Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:
Zekeriya Kıssasından Öğütler Ve İbretler
Yahya Peygamber Küçük Yaşta Tevrat'ı Okuyup Öğrendi
Her İnsanın Üç Tehlikeli Devresi Vardır
Bu Olayda Tecelli Eden Mu'cizeler
Meleğin İnsan Suretinde Görünmesi
Allah'tan Korkandan Zarar Gelmez
Meryem'in Kendisine İnsan Suretinde Görünen Meleğin Sözüne Güvenmesi
İsa Peygamber'in İki Önemli Vasfı
İsa Peygamber'in Mu'cize Düzeyinde Dünyaya Gelmesi İki Ayrı Hikmeti
Yansıtıyordu
İsa Peygamber'in Babasız Dünyaya Geldiğini Gösteren Deliller
İncil'de Bu Konuyla İlgili Belgeler
Allah İnsan Kudretinin Yeteceğini, İnsana Bırakır
Doğum Yapan Kadının Hurma Veya Tatlı Yemesi
Meryem Ve İsa (A.S.) Kıssasından Alinacak Öğütler
Kitap Ehlinin İsa (A.S.) Hakkında İhtilâfa Düşmesi
Dünyada İken Hakkı İşitmeyenler Ve Görmeyenler
Mülkün Hakiki Sahibi Ona Varis Olur
İBRAHİM PEYGAMBER'İN İRŞAT METODU
Babasının Tepkisi, İbrahim'in (A.S.) Hilmi
Peygamber İle Allah Arasındaki Çizgi
Babasını Terketmek Zorunda Kalan İbrahim
Peygamber (A.S.)
İbrahim (A.S.) Kıssası Neyi Tasvir Ediyor?
Tevhid Dinini Yaşatan Peygamberler
Allah Kelâmının Surette Tecelli Etmesi
İrşad İçin Konuşmasını İyi Beceren Yardımcıya İhtiyaç Vardır
Musa Peygamber'in (A.S.) Üc Önemli Vasfı
Toplumun Manevî Ve Sosyal Dengesini Sağlayan İlkeler
Kıssanın Teselli Ve Tebşir Özelliği
İdris Peygamber'in (A.S.) Yüce Bir Yere Yükseltilmesi
«Günahtan tevbe eden, günahı olmayan kimse gibidir.»
Allah'ın Kendilerine Nimetler Verdiği
Peygamberler
Allah'ın Ayetlerini İşitince Secdeye Kapananlar
Cennet'te Boş, Anlamsız Söz Yoktur
Kâinat Belli Bir Plâna Göre Yönetilmektedir
Allah Göklerin Ve Yerin Rabbıdır
Öldükten Sonra Dirilmeyi Ret Ve İnkâr Edenler
İnkârla İmânı Maddî Değerlerle Ölçme Gafleti
Rahman Olan Allah Bazı İnkarcı Milletlerin İpini Uzatır Da Uzatır
Şeytanların Kâfirler Üzerine Gönderilmesi
İçini Küfürle Dolduranlar Hakkında Tecelli Safhalarından Yedisi
Rahmân'ın Eşi, Oğlu, Dengi Ve Benzeri Yoktur
Varlıkta Ne Varsa, Hepsi De Kul Olarak Allah'a Gelirler
Rahman Sıfatının Tekrarlanmasının Hikmeti
Allah Sözünün Peygamber Diliyle Kolaylaştırılması
Sûrenin tamamı Mekke'de inmiştir. Ancak bazı
müfessirlere göre, 58 ve 71. âyetler Medine'de inmiştir. Allah daha iyisini
bilir.
İsa Peygamberin (A.S.) annesi Hz.
Meryem'den söz edildiği ve ona geniş yer verildiği için buna «Meryem Sûresi»
denilmiştir.
Âyet sayısı
: 98
Ketime » ,,:
780
Harf » ': 3700 [1]
1— Zekeriya
Peygamberin (A.S.) duasına yer verilir ve Allah'ın daha önce hiç kimseye isim
olarak konulmayan «Yahya» adında bir erkek evlâtla onu müjdelediği açıklanır.
2— Yaşlı
bir baba, kısır bir anadan çocuk dünyaya gelir mi, şeklinde bir sorunun ortaya
atıldığına dikkatler çekiiir.
3— Yahya
Peygamberden, ona verilen nübüvvet payesinden ve kendisine açılan hikmet
kapısından söz edilir.
4— Hz.
Meryem'in Melek Cibril'in nefesiyle gebe kaldığı ve o sebeple bilhassa doğum
günlerinde kendini halktan devamlı uzak tutmaya çalıştığı anlatılır.
5— Hz.
Meryem'e yönelen ilâhî ilhamlara atıflar yapılarak kadri yüce bir anne olduğuna
işaret edilir.
6— Hz.
İsa'nın (A.S.) kundakta iken konuşması, kendisine peygamberlik verileceğini ta
o günlerde söylemesi bir mu'cize çerçevesi içinde
ifade edilerek İsa Peygamber'in Allah yanında birçok kerametlere nail kılındığı
dolaylı bir şekilde işlenir.
7— İbrahim
Peygamber'in (A.S.) babası Azer ile olan ilgisinden
önemli bir safhaya yer verilir. Sonra da İshak ve Yakub'un ona birer ilâhî mev-hibe
olarak sunulduğu belirtilir.
8— Musa
Peygamber (A.S.) ve Tevrat'taki münacatı ve Harun'un ona vezir olarak verilmesi
üzerinde durularak öğüt alınacak bazı safhalar nakledilir,
9— İsmail
ve İdris peygamberlere dikkatler çekilir. Birinin va'dinde sadık olduğu, namaz ve zekâtla emrolunduğu;
diğerinin ise, kadri yüce bir zat olduğu duyarlı bir ifadeyle açıklanır.
10— Tevbe
edip iyi, yararlı amellerde bulunanlara va'dedilen
mükâfatlar çekici bir tablo halinde gözler önüne serilir,
11— Müşriklerin
ikinci hayatı ret ve inkâr etmelerine parmak basılarak, kıyametin mutlaka
gerçekleşeceğiyle ilgili deliller getirilir ve insan aklına malzeme verilir.
12— Hakk'ı ret ve inkâr eden kâfirlerin kendi dost ve yakınları
olan şeytanlarla birlikte haşredilecekleri,
Cehennem'in etrafında öbek öbek yerlerini alacakları
ilâhî uyan olarak hatırlatılır.
13— Kur'ân okununca müşriklerin tutum ve davranışları üzerinde
durulur. Daha duyarlı bir uyarı ile ilâhî rahmete geniş kapı açılır.
14— Allah'tan korkup
kötülüklerden sakınanlara verilecek
keramet yurdunun ana vasıfları
ortaya konurken, suçlu
günahkârların rüsvaylık
yurduna sevkedilecekleri haber verilir.
15— Allah'a çocuk
isnat edenler şiddetle kınanır.
16— Kur'ân'ın çok açık ve net bir Arapça ile indirildiği
bildirilerek sûre noktalanır. [2]
1— Kâf - Hâ - Yâ - Ayn - Sâd.
2— Bu, Rabbın rahmetini kulu Zekeriya'ya
anmasıdır.
3— Hani bir vakit
o, Rabbine gizli bir seslenişle seslenmişti de,
4— «Ey Rabbim!
demişti, kemiklerim gerçekten iyice zayıfladı ve basımdaki saçlarım da aklaşıp
alev alev tutuşurcasına ağardı. Rabbim! sana
yalvarıp yakarmakla hiç de bedbaht olmadım.
5-6— Ve doğrusu arkamdan yerime geçecek
yakınlarımdan endişeliyim. Karım da kısır bulunuyor. Artık sen kendi katından
bana da, Yâkub ailesine de vâris olacak bir velî
(işleri senin adına yürütecek bir erkek evlât) bağışla. Hem Rabbim! onu rızana
lâyık gör.»
7— (Allah), «Ey Zekeriyâ! doğrusu biz seni Yahya isminde bir oğlanla
müjdeliyoruz ki ondan önce bu adı kimseye vermedik.»
8— Zekeriyâ dedi ki: «Rabbim! benim nasıl oğlum olabilir ki
karım kısırdır, ben de yaşlılığın son kertesine gelmiş bulunuyorum?!»
9— Allah ona: «Bu
böyledir. Rabbin buyurdu, o bana göre çok kolaydır; sen hiçbir şey değil iken
bundan önce seni yarattım,» dedi.
10— Zekeriyâ, «Rabbim! o halde bana bir alâmet lütfet» dedi.
Allah ona: «Sağlığın tam yerindeyken insanlarla üç gece konuşamaman (senin için
alâmet)dir» buyurdu.
11— Bunun üzerine Zekeriyâ, mihrâbdan çıkıp
kavmine, «sabah akşam tesbîh edin!» diye işarette
bulundu.
«Zekeriyâ Peygamber dülger
idi. O, dülgerlik yapıp elinin emeğiyle geçinirdi.» [3]
«Biz peygamberler mîras bırakmayız. Geriye
bıraktığımız şeyler sadaka olarak dağıtılır.» [4]
Kâf-Hâ-Yâ-Ayn-Sâd. Bunlar Allah ile Peygamberi arasında bir şifredir.
Aynı zamanda sûrenin özeti, ondaki hikmetlerin işaretidir. Gerçek manalarını
ise, ancak Allah bilir. [5]
Davud Peygamber'in (A.S.) torunlanndandır.
Hz. İsa'dan hemen önce nübüvvet göreviyle İsrail
oğulları'na gönderilmiştir. Aynı zamanda Tevrat ahkâmını teblîğ ve
uygulatmakla emrolunmuştur. O bakımdan Tevrat'ın
birçok hükümleriyle amel etmiyen Yahudilerle çetin
mücadele etmiş ve sonra da bu uğurda onlar tarafından öldürülmüştür.
Bir ara yaşının ilerlemesine bakıp kendisinden sonra
dinî. hizmeti sürdürecek güvenilir bir kimseyi geride bırakmadığını düşünerek,
hem kendisine, hem Yakub ailesine verilen ilim ve
hikmete vâris olacak bir oğlan evlâdı dileğinde bulunmuştu. Cenâb-ı
Hak onun bu dileğini kabul buyurarak ona Yahya adında tertemiz bir evlât ihsan
etmiştir.
Onun istediği vâris, mal ve mülke sahip çıkacak
anlamda değil, öteden beri Yakub soyundan gelen
peygamberlerin neşrettiği ilim, irfan, ahlâk ve fazîlete, aynı zamanda
peygamberlik nîmetine vâris olacak bir evlâttır. Nitekim Hz.
Yahya'ya (A.S.) bu anlamda veraset intikal etmiş ve böylece o da babası gibi
peygamberlik payesiyle şereflendirilmiştir.
Zekeriya Peygamber'in Davud
Peygamber'in torunlarından sayıldığı gibi, Harun Peygamber'in soyundan
geldiğini kabul edenler de olmuştur. İkincilerin tesbiti
daha çok Tevrat'a dayanmaktadır. Çünkü Davud Peygamber
iyiae yaşlanınca kutsal dine ve mabede kimlerin nasıl
hizmet edeceğini belirleyip düzenlemek istemiş ve böylece o, İsrail'in bütün
reislerini ve Levilileri toplamış. Otuz yaşından
yukarı olan Levıliler sayılınca otuz sekiz bin erkek tesbit edilmiş, onlardan yirmi dört bini Rabb'ın evine bakmak için görevlendirilmiş.. Böylece bu
kutsal görev ta Zekeriya (A.S.) zamanına kadar sürüp
gelmiş, kendisinden sonra aynı soydan bir peygamberin bu işin başına geçmesini ve Leviiileri aynı
hizmete yöneltip sürdürmelerini sağlamasını gönülden arzu etmişti. [6]
Böylece Yahya Peygamber'in neye vâris olacağı daha iyi
anlaşılmış oluyor.
Ayrıca Kitab-ı Mukaddes'in
son bölümlerinde Zekeriya (A.S.) ile ilgili özel bir böfüm ayrılmıştır. Tamamı on dört babdır.
Diğer bir rivayet:
Kutsal mabede hizmet edenlerin, genellikle Harun
Peygamber soyundan gelen din adamları olduğunu müfessir Aleaddin
Ali kendi tefsirinde belirtirken şu olayı nakleder:
«Hanne, Meryem'i doğurunca
onu bir bez parçasına sardı ve alıp mabede götürerek oradaki Harun Peygamber
soyundan olan din hizmetlilerinin önüne koydu. Çünkü o gün için de Beytü'l-Makdis'e onlar bakıyorlardı.
Hanne, «İşte adanılan kız ve işte siz» deyince, hepsi
de ona rağbet edip istekli çıktılar. Zira Meryem, onların imamlarının (lider ve
önderlerinin) kızı idi. Bunun üzerine Zekeriya
(A.S.), «Ona bakmaya, onu himaye etmeye ben daha haklıyımdır. Çünkü onun
teyzesi benim yanımdadır!» deyince, din hizmetlileri ona : «Eğer Meryem'in en
haklı olana bırakılması gerekiyorsa, şüphesiz onu doğuran annesine bırakılması
gerekir. Ama madem ki öyle diyorsun, aramızda kura çekelim. Kura kime çıkarsa,
Meryem'i o himaye edip büyütsün» diye öneride bulundular. Kura Zekeriya'ya (A.S.) çıktı ve böylece Meryem onun himayesine
verildi.» [7]
Bu rivayetten, Zekeriya'nın
Harun Peygamber soyundan değil de Davud Peygamber
soyundan olduğu anlaşılıyor. Allah daha iyisini bilir.
Nitekim adı geçen müfessir konunun son kısmında şöyle
açıklamada bulunmuştur: «Zekeriya (A.S.) Ezen'in oğludur. O da Müslim'in, o da Sa-duk'un oğludur ki, Saduk, Davud oğlu Süleyman'ın evlâdındandır.» [8]
1— Allah'ın
rahmeti sâlih kullarından yanadır. Bu rahmet onların
yeryüzünde de, göklerde de anılmasını sağlar.
2— Önemli istek
ve ihtiyaçlarımızı, kimselerin
duymadığı bir yerde hafif bir seslenişle
Allah'a arzetmemiz, duamızın daha çok kabul olunmasına
ortam hazırlar. Ancak duâ ve seslenişi tam bir ümit ve imân atmosferi İçinde
yapmamız gerekmektedir.
3— Allah'tan dine, ülkeye ve insanlığa güzel, yararlı
hizmetlerde bulunacak hayırlı evlât istemek, ilâhî rahmet ve inayeti harekete
geçirmeye vesîle olur.
Yaşlılıktan, hormonlardaki arızadan veya eşinin
kısırlığından dolayı çocuğu olmayan çiftlerin, maddî ve zahirî sebeplere baş
vurup umutları kesilince, erkeğin oruç tutup bir köşeye çekilerek Allah'a
yalvarıp yakarması, O'nun geniş rahmet ve lûtfunu
dilemesi, o konuda sebepleri kolaylaştırır, hayırlı bir evlâdın ihsan edilmesi
umulur. [9]
Cenâb-ı Hakk'ın bu hususta Zekeriya Peygamber'i (A.S.) bize misal verdiğini
unutmamamız gereken önemli bir olaydır. Çünkü Kur'ân,
mü'min-lere hiç bir yararı
olmayan bir konu veya kıssayı anlatıp nakletmez.
Ayrıca ev halkının da bir süre sabah ve akşam Allah'ı tesbîh etmeleri tavsiye edilmektedir. [10]
«(Allah), Ey Zekeriya!
doğrusu biz seni Yahya isminde bir oğlanla müjdeliyoruz ki ondan önce bu adı
kimseye vermedik..»
Yahya Peygamber, Zekeriya
Peygamber'in (A.S.) oğludur. İncil ondan «Vaftizci Yahya» diye bahseder. Kitab-ı Mukaddes'te anasının adının EIi-zabeth olduğu belirtilir. Sahih hadîslerden ise, Meryem ile
Yahya'nın anasının kardeş oldukları anlaşılıyor. Nitekim Mi'rac
olayı anlatılırken Resû-lüllah
(A.S.) Efendimiz, ikinci gökte teyze oğullan İsa ve Yahya (salât
ve selâm ikisine de olsun) ile karşılaştığını beyân buyurmuştur.
Yahya Peygamber henüz çocuk iken kendisine hikmet
verilmiştir. Ayrıca kalp yufkalığı, gönül açıklığı ile tam bir safiyete mazhar kılınmış; iffet ve ağır başlılığın simgesi
sayılmıştır. İsa Peygamber (A.S.) onun hakkında şu övgü dolu sözü
kullanmıştır: «Doğrusu size derim: Kadınların doğurdukları arasında Vaftizci
Yahya'dan daha büyüğü çıkmamıştır. Fakat göklerin melekûtunda
daha küçük olan, ondan daha büyüktür.» [11]
Kur'ân'ın tam beş yerinde bu peygamberden değişik ifadeler ve
hükümlerle bahsedilir. Daha çok genç bekârlar için örnek bir genç olarak
gösterilir. Hadîslerde ise, Allah yolunda, O'nun rızası doğrultusunda işkencelere
mâruz kaldığı ve zindanlara atıldığı anlatılır.
Gerek babasının, gerekse kendisinin Yahudiler
tarafından feci şekilde öldürüldüğü olayı halk arasında yaygınsa da Kur'ân'da bu konuda isim belirtilerek bir açıklama
yapılmamıştır. İncil'de ise, bu üç yerde konu edilerek nasîl
öldürüldüğü şöyle yazılıdır:
«Çünkü Hirodes, Yahya'yı tutmuştu
ve kardeşi Filipus'un karısı Hi-rodias'tan ötürü, onu bağlayıp zindana atmıştı. Çünkü Yahya
Hirodes'e; O kadını almak senin için caiz değildir,
diyordu. Ve Hirodes, Yahya'yı öldürmek istedi ise
de, halktan korktu; çünkü onlar Yahya'yı bir peygamber olarak tanıyorlardı. Fakaî Hirodes'in doğum günü
gelince, Hirodias'ın kızı ortada oynadı ve Hirodes'in hoşuna gitti. Bunun üzerine Hirodes,
her ne isterse vereceğini and edip ona vadetti. Ve kız, anası tarafından kışkırtılmış olarak
dedi; Bana Vaftizci Yahya'nın başını burada bir tepsi içinde ver. İmdi kral
kederlendi, fakat andları ve kendisiyle beraber
sofrada oturanlardan ötürü, verilsin diye emretti. Ve gönderip zindanda
Yahya'nın başını kestirdi ve onun başı bir tepsi içinde getirildi kıza verildi,
o da anasına götürdü. Yahya'nın şakirtleri gelip cesedi kaldırdılar, onu
gömdüler ve gelip İsa'ya haber verdiler,» [12]
«Zira Yahya, Hirodes'e :
Kardeşinin karısını almak sana caiz değildir, dedi. Hirodias
ise, ona kin bağlayıp, onu öldürmek istiyor, fakat yapamıyordu. Çünkü Hirodes, salih ve mukaddes bir
adam olduğunu bilerek, Yahya'dan korkar ve onu korurdu. Onu dinlediği zaman
çok şaşırırdı...... Galile'nin ileri gelenlerine
ziyafet verdiği münasip gün gelince, Hirodias'ın kızı
girip oynadığı vakit, Hirodes'in ve kendisiyle
sofrada oturanların hoşuna gitti ve kral kıza dedi: «Dile benden, ne istersen
sana vereceğim.....»
Kız da çıkıp anasına: «Ne diyeyim?» dedi. Anası :
«Vaftizci Yahya'nın başını, dedi......» Kral da muhafız askerlerinden birini
gönderip onun başını
getirmesini emretti. O da gidip zindanda onun başını
kesti......» [13]
Luka İncil'inde de aynı olay az değişik bir anlatımla
belirtilmektedir. [14] Ancak Hirodes tarafından zindana atılan Yahya Peygamber'in zindanda
öldürüldüğüne temas edilmemiştir.
Şeyh Muhyiddin Arabî (K.S.)
kendi manevî seyahatine temas ederken Yahya Peygamberle buluştuğunu şöyle
anlatır:
«İkinci gökte Yahya Peygamber'i İsa Peygamber'in
yanında gördüm. Aramızda şu konuşma geçti :
— Öğrendiğimize
göre, kıyamet gününde Allah ölümü bir koç şeklinde getirip Cennet ile Cehennem
arasında tutarak onu Cennet ve Cehennem ehline gösterecek ve sen o koçu boğazlıyacakmışsın; öyle midir?
— Evet, bu
ancak bana lâyıktır. Çünkü ben Yahya ismini taşıyorum, benim ismimin karşıtı
olan ölüm, benimle birlikte kalamaz, O bakımdan ortadan kaldırılması gerekir.
Onu benden başka gideren olmaz.
— Doğru
söylüyorsun, ama şu âlemde Yahya adında olanlar hayli çoktur.
— Öyle ama,
benim bu isimle öncelik mertebem vardır. Benden önce Allah bu ismi kimseye
vermemiştir. O bakımdan bütün Yahyalar bana tabidirler. Benim ortaya çıkmamla
onların hükmü kalmaz.»
Şeyh Muhyiddin (K.S.) onun
bu cevabını naklettikten sonra diyor ki ; «Sonra Yahya Peygamber beni öyle bir
hususta uyardı ki, o hususta hiç bir bilgim yoktu. Kendisine Allah'tan
mükâfatlar dilerim.» [15]
Habeşistan'a hicret edip kral Necaşi'ye
sığınan ilk müslümanların Ku-reyş'in azgın ve sapık müşriklerinden gördükleri eza ve
cefa, işkence ve hakareti anlatmaya gerek görmüyorum. Bu cefakâr mü'minleri, Habeşistan'da da rahat bırakmamak için
Mekke'nin ileri gelenleri birtakım hediyelerle birlikte Amr
b. Âs ile Abdullah b. Ebî Rebi'a'yı
kral Necaşi'ye gönderdiler. Götürdükleri hediyelerin
bir bölümünü patriklere verip onların yardımını sağlamaya çalıştılar. Ama
kral, önce ülkesine iltica eden Müslümanları görmek ve dinlemek istedi. Huzura
alındılar. Kral sordu:
— Sizi eski
dininizden ve ülkenizden ayıran yeni dininiz nedir?
Mülteciler adına Cafer b. Ebî Talip (R.A.} cevap
verdi:
— Ey hükümdar!
Biz cahil ve kaba bir millettik. Putlara tapar, ölü hayvan etini yerdik.
Kötülüğün de her çeşidini işler, hısımlık bağlarını keserdik. Komşu komşuya
saygı göstermez, elinden geldiğince fenalıkta bulunmaktan çekinmezdi. Bizde
güçlüler güçsüzleri ezer, hak ve hukuk tanınmazdı. Hal böyle iken Allah
içimizden soyunu bildiğimiz, doğruluğuna inandığımız bir zatı seçip bize
peygamber olarak gönderdi. O da bizi Allah'ın varlığına, birliğine çağırdı.
Putların anlamsız bâtıl şeyler olduğunu söyledi. Kısaoa
bize sözün doğrusunu söylemeyi, emâneti yerine ulaştırmayı, yakınlarımızla
sıcak ilgi kurmamızı, komşu haklarına saygılı olmamızı emretti. Kötülüklerden
kaçınmamızı, kan dökmememizi, yetim malına haksız yere el dokundurmamamızı,
namus ve iffeti korumamızı tavsiye etti. Bir olan, eşi, ortağı olmayan Allah'a
tapmamızı buyurdu. Biz de ona inandık ve uyduk. Bu yüzden işkenceye uğratıldık,
her türlü hak ve hürriyetlerimize tecavüz edildi ve o yüzden size sığınmak
zorunda kaldık. Ülkenizde haksızlığa uğramıyacağırnızı
umarak sizi seçip geldik.
Kral bu sözleri dikkatle dinledikten sonra duygulandı
ve sordu:
— O peygamberin
Allah'tan getirdiği sözlerden bana okuyabilir misiniz? Aranızda ondan bazı
bölümleri bileniniz var mı? Varsa okumasını arzu ediyorum.
Hz. Cafer (R.A.) rahatladı ve cevap verdi:
— Biliyoruz..
Sonra da Meryem sûresinin baş kısmından hayli parçalar okudu.
İlâhî kelâmın ruhlara gıda veren nağmesi yükselince
patriklerin hoşuna gitti ve: «Bu sözler Mesîh İsa'nın sözlerine benziyor; aynı
kaynaktan süzülüp geldiğini sanıyoruz» dediler. Kral Necaşi
de, «Bununla Musa'nın getirdiği din aynı kandilden yansımaktadır» diyerek
nemlenen gözlerini gelen o iki elçiye çevirip: «Geldiğiniz gibi geri dönünüz.
Bu masum insanları size teslim etmiyeceğim. Hem
bunlar bana ve ülkeme umut bağlayarak kendi öz yurtlarını terkedip
buralara kadar gelmişler ve bize iltica etmişlerdir. Onları korumak ve himaye
etmek bizim görevimizdir» şeklinde konuşarak kesin kararını bildirdi.
Kral ikinci gün tekrar Hz.
Cafer'i (R.A.) çağırarak, İsa Peygamber hakkında ne düşündüklerini sordu. O da
Meryem sûresinin 16-35. âyetlerini okudu. Bir diğer tesblte
göre : «Meryem oğlu Mesîh İsa, ancak Allah'ın peygamberi, Meryem'e ilka olunan kelimesi ve Allah'tan gelme bir ruhtur» mealindeki
Nisa sûresi 171. âyetin bir bölümünü okudu.
