KEHF SURESİ 2

Sûrenin Tanıtımı 2

Kehf Ehli'nin Kıssası Ve Ayrıntıda Boğulmadan Özü Yakalayabilmek. 4

"Allah'ın Dilemesi"Ni Hatırlatmanın Önemi 6

"İnce İpek" (Sündüs) Ve "Kaim Atlas" (İstebrak) Hakkında. 8

İçlerinden Birisinin İki Bağı Olan İki Adam.. 9

"Dünya Hayatının Örneği, Gökten İndirdiğimiz Suya Benzer". 10

İblis'in Cinlerden Olduğu Hususu. 11

Kafirleri Kınama Ve Aşağılama Üslûbu. 12

Musa (A) Ve Salih Kul Kıssası Hakkında Açıklamalar. 14

Zülkarneyn Yecuc Ve Mecuc Kıssaları Hakkında. 17

 

 

 

 


KEHF SURESİ

 

Kur'an'daki Sırası       : 18

Nüzul Sırası                : 69

Ayet Sayısı                  : 110

İndiği Dönem              : Mekke

 

Sûrenin Tanıtımı

 

Bu sûrede kafirlere ağır bir şekilde yüklen il m ekle, inat ve inkarlarının şiddeti belirtilerek, bunun Peygamber {s) üzerinde oluşturduğu etki açıklanmaktadır. Sûrede kâfirlerin, müslü-manların fakirlerini küçümseyip servet ve güçlerine güvenmelerine işaret edilmişfir. Kıya­met gününün dehşeti ve o günde kâfirler ile mü'minlerin varacağı yer anlatılmıştır.

NebevT davet bahsinde ibretli kıssa ve öğütler sunulmuş; dünyaya aldanmak, içindeki nimetlerle meşgul olup hayırlı ve faydalı işleri yapmaktan geri durmak tenkit edilmiştir.

Sûredeki Kehf ehlinin, Musa ile Salih kulun ve Zülkarneyn'in kıssaları birçok öğüt ve ib­retler ihtiva etmektedir.

Sürenin ayetleri birbiriyle uygunluk içerisindedir. Konularının çeşitliliğine rağmen arala­rında herhangi bir üslûp farklılığı yoktur. Bu durum ve ayetler arasındaki uygunluk, söre ayetlerinin tamamen art arda indiği görüşünü kuvvetlendirmektedir.

28, 83 ve 101. ayetlerin Medine'de indiği rivayet edilmektedir. Ancak ayetlerin akışı, üs­lûbu ve muhtevası bu rivayette şüphe uyandırmaktadır. [1]

 

Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla

1-  Hamd, kitabı kulu üzerine indiren ve onda hiç bir çar­pıklık kılmayan Allah'a aittir.

2-  Onu dosdoğru (bir kitap) olarak'[2] indirdi ki katından gelecek şiddetli azaba karşı (insanları) uyarsın ve iyi işler yapan mü'minlere de kendileri için güzel mükâfat bulun­duğunu müjdelesin.

3- Onlar orada ebedi olarak kalıcıdırlar.

4-  (Bu Kur'an) "Allah çocuk edindi" diyenleri uyarıp-korkutur.

5-  Bu hususta ne kendilerinin, ne de atalarının hiçbir bilgi­si yoktur. Ağızlarından ne büyük söz çıkıyor! Onlar, yalan­dan başka bir şey söylemiyorlar.

6- Herhalde sen, onlar bu söze inanmıyorlar diye peşlerin­de üzüntüden kendini helak edeceksin'[3].

7- Şüphesiz biz yeryüzü üzerindeki şeyleri ona bir süs kıl­dık; onların hangisinin daha güzel davranışta bulunduğu­nu deneyelim diye.

8- Biz elbette yeryüzü üzerinde olanları kupkuru bir toprak yaparız'[4]'.

 

Sûre Allah'a hamd ederek başlamıştır. Bu, sûre başlangıçlarındaki Kur'an nazmı-di-zimi üslûplarından bir türdür. Bunun bazı örnekleri daha önce geçmişti.

İlk beş ayet şunları ihtiva etmektedir: Hamd tek başına kendisine ait olan Allah (c), içerisinde hiç bir çarpıklık bulunmayan dosdoğru Kur'an'i Peygamber olan kulu Mu-hammed (s)'in üzerine, bütün insanları O'nun azabı ve gücüyle uyarıp-korkutması, iyi işler yapan mü'minleri de sürekli faydalanıp zevklenecekleri güzel bir mükâfatla müj­delemesi, Allah'ın kendisine çocuk edindiğini, ne kendilerinde ne de geçmiş atalarında hiçbir bilgi ve delil olmaksızın iddia eden müşrikleri de azabıyla korkutması için indir­miştir. Bu büyük yalan onların ağızlarından bütün çirkinliğiyle çıkmaktadır.

Bu ayetleri takip eden üç ayet Peygamber (s)'e yönelmiş, onun kendisini, insanların davetine icabet etmemesi ve Allah'ın sözüne iman etmekten uzaklaşması nedeniyle üzüntü ve kedere sokup helâka sürüklemesinin gereğinin olmadığına dikkati çekmiştir. Allah, yeryüzünü üzerindeki bütün yaşama ve zevk alma vasıtalarıyla birlikte sadece, insanların yapacağı işleri denemek için süslediğini Peygamber (s)'e açıklamış ve çok yakında yeryüzünü üzerinde süs, hayat, zevk vasıtaları, bitki ve ağaçlardan hiçbirisinin olmadığı, kupkuru bir çöle çevireceğini bildirmiştir.

Bu iki kısım birbiriyle bağlantılıdır. Şöyle ki: Birincisinde Peygamber'in görevi açıklanmış, ikincisinde ise teskin edilip teselli edilmiştir. İlk bakışta Allah'a çocuk nis-bet edenler için yapılan kınamanın Arap müşriklerine yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü onlar meleklerin Allah'ın kızları olduğuna inanıyorlardı. Bundan dolayı Kur'an'ın birçok ayetinde onlar şiddetle kınanmışlardır.4. ve 5. ayetten çıkardığımız sonuç, buradaki kınama ve uyarının hristiyanlara değil, Arap müşriklerine yönelik olduğunu tercih etmemize sebep olmuştur. Onlar bu sûrede kınama ve uyarı konusu olmuşlardır.

Son iki ayet Peygamber'in teskin edilmesine özellikle yardımcı olmaktadır. O, uya­rıcıdan başka bir şey değildir. Dünya insanların imtihan diyarıdır. Çok yakında bu dün­ya yok olacak ve sonra insanlar Allah'a döneceklerdir.

Dikkat edilirse önceki sûre Peygamber'in kafirlerin küfründen sorumlu olmadığım, onları inanmaya zorlamakla yükümlü olmadığını ve onların dönüşünün Allah'a olacağı­nı beyan ederek bitmişti. Bu sûre ise bu mânâları takviye ederek başlamaktadır. Bunun, nüzul tertibinin doğru olduğuna karine sayılması mümkündür.

"Onların hangisinin daha güzel davranışta bulunduğunu deneyelim diye" ifadesinde Allah'ın insanlarda seçme ve kazanma kabiliyetini yarattığı, onlara hayr ve güzel amel yollan ile aksi olan kötü işlerin yollarını beyan ettiği, sonra da onlara seçimlerinin sonu­cu işledikleri amellerin sorumluluğunu yüklediği vurgulanmaktadır. Bu gerçeği başka birçok ayet ortaya koymaktadır. Bazıları buna benzer ifadelerle gelmiş, bazıları da farklı ifadelerle gelmiştir. Birçok örneği geçtiğinden, bunun kesin Kur'an prensiplerinden biri olduğunu söylemek doğru olacaktır. [5]

 

9-  Sen yoksa Kehf[6] ve Rakîm[7] ehlini bizim şaşılacak ayetlerimizden mi sandın?

10-  Mağaraya sığındıkları[8] zaman, o gençler'[9] demişler­di ki: "Rabbimiz, katmdan bize bir rahmet ver ve bize bir çıkış yolu ha2irla".

11-  Böylelikle mağarada nice yıllar onların kulaklarına ağırlık vurduk[10]' (derin bir uyku verdik).

12-  Sonra iki gruptan hangisinin kaldıkları süreyi daha iyi hesap ettiğini[11] belirtmek için onları uyandırdık.

13-  Biz sana onların haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz: Onlar Rablerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidayet­lerini artırmıştık.

14-  Onların kalpleri üstüne metanet bağlamıştık[12]. Kalk­tıklarında demişlerdi ki: Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbi'dir; İlah olarak biz O'ndan başkasına kesinlikle tap­mayız. Yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz[13]'.

15-  Şunlar, bizim kavmimizdir. O'ndan başkasını ilah edindiler. Onların ilah olduğuna açık bir delil getirmeleri gerekmez miydi? Allah'a karşı yalan uydurandan daha za-İİm kim olabilir?

16-  (İçlerinden biri şöyle demişti): Madem ki siz onlardan ve onların Allah'ın dışında tapmakta oldukları varlıklardan uzaklaştınız[14]', o halde mağaraya sığının ki, Rabbiniz size rahmetinden yaysın ve İşinizde sizin için fayda ve kolay-lık[15] sağlasın.

17-  (Onlara baktığında) Görürsün ki, güneş doğduğunda mağaralarına sağ yandan yönelir'[16], battığında onları sol yandan keser geçerdi'[17] ve onlar da mağaranın geniş deh-Iİzİ içindeydiler[18]'. Bu, Allah'ın ayetlerindendir. Allah, ki­me hidayet verirse, işte hidayet bulan odur. Kimi saptırırsa onun için asla yo! gösteren bir dost bulamazsın.

18-  Sen onları uyanık[19] sanırsın, oysa onlar uykudadırlar. Onları uykuda sağa sola çeviririz. Köpekleri de iki kolunu uzatmış yatıyordu[20]. Onları görmüş olsaydın, geri dönüp onlardan kaçardın, içini korku kaplardı.

19-  "Böylece, aralarında bir sorgulama yapsınlar diye on­ları dirilttik[21] İçlerinden biri: "Ne kadar kaldınız" dedi. "Bir gün veya günün birkaç saatlik kısmı kadar kaldık" de­diler. "Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir" dedi­ler. Birinizi şu gümüş para[22]' ile şehre gönderin, baksın, hangi yiyecek[23] daha[24] temiz ise ondan size bir rızık ge­tirsin; fakat çok dikkatli davransın, sakın sizi birisine sez­dirmesin.

20- Çünkü onlar sizi ellerine geçirirlerse[25] taşlayarak öl­dürürler, yahut dinlerine döndürürler ki o takdirde asla if­lah olamazsınız.

21-  Böylece (insanları) onlardan haberdar[26] ettik ki, Al­lah'ın vadinin hak olduğunu, Kıyametin şüphe götürmez

olduğunu bilsinler. Hani onlar aralarında AshâbKehf'in durumunu tartışıyorlardı. Dediler ki: "Üzerlerine bir bina yapın. Rableri onları daha İyi bilir." Onların İşine galip ge­len[27] (yetkili)ler: "Mutlaka onların üstüne bir mescid ya­pacağız" dediler.

22-  (Sonra gelen kuşaklar) Diyecekler ki: "Onlar üçtür, dördüncüleri köpekleridir", yine "Beştir, altıncıları köpek­leridir". (Bunlar) Bilinmeyen hakkında tahmin yürütmektir. (Kimileri de): "Onlar yedidir, sekizincileri köpekleridir" di­yecekler. De ki: "Onların sayısını Rabbim daha iyi bilir. Onları bilen azdır". Öyleyse onlar konusunda açıkta olan bir tartışmadan başka tartışma[28]' ve onlar hakkında hiç kimseye bir şey sorma.

23- Hiç bir şey için "Ben bunu yarın yapacağım" deme.

24-  Ancak Allah dilerse (yapacağım de). Unuttuğun za­man Rabbinİ an ve "Rabbimin beni bundan daha doğru bir bilgiye ulaştıracağını umarım" de.

25-  "Onlar mağaralarında üçyüz yıl kaldılar. Dokuz (yıl) da ilave ettiler."

26- De ki: "Onların ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bi-lir. Göklerin ve yerin gaybı O'nundur. O ne güzel gören, ne güzel İşitendir[29]'. Onların, O'ndan başka bir yardımcısı yoktur. Ve O, kendi hükmüne kimseyi ortak etmez."

 

Bu bölüm Kehf ve Rakîm ehlinin kıssası ile, bunun hakkındaki yorumu ihtiva et­mektedir. Ayetler kıssa hakkında şu ifadeleri içermektedir:

Kehf ve Rakîm ehli, basiretleri aydınlanmış, sırf Allah'a İman ederek doğru yolu bulmuş olan genç bir gruptur. Kavimleri bu esnada doğru yoldan sapmış, Allah'tan baş­ka birtakım ilahlara ibadet eden bir toplumdu. Gençlerin Allah'a inanmaları üzerine, on­lara saldırmışlar ve kendi dinlerine döndürmek İstemişlerdi.

Gençler de Allah'a rahmetiyle kendilerini kuşatması ve içinde bulunduktan zor du­rumdan kurtarması için dua etmişlerdi.

Sonra kendi aralarında, kavimlerini terk ederek bir mağaraya sığınmaya karar verdi­ler. Bunu yaptıklarında Allah (c) çok uzun bir süre onlara uyku verdi. Mağaranın geniş bir alanında bulunuyorlardı. Güneş doğarken ve batarken onlara bir zarar vermeden, eğik bir şekilde, değmeden sapar geçerdi. Allah (c)'ın izniyle sağa-sola dönüyorlardı. İfadeden bunun, uzun süre yatmaları nedeniyle yanlarının çürüyüp dökülmemesi için böyle olduğu anlaşılmaktadır. Bu, gören kimsenin onları uyanık sanmasını sağlamak içindi. Onların köpekleri de mağara kapısında ön ayaklarını öne doğru uzatmış vaziyette yatmıştı. Görünüşleri kalplerde dehşet uyandıracak derecede korkunç olmuştu. Sonra Allah uyanmalarını dilediğinde uyanıp birbirlerine uykuda geçirdikleri süreyi sormaya başladılar. Bazısı bu sürenin bir gün veya günün bir bölümü kadar olduğunu zannetti. Sonra içlerinden birisini gümüş bir parayla şehre temiz yiyecek getirmesi için gönderdi­ler ve ona kavimlerinin gizlendikleri yeri keşfetmemesi için dikkatli olup sakınmasını tembihlediler. Çünkü kavimlerinin yerlerini öğrenip onları eski dinlerine dönmeye zor­lamasından veya öldürmesinden korkuyorlardı. Ancak Allah kavimlerinin onlann du­rumlarını ortaya çıkarmasını diledi ve herkes Allahu Teaîa'nın onlar üzerindeki mucize­sini görmek için mağaraya doğru akın etti. Böylece Allah'ın Kıyametin kopması ve son-rasıyla ilgili vaadinin gerçek olduğuna kesin olarak inandılar. Sonra onlara karşı yapa­caklarını aralarında istişare ettiler ve ileri gelen yetki sahipleri onların üzerine mescid yapmaya karar verdiler. Buradan, mağaradaki gençlerin durumlarının açığa çıkmasının akabinde hemen Allah tarafından canlarının alındığı anlaşılmaktadır. [30]

 

Kıssa'dan Çıkan Dersler

 

1-  Kıssayı işiten kimselerin onların sayısı hususunda çeşitli görüşler belirtecekleri anlatılmaktadır. Bazısı; onlann üç kişi olup dördüncülerinin köpekleri olduğunu, bazısı; beş kişi olup altıncılarının köpekleri olduğunu, bazıları da; onlann yedi kişi olup seki­zincilerinin köpekleri olduğunu söylemektedir.

2- Peygamber (s)'e onlann durumunu bilme işini Allah'a bırakması, onlar hakkında bilginin insanlardan çok azında bulunacağını söylemesi, bu konuda tartışmaması veya haklarında şüpheye düşmemesi, yahut onlarla çok fazla ilgilenmemesi, hatta kıssayı işi­tenlere onlar hakkında soru sormaması emredilmiştir.

3- Ayette gençlerin mağarada 309 sene kaldıkları bildirilmiştir.

4- Peygamber'e yönelik diğer bir emir de; onlann mağarada ne kadar kaldıklarını en yi Alah'ın bileceğini, göklerin ve yerin işlerinden gizli kalanları yalnız O'nun bileceği­ni, O'nun çok iyi duyan ve gören olduğunu, hükmünde ortağı bulunmadığını, O'ndan başka hiçbir gerçek dostun bulunmadığını söylemesi emridir. [31]

 

Kehf Ehli'nin Kıssası Ve Ayrıntıda Boğulmadan Özü Yakalayabilmek

 

Kıssa hakkında müfessirler[32] birçok rivayette bulunmuştur. Bu rivayetler Kehf ehli hakkında birçok açıklamalar içermektedir. Ancak aralarında farklılık, çelişki, mübalağa veya birliktelik bulunabilmektedir. Bunlar Muhammed b. İshak, İbn Humeyd ve Hakem b. Beşir gibi haber nakilcileri ve bazı tabiiler tarafından rivayet edilmiştir. Bu rivayet­lerden, içerisinde bazı gerçeklerin de olabileceği faydalı bir özet sunarsak şunları söyle­yebiliriz: Bu gençler Ofsûs veya Tarsus şehrindendir. Sekiz kişi olup, isimleri: Mıksıl-miynâ, Mıhsiymîlînâ, Yemlîha, Mertûs, Keşûtûş, Beyrûnus, Deynmûs ve Yutûnus -lûs[33] tur.

İsa (a)'nın havarilerinden birisi onların ülkelerine gelmiş, Mesih'in mesajını müjde­leyip tebliğ etmiş, onlar da şehirlerinden bir grupla iman etmişlerdi. Onların kralları ve­ya ülkelerinin hükümranlığı altında bulunduğu Rum kralı, putperest zalim bir kimseydi. İsmi Dakînûs veya Dikyanûs olan bu kral, mü'minlere zulmediyor, onlara şiddetle iş­kencede bulunuyordu. Bu şehre de geldi ve inananlara aynı muameleyi yaptı, onlardan bir çoğunu öldürdü. Gençleri de uyardı, onlara iyi muamelede bulunup mühlet verdi. Fakat onlar putperestliğe dönmeyi kabul etmediler, işkence ve baskıdan da korktukla­rından şehrin dağlarından birindeki mağaraya sığındılar. Onlara köpeğiyle beraber bir çoban da katılmıştı. İçlerinden birini ihtiyaçlannı karşılamak ve haber toplamak için şehre gönderiyorlardı. Kral her yerde onlan aratmaya başlamıştı, nihayet mağarada Al­lah'ın üzerlerine uzun bir uyku verdiği sırada onları buldu. Fakat onların öldüğünü zan­nettiğinden, mağarayı üzerlerine kapattı. Allah uzun bir uykudan sonra uyanmalarını di­ledi. Uyandıklannda uykuda ancak bir gün veya daha az bir zaman kaldıklarını sandılar. Zira kendilerinde hiçbir değişiklik görmemişlerdi. Sonra içlerinden birisini; Yemlîha'yı şehre gönderdiler. Şehre indiğinde gördüğü yüzler ve manzaralar ona çok yabancı geldi. İnsanların İsa (a)' hürmetle andıklarını işitti. Hristiyanlık esaslarını özgürce, alenen uyguladıklarını gördüğünde şaşkınlığı daha da çok arttı. Satıcılar da kendilerine verdiği, üzerinden yüzlerce yıl geçmiş gümüş parayı kabul etmediler ve gizli bir hazine buldu­ğunu sanarak onu şehrin ileri gelenlerine götürdüler -onlar da hristiyandılar-. Genç, gü­vende olduğu kanaatine vardı; kendisinin ve arkadaşlarının kıssasını onlara anlattı, çok şaşırdılar ve bunu Allah'ın mucizelerinden biri olarak görüp Öldükten sonra dirilmeye olan inançlarını arttırdılar. Yine hristİyan dinine mensup olan Yendusîs ismindeki kralIarına bir haberci gönderdiler, o da Allah'ın mucizesini görmek için geldi. Şehir halkıyla birlikte mağaraya yöneldiler. Gençler onların geldiğini hissedince Allah'a hamd edip teşbih etmeye başladılar, sonra da hemen Allah onların canlarını aldı. Kral insanlarla birlikte mağaraya girdiğinde onları ölmüş olarak buldular. Aralarında yaptıkları istişare sonucunda, kral, üzerlerine mescid bina etmeye karar verdi.Üzerinde kıssaları yazılı olan Rakîm'e gelince; rivayetler şunu kaydetmektedir: Dik-liyânus ailesinden inanmış iki adam veya onun kölesi ile cariyesi Allah onları uykuya daldırdıktan sonra mağaraya uğramış, onları tanıyıp kıssalarını da bildiklerinden gelecek nesillerdeki insanların onları tanımaları için isimlerini ve kıssalarını kurşundan iki levha üzerine yazıp bir kutu içerisinde başuçlarına koymuşlar.

