Mekke
69
110
Mushaf'taki sıralamada on sekizinci, iniş sırasına
göre altmış dokuzuncu sûredir. Gâşİye sûresinden sonra, Nahl sûresinden önce
Mekke'de inmiştir. Ancak 28. âyeti ile 83 ve 101. âyetlerinin Medine'de indiği
rivayeti de vardır.
Nüzul sebebi olarak tefsir ve siyer kaynaklarında
şöyle bir olay anlatılmaktadır: Müslümanların sayısının çoğalması üzerine
müşrikler, Resûlullah'ın peygamber olup olmadığını araştırmak için Nadr b.
Haris ile Utbe b. Muayt'ı Medine'deki yahudi âlimlerine gönderip kendilerine
şu talimatı vermişlerdi: "Muhammed'in durumunu onlara sorun, vasıflarını
ve söylediklerini anlatın; onlar kitap ehlidir, peygamberler hakkında bizim
bilmediklerimizi bilirler." Bu iki adam, Medine'ye giderek meseleyi yahudi
âlimlerine anlattılar. Onlar da, "Muhammed'e, geçmiş zamanlarda yaşamış
olan yiğit gençleri (mağara arkadaşlarını); dünyanın doğusunu ve batısını
dolaşmış olan adamı; ruhun ne olduğunu sorun; eğer budan size bildirirse o bir
peygamberdir, ona uyun; aksi takdirde bir falcıdır, ona İstediğinizi yapabilirsiniz"
dediler.
Nadr ile arkadaşı Mekke'ye dönüp bunları Hz.
Peygamber'e sordular. O da "Sorularınıza yarın cevap veririm" dedi.
Fakat "İnşallah" demesi gerekirken bunu ihmal ettiği için o günden
itibaren on beş gün vahiy gelmedi, Bunun üzerine Mekke halkı, "Muhammed
bize, 'Sorularınıza yarın cevap veririm' diye söz vermişti. Ancak aradan on beş
gün geçtiği halde hâlâ sorularımıza cevap vermedi" diyerek dedikoduya
başladılar. Hz. Peygamber'in vahyi bekleyerek iyice bunaldığı bir sırada
Cebrail yukarıdaki soruların cevabım içeren Kehf sûresi ile İsrâ sûresinin 85.
âyetini getirdi.[1]
Tefsir ve siyer kaynaklarından bu rivayeti nakleden
İbn Âşûr, Ashâb-ı Kehf hakkında Hz. Peygamber'e soru sormaya Kureyşliler'i
teşvik edenlerin, ticaret maksadıyla Mekke'ye gelen bazı hıristiyanlar veya
Kureyş'in Suriye ticaret yolu üzerinde bulunan kiliselerdeki hıristiyan din
adanılan olabileceğini söylemektedi[2]
Elmalılı Muhammed Hamdı de yukarıdaki rivayeti geniş
şekliyle naklettikten sonra, hadis tekniği açısından bu rivayetin zayıf
olduğunu, buna dayanılarak sûrenin tefsir edilmesinin doğru olmayacağını ifade
etmektedir. Elmalılı'ya göre sûrenin baş tarafındaki âyetler gösteriyor ki esas
iniş sebebi, "Allah çocuk edindi" denilmiş olmasıdır. Bunun ilmî
dayanağı bulunmayan büyük bir yalan olduğunu açıklamak, bu sözü söyleyenleri
uyarmak ve onları tevhide davet etmek için indirilmiş, Züikarneyn ile ilgili
sorunun cevabı da bunun tamamlayıcısı olmuştur. [3]
Sûre adını, 9-26. âyetlerde kıssası anlatılan ve
"mağara dostları" demek olan Ashâb-ı Kehf ten almıştır.[4]
Yüce Allah'a hamd ile başlayan Kehf sûresinin
başlangıcında Allah'ın kutsiyeti ve kemal sıfatlarıyla Kur'an'ın üstünlüğü,
müminlere verilecek mükâfatın müjdesi ve Allah'a çocuk yakıştıranların
uyarılması konuları yer alır; kâfirlerin inatçı tutumları karşısında üzülen Hz.
Peygamber'in durumuna da işaret edilir (1-8). Bundan sonraki âyetlerin büyük bir
kısmının konularını şu üç ibretli kıssa oluşturur: 1. Ashâb-ı Kehf kıssası
(9-26). Bu kıssada inançları uğruna canlarını ortaya koyarak yurtlarından çıkıp
dağdaki bir mağaraya sığınan gençlerin durumu anlatılır. 2. Hz. Mûsâ ile
Hızır'ın (a.s.) kıssası (60-82). Bu kıssada Hızır'ın (a.s.) Hz. Musa'ya
bildirdiği gayb haberleri anlatılır. 3. Zülkarneyn kıssası (83-98). Bu kıssada
takva ve adalet sahibi bir hükümdar olan Zülkarneyn'İn batıya ve doğuya yaptığı
seferlerle Ye'cûc ve Me'cûc'ün yeryüzüne yayılmasını önlemek için yaptığı set
anlatılmaktadır.
Bunların yanında sûrede üç de temsilî anlatım yer
almıştır. Bunlardan ilki kibirli ve isyankâr bir zengin ile alçak gönüllü ve
itaatkâr bir fakir hakkında (32-44); ikincisi dünya hayatının geçiciliği ve
âhiret hayatının önemi hakkında (45-49); üçüncüsü ise Âdem'e secde etmediği
için Allah'ın rahmetinden kovulmuş olan İb-lîs olayında tasvir edilen kibir ve
gurur hakkındadır (50-53).
Öte yandan bu kıssaların aralarında bazı âyetlerde Hz.
Peygamber'e dünya kaygısına düşmeden risâlet görevini yerine getirmesi ve
Allah'ı zikirden gafil ulimliinlan ıı/nk durması emredilmiş (27-31), önceki
âyetlerde anlatılan misaller-deki amaca dikkat çekilerek bazı uyarılarda
bulunulmuştur (54-59). Sonunda da Allah'ın birliği ve müminlere âhirette
verilecek mükâfat hatırlatılarak sûre tamamlanmaktadır (99-110). [5]
Kehf sûresinin fazileti hakkında birçok hadis rivayet
edilmiştir. Bunlardan bazıları şöyledir:
Berâ b. Âzib'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bir
adam Kehf sûresini okuyordu, yanında da iki uzun iple bağlı bir at vardı.
Derken bir bulut adamın üzerine doğru inmeye başladı. Bulut yaklaştıkça
yaklaşıyordu. At bundan dolayı ürktü ve huysuzlardı. Sabaha çıkınca o zat Hz.
Peygamber'e gelerek olayı anlattı. Resû-lullah. "O, sekînettir (huzur
verendir), Kur'an İçin inmiştir" buyurdular. [6]
Diğer hadislerde de Resûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Kim, Kehf sûresinin başından on âyet ezberlerse deccâlden
korunmuş olur"[7] "Kim,
Kehf sûresinin son on âyetini okursa deccâlin fitnesinden korunur"[8]
"Kİm, Kehf sûresini indirildiği gibi okursa sûre, kıyamet gününde onun
için bir nûr olur. [9]
Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla... 1-4. Hamd,
(İnsanları) kendi tarafından gelecek çetin bir azap ile uyarmak, iyi iş ve davranışlarda
bulunan müminlerin, içinde ebedî kalacakları (cennet) güzel bîr mükâfata
erişeceklerini müjdelemek, "Allah evlât edindi" diyenleri de ikaz
etmek için kuluna kitabı indiren ve onda herhangi bir yanlışlık yapmayan, onu
dosdoğru kılan Allah'a mahsustur. 5. Bu konuda ne onların ne de atalarının bir bilgisi var.
Ağızlarından çıkan bu kelime ağır bir sözdür! Yalandan başka bir şey söylemiyorlar.
6. Bu son kitaba inanmazlarsa (helak olacaklar diye) arkalarından üzülerek
neredeyse kendini helak edeceksin. 7. Biz, kimlerin daha güzel amel
işleyeceğini deneyelim diye yeryüzündeki her şeyi oranın süsü yaptık. 8. Ve biz
oradaki her şeyi mutlaka kupkuru bir toprak yapacağız. [10]
1. "İrade ve İsteğe
bağlı iyilik ve güzellik gibi nitelikleri veya lütfettiği nimetler sebebiyle
bir kimseyi saygı ile övmek" anlamına gelen hamd, bu mânada yalnız Allah'a
mahsustur. [11] Yüce Allah tarafından Hz. Peygamber'e
indirilen Kur'an, nimetlerin en büyüğü olduğu için övgü ve saygıya başkasının
değil, Kur'an'ı gönderen Allah Teâlâ'nın lâyık olduğu bildirilmiştir. Buradaki
"kul"dan maksat Hz. Muhammed, "kitap"ton maksat da Kur'ân-ı
Kerîm'dir. İnsanları zulmetten nura, dalâletten hidayete kavuşturan, iman ve
İslâm'ı öğreten, dünya ve âhİrette mutlu bir hayat sürdürebilmeleri için onlara
Allah'ın emir ve yasaklarım, dinin hükümlerini, sevap ve cezayı bildiren;
eğrisi büğrüsü, yanlışı ve çelişkisi bulunmayan dosdoğru bir kitabın
İndirilmesi, genelde bütün insanlık, özelde Hz. Mubammed için en büyük
nimettir. Böyle bir nimete kavuşmak, o nimeti verene hamd ve şükretmeyi
gerektirir. Yüce Allah, bu âyette Hz. Muhammed'in şahsında, lütfettiği bu
nimete karşılık yalnız kendisine hamdedilmesi gerektiğini bildirmektedir. [12]
2-3. Önceki âyette vasıfları
belirtilen Kur'an'm indirilmesinin sebepleri açıklanmaktadır: Yüce Allah
inanmayanları, çekecekleri çetin bir azabı bildirerek uyarmak; inananlara da
ebedî bir nimeti müjdelemek için Kur'an'ı indirdiğini bildirmektedir. [13]
4-5. Allah'a çocuk
yakıştıranların iddiaları büyük bir iftira olduğu için, ikinci âyette genel
bir uyarıda bulunulmasına rağmen, Allah onları burada özel olarak zikrederek
uyarıyı tekrarlamıştır. Bazı müşrik Araplar meleklerin Allah'ın kızları
olduğunu, bazı yahudiler Üzeyir'in[14] hıristiy ani arın çok büyük bir kısmı da îsâ
Mesih'in Allah'ın oğlu olduğunu iddia ediyorlardı. Bu anlayış özellikle
hıristiyanlar tarafından dinlerinin esası sayılmaktadır. Halbuki bunlar,
gerçek dışı ve cehalet ürünü iddialar olup ne kendilerinin ne de taklit
ettikleri atalarının bu konuda bilgi ve delilleri vardı. [15]
6-8. Yüce Allah, müşriklerin
Kuran'a inanmamaları halinde helak olacakları korkusuyla üzülen Hz. Peygamberi
teselli etmekte ve üzülmesine gerek olmadığını bildirmektedir. Çünkü
Peygamber'in görevi onları zorla imana getirmek değil, Kur'an'ı tebliğ edip
doğru yolu göstermektir. [16]
Allah Teâlâ, kimlerin daha iyi davranışlarda
bulunacağını denemek için bunca güzel nimetleri; malı, mülkü, evlât ve
serveti, dünyanın bir süsü olarak yaratıp dünyayı çekici kılmıştır. Bunun yanında
insanları da irade sahibi, iyi ve kötüyü birbirinden ayırt edip ve
yaptıklarından sorumlu olacak özellikte yaratmıştır. Böyle olmasaydı denemenin
bir anlamı kalmazdı. Fakat Allah bu nimetlerin geçici olduğunu, yeryüzündeki
güzellikleri bir gün çerçöp haline getirip yok edeceğim, dünyayı insansız,
hayvansız, ağaçsız, bitkisİz ve kupkuru bir çöl haline getireceğini
bildirmekte ve dünya nimetlerine bağlanmanın doğru olmadığına dikkat çekerek
insanları uyarmaktadır.
Dünyada sürekli olan hiçbir şey yoktur; kıyamet
gününde dünya da değişecektir; kalıcı olan yalnız Allah'tır. Bir âyette şöyle
buyurulmuştur: "Bir gün gelecek, yer başka bir yere. gökler de başka
göklere dönüştürülecek, insanlar gücüne karşı durulamaz olan bir tek Allah'ın
huzuruna çıkacaklardır"[17]
9. Yoksa sen, bizim âyetlerimizden kehf ve rakım
sahiplerinin durumlarını şaşırtıcı mı buldun? 10. O gençler mağaraya
sığınmışlar ve "Rabbinıiz! Bize rahmet et ve bize bir kurtuluş yolu
hazırla!" demişlerdi. 11. Bunun üzerine biz de onları o mağarada yıllarca
derin bir uykuya daldırdık, 12. Sonra da "iki gruptan hangisinin,
kaldıkları müddeti daha iyi hesap edeceğini görelim" diye onları
uyandırdık. [18]
9-10. Yüce Allah, kıyametin
kopacağını ve âhirette ölülerin diriltileceğim insanların daha kolay
kavrayabilmcleri için 9-26. âyetlerde ibret verici bir olaya, "Ashâb-ı
Kehf' kıssasına yer vermektedir.
Kehf "dağda bulunan büyük ve geniş
mağara"; Ashâb-ı Kehf ise, "mağara arkadaşları" demek olup bir
mağarada yıllarca uyutulduktan sonra tekrar uy and ı-rıldıkiarı haber verilen
kişiler" hakkında kullanılmıştır. "Rakîm"in ne olduğu hakkında
kaynaklarda farklı görüşler yer almaktadır: Sözlükte rakîm "yazılı belge,
kitabe" anlamına geldiği için, "Ashâb-ı Kehf in adlarının veya
maceralarının yazılıp mağaranın kapısına yerleştirilmiş bulunan bir kitabe, taş
veya madenî levhadır" diyenler olduğu gibi, Ashâb-ı Kehf in içinde
bulunduğu vadinin veya dağın ya da memleketlerinin, hatta köpeklerinin adı
olduğunu ileri sürenler de vardır. [19]
Bazı hadis kaynaklarında Ashâb-ı Rakîm'İn, Ashâb-ı
Kehf in dışında üç ki-şİlik bîr topluluk olup yağmurlu bir günde bir mağaraya
sığınan, bir kayanın yuvarlanıp mağaranın ağzını kapatması üzerine yaptıkları
iyilikleri anarak Allah'a yakaran ve duaları kabul edilerek mağaradan kurtulan
kişiler olduğu da nakledilmektedir. [20]
Ashâb-ı Kehf in, Hz. isa'nın dinine mensup gençler
olduğuna dair çeşitli rivayetler bulunmakla birlikte[21] Kur'ân-t Kerîm, bu
konuda açıklama yapmamış, ancak ibret alınması için bazı yönleriyle tasvir
etmiştir. Olay kısaca şöyledir: Putperest bir kavmin içinde Allah'ın varlığına
ve birliğine inanan birkaç genç, bu inançlarını dile getirip putperestliğe
karşı çıkmış, onların kötülüklerinden korunmak için bir mağaraya sığınmışlar;
yanlarındaki köpekleriyle birlikte mağarada derin bir uykuya dalan bu gençler
muhtemelen 309 yıl sonra uyanmışlardır. Burada bir gün veya daha kısa bir süre
uyuduklarını sanan gençler, içlerinden birini yiyecek almak üzere şehre
gönderdiklerinde, onların durumunu öğrenen İnsanlar Allah'ın vaadinin hak
olduğuna ve kıyametin mutlaka geleceğine inan-mışlardır. Kıssanın ana hatları
bu olup ileride âyetlerin tefsirinde daha geniş olarak tekrar ele alınacaktır.
