şekilde anlattık. Her şeyi ayan-beyan açıkladık ki insanlar onu zikir
yapsınlar, onunla yol bulsunlar, onu gündem kabul etsinler, onunla
şereflensinler diye. Evet insanlar onu hafızalarında canlı tutsunlar, harita
bilsinler, pusula bilsinler de yolarını onunla bulsunlar, hayat programlarını
ona sorsunlar diye biz her şeyi bu kitapta etraflıca açıkladık, hiçbir şeyi
müphem bırakmadık diyor Rabbimiz.
Ama bu apaçık Kur’an,
kendilerine yol göstermek, kendilerine gündem olmak, kendi şereflerini artırmak
üzere gönderdiğimiz bu apaçık âyetler ancak onların nefretlerini artırmıştır.
Zavallı insanlar onunla yol bulacakları yerde, onu kendilerine hayat programı
yapacakları yerde, onunla şereflerini artıracakları yerde, ondan nasihat alacakları
yerde ondan nefret ettiler, ondan kaçtılar, ondan hicret ettiler.
42,43. “Ey Muhammed! De
ki: “Eğer dedikleri gibi Allah'la beraber ilâhlar bulunsaydı, o takdirde hepsi
arşın sahibiyle savaşmaya bir yol ararlardı. O, onların söylediklerinden
münezzehtir, yücedir, uludur.”
Ey peygamberim, de ki, eğer
onların söyledikleri gibi Allah’la beraber ilâhlar varsa, Allah’la beraber Onun
yetkilerine sahip tanrılar, söz sahipleri, yetki sahipleri varsa, o zaman bu
ilâhların tamamı arşın sahibine karşı, göklerin ve yerin egemen hükümdarına
karşı savaşmaya, Onu yenmeye bir yol ararlardı. Allah’a karşı bir yol bulmaya çalışırlardı.
Ya Onunla savaşmaya, ya da
Ona yakınlık kazanmaya bir yol ararlardı. Ya Onun
makamına göz dikerek, Ondan bir pay, bir yetki koparmaya çalışarak Ona bir yol
ararlardı.
Peki mümkün mü bu? Becerebilen
var mı bunu? Sübhanal-lah.
Olacak şey midir bu? Allah’ı tesbih ederiz böyle
şeylerden. Allah sübhandır. Allah böyle şeylerden uzaktır,
münezzehtir. Allah onların bu iftiralarından, bu yakıştırmalarından yücedir,
üstündür, yardımcıya ihtiyacı olmayandır. Melekler de ne Allah’ın kızlarıdır,
ne de Onun yardımcılarıdır. Çünkü:
44. “Yedi gök, yer ve
bunlarda bulunanlar O'nu tesbih ederler: O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiç bir
şey yoktur; fakat siz onların tesbihlerini
anlamazsınız. Doğrusu O Halim olandır, bağışlayandır.”
Yedi gök, yer ve bunlarda bulanan
canlı cansız, bilinen bilinmeyen, görünen görünmeyen ne varsa hepsi Allah’ı tesbih ederler. Hepsi de sübhanallah
derler. Hepsi de Allah’ı gündemlerine alırlar. Hepsi de Allah’a boyun büküp
Onun istediği bir hayatı yaşarlar. Hepsi de Allah’ı tüm noksan sıfatlardan
tenzih edip mükemmel sıfatların sahibi bilirler. Hepsi de Allah’ı yüceltirler,
Ona hamd ederler. Allah kendisini nasıl tanıtmışsa,
hangi sıfatların sahibi olarak ortaya koymuşsa
öylece iman ederler.
Evet onlar böylece Rablerini tesbih ederler, fakat siz onların tesbihlerini
anlayamazsınız, fıkh edemezsiniz. Ay, güneş,
yıldızlar, sema, arz, bulut, hayvanlar, dağlar, taşlar, bitkiler, hepsi, tüm varlıklar
Allah’ı tesbih ederler ama biz onların nasıl tesbih ettiklerini bilmiyo-ruz, bilemiyoruz, anlayamıyoruz. Allah Halimdir, Allah
merhamet edendir, merhamet sahibidir, mağfiret sahibidir.
45,46. “Ey Muhammed! Kur’an okuduğun zaman senin ile âhirete
inanmayan kimseler arasına görülmeyen bir perde çekeriz. Kur’an'ı
anlarlar diye kalplerine örtüler ve kulaklarına da ağırlık koyduk. Kur’an'da Rabbini bir tek, olarak andığın zaman, onlar
ürkerek artlarına dönerler.”
Ey peygamberim, sen Kur’an’ı okuduğun zaman Biz seninle âhirete
inanmayan o kâfirlerin arasına onların göremeyecekleri bir perde çekeriz. Sen Kur’an okurken seninle onlar arasına görünmeyen bir örtü
vardır. Ve yine senin okuduğun O Kur’an’ı
anlamamaları için, fıkıh etmemeleri için onların kalplerine kılıflar, izole
maddeleri, örtüler, engeller, kulaklarına da okuduğun Kur’an’ı
işitmemeleri için bir ağırlık koyduk. Kulaklarına kurşun dinlerler, dinler gibi
görünürler ama işitmezler, anlamazlar, anlayamazlar, fıkhedemezler.
Sen bu kitabı okuyarak sadece
Allah’ı zikrettiğin zaman, sadece Rabbini hamd
ettiğin zaman, onları sadece Allah’a kulluğa, sadece Allah’ı dinlemeye dâvet
ettiğin zaman senden ve okuduğun Kur’an’dan nefret
ederek gerisingeriye dönüyorlar. Allah’tan, peygamberden, kitaptan yüz çeviriyorlar.
Tabii önce kendileri inanmak istemedikleri, duymak, işitmek, anlamak, kavramak
ve gereğini yerine getirmek istemedikleri, tercihlerini bu yönde kullandıkları
için Rab-bimiz de onlara böyle bir yasa
uygulayıveriyor. Onları kendi tercihlerinin karşılığı olarak duymaz,
duygulanmaz, anlamaz hale getiriveriyor.
Evet, demek
ki varlıklarını, fıtratlarını, hayatlarını Allah adına kıyama kulluğa
adarlarken, Allah adına doğrulup hayatlarını Allah’ın emirleriyle
doğrulturlarken, ahsen-i takvim özelliklerini
muhafaza ederlerken, kimileri de bu yaratılış özelliklerine ihanet ettiler.
Allah’ın kendilerine lütfettiği bu kıvamlarını, bu güç ve imkânlarını onun dinine
kullanmadılar. Ona kullukta kullanmadılar. Allah onlara doğrulabilme imkânı
vermişti, ama onlar Allah için namaza doğrulmadılar da başka şeylere
doğruldular.
Allah onlara konuşma kıvamı
vermişti, ama onlar bu imkânlarını Allah’ın âyetlerini konuşmada, Resûlünün hadislerini
anlatmada kullanmadılar, hep başka şeyler konuşmakta kullandılar.
Allah onlara bakma, görme kıvamı
vermişti. Ama onlar onu, onu kendilerine lütfeden Allah’ın görsel âyetlerini
okumada ve kullukta kullanmadılar da hep başka şeyleri seyretmede kullandılar.
Rab-imizin bu âlemde yarattığı bunca görsel ayetlerin
yanından geçip gittiler de ilgilenmediler. Bunca âyet
onlara hiçbir şey söylemedi. Bu âyetlere tutuna tutuna
bu âyetlerin sahibine kulluğa yönelmediler.
Allah onlara kalp vermişti, akıl
vermişti, anlayış ve kavrayış vermişti. Ama onlar bu nîmetleri kulluğun
ötesinde başka yerlerde kullandılar. Herkese ve her şeye açtıkları o kalplerini
Rablerine ve Rablerinin âyetlerine açmadılar. Herkese ve her şeye gönül
verdiler, ama onun sahibine gönül vermediler. her şeye ve herkese kulak
verdiler, ama kulaklarının da kendilerinin de sahibi olan Allah’a, O’nun âyetlerine,
O’nun elçisinin mesajına kulak vermediler. Allah’ın verdiklerini Allah yolunda
kullanmadılar da böylece esfel-i safiline
indiriverdiler kendilerini.
Çünkü
kullanılmayan nîmetleri alıverir Allah. İnsanlar Allah’ın kendilerine
lütfettiği nîmetleri kullanmayarak insanlık değerlerini düşürmeye kalkışırlarsa
Allah da onları onlardan geri alıverir de onları hayvanların da altına indiriverir.
İşte bunlar Allah’ın kendilerin everdiği kalplerini, akıllarını Allah’a kulluk yolunda
kullanmadıkları için Allah’ın kalplerini mühürlemiş olduğu, bunun için de kendi
hevâ ve
heveslerine uyarak insanlıktan çıkmış kimselerdir.
İşte onlar böyle söz anlamaya
yanaşmadıkları için, istifade et-mek üzere, iman
etmek ve amel etmek üzere dinlemedikleri için Allah onların kalplerini
mühürleyivermiştir. Yâni dinlemek ve anlamak için kendilerine verdiği hassalarını
kullanmadan yana olmadıkları için Allah da bu hassalarını onlardan
alıvermiştir. Kalplerine mühür vurmuştur Allah, çünkü bu adamlar Allah’ın
kendilerine verdiği kalplerini kullanmak istememişlerdir. Allah böyle davranan
kimselerin kalplerini mühürlerken, insanî özelliklerini alıp onları duymaz
duygulanmaz hay-vanlardan daha aşağı varlıklar haline
getirmektedir.
47,49. “Seni dinledikleri
zaman neye kulak verdiklerini ve gizli toplantılarında zalimlerin: “Siz sadece
büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz” dediklerini Biz çok iyi biliriz. Sana nasıl m
Onlar seni dinlerlerken, sana ve
okuduğun Kur’an’a kulak verirlerken ve kendi
aralarında sana ve dinine gizli gizli komplolar peşinde
koşarlarken, sinsi, sinsi düşmanlık planları kurarlarken, İslâm’ı ve müslümaları yok etmenin hesaplarıyla gizli gizli toplantılar yapıp kararlar alırlarken ve de senin
hakkında şu sözü derlerken, “sizler ancak büyülenmiş, cin çarpmış deli bir
sihirbaza tabi oluyorsunuz” Biz onların bu durumlarını çok iyi biliyoruz. Biz
bunların hepsinden haberdarız.
Evet sen hiç düşünme bunları ey
peygamberim. Sen hiç kafana takma onları. Sen yoluna devam et. Biz onların tüm
söylediklerinden, tüm planlarından, tüm sinsi komplolarından haberdarız. Biz onları
tümüyle kuşatmışızdır. Onların senin aleyhine konuştuklarının, planladıklarının
tamamını boşa çıkarmak, onları başarısız kılmak ve seni onlara karşı korumak
bize aittir diyor Rabbimiz.
Bak, bak
sana nasıl da m
50,51. “De ki: “ İster
taş veya demir ya da kalbinizde büyüttüğünüz başka
bir yaratık olsun, yine de dirileceksiniz”. “Bizi tekrar kim diriltir? “derler;
de ki: “Sizi ilk defa yaratan”. Sana, başlarını sallayarak: “Ne zamandır bu?”
derler. “Yakın olması mümkündür” de.”
Peygamberim, sen onların bu
saçma-sapan m
Yine aynen bunun gibi öldükten
sonra hepiniz tekrar dirilecek, Rabbinizin huzuruna getirilecek ve yaşadığınız
bu hayatın hesabını ödeyeceksiniz. Tüm yapıp ettiklerinizden sorguya çekileceksiniz.
O zaman diyecekler ki peki kim diriltecek bizi? Kimin gücü yetecek buna? Kim
koymuş bu yasayı? Kim diyor bunu? Nasıl olacak bu iş?
De ki peygamberim, sizi ilk defa
yaratan Allah sizi tekrar di-riltecek. Siz yokken ilk
defa sizi var eden bu işi yapacak. Ve onlar bu-nu
duyunca alayla başlarını sallayacaklar, bunu imkânsız görecekler, yönlerini
çevirecekler ve alaylarını zirveye çıkararak diyecekler ki hani ne zaman? Hani
niye gelmiyor ya? Yıllardır duyduk bunu. Adem
(a.s)’dan beri söylenir, ama bir türlü gerçekleşmez. Hani niye gerçek-leşmiyor ya? Peygamberim sen bu
cahillere, sadece Allah bilgisinde olan, sadece Allah’ın bilebileceği, Onun
dışında İsrâfil de dahil hiç kimsenin bilemeyeceği bir şeyi kendileri gibi bir
beşer olan sana soran bu zır cahillere de ki, umulur ki o yakındır. Umulur ki o
diriliş günü yakındır.
Evet bu
Allah’ın takdir buyurduğu bir yasadır. Sizi ilk defa yaratmaya güç yetiren
Allah elbette sizi ikinci defa yaratmaya, ölümlerinizden sonra tekrar
diriltmeye kâdir olandır. Üstelik şu anda akılsızca deliller getirmeye çalıştığınız
gibi değil toprak olmanız, değil vücutlarınızın çürüyüp gitmesi, yâni değil
zaten toprak olan, topraktan meydana gelmiş olan insanların tekrar toprak
haline dönüşmesi, isterseniz taş olun, isterseniz demir olun, ya da kalbinizde büyüttüğünüz başka bir şey olun kesinlikle
bilesiniz ki tekrar diriltileceksiniz.
Çünkü eğer aklınız varsa
anlarsınız, aslında bir şeyin yoktan var edilmesi, var olan bir şeyin tekrar
var edilmesinden çok daha zor-dur. Biz yokken, bir benzerimiz yokken bizi
yoktan var eden Allah bir benzerimiz varken bizi neden tekrar var edemesin?
Yâni sizin bu itirazlarınız gerçekten çok anlamsızdır.
52. “Sizi çağırdığı gün,
O'na hamd ederek dâvetine uyarsınız ve kabirlerinizde
pek az bir müddet kaldığınızı sanırsınız.”
Rabbiniz sizi tekrar diriltip,
kabirlerinizden kaldırıp huzuruna çağırdığı gün hamd
ile sizler Onun dâvetine icabet edeceksiniz. Hamd ile
Onun çağrısına cevap vereceksiniz. Ve bileceksiniz ki bu dünyada, kaldığınız
kabir hayatında pek az bir süre kaldınız.
Evet bir anda kendinizi
yaşadığınız bu hayatın hesabını ödemek üzere Rabbinizin huzurunda bulacaksınız
ifadesi, hem bu dünyanın çok kısa olduğunu hatırlatmak, hem de çok az kalabileceğiniz
bir dünya hayatına bağlanarak aman ha Rabbinizi unutmayın uyarısında
bulunmaktır. Rabbimiz bize olan sonsuz rahmeti ve merhameti gereği bizleri
böylece uyarıyor. Böyle birdenbire bitiverecek, birdenbire Rabbinizin huzuruna
çıkıvereceğiniz ölümlü bir dünya hatırına sakın ha ölümsüz bir hayatı fedâ
etmeyin. Bâkîyi verip de fâniye talip olmayın. Öyleyse sen onlara söyle peygamberim:
53. “İnanan kullarıma
söyle, en güzel şekilde konuşsunlar. Doğrusu şeytan aralarını bozmak ister.
Şeytan şüphesiz insanın apaçık düşmanıdır.”
İnanan kullarıma söyle ki onlar
en güzel şekilde konuşsunlar. Ahsen söz söylesinler.
Söyle kullarıma sözleri, amelleri, hayatları güzel olsun. Peki nedir ahsen söz? Nedir en güzel söz? En güzel söz vahiydir. En
güzel söz kitap ve peygamber sözüdür. En güzel amel, en güzel hayat Allah’ın
istediği hayattır. Allah sözlerinin üstünde söz düşünmek, Allah yasalarının üstünde
yasa düşünmek, Allah’ın hayat programının üstünde hayat programı düşünmek
mümkün değildir.
Evet sözlerin en güzeli Kur’andır, öyleyse en çok Kur’an
konuşacağız, başka sözleri, başkalarının sözlerini konuşmamaya çalışacağız.
Çünkü bakın Rabbimiz buyuruyor ki doğrusu şeytan sizin aranızı bozmak ister.
Dikkat edin şeytan sizin aranıza nizalar sokmak ister, ayrılık tohumları,
düşmanlıklar atmak ister. Sizi Rabbinizin dosdoğru yolundan saptırıp perişan
etmek isteyen apaçık bir düşmanınızdır o. Sizi Allah sözlerinden, sizi vahiyden
uzaklaştırıp başka sözlerin, başka amellerin, başka hayatların içine çekmek
isteyen amansız bir düşmandır o şeytan.
