Bu sûre 96 ayet olup,
Mekkî'dir. Kât hâ yâ ayn sâd sûrenin bu başlangıcına ait farktı kıraatlere
girmeden önce, şu ûç mukaddimenin (hususun) belirtilmesi gerekir:
Birinci mukaddime:
Huruf-ı mu'cem iki veya üç harfli olmak üzere, iki çeşittir. Arapların adeti,
iki harfli olanları, kesik kesik ve imâleli olarak mesela, bâ, tâ, sâ şeklinde
telafuz etmek şeklinde cereyan etmiştir. Benzerleri de böyledir. Yine onlar,
ortalarında elif bulunan üç harfli kelimeleri de 'işba' " lı telaffuz
ederler, mesela dâl, zâl, sâd, dâd derler. Bunların benzerlerini de aynı
şekilde okurlar. Bu muc'em harflerden sadece zâ hususunda alışılagelen şu iki
şey olmuştur: Telaffuz ederken bunun yâ'sını izhar ederek onu üç harfli
kılanlar imâle yapmazlar, zây derler. Telaffuz ederken, ya'sını izhar
etmeyenler ise iki harfli kelimeye benzetirler ve imale yapmazlar (zâ) derler.
İkinci mukaddime:
Bütün her yerde, fethanın işba' yapılmasının asıl olduğunun; imâle yapmanın
ise, feri olduğunun bilinmesi gerekir. İşte bundan dolayı imâle edilen her
kelimenin işbâ'sı caiz olduğu halde, işba' yapılan her fethaiı harfin imalesi
caiz değildir.
[1]
Üçüncü mukaddine; Bu
sûrenin başlangıcı okuma konusunda kıraat imamlarının üç çeşit kıraati
bulunmaktadır:
a) Onlar asi
olana tutulmuşlardır ki, bu asıl olan da hâ ve yâ'nın fethasının işba'
edilmesidir.
b) Hâ ve
yâ'nın imâle ile okunması.
c) Hem asıl
hem de fer' olan şeyi birleştirmek, cem etmektir. Bu durumda hâ ile yâ arasında
bir farklılık meydana gelir. Bu sebeble kıraat âlimleri, onlardan hangisi
olursa olsun, birini fethaiı, diğerini de kesreli okurlar. Onların, bu ihtilafı
gerektiren sebep hususunda iki görüşleri vardır.
1) İşba'lı
fetha, asıldır. İmâle ise, kullanılışı meşhur olan bir fer'clir. Dolayısıyla
hem aslı, hem de fer1 olanı gözetebilmek için, onlardan birisi işba ile, diğeri
de imâle okunur ki, bu onlardan birisini nazar-ı dikkate alıp, diğerini
almamaktan daha güzeld r
2)
Telaffuzda iki harfti olan elifba harfleri ise kesik kesik okunduklarında imâr
ile; kesik kesik okunmadaklarında ise, işbu1 ile okunurlar. Binâenaleyh,
Cenâb-ı Hakk'ın ifadesindeki hâ ve yâ
harfleri okunurken kesik kesik; yazıda
s-bitişiktirier. Binâenaleyh, her iki tarafı, yani hem okunuş hem de
hat, (yazı) cihetr gözetbilmek için bunlardan birinde imâle, diğerinde ise
işba' yapılır.
Sen bu temel kaideyi
iyice kavradığında şimdi diyoruz ki: Bu hususta değişik oie.-şu kıraatler
bulunmaktadır:
a) Bu hususta bilinen kıraat, hem hâ'nın, hem de
yâ'nın fethalı okunmasıdır.
b)
Hâ harfini meksûr, yâ harfini de meftûh ile
okuma. Bu, Ebu Amr ve İbr Mübadir'in[2] kıraatidir. Eyyûb'dan ise, bunların kesik
kesik okunması rivaye edilmiştir. Kıraat imamları, bu hâ ile tenbih harfi olan
hâ'yı birbirinden ayırmak içr yâ'yı değil de hâ'yı kesre ile okumuşlar. Çünkü,
tenbih edatı olan hâ, kesinlikle meksL-olarak okunmaz.
c) Hâ'nın
fethası, yâ'nın da kesresi ile okumak. Ebu Hamza, A'meş, Talha vç Âsimin ravisi
Dahhak'ın kıraatidir. Bunlar, hâ'yı değil de, yâ'yı meksur okumuşlardr Çünkü,
yâ, kısrenin kardeşidir. Kesreyi, kardeşi olana vermek, münasabeti korume için,
meftun olan yabancı harfe vermekten daha evlâdır.
d) Her ikisinin birden imâle yapılmaları. Bu,
Kisâî, Mufaddal, Asım'ın ravıs Yahya, İbn Amİr'İn ravisi Velid İbn Eşlem, Zûhrî
ve İbn Cerir'in kıraatidir. Bu zâtla bu iki harfi, hâ'nın ve yâ'nın imale
edilmeleri hususunda zikredilen iki sebepten dola. imâle ile okumuşlardır.
e)
Hâ'nın dammesi ve yâ'nın fethası ile
okunması, Bu, Hasan el-BasrîV -kıraatidir. Hasan el-Basrî'den, hâ'nın fethası,
yâ'nın zammesi ile okunabileceği ? rivayet edilmiştir. Keşşaf Sahibi, Hasan
el-Basrî'den bu iki harfin damme ite okunacağını da
rivayet etmiştir. Bunun
üzerine ez-Zemahşeri'ye "Hasar el-Basrî'den böyle bir kıraat
sabit olmamıştır. Çünkü İbn Cinnî, Kitâbu'I Muhteset[3] de
şunu zikretmiştir: Hasan el-Basrî'nın kıraati, herhangi birini belirtmeksizır
bu iki kelimeden birini fetha, diğeri bir de damme ile okumaktır"
denilmiştir. Bazıls-da şu açıklamayı yapmışlardır: Hasan el-Basrî'nin bunlardan
herhangi birini damrre okumaya yönelmesinin sebebi şudur. Çünkü o bu
kelimelerin ayne'l-fiilinin tıpkı, dâ ve mâl kelimelerinde olduğu gibi vâv'din
elife dönüştüklerini düşünmüştür. Çünkü bu elifler, iştikakları olmadığı için
malum olmasalar bile, bunlar lafzı bakımından kendilerine benzeyen şeylere
hamledilmişlerdir.Binâenaleyh, kelimesinin ortasında elif geldiğinde, onun vâvdan
dönüşmüş olduğuna inanmak gerekir. Çünkü, dilde galib ve genel olan durum
budur. Binâenaleyh, Hasan el-Basrî, hân ve yân kelimelerinin elifinin vâvdan
dönüşmüş olduğunu düşününce, o elifi vâv hükmünde kabul etmiş ve, mukabilini de
dammeli okumuştur. Çünkü vâv, dammenin kardeşidir.
f) Bu iki
harfin, bir tür dammeli işmâm ile okunması...
[4]
Ebu Cafer jutf
kelimesinde, âyn'ın nûnûnun açıkça okunmasının yanısıra, ufacık bir sekte ile,
bu harfleri birbirinden aytrmak şeklinde okurken, diğer kıraat imamları, âyinin
nûnunu da gizlemelerinin yanısıra, harfleri birbirine ulayarak okurlar.
[5]
Maruf olan kıraat, sâd
harfini, kelimesine idğâm ederek okumaktır. Asım ve Yakûb'un, bunu, izhar ile
okudukları rivayet olunmuştur.
Fevâtihu's-Suver
hakkında ileri sürülen görüşler daha önce geçmişti. Ancak ne varki, burada
söylenmesi gereken birkaç husus bulunmaktadır. İbn Abbas(r.a.)'nın Cenâb-ı
Hakkın ifâdesinin kendisi tarafından kendisini öven bir sena ve medh ifâdesi
olduğunu söylediği rivayet edilmiştir. İşte bundan dolayı, kimileri, bu
ifâdenin Daşındaki "kâf", "kâfin" (yeter), "hâ"
harfini "hadim" (hidâyet eden); "ayn" harfini,
"âlim" (bilen), "sâd" harfini de "sadık" (doğru)
anlamına almışlardır. İbn Abbas ;r.a.)'dan kaf harfini, "kerim ve
kebîr" (cömert ve büyük) anlamlarına aldığı rivayet edilmiştir.
Yine ondan, yâ harfini
bir keresinde kerîm, başka bir kere de hakîm anlamına ajdığı da nakledilmiştir.
Rebî ibn Enes'ten, burada yâ harfini "mucir" (himaye eden, koruyan)
anlamına geldiğini söylediği rivayet edilmiştir. Yine İbn Abbas(r.a.)'dan, bu
ifâdedeki âyn'ın, Aziz ve 'Adi' kökünden olduklarını söylediği de rivayet
edilmiştir. Bütün bu görüşler kuvvetli değildir. Zira biz Cenâb-ı Hakk'ın
kitabında, dilin ne hakikaten ne de mecazen delâlet etmediği birşey
bırakmasının caiz ofamayacağını söylemiştir. Çünkü biz bunu caiz görürsek, o
zaman, bizim aleyhimize olmak üzere, her zahirin bir bâtını bulunduğunun iddia
kapısı açılmış olur. Halbuki dil, onların ileri gördüğü bu tür şeylere delâlet
etmemektedir. Çünkü kâf harfinin, kerim'e veya kebîr'e veyahutta, Hz.
Peygamberin isimlerinden herhangi bir isme, meleklerin, cennet veya cehennemin
isimlerine delâlet etmesi, bir başkasına delâlet etmesinden daha evlâ değildir.
Binâenaleyh, bunu bunlardan birisine hamledip de diğerine hamletmemek, dilin
kendisine asla delâlet etmediği bir tahakküm olur.
[6]
"(Bu), kulu
Zekeriyyâ'ye Rabbinin rahmetini artmıştır"
(Meryem, 2).
Bu ifadeyle ilgili
birkaç mesete vardır:
[7]
Bu ifâdenin başındaki
zikrkelimesiyle ilgili dört değiş
kıraat
bulunmaktadır. Masdar şeklinde zikru; şeddeli ya da
şeddesiz olarak
mazi sığasında zekkere ve zekere
veyahutta emir sığasında olmak üzere zekkir okunmas
Bunun masdar şeklinde
okunması halinde, ifâdelerinin, izafetten dolayı meks kesreli olunması,
gerekir. Bu okunuşa göre bu ifâdenin
(tümünde) üç vec-bulunmaktadır:
a)Abdehu
kelimesinin dâl'ının mansub okunması ve Zekeriyyâ isminin sonur: hemzenin
getirilerek Zekeriyyâ' denilmesi ki bu kıraat meşhurdur.
b) Her
ikisinin de merfû okunması. Buna göre ayetin manası, "O, rahmet, Allah'
-kulu, Zekerlyyâ'dır" şeklinde olur. Bu, İbn Amr'den rivayet edilmiştir.
c)
Birincisinin nasbi abdehu ikincisinin ref'i ile... Buna göre mana
Rabbinin, kuluna rahmetidir. Kulu da
Zekeriyya'dır" şeklinde olur. Şeddeli mazi 11 okunmasına gelince, bu
durumda Rahmeten kelimesinin mansub okunması gerek
Şeddesiz olarak mazi
sığasında okunmasında, iki izah söz konusudur.
1) Rabbüke
ifâdesindeki bâ'nın merfû okunması. Buna gere mana, "Rabbin, ku l
Zekeriyyâ'yt hatırladı" şeklinde olur.
2)Rabbeke
ifâdesindeki bâ'nın mansub, kelimelerinin de merfu okunmas Bu, mefulun faile
takdim edilmesiyle okunmuştur. Bu iki kıraat de, kelbi'ye aittir. B. ifâdeyi
emir sığasında okuma halinde ise, rahmete kelimesinin mansûb kılınmas gerekir.
Bu, İbn Abbas'ın kıraatidir. Bil ki, bu kelime masdar veya mazi sığasınc
okunduğunda, ifâdenin takdiri, "Kur'ân'dan okunan bu şey senin Rabbinin,
rahmetr zikretmesidir" şeklinde olur.
[8]
Cenâb-ı Hakk'ın
rahmeti Rabbike ifâdesinden kastedilenin, "Kulu
Zekeriyyâ'nın rahmeti" şeklinde olması muhtemildir. Zekeriyyâ'nın rahmet
olması hususunda da şu iki izah yapılabilir:
a) Onun
ümmeti için rahmet olması. Çünkü o, onları imana ve tâata iletmiştir.
b) Onun, hem bizim peygamberimiz Hz. Muhammed
(s.a.s)'e hem de onun
rahmet olmasıdır.
Çünkü Allah Teâlâ, Zekerfyyâ'nın ihlas ile, bütün işleri sunda Allah'a yalvarıp
yakarma yolunu Hz. Muhammmed (s.a.s)'e açıklayınca
Rabbine gizlice niyaz
ettiği zaman, demiştir ki: Ya Rabbî muhakkak ki . Benim kemiğim zayıfladı.
Başımın da saçı aklıkla tutuştu. Ya Rabbi,
Sana
duâ etmem sebebiyle bedbaht olmadım. Doğrusu ben, arkamdan yerime gelecek)
akrabamdan endişeye düştüm. Karım da kısırdır.
'âenaleyh bana tarafından bir velî oğul ihsan et ki hem bana, hem de
Yakûb hanedanına mirasçı olsun. Rabbim Sen onu rızana
layık kıl"
(Meryem. 3-6).
[10]
Cenab-ı Hakk'ın
"O, Rabbine gizlice niyaz ettiği
zaman buyruğunun izahı:
a) Hz.
Zekeriyya, duasını gizleme hususunda, Allah'ın, gösterdiği yola riay etmiştir.
Çünkü Allah katında gizleme ve gizlememe eşittir. Binâenaleyh, duayı gi: yapmak
daha evlâdır. Çünkü, bu riyadan daha uzak ve daha ihlaslıdır,
b)
İhtiyarlık zamanında çocuk istediği için kınanmasın diye, bunu gizli yapmtşt
c) O bunu,
kendilerinden endişe duyduğu "mevali"sinden gizlemiştir.
d) Zayıf ve
ihtiyar olduğu için sesi kısık çıkmıştır. Bu tıpkı, ihtiyar kimse vasfederken,
"onun sesi kısık, duyması ağırdır" denilmesi gibidir.
Eğer: "Nidâ'nın
şartı bağırmakttr. Binâenaleyh o, hem nidayı hem de gizleme nasıl
yapabilmiştir?" denilirse, buna şu iki bakımdan cevap verilebilir:
1) O,
yapabileceği en yüksek sesle bunu yaptı. Ancak ne var ki O'nun sesi, s: derece
zayıf ve yaşlı olmasından dolayı çok alçak çıktı. Binâenaleyh bu, or bağırmaya
yönelmesine nisbetle bir nida; vakıaya nisbetle de, gizlilik hali olmuş-
2) O,
namazında duâ etti. Çünkü Allah Teâlâ ona namazında icabet etmiş-Çünkü Cenâb-ı
Hak, "O, mihrapta durup namaz kılarken melekler ona şöyle r. etti:
"Muhakkak ki, Allah sana... Yahya'yı müjdeler" (A. imran, 39)
buyurmuşt. İcabetin namazda olması, duanın namazda yapıldığını gösterir.
Binâenale>-namazdaki nidanın da gizii olması gerekir.
Ayetteki "Ya Rabbî dedi.
muhakkak ki ber, Benim kemiğim zayıfladı. Başımın da saçı ak/ık/a
tutuştu. Ya Rabbî, ben sana d etmem sebebiyle bedbaht olmadım. Doğrusu ben,
arkamdan (yerime gelec-akrabamdan endişeye düştüm. Karım da kısırdır.
Binâenaleyh bana tarafında • velî, oğul ihsan et ki hem bana, hem de Yakûb
hanedanına o mirasçı olsun. Rabt Sen onu
rızana layık kıl" kısmındaki kıraatle ilgili birkaç mesele vardır:
[11]
Ayette Kıraatte İlgili
Meseleler
Peşpeşe üç hareke (vehene) şeklinde okunmuştur.
[12]
Ebu Amr'a göre
ifadesindeki sin. şînâ idğam edilir.
[13]
yâ'nın fethasıyla
el-mevâHye şeklinde okun
Zührî'den, "MevâÜ" kökünden olmak üzere, bu kelime^
yâ'nın sükûnuyia
el-rrevaiî şeklinde okunduğu da rivavet
edilmiştir.
Hz. Osman, Ali İbn Huseyn, Muhammed İnb Ali, Said İbn Cübeyr, Ze-İbn Sabit ve
İbn Abbas, hâ'nın fethası şeddeli fâ ve tâ'nın da kesresiyle,
şeklinde okumuşlardır ki bu da şu iki manaya delâlet
eder:
1) Bu
ifadeden sonra gelen jyj (veraî) kelimesinin, "Benden sonra" manasına
rtnmasıdır. Buna göre mana, "Onlar, azaldılar ve
benden sonra, dini ikâme etmekten soldular" şeklinde olur. Bu sebeple Hz.
Zekeriyyâ Rabb'inden, onları rıztklandıran br velî, dost ve sahib ile takviye
etmesini istemiştir.
2) Bu
kelimenin, "ön" anlamına alınmasıdır. Buna göre mana, "Onlar,
onun ânde azaldılar ve öldüler. Öyleki, kendisiyle kuvvetlenilecek ve
desteklenilecek nse kalmadı"
şeklinde olur.
[14]
Bilinen kıraat, bu
kelimenin, kendisinden sonra sakin bir
yâ bulunan kesreli bir hemze ile,
(min verâ,) şeklinde
okunmasıdır. Humeyd
İbn Muhsin'in yânın fethası ve
fhemze ile jfljj j»
(min veraiye) şeklinde okuduğu, rivayet edilmiştir. İbn Kesir ise, (min verâye)
şeklinde okumuştur.
[15]
ifadelerinin okunuşu
hakkında da şunlar söylenebilir:
a) Bu
kelimeler, terkibte sıfat olmaları sebebiyle, ref ile yansûnî ve yerisû
şeklinde okunmuşlardır.
b)Ebû Amr,
Kisâî, Zührî, A'meş ve Talha her iki fiili de, "bana ihsan er"
emrinin olarak Yerisnî ve yeris şeklinde cezimli okumuşlardır.
c) Ali İbn
Ebi Talib, İbn Abbas, Cafer İbn Muhammed, Hasan el-Basrî ve
s'nin birinci fiili
cezm ile yerisnî ikincisini ise, ism-i fail sığasında vârisun oe okudukları
rivayet edilmiştir.
d) İbn
Abbas'ın, bu ifadeyi tir.
şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir.
e)El-Cuhderî'nin
bu kelimeyi, "vârisun" kelimesinin ism-i tasgiri olarak (uveyrisu)
şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir.
[16]
ile ilgili izahlara
gelince vehn kelimesi "zayıflık" demektir. Ez-Zemahşeri, ıf'da şöyle
demektedir. Şeybu "ihtiyarlık", saçların beyazlığı, parlaklığı, onun
yayılması; tıpkı ateşin tutuşması gibi her tarafa yayılması bakımından, ateşin
ılarına benzetilmiş; sonra da kelime istiare üslûbunda kullanılarak, sonra da,
işi saçların bittiği yere, isnâd edilmiştir ki bu da "baş"tır. Buna
göre kelimesi de temyiz olarak getirilmiştir. Muhatabın, o başın Zekeriyyâ
(a.s)'ın olduğunun bilmesinden dolayı da er-re's kelimesi Zekeriyya'ya nisbet
»iştir. İşte bundan ötürüdür ki bu cümle, fasih olmuştur. Duâ, bir işi istemek
ounun mukabili de "icabet" dir. Bu, tıpkı emrin mukabilinin
"tâat" olması gibidir.
Velî
kelimesinin terkibi yakın oimak anlamına defâlet eder. Nitekim Arapça
"ona yaklaştım
anlamında (evlîtuhu, elîhi,
velyer
denilmektedir. Bunun
if'âl vezni ise
"onu, ona yaklaştırdım, böylece gerisindeki şeylerden
uzaklaştı" manasına gelir.
Sâide İbn Cü'ye'nin
"Zamanın getirdiği pekçok bela ve musibetler, fitne ve fesatlar
çıkararak, ser. yolundan saptırdı.." ifadesi de bu anlamdadır. Ve yine bu
kelime, "sana yakın olup senin yanına oturduğun kimse" anlamına da
gelir. Bahar yağmurunu "velyeae-(takibeden) yağmura, "Vely";
hayvanın sırtının üzerine konulan keçeye "vetiyye denmesi de bu manadadır.
Yine bir İşi üstlenen kimse, o işe yakın olduğu içiı "Yetimin
velisi", "maktulün velisi", "şehrin velisi" denıırnesi
de bundandır. Yine Cenâb-ı Hakk'ın "Yüzünü
Mescid-i Haram taı, çevir"
(Bakara, 144) ayetindeki bu kelime, Arapların, "Onu, kendisini tak i
bedenlerde kıldı" manasında
söyledikleri, şeklindeki ifadelerine
dayanır. Bîri* senden
ayrıldığında demene gelince, bu, zıd manayı ifade etsin diye kelimenin
ayne'l-fiilinin şeddelenmesi bâbındandtr. Arapların, "Falan falancadan
6ar.: evlâdır" şeklindeki sözleri, ya "vâlî" kelimesinden, yahut
'"veli" kelimesinder müştaktır. Bu tıpkı, "dânî" ve
"karib" kelimelerinden, "ednâ" ve "akreb" (daha
yatan kelimelerinin türemesi gibidir. Evlâ kelimesinde de yakınlık manası
vardır. Çür-birşeye daha uygun ve layık olan şey, ona daha yakın olur.
"Mevlâ" kelimesi, tıpkı "mermâ" kelimesi gibi, ism-i
mekandır. "Mebnâ" kelimesi de, ism-i mekandır, yan "atılan ve
yapılan yer" demektir.
"Akır",
kısır kadın demektir. Arapça'da "âkır" yaralamak demektir.
"Atar" kelimesi bundan müştaktır. Çünkü bu da, hilkatin aslını
bozmuş, yaralamış t durumdur. Yine atın ayaklarına kılıçla vurup kestiğinde,
denilir.
Ayetteki kelimesi,
insanların işlerinin kendisine varıp, dayandığı belli kimse' demektir,
taşanların işten bunlara, bazan ataabaMAan, ba2an, Fıravn'm "ÂH F\raw gibi
arkadaşlıktan; bazan da,' ÂI-in-Nebiyy" gibi, dinî birlikten ötürü varıp
dayanır Bil ki Zekerfya (a.s), bu istekte bulunmazdan önce şu üç şeyi ileri
sürmüştür:
a) Kendisinin zayıf, güçsüz, kuvvetsiz oluşunu;
b) Allah Teâlâ'nın duasını kesinlikle reddetmeyeceğini;
c) Duâ îie
istenen şeyin, dinî bir menfaate sebeh olacağını. Bu üç şeyi ifade ettikter
sonra, açıkça isteğini bildirmiştir.
[17]
Birinci makam, onun
zayıf ve güçsüz oluşudur. Zayıflığın tesiri ya içte, ya dışt£ görülür. İçte
meydana gelen zayıflık, dışta meydana gelenden daha kuvvetlidir. İşte bundan
ötürü Hz. Zekeriya önce içindeki zayıflığı beyan ederek işe başlamış ve
"Benim kemiğim zayıfladı" demiştir. Bunu şu
şekilde izah ederiz: Kemikler, bedenin en kuvvetli ve sert parçalarıdır.
Bunlar, şu iki sebebten ötürü Döyfe yaratılmıştır;
a) Diğer
uzuvların kendilerine dayandığı birer esâs ve temel olmalarından ötürü. Cunkü
bedenin diğer uzuvları kemikler üzerine bina edilmiştir. Taşıyanın,
taşınılandan ;aha kuvvetli olması gerekir.
b) Bedenin
bazı yerlerinde, diğer uzuvları koruyan bir kalkan olabilmesi için emiklere
ihtiyaç hissedilmiştir. Kafatası ve göğüs kemikleri gibi. Bu durumda olanın,
çeşitli âfetlere (tesirlere) karşı dayanıklı olup, onlardan fazla etkilenmemesi
için, sert alması ve kuvvetli olması gerekir.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca deriz ki: Kemikler, bedenin en sert ve kuvvetli «zuvları olup, iş
de onları zayıflamasına kadar vardığına göre, kemikler dışında kalan Mzuvlann,
yumuşak oldukları için, zayıflamaları öncelikle söz konusu olur. Bir de,
tamikler diğer uzuvların taşıyıcısı olup, zayıflığın taşıyıcılara kadar
ulaşması ttşnanlara çoktan ulaşmış olmasını gerektirir. İşte bu sebebten ötürü,
Hz. Zekeriyya zayıflığı, diğer uzunlar için değil, kemikler için söylenmiştir:
Zayıflığın dıştaki sseri ise, ağarmanın bütün başı sarmasıdır. Binâenaleyh bu
ifadenin, zayıflığın Bedenin hem içine, hem dışına artık hükümran olduğunu
gösterdiği anlaşılır. Bu ise, arTın güç ve kudretine teslim olmayı ve zahiri
sebepleri bir tarafa bırakmayı iyice
koymak için, çokça duâ etmeyi gerektiren hususlardandır.