Kur'ân-ı Kerîm olayın nerede ve ne zaman meydana
geldiğine dair bilgi vermediği gibi, bu gençlerin sayıları hakkındaki
iddiaları da "karanlığa taş atma" yani bir bilgiye dayanmadan
gelişigüzel yapılan bir tahmin olarak nitelemekte ve bunu ancak Allah'ın
bilebileceğini haber vermektedir. [22]
Ölümden sonra dirilişin bir misali olmak üzere
uzun süre uyuyup da yeniden uyanma hadisesi İslâm'ın dışındaki diğer bazı
dinlerde de mevcuttur. Hint kutsal kitaplarında bir tek kişinin uzun süre
uykuda kalması olayına rastlandığı gibi, ya-hudilerin kutsal kitabı olan Talmud'da
da bir şahsın yetmiş yıl, bir başkasının altmış yıl uyuduktan sonra tekrar
uyandıkları anlatılmaktadır. Aynı hadise Hıristi yanlık'ta "Efes'in yedi
uyurları" adıyla anılmaktadır. [23]
Medine'deki yahudi âlimlerinden Ashâb-ı Kehf
hakkında bilgi alan Mekke-liler, olayı hayret verici buldular ve Hz. Peygamberi
İmtihan etmek için olay hakkında ona sorular sordular. Kıssa bu sorulara cevap
olarak nazil oldu. Allah tarafından Hz. Peygamber'e yöneltilen 9. âyetteki
soruya bakıldığında onun da olayı şaşırtıcı bulduğu anlaşılmaktadır. Ancak onun
bu durumu inkâr veya tereddütten değil olayın niteliğinden yani ilginç
oluşundan kaynaklanıyordu. [24]
11, "Onları ... derin
bir uykuya daldırdık" diye çevirdiğimiz cümlenin lafzî tercümesi
"kulaklarını kapattık" şeklindedir. Bu durum, uyuyan gençlerin anılan
süre içinde uyanmamaları için işitme duyularının da çalışmaz hale getirildiğini
ifade eder. [25]
12, Yüce Allah'ın
görmesinden veya bilmesinden maksat, İnsanların anlamaları ve bilmeleri için
olayı ortaya koymasıdır. Yoksa Allah bütün zamanlarda kâinatta olmuş ve olacak
şeyleri ezelî ilmiyle bilir. Nitekim "bilinsin diye" anlamına gelen
"1İ yu'leme" kıraati bu mânayı destekler, Bu kıraate göre mâna
şöyledir: "Sonra da kaldıkları süreyi iki gruptan hangisinin daha iyi
hesap edeceği bilinsin diye onları uyandırdık."
Bu iki grubun kimler olduğu hakkında farklı
görüşler vardır:
a) Bunlar, Ashâb-ı Kchf'in
kavminden müminlerle kâfirlerdir,
b) Ashâb-ı Kehf ile
hasımlarıdır.
c) Ashâb-ı Kehf'in
kendileridir. Zira bunlar uyandıklarında uykuda kaldıkları süre hakkında
ihtilâf etmişler, bir kısmı bir gün veya daha az bir zaman kaldıklarını
söylerken, bir kısmı da "Kaldığınız müddeti rabbiniz daha iyi bilir"
demişti. "Böylece biz, onları uyandırdık da birbirlerine sormaya başladılar"
mealindeki 19. âyet de buna işaret eder.
Önceki âyetlerde özet olarak anlatılmış olan
"Ashâb-ı Kehf konusu, aşağıdaki âyetlerde daha ayrıntılı olarak
açıklanmıştır. [26]
13. Biz sana onların başından geçenleri gerçek
olarak anlatıyoruz. Hakikaten onlar rablerine inanmış gençlerdi; biz de
onların hidayetini arttırdık.14. Onların yüreklerini güçlendirdik de (haksızların
karasında) ayağa kalkıp şöyle dediler: "Bizim rabbimiz, göklerin ve yerin
rabbidir; O'ndan başka hiç bir tanrıya asla ibadet etmeyiz. Aksi takdirde
saçma sapan söylemiş oluruz.15, Şu bizim kavmimiz Allah'tan başka tanrılar
edindiler. Onların tanrı olduğuna dair açık bir delil getirseler ya! Allah
hakkında yalan uydurandan daha zalim kim var!" 16. "Madem ki siz onlardan
ve Allah'ın dışında tapmakta oldukları varlıklardan uzaklaştınız, o halde
mağaraya sığının ki, rabbiniz size rahmetini yaysın; işinizde sizin için fayda
ve kolaylık sağlasın." 17. Bakarsın güneş doğduğu zaman, mağaralarının
sağına vuruyor; batarken de onlara dokunmadan sol taraftan geçip gidiyor. Onlar
ise mağaranın ortasındalar. İşte bu, Allah'ın âyetlerindendir. Allah kime
hidayet ederse işte o doğruyu bulmuştur; kimi de hidayetten mahrum ederse
artık onu doğruya yöneltecek bir yakın dost bulamazsın.
18. Onlar uykuda oldukları halde sen onları
uyanık sanırdın. Onları sağa sola çeviriyorduk. Köpekleri de mağaranın girişinde
ön ayaklarını uzatmış yatmaktaydı. Eğer onları görseydin dönüp kaçardın ve
gördüklerin yüzünden içine korku dolardı. [27]
13-16, Din ve vicdan hürriyeti
bulunmayan bir toplumda yaşayan bu gençler, putperest kavimlerine karşı çıkıp
göklerin ve yerin rabbinden başkasına İbadet etmeyeceklerini açıkladılar,
Ancak gelişmeler karşısında kavimleri arasında Allah'a olan imanlarını serbestçe
ifade etme ve inançlarının gereğini yerine getirme imkânı bulamayacaklarını,
hatta onların arasında hayat hakkına dahi sahip olamayacak-larını anlayınca,
köpeklerini de yanlarına alarak mağaraya sığındılar. Baskı ve zulümden kaçan
gençler, Allah'ın yardımını ve bir kurtuluş yolu göstereceğini ümit ederek,
"Rabbimiz! Bize rahmet et ve bize bir kurtuluş yolu hazırla!" diye
dua ettiler. Allah onların dualarını kabul etti ve kendilerini orada uzun
müddet derin bir uykuya daldırdı. [28]
17. Âyetlerin tasvirinden
anlaşıldığına göre mağaranın ağzı kuzey ile kuzeybatı arasında bir noktaya
bakmaktadır. Zira sabah güneşi sağ tarafından doğmakta ve batmcaya kadar güneş
ışınları mağaranın içine düşmemektedir. Ancak akşam güneşi, çok kısa bir süre
mağaranın kapısından içeri vurmakta, fakat onlar mağa
ranın ortasında oldukları için bundan etkilenmemektedirler. [29]
18. Yerleşim alanlarından
uzak bir yerde karanlık bir mağarada birkaç genç insan derin bir uykuya
dalmışlar, fakat uyanık gibi görünmektedirler. Köpekleri demağaranın girişinde
ön ayaklarını uzatmış yatmakta ve sanki onları korumaktadır. Belki de köpeği,
kendilerini vahşi hayvanlara karşı koruması için yanlarına almışlardı. Saç ve
sakallarının uzaması gibi bazı fiziksel değişiklikler, dışarıdan bakanları korkutacak
bir manzara oluşturmuş, uzun uykuları müddetince bedenlerininçürümemesi İçin
Allah tarafından sağa sola döndürülmüşlerdir. [30]
19. Böylece biz, onları uyandırdık da birbirlerine
sormaya başladılar; içlerinden biri, "Ne kadar kaldınız?" dedi. "Bir
gün ya da günün bir parçası kadar kaldık" dediler; ve eklediler
"Kaldığınız müddeti rabbinîz daha iyi bilir. Şimdi siz içinizden birini
şu gümüş paranızla şehre gönderin de baksın, hangisinin yiyeceği daha temiz ise
size ondan erzak getirsin; ayrıca çok dikkatli davransın da sakın varlığınızı
kimseye sezdirmesin." 20. "Çünkü onlar eğer sizi ele geçirirlerse ya
sizi taşlayarak öldürürler ya da kendi dinlerine döndürürler; işte o zaman
ebediyen kurtuluşa eremezsiniz." 21. Böylece (insanları) onlardan
haberdar ettik ki Allah'ın vaadinin hak olduğunu ve kıyametin şüphe götürmez
olduğunu bilsinler. Hani insanlar aralarında Ashâb-ı Kehfin durumunu
tartışıyorlardı. Dediler ki: "Üzerlerine bir bina yapın. Rablerİ onlan
daha iyi bilir." Onların yöneticileri ise "Bizler, kesinlikle onların
yanıbaşına bir mabed yapacağız" dediler. 22. Bilmedikleri konuda gelişigüzel
tahminler yürüterek "Onlar üç kişidir; dördüncüleri de köpekleridir"
diyecekler; "Beş kişidir, altıncıları köpekleridir" diyecekler. "Onlar
yedi kişidir, sekizincisi köpekleridir" diyecekler. De ki: "Onların
sayısını rabbim daha iyi bilir. Onlar hakkında bilgisi olan çok azdır. Artık
onlar hakkında gerçeği açıklama dışında tartışmaya girme ve kimseden de onlarla
ilgili bilgi isteme! [31]
19-20. Yüce Allah'ın,
mağaradaki gençleri hiçbir gıda almadıkları halde bedenlerinde herhangi bir
bozulma olmadan uzun süre uyuttuktan sonra tekrar uyandırması O'nun insanları
öldükten sonra tekrar diriltebileceğine dair bir misal ve delildir. Uyandıktan
sonra gençler uykuda geçirdikleri süre hakkında birbirleriyle tartışmışlar;
geçen süreyi ve dünyada meydana gelen değişiklikleri bilmedikleri için
inkarcıların kendileri hakkındaki tehditlerinin devam ettiğini sanmışlardı. Bu
sebeple yiyecek almak üzere şehre gönderdikleri arkadaşlarını dikkatli olması
hususunda uyarmışlardı. Ancak gencin asırlar öncesine ait kıyafeti, elindeki
para ve konuşmasındaki farklılık onu ele verdi. Rivayetlerde anlatıldığına göre
şehre gönderilen genç, elindeki parayı harcamak isteyince şehir halkı paranın
üzerinde Kral Dakyanos'un resmini görmüş ve adamın bir hazine bulduğunu sanarak
kendisini devrin hükümdarına götürmüşlerdi. Ancak aradan uzun zaman geçmiş ve
Hıristiyanlık yayılmıştı; mevcut hükümdar da tevhid inancına sahip bir
hıristiyandı. Genç adam başlarından geçeni krala anlattı; birlikte mağaraya
gittiler ve gencin anlattıklarının doğru olduğunu gördüler. [32]
21. Yeniden dirilmenin
mümkün olduğunu ispatlayan bu olağanüstü gelişmelerin ardından Yüce Allah, bu
gençleri ya aynı zamanda vefat ettirdi veya her biribir süre yaşadıktan sonra
ecelleri geldikçe öldüler ve aynı mağaraya defnedildiler. İnsanlar mağarayı
buldukları veya bu gençlerle ilgili hikâye dillerde dolaştığı için Ashâb-ı Kehf
in mağarada kaldıkları süreyi ve oradaki durumlarım aralarında tartışıyorlardı.
Bazı kimseler, bu gençlerin naaşlarınm mağarada oldukları gibi kalmaları ve
ziyaretçiler tarafından rahatsız edilebilecek davranışlardan korunmaları için
mağaranın üzerine bir bina yapılmasını teklif ettiler. Şehrin yöneticileri ise
mağaranın üstüne bir mâbcd yaptıracaklarım bildirdiler.
İyi kimselere saygı göstermek maksadıyla onların
kabirleri üzerine mâbed yapmak Örf haline gelmişti. Bu gelenek neticede
insanları putperestliğe götürdüğü için Hz. Peygamber yasak kıy ip bunu yapan
yahudi ve hınstiyanları da kınamıştır. [33]Ayrıca şu uyanda da bulunmuştur: "İyi
biliniz ki sizden önceki ümmetler, peygamberlerinin ve iyi kimselerinin kabirlerini
mescid edinmişlerdi. Sakın siz kabirleri mescid edinmeyiniz; size bunu
yasaklıyorum!" [34]
22. Kehf sûresi indikten sonra olay halkın
gündemi haline geldi. Gerek Ehl-İ kitap gerekse müslümanlar arasında onların
sayıları ve kaldıkları süre hakkında farklı görüşler ileri sürüldü. Kur'ân-ı
Kerîm, bir hikmete binaen bunların nerede ve ne zaman yaşadıkları, sayıları,
isimleri ve -tercih edilen görüşe göre- kaldıkları süre hakkında bilgi
vermedi. Sadece böyle bir olayın cereyan ettiğini bildirdi ve bu gençlerin
sığındıkları mağaranın konumu hakkında bazı açıklamalarda bulundu. Ayrıca bu
gençlerin sayıları hakkında farklı şeyler söyleyenler olduğunu ifade etti. Ancak
bu söylenenleri "recmen bi'1-gayb" (gelişi güzet tahminlerde bulunmak)
diye vasıflandırdı.
Bir görüşe göre "recmen biM-gayb" ifadesi
ilk iki rakamla ilgilidir; "Onlar yedi kişidir; sekizincisi
köpekleridir" diye ifade edilen üçüncü rakama gelince onunla ilgili olarak
"Onlar hakkında bilgisi olan çok azdır" buyurulmuştur. Bu ifade
gençlerin sayısının yedi olduğuna, sekizincisinin de köpekleri olduğuna dair
ipucu verir. İbn Abbas, kendisinin bunu bilenlerden olduğunu ve bu gençlerin yedi
kişi olduğunu söylemiştir. [35]
Bununla beraber "De ki: Onların sayılarını rabbim daha İyi bilir"
cümlesi, bu tür konulan Allah'ın bilgisine havale etmenin ve vahyin
bildirdiğinden fazla bir şey söylememenin daha uygun olduğunu, böyle konular
hakkında ileri geri söz söylemenin bir fayda sağlamayacağını İfade etmektedir.
Hadis kaynaklarında zikredilmemiş olan bu kıssa, tarih
ve tefsir kitaplarında geniş ve farklı rivayetler şeklinde nakledilmiştir,
Ashâb-ı Kehf'in Hıristiyanlığa veya Yahudiliğe mensup olduklarına dair de
Kur'an'da veya hadis kaynaklarında herhangi bir bilgi yoktur. Kıssanın nüzul
sebebi dikkate alındığında bunların Hz. îsâ'dan önce yaşamış olmaları
muhtemeldir. Çünkü bunlarla ilgili soruyu Hz. Peygamber !e
sormalarını müşriklere tavsiye edenler yahudi âlimleriydi. Öte yandan
"rakîm" kelimesinin etimolojisinden hareketle de bunların Hz. îsâ'dan
önce yaşadıkları kanaatine varanlar olmuştur.
[36]
Kıssanın nerede geçtiğine dair Kur'an'da herhangi bir işaret olmamakla birlikte,
dünyanın çeşitli yerlerinde meselâ İspanya. Cezair, Mısır, Ürdün, Suriye, Afganistan
ve Türkistan'da Ashâb-ı Kchf'e ait olduğu iddia edilen mağaralar vardır. Anadolu'da
da Tarsus, Efes ve Efsus (Afşin) olmak üzere üç yer gösterilmiştir, Genelde
hıristiyan kaynakları olayın Efes'te cereyan ettiğini kaydederler. Kur'ân-ı
Kerîm ise hikâyenin mesajı bakımından pek Önemi olmayan bu bilgilerden ziyade,
olayın üzerinde düşünülüp ibret alınması gereken yönlerini ön plana çıkarmıştır.
Bu da öldükten sonra dirilmenin mümkün olduğunu göstermek ve iman-küfür
mücadelesinde Allah'a ve âhiiet gününe inananlann mutlaka zafere kavuşacaklarını
vurgulamaktır. [37]
23-24. "Allah izin verirse" demeden hiçbir
şey için "Şu işi yarın yapacağım" deme. Unuttuğun takdirde rabbini
an ve "Umarım rabbim beni, bundan daha doğru olana iletir" de, 25.
"Onlar mağaralarında üç yüzyıl kuldılttr. Buna dokuz yıl da ilâve ettiler.