Öyleyse zinhar Allah sözlerinden
uzaklaşmamalıyız. Kötü sözlerle, işe yaramaz sözlerle, olur olmaz tavır ve davranışlarla
Allah’ın sözlerinden uzak bir hayat yaşamamaya gayret etmeliyiz. Yâni bizi
Rabbimizden koparmak, bizi Allah yolundan saptırıp birbirimize düşürmek isteyen
düşmanımıza fırsat vermemeliyiz. Bizi ümmet olma şuurundan uzaklaştırmak
isteyen, bizi zina gibi, içki, fuhuş gibi, birbirimize düşmanlık gibi
kötülüklerin kucağına atmak isteyen şeytanı diskalifiye ederek toplum olarak
Rabbimize itaatimizi Rabbimize gerçekleştirmeliyiz. Şeytanın bizi kendi cehennemine
dâvetine asla kapılmamalıyız. Ona karşı Rabbimizin bize gönderdiği kitabına ve
elçisinin yoluna tabi olmalıyız. Unutmayın ki:
54. “Rabbiniz sizi daha
iyi bilir. Dilerse size merhamet eder veya dilerse size azap eder. Ey Muhammed!
Biz seni onlara vekil olarak göndermedik.”
Sizi en iyi bilen Rabbinizdir.
Rabbiniz sizin durumlarınızı en iyi bilendir. İçinizi, dışınızı, amellerinizi,
niyetlerinizi, düşüncelerinizi, planlarınızı, geçmişinizi, geleceğinizi en iyi
bilen Allah’tır. Kimin yolundasınız? Kimi razı etmenin kavgasını veriyorsunuz?
En çok neleri konuşuyorsunuz? En çok neleri okuyor ve dinliyorsunuz? Kimden razısınız?
Kimin istediklerini uygulamaya çalışıyorsunuz? Kimin hayat programının
peşindesiniz? Bunu sizden daha iyi bilen Rabbinizdir. Bilesiniz ki Rabbiniz
dilerse size merhamet eder, sizi bağışlar, dilerse de size azap eder. Hüküm Ona
aittir, yetki Onundur.
Öyleyse sakın kendi kendinize
karar vermeyin. Efendim, işte bizler şu anda dünyanın en iyi insanlarıyız.
Bizler en iyi müslüman-larız.
Bizim yaşadığımız hayat en iyi bir hayattır. Gerçek cennetlikler bizleriz.
Bizler de gitmeyeceği de cennete sığırlar mı gidecek? filân diye kendi
kendinizi tezkiye etmeye kalkışmayın. Unutmayın ki her birimiz Allah’ın
affıyla, Allah’ın bağışlamasıyla, Allah’ın cennetiyle de, Onun azabıyla, Onun
cehennemiyle de karşı karşıyayız. Bunu hiçbir zaman unutmayalım.
Ve
peygamberim, Biz seni onlar üzerine vekil de yapmadık. Biz seni onlar üzerine
kefil olarak da göndermedik. Senin bu konuda bir yetkin de yoktur, sorumluluğun
da yoktur. Yâni senin onların cennet, ya da cehenneme
gitmeleri konusunda herhangi bir müdahalen, bir yetkin olmadığı gibi bir
sorumluluğun da yoktur. Bu konuda karar mercii sen değilsin. Sen onların ne
cennete gitmelerine, ne de cehenneme yuvarlanmalarına karar veremezsin. Karar
Allah’a aittir. Bu konuda onlara zorbalık yapma yetkin de yoktur, baskı kurma selahi-yetin de yoktur senin. Hidâyet de dalâlet de Allah’ın
elindedir. Allah dilerse onlara hidâyet eder, dilerse onları dalâlette bırakır.
Tabii onların tercihlerinin
karşılığı olarak. Dilerse onlara azap eder, dilerse affeder. Ama O Allah
merhametini de, azabını da elbette bir yasaya bağlamış ve o yasasından da
kullarını haberdar etmiştir. Kendi yolunu takip edenlere, kendi istediği gibi
bir hayat yaşayanlara merhamet edeceğini, aksini yapanlara da azap edeceğini
bildirmiştir. Senin bu konuda bir sorumluluğun yoktur. Biz hiçbir zaman seni insanlara
vekil yapmadık. Sen onlara görevini bildirirsin, onları Benim mesajımla
uyarırsın tamam, senin görevin bitmiştir, gerisi Bana aittir. Çünkü:
55. “Göklerde ve yerde
olan Kimseleri Rabbin daha iyi bilir. Andolsun ki
peygamberleri birbirinden üstün kılmış ve Dâvûd'a
Zebur vermişizdir.”
Sen bilemezsin, ama Rabbin
göklerde ve yerde olanları en iyi bilendir. Andolsun
ki Biz Nebilerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. İşte o üstün
kıldıklarımızdan birisi de Dâvûd’dur. Biz Ona Zebur’u
vermişizdir. Daha küçük yaşlarında, çocuk yaşlarında Talût’un
komutasında bir ordunun içindeydi Dâvûd. Müslümanlar
bir özgürlük savaşının içindeydiler. Çeşitli denemelerden geçirilerek elenen ve
çok az sayıda yiğitler olarak Calut’un ordularının
karşısına dikilen müslümanlar Allah’ın yardımı ve
desteğiyle düşmanlarına galip gelirler.
İşte bu savaşta henüz çok küçük
yaşlarda olan Dâvûd (a.s) elindeki sapan taşıyla o
günün en güçlü komutanı olan Calut’u öldürür. Ve
böylece Dâvûd (a.s) Allah’ın mülk ve saltanatına
lâyık hale gelir. İsrâil oğulları Mûsâ (a.s)’dan sonra yeryüzünde en zirvede
bir güç ve saltanata kavuşurlar. Rabbimiz elçisi Dâvûd
(a.s)’a Zebur’u gönderir. Dâvûd (a.s) Rabbinden gelen
bu kitaba sarılarak, güzel sesiyle bu kitabı insanlara okuyarak, duyurarak
yeryüzünde hem bir melik hem de bir peygamber olarak güzel bir hayat sürer.
İşte kendisine böyle bir kitabın,
böyle bir dünya saltanatının verilmesi bir üstünlük anlamına geliyor anlıyoruz.
Nitekim kitabımızın başka âyetlerinde Rabbimiz Mûsâ (a.s)’la konuştuğunu, Îsâ
(a.s)’ı Ruh’ul Kudüs’le desteklediğini, İbrâhim
(a.s)’ı tüm insanlığa imam ve önder yaptığını haber veriyor. Allahu âlem işte peygamberlerden kimilerine verilen
üstünlüğü böyle anlamaya çalışıyoruz.
56. “De ki: “Allah'tan
başka tanrı olduklarını sandıklarınızı çağırın; sizin bir sıkıntınızı gidermeye
ve onu değiştirmeye güçleri yetmez.”
Haydi Allah berisinde, Allah’tan
gayri lider, tanrı, İlâh, yetkili bildiklerinizi, hayatınızda söz sahibi kabul
ettiklerinizi dâvet edin, çağırın bakalım da sizden bir zararı defetmeye,
zararı gidermeye, kötülüğü uzaklaştırmaya güçleri yeter mi? Becerebilirler mi
bunu? Başınızdaki bir belâyı, bir hastalığı, bir sıkıntıyı kaldırabilecekler
mi? Sizi sağlığa kavuşturabilecekler mi? Sizden ölümü def edebilecekler mi?
Ekonomik problemlerinizi, hukuk problemlerinizi, eğitim sıkıntılarınızı, ailevi
geçimsizliklerinizi düzlüğe çıkarabilecekler mi? Hayır hayır
kimsenin yapabileceği bir şey yoktur. Yetkili sadece Allah’tır. Zararı veren
de, takdir eden de, onu kaldırma yetkisine sahip olan da sadece Allah’tır. Fayda
veren de sadece Odur. Onun faydasının da, zararının da önüne geçebilecek kimse yoktur.
Öyleyse hayatınızda Ondan başka
yetkili, Ondan başka söz sahibi, Ondan başka Rab, İlâh, tanrı yoktur. Öyleyse
kime gidiyorsunuz? Kime başvuruyorsunuz? Kimin yasalarını uygulamaya çalışıyorsunuz?
Allah’ı bırakıp da kimleri övmeye, kimlere yetki vermeye çalışıyorsunuz?
Kendinizi kimlere beğendirmeye çalışıyorsunuz?
İnsanların
Allah’ı bırakıp da İlâh kabul ettikleri varlıklar bazan
peygamberler, melekler ve sâlih kimseler de olabilmektedir.
Allah’la birlikte onlara da yetkiler verebilmekte, hattâ Allah’ın rızasını kazanabilmek
için bunları vesile yaptıklarına şahit olmaktayız. Bunlar Allah’a yakın varlıklardır,
eğer bizler bunların hatırlarını kazanabilirsek Allah’ın da hatırını kazanmış
olacağız diyerek bunlara sarılmakta, bunlara da kulluk etmekte, bunları da dinlemekte,
bunlara da dua etmekte, bunlara da sığınmaktadırlar. İşte bakın Rabbimiz bundan
sonraki âyetinde çok açık bir biçimde bu hususu da şöyle anlatır:
57. “Taptıkları putlar
Rablerine daha yakın olmak için vesile ararlar. O'nun rahmetini umar, azabından
korkarlar. Zira Rabbinin azabı korkmağa değer.”
Allah’ı bırakıp da Onun berisinde
tapındıkları, tanrı, ilâh, önder, lider kabul ettikleri, Allah gibi kendilerini
dinledikleri kimselerle Rablerine daha yakın olabilmek için vesileler ararlar.
Böylece acaba bunlardan hangisi Allah’a daha yakındır? Acaba hangisiyle Allah’a
daha fazla yaklaşabiliriz diye birinden diğerine koşturup dururlar. Ve bir de Allah’ın
azabından korkarlar.
Yâni bu
âyetin bir başka anlamı da onların Allah’ı bırakıp da kendilerini tanrı
makamına çıkardıkları varlıklar, putlaştırdıkları var-lıklar
Allah’ın rızasına, Allah’ın rahmetine vesile ararlar da Onun rah-metini umarlar. Yâni aslında o varlıklar kendilerinin
insanlar tarafın-dan tanrılaştırılmalarından rahatsız olarak Rablerinin
azabından korkarlar. Rablerinin rahmetini umarlar. Çünkü Allah’ın azabı gerçekten
korkulmaya lâyık bir azaptır. Yâni fark etmez, olsa ne olacak, olmasa ne olacak
denecek, hafife alınacak bir azap değildir Allah’ın azabı.
Peki acaba bu âyet ne dedi bize?
Şu sizin Allah berisinde kendilerinde güç kuvvet gördüğünüz, kendilerinde yetki
görüp put-laştırdığınız, kendilerine dua ettiğiniz,
kendilerine sığınmaya çalış-tığınız, arzularını yerine getirip yasalarını
uygulamaya çalıştığınız varlıklar kendileri bizzat Allah’tan korkarlarken,
Rablerinin azabından ürperip rahmetini umarlarken size ne oluyor da onları putlaştırıyorsu-nuz?
Peygamberleri, melekleri, ölmüş gitmiş sâlihleri ne
hakla Allah makamına oturtmaya çalışıyor, Allah’a yapılması gerekenleri bunlara
yapmaya çalışıyorsunuz? Ne hakla Allah demediği halde Ona yaklaşmak için onları
vesile kabul ediyorsunuz? İşte onlar kendileri Allah’tan korkuyorlar. Allah’ın
rızasını kazanmak için sebeplere sarılıyorlar. Şimdi böyle Allah’ın sevgili
kullarının, peygamberlerin, meleklerin ve sâlih
kişilerin bile Allah’a ortaklıklarının bulunmadığı bir dünyada Allah karşıtı
bir hayat yaşayanların, Allah’ı diskalifiye edenlerin, Allah’la savaşa
tutuşanların ilâh makamına getirilmeleri haydi haydi
mümkün olmayacaktır. Bunu anlamanız lâzım.
58. “Kıyâmet gününden
önce ortadan kaldırmayacağımız veya çetin azaba uğratmayacağımız bir şehir yoktur.
Bu, Kitapta yazılıdır.”
Evet hiçbir karye, hiçbir kent,
hiçbir ülke yoktur ki Biz kıyâmetten önce orasını helâk edip ortadan kaldırmış olmayalım.
Muhakkak ki kıyâmet gününden önce her yeri ve herkesi helâk ederiz. Yahut
şiddetli bir azapla cezalandırırız. Bu kitapta yazılıdır. Bu Allah’ın takdirindedir.
Yâni ne oluyor size? Allah’ı bırakıp da Onun berisinde birilerini tanrı yerine
koymaya mı çalışıyorsunuz? Ne yetkileri var onların? Ne güçleri var? Hiçbir köy
halkı, hiç bir kasaba ve kent halkı Allah’ın helâk yasasından kurtulamıyorken
siz kime tabi olmaya, kime teslim olmaya çalışıyorsunuz?
59. “Bizi mûcize
göndermekten alıkoyan, ancak, öncekilerin onları yalanlamış olmalarıdır. Semûd milletine gözle görülebilen bir mûcize, bir dişi deve
vermiştik de ona zulmetmişlerdi. Oysa Biz mûcizeleri yalnız korkutmak için
göndeririz.”
İnsanlar Allah’tan âyet
istiyorlar. Allah’tan farklı âyetler istiyorlar. Bu konuda peygamberi
sıkıştırmaya çalışıyorlar. Bize şöyle bir âyet gelirse o zaman biz de iman ederiz
diyorlar. Hemen hemen her peygamberin toplumunda
görüyoruz bunu. Her toplum elçilerinden farklı âyetler istediler. Bakın
Rabbimiz âyet göndermeme hikmetini bu âyetiyle şöyle dile getiriyor:
Öncekiler bu tür âyetleri yalanlamışlar, şimdi
Muhammed (a.s)’ın toplumu da yalanlayacaktır.
Allah’ın böyle reddedilemeyecek, yalanlanamayacak biçimde âyetlerini yalanlayan
toplumlar mutlak helâki hak etmişlerdir. Eh şimdi bu insanlar da sanki kendi
helâklerini istiyorlar. Eğer Allah onlara da böyle bir âyet gönderir de
yalanlamaya kalkışırlarsa kesinlikle helâk edilecekler. İşte Rabbimiz onların helâkini
istemediği için bu tür âyetlerini göndermediğini açıklıyor. Değilse o tür
âyetleri göndermeye gücü yetmediği için değil.
Çünkü bakın
Allah Semûd toplumuna bu tür bir âyet gönder mişti. Gözleriyle görebilecek, elleriyle dokunabilecekleri
bir dişi deve gönderdik buyuruyor. Bir mûcizevi dişi deve yarattı onlar için.
Gözlerinin önünde bir kayalıktan yarattı Allah o deveyi. Gözleri açılsın, akılları
alsın, kalpleri dirilsin, Rablerinin gücünü, kudretini bilip anlasınlar da Ona
kulluğa yönelsinler diye.
Bu deve gerçekten akıllara
durgunluk verecek seviyede mûcizevî bir deveydi. Asla reddedilmeyecek, yalanlanmayacak
bir deveydi. Bir gün tüm kuyuların suyunu içecek ve ama içtiği o suyu süt diye
tüm kavme ikram edecek ve toplumun tamamını doyuracak özellikte bir deveydi. Mahza nimet olan, mahza kendileri
için hayır olan bir deve. Diğer develerin yanına bile yaklaşamayacağı korkunç
özellikte bir deve görüntüsü vardı.
Bu mûcizevi deveyi görür görmez
hemen iman etmeleri gereken bu insanlar o deveye ve Allah’ın elçisi Sâlih
(a.s)’a karşı çok kötü davrandılar. Allah’ın devesine de, Allah’ın bu âyetine
de, elçisine de zulmettiler. Takınmaları gereken iman ve teslimiyet tavrını
takınmadılar. Deveyi öldürdüler, Sâlih (a.s)’ı da yalanladılar. Sonra Sâlih
(a.s) ı da öldürmeye teşebbüs ettiler. Gece Allah’ın elçisini yok etmeyi planladılar.
Rabbimiz elçisinin ağzıyla onlara üç gün müsaade ettiğini bildirdi. Ve o
tanınan sürenin sonunda hepsini helâk ediverdi.
İşte bir örnek. Yâni Allah size
de bu tür âyetler gönderip de sizler yine iman etmeseniz sizler de helâki hak edeceksiniz.
Halbuki Rabbiniz bu tür âyetlerini göndermeyerek şu anda size fırsat tanıyor.
Sizlere hemen azap etmek istemiyor. Belki zaman içinde düşünüp hidâyete
erersiniz diye. Belki bu sûrelerin inişinden üç yıl sonra, beş yıl sonra, on
yıl sonra, belki fetihten sonra müslümanlıkla
şereflenir, cehenneme gitmekten kurtulursunuz diye. Gerçekten de öyle olmuştur.