Durum ne olursa olsun ayetlerin muhtevası ve ruhu, birinci olarak kıssanın Peygam­ber (s)'in yaşadığı çevrede bilindiğini ortaya koymaktadır. İkinci olarak, bu kıssanın ko­nuşulduğunu, acayip karşılanıp sorgulandığını göstermektedir. Haber nakilcilerinin ve müfessirlerin naklettiği belgelerin incelenmesi halinde bu sonuç çıkmaktadır. Bunlar, Romalıların hükmettiği, özellikle de putperest oldukları M.S. 4. asırdan önceki dönem­de Şam bölgesindeki hristiyan tarihinin hikayeleridir. Bunlar Peygamber (s)'in çevresin­de Mekke'de bulunan hristiyanlar vasıtasıyla veya Arapların seferleri esnasında ilişki kurdukları hristiyanlar yoluyla tanınmıştır. Tarih, putperest Roma İmparatorlarından im­parator Dikliyanus'u zikretmektedir. 284-305 yılları arasında hükmetmiştir. Hristiyanlar ve onların izinden giden, çoğunluğu Şam ve Mısır ülkelerinin halkları üzerinde şiddetli baskı uygulamıştır. Onun elinden çok şiddetli işkencelere maruz kalmışlardır. Sonra 4. asrın başlarında hristiyanlık Roma devletinin dini olmuş ve bu şekilde devam etmiştir. Putperestlik ise kovulup, kökü kazınmıştır. Böylece hristiyanlar genel olarak huzur ve güvene kavuşmuşlardır[34].

Bizim tercihimize göre bu Kur'an açıklaması Peygamber (s)'e yöneltilen bir soruya binaen inmiştir. Nitekim ayetlerde buna işaret edilmektedir. Biz bu sorunun Mekke'de bulunan bazı hristiyanlara, sözkonusu kıssayı işitmelerinden sonra, açıklama istemek ve kesin bilgiye ulaşmak maksadıyla bazı müslümanlar tarafından yöneltildiği görüşüne meylediyoruz.

Dikkat edilmesi gereken bir nokta da kıssa ile ilgili ayetler ve açıklamaların Kur'an kıssalarının belirgin üslubuyla verilmiş olmasıdır. Bu üslubun temel özelliklerini taşıdı­ğı gibi, ayetler öğüt vermeyi, hatırlatmayı ve nebevi daveti ön planda tutmuştur.

İnanan gençler ve müşrik kavimleriyle. Peygamber (s) ve ona inananlar arasında sıkı bir benzerlik bulunmaktadır. Pcygamber'e inananların büyük çoğunluğunu Kureyşli gençler oluşturuyordu. Ve onların babaları müşrik olup Muhammedî davete düşmanlık besliyorlardı. Bu gençler imandan sonra şirke geri dönmeleri için babalarının işkence ve ziyetine maruz kalıyorlardı. Öldükten sonra dirilmek, haşir ve ahiret cezası, Peygam­ber ile müşrikler arasında cereyan eden tartışmaların en önemlilerini oluşturuyordu. Sözkonusu kıssa da Allah'ın (c) mucizelerinden birini ihtiva etmektedir. Bu mucizede, öldükten sonra dirilme manzaralarından bazısıyla bağlantı bulunmaktadır. Bu da çok büyük bir insan topluluğunun şahit olduğu bu hadisede gerçekleşmiş ve haberleri asırlar boyu nakledilmiştir.

Bütün bunlarda ibret alınacak, tatmin olunacak, örnek alınacak, uyarı olacak, yerler vardır, bu çok açıktır. Özellikle dikkatler 21. ayet üzerine çekilmeli, zira gençlerin uyandıktan sonra bulunması ve akabinde hemen Ölmeleri, insanların Allah'ın vaadinin gerçek olduğuna, Kıyametin de şüphesiz gelmekte olduğuna yakinen İnanmalarına vesi­le olmuştur. İşte ayet bizim de burada vurgulamaya çalıştığımız gibi buna işaret etmek­tedir.

Sûrenin ilk ayetlerine de dikkat çekilmelidir. Bu ayetler "Allah'ın çocuğu vardır" di­yenlere ağır bir şekilde yüklenmiştir. Hemen bunun akabinde gelen bu hristiyan kıssası gençlerin tek bir Allah'a inanmalarını ortaya koymaktadır. Zaten onları Allah'ın koru­masına ve rahmetine layık kılan etken de bu imanları olmuştur. Bu da kıssa ayetleriylc sûre girişi arasında bir bağ bulunduğunu ve bu ayetlerin nebevi davete, özellikle de ken­disinde hiçbir şüphe ve yoruma yer olmayan tevhid inancına destek oluşturmayı hedef­lediğin i göstermektedir.

Kayda değer bir husus da, miladi asrın başından beri hristiyan grupları arasında Me­sih hakkındaki ihtilafın çok büyük olmasıdır. Onlardan bazısı Allah ile Mesihi eşit tut­muyor, onun Allah'ın oğlu olduğunu diğer bazı grupların mantığı gibi kabul etmiyorlar­dı. Bazıları, O'nu Allah tarafından gönderilmiş mucizeyle doğan bir insan olarak görü­yordu. Bazıları da O'nu Allah'ın bir sembolü olarak görüyordu. Meryem sûresinde bu­nunla ilgili örnek ve kaynakları geniş açıklamalarıyla verdik; oraya müracaat edilebilir[35].

Ondaki Allah'ın gücünün tezahürünü ve insanlara çok garip gelen bu hadisenin Al­lah'ın mucizelerinden birisi olduğu gerçeğini kapsamıştır. Sanki şöyle söylenilmek İs­tenmiştir: Arap kafirlerine acayip gözüken bu hadisenin oluşu, onları uyarıldıkları ve Allah'ın kudretiyle gerçekleştirilmesi mümkün olan hususlarda ikna etmelidir. Bunda da destek mânâsında olan gerçek vardır.

Kıssa ile ilgili ayetlerin vahycdilmesiyle, birinci derecede, destek oluşturma hedefi­nin amaçlandığı görülmektedir. Zira insanlar gençlerin sayısı hakkında aralarında tartı­şıyorlardı. Peygamber bu tartışmaya önem vermemekle ve ancak açık bir delile dayan­dığı takdirde konuşmakla em rolün m aktadır. Diğer taraftan kaldıkları sene miktarı üze­rinde tartışıyorlar, Peygamber ise bunu göklerin ve yerin bilinmezlerini bilen, en mü­kemmel işitme ve görme sıfatlarına sahip olan Allah'a havale etmekle emrolunuyor.

O'ndan başka hiçbir gerçek dost yoktur. Mülkünde ve hükümdarlığında O'na ortak yok­tur. Yİne Peygamber (s) konuyu derinlemesine araştırmamak ve kimseye bu hususta so­ru sormamakla emrolunmakladır.

Tabiîn âlimlerinden olan Katade'den Zemahşeri'nin naklettiğine göre; "Onlar mağa­ralarında üçyüz kaldılar, dokuz (yıl) da ilave ettiler" ifadesi kitap ehlinden nakledilen sözdür. Nitekim Peygamber de onların orada ne kadar kaldıklarını en iyi bilenin Allah olduğunu söyleyerek onların İddiasını reddetmekle emrolundu. Bunda doğruluk payı vardır. Zira bu, kıssanın hedefleri ve naklcdilmesindeki maksatla da biraz önce kaydetti­ğimiz gibi uygun düşmektedir. [36]

 

"Allah'ın Dilemesi"Ni Hatırlatmanın Önemi

 

Burada son ayetlerden iki ayetin kıssa ile ilişkisi açıkça gözükmemektedir. Bu iki ayet; 23 ve 24. ayetlerdir. Müfessirler bu iki ayetin tefsirinde şunu nakletmişlerdir[37] Müşriklerin liderlerinden ve ileri gelenlerinden bazısı Peygamber'e Kehf ehlinin kıssa­sını, Zülkarneyn'in haberini ve Ruh'u sormuşlardı. Peygamberimiz (s) de "yarın cevap vereceğim" diye söz vermiş, ancak "inşaallah" dememişti. Günlerce vahiy beklemesine rağmen vahiy gelmiyordu. Bu sürenin ne kadar uzadığı hususu ihtilaflıdır ama 12 gün ile 40 gün arasında olduğu söylenmektedir. Her sabah Peygamber'e gelip soruyorlar, o da onlara "henüz bana vahiy gelmedi" şeklinde cevap veriyordu. Artık alay etmeye baş­lamışlardı. Peygamber de üzülüp kederlenmişti. Sonra vahiy ilk olarak bu iki ayetle geldi, ikinci olarak da sorularına cevap teşkil eden ayetlerle indi. Rivayetlerde Ruh hak­kındaki sorunun Medine'de yahudiler tarafından sorulduğuna dair nakil olduğu gibi, sözkonusu üç sorunun Mekke'de müşrikler tarafından Medine yahudilerinin İsteği üze­rine sorulduğuna dair nakil bulunmaktadır. Çünkü müşrikler Medine yahudilerine Pey­gamber hakkında sormuşlar, onlar da bu üç soruyu sormalarını, eğer cevap verebilirse O'nun Peygamber olduğunu kabul edeceklerini söylemişlerdir.

İsra sûresinin tefsirini yaparken, "Sana Ruh hakkında soruyorlar..." ayetinin tefsirin­de nakledilen bu rivayetler üzerine yorumumuzu yapmıştık. Ve orada rivayetler arasın­daki kopukluğa ve zayıf noktalara değinmiştik; burada tekrar etmeye lüzum görmüyo­ruz. Ancak bu iki ayetin sözkonusu kısa ayetlerin arasına, henüz kıssa ile alakalı konular tamamlanmadan gelmiş olması -zira bu iki ayetten sonraki ayetlerde kıssayı tamamlayı­cı ifadeler yer almaktadır-; bu iki ayetin de kıssa ile bir tür ilişkisinin olduğunu ve bu ilişki ile ilgili bu rivayetlerde bir gerçeğin bulunabileceğini akla getirmektedir.

Bizim aklımıza gelen iki ayetin sadece bu kıssa konusuyla ilgili olarak veya hem bu kıssa hem de yine bu sûrede yer alan Zülkarneyn kıssasıyla ilgili olarak indiğidir. Şu da ihtimal dahilindedir: Peygamberimiz (s) soru soranlardan mühlet istemiş, ama bunu Al­lah'ın dilemesine bağlamayı unutmuştu. Bunun üzerine Allah (c) ona bunu hatırlatmayı,yasaklamayı ve kıssa esnasında sıralanan Öğretici ayetleri vahyetmiştir. Allah daha iyi bilir.

Bu iki ayet bütün müslümanlara her halükarda telkinde bulunmaktadır. Müslümamn görevi sürekli olarak gelecek hakkında bir şeye malik olmadığını hatırlayıp, kendisini yerine getirmekten aciz kalabileceği veya kusurda bulunabileceği veya bilemediği birta­kım zarar ve tehlikelerle yüzyüze gelebileceği yükümlülüklerin altına sokmaması ve az­mini, kararım da Allah'ın dilemesiyle bağlaması gerekir.

Kaldı ki bu, müslüman üzerine dini bir vecibedir. Onun görüneni de görünmeyeni de en iyi bilen, herşeyin kudreti altında bulunduğu ve herşeyİn kendisine döneceği Al­lah'a olan imanının bir parçasıdır. Böyle yapmakla her kötü işin, tehlikenin veya zararın sorumluluğuyla kendisini yükümlü tutmaktan kurtulur. Sonra Allah'tan yardım isteme­sinde, O'nu her kusurunda ve unutmasında hatırlamasında, O'ndan en doğru ve en üs­tününü yapmak için hidayet istemesinde manevi bir tedavi vardır; bu onun gücünü, hi­dayetini ve doğruluğunu arttırır. [38]

 

27-  Rabbinİn Kİtabı'ndan sana vahyedİleni oku;[39] sözlerini değiştirecek kimse yoktur. O'ndan başka sığınıla­cak bir kimse de bulamazsın.

28-  Sen de sabah-akşam O'nun rızasını isteyerek Rablerİ-ne dua edenlerle birlikte sabret. Gözlerin, dünya hayatının süsünü isteyerek'[40] onlardan başka yana sapmasın[41]. Kal­bini bizi anmaktan alıkoyduğumuz; keyfine uyan ve işi hep aşırılık'[42]' olan kişiye itaat etme.

 

Birinci Ayette:

1) Peygamber (s)'e kendisine Rabbinden vahyolımanlan insanlara okuması emredil-m ıştır.

2) Gerçek ve doğru olan hiçbir şeyin değiştirilip, bozulmayacağı le'yid edilmiştir.

3) Peygamberin Allah'tan başka sığınmaya layık, korumasına gücü yetecek kimseyi bulamayacağı vurgulanmıştır.

İkinci Ayette:

Peygamber tebliğine inanan, Allah'a yönelip bütün zamanlarını O'na kulluğa ada­yan ve sadece O'nun rızasını isteyen kimselerle tam bir dayanışma içerisinde olması emredilmiştir. Onlara büyük önem vermesi, dikkat ve ilgisini dünya hayalının süsüne, şatafatlı dış görünüşüne rağbet ederek başka yöne çevirmemesi, Allah'ın zikrinden gafil olana, arzu ve isteklerinin peşine düşerek sapıtıp hüsrana uğrayanlara itaat etmemesi, onlara kulak vermemesi önemle istenmiştir.

İki ayet de atıf harfiyle başladığından, her iki ayetin önceki ayetleri tamamlayıcı, öğüt ve ibret konularında muhtevalarını destekleyici olarak geldiğini düşündürtmekte­dir. Bunun, önceki ayetlerin sırf nebevi daveti desteklemek amacıyla indirildiğine ala­met olması da mümkündür.

İkinci ayetteki "...Dünya hayalının süsü" ifadesiyle, bu süsün sahipleri olan zengin ve liderler ilk olarak akla gelmektedir. Ayetin diğer bölümü de onlardan kafir olanlara işaret ederek bunu göstermektedir. Ayet, iman edenlerin, ne kadar fakır olurlarsa olsun­lar, sosyal konumları da ne olursa olsun korunup himaye edilmelerinin gereğini; kafirle­re de, servet ve güç yönünden durumları ne olursa olsun önem verilmemesi gerektiğini vurgulamıştır.

Nakledildiğine göre[43] bazı kafir liderleri Peygamber'i fakir tâbilerinden dolayı ayıp­lıyor ve ona, onları huzurundan uzaklaştırmasını, kendilerinin ancak bu şekilde meclisi­ne gelerek onu dinleyebileceklerini söylüyorlardı. Ayetin içeriği bu nakle uygundur. Onların bu tavrı, önceden açıklaması geçtiği gibi açık olarak En'am sûresinde de anlatıl­mıştı. Bütün bunlar bu tavrın sık sık tekrarlandığını, vahyin de Peygamber'i güçlendir­mek için uyarı ve eğitimi tekrarlamasının gereğini göstermektedir. Çünkü Peygamberimizde liderleri kendisine çekmek hususunda aşırı bir arzu vardı. Bu arzusu bazen onu, ayetlerin İşaret ettiği gibi liderlerin bazı teklifleri üzerinde olumlu düşünmeye sevkedi-yordu. Mü'minlerc Allah katındaki mevkilerinin yüce olduğunu belirtmek için, iman et­me ve salih amel işleme faziletinin en büyük şeref olmasından ve tüm güzel ahlâklara sahip bulunduklarından dolayı Allah katında daha üstün oldukları hatırlatılmıştır. Aynı şekilde Peygamber (s)'in, İslam toplumunun nezdinde de böyle üstün bir konumda ol­maları gerekir.

Peygamber bu tavrında vahiy kendisine gelmeden önce içtihatta bulunmuş, ancak iç­tihadı, yapılması evlâ olanın aksi yönünde tecelli etmiş, bunun sonucunda Abese sûre­sinde de izah ettiğimiz gibi uyarılmıştır. Bütün bu olaylar, Allah'ın telkininin sürekli olarak devam ettiğini, hikmetli Kur'an prensiplerinden birinin varlığım apaçık ortaya çıkarmakta, aynı zamanda da sosyal farklılıkların ayırım olarak kabul edilmemesinin İs­lam toplumunda korunması gereken bir gerçek olduğunu göstermektedir. Dikkatle ince­lersek, bu gerçeğin Peygamber döneminde farklı olarak da olsa milletlerin yaşamında ve geleneklerinde çok büyük faydalarının olduğunu görürüz. Bu da Kur'an gayesinin ve bu gayede var olan hikmetli prensibin yüce telkininin şaheserliğini ortaya koymaktadır. İşte bunda, Kur'an'ın hak ve hikmetle Allah katından inen bir vahiy olduğuna ihtiyacı olan kimse için açık delil bulunmaktadır. Öyle vahiy ki; Peygamber'den, belirtilen arzu­sundan dolayı yapılması evlâ olanın aksine bir işin sâdır olmasını dahi düzeltmektedir. Bu mükemmellik, Kur'an vahyinin tekrarlanmasında da bulunmaktadır. Zira bu, doğru yolu göstermek, içerisindeki hikmetli prensibi ve kıymetli telkini açıklamak için inen ayetlerin üçüncüsünü oluşturmaktadır.

Bizim kendisine dayandığımız mushaf, bu ayetin Medine'de indiğini kaydetmekte­dir. Bu rivayetin yanısıra müfessirler şunu nakletmektedirler[44] Beni Fezara kabilesinin lideri olan Uyeyne b. Hisn, Medine'de Peygambere gelerek çevresinde toplanmış olan fakir müslümanların nefret ettirici bir görünüm oluşturduklarım söyleyip onları mecli­sinden kovmasını istemiştir. Ancak ayet, siyakıyla ve ayet dizimiylc tam bir uyum içeri­sindedir. Sonra aynı tablo Mekke'de indiği konusunda ihtilaf bulunmayan ayetlerde de geçmiştir. Bu ayet de zaten Mckki ayetlerin özelliğini taşımaktadır. Bütün bunlar yuka­rıdaki rivayette şüphe uyandırmaktadır. Aşağıdaki ayetlerde de bu tavrın Mekke kafirle­ri tarafından konulduğunu gösteren kuvvetli deliller bulunmaktadır. [45]

 

29-  De ki: "Bu gerçek Rabbinizdendir. Artık dileyen inan­sın, dileyen İnkar etsin. Çünkü biz zalimlere öyle bir ateş hazırladık ki, onun duvarları'[46] kendilerini çepeçevre ku­şatmıştır. Feryad edip yardım isteseler, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su ile kendilerine yardım edilir. O ne kötü bir içecektir ve ne kötü bir destektir[47].