26. De ki: "Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin
gizli bilgisi O'na aittir. O nasıl da duyar, nasıl da görür! Onların Allah'tan
başka bir yöneticisi yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez. 27.
Rabbinin kitabından sana vahyedileni oku! Onun kelimelerini değiştirecek kimse yoktur.
Ondan başka bir sığınak da bulamazsın. 28. Rızâsını dileyerek sabah akşam
rablerine dua edenlerle olmak için elinden gelen çabayı göster. Dünya hayatının
süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme! Bizi anmaktan kalbini gafil
kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi ücü aşırılık olan kimseye boyun eğme! [38]
23-24. Ashâb-ı Kehf kıssası Hz. Peygamber'e
sorulduğunda "Allah izin verirse1' demeden, "Yarın size
cevap vereceğim" dedi. Bu sebeple bir süre vahiy kesildi. Bu bir
uyarıydı. Nitekim on beş gün sonra vahiy geldiğinde Yüce Allah Hz. Peygamber'i
şöyle uyarıyordu: "Allah izni verirse demeden hiçbir şey için 'Şu işi yarm
yapacağım' deme!" Hiç kimse yarın ne yapacağını bilemez[39]
Zira bir şeyin meydana gelmesi İçin
sadece insanın iradesi yeterli değildir, Allah'ın da onun olmasını dilemesi
gerekir. Bu irşad ve uyarılar sebebiyle gelecekte bir işi yapmaya niyet
ederken İşi Allah'ın iradesine bağlamak yani "Allah izin verirse"
demek güzel görülmüştür. Türkçe'de yaygın olarak kullanılan ve âyet metnindeki
lafza uygun bir dilek ifadesi olan "inşâallah" deyiminin anlamı da budur. [40]
25-26. Müfessirler bu âyetleri birbirinin
tamamlayıcısı olarak ele almış ve bunların tefsiri hakkında iki farklı görüş
belirtmişlerdir:
a) 25. âyet, daha önce Ashâb-ı Kehf in
sayılan hakkında farklı şeyler söyleyenlerin sözüdür. İnsanlar onların
sayıları hakkında ihtilâf ettikleri gibi, kaldıkları süre hakkında da farklı
rakamlar söylemişlerdir. Kimileri, "Onlar mağaralarında üç yüzyıl
kalmışlardır" derken, bazıları da dokuz yıl daha ekleyerek "Üç yüz dokuz
yıl kaldılar" demişlerdir. İbn Mes'ûd'un, âyetin başına "ve kalû (ve
dediler ki)" cümlesini ilâve ederek okuması da bu görüşü destekler. Buna
göre Allah, Ashâb-ı Kehf'İn sayısını da mağarada kaldıkları süreyi de
bildirmemiştir. Nitekim
26. âyette bu bilginin sadece Allah katında olduğu belirtilmiştir. Ashâb-ı Kehf
in kendileri de birbirilerine, "Rabbıniz kaldığınız müddeti daha iyi
bilir" demişlerdi. [41]
b) 25. âyet Allah'ın sözüdür. Bu takdirde Ashâb-ı
Kehf mağarada üç yüz dokuz yıl kalmışlardır. Bir tefsire göre Ehl-i kitap da
Ashâb-ı Kehf in mağarada üç yüzyıl uyuduklarını söylemiştir. Buna göre âyetteki
üç yüzyıldan sonra "dokuz da ilâve ettiler" ifadesi, Araplar'ın
kullandığı üç yüz dokuz sayısının kamerî yıla (ay yılına), Ehl-i kitab'm
söylediği üç yüz sayısının ise güneş yılına denk olduğuna işaret edebilir. Bu
takdirde 26. âyet onların mağarada kaldıkları süreyi belirterek insanların bu
konudaki ihtilâflarını ortadan kaldırmış ve Allah'ın konuyu herkesten daha iyi
bildiğini vurgulamış olur. Zira göklerde ve yerde gizli olan şeyleri bilen
Allah, onların mağarada ne kadar uyuduklarını da bilir. Onun görmesi de işitmesi
de sonsuzdur. Göklerdekilerin de yerdekilerin de ondan başka sahibi yoktur. O
hükümranlığına hiç kimseyi ortak etmez. [42]
27, Hz. Peygamber müşriklerin sorularına cevap
verdikçe onlar yeni sorular sorup yeni isteklerde bulunuyorlardı. Nitekim Ashâb-ı
Kehf ve Zülkarneyn hakkındaki sorularına cevap verilmişti. Bu defa da Hz. Peygamber'den,
eğer çağrısını kabul etmelerini istiyorsa Kur'an'da, kendilerinin ve
atalarının âdetlerini ve inançlarını destekler nitelikte bazı değişiklikler yapmasını
İstediler. Söz konusu âyet, onların bu tür isteklerini reddetmek üzere inmiş ve
Peygamber'e, kendisine vahyedileni okuması ve ona uyması emredilmiştir. Böylece
ona şu husus bildirilmiş oluyordu: Peygamber ancak kendisine vahyedileni
okumak ve onunla amel etmekle mükelleftir. O, Allah'ın kelimelerini
değiştirmeye yetkili değildir. Vahye uymaz ve onunla amel etmezse Allah'ın
azabından kurtulup sığınacak bir yer bulamaz.
[43]
28, Kureyş'in ileri gelen
ailelerine mensup müşrikler, Hz. Peygamber'in fakir müminlerle birlikte
bulunmasından rahatsızlık duyduklarını, bu insanları yanından uzaklaştırması
halinde kendisiyle görüşebileceklerini söylüyorlardı. Bu âyet, Hz, Peygamber'in
şahsında bütün İnsanlığa şöyle bir uyarıda bulunmuştur: Ey Peygamber! Üstünlük
ve şeref, dünya malında ve ziynetinde değil, gönül ziynetinde, yani iman ve
güzel ahlâktadır. Servet ve mevki sahipleri öne alınıp yoksullar arkaya
itilemez. Servetteriyle kibirlenen zenginlerin hatırı için fakir müslümanlar
ihmal edilemez. Sen ayırım gözetmeden Allah'ın âyetlerini herkese oku. İlâhî
mesajdan kimin daha çok yararlanacağını sen bilemezsin, onu ancak Allah bilir.
Öyle ise sakın o fakirleri yanından uzaklaştırma, bilâkis onlarla birlikte olmaya
candan gayret göster!
Başka bir âyette de Hz. Peygamber şöyle
uyarılmıştır: "Rablerinİn rızâsını isteyerek sabah akşam O'na
yalvaranları kovma! Onların hesaplarından sana sorumluluk yoktur; senin
hesabından da onlara sorumluluk yoktur ki onları kovup da zalimlerden
olasın!" [44]
Mealinde "Rızâsını dileyerek sabah akşam
rablerine dua edenlerle olmak icm elinden gelen çabayı göster" şeklindeki
cümle şöyle de ifade edilebilir: "Rızâsını dileyerek sabah akşam
rablerine dua edenlerle olmaya nefsini zorlayarak devam et!" [45]
29. Ve de ki: Gerçek, rahbinizden gelendir. Artık
dileyen iman etsin dileyen inkâr etsin. Biz, zalimler için surları kendilerini
çepeçevre kuşatan bir cehennem hazırladık. (Susuzluktan) imdat dileyecek
olsalar buna, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su ile cevap verilir. Ne
fena bir içecek ve ne kötü bir barınak! 30. İman edip de iyi şeyler yapanlar
bilmelidirler ki, biz güzel iş yapanların ecrini asla zayi etmeyiz. 31. İşte
onlara, içinden ırmaklar akan adn cennetleri vardır. Onlar orada ince ve kalın
ipekli yeşil elbiseler giyecekler; altın bileziklerle bezenecekler; orada
tahtların üzerine kurulacaklardır. Ne güzel bir karşılık, ne güzel bir konak! [46]
29. Yüce Allah önceki âyette
Hz. Peygamber'e, sıman k zenginlerin keyfi için fakir müminleri ihmal
etmemesini ve bunlardan yüz çevirmemesini emretmişti . Burada da Resûlullah'ın
onlara şu gerçekleri hatırlatması İstenmektedir: Bu din, Allah katından gelmiş
bir dindir. Bunun karşısında zengin-fakir, güzel-çirkin, ün-lü-ünsüz,
güçlü-güçsüz ayırımı yapmaksızın herkes eşittir. Kur'an, insanlar arasında
hiçbir ayırım gözetmeksizin herkese aynı şekilde ve eşit olarak hitap eder. Dileyen
ona inanır dileyen de inkâr eder İnananın faydası, inanmayanın da zararı
kendisine aittir. İnsanlara inanmaları için herhangi bir baskı yapılamayacağı
gibi, putperest zenginlerin keyfi için Allah'a samimiyetle inanan fakirler de
ihmal edilemezler ve Peygamber'in huzurundan uzaklaştınlamazlar.
Allah, inanmayan zalimler için âhirette onları
çepeçevre kuşatacak bir ateş hazırlamıştır. Bu ateşin şiddetinden bunalıp da su
diye feryat edenlere yüzleri haklayan, erimiş maden ağırlığında bir su verilecektir.
Allah insanı akıl ve irade gibi hakkı bâtıldan
ayırma yetenekleriyle donatmıştır. İnsan bu yeteneklerini kullanarak gerçeğin
ve iyinin arayışı içinde olmaz, aksine bâtılda ısrar ederse kalbi iyice
kararır. Allah'ın onu zorla doğru yola sevket-mesi mümkünse de bu durum O'nun
vermiş olduğu yetki, sorumluluk ve ceza-nıü-kâfat düzeniyle uyuşmaz. Bu yüzden,
"Gerçek, rabbinizden gelendir. Artık dileyen iman etsin dileyen inkâr
etsin" buyıırulmuştur. [47]
30-31. Allah Teâlâ bir önceki
âyette iman etmeyenlere verilecek cezayı belirttikten sonra 30. âyette de
"Biz, güzel iş yapanların ecrini asla zayi etmeyiz" buyurarak
kendisinin adaletine işaret etmekte, inanıp iyi işler yapanların emeklerinin
boşa gitmeyeceğini, karşılıklarının eksiksiz olarak kendilerine verileceğini
ifade buyurmaktadır. 31. âyette ise iman edip iyi işler yapanlara verilecek
karşılığın neler olduğu bildirilmektedir. Âhirct hayatı ve burada müminlere
verilecek nimetler öz ve yapı itibariyle dünyada bilmen nesnelerden farklı
olduğu için insanlar tarafından bilinmemektedir. Burada ve benzeri diğer
âyetlerdeki tasvirler ise[48] müminler için ebedî
hayatın konforu, canlılığı ve rahatlığının temsilî birer anlatımıdır. [49]
32. Onlara, misal olarak şu iki adamı anlat:
Bunlardan birine iki üzüm bağı vermiş, her ikisinin de etrafını hurmalarla
donatmış, ikisi arasında da ekin bitirmiştik. 33. Bağlardan ikisi de
yemişlerini verip hiçbir ürünü eksik bırakmamışlardı. İkisinin arasından bir de
ırmak akıtmıştık. 34. Bu adamın başka serveti de vardı. Bu yüzden arkadaşıyla
konuşurken ona şöyle dedi: "Ben, servetçe senden daha zenginim; insan
sayısı bakımından da senden daha güçlüyüm." 35. Böyle bir inkâr içinde
kendine kötülük ederek bağına girdi ve şöyle dedi: "Bunun hiçbir zaman
yok olacağını sanmam. 36. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet rabbimin
huzuruna götürülürsem, hiç şüphem yok ki, orada bundan daha hayırlı bir akıbet
bulurum." 37. Kendisiyle konuşmakta olan arkadaşı ona hitaben, "Sen,
dedi, seni topraktan, sonra nut-feden (sperm) yaratan, daha sonra seni bir adam
biçimine sokan Allah'ı inkâr mı etmektesin? 38. Halbuki O Allah benim rabbimdir
ve ben rabbime hiçbir şeyi ortak koşmam. 39-40. Keşke bağına girdiğinde,
'Maşallah! Kuvvet yalnız Allah'ındır' deseydin! Eğer malca ve evlâtça beni
kendinden güçsüz görüyorsan, ben de rabbimin bana, senin bağından daha iyisini
vereceğini umuyorum; Allah senin bağına gökten âfetler gönderir de bağ boş ve
kaygan bir zemin haline gelir. 41. Ya da bağının suyu dibe çekilir de bir daha
onu aramaya bile gücün yetmez." 42. Derken onun serveti yok edildi de
çardakları yere çökmüş bağı uğruna yaptığı masraflardan ötürü çırpınmaya
başladı. "Ah, diyordu, keşke ben rabbîme hiçbir şeyi ortak koşmamış
olsaydım!" 43. Ona Allah'tan başka yardım edecek herhangi bir topluluk
yoktu; kendisi de (bu felâkete) engel olamadı. 44. İşte burada yardım ve
dostluk, Hak olan Allah'a mahsustur. Mükâfatı en iyi olan O, en güzel akıbeti
veren yine O'dur. [50]
32-44. Yüce Allah önceki
âyetlerde inanmayanların cehennemdeki durumlarıyla inananların cennetteki
durumlarını anlattıktan sonra, burada da bu iki grubun hallerine uysun olarak
biri imanın, diğeri küfrün temsilcisi durumundaki iki ada- mın inanç ve
davranış özelliklerini örnek venniştir. Âyetlerden anlaşıldığına göre küfrün
temsilcisi olan şahıs büyük bir servete sahiptir; imanın temsilcisi ise fakir
ve zayıftır. Servet sahibi olan şahıs Allah'a iman edip verdiği nimete
şükredeceği yerde, servetini fakir arkadaşına karşı böbürlenme ve nankörlük
vesilesi yapmıştır. Malının yok olmayacağına ve kıyametin koptnayacağma
inanmaktadır; kopsa bile âhirette Allah katında dünyadakinden daha iyi bir
servete sahip olacağını İddia etmekte, kibri yüzünden kendi gözünde değerli
gördüğü nefsinin Allah katında da değerli olması gerektiğini düşünmektedir.
Âhirete inanan arkadaşı ise iman ve sâlih amel
konusunda ona öğüt vermiş, kendisini topraktan yaratıp çeşitli safhalardan
geçirdikten sonra mükemmel bir insan haline getiren Allah'a ortak koşarak
nankörlük etmesinin uygun olmadığını, âhireti inkâr etmenin bir bakıma Allah'ı
inkâr etmek olduğunu bildirmiştir. Zira âhiretİn imkânsızlığını savunmak,
Allah'ın gücünün sonsuzluğundan şüphe etmenin bir sonucudur. Halbuki her şeyi
yoktan var eden Allah için insanları öldükten sonra diriltmek hiç de zor
değildir [51]
Sözün akışından anlaşıldığına göre inanmayan
zengin adam bu nasihatlere aldırış etmedi, kibir ve gururla âhireti inkâra ve
arkadaşını küçümsemeye devam etti. Bu yüzden semavî bir âfet bağlarının ürününü
mahvetti. O güzelim bağların birden bire harap olduğunu gören zengin, onlar
için yaptığı harcamalara acıyarak çırpınmaya ve "Keşke rabbime hiç kimseyi
ortak koşmacaydım!" demeye başladı. Ne övündüğü evlâtlarından ne de
çevresinden fayda ve yardım geldi. Böylece gerçek koruyucunun yalnız Allah
olduğunu anladı ama, iş işten geçmişti, bağları harap oldu, kendisi de fakir
düştü.
Bu iki kişinin kimlikleri konusunda tefsirlerde
farklı görüşler vardır: a) Bunlar Mekke'de Mahzûnı kabilesinden iki kardeştir.