Bir zamanlar İslâm’ın azılı düşmanlarının tamamı müslüman
olmuşlardır.
Öyleyse
Allah’ın bu tür âyetler, mucizeler göndermemesi insanların hayrınadır. Onlara
düşünüp, araştırıp iman etmeleri konusunda mühlet tanımak içindir. Değilse o
tür âyetler geldikten sonra da iman etmezlerse, artık yaşama imkânları
kalmayacaktır. Allah, böyle bir durumda onları hemen helâk edecektir.
60. “Sana: “Rabbin
şüphesiz insanları kuşatmıştır” demiştik; sana gösterdiğimiz rüya ile Kur’an'da lânetlenmiş ağaçla sadece insanları denedik. Biz
onları korkutuyoruz, fakat bu onlara büyük taşkınlık vermekten başka bir şeye
yaramıyor.”
Peygamberim, Biz sana demiştik
ki, şüphesiz Rabbin insan-ları tamamıyla kuşatmıştır.
Rabbin kuvvetlidir, Rabbin güçlüdür. Biz sana şu rüyayı da göstermiştik. Bu
rüyayı insanlar için bir deneme sebebi kıldık, bir imtihan aracı yaptık. O
melun ağacı, o lânetlenmiş ağacı da insanlar için bir imtihan konusu yaptık.
Biz onları korkuturuz. Fakat bu onlara büyük taşkınlık vermekten başka bir şeye
yara-mıyor. Yâni biz bu denememizle istiyoruz ki
insanlar akıllarını başlarına alsınlar, iman etsinler, ama olmuyor işte. Tamamen
aksine onların tuğyanlarını, azgınlıklarını artırıyor. İsyandan başka bir işe
yara-mıyor.
Bu rüya
Rabbimizin kulu ve elçisi Muhammed (a.s)’ı gece vakti Mescid-i
Haram’dan alıp Mescid-i Aksâ’ya
getirip, oradan da yedi kat semaya çıkarması, çok enteresan sahneleri
göstermesi, Sidre-i Münteha’ya kadar Cibril (a.s) la
birlikte ulaştırması ve oradan sonrası için Rasûlullah
efendimizi tek başına yolculuğuna devam ettirmesi ve âyetlerini ona göstermesi
yolculuğudur.
Yâni Mi’râc
yolculuğudur. Bu yolculukta bildiğimiz gibi Rab-bimiz
peygamberine cennetini, cehennemini göstermiş, daha başka âyetlerini göstermiş,
ve bunu insanlar için bir deneme sebebi, bir imtihan vasıtası yapmıştır. Kimileri
Rasûlullah demişse doğrudur deyip hemen iman etmişler,
kimileri de nasıl olur böyle bir şey? diyerek inkâr etmişlerdir. Müslümanlar
gerçek bir müslümanlık tavrı sergilerlerken, kâfirler
ve müşrikler de küfür ve şirklerine uygun bir tavır sergilemişlerdir.
Lânetlenmiş
ağaç da cehennemde bir ağaç, yâni zakkum ağacıdır ki onun imtihan sebebi olması
da, Mekke müşrikleri bunu duyunca şöyle demeye başlayıverdiler: Yâni bu nasıl
bir iştir? Muhammed hem cehennemin ateş oluşundan söz ediyor, hem de o ateşin içinde
bir ağaçtan söz ediyor. Böyle bir şey nasıl olabilir? Yanan bir ateşin arasında
ağaç olur mu? diyorlardı. Allah’ın gücünü, kudretini anlayamıyorlar, takdir
edemiyorlardı. Allah’ın azap şeklini bilemiyor-lardı.
Allah’ı tanıyamıyorlardı. Rablerini tanıyamamanın yanılgısını yaşıyorlardı.
İşte buda böyle bir imtihan konusu, bir deneme sebebi oluyordu.
61. “Meleklere: “Adem'e
secde edin" demiştik, İblisten başka hepsi secde etmiş, o ise: “Çamurdan
yarattığına mı secde edeceğim?” demişti.”
Hani hatırlayın Biz meleklere
demiştik ki, Adem’e secde edin. Tüm melekler bu emrimize imtisâlen
Adem’e secde ettiler, ama İblis müstesna. İblis secde edenlerden olmadı. O dedi
ki, yâni şimdi ben topraktan yarattığın, çamurdan yarattığın bir kimseye mi
secde edeceğim? İnsanın yaratılışı, Adem’in yeryüzünde var edilişi, meleklerin
Rablerinin emriyle Ona secde edişleri, İblisin ise buna karşı gelip rahmetten
kovulması hadisesi daha pek çok sûrede anlatılır. Önceki sûrelerde uzun uzun bu konu üzerinde durduk.
Rabbimiz meleklerden bu yaratma
eylemini, bu yasasını bu takdirini onaylamalarını istemiş, Adem’in varlığını ve
fonksiyonunu kabul etmelerini istemiş, melekler Rablerinin bu emrine uyup
Adem’i onaylarlarken İblisin buna karşı geldiği vurgulanıyor. İblisin
itirazları devam ediyor:
62. “Benden üstün
kıldığını görmüyor musun? Kıyâmet gününe kadar beni ertelersen, andolsun ki, azı bir yana, onun soyunu buyruğum altına
alacağım” demişti.”
Dedi ki İblis, şu benden üstün
kıldığını, bana kendisine secde ile emrettiğin kimseyi görmüyor musun? Bir
baksana şu yarattığın Adem’e. Kime diyor bunu alçak? Allah’a diyor. Eğer kıyâmete
kadar bana mühlet verirsen, o güne kadar beni öldürmezsen, bana uzunca bir ömür
ve fırsat tanırsan yemin ederim ki Onun zürriyetinin çok azı müstesna hepsini
kendime bağlayacak, kendime kul köle edineceğim. Hepsini yoldan saptıracağım.
Hepsini sana kulluktan çıkaracağım. Yâni alçak kendisi secde etmediği gibi,
kendisi Rabbinin emrine boyun bükmediği gibi insanları da kendi küfrüne, kendi
isyanına, kendi secdesizliğine, kendi cehennemine çekeceğine dair yemin ediyor.
İnsanların ölüp de tekrar
dirilecekleri güne kadar Allah’tan izin istiyor. Az bir kısmı hariç tüm
kullarını saptıracağım diyor. Büyük bir iddiada bulunuyor. Allah’la savaşa
çıkıyor. Ama bakın dikkat ederseniz hain açıkça Allah’la savaşacağını
söyleyemiyor da Adem ve nesliyle savaşacağını söylüyor. Yâni aslında savaşı
Allah’la da sözde Adem’in karşısında yerini alıyor. Adem’i ve zürriyetini hedef
seçiyor. Ve kazanma iddiasıyla çıkıyor bu savaşa. Çünkü atak olmayanların,
kazanma iddiası taşımayanların, hücumda olmayanların bir savaşı kazanmaları çok
zordur.
Azı
müstesna pek çoğunu saptıracağım diyor ve gerçekten hain bu dediğini yerine
getiriyor. Bakıyoruz insanların pek çoğu onun bu sözünü doğru çıkarıyorlar.
İnsanların pek çoğu Rablerini unutup, Rablerinin kitabını ve elçisinin yolunu
bırakıp şeytanın yoluna tabi oluyorlar. Gerçekten çok garip bir şeydir bu.
Bakın Rabbimiz İblis’e:
63. “Allah: “Haydi git!
Onlardan sana kim uyarsa bil ki, cehennem hepinizin cezası olur, hem de tam bir
ceza” dedi.”
Haydi sana izin verdim. Haydi git
ve yapacağını yap. Haydi elinden ne geliyorsa geri bırakma. Saptıracaklarını
saptır. Onlardan sana kim uyarsa, kim seni dinlerse, kim Beni, kitabımı,
dinimi, peygamberimi bırakıp senin yoluna tabi olursa bilesiniz ki cehennem
hepsinin cezası olacaktır. Hepsi de cehenneme yuvarlanacaklardır. Ve bu ceza gerçekten
tam size lâyık bir cezadır. Tam size uygun mü-kemmel
bir ceza. Haydi buyur yapacağını yap. Ve buyursunlar sana uyanlar da uysunlar.
Kim sana tabi olursa seninle birlikte onların gidecekleri yer cehennemdir.
Haydi:
64. “Sesinle, gücünün
yettiğini yerinden oynat, onlara karşı, yaya ve atlılarınla haykırarak yürü,
mallarına ve çocuklarına ortak ol, onlara vaadlerde
bulun ama şeytan sadece onları aldatmak için vaadeder.”
Haydi yapacağını yap. Onlardan
gücünün yettiği her bir kimsenin ayaklarını kaydır. Üstesinden gelebildiklerini
yoldan çıkar. Onlara karşı yaya ve atlılarınla haykırarak yürü. Onların
üzerlerine yaygaranı basarak, bağırıp çağırarak onları azdırmaya çalış. Onların
mallarına ve çocuklarına ortak ol. Haram malları, haram çocukları senin olsun.
Helâl yollardan mal kazanmalarını onlara kötü gösterip haram yolardan
kazanmalarını güzel göster. Nikâhlı ilişkiyi onlara çirkin gösterip haram
yollardan çocuğa ulaşmayı güzel göster. Haydi dilediğin gibi onların mallarına
ve evlâtlarına ortak ol. Onlara vaadlerde bulun.
Önlerine ulaşmaları gereken hedefler dik. Doyumsuz hale getir onları. Gece
gündüz ekonomik endişelerin peşine takıp âhireti
unuttur onlara. Olmadık vaatlerle, olmadık tehditlerle oyala onları.
Ey insanlar,
unutmayın ki şeytan size sadece vaadeder, sadece
aldatır sizi. Sizi aldatmaktan başka hiçbir şey yapamaz o. Sadece bu kadar bir
yetki vermiştir Rabbiniz ona. Bunun ötesinde size karşı onun yapabileceği
hiçbir şey yoktur. İşte öyle diyor Rabbimiz. Buyur ey İblis, yayalarınla,
atlılarınla, ordularınla, avenelerinle insanlar üzerine çullan. Bas onlara
yaygaranı ve bir şeyler yap. Hiç olmayacak şeyleri olur gibi göster onlara.
Gündemlerini değiştir. Onları kitaptan, peygamberden koparıp kendine kulluğa
çağır. Yapabileceğin her şeyi yapmaya devam et, ama unutma ki bak Ben kullarıma
ilân ediyorum senin ancak kullarımı aldatmaktan başka yapabileceğin hiçbir şey
yoktur.
Ama insanlar Allah yasalarını
bırakırlar da haram yollardan mal kazanmaya giderlerse elbette o mallarına şeytanı
ortak edeceklerdir. Evlilik ilişkilerini Allah’ın gösterdiği gibi değil de
şeytanın gösterdiği gibi yaparlarsa elbette kendi çocuklarına şeytanı ortak
edeceklerdir. Hem şeytana, hem de ona tabi olmuş kullarına bunu hatırlatıyor Rabbimiz.
65. “Doğrusu Benim mü'min kullarım üzerinde senin bir Hâkimiyetin olamaz.
Rabbin vekil olarak yeter.”
Senin Benim
kullarım üzerinde bir üstünlüğün, bir saltanatın, bir yetkin, bir hâkimiyetin,
bir yaptırım gücün yoktur. Sen onlara ancak vaadedersin,
ancak kandırırsın. Evet Rabbimiz onun bizim üzerimizde hiçbir yetkisinin,
hiçbir gücünün olmadığını haber veriyor. Ama şeytan kendisini tüm dünyada
güçlüymüş gibi, tüm dünyayı egemenliği altına almış gibi gösterir.
Yaygaralarıyla, propagandalarıyla herkesi etkisi altına almaya çalışır.
İşte şu anda tüm ordularıyla, tüm
basın ve yayın organlarıyla, tüm kendisine tabi olmuş çömezleriyle böyle bir
görüntü vermeye çalışıyor. Halbuki ona ve dostlarına karşı, ordularına karşı
vekil olarak Allah mü’minlere yeter. Eğer bizler
Rabbimizi vekil bilebilirsek, Rab-bimize sığınabilirsek,
Rabbimizin istediği gibi halis müminler olabilirsek kesinlikle bilelim ki onun
da avenelerinin de bize karşı yapabilecekleri hiçbir şey yoktur. Allah’a
Allah’ın istediği gibi inanan, Allah’la yol bulmaya çalışan, sürekli Allah’ın
kitabı ve peygamberinin sünnetiyle beraber olan, vahye sarılan, hayatını
vahiyle düzenlemeye çalışan Allah’ın muttaki kulları üzerinde onun da,
avenelerinin de hiçbir etkisi ve yetkisi yoktur.
66. “Rabbiniz bol
nimetlerden elde edesiniz diye, denizde gemileri sizin için yüzdürür. O, size
merhamet eder.”
Rabbiniz bol bol
nimetlerine ulaşasınız diye, fazlından rızık arayasınız
diye denizlerde sizin için gemileri yüzdürür. Gemileri sizin emrinize musahhar kılar. Lütuf sahibi Odur. Nimet sahibi Odur. Rah-met sahibi Odur. Allah size karşı çok merhametlidir.
Rabbiniz sizi siz-den daha çok seven ve düşünendir. İşte size olan sonsuz rahmetinin
gereği olarak denizleri, rüzgarları, gemileri sizin emrinize âmâde kılmıştır.
Onlarla çok uzak yerlere gidip rızık arıyorsunuz,
ticaret yapıyorsunuz, Allah’ın fazlına, bereketine nail oluyorsunuz.
67. “Denizde bir
sıkıntıya düştüğünüz zaman, Allah'tan başka yalvardıklarınız kaybolup gider,
fakat O sizi karaya çıkararak kurtarınca yüz çevirirsiniz. Zaten insan pek
nankördür.”
Denizde bir sıkıntıya düştüğünüz
zaman, bir boğulma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığınız zaman Allah hariç kendilerine
dua ettikleriniz, kendilerine sığındıklarınız, kendilerini bu âlemde etkili,
yetkili zannettikleriniz kaybolup giderler. Böyle bir tehlike anında daha önce
dua edip sığındıklarınızın tümünü bir anda unutup sadece Rabbinize yalvarıp
yakarmaya başlayıverirsiniz.
Evet kim olursa olsun tüm
insanların böyle bir durumda dua edecekleri varlık sadece Allah’tır. Ne
şeytanlar, ne kendilerinde güç kuvvet görülenler hatırlanmaz o anda. Öyle değil
mi? Issız Okyanusların ortasında, korkunç fırtınaların arasında, dağlar gibi
dalgaların tehdidi altında batma tehlikesiyle burun buruna kalan insanlar kime
yalvarırlar? Kim duyabilir o anda onların imdatlarını? Kim yetişebilir
yardımlarına? Kim kurtarabilir onları bu durumdan? O anda dua edilecek, yardıma
çağrılacak tek varlık Allah’tır. İşte daha önce dua edip yalvardıkları tüm
putları, tüm şerikleri, tüm tanrıları gözlerinden kaybolur, kalplerinden
uzaklaşıp gider.
Ama O Allah
sizi böyle bir tehlikeden kurtarıp karaya çıkarınca, sahil-i selâmete
kavuşturunca da hemen Rabbinizden yüz çevirirsiniz. Başınız darda iken, ihtiyacınız
varken dua dua yalvarıp yakardığınız Allah’ı unutuverirsiniz.
Rabbinize karşı yan çizmeye başlayıverirsiniz. Doğrusu insan Rabbine karşı çok
nankördür. İnsan Rabbine karşı çok inkârcıdır.
68. “Onun karada da,
sizi yere batırmasından veya başınıza taş yağdırmasından güvende misiniz? Sonra
kendinize bir koruyucu da bulamazsınız.”
Rablerine karşı böyle nankörce
bir tavır takınanlar, işleri düşünce Ona yalvarıp yakarıp, kulluk edip işleri
bitince de yan çizmeye kalkışanlar, söyleyin bakalım, haydi denizden Rabbiniz
sizi kurtardı; fakat karada sizi yere batırmasından veya üzerinize taş
yağdırmasından emin mi oldunuz? Var mı böyle bir garantiniz? Denizden kurtulduk
diye karada güvende mi zannediyorsunuz kendinizi? Karada da size bir azap
göndermeyeceğinden, sizi toptan helâk etmeyeceğinden emin mi oldunuz? Bir
garanti mi aldınız Allah’tan? Sizi yere batırıverir veya başınıza semadan taş
yağdırıverir de sizler kendiniz için hiçbir vekil, hiçbir yardımcı bulamazsınız.
Ne yapabileceksiniz de Rabbinize karşı? Neye gücünüz yeter?