Kral Neoaşi bu cevabı alınca
gözlerinin içi güldü ve elindeki çubukla yere bir çizgi çizerek şöyle dedi:
«Dininiz ile dinimiz arasındaki fark, bu çizgi
kadardır.»
Sonra da bu kral Hz.
Muhammed'i (A.S.) görmediği halde Ona imân etti. Vefat edince de Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Melek Cebrail'in işareti
üzerine onun cenaze namazını gıyaben kıldı. [16]
Yukarıdaki âyetlerle, hayli yaşlanmış olan Zekeriya Peygamber'in Allah'ın dinine hizmet edecek bir
oğlan evlâdı istemesi konu edildi ve duasının kabul edilerek kendisine Yahya
adında bir erkek evlât ihsan edildiği belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle, Yahya Peygamber'in yedi kadar
özelliği üzerinde durularak gençlere en güzel misal veriliyor. [17]
12-13-14— «Ey Yahya! kitaba bütün gücünle sarıl» dedik. Biz ona
henüz çocuk iken hikmet (ilim ve irfan) verdik. Ayrıca kendi katımızdan bir
ince kalplilik, yufka yüreklilik ve paklık sunduk. O zaten (günah ve fenalıktan)
sakınan, ana-babasmd çok iyi davranan idi; o zorba ve
isyankâr değildi.
15— Ona (Allah katından) hem doğduğu gün, hem öleceği
gün, hem de dirilip kalkacağı gün selâm olsun!.
«Hiçbir kimse yok ki kıyamet gününde günahkâr olarak
Allah'a kavuşmuş olmasın. Ancak Zekeriya oğlu Yahya
müstesna..» [18]
Açıklama :
Peygamberler genellikle günah işlemezler. Cenâb-ı Hak onları isme gölgesi altına alıp fenalık
işlemekten korumuştur. Hz. Yahya da peygam berlerden biridir. Anoak genç yaşında kendini Allah'a verip ahlâksızlark mücadele etmesi ve her hususta nefsine hâkim
olup çevresine en güze misal teşkil etmesi bakımından bir özellik arzetmekte ve hiçbir gencin ken
dini bu derece günah ve kötülüklerden koruyabileceğinin düşünülemiye-ceğine işaret edilmektedir. [19]
Bilindiği gibi, peygamberlik tahsil, çalışma, gayret
ve içtihatla elde edilen bir meslek değildir. O, Allah'ın büyük bir lûtfudur ki dilediğini seçip ona verir. Öyle ki, peygamber
olacak kimse o özellik ve yetenekte doğar, yani peygamberliğe namzet olarak
dünyaya gözlerini açar.
İşte Kur'ân ilgili âyetlerle
bu hakikate dikkatlerimizi çekiyor. Zekeriya
Peygamber'in, peygamberlik ilmine, ahlâkına vâris olacak bir evlât isteği,
Yahya Peygamber gibi günah ve kötülükten ve her türlü manevî kirlerden uzak,
tertemiz bir kişi hakkında kabul ediliyor.
Yahya Peygamber, kıyamete kadar bütün gençlerin örnek
edineceği bir düzeyde bulunuyordu. Kur'ân bu pak
nebinin yedi önemli sıfatını sıralayıp, ilâhî selâmla onu selâmlıyor:
1— Henüz çocuk
sayılacak yaşta Tevrat'ı okuyup öğrenmiş ve ona Kur'ân'ın
tabiriyle sımsıkı sarılma ilhamına mazhar olmuştur.
Bu, çocuklara küçük yaşta iken Allah'ın bitabını
öğretmeyi ilham etmekte, ileride topluma kazandırılmak istenen çocuğun böylece
kalbinde ve kafasında sağlam bir temel oluşturmayı öğütlemektedir.
2— Yine küçük
yaşlarda ona ledünnî ilim ve hikmet verilmiş; o da az konuşan, öz konuşan fakat
ilim ve hikmet incileri saçan seçkin bir genç hüviyetiyle ortaya çıkma imkânına
eriştirilmiştir.
Bu, çocuğa küçük yaşlarında güzel konuşmayı, doğru
düşünmeyi öğretmemizi ilham etmekte, anne ve babaların çocuklarının yanında
çok dikkatli konuşmalarını ve davranmalarını hatırlatmaktadır. Günkü çocuk
daha çok anne ve babasının kopyası sayılır.
3— Şefkat, merhamet,
yufka yüreklilik Hz. Yahya'nın değişmeyen huyu,
insanların doğru yolu bulmalarını yürekten istemek onun karakteri idi.
Bu, çocuğu küçük yaşta insanlık sevgisiyle donatmayı,
hayırhah bir duyguyla yetiştirmeyi; her vesileyle onu kabalıktan, hırçınlıktan,
şuna buna eza ve cefa etmekten uzak tutmayı ve devamlı merhamet duygularını geliştirip
daha iyiye, daha güzele yönlendirmeyi ilham etmektedir.
4— İçi dışına,
dışı içine uyan; günah ve isyandan kendini korumasını bilen, iffet ve namus
perdesini her türlü kir ve lekeden uzak tutan bahtiyarlar safına katılmaya
lâyık bir özellikte yaratılmıştır.
Bu, çocuğa ve gençlere her vesileyle namuslu ve
iffetli olmanın sağlayacağı ve böyle olup hayatını tertemiz tutanlara
sağladığı feyizli hayatın nimetlerini tanıtmamızı ilham etmekte; kaybedilen
para ve makamın bir şey olmadığını, ama kaybedilen namus ve iffetin çok şey
olduğunu misallerle telkine çalışmamızı hatırlatmaktadır.
5— Allah'tan her
an korkan, O'na ümit bağiayan ve bu inanç içinde
kötülüklerden kaçınan mutlu ve kâmil kişilerden biri olma bahtiyarlığına
erişmiştir.
Bu, çocuklara ve gençlere, henüz dinî ve ahlâkî potada
şekillendiril-meleri mümkün iken, onlara dinî kültürü vermeyi, güzel ve yararlı
bilgilerle kendilerini donatmayı telkin etmektedir.
6— Ana-babasına
hep iyi davranmış, onları kırmamak için bütün titizliğini ortaya koymuş ve
hayırlı dualarını almıştır.
Bu, çocukla ana-babası arasında kopmaz bağların
bulunduğuna, çocuğu ana-baba sevgisiyle yetiştirmenin ve ona bu konuda saygılı
olmanın yollarını öğretmenin lüzumuna dikkatlerimizi çekmektedir.
7— Zorbalık, baş
kaldırma gibi kaba söz ve hareketler onun semtine uğramamıştır.
Bu, çocuğu her vesileyle edepli, terbiyeli, nezaketli
ve zarif duygulu, İnce düşünceli yetiştirmemizi telkin etmekte; ana-babanın
zarif davranışlarının, nezih sözlerinin çocuk için en güzel model ve örnek
teşkil ettiğini kafalara işlemektedir.
Görüldüğü gibi, Yahya Peygamberin (A.S.) hayatının
birkaç safhası anlatılırken, mü'minlere yönlendirici
birçok mesajlar verilmekte ve öğüt alınacak birçok misaller sergilenmektedir. [20]
1— Doğup dünyaya
gözlerini açtığı an,
2— Dost, arkadaş
ve yakınlarına veda edip öldüğü gün,
3— Kabrinden
kalkacağı gün,.
O bakımdan diyebiliriz ki, dünyaya adım atan her
insanı bir oka benzetebiliriz. Ana-babanın yayına yerleştirilir ve bir hedefe,
ya da rastgele bir yere
atılır. Unutmayalım ki, çocuk nereye atılırsa, oranın rengini ve karakterini
alır. İşte dünyaya gözünü açan her çocuk böyle bir tehlikeyle karşı karşıyadır.
Ana-baba şuurlu olurlar da o oku, faydalı bir hedefe yöneltip atarlarsa,
tehlike atlatılmış olur. Rastgele atarlarsa, çocuk
çok kötü ellere düşüp onların rezilet potasında
değiştirilmesi zor bir şekil alır.
Yahya Peygamber doğarken Cenâb-ı
Hak ona selâmet havası estirip kendi katından onu selâmlamış, böylece onu
fazilet burcuna yükseltmiştir. Çünkü onun ana-babası da böyle bir idrâk içinde
idiler..
Ölüm ikinci devredir ki, her insan yaşadığı hal üzere
ölür. Allah'ın korudukları müstesna.. Yahya Peygamber de o müstesnalardan
biridir. Ölürken ilâhî selâm sıfatına mazhar
kılınmış, meleklerin selâmet dilekleri arasında ruhunu âlemlerin Rabbına teslim etmiştir.
İşte bu devre oldukça önemlidir. Ecelin ne zaman
yakamıza yapışacağını veya ensemizden bizi yakalayacağını bilemiyoruz. O
bakımdan her an ölüme hazır btr düşünce içinde âhiret nevalemiz önümüzde bulunmalıdır,
Kabirlerden kalkıldığında da her insan şaşkın ve
tedirgin olur. Allah'ın koruyup güven duygusu verdikleri müstesna.. Yahya Peygamber
de o müstesnalardan biridir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın esenlik va'deden Selâm
sıfatı onun hem dünyada, hem kabirde, hem de âhirette
tek desteğidir. Bu ilâhî desteğe lâyık görülebilmek için, ölmeden Allah'ın
Selâm sıfatının ışığı altında mü'minlerie kaynaşıp
onlara selâm vermemiz ve her din kardeşimizin selâmette kalması için elimizden
gelen hizmeti esirgemememiz gerekmektedir. [21]
Yukarıdaki âyetlerle, inanan bütün gençlere örnek ve
misal olan Yahya Peygamber'in yedi kadar özelliği açıklandı ve yönlendirici
bilgiler verildi.
Aşağıdaki âyetlerle, takva ve iffet timsali Hz, Meryem'den ve Cebrail'in nefhasıyla.
İsa'ya gebe kalmasından söz ediliyor. Böylece peygamberlerin hep soylu,
iffetli, takva sahibi ailelerden seçildiğine işaret ediliyor. Sonra da Allah'a
dosdoğru imân eden kadınların kendi hayatlarını tertemiz havaya kavuşturmaları
için Hz. Meryem'i örnek edinmeleri ilham edilerek
birtakım misaller veriliyor. Böylece gençlere gereken ölçü ve örnek verildikten
sonra bu âyetlerle de kadınlara öğüt ve örnek verilmeye geçiliyor. [22]
16— Kitapta
Meryem'i de ân; hani o, ailesinden ayrılıp doğu tarafına çekilmişti.
17— Sonra da
onlardan tarafa bir perde tutup germişti. Biz de ona ruhumuzu (Melek Cebrail'i)
göndermiştik de O, ona endamlı, yakışıklı bir insan şeklinde temessül edip
görünmüştü.
18— Meryem, «eğer
(Allah'tan) korkup sakınan bir kimse isen, senden herhalde Allah'a sığınırım»
demişti.
19— Cibril ona :
«Ben ancak sana tertemiz-pak bir oğlan bağışlamak için Rabbinin elçisiyim,»
demişti.
20— Meryem de,
«bana bir insan dokunmamışken bir oğlum nasıl olur? Ben kötü ahlâklı bir kadın
da değilim» demişti.
21— Cibril ona;
«Öyle de olsa, Rabbin buyurdu: Bu bana göre pek kolaydır; hem onu insanlara
(kudretimizin yüceliğine delâlet eden müstesna) bir belge ve bizden bir rahmet
olarak sunacağız. Ve artık bu hükmedilmiş bir iştir ki olup bitmiştir.»
demişti.
22— Meryem, oğluno-gebe kaldı ve bu haliyle uzak bir yere çekildi.
23— Derken doğum
sancısı onu bir hurma dalına çekip götürdü. «Ah keşke bundan önce ölseydim de
unutulup gitseydi m, (bu iş başıma gelmeseydi!) dedi.
24-25— Altından bir ses, şöyle dedi ona: «Üzülme, Rabbin
senin altında bir su arkı meydana getirdi, hurma dalını kendine doğru çekip
silkele, üzerine taze hurma dökülsün.»
Dünya saltanatına ve maddeye karşı aşırı düşkün olan
İsrail oğulları, Tevrat ile amel etmez olmuşlardı. Kendilerine ilâhî rahmetin
birer eseri olan her peygambere karşı geliyor, azgınlıklarını sürdürüyorlardı.
Çünkü ilâhı düzen ile onların kendi arzularına göre kurdukları düzen birbiriyle
uyum sağlamıyor, bir bakıma çatışıyordu. Onun için Tevrat'ın hükümlerini
yeniden ihya edip ona geçerlilik kazandırmak için gönderilen peygamberlere
uymadılar ve bir kısmını öldürdüler, bir kısmını da ülkelerinden kovdular. Cenâb-ı Hak, önce çok yaşlı bir baba ile onun kısır eşinden
bir peygamber dünyaya getirerek kudretinin yüceliğini onlara hatırlatmayı diledi.
Bunun hemen arkasından kendini bütünüyle mabede veren iffet ve namus timsali
Meryem'e, Melek Cebrail'i, yakışıklı bir insan şeklinde göndererek onun İsa
Peygamber'e (A.S.) gebe kalmasını sağladı. Böylece ikinci, fakat daha büyük
bir mu'cizeyle İsrail oğullarını uyardı. Aynı zamanda
gönderdiği Zekeriya, Yahya ve arkalarından irşat
alanına çıkardığı İsa Peygamber (salât-ü selâm
hepsine olsun), zühd ve takvanın doruğunda
bulunuyorlardı. Amaç, âhiretten yüzlerini tamamıyla
dünyaya çeviren Yahudilerin hayatında dünya ile âhiret
arasında sağlam bir köprü oluşturmak ve Tevrat'ın hükümlerine işlerlik
kazandırmaktı. [23]
Melek Cebrail'e «ruhumuz» denilerek onun taşıdığı
ilâhî kudretin tecellilerinden birine dikkatler çekilmiştir. Çünkü Melek
Cebrail gerçekten ilâhî kudretten kaynaklanan büyük bir ruh ve hayattır ve her
bakımdan enerji ve güç simgesidir. Onun için uzaklık, yakınlık pek söz konusu
değildir.
İlâhî kudreti yansıtan bu büyük ruh, ölüye üflese
dirilir, hastaya do-kunsa iyileşir, marize dokunsa
şifa bulur, bakire kıza üflese gebe kalır. Kuru ağaca dokunsa yeşerir.
Gerçekten bu bizim alışageldiğimiz sebepleri ve kanunları iptal etmekte,
doğrudan hayat ve hareket sağlamaktadır.
Ne var ki bu, câri bir kanun değildir. Sırf ilâhî
kudretin her şeyde nafiz olduğunu, kudretinin her konuda mutlak netice alıcı
bulunduğunu hatırlatmaya, bütün sebep ve illetlerin yine ilâhî kudret elinde
bulunduğuna dilediği zaman sebepsiz, illetsiz olay meydana getireceğine yönelik
bir mu'cizedir.
Spermayı, topraktan çıkan gıda maddelerinden meydana
getiren, onu erkeğin sulbünde hayvani hayatla oluşturan Yüce Kudret, Melek
Cebrail'in üflemesiyle ana rahminde bir anda sebepleri oluşturamaz mı? Ne vor ki biz birisini belli biyolojik yollardan bildiğimiz
için yadırgamıyoruz. İkincisinin bağlı bulunduğu fizikötesi kanun ve sebepleri
bilmediğimiz için şaşırıp kalıyoruz. [24]
«Biz de ona ruhumuzu (Melek Cebrail'i) göndermiştik de
o, ona endamlı, yakışıklı bir insan şeklinde temessül edip görünmüştü.»
Bu, bizim anlamamızı kolaylaştırmaya yönelik bir
anlatım tarzıdır. Aslında meleğin ne havaya, ne de suya ihtiyacı vardır.
Bizdeki iç organlar da onlarda mevcut değildir. O haide
Meryem'e üflemesi, yüee ruhtan Meryem'e geçen manevî
cereyandır ki keyfiyetini fiziksel yollarla bilmemiz mümkün değildir. [25] Nitekim
Melek Cebrail vahiy ile indiğinde getirdiği ilâhî kelâmı Peygamber (A.S,) Efendimiz'in kalbine ilka etmesi
de bu cereyanın ayrı bir tezahürü ile gerçekleşiyor, onu sadece Peygamber'in
(A.S.) ruhu duyup anlıyordu.
Gerçi burada «nefh» tabiri geçmemekte, sadece büyük ruh olan melek Cebrail'in insan
suretine girerek Meryem'e görünmesi anlatılmaktadır. Ama Enbiyâ Sûresinde adı
geçen meleğin ona nefh ettiği, yani üflediği
açıklanmaktadır. O bakımdan ruhun beşer suretinde temessül edip görünmesinden
yine İsa'ya (A.S.) hamile kalması için üflemede bulunduğunu anlıyoruz. Âdem
Peygamber'in de bedeni teşekkül ettikten sonra yine buna benzer bir nefh olayı meydana gelmiş ve öylece kurumuş balçık; et,
kan, kemik ve sinirlere dönüşmüştür. [26]
Kur'ân bunu «temessül» kelimesiyle açıklıyor. Bu, bir şekil
ve surete girme, cisimleşme, benzeşme gibi manalara gelir.
Neden temessül?
Melek Cebrail, insan suretine girmeden asıl
hüviyetiyle inip Meryem'e hitap etmiş olsaydı, ruhu bu hitaba hazır duruma
gelmediği için Meryem bir anda kendini kaybeder, ölümle burun buruna gelir,
saatlerce baygın kalırdı. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in ruhu çok güçlü olmasına rağmen altı ay rüya
ile bir eğitimden geçirildikten sonra meleğin getirdiği ilâhî vahyi alabilme
kudretine erişebildi.
Bunu daha iyi kavrayabilmerniz
için şöyle bir misalle değerlendirebiliriz: Cok
yüksek voltajlı bir elektrik akımını, ancak ona uygun hazırlanan bir aygıt
alabilir. Aksi halde bağlantı yaptığı cihazı yakıp işlemez duruma sokar.
Allah'ın hitabının önce bir surette tezahür etmesi ve
ancak o suretten Musa Peygamber'e (A.S.) seslenmesinin de izahı budur. Melek
Cebrail'in insan suretine girip öylece Meryem'e seslenmesi buna yakın bir
anlam taşır. Aynı zamanda Meryem, peygamber değildir. Böylece Cebrail'in
sesleniş ve nefhasına ruhu müsait bulunmuyordu. Bu
sesleniş ve nefha önce surette tecelli etmiş, sonra
suretten surete geçiş yapmıştır.
Aynı zamanda Melek Cebrail büyük ruh olduğundan
bütünüyle hayat ve kudrettir. Dokunduğu yerde hayat başlar. Meryem'e görünüp
manevî bir üflemede bulunmasıyla İsa (A.S.) vücut bulmuştur. [27]
Düşünce ve duyguları en iyi şekilde arındırıp
berraklaştıran, ic disiplini sağlayan, kalp ve
kafayı iyiye, güzele ve doğruya yönlendiren ve sorumluluk duygusunu en yüksek
dozajda aşılayan tek faktör, Allah korkusu ve âhiretteki
hesaptır. Aslında insan bu iki manevî müeyyidenin mayasını kendinde taşıyarak
gözlerini dünyaya acar. Sonra aile, çevre ve okul ya
bu mayayı geliştirip amacına uygun düzeye getirir, ya
da onu köreltip belirsiz duruma sokar,
Hz. Meryem doğduğu günden itibaren mabede adanıp
verilmiş ve o hava içinde ciddi dinî eğitim görerek gelişmişti. Hattâ daha
anasının karnında iken mabede hizmet için adandığını yine Kur'ân'dan
öğreniyoruz. Zekeriya Peygamber'in (A.S.) terbiye ve
himayesinde yetiştirilmesi ise, ayrı bir mutluluktur. O bakımdan kimlerden
kötülük gelebileceğini, kimlerden gelmiyeceğini çok
iyi biliyordu. Melek Cebrail yakışıklı bir adam suretine girip görününce,
Meryem bir anda korkup irkilmiş ve hemen arkasından şöyle demişti: «Eğer
Allah'tan korkup sakınan bir kimse isen, senden Allah'a sığınırım.» Bununla
Allah'tan korkup sorumluluk duygusu taşıyan insandan zarar gelmeyeceği
hatırlatılıyor, aynı zamanda böyle bir inançta olan kimsenin kalbine bir an
için birtakım vesvese ve kötü duygu havası doğabileceğini düşünerek de «Senden
Allah'a sığınırım» dediği nakledilerek, Meryem'in dinî kültürünün ne kadar
geniş olduğuna dikkatler çekiliyor. [28]
«Cibril ona : Ben ancak sana tertemiz-pâk bir oğlan
bağışlamak için Rabbının elçisiyim, demişti.»
İnsan suretinde görünen Melek Cebrail, Meryem'in
Allah'a sığınması üzerine, ona güven vererek şöyle diyor: «Ben ancak sana
tertemiz pâk bir oğlan bağışlamak için Rabbının
elçisiyim.» Bu söz, Meryem'i sakinleştiriyor ve korkusu kalkıyor. Anlaşılan Hz. Meryem, Melek Cebrail'in sesleniş tarzından ve
üslûbundan onun bir saldırgan olmadığını, ilâhî emirle gönderilen bir melek
olduğunu farkedecek bir olgunlukta ve kulağına gelen
sesin ona hep güven verdiğini çarçabuk kavrayabilmekteydi.
Bu olaydan Hz. Meryem'in
peygamber değilse de, o mertebeye çok yakın bulunan büyük bir veliye olduğu
anlaşılıyor.
Zira Melek Cebrail'in sesi, bütünüyle rahmet, bereket,
inayet ve güven havası estirir bir özellikteydi. Başka bir sesin bu özelliği
taşıması pek mümkün değildi. Aynı zamanda alışılagelmiş bir tonda da
bulunmuyordu. Hz. Meryem velayet mertebesinden
kaynaklanan seziş ve anlayışıyla bunu çok çabuk fark edebilmişti, [29]
1— Allah'ın yüce
kudretini isbat eden belgelerden biri olması, bu nedenle
mevcut biyolojik kanunların üstünde bir mu'cizeyle
vücut bulması,
2— Melek Cebrail'in
üflemesi ile Meryem gibi
dindarlık ve iffetin; soyluluk ve
takvanın simgesi bir anneden doğması..
Ezelde ilâhî irâde, İsa'nın (A.S.) bu ölçü ve
özellikte babasız doğacağını belirlemiştir. Günü, saati gelince ilâhî plân
aynen uygulanmış, hüküm yerine getirilmiş ve bakire bir kız, bir erkekle
birleşmeksizin İsâ Peygambere gebe kalmıştır. Bunun reddi mümkün değildir. O
nedenle Melek Cebrail, Meryem'e: «Gereksiz yere sıkılıp üzülme. Bu hükmedilmiş
bir iştir ki olup bitmiştir.» uyarısında bulunmuş, bunun üzerine Meryem
sakinleşip ilâhî takdire rıza gösterme basîretini ortaya koymuştur. [30]
<<Hem onu insanlara Cüretimizin yüceliğine
delâlet eden müstesna) bir belge ve bizden rahmet olarak sunacağız. Ve artık bu
hükmedilmiş bir iştir ki olup bitmiştir.»
İlgili âyetle İsa Peygamber'in insanlıktan yana
yönlendirici ve düşündürücü mahiyette iki hikmet yansıttığına dikkatler
çekilmektedir. Birincisi, onun ilâhî kudrete delâlet eden acık bir belge
olması; diğeri ise beraberinde ilâhî feyiz ve gufranı insanların kalp ve
kafalarına yansıtan bir rahmet getirmesidir.
Havarilerin üstün gayretiyle bu iki hikmet insanlığa
mal edilmiş ve kitleleri, milletleri harekete geçirip en azından putperestliğin
daha çok yayılmasına engel teşkil etmiştir. Ne yazık ki, İsa (A.S.)in bu mu'cizevî yanını yanlış anlayanlar zamanla onu «Allah'ın
biricik oğlu» diye tanıtma gayretine düştüler; İncil nüshalarında hatalı
çeviriler yaparak «Rab» sıfatını «baba» şeklinde yorumladılar ve içinden
çıkılmaz, dinî esaslarla, Tevhîd İnancı ile bağdaşmaz
hükümlerin ortaya çıkmasına sebep oldular. Böylece ilâhî mu'cizelerden
biri olan İsa Peygamber'in dünyaya gelişindeki yüksek hikmeti kavrama
yollarını kapadılar. O rahmeti gerçek ölçüsünün di- -sına çıkartıp İsa'nın tek
kurtarıcı olduğunu savunarak, Onun geleceğini müjdelediği son nebi Hz. Muhammed'i (A.S.) ret ve inkâr edecek kadar hakikata sırt çevirdiler.
[31] ,
4— Melek
Cebrail'in ona : «Artık bu hükmedilmiş bir iştir ki, olup bitmiştir» diyerek
ilâhî takdirin tecelli gününün geldiğini haber vermesi,
5— İsa Peygambere
hamile kalan Meryem'in halka görünmemek için uzak bir yere çekilmesi,
6— Doğum
sancıları çekerken halka ne söyleyebileceğini düşündükçe sıkılması ve «Ah
keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim» diye temennide bulunması..
Eğer Hz. Meryem biriyle evli
olmuş olsaydı, bu altı maddede belirtilenlerin hiç birine lüzum kalmaz, normal
doğumunu yapar ve çekinmeden halk arasında bulunurdu. [32]
Âl-i İmrân Sûresi 45-48.