30- Şüphesiz İman edip salih amellerde bulunanlar ise; biz gerçekten en güzel davranışta bulunanın ecrini zayi etme­yiz.

31-  Onlar öyle kimselerdir ki kendileri İçin Adn cennetleri vardır. Altlarından ırmaklar akar. Orada altın bileziklerle süslenirler[48]. Hafif ipekten ve ağır İşlenmiş atiastan[49] yeşil elbiseler giyerek tahtlar[50] üzerine yaslanırlar. (Bu) ne gü­zel mükâfat ve ne güzel destektir.

 

Ayetler Öncekilere bağlıdır, onların devamı ve tamamlayıcısı mahiyetindedir. Bu,ifadelerden açıkça anlaşılmaktadır. Sanki Peygamber ilgisini sadece kendisine tâbi olan­lara tahsis etmek hususunda te'yid edilmiş ve insanlara Rabîerinden kendilerine gelenin hak ve gerçek olduğunu bildirmekle iktifa etmeleri istenmiştir. Bundan sonra isteyen inanıp kendisine menfaat sağlasın, isteyen de inkar ederek sadece kendisine zarar ver­miş olsun. Çünkü Allah (c) her iki grup için de, seçimlerine uygun düşen şiddetli azab ve dehşetini, büyük nimet ve türlerini hazırlamıştır.

Ayetler Peygamberi takviye edip teskin etmekte, mü'minleri de müjdelemekte kafir­leri ise uyarıp korkutmaktadır. Birçok ayetin de içerdiği gibi bu ayetler de, insanların kendi seçeneklerine göre iman edip inkar ettiklerini, bunun sonucu olarak da mükâfat ve azabı adalet gereği doğru olarak hak ettiklerini ifade eden hikmetli prensibi te'yid et­mektedir. [51]

 

"İnce İpek" (Sündüs) Ve "Kaim Atlas" (İstebrak) Hakkında

 

Zuhruf sûresinde olsun, diğer benzer ayetlerin tefsirinde olsun, ahiretteki nimet tür­lerini vasfederken söylediklerimiz, bu ayetlerdeki vasfa da uygun düşmektedir. İlave edilecek birşey varsa o da; İstebrak ve Sündüs'ün Farsça veya Romanca'dan değişik gö­rüşlere göre Arapça'ya nakledilip Arapçalaştırırmış kelimeler oluşudur. Ayetler ipek kumaşın Peygamber'in yaşadığı toplumda ve asırda tanındığını, hatta kullanıldığını gös­termektedir. Bu da ticari olsun veya olmasın Peygamber'in yaşadığı çevredeki kimse­lerle Arap yarımadasına komşu diğer bölgeler arasında ilişkilerin bulunduğu ve onların diğer bölge halklarının istifade ettiği birçok yaşam nimetlerinden de faydalandıkları so­nucuna götürmektedir. [52]

 

32- Onlara şu iki adamı misal olarak anlat. İkisinden birine iki üzüm bacı vermiş, onların etrafını hurmalarla çevir-mişil[53], ortalarında da ekin bitirmiştik.

33- Her iki bağ da yemişini vermiş, ondan hiçbir şeyi eksik etmemişti'[54]. Aralarından bir de ırmak akıtmıştık.

34-  Bu adamın başka gelin[55] de vardı. Bu yüzden arkada­şıyla konuşurken ona şöyle dedi: "Ben, servetçe senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçfü-yüm[56].

35-  Böylece kendisine yazık ederek bağına girdi. "Bunun yok olacağını'[57] hiç sanmam" dedi.

36-  "Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet Rabbi-min huzuruna götürülürsem, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım" dedi.

37-  Kendisiyle konuşmakta olan arkadaşı ona dedi ki: "Se­ni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da seni düzgün bir adam kılan Allah'ı inkar mı ettin?"

38-  "Fakat o Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam".

39-  "Bağına girdiğin zaman, 'Maşaallah, Allah'tan başka kuvvet yoktur' demen gerekmez miydi? Eğer beni ma! ve çocuk bakımından senden daha az görüyorsan".

40-  "Rabbim bana, senin bağından daha iyisini verebilir. Ve o (senin bağı)nın üzerine de gökten yakıp-yıkan bir âfet[58]' gönderir de bağın kupkuru bir toprak'[59]' kesilir".

41 - Veya suyu dibe çekilir'[60] de bir daha su arayamazsın. 42- Derken onun serveti kuşatılıp[61] yok edildi. Böylece bağı uğruna yaptığı masraflardan ötürü ellerini oğuşturup kaldı. Bağın çardakları yere çökmüştü. "Ah" diyordu, "keş­ke ben Rabbime hiç bir ortak koşmamış olsaydım."

43- Allah'ın dışında ona yardım edecek bîr topluluk yoktu, kendi kendine de yardım edemedi.

44-  işte burada yardım ve dostluk Hak olan Allah'a aittir. O, mükâfat bakımından hayırlı, sonuç bakımından da ha-yirlıdır'[62].

 

Ayetlerin ifadeleri gayet açıktır. Peygamber'i inkar edenlere, birisi mii'min; diğeri kafir iki adamın örneğini anlatması emredilmiştir. Bunlardan birincisinin, ürünüyle, ağaçlarıyla, suyuyla, artıp-çoğalmasıyla çok güzel iki bağı vardı. Bunun neticesinde de bol serveti, gücü, çocukları ve dostları olmuştu. Sonunda mü'rain arkadaşının önünde kibirlenip övünmeye başladı. Ona şöyle söylüyordu: "İçinde bulunduğum bütün bunla­rın yok olacağını sanmam". Daha kibirlenerek şöyle diyordu: "Kıyametin kopacağını da sanmam ve Allah katında bunlardan, şu anda sahip olduklarımdan daha hayırlısını elde ederim". Mü'min arkadaşı ise onun büyüklenip kibirlenmesine, Allah'ı ve gücünü inkar etmesine tepki gösterdi ve böyle davranması yerine, Allah'ın kendisine bahşettiği ni­metlerin devamlı olmalarını sağlamak için şükretmesinin daha doğru olacağını hatırlattı. Kendisinin de imana olan bağlılığım, durumunu onun sahip olduğu servet ve bağlardan daha üstün bir hale getirebileceği hususunda Allah'a olan güvenini bildirerek, onu sahip olduğu bağlarının üzerine musibet verme, suyunu yok edip toprağını kupkuru çorak hale getirme konusunda Allah'ın kadir olduğu hususunda da uyardı. Sonra çok geçmeden bağlara Allah'ın belası indi, kafir de mü'minin uyarısının doğruluğunu gözleriyle gördü ve sahip olduğu şeylerin boşa gitmesi karşısındaki üzüntüsünü, Allah'a karşı ortak koş­tukları konusunda da pişmanlığını açığa vurdu ama bu ona hiçbir surette fayda vermedi. Allah katındaki konumu hususunda da kendisine hiçbir kimse yardımcı olamadı.

Son ayet de bu gibi durumlarda gerçek yardımın ancak Allah'ın yardımı olabileceği­ni, O'nun katındakilerin mükâfat ve hayırlı son yönünden daha üstün olduğuna dair apa­çık delillerin belirgin bir şekilde ortaya çıktığına dikkat çekmek için gelmiştir. [63]

 

İçlerinden Birisinin İki Bağı Olan İki Adam

 

Nakledildiğine göre[64] bu örnek; Kureyş'ten Mahzümoğullanndan olan iki adamın kıssasidır. Bunlardan birisi fakir mü'min, diğeri ise zengin kafirdir. Diğer bir nakle gö­re, bu İsrailoğullanndan iki adamın hikayesidir. Bazı müfessirler[65] ise bunun bir mü'min ve kafir üzerinde varsayılarak tasvirî olarak sunulmuş bir Örnek olduğu ihtimali üzerin­de durmuştur.

Bizim ayetlerin ifade ve muhtevasından algılayarak çıkardığınız sonuca göre Örnek, ilk başta daha önce var olup meydana gelmiş bir hadise hakkındadır. İkinci olarak da Peygamber toplumunda vuku bulmuştur. Bu ne eski bir İsrailiyat kissasıdır, ne de sade­ce varsayılarak tasvir edilmiş bir hikayedir. Çünkü içerdiği portre ister bağlar ve içeri­sindeki hurmalık ve üzümler hakkında, ister bunlar etrafında geçen konuşmalar hakkın­da olsun, isterse de hadisenin şahıslan hakkında olsun; Arap Hicaz portresidir.

Bu ayetlerle Önceki ayetler arasında irtibat vardır. "Onlara misal olarak anlat" cümlesindeki zamir, tercih olunan görüşe göı^ kafirlere yönelmektedir. Önceki ayetler, mevkileriyle, mallarıyla ve güçleriyle övünüp müslümanlarm fakirlerini küçümseyen li­derler ve asiller sınıfını kınamış; bu ayetler de onlar tarafından bilinen daha önce vuku bulmuş bir hadiseyi anlatmıştır. Bununla, üstünlüğün ve en güzel akibetin iman ve salih amel ile olacağım, kafirlerin mallarına ve güçlerine güvenmelerinin Allah katında onla­ra hiçbir fayda vermeyeceği gerçeğini vurgulayıp kanıtlamak hedeflenmiştir. Ayetler mü'minlerin fakirlerinin kalplerinde huzur ve umudu yaymaktadır. Müfessirlerin çoğu­nun ifade ettiğine göre, sözkonusu örnek, mallarına ve güçlerine olan güven ve itimadı apaçık ortaya koyup, mü'minlerin fakirlerinden tiksinen, küçümseyen zengin kafirler için anlatılmıştır. [66]

 

45-  Onlara, dünya hayatının örneğini ver; gökten indirdi­ğimiz suya benzer, onunla yeryüzünün bitkileri birbirine karıştı[67] böylece rüzgarların savurduğu çalı-çırpı'[68]olu-verdi'[69]'. Allah, her şeyin üzerinde güç yetı'rendir.

46- Mal ve çocuklar, dünya hayatının süsüdür. Kalıcı olan güzel işler ise Rabbinin katında sevapça da daha hayırlı­dır, umutça da daha hayırlıdır.

 

Birinci ayette: Peygamber'e dünya hayatı hakkında başka bir misal daha vermesi için emir vardır. Dünya hayatı, göğün yağmurunun besleyip bitirdiği bitki gibidir, sonra çok geçmez, az bir zaman sonra kırılıp dağılır, rüzgar da onu kaldırıp savurur. Aynı zamanda Allah'ın her şeyi yapmaya gücünün yeteceği konusunda da onları uyarmasını emretmiştir.

İkinci ayette; Mal ve çocukların örnekte belirtilen dünya hayatının süslerinden oldu­ğu, bunların da çok geçmeden yok olacağı, ancak sadece salih amellerin baki kalıp Al­lah'ın rızasını kazandıracağı, O'nun katında ümit ve güzel mükâfat vesilesi olacağı açık­lanmıştır.

İkinci ayet birinci ayetin tamamlayıcısı ve sonucu mesabesinde gelmiştir. İki ayetin de önceki ayetlerle bağı vardır ve önceki ayetlerde verilen ilk örneğin hedefini gerçek­leştirmektedir. [70]

 

"Dünya Hayatının Örneği, Gökten İndirdiğimiz Suya Benzer"

 

Şuna dikkat çekmemiz gerekiyor: Kesinlikle ne bu ayetlerde, ne de önceki ayetlerde mü'minleri ne dünya hayatından, süsünden ve güzelliklerinden uzaklaştırma, ne de öne­mini düşürme maksadı vardır. Ayetler kafirleri kibirlenmelerinden, övünmelerinden ve mü'minlerin fakirlerini hakir görmelerinden dolayı kınama maksadıyla gelmiştir. İma­nın ve salih amelin üstünlüğünü vurgulayarak bunlara teşvik etmiştir. Her ne kadar dün­ya hayalının, malın, servetin ve gücün geîip-gcçici, yok olup gidici, ömrü kısa şeyler ol­duğu hatırlatılıp öğüt verilmiş ise de, bu, önceki ifade ettiğimiz kınama, teşvik etme ve açıklama çerçevesinde olmuştur. Gerçekten bu, dünya hayatı ve buradaki insanın öm­rüyle alakalı vakıayı açığa vurmaktadır. Bu konuda net kural Araf süresindeki şu ayettir: "De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı süsü ve temiz nzıkiarı kim haram kıldı? De ki: Onlar, dünya hayatında, Özellikle Kıyamet gününde mü'minlerindir. İşte biz, bilen bir topluluk için ayetleri böyle açıklıyoruz". Bir ilavede bulunmak gerekirse, o da bu ayet­ten önceki ayette verilmiştir; israf etmeyip orta yolu tutmak; Allah'a inanıp, salih amel­de bulunmak.

"Kalıcı olan güzel işler ise Rabbinin katında sevapça da daha hayırlıdır, umutça da daha hayırlıdır" ayetinin açıklamasında müfessirler[71], Allah Resulünün sahabelerine ve tâbilere dayandırılan birçok rivayetler nakletmişlerdİr. Bu nakillerde, kalıcı olan güzel işlerin, beş vakit namaz olduğu veya teşbih ve takdiste bulunmak olduğu, yahut şu cüm­leyi söylemek olduğu belirtilmiştir:

"Subhanallahi vc'1-hamdü lillahi ve lâ ilahe illallahu vaîfahu ekber". "Allah'ı tüm noksan sıfatlardan tenzih ederim, hamd ancak Allah'a mahsustur. Allah'tan başka iba­dete lâyık ilah yoktur. Allah en büyüktür". Bir rivayette şu ilave edilmiştir: "Ve lâ havle ve lâ kuvvete illa billah". "Güç ve kuvvet ancak Allah tarafindandır."

Hatta bu hususla ilgili Peygamberimizden birtakım hadisler nakfetmişlerdir. Ebî Sa-iyd el-Hudrî'den nakledilen bir hadiste Peygamber (s) şöyle buyurmuştur: "Kalıcı olangüzel işleri çokça yapınız." Allah'ın elçisi bunlar nelerdir? denildiğinde: "Tekbir getir­mek, keiime-i tevhidi söylemek, teşbih etmek, hamd etmek, lâ havle velâ kuvvete illa billah demektir" buyurmuştur.

Ensardan Nu'man bin Beşîr ailesinden bir adamın naklettiği bir hadiste, Nu'man şöyle demiştir: Yatsı namazından sonra mescidde bulunduğumuz bir zamanda Allah'ın elçisi (s) yanımıza geldi ve gözlerini göğe kaldırdı, sonra indirdi, biz gökte bir şey oldu­ğunu zannettik; sonra şöyle buyurdu: "Dikkat edin benden sonra birtakım yalan söyle­yen, zulmeden liderler geleceklerdir. Kim yalanlarında onları tasdik ederse, zulümlerin­de onlara yardakçılık ederse, o benden değildir, ben de ondan değilim. Dikkat edin; kuş­kusuz ki, sübhanallah, elhamdülillah, la ilahe illallahu vallahu ekber sözleri kalıcı güzel işlerdendir".

Bu garip gözükmektedir. Zira imana alamet sayılıp onu ortaya çıkarmaya vesile sa­yılmış güzel-iyi işlerin, salih amellerin, sırf teşbih ve takdisten, Allah'ı zikretmekten ibaret sayılması makul değildir. Makul olan; bunları kapsayan, bunlardan başka da bi­rinci derecede ibadet olan her ameli-işi, hayrı, iyiliği, güzelliği, adaleti, ihsanı, görevleri yerine getirmeyi, cihadı, İslah edip düzeltmeyi, iyiliği emredip-kötülükten men etmeyi vs. kapsamasıdır. Yoksa bunu sadece teşbih ve takdisten ibaret saymak, müslümanların çoğunun, dünyada ahirelleri için hazırlayıp gönderecekleri salih-iyi amellerin hepsinin bundan ibaret olduğunu sanmalarına neden oîur. Bu da çok kötü bir hafifletme, rehavete uğratma ve iyi olmayan bir telkindir.

Bu rivayetlerin yanısıra müfessirler Ebu Hureyre'den şu hadisi naklctmişlerdir: Pey­gamber Efendimiz (s) şöyle buyurdu: "Sübhanallah, Elhamdülillah, La ilahe illallahu vallahu ekber kalıcı güzel işlerdendir."

İbn Abbas'tan nakledilen hadiste de, kalıcı güzel işler: Allah'ı zikretmek, O'na istiğ­farda bulunmak, Peygamberine salat getirmek, oruç tutmak, namaz kılmak, hacca git­mek, sadaka vermek, köle azad etmek, cihad etmek, akrabayı ziyaret etmek ve bütün güzel ameller olarak zikredilmiştir. Makul olan da budur. [72]

 

47-  Dağları yürüteceğimiz gün, yeri çırılçıplak[73] görürsün; onları bir arada toplamışız da, içlerinden hiç birini dışarı­da bırakmamışızdır[74]'.

48-  Onlar senin Rabbİne sıra sıra sunulmuşlardır. Andol-sun, siz ilk defa yarattığımız gibi bize gelmiş oldunuz. Ha­yır, bizim size bir kavuşma zamanı tesbit etmediğimizi sanmıştınız değil mi?

49-  Kitap ortaya konmuştur: Suçluların, onda yazılı olan­lardan korkmuş olduklarını görürsün. "Vay halimize!" der­ler, bu nasıl kitapmış! Küçük büyük hiçbir şey bırakmaksı­zın (yaptıklarımızın) hepsini sayıp dökmüş!" Böylece yap­tıklarını karşılarında bulmuşlardır. Senin Rabbin hiç kimse­ye zulmetmez'[75].

 

Ayetlerde, Kıyamet gününün ve daha önce şüphe duydukları Allah'ın vaadinin ger­çekleşmesinden korkan kafirlerin tasviri yapılmaktadır. Ayetlerin ifadeleri oldukça açık­tır. Tasvir gerçekten ürkütücü ve korkutucudur. Bu tasvirde; dinleyenleri, özellikle de suçlu kafirleri uyarma, onlarda korku ve dehşet uyandırarak yapmakta olduklarından vazgeçirmenin hedeflendiği anlaşılmaktadır.

Bu ayetlerin önceki ayetleri tamamlamak için geldiği anlaşılmaktadır. Zira önceki ayetler sadece salih amelin kalıcı faydası olduğunu; malın, çocukların ancak kısa bir sü­re için süs olduğunu, sonra bunların yok olacağım açıklamış, bu ayetler de Kıyamet ve o günün dehşetim uyarıcı olarak gelmiş, övünüp durdukları değerlerden soyutlanmış olarak ateşe arzolunacaklannı ve yapmış oldukları herşeyi sayıp dökmüş, kaydedip önleri­ne koymuş olan amel kitaplarıyla nasıl karşı karşıya geleceklerini açıklamıştır.