İkinci Makam, Hz.
Zekeriyya (a.s)'in, duasının kesinlikle reddedilmeyeceğidir. >un bunu ifade
etmesini de şu iki açıdan izah ederiz:
a) Rivayet
olunduğuna göre muhtaç birisi, büyük zatların birinden birşey istedi
«•isterken: "Ben, falan zamanda iyilikte bulunduğun kimseyim" dedi. O
zat da: "seni sana gönderene merhaba" dedi ve isteğini verdi. Bu
böyledir, çünkü o onu, ilk defa kabul edip verdiğine göre, şimdi kalkıp onu bu
defa reddedecek olsa, bu red, ilk yaptığı
t de boşa çıkarır. Halbuki iyilik yapan,
iyiliklerini boşa çıkarmak istemez.
b)
Alışılmışın aksini yapmak, nefislere ağır getir. Binâenaleyh hep dualarının
kabul : .-imasına alışmış olan bir kimsenin duası, bu, alışmadan sonra
reddedilecek olsa ttu son derece güç ve ağtr gelir. Bir de, kendisinden hep
in'âm v& lütuf umulan *.-^seterden, cefânın südûr etmesi, çok zordur. İşte
bundan dolayı Zekeriyya (a.s): 'Sen, lütfunu görüp tanımış, ona iyice
alsşm&ş o'msrna ve bedenimin güçlü kuvvetli : -asına rağmen, başlangıçta
dualarımı peri çevirmedin. Binâenaleyh beni, kabul rcmeye alıştırmış iken ve
ben son derece güçsüz bir ha'de iken, eğer beni
addedersen, bu, kalbimi son derece mahzun eden birşey ofcır"
demiştir. Bil ki
vapfar. bir kimse
kendi ihtiyaçlarını eide edip, ona kavuştuğunda bunları elde
edemediğinde
ise, *-şHmı 5îJ derier. Ayetteki
Aüui* (duan ile) ifadesi,
"Benim
sana olan duam ile" "yani sana dua etmem sayesinde" manasınadır.
ÇünkL masdar, bazan failine, bazan mefûlüne muzaj olur.
Üçüncü makam: Bu, duâ
ile istenen şeyin, dinî bir menfaat sebebi olmasıdır Bunun izahı şöyledir: Hz.
Zerekiyya (a.s), "Doğrusu ben arkamdan (yerimegeçecek) akrabamdan endişeye
düştüm"demiştir. Bu ifade ile ilgili üç bahis vardır:
[18]
Birinci Bahis: İbn
Abbas (r.a) ve Hasan el-Basrî ayetteki "mevâli" ye: "Bender
sonra gelecek vârislerim" manasını verirlerken; Mücahid,
"Asâbelerim" (uza-akrabalarım); Ebu Salih, "Kelâlelerim";
Esam, "Amca oğullarım, yani neşet bakımından ondan sonra gelecek
kimselerim: Ebu Müslim, "Yardımcılarım amcaoğullarım,
çoluğum-çocuğum" manalarını vermişlerdir. Bu kelime burada, onu-çocuğu
yerine geçecek ve onun mirasını sürdürecek kimseler demektir. Bu hususta
tercihe şayan olan, bu kelime ya siyaset, ya malları, yahut da dinî işleri
yerine getirme hususunda Hz. Zekeriyya'ya halef olacak kimseler kastedilmiştir.
Onun zamanında örf, gelenek şeriat sahibine (peygambere) yakın olanların, o
hayatta iken bu iş içr belirlenmeleri şeklinde idi.
[19]
İkinci Bahis: Alimler,
Hz. Zekeriyya (a.s)'ın mevâli (akrabalan-haiefleri) için niçr endileşelendiği
hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları onur onların dini
bozmalarından endişelendiğini söylemişlerdir. Bazıları da: "Hayır, ;
onların ilim ve nübüvvet makamının hakkını yerine getirmekten âciz kalacaklara
bildiği için, ölümünden sonra, malt ve diğer işleri hususunda, işin onlara
kalmasında-endişe duymuştur" demişlerdir. Bu hususta şöyle üçüncü bir görüş
daha vardır: Allar Teâlâ'nın, Hz. Zekeriyyâ'ya İsrâiloğullarının
peygamberlerinden birisi müstesna, artı* babası bulunan başka bir peygamber
kalmadığını (çıkmayacağını) bildirmiş olmas bundan dolayı da onun, bu
peygamberin, amcası
oğullarından olmasında-1 endişelenmiş
olması muhtemeldir. Çünkü kendisinin (o esnada) çocuğu yoktL Bundan dolayı
Allah Teâlâ'dan, işte (İsrâiloğultarından çıkacak) o son babalı[20]
Peygamber'in kendi evladı olmasını diledi. Buda her nekadar işin detayına
delâlet etmese bile, onun böyle peygamberleri çok alâkadar eden bir durumdan
korkmuş olduğunu gösterir. Hz. Zekerlyya'mn nübüvvetinin yanısıra, melik ve
imam (idaren ve önder) olması ile ilgili bir siyasetin ona varıp dayanması; bu
sebeble de. kendisinden sonra geride kalacak olan akrabalarından, bu biri veya
ikisi hususunda
endişelenmiş olması da uzak birşey
değildir. Zekeriyya (a.s)'ın ''endişe ettim " sözü, mâzî sigasıyla ise de,
ou endişenin istikbâl ile ilgi olabileceğini ifade eder. Bu tıpkı, bir
kimsenin, "şundan korktum, şundan endişe ettim" deyip de, bunlarla
"Korkuyorum, endişe ediyorum" manasını kastetmesi gibidir. Zekeriyya
(a.s)ın "Karım da kısırdı" ifadesi de böyledir, yani, "şu anda
da kısır" demektir. Çünkü bir kere kısır olan, alışılmış genel duruma
göre, artık doğuran birisi olamaz. Binâenaleyh Hz Zekeriyya (a.s) bunu, mâzî
lafzıyla haber vermesinde, bu durumun eskiden beri böyle olduğunu bildirmek
içindir. Onun bunu böyle ifade etmedeki maksadı, çocuğunun olmasının uzak bir
ihtimal olduğunu anlatmaktır. Dolayısıyla onun bunu mâzî sigasıyla söylemesi
daha güçlü bir ifade olmuştur. Onun, "Doğrusu ben, arkamdan (yerime
geçecek) akrabamdan endişeye düştüm" ifadesinde de bu incelik vardır.
Çünkü o, bu ifade ile, endişesinin çok eskiye dayandığını haber vermek istemiştir.
Fakat bilahere hâlin (durumun) varis meselesinin gereğinin ve ihtiyacını
arzetmenin delâleti ile (onu dile getirmekle) hâl-i hazırda endişesinin
bulunduğunu bildirmekten İstiğna etti (onu dile getirmesi sebebiyle bunu
söylemesine, lüzum talmadı). Hem bazan mâzî, müzari yerine; muzârî, mâzî yerine
kullanılabilir. Nitekim Oenâb-ı Hak, "Hani Allah "Eylsâ b. Meryem,
sen mi insanlara... dedin" demişti" yani diyecek)" (Maide,
ne> buyurmuştur. Allah en iyi bilendir.
Ayetteki, min verâi
"Arkamdan" ifadesine şu iki mana verilmiştir: Ebu Ubeyde: Bu,
"önümden" demektir" der. Diğer âlimler: "Bu,
"ölümümden sonra" demektir" semişler. Her iki mana da
muhtemeldir. Buna göre şayet, "O, kendisinden sonra onlardan niçin
endişelenmiş? Çünkü onların şerlerinden korkması şöyte dursun, bendinden sonra
onların hayatta kalacağını nasıl bilebilir?" denilirse, biz deriz ki: Bu,
zazan ipuçları ve zanlar ile bilinebilir (tahmin edilebilir) ki bu da, böyle
bir korkunun -ıeydana gelmesinde yeterli bir sebebtir. Yine bu husus, onların kendi
âdetlerini sürdürerek, fesad ve şer içinde yaşıyor olmaları gibi, bazı
ipuçlarından anlaşılabilir.
Hz. Zekeriyya (a.s)'ın
"Binâenaleyh bana tarafından bir weS ihsan et" ifadesinin tefsiri
hususunda ihtilaf edilmiştir: Ekseri alimler onun bununla, bir çocuk istediği
kanaatindedirler. Bazıları da: "Hayır o, çocuk veya başka birşey olarak
kendisinin yerine geçecek birisini istemiştir" demişlerdi. Şu üç sebebten
ötürü, birincisi doğruya daha yakındır:
a) Hak
Teâlâ, Hz. Zekenyyâ (a.s)'nın, "Ya Rabbi, bana katından tertemiz bir
zürriyet ver" (ah imran, 38) dediğini ııakletmeştîr.
ty Bu sûrede, o "Binâenaleyh bana tararından bir
velî ihsan et ki bana da mirasa . Yâ'kûb hanedanına da" demiştir.
c) Enbiya
sûresinde o "Rabbim, beni yalnız başıma bırakma. Sen vârislerin en
sın"(Enbiya,89) demiştir. İşte bu ifadeler, onun çpcuk istediğini
göstermektedir.
Çünkü Cenâb-ı Allah,
Meryem sûresinde (bu ayetlerde), onun akrabaları bulunduğunu ve vâris
olabilecek kimseleri olduğunu haber vermiştir. Bu ifadeyi, kendisi yerine
geçecek bir vâris isteme manasına hamletmek mümkün ise de, bunu çocuk isteme
manasına hamletmek daha açıktır. Bu hususta üçüncü bir görüş ileri sürenler
şöyle istidlal etmişlerdir: "Ona çocuğunun olacağı müjdelenince, o bunu
hayretle karşılayacak, "Benim nasıl bir oğlum olabilir..."(Meryem,
19) demiştir. Binâenaleyh eğer o çocuk için dua etmiş olsaydı, bunu hayretle
karşılamazdı. Buna şöyle cevap verilir: Hz. Zekeriyya (a.s), Kendisine
verilecek şeyi sormuş ve hem kendisi, hem de karısı bu durumda (yaşlı ve kısır)
iken mi, yoksa çocukları olabilecek iki genç haline getirilmek suretiyle mi o
çocuğun verileceğini sormuşlardır. Bu, Hasan el-Basrî'den rivayet edilen
görüştür.
Bir diğer alim de
şöyle demiştir: Hz. Zekeriya (a.s)'mn duasındaki, "Karım da kısırdı"
ifadesi, onun başka bir hanımdan mı çocuğu olacağını, yahut da mevcut hanımını
doğurmaya elverişli kılmak suretiyle, bundan rnt çocuğu olacağını sorması
manasınadır. Buna göre sanki o: "Ben bu hanımdan çocuğumun olabileceğini
sanmıyorum. Binâenaleyh bana katından istediğin bir veli ver, yani, ya mevcut
hanımımı bu işe elverişli hâte getir de çocuk ondan olsun, yahut da başka bir
hanım vererek, bu çocuğu ondan nasib et" demek istemiştir. Bundan dolayı,
ona çocuğu olacağı müjdesi verilince, o, o çocuğun bu hanımından mı, yoksa
başkasından mı olacağını sormuş ve ona, çocuğun bu hanımından verileceği haber
verilmiştir.
[21]
Alimler, ayetteki
"miras" ile ne murad edildiği hususunda şu değişik görüşleri
belirtmişlerdir:
a) Her iki mirasçı olma ile de, mala vâris olma
kastedilmiştir. Bu, İbn Abbas, Hasan el-Basrî ve Dahhflk'n görüşüdür.
b) Her iki miras ile de, peygamberliğin miras
kalması kastedilmiştir. Bu, Ebu Salih'in görüşüdür.
c) Birinci miras ile malım ikinci miras ile de
Ya'kûb hanedanında bulunan nübüvvetin miras kalması murad edilmiştir. Bu,
Süddî, Mücâhld ve Şa'bî'nin görüşüdür. Yine İbn Abbas, Hasan el-Basrî ve
Dahhak'dan bu görüş de rivayet edilmiştir.
d) Bu,
"Ona Benden ilim miras kalır, Ya'kûb Hanedam'ndan da nübüvvet miras kalır"
demektir. Bu görüş, Mücâhid'den rivayet edilmiştir. Bil ki rivayetlerin hepsi
de şu beş şeye dayanır:
a) Mal,
alimlik ve ilim makamı, nübüvvet ve güzel siret (ahlak). "İrs" (vâris
olma), bütün bunlar için kullanılabilen bir kelimedir. Mal hakkında kullanılışı,
"(Allah) onların
topraklarına ve
mallarına sizi vâris kılar" (Ahzab, 27) ayetinde olduğu gibidir. İlim
nakkında kullanılışı, "Andoisun ki Biz Musa'ya hidayet (rehberi Tevrat-ı)
verdik ve israiloğullarmı o kitaba vâris kildik" (G*flr, 53) ayetinde
olduğu gibidir. Hz. Peygamber (s.a.s), "Alimler peygamberlerin
vârisleridir. Peygamberler ne altın ne de gümüş miras bırakırlar. Onlar ancak
ilim miras bırakırlar''[22]buyurmuştur.
Yine Cenâb-ı Hak,
Andoisun ki Davud ve
Süleyman a bir ilim verdik ve onlar "Bizi mü'min kullarının - r çoğundan
üstün kılan Allah'a hamd olsun"dediler. Süleyman Davud'a mirasçı
oJyu"(Nemi. 15-16) buyurmuştur. Bu mirasçı oluş, hem onun mülküne
(hükümdarlığına), -em de nübüvvetine mirasçı olması demek olabilir. Bazan
Arapça'da, "Bu, bana am ve keder miras bıraktı" denilir. Binâenaleyh
bu "miras" lafzının, bütün bu *ecihlere (manalara) ihtimali olduğu
sabit olur. Bu lafzı, mala vâris olma manasına -amledenler, rivayetleri ve aklî
izahları delil getirmişlerdir; Rivayetten delil, Hz. Peygamber (s.a.s)'in,
''Allah Zekeriya (a.s)'a rahmet ~:s:n. Kendisine vâris olacak kimsesi
yoktu" hadisidir. Bunun zahiri, bu mirasın,
al" ile ilgili olduğunu gösterir. Aklî delil ise şu iki
şekildedir.
a) İlim,
ahlak ve nübüvvete vâris olunamaz. Aksine bunlar Kesb (insanın bizzat
«azanması, nail olması) yoluyla elde edilirler. Binâenaleyh buradaki mirası mal
ile kılmak gerekir.
b) Zekeriya
(a.s) "Rabbim sen onu rızana layık kıl" demiştir. Eğer ayetteki
mirasçı
anaktan murad, nübüvvete vâris olma
olsaydı, Hz. Zekeriya o gelecek peygamberin
a sahibi kılınmasını isterdi. 8u ise caiz değildir. Çünkü peygamber
zaten, masum ve rıza sahibi olur. Hz. Peygamberin "Biz
peygamberler topluluğu miras bırakmayız. Bizim geride
bıraktığımız şeyler sadakadır (dağıtilir)"[23] şeklindeki
hadisi, o işin Hz. Zekeriya'ya verilmesine mâni değildir.
"Miras"
lafzını, ilim, makam ve nübüvvete vâris olma manasına alanlar da^
peygamberlerin bütün gayretlerini mala değil din işine sarfettiklerinin, çok
açık görülen (tor durum oluşunu delil getirmişlerdir. Hz. Zekeriyyaya, dini
hususta çok faydası pflvı dünyevi birşeyin verilmiş olduğu, onun işte bundan
ötürü o dünyevi şeye Önem i de söylenmiştir. Bu görüşü kabuf etmeyenlerin,
"Nübüvvete vâris olunamaz" :ndeki sözlerine karşılık şöyle deriz: Bu
da mal sayılır ve ona, "Bu hususta unın yerini tuttu" manasında, oğlu
vâris olmuştur. Babası için söz konusu olan ırruf (yetki), oğlu için de
gerçekleşmiştir. Aksi halde mala mafik olma da, miras ılar tarafından değil,
Ailah tarafındandır. İşte oğlu hakkında, Hz. Zekeriyya'dan onun peygamber oluşu
ve dini işleri ondan sonra onun yürüttüğü bilindiğine * onun Hz. Zekerlyya'ya
vâris olduğunu söylemek doğru olur. Hz. Peygamber ('in, "Bizpeygamberler
topluluğu"... ifadesini, Cenâb-ı Hakkın, "Zikri (Kur'ân'ı)
Biz indirdik"{hicı, 9) ayetinde olduğu gibi,
mûfred manaya hamletmek caiz ise de. mecaz olur. Binâenaleyh buradaki
"Biz" kelimesinin çoğul manaya otuşu hakikidir. Bu sebeble, bir sebeb
olmadan, kelimenin hakiki manasını bırakmak caiz değildir. Hele de, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in, "Biz peygamberler topluluğu, miras bırakmayız'
hadisi rivayet edilmiş iken... Dolayısıyla ayetteki bu miras kelimesinin, dini
açıdar fayda ve menfaati bulunan herşeye vâris olma manasına hamledilmesi daha
evlâdı-Çünkü bu kelime, nübüvvete, ilime, güzel ahlaka, dini makamlara ve iyi
mala mirasc olma manasını da içine alır. Zira bütün bunlar, faydanın devamlı ve
istikrarlı olabilmes için, devam etmesine pek çok sebeb bulunabilen
şeylerdendir.
[24]
Müfesşirlerin
ekserisi, ayette bahsedilen Yakûb'un, Kz. Ya'kûb İbnü
İshak İbni İbrahim
(a.s.) olduğt görüşündedirler.
Çünkü Zekeriyya (a.s)'nın zevcesi Hz Meryem'in
kızkardeştdir. Meryem de,
Ya'kûb (a.s)'un oğlu.Yahûdâ'nır çocuklarından otan, Süleyman
b. Davûd (a.s)'ın soyandandır. Zekeriya (a.s) ise Hz. Musa {a.s)'nın kardeşi,
Hz. Harun'un soyundandır. Harun ve Musa (a.s) da, Hz İshak'ın oğlu Yakûb'un
oğlu Lâvı soyundandır. Nübüvvet, Ya'kûb (a.s)'ın soyunda idi. Çünkü onun adı
İsrail (yani Abdullah) idi. Bazı müfessirler, bu ayette bahse Ya'kûb ile,
İbrahim'in oğlu olan İshak'ın oğlu Ya'kûb kastedilmemiş, tam aksine İmrân İbn
Mâsân'ın kardeşi Yakûb ibn Mâsân'ın kastedildiğini Yakûb'un âli, yar
ailesinin ve soyunun
sopunun, Yahya ibn Zekeriyya'nın
dayıları olduğum
söylemişlerdir. Bu, Kelbî ve
Mukatil'in görüşüdür. Kelbî,
"Mâsân oğullar
İsrâiloğullar'nın başı ve kralları; Zekeriyya (a.s) ise, o gün, ulemâ ve
ahbârın baş idi. Böylece Zekeriyya (a.s), çocuğunun, kendisinin ilmine: Mâsân
oğullarının ise mülküne varis olmasını istemiştir" demiştir.
[25]
Bil ki alimler, ayette
geçen (Radiyya) nın ne demek olduğu
hususun? i şu izahları yapmışlardır.
1) Bununla,
"Onu, peygamber olan ve Kendisinden razı olunmuş biri yap" mana;
kastedilmiştir. Bu böyledir, çünkü peygamberlerin hepsi, kendilerinden razı
olunnu: kimselerdir. Binâenaleyh, onlardan "radî" (razı olunmuş)
olan, genel anlamc onlardan üstün ve onlara ait pekçok hususlarda onların
fevkinde olur. Böylece A!= Teâlâ, Hz. Zekeriyya'ntn bu duasına icabet etmiş,
ona günah işlemesi şöyle dursii' ona yeltenmemiş dahi olan bir efendi, nefsine
hakim ve salihlerden bir peygambe-olmak üzere Yahya'yı bağışladı. Bu, kişinin,
kendisi sayesinde hoşnut olu: olacağı en üstün meziyetlerdir.
2) Ayetin bu
ifadesiyle, Yahya {a.s)'ın, ümmeti arasında yalanlanmayıp red c- ı olunmayan
bir radî, kendisinden hoşnut olunmuş birisi olduğu kastedilmiştir
3) Bununla onun, herhangi bir şey hakkında itham
edilmemiş, ta'n edilmemişve kendisine herhangi bir suç veya günahın isnad
edilmemiş olması kastedilmiştir.
4) Hz.
İbrahim ve İsmail (a.s) dualarında, "£y Rabbimiz, bizi sana inkiyad eden
toseler kıl" (Bakara, 128) diyorlardı. Halbuki o
ikisi o anda dahi, Allah'a inkiyât etmiş
atan
kimselerdi. O halde onların bu ifadeyle kasdettiği şey, "Bizi, bu hal
üzerinde
a_M kıl ve müdavim et" veyahutta,
"Bizi, senin peygamberlerinden sana inkıyat etmiş
faziletli; üstün kimse kıl" anlamlandır. İşte
burada da böyledir.
Âlimlerimiz, halk-ı
efâl meselesinde bu ayetlerle istidlal ederek şöyle demişlerdir -çünkü Yahya
(a.s), Allah'ın yapmasıyla, O'nun fiiliyle, "kendisinden hoşnut olunmuş
-nse" olacaktır. Binâenaleyh o, Allah Teâlâ'dan, onun "kendisinden
hoşnut olunmuş kılınmasını istediğine göre bu, kulun fiilini Allah'ın yaratmış
olduğuna delâlet eder"-• şayet, "Bununla, Cenâb-ı Hakk'.n ona,
çeşitli lütuflarda bulunması, böylece - da, sayesinde kendisinden hoşnut
kalınmış kimse olunacağı şeyi tercih ettiği e bunun Allah'a nisbet edildiği
kastedilmiştir" denilirse, buna şu iki açıdan cevap jiliriz:
a) Biz,
Cenâb-ı Hakk'ın onu, "Kendisinden hoşnut olunmuş kimse" kılmasını
lütuf nnı vermesi ve kişinin de onu tercih etmiş olması sebebiyle, böylece
"kendisinden
imıt olunan kimse
olması" manasına hamledersek, bu mecazi bir mana olur tafcuki mecazi mana
asıl olan (hakikat)'in hilafınadır.
b) Lütuf
fiillerini Allah'a vâcib kılmak, ihlâl edilmesi caiz olmayan bir husustur.
taot> olan şeyin ise, duâ ve tazarru ile istenmesi caiz değildir.
"Ey Zekeriyyâ,
hakikaten biz sana, Yahya adında bir oğul müjdeleriz ki, bundan evvel biz ona
hiç bir (kimseyi) adaş yapmamıştık"
(Meryem,
7).
Bu ifadeyle ilgili
birkaç mesele vardır:
[26]
Alimler, "Ey
Zekeriyyâ" diye nida edenin kim olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu
cümleden olarak ekseri ulemâ, bunun Allah Teâlâ olduğu kanaatindedirler. Bu
böyledir, zira bu ayetten önceki ifadeler, Hz.
Zekeriyya'nın r Teâlâ'ya hitabta bulunup O'na niyaz ettiğine delâlet
etmektedir. Bu ayetler onun, * Rabbi, doğrusu (...) Benim kemiğim yıprandı. Ben
Sana duâ etmem sebebiyle
bedbaht
olmadım"(Meryem, 4) ve "bana... ihsan et"(Meryem. 5) şeklindeki
ifadelerid -Bundan sonraki ayet
de, Hz. Zekeriyya'nın, Allah'a
hitabda bulunduğu-göstermektedir
ki bu da onun, "Rabbim, benim nasıl oğlum olur ki?" (Meryp sözüdür.
Hem bu ayetten önceki ayetler, hem de bu ifade, Hz. Zekeriyya'nın Allat* hitap
ettiği ayetler olunca, bu nidanın da, Allah'tan olması gerekir. Aksi halde,
ayetle-nazmı (normal düzeni) bozulmuş olur, Bazı kimseler, bu nidanın melek
tarafında yapılmış olduğunu ileri sürmüşler ve bu hususta şu iki delili
zikretmişlerdir:
1) Cenâb-t
Hak., Âü İmran sûresinde "O, mihrabda durup namaz kılart melekler ona
(şöyle) nida etti: "Gerçek Allah sana... Yahyayı müjdeler"'(A. ic- 39)
buyurmuştur.
2) Zekeriyya
(a.s), "Ded/ ki: "Rabbim, benim nasıl oğlum olur ki? Karım i
kısırdır. Ben ise ihtiyarlığın son haddine varmışımdır"(Meryem. 8)
deyince, "Öylec Rabbin buyurdu ki: O, bana göre pek kolay"{Meryem, 9)
demiştir ki, bunun Allah kelâmı cümlesinden olması caiz değildir. Binâenaleyh
bunun, meleğin sözü gerekir. Birincisine şu şekilde cevap verebiliriz:
"Burada, biri Allah'ın, meleğin nidası olmak üzere, iki nida
bulunmaktadır" denilebilir. İkincisinin cevab -da inşaaNah, biz Cenâb-ı
Hakk'ın, "Öyledir. Rabbin buyurdu ki: O. bana göre pek I kolaydır"
ifadesinin, Allah'ın kelâmından olmasının mümkün olduğunu beya-ettiğimizde
vermiş olacağız.