âyetlerin tefsîrinde de belirttiğimiz gibi, İncil'de İsâ (A.S.)ın doğum olayı Kur'ân'a yakın bir
anlam ve muhtevada anlatılır. Ancak Matta ile Luka
İncil'lerinde farklı bir ifade kullanılmış, biri diğerini açıklar şekilde
konuya yer verilmiştir.
Matta İncil'inde :
«Yakub Meryem'in kocası
Yusuf'un babası olup Meryem'den de Me-sîh denilen İsa doğdu.» [33]
Bölümün alt kısmında bu kapalı ifade açıklanarak şöyle
deniliyor: «Yusuf, Meryem'i kendine karı olarak almaktan korkma. Çünkü kendisinden
doğmuş olan Ruhulkudüs'tendir ve bir oğul
doğuracaktır.»
Bu cümlelerden Meryem'in Yusuf adında bir gençle
nişanlı olduğu anlaşılıyor. Nitekim Lûka İncil'inde
buna açıklık getirilerek şöyle deniliyor: «Altıncı ayda Allah tarafından
Cebrail melek Galile'de Nasıra deniien
şehre, Davud evinden Yusuf adındaki adama nişanlı
olan kıza gönderildi. Kızın adı Meryem idi..» [34]
Kur'ân-ı Kerîm'de konunun pek detayına inilmiyor. Sadece İsa
Peygamber'in doğumunun bir mu'cize olduğu, Meryem'in
bakire iken böyle bir tecelliye mazhar kılındığı ve
sonra da İsa Peygamber'in insanlara bir rahmet olarak gönderildiği
belirtiliyor. Ayrıca Meryem'in doğum safhalarından önemli bir kaç tanesi
nakledilerek üzerinde ciddi şekilde durup mü'-minlere
ne gibi mesajlar verilmek istendiğini bulup çıkarmamız ilham ediliyor. [35]
«Hurma dalını kendine doğru çekip silkele, üzerine
taze hurma dökülsün..»
Yirmi beşinci âyet, bize ilâhî sünnetin bir başka
yönünü öğretmekte; bu hususta az-çok bilgisi olanlara ip ucu verip iyice
düşünmelerini istemektedir. Şöyle ki : Hayatımızın her dönem ve safhasında
insan kudretinin yetmiyeceğini Allah, vücuda
getirmekte, onun kudretinin yeteceğini ona bırakmaktadır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın değişmeyen
sünnetlerinden biridir, pek az istisnası olabilir. Soğuk bir mevsimde hurma
ağacında taze hurmaları bitirmek ve bulunduğu yerin altında da bir su akıtmak
insan kudretinin dışında kaldığından, Ailah kendi
kudretini harekete geçirip onları hemen vücuda getirmiştir. Böylece çok üzülen
ve sıkılan Hz. Meryem'i teselli etmek ve
maneviyatını yükseltmek için Cenâb-ı Hak ardarda iki mu'cizeyle, Meryem'e nisbetle kerametle tecelli etmiştir. Ama mevsimi dışında
yeşerttiği taze hurmaları Meryem'in üzerine dökmemiş; ona, onun kudretinin yeteceğini
emretmiştir: «Hurma dalını kendine doğru çekip silkele, üzerine taze hurma
dökülsün.»
Allah'ın bu emri, ya ilham
şeklinde, ya da Melek Cebrail'in haber vermesiyle
gerçekleşmiştir.
Şüphesiz bu bir ölçüdür ki, birçok işlerimizde ve
karşılaşacağımız olaylarda bize rehber olur; neleri yapabileceğimizi, neleri yapamıyacağı-mızı ve ne zaman Allah'tan yardım dilememizin
makul olacağını öğretir. Öyle ki; Gücümüzün yettiğini herhalde yapmalıyız. Ama
karşılaştığımız iş ve olay beşer kudretini, onun irâde ve ölçüsünü aştığı
takdirde, aşan kısmı Allah'a bırakmamız gerekir. Özetliyecek
olursak, şöyle diyebiliriz: Biz bize düşeni yaptığımız ve irâdemizi kullanıp
belli sınıra kendimizi getirdiğimiz takdirde Allah da kendisine düşeni yapar. [36]
Yukarıdaki âyetlerle, Cenâb-ı
Hak, sebep ve illetleri.ortadan kaldırıp kudretini izhar ederek, Meryem'in bir
erkekle evlenmediği, temas kurmadığı halde Melek Cebrail'in nefhasıyla gebe kaldığını açıklıyor ve Meryem'in doğum
safhalarından ibretli yanlan belirterek mü'minlere
birtakım mesajlar veriyor.
Aşağıdaki âyetlerle, aynı kıssanın diğer safhaları
anlatılıyor. İsa Peygamber'in bir diğer mu'cize
anlamında beşikte iken konuştuğu ve birtakım dinî esaslardan söz ettiği
açıklanıyor Sonra da İsa'nın Allah'ın oğlu değil, yarattığı kullarından bir kul
olduğuna dikkatler çekilerek Hıristiyan din adamlarının yanlış inançları tashih
ediliyor. [37]
26— Ye, iç;
(doğuracağın oğlunla) gözün aydın olsun. İnsanlardan birini görürsen de ki:
«Doğrusu ben Rahmân'a oruç (susup konuşmamayı) adadım; o bakımdan bugün hiçbir
insan ile konuşmayacağım.»
27— Onu alıp
kavmine getirdi. Dediler ki: «A Meryem! and olsun ki
çok şaşılacak bir şey getirdin!
28— Ey Harun'un
kız kardeşi! senin baban fena bir kişi değildi, anan da iffetsiz ve hayâsız bir
kadın değildi.»
29— Bunun üzerine
Meryem çocuğa işaret ederek onu gösterdi. Onlar: «Henüz beşikteki bir çocukla
nasıl konuşalım?» dediler.
30— İsâ, «şüphesiz
ki ben Allah'ın kuluyum, O bana kitap verdi ve beni peygamber kıldı;
31— Ve nerede
olursam olayım beni mübarek eyledi. Yaşadığım sürece bana namaz kılmamı ve
zekât vermemi tavsiye etti.
32— Anama iyilikte
bulunmamı emretti; O beni bedbaht bir zorba yapmadı.
33— Doğduğum gün
de, öleceğim gün de, dirilip kaldırılacağım gün de selâm (esenlik ve mutluluk)
bana olsun!» dedi.
34— İşte hakkında
şüpheye düştükleri Meryem oğlu İsâ, gerçek (yanıyla ve yönüyle) budur. (Veya
O, hakkın kelimesidir, kün emriyle vücut bulmuştur).
35— Allah'ın çocuk
edinmesi olur şey değildir. O, (bu gibi beşerî sıfatlardan) çok yüce ve
münezzehtir. O, bir şeyin olup yerine gelmesini irâde edince, ona ancak «ol!»
der, o da oluverir.
36— Ve doğrusu
Allah, benim de Rabbîmdir, sizin de Rabbinizdir; artık O'na ibâdet ediniz.
Dosdoğru yol budur!
«Şüphesiz ki Allah'ın Meryem'e: «Rabbın
senin altında seriy meydana getirdi» buyurdu. Seriy, Meryem'in (doğum esnasında) su içmesi (ve gerekli
temizliği yapması) için Allah'ın ortaya çıkardığı bir ırmaktır.» [38]
«Halânıza hurma ile ikramda bulunun. Çünkü gerçekten
o, Âdem'in çamurundan arta kalanından yaratılmıştır. Allah yanında İmran kızı Meryem'in, altında doğum yaptığı ağaçtan daha mükerrem bir ağaç yoktur. O bakımdan doğum yapmakta olan
kadınlarınıza taze hurma yedirin. Taze olmadığı takdirde, kuru hurma yedirin.»
[39]
«Ben herkesten daha çok Meryem'in oğluna yakınım ve
dostum. Çünkü benimle onun arasında peygamber yoktur.» [40]
Ashab-ı Kirâm'dan Muğîre b. Şu'be (R.A.) anlatıyor:
«Peygamber (A.S.) Efendimiz beni, Necran
kabilesine gönderdi. Onlar bana: «Siz Meryem için Ey Harun'un kız kardeşi,
diye söylüyorsunuz. Oysa Musa Peygamber, İsa Peygamber'den çok öncedir.»
dediler. Bunun üzerine döndüğümde duyduklarımı Peygamber (A.S.) Efendimiz'e anlattım. Bana şöyle buyurdu : «Deseydin ya, onların da kendilerini, kendilerinden önceki peygamber
ve salihlere nisbet
ettiklerini..» [41]
«Ye, iç; (doğuracağın oğlunla) gözün aydın olsun.»
İlgili âyetle koruyucu hekimliğe dikkatler çekiliyor.
Şöyle ki: Doğum yapan kadına taze hurma, yoksa kuru hurma, bu da yoksa tatlı
bir madde verilmesi, kendini toparliyabilmesi
bakımından uygun olur. Nitekim günümüzde gelişen koruyucu hekimlikte de buna
yer verilmekte ve birtakım tavsiyeler önerilmektedir. Doğum sırasında büyük bir
güc harcamış, terlemiş, yorulmuş olan anneye,
çoğunlukla doğumdan hemen sonra, kuvvetii bir titreme
gelir, bazan ateşinin bile yükseldiği görülür. İlk
tedbir olarak anne rahat bir yatağa alınarak üzeri iyice örtülür. Arkasından
şekerli sıcak çay, ıhlamur gibi sıvılar; muhallebi, komposto gibi yumuşak tatlı
yemekler verilir.
Güzel âdetlerimizden biri de, loğusa şerbetinin
hazırlanmasıdır. Gerçi bu eski yaygınlığını kaybetmişse de Anadolumuzun
bazı bölgelerinde hâlâ uygulanmaktadır. Şöyle ki, loğusa evine gözaydına gelenlere de hoş kokulu, sıcak bir şerbet
verilirdi. Aynı zamanda doğum yapan anneye bu şerbetten içirilirdi.
Kur'ân-i Kerîm'de,
loğusa durumuna gelen
Hz.
Meryem'e Cenâb-ı
Hakk'ın taze hurma sunması elbetteki çok anlamlıdır
ve üzerinde uzman-arın dikkatle duracakları bir olaydır. Aynı zamanda Resûlüllah (A.S.) Efendimizin de bununla ilgili birtakım
tavsiyeleri olmuştur. [42]
«Bunun üzerine Meryem çocuğa işaret ederek onu
gösterdi. Onlar: «Henüz beşikteki bir çocukla nasıl konuşalım?» dediler.»
Hz. Meryem'in iffeti, Allah'ın kudreti, dedikodunun
kesilmesi, İsa'nın da (A.S,) ileride peygamber olacağının haber verilmesi tam
anlamıyla tezahür ve tecelli etsin diye, şüphecilere karşı Meryem'in susup
cevap vermemesi, sorulanlara beşikteki (kundaktaki) İsa'nın cevap vermesi,
Allah'ın hazırladığı kusursuz bir plân olarak ortaya konmuştur.
Nitekim Meryem doğurduğu İsa'yı kundağa sarıp kucağına
alarak kendi kavmine gelince, birtakım yerli-yersiz sorularla karşılaşıyor ve
kundaktaki İsa (A.S.) bir mu'cize veya keramet
olarak konuşmaya başlıyor. Daha çok İsrail oğullan'nın
öteden beri terkettikleri dört önemli hususu
açıklıyor:
1— Peygamberler
de Allah'ın kullarıdır.
Aynı zamanda İsa (A.S.), ileride kendisini
ilâhlaştıranlara ve «Allah'ın biricik oğlu» diyen şaşkınlara susturucu bir
cevap vermiş oluyor.
2— Namaz her
peygambere farz kılınmıştır..
3— Zekât da her
peygambere ve ümmetlerine farz kılınmıştır.
4— Anne-babaya
iyilikte bulunmak da farzdır.
Sonra da Hz. İsa (A.S.)
Yahudilerin kabalıktan vaz geçmelerini
ima ederek Cenâb-ı Hakk'ın
onu mübarek kılıp bedbaht bir zorba yapmadığına dikkatleri çekiyor.
Birinci madde, babasız dünyaya geldiğine bakılarak
ilâhlaştırılmama-sınt hatırlatmaya ve bunun sadece
ilâhî kudretin bir tezahürü olduğunu hatırdan çıkarmamaya.
İkinci madde, namazsız, niyazsız bir hak din olamıyacağını açıklamaya.
Üçüncü madde, mü'minler
arasında yardımlaşma ve dayanışmanın mayasını teşkil eden zekâtın da her
peygambere ve ümmetlerine farz kılındığına,
Dördüncü madde, her dinde ana-babaya iyiliğin önemli
bir yer tuttuğunu bildirmeye yöneliktir.
İşte İsa Peygamber budur. Onun hakkında söylenen, onu
gerçek yönüyle ve hüviyetiyle tanıtan en doğru ve hakka en uygun söz
bunlardır. Gerisi zan ve tahmindir.
Kur'ân-ı Kerîm bu açıklamasıyla hem İncil'deki yanlışları
tashih ediyor, hem de Hıristiyanların çok yanlış «teslis akidesi»ni düzeltiyor. [43]
Meryem ile İsa olayı Kur'ân'ın
daha çok üç yerinde anılmıştır. İlk hazarda tekrar gibi görünmekteyse de,
gerçek anlamda bir tekrar söz konusu değildir. Olayın hafızalarda bırakacağı
izin derinleşmesi önemlidir. O bakımdan kıssanın birçok safhaları ve taşıdığı
mesajlar, hükümler üçe bölünerek üç ayrı sûreye serpiştirilmiştir. Bunlar
arasındaki farkı kısaca belirtmemizde yarar vardır.
Âl-i İmrân Sûresinde :
1— İsa
Peygamberin Allah'ın bir kelimesi olduğu,
2— Dünya ve âhirette şerefli kılındığı,
3— Hem beşikte
iken, hem de yetişkin çağında (Hakk'ın emirlerini tebliğ için) konuşacağı,
4— İyi ve yararlı kişilerden olduğu,.
5— Kendisine okuma-yazma, ilim ve hikmet, Tevrat ve
İncil öğretildiği konu edilir.
Sonra da Meryem'in durumuna değinilerek şu safhalar
anlatılın
1— Meryem'in
hiçbir erkekle evlenmediği halde nasıl çocuğunun olabileceğine hayret ettiği
konu edilmekte,
2— Ona : Öyle de
olsa Allah'ın dilediğinin mutlaka yerine geleceği hatırlatılmakta,
3— Allah'ın bir
şeyi yaratmayı, vücuda getirmeyi dilediğinde sadece ona «ol» demesinin yeterli
olduğu anlatılmaktadır.
Sonra da İsa Peygamber'in (A.S,) özellikleri şöyle
sıralanmaktadır:
a) O, İsrail
oğullarına peygamber olarak gönderilmiştir.
b) Allah'tan bir mu'cizeyle gelmiştir: Çamurdan kuş yapıp üfleyince Allah'ın
izniyle canlanıp uçacağı; körleri ve alatenlileri
iyileştireceği, gerekirse ölüleri diriltebileceği, insanların evlerinin
kilerlerinde neler bulundurduklarını haber verebileceği açıklanmıştır.
c) İsa Peygamber
kendisine suikast hazırlandığını hissedince, «Allah yolunda yardımcılarım kim?»
diye sorduğu belirtilmiştir.
Meryem Sûresinde :
1— Meryem'in
kendi ailesinden ayrılıp doğu cihetine çekilmesi,
2— Melek
Cebrail'in insan suretine girip ona görünmesi,
3— Meryem'in
ondan endişe etmesi ve Allah'a sığınması,
4— Melek
Cebrail'in kendini ona tanıtması ve bir erkek çocuğu bağışlamaya
geldiğini açıklaması,
5— Meryem'in bir
erkekle evlenmemişken nasıl hamile kalabileceğini belirtmesi,
6— Melek
Cebrail'in bunun Allah'a göre pek koiay olduğunu ve
ilâhî takdir ile belirlendiğini haber vermesi,
7— O sebeple Meryem'in
gebe kaldığı için halktan uzak bir yere çekilmesi,
8— Sonra da doğum
yapması ve üzerinde taze hurma bitirilmesi, altından su akıtılması,
9— Kendisinden bu
hususta soru soranlara cevap vermemesi;
kucağındaki İsa'yı göstererek ne sorulacaksa ondan sorulmasını
belirtmesi,
10— Kundakta
bulunan İsa Peygamber'in altı önemli hususa değinerek gerekli açıklamada
bulunması.,
Böylece aynı konu ve olay değişik yanları ve
safhalarıyla iki sûrede
işlenir.
Enbiya Sûresinde :
1— Hz. Meryem'in iffet ve namus timsali olduğu anlatılır .
2— Allah'ın kendi
ruhundan, yani büyük ruh olan Melek Cebrail'in ona manevî bir nefh (üfleme)de bulunduğuna dikkatler çekilir.
3— Hem Hz. Meryem'in, hem de oğlu İsa'nın (A.S.) insanlar için -Allah'ın
kudretinin yüceliğine ve sınırsızlığına- delâlet eden birer âyet ve mu'cize
kılındıkları açıklanarak konu noktalanır.
Böylece gerek Âl-i İmrân
Sûresi 59. âyet, gerekse Enbiya Sûresi 91. âyet, hem Âl-i İmrân
Sûresi 45-52. âyetlerle, hem de Meryem Sûresi 16-32. ^âyetlerle açıklanmaktadır.
Görüldüğü gibi, tekrar gibi sanılan aynı konu değişik
bilgiler, farklı hükümler, başka başka mesajlar
taşımakta ve biri diğerini açıklamaktadır. [44]
Kur'ân-ı Kerîm'de izlenen ilâhî metot gereği, anlatılan her
konu ve kıssada mutlaka mü'minleri teselli eden
birçok mesajlar vardır. Ayrıca geçmişten ders alarak geleceği ona göre
hazırlama uyarısı söz konusudur. O bakımdan Meryem ile İsa (A.S.) kıssasında
bizlere yönlendirici, düşünce ufkumuzu genişletici, Hakk'ın
kuvvet ve kudretini daha iyi anlamamızı sağlayıcı birtakım safhalar vardır.
Onları şöyle sıralayabiliriz :
1—
Hıristiyanların doğu cihetine yönelip ibâdet etmelerinin sebeplerinden
biri, belki de başta geleni, Hz. Meryem'in ailesinden
ayrılıp doğu cihetine çekilerek İsa Peygamber'e gebe kalmasıdır.
2— Allah'tan
saygı ile korkup fenalıklardan sakınan kimseden zarar gelmez, Kötülüklerin temelinde imansızlık, Allah ve âhiret korkusuzluğu yatmaktadır.
3— Büyük ruh ve
hayat kaynağı olan Melek Cebrail'in bir insana hitap etmesi gerekirse,
herhalde insan suretine girmesi gerekir. Çünkü o ruhun ve kudretin kendi
hüviyetiyle ve mahiyetiyle seslenmesine, peygamberler dışında başkalarının
tahammül etmesi cok zor, hatta mümkün değildir.
4— Her peygamber, peygamber adayı olarak, her velî de
velî adayı olarak doğar. Bu Levh-i Mahfuz'da yazılıp
neticeye bağlanmış bir hükümdür. Sonra aile, çevre ve mürşitlerin birtakım
olumlu veya olumsuz katkıları olabilir; ama bu, peygamber veya velî olarak
doğan zatta pek olumsuz neticeler doğurmaz.
5— Her şeye
rağmen Meryem, yüksek ahlâkına, lekesiz iffetine rağmen babasız bir çocuk
doğurmak istememişti. Bu takva derecesinde kendini Allah'a veren bir kadının
terbiye ve iffetinin ölçüsünü simgeler.
6— Cenâb-ı Hak, insan gücünün yettiğini insana bırakır, Bu
ilâhî sünnetlerden biridir, pek az istisnası olabilir.
7— İrsî kusurlar
nesilden nesile geçebilir.
Bu genel bir kural olmamakla beraber, genetik bir olaydır. Meryem'in babasının
fena bir adam, anasının da hayasız ve iffetsiz olmadığının belirtilmesi buna
işarettir. Zira soylu ağaç tatlı meyva verir. Diken
tohumundan da ancak diken yeşerir.
O halde dosdoğru inanan kişilerin evlenmek için
seçecekleri kızların birtakım vasıfları ve özellikleri yanında daha çok ana ve
babalarının karakter ve ahlâklarına dikkat etmeleri de gerekir.
8— Doğum sonrası,
sindirimi kolay tatlı besin maddesine ihtiyaç vardır. Hurma da hem sindirimi
kolay, hem besleyici özelliktedir.
9— Her insanın
çok muhtaç olduğu üç selâmet dönemi söz konusudur: Doğduğu gün, öleceği gün ve
dirilip kalkacağı gün.. Bu dönemlerde Allah'ın selâm sıfatından tecelli edecek
selâmete lâyık olmanın yol ve çarelerini
önceden düşünüp ona göre hazırlanmak, hem aileye, hem de kişilerin kendilerine
vaciptir.
Anne ne kadar dindar, Allah'ına bağlı olursa, o nisbette ailesini aydınlatan bir lamba olabilir. Aynı
zamanda doğuracağı çocuk o oranda ilâhî
selâmete erişme şansını elde edebilir. [45]
Yukarıdaki âyetlerle, Meryem ve İsa Peygamber (A.S.)
kıssasından önemli bir kaç safha anlatılarak ilâhî kudretin eşsizliğine
dikkatler çekildi. Aynı zamanda İsa Peygamberi Allah'ın biricik oğlu diye
tanıtmaya çalışan Hıristiyan din adamları hem uyarıldı, hem de aydınlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle, İsa Peygamber'in gerçek
kişiliğini anlamayıp o konuda görüş ayrılığına düşenler, gerçeklerin ortaya
konacağı, hiçbir şeyin gizli, kapalı kalmayacağı âhiret
günüyle uyarılıyorlar. Ölüm olayı meydana gelmeden daldıkları gafletten
uyanmaları istenilerek dünyadaki her şeyin yine dünyada kalacağı, onların
gerçek vârisinin ancak Allah olduğu hatırlatılıyor. Böylece hem mü'minlere hayatlarını en sağlam, en doğru inanç düzeyinde
değerlendirmeleri ilham ediliyor, hem de dünya ile âhiret
arasında esaslı ilgi kuramayanlar uyarılıyor. [46]
37— (İsâ
hakkında) kendi aralarında gruplaşanlar görüş ayrılığına düştüler. Artık
o büyük güne şahit olacak o inkarcıların vay hâline!
38— Bize
gelecekleri gün neler işitecekler, neler görecekler? Ama o zâlimler çok açık
bir sapıklık içindedirler.
39— Onlar
gafletteyken ve onlar imân etmezken işin bitirilmiş olduğu o hasret günü ile
kendilerini uyar.
40— Şüphesiz ki
biz, yeryüzüne de, onda bulunanlara da vâris olacağız ve onlar ancak bize
döndürüleceklerdir.
«Hiç kimse duyduğu eziyete karşı Allah kadar sabırlı
değildir. İnsanlar O'na evlât isnat ederler; O ise, onlara hem rızık, hem de afiyet verir.» [47]
«Kim bir olan, ortağı bulunmayan Allah'tan başka ilâh
olmadığına; Muhammed'in de Allah'ın kulu ve resulü olduğuna ve İsa'nın da
Allah'ın kulu ve resulü, Meryem'e ilka ettiği
kelimesi ve kendisinden bir ruh bulunduğuna; Cennet'in hak, Cehennem'in de hak
olduğuna şehadet ederse, Allah onu -üzerinde
bulunduğu amel ne olursa olsun- Cennet'e koyar.» [48]
«Hiçbir kimse yok ki, ölünce pişmanlık duymasın.»
Bunun üzerine soruldu:
''
— Ey Allah'ın Peygamberi! Neye pişmanlık duyar? Cevap
verdi:
— «İyi bir insan ise, iyiliğini artırmadığına pişman
olur. Fena bir insan ise, fenalıktan kopup ayrılmadığına pişmanlık duyar.» [49]
«Kıyamet gününde ölüm, semiz bir koç şeklinde
getirilir. Sonra bir çağrıcı «Ey Cennet ehli!» diye seslenir. Bunun üzerine
onlar o sese doğru dönüp bakarlar. O çağrıcı onlara: «Bu koçu tanır mısınız?»
diye sorar. Onlar da : «Evet, bu ölümdür» derler ve hepsi de onu açık şekilde
görürler. Sonra diğer bir çağrıcı seslenir : «Ey Cehennem ehli!» der. Bunun
üzerine onlar dönüp bakarlar. Çağrıcı: «Bunu tanıyor musunuz?» diye sorar.
Onlar da: «Evet...» diye cevap verirler ve hepsi de onu açıkça görürler.
Böylece ölüm Cennet ile Cehennem arasında boğazlanır. Sonra o çağrıcı, Cennet
ehline: «Ölümsüz ebedî hayat..» der. Cehennem ehline de: «Ölümsüz bir cehennem»
der.
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz böyle buyurduktan sonra: «Onlar
gafletteyken ve onlar iman etmezken işin bitirilmiş olduğu o hasret günü ile
uyar» mealindeki âyeti okudu ve eliyle dünyaya işaret etti.» [50]
kendi aralarında gruplaşanlar görüş ayrılığına
düştüler. Artık o büyük güne şahit olacak o inkarcıların vay hâline!»