Biri kâfir olan Esved b. Abdü'l-Eşed, diğeri ise müslüman olan kardeşi Ebû
Seleme'dir. Bahçeler ise muhtemelen Tâif te bulunmaktadır, b) Bunlar
İsrâiloğullan'ndan iki kardeştir. Babalarından kalan mirası bölüştüklerinde,
mümin olan malını hayır yolunda harcamış, diğeri ise örnekte anlatılan bağları
satın almıştır. Sonuç ise anlatıldığı gibi hüsrandır. [52] c) Bu olay inananla
inanmayan insanın iç dünyalarını anlatan bir temsildir. Burada inanmanın insan
ruhuna verdiği güven ve huzur ile inançsızlığın sebep olduğu güvensizlik ve
huzursuzluk anlatılarak Mekkeli zengin müşriklerle yoksul müslümanların ruh
halleri tasvir edilmiştir. Yoksul insanlarla beraber oturmaya tenezzül etmeyen
zenginlerin tutumlarını kınayan ve Hz. Peygambere onların sözlerine uymamasını
emreden âyetlerden sonra bu misalin getirilmesi, müşriklerin sonunun o bahçe
sahibi zenginin sonuna benzeyeceğine işaret etmektedir. [53]
45, Onlara dünya hayatının örneğini de ver: O
gökten indirdiğimiz bir su gibidir, yerin bitkisiyle birbirine karışmış, sonra
bitki rüzgârın savurduğu çcrçöp haline gelmiştir. Allah, her şeyi yapabilecek
güçtedir. 46. Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür; kalıcı olan iyi işler
ise rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı hem de ümit bağlamaya daha
lâyıktır. 47. (Düşün) o günü ki dağları yürütürüz, yeryüzünü dümdüz görürsün.
Onları da (dirilttiklerimizi) mahşerde toplamış olacağız. Onlardan hiçbirini
bırakmayacağız. 48. Ve hepsi sıra sıra Rabbinin huzuruna çıkarılmışlardır:
"Andolsun ki sizi ilk defasında yarattığımız gibi (şimdi de) bize
geldiniz. Oysa siz, size vaad edilenlerin tahakkuk edeceği bir zaman tayin
etmediğimizi sanmıştınız." 49. Artık kitap ortaya konmuştur; suçluların,
onda yazılı olanlardan korkmuş olduklarını görürsün. "Vay halimize!
derler, bu nasıl kitapmış! Küçük-büyük hiçbir şey bırakmaksızın hepsini sayıp
dökmüş!" Böylece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır. Senin Rabbin hiç
kimseye zulmetmez. [54]
45-46. Mekkelİ bazı zenginler,
mal ve evlâtlarının çokluğu sebebiyle şımardıkları İçin tevhid dinine girmeye
tenezzül etmiyor. [55] hayatın sadece dünyadan ibaret olduğunu iddia
ediyorlardı. [56] Yüce Allah, onların
şımarmasına sebep olan dünya hayatının durumunu; sularıyla, ağaçlarıyla,
çiçekleriyle ve yeşillikleriyle son derecede güzel olan ve fakat bir süre sonra
kuruyup harap olan bitki örtüsünün bünyesine girip ona hayat veren suya
benzetiyor; fakir müslümanları küçümseyen, onlara karşı malkıı ı vr
evlâtlarının çokluğu ile Övünen Mekkeli zenginler başta olmak üzere güvenen ve
âhireti inkâr edenlerin bundan ibret almalarını istiyor.
Cenâb-ı Allah, insanları aldatan dünya hayatının
(Tın i, mal ve evlâtların da bu dünyanın bir süsü olduğunu, kısa bir süre sonra
ellerinden çıkacağını, asıl kalıcı ve hayırlı olanın sâlih amel olduğunu
bildiriyor.
Salih amel, başta iman olmak üzere İslâm'ın
yapılmasını emrettiği ve hoş gördüğü güzel İşlerle ahlâkî değerlere uygun
davranışlardır. Allah'ı zikretmek, namaz, oruç, hac, zekât ve benzeri bütün
ibadetler; cihad etmek, iyiliğe yöneltmek, kötülükten sakındırmak, ana-babaya,
akrabaya ve komşulara iyi davranmak, adalet, ihsan vb. Kur'an'ın öngördüğü
bütün İyi işler dünyada insanlara fayda verecek ve âhirette de kurtuluşa vesile
olacak sâlih amellerdir. İnsana yakışan, dünya hayatında yapacağı iyi işlerle
ebedî saadetini kazanmaktır. Bununla beraber İslâm, helâl mal kazanmayı ve
dünya nimetlerinden istifade etmeyi de yasaklamamıştır: " De ki: Allah'ın
kulları İçin yarattığı süsü ve temiz nzıklan kim haram kıldı? De ki: Onlar
dünya hayatında müminlere yaraşır; kıyamet gününde ise yalnız onlara mahsus
olacaktır"[57] Ancak İslâm bu nimetlerin fakirlere karşı
kibir ve gurur vesilesi edilmesini, maddî ve psikolojik baskı aracı yapılmasını
hoş görmez. [58]
47-48. Dağların yürütülmesinden
maksat, kıyamet gününde şiddetli bir deprem ve infilâkın meydana getirilmesi,
dağların atılmış yün gibi savrulması olabilir. Kur'an'ın değişik yerlerdeki
anlatımına göre o gün yer kütlesi sarsılacak ve dağlar darmadağın edilecek[59] savrulan kum yığınları haline gelecek [60] atılmış renkli yün gibi olacak[61] toz duman haline gelecek[62] bulutlar gibi hareket edecek,
nihayet bir serap olacaktır. [63] Nitekim başka bir âyette şöyle
buyurmaktadır: "Sana dağlan soruyorlar. De ki: Rabbim onları un ufak edip
savuracak; yerlerini dümdüz, bomboş bırakacak. Orada artık ne bir kıvrım ne de
bir tümsek görürsün"[64] Bu konuda Elmalılı
Muhammed Hamdi şöyle der: "Dağların atılmış renkli yünler gibi olmaları
hali, bizim idrakimize göre bütün yer küresinin volkan gibi infilâk edip
patlaması halini düşündürdüğü gibi, son zaman savaşlarının o hali almaya doğru
giden yakıcı manzaralarım da göz önüne getirmektedir"[65] Allah dağları yerinden
giderir, yok eder, her taraf dümdüz ve çıplak hale gelir. Böylece yeryüzünde ne bir bitki
ne bir ağaç ne bir canlı ne de bir bina kalır.
Bundan sonra Allah Teâlâ, bütün insanları
huzurunda saf halinde toplayacak ve inkarcılara şöyle hitap edecek: "Siz
ilk yarattığımız gibi bize geldiniz!" Yani si/, öldükten sonra dirilmeyi
inkâr ediyordunuz, işte gördünüz. Sizi hiç yokken nıı- sil yarattıysak öldükten
sonra da öylece dirilttik. Şimdi huzurumuza aynen yarattığımız zamanki gibi
çıplak, malsız, mülksüz, çocuksuz ve yardımcısız olarak geldiniz. Nitekim
başka bazt âyetlerde şöyle buyurulmuştur: "Andolsun ki, sizi ilk defa
yarattığımız gibi teker teker bize geleceksiniz ve (dünyada) size verdiğimiz
şeyleri arkanızda bırakacaksınız"[66] "Onun sözünü ettiği
şeyler sonunda bize kalacak, kendisi de tek başına bize gelecek"[67] Hz. Peygamber de kıyamet gününde Allah'ın
insanları, ilk yaratıldıkları doğal halleri ve görünüşleriyle, yanlarında
dünyalık hiçbir şeyleri olmaksızın toplayacağını haber vermiştir. [68]
49. Bu ve benzeri âyetler[69] insanoğlunun dünyada başı boş
bırakılmadığını, yapmış olduğu iyi veya kötü, büyük veya küçük her türlü
amelin, mahiyetini bilmediğimiz bir şekilde yazılıp korunduğunu ifade
etmektedir. İnkarcıların hesaba katmadıkları âhiret gününde herkesin amel
defteri önüne konacak ve dünyada yapmış olduğu büyük-küçük ne ameli varsa
orada zaptedilmiş olduğunu görecektir. Dünyada günaha batmış olanlar o gün
yapmış oldukları kötülüklerin sayılıp dökülmesinden dehşete kapılacaklar, Allah'ın
vereceği cezadan ve insanlar karşısında rezil olmaktan korkacaklardır.
Âyette insanın nasıl davranması ve nasıl yaşaması
gerektiğinin hesabını ken-ıii kendine sormasının lüzumuna işaret edilmektedir,
yoldan çıkaranları yardımcı edinecek değilim, 52. Unutma ki bir gün Allah,
"Benim ortaklarım olduğunu ileri sürdüğünüz şeyleri çağırın"
buyuracak. Onları çağıracaklar da; fakat kendilerine cevap veremeyecekler; çünkü
biz onların arasına tehlikeli bir uçurum koyduk. 53. Suçlular ateşi görür
görmez, kendilerinin orayı boylayacaklarını iyice anlayacaklar; ondan kurtuluş
yolu da bulamayacaklar. [70]
50. Adem ile İblîs kıssası
daha önce birkaç defa geçmiş ve oralarda İblîs'in Âdem'e secde etmemesinin
sebebi açıklanmıştı. [71] Burada, Allah'ın ve Peygamber'in
yolunu bırakıp da hem Allah'ın hem de insanların düşmanı olan İblîs'in ve
soyunun yolundan giden sapkın insanları uyarmak için konuya tekrar
kısaca değinilmiştir,
İblîs'in cinlerden mi meleklerden mi olduğu
konusunda farklı görüşler olmakla birlikte. [72] bu ve benzeri âyetler onun
meleklerden olmadığını açık bir şekilde ifade eder. Ayrıca melekler, nuranî
varlıklar olup onların erkeklik ve dişilikleri yoktur. Onlar evlenmezler,
dolayısıyla çocuk sahibi olmazlar. Halbuki bu âyette İblîs'in neslinden söz
edilmektedir. Melekler, yaratılışları İtibariyle itaatkâr varlıklar olup
Allah'a asla isyan etmezler, kendilerine emredilenleri yerine getirirler. [73] Halbuki İblîs çeşitli âyetlerde ifade edildiği üzere
Allah'a isyan etmiştir. Çünkü o cinlerdendir, cinler ise itaat veya isyan etme
özgürlüğüne sahip varlıklardır.
Başka bir âyet-i kerîmede şöyle buyuru!maktadır:
"O gün Allah onların hepsini toplayacak ve meleklere soracak: 'Bunlar
mıydı size tapmakta olanlar?' Melekler şöyle cevap verecekler: 'Hâşâ, sen
yüceler yücesisİn! Bizim velimiz onlar değil sensin.' Gerçekte onlar cinlere
tapıyorlardı; çoğu onlara inanmıştı"[74]
Kur'ân-ı Kerîm'de İblîs'in de[75] cinlerin de[76] ateşten yaratılmış oldukları bildirilmiştir. Bu
âyetler cinlerle meleklerin ayrı ayrı varlıklar olduğunu gösterir.
Cinler de melekler gibi gayri maddî olduktan için,
bu anlamda meleklerin cinlerden sayılabileceğini, dolayısıyla cinlerden olan
İblîs'in aynı zamanda meleklerden olmasına bir engel bulunmadığını savunanlar
olmuşsa da gerek yukarıdaki deliller, gerekse Hz. Peygamber'den rivayet edilen
hadîsi şerif, meleklerle cinlerin farklı varlıklar olduğunu ifade etmektedir. Resulullah
şöyle buyurmuştur: "Melekler nurdan yaratıldı. Cinler ise öz ateşten
yaratıldı. Âdem de (Kur'an'da) size anlatılan şeyden (toprak) yaratıldı"[77]
51. "Ben onlara ne
göklerin ... ne de kendilerinin yaratılışını gösterdim" cümlesindeki
zamirlerden kimin kastedildiğine göre âyete iki türlü mâna verilmektedir: a)
Zamirler, İblîs'i ve neslini ifade ettiği takdirde mealinde verilen mâna çıkar.
Buna göre âyette göklerin, yerin ve insanların yaratılışında -hazır
bulundurul-madıklan İçin- hiçbir katkıları olmayan, hatta kendileri dahi
sonradan yaratılmış bulunan, dolayısıyla ilâh olmaları imkânsız olan
şeytanların ibadet ve itaate lâyık olmadıkları bildirilmekte ve Allah'ın,
insanları yanlış yola saptıranları kendisine yardımcı edinmeyeceği
vurgulanmaktadır, b) Zamirler, İblîs'i ve neslini dost edinen insanları ifade
ettiği takdirde mâna şöyle olur: Ben onlara (müşrikler) ne göklerin ne yerin
ne de bizzat kendilerinin yaratılışını gösterdim. Ben yoldan çıkaranları
yardımcı edinecek değilim. Onlar, bana ortak koştukları şeylerin, kâinatı yaratırken
bana yardım ettiklerini görmediler. O halde onların benim ortaklarım olduğunu
nasıl iddia ediyorlar?