[27]
Buna göre şayet,
"Eğer duâ izne bağlıysa, ayetteki mü;: ve beşaretin manası ne oluyor? Yok,
eğer müsadesiz c= oluyorsa, daha niçin Cenâb-ı Hak, "beşareti, müjdeyi
izinden önce getirmiştir?" denilirse, buna şu
şekilde cevap veririz: Bu Cenâb-ı Hakk'n : Zekeriyya'ya tahsis ettiği bir
durumdur. Binâenaleyh onun, izinsiz olarak böyle b -talepte bulunması caiz
olmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, bu hususta Hz. Zekerlyya'ya bunun vaktini
bildirmeden müsade etmiş olması, bundan ötürü de onu müjdelemiş olması
mümkündür.
[28]
Müfessirier, Cenâb-ı
Hakk'ın, "bundan evvel biz ona hiçbir (kimseyi) adaş yapmamıştık"
ifadesi hakkında şu iki şekilde ihtilaf etmişlerdir:
a) İbn
Abbas, Hasan e(-Basrî, Said İbn Cübeyr, İkrime
ve Katâde'nin olan
görüşe göre, Hz Yahya'dan önce hiç
kimse, bu İsimle adlandırılmamıştır.
b) Ayetteki
semiyyâ kelimesi "benzer", "nazîr" manası kastedilmiştir.
Bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, U*-» Ü fö J* "Onun bir adaşı olduğunu bilir
misin? (Hayır yoktur)"(Meryem, 65) ayetinde olduğunu gibidir.
Alimler bu hususta da
şu ekilde ihlitaf etmişlerdir.
1) O, günah
işlemeyen ve günahı kafasından bile geçirmeyen bir seyyid ve nefsine hakim olan
kimse (hasûr) idi. Bu, sanki Hz. Zekerİyyâ'nın, "Rabbim, sen onu çok ::za
sahibi kıl" (Meryem, e> şeklinde isteğine bir cevaptır. İşte bu sebeple
ona, "hakikaten biz sana, dinde bir benzerini daha önce yaratmadığımız bir
çocuğu müjdeliyoruz. Böyle olan kimse de, hoşnut olunmanın zirvesindedir"
denilmek stenmiştir. Bu izah, tutarsızdır. Zira bu, Hz. Yahya'nın Adem, Nûh,
İbrahim ve Musa fa.s) gibi kendisinden önce geçmiş olan peygamberlere üstün
kılınmış olmasını gerektirir ki bu, ittifakla yanlıştır.
2) Bütün insanlara, onlar dünyaya geldikten
sonra, babaları ve anneleri ad boyarlar. Yahya (a.s)'a gelince, dünyaya
gelmeden önce onun adını Allah, koymuştur. Binâenaleyh bu, sadece ona ait bir
özelliktir. Binâenaleyh onun, bu özellik itibariyle bir benzeri
bulunmamaktadır.
3) O,
ihtiyar bir babadan ve kısır, ihtiyar bir kadından olmuştur. Bil ki, birinci
izah daha uygundur, zira semiyyâ kelimesini "misil, benzer" manasına
almak, her ne Kadar bir medh ve övgüyü ifade ediyorsa da, ancak ne var ki bu,
zaruret bulunmaksızın, hakîki manadan udûl etmedir ve bu da caiz değildir. Ama
Cenâb-ı Hakk'ın, "Onun bir adaşı olduğunu bilir misin? (Hayır,
yoktur)" (Meryem, 65} ayetinde kelimenin zahiri manasını terkettik. Çünkü
Cenâb-ı Hak "O halde sen O'na kulluk et ve kulluğunda da iyice sebat et.
Onun bir adaşı olduğunu bilir misin?" (Meryem, 65) buyurmuştur. Cenâb-ı
Hakk'ın, sırf böyle olmasının, O'na ibâdetin vacib olmasını gerektirmeyeceği malumdur.
İşte bundan dolayı biz, ayetin zahiri manasını terkettik.
tana orada ise, zahirî
manayı terketme hususunda zorunluluk bulunmamaktadır. 5 nâenaleyh, o ayete
zahiri manasına göre anlam verilmesi gerekir. Bir de, Yahya'nın sadece bu ismi
almasında bir tür tazim ve saygı bulunmaktadır. Çünkü biz, bir kralın meşhur
bir lakabı olduğunda, onun tebaasının ona saygıdan dolayı, o iakabla
Maplanmayıp, tam aksine bu lakabı sadece krala bıraktıklarını görmekteyiz. İşte
ftnrada da böyledir.
[29]
Bu mesele, Yahya
(a.s)'ın bu ismi alması hakkındadır. Salebi bu hususta şu açıklamaları rivayet
etmiştir: a) İbn Abbas (r.a)'dan Allah Yahya (a.s) vasıtasıyla,
annesinin kısırlığını gidermiştir" dediği rivayet
edilmiştir.
b) Katâde
şöyle demiştir: "Allah Teâlâ onun kalbini iman ve tâatle ihya etmiştir.
*Ja". "Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz" (Enam, 122) ve
"sizi, size hayat verecek fr.-ere davet ettiği zaman" (Enuı, 24)
ifadeleriyle, kendisine itaat edene "hayy", isyan Mene de
"meyyit-Ölü" adtnı vermiştir.
c) Onun
ihyâsı, tâat ile olmuştur. Böylece o, günah işlemek şöyledursun*onu jcr-ünden
bile geçirmemiştir. Çünkü İkrlme, İbn Abbas (r.a)'ın şöyle dediğini rivayet
"Va/ıya ;bn Zekeriyya hariç, herkes günah işlemiş yahutta onu gönlünde'
geçirmiştir. Ama o, onu ne gönlünden geçirmiş, ne de yapmıştır"
buyurmuştu'
d)
Ebu'l-Kasım Hubeyb de şöyle demiştir: "Yahya (a.s) şehid edilmiştir.
Şehidi ise, "Bilakis onlar Rableri katında diridirler. Rableri katında
nzıkîanırîar"\k. imran, im buyruğundan dolayı, Rableri katında diridirler.
e) Amr ibn Abdullah el-Makdisi'nin ileri sürdüğü
şu husus: Allah Teâlâ, Hz İbrahim'e, hanımı Yesâre'ye ki onun ismi o zaman
böyledi, "Ben, senden, ismi Hay. - (diri, yaşayan) olan ve aklından hiç
günah geçirmeyen bir kul, çocuk çıkaracağın elde edeceğim" demesini
vahyetti. Bunun üzerine de Hz. İbrahim (a.s), (h?nımına "O çocuğa, senin
isminin harflerinden bir harf bağışla" dedi. O da ona, isminde-bir harf
hibe etti de, böylece onun ismi Yahya oldu. İbrahim'in hanımının ismi de
Yesa>" idi. Böylece onun adr (ye harfini hibe edince), Sâre oldu.
f) Yahya Hz. isa'ya \\k \man edentfc. Böy\ece
onun Katoi, bu \man y hayata kavuştu,
din ve "hayy" oldu. Bu böyledir, çünkü Yahya (a.s)'ın annes kendisine
hamile iken, Hz. İsa'ya hamile olan Meryem ile karşılaştı. Bunun üzerine Yahya
(a.s)'ın annesi Hz. Meryem'e, "Ey Meryem, hamile misin?" dediğinde
Meryem, "Niçin sordun?" deyince de o, "Ben, karnımdakinin senin
karnındakine (saygı) secdesi ettiğini hissediyorum" diye cevap verdi.
g) Din,
Yahya (a.s) ile hayat bulmuştur. Çünkü Hz. Zekeriyya onu, dini ihya içir
Allah'tan talep etmişti. Bil ki bu izahların tamamı tutarsızdır. Çünkü lakab
isimlerinde iştikak aranmaz. İşte bundan dolayı tahkik erbabı, "Lakab
isimleri, müsemmâds (müşarun ileyhde) asla bir sıfata delâlet etmeyen işaret
isimleri gibidirler" demişlerdi'
'Dedi: "Rabbim,
benim nasıl evladım olur kî? Karım kısır... Ben ise ihtiyarlığın son haddine
varmışımdır"
(Meryem. 8).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[30]
Hamza ile
el-Kisaî, buradaki
kelimesini ayn'ın esresiyle itiyyâ
okurlar. Keza buna benzer kelimelerini sılıyyâ, cisiyyâ ve bikiyyâ diye
okurlar. Âsım'm
ravtsi Hafs bükiyyâ'yı ötreli, öbür
kelimelr *i ise geçtikleri
yerlerde esreli okur.
Fakat diğer kıraat imamları bütün bu kelimeleri ifk harflerinin
ötresiyle okurlar. İbn Mesûd, aynın ve sâdın
fethasıyla 'atiyyâm ve saliyyâ' şeklinde okurken, Ubeyy İbn Ka'b ve İbn Abbas
ise, sin-i mühmele ile (ısıyyâ) şeklinde
okumuşlardır. Allah, en iyisini bilendir.
[31]
Bu mesele, ayetteki
lafızlarla ilgilidir. Bu lafızlar da üç tanedir.
a) Gulam
kelimesi. Bu kelime, cimâya arzu duymaya
başlamış olan erkek
çocuk anlamına gelir. "Aşırı cima etme arzusu duyma" anlamına gelen,
iğtilâm kelimesi de bu köktendir. Daha sonra bu kelime, "talebe"
manasında kullanılmış ve meselâ "Sa'leb'in gulâm" yani onun talebesi
denilmiştir.
b) İtiyyu
kelimesi ile isiyyu kelimeleri aynı
manaya gelir. Nitekim sen, âsî serkeş
olmak dediğin gibi, aynı anlamda olmak üzere
de diyebilirsin.Âsî üzerinde
geçen uzun zamanın kendisini yoksulluk ve muhtaç haline düşürdüğü kimseye
denilir. Yine Arabça'da
uzun gece"
şeklinde manasında ote jj denilir, bunun manasının "çok Karanlık
gece" şeklinde olduğu da söylenmiştir.
c) Âkır
kelimesi: Hz. Zekeriyya bu kelimeyi, tâ ile olmak üzere âkıre şeklinde
söylememiştir. Çünkü, müzekkerlerde bulunmayan ve sadece
müenneslerde oulunan "fail" veznindeki kelimelere, vakfedildiğinde
hâ olabilen tâ getirilmez. Nitekim, "Kısır kadın ve
hayızlı kadın" denilir. Halil ibn Ahmed se: "Bu, kendisiyle müennesin
de vasfedildiği müzekker bir sıfattır. Nitekim Araplar nüzekkeri de müennes bir
kelimeyle vasfederek, (güzel yüzlü adam)
orta boy'" adam) ve (faydalı adam) derler.
Bu ayetle ilgili şu
iki soru sorulabilir:
[32]
Hz. Zekeriyya, bir çocuk talebinde bulunduğu
halde, daha niçin, "Benim nasıl oğlum olur ki?" diyerek teaccüb
etmiştir.
2)
"Benim nasıl evladım olur ki?" şeklindeki sözünü,
ümmeti içinde açıkça söylemiyordu, Çünkü o, bu tür
şeyleri
ımetinden saklıyordu. Böylece bu, onun bu
sözü kendi kendine söylediğini gösterir.
O halde bu teaccüb,
Hz. Zekeriyya'nın, Allah'ın bu işe kadir olması hususunc= şüphesi bulunduğuna
delâlet eder ki, bu bir tür küfürdür. Küfür ise, peygamberle hakkında caiz
değildir.
Cevap: Birincisine şu şekilde cevap verebiliriz: Hz.
Zekeriyya'nın çoc. istemediğini ileri sürenlerin görüşüne göre, böyle bir soru
yersizdir. Ama onun çoc talebinde bulunduğunu söyleyenlerin görüşüne göre bu
soruya şu şekilde cev=: verilir; Hak Teâlâ'nın, ''Benim nasıl evladım olur
ki?" ifadesinden kastedilen, Alla Teâlâ'nın, o ikisini, yani Zekeriyya ile
hanımını gençleştirip, sonra mı onlara çoc. vereceği; yoksa, her ikisini de aynı
hal üzerinde tutarak yaşlı olmalarına rağmen -onlara o çocuğu vereceği
hususunda teaccüb yoluyla değil, bilgi talebiyle sorr-kabilinden bir
teaccübtür. Bunun böyle
oluşunun delili; Cenâb-ı
Hakk' -"Zekeriyya'yı da (an). Hani o, Rabbine: "Rabbim, beni
yalnız başıma bırakma. Sa varislerin en hayırlısısm " diye niyaz etmişti.
Biz onu da kabul ve kendisine Vahyi ihsan ettik. Eşini de salih kıldık"
(Enbiya. 89-90) ayetleridir. Bu ayette geçen, "islâ-ona yeniden çocuk yapma
kuvveti verme, anlamındadır. Bu sözün izahı geçmiş
Sûddî bu soruya bir başka cevap olarak şunu
zikretmiştir. Hz. Zekeriy, çocuğun müjdelenmesi nidasını duyunca, şeytan
kendisine gelerek, "Bu ses Allah'dan değildir. Tam aksine bu, sana
musallat kılınan bir şeytandandır" dedi. Hz. Zekeriyya şüphelenince, bu
sözü yani, "Benim nasıl oğlum olur ki?" dedi. Bı Sûddî'nin bu sözünden maksadı şudur. Zekeriyya
(a.s), bu müjdeyi verenin, Misr Teâlâ olduğunu kesin olarak bilmiş olsaydı,
onun böyle demesi caiz olmaz: Binâenaleyh o bu sözü, işte bundan dolayı
söylemiştir.
[33]
Bazı kelamcılar şöyle
demektedirler: Bu görüş, kesinlikle batıldır. Çün».. peygamberler, Allah Teâlâ'dan gelen, şeylerin bir kısmı
hakkında, onların şeytancs-
gelebileceğini tecviz
etmiş olsalardı, aynı şeyi başka şeyler için de caiz ve mümk.ı görmüş
olurlardı. Bu durumda, da, bize kadar getirip ulaştırdıkları şeyler hususi -1
vahye olan güvenimiz yok olurdu.
Buna şu şekilde cevap
verilebilir: Böyle bir ihtimal işin başında olabilir ama, rJ ihtimal, o peygamberin
mucizeleriyle zail olur. Binâenaleyh belkide bu mucize. : j şekilde meydana
gelmiş bir mucize olmamıştır. Bu sebeple bunu dışındakilerde deU de, bu hususta
bir şüphe meydana gelmiş olabilir. Allah en iyi bilendir.
İkinci soruya da
birkaç açıdan cevap verilebilir:
1) Cenâb-ı
Hakk'ın, "hakikaten biz sana, Yahya adında bir oğul müjdeleriz • 1
(Meryem, 7) ifadesi, o çocuğun, Hz. Zekerlyyâ'nın çocuğu olması hususunda bir
nal değildir. Tam aksine Zekeriyya (a.s)'ın, edebe riayet ederek, kendisinin
bir çoclç J olup olmayacağını sorması gibi bir söz söylemediği, tam aksine,
onun nor durumda, çocuğun olmasını imkansız kılan sebeplerden bahsetmiş olması
da
muhtemeldir. Öyle ki bu müjde, şayet
çocukla ilgili bir müjde olmuş olsaydı, Aifah eâlâ kapalılığı kaldırır, bu sözü
sarîh bir biçimde beyan ederdi. O bunu bu şe -redince, Allah Teâlâ, o çocuğun
ondan meydana gelmesi hususunu açıkça
mistir.
Binâenaleyh, Zekeriyyâ (a.s)'ın bu sözünden kastı, onun, Allah'ın buna kadir
cuğu hususunda şüphe etmemek olmuş olur.
2) Hz.
Zekeriyyâ bu sözü şüphe etmek için söylememiştir. Ancak o bunu, O'nun -dretini
tebcil eder ve ulular bir tarzda söylemiştir. Bu tıpkı, arkadaşının büyük i
Ktarda bağışta bulunduğunu gören ve onu övüp tazîm için, "Nasıl olurda
gönlün u kadar çok ma! bağışlamana razı olur?" demesi gibidir.
3) Çoktan
beri temenni ettiği şeyin gerçekleştiğine dair müjde alan kimse bunu *
duyduğunda fazlasıyla sevinir, ve derhal bu sözün doğruluğundan emin olmak zer
'"saN mi, doğru mu söylüyorsun!" der). Bu, ya fazla sevinmesinin onun
aklını ^ndan alması sebebiyle olur, nasıl ki Hz. İbrahim (a.s)'ı, zevcesi,
İshak'ı : ;--acağı müjdelenince: "Yapmayın, ben koca karının biri, kocam
da pîri faninin r ken ben mi doğuracakmışım! Doğrusu bu çok tuhaf bir
şey!" (hûj, 72) demiş ve njr şaşkınlığı: "Ne o! Allah'ın işinden mi
şaşmaya kalkıyorsun!" diye giderilmişti. toûd da bu sözü tekrar tekrar
dinlemekten hoşlandığı için, böyle söylemiştir. Veyahutda, iyice açıklanmasını
istediği için böyle söylemiş olabilir.
“Dedi Öyledir. Rabbin
buyurdu ki: O, bana göre pek kolaydır. Daha evvel sen bir şey değilken seni
yaratmışındır" (Meryem, 9).
Su ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[34]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Rabbin buyurdu ki: O, bana göre pek
kolaydır" buyruğu hakkında, şu izahlar yazılmıştır, a) Kezalik
kelimesinin başındaki kâf, mahallen merfû (haber)'dir. Buna göre ifadenin
takdiri, onu tasdik etmek îlvet durum böyledir" şeklinde olur. Daha sonra
Cenâb-ı Hak, yeni bir azimle . "Rabbin buyurdu ki" buyurmuştur.
b) Bu kaf, mahallen (temyiz olmak üzere)
mansûbtur. Nitekim kezalike deki zalike'nin tefsiri, "O, bana göre pek
kolaydır" ifadesi olan bir müpheme işaret otduğuda söylenmiştir. Bu tıpkı,
(Hicr.ss ayetinde olduğu gibidir.
c) Maksad
şudur: "Şaşılacak bir şey yok. Zira bunu söyleyen Rabbindir. O'nun,
sözünde ne cayma, ne de yanlış olamaz" deyip sonra şöyle ilave etmiştir:
"Zaten bu bana pek kolaydır: değilmi ki sen hiç yok iken de seni vareden
Bertim"
d)
Biz, Hz. Zekeriyya'nın "Benim oğlum
nasıl olur ki?" şeklindeki sözünü r manasının, "sen bana bu çocuğu,
hem beni hem de hanımımı gençleştirmek suretiyle mi vereceksin, yoksa bizi bu
hat üzere bırakmana rağmen mi bize bu çocuğu vereceksin?" şeklinde
olduğunu söylemiştik. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, ...itj Jtİ iUo£ ifadesinin
manası, "Biz, o çocuğu, hem senin hem de hanımının şu andaki haliniz üzere
size vereceğiz" şeklindeki olmuş olur.
[35]
Hasan el-Basrî bu
kelimeyi, şeklinoe okumuştur ki bu da, ilk manaya göre okunmuş bir
ifaded -Yani, "Durum senin dediğin gibidir. Ancak ne var Ki Rabbir.
"Buna rağmen, bu bana kolaydır" der" şeklindedir.
[36]
Heyyin (kolay basit)
lafzının Allah hakkında kullanılma mecazidir. Çünkü bu, ancak bir şeyin
kendisine zor geldıç kimseler için kullanılabilir. Bilakis bundan murad,
"O b ı şey dilediğinde, o şey olur" şeklindedir.
[37]
Bu mesele, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Daha evvel sen bir şe.
değilken
seni yaratmışım d ir" ifadesiyle yapmış olduğu
istidlâtin izah edilmesi hususundadır. Buna göre biz
diyorı: ki: Cenâb-ı Hak onu, sırf yokluk ve 'adem'den yarattığına göre. O,
zâtları; sıfatla-ve eserleri yaratmaya da kadir olur. Şu anda, ihtiyar karı ve
kocadan çocuğ, yaratmada, sadece sıfatları değiştirmek gerekmektedir. Zâtları,
sıfatları ve eserle aynı anda yaratmaya kadir olan, sıfatları değiştirmeye
haydi haydi kadir olur. Om, yoktan var ettiği gibi, ona ve zevcesine,
birleşmeleri hafinde, kendisi sebebiyle ı« suyun (kadındaki ve erkekteki su)
akacağı o kuvveti yeniden vermek suretiyle. : çocuğu da bahşedebilir. İşte
bundan dolayı Cenâb-t Hak: 'Biz onu da kabul . t kendisine Yahya'yı ihsan
ettik. Eşini salih kıldık" (Enbiyâ. 90) buyurmuştur. İşte buradaki
istidlal vechi budur.
[38]
Ulemanın ekserisi,
"Ey Zekeriyya, hakikaten biz san müjdeleriz"(Meryem, 7) "O bana
göre pek kolaydır"(Meryem r ifadesinin,
Allah'ın sözü olduğunu
kabul etmek
avaber, "Dedi: Öyledir. Rabbin buyurdu ki"
ifadesinin, bu sözü söyleyenin bir melek »mı iktiza ettiği kanaatindedirler ki,
bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu sözün hem si, hem de sonra Allah'ın sözü
cümlesinden olduğuna göre, bu lafızları bu iki arasına sokmak nasıl doğru
olabilir? Binâenaleyh evlâ olanı, bu sözü söyleyenin Artan Teâlâ olduğunun
kabul edilmesidir. Bu tıpkı, büyük bir hükümdarın, tebaasına bir şey
va'dettiğinde, tebaasının, "Bu, nerden benim olacak ki?" demesi;
üzerine de hükümdarın "Senin hükümdarın bunu tekeffül etti" diye
cevap >si gibidir. Hükümdar bu ifadesiyle adeta, kendisinin sözüne bağlı ve
ahdini getiren birisi olduğuna dikkat çekmiştir. İşte burada da böyledir.
"Dedi:
"Rabbim, bana, bir nişan ver." Buyurdu ki: "Senin nişanın,
sapasağlam olduğun halde üç gece insanlarla konuşamamandır"
(Meryem, 10).
Bu ifadeyle ilgili
birkaç mesele vardır:
[39]
Bazıları, alâmet
istemenin, bu müjdenin
tahkîki için olduğunu ileri
sürmüşlerdir ki, bu akıldan uzak bir şeydir. Çünkü müjde zaten, Allah Teâlâ'nın
onu haber vermesiyle tahakkuk etmiştir. Binâenaleyh, bu hususta bir alamet bir
mucize izhar etmek, sarîh sözden daha kuvvetli olamaz, bazıları ise şöyle
demişlerdir: Çocuğu müjdeleme işi, mutlak olarak cereyan Binâenaleyh, Zekeriyya
(a.s), o müjdenin gerçekleşme zamanını, sırf müjde amazdı. Bu sebeple, onun ne
zaman olacağını öğrenebilmesi için, bir alâmet bulunmuştur. İşte doğru olan da
bu izahtır.
[40]
Alimler, o alâmetin
onun konuşamaması olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü konuşabildiği
halde, konuşmamak mucize olamaz. Daha sonra onlar, şu iki görüş üzere ihtilaf
etmişlerdir:
a) Onun
lisânı tamamen tutuldu..
b) Allah'ı
zikredebildiği, Tevrat'ı okuyabildiği halde, kavmiyle yüzyüze gelip ustası
imkânsız hale geldi. Bu görüş, bana göre daha doğrudur. Çünkü, dilin
mutlak olarak tutulması bazan hastalıktan, bazan da
Allah'ın Özellikle yapmas sebebiyle olabilir. Binâenaleyh, Zekeriyya (a.s) bu
dil tutulma işinin bir mucize olduğunu ancak, o bunun, bir hastalık utmadığını,
tam aksine, uzuvlarının sapasağlar olmasına rağmen, sırf Allah'ın fiili ve
yapması sebebiyle olduğunu bildiğinde anlayabilirdi. Bu ise ancak, başka bir
delille bilinebilen şeylerdendir. Dolayısıyla : delâlet de başka bir delile
muhtaçtır. Ama onu dili, Allah'ı zikredip Tevrâtı d= okuyabildiği halde,
kavmiyle konuşmaya gelince tutulduğu zaman, bu tutulma işini" bir
hastalık, vb. sebepten dolayı olmadığını, tam aksine sadece Allah'ın yapmas
dolayısıyla olduğunu zarurî olarak anlamış olur. Böylece de onun bir alâmet vs
mucize olduğu tahakkuk etmiş olur. Bunun böyle olduğunu, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Senr alametin sapasağlam olduğun halde üç gece insanlarla
J^nuşamamandir" buyruğ-teyit eder. Cenâb-ı Hakkı'n, özellikle insanlarla
konuşamamasını bir nişan yapmas mefhûm-i muhalefet yoluyla onun, insanların
dışındakilerle konuşabileceğine delâle" eder.