İsa Peygamber (A.S.) hakkında en doğru bilgiyi Kur'ân vermektedir. Çünkü İncil'in ilk inen nüshası
kaybolmuş, İsa (A.S.)ın göğe yükseltilmesinden 50-70
yıl sonra havariler bulabildikleri kısımları ve hafızalarında olanları biraraya getirip yazmışlardır. Ondan sonra da birçok farklı
İn-ciller yazılmak suretiyle Allah tarafından
indirileni ile insanların yazdıkları birbirine karışıp belirsiz hale
gelmiştir.
O bakımdan hem bu peygamber hakkında Yahudilerle
Hıristiyanlar arasında, hem de bizzat Hıristiyanlar arasında çok farklı görüş
ve yakıştırmalar söz konusudur. Yahudiler, hâşâ İsâ Peygamber'i gayr-i meşru,
yani nesebi gayr-i sahîh tanıtmaya çalışırken, Hıristİyanlardan
bir kısmı onu «Allah'ın biricik oğlu»,bir kısmı «üç ilâh inanoı»nı ortaya koymuşlar ve İsa'nın çarmıha gerildikten üç gün
sonra dirilip geldiğine ve sonra ayrıldığına inanmışlardır. İncil'de de bu son
olayla ilgili birtakım kayıtlar mevcuttur.
Özetini vermeğe çalıştığımız yukarıdaki görüş ve
iddiaların hepsi de «Tevhîd İnancı»nı temelinden yıkmakta ve ilâhî dini tanınmaz hale sokmaktadır.
Kitap ehli sayılan bu iki ayrı millet, Kur'ân'a inanmadıkları ve Hz. Mu-hammed'i (A.S.) son peygamber kabul etmedikleri için,
ortaya attıkları yanlış akidelerini düzeltmeyi düşünmemişler ve asırlarca
bunun savunmasını yapmış, hâlâ da yapmaktadırlar. O bakımdan Cenâb-ı-Hak ilgili 37. âyetle kitap ehlini ve özellikle
Hıristiyanları uyarmakta, gerçeği araştırmadıkları ve Kur'ân'ın
beyânını kabul etmedikleri takdirde âhiret gününde
hakikatin ortaya konulacağını ve o yüzden elim bir azap göreceklerini haber vermektedir.
Bu konuda bazı ilim adamlarımız bir açıklama yaparak
Hıristiyanların İsa Peygamber hakkında ihtilâfa düşmelerini şöyle belirtmişlerdir:
Hıristiyanlar İsa Peygamber'den sonra onun hakkında üç
gruba ayrıldılar: Yakubiyye, Nesturiyye,
Melkâniyye..
Birincilere göre: Allah İsa'nın suretine girip
yeryüzüne inmiştir. Bir süre sonra da tekrar göğe çıkmıştır.
İkincilere göre : İsa Allah'ın oğludur. Allah onunla
dilediği hususları ortaya koyduktan sonra onu kendi yanına yükseltmiştir.
Üçüncülere göre : İsa (A.S.) da diğer insanlar gibi
Allah'ın kuludur. Bunlar en mutedil ve en makul düşünenleridir. [51]
“Bize gelecekferi gün neler
işitecekler, neler görecekler?! Ama o zâlimler çok açık bir sapıklık
içindedirler.»
Kulak daha çok hakkı ve gerçeği duyup anlamak; göz bu
ikisini görüp idrâk etmek için insana verilmiş iki büyük nîmettir. Bu ilâhî
nîmetleri, diğer bir tabirle armağanları, yaratıldıkları amaca ters düşecek
yollarda kullananlar, âhiret gününde çok şeyler
işitip, çok şeyler göreceklerdir. Açık bir sapıklık içinde olanlar kendilerine
nasıl büyük bir haksızlığı reva gördüklerini o gün çok daha iyi anlayıp derin
bir pişmanlık ve derunî bir tahassür duyup kalacaklardır.
Unutmayalım ki, insana verilen o kadar çok nimet \/ar
ki, onları bir dizi halinde sayıp ortaya koymamız mümkün değildir. Ama ona en
yakın olan birtakım öyle değerli nîmetler de vardır ki, elden gitmediği sürece
insan onların kıymetini pek anlayamaz ve onları kudret kalemiyle plânlayıp
ilâhî tezgâhında şekillendiren yegâne yaratıcıyı hatirlayamaz.
Gözlerini kaybeden kimse, onların ne kadar faydalı ve lüzumlu olduğunu;
kulaklarını, yani işitme duygusunu kaybeden de onun ne kadar işe yaradığını,
onsuz dünyanın pek tadının olmadığını çok daha iyi anlar, ama neden sonra. O
bakımdan her organı, ilâhî plân ve programa uygun amacına çevirerek kullanmak,
adalettir, bunun aksini yapmak ise, büyük bir haksızlıktır. [52]
«Şüphesiz ki biz, yeryüzüne defonda bulunanlara da
vâris olacağız ve onlar ancak bize döndürüleceklerdir.»
Mülkün gerçek sahibi Allah'tır. İnsanlar O'nun
mülkünde eğreti olarak bulunurlar. Ama ne var ki, imân cevherinden yoksun
olanlar kendilerini bulundukları mülkün hakiki sahibi sanıp büyük bir gaflet
içinde ömür sermayelerini tüketirler. Sonunda onlar da, sahibi olduklarını
iddia ettikleri şeyler do mülkün gerçek sahibine döndürülürler.
Yunus Emre bu gerçeği ne güzel dile getirmiştir:
«Mal sahibi, mülk sahibi. Hani bunun ilk sahibi? O da
yalan, bu da yalan, Gel biraz da sen oyalan..»
[53]
Yukarıdaki âyetlerle, İsa Peygamber hakkında farklı
görüş ortaya koyup Kur'ân'm getirdiği en doğru
bilgilere inanmayan Hıristiyanlara, âhiret gününde
ilâhî adaletin tecellisiyle bütün ihtilâfların çözüleceği hatırlatılarak bir
defa daha uyarıldılar. Ölüm olayı meydana gelmeden dönüş yapmalarının
kendileri için çok faydalı sonuçlar doğuracağına işaret edilerek dünya
nimetlerine aldanmamaları tenbıh edildi.
Aşağıdaki âyetlerle, dünya hayatını tek amaç seçip
Allah'ı inkâr eden putperestlerden İbrahim Peygamberin babası konu ediliyor ve
İbrahim Peygamber (A.S.) ile babası arasında geçen söyleşinin önemli kısımları,
ibretli yanları açıklanarak mü'minlere aydınlatıcı
bilgiler veriliyor. [54]
41— Kitapta
İbrahim'i de an. Şüphesiz ki o doğruluk timsalidir; o peygamberdir.
42— Hani bir zaman
o babasına (şöyle) demişti: «Babacığım, hiç işitmeyen, görmeyen ve sana hiç
yararı olmayan şeylere niçin tapıyorsun?
43— Babacığım,
şüphen olmasın ki ilimden sana gelmiyen bana gelmiştir;
onun için bana uy ki seni dosdoğru bir yola götüreyim..
44— Babacığım,
şeytana tapma; çünkü gerçekten şeytan Rahmân'a baş kaldırıp karşı gelmiştir.
45— Babacığım,
doğrusu ben, Rahmân'dan sana dokunacak bir azâp-dan korkarım; o takdirde
şeytana dost ve arkadaş olursun.»
46— Babası ona :
«Ey İbrahim! sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? And
olsun ki, bundan vazgeçmezsen herhalde seni taşlarım. Uzun bir süre beni terkedip uzaklaş» dedi.
47— İbrahim
babasına: «Selâm sana, senin için Rabbimden bağışlanma dileyeceğim. Şüphesiz
ki O benim hakkımda (sizden çok) lütuf ve kerem sahibidir.
48— Sizi Allah'tan
başka taptıklarınızla bırakıp çekilir, Rabbime duâ ederim; umulur ki Rabbima yapacağım duâ ile bedbaht olmam» dedi.
49— İbrahim onları
Allah'tan başka taptıkları şeyle başbaşa bırakıp
çekilince, biz ona İshâk iie
Yâkub'u bağışladık ve onların herbirini
peygamber kıldık.
50— Onlara
rahmetimizden sunduk ve onlar için çok yüce bir doğruluk dili verdik.
«Peygamber (A.S.) Efendimiz'e
soruldu:
— İnsanların
hayırlısı kimdir? Cevap verdi :
— Allah'ın
dostu İbrahim, onun oğlu peygamber İshak, onun oğlu
peygamber Yakub, onun oğlu peygamber Yusuf..»[55]
«Doğrusu kerim oğlu kerim oğlu kerim : İbrahim oğlu İshak oğlu Yakub oğlu
Yusuf'tur.» [56]
Açıklama :
Her peygamber mutlaka kendi çağının en üstün insanı ve
en hayırlı olanıdır. Ne var ki, İbrahim Peygamber ve oğlu İshak,
onun oğlu Yakub ve onun oğlu Yusuf kendi çağlarında
insanlara en hayırlı hizmetlerde bulunanların başında gelirler. Yeryüzünde Tevhîd İnancı'nı yeniden ihya edip insanların önemli bir
kısmını putperestlikten kurtardıkları kesindir. O bakımdan Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz onları saygı ile övmekte ve en hayırlı insanlar olarak
vasıflandırmaktadır.
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e gelince:
O âlemlere rahmet olarak gön-derilen Allah'ın en son
peygamberidir, aynı zamanda insanların en hayırlısı kabul edilen İbrahim
Peygamber'in soyundandır. Soru soran sahabiye cevap
verirken tevazu gösterip kendinden söz etmemiştir. Zira Cenâb-ı
Hak Onu Kur'ân'da övmekte ve âlemlere rahmet olarak
gönderildiğini açıklamaktadır. Onun için başka şahit ve belge aramaya gerek
kalmıyor ki.. [57]
Kur'ân-ı Kerîm, Tevhîd'in ruhiarı serinletici mânasını gönüllere işlerken iki
değişik (canlı ve cansız) putperestlikle mücadele eder. Aynı zamanda bu konuda
geniş çapta malzeme verip insan aklını harekete geçirir.
Bundan önceki âyetlerle, Allah'ın bir «kelimesi», Hakk'ın «kün» emrinden tecelli
edip gelen bir sözü ve O'nun kudretinden kaynaklanan bir ruhu olarak tanıtılan
İsa Peygamberi (A.S.) ilâhlaştıranlar, onu «Allah'ın biricik oğlu» diye tarif
edenler yerildi. Doğup büyüyen, yiyip içen, gezip dolaşan, yaşlanıp ölen bir
canlının tanrı olduğunu iddia etmek, Allah'ın da sonradan bir başka tanrı
tarafından yaratıldığına yol açar ve bu bir zincirin halkaları gibi,
illet-mâlûl doğrultusunda sürüp gider. Bilimsel olarak bu sonu gelmeyen
illet-mâlûl zincirlemesi mümkün kabul edilemez. Yaratanla yaratılanı aynı
ölçüde kabul etmek ise, muhaldir.
O halde İsa Peygamber bedeniyle insan, ruhuyla
melektir. Zaten bu iki sıfat her insanda mevcuttur; ancak İsa Peygamber'de daha
çok belirgindir..Çünkü ara yerde Melek Cebrail'in nefhası
söz konusudur. Hem ruhlar daha çok Melekût Âlemine
yakındırlar. İsa Peygamber'in ruhu ise Me-lekût Âlem'inin başı Melek Cebrail'in nefesiyle birleşip
öylece cismanî âleme intikal sağlamıştır. Diğer ruhlar ise, Melek Cebrail'in
nefesiyle birles-memiştir.
Bu, İsa (A.S.)ın ruhunu çok güçlü kılmış, taşıdığı
kudreti mutad ölçülerin dışına çıkarmıştır. Onun için
İsa Peygamber'e «Allah'tan bir ruh», «Allah'ın kelimesi», «Hakk'ın
kün emrinden kaynaklanan sözü» denilmiştir.
Unutmamak gerekir ki, ruhların hepsi de Allah'tandır,
yani O'nun yüce kudretinin fizikötesinde tecelli eden tezahürleridir; ne var
ki, İsa (A.S.)ın ruhu, Allah'ın yarattığı en büyük
ruh olan Melek Cebrail'in, mahiyeti ve keyfiyeti bizce meçhul üflemesiyle
birleşip ana rahmine intikal sağlamıştır. Biyolojik kanunlarla spermanın
yumurtalığa geçmesiyle oluşan cenin, bu defa Allah'ın
«ol emrbyle Cibril'in nefhasının
tezahürüyle oluşuyor. O sebeple İsa {A.S.) «Hakk'ın
sözü» oluyor.
Sonuç olarak İsa (A.S.), değişik bir sünnetle
yaratılıyor ve Allah'ın kullarından bir kuldur, aynı zamanda insandır. Aşırı
derecede maddeye eğilimi olan İsrail oğulları'nı dünya ile âhiret
arasında bir sınıra getirip dengede tutmak için ilâhî kudretin yüceliğini daha
ayrı ve daha belirgin anlamda kendinde taşıyan bir peygambere ihtiyaç vardı,
İsa Peygamber hem o kudreti, hem o ihtiyacı yansıtır.
Yukarıdaki âyetlerle ikinci kademede ilâhlaştırılan
putlara ve putperestlere dikkatler çekiliyor; Yahudiler, Hıristiyanlar ve
müşrikler tarafından sevilen İbrahim Peygamber'in (A.S.) putlarla ve
putperestlerle, aynı zamanda putperest olan babasıyla seviyeli mücadelesi konu
ediliyor. Böylece canlı ve cansız tanrılar inancı kökünden çürütülüp yıkılıyor
ve insan ruhunun tek devası ve gıdası olan «Tevhîd
İnancı» getiriliyor. [58]
«Kitapta İbrahim'i de an. Şüphesiz ki o doğruluk
timsalidir; o peygamberdir.»
Doğruluğun timsali ve Allah dostluğunun önde gelen
bahtiyar insanı, risâlet bağının sevilen ve sayılan
gülü İbrahim Peygamber (A.S.), putperestlerle seviyeli ve örnek alınacak bir
mücadele sürdürebilmek için önce putperest olan babasını Allah'ın varlığına ve
birliğine inandırması gerekiyordu. Burada dört basamaklı bir irşat metodu
uygulamıştır.
1— Önce ilâhlık
vasfıyla bağdaşamayan sıfatları getirdi ve «Hiç bir şeyi işitmeyen, görmeyen ve
sana hiçbir yarar sağlamayan bu cisimlere neden taparsın?» sorusunu yöneltti.
Sıradan bir hayvan kadar olsun işitmeyen, görmeyen ve
hiçbir yarar vermeyen, insan eliyle şekillendirilen taşlara ilâh deyip tapmanın
hiçbir makul ve mantıklı yanı yoktur. Heie iyice bir
düşün, böyle bir inanç ve bağlanış sana ve başkalarına ne kazandıracak veya ne
kazandırmıştır?
2— Bir olan, dengi
ve benzeri bulunmayan Allah hakkında sana gelmeyen, ama bana gelen sağlam bir
bilgi vardır. Onunla ben hakkı bâtıldan ayırt ediyor, en doğru yolu görüp
gösterebiliyorum. Bu hususta benim maddî olarak hiçbir çıkarım yoktur, belki
çok kaybım vardır. Ama gerçeği bulmak, hakkı anlayıp inanmak her insanın
değişmeyen gıdası ve ilk-son amacıdır.
3— İnsanı bu gibi
yanlış yollara iten ve durmadan verdiği sinyallerle, fısıltılarla kafa ve
kalplerimizi bulandıran gizli bir kuvvet vardır ki o, şeytandır. Onun işi, hep
hakkı unutturmaya, bâtılı çekici kılmaya yöneliktir, yani hep bunu
gerçekleştirmekle uğraşır. Çünkü o, ilâhî plândaki yeri gereği, insanların
ebedî düşmanıdır. O halde ona uymak bir bakıma ona tapınmak demektir. Aklı ve
idrâki olan hiç kimse, kendisine ebedî düşman olan İblîs'e tapmaz.
Rahman olan Allah'a baş kaldıran, isyan eden bu sinsi
ve gizli güçten merhamet ve yardım beklemek çok gülünç olur.
4— Aklın kabul
ettiği doğru yola girilmediği takdirde, bu varlık âlemini sonsuz ve sınırsız
kudretiyle düzenleyip tedbiriyle idare eden Allah'ın âdet ve sünnetine ters
düşülmüş olur ki, bu kanun kendisine ters düşenleri affetmez; çünkü şaşmaz.
Böylece İbrahim Peygamber (A.S.) önoe
söze : «Babacığım,» diyerek sevgi ve saygısını, aynı zamanda bağlılığını dile
getiriyor. Sonra onu, sonu hüsran olan bir yoldan uzaklaştırmak istediğini
söylüyor. Sonra da insana yakışanın Allah'a imân etmesi olduğunu hatırlatıyor.
Bu açıdan hareketle onu şeytanın tuzağından kurtarmaya çalışıyor. Olumlu sonuç
alamayınca da ilâhî sünnetin vuracağı elim tokatı
hatırlatıyor. [59]
(Babası ona:«Ey İbrahim! sen benim tanrılarımdan yüz
mü çeviriyorsun? And olsun ki bundan vazgeçmezsen
elbette seni taşlarım. Uzun bir süre beni terkedip
uzaklaş» dedi.»
İbrahim, babasına: «Selâm sana, senin için Rabbımdan bağışlanma dileyeceğim. Şüphesiz ki O benim
hakkımda (sizden çok) lütuf ve kerem sahibidir» diyerek hilm
sıfatından kaynaklanan irşadının devam edeceğine işaret etti.
İrşat ve tebiîğ olumlu sonuç
vermeyince, İbrahim Peygamber daha fazla ısrar etmenin yararlı olmayacağını
düşünüp babasının son olarak ne diyeceğini bekliyor. O da aşırı tepki gösterip
bir süre kendisinden uzak kalmasını söylüyor ve bir bakıma onu buna mecbur
tutuyordu.
Her şeye rağmen İbrahim Peygamber büyük bir terbiye ve
nezaketle babasının kalbine girmeğe çalışıyor ve bu arada uzaklaşacağını, ama
yine de onun için Allah'tan bağışlanma dileyeceğini -sevgi ve saygının güzel
bir örneği olarak- söylüyor. Sonra da selâm dileğinde bulunarak ayrılıyor.
Çünkü İbrahim Peygamber kendine düşeni yapmış, imân kıvılcımını kalp ve
kafalara attıktan sonra onları putlarıyla başbaşa
bırakmayı uygun görmüştür.
Neden? Çünkü İbrahim Peygamber gereken irşadı yapmış,
hakkın sesini duyurmuş, bir olan Allah'a imân etmenin tohumunu atmıştı.
Gerisini Allah'a bırakıp uzaklaşmıştır. Çünkü taşlanarak öldürülme tehdidiyle
burun buruna gelmiş bir ortam söz konusuydu. [60]
Peygamberlik görevi, doğru yola irşat, Allah'ın emirlerini
kusursuz tebiîğ etmektir. Öyle ki, peygamberin yetki
alanı bu çizgiye kadar uzanır ve son bulur. Ondan sonrası Allah'a aittir; irşat
edilenleri dilerse doğru yola iletir, dilerse sapıklıkları içinde bırakır.
Şöyle ki: İrşat edilen kimse içindeki cevheri, yani Allah ve din duygusuyla
ilgili mayayı doğru yola döndürmek isterse, Cenâb-ı
Hak onu buna lâyık gördüğü takdirde doğru yolun kapısını açar ve kuluna
yardımcı olur. Ehil ve lâyık görmediği takdirde kendi haline bırakır ve lâyık
olma düzeyine gelmesini bekler. Bu da sünnetul-lah gereğidir. Ona «hidâyet sünneti» de denilebilir.
İşte İbrahim Peygamber de irşat görevini belirli
çizgiye getirdikten sonra -babasına olan sevgi ve saygısı sebebiyle- senin için
Rabbımdan bağışlanma dileyeceğim, diyerek hidâyeti
Allah'a bırakıp aradan çekilmiştir.
Tebiîğ ve irşat görevini yerine getirirken öfkelenmek,
kabalık göstermek, kızmak, incitmek yoktur. İncelik, nezaket, edep, terbiye ve
ağır başlılık önde gelir. İbrahim Peygamber de bunu en güzel şekilde sergilemiş
ve bizlere güzel örnekler bırakmıştır. [61]
«Sızi Allah'tan başka
taptıklarınızla bırakıp çekilir, Rabbime dua ederim. Umulur ki Rabbıma yapacağım duâ ile bedbaht olmam..»
İnsan için hiçbir nîmet, dîn ve Allah'a dosdoğru imân
kadar aziz ve lüzumlu değildir. Ana-babaya, bizi Allah'a karşı isyana ve günaha
çağırmadıkları sürece itaat edilir. Ana-babaya itaat ile Allah'a imân ve O'na
kulluk arasında bir tercihte bulunma durumuyla karşılaşılınca, elbetteki
Allah'a iman tercîh edilir. Çünkü Allah'ın hatırı daha yüksek, bize olan lûtfu ve keremi çok daha büyüktür.
İbrahim Peygamber (A.S.)ın
hayatının bir bölümü bu tercihin misalini oluşturur. Allah için, O'nun rızası
doğrultusunda kararını vererek babasını terketîi,
aile bağları bir bakıma koptu. Allah da İbrahim'e (A.S.) daha hayırlısını
verdi; ona İshak'ı ve ardından da Yakub'u
bağışladı. Küfür üzere kalan babasının yerine peygamberlik payelerine yükselen
bir oğul, bir de torun lütuf ve ihsan etti.
Böylece o, şerri atıp uzaklaşınca, Cenâb-ı
Hak hayrın kapısını açtı. Bu da Allah'ın sünnetlerinden biridir. O halde kişi
saplandığı şerri atmadıkça hayra erişemez. Hızır (A.S.)ın
ileride tam şer ve fitne olacak çocuğu öldürmesi, bunun gaybe
dayalı açık misallerinden biridir. İbrahim Peygam-ber'in (A.S.) şer olan babasını terketmesi
bize bu güzel sünneti ve ilâhî hikmeti hatırlatmaktadır. Artık o ailede
doğruluğu ifade eden dil birbirini izledi de, İshak'tan
Yakub'a; Yakub'dan Yusuf'a
miras kaldı.. [62]
Bu âyetler indiği günlerde, Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz Mekke'de çok sıkıntılı anlar ve dakikalar geçirmekteydi. Yakın
hısımları ona sırt çevirmiş, akrabalık bağlarını koparmışlardı. Kureyş'in ileri gelenleri Hz.
Muhammed'-in (A.S.) vücudunu ortadan kaldırmanın yollarını ve çarelerini
aramakla meşgul bulunuyorlardı. Ortada tam bir zulüm ve terör havası hakim idi.
Yapılacak fazla bir şey kalmamıştı. Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz teblîğ ve irşat görevini kusursuz sürdürmüş, belli bir çizgiye gelip
dayanmıştı. Gerisi Allah'ın yüksek takdirine bağlıydı. O bakımdan İbrahim
Peygamber'in (A.S.} Allah ve din uğrunda babasını ve ülkesini terketmek zorunda kaldığı gibi, Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'in de bir gün Mekke'yi terketmesi gerekiyor ve bunun için ilâhî emri bekliyordu.
İşte böylesine netameli ve sıkıntılı bir dönemde İbrahim (A.S.) kıssasıyla
ilgili âyetler indirilerek mü'min-lere
hem teselli verildi, hem de hicretin pek yakın olduğuna işarette bulunuldu.
Sonuç olarak bu âyetler mü'minlere
şu gerçeği ilham etmektedir; Din ve vicdan hürriyetine kilit vurulan bir ülkede
başka çare kalmayınca mü1-minlerin başka bir ülkeye
hicret etmesi caizdir, hattâ bazı hallerde vaciptir. [63]
Yukarıda geçen âyetlerle, Mekke'de büyük sıkıntılar
içinde kıvranan mü'minleri teselli etmek için İbrahim
(A.S.) kısasının öğüt ve ibret alınacak safhaları anlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle, yine mü'minlerin
moralini yükseltmek ve her sıkıntıdan sonra mutlaka bir genişliğin ve
ferahlığın başlayacağını müjdelemek için Musa (A.S.) kıssasından beş önemli
madde zikrediliyor. [64]
51— Kitapta
Musa'yı da an. Şüphesiz ki o, (Tevhîd Dininde) samimi
ve katıksız idi ve o bir resul, bir nebî idi.
52— Ona Tûr
dağının sağ tarafından seslenmiş, konuşmak için onu yaklaştırmıştık.
53— Ve
rahmetimizden kardeşi Harun'u peygamber olarak ona (bir rahmet bağışı olarak)
verdik.
«Kitapta Musa'yı da an.
Şüphesiz ki o, (Tevhîd
Dininde) samîmi ve katıksız idi ve o bir resul, bir nebî idi.»
Bilindiği gibi, her peygamber Tevhîd
esaslarına bağlı olmakla ve onu insanlara tebliğ etmekle görevlendirilmiştir. Kimine
kitap ve şeriat, kimine yalnız bazı öğütleri ve ahlâkî kuralları içeren sahifeler; kimine önceki ki-taplan
tebliğ edip uygulama verilmiştir. Bunlardan beş tanesi «Ulu'l-azm» yani büyük azim ve irâde sahibidir: Nuh, İbrahim,
Musa, İsa ve Muham-med (Salât-ü selâm hepsine olsun). Meryem Sûresinde bunlardan
dördünün kıssası çeşitli yönleriyle misal ve öğüt mahiyetinde anlatılıyor.