İnsanların toplanmasının, amellerinin zaptedildiği kitaplarının önlerine konup Rab­bani mahkeme meclisine arzolunmalannm tasviri, bir yönüyle zihinlere yaklaştırma, di­ğer yönüyle de tesirinin kuvvetli olması maksadıyla dünyada insanların alışık oldukları hadiselere dayanmaktadır. Buna ilave olarak da, benzer münasebetlerde tekrarlanıp var elan iman gerçeğini kaydedebiliriz,

"Sizi ilk defa yarattığımız gibi..." ifadesiyle, insanların Kıyamet günü dünyada övü­nüp durdukları bütün mal, çocuklar ve yardımcılardan soyutlanmış bir vaziyette, suç teşkil eden amellerinin sorumluluğunu bizzat kendileri yüklenmek için toplanmalarının izahı kastedilmiştir. Birçok örnekte geçtiği gibi, her ortamda sahip oldukları servet, ço­cuk ve yardımcılarla övünmeye devam ettiklerinden, ayetteki ifade onlara cevap olması ve uyarması maksadıyla son derece net ve kuvvetli olarak kullanılmıştır.

Dağların yürütülmesine işaret edilmekle, ayetlerin vermek İstediği anlam olan Kıya­met gününün ve hadiselerinin dehşetinin tasvir edilmesi kastedilmiştir. Dağların Kıya­met günündeki akibeti konusunda zikredilenlerin çeşitliliği de bu maksada delil teşkil etmektedir. Dağların çok büyük ve yüksek olmalarından, dinleyenlerin zihinlerinde bu sebepten dolayı bir yer teşkil edeceği için bahsedilmektedir. Ahirette akibetlerinin izahı hususunda, bunun güçlü olan Allah'a çok kolay geleceği hakkındaki hatırlatmalar vah­yin hikmeti gereği tekrarlanmıştır. [76]

 

50- Meleklere: "Adem'e secde edin" demiştik. Secde etti­ler, yalnız İblis etmedi. O cinlerdendi, Rabbinin buyruğu dışına çıktı[77]. Şimdi siz benden ayrı olarak onu ve onun neslini dostlar mı ediniyorsunuz? Oysa onlar, sizin düşma-nımzdır. Zalimler için ne kötü bir değiştirmedir.

 

Ayette seri olarak İblis'in kıssasına, Allah'ın Adem'e secde etme emrine karşı olan isyanına işaret vardır. Ayetteki soru, Allah'ı bırakıp da İblis'i ve onun soyunu, onlannen şiddetli düşmanları olduğu halde dost edinmelerinden dolayı kafirlere yönelik kına­ma, red türündendir.

Ayet, felaket tehdidini içeren bir bölümle bitmiştir. Allah'ın dostluğunu, İblis ve o-nun soyunun dostluğuyla değiştiren zalimlerin yaptıkları bu iş ne kadar kötüdür.

Ayet, öncekileriyle kuvvetli bir bağ içerisindedir. Önceki ayetler kafirleri korkutup uyarmış, bu ayet de onlara inkar etmeleriyle ancak düşmanları olan İblis'i dost edinip itaat ettiklerini, dikkat çekerek haber vermektedir.

Buradaki İblis'in kıssasına yapılan işaret Kur'an'daki en kısa işarettir. Bundan, aye­tin birinci yarısında yer alan kıssadan daha çok, ikinci yarısındaki tezhib ve uyarıyı yap­mak maksadını taşıdığı anlaşılmaktadır. Ayette dayanılan delil güçlü, bağlayıcı; uyarı da net ve yakıcıdır.

"Allah'ı bırakıp İblis ve soyunu dost edinme'7 ifadesinden maksadın, süslü göster­dikleri sapıklık ve günahlarda onlara boyun eğmek olduğu anlaşılmaktadır. İnsanların aldamp da yaptıkları bu tür davranışlar. İblis'in vesvese ve süslemelerinden kaynaklan­maktadır. Ayetlerin sürekli olarak tekrarlayıp vurguladıkları da bu gerçektir. Sâd sûresi­nin tefsirinde de belirttiğimiz gibi bu anlayış Peygamber çevresinde var olup biliniyor­du. [78]

 

İblis'in Cinlerden Olduğu Hususu

 

Görüldüğü gibi buradaki ayet açık bir şekilde İblis'in cinlerden olduğunu belirtmek­tedir. Adem (a) ile İblis'in kıssalarım anlatan diğer ayetler ise sadece, İblis'in ateşten yaratıldığına, bunun için de çamur ve topraktan yaratılan Adem (a)'dcn üstün olduğuna dair olan sözlerinin hikayesi yer almaktadır.

Müfessirler[79] bu ayetin izahında çeşitli rivayet ve sözler nakletmişlerdir. Ancak bun­lardan hiçbirisi sahih kabul edilen kitaplarda yer almamakladır. Bu nakillerden bazıları şunlardır: Cinler meleklerden bir nesildir. Cin kelimesi sözlükte melek yerine kullanıla­bilir, çünkü "cin" kelimesi "ietinan" kökündendir; bu da saklanıp gizlenmek anlamları­na gelir. Bunu söyleyenler Kur'an'ın bu kavramlarında çatışma vehmelmişlerdir. Zira diğer sûrelerde de kıssanın bütününden İblis'in meleklerden olduğu anlayışı çıkarılmış­tır. Çünkü İblis onlardan istisna edilmiştir. Ayette ifade şu şekildedir: "Biz meleklere Adem'e secde edin demiştik, onİar da hemen secde ettiler. Ancak İblis müstesna; o sec­de etmedi". Biz bu iddiayı zikretmede fayda ve gerek görmüyoruz. Çünkü ayet İblis ile meleklerin ayrı ayrı şeyler olduğu konusunda gayet açıktır. Cinlerin meleklerden bir ne­sil olduğunu, cin kelimesinin melekler için de kullanılmasının doğru olacağını, dolayı­sıyla da "İblis meleklerdendir" diyenler, cinlerin ateşten yaratıldığı hususunda, İblis'in aleşten yaratıldığına dair olan sözünün hikayesi ile ilgili apaçık diğer ayetlerin açıklamasından anladığımız mânâları farkedememişlerdir. Bu İblis'in ateşten yaratılmış cin­lerden olduğu açıklaması sözkonusu iddiayı yok etmektedir. Onlar aynı zamanda cinler ile meleklerin beraberce ayrı isimlerle Sebe sûresinin şu ayetlerinde zikredilmelerine de dikkat etmemişlerdir:

"O gün, onların hepsini bir arada toplayacak, sonra meleklere diyecek ki: "Size ta­panlar bunlar mıydı? (Melekler) Derler ki: "Sen yücesin, bizim velimiz sensin, onlar de­ğil. Hayır, onlar cinlere tapıyordu ve çoğu onlara iman etmişlerdi." Burada da gözüktü­ğü gibi cinler meleklerden kesin olarak ayrıdır.

Müslim'in Aişe validemizden naklettiği bir hadiste Peygamber (s) şöyle buyurmuş­tur: "Melekler nurdan yaratılmıştır. İblis dumansız halis ateşten yaratılmıştır. Adem ise size anlatılan şeyden yaratılmıştır." Kur'an'm genel ifadelerle kullanıp, kapalı bıraktığı veya sükût edip değinmediği konularda itimat edilecek açıklama mercii elbette ki, Pey­gamber'dir.

Zamahşeri şöyle demiştir: "Fe feseka" kelimesindeki "fa" nedenlik ifade etmektedir: Yani, İblis meleklerden olmayıp cinlerden olduğundan dolayı isyan edip başkaldırın ış­tır.

Müfessirler[80] İblis hakkında, nesli, evlenmesi, çoğalması, çocukları ve torunlarının isimleri, davranışlarının usulü ve görevlerinin taksimi vs. konularında senedsiz olarak ve bu gibi hususlarda tek dayanak olan Hz. Muhammed'in aktardığı sahih bir bilgi ol­maksızın birçok açıklamalar nakletmişlerdir. Bunları nakletmenin ne bir faydası ne de gereği vardır. Çoğu da hayal mahsûlü olup hurafe türündendir. Bu gibi konularda yapıl­ması gereken, Kur'an'ın durduğu sınırdan daha ileri gitmeden, tahminde bulunmadan durmaktır. Çünkü bu, bilinmeyen, imani gerçeklerdendir. Bununla beraber önceki mü­nasebetlerde, özellikle de Sâd sûresinin tefsirinde dikkat çektiğimiz Kur'an hedeflerini gözetleyip özümsemek gerekmektedir. [81]

 

51- Ben onları ne göklerin ve yerin yaratılmasında ne de kendilerinin yaratılmasında hazır bulundurmadım[82], yoldan saptırıcıları yardımcı tutmuş da değilim.

52- O gün (Allah kafirlere): "Benim ortaklarım olduklarını andığınız şeyleri çağırın!" buyurur. Çağırmışlardır onları;fakat kendilerine cevap vermemişlerdir. Bİz onların arasına tehlikeli bir uçurum'[83] koyduk.

53- Suçlular ateşi görür görmez, oraya konulacaklarını iyi­ce anladılar; (ancak) ondan kurtuluş yolu da bulamadı­lar[84].

 

Kafirleri Kınama Ve Aşağılama Üslûbu

 

1-  Allah'ın, kafirlerin O'nu bırakıp da dost edindikleri İblis ve nesliyle ne yer ve göklerin yaratılmasında, ne de kendilerinin yaratılmasında istişarede bulunup yardım al­madığı, kınama ifadesiyle açıklanmıştır. Aynı şekilde Allah'ın, doğru yoldan saptıran, insanlara sapıklığı ve şirki süslü gösteren kimseleri de yardımcı olarak tutması aklen doğru değildir. Böyle olduğu takdirde bu, kafirlerin kendilerine sapdt dostlar ve ortaklar edinmelerine bahane olurkî, bu mümkün değildir.

2- Allah'ın Kıyamet gününde müşriklere hitabı anlatılmıştır; öyle ki onlara kendile­rine yardım etmeleri için ortak koştukları şeyleri çağırma hususunda meydan okumuş, çağırdıklarında çağrılarına hiç kimse icabet edememiştir. Çünkü Allah, aralarında engel­leyici bir uçurum kılmıştır.

3- Ateşe götürüldüklerinde durumlarının ne olacağına işaret edilmiştir. O zaman ke­sinlikle oraya gireceklerini anlayacaklardır. Onları oradan çıkartıp kurtaracak kimse de yoktur.

Ayetlerin kafirleri kınama ve aşağılama üslubunu devam ettirdiği açıkça gözükmek­tedir. "Onları hazır bulundurmadım" ifadesindeki zamiri İblis ve zümyetine döndürdük ve birinci ayeti de, yukarıdaki ifadeyi ayetlerin üslûp ve ruhundan ilham alarak açıkladı­ğımız gibi izah ettik. Müfessirler de zaten böyle yapmışlardır. [85]

 

54-  Andolsun biz bu Kur'an'da insanlara her çeşit misali türlü biçimlerde anlattık. Ama insan, tartışmaya her şey­den daha çok düşkündür.

55-  Kendilerine hidayet geldiği zaman insanları inanmak­tan ve Rablerinden bağışlanma dilemelerinden alıkoyan şey, ancak evvelkilerin sünnetinin kendilerine de geimesi veya azabın açıkça karşılarına gelmesi[86] (ni beklemele­redir.

56-  Biz elçileri sadece müjdeleyİcİler ve uyarıcılar olarak göndeririz. İnkar edenler, hakkı bâtılla gidermek için mü­cadele ediyorlar. Onlar ayetlerimizi ve uyarıldıkları şeyleri alaya almışlardır.

57-  Kendisine Rabbinin ayetleri hatırlatılıp da ona sırt çe­virenden, kendi elleriyle yaptığını unutandan daha zalim kim vardır! Biz onların kalplerine, bunu anlamalarına en­gel olan bir ağırlık, kulaklarına da sağırlık verdik. Sen onlan hidayete çağırsan da artık ebediyen hidayete eremeye-ceklerdir.

58-  Senin, bağışı bol oian Rabbin merhamet sahibidir; şa­yet onları yaptıklarıyla hemen cezalandıracak olsaydı, on­ların azabını çabuklaştırırdı. Fakat onlar için va'dedilen bir zaman vardır ki, ondan (kaçıp) sığınacak?[87] bir yer bulama­yacaklardır.

59-  İşte şu ülkeler; zulmetmeye başlayınca onları helak et­tik. Onları helak etmek için de bir süre belirlemiştik.

 

Birinci ayette, insanın tartışmacı ve mücadeleci tabiatına yönelik kınayıcı bir açıkla­ma vardı. Allah (c) Kur'an'da birçok misâl verdi ve türlü söz kalıplarıyla insanlara öğüt verip onları uyardı. Fakat insandaki baskın olan ccdclci tabiatı, onu etkisi altına aldığın­dan, tartışmadan vazgeçip öğüt almasına engel olmakladır.

Bu ayetin Önceki ayetleri tamamlayıcı olması mümkün olduğu gibi, kendisinden sonra gelen ayetler için de mukaddime teşkil etmektedir. Biz bunu tercih ediyoruz. Çün­kü kendisinden sonra gelen ayetler kafirlerin inatla, kibirle, bâtıla dayanarak hakkı yok etmek için mücadele ettiklerini anlatmıştır. Bunun için bu ayetleri de onlarla beraber ka­bul ettik. [88]

 

Diğer ayetler ise şunları kapsamaktadır:

 

1-  Kafirler kınanmaktadır. Onlara hidayet gelmişti; bunun akabinde kendilerine ya­kışan, iman edip doğru yola girmeleri; Allah'a yönelip yaptıkları kusur ve günahların­dan dolayı bağışlanma dilemeleridir. Fakat bunu yapmaktan sakındılar. Sanki onlar i-man etmek için apaçık olarak Allah'ın azabının kendilerine gelmesini veya önceki in­karcı milletler hakkında Allah'ın değişmez kanunu olan yok edici azabın, belanın kendi­lerine gelmesini beklemektedirler. Onların bu tavırlarındaki ahmaklık ve aşırılık açıkça ortadadır.

2-  Kafirlerin tavrına kınanarak işaret edilmiştir. Zira onlar doğru yola girerek hida­yetten faydalanacakları yerde hakkı yok etmek, üzerini örtmek için bâtıl bir tartışmaya tevessül etmişler ve Allah'ın ayetlerini, uyarısını eğlence ve alay konusu haline getir­mişlerdir.

3- Kınayıcı bir sorgulama vardır; Allah'ın ayetleri kendisine hatırlatılıp hakka davet edildikten sonra yüz çeviren, duymamazhktan gelen, akıbetinin kötü olacağını önemse­meden günahlar işleyen kimseden daha zalim, daha ahmak ve daha sapık kim olabilirdi.

4-  Kafirlerin içinde bulundukları bu durumlarının sebebinin belirtilmesi: Bu tarzda tavır takınanların kesinlikle kalpleri katılaşmış olduğundan hak daveti anlamazlar, ku­lakları sağırlaştığından hak sözü işitmezler. Dolayısıyla hidayete çağrıldıklarında elbet­te doğru yolu bulamayacaklardır.

5-  Allah'ın onlara mühlet vermesinin hikmetinin açıklanması: Allah bağışlama ve rahmet etme sıfatlarına sahiptir. Bir açıdan; bu tür yoldan sapmaları, duymam azlıktan gelmeleri, sonunda hakka dönerler ve bâtıl tavırlarından belki vazgeçerler diye affet­mektedir. Diğer bir açıdan ise Allah'ın sonsuz ilminde belirli bir süreye kadar kendileri­ne mühlet verilmesi, bu tavırlarında ısrar etmelerinin neticesinde çarptırılacakları Al­lah'ın azabından, hiçbir sığınacak, kaçacak yer bulamayacaklarından ötürüdür. Şayet Allah'ın bu sıfatlarıyla hikmeti olmamış olsaydı onlara azabını hemen verirdi.

6- Bunu önceki milletlerin hallerinden örneklerle delillendirme: Önceki milletler de zulmedip doğru yoldan saptıklarında Allah onlan belirlediği bir zamanda helak etmiştir.

Görüldüğü gibi ayetler, önceki üslubun devamı niteliğindedir. Akıllara ve kalplere kuvvetle nüfuz eden bir üslûpla yönelmiştir.

"Biz onların kalplerine, bunu anlamalarına engel olan bir ağırlık, kulaklarına da sa­ğırlık verdik" ifadesi, örnekleri Yasin ve başka sûrelerde geçen, kafirlerin körlüklerinin, hakkı duymaktaki sağırlıklarının şiddetini açıklama maksadını taşıyan bir üslûp ifadesi­dir. Biz bu üslubu, daha öncekilerde yaptığımız şekilde yorumladık. Çünkü bunu, gerek kınama esnasında, gerek tehdit esnasında, gerekse uyarma esnasında olsun ayetler ilham etmektedir. Diğer yönden, önceki benzer münasebetlerde üzerine dikkat çektiğimiz gibi, genel Kur'an açıklamaları da buna uygunluk arzetmektedir. Ancak ayetlerden hemen anlaşılan şudur ki, bu onların o gün ayetin indiği zamanki durumlarının tescilidir. Nite­kim çoklarının kalplerinin hidayete açılmasıyla, iman etmeleri de bunu göstermektedir. Bu durum şu ayetin yorumu için de söylenebilir: "Kendilerine hidayet geldiği zaman in­sanları inanmaktan ve Rablerinden bağışlanma dilemelerinden alıkoyan şey, ancak ev­velkilerin sünnetinin kendilerine de gelmesi veya azabın açıkça karşılarına gelmesi(ni beklemelerindir." [89]

 

60-  Hani Musa genç yardımcısına demişti ki: "İki denizin birleştiği yere varıncaya kadar gideceğim veya uzun bir zaman yürüyeceğim.

61-  Her ikisi, iki denizin birleştiği yere varınca balıklarını unuttular. Balık denizde bir yol tutup gitmişti.

62- Orayı geçip gittiklerinde Musa genç yardımcısına: "Ye­meğimizi getir bize, andolsun, bu yaptığımız yolculuktan gerçekten yorulduk."

63-  (Genç adam) "Gördün mü?" dedi, "kayaya sığındısı-mız sırada balığı unuttum. Onu hatırlamamı Seylan'dan başkası bana unutturmadı; o şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup gitmişti".

64-  (Musa) Dedi ki: "Bizim de aradığımız'[90] buydu." Böy­lelikle ikisi, izleri üzerinde geriye doğru gittiler[91]'.

65-  Derken, katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve tarafımızdan kendisine bir İlim öğrettiğimiz[92]' kulları-mızdan bir kulu buldular.

66- Musa ona: "Sana öğretilenden, bana da bir bilgi öğret­men için sana tâbi olabilir miyim?" dedi.

67-  (O da): "Doğrusu sen benimle beraberliğe sabrede-mezsİn" dedi.

68- "Sana bildirilmeyen bir şeye nasıl sabredebilirsin?"

69- Musa: "İnşaallah" dedi, "sen beni sabreder bulacaksın. Senin emirine de karşı gelmem".

70-  (O kul): "Eğer bana tâbi olursan, sana o konuda bilgiverilinceye kadar[93] hiçbir şey hakkında bana soru sorma!" dedi.

71-  Bunun üzerine yürüdüler. Nihayet gemiye bindikleri zaman gemiyi deliverdi. (Musa): "Halkını boğmak İçin mi gemiyi deldin? Gerçekten sen, çok tehlikeli bir iş[94] yap­tın!" dedi.

72-  (O kul): "Ben sana, benimle beraber olmaya sabrede-mezsin demedim mi?" dedi.

73-  (Musa): "Unuttuğum şeyden ötürü beni kınama ve ba­na bu işimden dolayı bir güçlük çıkarma[95]" dedi.