[41]
Alimler, seviyyâ
kelimesinin kime ait bir sıfat hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden
olarak bazıls bunun, "üç gece"nin sıfatı olduğunu ileri sürerlerken
müfessirlerin ekserisi bunun, Zekeriyya (a.s)'a ait bir sıfat olduğu
kanaatindedirle-Buna göre mana "Senin alâmetin, sende bir hastalık olmayıp
sapasağlam olduğa halde, bu müddet içinde insanlarla konuşamamandır"
şeklinde olur.
"Derken
mescidinden kavminin karşısına çıkıp onlara: "Sabah akşam teshir.-
bulunun" diye işaret verdi" (Meryem, 11).
Bu ifadeyle ilgili
birkaç mesele vardır:
[42]
Cenâb-ı Hakk'ın,
ifadesinin iza. sadedinde şunlar ileri sürülmüştür:
a) Bunun
"onun, namaz ve diğer ibadetlerini yalnız baş n yaptığı özel bir yeri
bulunuyordu. Derken o, kavmir yanına geldiğinde, onlara işarette bulundu*'
şeklinde olduğu ileri sürülmüştür.
b)
"Onun, hem kendisinin hem de başkalarının namaz kı!dtğı bir yeri vardı.
Ancak ne var ki onlar oraya, onun müsadesi olmaksızın, namaz kılmaya
giremezlerdi. Ve xılar, oraya geldiklerinde oraya girmek için, Zekeriyyâ
(a.s)'ın izin için dışarıya - Kmasını beklerlerdi. O gün ise o onların huzuruna
çıktı. Fakat konuşamadı, onlarla âicak işaret yoluyla konuştu" şeklinde
olduğu da söylenmiştir.
[43]
ifadesinden,
"konuştu" manasının murad edilmiş
olması caiz değildir. Çünkü
konuşması imkânsız idi.
Binâenaleyh, bu
ifadeyle, konuşmadan başka bir şey kasdedilmiştir ki bu da, "onlara, bunu,
ya işaretle yahut hususi bir rumuzla, yahutta yazmak suretiyle
anlatmasıdır". Çünkü bütün bunların herbiriyle maksat anlatılabiür.
3öylece onlar, ona müjdelenen şeyi öğrendiler. Zekeriyyâ {a.s) sevindiği gibi,
onlar :a sevindiler. Ve onlar, Allah Teâlâ'nın, Zekeriyyâ'nın duasını kabul
etmek suretiyle ona ikramda bulunduğunu anlamış oldular. Bil ki, bu ifadeye
uygun düşen en uygun -ıana, "işaret etti" anlamıdır. Çünkü Cenâb-ı
Hak bir başka ayette mm, 41) buyurmuştur. Remz ise, konuşmaktan bir kinaye
olamaz.
[44]
Müfessirler, Hz.
Zekeriyyâ (a.s)'ın "teşbih
edin"
ifadesiyle, namazı
kastettiği hususunda müttefiktirler ki bu,
dil bakımından da
caizdir. Nitekim, "kuşluk namazı"
manasında, Sübhatu'd-duhâ" da denilmektedir. Hz.
Atşe (r.aVntn kuşluk namazı için, "onu mutlaka kılıyorum" manasında
olmak üzere, dediği rivayet olunmuştur. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre
biz diyoruz ki: EbuM-Aliye'den bukre'nin, sabah namazı; aşiyya'nın da ikindi
namazı olduğu rivayet edilmiştir. Şöyle olması da muhtemeldir: "Onlar,
onun özel odasında onunla beraber, sadece bu iki namazı kılıyorlardı. Dolayısıyla
o, onların yanına çıkıyor ve onlara, diliyle müsaade ediyordu. Fakat dili
tutulmuş olarak onların huzuruna eski adeti üzerine çıktığında, do sefer
onlarla konuşamaksıztn, işaretle izin verdi" Allah en iyisini bilendir.
[45]
"Ey Yahya, kitabı
kuvvetle tut" (dedik). Henüz sabi iken ona hikmet verdik.
Tarafımızdan bir kalb yumuşaklığı ve temizlik
(verdik). O çok muttaki idi.
Anasına babasına da
İtaatkârdı. Bir serkeş ve asi değildi. Dünyaya getirildiği
gün de, öleceği gün de, diriltileceği gün de ona selâm
olsun"
(Meryem, 12-15).
Bil ki Allah Teâlâ bu
ayette Hz. Yahya (a.s)'ı şu dokuz sıfatla tavsif etmiştir:
Birinci sıfat: Onun,
Alfah Teâlâ'nın muhatabı olması. Nitekim Cenâb-ı Hak "£y Yahya, kitabı
kuvvetle tut" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[46]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Ey Yahya, kitabı tut" ifadesi, O'nun, Yahya'yı kendisine bu şekilde
hitab edeceği bir dereceye ulaştırdığına delâlet eder. Binâenaleyh bu tabir
buna delâlet ettiği için, bu derece zikredilmemiştir.
[47]
Ayetteki
"kitab"ın, Cenâb-ı Hakk'ın israiloğullarına bir lütfü olan Tevrat
olması muhtemeldir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Andolsun ki
Biz israiîoğulianna kitab.
hüküm ve peygamberlik vermiş
idik..." (Câsiye, ıej buyurmuştur. Yine bu kitabın, Cenâb-ı Hakk'ın pekçok
peygamberine tahsis etmesi gibi Hz. Yahya'ya tahsis ettiği bir kitab olması da
muhtemeldir. Birincisi daha evlâdır, zira burada sözü, bilinene hamletmek
evlâdır. Burada bilinen kitab ise, sadece Tevrat'tır[48]
Cenâb-ı Hakk'ın bi
kuvve "kuvvetle" ifadesiyle, o kitabı
tutabilme manası kastedilmemiştir. Çünkü bu, herkesçe
bilinen bir husustur. Binâenaleyh, bunu medh ve övgü
ifade
eden bir manaya hamletmek gerekir ki, bu
da "ciddiyet"
ve nübüvvet görevini
hakkıyla yerine getirme hususunda sabretmektir ki bunun neticesi de,
emredilenleri kolayca yapmaya; nehyedilenlerden de kaçınmayı gerektiren bir
melekenin, onda bulunmasına varıp dayanır.
İkinci sıfat: Cenâb-ı
Hakk'ın "Henüz sabi iken hikmet verdik"
ayetinin ifade ettiği husustur. Sil ki ayette geçen "hükm"ün
ne demek olduğu hususunda bazı görüşler bulunmaktadır:
a) Bu, hikmet anlamındadır. Şairin:
"Suyu az olan
gölün başına gelen o süratli güvercinlere bakıp da, (onları saydığında nasıl isabet
ediyorsa), sen de işte mahallenin o kadını gibi hikmetli ol ve isabet et!"
ifadesi de bu manadadır. O halde bu, Tevrat'ı iyi anlamak ve dinde fakih
olmaktır.
b) Ma'mer'in görüşü olup, buradaki
"hükm", akıl anlamındadır.
Rivayet olunduğuna göre o: "Biz, oyun için yaratılmadık"
demiştir.
c) Bu,
nübüvvettir. Çünkü Allah Teâlâ daha çocukken onun aklını sapasağlam ve muhkem
yaratmış ve ona vahyetmiştir. Bu böyledir, zira Allah Teâlâ, Yahya ve İsâ
(a.s)'ı Hz. Musa ve Hz. Muhammed (s.a.s)i gönderdiği yaşta değil, onlar henüz
çocuk iken peygamber kılmıştır. Çünkü bunlar, rüşdlerine ermiş ve kâmil yaşa
gelmişlerdi. Doğruya en yakın olanı, şu iki sebepten dolayı bu ifadeyi nübüvvet
anlamına almaktır.
1) Allah
Teâlâ bu ayette, onun şeref ve menkıbe sıfatlarından bahsetmiştir. Nübüvvetin
insanın taşıyabileceği sıfatların en kıymetlisi olduğu malumdur. Bu sebeple
nübüvvet sıfatını medh sadedinde zikretmek, diğer sıfatlan zikretmekten daha
evlâdır. Binâenaleyh, buna göre onun nebi oluşu da bu ayette ele alınmış olur.
Onun nebî oluşunu gösteren, bu lafızdan başka uygun bir lafızda yoktur.
Binâenaleyh bu lafzı, bu manaya hamletmek gerekir.
2) Hükm:
Sayesinde başkasının aleyhine ve lehine mutlak manada hükmedilmeye elverişli
olan şeydir. Bu ise ancak, nübüvvetle olur.
Eğer, "Çocuk iken
kişide akıl, zekâ ve nübüvvetin varlığı nasıl düşünülebilir?" denilirse,
biz deriz ki: Bu soruyu soran kimse, harikulade halleri ya imkânsız görüyor,
veya görmüyor. Eğer bunu, imkânsız görüyorsa, nübüvvet kapısını kapamış olur.
Çünkü nübüvvet meselesinde iş, mucizelere dayanır. Mucize de, harikulade haller
demektir. Yok, eğer bunu imkânsız görmüyorsa, bu iş akıldan uzak görülemez.
Çünkü, sabînin akıllı bir kimseye dönüşmesini uzak görmek, ayın yarılmasını,
denizin kiye ayrılmasını akıldan uzak görmeden daha ileri değildir.
Üçüncü sıfat: Cenâb-ı
Hakk'tn "Tarafımızdan bir kalbyumuşaklığı" diye tavsif ettiği
husustur. Bil ki, hanân kelimesinin aslı, hanîn'dır. Hanın ise, sevinçten veya
ayrılıktan dolayı feryad etmek demektir. Nitekim Arapça'da denilir. Bu terkib,
deve, yavrusunu arzuladığında böğürmesini ifade eder. Bu açıklamayı, Halil
İbnAhmed yapmıştır. Nitekim hadiste de, şu varid olmuştur. Hz. Peygamber
(s.a.s), Mescid-i Nebevide hutbesini bir hurma kütüğü üzerinde okuyordu.
Kendisi için bir minber yapılıp da Hz. Peygamber o minbere geçince, o Kütük
inlemeye başladı. Ve Hz. Peygamber (s.a.s) de onun feryadını duydu. İşte bu
kelimenin asıl manas: budur. Bir kimse birisine acıyıp şefkat duyduğunda
"Tehannene fulânun alâ fularım" denilir.
Alimler, Cenâb-ı
Hakk'ın el-Hannân sekinde tavsif edilip edüemiyeceği hususunda ihtiiaî
etmişlerdir. Bu cümleden olask Dazdan, bunun olabileceğini kabul etmiş ve bu
kelimeyi Rauf ve Rahîm manasına kullanmışlarda. Bazıları ise, kelimenin asit
manasından dolayı bunu kabul etmeyerek Aüah Teâlâ hakkında bu vasfı kullanmak
mesela "Allah hannândır" demek doğru değildir, demi$iordir. Bunu
iyice kavradığında biz diyoruz ki bu ayetteki hanân kelimesiyie ilgili şu iki
izah yapılabilir:
a) Bu
kelimenin Cenâb-ı Hakk'ın sıfatı kabul edilmesi
b) Yahya
(a.s)'ın sıfatı kabul edilmesi.
Biz bu kelimeyi
Cenâb-ı Hakk'ın sıfatı kabul ederek, bu durumda biz ayetin takdirinin,
"Bizi o Yahya (a.s)'a hükmü bir hanân(yani tarafımızdan bir rahmet olarak
verdik" şeklinde olduğunu söyleriz.
Ayrıca burada şu
ihtimalter de bulunur.
1) Allah
tarafından olan hanânın, rahmetin, Yahya (a.s) için olması. Buna göre ayetin
manası, "Biz o Yahya (a.s)'a hükmü çocukken verdik" şeklinde olur.
Bunu müteakiben de Cenâb-ı Hak, "Tarafımızdan bir hanân olarak, yani, Biz o Yahya (a.s)'a
hükmü, o çocukken verdik ve bunu, tarafımızdan ona bir rahmet ve bir zekat,
yani bir temizleme ve şereflendirme vesilesi olarak verdik" buyurmuştur,
ustur.
2) Allah'dan olan el-hanânın Zekeriyya (a.s) için olması. Buna
göre Cenâb-ı Hak sanki, "Biz, Zekeriyya (a.s)'a çocuk vermek suretiyle,
onun duasını kabul ettik, sonra da Yahya (a.s)'a çocukken hüküm verdik, (ona
bunu) tarafımızdan Zekeriyya) (a.s)a
bir
rahmet olsun diye verdik. İşte biz bunu böyle yaptık. yani, "duasının
reddolunmasından Zekeriyya'yı beri kıldık" demek istenmiştir.
3) Allah'tan olan bu rahmetin, Yahya (a.s)'ın
ümmeti için olması. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, Yahya (a.s)'a hükmü, o
çocukken verdik ve onun hidayet ve irşadıyla azami derecede istifade ettikleri
için, böylece ümmetine de tarafımızdan bir rahmet verdik" demek
istemiştir.
Biz bu kelimeyi Yahya
(a.s)'ın sıfatı olarak ele alırsak, bu hususta da şu izahlar yapılabilir:
1) "Biz, Yahya (a.s)'a hükmü ve kullarımıza karşı hanâni, yani onlara şefkatli davranmayı, onlar hakkında uhdesine bırakılmış olan hükümlerde onlara karşı iyi niyetli ve güzel muamele etme duygusunu verdik" demektir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Muhammed'i vasfederek, "Sen Allah'dan bir rahmet sayesindedir ki, onlara yumuşak davrandm." (aji imran, 159) ve "Size çok düşkündür. Müminlere cidden merhametli ve şefkatlidir O'/rrevt», 128) buyurması gibidir. Daha sonra Cenâb-ı Hakk, Yahya (a.s)'a "zekât"ı verdiğini beyan etmiştir ki bu, "onun ümmetine karşı duyduğu şefkatin, onu görevini ihlâl etme noktasına götürmemesi" demektir. Çünkü, re'fet ve yumuşaklık, çoğukez, görevin yapılmaması neticesini doğurur. Baksana Cenâb-ı Hak, "Allah'ın dini (ni tatbik) hususunda, acıyacağınız tutmasın"(Hur,2) "kâfirlerden size yakın olanlarla muharebe edin. Onlar sizde büyük bir azm ü şiddet, sertlik bulsunlar" {Mmöe, 123) ve "müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorlu. Kendisinin onları seveceği, onların da kendisini seveceği bir kavim... ki Allah yolunda savaşırlar ve hiç bir kınayanın kınamasından çekinmezler." (Maide. 54} buyurmuştur. Buna göre mana, "Biz o Yahya (a.s)'a görevi ihlâl etmekten uzak ve temiz olması şartıyla Allah'ın kullarına karşı şefkatli olma hissini verdik" şeklinde olur.
2) "Biz
o Yahya (a.s)'a, mahlukata karşı şefkatli olma ve günahlardan uzak kalma, beri
olma hissini verdik. Böylece de o, günah işlemedi, hatta onu kafasından pe
geçirmedi" demektir.
3) Bu ayetle
ilgili şöyle bir izah daha bulunur ki bu izah, Atâ İbn Ebi Rabah'tan
nakledilmiştir. yani, "Biz o Yahya (a.s)'a hükmü, kendisine tarafımızdan
bir tazim olmak üzere, o çocukken verdik. Çünkü Biz onu, çocukken peygamber
yaptık. Bundan daha büyük tazim de bulunmamaktadır.
Verilen bu mananın
delili ise rivayet edilen şu husustur. Varaka İbn Nevfel, Hz. Bilâl'e sırtı,
Mekke vadisini kızgın kumlarına yapıştırılmış ve kendisine azâb ve işkence
edilir bir vaziyette uğradığında Bilâl "Ehad, Ehad! (Bir, Bir!) diyordu.
Bunun üzerine Varaka, "Varlığım elinde olan Zâta yemin ederim ki, siz onu
şayet öldürecek olsanız dahi, ben onu hanân, yani muazzam ve saygı değer bir
kimse bileceğim" dedi.
Dördüncü sıfat:
Cenâb-ı Hakk'ın zekâten tavsifinin ifade ettiği husustur. Bu hususta da şu
izahlar yapılmıştır:
1) Bununla, "Biz ona zekâtı, yani tertemiz
olan safih ameli verdik" manası kastedilmiştir. Bu
mana İbn Abbas,
Katâde, Dahhâk ve
İbn Cüreye den nakledilmiştir.
2) O,
kendisinden (hidayeti) kabul edenler için bir zekâttır. Böylece onlar, tertemiz
olurlar. Bu mana da, Hasan el-Basrî'den rivayet edilmiştir.
3) Şahitlerin
bir kimseyi tezkiye etmesi gibi, biz de Yahya (a.s)'ı güzel övgüyle tezkiye
ettik.
4) Bu,
Allah'ın, ana-babasınatasadduk edip bağışladığı bir sadakadır.. Bu mana da
Kelbi'deh rivayet edilmiştir.
5) O,
bereket ve bolluktur. Bu mana da, İsa (a.s)'ın "Ben/ her nerede olursam
mübarek küdı"(Meryem, 31) şeklindeki ifadesinden elde edilen bir manadır.
Bil ki bu, kulun fiilini Allah'ın yarattığına delâlet eder. Çünkü Yahya
(a.s)'ın temizliği ve tahareti, Allah katından olmuştur. Bunu, "tütuflar"
manasına hamletmek akıldan uzaktır. Çünkü bu, zahiri terketmek olur.
Beşinci sıfat: Cenâb-ı
Hakk'ın onu "çok muttaki idi" olarak tavsif etmesidir. Sen, bunun ne
demek olduğunu biliyorsun. Netice olarak diyebiliriz ki bu ifade, aşırı bir
medh ve övgüyü ihtiva etmektedir. Çünkü Hz. Yahya, hem Allah'ın nehyinden
kaçınan, böylece de onlardan içtinab eden; hem de Allah'dan ittikâ eden,
böylece onu ihmal etmeyen bir kimsedir. Bu vasfa en layık olan insan ise,
Allan'a asi olmayan ve ona isyan edip günahkâr olmayı gönlünden geçirmeyen
kimsedir. İşte Yahya (a.s) da böyle bir kimse idi. İmdi, şayet "Bu onun
ilk mükellef tutulduğu bir zaman olduğu halde onun hakkında, "o çok
muttaki idi" denilmesinin manası
nedir?"
denilirse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hak, o peygambere, bu şekilde hitab etmiş
ve.onun halinin her zaman böyle olacağını bildirmiştir. Bu Cenâb-ı Hakk'ın
tıpkı, ona olan nimetlerini haber vermesi gibidir.
Altıncı sıfat: Cenâb-ı
Hakk'ın "Ana-babasma da itaatkârdır" ayetinin
ifade ettiği husustur. Bu böyledir, zira Allah'a tazimden
sonra, ana-babaya tazimde bulunma gibi bir ibadet yoktur. İşte bundan dolayı
Cenâb-ı Hak, "Rabbin, Kendinden başkasına kulluk etmeyin. Ana ve babaya
iyi muamele edin" diye hükmetti" (isrâ, 23) buyurmuştur.
Yedinci sıfat: Cenâb-ı
Hakk'ın "Bir serkeş ve asi değildi" diye ifade ettiği husustur.
Bununla, Allah'ın onu tevazu ve yumuşaklıkla vasfetrnesi kastedilmiştir ki,
böyle olma, müminlerin bir vasfıdır. Bu, tıpkı "Müminler için de kanadını
indir (mütevazi o!)"(Hicr, 88) ayeti gibidir. Yine Cenâb-ı Hak, "Eğer
kaba. katı yürekli olsaydın onlar senin etrafından muhakkak dağılıp gitmişlerdi
bile" (aii Imran. 159) buyurmuştur.
Bir de, ibadetlerin
başı, insanın, kendisinin zilletini, Rabbinin de azamet ve celâlini anlayıp
bilmesidir. Kendisinin zilletini, Rabbinin de azamet ve kemâlini bilen
kimsenin, büyüklenip kibirlenmesi nasıl uygun düşebilir? İşte bundan dolayı
İblis, büyüklenip serkeşlik edince, hem Allah'ın rahmetinden, hem de dinden
uzaklaşmış oldu. "Cebbar", "kendisi üzerinde başkasına ait bir
hak tanımayan kimse" şeklinde de tarif edilmiştir. Buna göre cebbar,
büyüklenmek ve başkasına hak tarumama manasından türemiş olur.
Süfyan es. Sevri,
Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesinin tefsiri hususunda şöyle demiştir: Cebbar, gadabına
kapılan ve uyan kimsedir. Bunun delili, "dün bir canı öldürdüğün gibi,
beni de mi öldürmek istiyorsun?... Bu yerde ille yaman bir zorba
olmak,istiyorsun sen.."(Kassm. 19> ayetidir. Cebbar kendi öfkesinden
dolayı haksız yere başkasına ikâbda bulunan sıkıntı veren herkestir.diye de
tarif edilmiştir. Bunun delili ise, "Tutup yakaladığınız vakit zorbalar
(cebbarlar) tarzında yakalar mısınız?" . 130) ayetidir. ,
Sekzinci sıfat: Ayet-i
kerimedeki ''asi de değildi" vasfıdır. Alîm kelimesinin âlim kelimesinden
daha ileri bir mana ifade etmesi gibi, asiyy kelimesi de âsî kelimesinden daha
ileri bir mana ifade eder.
Dokuzuncu sıfat:
Cenâb-ı Hakk'ın ''Dünyaya getirildiği gün de. öleceği gün de, diri olarak
kaldırılacağı günde ona selâm olsun " ayetinin ifade ettiği husustur. Bu
hususta bazı görüşler bulunmaktadır.
a) Muhammed
İbn Cerir et-Taberî, cümlesine "Doğduğu günde şeytanın, diğer insanları
tutup sıkması gibi, onu tutup sıkmasına karşı, Allah tarafından
verilmiş
olan bir emandır" ifadesine, "Kabir azabı hususunda, bu ona bir
emândır" cümlesine de, "kıyamet" azabına karşı ona bir
amandır" şeklinde mana vermiştir.
b) Süfyan İbn üyeyne şöyle der: İnsan üç yerde
çok ürkek ve korkak olur: Doğduğu günde; böylece o, kendisini içinde bulunduğu
şeyin dışında görür. Öldüğü günde.. Böylece o, kesinlikle, asla görmediği bir
toplulukla karşılaşır... Yeniden diriltildiği günde böyfece o, kendisini çok
büyük bir kalabalığın içinde bulur. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, Yahya (a.s)'a
ikramda bulunmuş, böylece bu üç yerde ona emânet ve güven tahsis etmiştir.
c) Abdullah
İbn Niftaveyh, cümlesine "Dünyayı ilk gördüğünde" ifadesine,
"ahiret umurunun ilkini gördüğü günde..." cümlesine de, "Cenneti
ve cehennemi gördüğü, ilk günde... ki, bu da kıyamet günüdür" manalarını
vermiştir. Cenâb-ı Hak, Hz. Yahya'nın şehidlerden olduğuna dikkat çekmek için
hayy diye tavsif etmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Doğrusu onlar diridirler.
Rableri katında rmklandvnhrlar" (ah imran, 169) buyurmuştur.
[49]
1) Ayette bahsedilen "selâm'"ın, Allah
tarafından veya melekler tarafından olması mümkündür. Her iki duruma göre de,
Yahya (a.s)'ın şerefi ve üstünlüğü değişmez. Çünkü, melekler de ancak, Allah'ın
emrinden dotayı selâm verirler.
2) Bu
selâmda, Yahya (a.s) için, diğer peygamberler için olanından daha fazla
bir meziyet söz
konusudur. Meselâ diğer
peygamberlere, "Alemler
içinde Nuh'a selâm olsun" (Saffat, 79) ve "Selâm îbrahime"
(Sattat. 109) şeklinde selâm verilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak bu ayette,
"doğduğu günde" ifadesini kullanmıştır ki, bu tabu- diğer
peygamberlere verilen selâmda yer almamıştır.
3) Rivayet
olduğuna göre İsa (a.s),Yahyâ (a.s)'a,
"Sen benden daha üstünsün. Zira, sana Allah Teâlâ selâm verdi. Ben
ise, kendi kendimi selâmladım'.' demiştir. Bu rivayet kuvvetli değildir. Çünkü,
İsa (a.s)'ın kendi kendine verdiği selâm da, Allah'ın Hz. Yahya'ya verdiği
selâm gibidir. Çünkü İsa (a.s), sadece Allah'ın kendisine emrettiğini yapan bir
masumdur.
4) Doğduğu
günde ona verilen selâmın, mutlaka Allah tarafından bir lütuf olması gerekir.
Çünkü Yahya (a.s)'dan, bu selâmı gerektirecek bir şey, fiilen sudur etmemiştir
Ama, ona öldüğü ve mahşerde diriltildiği günde verilen selâma gelince, bunu bir
nedih ve tazim gibi, bir mükâfaat kabilinden olması mümkündür. Allah en iyisini
bilendir.