Câhîliye döneminde insanlar cinlerin yeryüzünde
tasarrufta bulunduklarına inanırlar, korkutucu bir vadiye geldiklerinde, bâtıl
inançlarına göre o vadide tasarrufta bulunan cinin zararından emin olmak için
"Bu vadinin azizine sığınırım" derlerdi. [78]
Yukarıdaki iki yoruma göre de Allah Teâlâ âyette
kendisine ortak koşulmasını reddetmekte ve bunu yapanları kınamaktadır. Zira
kâinatta var olan her şeyi o yaratmıştır. Bu konuda eşi ve ortağı yoktur. Kur'ân-ı
Kerîm göklerin ve yerin, buralarda yaşayan varlıklardan daha önce yaratılmış
olduğunu ifade eder. [79]
52-53. Yüce Allah kıyamet
gününde hesaba çekmek üzere bütün mahlûkatı huzurunda topladığı zaman, dünyada
kendisine ortak koşmuş olanlara şöyle seslenecek: Haydi, benim ortaklarım
olduğunu ileri sürdüğünüz şeyleri çağırın da size yardım etsinler! Bunun
üzerine müşrikler tanrılarını çağıracaklar. Fakat o sözde tanrılar cevap
veremeyecek. Zira Allah Teâlâ müşriklerle tanrı edindikleri şeyler arasına
tabii bir engel koymuştur. Onların hilkat ve tabiatları tapınmaya lâyık ve
yardım etmeye müsait değildir. Bu husus orada açıkça ortaya çıkacak, artık
tapanlarla tapılanlar birbirlerini göremeyeceklerdir. Batıl tanrıların dünyada
faydaları olmadığı gibi âhirette de faydalan olmayacağı ortaya çıkacaktır. İşte
o zaman suçlular cehennemi görecekler, oraya gireceklerini ve oradan çıkmak
için bir kurtuluş yolu bulamayacaklarım anlayacaklardır. [80]
54, Hakikaten biz bu Kur'an'da insanlar için her
türlü misali vermişizdir. Fakat insan tartışmaya çok düşkün olan bir
varlıktır, 55. Kendilerine hidayet geldiğinde insanları iman etmekten ve
rablerindcn mağfiret talep etmekten alıkoyan şey sadece, Öncekilerin başına
gelenlerin kendi başlarına da gelmesini, yahut azabın göz göre göre kendilerine
gelmesidir (bunu beklemeleridir). 56. Biz resulleri, sadece müjdeleyiciler ve
uyarıcılar olarak göndeririz. Kâfir olanlar ise, bâtıla dayanarak hakkı
ortadan kaldırmak için bâtıl yolla mücadele verirler. Onlar, âyetlerimi ve
kendilerine yapılan uyarıları alaya almışlardır. 57. Kendisine rabbinin
âyetleri hatırlatılıp da ona sırt çevirenden ve kendi elleriyle yaptığını
unutandan daha zalim kim vardır? Biz onların kalplerine, bunu algılamalarına
engel olan bir örtü koyduk, kulaklarına da sağırlık verdik. Sen onlan hidayete
çağırsan da artık ebediyen hidayete eremeyecekler. 58. Senin, bağışı bol olan
merhametli rabbin şayet yaptıkları yüzünden onlan (hemen) cezalandıracak
olsaydı, onlara azabı çarçabuk verirdi. Fakat kendilerine tanınmış belli bir
süre vardır ki, artık bundan öte kaçıp kurtulacakları bir sığmak
bulamayacaklardır. 59. İşte o beldeler (ahalisi) zulmettikleri zaman onları
helak ettik; onlan helak etmek için de belli bir zaman tayin etmiştik. [81]
54-56. Bu misallerin
verilmesindeki gaye insanların öğüt ve ibret alarak gerçeğe inanmalarını
sağlamaktır. Allah Teâlâ, insanlar ibret alsınlar diye Kur'an'da çokça misal
vermiştir. Sivri sinekten, akıllara durgunluk veren uçsuz bucaksız göklerin
yaratılışından, dünya hayatının fâniliğinden ve kâinattaki iyi ve kötü şeylerden
örnekler vermiştir ki İnsanlar düşünüp gerçeği anlasın ve kabul etsinler. Fakat
insanlardan bir kısmının inat ve inkârları, bencillik ve çıkar hesaplan onları,
hak dine ve peygambere karşı kör bir mücadeleye itmiş, hak ve hidayet
karşısında inat ve ısrarla direnerek inkârlarını sürdürmüşlerdir. Akıl ve nakil
delillerinden yararlanırken iman etmek ve Allah'tan bağışlanmayı dilemek
yerine öncekilerin başlarına gelen felâketlerin kendi başlarına da gelmesini
beklemiş veya kendilerine vaad edilen azabı açık seçik görmek istemişlerdir. Nitekim
bir âyette şöyle dedikleri bildirilmektedir: "Allarnm! Eğer bu kitap
senin katından gelmiş bîr hakikatse gökten üzerimize taş yağdır veya bize acı
veren bir azap gönder!" [82]
Bununla beraber Allah Teâlâ peygamberleri,
insanları helak etmek için değil onlara müjde vermek ve isyan edenleri uyarmak
için göndermiştir. Fakat inanmayanlar hakkı mağlûp etmek için mücadele
etmektedirler. Onlar, hak ve hakikatin ortaya çıkması için değil, bilâkis
Allah'ın âyetleri ve bu âyetlerde bildirilen azap ile alay etmek için mücadele
ederler. Böyle peşin hükümlü ve sabit fikirli kimselere ne kadar misal getirilirse
getirilsin fayda vermez. Bunlar azabı apaçık görmedikçe iman etmezler. Ancak
azabı gördükten sonra da inanmaları kendilerine bir fayda sağlamaz. [83]
57. Şüphesiz ki Allah'ın
âyetleri kendisine hatırlatıldığı halde kibirlenip onlara sırt çeviren ve yapmış
olduğu kötülükleri unutup hatırlamazlıktan gelen kimse, kendisine en büyük
zulmü yapmıştır. Böylelerinden daha zalim kimse yoktur. Çünkü onun bu
davranışı, ebedî hayatının azap içinde geçmesine sebep olmaktadır. Yüce Allah
böyle peşin fikirli, inatçı kimselerin İnkârları yüzünden kalplerini mühürler,
kulaklarını da kapatır. [84]Dolayısıyla bunlar hakkı işitmez ve
anlamazlar. Peygamberin veya diğer davetçilerin daveti bunlara fayda vermez ve
ebediyen doğru yolu bulamazlar. Zira inkârda ısrarları onların düşünme ve anlama
yeteneklerini köreltmiştir. Süleyman Ateş'e göre "Anlayışın kapanması olayı,
Allah'ın kanunları içinde oluşan psikolojik bir olaydır. Onun için Yüce Allah,
kanunları içinde oluşan bu psikolojik olayı, kendi fiili olarak anlatır.
Gerçekte de O'nun işidir. Ama olayın sebebi, insanın anlamak istememesidir.
Basiretinin kapanmasına bu isteksizliği sebep olmuştur. Bundan dolayı insan
kınanmaktadır. [85]
58-59. Yüce Allah'ın mağfireti geniş, merhameti
büyüktür. Bu sebeple kullarının kusur ve isyanlanna rağmen onları hemen
cezalandırmaz, bilâkis uslanmaları için onlara mühlet verir. Allah'ın âdeti
böyledir. Zalimlere mühlet verir, fakat verilen sure içinde tövbe edip hakka
dönmezlerse, artık cezalarını ihmal etmez, Nitekim daha önce kendilerine
zulmetmiş olan Âd, Semûd, Lût ve benzeri kavimlere de belli bir süre mühlet
vermiş, fakat verilen süre içinde hakka dönmedikleri için onları helak
etmiştir. [86]
60. Bir vakit Mûsâ genç adama, "Tâ iki denizin
birleştiği yere varıncaya kadar yahut senelerce yürümedikçe durup
dinlenmeyeceğim" demişti. 61. Her ikisi, iki denizin birleştiği yere
varınca balıklarını unuttular. Balık, denizde yüzme yolunu tutup gitmişti. 62.
Oradan uzaklaştıklarında Mûsâ genç adama, "Kahvaltımızı getir. Gerçekten
yolculuğumuz yüzünden yorgun düştük" dedi. 63. Genç, "Gördün mü,
dedi, kayaya sığındığımız sırada ben balığı unuttum! Onu hatırlamamı bana
şeytandan başkası unutturmadı." Ulaşılacak bir şekilde denizde yolunu
tutup gitmişti. 64. Mûsâ, "İşte aradığımız o idi" dedi. Hemen izleri
üzerine geri döndüler. 65. Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki ona
katımızdan bir rahmet vermiş ve ona nezdinıizden bir ilim öğretmiştik. 66. Mûsâ
ona, "Sana öğretilenden, bana doğruyu gösteren bir bilgi öğretmen için
sana tâbi olayım mı?" dedi. 67-68.0 (Hızır), "Doğrusu sen benimle
beraberliğe sabredemezsin, (İç yüzünü) kavrayamadığın bir şeye nasıl
sabredersin?" dedi. 69. Mûsâ, "İnşallah sen beni sabreder bulacaksın.
Senin emrine de karşı gelmem" dedi. 70. O da, "Eğer bana tâbi
olursan, sana o konuda bilgi verinceye kadar hiçbir şey hakkında bana soru
sorma!" diye tenbih etti. 71. Bunun üzerine birlikte yürüdüler. Nihayet
gemiye bindikleri zaman o (Hızır) gemiyi deldi. Mûsâ, "İçindekileri
boğmak için mi onu del-din? Gerçekten sen çok kötü bir iş yaptın!" dedi. 72. (Hızır) "Ben
sana, sen benimle beraberliğe sabredemezsin, demedim mi?" dedi. 73. Mûsâ,
"Unuttuğum şeyden dolayı beni muaheze etme; işimde bana güçlük
çıkarma" dedi. 74. Yine yürüdüler. Nihayet bir erkek çocuğa
rastladıklarında (Hızır) hemen onu öldürdü. Mûsâ dedi ki: "Masum bir
insanı, bir can karşılığı olmaksızın katlettin ha! Gerçekten sen fena bir şey
yaptın!" 75. (Hızır) "Sana, benimle beraber sen sabredemezsin,
dememiş miydim? dedi. 76. Mûsâ, "Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam
artık bana arkadaşlık etme! Hakikaten benim tarafımdan (ileri sürülebilecek)
mazeretin sonuna ulaştın" dedi. 77. Yine yürüdüler. Nihayet bir köy
halkına varıp onlardan yiyecek istediler. Ancak köy halkı onları misafir
etmekten kaçındı. Derken orada yıkılmak üzere bulunan bir duvarla
karşılaştılar. (Hızır) hemen onu doğrulttu. Mûsâ "Dikseydin, elbet buna
karşı bir ücret alırdın" dedi. 78. (Hızır) cevap verdi: "İşte bu,
benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin iç
yüzünü haber vereceğim" dedi. 79. "Gemi var ya, o, denizde çalışan
yoksul kimselerindi. Onu sakatlamak istedim. Onların gideceği yerde her
(sağlam) gemiyi gaspetmekte olan bir kral vardı. 80. Erkek çocuğa gelince, onun
ana babası, mümin kimselerdi; çocuğun onları sonunda azgınlık ve nankörlüğe
düşürmesinden korktuk. 81. Böylece istedik ki, rableri onun yerine kendilerine
ondan daha temiz ve daha merhametlisini versin. 82. Duvara gelince o, şehirde
iki yetim çocuğun idi; altında da onlara ait bir hazine vardı; babaları ise iyi
bir kimse idi. Rabbin istedi ki o iki çocuk güçlü çağlarına erişsinler ve
rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Ben bunları kendiliğimden
yapmadım. İşte, hakkmda sabredemediğin şeylerin iç yüzü budur." [87]
60-61. Kıssada geçen Musa'dan
maksat, İsrâiloğullan'na peygamber olarak gönderilmiş ve kendisine Tevrat
verilmiş olan Hz. Musa'dır. [88]Delikanlı da Hz. Yûsuf un
torunlarından Yûşâ b. Nûn olup Hz. Mû-sâ'nın kız kardeşinin oğlu olduğu rivayet
edilir. Uzun süre Hz. Musa'nın hizmetinde bulunmuş, ondan ilim almış ve onun
vefatından sonra yine bir peygamber olarak İsrâiloğullan'nm yönetimini
üslenmiştir. Yüz on sene yaşadığı ve Hz. Musa'dan sonra yirmi yedi sene
İsrâiloğullan'm yönettiği bildirilmektedir. [89]
Kıssada geçen ve Hz. Musa'ya ledünnî ilim (gayb
ilmi) hakkında bilgi veren üçüncü şahsın kimliğine dair Kur'an'da bilgi
verilmemiş olup, sadece 65. âyette "kullarımızdan bir kul" seklinde
geçmektedir. Ancak müfessirlerin çoğunluğu bu şahsın Hızır aleyhisselâm olduğu
görüşündedir. [90] Biz de gerek mealinde
gerekse tefsirinde çoğunluğun görüşünü tercih ettik. Hızır'ın ledünnî ilme
sahip olduğu şüphesiz olmakla birlikte, peygamber olup olmadığı kesin olarak
bilinmemektedir. Âlimlerin çoğunluğu, bu kıssadaki olayları, Hz. Musa'nın
Hızır'a tâbi olmasını, ondan İlim almasını ve kıssada geçen bazı âyetleri,
özellikle 82. âyetteki "Ben bunu kendiliğimden yapmadım" ifadesini
na- zan itibara alarak Hızır'ın peygamber oiduğunu iddia etmişlerdir. Bir kısım
âlimler ise onun peygamber değil velî olduğunu kabul ederler. [91]
Hızır aleyhisselâmın âb-ı hayat içtiği için
kıyamete kadar yaşayacağını söyleyenler vardır; ancak müfessirlerin çoğunluğu
"Senden önce de hiçbir beşere ebedîlik vermedik"[92]mealindeki âyete ve diğer
aklî ve naklî delillere dayanarak onun öldüğünü söylemişlerdir. [93] Hızır'ın maddî âlemde değil misal
âleminde yaşayabileceğini söyleyenler de vardır: "Ancak Hızır'ın bildiğimiz
maddî hayatla değil misal aleminde yaşayan, darda kalmışlara yardım eden, sâlih
bir kul olması mümkündür. Nitekim Sadreddin Konevî de Tebsıratü'l-mübtedî ve
tezkireîü'l-miintehî adlı eserinde Hızır'ın varlığının misal âleminde olduğunu
nakletmistir"[94]
Rcsulullah'ırı olayla ilgili tamamlayıcı bilgiler
verdiği bir açıklamasında bildirdiğine göre bir gün Hz. Mûsâ İsrâiloğullan'na
hitap ederken kendisine, "İnsanların en bilgini kimdir?" diye sorar,
o da "Allah bilir" demesi gerekirken "benim" diye cevap
verir. Bunun üzerine Yüce Allah ona, "İki denizin birleştiği yerde bir
kulum var. O senden daha bilgindir" diye vahyeder. Hz. Mûsâ, "Rabbim,
onu nasıl bulabilirim?" deyince de Allah, "Bir balık al, sepete koy;
balığı nerede yitirir-sen işte kulum oradadır" diye cevap verir.
Mûsâ aleyhisselânı, emredileni yapıp yardımcısı
Yûşâ b. Nûn ile birlikte yola koyulurlar. İki denizin birleştiği yerdeki
kayanın yanma geldiklerinde başlarını koyup uyurlar. Balık sepetten atlayıp
denizde yüzmeye başlar. Uyandıktan sonra Yûşâ balığın kaybolduğunu farkeder,
fakat Musa'ya haber vermeyi unutur. O gün ve bütün gece giderler. Sabah olunca
Mûsâ yardımcısına, "Kahvaltımızı getir. Gerçekten yolculuğumuz yüzünden
yorgun düştük" der, Yûgâ bir gün önce kayanın dibinde uyuyup
uyandıklarında balığın kaybolduğunu farkettiğini, ancak durumu Musa'ya haber
vermeyi unuttuğunu söyler. Mûsâ, "İşte bizim aradığımız yer orasıydı"
der ve hemen geri dönerler, uyudukları yere gelerek Hızır ile buluşup tanışırlar.
Hz. Mûsâ Hızır'a ondan ilim öğrenmek İçin geldiğini söyleyince, Hızır "Sen
benimle beraberliğe sabredemezsin" der. Mûsâ da, "İnşallah, beni
sabreder bulacaksın. Senin emrine de karşı gelmem" diye cevap verir,
Hızır, "Eğer bana tâbi olursan, sana o konuda bilgi verinceye kadar
hiçbir şey hakkında bana soru sorma!" diye uyanda bulunur.
Derken bir gemi gelir, gemiye biner binmez Hızır
geminin tahtalarından birini söküp çıkarır. Mûsâ ona kötü bir İş yaptığını
söyler. Hızır, "Sana, benimle beraberliğe sabredemezsin demedim mi?"
der. Mûsâ verdiği sözü unuttuğunu söyleyerek özür diler. Sahile çıktıklarında
Hızır, sahilde oyun oynayan çocuklardan bi- rini öldürür. Mûsâ ona, masum bir
cana kıymanın kötü bir davranış olduğunu hatırlatır. Hızır, "Sana benimle
beraberliğe sabredemezsin demedim mi?" der. Mûsâ, artık mazeret
gösteremeyeceğini söyler ve "Bundan sonra sana bir şey sorarsam bir daha
benimle arkadaşlık etme" diye cevap verir. Nihayet bir köye gelirler ve
köy halkından yiyecek isterler. Fakat köy halkı onları misafir etmez. Köyde
yıkılmak üzere olan bir duvar görürler. Hızır duvan eliyle düzeltir. Mûsâ,
"Onlar bizi misafir etmediler ... dikseydin, bu yaptığına karşılık
onlardan bir ücret alırdın" der. Hızır, Hz. Musa'nın son müdahalesinin
artık ayrılma sebebi olduğunu, yolculukları esnasında yaptıklarının
sebeplerini anlatacağını bildirir. Bunlar 79-82. âyetlerde bildirilen
sebeplerdir. Resûlullah buyurmuştur ki; "Allah, Musa'ya rahmet eylesin. Ne
olurdu sabretseydi de Allah, onların haberlerini bize anlatsaydı[95]
Bu olayın nerede ve ne zaman meydana geldiğine
dair gerek Kur'an'da gerekse hadiste açıklayıcı bilgi olmadığı gibi, âyette
sözü edilen iki denizin de hangileri olduğuna dair bir açıklık yoktur. Bunların
Akdeniz'le Kızıldeniz, veya Hazar denizi ile Karadeniz olduğu, yahut Nil
nehrinin Sudan'daki iki kolu olan Beyaz Nil İle Mavi Nil olabileceği yahut
Ürdün nehri ile Kızıldeniz veya daha başka denizler olabileceği ifade
edilmiştir.
Bir başka anlayışa göre bu iki deniz burada mecazî
mânada kullanılmıştır. Bunlardan biri Hz. Mûsg diğeri de Hızır'dır. Çünkü Mûsâ
zahir ilminin, Hızır da bâtın ilminin denizidir. İbn Abbas'tan böyle bir
rivayet nakledilmekle birlikte mü-fessirler bu rivayetin sahih olmadığı
kaııaatindedirier.