Kimi yardıma çağırabilirsiniz? Kim yetişebilir imdadınıza?
69. “Yoksa sizi tekrar
denize döndürüp, üzerinize ortalığı yıkan bir fırtına gönderip, inkârlarınızdan
ötürü sizi suda boğmasından güvende misiniz? O zaman bile soru soracak bir
yardımcı da bulamazsınız.”
Tamam, denizdeki o fırtınayı, o
belâyı savuşturup karaya çıktınız, selâmete erdiniz, ama sizi tekrar başka bir
sefer denize sevk edip üzerinize ortalığı yıkan bir fırtına gönderip bu
nankörlüğünüz, bu kâfirliğiniz sebebiyle sizi boğmaya güç yetiremez mi O Allah?
Söyleyin bu da bir ihtimal değil midir? Yâni tamam fırtına dindi, artık yolumuza
devam edelim demeyecek misiniz? Tekrar o gemilere binmeyecek misiniz? Nasıl
güvende hissedebilirsiniz kendinizi? Nasıl diskalifiye edebilirsiniz Rabbinizi?
Tekrar Rabbiniz sizi bir felâkete uğratırsa o zaman asla soru soracak, desteğine
müracaat edecek bir yardımcı da bulamazsınız. Gücünüz, kuvvetiniz,
saltanatınız, her şeyiniz bitecektir o zaman. Allah’ın azabıyla geminiz
Okyanusların arasında tepetakla gelecek ve sizler ıssız suların derinliklerine
gömülüp gideceksiniz.
70. “Andolsun
ki, biz insanoğullarını şerefli kıldık, onların karada ve denizde gezmesini
sağladık, temiz şeylerle onları rızıklandırdık,
yarattıklarımızın pek çoğundan onları üstün kıldık.”
Andolsun ki Biz Ademoğullarını Kerîm
kıldık, şerefli kıldık, üstün kıldık, ikrama lâyık kıldık, onlara yücelikler
verdik. İşte onlara büyük ikramlarımızdan biri olarak karada ve denizde
gezmelerini sağladık. Onlara tertemiz rızıklar
verdik. Karanın ve denizin rızıklarını sunduk onlara.
Yaratıklarımızın pek çoğundan onları üstün kıldık. Diğer varlıklarımıza
vermediğimiz üstün özelliklerle donattık onları.
Evet ey insanlar unutmayın ki
sizler Rabbinizin ikramlarına mazhar oldunuz. Ne
büyük bir lütuf, ne muazzam bir şereftir bu? Öy-leyse
gelin ey insanlar, Rabbimizin ikramlarına lâyık bir kulluk hayatı yaşayalım.
Bunca ikramlarına karşı Rabbimize şükre koşalım. Gelin bizi böyle çok şerefli
bir konumda yaratan Rabbimize en güzel şekilde kulluk yapalım. Hayat Allah’ın
ikramıyla güzeldir. Hayat Allah’a kullukla güzeldir. Hayat Allah yolunda ve
Onun istediği şekilde yaşanırsa güzeldir.
71. “Bir gün bütün
insanları önderleriyle beraber çağırırız. O gün kitabı sağından verilenler,
işte onlar Kitaplarını okurlar. Onlara kıl kadar haksızlık edilmez.”
Evet bir gün bütün insanları,
herkesi imamlarıyla, önderleriyle birlikte çağırırız buyuruyor Rabbimiz.
Herkesi kendi önderleriyle, imamlarıyla, peygamberleriyle, örnekleriyle,
kitaplarıyla çağıracağız. Kim kimi peygamber bilmiş, kim kime tabi olmuş, kim kimin
peşine düşmüş, kim kimi peygamber bilmiş, kim kimi ilâh tanımış, kim kimin
kitabına, kimin yasalarına, kimin hayat programına göre bir hayat yaşamışsa
onlarla birlikte çağıracağız. Herkesi dünyada kabul ettiği peygamberi, önderi,
örneği, lideri, kitabı, kabul ettiği dünya görüşü ile, kendisince saygın
gördüğü kimselerle çağrılacaktır.
Yâni kitabımızın başka
âyetleriyle birlikte anlamaya çalıştığımız zaman insanlar amellerine göre,
düşüncelerine göre, önder ve örneklerine göre gruplaştırılacaklar. Bunlar
Budistler, bunlar Şinktoist ler,
bunlar laikler, bunlar ateistler, bunlar demokratlar, bunlar sosyalistler,
bunlar şeytanı imam kabul edenler, bunlar Firavuncular, bunlar Nemrutçular,
bunlar filâncılar, bunlar falancılar diye insanlar gruplaştırılacaklar ve
mahşer yerine öyle geleceklerdir. Kim kime tabi olmuşsa, kim kimin yolundan
gitmişse onlarla birlikte getirileceklerdir. Hadislerin beyanıyla her peygamber
bir grup oluşturacak ve mahşer yerine gidecektir.
Öyleyse yarın Rabbimizin huzuruna
kiminle birlikte gitmek istiyorsak ona benzeyen yönlerimizi çoğaltmak zorundayız.
Kimler gibi olmaya çalıştığımızı, kimlerin yolunda ve izinde olduğumuzu,
hayatımızın, amellerimizin, kılık kıyafetimizin kimlere benzediğini çok iyi
düşünmek zorundayız.
Kim
kitabını sağından alırsa artık o kazançlı bir hayatın, kazançlı bir dünyanın
müjdesini almıştır. Ve işte onlar, kitaplarına sağlarından erişenler artık
kitaplarını okuyacaklar ve sevindikçe sevinecekler. Yaşadıkları müslümanca bir hayatın, dünyada işledikleri güzel amellerin
sevinciyle coşacaklar, kitaplarını insanlara gösterecekler ve en küçük bir
haksızlığa uğramadan kendi mükâfatlarının müjdesine erişmiş olacaklardır.
Cehennemden kurtuluş ve cenneti kazanma sevinci. Bundan daha büyük bir başarı,
bundan daha büyük bir sevinç olamaz.
72. “Bu dünyada kalbi kör olan, âhirette
de kör ve daha şaşkındır.”
Ama kim de dünyada kör ise, kör
kalmayı tercih etmiş ise, hakikatleri görmemişse, Allah’ın âyetlerine karşı kör
kalmayı tercih etmişse, Allah’ın dinine karşı, Allah’ın elçisinin örnekliliğine
karşı kör ve sağır davranmışsa bu kimse âhirette daha
kör ve şaşkın olacaktır. Çünkü bu dünyada Allah kendilerini çok üstün yaratmıştı.
Çok üstün özellikler vermişti. Ama onlar Allah’ın kendilerine verdiği bu
özelliklerini kullanmak istemediler de kör kalmayı tercih ettiler.
Vahyi tanımayan, vahiyden habersiz olan
tüm gözler kördür, tüm yüzler karanlıktır. Ancak Allah’a dayalı, vahye dayalı
yaşanan hayatlar nûrdur, aydınlıktır. İşte bunlar âyetlerin nûrundan, âyetlerin
ışığından mahrum kalmış, karanlıkta, zulümatta kalmış
kör insanlardır. Dünyadaki tüm Allah âyetlerinden habersiz yaşıyor bunlar.
Halbuki Allah onlara hidâyeti,
basîreti, basîret yollarını göstermiştir. Ama onlar körlüğü basîrete tercih
ettiler. Körlüğü hidâyete tercih ettiler. Onlar küfrü imânâ, sapıklığı hidâyete
tercih ettiler ve kör bir toplum olarak kalmayı tercih ettiler. Zaten bu
kitabın âyetlerini gör-meyenler başka şeyleri de
göremezler. Tüm hayata karşı kördür onlar.
Allah’ın dininden, Allah’ın
kitabından, Allah’ın zikrinden yüz çeviren, vahye karşı kör davranan kimse bu
dünyada kör olduğu gibi, bu dünyada sıkıntılı bir hayatın mahkumu olduğu gibi âhirette de kör yaratılacaktır. Yâni dünyadaki
körlüklerinin, dünyadaki sıkıntılarının yanında âhirette
daha büyük körlükler ve sıkıntılar beklemektedir onları. Dünyada Allah’ı
unuttukları gibi, Allah’ın kitabını unuttukları gibi, vahye karşı kör ve sağır
davrandıkları gibi onlar da cehennem ateşinin içinde unutulacaklar.
73,74. “Ey Muhammed!
Seni, sana vahy ettiğimizden ayırıp
başka bir şeyi Bize karşı uydurman için çağrışırlar. O zaman seni dost
edinirler.Sana sebat vermemiş olsaydık, andolsun ki,
az da olsa onlara meyledecektin.”
Burada kâfirlerin, müşriklerin bir
tuzaklarına, bir komplolarına karşı Rabbimiz elçisini uyarıyor. Buyuruyor ki ey
peygamberim, onlar seni sana vahy ettiğimizden koparmak
istiyorlar. Seni vahyin dışına çıkarmak istiyorlar. Seni sana vahy ettiklerimizi bırakıp başka şeyleri bize karşı uydurmaya
çağırıyorlar. Eğer sen, Bizim gönderdiğimiz bu âyetlerin, bu vahyin bir kısmını
terk edersen, bir kısmının dışına çıkarak onların hevâ
ve heveslerine tabi olursan o zaman seni seveceklerini, seni kabulleneceklerini
söyleyerek seni saptırmak istiyorlar. Tamam ey peygamber, biz de kabul
edeceğiz, biz de müslüman olacağız ama şunları, şunları
demeyeceksin. Bize karşı şunları, şunları uygulamayacaksın.
Meselâ bize cihaddan
söz etmeyeceksin. Bu devirde olmaz böyle şey. Veya namaz sorumluluğundan bizi
kurtaracaksın. İçkimize, kumarımıza karışmayacaksın. Zinamıza, fuhşumuza ses
çıkarma-yacaksın. Ekonomimize, hukukumuza,
eğitimimize ilişmeyeceksin. Düzenimize, devletimize göz yumacaksın. İlâh
olarak, sözü dinlenecek varlık olarak sadece Allah demeyeceksin. Çünkü bizim
Allah berisinde hayatımızda söz sahibi kabul ettiğimiz, yasalarını uygulamaya
çalıştığımız tanrılarımız var, siyasîlerimiz var, egemenlerimiz var, Lât’ımız, Menat’ımız, Uzza’mız, yönetmeliklerimiz, yasalarımız, âdetlerimiz,
törelerimiz var.
Egemenlerden bir egemen olarak,
tanrılardan bir tanrı olarak Allah’a da kulluk edelim. Hayatımızın bazı alanlarında
Onun isteklerini de yerine getirelim. Ama hayatımızın öteki alanlarında öteki
tanrılarımızı da dinlemek, onları da razı etmek zorundayız. Yâni biraz sen bize
taviz ver biraz da biz sana taviz verelim. Sen bizim hayatımızı kabullen biz de
seni sevip sayalım. Hayatımıza senin İlâhın da egemen olsun, bizim İlâhlarımız
da egemen olsun diyerek haince fikirlerle, alçakça tekliflerle Allah’ın
Resûlünü fitneye düşürmeye çalışıyorlardı da; Rabbimiz bu konuda çok sert bir
dille elçisini uyarıyordu.
Dikkat et
ey peygamberim, eğer sen bu alçakların tekliflerine, hevâ
ve heveslerine meylederek sana vahy ettiğimiz vahyin
bir kısmını terk edecek olursan işin biter. Eğer seni sağlamlaştırmamış olsaydık,
eğer bu konuda sana sabır ve sebat vermemiş, seni bu alçakların alçaklıkları
konusunda uyarmamış olsaydık neredeyse sen onlara aldanıp gidecektin. Meyledip
gidecektin onlara. Belki diyecekti Allah’ın Resûlü, şimdilik bu adamların
dostluğunu kazanıncaya kadar şunları, şunları gündeme getirmeyivereyim, onları
elime geçirinceye kadar şimdilik şu şu tavizleri
vereyim de ileride bu adamları müslüman yaparım,
cennete kazandırırım. Belki böyle hesapların içine girecekti, ama Rabbimiz izin
vermedi ona. Sağlamlaştırdı onu. Asla taviz verdirtmedi.
Çünkü bu dinin sahibi Allah’tı ve
her şeyi en iyi bilen O’ydu. Ve Allah’ın dinini kimsenin yamultmaya,
ezip bozmaya hakkı yoktu. Peygamber bile olsa Allah’ın vahyini, Allah’ın
kitabını, Allah’ın âyetlerini, Allah’ın istediği hayatı değiştirmeye yetkili
değildi. Rabbimiz o gün peygamberine, bugün bize, yarın kıyâmete kadar da tüm müslü-manlara bu konuda uyarısını
ulaştırıverdi.
75. “O takdirde sana, hayatın da ölümün de, kat kat azabını tattırırdık. Sonra bize karşı bir yardımcı da
bula-mazdın.”
Eğer sen, Benim sana gönderdiğim
vahyin dışına çıkarak birazcık onlara meyletseydin, onların hevâ
ve heveslerine göre Benim dinimi ezip bozsaydın kesinlikle bilesin ki sana
hayatın da ölümün de kat kat cezasını tattırırdık.
Sonra da sen kendin için Bize karşı hiçbir dost ve yardımcı da bulamazdın. Allahu Ekber! Allahu
Ekber! Görüyor musunuz tehdidi? Kime yapılıyor bu
tehdit? Allah’ın en sevgili kuluna. Demek ki iş bu kadar ciddi ki bu konuda
peygamberin bize gözünün yaşına bakılmıyor.
Bir dünya hesabına kapılarak
dinini menfaatlerine kurban edenlerden eyleme bizi ya
Rabbi. Senin dinin senin emanındadır, onu bozmaya
zaten gücümüz yetmez de yanlış bir teşebbüsümüz olursa izin verme, bizi
saptırma ya Rabbi. Allah aşkına sizler de bu konuda
sürekli dua edin. Dua edelim birbirimize inşallah.
Evet
Rabbimizin uyarılarıyla, Rabbimizin yol göstermesiyle Rasûlullah
efendimiz direndi, dayandı, sabretti, taviz vermeye yanaşmadı. Bu sefer karşı taraf
başka hesapların içine girdiler. Bekledikleri tavizleri alarak Rasûlullah efendimize dinini bozdurmayacaklarını anlayınca,
dinin temeline dinamit koyamayacaklarını fark edince bu sefer peygamberin
ayağını bulunduğu coğrafyadan, yeryüzünden kaydırmayı düşündüler. Onu
yurdundan, vatanından sürüp çıkarmayı böylece ondan kurtulmayı hedeflediler.
76,77. “Memleketinden
çıkarmak için seni neredeyse zorlayacaklardı. O takdirde senin ardından onlar
da orada pek az kalabilirlerdi. Bu, senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize
de uyguladığımız yasadır. Ey Muhammed! Sen bizim yasamız da değişiklik bulamazsın.”
Seni memleketinden çıkarmak için
neredeyse zorlayacaklardı. Oradan çıkarmak için neredeyse seni sallıyorlardı.
Rabbimiz henüz olmamış bir hadiseyi önceden gaybi bir
haber olarak peygamberine bildiriyordu. Böylece kâfirleri ve planlarını ihata
etmiş olduğunu ortaya koyarak peygamberine desteğini sunuyordu.
Çünkü bu sûrenin inmesinden
takriben bir yıl sonra kâfirler Rasûlullah efendimizi
hicrete zorlamışlardır. Ey peygamberim, eğer bu adamlar seni oradan çıkarmaya
güçleri yeterse kesinlikle bilesin ki senin ardından onlar orada çok az
kalabileceklerdir. Çok kısa bir süre sen oraya galip olarak girecek ve sadece
Mekke değil, tüm Arabistan yarımadası müslüman
olacaktır. Orada artık bir tek müşrik ve kâfir kalmayacaktır. Gerçekten de
aynen Rabbimizin buyurduğu gibi ol-muştur.
Peygamberim,
bu senden önceki peygamberlere de uyguladığımız bir yasadır diyor Rabbimiz.
Senden önceki peygamberlere de uyguladığımız sünnet budur. Hangi toplum
kendilerine gönderdiğimiz elçimizi sürmeye, onunla savaşmaya tutuşmuşsa asla o
topraklarda kalamamışlardır. Benim azabım kısa bir süre sonra mutlaka onları
yakalamış ve helâk etmiştir. Peygambere düşman olan kavimler mutlaka belâlarını
bulmuşlardır. Peygamberi hayatlarından kovmaya çalışıp ta, peygamberi hayattan
uzaklaştırıp da peygamberin sünnetinden uzaklaşmaya çalışıp da helâke uğramayan
bir toplum yoktur. Bu Allah’ın değişmeyen bir yasasıdır. Allah’ın sünnetinde,
Allah’ın yasalarında asla bir değişiklik olmaz.