[50]
Bu kıssanın
hikmetlerine dair sözler:
1) Duâ etme
adabını öğretmek ki bu, birkaç yönden ele alınabilir.
a) Cenâb-ı
Hak, "gizlice nida ederek" buyurmuştur. Bu, duanın en efdalının böyle
olduğuna delâlet eder. "Rabbinize yalvara yakara, gizlice dua
edin"{Araf, 55) ayel de bunu destekler. Bir de, seni yükseltmek, kuvvet ve
celâdeti; alçaltman ise, acziyye: ve hüznü ihsas ettirir. Duada temel olan şey
ise, kırık kalblilik, hüzün; nefsin kurder* ve kuvvetinden uzaklaşması,
Allah'ın lütuf ve imanına itimad etmektir.
b) Müstehab
ofan, duanın hemen
başında, nefsin, acziyyetinden ve güçsüzlüğünden bahsetmektir. Bu tıpkı, Cenâb-t Hakk'ın Zekeriyya (a.s)'da-naklettiği,
''Kemiğim yıprandı. Başım, yaşlılıkla tutuştu" niyazında olduğu gibidir
Daha sonra da, Allah'ın nimetlerinin çokluğundan bahsetmesidir ki bu da,
Zekeriyyâ (a.s)'ın, "Sana duâ etmem sebebiyle bedbaht olmadım"
ifadesinde olduğu gibidir
c) Duanın,
sırf dünya için değil, din ile alakalı olan şeyler için de yapılması. B. da,
Zekerİyyâ (a.s)'ın, "Doğrusu ben, arkamda bırakacağım akrabamdan endişeye
düştüm" sözünde olduğu gibidir.
d) Duanın, bu ayette olduğu gibi Ya Rabbî
lafzıyla başlamasıdır.
2) Hz. Zekeriyya ve Yahya (a.s)'ın derecelerinin
ve mertebelerinin ortaya konulması. Zekeriyya (a.s)'ınkilere gelince bunlar
şunlardır:
a) Onun için alabildiğine yalvarıp yakarması ve
kendisini tamamiyle Allah'a vermesidir.
b) Allah Teâlâ'nın onun duasını kabul etmesi.
c) Cenâb-ı Hakk'ın ona nidada bulunup, onu
müjdelemesi veyahut bu işi, meleklerin yapması. Veyahutta bu iki işin aynı anda
tahakkuk etmesi.
d) Onun dilinin
teşbihten değil de, insanlarla konuşma konusunda tutulması.
e)
Peygamberlerin de mucize talebinde bulunmalarının caiz olması. Çünkü, Hz.
Zekeriyya "Rabbim, bana bir nişan ki!" demiştir.
3) Allah Teâlâ'nın, tabiatçılara bir reddiye
olarak, son derece ihtiyarlamış ana-babadan bile çocuk yaratmaya kadir olması.
4) Dini
mevzuda istidlal (kıyas) yapmanın doğruluğu. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Daha
evvel sen bir şey değilken seni yaratmışımdır" buyurmuştur.
5) Madûmata "şey" denHemez. Bu ayet,
bu hususta bir "nas"dır. Eğer: Tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın (Dehr, 1)
ayetinde olduğu gibi, bu ayet ile, "sen anılmaya değer bir şey değilken"
manası kastedilmiştir" denilirse, biz deriz ki asıl olan kural, kelamda
takdir yapmaksızın mana vermektir. Karşı taraf şöyle diyebilir: Ayet, insanın
"şey" olmadığını gösteriyor. Halbuki bir
insanın şey olduğunu söylüyoruz. Çünkü insan,
sayesinde hususi araların kendisiyle kavim olduğu birtakım cevherlerden oluşan
bir varlık demektir. Halbuki hususi aralarla vasfedilmiş mürekkeb cevher,
ademde (madûmda) bulunmaz. Sabit olan, o cevherlerin -mürekkeb değil de müfred
olarak- aynları, yani bizzat kendileridir. Bu mürekkeb olmayan müfred cevherler
ise insanı oluşturmaz. Böylece, ayette matlubu delâlet edecek herhangi bir
şeyin bulunmadığı ortaya çıkar.
6) Allah
Teâlâ, bu kıssayı hem Al-i İmran sûresinde, hem de burada zikretmiştir.
Binâenaleyh bu kıssayı, her iki yere göre ele alıyor ve şöyle diyoruz.
a) Hak Teâlâ
bu sûrede, Hz. Zekeriyyâ'nın Kendisine dua ettiğini beyân etmiş, ama bu duayı
ne zaman yaptığını beyan etmemiş, ama Al-i İmrân Sûresi'nde, "Zekeriyyâ ne
zaman mihraba girdiyse, onun yanında bir yiyecek buldu ve "Ey Meryem, bu
sana nereden (geliyor)" dedi. O da. "Bu, Allah tarafından. Şüphe yok
ki Allah kimi dilerse ona sayısız rızık verir" dedi. Orada Zekeriyyâ
Rabbine duâ etti ve "Rabbim, bana senin katından çok temiz bir zürriyet
ihsan et" (dedi)" iaj-i imran, 37-38) ayetleri ile ahlatmıştır. Bu,
"Zekeriyyâ ve Meryem'de harikulade halleri görünce, kendisi için de
bunların olmasını arzuladığı için, böyle dua etti" demektir.
b) Allah
Teâlâ, Al-i İmran Sûresi'nde, Hz. Zekeriyyâ ya nida edenin bir melek olduğunu
beyân buyurmuştur. Çünkü orada "Melekler ona, o mihrabta durup namaz
kılarken şöyle nida etti... "(am imran, 39) buyurmuştur. Bu sûrede ise,
"Ey Zekeriyyâ, hakikaten Biz sana Yahya adında bir oğul
müjdeliyoruz"(Meryem, 7) diye nida edenin Allah Teâtâ olduğu
görülmektedir. Biraz önce, bu iki ifade arasında bir zıtlık olmadığını beyân
etmiştik.
c) Cenâb-ı Hak, Al-i İmran Sûresi'nde, onun
"Rabbim kendime hakikaten Jıtiyarlık çatmış iken, karım da bir kısır iken
benim nasıl oğlum olabilir" (aı-i İmran. *o) dediğini nakletmiştir. Burada
Hz. Zekeriyyâ önce kendisinin ihtiyarlığından, sonra da hanımının kısırlığından
bahsetmiştir. Bu sûrede ise, "Rabbim. benim nasıl oğlum olur ki, karım bir
kısır, ben ise ihtiyarlığın son haddine varmışım"(Meryem,B) denilmiş (önce
kısırlıktan, sonra yaşlılıktan bahsedilmiştir). Bunun cevabı şudur:
İfadelerdeki atıf vavlan, tertibi (sıralamanın olduğunu) göstermez.
d) O, Al-i
İmran'da, "Kendime hakikaten
ihtiyarlık gelip çattı" (40. ayet) derken, Durada "Ben ihtiyarlığın
son haddine vardım"(Meryem, 8) demiştir. Buna da, "Sana ulaşana sen
de ulaşmış olursun (her iki ifade aynı anlama gelir)" diye cevap verilir.
e) Cenâb-ı Hak, Al-i İmran Sûresi'nde,
"senin nişanın, (alâmetin),
işaretler zışında İnsanlara üç gün söz söylememendir'(41 ayet) buyurmuş; burada
ise, "üç gece insanlarla konuşamamandır" (Meryem, 10; buyurmuştur.
Bunu şöyle izah ederiz: Bu iki ayet, bu müddetin, gecesi ile birlikte üç gün
olduğuna delâlet etmektedir. Allah en iyi bilendir.
İkinci Kıssa: Bu, Hz. Meryem'in
kıssası ve Hz. İsa'nın doğumu hakkındadır. Bil ki Allah Teâlâ, Yahya (a.s)'nın
kıssasını Hz. İsa'nın kıssasından önce anlatmıştır. Çünkü ihtiyar bir
ana-babadan bir çocuk dünyaya getirmek, normal düzenin kurallarına göre babası
olmaksızın bir anadan çocuğu yaratmaktan daha yakın ve kabul edilebilir
birşeydir. Öğretme ve anlatmada takib edilmesi gerekli en güzel yol ise, kabule
en yakın ve uygun olandan işe başlayıp, derece derece daha zoruna geçmektir.
"Kitab'da
Meryem'i de an. Hani o. ailesinden ayrılarak doğu tarafında bir
yere çekilmişti. Sonra onların önünde bir perde
edinmişti. Derken Biz ona,
"Ruhlumuzu
gönderdik de o, kendisine hilkati tam bir insan şeklinde
göründü."
(Meryem.
16-17).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele bulunmaktadır.
[51]
Ayetteki iz edatı
"Meryem" lafzından bedel-i istimaldir. Çünkü, zaman, Hz, Meryem'in
başına gelen şeyi de kapsamaktadır.
Burada, Meryem'in zikredilmesinin maksadı, bu enteresan
hadisenin ne zaman meydana geldiğini anlatmaktır.
[52]
"Nebz",
aslında atmak manasınadır. "İntibâz" ise, bu kökün iftial
yeznindeki şeklindedir. Hak
Teâlâ'nın
(Al-, imran, 187) ayetindeki kelime de bu
manayadır. Bu ayette intebezet Kenara, ıssız bir yere
çekildi" manasınadır. İnsanlardan uzak bir köşeye oturdu" manasında
Arapça'da, denilir. Bunun aslı şuna dayanır: Bir kimse, bir başkasına attığı
şey ona ulaşacak mesafede oturduğunda, bu tabir kullanılır. Yine "falan
şeyi attım" manasında, denilir.
Hurma suyuna, kaba dökülüp doldurulduğu için, "Nebiz" denilmesi de bu
köktendir.
Nebîz,
menbûz {dökülen-atılan şey) manasınadır. İşte bundan dolayı "fa'il"
sigasi jzere gelmiştir. Sokağa bırakılmış çocuğa "menbûz" denilmesi
de bu manadadır. Çünkü o da adetâ atılmıştır. Alış-verişte nehyedilen
"münâbeze"de bu manadadır. Münâbeze, "sana şu elbiseyi yahut şu
taşı attığımda, alışveriş artık vâcib olur. (Yani atılan taş veya elbise,
satılacak mallardan hangisine değerse, o satılmış oluyor) şeklindeki
alış-veriştir. Bunu iyice anladığında diyoruz kî, ayetteki, cümlesi
"Meryem uzaklaştı ve doğuda bir yere süratlice tek başına gitti"
demektir.
[53]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Hz. Meryem'in, bunun yanısıra, ailesine karşı da bir perde taktığını beyân
buyurmuştur. Bunun zahiri onun, o yere tek başına gidip çekilmekle yetinmeyip,
kendisi ile ailesi (insanlar) arasına duvar gibi bir engel Koyduğunu gösterir.
Bunun, kendisi iie ailesi arasına bir perde astığı manâsına gelmesi de
muhtemeldir. Bu ikinci mana, birincisinden daha açıktır. Onun, böyle bir Derde
edinişinin mutlaka doğru bir maksaddan ötürü olması gerekir. Ama bu husus
ayette açıkça belirtilmemiştir. Dolayısıyla müfessirier, bu konuda şu değişik
izahları f-apm ıslardır:
a) Hz.
Meryem (ilk) hayız oluşunu görünce, temizleninceye kadar, ibadet yaptığı o
yerden ayrıldı. Temizlendiği zaman Cebrail (a.s) ona geldi.
b) O, ibadet
yapabileceği sâkin-kimsesiz bir yer aradı.
c) O, hayızdan temizlenip yıkanmak için,
görünmesini engelleyecek bir perde e birlikte olan, yüksek bir yere çekilip
oturdu.
d) Hz.
Meryem'in, kızkardeşinin kocası olan Hz. Zekeriyya (a.s)'nın evinde tek şaşına
oturduğu bir mihrabı (mahfili) vardı. Zekeriya (a.s) dışarı çıkınca, oranın
«apışını üzerine kapardı. Derken başının bitlerini temizlemek için, Aflah'dan,
dağda cmsenin kendisini görmeyeceği bir yer vermesini istedi. Bunun üzerine, o
mahfilin avam açıldı. O, oradan dışarı çıktı ve dağın arkasında yüksek bir yere
oturdu. İşte D sırada ona melek (Cebrail) (a.s) geldi.
e) Hz. Meryem susadı ve su aramak için dışarı
çıktı.
Bil ki bütün bu
izahlar, ihtimal dahilindedir. Ama ayetin lafzında, bunlardan birini tercih
etmeye sevkedecek birşey yok.
[54]
Ayette bahsedilen,
"Doğu tarafı", ya Beyt-i Makdts'in doğuşudur, yahut da onun evinin
doğuşudur. İbn Abbas
(r.a)'ın şöyle dediği
rivayet edilmiştir. Hristiyanlann doğu cihetini kıble edinmelerinin sebebini
bütün halk içinde en iyi bilen benim. Çünkü "nstiyanlar, Allah Teâlâ'nın
"Doğu tarafı" ifadesinden ötürü doğuyu kıble ecin mislerdir. Böylece
onlar, Hz. İsa'nın doğduğu tarafı kıble edinmiş oldular."
[55]
Hz. Meryem, oraya
oturunca Allah Teâlâ ona "Rûh"u
gönderdi. Müfessirler, bu
"rûh"un ne olduğu hususunda
ihtilaf etmiş ve
ekseri müfessirler bunun Cebrail (as olduğunu söylerlerken, Ebu Müslim, bunun
kamında b r
beşer (insan) olarak şekillenen, suret
giyen "rûh" olduğunu söylemiştir. Birincisi doğruya daha yakındır.
Çünkü Cebrail (a.s) "rûh" diye adlandırılmıştır. Nıtekır Cenâb-ı Hak,
"O (Kur'ân'ı) senin kalbine, Rûhu'I-emin indirdi" (Suâra, 193-1*.
buyurmuştur. Cibril, rûhânî olduğu için bu adı almıştır. Onun
"Ruh"tan yaratıldığ da söylenmiştir. Yine onun sayesinde din hayat
bulduğu için, "rûh" adını aldıç da ileri sürülmüştür. Yahut da
Cenâb-ı Hak, Cebrail (a.s)'e olan sevgi ve yakınlığından ötürü, ona mecazi
olarak bu adı vermiştir. Bu senin sevdiğine, "ruhum" demen gibîdi'
Ebu Hayve, bunu fetha ile revhanâ diye okumuştur. Çünkü Cebrail (a.s), kullarır
rahatlığı bulunan şeylere sebeb ve muttakiier için hazırlanmış olan indi
ilâhidek rahatlığı elde etmeye vasıta olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Şimdi
eğer c mukarreblerden ise, aıiık rahatlık, güzel rızık ve naîm cenneti
onundur"(Vakıa, ss-sç buyurur. Yahut Cebrail (a.s) mukarreblerden olduğu
için "revh" adını almıştır. Mukarrebler (Allah'a yakın olanlar),
kendilerine revh (rahattık) vadedilmiş kimselerdir Ayet, "Bize mukarreb
olan, rahatlık sahibi olan o Cebrâil'lona gönderdik" demektir Cebrail
(a.s)'e "rûh" dendiği sabi! olduğuna göre bu ayetteki rûh ile de onun
kastedilmiş olması gerekir. Çünkü o, "Ben ancak sana pak bir çocuk vermek
için (gelen). Rabbinin elçisiyim" dedi. "(Meryem, 19) Bu söz ancak
Cebrail'e uygun düşer,
[56]
Alimler, Cebrail
(a.s)'in, Hz. Meryem'e nasıf göründüğü hususunda şu değişik izahları yapmıştır:
a) O, ona
insanlardan farklı bir şekilde, son derece yıkışıklı, tüysüz genç delikanlı
şeklinde göründü.
b) O ona,
kendisinin akranı olup Beyt-i Makdis'in hizmetçilerinden Yusuf adında biri
oiarak göründü. Bütün bunlar olabilir. Fakat ayetin lafzında, bu ikisinden
birisini açıkça gösteren bir ifade yok.
Cenâb-ı Allah sonra,
Cebrail (a.s)'ın Hz. Meryem'e, sözüne yakınlık duyup dinlemesi ve ondan
kaçmaması İçin, bir insan şeklinde gözüktüğünü; eğer melek suretinde gözükmüş
olsaydı, ondan çekinip sözünü dinlemeyeceğini belirtmiştir. Bu hususta şöyle
bir kaç problem bulunmaktadır:
a) Eğer
Cebrail (a.s)'in belli bir insan suretinde görünebileceği söylense, kabul
edilse; bu durumda bizim şu anda gördüğümüz şu şahsın, dün gördüğüm Zeyd
olduğunu kesin olarak söyleyemezdik. Çünkü bir meieğin veya cinin, onun
kılığına mis olma ihtimali vardır. Bu kapıyı açmak, işi safsataya götürür.
"Bu, -eygamberlerin gönderilmesi zamanında oiabilir. Ama artık zamanımızda
bunun : Tiası caiz değildir" de denemez. Çünkü bu farkın, ancak deli! ile
bilinebileceğini söylüyoruz. Binâenaleyh böyle bir delile sahib olmayanın, şu
anda gördüğü şu şahsın, dûn gördüğü o şahıs olduğunu kesinkes söylememesi
gerekir.
b) Bazı
hadislerde yer aldığına göre, Hz. Cebrail (a.s)'ın cüssesi çok büyüktür Binâenaleyh
bu büyük varlığın cüssesi bir İnsanın bedeni kadar olabilmiştir. Bu, onun
parçalarının azalması, bünyesinin parçalanması şeklinde mi olmuştur. Böyle
olması nde, Cebrail denen birşey kalmaz.
Yoksa onun parçalan birbirine girmek suretiyle - olmuştur. Bu ise, onun
cüzlerinin birbiri içine girmesini gerektir ve imkansızdır.
c) Biz,
Cebrail (a.s)'in insan kılığına girebileceğini söylersek, daha niçin onun sandan
daha küçük, hatta bir sivrisinek ve karasinek kılığına girmesi niçin caiz
r»-rasın. Halbuki buna götüren her şeyin batıl olduğu malumdur.
d) Bunu
münkün görmek, mütevâtiren sabit olan haberleri tenkid etmeye götürür. Böyle
olması haiinde, belkide Bedir günü savaşan Hz. Muhammed (s.a.s) değil, ona benzeyen
başka Dir şahıs olur. Herşey hakkında söylenecek söz de böyle olur.
ncisine şöyle cevap verilir: Bunu mümkün görme, herşey
için söz konusudur.
Çünkü âlemin hür ve
İrâde sahibi birisine muhtaç olduğunu kabul eden, Allah
Tealâ'nın "Zeyd" gibi, onun şeklinde başka
bir şahıs yaratabileceğini de bilir. Bunu
mümkün
gördüğümüzde de, şu anda gördüğümüz Zeyd'in dün gördüğümüz Zeyd
ttuç olmadığı konusunda şüpheye düşmemiz gerekir,
ir ve irade sahibi bir Yaratıcının varlığını kabul
etmeyip, bütün hâdiseleri yıldızlar arası münasebetlere ve feleklerin
şekillerine bağlayanların da, feleklerde meydana gster garip hadiselerin
Zeyd'de olduğu gibi, herşeyde, benzer başka bir şahsın gelmesini gerektireceğini mümkün görmeleri
gerekir. Bu durumda da, jilen mümkün oluş, yine ortaya çıkar.
ikinci probleme şöyle
cevap verilir: Cebrail'in hem asıl parçalarının, hem de an parçalarının
bulunması imkansız değildir. Asıl parçalan gerçekten çok az r. Bu durumda bir
insan şekline girebilir. Bu açıklama, Cebrail'i maddi bir varlık ettiğimizde
söz konusudur. Ama onu ruhâni-manevî bir varlık kabul ettiğimizde, büyük bir
şekle, bazan küçük bir şekle bürünmesinde, imkansız görülecek yoktur.
Üçüncü probleme şöyie
cevap verilebilir: Mümkün görüş, akılda olan bir şeydir.ün görülen bir şeyin
yanlışlığı ise, ancak sem'î (naklî) delillerle bilinir. Bu aynı ja dördüncü
problem için de cevabtır. Allah en iyi bilendir.
[57]
"(Meryem ona)
dedi ki: "Doğrusu ben senden Rahman'a sığınırım. Eğer sen
bir tâki (muttaki) isen..."
(Meryem. 18).
Bu ifade ile ilgili şu
izahlar yapılmıştır:
a) Hz.
Meryem bununla, "Eğer Allah'dan ittikâ eden bir kimse olman beklenir ise
ve bu da Allah'a sığınmam ile olur ise, bilesin ki ben, senden O'na
sığınıyorum" demek istemiştir. Çünkü Hz. Meryem, kendisinden Allah'a
sığınmanın ancak takı (muttaki) kimseler için tesirli olacağını bilmektedir. Bu
tıpkı, "Eğer mü'min iseniz, faizin arta kalanını (bundan sonrasını)
bırakın"(Bakara.278) ayetinde olduğu gibidir. Bu, "Allah'a iman, bunu
gerektirir" demektir. Yoksa Allah'tan, sadece başka halde değil, şu halde
korkulur" demek değildir.
b) Bu, "sen bana bakmayı helâl gördüğün ve
benimle yalntzken kaldığın için muttaki değilsin" demektir.
c) O
zamanda, kadınların peşine düşen ve adı Taki olan günahkâr bir adam vardı.
Bundan dolayı Hz. Meryem, gördüğü o şahsın, "Taki" denen adam
olduğunu sanmıştır.
Birinci izah daha
doğrudur.
"(Rûh) dedi ki:
"Ben ancak sana pâk bir oğlan hibe etmek için, Rabbinin
elçisiyim"
(Meryem,
19).
Su ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[58]
Cebrail (a.s), Hz.
Meryem'in korkusunu anlayınca, ondan
bu
korkuyu gidermek için, "Sen (...) Rabbinin elçisiyim"
dedi. Fakat bu kadarcık bir söz ile o korku zail
olamazdı,
ama onun gerçek Cebrail olduğuna, insanlardan
birisi
olmadığına delâlet edecek birşey
gerekirdi. İşte burada şu ikisi ihtimal dahilinde gözükebilir:
a) Hz.
Meryem'in, onun Cibril olduğunu anlayacağı bir mucizenin ortaya çıkması...
b) Hz.
Meryem'in daha önceden Hz. Zekeriyâ'dan, (aldığı eğitim sayesinde) meleklerin
özelliklerini biliyor olması da muhtemeldir. Binâenaleyh Hz. Cebrail, Meryem'e
"Ben ancak, Rabbinin elçisiyim" dediğinde, ona bedeninde, kendisini
-ıelek olduğunu anlayabileceği emareleri gösterdi. Böylece bunlar, onun bir melek
3ijğunu gösteren şey oldu.
Kâdi Abdulcebbâr, bu
ayeti tefsir ederken, kendi kendine bir soru ortaya atarak,
ze göre, Hz. Meryem bir peygamber değildir ve siz
Allah Teâlâ'nın insanlara
peygamber oiarak
sadece erkekleri gönderdiğini söylüyorsunuz. O halde daha bu
adise nasıl doğru olabilir?" demiş ve buna
kendisi şu cevabı vermiştir: Bu Hz.
Zekeriyyâ
(a.s) zamanında vakî olmuştur ve o bir peygamberdi. Dolayısıyla bunların
eosini biliyordu." Bu cevap zayıftır. Mucize
peygamber için meydana gelmiş olunca,
en
azından o peygamberin bunu bilmesi gerekir. Halbuki Zekeriya (a.s) bu hadiseyi
dememiştir. Binâenaleyh bunu, Hz. Zekeriyyâ için verilmiş
bir mucize kabul etmek
ani uygun olabilir?
Aksine bu, ya Hz. Meryem'in bir kerametidir, yahut da Hz. İsa
(a s) için bir irhâs (onun peygamber olacağını
gösteren bir alamet)tir.
[59]
İbn Âmir ve Nâfi
fiili, lâm'dan sonra meftuh yâ ile, "Allah'ın sana hibe etmesi için"
manasında, liyehebe diğer kıraat
imamları,
lamdan sonra meftuh hemze ile Mehebe (sana
oe
etmem için) şeklinde okumuşlardır. Bu ikinci kıraate göre mecazî mana söz konusu
olup bu ifade hakkında şu iki mana verilmiştir:
a) Bu hibe
etme (bağışlama) işi, Cebrail (a.s)'in Allah'ın emri ile, Hz. Meryem'in
•akasına üfleyen olması hasebiyle, onun eliyle gerçekleştiği için, mecazen
kendisinin ^j bizzat hibe edeceğini ifade etmiştir. İşin sebebine nisbet
edilmesi, çokça ianılan bir husustur.
Nitekim Hak Teâlâ putlar hakkında, "Onlar, insanlardan pek saptırdılar" (ibrahim, 36) buyurmuştur.
b) Cebrail
(a.s), ona bu müjdeyi verince, bu gerçeK müjde adetâ bir hibe (bağış) :: oldu.