Mevdûdî olayı farklı bir açıdan
değerlendirmektedir. Ona göre olayın ayrıntıları göz önünde bulundurulacak
olursa iki şey ortaya çıkmaktadır: 1. Bu olaylar Mûsâ aleyhisselâm
peygamberliğinin itk yıllarında gösterilmiş olmalıdır; çünkü bu tür şeyler,
peygamberlerin ilk döneminde eğitim ve öğretim için gereklidir. 2. Bu kıssa,
Mekkeli müminleri rahatlatmak için anlatıldığına göre, İslâm'ın ilk dönemlerinde
Mekkeli müşriklerin müminlere yaptığı işkencelerin bir benzeri ile
İs-râiloğullan'nm da Hz. Musa'nın peygamberliğinin ilk döneminde karşılaştığı
sonucuna varılabilir. Bu iki noktaya dayanılarak bu olayın Firavun'un
Isrâİloğulla-n'na uyguladığı İşkencenin en şiddetli olduğu ve bu dönemde Hz. Musa'nın
Sudan'a yaptığı yolculuk esnasında gerçekleştiği söylenebilir. Bu takdirde iki
denizin birleştiği yer de Mavi Nil ile Beyaz Nil'in birleştiği bugünkü Hartum
şehri olur. [96]
Kıssa, Hz. Mûsâ ile ilgili olmasına rağmen
Tevrat'ta yer almamıştır; bununla birlikte İsrâiloğulları arasında biliniyor
olması gerekir. Nitekim yahudi efsane- sinde bunun benzeri olan Ilyâs ile Yeşua
ben Levi kıssası vardır ki muhtemelen Kur'an'da anlatılan bu kıssanın bozulmuş
şeklidir.
Müsteşrikler ise olayı saptırmak istemişler,
Kur'an'da anlatılan bu kıssanın Gılgamış destanından, İskender hikâyesinden ve
yahudi efsanesinden veya Grek mitolojisindeki Glaukos (İlyada) hikâyesinden
kaynaklanmış olduğunu ileri sürmüşlerdir. [97] Ancak bu efsanelerdeki şahsiyet,
Kur'an'daki Hızır'dan ziyade halk inançlanndaki Hızır'a benzemektedir. Ayrıca
bu hikâyelerdekinin aksine, gerek Kur'an'da gerekse sahih hadislerde Hızır'ın
ölümsüzlüğe mazhar olduğuna dair en küçük bir işaret yoktur. [98]
63-64. Müfessirlcr genellikle
bu kayanın deniz kenarında bulunan herhangi bir kaya olduğunu ifade etmiş
olmakla birlikte, Ehnalılı kaya ile deniz arasında geniş bir mesafenin varlığına
işaret eden 71. âyeti dikkate alarak bunun Kudüs'te belirli bir kaya olduğu
kanaatine varmıştır. [99] Ancak âyette balığın süzülüp
denize girdiği açıkça ifade edildiğine göre kayanın deniz kenarında bir yerde
olması gerekir.
Burada Hz. Musa'nın yardımcısına şaşkınlık veren
şey, ölmüş bir balığın, bir mucize neticesinde canlanarak denize süzülüp
gitmesidir. Hızır'ın bulunduğu yer de bu mucizenin gerçekleştiği yerdir. Hz.
Mûsâ bunu bildiği İçin yardımcısından, balığın canlanarak denize girmesi
halinde bundan kendisini haberdar etmesini istemişti. Bir kayanın yanında
istirahata çekilip uykuya daldıkları bir sırada balık sıçrayıp denize atladı. Âyetin
son cümlesi dikkate alındığında yardımcının bu esnada uyanmış olduğu ve
balığın denize süzülüp gittiğini gördüğü anlaşılmaktadır. Ancak bu durumu Hz.
Musa'ya haber vermeyi unutmuştu. Bir süre daha yola devam ettiler. Acıktıklarında
Hz. Musa'nın "Yemeğimizi getir" demesi üzerine, yardımcısı olayı
hatırladı ve balığın denize gittiğini söyledi. Hz. Mûsâ, "İşte aradığımız
o idi" dedi ve hemen geri dönüp kayanın bulunduğu yere gelerek Hızır
aley-hisselâmla buluştular, [100]
65. "Ona nezdimizden
bir ilim öğretmiştik" mealindeki cümle, Hızır'a öğretilmiş olan ilmin
özel bir İlim olduğunu ifade eder. Tefsirciler, kıssadaki âyetlerden hareketle
bunun "gayb ve sır ilmi" olduğunu söylemişlerdir. Allah Teâlâ
tarafından olağan üstü yollarla öğretildiği için İslâmî literatürde bu ilme söz
konusu âyetin lafzından hareketle "ledünnî ilim" denilmiştir. Bu
mânada peygamberlere vahyedilen ilimlerin tamamı ledünnî İlim olmakla birlikte,
âyetteki anlatım tarzı ve hadislerde-ki açıklamalar, Hrzır'a öğretilmiş olan
ilmin özel bir ilim olduğunu gösterir. Nitekim yukarıda Özet olarak zikredilen
hadiste Hızır aleyhisselâm, "Ey Mûsâ! Ben Al- lah'ın ilminden bir ilme
sahibim ki sen onu bilmezsin; onu bana Allah öğretti" diyerek buna işaret
etmiştir. [101]
Tefsİrcilere göre Hz. Musa'nın ilmi, hükümleri
bilmek ve zahir ile fetva vermektir. Hızır'ın ilmi ise eşyanın bâtınını (iç
yüzü) bilmektir, dolayısıyla buna, "bâtın ilmi" veya "hakikat
ilmi" de denmiştir. Elmalık şöyle der: "... Ledünnî ilim, fikrî bir
gayretle elde edilmeyip Allah tarafından, sırf Allah vergisi olan bir mukaddes
kuvvetin tecellisidir. Eserden müessire, vicdandan vücuda doğru giden bir ilim
değil, müessirden esere, vücuttan vicdana gelen birinci derecede bir ilimdir. Nefsin
gerçeğe ulaşması değil gerçeğin nefiste meydana çıkmasıdır. Doğrudan doğruya
bir keşiftir. [102]
Âyetlerde geçen örneklerden bir sonuca varmak
gerekirse ledünnî ilmin, insanlara verilen bilgi vasıtalarıyla elde edilmeyen,
Allah'ın bildirmesiyle bilinen gayb bilgisi veya onun bir çeşidi olduğu
söylenebilir. [103]
79-80. Kıssada cereyan eden
başkasına ait bir geminin tahrip edilmesini ve suçsuz bir insanın öldürülmesini
hiçbir ilâhî din onaylamaz. Halbuki âyetlerden anlaşıldığına göre Hızır bunları
kendiliğinden değil ilâhî emir gereği olarak yapmıştır. Bu takdirde
peygamberlere gönderilen ilâhî emirlerle Hızır'a verilen ilâhî emirler arasında
bir çelişki görülmüyor mu? Bu durumda Hz. Mûsâ Hızır'ın açıklamasıyla nasıl
İkna olmuştur? Bazı müfessİrler bu emirlerin, bir şahsın zengin, diğerinin
fakir ve birinin hasta, diğerinin sağlıklı olmasını takdir edip bu sonucu yaratan
Allah'ın emirleriyte aynı gruptan olduğunu kabul etmişlerdir. Bu takdirde
Hızır'ın Allah'ın emirlerini uygulayan bir melek olduğu veya insanlar için
belirlenen sınırlarla bağımlı olmayan başka bir varlık olduğu sonucuna
varmışlardır. [104] Bir diğer yoruma göre de bu soruya iki türlü cevap verilebilir:
1, Hz. Musa'nın yoruma
itiraz etmemesinden anlaşıldığına göre onun masum zannettiği kimse çocuk değil,
yaptık!arından dolayı öldürülmesi gereken ergin bir gençtir.
2. Hızır akyhtsselâin bunu
kendiliğinden değil Allah'ın emriyle yaptığını söylemiştir; Musa'nın itiraz
etmemesinin sebebi de budur. Çünkü bu sözüyle Hızır, istisnaî hallerde özel
bir şeriatla gönderilmiş bir peygamber olduğunu anlatmak istemiştir. Bundan
dolayı o çocuğu öldürmesi olayı genel kurala aykırı olmakla beraber, Hızır için
özel bir vahye dayanmaktadır. Hz. Musa'yı Hızır aley-hisselâmdan ayıran en
önemli nokta da budur. [105]
83. Sana Zülkarneyn hakkında soru soruyorlar. De
ki: "Size onunla ilgili bir parça okuyacağım." 84. Gerçekten biz onu
yeryüzünde iktidar sahibi kıldık, ona (muhtaç olduğu) her şey için bir yol
öğrettik. 85.0 da bîr yo) tutup gitti. 86. Nihayet güneşin battığı yere
varınca, onu kara bir balçıkta batar buldu. Orada bir kavme rastladı. Bunun
üzerine biz, "Ey Zülkarneyn! Onları ya cezalandıracak veya haklarında iyi
davranma yolunu seçeceksin" dedik. 87.0, şöyle dedi: "Haksızlık edeni
cezalandıracağız; sonra o, rabbinc gönderilecek; Allah da ona korkunç bir azap
uygulayacak. 88. İman edip iyi işler yapan kimseye gelince, onun için de en
güzel bir karşılık vardır. Ve ona işimizden kolay olanını buyuracağız."
89. Sonra yine bir yol tutup gitti. 90. Nihayet güneşin doğduğu yere ulaşınca,
onu öyle bir kavim üzerine doğar bul- du ki, onlar için güneşe karşı bir örfü
yapmamıştık. 91. İşte böyle! Onun yanında bulunan her şeyden haberdardık. 92.
Sonra yine bir yol tuttu. 93. Nihayet iki dağ arasına ulaştığında bunların
ötesinde nerede ise hiçbir sözü anlamayan bir kavim buldu. 94, Dediler ki:
"Ey Zülkarneyn! Bu memlekette Ye'cûc ve Me'cûc bozgunculuk yapmaktadırlar.
Bizimle onlar arasında bir sed yapman için sana bir bedel ödeyelim mi?"
95. Zülkarneyn şöyle cevap verdi: "Rabbimin beni içinde bulundurduğu nimet
ve kudret daha hayırlıdır. Siz bana kuvvetinizle destek olun da, sizinle onlar
arasına aşılmaz bir engel yapayım. 96. Bana, demir kütleleri getirin."
Nihayet dağın iki yanı arasını aynı seviyeye getirince (vadiyi demirle
doldurunca) "körükleyin!" dedi. Artık onu kor haline getirdiği vakit,
"Getirin bana, üzerine bir miktar erimiş bakır dökeyim" dedi. 97. Artık onu ne aşmaya
muktedir oldular ne de onu delebildi-ler, 98. Zülkarneyn, "Bu, rabbimden
bir rahmettir. Fakat rabbimin vaadi gelince O, bunu yerle bir eder. Rabbimin
vaadi haktır" dedi. 99.0 gün biz onları, birbirine çarparak çalkalanır
bir halde bırakmışızdır; sûra da üfürül-müş, böylece onları bütünüyle bir araya
getirmişizdir. 100-101. Ve, gözleri beni hatırlamaya kapalı bulunan, kulak
vermeye de tahammül edemez olan kâfirleri o gün cehennemle yüz yüze
getirmişizdir. [106]
83. Sûrenin başında da
anlatıldığı üzere, yahudİlerin teklifiyle Mekkeli müşrikler Hz. Peygamber'i
imtihan etmek için ona üç konuda soru sormuşlardı. Bunlardan biri yeryüzünün
hem doğusuna hem de batısına sefer yapmış olan şahıs hakkında idi. Sûrenin bu
kısmı, o soruya cevap olarak nazil olmuştur.
Zülkarneyn'in peygamber olup olmadığı konusunda
farklı görüşler vardır:
a) Bazı tefsirciler onunla
ilgili âyetleri, özellikle "Ey Zülkarneyn! Onları ya cezalandıracak veya
haklarında İyi davranma yolunu seçeceksin" mealindeki 86. âyeti dikkate
alarak onun peygamber olduğunu söylemişlerdi. [107]
b) Bazı müfessirler ise bu
âyetlerin, Zütkarneyn'in bir peygamber veya Allah'tan ilham alan bir kimse
olduğu anlamına gelmediğini ifade etmişlerdir. [108] Bununla birlikte onun ilim ve hikmet
sahibi, mümin ve sâlih bir hükümdar olduğu konusunda hemen hemen ittifak
vardır. Hz. İbrahim'in irşadı ile müslüman olduğu, onunla birlikte Kabe'yi
tavaf ettiği ve onun duası be-reketiyle harikulade başarılar kazandığı da
söylenmiştir. [109] Hz.
Ali, onun peygamber veya hükümdar olmadığını, sadece sâlih bir kul olduğunu,
Allah'ı sevdiğini. Allah'ın da onu sevdiğini. Allah için nasihat ettiğini,
Allah'ın dn onun bu hayırlı çalışmalarını kabul ettiğini ifade etmiştir. [110]
Zülkarneyn'in kimliği hakkında başka farklı rivayet ve
görüşler de vardır:
a) Zülkarneyn, milâttan önce 322 yılında vefat
etmiş olan Makedonya Kralı Büyük İskender'dir. Peygamberliği kesin olmamakla
birlikte iyi bir mümin olduğu kabul edilmektedir. Cihan hâkimiyetine ulaşmış
bulunduğundan veya İran ve Roma imparatoru olduğundan ya da bir yiğitlik simgesi
olmak üzere tacında iki boynuz bulunduğundan, yahut saçlarını iki Örgü halinde
ördüğünden kendisine Zülkarneyn denilmiştir. [111]
Ancak bu görüş genellikle zayıf bulunmuştur; biz de buna katılıyoruz. Zira
milâttan üç yüz küsur sene öncesi gibi yakın bir tarihte yaşamış ve dünya
tarihinin seyrini değiştirmiş olan bir fâtihin hayatının Önemli olaylarının
meçhul kalması ve yaptığı çok güçlü bir şeddin nerede bulunduğu ve buna sebep
olan Ye'cûc ve Me'cüc'ün hangi kavimden olduğunun bilinmemesi zayıf bir
ihtimaldir. Ayrıca İskender'in mümin değil, bâtıl inançlara sahip
bir kimse ve puta tapan bir milletin hükümdarı olduğu bilinmektedir. Halbuki
kıssadan anlaşıldığına göre Zülkarneyn mümin ve sâlih bir kuldu. Kısacası
Zülkarneyn'in özelliklen Büyük İskender'e uymamaktadır.
b) Zülkarneyn'den maksat, İran İmparatoru Kisrâ
Hâris'tir (Hüsrev veya Sayris). Bu görüşü savunanlara göre Zülkarneyn'in Kur'an'da
anlatıldığı üzere Allah'a inanmış, âdil bir hükümdar olması, iki boynuzlu büyük
bir fâtih olması, Ye'cûc ve Me'cûc'e karşı meşhur şeddi yapmış olması gibi özelliklen,
tamamen olmasa bile büyük ölçüde Kisrâ'ya uymaktadır. Kisra milâttan önce 549
yılında tahta çıktıktan sonra birkaç yıl içinde Medyen ve Lidya krallıklarım
ele geçirmiş, 539'da Bâbil'I fethetmiş, daha sonra doğuda Sind ve Türkistan'ı,
batıda Trakya ve Makedonya ile Mısır ve Libya'yı, kuzeyde ise Kafkasya'yı ele
geçirmiştir. [112]
c) Zülkarneyn, Yemen hükümdarlarından SaLb
b. Râyiş'tir. [113] Mütercim Âsim Bfendi de Zülkarneyn'in Yemen1
de Himyer kabilesinden Ezvâ {'zû'nun çoğulu) denilen hükümdarlardan Sa'b adında
bir hükümdar olduğunu, Hz. İbrahim ile buluşup ondan feyiz aldığını ve Rum
İskender ile aralarında bin dokuz yüz elli sekiz sene gibi uzun bir sürenin
bulunduğunu ifade etmektedir. [114]
Bu rivayetler ve değerlendirmeler bugün de
tartışılabilir. Çünkü gerek Büyük İskender'in, gerekse İran kisrâsmm zamanlan
milâdî tarih başlangıcına nispeten yakın olduğu için, hayatlarının meçhul
kalması uzak bir ihtimaldir. Ye'cûc ve Me'cûc'ün saldırılalım önlemek maksadı
taşıyan set, bunların zamanında yapılmış olsaydı, nerede ve ne zaman yapıldığı
tarihî vesikalara geçer ve zamanımıza kadar ulaşabilirdi. Demir kütleleri ve
eritilmiş bakırın kullanıldığı sağlam bir şeddin, bu tarihten zamanımıza kadar
özellikle Kur'an'ın indiği zamana kadar yok olması ise mümkün görülmemektedir.