Evet ey
peygamberim, seni saptırmak istediler Biz koruduk sapmadın, seni vatanından
çıkarmak istediler biz koruduk. Sana Biz sahip çıktık. Öyleyse tüm bu ikramlarımıza
karşılık sen de sana düşeni güzel yap. Sizler ey müslümanlar,
sizi de şu ana kadar koruyan Rabbinizdir. Sizi yok etmek isteyenlere karşı,
sizi sürmek, sizi yok etmek, sizi kodeslere tıkmak isteyenlere, bunun için
dosyalar tutanlara karşılık sizi koruyan da Rabbinizdir. Haydi öyleyse ey müslümanlar sizler de Rabbinizin şu isteğine karşı göreve koşun.
Rabbinizin şu emrine boyun eğin:
78. “Güneşin batıya
yönelmesinden gecenin kararmasına kadar namaz kıl; sabah vakti de namaz kıl,
zira sabah namazına melekler şahit olur.”
Güneşin batıya yönelmesinden
gecenin karanlığı basıncaya kadar namazı ikâme et. Namazı ayağa kaldır. Ve
sabah vakti de namaz kıl. Sabah okuyuşuna da en güzel bir şekilde riâyet et.
Sabah okuyuşuna da dikkat et. Zira unutma ki sabah namazına melekler şa-hit olurlar. Aslında Allah’ın
melekleri tüm namazlara, tüm güzel amellere şahittirler, ama burada özellikle
sabah namazının zikri bu namazın önemine dikkat çekmek içindir. Onun içindir ki
Allah’ın Resûlü ve sahâbe-i kirâm efendilerimiz sabah namazında uzunca Kur’an okurlardı. Evet güneşin tam tepeden meyletmesinden
sonra öğle ve ikindi namazlarını kıl, gecenin karanlığının basması zamanından
itibaren akşam ve yatsı namazlarını kıl, sonra da sabah namazını da kıl emrini
alıyordu Rasûlullah efendimiz Rabbinden ve tabii
bizler de. Böylece İsrâ sûresinin 78. âyetiyle beş
vakit namazla emrolunduk.
79. “Ey Muhammed! Geceleyin uyanıp yalnız sana mahsus
olarak fazladan namaz kıl Belki de Rabbin seni övülecek bir makama yükseltir.”
Ve ey peygamberim, geceleyin
uyanıp teheccüd namazını da kıl. Bu sadece sana
verilmiş, sadece sana emredilmiş bir nafiledir. Bu sadece senin gerçekleştirmen
gereken bir görevdir. Umulur ki Rabbin böylece senin Makam-ı Mahmud’a, övülmüş, hamd
edilmiş bir makama ulaştırır.
Evet Allah’ın Resûlü hepimize
emredilen beş vakit namazı kılacak, sabah namazında meleklerin şehadeti şerefinden istifade edecek, sonra bir de bizden
farklı olarak geceleyin uykusunu bölüp kalkacak, gecenin son üçte birinde teheccüd namazı kılacak, o ana kadar Rabbinden kendisine vahy olunmuş uzun sûrelerin tilavetiyle beraber olacak, duya,
duya, hissede, hissede, anlaya, anlaya Kur’an
okuyacak ve böylece sonunda Rabbinin kendisi için hazırladığı övülmüş bir
makama, Makam-ı Mahmud’a ulaşmış olacak.
Evet demek ki bu son namaz, teheccüd namazı peygamber efendimiz için mecburi, ama
bizler içinse ihtiyarî bir namazdır. Te-heccüd: Gece uykuyu bölmek ve kalkmak demektir.
Bizler de Ra-sûlullah
efendimize vaad edilen o şerefli makamlara ulaşmak
için be-cerebildiğimiz kadar inşallah gece uykumuzu
bölüp kalkmaya ve namaz kılarak Rabbimizin kitabıyla birlikte olmaya çalışacağız.
Rabbi-miz tarafından övülmek, melekler tarafından
övülmek, insanlar tarafından övülmek istiyorsak o zaman bunu bizler de yapmaya
gayret edeceğiz.
Evet
düşmanlarının zulüm ve işkencelerinin arttığı her bir döneminde Rabbimiz
peygamberine namaz emrediyor. Sen namazla Bana sığın peygamberim. Namazla Benden
yardım dile ve sabret. Aldırma onların sözlerine. Aldırma onların seninle
alâkalı kurdukları plan ve komplolarına. Sen namazına devam et. Senin herkes
tarafından övülüp saygıya mazhar olacağın günler çok
yakındır.
80. “De ki: “Rabbim! Beni dahil edeceğin yere hoşnutluk
ve esenlikle dahil et; çıkaracağın yerden de hoşnutluk ve esenlikle çıkar.
Katından beni destekleyecek bir kuvvet ver.”
De ki peygamberim, Rabbim beni
girdireceğin yere esenlik ve hoşnutlukla girdir, çıkaracağın yerden de yine
esenlik, güvenlik ve hoşnutlukla çıkar. Veya Rabbi bana katından destekleyici
bir kuvvet ver. Katından bana bir sulta, bir destekçi ver ya
Rabbi. Evet girdireceğin yere beni güzellikle idhal
buyur, çıkaracağın yerden de beni doğrulukla çıkar ya
Rabbi. Bana destek ol ya Rabbi. Beni yalnız bırakma ya Rabbi. Hep benim yanımda, benim desteğimde, benim yardımımda
ol ya Rabbi.
Bu emrin
verilişinden anlıyoruz ki artık Rasûlullah efendimize
hicret yaklaşmıştı. Sanki Rabbimiz bu ifadeleriyle peygamberimizi hicrete
hazırlıyordu. Ey peygamberim nerede ve hangi durumda olursan ol devamlı hak
üzere olmalısın, hakkı takip etmelisin. Bir yere girerken, bir yerden çıkarken
hep Rabbin için girmeli, Rabbin için çık-malısın. Tüm hareketlerinde, tüm
eylemlerinde hakim güç Allah olmalıdır. Hicretinde de etkili varlık Allah
olmalıdır. Allah için hicret et-melisin, Allah için
yaşamalısın.
Rabbimiz
kendisine kulluğu rahat bir şekilde icra edemediği Mekke’den çıkarıp Medine’ye
girdirecekti peygamberini. Mekke’den çıkışım güzel olsun, çıkışım Senin için
olsun, Medine’ye girişim de Senin için olsun dedirtiyordu peygamberine.
Mekke’den kimsenin ha-beri olmadan güzel bir şekilde çıkarılacak ve Medine’ye
de çok emin, çok güzel bir şekilde girdirilecekti Allah’ın Resûlü. İyi karşılanacaktı
Medine’de. Medine’de Allah egemenliğinde çok güzel bir hayatı olacaktı. Allah
ona orada güç ve kuvvet verecek, yoluna baş verecek sahabe lütfedecek, devlete
ulaşacaktı.
Ve aynen buyurduğu gibi olmuştur.
Sonra yine Medine’den güzellikle çıkacak Mekke’ye güzellikle büyük bir zaferle
tekrar girecekti. Sonra Mekke’nin fethiyle beraber tüm Suudi Arabistan’ın her
tarafına güzellikle girecek, her tarafını güzellikle fethedecekti. Artık güç ve
kuvvet peygamberin ve beraberindeki müslümanların
olacaktı. Sonra büyük halîfeleri döneminde de müslümanlar
dünyanın pek çok yerlerine güzellikle gireceklerdi.
Evet bütün
bunlar sadece Allah’tan istenmeliydi. Bütün bunları lütfetme gücüne sahip olan
sadece Allah’tı. Rasûlullah efendimize ve tabii onun
şahsında bizlere istenecek makamı gösteriyordu Rab-bimiz.
Biz de nerede, hangi konumda olursak olalım, nereye girersek girelim, nereden
çıkarsak çıkalım hep bizi rızasına uygun olarak girdirip çıkarması için
Rabbimize dua edeceğiz, Rabbimizden güç ve kuv-vet isteyeceğiz. Çünkü bulunduğu ortamda, yeryüzünde
Allah’ın egemenliğini, İslâm’ın otoritesini gerçekleştirmek zorunda olan müslü-manın güç ve kuvvete
ihtiyacı vardır. Bir yerde Allah’ın dinini hakim kılmak için elbette sadece
tebliğ ve uyarı yeterli olmayacaktır. İşte bu duayı peygamberine ve onun
şahsında bizlere öğreten Rabbimiz bu gücün önemine de dikkat çekmektedir.
81. “De ki: “Hak geldi, bâtıl ortadan kalktı. Zaten bâtıl
ortadan kalkmaya mahkumdur.”
Şunu da deki ey peygamberim, şunu
da tüm dünyaya, tüm insanlığa ilân edip duyur ki hak geldi, bâtıl ortadan
kalktı, bâtıl zail oldu. Zaten hak geldiği zaman, hak ortaya konulduğu zaman
bâtıl yok olmak zorundadır, hak karşısında bâtıl yok olmaya mahkumdur. Belki
ilk günlerde, ilk yıllarda kimse buna inanmıyordu. Ama bir gün muzaffer bir
komutan olarak Allah’ın Resûlü Mekke’ye girerken işte bu âyeti okuyordu. Evet
hak geldi, bâtıl yok oldu, zaten hak karşısında tüm bâtıllar yok olmaya da
mahkumdur.
Mekke’de Resûlullah efendimizin ve beraberindeki müslü-manların çok sıkıntılı günler yaşadıkları bir dönemde
iniyordu bu ayet. Akla hayale gelmedik işkenceler altında müslümanların
inim, inim inledikleri bir ortamda geliyordu bu müjdeler. Sanki o gariban
insanların yüreklerine su serpiyordu Rabbimiz. Hayır hayır
ey mutsaz’aflar, ey Benim mazlum kullarım, korkmayın,
dayanın, direnin, bugünler hep böyle gitmeyecek. Ben sizlere yardım edeceğim.
Ben sizlerin desteğinizde olacağım. Bir gün sizler hakkın Hâkimiyetini ve
hakkın karşısına dikilen tüm bâtılların yıkılıp gittiğini mutlaka göreceksiniz.
Üzülmeyin, sizler çok yakın bir
gelecekte savunduğunuz hakkın, sahiplendiğiniz hak nizamın galibiyetine,
Hâkimiyetine de, bâtılların yıkılışlarına da şahit olacaksınız. Ve kesinlikle
bilesiniz ki kıyâmete kadar hak ve bâtıl taraftarlarının savaşlarının devam
ettiği, edeceği bir dünyada kazananlar, başarıya ulaşanlar hep hak taraftarları
olurken, kaybedenler de hep bâtıllar ve bâtıl taraftarları olacaktır, bu konuda
zerre kadar bir şüpheniz olmasın diyordu Rabbimiz.
Kıyâmete
kadar Allah’ın yeryüzünde koyduğu değişmeyen vaadi ve yasası işte budur. Hak
gelince, hak ortaya konunca bâtıllar yok olacaktır. Çünkü hak karşısında bâtılın
tutunma gücü yoktur. Çünkü hak karşısında bâtıllar yok olmaya mahkumdur. Bazen
geçici bir şekilde Rabbimiz bâtıllara imkân verir. Tıpkı suyun yüzündeki köpük
gibi, ya da madenin yüzündeki cüruf gibi bâtılların
açığa çıktığını görürsünüz ve sanki galipmiş gibi bir havaya büründüğüne şahit olursunuz.
Bu geçici ve aldatıcı bir durumdur. Bâtılın bu yalancı durumu hakkın ortaya
çıkışına kadar sürer. Hak geldi mi bâtılın işi biter. Ama eğer şu anda
yeryüzünde bâtıllar hâlâ varlığını sürdürebiliyorlarsa bu hakkın gücünü,
varlığını ortaya koyamamasındadır.
82. “Kur’an'dan inananlara
rahmet ve şifa olan şeyler indiriyoruz. O, zalimlerin ise sadece kaybını artırır.”
Tüm bu bilgileri bize aktaran,
tüm bu gündemlerle bizi şereflendiren, peygamberine en büyük desteğini vahyiyle
ulaştıran Rabbimiz kitabının, vahyinin ne olduğunu anlatır bize. Biz bu Kur’an’ı, bu Kur’an’dan
indirdiklerimizi mü’minlere bir rahmet, bir şifa
yaptık. Bi-zim bu kitapta
indirdiğimiz âyetler mü’minler için bir rahmet ve
şifa-dır. Ve bu âyetler, bu kitap zalimlerin ise ancak kaybını, zararını, zi-yanını artırır.
Kur’an aynı Kur’an, sözler aynı sözler, vahiy aynı vahiy ama bu vahiy
ona inanan, onu hidâyet rehberi bilen, onunla hayatlarını düzenlemeye çalışan mü’minler için en büyük bir rahmet, en büyük bir nimet ve
şifa kaynağı olurken, mü’minlerin bireysel, sosyal,
ailevi, hukukî, ekonomik, bedensel, zihinsel, psikolojik, ahlâkî, kültürel her
türlü hastalıklarına şifa olurken aynı Kur’an
kâfirlerin sadece helâklerini, hüsranlarını, zararlarını, ziyanlarını artırıcı
bir özelliğe sahip oluveriyor. Yâni Rasûlullah
efendimizin beyanıyla Kur’an insanların ona karşı
takındıkları tavır sebebiyle ya aleyhte ya da lehte bir delil oluveriyor.
Evet mü’minler için bir rahmet ve şifadır bu kitap. Mü’minleri hidâyete ulaştırıcı, cennete götürücü bir özelliğinin
yanında onların dünyalık tüm dertlerini, tüm problemlerini çözücü bir özelliği
vardır bu kitabın. Eğer toplum olarak ekonominiz bozuksa, bir hukuk problemi
yaşıyorsanız, ahlâk yönünden bir sükut yaşıyorsanız, evinizde ailevi bir
sıkıntıdan muzdaripseniz veya bir organik hastalığınız varsa beraber olun bu kitapla, okuyun, anlamaya
çalışın, uygulamaya çalışın bu kitabı mutlaka şifa bulacaksınız. Kesinlikle
bilesiniz ki bu kitap kendisine inanan, hidâyetine teslim olan, gösterdiği
yoldan giden kim-selere, kendisiyle yol bulmak
isteyenlere doğru yolu gösteren bir kitaptır. Rabbimizin biz kullarına mahza rahmetinin eseri olarak indirdiği bir kitaptır bu.
Ama bu
kitaba karşı ilgisiz kalan, bu kitabın gösterdiği yola girmeyen kimseler hem
dünyada hem de âhirette kaybedeceklerdir. Hayat
problemlerine bu kitapla çözüm aramayan toplumlar hem dünyada hem de âhirette hüsrana mahkum olacaklardır. Dünyada Karanlıklar
içinde, bunalımlar içinde, hastalıklar, çözümsüzlükler ve çaresizlikler içinde
bocalamaya mahkum olacaklardır. Âhirette de cehenneme
yuvarlanacaklardır. Onlar dünyalarını da âhiretlerini
de mahveden kimselerdir. İşte eli boşa çıkanlar kaybedenler bunlardır.
Öyleyse
yediğimiz ekmekten, içtiğimiz sudan çok bize şifa verecek, bize rahmet olacak,
tüm problemlerimizi çözüme kavuşturacak olan bu kitapla beraberlik kurmak zorunda
olduğumuzu unutmayalım. Unutmayalım ki Kur’ansız bir
hayat zarardır, Kur’ansız bir hayat hüsrandır, Kur’ansız bir hayat kayıptır. İçinde Kur’an’ın
olmadığı bir aile, bir ev, bir toplum dertlidir, sıkıntılıdır, problemlidir,
hüsrandadır, kayıptadır. Allah’ın rahmeti asla o topluma gelmeyecektir. Dikkat
edin bugün şu toplumun problemi fakirlik değildir. Bu toplumun problemi ekmek
değildir, hastalıklar değildir. Bu toplumun problemi Kur’an’sız-lıktır. Bu toplumun gündemine Kur’an’ı
indirmedikçe ne fakirliği, ne hastalığı, ne dengesiz büyümeyi, ne hukuku, ne
eğitimi, ne fuhşiyatı, ne hırsızlığı, ne soygunculuğu
düzeltmeniz mümkün değildir.
83. “İnsana nimet verdiğimiz zaman yüz çevirerek yan çizer;
başına bir kötülük gelince de ye'se düşer.”