Hepsi de kendilerine verilen ilâhî bilgilerle, Allah'ın varlığını, birliğini,
ilim ve kudretinin sınırsızlığını, gönderildiği kavim ve milletlere tebliğ
etmeğe çalışmış ve bu uğurda çetin mücadeleler vermişlerdir. Şüphesiz ki,
hepsi de aynı kaynaktan beslenmiş, aynı ışığı yansıtmışlardır.
Allah'ın peygamberlere olan lûtf-u
ihsanı hem kademeli, hem de farklı özellikte olmuştur. Peygamberlik ilâhî mevhibe olduğuna göre, her uyarıcı nebinin, bulunduğu
şartlara, ortama ve gönderildiği kavim veya milletinin ekonomik, kültürel
ortamına ve inancına göre, birtakım bilgilerle donatıl-, dığı
kesindir. O bakımdan peygamberler «tevhîd esasında»
birleşmekle beraber, şer'î esas ve kurallar bakımından farklı derecededirler. [65]
Musa (A.S.) hakkında bu iki sıfat birden
kullanılmıştır. Bu iki sıfatla donatılan peygamberlerin 313 tane olduğu,
onlardan 5 tanesinin de yukarıda belirttiğimiz gibi «Ulû'l-azm» sayıldığı söylenir.
Resul : Kendisine şeriat verilen ve onu tebliğ ile
görevlendirilen peygamberdir,
Nebî: Kendisine şeriat verilmeyen, ancak önceki
şeriatı uygulayıp yaymakla görevlendirilen peygamberdir, Bu tarife göre, her resul
aynı zamanda nebidir de; ama her nebî resul olmayabilir. [66]
«Ona Tûr dağının sağ tarafından seslenmiş, konuşmak
için onu yaklaştırmıştık,.»
Soğuk bir mevsimde Musa (A.S,) ailesiyle birlikte Medyen'den çıkıp Mısır'a giderken, ailesini ısıtmak için
ateş aramaya başlamıştı. Derken Cenâb-ı Hakk'ın kelâm sıfatı, nur veya ateş görünümünde bir ağaçta
tecelli etti. Musa, ateş sandığı o nuru görünce, ona doğru ilerliyor. Bu arada
o nurdan ses geldi: «Ey Musa! şüphesiz ki ben senin Rabbınım...»
[67]
Arkasından edeb makamında olduğu, kutsal Tûvâ vadisinde bulunduğu hatırlatılarak ayakkaplarını
çıkarması emredildi. Böylece ilâhî vahiy surette tecelli edip öylece Musa'nın
(A.S.) kulağına, oradan da kalbine intikal sağladı.
Ne \/ar ki, Musa Peygamber, arada Melek Cebrail
olmadığı halde ağaçta tecelli eden ve öylece suretten intikal eden vahyi
alırken bayılmıyor ve kendinden geçmiyordu. Oysa Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, inen vahyi alınca kendinden geçiyor, bedeni bir bakıma ruhlaşıyordu.
Bu iki peygamber ve tecelli bakımından iki farklı
vahiy arasındaki nüans nedir? Bunun cevabını en güzel şekilde Şeyh Muhyiddin Arabî (K.S.) Fütuhat-i-Mekkiyye
adlı eserinde, özetle şöyle vermiştir:
«Musa Peygambere gelen vahiy ağaçta tecelli eden
suretten geliyor ve o da bu sesi kulağıyla işitiyordu. Bu bakımdan ne bedeniyle
ruhlaşmaya İhtiyacı vardı, ne de fazla bir ağırlık hissediyordu. Çünkü suretten
surete gelen vahiy söz konusu idi.
Hz. Muhammed'e (A.S.) gelen vahiy, surette tecelli
etmeden Melek Cebrail vasıtasıyla doğrudan kalbe ilka
ediliyordu. Öyle ki, o, suret sınırını aşıyor, ruha inerek gerçekleşiyordu ki
bu, kaldırılması çok zor manevî bir ağırlık arzediyordu.
0 kadar ki, Resûlüllah (A.S.) Efendimizi terletip
bedenî yapısını bir bakıma muattal duruma getiriyordu.»
Bundan anlaşılan odur ki : Kalbe ilka
edilmeden surette tecelli eden vahiy hafifliyor ve suretten surete geçişte fazla bir ağırlık hissettirmiyordu. Ama doğrudan
büyük ruh Melek Cebrail vasıtasıyla indirilen vahiy kalbe ilka
edilince, tahammülü zor bir durum meydana geliyor, beden bir bakıma hareketsiz
kalıp ruh bütünüyle faal duruma geçiyordu. [68]
«Ve rahmetimizden kardeşi Harun'u peygamber olarak ona
{bir rahmet bağışı olarak) verdik.»
Harun Peygamberin Musa'ya (A.S.) yardımcı verildiğinin
anlatılması, sadece tarihî bir olayı anmak değil, bu olaydan bizden yana olumlu
bir sonuç çıkarmamızı ilham etmektir. Kur'ân'ın öğüt metodlarından biri de budur. Tarihî bir olayın önemli
safhalarından bir kaçını nakleder; her safhayı bir amaca ve hikmete yönelik
biçimde âyetler arasına serpiştirir; gerisini mü'minlerin
anlayış ve irfanına bırakır.
Harun Peygamber'in burada Musa Peygamber'e yardımcı
verilmesi bu ölçü ve hikmet çerçevesindedir. Bize, Allah'ın dinini yaymaya ve
insanları irşada çalışırken yanımıza bilgili, fakat konuşma tekniğini iyi bilen
ve beceren kişileri yardımcı almamızı öğütler. Nitekim Kur'ân'ın
bir diğer yerinde, Harun Peygamber'in Musa Peygamber'den daha fasih konuştuğu,
yani söz söyleme sanatında ileri olduğu, ses tonunun ve ağız yapısının buna
daha elverişli bulunduğu açıklanmaktadır. [69]
Kur'ân-ı Kerîm ilgili âyetlerle, Mekke'de zor günler
geçirmekte olan mü'minleri teselli ederken ve
kurtuluş günlerinin çok yakın olduğuna işarette bulunurken iki önemli hususa
dikkatleri çekmektedir. Birincisi, hicretin yakın olduğu; ikincisi hicret
esnasında Hz. Muhammed'e, irâdesi yerinde bir
arkadaşının yardımcı olacağıdır. Zira böyle bir dönemde Harun Peygamber'in Musa
Peygamber'e yardımcı verilmesinden söz edilmesi çok anlamlıdır.
Diğer önemli bir husus da şudur: Musa Peygamber küfür
diyarında risâlet göreviyle ortaya çıkarken üç önemli
vasfı kendinde taşıyordu: İhlâs, resûllük ve
nebîlik.. Bu ücü de önüne geçilmesi
zor bir azim ve irâde doğurmakta, engelleri aşacak bir kudret meydana
getirmektedir. Nitekim Musa Peygamber bu kudretle Fir'avn
ve yandaşlarının karşısına çıkmış, bununla Mısır'ı terkedip
Kızıldeniz'i geçmiş ve yine bununla çölü aşmıştır.
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'de bu üç
sıfat, bütün insanlara kıyamete kadar yol açacak, ışık tutacak bir
genişlikteydi. O bakımdan Mekkeli müşriklerin bütün plânlarını, hile ve
düzenlerini neticesiz bırakacak ve salimen Medine'ye hicret edecekti. Nitekim
öyle oldu. [70]
Yukarıdaki âyetlerle, Mekke'de zor günler geçiren Ashab-ı Kirâm'ı teselli etmek ve
kurtuluş günlerinin yakın olduğunu ilhamda bulunmak için Musa Peygamber'in
kıssasından önemli bir parça anlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle, İsmail Peygamber'in (A.S.) altı
kadar özelliği belirtilerek yakında ilâhî emirleri tebliğ edip u/gulama imkânlarına erişileceğine işaret ediliyor. Sonra da
bütün mü'minlere, din bilgisini önce kendi aile
fertlerine ve yakınlarına öğretmeleri isteniliyor. [71]
54— Kitapta
İsmail'i de an. Doğrusu o sözünde sâdık bir kimse; (aynı zamanda) bir resul ve
nebî idi.
55— Ailesine ve
yakınlarına namaz ve zekât ile emrederdi ve o, Rab-binin yanında beğenilmiş,
hoşnutluğa erişmişti.
«Münafığın alâmeti üçtür:
1— Konuştuğu
zaman yalan söyler,
2— Söz verdiği
zaman onu yerine getirmez,
3— Kendisine bir
şey emanet edildiğinde, hıyanet eder.» [72]
«Şüphesiz ki Cenâb-ı Hak,
İbrahim'in evlâdından İsmail'i seçip beğenmiştir......» [73]
«Gece kalkıp namaz kılan ve eşini de uyandıran; eşi
uyanıp kalkmak istemediğinde onun yüzüne su serpen adama Allah rahmetini ihsan
buyursun. Ve gece kalkıp namaz kılan, bu arada kocasını uyandıran, uyanmadığında
onun yüzüne su serpen kadına da Allah rahmetini ihsan eylesin.» [74]
«Adam gece uyanır, karısını da uyandırarak namaz
kılarlarsa, Allah'ı çokça ananlardan yazılırlar.» [75]
Kur'ân-ı Kerîm'de, Arapların atası kabul edilen ve
Peygamberimizin (A.S.) soyunun ulaştığı İsmail Peygamber'e özel bir yer
verilmiştir. O, annesiyle beraber ilk Mekke vadisine getirilip yerleştirilen
bir peygamberdir. Arkalarından Cürhüm kabilesi gelip
Mekke'ye yerleşmiş ve İsmail Peygamber hem onları Allah'ın birliğine dâveî ile görevlendirilmiş, hem de o kabileden bir kız ile
evlenmiştir.
İsmail Peygamber'in (A.S.) bazı özellikleri:
1— Sözünde duran, va'dini
yerine getiren sadık bir kimseydi.
2— Babası İbrahim
Peygamber'e (A.S.) indirilen 10 sahifeyi teblîğ ile
görevliydi; o bakımdan hem nebî, hem de resul idi.
3— Ailesine ve
kabilesine namaz ve zekât gibi iki önemli ibâdeti emretmiştir.
4— Bu bakımdan
Allah katında seçkin bir yeri, rıza mertebesine yükselen bir makamı vardır. [76]
İsmail Peygamber'in (A.S.) dört önemli vasfı, toplumun
manevî ve sosyal dengesini sağlayan faktörlerdir. Şöyle ki : Toplum eğitimiyle
yakından ilgili bulunan kişilerin önce söz ve davranışlarıyla güven telkin
etmeleri ve örnek hareketlerde bulunmaları şarttır. Şüphesiz ki bu, kendini ve
düşüncelerini topluma kabul ettirmenin ilk basamağıdır. İkinci basamak ise, her
olayın, her bilginin en doğrusunu vermeye çalışmaktır. Bu, güveni ve istikrarı
daha da artırır. Toplumu saptırmak isteyen kötü niyetlilere fırsat bırakmaz ve
alanı onlara terketmez.
Namaz ve zekât ibâdetini, ciddi bir müfredat ve
yöntemli bir programla kalplere işlemek üçüncü basamağı teşkil eder. Namaz,
inanan toplumda cemaatleştirmeyi, kaynaştırıp bütünleştirmeyi sağlar. Zekât,
sosyal dengeyi ayakta tutar.
İşte Cenâb-ı Hakk'ın hoşnutluğuna erişmenin basamakları, imândan sonra
özet olarak belirttiğimiz bu faktörlerdir. [77]
İsmail (A.S.) kıssası, iki önemli husus daha
yansıtmaktadır. Birincisi: Mekke'de ekonomik abluka altında bulunup rahat
ibâdet edemiyen mü'min-lere, yakında ortaya koydukları doğruluk, güvenilirlik
havasının Arap Ya-rımadası'na
yayılacağı ve haklara tecavüze son verileceği teselli mahiyetinde anlatılıyor.
İkincisi: Yine yakın bir zamanda İslâm ahkâmının rahatlıkla tebliğ
edilebileceği bir ülkeye hicret edileceği kapalı şekilde müjdeleniyor. Sonra
da İbrahim (A.S.)ın soyundan gelen Resûlüllah (A.S.) Efen-dimiz'in
sıradan bir kimse olmadığı, en soylu ailelerden seçilip bu düzeye
getirildiği hatırlatılıyor. [78]
Yukarıdaki âyetlerle, İsmail Peygamber'in bazı önemli
özellikleri anlatılarak toplumu yönlendirme ölçü ve kıstasları veriliyor.
Sonra da çok sıkıntılı günler geçirmekte olan mü'minlerin
yakında Mekke'deki küfür çemberini aşıp selâmete erişecekleri ve ilâhî ahkâmı
rahat tebliğ edebilecekleri bir ülkeye göç edecekleri kapalı şekilde haber
veriliyor.
Aşağıdaki âyetlerle, doğruluğun timsali olan İdris Peygamber'e.dikkatler çekiliyor ve doğruların eninde
sonunda kurtulup selâmete erişecekleri müjdeleniyor. [79]
56— Kitapta İdris'i de an. Doğrusu o, doğruluğun timsali bir peygamberdi.
57— Biz onu yüce
bir yere yükselttik.
Sahîh hadîslerde, Mi'rae
gecesi Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in
İdris Peygamberle dördüncü semada buluşup görüştüğü
belirtilmektedir, [80]
Müfessirlerin tesbitine
göre, asıl adı Ahnuh'tur. Nitekim Tevrat'ta da buna
az yakın bir isimle anılmıştır. Nuh Peygamber'in (A.S.) babasının dedesi
olarak bilinir. Müfessirlerden bir kısmına göre, asıl adı Hanok'tur.
Onlar bu hususta Tevrat'ın şu kayıtlarını dikkate almışlardır:
«Ve Hanok altmış beş
yaşında, Metuşelah'ın babası oldu ve Metuşe-lah'ın babası olduktan
sonra, Hanok üç yüz yıl Allah ile yürüdü ve oğullar
ve kızlar babası oldu ve Hanok'un bütün günleri üç
yüz altmış beş yıl oldu ve Hanok Allah ile yürüdü ve
gözden kayboldu; çünkü onu Allah aldı.» [81]
Tevrat'ın aynı bölümüne göre, Hanok
beşinci babada Adem'e ulaşmaktadır. Böylece Nuh Peygamber'den çok önce geldiği
anlaşılıyor, [82]
Yine aynı kayıtlarda, Nuh Peygamber'in üçüncü batında İdris'e, yani Hanok'a ulaştığı zikredilmektedir.
İdris'in asıl adının Ahnuh olduğunu
söyleyenlerden biri de Lübabu't-te'vîl
sahibi Alâeddin Ali'dir. Oysa Tevrat'ta böyle bir
isme rastlayamadık. İhtimal, onlar Hanok'u Ahnuh şeklinde telâffuz etmişlerdir.
Kesin olmayan rivayetlere göre, kalemle ilk yazı
yazan, ilk elbise diken, ilk dikili elbise giyen, ilk silâh yapıp kullanan ve
ilk hesap ilmiyle meşgul olan peygamber, İdris
(A.S.)dır. [83]
Kendisine 30 sahife
indirildiği rivayet edilir.
İdris Peygamber hakkında senedi olmayan birtakım gayr-i
sahîh rivayetler, kıssalar anlatılmıştır. Müfessir Kurtubî
bile, bunların sahîh olmadığını bildiği halde tefsirinde bu kabil rivayetlere
çeşni olsun diye yer vermiştir. [84]
Yapılan ciddi tesbitlere
göre, hadîs bölümünde belirttiğimiz gibi, İdris Peygamber'in
dördüncü semada olduğu ve Mi'rac gecesinde Resûlüllah'ın (A.S.) onunla görüştüğü anlaşılmıştır. Müslim
ve Ahmed b. Hanbel bu rivayeti
sahîh görüp nakletmişlerdir. [85]
Kur'ân-ı Kerîm'de İdris
Peygamber'den iki yerde bahsedilmektedir. Birincisi, konumuzu oluşturan 56.
âyette, ikincisi Enbiya sûresi 85. âyette.. Meryem sûresinde İdris (A.S.)ın hem sıddîk, hem nebî olduğuna temas edilerek, her iki
mertebeye lâyık görüldüğü açıklanır. Sonra da bu iki özelliğiyle yüksek bir
mekâna yükseltildiğine dikkatler çekilir. Enbiyâ sûresinde ise, onun Allah
yolunda, Hakk'ın emirlerini tebliğde, inkarcı
sapıklarla mücadelede ve ibâdeti kâmil anlamda yerine getirmede sabreden bir
peygamber olduğu belirtilir. Arkasından her peygamber gibi, onun da iyi, yararlı
bir kişi olduğu eklenerek iki ayrı özelliği yansıtılır. [86]
Ashab, Tabiîn ve diğer ilim adamlarının bu yükseltilmeyle
ilgili görüş ve yorumları farklıdır. Onları özetleyip şöyle sıralayabiliriz:
1— Ashabtan Enes b. Mâlik (R.A.) ile
Ebû Saîd el-Hudrî'ye (R.A.) göre, dördüncü semaya yükseltilmesidir.
2— İbn Abbas ve Tabiîn'den
Dahhak'a göre, altıncı semaya yükseltilmesidir. [87]
Sahîh-i Müslim'in Sabit el-Bünanî'den,onuri da Enes b. Mâlik (R.A.)den
yaptığı rivayet birincilerin yorumunun daha sıhhatli olduğunu göstermektedir.
3— el-Hasen ve arkadaşlarına
göre, bundan maksat, Cennet'e yükseltilmesidir, [88]
Bu yükseliş ruhen mi, yoksa hem ruhen, hem de bedenen
mi gerçekleşmiştir? Bu konuda elimizde kesin delil yoktur. Bir takım sahih
olmayan ve çoğu İsrâiliyat kapsamına giren rivayetler
vardır ki, ilim adamlan onları hiçbir zaman delil
seçmemişlerdir.
Bize göre, iki yorum söz konusudur:
1— Peygamberlerin
ruhî yapıları çok daha gelişmiş kabul edilir. O bakımdan Cenab-ı
Hak, İdris Peygamber'i bir süre mâna âlemine yükselterek
kudretini izhar etmeyi dilemişse, o takdirde, onun bedeni ruhuna dönüşmüş ve
öylece maddî kayıtlardan sıyrılıp beşerî ihtiyaçlardan arınarak yükselmiştir.
Tıpkı İsâ Peygamber'in göğe yükseltilme olayında olduğu gibi..
2— İdris Peygamber birçok ilâhî inayetlere mazhar
kılındığı ve Tevrat'ın beyânı veçhile üç yüz yıldan fazla yaşadığı için, Cenâb-ı-Hak onun ruhunu yüce bir makama yükselterek ayrı
bir iltifatta bulunmuş demektir. Öyle ki, onun ruhuna bir özellik tanımış,
ruhlar ve mefekûî âlemlerinde ona özel bir yer ayırmıştır.
Şeyh Muhyiddin Arabî (K.S.),
Füsûsü'l-Hikem adlı
kıymetli eserinde İdris bahsinde keşif yoluyla mekân
ve mekânet kavramları üzerinde durarak hayli geniş
açıklamalarda bulunmuş ve meraklıları doyuracak ölçüde bilgi vermiştir. Biz
burada konunun detayına girmek istemediğimizden, İbn
Arabi'nin açıklamasını nakletmeye gerek görmedik. [89]
1— İmân temeli üzerinde filizlenen doğruluk ağacı, elbetteki
hem dünyada, hem de âhirette çok yukarılara doğru
dal budak salıp yükselir. O bakımdan Cenâb-ı Hak,
doğruluğu kendine virt ve rehber edinen İdris Peygamber'i
hem dünyada, hem de âhirette yüce makamlara
yükseltmiştir. Dünyada yükseltilmesi, isminin hem Tevrat, hem de Kur'ân'da baki kılınmasıdır. Ayrıca kendi çağında da
saygıdeğer manevî bir makamda bulunuyordu.
O halde hayat çarkını doğruluktan yana çalıştıran ve
hayatı boyunca doğruluktan ayrılmayan mü'minlerin
hem dünyada iyi bir isim ve unutulmaz bir çığır bırakacakları, hem de âhirette yüce makamlara yükseltilecekleri
müjdelenmektedir.
2— Salih amel,
imânın en güzel ürünüdür. Böylece imânla sâlih ameli
birleştirip bütünleştiren İdris Peygamber, ilâhî
iltifata lâyık görülmüştür. Onun gibi, bu ikisini birleştirip birlikte yürüten mü'minlerin de hem dünyada, hem de âhirette
ilâhî iltifata lâyık görüleceklerinden şüphe etmemek gerekir.
3— İdris Peygamber sıdk-u selâmetle
görevini yerine getirdiğinden Cenâb-ı Hak onu lâyık
olduğu güven makamına yükseltmiştir. Mekke'de teblîğ ve irşat hizmetini
sürdüren Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'i
fazlasıyla üzen müşriklerin saldırıları artık son kertesine gelip dayanmıştı. O
bakımdan Cenâb-ı Hak İdris
(A.S.) kıssasını anarak pek yakında kendi Resulünü güvenli bir yere
ulaştıracağını ilham ediyor ve bunun için kâfirlerin sonlarının yaklaştığına
işarette bulunuyor. Nitekim çok geçmeden o üzüntülü
günler gerilerde kaldı. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz
lâyık olan bir toplumu irşada me'mur edildi ve
böylece Medine'ye hicret emri indi. [90]
Yukarıda geçen âyetlerle, Mekke'de iyiee
bunalan mü'minlere tesellide bulunmak ve kurtulup
yükselmenin pek yakın olduğunu haber vermek için İdris
Peygamber'in kıssasından iki önemli safha anlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle, isimleri anılan peygamberlere
dikkatler çekiliyor. Onlardan sonra gelen kavim ve milletlerin çoğunun namazı
bırakıp şehvetlerine uymak suretiyle peygamberlerin yolundan ayrıldıkları
açıklanıyor. O bakımdan azgınlıklarının cezasız kalmayacağına dikkatler
çekilerek yaşamakta olanlar uyarılıyor. Sonra da Ashab-ı
Kiram gibi iyi-yararlı amellerde bulunanlara hazırlanan sonsuz mükâfatlar konu
ediliyor. [91]
58— İşte
bunlar Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberler; Âdem'in soyundan,
Nûh ile beraber taşıdıklarımızdan; İbrahim ile İsrail'in (Yakub)
neslinden; doğru yola erdirdiğimizden ve seçtiklerîmizdendirler. Rahmân'ın
âyetleri onlara okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlardı.
59— Bunların
ardından (bozuk) bir nesil geldi, namazı bıraktılar, şehvetlerine uydular.
Onlar da azgınlıklarının cezasını bulacaklardır.
60— Ancak
tevbe edip imân eden ve iyi-yararlı işlerde bulunanlar müstesna.. Bunlar Cennet'e
girecekler ve hiçbir haksızlığa uğramıyacak-lar,
61— Rahmân'ın
kullarına gıyaben va'dettiği ÂDN Cennetlerine girecekler.
Şüphesiz ki O'nun va'di yerine gelecektir.
62— Orada
boş-anlamsiz bir söz değil, sadece «selâm»
işitecekler. Onların orada sabah akşam rızıkları
hazırdır.
63— İşte bu Cennetlere kullarımızdan
(Allah'tan) korkup (fenalıklardan) sakınanları vâris kılacağız.
«Bizimle müşrikler arasındaki koruyucu fasıla,
namazdır. Kim onu ter-kederse, inkâra sapmış olur.» [92]
İşte bunlar Allah'ın kendilerine nimetler verdiği
peygamberlerdir...»
İdris Peygamber (A.S.), Âdem'in (A.S.) yakın soyundandır.
İbrahim Peygamber (A.S.), Nuh (A.S.) ile birlikte gemiye binen oğlu Sam'm soyundandır. İsmail, İshak
ve Yakub (sa!ât-u selâm
hepsine olsun), İbrahim Pey-gamber'in (A.S.)
soyundandırlar. Musa, Harun, Zekeriya, Yahya ve İsa (salât-u selâm hepsine olsun), İsrail Peygamber'in (Yakub) soyundandtrlar.
Şüphesiz ki bunlar peygamberlik payesiyle yüce
mertebelere eriştiril-dikleri gibi, soy cihetiyle de asil ailelerdendirler.
Kur'ân-ı Kerim böylece ilâhî risâleti
hâmil olan peygamberlerin yine çoğunun peygamber soyundan geldiğine dikkatleri
çekerek, hepsinin de mayasında asalet, şeref, iyilik, hakseverlik, doğruluk ve
adalet bulunduğuna işaret etmekte; aynı zamanda «gen» denilen harika mikron
(milimetrenin binde biri) modelle, irsî meziyetlerin peygamberden peygambere
aktarıldığını haber vermektedir.
Ayrıca ilgili âyetle bir diğer önemli hususa parmak
basılarak araştırıcılara ön bilgi veriliyor. Şöyle ki : Her peygamber
anasından bu ruh ve meziyetle doğar. Sonra belli bir yaşa gelince,
peygamberlik payesi mânadan zahire çıkar. O bakımdan her peygamber doğuştan
Allah'ın bu üstün nimetine mazhar kılınmıştır. Çünkü
peygamberlik sonradan elde edilebilecek bir meslek değildir. [94]
«Rahmân'ın âyetleri onlara okunduğu zaman ağlayarak
secdeye kapanırlardı.»