Şu halde bu set çok eski zamanlarda yapılmış olmalıdır. Bu durum,
Zülkarneyn'in Büyük İskender ve kisrâdan çok önce yaşamış olduğunu gösteren
bir ipucudur. Zülkarneyn unvanının Arapça olması ve Yemen hükümdarlarına Zû
Nüvâs, Zû Yezen ve Zünnûn gibi unvanların verilmiş olması, Zülkarneyn'in eski
Yemen hükümdarlarından olması ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Ancak bu bilgi
de yeterli ve kesin değildir.
d) Bir görüşe göre de Zülkarneyn Akkad Kralı
Naram-Sin'dir. 2230-2174 yıllan arasında elli altı yıl veya 2254-2218 yıllan
arasında otuz yedi yıl hüküm sürmüş, imparatorluğun sınırlarını dört yönde
genişleterek Mezopotamya, İran'ın batı kısımlan (Hûzistan), Arabistan'ın kuzey
yarısı (veya tamamı), Mısır, Filistin, Lübnan, Suriye, Güney ve Güneydoğu
Anadolu, Kıbrıs ve Bahreyn'i fethetmiştir. Naram-Sin'in çok uzun müddet hüküm
sürmesi, pek çok ülkeyi fethetmesi yanm-da diğer bir önemli özelliği de
putperest mâbedleri yıkarak tanrı heykellerini par-çalamasıdır. Bu da,
Zülkarneyn'in Kur'an'da belirtilen tevtıid inancına sahip biri olma özelliğine
uymaktadır. [115]
86. "Kara bir balçık" diye tercüme
ettiğimiz "aynin hamietin" tamlaması farklı İki okunuşa göre
"siyah balçıklı göze, sıcak göze" anlamlarına gelir. Her iki kıraat
da güneşin batışı esnasında okyanusta meydana gelen manzarayı tasvir eder.
Okyanusta, güneşin battığı yerde ya siyah balçıklı bir göze veya buharlaşmakta
olan bir sıcak su gözesi görünümü meydana gelmektedir. Bu iki mânayı birleştirerek,
"güneşi siyah balçıklı bir sıcak su gözesine batıyor gibi gördü"
şeklinde bir mâna vermek de mümkündür.
Yüce Allah, Zülkarneyn'i yeryüzünde güç, kuvvet, ilim,
irfan ve her türlü maddî ve manevî imkâna sahip bir lider kıldı. Bu imkânlar
sayesinde dilediğini elde edebiliyor ve dilediğini yapabiliyordu. O bu
imkânları Allah yolunda kullanmak üzere cihad ve fütuhata çıktı. Tefsirlerde
nakledildiğine göre Zülkarneyn, batıda Atlas Okyanusu'na veya Karadeniz'e
kadar gitti. Orada güneşin deniz ufkunda batışını seyretti. Güneş, sislerle
kaplı deniz ufkunda, sanki balçıklı bir su gözesine veya sıcak su gözesine
gömülür gibi batıyordu. Kur'an burada coğrafî ve koz-mografik bilgi vermemiş,
bakanın ufukta gördüğünü tasvir etmiştir.
Tefsircilerin kanaatine göre Zülkarneyn'in sahilde
karşılaştığı kavim inkarcı bir topluluk idi. O yüzden Allah Teâlâ onu, bu kavmi
cezalandırmak veya eğitmek ve böylece iyilikle yola getirmek arasında serbest
bıraktı. [116]
89-90, Zülkarneyn batıda işlerini bitirdikten
sonra doğunun yolunu tuttu. Neticede, muhtemelen Afrika'nın veya Asya'nın doğu
kıyılarına, Hint Okyanusu'ııa, yahut Hazar denizine ulaştı. Âyetlerin akışından
anlaşıldığına göre burada medenî hayat gelişmemişti. Zülkameyn'İn karşılaştığı
insanlar, medeniyetten uzak olduklarından, güneşin sıcağına ve yağmura karşı
korunmak için ne elbise dikip giymesini biliyorlardı ne de barınabilecekleri
evleri vardı, topraklarında güneşe karşı koruyabilecek bitki örtüsü de bulunmuyordu. [117]
92-93. Zülkarneyn üçüncü defa ordusunu hazırlayıp
seferlerine devam etti. Bu seferin hangi istikamete yapıldığı Kur'an'da açıkça
belirtilmemiş olmakla birlikte, tefsirciler bunun kuzeye yapıldığı
kanaatindedirler. Kâmil Miras da Zülkarneyn'in bu üçüncü seferinin güneyden
kuzeye doğru gerçekleştiğini savunur ve bunun Kur'an'ın nazmından anlaşıldığını
ifade eder. [118] Bir görüşe göre Zülkarneyn'in vardığı iki dağ
arasından maksat Hazar denizinden Karadeniz'e doğru uzanan dağ sıralan arasında
bulunan Demirkapı mıntıkasıdır. Bu dağların Ötesinde Ye'cûc ve Me'cûc
bulunmaktadır. [119] Diğer bir görüşe göre bu iki dağ doğuda, Türk
yurdunun sona erdiği bölgede bulunmaktadır; meşhur Türk müfessirleri Zemahşerî
ile Ebüssuûd bu kanaattedirler. Elmalıh da, "Bu görüş Çİn Seddi'ne bir
işarettir" diyerek konuya biraz daha açıklık getirmek istemiştir. [120]
Ancak tarihçilerin verdiği bilgiye göre Çin Seddi'ni Zülkarneyn değil Çinliler
yaptırmışlardır. Zülkarneyn'in ulaştığı bu iki dağ eğer doğuda ise bunların
Tanrı dağları ile Altaylar, şeddin de bu iki dağ arasında, Çin Seddi'nden çok
daha önce yapılmış fakat zamanla yıkılmış bir set olması gerekir. [121]
93. âyette "Nerede ise hiçbir sözü
anlamayan bir kavim buldu" diye tercüme ettiğimiz cümle farklı okunuşa
göre "Nerede ise hiçbir sözü anlatamayan bir kavim buldu" anlamı da
verilebilir. Yani Zülkarneyn'in karşılaştığı kavim, kendi dillerinden başka
dil bilmedikleri için Zülkarneyn'in sözlerini anlamıyorlardı veya kendi
düşüncelerini ona anlatamıyorlardı. Ama kendisine her türlü imkân lütfedilmiş
olan Zülkarneyn, onlarla anlaşma yolunu buldu ve onların teklif ve yardımlarıyla
Ye'cûc ve Me'cûc'e karşı büyük bir set yaptı. Kur'an bu şeddin nerede ve ne
zaman yapıldığı konusunda herhangi bir açıklama yapmamıştır. Ancak genellikle
tefsirlerde Züikarneyn'in karşılaştığı, söz anlamayan veya anlatamayan kavmin
Türkler olduğuna işaret edilmiştir. [122]
Bu durumda olay Orta Asya veya Kafkaslar'da meydana gelmiş olmalıdır. [123]
94-98. Kur'ân-ı Kerîm, Ye'cûc ve Me'eûc'ün kimler
olduğu, nerede ve ne za- man yaşadıkları hakkında bilgi vermemiştir. Ancak
tarihçiler bunların Hz. Nuh'un oğlu Yâfes'in soyundan gelmiş iki kabile
olduğunu söylemişlerdir. Bununla birlikte "Yeryüzünde fesat
çıkarıyorlar" mealindeki cümle, bunların birçok kabileden meydana gelmiş
kalabalık bir kitle olduklarına delâlet eder. Nitekim yirmiden fazla kabileden
meydana geldiklerine dair rivayetler de vardır. [124]
Hintli âlimlerden M. Enver Keşmîrî, Ruslar'ın Ye'cûc, İngiliz ve AlmanLar'ın da
Me'cûc soyundan geldiklerini; bunların tarihte birçok defa çıkış yapıp
yeryüzünde fesat çıkardıklarını, son çıkışlarının ise kıyamet alâmetlerinden
olacağını ileri sürmüştür. [125] Ancak, bir milletin geleceğiyle ilgili böyle
bir peşin hükümde bulunmak gerek ilmî gerekse dinî bakımdan isabetli görülemez.
Birçok tefsirci ise Hunlar'm, Moğollar'm ve TimuTİular'm akınlarını ve
savaşlarını göz önünde bulundurarak Ye'cûc ve Me'cüc'ün Moğollar ve Tatarlar
olduğunu söylemişlerdir. Hatta Türkler'in cengâverliğine bakarak bunların
Türkler olduğunu ileri sürenler bile olmuşsa da[126]
Türkler'in asırlarca İslâm'ın
bayraktarlığını yaptıkları, Kur'an'm değerlerini kıtalara yaydıkları dikkate
alındığında, tamamen yıkıcı topluluklar olan Ye'cûc ve Me'cûc hakkında
söylenenlerin Türkler'e yakıştınlmasi mümkün değildir. Hatta Moğollar'm ve
Tatarlar'ın torunlarının da müslüman olup asırlarca İslâm'a hizmet ettikleri
göz önüne alındığında bunların Ye'cûc ve Me'cûc oldukları iddiası da bir
yakıştırmadan öteye gitmez. Sonuç olarak muhtemelen Ye'cûc ve Me'cûc ile
ilgili anlatılan olay tarihin çok eski dönemlerinde meydana gelmiş;
Zülkameyn'in yaptığı set İse tarihî araştırmaların erişemediği herhangi bir
devirde yer küresinin değişimi sonucu harabeye dönüşüp toprağın altında
kalmıştır. Nitekim "Rabbimin vaadi gelince O, bunu yerle bir eder"
mealindeki 98. âyet buna işaret etmektedir.
Ye'cûc ve Me'cûc hakkında Hz. Peygamber'den birçok
hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan bazıları şöyledir:
Ebû Hüreyre'den rivayet edildiğine göre Resûlullah
buyurmuştur ki, "Ye'cûc ve Me'cûc her gün şeddi delmeye çalışırlar. Tam
delip de güneş ışınlarını görecekleri sırada başlarında bulunan kişi, 'Haydi
gidin yann delersiniz' der. Fakat ertesi gün döndüklerinde şeddin eskisinden
daha sağlam hale gelmiş olduğunu görürler. Nihayet müddetleri dolup da Allah
onları insanların üzerine salmayı dilediği zaman başlarında bulunan adam,
'Haydi gidin inşallah yann delersiniz' der. "İnşallah" dediği için
döndüklerinde seddî, bir önceki gün bıraktıkları biçimde bulurlar. Şeddi
delerler ve insanların karşısına çıkarlar; suları İçerek kuruturlar, insanlar
onlardan kaçıp kalelerine sığınırlar. Bunun üzerine onlar oklarını göğe
atarlar. Attıkları oklar kana bulanmış olarak yere düşer. Daha sonra onlar,
'Yerde olardan ez- dik, gökte olanları yendik' derler. Fakat Allah onların
kafalarının içine bir kurt musallat eder, kurt onları öldürür." Resûlullah
devamla şöyle buyurmuştur: "Allah'a yemin ederim ki yeryüzündeki
hayvanlar, onların etlerini yiyip kanlarını içerek semizleşir, şişmanlarlar[127]
.
İbn Kesîr'e göre bu hadis Hz. Peygamber'e isnat
edilemez. Zira söz konusu rivayette Ye'cûc ve Me'cûc'ün şeddi delmeyi
başardıkları belirtilmektedir. Oysa âyetin zahirine bakıldığında onların, çok
sağlam olan bu şeddi aşmaları veya delmeleri mümkün görülmemektedir. İbn
Kesîi'in kanaatine göre muhtemelen Ebû Hüreyre bu rivayeti, (yahudi iken
müslüman olan) Kâ'b el-Ahbâr'dan nakletmiş; sonraki bazı râviler de bu sözü
yanlışlıkla Hz. Peygamber'e isnat etmişlerdir. Çünkü (İsrâiliyyât türü
rivayetleriyle meşhur olan) Kâ'b, Ebû Hüreyre ile sık sık birlikte oluyor ve
ona rivayette bulunuyordu[128]
Aşağıdaki hadis de bu görüşü desteklemektedir. Resûlullah'ın eşi Zeyneb bint
Cahş şöyle rivayet etmiştir:
"Hz. Peygamber yüzü kıpkırmızı kesilmiş bir halde
uykudan uyandı, şöyle diyordu: 'Lâ ilahe illallah! Yaklaşan bir kötülükten,
büyük bir fitneden dolayı Araplar'ın vay haline! Bugün Ye'ûc ve Me'cûc'ün
şeddinden şunun gibi bir delik açıldı!" buyurdu; daha sonra baş parmağıyla
onu takip eden (şehâdet) parmağını halkaladı. Bunun üzerine Zeyneb, "Yâ
Resûlullah! İçimizde bu kadar sâlih kimseler varken biz helak olur
muyuz?" diye sordu. Resûlullah, "Evet! Kötülükler ço-ğalırsa"
diye cevap verdi[129]
Aslında Kur'an bu şeddi, Ye'cûc ve Me'cûc'ün açmasına
ebedî olarak engel olacağını bildirmiş değildir. Allah'ın takdir ettiği zaman
geldiğinde şeddin tarihî hayatını tamamlayıp yerle bir olacağını
bildirmektedir; 98. âyet bunun gerçekleştiğine işaret ediyor. [130]
99-101. Yaygın yoruma göre "o gün"den
maksat kıyamet saatidir. Buna göre kıyamet vakti gelip çattığında Ye'cûc ve
Me'cûc denilen yıkıcı topluluk büyük kalabalıklar oluşturacak ve deniz dalgalan
gibi birbirlerine karışacaklardır. Nihayet sûra üfürülüp kıyamet koptuğunda
Allah Teâlâ diğer bütün insanlar gibi bunların da hepsini tekrar toplayıp bir
araya getirecek ve hesaba çekecektir.
Yukarıda özetlenen yorumlara ilaveten 83-99. âyetlerde
anlatılan kıssada geçen bazı isim ve kavramlarla ilgili şöyle bir tevil de
yapılmıştır: Zülkarneyn Hz. Muhammed'i, Zülkarneyn'İn set yaparak aralarını
kapattığı iki dağ Mekke ile Medine'yi, set de Mekke'nin fethi ile sağlanmış
olan İslâm birliğini, Ye'cûc ve Me'cûc ise inkarcıları temsil etmektedir. Bu
inkarcılar kıyamete kadar İslâm bir- ligini bozamayacaklar; kıyamet (şaşmaz
sözün gerçekleşmesi) yaklaştığında ise inkarcılar dalgalar halinde birbirlerine
karışacaklardır. [131]
Dünya ölçüleriyle mahiyeti kavranamayacak bir şey olan
sûr, Allah'ın Resu-iii tarafından boynuza benzetilmiştir. Sûra liflemekle
görevli melek İsrafil'dir. İki defa üfleyecek, birinci üfleyişte kâinattaki
canlılar yok olacak, ikincisinde de bütün canlılar tekrar dirilecekler[132]
inkârları sebebiyle kalpleri kararmış olduğu için dünyada Allah'ın varlığını
ve kudretini gösteren deliller karşısında gözlerini ve kulaklarını kapayıp
onları görmezden ve işitmezlikten gelenler âhirette cehennemle yüz yüze
getirileceklerdir. [133]
102. O inkarcılar, kullarımı bana karşı yardımcılar
edineceklerini mi sandılar? Biz cehennemi inkarcılar için bir konak olarak
hazırlamışadır. 103. De ki: "Size, yaptıkları işler bakımından en çok
ziyana uğrayanları bildirelim mi? 104. Onlar, iyi işler yaptıklarını
sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir," 105.