İnsana nimet verdiğimiz zaman,
bol bol nimetler tattırdık mı Allah’tan, Allah’a
kulluktan, Allah’ın istediği bir hayattan yüz çevirir, yan çizer. Halbuki
Allah’ın nimetlerine gark oldukça Allah’a kulluğu artmalıyken, itaati,
teşekkürü artmalıyken tamamen aksine Allah’ın nimetlerine bol bol ulaştıkça itaatten çıkıp isyanlara yöneliyor. Ama
kendisine bir zarar dokunduğu zaman, bir hastalık, bir fakirlik, bir sıkıntı
geldiği zaman da hemen ye’se düşüyor.
Yâni bol bol
nimetlere ulaştırıldığı zaman, sıhhate, zenginliğe, dirliğe, geçime, huzura,
saadete kavuşturulduğu zaman bütün bunları kendisine lütfeden Allah’tan yan çiziyor,
ama kendisine bir zarar dokunduğu zaman da hemen bir ye’se
düşerek, kimseyi bulamadın da beni mi buldun? Ya
Rabbi diye Allah’a kafa tutmaya, Allah’la bir çatışma içine girmeye
başlayıveriyor.
84. “De ki: “Herkes yaradılışına göre davranır. Rabbiniz
kimin en doğru yolda olduğunu bilir.”
De ki herkes yaratılışına,
huyuna, karakterine göre hareket eder. Herkesin davranışı, herkesin yaşantısı
kendi mizaç ve karakterine göredir. Herkesin hayatı kendi dinine, kendi
programına, kendi yoluna, kendi değer yargısına göredir. Herkes ona göre bir
hayat yaşar. Herkes ona göre davranış normları geliştirir. Kimin hidâyette, kimin
doğruda olduğunu da en iyi bilen Rabbindir. Kimin dininin, kimin hayat
programının, kimin tavırlarının doğru olduğunu en iyi bilen Allah’tır. Kendi
yolunda olanı da, yanlış yolda olanı da en iyi bilen O-dur.
85. “Ey Muhammed! Sana ruhun ne olduğunu soruyorlar, de
ki: “Ruh, Rabbimin emrinden ibarettir.
Bu hususta size pek az bilgi verilmiştir.”
Peygamberim sana ruhtan sorarlar.
Evet dikkat ederseniz Rabbimiz insan karakterlerini tahlil ederken birden bire
ruha intikal buyurdu. Bakın insanların problemleri varlık yokluk, fakirlik
zenginlik, hastalık sıhhat problemi değildir. Eğer şu anda insanlar içinde
varlıklı olanlar, zengin olanlar, sıhhatli olanlar hep kazansa da ötekiler hep
kaybetseler elbette o zaman tüm hedefimiz insanları sağlıklı, zengin hale
getirmek olacaktır. Yâni bütün hedefimiz insanları yoksulluktan kurtarmak ve
zengin hale getirmek olacaktır.
Ama bakıyoruz ki tarihin ilk
dönemlerinden bu yana insanlığın değişmeyen bir özelliği şu ki; insanlar Allah
vahyiyle tanışmadıkları sürece, Allah bilgisiyle hareket eder hale gelmediği
sürece bakıyoruz varlıkta da, yoklukta da Allah’la barışık hale gelmiyor.
Allah’la barışık hale gelmeyen toplumların, insanların kendileri ve
çevreleriyle barışık hale gelip sıkıntılardan kurtulmaları da asla mümkün
olmayacaktır.
Evet bütün dünya bir araya gelse Kur’an’la şifa bulmayan bir topluma şifa veremez,
problemlerini çözemez. Kur’ansız şifa bulmak mümkün
değildir. Tüm dünya insanlığını altınlara boğsanız, tüm dünya insanlığını
müreffeh bir hayata kavuştursanız o insanların dünyalarında Kur’an
yoksa o insanlar hastadır, o toplumlar hastadır. Allah’ın rahmetinin ulaşmadığı
her yer ve herkes hastadır. Gelin bunun hesabını güzel yapalım. Çünkü bizim
dünyamızda, bizim hayatımızda bilmediğimiz bir hayat, bilmediğimiz bir dünya
daha var. Bakın Rabbi-miz diyor ki burada:
Peygamberim,
sana ruhtan sorarlar. Sana Cibril’den, sana ruhtan sorarlar. Sana vahiyden,
dirilik kaynağından, dirilik olan vahyi sana getiren Cebrâil’den sorarlar. Ey Muhammed
sen bu vahyi nereden alıyorsun? Kimden alıyorsun? Kim ulaştırıyor sana bütün
bunları? Sen onlara de ki Ruh Rabbimin emrindendir. Bu Ruh, bu vahiy, bu vahyi
bana getiren Cibril bana Rabbimin emriyle gelmektedir. Hayat Allah’ın
emrindendir. Ve sizin doğrusu ilimden çok az bir nasibiniz vardır. Size ilimden
çok az bir şey verilmiştir. Eh Allah bu kadar âyet indirmiş, bu kadar kitap
indirmişken nasıl az bir şey vermiştir? Nasıl anlayacağız bunu? Allah’ın ilmi
sadece bu Kur’an değildir. Sadece öteki kitaplar
değildir. Hani Lokman sûresinde Rabbimiz kendi bilgisini anlatırken ne buyuruyordu?
“Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkep
olsa ve yedi misli deniz de yedekte bulunup yazılsa yine de Allah'ın sözleri
bitmezdi. Doğrusu Allah güçlüdür, Hakim'dir.”
(Lokman 27)
Evet Rabbimizin bilgisi
sonsuzdur. Eğer yeryüzündeki tüm ağaçlar kalem olsa, denizlere de onların
arkasından yedi deniz daha eklenip tamamı mürekkep olup yazsalar Allah’ın
kelimeleri, Allah’ın sözleri, Allah’ın bilgisi asla bitmez, tükenmez. Evet
denizler biter, ağaçlar biter, kalemler biter ama Allah’ın kelimeleri, Allah’ın
kelâmı, Allah’ın bilgisi, Allah’ın yasaları bitmez. Allah’ın ilmi bitmez.
Allah’ın ilmine bir nihâyet yoktur. Bu âyetin bir benzerini de Kehf sûresinde görüyoruz:
“De ki:
“Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa ve bir o kadarını da
katsak, Rabbimin sözleri tükenmeden denizler tükenirdi.”
(Kehf
109)
Rabbimizin sözleri, Rabbimizin
ilmi sonsuzdur, sınırsızdır. Dağlar
sınırlıdır, denizler sınırlıdır, ama Rabbimizin ilmi sınırsızdır. Peki hal
böyleyken nasıl oluyor da bu insanlar Allah’ın hikmet dolu şu kitabına karşı
ilgisiz kalabiliyorlar? Nasıl oluyor da bilginin kaynağı olan, bilgi kendisinden
olan, bilgisine sınır olmayan böyle bir Allah’ın kitabından yüz
çevirebiliyorlar? Kendilerine verilen bilgi çok çok azken
nasıl oluyor da bu insanlar Allah’ın velâyeti altına, Allah’ın dini altına
girmiyorlar da kendileri gibi âciz varlıkların velâyetleri altına girmeye
çalışıyorlar? Nasıl oluyor da hikmeti ve bilgisi sonsuz olan Allah’ın göndermiş
olduğu bu kitaptan bilgilenmeye yanaşmıyorlar da başka şeylerden bilgilenmeye
çalışıyorlar? Gerçekten bunu anlamak mümkün değildir.
Yâni insanlar nasıl oluyor da bu
kitaba karşı kayıtsız kalabiliyorlar? Nasıl oluyor da bu kitaptan habersiz bir
hayat yaşayabiliyorlar? Allah’ın kitabıyla bilgilenmekten daha şerefli ne
olabilir yeryüzünde? Ama bakıyoruz ki insanlar böyle bir Allah’tan
bilgilenmekten, böyle bir Allah’a güvenmekten uzaklaşıyorlar da kendi
bilgilerine, kendileri gibilerin bilgilerine güveniyorlar. Ne kadar zavallı bir
düşünce değil mi?
86,87.“Dileseydik andolsun ki,
sana vahy ettiğimizi alıp götürürdük. Sonra bize
karşı duracak bir vekil de bulamazdın. Bunu yapmayışı ancak Rabbinin sana merhamet
etmesindendir. Çünkü O'nun sana olan nimeti büyüktür.”
Eğer dilersek bu az bilgiyi de
alırız sizden diyor Rabbimiz. Dilersek onu da alırız. Sana vahy
ettiğimizin bir kısmını gideririz. Sonra sen kendin için Bize karşı hiçbir
vekil, hiç bir koruyucu, savunucu da bulamazsın. Evet düşünün, şu elimizdeki az
bir bilgiyi de alıverse Rabbimiz ne yaparız? Kime gideriz? O zaman Bakaranın
beyanıyla yeryüzünde kan dökücülük ve bozgunculuğun dışında hiçbir şey kalmaz
Allah korusun. Ne insanlık, ne adâlet, ne hak, ne iyilik, ne öz-gürlük, ne
hayır, ne şifa ne rahmet hiçbir şey kalmayacaktır. Yâni şu yaşadığımız dünyada
azıcık bir güzellik varsa vahyin eseridir. Tevrat’ın, İncil’in, Zebur’un, Kur’an’ın eseridir. Elbette bu güzellikler de onları isteyenlere
verilecektir, onu istemeyenler de ondan uzak kalacaklardır.
Evet ancak
Rabbinin rahmetiyledir bu vahiy. Rabbinin rahmeti sayesinde bu vahiy size
gelmektedir. Ve muhakkak ki Allah’ın fazl-u keremi
senin için çok büyüktür ey peygamberim. Allah gerçekten sana çok büyük üstünlükler,
faziletler vermiştir. Öyleyse ey peygamberim, haydi sen de diğer insanları sana
verilen, sana lütfedilen bu üstünlüğe dâvet et.
88. “De ki: “İnsanlar ve cinler, birbirine yardımcı olarak
bu Kur’an'ın bir benzerini ortaya koymak için bir
araya gelseler, andolsun ki, yine de benzerini ortaya
koyamazlar.”
Eğer hâlâ bu üstünlüğün, bu
Ruhun, bu Kur’an’ın Allah’tan geldiği konusunda
şüphesi olanlar varsa sen de ki onlara peygamberim, eğer bu Kur’an’ın
bir benzerini meydana getirmek için bütün insanlar ve cinler toplansa asla onun
bir benzerini meydana getiremezler, onların bir kısmı bir kısmına arka çıkıp
yardımcı olsalar da.
89,92. “Andolsun ki, biz Kur’an'da insanlara türlü türlü m
Andolsun ki Biz bu Kur’an’da
insanlar için her türlü m
Onlar çabalaya dursunlar bu kitabın bir benzerini meydana
getirmeye. Onlar inkâr ede dursunlar bu kitabı. Araya dursunlar bu kitabın dışında
başka bilgi kaynaklarını. Araya dursunlar bu kitabın dışında şifalar,
problemlerine çareler. Onlar isyan ede dursunlar Allah ve elçisine. Kıymetini anlamasınlar
bu Allah vahyinin. Ama onlara karşı sonsuz merhamet sahibi olan Rabbimiz yine
onlara kitabını indiriyor. Onların buna lâyık olup olmadıklarına bakmadan yine
onlara rahmetini, şifasını ulaştırmaya devam ediyor. Onların akıllarını
erdirecek, onları adam edecek her bir güzel m
Lâkin insanların pek çoğu bütün
bu nimetlerin sahibi olan Allah’a, Onun kitabına, Onun elçisine karşı kâfirce,
nankörce yüz çeviriyorlar. Halbuki Allah’ın vahyine, Allah’ın bilgisine teslim
olup boyun eğiverselerdi, hayatlarını onunla yaşayıverselerdi elbette kendileri
için, dünyaları ve âhiretleri için çok güzel
olacaktı. Ve bakın bunun için bir takım şartlar ileri sürdüler.
Garip bir
şey değil mi? Allah vahiy göndersin, Allah merhamet edip kitap göndersin, elçi
göndersin sonra da insanlar merhameti sonsuz olan Allah’ın kitabına, dinine ve
peygamberine karşı böyle davransınlar. Kendilerince bir sürü eften püften
gerekçeler bularak Allah’ın kitabını reddetsinler. Bakın gerekçeleri de şöyleydi.
Dediler ki:
Ey
Muhammed, yeryüzünde bizim için bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla iman
etmeyeceğiz. Sen bizim için yeryüzünde pınarlar akıtacak, kaynaklar çıkaracak,
nehirler akıtacaksın, sana ancak o zaman iman ederiz. Yahut senin yeryüzünde
hurma ve üzüm bahçelerin olacak, o bahçeler arasında da ırmaklar akıtmalısın. Yahut
da şu bizi tehdit edip durduğun gibi, iddia ettiğin gibi gökten üzerimize parçalar
düşürürsün, yâni göğü üzerimize düşürürsün, üzerimize bir azap indirirsin,
yahut Allah’ı ve meleklerini karşımıza getirirsin, şahit tutarsın ancak o zaman
seni kabul ederiz. Şu ukalalıklarına bakın. Şu isteklerine bakın. Kimden
istiyorlar bunu? Peygamberden. Kendileri gibi bir beşerden istiyorlar bunları.
Allah’tan istenmesi gereken bir şeyi peygamberden istiyorlar akılsızlar.
93. “Veya altın bir evin olmalı, yahut göğe yükselmelisin
ama oradan okuyacağımız bir kitab indirmezsen yine o
yükselmene inanmayacağız. “De ki: “Fe sübhanallah! Ben peygamber olan bir insandan başka bir şey
miyim?”
Yahut senin altından bir evin,
bir köşkün olmalı. Yahut da gökyüzüne yükselmelisin. Göğe çıkmalısın. Gerçi
senin göğe çıkmânâ da inanmayız, oradan bize okuyacağımız bir kitap
getirmediğin müddetçe sana getirdiğin kitaba, getirdiğin hayat programına inanmayacağız.
Sen de ki onlara peygamberim, fe sübhanallah. Ben Rabbimi tesbih
ederim. Rabbimi tenzih ederim. Rabbimi yüceltirim, Onun sizin iddia ettiğiniz
tüm noksan sıfatlardan arındırırım. Doğrusu ben bir insandan ve elçiden başkası
da değilim deyiver onlara peygamberin. Ben sizin gibi bir beşerim, benim böyle
şeylere gücüm yetmez deyiver peygamberim. Peki bu insanların iman etmeyişlerinin
sebebi nedir? Niye iman etmiyorlar bu insanlar?
94. “İnsanlara doğruluk rehberi geldiği zaman, inanmalarına
engel olan, sadece: “Allah peygamber olarak bir insan mı gönderdi?” demiş
olmalarıdır.”
Evet kendilerine hidâyet
geldikten sonra bu insanların iman etmelerine engel olan şey Allah bir beşeri
mi bize Rasul olarak gönderdi? demeleridir. İşte
böyle demeleri, böyle düşünmeleri onların iman etmelerine engel teşkil ediyor.
Bir beşer değil elçi olarak Allah’tan melek bekliyorlar.
Bakın
aralarında doğup büyümüş olan, çocukluğuna, gençliğine ve tüm hayatına şahit
oldukları bir insandan insanüstü şeyler istiyorlar. Pınarlar, bağlar, bahçeler,
ırmaklar istiyorlar. Yâni sen aynen bizim gibi bir insansın. Bizden farklı,
beğenebileceğimiz, karşında eğilebileceğimiz hiçbir şeyin yok. Ne malın mülkün,
ne ekonomik gücün, ne siyasal gücün, ne ordun, askerlerin var. Haydi eğer bu bizi
dâvet edip durduğun peygamberliğin haksa, gücün yetiyorsa bize gökten bir parça
indir. Yıllardır seni ve getirdiğin mesajı inkâr ettiğimiz halde hani niye bize
bir ceza, bir azap gelmiyor?
Veya haydi o sözünü ettiğin
Allah’ı ve meleklerini getir dik karşımıza da görelim bakalım. Bir dokunalım
onlara. Veya onlar gerçekten senin elçi olduğunu söylesinler. Veya altından bir
evin olsun. Halbuki Allah’ın Resûlü hiç bunlardan söz etmemiştir onlara. Yâni
beni kabul edip müslüman olursanız size şunları, şunları
vereceğim dememiştir. Allah elçisine sübhanallah
dedirtiyor bu iddiaları karşısında. Sübhanallah
nereden çıkarıyorsunuz bunları? Ben size böyle bir şey dedim mi ki benden
bunları istiyorsunuz? Ben size İlâh olduğumu mu söyledim ki benden böyle
Rabbimden beklenecek şeyler bekliyorsu-nuz?
Evet tarih
boyunca insanların inanmayışlarının altında yatan sebep hep budur. Sebep bu.