Eğer birisi,
"Cebrail (a.s)'in, Meryem(in rahminas), parçalan biraraya getirmeye nayat,
akıl ve konuşma kabiliyetini yaratmaya kviir olamadığının delili nedir?"
tfyebilir. Bu hususta verilen cevap şudur: "Cebrail (a.s) cisimdir. Cisim
ise, böylesi kadir değildir. Onun cisim
olmasın- ' ünce, bir kere o muhdesdir. Her
muhdes
de ya mütehayyiz (yer işgal eden bir varlık)tır, yahut mütehayyiz ile kâimdir
(onda bulunur). Cismin böylesi şeylere kadir olamayacağının izahı da şöyledir:
Eğer cisim bunlara kadir olsaydı, her cisim bunu yapabilirdi. Çünkü cisimler,
cisim olarak birbirine denktirler." Bu cevap zayıftır. Çünkü karşı taraf,
buna karşı şöyle diyebilir: "Biz her muhdesin bir yer işgal ettiğini, yahut
bir yer işgal eden bir varlıkta bulunduğunu kabul etmiyoruz. Aksine ortada
kendi kendine kâim olan, ne mütehayyiz, ne de mütehayyiz de bulunan varlıklar
da vardır. Onların bu şekilde oluşları, Allah'ın zâtının eşi ve benzeri
olmalarını gerektirmez. Çünkü subûtî sıfatlardaki müştereklik benzerliği
gerektirmez. Selbi sıfatlardaki müştereklik ise bunu hiç gerektirmez. Biz, Hz.
Cebrail (a.s)'in bir cisim olduğunu kabul etsek bile, cismin buna kadir
olamayacağını nasıl söyleyebilirsin?
Karşı tarafın, cisimlerin
birbirine denk olduğunu söylemelerine karşı deriz ki: Biz bu ifade ile, onların
bir mekanda bulunmaları ve yönlere göre yer almaları bakımından denk
olduklarını mı kasdediyorsunuz, yoksa bu ifade ile onların mahiyetlerinin
(cisim oluşlarının) bütünü açısından birbirine denk olmalarını mı
kasdediyorsunuz? Birincisi kabul edilmiştir. Fakat cisimlerin bir mekanda yer
alışı, o cisimlerin zatlarına ait sıfatlardır. Sıfatlar bakımından müştereklik,
muvasefâtın mahiyetleri bakımından müşterekliği gerektirmez. Cisimlerin
birbirine denk olduklarını kabul etsek bile, şöyle de denilebilir: Allah Teâlâ
böylesi bir kudreti, bazı cisimlere vermeyip, bazılarına vermiş olabilir.
Böylece bu iş, insanlarca yapılamadığı halde, Cebrail tarafından suale karşı
verilecek kesin cevap, bu husustaki (yani yaratmaya Allah'dan başkasının kadir
olmadığı hususundaki) icma-ı ümmettir. Allah en iyi bilendir.
[60]
"Zeki"
kelimesi, şu üç manayı ifade eder.
a)
Günahlardan temiz.
b) Temiz
olarak büyüyüp yetişmiş. Çünkü günaha hiç
bulaşmamış
kimselere "Zekî" (temiz-pâk) denilir. Yine büyüyüp gelişen ekine de
yine "zeki" denir.
c) Peygamoer
olarak gönderilebilmesi için, ona gerekli şeyler bakımından tertemiz ve nezih.
Bazt kelamcılar, "Evlâ olan, bu kelimenin bu manaların hepsine birden
halledilmesidir" demişlerdir. Bu görüş zayıftır. Çünkü usûl-ü fıkıhtan
biliyorsun ki tek bir lafzı ister iki manaya da hakikat olarak gelsin, ister
biri hakikat, biri mecaz olsun, aynı anda iki manaya birden hamfediimesi caiz
değildir.
[61]
Cenâb-ı Hak, Hz.
İsa'yı dünyalık hiçbirşeyi olmadığı halde, "zeki" diye nitelemiştir.
Sen ise piyasana baktığında, hiçbir
malı
olmayanlara bedbaht, malı-mülkü olanlara zekî dersin. Fakat Allah Teâlâ İsâ
(a.s) hakkında "zekî" demiştir. Çünkü onun sireti (yaşayışı) fakirlik
ve sadelik zenginliği ise hikmeti ve kitabı idi. Halbuki sen sireti cehalet;
yolu ise mal olan kimselere "zekî" diyorsun.
[62]
"O, "Benim
nasıl bir oğlum olacakmış. Halbuki bana hiçbir beşer dokunmadı
ve ben bir zâniye de değilim" dedi. (Ruh ona,)
dedi ki: ''Öyledir. (Fakat)
Rabbin buyurdu ki:
"O, Bana pek kolay çünkü Biz onu insanlara bir ayet ve
bizden bir rahmet kılacağız. Zaten iş olup
bitmiştir"
(Meryem, 20-21).
Bu ayette ilgili
birkaç mesele vardır:
[63]
Hz. Meryem,
örfe (alışılmış duruma)
dayanarak, bir
çocuğun meydana gelmesinin ancak bir erkek ile
olacağını
bildiği
için, Cebrail (a.s)'in
verdiği bu müjdeye
şaşakal
m ıştır. Ehl-i Marifet,
Cenâb-ı Hakk'ın
kudreti
açısından, aksini mümkün görseler bile,
adetler (alışılmışsurumlar) bazı işlerde, onlarca da nazar-ı dikkate
alınmıştır. Binâenaleyh onun bu sözünde, Allah Teâlâ'nın vasıtasız olarak çocuk
yaratmaya kadir olduğunu bilmediğini gösteren birşey yok. Nasıl olabilir ki, O,
Allah Teâlâ'nın insanların babası (Hz. Adem'i) otı şekilde yarattığını
biliyordu. Yine o, ibadet bakımından parmakla gösterilecek bir hanım idi. Böyle
olan kimsenin, Allah'ın buna kadir olacağını mutlaka bilmesi gerekir.
[64]
Birisi "Onun,
"Ben bir zâniye de değilim" ifadesi, zaten "Halbuki bana hiçbir
beşer dokunmadı" ifadesinin içinde
var. Binâenaleyh o
niçin ayrıca bunu ilave etmiştir? Onun
Al-i
İmran Sûresi'nde "Ya Rabbi, bana bir beşer dokunmamışken, benim nasıl
çocuğum olabilir?"(M-i\mran. 7) deyip de, ayrıca zâniye olmadığın!
söylememiş olması, :-- soruyu te'kid eder" diyebilir." Buna birkaç
açıdan cevab verebiliriz:
a) Hz,
Meryem "dokunma" kelimesini helal nikah manasında kuüanmıştır. Çünkü
dokunma" kinâi (mecazi) olarak, nikah manasında kullanılır. Nitekim
Cenâb-ı Hak,
'Onlaıa dokunmanızdan
önce... "(Bakara, asri buyurmuştur. Zina ise böyle değildir. Zina için,
"fucûr" ve benzeri kelimeler kullanılır. BinâonaSeyh zina hususunda
kinayeli tonuşmayıp, açıkça ifade etmek gerekir.
b) Onun,
ikinci olarak bu ifadeyi kullanması, kendinden ve namusundan emin okluğundan
dolayıdır. Bu tıpkı, ''Namazlara ve bilhassa salat-ı vusiâya devam edin''
(Bakara 238) ve "Kim Allah'ın meleklerine,
peygamberlerine bilhassa Cebrail. MikaiPe
düşman
olursa..."(Bakara, 98) ayetlerinde olduğu gibidir. İşte burada da
böyledir. Çünkü koca görmemiş her kadın, bir çocuk doğurduğunda, zâni
olmadığını çok sert ve kesin İfadelerle anlatır. Binâenaleyh ikinci ifade,
zımnen birincide bulunmakla, beraber, Hz. Meryem ikinci ifadeyi de
kullanmıştır. Çünkü bu, bu konuda en kesin ve en ileri bir ifadedir.
[65]
Keşşaf Sahibi şöyle
der; "Bağiy, erkek arayan zinâkar kadın demektir. Bu kelime, Müberred'e
göre aslında "fe'ûl"
vezninde,
"bağûy" şeklindedir. Bundaki vâv ya'ya idğamedilmiş ve bu hali
almıştır. İbnu Cirmi Kitabu't-Temam'ında, bunun aslen "fa'il"
vezninde olduğunu söylemiş ve "Eğer bunun aslı fe'ûl vezninde olsaydı,
Nühüvven ani'I münker (münkerden nehyeden..) denilebildiği gibi, buğuvv şeklinde
kullanılabilirdi" demiştir.
[66]
Cebrail (a.s),
"Öyledir (fakat) Rabbin buyurdu ki: "O, Bana pek kolay..."
diyerek cevab vermiştir. Bu, Cebrail
(a.s)'in Al-i İmran
Sûresi'ndeki, "Öyle Aliah ne dilerse
yaratır.
Bir işe hükmedince ona ancak, ''ol" der. O da oluverir"{A\-i\mran,
47) ifadesi gibidir, yani "Allah'ın, yaratmayı murad ettiği şeyi yapması
imkânsız veya zor değildir. O, onu var ederken, hiçbir alet-edevâta ihtiyaç
duymaz" demektir.
[67]
Ayetteki, "O.
Bana kolay" ve "Biz onu insanlara bir ayet.. kılacağız"
ifadelerindeki "o" zamirlerinin, şu iki şeye raci olması muhtemeldir:
a) Bu,
"o yaratma işi" manasına olabilir, yani, "onu yaratmak bana
kolay ve Biz onu yaratmayı, babasız meydana geldiği için, insanlara bir ayet
(mucize) ve tarafımızdan bir rahmet, yani onun doğruluğunun delillerinin apaçık
olması ve daha çabuk kabul görmesi için bu ayetleri ortaya koymak suretiyle
kullara rahmet kıidtk" demektir.
b) Bu
zamirler, o çocuğa râci olabilir. Çünkü Hz. Meryem, bu işin alışılmış düzenin
dışında nasıl meydana geleceğine şaşınca. Aliah TeâSâ'nın onun çocuğunu, bu
alışılmamış hadisenin meydana gelişine bir alamet kılacağını anladı. Ayetteki,
"Bizden bir rahmet" ifadesi ya "insanlara bir ayet"
ifadesine atfedilmiştir, yani, "Biz bunu bir ayet ve bir rahmet
kıldık" demektir, yahut da, bu cümle olarak, "Biz onu insanlara bir
ayet kıldık" cümlesi üzerine atıftır.
[68]
Cenâb-ı Hakk, "Zaten iş olup bitmiştir"
buyurmuştur. Bununla şu
kastedilmiştir: Bu. Allah'ın bilmesinden ötürü, malum birşey idi.
Binâenaieyh Allah'ın
bildiği bu şeyin
aksinin meydana gelmesi imkansız olur. Çünkü bu iş, AÜah'ın bildiği gibi
olmayacak olsa, Allah'ın Dilgisi cehalete dönüşür, Bu ise imkansızdır.
İmkansıza götüren de imkansızdır. O halde, bunun aksinin olması muhal olup,
onun o şekilde
olması vacibtir. Bir de bütün mümkün
varlıklar, kaza ve kader zincirinde vâcibu'l vucûd (Allah'a) varıp dayanır.
Vâcibu'i-vucûd'a, vâcib (kesin-aksi olmayan) bir şekilde varıp dayanır da
mutlaka meydana gelmesi gerekir. Binâenaleyh bu, mutlaka meydana gelecek birşey
olunca, buna üzülmenin ve kederlenmenin manası yoktur. İşte Hz.
Peygamber(a.s)'in ''Kim, Allah'ın kaderdeki sırrını anlarsa, belâ ve musibetler
ona hafif gelir" hadisinin özü budur.
"Derken ona gebe
kaldı ve bununla uzak bir yere çekildi. Nihayet, doğum
sancısı onu bir hurma ağacına sevk etti. O dedi ki:
"Keşke, bundan evvel
öleydim ve unutulup
gideydim" .
(Meryem, 22-23).
Bu ifade ile ilgili
birkaç mesele vardır:
[69]
Cenâb-ı Hak, rûh
üflenmesi işini pek çok ayette zikretmiştir.
Mesela, "Ona yani İsa'ya, ruhumuzdan üfledik"(Tanrım, 12)
ayetinde olduğu
gibi. Bu tıpkı, "Ona,
yani Âdem'e
ruhumdan
üfledim"[Hıcr.29) ayetinde olduğu gibidir. Yine
Cenâb-ı Hak, "Ona yani Meryem'e ruhumuzdan
üfledik"(Enbiya sij buyurmuştur. Burada, "Hz. Meryem" : denildi,
çünkü Hz. isâ. onun karnında idi. Alimler, üfleyenin kim olduğu hususunda
ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları, üfleme işinin 'Ona ruhumuzdan
üfledik"(TtMm, inayetine dayanarak, Allah tarafından olduğunu, bu ayetin
zahirinin, "Allah indinde, İsa'nın hâli, Âdem'in hali gibidir. (Allah) onu
topraktan yarattı"(am imren. ?sı ayetinden ötürü: üfleyenin Allah olduğunu
gösterdiğini, çünkü bu benzetmenin, delilin istisna ittikleri hartç, arada bir
benzerliğin olduğunu gerektirdiğini dolayısıyla Hz. Âdem (a.s)'e ruhu üfleyen,
"Ona ruhumdan üfledim ' hict, 2â) ayetinden ötürü Cenâb-ı Allah olduğunu.
Hz. İsâ için de aynısı olması gerektiğini söylemişlerdir. Diğer bazıları ise,
ruhu üfleyenin Hz. Cebrail olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Cebrail (a.s),
"Sana hibe etmem için.."Meryem, 19) sözünün zahiri, bu üfleme işinin,
bizzat onun tarafından olan bir şey olduğunu gösterir. Hz. Meryem'in hâmile
kalabilmesi mutlaka, ona bu ruhun üflenmesi gerekli idi[70]
Diğer taraftan
âlimler, bu üfleme işinin nasıl olduğu hususunda şu değişik izahları
yapmışlardır:
1) Vehb b.
Münebbih şöyle demiştir: "Cebrail (a.s) Hz. Meryem'in yakasından üftemiş
ve böylece bu üfleyiş, onun rahmine ulaşmıştır."
2) Cebrail
(a.s), onun eteğinden üfledi. Böylece bu, oradan onun rahmine ulaştı.
3) Süddi'ye
göre, Hz. Cebrail Meryem'in elbisesinin kolundan futtu ve kolunun içinden iç
gömleğine doğru üfledi ve bu üfleyiş onun göğsünden girdi. Böylece hamile
kaldı. Bunun üzerine, Zekeriyâ (a.s)'ın karısı olan kızkardeşini ziyarete
geldi. Kucaklaştılar, Kızkardeşi kucaklaşınca onun hamile olduğunu anladı ve Hz
Meryem başına geleni anlattı. Bunun üzerine Zekeriyâ (a.s)'nın hanımı, "Ben
karnımda (hamile olduğum) çocuğun, senin karnındakine (saygt) secdesi yaptığını
hissediyorum" dedi. İşte bu, "Allah'ın kelimesi (olan isa'yı) tasdik
edici olarak Yahya'yı müjdeler" (an imran. 39) ayetinin ifade ettiği
husustur.
4) Üfleme
işi, Hz. Meryem'in ağzından içeri oldu. Böylece bu, onun karnına ulaştı ve
Meryem hamile kaldı. Bunu iyice anladığında, ayette şöyle bir hazfin bulunduğu
ortaya çıkar: "Zaten iş olup bitmiştir. Böylece o ona üfledi, o da gebe
kaldı"[71]
Hz. Meryem'in Kz. İsa'ya
onüç yaşında iken hamile kaldığı söylendiği gibi, yirmi yaşında iken hamile
kaldığı ve hamile kalmadan önce sadece
iki kere hayız
gördüğü de söylenmiştir.
Kur'ân'da bu teferruata dair, herhangi bir işaret yoktur.
[72]
Cenâb-ı Hak, oi-ali
''Bununla çekildi'' buyurmuştur. Bu "O, Hz İsâ karnında iken, uzak bir
yere uzlete çekildi"
demektir ve tıpkı o
yağ ile b/ter"(Mtrmirıûn,20) ayetinde olduğu gibidir, yani "ö
(zeytin), kendisinde yağ olduğu halde biter" demektir. Âlimler, Hz.
Meryem'in uzak bir yere çekiliş sebebi hususunda şu değişik görüşleri
belirtmişlerdir:
1) Salebi,
el-Arâia adlı eserinde Vehb b. Münebbih den şunu rivayet etmiştir: Hz. Meryem,
Hz. İsa'ya hamile kaldığı sıralarda Yusuf en-Neccâr adındaki amcaoğlu ile birlikte
idi ve bu ikisi Şeyhtin Dağındaki Mescide gidiyorlardı. Yusuf ve Meryem, o
mescidin (Allah İçin) hizmetçileri idi. Onların, zamanındaki insanlar arasında
bunlardan daha gayretli ve âbit birisi tanınmıyordu. Hz. Meryem'in hamile
olduğunu ilk sezen Yusuf oldu ve buna şaşıp kaldı, O, ne zaman Meryem'i itham
etmeye kalksa, onun sâliha ve âbide birisi olduğunu düşünüyor ve kendisinden
bir an bile ayrı olmadığını pek iyi biliyordu. Onu, tezkiye etmeye (temiz ve
namuslu olduğuna karar vermeye) başladığında da, hamile olduğunu hatırlıyordu,
derken şöyle başladı ve "içimde senin bu durumundan dolayı bir rahatsızlık
duyuyorum. Onu gizlemeye ve içimde tutmaya gayret ettim ama, söylemeden
duramayacağım ve söyleyince
rahatlıyacağtmı
hissediyorum" dedi. Bunun üzerine Hz. Meryem: "Güzel ve dosdoğru
konuş" dedi. Yusuf da: "Ey Meryem, tohumsuz ekin biter mi, yağmur
olmadan ağaç olur mu ve erkek olmadan (kadından) çocuk olur mu?" dedi, Hz.
Meryem: "Evet, Allah Teâlâ'nın yarattığı ilk gün ekini tohumsuz
bitirdiğini bilmiyor musun? Tohum dediğin şey, Allah'ın tohumsuz bitirdiği o
ekindendir. Allah Teâlâ'nın ağacı önce yağmursuz bitirdiğini bilmiyor musun? O,
kudreti ile bunların herbirini ayrı ayrı yarattıktan sonra, yağmuru ağacın
hayatı için vasıta kıldı" dedi. Yine dedi ki: "Yahut Allah Teâlâ'nın
ağacı bitirmeye kadir olamayıp da, suyun yardımı ile bunu yaptığını, su
olmasaydı bunu yapamayacağını mı söylüyorsun?" Bunun üzerine Yusuf:
"Hayır, ben bunu söylemiyorum. Allah'ın dilediği herşeye kadir oluğunu ve
dilediğine "ol" demekle, onur unu söylüyor ve inanıyorum"
dedi. Bunun üzerine Hz. Meryem
ona: "Cenâb-ı
Hakk’ın Âdem ile Havva'yı erkeksiz ve
dişisiz olarak yarattığını
bilmiyor mu suni dedi. İşte böylece Yusuf'un kalbindeki şüphe
silinip gitti.
Hz. Meryem hamileliği
ve canının sıkılması sebebi ile iyice zayıf düştüğü İçin, onun da vazifelerini
üstlendi. Çocuğun doğum vakti yaklaşınca, Allah Teâlâ Hz. Meryem'e çocuğunu
kavminin (ailesinin) öldürmemesi için, o topraklardan çıkıp uzaklaşmasını
vahyetti. Yusuf onu eşeğine bindirip, Mısır'a götürdü. Mısır'a vardıklarında,
doğum sancılan başladı ve bu sancılar onu bir hurma kütüğünün dibine sığınmaya
mecbur.erîi Bu hadise soğuk bir zamanda oluyordu. Böylece Hz. Meryem o kütüğün
yanında doğurdu vs bağrına
bastı.
2) Hz.
Meryem, (a.s) Zekeriyyâ (a.s)'dan utandı ve onun kendisini bulamayacağı uzak
bir yere çekilip gitti.
3)Hz.
Meryem, annesi onu Mescid'e adadığı, büyütülmesini üzerlerine atma hususunda
peygamberlerin birbiriyle çekiştiği-yarıştığı ve böylece bu işi Hz. Zekeriyyâ
(a.s) üstle Isrâiloğulları arasında zâhidliği ile tanınmıştı. Bir de onun rızkı
Allah'dan (cennetten) geliyordu. Bundan dolayı, o,
böyle çok meşhur olunca, başına gelen bu hamilelikten utanarak, Zekeriyyâ
(a.s)'nın bilemeyeceğiuzak bir yere gitti.
4) O,
çocuğunu kavmi içinde doğurması halinde, çocuğuna birşey yapılacağı endişesi
ile böyle yaptı. BU ki bütün bunlar ihtimal dâhilinde olmakla beraber Kur'ân'da
Dunlardan birine delâlet eden birşey yoktur.
[73]
Alimler, Hz. Meryem'in
hamilelik müddeti hususunda, şu değişik görüşleri ileri sürmüşlerdir:
1) İbn Abbas
(r.a)'a göre, bu müddet, diğer kadınlarda
olduğu
gibi dokuz aydır. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın Hz.
Meryem'i burada medh-ü sena etmesidir. Binâenaleyh
eğer onun hamilelik müddeti, diğer kadınlarda olanın aksine olsaydı, bu hususun
Özellikle belirtilmesi gerekirdi,
2) Bu
müddet, sekiz ay olmuştur. Hz. İsâ (a.s) dışında sekiz ayda doğan hiçbir çocuk
yaşamaz.
[74]
3) Atâ,
Ebu'l-Âliye ve Dahhâk'a göre bu müddet yedi ay olmuştur.
4) Bu müddet altı ay olmuştur.
5) Bu müddet
üç saat olmuştur. Hz. Meryem, Hz. İsa'ya bir saat içinde hamile katmış, Hz. İsâ
bir saat içinde şekil almış ve bir saat içinde de doğmuştur.
6) Bu da İbn Abbas'ın görüşüdür. Buna göre o müddet,
bir saattir. Bu görüş için şu iki istidlal yapılabilir:
a) Cenâb-ı Hak, "derken ona gebe kaldı ve
bununla uzak bir yere çekildi ve doğum sancısı onu... getirdi ve ona
seslendiki..." buyurmuştur. Bu cümlelerin başındaki fâ edatı ta'kibiyyedir
ve bunlar, bütün bu işlerin, fasılasız olarak peşpeşe meydana geldiğini
gösterir. İşte bu, hamilelik müddetinin bir saat (kısa bir an) olmasını
gerektirir. Onun uzak bir yere çekilmesinin bir saatte olamayacağı da
söylenemez. Çünkü, dediğimiz gibi, Süddi bu ifadeye: "Hz. Meryem,
yaşamakta olduğu mihrabının (mahfilinin odacığıntn) en uzak köşesine
çekildi" manasını vermiştir.
b)
Allah Teâlâ Hz. İsây! anlatırken, "Allah
indinde. İsa'nın hali Âdem'in hali gibidir. (Allah) onu topraktan yarattı.
Sonra ona "o/" dedi. o da oluverdi"(AMmran, 59)
buyurmuştur. Böylece Hz. İsa'nın da,
Cenâb-ı Hakk'ın "ol" emri
ile oluverenlerden olduğu ortaya çıkar, Bu
ise, kendisi için
hamilelik müddeti düşünülmeyen
şeylerdendir. Hamilelik müddeti ancak nutfe (meni)den olanlar için söz
konusudur.
[75]
Ayet-i Kerimede
kasıyya buyurulmuştur. Bu "Ehl-ü lyâlinden uzak" demektir, Nitekim
Arapça'da tıpkı, hem âsî
hem de asıyy
denilebildiği gibi, aynı manaya kâsî ve kasiyy da denilir. Alimler, bu
uzaklığın ne olduğu hususunda ihtilaf etmişler. Bu cümleden olarak bunun,
"Evinin (odasının) en uzak yeri'1, "dağın arkası", "Daha
önce de bahsedildiği gibi, amcaoğlu Yusuf'la gittikleri yolculuk" manasına
olduğu söylenmiştir[76]
Keşşaf Sahibi şöyle
der: Ecâe (getirdi) fiili, câe (geldi) tiilindendır. Fakat bu kelime, bu şekle
dönüştükten sonra,
"sığınma"
manasına kullanmıştır. Çünkü tıpkı, (Bana
ulaştı)
ve (onu ulaştırdım) diyebildiğin gibi "Oraya geldim, Zeyd beni oraya
getirdi" diyemezsin. Buna göre ayetteki bu fiil, doğum
sancılan Meryem'i hurma kütüğüne sığınmaya mecbur
etti" manasındadır. Hz. Meryem'in kütüğün yanına, ona tutunarak doğum
yapmanın kolay olacağını düşündüğü için, ona gelmiş olma ihtimali söz konusu
olduğu gibi, yaslanmak ve ondan güç almak için onun yanına gelmiş olması da
muhtemeldir. Yine onun kendisini görecek kimselerin dedikodusuna karşı,
hurmanın arkasına gizlenmek için oraya sığınmış olması da muhtemeldir. İşte
bundan ötürü Allah Teâlâ onun ölümü temenni ettiğini de belirtmiştir.