74-  Yine yürüdüler. Nihayet bir oğlan çocuğuna rastladı­lar. (O kul) hemen onu öldürdü. (Musa): "Bİr can karşılığı olmadan temiz bir cana[96] kıydın ha? Doğrusu sen çirkin'[97] bir iş yaptın" dedi.

75-  (O kul): "Ben sana benimle beraber bulunmaya sabre-demezsin demedim mi?" dedi.

76-  (Musa): "Bundan sonra sana bir şey soracak olursam artık benimle arkadaşlık etme. Benden yana bir özre ulaş­mış olursun[98] dedi.

77-  Yine yürüdüler. Nihayet bir kasabaya varıp halkından yemek istediler, fakat (kasaba halkı) onları konuk etmekten kaçındı. Derken orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar bul­dular; hemen onu doğrulttu. (Musa): "İsteseydin elbette buna karşılık bir ücret alırdın[99]" dedi.

78-  "İşte" dedi, "bu benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana sabredemedİğin şeylerin İçyüzünü haber vere­ceğim".

79-  "Gemi, denizde çalışan yoksullarındı, onu kusurlu yapmak istedim, çünkü, onların ilerisinde her gemiyi zor­balıkla ele geçiren bir kral vardı". yükleme veya benî şiddetle kınama.

80- Çocuğa gelince, onun anne ve babası mü'min kimse­lerdi. Bundan dolayı, onun kendilerine azgınlık ve inkar zorunu[100] kullanmasından korktuk.

81-  Böylece istedik ki Rabbleri onun yerine kendilerine, ondan daha temiz[101] ve daha merhametlisini[102]versin.

82-  Duvar ise şehirde iki yetim çocuğun idi. Altında onla­ra ait bir hazine vardı. Babaları da iyi bir kimse idi. Rabbin istedi ki, onlar erginlik çağına erişsinler ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Bunları ben kendili­ğimden yapmadım. İşte senin sabredemedİğin şeylerin iç­ti yüzü budur.

 

Bu bölüm Musa (a) ile Allah'ın katından kendisine özel bir ilim vererek seçtiği salih kullarından birisi arasında geçen görüşme ve karşılıklı konuşmanın kıssasını içermekte­dir. Ayetlerin ifadesi gayet açık olup herhangi bir izaha ihtiyaç yoktur. [103]

 

Musa (A) Ve Salih Kul Kıssası Hakkında Açıklamalar

 

Müfessİrlcrin bu kıssa ile ilgili naklettikleri hadis ve rivayetler gayet çoktur. Bu na­killerden herhangi bir ihtilaf olmaksızın anlaşıldığına göre Musa (a) İsrailoğullarının meşhur peygamberi, salih kul ise (Hızır); Musa'nın (a) genç arkadaşı Yuşa b. Nûn'dur.

Buhari ve Müslim'in sahihinin, Tirmizi'nin süneninin tefsir bölümünde yer alan uzun bir hadiste[104], Said b. Cübeyr, İbn Abbas'a şöyle dedi:

"Ncvf cl-Bükâlî, Hızır'a arkadaşlık yapan Musa'nın, İsrailoğuliarına gönderilen Mu­sa olmadığını iddia etmektedir." İbn Abbas da şöyle dedi; "Allah'ın düşmanı! Yalan söyledi[105]. Übey b. Ka'b bana Peygamber (s) şöyle söylerken işittiğini haber verdi: "Mu­sa İsrai[oğullarına birgün konuşma yaptı, kendisine, insanların en bilgilisi kimdir? diye soruldu. O da: Benim dedi. Bunun üzerine Allah O'nu azarladı, zira bu konuda kendisi­ne bilgi veriimemişti ve O'na şöyle vahyelti: İki denizin buluştuğu yerde benim bir ku­lum vardır, o senden daha bilgilidir. Musa dedi ki: Ey Rabbim O'na nasıl ulaşabilirim? Allah (c) şöyle buyurdu: Beraberinde bir balık af ve torba içine koy, balığı kaybcitiğin yerde onu bulursun. Musa (a), bir balık alıp torbaya koydu; sonra da genç arkadaşı Yuşa b. Nûn ile yola koyuldu. Nihayet büyükçe bir kayanın yanına geldiklerinde başlarını ye­re koyup uyudular. Bu esnada torbadaki balık çırpınıp dışarı çıktı ve denize düştü, yolu­nu tutup kaybolup gitti. Allah, torbadayken balığın su kaybını önlemiş, onu adeta sudan bir halka içerisinde korumuştu. Bir rivayette ise: Kayanın dibinde hayat suyu denilen bir pınar bulunuyordu. Suyu kime değerse ona canlılık kazandırıyordu. Balığa da bu sudan değince sıçradı; torbadan dışarı çıktı ve denize atladı. Musa (a) uyandığında arkadaşı O'na balığın durumunu haber vermeyi unuttu. Böylece yola koyuldular, kalan günlerini ve gecelerini de yürüyerek geçirdiler. Ertesi gün öğle üzeri Musa (a) genç arkadaşına,öğle yemeklerini getirmesini, zira bu yolculuklarından çok yorgun düştüklerini söyledi. Peygamber (s) şöyle buyurdu: "Allah'ın varmasını emrettiği yeri geçinceye kadar bir yorgunluk hissetmemişti." Genç arkadaşı O'na: "Gördün mü kayanın yanında konakla­dığımız yerde balığı unuttum. Onu unutup hatırlamamama sebep ancak Seylan'dır. O da denize atlayıp acayip bir şekilde yol tutup gitti. - Peygamber (s) şöyle buyurdu: "Balık yol tutup gitmişti, Musa ile genç arkadaşı da şaşırıp kalmışlardı." Musa da: "İşte bu ara­dığımız haldir" dedi ve kayanın yanına varıncaya kadar izlerini sürerek gerisin geriye geldiler.

Orada elbiseye bürünmüş bir adam buldular. Musa ona selam verdi. Hızır selamını aldı ve sen kimsin, neredensin? dedi: O da: Ben Musa'yım dedi. Hızır: îsrailoğullarının Musa'sı mı? dedi. O da: Evet, bana hakikatleri öğretmen için sana geldim. Hızır: Ey Musa senin benimle beraber olup sabretmeye gücün yetmez. Ben Allah'ın sonsuz İlmin­den bir ilme sahibim; onu bana öğretti, sen ise onu bilmiyorsun. Musa da ona dedi ki: İnşaallah beni sabırlı bulacaksın, senin hiçbir işine karşı gelmeyeceğim. Bunun üzerine Hızır şöyle dedi: Şayet bana tâbi olursan ben sana onu anlalıncaya kadar bana hiçbir şey hakkında soru sorma. Böylece oradan deniz sahilinde yürüyerek ayrıldılar. Bir gemi ge­çerken onları da gemiye almalarını istediler. Gemidekiler Hızır'ı tanıdılar ve onları üc­ret almadan gemiye aldılar. Gemiye bindiklerinde, bir süre sonra aniden Hızır'ın, gemi­nin Ön tarafındaki taban levhalarından birisini söktüğü görüldü. Musa ona şöyle dedi: Bu insanlar ücretsiz olarak bizi gemilerine aldılar, sen ise onların gemilerini deliyorsun, yolcularının boğulmasına neden olacaksın, ne kadar kötü bir iş yaptın! Hızır dedi ki: Ben sana, sen benimle beraber olmaya sabredemezsin demedim mi? Musa: Unuttuğum bir hususta beni sorumlu tutma ve bu konuda bana güçlük çıkarma dedi. Peygamber şöyle buyurdu: Bu Musa'nın birinci unutkanlığıydı. Râvi devam etti: Bu esnada gemi­nin kenarına bir serçe kuşu gelip kondu ve denizden gagasıyla su aldı. Hızır Musa'ya dönerek şöyle dedi: Benim ilmim de, senin ilmin de Allah'ın ilmi karşısında ancak şu serçe kuşunun denizden alıp eksilttiği kadardır. Sonra gemiden ayrıldılar. Sahilde yürür­lerken Hızır çocuklarla beraber oynayan bir çocuk gördü ve hemen onun kafasını kopa­rarak öldürdü. Musa bunun üzerine ona dedi ki: Sen tertemiz, suçsuz bir cana kıyarak nasıl öldürdün? Çok kötü bir iş yaptın. Hızır: Ben sana benimle bulunmaya sabrede-mezsin demedim mi? dedi. Peygamber şöyle buyurdu; Bu itiraz, birincisinden daha şid­detli olmuştu? Musa şöyle dedi: Bundan sonra sana bir şey sorarsam artık benimle arka­daşlık etme, zira benim tarafımdan, ileri süreceğin yeterince mazerete sahip oldun. Yine yola koyuldular. Nihayet bir kasaba halkına geldiler ve yiyecek istediler, onlar da onları konuk etmekten sakındılar. O kasabada yıkılmak üzere olan bir duvar gördüler, Hızır hemen onu eliyle doğrulttu. Bunun üzerine Musa şöyle dedi: Bu insanlara geldik; bize ne yiyecek verdiler ne de misafir ettiler, eğer isteseydin bu yaptığın işe karşılık onlardan ücret talep edebilirdin. Hızır: Bu benimle senin aranda yolun ayrılmasıdır. Sana sabrcdemediğin şeylerin açıklamasını yapacağım, dedi. Allah'ın Rasulü "Keşke Musa sabret-seydi de Allah bize onların haberlerini anlatsaydı" buyurdu. Said b. Cübcyr dedi:[106] İbn Abbas şu ayetleri okuyordu: "Çünkü onların önlerinde (ilerisinde) her sağlam-yeni ge­miyi zorbalıkla alan bir kral vardı" "Çocuğa gelince, o kafirdi, anne ve babası ise mü'min kimselerdi.."

Tirmizi bu hadise benzer bir rivayeti Übey b. Ka'b tarafından nakletti[107] "Hızır'ın öldürdüğü çocuğun kaibi küfürle mühürlenmişti." Bunu Ebu Davud da rivayet etti ve şunu ilave etti[108]: "Şayet çocuk yaşasaydı, anne ve babasını zorla azgınlık ve küfre sev-kedecekti." Tirmizi bununla ilgili Ebu Hurcyre tarafından Peygamber'in şöyle buyurdu­ğunu nakletti[109] "Hızır" diye isimlenmesinin nedeni, beyaz tüylü derinin üzerine otur­ması ve onun hemen allında yeşil oluvermesiydi".

Görüldüğü gibi bu uzun hadis, Nevf'in "Hızır, Musa'nın arkadaşı değildir" iddiasını yalanlamak maksadıyla anlatılmıştır. Bu naklin yanisıra müfessirler başka bir nakilde de bulunmuşlardır[110] İbn Abbas bu hadisi sözkonusu Nevf isimli şahsın, Musa'nın İsrailo-ğullan'nın peygamberi olan meşhur Musa değil de Musa b. Yüşâ olduğu yolunda iddi­ası üzerine anlatmıştır. Bunda bir tezatlık yoktur. Çünkü Nevf her iki iddiada da bulun­muş olabilir ve bu iddialar farklı yerlerde İbn Abbas'a ulaşmış olabilir. Ancak müfessir-İcrin naklettiği hadisin ifade yönünden Buhari ve Müslim'in sahihlerinde nakledilen ha­disten biraz farklı olduğuna dikkat çekelim.

Bu iki rivayetten başka, Musa ile Hızır'ın buluşmalarının sebebi hakkında iki rivayet daha vardır[111]. Bunların birisinde, İbn Abbas'tan nakledildiğine göre: Musa'nın Rabbine sorduğu sorular arasında; "kullarından hangisinin daha bilgili olduğu" sorusu da vardı. Allah (c) şöyle buyurdu: "İnsanların bilgisini kendi bilgisine katmak, dosdoğru yola ulaştıracak veya benim gazabımdan koruyacak bilgiye ulaşmak için araştırandır". Musa dedi: "Ey Rabbim yeryüzünde böyle biri var mı?" Allah (c): "Evet" buyurdu. Musa dedi ki: "Kim bu"? Allah (c): "Hızır" buyurdu. Sonra rivayet, ayetler ve uzun hadiste geldiği şekilde bazı ziyade ve noksanlıklarla devam ediyor. Diğer ikinci rivayette ise; Musa kendi kendine, yeryüzünde kendisinden daha bilgili kimsenin bulunmadığını söyledi. Onu böyle düşünmeye Allah sevketmişti. Böylece yeryüzünde kulları arasında ondan daha bilgili birisinin olduğunu ona öğretmek, bilmediği bir konuda böyle kesin olarak konuşmak yerine bunu, bilen kişiye havale etmesinin gereğini bildirmek istemişti. Bu ri­vayet tabii alimlerinden birisi olan Katade'den nakledilmiştir.

Burada, kıssanın Tevrat'ta eski afıid bölümlerinde zikrcdilmediğine dikkat çekelim. Fakat bu bize ulaşmamış yahudilcrc ait Tevrat bölümlerinde zikredilmiş olmasına engel eğildir. Madem ki Musa (a) meşhur peygamberdir; bu o kadar önemli değildir. Kur'an'da bir surette işaret olunan birçok İsrailiyat kıssaları da aynı şekilde -daha Önce­ki münasebetlerde de dikkat çektiğimiz gibi- bugün elimizde bulunan Tevrat bölümle­rinde yer almamaktadır. Kıssa hakkında içerisinde ayetlerde mevcut olan bilgiden daha fazla açıklama veya ziyade olduğu halde nakledilen birçok rivayetler[112] de kıssanın Pey­gamber'in toplumunda bilindiğini göstermektedir. Bu konuda müracaat edilen kaynak da yahudiler ve Tevrat bölümleri olmaktadır.

Biz genel olarak Kur'an kıssalarını incelerken, bunların, muhtevalarında ibret, öğüt, misal ve hatırlatma konuları bulunduğundan nebevi daveti desteklemek amacıyla anla­tıldığına inanmaktayız.

Kanaatimize göre bu durum; her ne kadar bu kıssa önceki üslûptan farklı, başlı başı­na müstakil bir kıssa gibi gözükse de bu kıssayı da kapsamaktadır.

Bazı müfessirler bu kıssadaki birçok ibret, öğüt ve hatırlatma konularına dikkat çek­mişlerdir. Müfessir Kâsimî birçok kaynaklardan naklederek bunların bazısını şu şekilde aktarm ıştır:

İlim talebi için yolculuğa çıkmak ve bu uğurda güçlüğe göğüs germek, alimin ilmini arttırmaya çalışması, talebenin mevki olarak kendisindan aşağı olsa da ilim öğrendiği kişiye karşı rnütevazi olması müstehaptır. Kıssada kişi, bilgisiyle böbürlenmekten sa-kındırılmiştır. Başkasının malının bir kısmını, kalanı kurtarmak için itlaf etmek veya ayıplamak, büyük zararı Önlemek için hafif zararı işlemek caizdir. Bina veya yiyecek olsun, bozulmaya ve yıkılmaya terkedilmesi, bunu önlemek için herhangi bir çaba gös­termeden caiz değildir. Kişinin hoş görmediği veya nedenlerini bilmeden yapılan bir şe­ye hemen karşı çıkarak tenkil etmesi uygun değildir. Koşulan şarllara uymak, verilen sözleri yerine getirmek gereklidir. Unutmadan ve hatadan dolayı özür dilemek gerekir. Ataların ve salih kimselerin, geride bıraktıkları zürriyetleri üzerinde Allah'ın rahmet ve koruması sürekli vardır.

Uzun hadise dayanarak bunlara şunu ilave elmek de uygun olur. İnsanın kendisine nekadar çok ilim ve nimetten nasip verilirse verilsin, Allah karşısında mütevazi-alçak gönüllü olması ve daima başkasının kendisinden daha üstün, daha bilgili, Allah katında daha nasipli olabileceğini düşünmesi gerekir.

Uzun hadis bunlara ilave olarak, bu kıssayla Kehf ayetleri arasında yer alan 23 ve 24. ayetler arasında uygunluk olduğunu göstermektedir. Sözkonusu iki ayet Peygamber (s)'e hiçbir şey için "inşaallah" demeden bunu yarın yapacağım dememesi emrini içer­mektedir. Bu emirde, herhangi bir şeyi Allah'ın dilemesine bağlamadan yapmayı vadet-me durumunda -nakillerin de belirttiği gibi- azarlama sözkonusu olmaktadır. Belki de söylentilerin, garipseyerek soru sormaların olmasına böyle bir davranış neden olmuş ve bunun neticesinde de Allah, bilinen kıssanın ayetlerini, önceki bazı peygamberlerin de insan tabiatının bir tezahürü olarak affedilen türden bazı hatalara düşebileceklerini açık­lamak için vahyetti. Bunun doğru olması sonucunda, bu bölüm ile önceki sûrenin bö­lümleri arasında bir tür alakanın olduğu anlaşılmaktadır.Tefsir kitaplarında kıssanın bazı noktalarıyla ilgili açıklamalar bulunmaktadır.

Tabcrî'nin naklettiğine göre, birçok müfessir de onun görüşüne katılmıştır. İki deni­zin buluştuğu yer, Basra körfezinin doğu tarafındaki Faris deniziyle, batı tarafındaki Rum denizinin kavuştuğu (Dicle nehrinin denize döküldüğü) yerdir. Veya Fas'ın (Mağ-rib'in) en batısında kalan Tanca sahilidir. Tabrusî'nin dediğine göre, ayetlerde geçen ka­saba Antakya'dır. Bazıları Eyle'dir (Kizıldeniz sahilinde Ürdün sınırlarında kalan bir yer) demiştir. Bazıları da, deniz kıyısında kalan Nasıra kasabasıdır (Filistin'de) demiş­lerdir. Burasının Nasıra diye isimlendirilin esinin nedeni halkının hristiyan olmasından­dır. Tabrusî Hızır'ın isminin Belya b. Melkân olduğunu söylemiştir. Hızır adıyla anıl­masının sebebi ise, bir yerde namaz kıldığında çevresinin yeşillenmesinden dolayıdır. Onun kral olduğu, peygamber olduğu söylendiği gibi, Allah tarafından kendisine ledün- gayb ilmi verilmiş bir veli olduğu da söylenmiştir. Müfessir Hâzin'in aktardığına gö­re alimlerin çoğu ve tasavvuf şeyhleri ile doğruluk ve ma'rifet ehli arasında ittifakla ön-görüicn görüşe göre Hızır yaşamaktadır. Görüldüğüne, kendisiyle biraraya gelindiğine, şerefli mekanlarla, hayır yerlerinde bulunduğuna dair nakledilen hikayeler sayılamaya­cak kadar çoktur. Halen hayatta olmasının sebebi ise, anlatıldığına göre, hayat pınarın­dan içmiş olmasıdır. Rivayete göre Hızır Zülkarneyn'in veziriydi. Zülkarncyn hayal pı­narını bulmak istiyordu. Birden karanlık bir bölgeye girdiler; Hızır onun önündeydi, pı­nara ulaştı ve suyundan içerek yıkandı. Bununla beraber Hâzin onun ölmüş olduğunu söyleyenlerin de bulunduğunu kaydetmiştir. Görüldüğü gibi nakledilenlerin çoğu arasın­da çelişkiler bulunmaktadır ve herhangi ciddi ve kesin bir bilgiye dayanmamaktadır. Kasimî'nin, Buhari, Ebi Hayyan, İbn Teymiye vb. naklettiğine göre Hızır ölmüştür. Ya­şadığına dair yapılan rivayetler doğru değildir ve bunu sadece gafiller söylemekledir.