Yâni sebep Allah’ın kendilerine kendi cinslerinden, kendi içlerinden bir Rasul göndermesidir. Niye yadırgıyorlar bunu? Halbuki Rabbimizin
yaptığı iş en güzelidir. Rabbimiz bize bizim kendisiyle konuşabileceğimiz,
kendisine sorular sorabilece-ğimiz,
cevaplar alabileceğimiz, kendisini örnek alabileceğimiz bir beşeri elçi
göndermesi bizim için en büyük bir rahmettir. Çünkü biz de aynen bizim gibi bir
beşer olan o elçiyi örnek alıp, onun gibi bir hayat yaşayıp Rabbimizin rızasını
kazanıp cennete gidebileceğiz. Bundan daha güzel ne olabilir de? Bakın devam
eden âyetinde Rabbimiz o hususu şöyle açıklıyor:
95,96. “De ki: “Yeryüzünde yerleşip dolaşanlar melek olsalardı,
biz de onlara gökten peygamber olarak bir melek gönderirdik. De ki: “Benimle
sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Doğrusu O, kullarını görür, haberdardır.”
De ki, eğer yeryüzünde insanlar
değil de melekler yerleşmiş olsalardı, melekler yeryüzünde gezip dolaşıyor
olsalardı elbette Biz de onlara gökten bir meleği Resul olarak gönderirdik.
Evet insana, insan cinsine bir insanın elçi olarak gönderilmesi en güzelidir.
İnsana insan, meleğe de melek. İnsana melek, meleğe de insan olmaz.
Yâni Allah’ın yaptığı en doğrusu
ve en güzelidir. Eğer şu anda yeryüzünde yerleşmiş olanlar, yeryüzünde dolaşanlar
insan değil de melekler olmuş olsaydı, elbette onlara Rasul
olarak melekleri gönderirdik. Çünkü eğer bize bizim cinsimizden insanlar değil
de melekler elçi olarak gönderilmiş olsaydı o zaman insanların itirazları daha
çok olacaktı. Diyeceklerdi ki o zaman; ya Rabbi bu
nasıl bir iştir? Biz melek miyiz ki bize melek elçi gönderdin? Şimdi biz bu melek
gibi nasıl olacağız? Bunu nasıl örnek alacağız? Bizden farklı bir varlığın
hayatı bize nasıl örnek olacak? Bu Meleğin
cinsel hayatı yok, yemesi yok, içmesi yok, iradesi yok, günah işleme
özelliği, uykusu yok, gafleti yok. Bizim gibi isyan özellikleri yok. Biz
kesinlikle bunun gibi olamayız diyecekti insanlar.
Öyleyse gerçekten böyle bir şey
bizim insan olarak fıtratımıza ters olurdu. Rabbimiz öyle yapmamış da tam bize
uygun, bizim fıtratımıza uygun, bizim gibi özellikleri olan yemesi içmesi olan,
uykusu olan, gafleti olan bir kulu örnek olarak göndermiş.
Ve haydi ey kullarım, sizler de
aynen bu kulum gibi olun dediği zaman artık hiç kimsenin bir itiraz hakkı da kalmamış
oluyordu.
Ama adamlar zaten bunun için
itiraz ediyorlar, reddediyorlardı. Çünkü kulluk dertleri yoktu onların. Tıpkı yahudi ve hıristiyanlar gibi.
Onlar da peygamberlerine insan üstü bir takım özellikler izâfe ederek, onların
kullukta örnekliklerini bitirmeye çalıştılar. O yarı Allah, yarı insan, insanla
Allah karışımı bir varlıktır. Biz ise insanız, onun gibi olamayız ki. Onu örnek
alamayız, onun gibi bir hayat yaşayamayız ki diyerek küfür ve şirk yolunu
tuttular.
İşte bu adamların derdi de budur.
Kendilerine elçi olarak bir melek geldiği zaman diyeceklerdi ki; efendim, bu
bir melek, yemez, içmez, günah işlemez, biz bunu nasıl örnek alalım, bunun gibi
nasıl yaşayalım? Diyecekler ve kendilerini kulluk sorumluluğundan kurtarmaya
çalışacaklar alçaklar.
O zaman
bize gönderilen bir peygamberin insan olmasından daha doğal hiçbir şey yoktur.
Rabbimizin bu ifadelerinden anlıyoruz ki peygamber öyle kimi sapıkların iddia
etmeye çalıştıkları gibi sadece Allah’ın kitabını, Allah’ın vahyini bize
ulaştırıveren ve onun ötesinde başka hiçbir fonksiyonu olmayan bir posta memuru
değildir. İşte Rabbimiz beyan ediyor ki o sadece vahyi bize ulaştırmakla kalmayıp
aynı zamanda vahyin, Allah’ın istediği hayatın bize örnek olarak pratikte
uygulanışını göstermek üzere gelmiş bir elçidir.
Zaten onu reddetmeye çalışanlar
onun örnekliliğini bitirip kendi keyiflerince, kendi mantıklarınca bir din yaşamaya
çalışan insanlardır. Eğer bizim cinsimizden bir beşer değil de bir melek elçi
olarak gönderilmiş olsaydı işte o zaman onun görevi sadece vahyi bize
ulaştırmak olacaktı. Nitekim Cebrâil’in görevi de sadece işte buydu.
97. “Allah'ın doğru yola eriştirdiği kimse hak yoldadır.
Kimleri de saptırırsa, artık onlar için Allah'tan başka dostlar bulamazsın. Biz
onları kıyâmet günü yüzükoyun, körler, dilsizler ve sağırlar olarak haşr ederiz. Varacakları yer cehennemdir. Onun ateşi ne
zaman sönmeye yüz tutsa hemen alevini artırırız.”
Evet kendi hür iradesiyle
hidâyeti tercih edip de Allah’ın da tercihini onayladığı kimse hidâyette, hak
yoldadır. Kim de tercihini dalâletten, sapıklıktan yana kullanmış da Allah da
onun bu tercihini onaylamışsa, böylece onu saptırmışsa artık onun için de
Allah’tan başka dostlar bulamazsın.
İşte Rabbimizin lütfu. Demek ki kim Rabbimizin aramızdan seçtiği bir
beşerin, güvenilir, emin bir elçinin peygamberliğini kabul edenler, böylece
onun getirdiği hidâyeti kabul edenler kendi lehlerine hidâyete ulaşmışlar,
kabul edemeyenler de kendi aleyhlerine dalâleti tercih etmiş oluyorlar.
Rabbimiz her iki tarafın da tercihlerini onaylı-yor. Kim dalâleti tercih eder
de Allah da onu saptırmışsa, onun tercihini onaylamışsa artık onu hidâyete
ulaştıracak kimse bulamazsın. Allah’ın saptırdığına kim hidâyet edebilir?
Allah’ın duyurmadığına kim duyurabilir? Allah’ın göstermediğine kim
gösterebilir? Allah’ın diriltmediğini kim diriltebilir? Allah korusun, onları
kıyâmet günü bu tercihlerinin karşılığı olarak yüzleri üzerinde körler, tatlar,
sağırlar olarak haşr edeceğiz buyuruyor Rabbimiz.
Yüzüstü tepetaklak gelmiş bir şekilde haşr edeceğiz buyuruyor.
Çünkü onlar
dünyada da Allah’a karşı, Allah’ın kitabına, Al-lah’ın
elçisine karşı kör, sağır ve tat olarak davranmışlardı. Allah’ın kendilerine
lütfettiği azalarını kullanmamayı tercih etmişlerdi. İşte bu yüzden onların
akıp dolacakları yer cehennemdir. O cehennemin ateşi ne zaman biraz sönmeye yüz
tutmuşsa Biz onun alevini, ateşini, hararetini biraz daha artıracağız buyuruyor
Rabbimiz. Dünyada Allah’ın uyarılarına, Allah’ın âyetlerine karşı kör ve sağır
davranan kimselerin akıbeti işte budur.
98. “Bu, âyetlerimizi inkâr etmelerinin ve: “Kemik ve ufalanmış
toprak olduğunuzda mı yeniden dirileceğiz?” demelerinin cezasıdır.”
İşte bu onların Bizim
âyetlerimize karşı kâfirce bir tavır takınmalarının karşılığıdır. Ve bir de
onların “ demek şimdi bizler çürümüş kemikler olduktan sonra yenibaştan, yeni
bir dirilişle dirileceğiz öyle mi? Tekrar dirilecek ve hesaba çekileceğiz öyle
mi? Buna asla inanmayız” demelerinden
ötürü, hayatlarında dirilişi, âhireti, hesabı, kitabı
silmelerinden ötürü, keyiflerine göre bir hayat yaşamalarından ötürü Biz onları
yüzün koyu, tepetaklak cehenneme yuvarlayacağız buyuruyor Rabbimiz.
Gidilir mi
böyle bir cehenneme? Dayanılır mı böyle bir ateşe? Allah’a karşı, Allah’ın
kitabına karşı, Allah’ın peygamberine karşı ilgisiz kalalım, kör ve sağır
davranalım, örtelim, örtbas edelim, keyfimize göre bir hayat yaşayalım, Rabbimizin
dinini diskalifiye edelim, günümüzü gün edelim ve sonunda böyle bir cehenneme
gidelim mi? Akıl işi mi bu? Bu dünyada Allah’la, Allah’ın kitabı ve Resûlünün
sünnetiyle birlikte bir hayat yaşayarak, hidâyeti tercih ederek cennete gitmek
varken yapılacak şey mi bu?
99. “Gökleri ve yeri yaratan Allah'ın, onların benzerlerini
de tekrar yaratmaya Kâdir olduğunu görmezler mi? Onlar için şüphe götürmeyen
bir süre tayin etmiştir. Öyleyken, zalimler, inkârcılıkta hâlâ direnirler.”
Görmüyorlar mı bu adamlar? Gökleri
ve yeri yaratan Allah, buna güç yetiren Allah o gökleri, yeri ve kendilerini
tekrar yaratmaya güç yetiremez mi? Eğer yaratmak zorsa sizden çok daha büyük olan
şu semanın ve arzın yaratılması zordur. Eğer zorsa bütün bu varlıkları ilk defa
yaratmak zordur. Ama Allah için zor bir şey yoktur. Rabbiniz semavat ve arzı, semavat ve
arzdakileri yarattı ve onlar için şüphe götürmeyen bir ecel tayin buyurdu.
Gökler için, göktekiler için, yerler ve yerdekiler için mutlak bir ecel takdir
etti.
Hal böyleyken kâfirler, zalimler
haktan yüz çevirip inkârcılıklarında direniyorlar. Kendilerini yaratan,
kendileri üzerinde mutlak egemen olan Allah’a isyan içinde bir hayatı
sürdürüyorlar. Halbuki şu gökleri ve yeri yaratan, biz insanları yaratan
Allah’ın hepimizi bir gün öldürüp yeniden dirilteceğine, yaşadığımız bu hayatın
hesabını soracağına hiç mi hiç şüphe etmeden inanmamız gerekiyordu. Bundan daha
güzel ve daha kolay bir inanç da olmazdı zaten.
Öyle değil mi? Şu anda 30 yaşında
olanlarımız 40 sene önce var mıydı bu dünyada? Nasıl dünyaya geldik bizler? Örneğimiz
var mıydı? Filân yerden kopya mı yaptı Allah bizi? Yoksa bizler kendi kendimizi
mi var ettik? Yoksa bu hayat bizim de ölmemeyi mi becerdik? Kimseye hesap
vermeyecek miyiz? Keyfimize göre burada bir hayat yaşayıp gideceğiz öyle mi?
Niye inkâr ediyorlar bu insanlar âhireti? Niye
gündemlerine almıyorlar hesabı, kitabı? Yoksa zalimce bir hayata engel olacak
diye mi? Hesap kitap gündeme gelince zul-medemeyeceğiz, kan ememeyeceğiz, keyfimize göre bir hayat ya-şayamayacağız diye mi? Herhalde
en büyük sebep bu gibi. Çünkü bir adamın hem âhirete
inanması hem de kâfir olması mümkün değildir. Hem âhiret,
diriliş, hesap, kitap var demesi hem de zulmetmesi mümkün değildir. Böyle
birinin hayatında rahat edebilmesi için önce âhiret
inancını silmesi gerekecektir.
100. “De ki: “Rabbimin rahmet hazinelerine siz sahip olsaydınız,
tükenir korkusuyla yine de cimrilik ederdiniz. Zaten insanlar pek cimridir.”
De ki eğer Rabbimin rahmet
hazinelerine sizler sahip olsaydınız, o zaman tükenir korkusuyla hemen kısar,
cimrilik ederdiniz. Zaten insan pek cimridir. Evet az önce buyurulduğu
gibi yoktan var eden Allah bu hayatın sahibidir. Hayatın sahibi de Odur, ölümün
sahibi de Odur, rızkın sahibi de Odur, sizi doyuran, size lâzım olan her türlü
nimetlerini size cömertçe sunan da Odur. Eğer aptalca bir mantıkla Onun
yaratıcılığını reddederek diyorsanız ki biz kendi kendimize var olduk, peki o
zaman şu hayatınızın devamını sağlayan rızıklarınız
kimden? Eğer bu rızıklar sizin elinizde, sizin
mülkünüzde olsaydı kim-seye onlardan zırnık
koklatmazdınız. Eğer sizler Allah’ın şu hazinelerinin sahibi olmuş olsaydınız
kimseye bir şey vermezdiniz. Eğer şu güneşin sahibi sizler olsaydınız bu kadar
cömertçe sunmazdınız insanlara onu. Karşılığını almadan kimsenin ısınmasına,
aydınlanmasına izin vermezdiniz. Şu havanın, suyun sahibi sizler olsaydınız
sıkboğaz ederdiniz insanları. Vergiler alırdınız insanlardan. Şu bulutların
yağdırdığı yağmurların karşılığında büyük bedeller ödetirdiniz insanlara. Dağlardan,
ormanlardan sömürürdünüz insanları...
Elhamdülillah ki bütün bu
nimetler Allah’ın elindedir. Elhamdülillah ki insanların gerçek melikliği,
gerçek sultanlığı yoktur bu konularda. Madem ki sizi ve sahip olduklarınızın
tümünü yaratan Allah’tır, madem ki mülk Onundur öyleyse Ona kul olmak, Onun istediği
gibi bir hayat yaşamak zorundasınız. Böyle cömert bir Allah’a teşekkür etmek
zorundasınız. Hem öyle cömert bir Allah ki kendisine isyan içinde bir hayat
yaşayanlardan bile bu nimetlerini esirgemiyor. Biz olsak öyle mi yapardık?
Allah etmesin birimizin eline geçmiş olsaydı bu dünya tüm dünyayı aç bırakırdı,
tüm dünyayı sefil bırakırdı. Biter korkusuyla insanlardan kıskanırdı. Gerçekten
insan çok cimridir, ama Allah ahlâkıyla ahlâklanır,
Allah âyetlerinin eğitiminden geçerse o zaman Allah’ın istediği şekilde cömert
oluverir.
101. “Andolsun ki, Mûsâ'ya
dokuz tane apaçık mûcize verdik. Ey Muhammed! İsrâil oğullarına sor, Mûsâ onlara
geldiğinde, Firavun kendisine: “Ey Mûsâ! Ben seni büyülenmiş sanıyorum” demişti.”
Andolsun ki Biz Mûsâ’ya dokuz tane apaçık
âyet, mûcize verdik. Sûrenin ilk âyetlerinde Rabbimiz Mûsâ (a.s)’ı gündeme
getirmişti. Ve işte sûrenin sonlarına doğru kulluk örneğimiz Mûsâ (a.s)’ın tekrar gündeme alındığına şahit oluyoruz. Evet Mûsâ (a.s)’ı
dokuz Beyyinât âyetle Firavuna gönderdik diyor
Rabbimiz. Ey peygamberim, dilersen sor İsrâil oğullarına. Onlar da biliyorlar
bu işi.
Rabbimizin
burada sözünü ettiği dokuz âyet kitabımızın bu bölümünde, ya
da başka yerlerinde açıkça ifade buyurulmadığı için
bunların neler olduğu konusunda müfessirler güçlük çekmişlerdir. Ya bu dokuz âyet sûrenin önceki bölümlerinde Rabbimizin
zikrettiği âyetlerdir. Neydi onlar? İşte Rabbin hüküm verdi ki Allah’tan başka
kimseye kulluk etmeyin, ana babaya ihsanda bulunun, yetimlerin mallarına karşı
tavrınız güzel olsun, cimrilik yapmayın, saçıp savurmayın, adam öldürmeyin,
zinaya yaklaşmayın gibi emirler, âyetlerdi. Yahut da Araf sûresinde beyan
edilen âyetlerdi. Bakın Rabbimiz orada da şöyle diyordu:
“Bunun üzerine su baskınını, çekirgeyi, haşaratı, kurbağaları
ve kanı birbirinden ayrı mûcizeler olarak onlara musallat kıldık; yine de
büyüklük taslayıp suçlu bir millet oldular.”