İşte onlar, rablerinin âyetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr eden, bu yüzden
amelleri boşa giden kimselerdir; bu sebeple biz onlar için kıyamet gününde bir
mîzan kurmayacağız. 106. İnkâr etmeleri, âyetlerimi ve resullerimi alaya
almaları sebebiyle onların cezası cehennemdir. 107. İman edip iyi
davranışlarda bulunanlara gelince, onlar için de konak olarak firdevs
cennetleri vardır, 108. Orada ebedî kalacaklardır.
Oradan hiç ayrılmak istemezler. 109. De ki:
"Rabbimin sözleri için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar mürekkep
ilâve etseydik dahi rabbimin sözleri bitmeden önce mutlaka deniz
tükenirdi." 110. De ki: "Ben, yalnızca sizin gibi bir insanını. Şu
var ki bana, ilâhınızın, sadece bir ilâh olduğu vahyolunu-yor. Artık her kim
rabbine kavuşmayı umuyorsa iyi iş yapsın ve rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak
koşmasın." [134]
102, Bu son bölümünde yer alan âyetler, sûrenin
sonucu olup başlangıçta işaret edilen, sûre içinde de kıssalar ve
darbımesellerle desteklenen ana fikri tekrar vurgulamaktadır. Sûrenin girişinde[135]
Allah Teâlâ'nın kutsiyeti ve kemal
sıfatlan İle Kur'an'm üstünlüğü, müminlere verilecek mükâfatın müjdesi ve
Allah'a çocuk yakıştırarak O'na ortak koşanların uyarılması konulan yer
almıştı. İnkarcıların inatçı tutumları karşısında üzülen Hz, Peygamber'in
durumuna da işaret edilmiş, dünya nimetlerinin imtihan için verildiği, bu
nimetlerin bir gün yok olacağı bildirilmiş ve inkarcılar âhirete inanmaya davet
edilmişlerdi. Burada da başlangıca bîr atıf mahiyetinde ana tema tekrar ele
alınmış, Arap edebiyatında konunun sonunu baş tarafıyla irtibatlandırma mânasına
gelen ve "reddü'1-acez" denilen sanata güzel bir örnek verilmiştir.
Âyette, Allah'ı bırakıp da Hz. îsâ'ya, meleklere,
şeytanlara ve benzeri varlıklara tapanlar kınanmaktadır. Şüphesiz ki Allah'tan
başka hiçbir varlık ilâh olmaya lâyık değildir. İlâh diye taptıklan varlıklar
onlara fayda sağlayamayacakları gibi onları koruyamaz da. Yüce Allah, böyle
inkârda ısrar edenler için konak olarak cehennemi hazırlamıştır. [136]
103-106. İnsanlar, davran ıslarında daima bir amaç
gözetip ona göre çaba harcarlar. Meselâ kişinin hedefi Allah'ın rızâsını ve
âhireti kazanmak İse bu hedefe ulaşmak için çaba gösterir ve ona göre çalışır.
Eğer kişi yüce değerlerle ilgilenmeyip sadece dünyevî menfaat elde etmek
istiyorsa gayretini de o yönde sarfeder.
Allah'a ortak koşanlar tanrılarının kendilerini
Allah'a yaklaştıracağını ve Allah katında küfür sayılan bu davranışlarının
Allah'a itaat olduğunu sanmaktadırlar. Oysa Allah kendisine ortak koşanların
amellerinin hiçbir değeri olmadığını bildirmiştir. Bu sebeple dünyada yapıp
ettikleri boşa gitmiştir; âhirette Allah tarafından hiçbir değer
verilmeyecektir. Hz. Peygamber'in hadisinde de bu hususa işaret edilmiştir:
"Kıyamet gününde şişman ve iri cüsseli nice adamlar gelir ki Allah katında
sivri sineğin kanadı kadar ağırlığı yoktur. (İsterseniz) 'Biz onlar için
kıyamet gününde bir mîzan kurmayacağız' âyetini okuyunuz"[137]
Bunlar âyetlerde belirtilen kötülükleri
yaptıklan için cezalan cehennem olacaktır. [138]
107-108. İnanmayanlara verilecek cezaya karşılık
inanıp iyi işler yapanlar, firdevs cennetlerine yerleştirilecek, orada ebedî
kalacaklardır. Çünkü bunlar Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaya gayret etmişler,
amellerini O'nun emirleri doğrultusunda ve rızâsına uygun biçimde
gerçekleştirmişlerdir,
"Bahçelerin en iyisi, ortası, en güzel yeri, üzüm
bağı, ağaçları sık ve çeşitli olan veya etrafı çevrili olan bahçe"
anlamına gelen firdevs ile ilgili olarak Resû-lullah bir hadisinde şöyle
buyurur: "Cennette yüz derece vardır. Her derece arası, gökle yer arası
kadar geniştir. Allah onları kendi uğrunda cihad edenler için hazırlamıştır.
Allah'tan istediğiniz zaman ondan firdevsi isteyiniz. O, cennetin ortası ve en
yüksek yeridir. Cennetin nehirleri oradan fışkırır. Üstünde de yüce Rahmân'ın
arşı vardır. [139]
109.Allah'ın sözlerinden maksat O'nun ilim ve
hikmetidir. Yüce Allah'ın İlim ve hikmeti sonsuz ve sınırsızdır; denizler ise
büyüklüğüne rağmen sonlu ve sınırlıdır, Şu halde Allah'ın ilmini ve hikmetini
yazmak için denizlerin tamamı mürekkep olarak kullanılsa, bir o kadar da ilâve
edilse yine de Allah'ın ilmini yazmaya yeterli olmaz. Lokman sûresinin 27.
âyetindeki ifade de böyledir. [140]
110.Şüphesiz ki Hz. Muhammed bir İnsandır.
Allah'ın bütün ilmini kuşatması mümkün değildir. O, sadece kendisine vahyedilenleri
bilir. Bu sûredeki kıssalar ona vahyedilen ilimlerdendir. Ona vahyedilenlerden
biri de bütün insanların tanrısının bir tek tanrı olduğu gerçeğidir. O halde
kimrabbine kavuşmayı umuyorsa güzel işler yapsın ve O'na kullukta başkalarını
ortak koşmasın!
İslâm'a göre en büyük günah Allah'a ortak koşmaktır,
yani Allah ile birlikte başka varlıkların da tanrı olduklarım kabullenmek ve
onlara kulluk etmektir. Kur'an ıstılahında buna "şirk" denilmiştir ki
Allah bunu kesinlikle affetmeyeceğini bildirmiştir. [141]
Şirkin açığı olduğu gibi gizlisi de vardır. Allah'tan başkasına tapmak, ondan
yardım dilemek, tanrı imiş gibi itaat etmek, korumasına sığınmak ve benzeri
davranışlar açık, gösteriş için Allah'a ibadet etmek de gizli şirk sayılmıştır.
Nitekim hadislerde bundan küçük şirk diye de bahsedilmiştir. Hz. Peygamber
şöyle buyurmuştur: "Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey küçük
şirktir." Ashap "Ey Allah'ın resulü! Küçük şirk nedir?" diye
sormuşlar. Resûlullah, "gösteriştir" diye cevap vermiş ve
buyurmuştur ki, "Kıyamet gününde Allah Teâlâ insanlara amellerinin
karşılığını vereceği zaman, riyakârlara şöyle diyecek: 'Dünyada kendilerine
gösteriş yaptığınız kimselere gidin, bakın bakalım onların katında herhangi
bir mükâfat bulabilecek misiniz? [142]
[1] ibn Âşûr, XV, 242-244
[2] XV, 259-260
[3] V, 3220
Prof. Dr.
Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez,
Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/459-460.
[4] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/460.
[5] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/460-461.
[6] Buhârî, "Fezâil", 11; Müslim.
"Müsâfirîn", 240; sekînet hakkında bilgi için bk. Bakara 2/248
[7] Müslim, "Müsâfirîn", 257
[8] Müsned, 6/446
[9] Beyhakî, Sünen, III, 249
Prof. Dr.
Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez,
Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/461.
[10] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/461-462.
[11] hamd hakkında bilgi için bk. Fatiha 1/1
[12] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/462.
[13] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/462.
[14] bilgi için bk. Tevbe 9/30
[15] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/462.
[16] Nahl .1.6/82
[17] İbrâhîm 14/48; ayrıca bk, Rahman 55/26-27
Prof. Dr.
Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez,
Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/463.
[18] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/463.
[19] krş. Ta-berî, XV, 131; A. J. Wensinck,
"Ashâbii'1-Kehf', M, IV, 372; Ömer Faruk Harman, "Ashâb-ı Kehf, İFAVAns.,1,167
[20] Buhârî, "Enbiyâ", 52; Müsned, IV,
274
[21] Taberî, XV, 132
[22] bk. âyet 22
[23] Ömer Faruk Harman, "As-hâb-ı Kehf', İFAVAm.,
1,167
[24] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/463-465.
[25] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/465.
[26] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/465.
[27] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/466.
[28] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/466-467.
[29] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/467.
[30] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/467.
[31] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/468.
[32] bk. Beydâvî [Meanau't-tefâsîr içinde|,
IV. 98
Prof. Dr.
Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez,
Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/468.
[33] Buhârî. "Salât", 48; Müslim,
"Mcsâad", 19
[34] Müslim, LLMesâcid",23
Prof. Dr.
Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez,
Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/469.
[35] İbn Kesîr, V, 144
[36] İsmet Ersöz, "Ashâb-ı Kehf', Dİ A, III, 466
[37] bk. İsmet
Ersöz, "Ashâb-ı Kehf, DM, III, 465-467
Prof. Dr.
Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez,
Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/469-470.
[38] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/470-471.
[39] bk. Lokman 31/34
[40] başka bazı âyetlerde de bu ifade aynı
lafızla yer alır, mesela bk. Kehf 18/69; Kasas 28/27; Sâffât 37/102
Prof. Dr.
Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez,
Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/471.
[41] âyet 19
[42] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/471-472.
[43] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/472.
[44] En'âm 6/52
[45] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/472-473.
[46] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/473.
[47] Allah'ın dilemesi hakkında bilgi için bk. En'âm 6/39,107, 111
Prof. Dr.
Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez,
Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/473-474.
[48] meselâ bk. Hac 22/23; İnsan 76/21
[49] bu konuda geniş bilgi için bk. Bakara 2/25
Prof. Dr.
Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez,
Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/474.
[50] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/475.
[51] bk. İsrâ 17/99; Yâsîn 36/77-79
[52] İbn Âşûr, XII, 316
[53] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/475-476.
[54] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/477.
[55] Kalem 68/14-15
[56] bk. Câsiye, 45/24
[57] A'râf 7/32
[58] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:III/477-478.
[59] Hakka 69/14
[60] Müzemmil 73/14
[61] Karia 101/5
[62] Vakıa 56/5-6
[63] Nebe' 78/20
[64] Tâhâ 20/105-107
[65] IX, 6029
[66] En'âm 6/94
[67] Meryem 19/80
[68] Müsned, III, 495
Prof. Dr.
Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez,
Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/478-479.
[69] meselâ bk. Câsiye 45/29; İnfitâr 82/10-12
[70] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/479.
[71] bk. Bakara 2/34; A'râf 7/11; Hicr 15/30-31
[72] Râzî, XXI, 136
[73] bk. Nahl 16/50; Tahrîm 66/6
[74] Sebe' 34/40-41
[75] A'râf 7/12
[76] Rahman 55/15
[77] Müslim, "Ziihd", 60; melekler
hakkında bilgi için bk. Bakara 2/30; cinler hakkında bilgi için bk. Cin 72/1
Prof. Dr.
Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez,
Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/480-481.
[78] İbn Âşûr, XIII, 343
[79] bk. Fussı-let 41/9-12
Prof. Dr.
Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez,
Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/481.
[80] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/481.
[81] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/482.
[82] Enfâl 8/32
[83] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/483.
[84] bk. Nisa 4/155
[85] V, 307
Prof. Dr.
Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez,
Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/483.
[86] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/484.
[87] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/485-486.
[88] bilgi için bk. Bakara 2/51 vd
[89] İbn Âşûr, XIII,360
[90] bk. Râzî, XXI, 149; Şevkânî, III, 288
[91] Râzî, XXI, 148
[92] Enbiyâ 21/34
[93] Elmalılı, V, 3260
[94] Ateş, V, 315; bilgi için bk. Said Nursî, Mektûbât,
s. 3
[95] geniş bilgi için bk. Buharı,
"Tefsir", 18/2; Müslim, "Fezâil", 170-172
[96] III, 166
[97] bk. A, J. Wensinck, "Hızır", M,
V, 458
[98] geniş bilgi için bk. İlyas Çelebi-Süleyman
Uludağ, "Hızır", Dİ A, XVII, 406-411
Prof. Dr.
Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez,
Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/486-489.
[99] V, 3259
[100] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/489.
[101] Buhârû "Tefsir", 18/2; Müslim,
"Fezâil", İ 70-172
[102] V, 3262
[103] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/489-490.
[104] Mevdûdî, 171 vd.
[105] Elmalılı, V, 3272
Prof. Dr.
Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez,
Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/490.
[106] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/491-492.
[107] bk. Râzî, XXI, 165; El-malılı, V, 3284
[108] Mevdûdî, III, 177
[109] İbn Kesir, V, 185
[110] Şevkânf, ITI, 299
[111] Râzî, XXI, 163
[112] Mevdûdî, 111,175
[113] Elmalılı, V, 3278
[114] Asım Efendi, Kamus Tercümesi, "İskender"
md.
[115] Zülkarneyn hakkında daha fazla bilgi için
bk. Elma-Uı, V, 3275-3279; Ömer Faruk Harman,"Zülkarneyn", İFAVAns.,
IV, 598; Ateş, 319-326. Kur'ân-ı Kerîm'de Zülkarneyn etrafında anlatılan
olaylan temsilî
Prof. Dr.
Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez,
Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/492-494.
[116] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/494.
[117] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/495.
[118] Tecrîd-i Sarih Tercümesi, IX, 100
[119] Mevdûdî, III, 179
[120] V, 3285
[121] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/495.
[122] Zemahşerî, II, 498; Râzî, XXI, 169; İbn
Kesîr, V, J91; Elmalıh, V, 3287
[123] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/495.
[124] Elmalık, V, 3288
[125] Kâmil Miras, Tecrîd-i Sarih Tercemesi, IX,
İÛ1
[126] bk. Ateş, V, 330
[127] Musned, II, 510 İbn Mace,
"Fiten", 4079-4081; Tİr-mizî, "Tefsîr'\19
[128] V, 194
[129] Buhârî, "Fiten", 4
[130] Ye'cûc ve Me'cûc hakkında bilgi için bk.
İlyas Çelebi, İtikadı Açıdan Uzak ve Yakın Gelecekle İlgili Haberler ,101-132
Prof. Dr.
Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez,
Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/495-497.
[131] bk. Orhan Kuntman, Kur'ân-ı Kerîmin Özet
Açıklaması, s. 295-302, 328
[132] bilgi için bk. En'âm, 6/73
[133] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/497-498.
[134] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/498-499.
[135] 1-8, âyetler
[136] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/499.
[137] Buhârî, "Tefsir", 18/6
[138] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/499.
[139] Beyhakî, Sünen, IX, 159
Prof. Dr.
Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez,
Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/499.
[140] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:III/499.
[141] bk. en-Nisâ, 4/116
[142] Müsned, V, 428
Prof. Dr.
Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez,
Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/499.