Kasımı tefsirinde, ayetlerde aşağıdaki ifadelerin yer almasıyla ilgili çeşitli değinme­lerde bulunulmuştur. Bu ifadeler: "Nihayet bir kasabaya varıp halkından yemek istedi­ler." Burada "onlardan yemek istediler" ifadesi kullanılmakla yetinilmemişlir. Yine, 78. ayette yer alan "sabretmeye güç yetiremediğin" ifadesiyle, 82. ayetteki "sabredemedi-gin" ifadesi arasındaki farka değinilmiş. Hızır'ın davranışlarının nedeninin izahı "Onu kusurlu yapmak istedim", "Böylece istedik ki Rablcri onun yerine kendilerine... versin", "Rabbin istedi ki, onlar ergenlik çağına ersinler" kullanılan ifadeler çevresinde, yaptığı işlerin, özellikle de çocuğun öldürülmesiyle ilgili hususların caiz olduğu hakkında açık­lamalarda bulunmuştur.

Bunları nakletmeye gerek ve İhtiyaç görmüyoruz. Ancak Kur'an'da yer alan her ifa­de ve kelime yaygın olarak kullanılan açık fasih Arapça lügatındandır. Diğer noktalarise kıssayla ilgili anlatımlardır. Bunların da bu çerçevede değerlendirilmesi, içerdiği öğüt ve ibretlerden ilham alınması gerekir. Kıssa ve Hızır hakkında söyleyeceklerimiz bundan ibarettir. Biz en doğru olanın, Kur'an ve doğru olarak aktarılmış nebevi hadisin bu gibi konularda durduğu sınırda durmak olduğu görüşündeyiz. Allah daha iyi bilir. [113]

 

83-  (Rasulüm) sana Zülkarneyn hakkında soru sorarlar. De ki: "Size ondan bir hatıra okuyacağım."

84-  Gerçekten, biz ona yeryüzünde sapasağlam bir iktidar verdik ve ona her şeyden bir yol (sebep)'1[114] verdik.

85-O da, bir yol tutup gitti.

86- Nihayet güneşin battığı yere varınca, onu kara balçıklı ir gözede'[115] batar buldu. Onun yanında da bir kavme

rastladı. Dedik ki: "Ey Zülkarneyn! Onlara ya azap edecek veya haklarında iyilik etme yolunu seçeceksin."

87-  Dedi ki: "Kim haksizlik ederse, ona azab edeceğiz; sonra o Rabbine döndürülecektir. O da ona görülmemiş bir azab edecektir."

88-  Kim iman eder ve salİh amellerde bulunursa, onun için güzel bir karşılık vardır. Ona buyruğumuzdan kolay olanını söyleyeceğiz.

89- Sonra yine bir yol tuttu.

90-  Nihayet güneşin doğduğu yere ulaşınca onu, güneşe karşı kendilerine siper yapmadığımız'[116] bir kavim üzerine doğar buldu.

91-  İşte böylece onunla ilgili her şeyden haberdardık'[117].

92- Sonra yine bir yol tuttu.

93-Nihayet iki sed arasına ulaşınca onların önünde hemen hiç söz anlamayan bir kavim buldu.

94-  Dediler ki: "Ey Zülkarneyn, gerçekten Ye'cuc ve Me'cuc yeryüzünde bozgunculuk çıkarıyorlar, bizimle on­lar arasında bir sed inşa etmen için sana vergi verelim mi?"

95-  Dedi ki: "Rabbimin beni içinde bulundurduğu imkan­lar daha hayırlıdır. Siz bana kuvvetinizle destek olun da, sizinle onlar arasına aşılmaz bir engel yapayım.

96-  "Bana demir kütleleri'[118] getirin", iki dağın arası'[119] eşit düzeye gelince "üfleyin"[120] dedi. Artık onu bir ateş haline sokunca, "getirin bana, üzerine erimiş katran[121]' dökeyim" dedi.

97-  Böylece ne onu aşabildiler, ne de delmeye güç yetire-bi İdiler.

98-  Dedi ki: "Bu Rabbimin bir rahmetidir. Rabbimin va'di geldiği zaman, O, bunu yerle bir eder. Rabbimin va'di haktır."

99- O gün biz onları, birbirine çarparak çalkalanır bir hal­de bırakmışızdır'[122]. Sûr'a da üfürülmüştür ve onları hep bir araya toplamışızdır.

100- O gün cehenemmi kâfirlere açıkça göstermişizdir.

101-  Onlar ki beni anmaya karşı gözleri perde içinde idi ve (Kur'an'ı) dinlemeye tahammül edemezlerdi.

 

Zülkarneyn Yecuc Ve Mecuc Kıssaları Hakkında

 

Bu bolüm Zülkarncyn kıssası hakkındadır. Kıssayla ilgili birinci ayet, onun Peygam­berimize (s) yöneltilen bir soruya cevap olarak indirildiğini ortaya koymaktadır. Ayet, kıssada anlatılanın Zülkamcyn ile ilgili haberlerin bir kısmını teşkil ettiğini göstermek­ledir. Gerçekten de bu bölüm sadece seri işaretleri kapsamaktadır. Ancak bu işaretler bi­le Zülkarncyn'in hükümdarlığını ve fetihlerinin ne kadar büyük ve geniş olduğunu apa­çık gözler önüne sermektedir.

Ayederin ifadeleri gayet açık olduğundan, başka bir izaha gerek yoktur. Ayetler Kı­yamet gününe işaret ederek, kafirleri sanki görmüyorlar ve duymuyorlarmış gibi büyük-lenmelerinden, inatçı bir tavır takınmalarından dolayı tehdit ederek ve uyararak sona er­miştir.

Ayetler Zülkarneyn ile haberleri ve fetihlerinin Peygamber (s)'in yaşadığı toplumda ve çağda anlatıldığını, şahsının da tanındığını ima etmekledir. Bu sebepten de konu çev­resinde tartışmalar meydana geliyor, şaşkınlık ve sorgulamaya neden olacak derecede aşın. abartılı şeyler anlatılıyordu. İşte soru olarak sorulmasının sebebi de buydu.

Bizim itimat ettiğimiz mushafa göre bu ayetler Medine'de inmiştir. Müfessirlcrin ve nakileilerin, sorunun kaynağı ve sorulduğu yer hakkındaki görüşleri farklıdır. Bazıları kaynağının yahudiler, yerin de, Medine olduğunu söylemiştir; bazıları da Mekke'de Arap müşrikleri tarafından Medine yahudilerinin telkinleriyle Peygamber'i denemek maksadıyla sorulduğunu söylemiştir. Nitekim biz İsra sûresinin tefsirinde bir rivayet nakletmiştik. O rivayette, Pcygamber'c Medine'de yahudiler tarafından veya Mekke'de yahudilcrİn telkiniyle müşrikler tarafından yöneltilen üç sorudan birisinin bu soru oldu­ğu ifade edilmektedir,

Ancak biz bu ayetlerin Medine'de indiğini ifade eden rivayetin doğruluğundan şüp­he ediyoruz. Kıssa bölümünün ayetlerinden olan son ayetten başlamak üzere kafirlere karşı ağır eleştiri yapılmakladır ve bu, aşağıdaki ayetlerde de devam etmekledir. Bu da böyle bir şüphenin haklılığına alamettir. Çünkü bu üslûp Medine dönemine ait olmaktan çok, Mekke dönemine aittir.

İsra sûresinin tefsirinde, sozkonusu sorunun müşrikler veya yahudiler tarafından yö­neltilen üç sorudan birisi olduğuna dair yeterli miktarda açıklama yaptık; tekrar etmeye gerek yoktur. Bizim tatmin olduğumuz görüş, sozkonusu sorunun diğer Kchf ve Rakîm ehli ile ilgili soru ile birlikte Mekke'de sorulduğudur. Kchf ve Rakîm ehli hakkındaki sorunun müsliimanlar tarafından sorulduğunu daha Önce tercih ettiğimiz gibi bu sorunun da onlar tarafından sorulduğunu tercih etmekteyiz.

Kıssa konusunda ve ihtiva ettiği ifadelerin taşıdığı anlamlar hususunda müfessirlcrin görüşleri ile rivayetlerin adedi çok olmuştur[123]. İster Zülkarneyn'tn şahsı konusunda ol­sun, ister Ye'cuc ile Mc'cuc'un mahiyeti konusunda olsun, isler şeddin yapıldığı yer konusunda olsun veya Zülkarneyn'in ulaştığı Ülkeler konusunda olsun, yahut kara bal­çıktan göze hakkında olsun görüş ve rivayetler çok olmuştur. Bunların çoğu da sağlam veya doğru bir senede dayanmamaktadır. Bazısı hakikatten daha çok hayal ürünüdür. Bazısı da birbiriyle çelişki içerisindedir. Herhâlukârda bu nakiller Zülkarneyn hikayele­ri ve onun şöhretinin Pcygambcr'in yaşadığı çevrede bilindiğini göstermektedir. Zaten ayetler de az önce söylediğimiz gibi bunu vurgulamaktadır.

Zülkarncyn'in şahsı hakkında Bcgavi'dc yer alan haberi aktardım. Bazıları onun peygamber olduğunu söylemiş, bazısı da onun Allah'ı seven, Allah'ın da kendisini sev­diği salih bir kul olduğunu söylemiştir. Çoğunluk onun adaletli bir kral olduğu görüşün­dedir. Zülkarneyn diye adlandırılmasının sebebi ise, güneşin doğusunda ve batısında ilk doğan kısmı ile son balan kısmına ulaşmış olmasındandır. Veya Rum ve Farislcrin (İranlıların) kralı olmasından, yahul hem aydınlığa hem de karanlığa girmiş olmasından veya rüyasında güneşin iki uç kısmını yakalamasından veya sarkan iki örgülü saçı ol­masından dolayıdır. Veya kavmine Allah'tan korkmalarını emrettiğinde, başının sağ ör­gü taralına vurmuşlar ve ölmüştü. Sonra Allah O'nu tekrar dirillli. Yeniden kavmine Allah'tan korkup sakınmalarını emretti; bu sefer de başının sol ör«ü yanına vurup öl­dürdüler. Allah da O'nu tekrar dirilttiğinden Zülkarneyn diye isimlendirilmiştir. Gerçek ismi, Mirzcbân b. Mirzcban Yunanîdir. Yunan b. Yafcs b. Nuh'un çocuklarındandır ve­ya İskender b. Fcylekûs b. Yâmilûs Rumî'dir. Müfcssir o ve yaptıkları hakkında şunları da naklctmiştir: O Rumlardan salih bir kuldu, Allah ona şöyle demişti: "Ben seni çeşitli dillere sahip milletlere göndereceğim. Bunlar arasında iki ümmel vardır. Aralarında yer­yüzü uzunluğu kadar mesafe vardır; birisi güneşin battığı Nasik denilen yerde, diğeri ise güneşin doğduğu Mcnsek denilen yerdedir. İki ümmet daha vardır ki, bunlar arasında yeryüzünün genişliği kadar mesafe vardır. Birisi kuzey bölgesinde bulunup, kendilerine Hâvîl denir. Diğeri ise güney tarafta bulunup, kendilerine Navîl denilmekledir. Bazı milletler de yeryüzünün ortasındadır. Bunlar arasında cinler, insanlar, Ye'cuc ve Me'cuc vardır. Zülkarneyn dedi ki: Ey Rabbim ben onları hangi güçle boyun eğdirece­ğim ve hangi dille onlarla konuşup anlaşacağım. Allah (c) şöyle buyurdu: "Ben seni güçlendireceğim, dilini genişleteceğim -Bazı müfcsirlcrin dediğine göre O hangi mille­tin yanına vardıysa onların dilleriyle konuşabilmiştir[124] -Cesaretini arttıracağım. Seni hiçbir şey korkutamayacak, heybetini arttıracağını; hiçbir şeyden çekinmeyeceksin, ışık ve karanlığı senin enirine vereceğim, onlar senin ordularından olacaklar, ışık önünü ay­dınlatacak, karanlık ise arkandan seni kuşatarak ortccckıir. Allah bulutlan da ona boyuneğdirmiş; üzerlerinde onu taşıyorlardı, ışığı onun için yaymıştı. Gece ve gündüz artık ona eşit olmuştu, yeryüzünde yürümeyi ona kolaylaştırmıştı, yollar onun için katlanıp kısalıyordu.

"Nihayet güneşin battığı yere varınca, onu kara balçıklı bir gözede batar buldu. O-nun yanında da bir kavme rastladı" cümlesiyle ilgili şu rivayet nakledilmiştir: Bu kav­min şehrinin oniki bin kapısı vardı. Eğer bu şehrin halkının gürültüsü olmamış olsaydı, güneşin batarken çıkardığı ses duyulacaktı. -Bundan anlaşıldığına göre onların bulundu­ğu yer güneşin battığı yere çok yakındı.- Kara balçıklı göze veya sıcak suyun anlamı, Muaviye, Ka'bü'l-Ahbar'a sordu: "Tevrat'ta güneşin batışını nasıl buluyorsun?" O da şöyle dedi: "Onun su ve çamurda battığının anlatıldığını buluyoruz."

"Nihayet güneşin doğduğu yere varınca onu, güneşe karşı kendilerine siper yap­madığımız bir kavim üzerine doğar buldu" ifadesi hakkında da şu rivayet aktarıl­mıştır: Onlar, üzerine bina yapılamayan bir arazide bulunuyorlar; yerin altındaki mağaralarında, izbelerinde barınıp gölgeleniyorlardı. Güneş batınca da geçimlerini temin etmek için tarlalarına çıkıyorlardı. Yahut güneş batincaya kadar suya giri­yorlardı veya onlar çıplak vaziyette bulunuyorlardı.

Ye'cuc ve Me'cuc hakkında yaptığı nakilde ise şunlar bulunmaktadır. Bazıları "Ye'cuc" ve "Me'cuc" kelimelerinin Arapça asıldan geldiğini, ateşin tutuşup alevlen­mesi anlamında olduğunu söylemiştir. Veya bunlar, yabancı kelimeler olup Arapçalaştı-rılmıştır. Bu iki kavim Yafes b. Nuh'un çocuklarından olup Türklerden bir nesildir. Ya­hut Türkler onlardan bir grup olup, Zülkarneyn şeddi inşa etmeden oradan çıkmışlar ve dışarda kalmışlardır. Sonra da Türk diye adlandırılın ıslardır. 22 kabile olup Ademoğul-lannm onda dokuzunu oluşturmaktadırlar. Onlar iki millet olup her millet de dörtbin millettir[125]. Erkeklerinin her biri, neslinden bin kişinin yetişip silah kullanabilecek duru­ma geldiğini görmeden ölmez. Bunlar Adem (s)'in çocuklarından olup, dünyayı tahrip etmek için dolaşırlar. Onlar hakkında anlatılanlara göre, bunlar üç sınıftır. Bir sınıf Şam'daki çamlar gibidir; boylan göğe doğru 120 zira'dır (Bir zira' yaklaşık 70 cm uzunluğundadır). Diğer bir sınıf, genişliği ve uzunluğu eşit olarak 120 zira'dır, bunların karşısında ne dağ ne de demir duramaz. Üçüncü sınıf ise, bir kulağını yere yayıp üzerine yatar, öbür kulağıylada sarınıp örtünür. Bunlar, karşılaştıkları her türlü vahşi hayvanı, fili, domuzu, köpeği hatta kendilerinden öleni bile yerler. Önleri Şam'da arkaları Hora­san'dadır, doğu nehirlerinin hepsini içerler. Bununla beraber bunlardan bir karış uzunlu­ğunda olanlar da vardır. Zülkarneyn onlardan, boyu orta boylu adamın yansı kadar olan­lar da buldu, onların ellerinde pençeler vardı. Dişleri vahşi hayvanların dişleri gibiydi, kendilerini sıcak ve soğuktan koruyan cesetlerinde kıllar vardı ve hayvanlar gibi çiftle-şirlerdi. Adem (s) bir gece ihtilam olmuş, menisi toprakla karışmış, Allah da bu sudan Ye'cuc ve Me'cuc'u yaratmıştır. Onlar Ademoğullarryla baba cihetinden birleşmektedirler. Onlar yırtıcılara benzeyip hayvanları, yırtıcıları parçalarlar; yılan, akrep ve her türlü canlıyı yerler. İlkbaharda ülkelerinden çıkıyorlar ve yaş, yeşil olan herşeyi yiyor; kuru olanları ise beraberlerinde götürüyorlardı,

îbn Kesir tefsirinde Zülkarneyn hakkında nakledilene göre, o İbrahim (a) zamanında yaşamış salİh bir kimseydi. O'nunla beraber Ka'beyi tavaf etmiş, Allah'a kurban sun­muştu. Hâzin tefsirinde yapılan bir rivayette O'nun meleklerden olduğunu söyleyenler de olmuştur. Bazıları O'nun Humeyr kabilesine mensup, ismi Ebu Küreb olan bir kral olduğunu söylemiştir. Nitekim Humeyr kabilesine mensup bir şair de onunla şöyle ifti­har etmektedir:

Dedem Zülkarneyn müslümandı;

Yenilmeyen, yeryüzünde hakim melikti.

Doğulara ve batılara ulaştı arayarak,

Hükümdarlık vasıtalarını, cömert mürşitten.

Battığı yerde yuvasını gördü güneşin,

Sürekli karanlık pençeli gözeye dalıyordu.

Bazıları da O'nun İskenderiye'yi kuran Rum kralı olduğunu söylemiştir. Tercih olu­nan da bu görüştür. -Bu söz Hâzin'e aittir.- Şam bölgesini, Mısır'ı, Kudüs'ü fethetmiş, ma'bedinde kurban kesmişti. Sonra Irak bölgesini, Enbât'ı (Basra civarı), İran'ı ve Er­menistan'ı fethetmiş, Hindistan'a, Çin'e ve Türkistan'a ulaşmıştı. Ömrü 1030 seneydi, veziri Musa'nın arkadaşı olan Hızır'dı. Hayat suyunu keşfetmek istediğinde, O'nunla beraber karanlığa girmiş, fakat hayat suyuna Hızır ulaşmış, o bulamamıştı ve o sudan içip yıkanmış, böylece kendisine Kıyamete kadar hayat takdir edilmişti.

Bu anlatılanların çoğu ölçüsüz sözlerdir. Herhangi bir bilimsel ve tarihi gerçeğe uy­mamaktadır. Sadece Hâzin'in naklettiği meşhur Yunanlı İskender'in tarihine benzeyen kısım içerisindeki ömrü, Hızır'ın ona vezirlik yaptığı, Hızır'ın içtiği iddia edilen hayat suyu hurafelerini çıkarırsak kabul edilebilir niteliktedir. Ancak burada çok önemli bir boşluk kalmasına rağmen kapatılmaya çalışılmamıştır. O da, Makedonyalı iskender'in putperest oluşudur. Oysa ayetler Zülkarneyn'in mü'min, muvahhİd, ahirete yakinen ina­nan bir kimse olup, Allah'ın kendisine peygamberlerden birisi gibi vahyedip konuştu­ğunu ortaya koymaktadır.

Az önce adı geçen müfessirlerin hiçbirisi Zülkarneyn'in inşa ettiği şeddin nerede olduğunu belirtmemişlerdir. Ancak İbn Kesir'in naklettiğine göre, Abbasi Halifesi el-Vasık; şeddin yerini aramak için seriyye göndermiş, iki sene haber alınamamış ve sonra dolaştıkları ülkelerde art arda birçok korkunç, acaip olaylarla karşılaşarak dönmüşlerdi. Anlatıldığına göre seriyye, demir ve bakırdan inşa edilmiş büyük ka­pısı olan, üzerinde de büyük anahtarların bulunduğu bir bina görmüştür. Ve orada tuğlalarla Örülmüş, çevresindeki dağların bile seviyesine ulaşamadığı oldukça yüksek bir burç-kulc gördüler, üzerinde çevresini nöbetçilerin sardığı kralları vardı.