(A’râf
133)
Bu âyette 5 mûcizeden, âyetten
söz ediliyor. Tufan, çekirge, tahıl haşaratı, kurbağa ve kan. Bir de bunun
dışında kitabımızın başka sûrelerinde anlatılan yedi beyza
âyeti, yâni Mûsâ (a.s)’ın elini koynundan çıkarınca
elinin bembeyaz olması âyeti, asanın bir ejderha olması âyeti, kıtlıkla Firavun
oğullarının denenmesi âyetidir. Evet bunlardan hangisi olursa olsun Mûsâ (a.s)
bu dokuz âyetle onlara gidince Firavun dedi ki, ey Mûsâ ben seni bir sihrin
mahkumu görüyorum. Sen bir sihre kapılmışsın. Sen sihirlenmiş,
büyülenmişsin. Bunun üzerine Allah’ın elçisi Mûsâ (a.s) dedi ki:
102,103. Mûsâ da: “Andolsun ki,
bunları göklerin ve yerin Rabbinin açık belgeler olarak indirdiğini biliyorsun.
Ey Firavun! Doğrusu senin mahvolacağını sanıyorum” demişti. Firavun bunun
üzerine onları memleketten sürmek istedi. Biz de onu ve beraberindekilerin hepsini
suda boğduk.”
Andolsun ki ey Firavun sen de biliyorsun
ki bunlar göklerin ve yerin Rabbi olan Allah tarafından insanlar için
basiretler, göz aydınlığı, yol gösterici olsun diye indirilmiş âyetlerdir.
İnsanların gözleri, gönülleri bu âyetlerle açılsın, insanlar bu âyetlerle yol
bulsunlar, bu âyetler onlara mihmandar olsun ve hayatlarını bu âyetlerle
düzenlesinler diye göklerin ve yerin Rabbi tarafından gönderilmiş âyetlerdir bunlar.
Bir büyü mahsulü, ya da bir beşer mahsulü şeyler değildir.
Ne ben ne de bir başkasının söylemesi mümkün olmayan Allah âyetleridir bunlar.
Ve ben biliyorum ki ey Firavun sen gerçekten helâk olacaksın. Sen beni bir
sihrin mahkumu olarak görüyorsan ben de seni bir helâkin mahkumu olarak
görüyorum. Ben kesin biliyorum ki bu Allah âyetlerini reddeden bir zalim olarak
sen mahvolacaksın.
Evet bu
konular kitabımızın önceki sûrelerinde uzun uzun anlatıldı.
Zalim Firavun Allah elçisine hayat hakkı tanımadı. Allah âyetlerine inanmadı.
Rabbim Allah diyenlere zalimce bir tavır takındı. Müslümanları arzdan çıkarmak
istedi. Müslümanları yeryüzünden silmek istedi. Tıpkı o gün Mekke kâfirlerinin
peygamberi ve beraberindeki bir avuç müslümanı
Mekke’den sürmek istedikleri, ya da şu anda yirminci
asrın zalim Firavunlarının müslümanlara bu ülkede
hayat hakkı tanımayıp yok etmeyi planladıkları gibi. Rabbim geçici olarak
Firavuna imkân tanıdı. Firavun kendisini bir şey zannedip müslümanların
peşine takıldı ve Rabbimiz Onu da avenelerini de suda, denizde boğuverdi.
Bundan sonra kurtardığı İsrâil oğullarına sesleniyor Rabbimiz:
104. “Sonra İsrâil oğullarına: “Bu memlekette siz oturun,
kıyâmet koptuğunda hepinizi bir araya getiririz.” dedik.”
Evet ey İsrâiloğulları,
buyurun artık yeryüzünde siz hakim olun, siz egemen olun. Yeryüzünde siz
yaşayın artık. Mısır ve Firavunlar saltanatı bitmiştir artık. Yeryüzü sizindir.
Şu andan itibaren dünyada güç, kuvvet ve saltanat sahipleri olarak sizler
imtihan olunacaksınız. Ama unutmayın ki bir gün sizin hayatınız da bitecek. Bir
gün bu dünyada herkesin hayatı, herkesin saltanatı bitecek. Dünyadaki hayatın
sonunu bildiren anons çalınca, kıyâmet kopunca unutmayın ki hepinizi toplayıp
bir araya getireceğiz. Hepinizden bu dünyada yapıp ettiklerinizin hesabını
soracağız bir gün buyurarak hepimize uyarısını ulaştırıverdi Rabbimiz.
Evet kıyâmete kadar kim bu
kitapla beraber olursa, kim bu kitabın uyarısıyla karşı karşıya gelirse o gün
İsrâil oğullarına yaptığı uyarıyla karşı karşıya bulacaktır kendisini. Hangimiz
kaçabileceğiz bu sorgulamadan? Hepimiz, hepimiz yaşadığımız bu hayatın hesabını
vermek üzerine zinhar Rabbimizin huzurunda toplanacağız yarın. Firavunlar da
öldüler, İsrâil oğulları da öldü, peygamber (a.s) da, ona geçit vermemeye
kalkışanlar da öldüler, bizler de öleceğiz. Peygamber de vefat etti peygamber
karşıtları da geberdiler. Ölmeyen tek diri Allah’tır. Tek Melik, tek hükümdar
Odur.
105. “Kur’an'ı ancak hak olarak
indirdik ve o da indirdiği gibi hak olarak kaldı. Senin de, ey Muhammed yalnız
müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.”
Biz Onu, O Kur’an’ı
hakla indirdik, O da hak olarak indi. Hak olarak kaldı. Kur’an’ı
hak olarak, haklı olarak, hak yasalara istinat ederek indirdik, O da hak olarak
indi. Biz yarattığımız kullarımızın hayatına karışmak üzere, yarattığımız
kullarımıza hayat programı yapmak üzere onların arasından elçiyi hak olarak
seçtik, ona hak olarak yetki verdik, hak olarak ona vahyimizi, kitabımızı
indirdik. Ve seni de ey peygamberim, sadece bir müjdeci ve uyarıcı olarak
gönderdik. İşte kitabın misyonu ve elçinin misyonu budur.
Evet böyle hak bir kitabın
kendisine gönderildiği Hz. Muham-med (a.s) yeryüzünün geçmiş ve gelecek en hayırlısı olarak
insanları cennetle müjdelemek ve cehennemle, azapla uyarmaktır. Rabbimiz önceki
âyetlerinde müşriklerin taleplerine, ya da
itirazlarına böylece cevabını vermiş oluyor. Ne diyorlardı Allah’ın Resûlüne?
Sen bizim için kaynaklar fışkırtmadıkça, göğü parça parça
bizim üzerimize indirmedikçe, bağların bahçelerin sahibi olmadıkça sana asla
inanmayacağız.
Bakın Rabbimiz buyuruyor ki
peygamberin böyle bir özelliği, böyle bir gücü ve yetkisi yoktur, böyle bir
sorumluluğu yoktur. O ne göklerin ve yerin sahibi, ne bağların bahçelerin
sahibi, ne de gökten sizin üzerinize istediğiniz azabı indirme gücüne sahip
birisidir. O sadece kendisine gönderilen hak bir kitapla sizi müjdeleme ve
uyarma göreviyle görevlidir o kadar. Öyleyse ey peygamberim, sen bu hak kitabı
insanlara duyur. Bu hak kitapla insanları uyar. İnanan kendi lehine inansın,
inanmayan da kendi aleyhine dilediğini tercih etsin.
106. “Kur’an'ı, insanlara ağır ağır okuman için, bölüm, bölüm indirdik ve onu gerektikçe
indirdik.”
Biz bu Kur’an’ı
insanlara dura, dura okuman için bölüm, bölüm ayırdık.
Onu safha, safha bir indirme ile indirdik. Evet insanlara anlaya, anlaya,
kavraya, kavraya, anlata, anlata okuyasın diye Biz O Kur’an’ı
peyderpey, ara, ara indirdik. Hepsini bir çırpıda, bir anda değil âyet âyet, sûre sûre indirdik diyor
Rabbimiz. Yâni Rasûlullah efendimiz O Kur’an’ı insanlara okuyacak, insanları Onunla uyaracak ama
hem kendisi hem de insanlar Onu daha iyi anlasınlar, kavrasınlar diye Onu âyet âyet, sûre sûre okuyacak. Akıllarını
erdire, erdire, kalplerine ve kafalarına sindire, sindire bu işi yapacak. O
halde bizler de şu anda tıpkı Rasûlullah efendimizin
yaptığı gibi âyet âyet, sûre sûre,
anlaya anlaya, hazmede hazmede
okuyacak, anlayacak ve insanları Onunla uyarmaya çalışacağız, bu kitapla hem
kendimizi hem de insanları şereflendirmeye çalışacağız.
107,109. “De ki: “Kur’an'a
ister inanın, ister inanmayın, O'ndan önceki bilginlere o okunduğu zaman,
yüzleri üzerine secdeye varırlar” ve “Rabbimiz münezzehtir. Rabbi-mizin sözü şüphesiz yerine gelecektir” derler. Ağlayarak
yüz üstü yere kapanırlar; bu, onların gönüllerindeki saygıyı artırır.”
Peygamberim, sen de ki onlara
ister inanın, ister inanmayın. Evet elbette böyle bir kitapla, böyle hak bir kitapla
karşı karşıya kalan insanlara denilebilecek en güzel söz işte budur. Hak olan Allah’tan
hak olan bir elçiye, hak olan bir kitap gelmiştir. Artık böyle bir kitaba iman
edip etmemekte serbestsiniz. Allahu Ekber, Allahu ekber.
Yâni göklerin ve yerlerin, göktekilerin ve yerdekilerin sahibi böyle hak olan
bir Allah, böyle hak olan bir kitap göndersin. Kullarına sonsuz merhametinden
dolayı onları muhatap kabul edip onlara kendi bilgisini, kendi rahmetini
indirsin, onlara en büyük rahmet kapılarını açsın, sonra da tüm kullarının
sahibi olarak onlara bu kitabı kabul ya da ret olarak
bir özgürlük tanısın ve “ister iman edin, ister inanmayın” desin. Bu konuda serbestsiniz
buyursun. Ne büyüksün ya Rabbi!
Evet ister
inanın ister inanmayın serbestsiniz, ama unutmayın ki ondan önce kendilerine
ilim verilenlere vahiy okunduğu zaman, Benim âyetlerimle karşı karşıya
kaldıkları zaman hemen yüzleri üzerine secdeye varırlar ve şöyle derlerdi: Ey
Rabbimiz Seni tenzih ederiz, Seni yüceltiriz, Seni tüm noksan sıfatlardan
arındırırız, muhakkak ki Rabbimizin vaadi gerçekleşecektir.
Rabbimiz ey
kullarım, siz bilirsiniz, dileyen iman eder, dileyen de inkâr eder buyurduktan
sonra iman edenlerin çok hayırlı olduklarını, iman etmekle kendileri için çok hayırlı
bir yola girdiklerini vurgu-luyor. Burada kast edilen
müslümanlar önceki peygamberler dönemi müslümanları olabileceği gibi son dönem bu kitaba iman eden
ehl-i kitabın müslüman
olanları da kast edilmiş olabilir.
Öyleyse
bizler de tıpkı onlar gibi Rabbimizin âyetleriyle karşı karşıya kaldığımız
anda, bu âyeti okur okumaz Rabbimizi yücelterek secdeye kapanacağız. Rabbimize
saygının zirvedeki şerefini yaşayacağız.
10. “De ki: “Gerek Allah deyin, gerek Rahmân deyin, hangisini
derseniz deyin, en güzel isimler O'nundur. “Ey Muhammed! Namaz kılarken sesini
yükseltme, gizli de okuma, ikisi ortasında bir yol tut.”
De ki ister Allah diye dua edin,
isterse Rahmân diye dua edin. Hangisiyle çağırıp dua ederseniz edin, bütün güzel
isimler Onundur. Bütün güzel isimler Ona aittir. Allah, Rahmân, Rahim, Ğaffâr, Settâr Rabbimizin
isimleridir. Ama Rabbimizin Allah ve Rahmân isimlerinin Onun iki özel ismi
olduğunu biliyoruz. Allah isminin çoğulu olmadığı gibi bir başka dilde de
karşılığı yoktur. Sadece Rabbimize mahsus bir isimdir. Ve bu ismin Rabbimizden
başka birisine verilmesi de caiz değildir. Rahmân ismi de öyledir. Abdurrahman konabilir, ama Rahmân konursa o şeytandandır
buyurur Allah’ın Resûlü bir hadislerinde. Rahmândır Allah. Öyle Rahmândır ki
Rabbimiz kendisine kafa tutan, kendisine isyan içinde bir hayat yaşayanlara
bile bol bol rızık
verendir. Kendisini inkâr edenlere bile özgürlük verendir. Rahmetinin sınırı olmayandır.
Kur’an’da bazen Rabbimizin bazen Allah, bazen de Rahmân
ismi zikredilince müşrikler kendi mantıklarınca peygambere itirazda bulundular.
Dediler ki bu nasıl bir iştir? Muhammed tek bir İlâhtan söz ediyor, bizi tek
bir İlâha kulluğa çığırıyor, hem de karşımıza iki İlâh çıkarıyor. Bazen Allah
diyor, bazen Rahmân diyor dediler de işte bunun üzerine Rabbimiz böyle buyurdu.
İster Allah
diye dua edin, ister Rahmân diye çağırın bilesiniz ki zaten en güzel isimler
Allah’a aittir. En güzel isimler, Esmâ-i Hüsnâ
Allah’ındır. Rabbinize bu güzel isimleriyle kulluk edin, ibadet edin, dua edin.
Rabbinizin en güzel isimleriyle ilgi ve iletişim kurun. Rabbinizi o en güzel
isimleriyle hafızanızda canlı tutun. O isimlerin muhtevalarını kafanızda
canlandırın. Rabbinizi o en güzel isimleriyle başkalarından ayırın.
Onu başkalarıyla karıştırmayın. Onun o en güzel isimlerini, sıfatlarını
başkalarına vermeyin.
Rabbimizin bu en güzel isimlerini Rabbimizin
kitabından ve elçisinin sünnetinden öğreneceğiz. Rabbimiz kendisini bize nasıl
tanıtmışsa, hangi isimleriyle tanıtmışsa öylece iman edecek, Onu öylece
tanıyacak ve bu isimlerin çağrıştırdığı şekilde kendisine karşı tavır
takınacağız. Hangi kulluk ortamındaysak, hangi problemle karşı karşıya isek
Rabbimizin o ismini çağrıştırarak O’na dua edeceğiz.
Ve bir de ey peygamberim, namaz kılarken
sesini çok yükseltme. Namazında öyle fazla açıktan açığa bağırıp çağırma. Fazlaca
da sesini kısma, sesini gizleme. İkisinin arasında orta bir yol tut. İbni Abbas efendimizin beyanına
göre Mekke’de Rasûlullah ve müslü-manların yüksek sesle namazda Kur’an
okumalarına bozulan müşriklerin küfürler etmeye kalkışmaları sebebiyle Rasûlullah efendimize bu emir verilmiştir. Evet ey
peygamberim namazlarında böyle bir yol izle ve de ki:
111. “De ki: “Hamd, çocuk
edinmemiş olan, hükümranlığında ortağı bulunmayan, düşkün olmayıp yardımcıya da
ihtiyaç göstermeyen Allah'a mahsustur. “ O'nu gereği gibi büyükle.”
Elhamdülillah. De ki hamd Allah’a aittir. Övgüler, yücelikler, üstünlükler
Allah’a aittir. O Allah ki; oğul edinmemiştir. Evlâdı yoktur Onun. Yetkilileri,
yardımcıları yoktur. Mülkünde ortağı da yoktur. Kimseye yetki devrinde
bulunmamıştır. Zilletten, ihtiyaçtan dolayı da bir velîye, bir yardımcıya, bir
dosta ihtiyacı olmamıştır. Onu gereği gibi büyükle, gereği gibi yücelt Onu. O
nasıl yüceltilecekse, nasıl yüceltilmesini istiyorsa öylece yücelt Onu. Allahu Ekber de. Allah en büyüktür
de. Tüm hayatında en büyük olarak Onu kabul et. Ondan başkalarına büyüklük
verme.
Rasûlullah efendimiz ashabına ve tüm müslümanlara
şunu emrederdi. Çocuklarınız yeni konuşmaya, yeni dillenmeye başladıkları zaman
onlara bu âyeti öğretin. Evet bizde Rabbimizi böylece tanıyacağız, böylece
yücelteceğiz ve çocuklarımıza ilk defa bu âyeti öğreteceğiz. Ve âhiru dâ’vana enilhamdü
lillâhi Rabbil âlemîn.