Allah'ı en çok bilen, O'nun kudretinin sınırsızlığını
en iyi idrâk eden kimseler, O'ndan daha çok korkarlar ve O'na karşı daha çok
sevgi ve saygı duyarlar. Şöyle ki: Allah'a olan sevgi ve saygı O'nu bilmek ve
idrâk etmekle orantılıdır. Buna işaretle Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz: «Şüphesiz sizin Allah'tan en çok korkanınız ve O'nu en çok
bileniniz benim.» [95] buyurmuştur.
Peygamberlerin hemen hepsi de bu özelliktedirler.
İlgili âyet onların takvasını, imân Ve irfanlarını yansıtırken «Rahmân'ın
âyetleri onlara okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlar.» ifadesiyle, Allah'a
olan üstün saygılarını özetliyor.
Zira nereye gittiğini bilen kişiye yol vermek için,
dünya bile bir yana çekilir. Allah'a giden kimseye birçok canlı cansız saygı
gösterir. Allah'ın celâl makamını bilenler, O'na karşı teslimiyetin en
anlamlısını gösterirler. İşte Peygamberlerin üstün saygı, takva ve
teslimiyetleri bu bilgiden kaynaklanmaktadır.
[96]
Meryem süresindeki secde âyeti, uyulması en çok önemli
olanıdır. Çünkü peygamberlerin hepsinin Rahman olan Allah'a ağlayarak secde ettikleri
tasvîr edilmektedir. O sebeple ilim adamları bu konuda şunu tavsiye
etmişlerdir: «Secde âyetini okuyan, ya da işiten
kimse secde eder ve secdede o âyetin mânasına uygun gelen bir duada bulunur.»
Meselâ, İsrâ süresindeki
secde âyetini okuyan veya işiten kimse, secdesinde, «Allahım!
beni, kendilerine nimetlerini bolca verdiğin, ağlayarak sana secde eden
kullarından eyle..» diye duâ eder.
Elif-Lâm-Mim- Secde sûresinde secde âyetini okuyan
veya işiten kimse şöyle duâ eder: «Allahım! beni,
senin hoşnutluğunu dileyerek sana secde edenlerden, senin hamdin
ile sana tesbîhte bulunanlardan eyle,. Senin
emirlerine karşı büyüklük taslayanlardan biri olmaktan sana sığınırım,.» [97]
«Bunların ardından (boziık)
bir nesil geldi, namazı bıraktılar, şehvetlerine uydular.,»
Namaz, imânla küfür arasında bir sınırdır. Aynı
zamanda imânın açık belirtisidir. Dinin direği, ruhun gıdası, Allah'a yakın
olmanın yolu ve rahmetin kapısıdır.
Namaz, günlük hayatı Allah korkusuyla disipline eden
benzersiz bir ibâdettir. Nefsin aşırılıklarını frenler, şehvet ve azgınlığın
önüne set çeker. İhtirası meşru sınırlar içine aiır.
Hayasızlık ve fenalıklardan da alıkoyan
Namaz, ruha neşe, bedene tazelik, zihine
açıklık, kalbe rahatlık, vicdana serinlik verir. Kısacası hikmet ve amacı
bilinerek kılınan namaz hayatımızı en güzel şekilde düzenleyip programa
bağlayan bir ibâdettir.
Şüphesiz ki, belirtilen anlam ve düzeyde kılınan namaz
insanı şehvet bataklığından kurtarıp, fazilet ve rahmet; kulluk ve teslimiyet
mertebesine yükseltir. O bakımdan Âdem'den son peygambere kadar gelip geçen bütün
peygamberlere namaz emredilmiştir. Yani namazsız bir din yoktur.
Peygamberlerden sonra gelenler bu ibâdeti terkedince,
şehvetlerinin uydusu haline gelmişler. O yüzden ortada ne ahlâk, ne gerçek
din, ne de fa-zîlet kalmıştır.
Günümüzde de gerek Hıristiyan âleminde, gerekse İslâm
âleminde birçok kesimlerde ve ailelerde namaz terkedildiği,
hattâ unutulduğu için, büyük bir ahlâkî çöküntü başlamış; babayla oğlu, anneyle
kızı arasında ciddi bir bağ kalmamıştır. Tekniğin ve refahın getirdiği sayısız
imkânlar içinde kapatılması zor gayr-i ahlâkî bataklıklar meydana gelmiş;
uyuşturucu mübtefâlarından tutun da, homoseksüellere
kadar sapıklığın en şeni ve en kötüsünü mubah sayan kuşaklar bu bataklıklarda
her şeylerini kaybetmişlerdir. Kur'ân, «Onlar bu
azgınlıklarının cezasını bulacaklardır» buyurarak uyarısını yapıyor. O
bakımdan, çağın bu amansız hastalıkları ancak Kur'ân'ın
manevî eczanesinden alınacak ilâçlarla tedavi edilebilir. [98]
«Orada boş-anlamsız bir söz değil, sadece «selâm»
işitecekler..»
İlgili âyetle, Cennet'teki beşerî münasebetlere küçük
bir kapı açılıyor ve bu konuda bizlere bir ölçü ve ipucu veriliyor. Cennet
hayatı sonsuz olmasına, ölümsüz, elemsiz ve kedersiz olmasına rağmen, orada
boş ve anlamsız söz olmayacak; kırıcı, üzücü, küçük düşürücü hiçbir söz ve
davranış ortaya konmayacak. Oranın güzelliğine göre, hep güzel sözler
söylenecek, ilâhî tecellilerin sonsuz tezahürlerine göre, yeni yeni konular birbirini izleyecek; Allah'ın cemal sıfatıyla
tecelli etmesi karşısında tatlı, çekici, okşayıcı ve doyurucu sohbetler
tertiplenecek; Hz. Muhammed'in (A.S.) zaman zaman
Cennet ehline görünüp iltifatta bulunması sebebiyle çok tatlı kaynaşmalar ve
iltifatlar birbirini izleyecek. Her görüşme, karşılama ve sohbete başlamada
karşılıklı selâmlar birbirini takip edecek; melekler de cennetliklerin
hizmetine koşarken her defasında selâm vererek hazır olacaklar.
Cennet'te boş ve anlamsız söz ve davranış söz konusu
olmadığına göre, ona nisbetle göz açıp kapayacak
kadar kısa olan dünya hayatını boş ve anlamsız şeylerle oyalamanın, kavga,
sürtüşme, vuruşma, gürültü ve haklara tecavüzle geçirmenin makul bir yanı var
mıdır? Bir hiç uğruna ömrünü tüketenler, kendilerine nasıl yazık ettiklerinin
farkında mıdırlar? Oysa bu kısa hayat, âhirete gereği
gibi hazırlanmak, o büyük günde imânın çok renkli ve yararlı ürünleriyle
bulunabilmek dönemidir. Onu berbat etmeye hakkımız yoktur.
Selâm, çok yönlü ve geniş manalar taşıyan bir
kavramdır. Selâmet, mutluluk, hoşgörü, güven, rahmet gibi anlamlan içerir. Onun
için dünyada birbirimize selâm vermekle emrolunduk.
Cennet'te de bunu devam ettireceğiz.. [99]
Yukarıdaki âyetlerle, peygamberlerden sonra gelen
kuşakların şehvetlerine uyup namazı terkettikleri
konu edildi. Bunun çok elim sonuçlar doğuracağına dikkatler çekilerek, ümmet-i
Muhammed (A.S.) uyarıldı. Arkasından iyi-yararlı amellerde buiunan
mü'minler için hazırlanan ebedî nimetler
belirtilerek inananlar teşvîk edildi.
Aşağıdaki âyetlerle, görevli meleklerin ancak Allah'ın
emriyle yeryüzüne inecekleri ve ona göre hizmetlerini yerine getirecekleri
bilgi mahiyetinde verilerek, söz ve davranışlarımızı ona göre ayarlamamız
isteniliyor. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın
bizi her tarafımızdan kuşattığına dikkatler çekiliyor. O bakımdan Allah'a
ibâdetin önemi üzerinde durularak küfür ve şirkten kaçınmamız emrediliyor, [100]
64— Biz görevli
melekler ancak Rabbın buyruğuyla ineriz. Önünüzde,
arkanızda ve bunun arasındaki her şey O'nuhdur. Senin
Rabbin unutkan değildir.
65— O, göklerin,
yerin ve ikisi arasında bulunan şeylerin Rabbidır.
Artık O'na ibâdet et ve O'na ibâdetinde sabırlı olmaya çalış. O'na denk ve
benzer olacak hiçbir şey bilir misin?
Ibn Abbas (R.A.)dan yapılan
sahîh rivayete göre : Resûlüllah (A.S.) Efendimiz,
Melek Cebrail'e : Bizi daha çok ziyaret etmenize engel olan nedir?» diye
soruyor. O da cevap olarak yukarıdaki âyeti okuyor. [101]
Diğer bir rivayete göre : Melek Cebrail bir süre
gecikip gelmedi. O sebeple Peygamber (A.S.) üzüldü. Sonra Cebrail gelince.
Peygamberimiz (A.S.) onun gecikmesinin sebebini sordu. O da yukarıdaki âyeti
okudu. [102]
Başka bir rivayette ise, şöyle belirtilmektedir:
Cebrail'in gelmesi hayli gecikti. Sonra gelince, Peygamber (A.S.) bunun
sebebini sordu. O da şu cevabı verdi: «Nasıl geleyim ki, aranızda tırnaklarını
kesmeyenler, koltuk ve etek traşı yapmayanlar,
bıyıklarını (dudakları görünecek şekilde düzelt-meyenler
ve dişlerini misvak (fırça) ile temizlemiyenler
var.,»
Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. [103]
«Allah kendi kitabında neyi helâl kılmışsa, o
helâldir; neyi de haram kıtmışsa, o haramdır. Neden sözetmemiş
(peygamberlerinin diliyle açıkla-mamış)sa, o da afiyettir. O halde Allah'ın afiyetini kabul edin.
Çünkü Allah hiçbir şeyi unutmaz.» [104]
<<BÎZ görevli melekler ancak Rabbın
buyruğuyla ineriz..»
Gelişigüzel, başıboş hiçbir şey yaratılmadığı gibi;
amaçsız, hikmetsiz de bir varlık yoktur. Her şey değişmeyen bir plânda yerini
almış ve kendi türünün özelliğine, bağîı bulunduğu sünnetullaha göre hizmetini sürdürmektedir.
Gökler meleklerle doludur. İki parmaklık boş bir yer
yoktur ki, orada Allah'ın buyruğuna hazır', O'na ibâdet eden bir melek
bulunmasın. Yeryüzüne inmekle görevli olan melekler de ancak ilâhî programa
göre inmektedirler. Cenâb-ı Hakk'ın
ilim ve kudreti her zerreye nüfuz etmiş, bütün kâinatı kapsayıp kuşatmıştır.
Varlıkta O'nun kurduğu nizamın dışında başka bir şey düşünülemez. Her şey O'na
aittir. O, hiçbir şeyi unutmaz ve ihmal de etmez.
Her canlı kendi hilkatinin gayesi doğrultusunda
hizmetini sürdürmektedir. Bu içgüdü doğuştan onlarda mevcuttur. Her biri için
çizilen bir hayat düzeni söz konusudur. İçgüdüleri bütünüyle o düzene bağlı ve
bir saat gibi çalışmaktadır.
İlmî araştırmalar bunlardan bir kısmının yarar ve
mevcut olma hikmetini tesbit edebilmiştir. [105]
<<O' göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan
şeylerin Rabbıdır..»
Allah her şeyin yaratıp terbiye edeni, eğitip
olgunlaştıranı, plânlayıp amacına yönlendirenidir. O bakımdan her şey Rab
sıfatının tezgâhında şekillenmekte ve hedefine döndürülmektedir. Çünkü Rab:
Her şeyi türünün özelliğine bağlamakta, mayasındaki ana cevherin sınır ve
ölçüsünde tutmaktadır.
O halde her şey, Rab sıfatının düzenlediği plâna ister
istemez uymakta, bu mânayla O'na ibâdet ve tesbîh
etmektedir, İnsan ise var kılınan şeylerin en mükerremi
ve ilâhî sanatın en müstesna eseridir. Rab sıfatına iki yönden bağlıdır: Biri,
isteyerek, diğeri elinde olmayarak. Örneğin, spermanın teşekkülü, ana rahmine
intikali, yumurtalıkta belli vasatta oluşması ve tedricen şekillenmesi, elinde
olmayarak Rab sıfatının tezgâhında insanlaşma basamaklarında yükselmesidir.
Doğup büyüdükten sonra mevcut yeteneklerini kullanarak fıtratındaki boyun
eğmeye paralel Rabb'a ibâdet etmesi ise, irâdesine
bırakılmıştır.
Kur'ân, Rabb'ın ibâdete lâyık
olduğunu belirtirken insandan iradî bir inkıyat ve ibâdet istemektedir. Asıl
mükâfat gören ibâdet budur. Çünkü kulun irâdesine bırakılmıştır, ıztırarî değildir.
Bu manayla Rahman ve Rabb'a
bir adaş, bir benzer bulmak ve bilmek mümkün değildir. Çünkü bu sıfatlar hem
noksanlıktan münezzeh, hem de kemal mertebesindedir. O bakımdan yaratılan
değil, yaratıcı; eğitilen değil eğiticidir. Buyruğu geçerli, plânı kusursuz,
yönetmesi benzersizdir. [106]
Bir çok konularda olduğu gibi, Allah'a ibâdette de
sabra ve dayanma güoünü kullanmaya; iradeli ve azimli
olmaya mutlaka ihtiyaç vardır. Günlük hayatın akışı, ister istemez insanı kendi
doğrultusuna çekmektedir. Namaz vakti girince, kendini o akıntıdan kurtarıp
ibâdete çevirmek sağlam imâna bağlı olmakla beraber bir sabır konusudur da..
Yılda bir ay oruç tutmaya azmetmek, hayatın günlük akışını bir bakıma tersine
çevirip nefsin aşırılıklarını durdurmak da büyük bir sabır istemektedir. Malın
kırkta birinin zekâtını çıkarıp vermek de sabırla içice bir meseledir.
Kısacası her ibâdet sabırla gerçekleşmekte ve yine sabırla kendi hedefine
ulaşmaktadır. O bakımdan Cenâb-ı Hak kâinatı sabırla
yaratmış ve eşyada tekâmül kanununu hâkim kılmıştır. Bunun sebeplerinden biri,
insana sabırlı çalışmayı, olaylar karşısında sabırlı olmayı ve taat-ü ibâdeti sabırla yürütmeyi öğretmektir. [107]
Yukarıdaki âyetlerle, kâinatta yer alan eşyanın çok
mükemmel ve kusursuz bir plân ve programa göre yaratılıp hizmete sevkedildiği; görevli meleklerin de ancak ilâhî emir
çerçevesinde belli bir statüye göre yeryüzüne indikleri belirtildi. Hiçbir
şeyin boş ve gayesiz yaratılmadığına işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle, kâinatta hâkim olan mutlak plân
ve onun gereği olan mükemmel düzeni görmeyenlerin öldükten sorcra
dirilmeye bir türlü inanmamakta ısrar edip durdukları konu ediliyor. Hiç yok
iken yaratıldıklarına göre, öldükten sonra yaratılmalarının çok daha mümkün ve
kolay olacağı belirtilerek akıllarına ışık tutuluyor. Sonra âhiret
âleminde meydana gelecek önemli olaylardan bir kısmına dikkatler çekilerek,
daldıkları gafletten uyanmaları isteniliyor. [108]
66— İnsan der
ki:«Ben öldüğümde mi bir süre sonra diri olarak (kabrimden) çıkarılacağım?!»
67— 6u insan daha
önce hiçbir şey değilken kendisini yarattığımızı düşünüp hatırlamaz mı?
68— Rabbına and
olsun ki, onları şeytanlarla beraber mutlaka diriltip kaldıracağız ve biraraya getirip toplayacağız. Sonra da onları Cehennemin
etrafında d iz üstü hazır bulunduracağız.
69— Sonra da her
topluluktan Rahmân'a karşı en çok küstahlık yapıp başkaldıranlara çekip
(Cehennem'e atacağız).
70— Sonra,
şüphesiz biz o Cehennem'e girip yaslanmaya en lâyık olanları da daha iyi
biliriz.
71— Hem sizden
hiçbir kimse yoktur ki Cehennem'e uğramış olmasın. Bu, Rabbin yanında kesin
hükme bağlanmıştır.
72— Sonra da Allah'tan korkup fenalıklardan sakınanları
kurtaracağız. Zâlimleri ise dizleri üstü Cehennem'de bırakacağız.
Kutsî Hadîs :
«Âdemoğlu beni yalanladı. Oysa beni yalanlamaya hakkı
yoktur. Ademoğlu bana eziyet etti. Oysa bana eziyet etmeğe de hakkı yoktur.
Onun beni yalanlaması, «Allah beni ilk yaratıp var kıldığı gibi, (öldüğümden
sonra) geri çeviremiyecektir» demesidir. Oysa ilk
yaratmak, sonra tekrar yaratmaktan daha kolay değildir. Onun bana eziyet
etmesi ise, benim evlât edindiğimi iddia etmesidir. Oysa ben birim, hiçbir şeye
muhtaç değilim, her şey bana muhtaçtır. Doğurmadım, doğurulmadım
ve hiçbir şey dengini ve benzerim değildir.» [109]
«İnsanların hepsi Cehennem'e uğrar. Sonra da
amelleriyle ondan çıkarlar.» [110]
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bir gün ashabına şöyle buyurdu :
«Şüphesiz ki ben, Bedir savaşına ve Hudeybiye an d laş m a sına hazır
olan hiçbir mü'minin -inşaallah-
Cehennem'e | girmiyeceğini ümit etmekteyim.»
Bunun üzerine Hz. Hafsa (R.A.) dedi ki:
— Ya Resûleliah!
Allah Kur'ân'da : «Sizden hiçbir kimse yoktur ki Cehennem'e
uğramış olmasın» buyurmadı mı?
Resûlüllah (A.S.) ona şu âyeti okudu: «Sonra da Allah'tan korkup
fenalıklardan sakınanları kurtaracağız.» [111]
«La ilahe illallah deyip de kalbinde arpa ağırlığınca
hayır bulunan kimse Cehennem'den çıkacaktır. Lâ ilahe illallah deyip de
kalbinde buğday ağırlığınca hayır bulunan kimse de Cehnnem'den
çıkarılacaktır. Lâ ilahe illallah deyip de kalbinde zerre ağırlığınca hayır
bulunan kimse de Cehennem'den çıkarılacaktır.» [112]
«İnsan der ki: Ben öldüğümde mi bir süre sonra diri
olarak (kabrimden) çıkarılacağım?!»
Öldükten sonra dirilip kalkma konusu her insanın
kafasını meşgul etmektedir. Aslında bu herkesin özlemidir. Ne var ki, örneği
olmayan ve hangi kanunla gerçekleştirileceği, insanların çoğu tarafından
bilinmeyen bu olay, insanların çoğuna göre bir muamma olmaktan kurtulamamıştır.
İlim bize pek az şeylerin sırrını çözebilmiştir. Daha
doğrusu gözlem ve deney kapsamına giren konularla uğraşıp bazı sonuçlar elde
edebilmiş ve edebilmektedir. Ama «öldükten sonra dirilme» olayı, şüphesiz ki
gözlem ve deneyin dışında kalan konulardan biridir. Daha çok sağlam imâna ve
geniş dinî kültüre dayanmaktadır. Nitekim bu konuyu en güzel ve en doyurucu
şekilde anlatıp açıklayan da hak dindir.
İlim, insanın veya bir canlının nasıl oluşup meydana
geldiğini biliyor; ama onun canlılık vasfını bilemiyor. Belli elementlerin
belli oranda, belli soylar ve türlerden bir araya gelmesiyle canlılık vasfına
veya cevherine ortam hazırlanıyor.'Eğer ilim bu ortamla canlılık vasfı
arasındaki ilgiyi ve bu vasfın oluş ve intikalini çözebilseydi; öldükten sonra
dirilmenin mümkün olabileceğine az da olsa bir kapı açmış olurdu. Ne yazık ki
ilim, canlılık vasfı hakkında henüz kayda değer bir şey bilmemektedir.
Kur'ân-ı Kerîm ilgili âyetle bu hususta bir ipucu veriyor;
«İnsan daha önce hiçbir şey değilken kendisini yarattığımızı düşünüp hatırlamaz
mı?»
Eğer var olan eşya (canlı, cansız) tesadüflerin oluşturduğu
bir dizi veya yığın ise, tesadüfler neden bu diziye, ya
da yığına yeni yeni şeyler ilâve edememektedir?
Yeryüzünde türü, adı, sanı bulunmayan çok değişik bir canlı neden
oluşturmamaktadır?
Görülüyor ki, varlık âlemi kör ve şuursuz tesadüflerin
peşpeşe sıraladığı, maksatsız, amaçsız rastgele şeyler değil, her biri bir kanuna göre, bir amaca
yönelik olarak yaratılmış ve kâinat plânında lâyık olduğu yeri almıştır.
Hazırlanan ezelî plân şaşmadan son noktasına doğru uzanıp gitmektedir.
Canlılar âleminde nasıl yepyeni bir türü akletmek mümkün değilse, kâinat düzenine yeni bir düzen
getirmek de öylece mümkün değildir. Bu, yüce kudretin uyguladığı sünnetin
değişme kabul etmez bir özellik taşıdığını kanıtlar. Kurulan düzen böylece
hedefine doğru ilerlemekte ve mevcut plâna göre, hükmünü yerine getirmektedir.
Şüphesiz bu plân ve sünnetin ucunda kıyamet vardır. Bütün canlıların yok
olması, mevcut sistemlerin bozulması ve sonra yeniden dirilip kalkması ve
ikinci bir düzenin mükemmel bir plânla yeniden kurulması, «kıyamet» ve «âhiret» olarak isimlendirilmektedir.
Birinci düzene inanıyorsak, ikinci düzene niçin
inanmayalım? Birinci düzende belli oranda, belli türlerde canlı yaratıldığına
inanıyorsak, ikinci düzen ve plânda canlıların yeniden aynı oranda, sayıda ve
ilk aldığı bi-Cimde yaratılacağını neden kabul etmiyelim?
O halde hiçbir şey değil iken insanı, belli kanunlarla
ve belli şartlara göre yaratan kudret, örnek ve modeli mevcut olan bizleri
öldüğümüzden sonra yaratmaya kadir değil midir? Birinei
yaratmaya kudretinin yettiğine inanıyorsak, ikinci yaratmaya niçin inanmayalım?
Bu ikinci yaratma yoksa O'na daha mı ağır gelecek? Canlılık vasfını, bizim
bilmediğimiz bir sünnetle gerçekleştirip maddeye sokan Yüce Yaratan'ın bu
sünneti hep faal durumda değil midir? Öldükten sonra aynı sünnet belli
elementleri biraraya getirip canlılık vasfını neden
vermesin? Oysa verdiklerinin milyonlarca, milyarlarca misallerini her gün
görmekteyiz.
Bütün bunları bir türlü idrâk etmeyen inkarcı
müşrikler, kıyamet günü dirilip kalkınca, gerçeği bütün açıklığıyla görecek,
ama neden sonra. Hakk'ın varlığı karşısında baş eğip
O.'nu tesbîh eden bütün
eşyanın hakkına tecavüz eden maddecilere verilecek ceza da o nisbette büyük olacaktır. Kur'ân'da
bu cezanın çizilen tablosunun bir ucu bize uzatılarak iyi düşünmemiz
isteniliyor. Aynı zamanda inkarcılar uyarılarak ölüm olayı meydana gelmeden
hakikati anlayıp idrâk etmelerinin yol ve yöntemi gösteriliyor: «Sonra onları
Cehennemin etrafında dizüstü hazır bulunduracağız.
Sonra da her topluluktan Rahmân'a karşı en çok küstahlık yapıp baş kal-ranları çekip (Cehennem'e atacağız).» [113]
“Hem Sİ2den hiçbir kimse yoktur ki, Cehennem'e uğramış
olmasın. Bu, Rabbın yanında kesin hükme
bağlanmıştır.»
Âyetin ve ilgili hadîslerin açık anlatım ve
delâletinden anlaşılıyor ki, kıyamet gününde, -cennetlik olsun, cehennemlik
olsun- her insan önce Cehennem'e uğrar. Sonra ameline ve niyetine göre yerini
ve makamını alır.
Ancak bu uğramanın nasiliığı
ve niceliği hakkında farklı yorumlar ve rivayetler yapılmıştır:
a) İbn Abbas'a göre, Cehennem'in
içine girerler. İyiler ve kötüler önce o felâket yurduna uğrayıp ilâhî adaletin
anlamını ve tecellisini gördükten sonra, iyiler Cennet'e gider, kötüler Cehenem'de kalır.
b) Mü'minlerin önce Cehennem'e girmesi, elemsiz ve acısızdır.
Ateş onları yakmaz. İbrahim Peygamberi yakmadığı gibi..
c) Cehenem'e girip oradaki azabın dehşet ve şiddetini gören mü'minlerin, Cennet'teki yüksek nimetlerin kıymetini daha
çok anlayıp takdir etmelerini sağlar. Böylece Cennet'in ne kadar büyük bir
mutluluk yurdu olduğu daha iyi anlaşılmış olur.
d) İnkarcı
sapıklar, mü'minlerin oradan çıkarılıp Cennet'e sevkedil-diklerini görünce, üzüntüleri büsbütün artar ve
hayıflanıp kalırlar. Dünya1-da kaçırdıkları fırsatları düşündükçe kahrolurlar.
e) Bu uğrama,
Cehennem'e uğrama şeklinde değil, onun kenarına gelip içindeki manzarayı
görmek şeklinde tezahür edecektir.