Çağdaş tefsirlerden olan Kasimî'nin tefsirinde "bazı araştırmacılara" nisbet ederek ayetlerin tefsirinde şunlar nakledilmiştir; Dağıstan bölgesinde Araplar arasında Kal'dağı diye bilinen Kafkas dağlarından birisinin arkasında iki kabile bulunmaktadır. Birisinin ismi Âkûk, diğerinin İse Mâkuk'dur. Araplar bunları Ye'cuc ve Me'cuc diye Arapçaya çevirmişlerdir. Bu iki kabile, birçok millet tarafından bilinmekte ve ehli kitabın kitapla­rında da anlatılmaktadırlar. Bu iki kabileden Rusya ve Asya'daki birçok kuzey ve doğu milletleri üremiştir. "scd1" ise Dağıstan bölgesinde Dcrbcnd ile Hazar şehirleri arasında­ki dar boğazda bulunmakta ve şimdi demir kapı, Scd adıyla anılmaktadır. Bu iki dağ arasındaki dar boğazda eski demirden şeddin İzleri bulunmaktadır.

"SalVcUri-Alıbar" kitabından nakledilerek anlatıldığına göre, Abbasi Halifesi Va-sık'ın gönderdiği seriyyenin ulaştığı sed, Çin şeddidir. Bu surların uzunluğu yaklaşık 1250 mile, kalınlığı alttan 25 adıma, yukarıdan ise 15 adıma, yüksekliği ise 15 adım ile 25 adıma ulaşmaktadır. Bazı yerlerinde ise yüksekliği 40 adıma ulaşan kuleler bulun­maktadır. Bu surları İskender inşa etmemiştir. İskender'in inşa etliği scd, Dcrbend şed­didir. Bu müfessirin İfade ettiğine göre Zülkarncyn, meşhur Makedonyalı İskender'dir. Müfcssir Makedonyalı İskender'in bilinen putperest inancıyla Kur'an ayetlerinin ifade ettiği inanç arasım bulmaya çalışarak şöyle demiştir; Yunanlıların inancının putperestlik olmasından, O'nun da putperest olması gerekmez. Onun hocaları olan Aristotolis ve PcysagurıiN da Allah'a inanıyorlardı. Ancak onun bu çabası İkna edici değildir. Onun sözünden anlaşıldığına göre o, sözkonusu şeddi Mâkûk ve Âkuk kabilelerin saldırılarını engellemek İçin inşa etmiştir.

Diğer taraftan, çağdaş müslüman iki Hindli bilgin, Şibli Nu'mânî ve Ebu Kelam Azad, Kur'an'ın değişik bölümlerinde anlatılan konular hakkında bilimsel ölçülere uy­gun, birçok kaynaklara ve önemli tarihi belgelere dayanan araştırmalarda bulunmuşlar­dır. Birinci bilginin araştırması sonucunda tercih ettiğine göre, Zülkarncyn M.Ö. 5. asır­da yaşamış Fars (İran) kralı Dârâ cl-Kebîr'dir. Ye'cuc ve Me'cuc, Kafkas dağlarının ar­dında Doğuda yerleşmiş Talar İskîı kabilclerindendir. İnşa ettiği scd ise, Hazar denizi­nin balı yakasında yer alan Dcrbcnd şehrine yakın Derbend seddi diye bilinen yerdir. İkinci bilginin araştırması sonucu da tercih elliğine göre Zülkarneyn, M.Ö. 6. asırda ya­şamış Fars (İnin) kralı Melik Kurş'dur. Bu kral Dârâ cf-Kcbîr'den önce hükümdarlık yapmış. Babil memleketini yıkmış, Babil ülkesinden sürülen yahudilcrin Filistin'e dön­melerine ve Urşelhim (Bcyltfl Makdis) ile ma'bcdinin M.Ö. 538 yılında yeniden inşa edilmesine izin vermiştir. İnşa edilen sed İse Derbend seddi olmayıp, Vîladi Kuyuköz ve Tiflis şehirleri arasında yer alan Kafkas dağlarından birisinin iki tarafında, adlarından birisi olan Kurs boğazı ismiyle tanınan yerdeki sedclir. Bu scd hâlâ mevcut olup demir ve bakır karışımıdır. Ye'cuc ve Me'cuc ise Moğol kabilelerinden olup, yeryüzünde boz­gunculuk yapıyorlardı. Kurs seddi de onları engellemek için bina edilmiştir.

Her iki bilgin de söyledikleri kişinin Zülkarncyn olduğunu, fetihlerinin çokluğu, hü­kümdarlıklarının genişliği nedeniyle ispatlamaya çalıştılar. Diğer yönden, her iki kral da mensup bulundukları Zerdüşizm dininde de Allah'ın birliğine, hayrın emredilip, ahire -tin varlığına inanıldığını ispat etmeye çalışmışlardır. Bununla beraber, bizim onların bu çabalarını övmemiz gerekir. Ancak gerçeği söylemek gerekirse bize göre onların söyle­dikleri ikna edici değildir[126]. Söyledikleri genellikle yorum, tahmin ve uzlaştırma lürün-dendir.

Kayda değer bir husus da bu iki alimin araş ti nn al arın da eski ahdin cüzlerinden Dân-yâl Pcygamber'in cüz'üne dayanmış olmalarıdır. Sözkonusu eski ahit bu yahudi pey­gamberinin gördüğü rüyayı içermektedir. Bu Peygamber, Babil krah Nebûhaz Nasr'ın Bcytü'l-Makdis'c saldırıp ma'bediyle birlikte onu yıkmasına, İsrailoğullarını da kendi­siyle birlikle Babil'e esir olarak götürmesine şahit olmuştur. İşte bu peygamber anlatı­lan rüyasında iki boynuzlu bir koç görmüştü, boynuzlarıyla batıya, kuzeye, güneye vu­ruyordu, hiçbir hayvan önünde duramamıştı. Aniden batıdan gelen, iki gözü arasında bir boynıızu bulunan bir keçi, koça doğru yaklaştı ve ona vurarak iki boynuzunu da kırdı. Cebrail (a) ona bu rüyasını Allah'ın emriyle yorumladı; koç Fars (İran) kralı, keçi ise Yunan kralıydı. Eski tarihi yahudi kaynaklarının[127] anlattığına göre yahudi hahamları Makedonya (Yunan) kralı Urîşelem'c (Beytü'l-Makdis'c-Kudüs'c) geldiğinde huzuruna çıkarak ona Dânyâl'ın rüyasını anlattılar ve tek boynuzuyla iki boynuzlu Fars (İran) kralına vurarak boynuzlarını kıran keçiden maksadın, kendisi olduğunu bildirdiler ve böylece ona yakınlaşıp katında mevki elde etmeyi hedeflediler. Ancak bu cüz'ün Dân­yâl'ın vefatından bir müddet sonra yazılmış olduğu, içerisine bazı ziyade ve noksanlık­lar sokularak tahrif edilmiş olduğu, ihtimalden uzak değildir.

Hcrhâlükarda biz Zülkarncyn iii sahsım ortaya çıkarmak için çaba göstermede bir fayda görmüyoruz. Çünkü kanaatimizce, üne sürülen her inceleme, ilmi belgeye dayan­mayacak ve Kur'an kıssasında anlatılanla araştırma sonunda ulaşılan netice arasında bir uzlaşma yapılamayacaktır. En doğru olanın, Kur'an'ın durduğu sınırda kalmak olduğu­nu görüyor ve ayetlerin kapsadığı işaretlerden kesinlikle. Peygamber (s) döneminde herhangi bir şekilde Zülkarneyn adıyla tanınmış şahsiydin kastedildiğini ve bunu soran dinleyicilere doyurucu bir cevap niteliği taşıdığını söylemekle iktifa ediyoruz.

Unutmadan, müfessirlcrin kıssanın ayetlerinde seri olarak işaret edilen Zülkar-neyn'in şahsiyeti ve seferleri hakkında Pcygamber'in hadislerinden nakletmemelerine dikkat çekmeliyiz. Naklettiklerimizi Rcsululialrın ashabın ve tabiilerden bazılarına nis-bel etmeleri de mesnetsizdir. Bu konuda sahih hadisleri ihtiva eden kitaplarda birşey bulunmamakladır.

Müfessirler Zülkarneyn'İn şahsiyeti İle ilgili peygamber hadisleri nakletmemelerine rağmen, Ye'cuc ve Me'cuc hakkında çeşitli derecelerde birçok Peygamber hadisleri nakletmişlerdir. Ebu Hureyre'den nakledilen uzun bir hadiste şu ifadeler yer almıştır: "Peygamber Kıyamete yakın Deccal'ın çıkacağını, İsa (a)'nın ineceğini, sonra Ye'cuc ve Me'cuc'un her tepeden akıp geleceklerini, hatta onların önden gidenlerinin Filis­tin'deki Taberiye gölüne gelip suyunun hepsini içeceklerini, arkalarından gelenlerin de burada daha önce su vardı diyecekleririni" bildirmiştir. İsa Allah'a onları helak etmesi için dua edecek, Allah da boyunlarına kurt musallat edecek ve tek bir kişi gibi ölecek­lerdir, kokuşmuş leşleri, cesetleri yeryüzünün her karışını dolduracaktır. İsa yine Al­lah'a dua edecek, Allah da deve boynu gibi kuşlar gönderecek ve onları taşıyıp dilediği yere alacaklar, sonra da yağmur gönderip yeryüzünü onunla yıkayacaktır."

Bu hadisi Begavi ayetlerin tefsiri sırasında nakletmiştir. Müslim, Tirmizi ve Ebu Da-vud da uzun bir hadis rivayet etmişlerdir. Bu hadiste Kıyamet'e yakın Deccal ve fitnesi­nin ortaya çıkması, İsa'nın inmesi ve Deccal'ı öldürmesi, Ye'cuc ve Me'cuc'un çıkması ile Begavi'nin Nuvâs b. Semân'dan rivayet olarak nakledip zikrettiği hadiste yer alan hadiselerin çoğu anlatılmıştır. Tirmizi de hasen olduğunu söyleyip Ebu Hureyre'den ri­vayet ettiği hadiste Peygamber, Zürkarneyn'in inşa ettiği sed hakkında şöyle buyurmuş­tur: "Ye'cuc ve Me'cuc her gün onu kazarlar, delinip yıkılmasına az bir mesafe kaldı­ğında başlarında bulunan: Bu kadar yeter, dönün, yarın gelip kalanını delersiniz, der. Allah da onu öncekinden daha sağlam bir şekilde eski vaziyetine döndürür. Nihayet Al­lah onları insanların üzerine göndermeyi dilediğinde, başlarındaki kimse: Bugün dönün, yarın gelip inşaallah kalanını delersiniz der. Döndüklerinde onu bıraktıkları vaziyette bulurlar, delmesini tamamlayarak insanların arasına çıkarlar, suları içerler ve insanlar onlardan kaçar. Oklarını göğe atarlar; kana bulanmış olarak geri gelir, bunun üzerine şöyle derler: Yeryüzünde olanları da, gökte olanları da zorla, baskıyla mağlup ettik. Al­lah da üzerlerine boyunlarından çıkan kurtlar göndererek onları öldürecektir. Canım kudreti elinde bulunan Allah'a yemin olsun ki, yeryüzünün hayvanları onların etlerini yemekten şişmanlayacaklar, bayram yaparak bolca şükredeceklerdir. "Bu hadisi İbn Ke­sir de nakletmiştir. Bundan başka Abdullah b. Amr'dan Peygamber'in şöyle dediğini ri­vayet etmiştir: "Ye'cuc ve Me'cuc Adem (a)'in soyundandır. Şayet gönderiliri erse in­sanların yaşamlarını bozacaklardır. Onlardan bir adam, soyundan bin kişiyi, hata daha fazlasını geride bırakmadan ölmeyecektir. Arkalarından üç millet bulunmaktadır: Tâvîl, Tâyes ve Mensek". İbn Kesir, Evs'den merfu olarak nakledilen şu hadisi de nakletmiş­tir. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ye'cuc ve Me'cuc'un sahip oldukları birçok kadın­ları vardır, diledikleri kadar cinsi münasebette bulunurlar. Birçok ağaçları vardır, dile­dikleri kadar aşı yaparlar. Onların erkekleri, ardında soyundan bin kişi, hatta daha fazla bırakmadan ölmez."

Ye'cuc ve Me'cuc Kur'an'da bir de Enbiya sûresinde anlatılmıştır: "Nihayet Ye'cuc ve Me'cuc'un Önü açıldığı ve onlar her tepeden akın etmeye başladıkları zaman... Ve gerçek va'd (Kıyamet) yaklaşınca, birden inkar edenlerin gözleri donakalır! Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz, bu durumdan habersizmişiz; hatta biz zalim kimselermişiz (derler)" ( 96-97). Görüldüğü gibi ayetler açık bir şekilde onların zuhur etmelerini, bi­raz geniş olarak aktardığımız hadislerin de ifade ettiği gibi, dünyanın sonunun alametle­rinden birisi olduğunu anlatmaktadır.

Onlarla ilgili Önemli bir konuya temas edelim; onlar eski ve yeni ahid kitaplarının cüz'lerinde anlatılmıştır. Tekvin cüzünün onuncu kısmında (Me'cuc) isminin Yâfes b. Nuh'un Cevmer, Mâdây, Yâvân, Tevbel, Maşek ve Tîrâs çocuklarıyla birlikte geçtiği yazılıdır. Cuc kelimesi de Me'cuc'un bulunduğu yer olarak zikredilmektedir. Rûş, Ma­şek ve Tevbel'in reisi, Hazkayâl peygamberin cüzünde 38. ve 39. bölümde genişçe an­latılmaktadır. Bu lider, yahudİleri Babil'e esir edip sürmüş ve Haskayâl'in de esirler arasında olduğunu farketmiştir. Adı geçen iki bölümde de Allah'ın Kıyamet'e yakın, doğudan Cuc tarafından Me'cuc ve birçok topluluğu Filistin'e göndereceği ifade edil­mektedir. Bu, Allah'ın gazabını gösteren büyük bir istiladır. Yeryüzündeki insanlar ara­sında büyük bir kargaşa ve felaket olacaktır. Dağlan yaracaklar, kaleleri ve surları yıka­caklardır. Sonra Nihayet Filistin toprağında ölecekler ve yırtıcı kuşlarla, çölün yırtıcı hayvanlarına yiyecek olacaklardır.

Eski ahdin cüzlerinden olan Aziz Yuhanna'mn rüyasının yer aldığı cüz'ün 20. kıs­mında Cuc ve Me'cuc ismi zikredilmiş ve onların yeryüzünün dört bir yanını kaplaya­cak deniz kumlan gibi çok büyük bir millet olduğu, Kıyamet'e yakın çıkıp, şehirdeki azizlerin ikametgâhını kuşatarak istila edecekleri, sonra da gökten bir ateşin düşüp, on­ları yok edeceği anlatılmaktadır.

Herhâlükarda müslümanın görevi, (isimleri Arapçalaştınlmış) Ye'cuc ve Me'cuc is­minde iki kabilenin varlığına inanmaktır. Bunlar Ademoğullanndan Allah'ın yarattığı acaip mahluklardır. Kıyamet'e yakın her tepeden akın ederek çıkacaklardır. Bütün bun­lar Kur'an'da apaçık ve kesin olarak yer almıştır. Sahih hadis kitaplarında bulunan bir­çok hadislerde de genişçe anlatılmıştır. Onların halini aklımızla tam olarak anlayamasak da. Kur'an ve sahih olan Peygamber hadislerinin ifade ettiği ölçü ve sınırda durarak inanmamız gerekir. Diğer taraftan onların hikayesi, Peygamber döneminde yahudi ve hristiyanlann ellerinde mevcut olan eski ve yeni ahid cüzlerinde anlatılmaktaydı ve bu anlatılanlar ile Peygamber'in onlar hakkında buyurduğu hadisler arasında bazı yönler­den benzerlik bulunmaktaydı. Bunun bir sonucu olarak bu iki kabilenin haberleri Pey­gamber'in çevresinde ve döneminde meçhul değildi. Bilinmesi gereken bir husus da, Enbiya sûresinde onlardan, Kıyamet günü ve o günün dehşetli hallerini haber veren Al­lah'ın uyarılanndan bîr uyan niteliğinde bahsedilmiştir. Bu hikâye Kehf sûresinde amaçları arasında öğüt ve destek verme olan kıssayla birlikte anlatılmıştır. Her ne kadar müstakil olarak Peygamber'e yöneltilen bir soru üzerine gelmiş olsa da, kıssanın üslubu enel olarak Kur'an kıssalarının üslûp ve hedefleriyle uyum içerisindedir. Bu kıssanın içerdiği öğütlerden bazısını şu şekilde sıralayabiliriz:

Birincisi: Allah ile Zülkarneyn arasında geçen karşılıklı konuşma. Bu Zülkarncyn'in imana davet eden, salih işler yapan mü'minlerc güzel muamelede bulunan, zorbalara da azap eden bir mü'min olduğu açıklamasını içermektedir.

İkineisi: Ayet, Zülkarneyn'in Allah'ın vaadinin geleceğini, onun şüphesiz hak ol­duğunu, bu vaadin de öldükten sonra diriltip bir araya toplamak olduğunu kesin bir ifa­deyle ani alnı aktadır.

Üçüncüsü: Kıssa şu açıklamayı da bünyesinde barındırmaktadır. Bu büyük kral; hü­kümdarlığı, yaptığı fetihler ve bu dereceye ulaşan önemi nedeniyle neredeyse yeryüzü­nün doğusu ve batısının; Allah'a iman eden, ahiret gününe inanan, Allah'a davet eden .salih mü'minlerc güzel davranıp mükâfatlandıran, inkar eden kafirleri de cezalandıran bir efendisi olmuştur. Öyle ki davetteki metoduyla Peygambcr'in davet ederken izlediği ve Kuran ayetlerinin de içerdiği metod arasında uygunluk bulunmaktadır.

Dördüncüsü: 98-101. ayetler kıssayı tamamlayıcı hususlar ihtiva etmektedir. Kıya-rrie't'in kesinlikle kopacağı bildirilerek, Allah'ın ayetlerini duymam azlıktan gelip hatır­lamayan ve Peygamber kendilerine cehennem ateşinin varlığını haber verdiği halde hi­dayete ulaştıran nuru görmemezlikten gelen kafirlere uyarıda bulunulmuştur. [128]

 

102- İnkar edenler, beni bırakıp kullarımı dostlar edi­neceklerini mi sandılar? Gerçekten biz cehennemi ka­firler için bir konak olarak hazırladık.

103- De ki: "Size işleri bakımından en çok ziyana uğraya­cak olanları haber vereyim mi?"

104-  Dünya hayatında bütün çabaları boşa gitmiş olan'[129] ve kendileri de iyi iş yaptıklarını sanan kimseleri...

105-  işte onlar, Rablerinin ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkar eden, bu yüzden amelleri boşa çıkan kimselerdir. Kı­yamet günü onlar için bir terazi tutmayız.

106-  İnkar ettikleri, ayetlerimi ve elçilerimi eğlence yerine koydukları için onların cezası cehennemdir.

107-  İnanıp iyi İşler yapanlara gelince, onların konağı da firdevs'[130] cennetleridir.