[77]
Keşşâf'da şöyle
denilmektedir: "Bir rivayete göre İbn
Kesir, kelimeyi
mimin kesresiyle mihâdu
şeklinde
okumuştur. Nitekim
Arapça'da "Hamile kadının doğum
sancılan başladı" denilir. Bu, çocuğun ana rahmindeki hareketi demektir.
[78]
Keşşâf'da şöyle
denilir: Bu, sahrada dalları, meyveleri ve yeşilliği kalmamış kuru(muş) bir
hurma kütüğü idi ve
mevsim kış idi. Nahle
kelimesindeki lam-ı ta'rif, ya tıpkı,
en-Necm[79]ve
es-sa'aku gibi, esmâ-yı gâlibenin mahfe yapılması kabilindendir ki: orada
herkesin bildiği meşhur bir hurma ağacı bulunup ve "en-Nahle"
denildiğinde, başkaları değil, o hurma ağacı anlaşılırdı. Yahut da bu !âm-ı
tarif, "cins" için olan türdendir, yani, "o özellikle hurma
cinsi bir ağacın kütüğüne sığındı" demek olur. Allah Teâlâ doğum yapmış
kadınlara çok iyi gelen yaş hurma yedirmek için. Hz. Meryem'i oraya
sevketmişti. Bir de hurma soğuğa karşı dayanıksızdır. Eğer aşılanmazsa meyve
vermez. Uçları budandığında ise hiç meyve vermez. Binâenaleyh böylece Cenâb-ı
Hak sanki şöyle demek istemiştir: "kadın, ancak bir erkek sayesinde
doğurur. Hurma da ancak aşılandığında meyve verir. Ama Ben, erkek olmadan
çocuğun olabileceğini göstersin diye, aşılanmamış hurma ağacından, yaş hurmanın
c acağını 'ortaya koydum.
[80]
Hz. Meryem,
Allah Teâlâ'nın kendisine Cebrail'i
gönderdiğini
ve çocuğunu Cibril'in üflemesi ile.yarattığını Tem'ın Ölmek İstemesinin
İzahı ve hem kendisini hem de oğlunu
bir mucize kılacağını va'dettiğini bile bile, daha niçin, "Keşke bundan
evvel reydim" demiştir? Buna şu iki şekilde cevap verilir:
a)Vehb şöyle
demiştir: "Cebrail'in Hz. İsa'yı müjdelemesini gurbetin verdiği skıntı ile
halkın dedikodu ve yaygarası unutturmuştur.
b) Salih
kimselerin bir belaya düştüklerinde adetleri böyle söylemektir. Rivayet
r-unduğunda göre, Hz. Ebu Bekir, ağaç üzerindeki bir kuşa bakıp şöyle demiştir:
Ey kuş, ne muttu sana.
Ağaca konup, meyvelerinden yiyorsun. Ben kuşun gagaladığı
bir meyve olmayı ne
kadar isterdim." Hz. Ömer (r.a)'in de yerden bir saman çöpünü alarak:
"Keşke şu saman çöpü ben olsaydım! Keşke birşey olmasaydım" dediği
rivayet edilmiştir. Hz. Ali de Cemel Vakası olduğunda: "Keşke bu günden
önce, yirmi yaşında iken ölseydim" demiştir. Bilal-i Habeşi (r.a)'nin:
"Ey Bilal annen seni keşke doğurmasaydı" dediği rivayet edilmiştir.
Böylece bu gibi sözleri, salih kimselerin sıkıntıya düştüklerinde söyledikleri
sabit olur.
c) Belki de
Hz. Meryem bu sözü, halk kendisinin aleyhinde konuşup da günaha düşmesinler
diye söylemiştir. Yoksa o, kendisine verilen müjdeden hoşnut idi.
[81]
Keşşaf Sahibi şöyle
der: "Nesiy, tıpKı hayız kanı için kullanılan bez gibi, atılması ve
unutulması gereken şey
demektir. Bu aynen,
"zibh" kelimesinin, kesilebilen her şey
manasına olması gibidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, liOna büyük bir zibh
(yani kurban) hediye ettik" tsam. 107) buyurmuştur. Yani Hz. Meryem,
kendisinin çok önemsiz, değer verilmeyen, örfen unutulması gerekti şeylerden
biri olmasını temenni etmiştir. İbn Vessâb, A'meş ve Hamza, bunu fetha ile
nesyen okurlarken, diğerleri kesre ile nisyen şeklinde okumuşlardır. Ferrâ her
iki okuyuşunda, vetr-vitr; cesr-cisr gibi, aynı manaya iki lehçe olduğunu
söylemiştir. Muhammed b. Ka'b el-Kurazî de, bunu hemze ile nesîen şeklinde
okumuştur. Bu, su ile karışmış süt manasınadır. İnsanlar az olduğu zaman, onu
su ile karıştırır. A'meş tıpkı mlgyer.minhar kelimelerinde olduğu gibi, son
kelimeyi kesre ile, önceki kelimeye uydurarak minsiyyen şeklinde okumuştur.
Allah en iyi bilendir.
[82]
"Aşağısından ona
nida etti ki: ''Tasalanma, Rabbin senin altında bir su arkı
vücûda getirmiştir. Hurma ağacını kendine doğru silk,
üstüne derilmiş taze
hurma dökülecektir.
Artık ye, iç, gözün aydın olsun! Eğer beşerden herhangi
birini görürsen, de ki: "Ben, Rahmana oruç adadım.
Onun için bugün hiçbir
kimse ile katiyyen
konuşmayacağım"
(Meryem, 24-26}.[83]
Bu ayetlerle ilgili
birkaç mesele var:
İlk kelimenin en
meşhur kıraati, nâdâhâ (ona seslendi.) şeklindedir.
Zerr ve Alkame bunu (Ona hitab etti.)
şeklinde okumuşlardır. Buradaki min ile ilgili iki kıraat vardır:
1) Meşhur
kıraat mim'i meftun olarak men tahtehâ "Altında olan ona seslendi"
şeklinde okumaktır.
2) Bunu
mimin kesresi ile min okunuşudur. Bu da, Hamza, Nâfi, Kisâî ve Hafs'ın
kıraatidir.
[84]
Nida edenin kim olduğu
hususunda şu üç izah yapılmıştır:
a) Bu, Hz. İsâ (a.s)'dır. Hasan el-Basri ve
Sa'id b. Cübeyr bu görüştedir.
b) Nida eden, Cebrail'dir. Çünkü o, çocuğun
ebesi gibi idi.
c) Buradaki
min edatını kesre okuyanlara göre, nida eden melek, fetha okuyanlara göre ise
İsâ (a.s) idi. Bu, İbn Uyeyne ve Âsım'dan rivayet edilmiştir.
Birinci görüş şu
sebeblerden ötürü doğruya daha yakındır:
1) Ayet-i
Kerimedeki "mimin fethası ile" "Aşağısında olan ona
seslendi" ifadesi ancak daha önce onun altında birisinin olduğu
biliniyorsa kullanılır. Cnun altında olduğu bilinen ise, Hz. İsâ (a.s)'dır.
Binâenaleyh nida edenin Hz. İsâ a.s) olduğunu söylemek gerekir. Fakat bunun
mimin kesresi ile okunması, nida
edenin Cebrail olmasını
gerektirmez. O halde bizim görüşümüz doğrudur.
2) Doğum yeri kirli ve kadının avret yerinin
görülebileceği bir yerdir. Bu ise, -eteklere uygun düşmez.
3) Ayetteki
"Nida etti" ifadesi bir fiildir ve bunun mutlaka daha önce
zikredilmiş bir failinin olması gerekir. Daha önce zikredilen ise, Hz. Cebrail
(a.s) ile Hz. İsâ (a.s)'dır. Fakat Hz. İsâ (a.s) hakkında olması daha çok
muhtemeldir. Zira o, daha yakında zikredilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak bundan
önce, "Derken ona gebe kaldı ve onunla uzak bir yere çekip gitti"
(Meryem, 22) buyurmuştur. Bu ifadedeki "ona" zamirleri, Hz. İsâ
(a.s)'ya aittir. Binâenaleyh bu fiilin failinin de Hz. İsâ (a.s) olduğunu
söylemek gerekir.
4) Bu, Hz. Hasan b. Ali'nin delilidir. O şöyle
demiştir: "Eğer Hz. İsâ (a.s) Hz. Meryem'le konuşmamış olsaydı, Hz. Meryem
onun konuşabildiğini bilemezdi ve ona sözle işaret de edemezdi."
Binâenaleyh nida edenin İsâ (a.s) olduğunu söyleyenlere göre, ayetin manası,
"Ailah Teâlâ Hz. İsâ (a.s)'yı, Hz. Meryem onu doğururken, kalbini rahatlatmak
ve ürkekliğini gidermek için, onu konuşturmuştur. Böylece Hz. Meryem tâ işin
başında, Cebrail'in kendine müjdelediği o çocuğun çok yüce ve kıymetli olduğunu
görüp anlamıştır. Fakat nida edenin Cebrail (a.s) olduğunu söyleyenler de şöyle
demişlerdir: Allah Teâlâ, Cebrail'i Hz. Meryem'e işin başında gönderdiği gibi,
daha önce geçen çeşitli müjdeleri ona hatırlatmak için, böyle ona nida etsin
diye göndermiştir."
Ayetteki men tahtehâ
(aşağısında olan) ifadesini Hz. İsâ (a.s) manasına alırsak, sorulacak birşey
yok. Fakat bunu Cebrail (a.s) manasına alırsak, şu iki izah yapılabilir:
a) Gerek Hz.
İsâ (a.s), gerek Cebrail (a,s) yüksekte düz bir yerde idiler ve orada, ayette
bahsedilen o hurma gibi belli bir başlangıç noktası vardı. Binâenaleyh o
hurmaya yakın olan üstte, uzak olan ise altta olmuş olur. Kelbi ayetteki
"Hanı onlar size üstünüzden ve altınızdan gelmişlerdi"(Atuab, 10)
ayetini, bu şekilde tefsir etmiştir. Bu izaha göre bazı âlimler, Cebrail
(a.s)'in Meryem'e vâdi'nin altından nida ettiğini söylemişlerdir.
b) Onlardan
birisinin yerinin, diğerinin yerinin üstünde olmasıdır. Böylece, üstte olan
altta olanın üstünde olmuş olur. İşte bu manada olmak üzere İkrime'nin,
"Hz. Meryem doğururken, tepe gibi bir yer üzerinde idi" dediği
rivayet edilmiştir. Bu konuda, yine ikrime'den rivayet edilen üçüncü bir izah
da: "Cibril (a.s), Hz. Meryem'e hurma ağacının altından nida etti"
şeklindedir. Bu her üç izaha göre de, Hz. Meryem'in Hz. Cebrail (a.s)'i görmüş
olması ya da görmemiş olması muhtemeldir. Ayetin lafzında buna delâlet edecek
herhangi bir şey yoktur.
[85]
Hasan el-Basrî ve
Abdurrahman İbn Zeyd hariç, bütün müfessirler, ayette geçen seriyyâ
kelimesinin, nehir, kanal
ve çay manasına
geldiğinde müttefiktirler. Orada su aktığı için bu adı almıştır. Ama, Hasan
el-Basrî ile Abdurrahman İbn Zeyd, bu kelimeyi, Hz. İsâ (a.s) olarak
anlamlandırmışlardır. Çünkü "Seriyy" kelimesi, şerefli, ahlâklı
ve yüce anlamlarına gelir. Nitekim Arapçada, kavminin
soyularındandır" anlamında (Fulânün min serevât-i kavmihi) denilir. Hasan
el-Basri'nin verdiği bu manadan döndüğü rivayet edilmiştir. Katâde ve
başkalarından şu nakledilmiştir: Hasan el-Basrî, yanında Humeyd İbn Abdurrahman
el-Himyeri olduğu bir sırada,
Cenâb-ı Hakk'ın
ayetini okur ve: "Dikkat ediniz o İsâ. sendir (şereflidir, soyludur), o
kerimdir" der. Bunun üzerine kendisine Humeyd: "Ey Ebû Said, bu
kelime ark, kanal anlamındadır" deyince de, Hasan el-Basrî ona: "işte
bu yüzden seninle oturmak hoşumuza gidiyor" diye cevap verir.
Bu kelimeyi
"nehir" anlamına alanlar şu iki şekilde hüccet getirmişlerdir:
a) Hz.
Peygamber (s.a.s)'e bunun manası sorulduğunda O: "Bu, ark ve kanal
demektir" demiştir.
b) Cenâb-ı
Hakk'ın "yiyiniz içiniz" (Meryem, 26) ifadeleri, onun bir nehir
olduğunu göstermektedir. Çünkü taze ve olgun hurmanın bulunabilmesi, Meryem'in
de onlardan yiyip içebilmesi için su bulunması gerekir.
Bu kelimeyi Hz. İsâ
(a.s) anlamında alanlar da iki şekilde istidlal etmişlerdir:
a) Nehir,
çay, Hz. Meryem'in altında olmaz, aksine onun yanında olur. Buna, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Bu nehirler benim altımdan akar" (Zuhruf, 5i) ayetinde de
olduğu gibi bununla, Hz. Meryem'in nehri kendi emri altına aldığı, o nehrin
onun emriyle aktığı ve onun emriyle durduğu denilmek suretiyle de cevap
verilemez. Çünkü bu, lafzı, mecazi manasına hamletmektir. Ama biz bunu, Hz. İsâ
(a.s) manasına hamledersek, böyle bir mecaza gerek kalmaz. Bu, "Meryem'in
oğlunu da anasını da bir ayet kıldık. Onları düz ve akar suya malik bir tepede
barındırdık"(Mumınûn, 5o) ayet-i kerimesine de uygun düşmektedir. Bunun cevabı,
daha önce de geçmiş olan şu husustur: Düz bir yerde belli bir nokta tesbit
edildiğinde, o noktaya yakın olan, üstte; oraya uzak olan ise altta olmuş olur.
Bu meseleyle alakalı şöyle iki tali husus vardır:
1) Bu
ayetteki serlyyâ lafzını, nehir anlamına alırsak, bu hususta iki izah
yapılabilir:
a) Cebrail
(a.s), ayağıyla vurdu ve böylece de oradan tatlı bir su fışkırdı.
b) Orada,
eskiden beri akıp giden bir su bulunuyordu. Bunlardan birincisi, doğruya daha
yakındır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbin senin altında bir su arkı vücuda
getirmiştir "buyruğu o çayın, o vakitte meydana geldiğini ihsan
ettirmektedir. Bir de Cenâb-ı Hak bu ifadeyi, Hz. Meryem'in şanını yüceltmek
için zikretmiştir. Bu ise ancak, bizim söylediğimiz tarzda anlaşılırsa gerçekleşmiş
olur.
2)
Alimler, bu kelimenin mutlak anlamda
"nehir" manasına gelip gelmediği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ebu
Ubeyde ve Ferrâ bunun mutlak anlamda bir nehir olduğunu söylerlerken Ahfeş,
bunun küçük bir nehir, çay olduğunu söylemiştir.
[86]
Kaffal: "Ciz:
hurma ağacının alt kısmına denir, yani üzerinde meyve otan üst kısmından altta
kalan kısımdır.
Kutrub ise
"herhangi bir ağacın kök kısmındaki her kütük ciz'dir" der. İfadenin
başındaki bâ harfi ise, zaidedir. Buna göre mana, "Hurma ağacının
gövdesini, kendine doğru çek ve hareket ettir" şeklinde olur. Ferrâ şöyle
demektedir. Araplar, hem harf-i çerle, hem de harf-i cersiz olarak, "Onu
salladı" ve "yuları tut" ve "Seni. (alanca kızla
evlendirdim (evlendiriyorum) derler. Ahfeş de şöyle demiştir: Bu ifadenin
manası, "Gövdedeki taze ve olgun hurmaları kendine doğru hareket
ettir" şeklinde de olabilir. Bunu iyice kavradığında biz diyoruz ki, o
vaktin, kış vakti olduğu ve o hurma ağacının kuru olduğu, daha önce de söylenmiştir.
Alimler, "o ağaç
aynı halde iken mi taze ve olgun meyve vermiştir; yoksa, hali değiştikten sonra
mı hurma vermiştir?" veyahutta, "Taze ve olgun hurmanın yanı sıra
başka meyve de vermiş midir?" demek suretiyle ihtilaf etmiştir. Ayeti zahiri,
o ağacın hurma ağacı olduğunu ve onun, taze ve olgun hurmadan başka bir meyve
vermediğini göstermektedir.
[87]
Keşşaf Sahibi şöyle der: Ayetteki Tusâkıt kelimesi,
şu
dokuz
aİ i k şekilde okunmuştur: Tâ'nın (sin'e) idğamıyla
(Tessâkaî) ıer
;ki tâ'yı açıkça okuyarak, Tetesâkat ikinci
tayı hazfederek Tesâkat, yâ ile ve tâ'nın (sln'e) idğamıyla,
(Yessâkat), Tusâkıt, Tü&kıt, Yusktt, Teskut ve
Yeskut. Bu fiillerin başındaki tâ
nahie
kelimesi (müennes olduğu için; yâ ise, ciz' kelimesi (müzekker olduğu) için
getirilmiştir.
[88]
Rutâbân kelimesi, bu
fiilin okunuşuna göre, yâ temyizdir,
yadarr\e1ûWür,CemYyen
kelimesi, taze taze toplanmış,
alınmış olan hurma
demektir. Talha îbn Süleyman'ın
"İtbâı"dan
dolayı, cininin kesresiyle, ciniyyen şeklinde
OMinduğu rivayet edilmiştir. Buna göre mana, "biz senin için hem
nehri, hem de taze ve olgun hurmayı aynı anda hazırlayıp verdik, var
ettik" şeklindedir. Bunun iki faydası varcır
a) Yiyip
içmek...
b) Mucize e"rpa'an hasebiyle, onun gönlünü
teselli etmek.
İmdi şeyst, ' Bü
harikulade işler kime aittir?" denili se bi2 deriz ki: Mu'tezile, bunların
Hz, Zekeriyyâ'ya ve diğer peygamberlere ait mucizeler olduğunu söylemişlerdir
ki bu, batıldır. Çünkü Zekeriyyâ (a.s), Hz. Meryem'in durumunu ve yerini, çek
zamanlarında bilemiyordu. Nerde kaldı ki bu mucizeleri bilsin. Doğrusu
bunlar, ya Hz. Meryem'in kerametleridir, yahutta Hz.
İsâ (a.s)ının irhasâtıdır.
[89]
Ayetteki "gözün aydın olsun" ifadesj kâfin
kesresiyle kırrî şeklinde de okunmuştur ki, bu
Necidlilerin
lehçesidir. Biz
diyoruz ki Cenâb-ı Hak bu ayette, yemeyi içmeden önce zikretmiştir. Çünkü,
doğum yapan kadınlar
taze ve olgun hurmayı
yemeye, suyu içmeden daha fazla muhtaçtırlar. Çünkü onlar, alabildiğince kan
kaybetmişlerdir. Daha sonra da Cenâb-ı Hak, "Gözün aydın olsun"
demiştir. Burada şöyle bir soru sorulabilir: korkunun zararı, açlık ve
susuzluğun verdiği zarardan daha fazladır. Bunun delili de şu iki husustur.
a) Korku,
ruhun elem duymasıdır. Açlık ise, bedenin elem duymasıdır. ruhun elemi, bedenin
eleminden daha güçlüdür, ileridir.
b) Rivayet olunduğuna göre bir koyun, günlerce
aç bırakılır. Yanma bir kurt bağlanarak, yanına da alaf konulur. Koyun, bunca
aç olrr asına rağmen, kurt korkusundan dolayı o alafı yemeksizin uzun müddet
bekler. Daha sonra ise, ayağı kırılır. Yine alaf verilir ona. Bu sefer o,
bedeninin acı duymasına rağmen (kurt bulunmadığı için) o alafı yer. Binâenaleyh
bu olay, korkunun verdiği elemin bedeninkinden daha şiddetli olduğuna delâlet
eder. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre şimdi biz diyoruz ki: Daha niçin
Cenâb-ı Hak bu kıssada, açlık ve susuzluk zararını gidermeyi, korku zararını
savuşturmadan önce zikretmiştir?
Cevâb: Bu korku, o
denli fazla değildi. Çünkü Hz. Cebrail (a.s)'in müjdesi, daha önce
verilmişti... Binâenaleyh Hz. Meryem, bunun yeniden hatırlatılmasına ihtiyaç
hissetmemiştir.
[90]
Keşşaf Sahibi şöyle
der: Ebu Amr'in ravisi İbnu'r-Rumî
hemze
ile (Tereinne) şeklinde okumuştur ki bu,
(Lebbe'tubilhaccivehalle'tu's-sevika)
"Hacda telbiye ettim, kavuta şerbet kattım"
şeklinde söyleyenlerin lehçesidir. (lebbeytü ve halleytü yerine hemzeli
telaffuz edilmiştir) Bu, İbdâl hususunda hemze ile harf-i lîn, yani yâ arasında
bir kardeşlik ve yakınlık bulunmasından dolayıdır.
[91]
Savm kelimesi,
"susmak" anlamındadır. Abdullah İbn Mes'ud'un mushafında da Samt
(susmak) şeklinde yer almıştır. Enes İbn Malik'tende aynısı rivayet edilmiştir.
Bu kelimenin susmak değil bizzat oruç tutmak anlamına geldiği, ancak ne varki o
zamanın insanlarının oruç tuttuklannda konuşmadıkları; işte bundan dolayı,
"susmak" anlamında savm kelimesini*, ztKredildiği, bu çeşit bir
nezrin ve adağın, onların şeriatinde caiz olduğu da "!eri sürülmüştür.
Böylesi bir nezr, adak bizim şeriaiimizde caiz midir? sorununa g «ı.vs* Kaffâl
şöyle der: Bu, caiz olabilir; çünkü, insanlarla konuşmaktan kaçınmak ve
düşünceyi sadece Allah'ın zikriyle meşgul etmek, bir ibadet ve Allah'a yaklaşma
vesilesidir. Caiz olmayabilir de; çünkü bunda, meselâ
güneşte durmayı adama gibi, bir sıkıntı ve kişinin
nefsine azab etmesi gibi bir durum söz konusudur. Rivayet olunduğuna göre Hz.
Ebu Bekr (r.a), konuşmamayı nezretmış olan bir kadının yanına girer ve:
"İslâmiyet böyle adakları yıkmıştır. Binâenaleyh konuş!" der. Altah
en iyisini bilendir.
[92]
Cenâb-ı Hak Hz.
Meryem'e kendisini itham edenlere karşılık konuşmaması için şu iki sebepten
dolayı oruç. (susmak) nezretmesini emretmiştir:
a) Töhmeti
giderme hususunda, Hz. İsa'nın konuşması,
onun konuşmasından
daha müessirdir. Bunda işleri daha üstün olana verme ve havale etmenin evlâ
olduğuna dair delâlet bulunmaktadır
b) Sefîh
(cahil) kimselerle mücadele etmenin hoş göruimeyişi. Bunda da, sefîh (cahil)
olana karşı susmak gerektiğine dair bir delâlet bulunmaktadır. İnsanların en
zelili, kendisi gibi bir sefîh bulamayan bir sefihtir.
[93]
Alimler, Hz.
Meryem'in kavminin huzurunda,
"Ben. Rahman a oruç adadım" deyip demediği hususunda ihtilâf
etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazı kimseler onun,
onlara
bunu söylemediğini, çünkü onun, onları
gördüğünde bu nezri yerine getirmekle emrolunduğunu; o bu nezri ifaya
çalışırken, bunun yanıstra onlarla konuşması halinde, bir tenakuza düşeceğini
söylemişler ve, Hz. Meryem'in sustuğunu, başıyla işaretlerde bulunduğunu
belirtmişlerdir. Diğer bazıları da şöyle demişlerdir: O, o anda nezretmemişti.
Tam aksine, kavmine gelip, o onlara, "Ben, Rahmana oruç adadım Onun için
bugün hiçbir kimseye katiyyen söz söylemeyeceğim" deyinceye kadar
sabretmişti. Bu ifade, her ne kadar genel bir ifade ise de ancak ne var ki,
karinelerle bu söze tahsis edilmiştir.
[94]
"Derken onu
yüklenerek kavmine getirdi. Dediler: "Meryem! andolsun sen acayip bir şey
yapmışsın. Ey Hârunun kız kardeşi, senin baban kötü bir adam değildi. Ananda
iffetsiz bir kadın değildi/1 Bunun üzerine ona (oğluna) işaret
etti. "biz, dediler, henüz beşikte bulunan bir
sabi ile nasıl konuşuruz?"
(Meryem.
27-29).
Bu ifadeyle ilgili
birkaç mesele vardır:
[95]
Alimler, Hz. Meryem'i
çocuğunu nasıl getirdiği hususunda ihtilâf ederek şu görüşlere yer
vermişlerdir:
1) Vehb İbn
Münebbih'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Doğum sıkıntısı
ve insanlardan duyduğu
dedikodu,
Cebrail'in Hz. İsâ
(a.s)'yı müjdelemesini, Hz. Meryem'e unutturmuştu. Binâenaleyh
Hz. İsâ (a.s) annesi Hz. Meryem'e hitab edince, bunun
doğru olduğun!.:- delili bizzattahakkuk etmiş oldu, dolayısıyla o onu
yüklenerek doğruca kavmine getirdi.