Birinci yorum ve tesbit daha
sahîh kabul edilmiştir. Çünkü sahîh hadisler o yorumu daha çok kuvvetlendirmektedir.
f) Sırat denilen
köprü, Cennet ile Cehennem arasında kuruludur. Her insan mutlaka bu köprüye
uğramak zorundadır. O halde Cennet'e gidecek olanlar da bu köprüden, yani
Cehennem üzerinden geçmek zorundadırlar. Cennetlikler
böylece Cehennem'i ve içindeki azabı gözleriyle görüp geçerler; Cehennemlikler
ise, geçme imkânı bulamayıp aşağı düşerler.
Şüphesiz ki bu, -Kur'ân'ın
beyanıyla- Allah yanında belirlenmiş kesin bir hükümdür ki olup bitmiştir. Günü
gelince aynen gerçekleşecektir. [114]
Yukarıdaki âyetlerle, öldükten sonra dirilip kalkmaya
inanmayanların düşünce ve akıllarına seslenilerek temel bilgiler verildi.
Kurulan düzenin mutlaka vakti saati gelince bozulacağına ve hemen arkasından
yeni bir düzenin kurulacağına ve ölülerin diriltilip kaldırılacağına dikkatler
çekildi. Sonra da her insanın mutlaka Cehennem'e uğrayacağı hatırlatılarak, oradan
kurtulmanın ancak imân ve sâlih amelle mümkün
olabileceğine işaret edildi.
Aşağıdaki ayetlerle, her türlü saadeti ve mutlu sonucu
dünyaya ve ondaki mal ve makama bağlayanlar konu ediliyor. Sonra da mal ve
makamca ne kadar üst düzeyde olanlar gelip geçti ki, hiç birini mal ve makamının
kurtaramadığı, ilâhî hükmün inmesiyle hepsinin yok edildiği haber verilerek,
inkarcı sapıkların, bugün yeryüzünde boynu bükük duran kâfir kavimlerin
kalıntılarına bakıp ibret ve öğüt almaları dolaylı şekilde hatırlatılıyor.
Küfür ve ahlâksızlıkta ısrar edenlerin iplerinin salıverileceği ve fakat bunun
sonunun çok elim bir azapla noktalanacağı haber veriliyor. Arkasından doğru
yolda olanların Allah yanındaki makam ve dereceleri övülerek mü'minler daha çok teşvik ediliyor. [115]
73— Âyetlerimiz
kendilerine açık-seçik okunduğu zaman o inkâr edenler, imân edenlere derler
ki, «bu iki topluluktan hangisinin makamı daha iyi, meclis ve mahfilce daha
güzeldir?»
74— Oysa onlardan
önce nice nesilleri yok ettik ki malca da, gösterişçe de daha (güçlü ve) güzel
idiler.
75— De ki: kim
sapıklıkta bulunursa, Rahman (olan Allah) onun ipini uzattıkça uzatsın (ama)
sonunda onlar kendilerine va'dolunan azabı ya da Kıyâmet'i görünce, kimin makamca daha fena, askere©
daha zayıf olduğunu bileceklerdir.
76— Allah ise
doğru yolu bulanların doğruyu bulma yeteneğini artırır. Bakî kalacak
iyi-yararlı ameller ise Rabbın katında hem sevapça
daha hayırlıdır, hem sonuçça daha hayırlıdır.
Mekkeli putperest müşriklerin ileri gelenleri, Kur'ân âyetleri okununca, Allah" ve Peygamberine
dosdoğru inanıp yırtık, yamalı elbise giyinen mü'minlere:
«Bir bizim topluluğumuza, bir de kendi topluluğunuza bakın; hangisi mevki,
makam ve imkân bakımından daha hayırlıdır?» diyerek onları durmadan
küçümsemeye çalışırlardı. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [116]
Diğer bir rivayete göre : Ashab-ı
Kirâm'dan Habbab b. Eret (R.A.) şöyle anlatmıştır: «Müşriklerden Âs b. Vâil'e bir kılıç yaptım. Sonra İslâm'a girdim. Bir süre
sonra üoretimi almak için kendisine uğradığımda
küstahlık etti: «Muhammed'i inkâr etmedikçe ücretini vermem» dedi. Ben de:
«İnkâr benim yolum değildir. Bu hakkı, öldükten sonra Allah seni dirilteceği
güne bırakıyorum» dedim. O da : «O halde bırak da ben ölüp dirildikten, tekrar
mal ve evlât sahibi olduktan sonra senin bu hakkını öderim» diyerek benimle
alay etti. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi.» [117]
Selmân b. Abdurrahmân (R.A.)
anlatıyor:
«Bir gün Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz oturuyordu. Dalından yeni kopmuş bir çubuğu alıp eliyle onun
yapraklarını sıyırdıktan sonra şöyle buyurdu: «Şüphesiz ki, Lâ ilahe illâllahu vallahü ekber ve Sübhanellahi ve'l-ham-du lillahi,
sözü, rüzgar bu ağacın yapraklarını nasıl düşürüyorsa, o da öylece hatâları
döküp düşürür.» Sonra da : «Ya Ebâ
Derdâ! Bunları, aranıza bir engel girmeden al ki,
bunlar baki kalan iyi, yararlı amellerdir ve bunlar Cennet hazinelerindendir,.»
diye ekledi. [118]
<<Bu îki topluluktan hanesinin makamı daha iyi,
meclis ve mahfilce daha güzeldir?»
Birkaç günlük sonu belli olmayan refahı görünce
şımaran ve bununla kendilerini üstün sayan Mekkeli putperestler, inkâr ile imân
arasında çok yanlış bir kıyas yaptılar: İnkârın refah ve bolluğa, imânın açlık
ve sıkıntıya sebep olduğunu belirterek şuursuzca yanlış bir değer ölçüsü ortaya
koydular, bunun ilerisini görmediler. Çok geçmeden
fakir, aç ve çıplak diye küçümsedikleri o insanlar ilmin, medeniyetin, ahlâk ve
faziletin kurucusu ve koruyucusu oldular. İddialı müşrikler ise, hakkın
karşısında baş aşağı gelip zillete uğradılar.
Günümüzde de batı ülkelerinin göz kamaştıran teknik ve
refahını, demir perde gerisi Rusya'nın kaba vurucu gücünü gören bazı aydınlar,
bunlarla İslâm ülkeleri arasında fasit bir kıyaslamaya yöneldiler. Bir an
düşünmüyorlar ki, düne kadar dünyanın efendisi Müslümanlardı. Üç kıta üzerinde
ilim ve medeniyetin temelini atarak yabancıların kıskançlık ve gıptalarını
(kin ve düşmanlık havası içinde) kendi üzerlerine çekmişlerdi. Ama her
yükselişin mutlaka bir düşüşü vardır. Sonra batı ülkelerinin ekonomik ve teknik
yönden kalkınmaları, Hıristiyan oldukları için, keza İslâm ülkelerinin çoğunun
geri kalmışlığı da Müslüman oldukları için değildir. Aksine, İslâm âlemi Kur'ân kültüründen uzaklaştığı, insana çalışma azmini ve
gayretini veren ilâhî beyânlara kulaklarını tıkadıkları için geri kaldılar.
Bugün batı âlemi, Amerika ve Rusya ekonomik bir
üstünlük sağlamışlarsa, bu yükselmelerinin bir süre sonra mutlaka alçalma
dönemi başlayacaktır. Hattâ bazı batı ülkelerinde bunun belirtileri yer yer kendini hissettirmeye başlamıştır. Her şeyden önce,
gençlik dejenere olmuş, uyuştu-rueu madde kurbanları
milyonları aşmış, homoseksüeler çoğalmış, ailetemelinden sarsıntı geçirme felâketine uğramıştır.
Bunun önüne geçemedikleri takdirde, gelecekleri son
derece karanlıktır. Dünya tarihinde hiçbir milleti, ahlâktan, faziletten,
hakseverlikten yoksun, dinsiz, imansız, zalimler ayakta tutamamışlardır.
Bunların oluştuğu bir ülkenin zevali pek yakın olmuştur.
Yirminci asrın son yarısında geri kalmış İslâm
ülkeleri bir silkinme içinde toparlanma dönemine girmiş bulunuyorlar. Kendi öz
değerlerine dönme, maddî ve manevî güçleri birarada
yürütme gayreti içindeler. Daha da şuurlu davrandıkları, birlik sağlayıp, büyük
bir ekonomik güç de oluşturdukları takdirde kendi meselelerini kendi
aralarında çözmüş olacaklar, Sanırım ki, o günler pek uzak değildir. O bakımdan
bir keramet olarak değil, sünnetullah'ı bilerek,
tarihin seyrinden misaller alarak diyoruz ki: Yakın gelecekte dünya nizamı
değişecek, İslâm âlemi yukarıya doğru tırmanırken, diğer ülkeler aşağıya doğru
inmeye yüz tutacaklar..
O halde gerçek hayır ve iyilik yalnız maddî refahta
değil, iman, irfan, güzel ahlâk, fazilet ve hakseverlikle birleşen sağlam
ekonomik yapıdadır. Kur'ân bu iki değerin birarada yürütülmesini emrediyor.
Görülüyor ki, yalnız mal, evlât ve makamı hayatın tek
amacı ve güçlü bir millet olmanın tek yolu sayan, ya
da kabul eden kavim ve milletlerin ömrü pek uzun olmamıştır. Yıkılıp silinen
birçok imparatorlukların hayatını incelediğimizde, karşımıza hep bu yanlış
tutum ve anlayış çıkmakta; maddeyle mana, dünya ile âhiret
arasında sağlam bir köprü kurmayanların âkibeti
hüsranla noktalanmaktadır.
Ünlü Şâir Salih b. Şerif bu gerçeği ne güzel dile
getirmiştir:
Nerede, de bana, o taçlı hükümdarların Yemen'i?
De bana, onların taçlar içinde bile taç olan taçlan ne
oldu?
Şeddad'ın cennet diyerek kurduğu saraylar ülkesi, Sasamlerin ebedî sanılan devleti ne oldu?
Altınları yığdı yığdı da bir
dağ yaptı Karun.
Hani Âd, hani Adnan, hani Kahtan,
dünya nimetlerinin köpüren yurdu?
Reddi mümkün olmayan bir hâle uğradılar.
Bir masal onlar. Bir varmış bir yokmuş. Bir toz toprak
bulutu.
O taçlar, o devletler, o mülkler saltanatlar, bir rüya
artık. Her biri hayalden geçen gölge gibi, zamandan geçip
durdu.
Gün oldu, zaman denen er, sağa döndü Darâ'yı uçurdu
bir vuruşta, Sola döndü Kisra'yı, Kisra'yı
ne takı, ne sarayı kurtarabildi korudu. [119]
«De ki: Kim sapıklıkta bulunursa, Rahman (olan Allah)
onun ipini uzattıkça uzatsın, (ama) sonunda onlar kendilerine va'dolunan azabı, ya da kıyameti
görünce, kimin makamca daha fena, askerce daha zayıf olduğunu bileceklerdir.»
Bunun iki önemli hikmeti vardır. Birincisi,
Müslümanların kendilerine gelip toparlanmasını sağlamak; ikincisi, inkarcı
sapıkların azgınlık ve küfürlerini artırmak içindir. Günümüzde de bunun bazı
örnekleri vardır. Ama uzatHan bu ip bir gün mutlaka
kopacaktır. Çünkü inkâr, azgınlık ve zulüm bir noktaya kadar devam edebilir,
ama başarılı olması ve hep ayakta kalması mümkün, değildir.
O halde-bugün Allah'ı inkâr hastalığıyla mübtelâ olup dünyayı fitne ve fesada boğmak isteyen
komünist ülkelerin ve ateistlerin hâlâ ayakta durmaları hiç kimseye umut
vermesin ve biz Allah'a imân edenleri de ümitsizliğe düşürmesin. Onlardan yana
uzatılan ip kopmak üzeredir. Dönüş yapmadıkları takdirde ilâhî hükmün
tecellisinden kendilerini kurtarmaları söz konusu değildir. Zira bu ilâhî bir
kanundur ki sırası gelince hükmünü mutlaka yürütür.
Şüphesiz ki Cenâb-ı Hakk'ın âdet-i nahiyesinden biri de, doğru yolu seçip
yürüyenlerin doğruluğunu artırmaktır. Baki kalacak olan ne taç, ne de
saltanattır; imân temeli üzerinde yükselen salih
amellerdir. [120]
Yukarıdaki âyetlerle, her türlü saadeti dünyada ve
dünyadaki mal ve makamda arayanlar konu edildi. Dinden, imândan ve güzel ahlâktan
uzak bir maddî refahın kurtarıcı olamıyacağına
dikkatler çekildi. Küfür ve ahlâksızlıkta ısrar eden milletlerden yana
uzatılan ipin bir gün kopmasının mukadder olduğu belirtilerek, yaşamakta olan
milletler uyarıldı.
Aşağıdaki âyetlerle, kafa ve kalplerini yalnız
dünyalıkla doldurup bunların ötesinde başka bir kıymet ve kurtuluş düşünemiyen şaşkınların tutarsız sözleri üzerinde
duruluyor. Sonra da dönüş yapmadıkları takdirde kendilerine hazırlanan uhrevî
cezaların bazı safhaları anlatılarak düşünce ve duyguları yönlendirilmek
isteniyor. [121]
77— Âyetlerimizi
inkâr edip, «bana herhalde mal ve çocuk verilecektir» diyeni gördün mü?
78— Gaybı mı biliyor, yoksa Rahmân'ın katından bir söz mü almıştır?
79— Hayır, onun
söylediğini yazacağız ve azabı ondan yana uzattıkça uzatacağız.
80— Onun
söyledikleri şeye biz mîrasçı olacağız ve o yalnız başına biz© gelecektir,
81— Kendilerine
azizlik ve şeref (vesilesi) olsunlar diye Allah'tan başka birtakım ilâhlar
edindiler,
82— Hayır, o
ilâhlar, onların ibâdetlerini inkâr edecekler ve onlara karşı düşman olacaklar.
83— Kâfirlerin
üzerine onları sürükleyip canlarını sıkan şeytanları gönderdiğimizi görmedin
mi?
84— O halde
aleyhlerine acele etme; biz onların (günlerini) sayıyoruz.
85— O gün
Allah'tan korkup kötülüklerden sakınanları Rahmân'a gönderilen konuk heyet
olarak toplarız.
86— Suçlu
günahkârları ise susuz bir vaziyette Cehennem'e sürüp götüreceğiz.
87— Rahmân'ın
yanında bir söz almış olandan başkası şefaate yetkili olmayacak.
Ashab-ı Kirâm'dan birkaç zatın,
putperest olan Âs b. Vâil'de alacakları vardı. Onu
istemeye gittiler. O da onlara: «Siz Cennet'te altın, gümüş, ipek ve her çeşit
nadide ürün bulunduğunu söylemiyor musunuz?» diye sordu. Onlar da : «Evet, öyle
diyoruz.» diye cevap verdiler. Âs b. Vâil, «O halde
buluşmamız ve ödeşmemiz âhirete kalsın. Vallahi eğer
öyle bir ikinci hayat gerçekleşirse, bana yine mal ye evlât verilecek ve size
indirilen kitabın da bir benzeri bana indirilecek..»
Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [122]
«Kıyamet gününde insanlar umutlu olarak, korkarak ve
endişe duyarak üc yol üzerinde toplanırlar. İki kişi
bir deve üstünde, üç kişi de bir başka deve üstünde, dört kişi de bir diğer
deve üstünde, on kişi de bir başka deve üstünde bulunur. Onlarla beraber ateş
de haşrolunur Onlar nerede sıcaktan bunalıp dinlenmek
isteseler, ateş beraberlerinde olur. Nerede akşamlarlarsa, ateş de onlarla
beraber aynı yerde akşamlar. Nerede sabahlarlarsa, ateş de onlarla beraber o
yerde sabahlar ve nerede gecelerlerse, ateş de onlarla beraber orada geceler.» [123]
Açıklama : Âhiret'te
gece-gündüz olmadığına, sadece aydınlığın devam edeceğine göre, hadîste anılan
gece-gündüz, sabah-akşam sözleri, ateşin onlardan hiç ayrılmayacağına
işarettir.
«Kıyamet gününde insanlar üc
sınıf halinde haşrolunurlar: Yaya, süvari ve
yüzükoyun..
Bunun üzerine soruldu:
— Ey Allah'ın
Resulü! Onlar yüzükoyun nasıl yürüyebilirler? 1 Cevap verdi:
— Onları iki
ayak üzerine yürüten Yüce Kudret, yüzükoyun da yürütmeğe kadirdir.» [124]
Putperestler, ya kendileri
gibi insanlara, ya kendilerinden bir derece aşağı
olan diğer bir canlıya, ya kendilerinden çok aşağı
olan Güneş, Ay gibi parlak cisimlere, ya da kendi
elleriyle yontup şekillendirdikleri mermer ve taş parçalarına taparlar; onları
en büyük şefaatçi ve kurtarıcı kabul ederler. Böylece Yaratan ile yaratılanı
birbirine karıştırıp tam bir şuursuzluk içinde, kendilerini içinden çıkılmaz
bir muammaya sokarlar. Ne Güneş, ne Ay, ne hayvan, ne de taş onlardan kulluk
ve ibâdet bekler. Hepsi de hilkat kanununa bağlı kalıp Hakk'ın
buyruğuna râm olarak tesbîh ederler.
İnsanın insana tapması ise, bütün bu sahte ilâhlardan
da ötede bir sahtelik; şuursuzluktan da ileri bir bönlük ve adiliktir. Tapanla
tapılan, iiâhlaştırania ilâhlaştırılanlar arasında
fark yoktur.
Kıyamet gününde adaletini bütün incelik ve hikmetiyle
sergilemek için her şeyi konuşturacak olan Yüce Kudret, sahte ve bâtıl ilâhları
da konuşturacak; hepsi de böyle bir sahtelikten irkilip kendilerine ibâdet
edenlere kin ve nefretle bakacak.
İşte putperestin bütün ömrü bu kin ve nefreti, sonra
da ilâhî gazabı kazanma yolunda harcanmış, bir hiç uğruna gelecek olan ebedî
hayatı berbat etmiştir. [125]
«Kendilerine azizlik ve şeref (vesilesi) olsunlar
diye Allah'tan başka birtakım ilâhlar edinirler.»
Şefaat: Birine yardımcı olmak için angaje olmak; biri
adına bağışlanma dilemek; aşağı mertebede olan kimse için yukarı mertebede
olandan yardım, af ve benzeri bir istekte bulunmak gibi mânalara delâlet eden
bir kavramdır.
Dinî terim olarak : Kıyamet gününde günahkâr suçlu mü'minler için -yine Allah'ın müsaadesiyle- bağışlanma
dilemektir.
İlgili âyetle, bir kimsenin şefaat edebilmesi için
Allah yanında bir söz almış olmasının şart olduğu belirtilmektedir. Öyle ki, O,
kime izin verirse şefaat edebilir. Çünkü bu şerefli görev ancak lâyık olanlara
verilecektir. Putların azizlik ve şerefi olmadığı gibi, şefaat yetkileri de
yoktur.
Kur'ân bu açıklama ile, dosdoğru inanan bir mü'minin kime, hangi kudrete güvenmesi gerektiğini
hatırlatarak bilgi veriyor. Dünyadaki makam, servet, saltanat ve şatafatın
Allah yanında bir değeri olmadığına işaret edilerek, bunları amaç değil, birer
araç olarak salîh ameller düzeyinde değerlendirmemiz
isteniliyor. O kadar ki, bu nîmetler Hakk'ın
hoşnutluğuna yöneltilirlerse bir değer taşırlar. O halde mü'minin
değer ölçüsü, sadece Hakk'ın rızasıdır. Sevdiğini de,
saydığını da, yardım ettiğini de, yardımını umduğunu da ancak bu rıza için
sever, sayar, yardım eder, yardım bekler.. [126]
<Kâfirierin üzeHne °nlan sürükleyip canlarını
sıkan şeytanları gönderdiğimizi görmedin mi?»
Küfrü mıknatısa benzetecek olursak, şeytanlar ona nisbetle demir özelliğini taşırlar. O bakımdan küfür
durmadan şeytanları kendine doğru çeker. Küfür mıknatısının iki kutbu var: Biri
nefsi, diğeri şeytanı gösterir.
Allah bu gerçeği hatırlatarak ilâhî sünnet gereği,
«Kâfirlerin üzerine onları sürükleyip canlarını sıkan şeytanları gönderdiğimizi
görmedin mi?» buyuruyor. Öyle. ki, insan inkârı benimser, ahlâksızlığı huy
edinirse, kalbini ve dimağını istilâ eden inkâr kutuplarını nefis ve şeytana
çevirmiş olur. Böylece şeytanlar da kendilerine yönelik bulunan kutba doğru
koşarak giderler. [127]
1— İnkarcı
sapıkların ağızlarından çıkan her hezeyan ve inkâr yazılır ve o sebeple her
geçen gün azap biraz daha onlara doğru uzatılır. Böyleee
inkarcı nankör aldığı her nefesle, attığı her adımla cehenneme biraz daha yaklaşmış
olur. Dönüş yapmadığı takdirde, ölmesiyle birlikte kendini cehennem kenarında
bulur.
2— Güvendikleri
ve gurur duyup böbürlendikleri dünyalıktan ne varsa, bir gün hepsi çekilip
alınır. Hakiki vâris Allah olur. Onlar da eli boş, yüzü kara olarak Allah'a
dönmek zorunda kalırlar.
3— Kalpleri imân
ve irfandan boş, her türlü nîmet ve azizlikten uzak bir halde Allah'a
döndürülürler.
4— Taptıkları
putlar ne dünyada, ne de âhirette onlara azizlik ve
şeref verir; bilâkis zillet ve rüsvaylık getirir.
5— Kendilerine
yardımcı ve şefaatçi saydıkları putlar, âhirette
onlara kin ve nefret duyarlar; Allah'ı bırakıp başkasına tapmanın insana
yakışmadığını söyleyerek uzaklaşırlar.
6— Küfürle
işbirliği halinde olan şeytanlar, durmadan kâfirleri ebedî meskenet ve zillete
sürükleyip aşkla, şevkle götürürler.
7— Şatafat içinde
yaşayıp mü'minlere tepeden bakıp alay eden kâfirlerin
günleri sayılıdır. Ömür çok kısa, yapılacak işler de o kadar çoktur. Zaman
durmadan ömrü törpülemektedir. Bir de bakarsın ki, lüks ve şatafatın,
böbürlenme ve gururun yerinde yeller esiyor.
Kur'ân-ı Kerîm ilgili âyetlerle bu hakikatleri beşer
düşüncesinin önüne serip daha etraflı düşünmelerine imkân veriyor. Sonra da âhiretten bir diğer düşündürücü safhayı açıklayarak
kâfirleri şöyle uyarıyor: «Suçlu günahkârları ise, susuz bir vaziyette
Cehennem'e sürüp götüreceğiz. Rah-mön'ın
yanında bir söz almış olandan başkası şefaate yetkili olmayacak..» [128]
Yukarıda geçen âyetlerle, kafa ve kalplerini
dünyalıktan yana çevirip Allah'ı ve âhireti inkâr
eden sapıklar hakkında ilâhî hükümden tecelli edecek yedi kadar önemli safhaya
dikkatler çekildi ve böylece inkarcıların daldıkları gafletten uyanmalarına
fırsat verilerek tevbe kapısının açık bulunduğuna
işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle, küfrün bir başka ölçüsüzlüğü konu
ediliyor: Allah'a evlât isnat edenlerin çok çirkin bir yakıştırmada
bulundukları üzerinde duruluyor. Canlı-cansız ne varsa hepsinin de Allah'ın
yarattığı nesneler olduğu belirtilerek, Allah'a ortak koşanlar uyarılıyor. [129]
88— Rahman çocuk
edindi, dediler.
89— And olsun ki, çok çirkin ve de büyük bir söz ortaya getirip
attınız.
90-91— Neredeyse Rahmân'a çocuk isnat etmelerinden dolayı
gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar yıkılıp çökecek.
92— Oysa Rahmân'a
çocuk edinmek yakışmaz, (O'nun ilâhlık vasfına uygun düşmez).
93— Göklerde ve
yerde her kim ve ne varsa mutlaka Rahmân'a kul olarak gelirler,
94— And olsun ki, O, onları birer birer
sayıp hesaplamıştır.
95— ve hepsi de
Kıyamet günü O'na yalnız başına gelecektir.
«Duyduğu eziyete karşı Allah'tan daha sabırlı kimse
yoktur. O'na ortak koşuluyor, evlât isnat ediliyor. Oysa O, o iftira ve
isnatçıların hem rl-zıklarını
verir, hem de onlara afiyet bahşeder.» [130]
«Ölülerinize Lâ ilahe illallah şehadetini
telkin ediniz. Kim ölüm vaktinde bunu söylerse, Cennet ona vacip olur.»
Bunun üzerine Ashab-ı Kiram
sordu:
— Ya bunu sağlıklı zamanında söyleyen kimse?.. Cevap verdi:
— Ona da
(Cennet) vacip olur. Canımı kudret elinde tutan zata yemin ederim ki: Gökleri,
yeri ve bunlarda, aralarında olan bütün şeyleri getirip terazinin bir
kefesine, Lâ ilahe illâllah'ı da diğer kefesine
koysalar, elbette bu kelime ağır gelir.» [131]
«Rahman çocuk edindi, dediler. And
olsun ki, çok çirkin ve de büyük bir söz ortaya getirip attınız..»