108-  Orada sürekli kalacaklardır. Oradan hiç ayrılmak is­temezler[131].

 

Ayetlerin ifadesi gayet açık olup, önceki bölümün sonunda Zülkarneyn kıssası vesi­le kılınarak başlatılan, İnkar edenlere yönelik yüklenmenin devamı ve tamamlayıcısı ni-leliğindedir.

Ayetlerde ortak koşan kafirlere karşı tehdit, aşağılama ve bir uyarı bulunmaktadır. Onlara ahircltekİ varacakları yer açıklanmış, sonra da Kur'an üslubuna uygun olarak kafirlerin varacakları yere mukabil iyi-salih işler yapan mü'mİnlcrin varacakları yerin açıklamasına geçilmiştir.

Ayetlerde, iman ve küfrün insanların yaptıkları işlerdeki tesiri, önceki münasebetler­de tekrar edilen izahtan daha fazla bir şekilde ve değişik bir üslûpta açıklanmıştır. Ahi­rdi yalanlayıp Allah'a ortak koşan kafirin yaptığı güzel işler, onun imani ve vicdani en­dişesinden kaynaklanmamaktadır. Yapılan iyi işlerin, sahibinin ortak koşması ve inkarı sebebiyle Allah katında boşa gitmesinin yanısıra, bu tür ameller aniden ortaya çıkabile­cek en ufak bir vesvese ve dünyevi menfaat nedeniyle hemen değiştirilmeye, altüst olmaya ve terk edilmeye maruz kalabilir. Halbuki Allah'a ve ahiret gününe inanan kimse yaptığı iyi işler üzerinde sürekli sabit kalmaya devam eder. Çünkü o, yaptığı bu işlerle Allah'ın rızasına, sevgisine ulaşıp O'na yakınlaşmayı ve ahiret mükâfatım elde etmeyi ümit etmektedir. Bu üslûpta da Peygamber davetine katkıda bulunmak suretiyle sürekli bir destekleme anlamı bulunmaktadır. [132]

 

109-  De ki: "Rabbimin sözleri (ni yazmak) için deniz mü­rekkep olsa ve yardım için bir o kadar da getirsek dahi, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, elbette deniz tükeni-verirdi".

110-  De ki: "Ben de ancak sizin gibi bir insanım; yalnızca bana sizin ilahınızın tek bir İlah olduğu vahyolunmaktadır. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak tutmasın".

 

Ayetlerde Peygamberimİz(s)'e yönelik, Alah'ın ayetlerinin yüceliğine delalet eden hadise ve delillerin sayılamayacak kadar çok ve geniş olduğunu insanlara açıklaması emri vardır. Hatta o derece ki, şayet bu ayetler, olaylar, deliller yazılmak istense, deniz de mürekkeple dolu olsa, bir o kadar deniz dolusu mürekkep daha olsa bunlar bitmeden mürekkep biterdi. Yine Peygamberimize, kendisinin onlar gibi bir insan olduğunu, ayrı­calık olarak bütün sahip olduğu şeyin kendisine vahyolunan, ilahlarının tek bir ilah ol­duğu ve O'nun hiçbir ortağı bulunmadığı gerçeğini açıklaması, Allah'a kavuşmayı ve O'nun katındaki güzel mükâfatlan elde etmeyi arzulayanların da O'na inanarak salih amellerde bulunmalarını ve O'na hiçbir kimseyi ortak etmemelerini söylemesi emredil­miştir.

İki ayet de önceki ayetleri tamamlamakta ve aynı zamanda da sûre için kuvvetli bir sonuç teşkil etmektedir.

Ayetler peygamberin görevinin sadece insanları uyarmak olduğunu, bundan sonra da tercihin onlara ait olduğunu, kim kurtuluşu arzu ederse iman edip salih işlerde bulunma­sı gerektiğini, kimin de bunu yapmaktan sakınırsa akibetinin helak olacağını açıklamaktadır. İkinci ayetin son kısmında, önceki ayetlerin içerdiği telkine destek ifadesi bulun­maktadır.

Dikkat edilirse buradaki birinci ayet ile Lokman süresindeki 27. ayet arasında bir tür farklılık ve değişiklik göze çarpmaktadır: "Şayet yeryüzündeki ağaçlar kalem; deniz de arkasından yedi deniz daha katılarak (mürekkep olsa) yine Allah'ın sözleri (yazmakla) tükenmez. Şüphesiz Allah mutlak galip ve hikmet sahibidir." Ancak bunu söylemek doğru değildir. Çünkü burada da, orada da maksat, Allah'ın ilminin ve sözlerinin mikta­rının büyüklüğünü göstermektir ve bunlann anlatılmakla yahut kaydedilerek yazılmakla tüketilemeyecek kadar büyük olduğu, her iki yerde de hikmetle sunulan vahyin gerektir­diği ifadelerle açıklanmıştır. [133]

 



[1] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 3/475.

[2] Kayyimen Bazıları; anlamı, kendisinde hiçbir tezat bulunmayıp dosdoğru olan şeydir, dedi. Bazıları; din işlerini koruyup düzenleyen anla­mındadır, demiştir. Bazıları da; diğer semavi kitapları koruyup gözeten anla­mındadır, demiştir. En uygun anlam "... onda hiç bir çarpıklık kılmadı..." cümlesinin de gösterdiği gibi birincisidir. Nitekim bu cümle sözkonusu anla­mı açıklamaktadır.

Vezni muhafaza etmek için ayette takdim-te'hir yapılmıştır. Ayetin esas tak­diri şu şekildedir: Hamd, dosdoğru olarak kitabı kulu üzerine indiren ve onda hiçbir çarpıklık kılmayan Allah'a aittir.

[3] Bâhiun nefseke Kendini hasta etmek, yani helak etmek. Üzüntü, öfke, keder anlamında olan ayet sonundaki "esefen" kelimesi, "ken­dini helak edeceksin" cümlesine dönmektedir. Ama ayet sonundaki vezni ko­rumak için sona getirilmiştir. Başta takdir olunduğunda mânâ; herhalde sen onlar Allah'ın sözüne inanmıyorlar diye üzüntü ve kederden kendini helak

edeceksin, şeklinde olmaktadır.

[4] Saldan cüruzan) Kupkuru toprak. "Saıyd': Yeryüzü veya toprak anlamındadır. "Cüruz": Canlılık veya bitki bulunmayan kuru, çorak yer demektir.

[5] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 3/477-478.

[6] Kehf Mağara.

[7] er-Rakîm Bunun bir dağ veya bir vadinin ismi olduğu söylendiği gibi; harflerden bir "yazma" anlamında olduğu da söylenmiştir. Buna göre Kehf ehlinin kabrinde bulunmuş bir levha olup üzerinde onların isimleri ve hikayeleri yazılıdır. Bu yaklaşım daha doğrudur.

[8] Evâ Girdi, sığındı anlamındadır.

[9] Fityetü Gençler anlamındadır.

[10] Darabnâ ala âzânİhim Kulaklarına ağırlık vurduk, onları bilinçlerini kaybedip işitcmcycceklcri bir hale soktuk.

[11] Ahsa Daha çok sayıp, en iyi bir şekilde hesap ederek bilen.

[12] Rabetna ala kulubihim Kalpleri üstüne metanet bağla­mıştık, onları sabit ve çok sabredici yaptık.

[13] Şatatan Doğrudan uzak söz.

[14] İz i'tezeltümûhum Onlardan uzaklaştınız. Gaib çoğul za­mir, gençlere dönmektedir. Cümle gençlerle kavimleri arasında geçen konuş­manın hikayesidir.

[15] Mirfakan Kolaylık, çıkış yolu, ferahlık veya kurtuluş anlamındadır.

[16] Tezâvâru. Meyleder, yönelir.

[17] Tekruzuhum Onlara değmeden sapar, pas geçer.

[18] Fi fecveti minh Mağaranın içinde bir alanda veya geniş oşluğundaydilar.

[19] Ve tahsebuhum eykâzan ve hum nıkûd Onlar  sağsola dönerlerken, sen onları uyanık zannedersin ama onlar uykudadırlar.

[20] Bi'l-vesîd Kapıda yatıyordu.

[21] Be'asnâhûm Dirilttik; yani uyandırdık

[22] Verikiküm Gümüş paranızla...

[23] Ezkâ ta'âmen Hangi yiyecek daha temiz ve lezzetliyse,

[24] Ve'l-yetelettaf Dikkatli davransın. Kendisini korusun ve in­sanlara bizi sezdirmekten sakınsın.

[25] Inyezherû'aleyküm Sİzİn durumunuzu ortaya çıka­rırlarsa...

[26] E'sernâ aleyhim Kaimlerinin onları bulmasını sağladık.

[27] Ellezîne galebû ala emrihim Bu cümle, yönetim e hüküm sahiplerinden kinayedir.

[28] Felâ tümâri fîhim Onlar hakkında münakaşa etme veya onların durumu hakkında herhangi bir şüpheye kapılma.

[29] Ebsır biht ve esmi Yani O'nun gözü ve kulağı ne kadar çok keskindir. (Veya o çok iyi işiten ve görendir).

[30] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 3/483-484.

[31] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 3/484-485.

[32] Bkz. Taberr, Bagavî, Hâzin, İbn Kesir, Tabresii ve Zamahşerî Tefsirleri.

[33] Taberi Tefsiri.

[34] Bkz. Tarih-i'l-Matrân ed-Dibs, cüz. 2 cilt: 3; cüz 2, cilt:4.

[35] Bkz. Tarihi'l-Matrân ed-dıbs, zikri geçen iki cildi.

[36] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 3/485-488.

[37] Önceki adı geçen tefsir kitaplarına bakınız.

[38] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 3/488-489.

[39] Mültehadan Sığınak veya meyledilecek yer. İlhad ve iltihad; birşeye meyletmek anlamındadır.

[40] Turîdü zînetel-hayati'd-dünya Dünya hayatının süsünü isteyerek, servet ve makam sahiplerini onlardan üstün tutmak.

[41] Veîâ te'du'aynâke anhüm) Gözlerini onlardan sap-lırma. Onlardan ayrılma, onları ihmal etme.

[42] FurtanAşırılık; bâtıl, sapıklık veya hüsran.

[43] Bkz. İlgili ayetin tefsiri için Taberi tefsiri ve diğerleri.

[44] Bkz., Taberi tefsiri.

[45] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 3/490-491.

[46] Suradıkuha Dört tarafı çepeçevre kuşatılmış olan herşey. Bu­rada, ateşin şiddetini arttırdığı ve alevlerin her tarafı sardığı kastedilmektedir.

[47] Mürtefakan Destek, yardım istenip faydalanılacak yer veya bu­na benzer bir şey.

[48] Yuhallevne Zînet eşyalarıyla süslenirler.

[49] Sündüs ve istebrak Her ikisi de ipekten kumaşlardır. İki lafız da dil yönünden mu'rabdır, i'rab edilir.

[50] el-Erâik Erîkc kelimesinin çoğuludur; yatak, koltuk anlamın­dadır.

[51] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 3/492-493.

[52] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 3/493.

[53] Hafefııahuma Bütün çevrelerinden onları kuşatmış, sarmıştık.

[54] e ıem tuzlimu minhu şey'en Ona hiçbir şekilde hak­sızlık etmemiş, her türlü meyvesini boi bol vermişti.

[55] Ve kâne lehti, semeru Sahibine kazanç, gelir sağlayan bir­çok malı vardı.

[56] E"azû &fefah Cemaat yönünden daha' güçlüyüm".

[57] Tebiyd Helak olacağını, tükeneceğini...

[58] Husbânân Her lüriü bela, yıldırım.

[59] Saiydan zelikan Ayakların kayacağı kuru çıplak toprak. Burada toprağın son derece kuru ve çorak olduğu kinaye yoluyla ifade edil­miştir.

[60] Gavran Yerin derinliklerine batıp kaybolur.

[61] Ahîtu bisemerehu Bağların ve meyvalarının başına gelen âfet kinaye yoluyla anlatılmıştır.

[62] Hayrun'ukbanYani, akıbet yönünden daha hayırlıdır.

[63] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 3/496.

[64] BkzTaberi tefsiri

[65] Bkz. Begavi tefsiri.

[66] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 3/496-497.

[67] Ihtalata bihî nebbâtü'l-arz Yani; su ve bitkiye doydu. Bunun sonucunda da yoğun-sik bitki bitip büyümüştür.

[68] Heşîmâ kuru kırık bir şekilde yeryüzüne atılmış, rüzgarın savur­duğu bitki.

[69]esbahaYani, sonra böyle oluverdi.

[70] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 3/497-498.

[71] Taberi, Begavi ve İbn Kesir

[72] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 3/498-499.

[73] Bârizetün Apaçık.

[74] Felem nugâdİr mİnhum ahada Hasredip toplamadi-ğımız, ihmal edilmiş hiçbir kimse bırakmadık.

[75] Ve la yazlimu rahbuke ahada Rabbin hiç kimseye ulmetmez, amelleri fazla ve noksan olmaksızın tam olarak sayıp kaydetmiş ve onlara bunun karşılığında son derece adalet ve hakkaniyetle muamele etmiştir.

[76] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 3/500-501.

[77] Feseka Asi oldu, başkaldırdı.

[78] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 3/501-502.

[79] Ayetin I aberi, Begavi, İbn Kesir, Hazin kitaplarındaki tefsirine bk?.

[80] Bkz. Yukarıda adı geçen tefsir kitapları

[81] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 3/502-503.

[82] eşhedîııhum Onian şahid tutmadım. Yani, onlarla isti­şarede bulunmadım, onlardan yardım da istemedim.

[83] Mevbikan Helak edici bir uçurum veya birbirlerine ulaşmalarını engelleyen bir uçurum.

[84] Mesrifan Çıkış yolu, başka bir yere gidecekleri bir yol da bula­madılar.

[85] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 3/504.

[86] KubulanOnların önlerine apaçık görebilecekleri bir şekilde gel­mesidir.

[87] Mev'iîan Sığınak.

[88] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 3/506.

[89] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 3/506-507.

[90] Zâlike künnâ neb' Bu o ulaşmayı arzu ettiğimiz yerin alametidir.

[91] Ferteddâ ala âsârihimâ kasasan Yolu kaybet­memek için ayak izlerini takip ederek aradıkları yere ulaşıncaya kadar geri dönüp yürüdüler.

[92] Ve âteynâhu nün ledünna ilmen Ona katımızdan özel olarak bir ilim verdik.

[93] Hatta uhdise leke minini zikran Senden soru gelmeden yaptığım işin sebebini sana haber verinceye kadar...

[94] İmran Büyük bir iş.

[95] Ve lâ turhiknî mln emrîusran Bana zorluk

[96] Nefsen zekîyyeten Hiçbir günah işlememiş, suçsuz bir cana kıydın ha!

[97] Şükran Kötü bir iş.

[98] Ka'd belagte min ledünnî viran Bütün bu olan­lardan sonra, benimle beraber yolculuk etmeme hususunda bana göre mazur sayılırsın.

[99] Le'ttehaztc aleyhi ecran Buna karşılık pazarlık ya­pıp ücret isterdin.

[100] En Yürhikahümâ tıığyânen ve küfran Onlarıda azgınlığının ve inkarının peşine sürüklemesinden veya isyanıyla onları şerre sürüklemesinden korktuk.

[101] Hayran minhu zekâten Ondan daha temiz, suçsuz vedosdoğru olan.

[102] Ekrabe ruhman Ondan daha çok akraba ile ilişkileri gözeten.

[103] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 3/512.

[104] Bkz. Tacül-Cami' Li üsuli Ehadisi'r-Recûl. c.4, s.148-151.

[105] İfadeden adamın müslüman olmadığı anlaşılmakladır. Tefsir kitaplarında adamın yahudi asıllı Ka'bu'l-Ahbâr'ın karısının oğlu olduğu geçmektedir. (Bkz: Taberi ve Begavi tefsirleri)

[106] Bkz. A.g.e., et-Tâc. c.4, s.151.

[107] Bkz. A.g.e., et-Tâc. c.4, s.151.

[108] Bkz.A.g.e., et-Tâc. c-4, s.151.

[109] Bkz.A.g.e., et-Tâc. c-4, s.151.

[110] Bkz. Taberi ve Begavi Tefsirleri.

[111] Bkz. Taberi ve Begavi Tetirleri.

Bkz. Taberi ve Begavi Tetirleri.

[112] Bkz. Taberi Tefsin.

[113] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 3/512-517.

[114] âteynâhu min külli şey'în sebe-benfeetbea seheben Sebep-yol kelimesi; maksada ulaştıran araç anlamında­dır. İkinci olarak ise, hedefe giden yol veya iz anlamındadır.

[115] Fî aynin hamietin Sıcak su gözesinde veya siyah balçıklı çamur yer.

[116] Leın nec'al lehüm min dûnihâ sitran Onlar medeniyet ve araçlarına, nimetlerine sahip değillerdir. Onların bulunduğuyerde ne dağlar, ne ağaç, ne de bina; hiçbirisi yoktur.

[117] Ahatnâ bimâ ledeyhi hubran Yaptığı herşeyi bili­yorduk veya yaptığı, yanında olup biten herşeyi biliyorduk, gözetimimiz al­tındaydı.

[118] Zubere'l hadîd Demir parçalan.

[119] Beyne's-sadafeyn Karşılıklı her iki taraf arası düzlenince...

[120] Kalen fuhû Kinaye yoluyla, demirin ateşte kızdırılması anla­tılmıştır.

[121] Kıtran Erimiş bakır veya katran; yahut erimiş zift. Bu daha çok tercih edilmektedir.

[122] Ve îereknâ ba'dehum yevmeizin yemûcu fi ba'd Çalkalanır: Dalgalanır, yani titreyerek, sallanarak hareket

eder. Cümlenin anlamı ise: Onları birbirleriyle çarpışarak, sarsılır ve karışırvaziyette bıraktık.

[123] Bkz. Taberi, Begavi, Hazin, İbn Kesir, Tabresii, Zamahşeri tefsirleri; herbirinde kıssayla ilgili bazı fazla­lık,

değişiklik ve benzerlikle beraber geniş açıklama vardır.

[124] Bkz. İbn Kesir tefsiri.

Bkz. İbn Kesir tefsiri.

[125] Kasimî'nin rivayetine göre her millet dörtyüzbin millettir.

[126] Bkz. "Saadet Asrı" kitabının Türkçe Tere, Telif Şiblî Nu'manî. Mtitrc. Ömer Tuğrul, s. 1725 v.d.; "Şah­siyet zi'l-Karneyn fi'l-Kur'arf (Kur'an'da Zülkarneyn'in Şahsiyeti) Ebu Kelam Âzâd.

[127] Bkz. Yahudi Yusneyûs Tarihi, Beyrut, s.24.

[128] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 3/520-528.

[129] Dalle sağyııhum Yaptıkları işler mahvolmuş, zayi olmuştur.

[130] El-Firdevs Firdevs. Söylendiğine göre, firdevs, Rumca bir kelime olup Arapçalaştırılmıştır. Anlamı ise, içerisi hurmalık ve çiçeklerle dolu bir bahçedir. Yahut her türlü bahçenin güzelliklerini toplayan yer anla­mında veya cennet bahçelerinin ortasında en Üstün özelliklere sahip olan yer anlamındadır. Her halükârda kelime Arapçalaştırılarak fasih dile kazandırıl­mış olup, daha Kur'an inmeden önce ifade ettiği anlam anlaşılmaktaydı.

[131] Hivelan Oradan başka bir yere gitmek istemezler.

[132] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 3/529-530.

[133] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 3/530-531.