Kâinat düzeninde yer alan her şey, düzenin bir parçası
olduğunu, belli bir plâna bağlı bulunduğunu, çok yüce bir kudretin tezgâhında
şekillendiğini ve mutlak bir hikmete göre var kılındığını yansıtmaktadır.
Çocuk neslin devamı, ailenin tamamlayıcı parçasıdır.
Allah'ın oğlu varsa, o halde neslini devam ettirmeğe muhtaçtır. İhtiyacı varsa,
sonradan yaratılmadır. Sonradan yaratılmış ise, bir yaratıcının varlığı
zorunludur. O takdirde de Allah yaratıcı olamaz, yaratılmış olabilir. Bu da her
yönüyle ulûhiyete ve onunla içice olan Tevhîd İnancı'na ters düşmekte ve temelinden yıkıp bir
fasit daire meydana getirmektedir.
Rahmân'a çocuk isnat etmelerinden dolayı neredeyse
gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar yıkılıp çökecek, mealindeki âyeti
dört ayrı yorumla açıklamak mümkündür:
1— Böylesine çirkin, ölçüsüz bir iddiayı göklerin ve
yerin yaratılışı, kuruluşu, plânı ve mükemmel düzeni reddeder. Çünkü bunları böyle
yaratanın mutlaka her şeyden müstağni olması gerekir. Aynı zamanda öncesi'z ve~sonrasızlığının zarureti ortaya çıkar. Zira
başlangıcı ve sonu olan bir şey, mutlaka sonradan yaratılmadır. Sonradan
yaratılan ise, ilâh olamaz.
2— Allah'ın
insanlara karşı rahmet ve hilmi olmasaydı, bu sözün
dehşetinden gökler parçalanır, yer yarılır ve dağlar yerinden kayardı. Öyle
ki, düzeni sağlayan ilâhî kanun kaldırılır ve öylece her şey altüst olurdu,
3— Bu gibi
deyimler daha cok sözün ölçüsüzlüğünü, ilimden uzaklığını,
ölçülüp tartılmadan şuursuzca söylendiğini belirtmek içindir.
4— Gökler, yer ve
dağlar, eğer akledebilselerdi, böylesine
Tevhîd İnanci'na
ters düşen çirkin bir iddiadan dolayı parçalanırlardı. [132]
«Göklerde ve yerde her kim ve ne varsa mutlaka
Rahmân'a kul olarak gelir.»
İnsanlar isteseler de, istemeseler de ilâhî plâna
uymak, O'nun koyduğu esasa göre bir sonuca erişmek zorundadırlar. İnsanlar Hakk'ı tasdik de etseler, inkâra do sapsalar, kâinatta her
şey O'nu anlamakta ve O'nun hilkat damgasını taşımaktadır. Kimi hal, kimi de
kal diliyle teşbihini sürdürmekte, varlığını O'na bağlayıp baş eğmektedir.
Allah'a baş eğmeyen insanlara gelince: Ölüm olayı ile ilk baş eğme devresine
girerler ve tam bir inkıyat ve kulluk doğrultusunda Allah'a döndürülürler.
Gerçek bu olunca, baş eğmeler sürüp gider ve sonunda
insan aczini anlayıp gerçeği öğrenir ama neden sonra.. [133]
Meryem sûresinin son bölümlerinde Rahman ismi ondan
fazla yerde anılmaktadır. Önce bu ismin delâlet ettiği manayı özetleyip
sunalım; sonra da sebep ve hikmetini açıklamaya çalışalım.
Rahman : Rahmet kökünden gelen bir sıfattır. Kök mana
olarak, rahmet ve iyiliği gerektiren kalp yufkalığı demektir. Ancak bu kavram bazan sadece kalp yufkalığı, bazan
da sadece iyilikte bulunma mânalarında kullanılır. O halde Allah'a nisbet edilip kullanılınca, ikinci manaya; insanlara nisbet edilince -ki edilmesi doğru değildir- birinci manaya
delâlet eder.
Rahman sıfatı, Allah'a has bir isim olarak tevkifi
isimler arasında yer alır. Başkası hakkında kullanılması caiz değildir. Çünkü
bu sıfat, varlık âlemini kapsayıp kuşatan bir rahmettir ki her şey kendi
özelliğine ve yeteneğine göre bu rahmetten payını alır. Bu manayla dünyada mü'mini de, kâfiri de, putperesti de Rahmet sıfatının
ihsanından ve tecellilerinden yararlanırlar. Yani bu sıfat hepsini kapsayıp
kuşatmıştır. Su, hava, güneş, toprak, ürünler ve yeryüzündeki canlılar
bütünüyle Rahman sıfatının insanlığa takdim ettiği nimetlerdir. Herkes bu
nimetlerden yararlanmaktadır. Aynı zamanda aslan ve kaplan gibi yırtıcı vahşi
hayvanlar bile, bu rahmetin birer tezahürü olarak kendi yavrularını yememekte,
bir yerden başka bir yere taşırken incitmeden itina ile onları taşımaktadırlar.
Âhiret'te ise, bu rahmet, Rahîm sıfatının
tecellileriyle sadece mü'minlerden yana yönelir. Her
mü'min imân ve irfanı, sahih amel ve hizmeti oranında
ondan nasibini alır. [134]
1— İbrahim
Peygamber'in (A.S.) putperest olan babasına Rahmân'dan dokunacak azap, âhirette ilâhî rahmetten mahrum kalacağına işarettir.
2— Şeytan'ın
Rahmân'a başkaldırması, kendisine bu sıfattan yansıyan rahmetin nasıl büyük
bir nîmet olduğunu idrâk etmemesinden kaynaklanmıştır. Oysa Cenâb-ı Hak ona da hep bu sıfatla nazar kılmıştı.
3— Rahman
sıfatının aralıksız tecellilerine mazhar olan ve bu
sıfatın varlık âlemine nasıl yöneldiğini
cok
iyi bilen peygamberler,
Rahmân'ın âyetleri okununca ağlayarak secdeye kapanmışlardır.
4— Gıyaplarında mü'min kullarına va'dedilen Adn Cennet'i, Rahmân'ın sonsuz rahmetinin âhirette Rahîm sıfatıyla tecelli etmesinin eseridir.
5— Rahmân'a en cok başkaldıranların, topluluk arasından çıkarılıp
ayrılmaları sağlanacak. Kendilerini bu rahmete lâyık düzeye getirmeyen
nankörlerin kıyamette bu rahmetten
mahrum kalmaları, bu tutum ve anlayışlarının
cezası olacaktır.
6— Rahman olan
Allah, rahmeti gereği, sapıklık içinde kalmak isteyenleri de bir süre erteler,
onlara hemen azap etmez, bunu daha cok âhi-rete bırakır. Aynı zamanda ölmeden önce dönüş yapıp
Rahmân'a dosdoğru kul olurlar diye onlara mühlet verir.
7— Allah'tan
korkup kötülüklerden sakınanlar, dünyada Rahman sıfatından nasiplerini,
alacakları gibi, âhirette de bu sıfatın tecellisiyle
kalkıp O'nun rahmetiyle ebediyen mutlu olacaklardır.
8— Rahmân'ın
rahmetine lâyık olup canlılara karşı kalpleri yufkala-şanlar,
kıyamette bu sıfatın havasına kavuşup şefaat etmeye lâyık görülecekler.
9— Rahmân'ın
rahmeti, iyilik ve ihsanıdır. İnsanların rahmeti, kalp inceliğinden doğan
sıcak ilgi ve yardımdır. Bunun için Rahmân'a evlât edinmek yaraşmaz. İnsana
ise, hem hayatın mey vasi, hem neslin devamı bakımından lüzumludur.
10— Göklerde ve
yerde kim ve ne varsa, hepsi de Rahmân'ın rahmetinin eseridir; O'nun
kudretinden gelmişlerdir ve yine kul olarak O'na döneceklerdir. O rahmete göre
salih amellerde bulunup düzenli bir hayat sürenler,
kıyamette yine ona ehil olacaklardır. [135]
Yukarıdaki âyetlerle, Allah'a evlât isnat edenlerin
çok çirkin ve aynı zamanda büyük bir söz ortaya attıkları, Tevhîd
İnaneı'nı temelindn yıkmaya
yöneldikleri belirtildi. Oysa varlıkta ne varsa hepsinin Rahmân'a kul olarak
geleceklerinde hiç şüphe olmadığına dikkatler çekilerek Allah'ın evlât edinmekten
pak ve münezzeh olduğu açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle, imân temeli üzerinde salih amellerde bulunanların Rahman olan Allah ile dostluk
kurma mertebesine eriştirilecekleri müjdeleniyor. Kur'ân'ın
indirilmesinin birçok sebeplerinden iki önemli kısmı üzerinde duruluyor. Sonra
da Hakk'a başkaldırıp inkârlarında ısrar edenlerin
silinip belirsiz hale getirildikleri bildirilerek yaşamakta olan sapık in-kârçıların bu hususu iyi düşünmeleri ihtar ediliyor. [136]
96— İmân edip
iyi-yararlı amellerde bulunanları elbette Rahman (olan Allah) sevgili kılar.
97— Biz bu Kur'ân'ı Allah'tan korkup fenalıklardan sakınanları müjdelemen
ve inatçı bir topluluğu onunla uyarman için senin dilinle kolaylaştırdık.
98— Ve onlardan
önce nice nesilleri yok ettik. Onlardan birini olsun hissediyor musun veya
onların bir fısıltısını duyuyor musun?
«Allah bir kulunu sevince, Cibril'i çağırıp şöyle
buyurur; «Şüphesiz ki (ben) Allah, falan kimseyi seviyorum. Sen de onu sev.»
Bunun üzerine Cebrail (A.S.) da onu sever ve gök ehline şöyle seslenir:
«Doğrusu Allah falan kimseyi seviyor, siz de onu seviniz.» Gök ehli de onu
sevmeye başlar. Sonra da o kimse için yeryüzüne (sevilip) hüsn-ü-kabul
görme (duyguları geliştirilip) konulur.» [137]
Diğer bir rivayet:
«Allah bir kulunu sevdiği zaman Cebrail'i çağırıp,
«Ben falan kulumu seviyorum, sen de onu sev» buyurur. Cebrail de o kulu sever,
sonra da gökte şöyle seslenir: «Şüphesiz ki Allah falan kulunu seviyor, siz de
onu sevin.» Böylece gök ehli de o kulu sevmeye başlar. Sonra da o kul için
yeryüzüne (sevilip) hüsn-ü kabul görme (duygusu)
bırakılır.
Allah bir kuluna gazap ettiği zaman, Cebrail'i çağırır
ve: «Ben falan kulumu sevmiyorum, sen de onu sevme» buyurur. Cebrail de o kula
gazap eder. Sonra gök ehline seslenir ve: «Allah falan kulu sevmiyor, gazap ediyor,
siz de onu sevmeyin» der. Sonra da onun için yeryüzüne sevilmeme (duygusu)
konulur.» [138]
<İmân şdip iyi' varaHl ameller" de bulunanları elbette Rahman (olan
Allah) sevgili kılar.»
Kur'ân-ı Kerîm ilgili âyetle, Allah sevgisinin iki ana
sebebini açıklıyor: Dosdoğru imân ve onun gereği, tabii ürünü olan sâlih amel.
Buna şöyle misâl verebiliriz: Elektrik akımından
yararlanmak için iki İletici kabloya ihtiyaç vardır: Biri pozitif, diğeri
negatif ölçüdedir. Allah sevgisinin akımını gönüllerimize indirebilmek için
imana ve amel-i saliha mutlaka ihtiyaç söz
konusudur. Biri diğersiz arzulanan olumlu neticeyi vermez. Ancak ilâve edelim
ki, yalnız başına imân da bir bakıma kurtarıcı olabilir. Ama bunun, en azından
emirlerinin tutulmasından dolayı bir süre azap gördükten sonra tesiri
görülebilir, [139]
«Biz bu Kur'ân'ı Allah'tan korkup
fenalıklardan sakınanları müjdelemen ve inatçı bir topluluğu onunla uyarman
için senin dilinle kolaylaştırdık.»
Kur'ân'ın bütün hükümleri, prensipleri, tavsiye ve kıssalan; va'd ve vaîdleri, öğüt, ibret ve hikmetleriyle iki ana amaca
yönelik bulunuyor;
1— Allah'tan
korkup fenalıklardan sakınan mü'minleri ilâhî
rahmetin eseri olan sonsuz saadetle müjdelemek,
2— İnkâr ve
sapıklıkta ısrar edip her şeye rağmen bu inadından vaz-geçmiyenleri -kendilerini bekleyen büyük ve elim bir azaba
karşı- uyarmak..
Birincisi, imânı bütün şubeleriyle; ahlâkı bütün
yanlarıyla; ilâhî ahkâma bağlılığı bütün kapsamıyla; sosyal ve aile hayatını
bütün kademele-riyle içine
almaktadır.
İkincisi, ilâhî adaleti bütün inceliğiyle, uhrevî
mükâfat ve rnucazatı bütün dehşetiyle; bâtılı bütün
çeşitleriyle; kulluk ve ilâhlık mertebesini bütün açıklığıyla kapsamaktadır.
Sonra da bu iki ana amacın gerçekleşmesi, kafa ve
kalplerde yer edip" silinmez izler bırakabilmesi için, ciddi ve düzenli
bir eğitim ve öğretimin şart olduğu dolaylı şekilde anlatılmakta ve böylece Kur'ân'ın insan hayatının her bölümüyle içice olduğu; her
iki hayatı hikmetiyle ortaya koyduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır.
O halde 97. âyet, öz anlatım olarak çok geniş ve
kapsamlı bir özellik taşımakta, bir bakıma ilâhî kelâmın insanlıktan yana olan
şümulünü özetlemektedir. [140]
Allah kendi sözünü en tesirli ölçü ve anlamda
kullarına ulaştırmak için Hz. Muhammed'i (A.S.) seçip
beğendi. Onu küçük yaşlarında buna hazırlamak için gereken ortam ve şartları
kolaylaştırdı. Çok fasîh Arapça konuşan bedeviler arasında bir süre kalmasını
sağladı. Çölde Benî Sa'd kabilesinde vahanın
tertemiz havası içinde geçirdiği beş yıl, Hz. Muham-med'in (A.S.) acık,
pürüzsüz bir Arapcayı öğrenmesine yardımcı oldu. Zaten
doğuştan da kendisi bu özellikte yaratılmıştı; ses tonu, ağız yapısı, üstün
zekâ ve yetenekleri biraraya gelince Onu aynı zamanda
güzel söz söylemenin doruğuna yükseltmiş bulunuyordu.
Nitekim O, bir hadîslerinde: «Ben (hem soy, hem dil
bakımından) Arab'ın en ileri düzeyinde bulunuyorum. Kureyş kabilesinde doğdum; Benî Sa'd
b. Bekir kabilesinde yetişip geliştim. Artık bu durumda hatalı ve kurala
aykırı konuşma bana nereden gelip yaklaşabilir?» [141]
buyurmuştur.
Diğer bir hadîslerinde buna yakın bir anlamda şöyle
buyurduğu tesbit edilmiştir: «Ben (gerek soy, gerekse
dil bakımından) siz Arapların en ileri düzeyinde bulunanızım.
Ben Kureyş'tenim ve dilim de Benî Sa'd
b. Bekir kabilesinin dilidir.» [142]
İşte Cenâb-ı Hak, Kur'ân için en uygun dil olarak Arapcayı
seçerken, bu dili en pürüzsüz ve kuralına uygun şekilde konuşan Hz. Muhammed'in (A.S.) telaffuzunu ve Kureyş
kabilesinin lehçesini benimsiyordu.
O bakımdan Arapların edebiyatta zirveye yükselen şâir
ve edipleri.
Kur'ân'in fesahat ve belağati ve
ilâhî ahengi karşısında çok sönük kaldılar.
Taşıdığı o yüksek ve ledünnî manasını da buna ekliyecek olursak Kur'ân'ın
erişilmesi imkânsız bir anlatım özelliği getirdiği kendiliğinden ortaya çıkar.
Bu ilâhî hakikat karşısında hâlâ inat edenlere Kur'ân şunu hatırlatıyor: «Onlardan önce nice nesilleri yok
ettik. Onlardan birini olsun hissediyor musun veya onların bir fısıltısını
duyuyor musun?» Onlar da sizler gibi şu dünyaya geldiler, yediler, içtiler,
eğlendiler, zulmettiler, zulme uğradılar. Çoğu Hakk'a
yönelmedi; küfür ve azgınlıkta ısrar edip hayatını amacından saptırarak
kendilerine yazık ettiler. Sonunda sünnetullah gereği
silinip yok oldular.
Meryem Sûresine ilâhî şifre ile başlandı. Zekeriya Peygambere sunulan nîmetler ve ilâhî inayetler
anıldı. Allah'ın kudretinin yüceliği dile getirilerek erişilmez olduğuna
dikkatler çekildi. Bu kudreti idrak etmiyen inkarcı
milletlerin nasıl yok edildikleri çok duyarlı bir anlatımla açıklanarak sûre
noktalandı.
Bizi bu sûrenin de tefsirine muvaffak kılan Yüce Rabbımıza canlıların nefesleri sayısınca hamd-u senalar olsun. Her zaman bize güc
ve gayretli çalışma hevesini bahşetmesini dileriz. Rahmet Peygamberi Hz. Muham-med'i
{A.S.) salât-ü selâm ile anar; âl ve ashabını rahmet
ve gufran ile yâd ederiz. [143]
[1] LÜbabu't-te'vîl
: 3/214
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3692.
[2] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3692-3693.
[3] Müslim/fezâil: 169- İbn Mâce/ticarat: 5- Ahmed: 2/296, 405, 485
[4] Sahîh-i Müslim - Sahîh-i Buharî
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3695-3696.
[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3696.
[6] Geniş bilgi için bak : Tevrat/I. Tarihler: 23/1-6
[7] Lübabu't-te'vîl
: 1/225 - Ayrıca bilgi için bak : Âl-i îmrân: 34-41.
âyetlerin tefsîri
[8] Lübabu't-te'vil
: 1/225
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3696-3697.
[9] Böyle bir duâ ve oruç İslâm'da sünnet kılınmamıştır;
sadece Kur'ân'dan mülhem bir temennidir.
[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3697-3698.
[11] İncil/Matta:
11/1
[12] İncil/Matta:
14/3-12
[13] tncII/Markos
: 6/21-28
[14] Luka/3/18-22
[15] Fütuhat-i Mekkiyye : 3/346
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3698-3700.
[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3700-3701.
[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3702.
[18] İbn Cerîr
et-Taberî - Abdurrezzak : Katade'den
[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3702-3703.
[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3703-3704.
[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3705.
[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3705-3706.
[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3707-3708.
[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3708.
[25] Bilgi için bak:
Enbiyâ Sûresi: 91
[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3709.
[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3709-3710.
[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3710.
[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3711.
[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3711.
[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3712.
[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3712-3713.
[33] Matta İncil'i:
1/16
[34] Luka »
: 1/26-29
[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3713.
[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3714.
[37] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3714-3715.
[38] Taberânî: İbn Ömer (R.A.)dan (Hadîs gariptir).
[39] Müsned-i Ebû
Ya'lâ - Feyzü'l-Kadîr
: 2/94 - 1432 nolu
hadîs. Süyûtî ve Münavî bu
hadîsin zayıf olduğunu tesbit etmişlerdir.
[40] Buharî/enbiyâ: 48- Müslim/fezâil: 143, 144- Ebû Dâvud/sünnet: 13 Ah-med: 2/319, 427,
463, 482, 541
[41] Müslim - Nesâî - Tirmizî : Hadîs
sahihtir.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3717.
[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3717-3718.
[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3718-3719.
[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3719-3721.
[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/37213722.
[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3722-3723.
[47] Buhari/edeb: 71, tevhîd: 3-
Müslim/münafıkîn: 49,
50- Ahmed: 4/395, 401, 405
[48] Buharî/tefsîr : 6/2, 2/14,
imân: 17
[49] Tirmizî/zühd
: 59
[50] Buharî/tefsîr: 19- Müslim/Cennet : 4- Tirnıizî/tef
sîr: 19- Dâremî/rikak: 90- Ahmed: 2/377, 422,
513
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3724.
[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3725-3726.
[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3726.
[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3726-3727.
[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3727.
[55] Ahmed : 3/16
[56] Buharî/enbiyâ: 19, menakıb: 13, tefsir: 1/12- Tirmizî/tefsir:
12- Ahmed: 2/332, 416
[57] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3729-3730.
[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3730-3731.
[59] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3731-3732.
[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3732-3733.
[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3733-3734.
[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3734.
[63] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3734-3735.
[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3735.
[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3736-3737.
[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3737.
[67] Bilgi için bak:
Tâ-Hâ Sûresi: 11-12. âyetlerin
tefsirine
[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3737-3738.
[69] Bilgi için bak: Kasas
Sûresi: 34
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3738.
[70] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3739.
[71] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3739.
[72] Buharî/şehadat
: 28-
Müslim/imân: 107, 109- Tirmizî/imân: 14
[73] Sahîh-i Müslim
[74] Buharî/büyû1: 16- Ebû Dâvud/vitir: 13- Tirmizî/kıyâmet: 2- îbn Mâce/ ikamet: 175- Ahmed: 1/463- 2/247,
250, 436
[75] Ebû Dâvud-
Nesâî- İbn Mâce
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3740.
[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3741.
[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3741.
[78] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3742.
[79] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3742.
[80] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3743.
[81] Tevrat/Tekvin : 5/21-24
[82] » /
» ; 5/1-20
[83] Lübabu't-te'Vîl: 3/224
[84] Bilgi için bak : Tefsîr-i Kurtubî: 11/118, 119
[85] » » »
: Müslim/imân: 259, 263- Ahmed: 3/224
[86] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3743-3744.
[87] TeMr-i Kurtubî
: 11/117, 118
[88] Tefsîr-i îbn Kesîr : 3/126
[89] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3744-3745.
[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3745-3746.
[91] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3746.
[92] Tlrmizî/imân : 9- Nesâî/salât: 8- İbn Mâce/ikamet: 77- Ahmed: 5/346
[93] îtm Mâce/zühd : 30
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3748.
[94] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3748-3749.
[95] Buhari/imân : 13- Ahmed: 2/61, 122- Taberânî/siyam: 13
[96] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3749.
[97] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3749-3750.
[98] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3750.
[99] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3751.
[100] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3751-3752.
[101] Buharî-Tirmizî-Ahmed
[102] Tefsîr-i îbn Kesir : 3/130
[103] tbn Ebî
Hatim - Kurtubî :
11/128
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3752-3753.
[104] » » s
- Geniş bilgi için bak : Dâremî/mukaddeme: 39, Tirmi-zî/libas: 4, 6- Ahmed: 3/12- İbn Mâce/et'ime : 60
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3753.
[105] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3753-3754.
[106] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3754.
[107] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3754-3755.
[108] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3755.
[109] Buhari/tefsîr : 8/2-
1, 2/112- Nesâi/cenâiz: 117- Ahmed: 2/317, 350
[110] Tirmizî/tefsîr: 19- Dâremî/rikaK : 89- Ahmed: 5/111-
6/395
[111] MÜsned-i Ahmed
: Hz. Hafsa (R.A.)dan
[112] Sahîh-i Buharı ; Enes b.
Mâlik (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3757.
[113] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3758-3759.
[114] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3759-3760.
[115] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3760-3761.
[116] Tefsîr-i İbn Kesîr : 3/134- Lübabu't-te'vîl : 3/230
[117] Lübabu't-te'vîl: 3/230 - Buharı-Müslim
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3762.
[118] Abdürrezzak : Seleme b. Abdurrahman'dan -
Değişik elfazla İbn Mace..
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3762-3763.
[119] Salih b. Şerîf, milâdî 15. asırda yaşayan ve meşhur
«Endülüs Mersiyesini dile getiren değerli bir şâirdir. Aslen Endülüslü olduğu
söylenir.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3763-3765.
[120] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3765.
[121] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3765-3766.
[122] Tefsîr-i Kurtubî : 11/145 - Tefsîr-i İbn
Kesir : 3/135
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3767-3768.
[123] Buharî/rikak
: 45- Müslim/cennet: 59- Nesâî/cenâiz
: 118
[124] Müsned-i Ahmed: '4/446-5/3,5
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3768.
[125] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3768-3769.
[126] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3769.
[127] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3770.
[128] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3770-3771.
[129] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3771.
[130] Buharî/edeb: 71, tevhîd: 3- Müslim/münafikin: 49, 50- Ahmed; 4/395, 401,
405
[131] Müslim/cenâiz: 1, 2~ Ebû Dâvud/cenâiz : 16- Tirmİzî/cenâiz: 7- Nesâî/ cenâiz: 4- îbn Mâce/cenâiz:
3- Ahmed: 3/3
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3772-3773.
[132] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3773-3774.
[133] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3774.
[134] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3774-3775.
[135] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3775-3776.
[136] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3776.
[137] Euharî/edeb
: 41, bed-i
halk : 6
[138] Müslim/birr: 107^ Tirmizî/tefsîr;
7/19- Taberânî/şiir:
15- Ahmed: 5/263
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3777-3778.
[139] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3778.
[140] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3778-3779.
[141] Tâberânî ; Ebû Saîd (R.A.)dan (Süyûtî ve Münavî'ye göre hadîs
zayıftır.)
[142] îbn Sa'd: 1/71- (Yine Süyûtî
ve Münavî'ye göre, hadîs sahihtir,)
[143] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3779-3780.