2) İbn Abbas
(r.a)'dan da şu rivayet edilmiştir: "Marangoz Yusuf, Hz. Meryem'i
bir mağaraya getirdi.
Ve onu orada, nifasından temizleninceye kadar kırk gün bekletti. Sonra da Meryem,
Hz. İsâ (a.s)'yı kucağına alarak kavmine getirdi. Yolda Hz. İsa (a.s), Hz.
Meryem'e şöyle konuştu: "Anneciğim, müjdeler olsun, ben Allah'ın kulu ve
Meşiniyim". Bu iki açıklama, ihtimal dahilindedir. Kur'ân'da, bunlardan
birisini belirleyecek herhangi bir delâlet bulunmamaktadır.
[96]
Feriyy
"görülmemiş şey" anlamındadır. Bu, "derinin istâh edilmesi,
manasına gelen "Feryu'l-cildi" deyiminden
alınmıştır. Rivayet
olunduğuna göre onların Hz. Meryem'i,
yanında
Hz. İsâ (a.s) bulunuyorken görünce ona, "Meryem! andoisun sen, acayip bir
şey yapmışsın" dediler. Binâenaleyh, bu ifadeyle herhangi bir kınama ve
zemmetme olmaksızın, "Adet dışı, acayip bir şey" manası kastedilmiş
olabileceği gibi, bununla, "Yadırganacak büyük bir şeyi kabahat"
manası da kastedilmiş olabilir. Böylece bu ikinciye göre bu söz onlardan
zemmetme tarzında sudur etmiş olur ki Döyle olması daha açık ve zahirdir. Çünkü
onlar, daha sonra tâ "Ey Harun'un kızkardeşi, senin baban kötü bir adam
değildi; anan da iffetsiz bir kadın değildi" demişlerdir. Çünkü, bu sözün
zahirinden tevbîh ve kınama anlaşılmaktadır.
[97]
Ayette geçen, Harun'un
kim olduğu hususunda da şu dört görüş iteri sürülmüştür:
1) Bu iyi
haliyle tanınan herkesin kendisine nisbet edildiği, İsrailoğullarından salih
Dir kimsedir. Buna göre ayetten kastedilen, "Sen, zûhd ve takva hususunda,
tıpkı Harun gibiydin. Binâenaleyh, sen nasıl böyle olabildin?" manası
olmuş olur. Bu, Katâde, Ka'b, İbn Zeyd ve Muğire İbn Şu'be nin görüşüdür.
Rivayet olunduğuna
göre, sâlih bir kimse
olan Harun'un cenazesine kendisinin isminden bereket umara* aynı ismi taşıyan
kırkbin kişi katılmıştır.
2) Bu, Musa
(a.s)'ın kardeşi Harun'dur. Hz. Peygamber (s.a.s)'dan; "Onlar, bj
sözleriyle, peygamber olan Harun'u kastetmişlerdir. Çünkü Hz. Meryem,
onı.-soyundandı" dediği rivayet olunmuştur. Ayette, "Uhte Harun"
(Harun'un kardeş Çünkü bu, "Onlardan birisi" manasında "Yaehâ
Hemdan" " Ey Hemdâ'nın erke» kardeşi!" denilmesi gibidir.
3) Bu kimse,
fışkı açıkça müşahede edilen bir kimse idi. Dolayısıyla Hz. Meryer neseb
açısından değil, teşbih benzetme açısından ona benzetilmiştir.
4) Onun,
İsrailoğullarının, salih kimselerinden kabul edilen Harun isimli bir kardeş
bulunuyordu. İşte bundan dolayı bu şekilde ifade edilmiştir. Bu ihtimal şu İki
sebepten dolayı doğruya daha yakındır:
a) Sözde
aslolan hakiki manadır. Ayetin zahiri manası da, onun bu isimle anı = - | bir
erkek kardeşi olması halinde, ancak hakiki manasına hamledilebitir.
b) Hz.
Meryem, buna nisbet edilmiş ve Meryem'in ebebeveyni iyi kimseler ola'=. |
tavsif edilmiştir. Çünkü böyle olması durumunda kınama daha şiddetli olur; zn ebeveyninin
ve kardeşinin hali böyle güzet olan kimseden bir günahın sudur etm daha çirkin,
daha fahiş olur.
[98]
Meşhur olan kıraat, u
şeklinde olamc
Amr ibn Recâ et-Temimi ise, şeklinde
okumuştur.
[99]
Onlar, Hz. Meryem'i
kınamada ileri gidince, Hz. Meryc- i
hep
sustu ve Hz. İsâ (a.s)'a işaret ederek: "Onunla konuşursanız,
size cevap vereceK ofan odur" demek istedi.Süddî'nin şöyle dediği rivayet
edilmiştir: "Hz. Meryem, hi
İsâ
(a.s) a. işaret edince, onlar çok öfkelendiler ve: "Bunun bizimle alay
etmes I zinasından daha beter!" dediler." Rivayet olunduğuna göre tam
o sırada Hz. taJ (a.s) meme emiyordu. Bu sözü duyunca memeyi bıraktı, yüzünü
onlara çevirdi. sc I tarafına yaslandı ve şehâdet parmağı ile işaret etti. Hz.
İse (a.s)'ın onlar.a beş--t iken konuştuğu, bundan sonra çocukların
konuşabilecekleri yaşa gelinceye kaca-j bir daha konuşmadığı da söylenmiştir.
Yine Hz. Zekarlyyâ (a.s)'ın , Yahudiler HlJ Meryem ile tartışırlarken, Hz.
Meryem'in yanına gelip Hz. İsâ (a.s)'a "E$e| konuşman emredildiyse konuş
hüccetini ortaya koy" dediği, bunun üzerine Hz. t*J (a.s)'ın '-Ben Allah'ın, kuluyum" dediği de ileri
sürülmüştür.
Eğer, "Hz.
Meryem, Hz. İsâ (a.s)'ın konuşabileceğini nasıl antamışör* denilirse,
biz deriz ki: Cebrail (a.s) veya İsâ (a.s), alttan Hz. Meryem'e "üzu diye
nida edip, ona insanları gördüğünde konuşmamasını söylemişti. İşte bu
Hz. İsâ (a.s)'ın cevab verebileceğine onun dikkatini
çekme gibi olmuştur. Yahut belki de Hz. Meryem bunu Hz. Zekeriyyâ'ya gelen
vahiy sayesinde öğrenmişti. Yahut belki de o, bunu ikram olmak üzere kendisine
gelen vahiy (ilham) ile öğrenmişti. Geriye bu konuda şöyle iki bahis
kalmaktadır.
Birinci Bahis:
Ayetteki ifadesi manasınadır. Binâenaleyh bu kâne fiili, hasala
ve vucide manasına olur ki âlimler değişik izahlar yapmışlarsa da, bu lafzın
tefsiri hususunda doğruya en yakın olanı budur.
İkinci Bahis: Alimler
fi'l-mehdi (beşikte) ifadesinin, neyi anlattağı hususunda ihtilaf etmişlerdir:
Bunun, "Hz. Meryem'in kucağı" manasına kullanıldığı söylenmiştir.
Çünkü rivayet edildiğine göre, Hz. Meryem onu bir beze sararak, kucağında
kavmine getirmişti. Kavmi onu görünce, diyeceklerini dediler. Bunun üzerine Hz.
Meryem kucağında olduğu halde Hz. İsâ (a.s)'a işaret etti. Yoksa Hz. Meryem'in
mehd (beşik) sayılacak bir evi-barkı yoktu. Yahut ayetteki, "Biz henüz
beşikte bulunan bir sabîile nasıl konuşuruz" ifadesi, "beşikte uyuyan
bir bebe ile nasıl konuşabiliriz" demektir.
[100]
"(Isa) dedi ki:
''Gerçekten ben, Allah'ın kuluyum. O, bana kitab verdi, beni peygamber yaptı,
beni her nerede olursam mübarek kıldı ve bana hayatta olduğum müddetçe namazı
ve zekât) emretti beni anneme hürmetli kıldı,
beni bir zorba, bir
şaki yapmadı. Doğduğum gün de, öleceğim gün de, diri olarak kaldırılacağım gün
de, selâm banadır"
(Meryem, 30-33).
Bil ki Hz. İsâ (a.s)
kendisini bu ayetlerde şu dokuz sıfatla tavsif etmiştir:
[101]
Birinci Sıfat:
"Gerçekten ben Allah'ın kuluyum" ifadesi... Bu ifadede birkaç incelik
vardır:
Birinci İncelik: Hz.
İsâ (a.s)'nın henüz o zaman konuşabilmesi, hrist i yanların inandıkları o vehme
sebeb olmuştur. Binâenaleyh Hz. İsâ (a.s), ilk konuşmaya başlarken, bu zannı
ortadan kaldıracak cümleyi söyleyerek, "ben, Allah'ın kuluyum"
demiştir. Onun bu sözü, hernekadar o yaşta ondan çıkmış olması yüzünden böyle
bir (Hanlık) vehmine sebebiyet vermiş ise det bu vehim o sözün, Hz. İsâ
(a.s)'ın Allah'ın kulu olduğunu açtkca ifade etmiş olması açısından ortadan
silinmiştir.
İkinci İncelik: Hz.
İsâ (a.s), kul olduğunu açtkca ikrar etmiştir. Binâenaleyh eğer o bu sözünde
doğru ise, maksad hâsıl olmuş demektir. Yok eğer yalancı ise, bu (yaşta
konuşma) kuvveti, ilahi bir kuvvet olmayıp, şeytani bir kuvvet olmuş olur.
Dolayısıyla her iki ihtimale göre de onun ilah olması, söz konusu değildir
Üçüncü İncelik: O
esnada Kendisine daha fazla ihtiyaç hissedilen şey, Hz. İsâ (a.s)'ın Hz. Meryem
üzerindeki zina töhmetini kaldırmasıdır. Ama o, buna rağmen bu hususa
değinmeyip, kendisinin Allah'ın kulu olduğunu açıkça ifade etmiştir. Böylece
sanki de, Allah ile ilgili töhmeti bertarat etmeyi, annesi ile ilgili töhmeti
kaldırmaktan daha evlâ görmüştür. İşte bu sebebten ötürü, konuşmaya
başladığında söylediği ilk söz bu olmuştur.
Dördüncü İncelik: Hz.
İsâ (a.s)'ın, Allah Teâlâ'yı evlat edinmekten tenzih eden sözü, annesi ile
ilgili töhmetin giderilmesini de temin etmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, bu kadar
yüksek bir mertebe ve derecedeki bir çocuğu, zinâkar bir kadına nasib etmez.
Ama onun annesiyle ilgili töhmeti bertaraf etmek için söyleyeceği bir söz,
Allah hakkındaki töhmeti bertaraf etmez. Binâenaleyh bununla meşgul olmak daha
uygun düşer. Bu ifade ile ilgili incelikler işte bunlardır.
[102]
Bil ki hristiyanlartn
inancı, cidden çök çarpıktır, inta onlar, Allah Subhânehü ve Teâlâ'nın cisim
olmadığını ve bir mekânda bulunmağını ihtilafsız kabul ederler. Bununla
birlikte onların inançlarını her bakımdan çürütecek, kapsamlı bir taksimat
yapıp şöyle diyoruz: onlar ya Cenâb-ı Hakk'ın bir mekanda olduğuna inanırlar,
yahut olmadığına inanırlar. Eğer onlar Allah'ın bir mekanda olduğuna
inanıyorlarsa, bu inançlarını, "Cisimlerin hadis (mahluk) olduğuna dair
delilleri" getirmek suretiyle çürütürüz. Bu durumda onların buna
dayandırdıkları herşey bâtıl olmuş olur. Yok eğer onları Allah'ın bir mekanda
olmadığına inanıyorlarsa, bu durumda da, içlerinden bazılarının, "Kelimenin
, Nâsût (İsâ) ile, tıpkı suyun içkiye, ateşin kömüre karışımı gibi, birbiriyle
içiçe-karışıktırlar" şeklindeki inançları bâtıl olur. Çünkü böyle
karışma-içiçe olma özelliği ancak cisimler için söz konusudur. Binâenaleyh O
(Nâsût) cisim olmadığına göre, bu imkânsızdır.
Sonra biz diyoruz ki:
Alimler, "insan"ın ne olduğu (hakikati) hususunda iki (ana) görüş
iteri sürmüşlerdir: Bazıları, "İnsan, bu bünye, yahut bu bünyenin içindeki
bir cisimdir" derlerken, bazıları "Hayır o. cisim olmaktan ve cisimlere
hulul etmekten uzak bir cevherdir" demişlerdir. Buna göre diyoruz ki: Bu
hristiyanlar ya, Allah'ın veya O'nun bir sıfatının Mesih (İsâ)'ntn bedeni ile,
yahut nefsi (ruhu) ile birleşmiş olduğuna inanıyorlar, yahut da Allah'ın veya
bir sıfatının Mesih'in bedenine veya nefsine (ruhuna) hulul ettiğine
inanıyorlar. vahut da onlar, "Biz ne böyle bir ittihadı (birleşmeyi), ne
huiûlu (iç içe girmeyi) kabjl ediyoruz. Aksine Allah Teâlâ'nm İsâ (a.s)'a
cisimleri yaratma kudreti verdiğine, ona hayat ve kudret bahşettiğine ve
böylece de onun bir ilah olduğuna inanıyoruz" derler ve yahut da bunların
hiçbirini söylemeden sadece, "Cenâb-ı Hak, tıpkı Hz. İbrahim'i
şereflendirmek için "Halilullah" (Allah'ın dostu) edinmesi gibi, İsâ
(a.s)'ı da aynı maksadla "oğul" edinmiştir" derler. İşte bu
konuda aklen düşünülebilen iht mallerin hepsi bunlardır ve hepsi de bâtıldır.
[103]
İttihâd (birleşme-bir
olma) görüşieri kesinlikle bâtıldır. Çünkü iki şey birleştiğinde, birleştikleri
esnada ya ikisi de mevcuttur (vardır), ya ikisi de yoktur, yahut da biri
vardır, biri yoktur. Binâenaleyh eğer her ikisi de mevcut iseler, bu durjmda
onlar birleşmiş olmalarına rağmen) bir değil ikidirler. O halde, ittihâd
bâtıldır. Eğer her ikisi de yok olup ortada bir üçüncü şey varsa, bu da ittihad
olmaz. Aksine o iki şeyin yokluğu, üçüncü bir şeyin varlığı söylenebilir. Yok
eğer, bu durumda onlardan birisi mevcut, diğeri yok ise, yok olanın mevcut oian
ile birleşmesi imkansızdır. Çünkü yok olanın, bizzat mevcut olan o şey olduğunun
söylenmesi imkansızdır. Binâenaleyh bu akli deli! ile, "ittihad"ın
imkansız olduğu anlaşılır.
[104]
Hulûl'a (iç-içe
girmeye) gelince, bu hususta şu iki mukaddimeyi öne süreriz:
a) Tasdik,
tasavvurdan sonra gelir. Her tasdikten önce bir tasavvur vardır. Dolayısıyla,
Ailah hakkında bu şeyin caiz olup-o!madığını biiebilmsmiz için, önce hululün
mahiyetini araştırmamız gerekir. Aiimler hululü şu üç şekilde tefsir
etmişlerdir:
1) Gül
suyunun gülde; yağın, susamca; ateşin (yanmanın) kömürde bulunuşu gibi,
"nulüî'', z\r şeyin, başka bir şeyde oiması demektir. B:i ki du tarif
yanlıştır. Çünkü bu ancak Ai.ah Teâ!â'n:n cis ^tıesi halinde söz Konusu
olabil.r. Halbuki hristiyanlar, Allah'ın cisim olma^ğf hususünca bizim ila aynı
inançtadırlar.
2) Huîûl tıpkı cisimlerdeki rengin o cis^mae
bulunuşu gibi, birşeyin birşeyde bulunmasıdır. Buna göre deriz ki: Bu şekilde
rengin cisme tâbi oluşundan anlaşılan o rengin, mahallinin o yerde
bulunr.as -iarak, o mekanda
olmasıaır. Bu da Cenâb-ı Hak hakkında değil, ancak cisırr 'i rıakkında düşünülebilir.
3) Hulul,
bir şeyin, tıpkı zatlara nisbet edilen sıfatların o zatlarda bulunması gibi,
bir şeyde bulunmasıdır. Biz bunun da bâtıl olduğunu söylüyoruz. Çünkü bu tâbi
oluştan anlaşılan, birşeyin birşeye muhtaç oluşudur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak
eğer bu manada, bir şeye dahil olmuş olsaydı, ona muhtaç olmuş olurdu ve
böylece de mümkün bir varlık olmuş olurdu. Mümkün olunca da, bir müessire (bir
yaratıcıya) muhtaç olurdu. Bu ise imkansızdır. Velhasıl hululün Cenâb-ı Allah
hakkında, müşahhas bir manada isbatı mümkün olmadığı anlaşılınca, bunun isbat
edilmesi de imkânsız olur.
b) (Eht-i
sünnet) âlimleri, hululü mutlak manada reddetmek için şöyle istidlal
etmişlerdir: Allah Teâlâ eğer hulul edecek olsaydı ederdi: bu da ya hulul
etmesi vâcib olarak, yahut hulul etmesi caiz (mümkün) olarak bir varlığa hulul
etmesi tarzında olurdu. Her iki ihtimal de batıldır, o halde hulul batıldır.
Biz, Cenâb-ı Hakk'ın
hulûf etmesi vâcib olarrbir varlığa bulul etmesinin mümkür olmadığını
söylüyoruz. Çünkü bu, ya Allah'ın hadis olmasını, yahut mahallinin (hulûi
ettiği şeyin) kadim olmasını gerektirir. Her iki ihtimal de batıldır.
Çünkü'Allah'ın kadim, cisimlerin ise muhdesolduğunu delillerle isbat etmiştik.
Zira Cenâb-ı Hakk'ın
hulul etmesinin vâcib olduğu iddiasının geçerli olması halinde, Allah bir
mahalle muhtaç olmuş olurdu. Başkasına muhtaç olan ise, zâtı gereği vâcib
değil, zâtt gereği mümkün bir varlık olur.
Cenâb-ı Allah'ın,
hulul etmesinin caiz (mümkün) olduğu iddiasının geçerli olduğunu inceleyecek
olursak bunun da doğru olmadığını söyleyeriüriz. Çünkü Hak Teâlâ'nın zâtı, zâtı
gereği vâcibu! vucûd olup, bir mahalle (yere) huiüi etmesi de caiz (mümkün) bir
iş olunca ve "vacib" olarak nitelenen "mümkün" oiarak
nitelenenden başka olunca, Allah'ın bir mahalle hulul etmesi, vâcib zâtına
ilave bir husus olması gerekir. Bu ise, şu iki sebebden ötürü imkansızdır.
1) O'nun bir
yere hulul etmesi, zâtına ilave birşey olunca, o ilave olanın O'na hululü,
Cenâb-ı Hakk'tn zâtına ilave birşey olmuş olur, yahut da bundan teselsül
gerekir ki bunlar imkansızdır.
2) O'nun
oraya hululü zâtına ilave birşey olup, o da bir yere hulû! ettiğinde, oraya
hulul edenin muhdes bir sıfat olması gerekirdi. Bu da imkansızdır. Çünkü eğer
hulû! eden o şey, sonradan olmayı (muhdesliği) kabul edebilecek birşey olsaydı,
bu kabul ediş, onun zâtı gereği olmuş olurdu ve bu kabul ediş de ezeli olurdu.
Bu ise imkansızdır. Çünkü hadis (sonradan) olanın ezeli olması imkansızdır.
Binâenaleyh onun bu hadis oluşu kabul etmesinin bulunması imkansız birşey
olması gerekir.
[105]
Hıristiyan şöyle
sorabilir: Tanrının varlığa hulul etmesi, ya hulul edenin veya hulul edilen
varlığın mahluk olmasını gerektirir" gerekçesi ile Tanrı'nın hulul etmesi
vacib
olan bir varlığa hululü neden caiz
olmasın? Zira biz sizin "ya o veya öbürü gerekir" diye ifade
ettiğiniz o iki durum dışında ihtimal bulunmadığı iddiasını kabul etmiyoruz.
Evet, niçin şöyle denilmesi mümkün olmasın ki: "O'nun zatı, mahallin
bulunması şartıyla hululü gerektirir, fakat ezelde bu mahal bulunmuyordu,
dolayısıyla bu vücubun şartı olmayınca, hulul de bulunmamıştır. Amma layezâlde
ise şart bulunmuş, tabiatıyla hulul de mevcut olmuştur." Diyelim ki sizin:
"Cisimlerin mahluk olduğunu delillerle <zah ettik. Sizin inancınız ise
ya hulul edenin, veya hulul edilen mahallin mahluk olmasını gerektirir"
cevabınızı kabul ettik. Peki niçin şöyle dememiz mümkün olmasın: 'O'nun mahalli
bir cisim değil de bazı filozofların kabul ettiği üzere akıl, nefs veya neyûlâ
gibi (mahluk sayılmayan) bir şey olabilir. Sizin cisimlerin hudüsüne dair
aeliliniz, bu şeylere şamil olmaz"
Sizin ikinci iddianıza
gelince: "Hulul etmesi zatına vacib olarak hulul etseydi o :akdirde Allah
bir mahale muhtaç sayılırdı." Biz deriz ki: "Seçenekler bu ikisinden
oaret değildir, aksine şu iki ihtimal daha vardır:
1) Gerçi
illetin, malûlünden ayrılmayacağı kesin bir gerçektir. Fakat illetin malûle
nuhtaç olmadığı söylenebilir. O halde niçin şöyle denilmesi mümkün olmasın:
"O'nun zâtı o mahalden müstağnidir. Fakat O'nun Zâtı, Kendisinin o malûle
hulul etmesini vacip kılmış, böylece o mahalle zâtının hulul etmesi zâtının
malullerinden olur. Sabit olmuştur ki illet, malûlden ayrılmaz. Ne var ki bu,
illetin mutlaka bir malûle muhtaç olmasını gerektirmez.
2) Denebilir
ki O, kendi zâtında, hem mahalden hem de hululden müstağnidir, amma ne var ki o
mahal, kendi zatı için hulul sıfatını icab ettirmiştir. Şu halde mahalle htiyaç
duyma, O'nun sıfatlarından bir sıfattır. O sıfat da o mahalle hulul etmektir.
Pakat bu ihtiyaç, O'nun zâtı için sözkonusu değildir. Zira O'nun izafi
sıfatlarından otr sıfatın gayre muhtaç oluşundan, O'nun zâtının gayre muhtaç
olması gerekmez. Bu böyledir, çünkü O'nun evvel, Âhir, Mukaddir, Müessir, Ma'lüm
(bilinen), Mezkûr (Zikredilen, anılan) gibi bütün izafi sıfatlan, ancak bir
mekân (tehayyüz) tasavvuru
e gerçekleşebilir.
Nasıl böyle olmasın ki izafi şeylerin gerçekleşmesi için mutlaka üu iki şey
gereklidir." Bunu kabul ettik, peki neden hululü caiz olmakla birlikte
nulûlünün caiz olmadığı söylensin?
"Sizin" onun
ona hulul etmesi, Allah'ın zâtına ilave birşey olur ve dolayısıyla :eselsül
gerekir" şeklindeki sözlerinize karşı deriz ki: "Onun bir mahalle
hulul etmesi caiz olması halinde, O'nun o mahalle hulul etmesi zâtına ilave
birşey olmuş olur. Ama o hululü, caiz (mümkün) değil, vacib (gerekli) olan
birşeydir. Binâenaleyh hululün -UİÛIÜ onun zâtına ilave birşey olmaz. Böylece
de teselsül gerekmez."
Sizin ikinci olarak
söylediğiniz "Bu onun hadis şeylerin mahalli olmasını gerektirir'
şeklindeki sözünüze gelince, biz deriz ki: "Bu niçin caiz olmasın?"
sizin, "Bundan z mahallin, ezelde hadis şeyleri kabul etmesi neticesi
çıkar" şeklindeki sözünüze karşı deriz ki: onun yaratabilmesi, ya
zâtından, yahut da zâtına varıp dayanan
birşeyden
ötürüdür. Bu nasıl olabiliyorsa (o da otur) Binâenaleyh onun ezelde müess
-olmasının doğru olması gerekir. Bu sebeble sizin müessiriyet hususunda ilen
sürdüğünüz herşeyi, biz de "kâbiliyyet" (kabul etme) hususunda ileri
süreriz".
Bunlara karşı
cevabımız şudur: Biz bu delilleri, soruları düşürecek bir biçimde ele alarak
şöyle diyebiliriz: Cenâb-ı Hakk'ın zâtı ya bu huiûlu gerektirmede yeterli olur,
ya olmaz. Eğer birincisi olursa, bu gerektirmenin, bir şartın mevcudiyetine varıp
dayanması imkansız olur. Bu durumda da daha önce söylediğimiz gibi, ya mahallin
kıdemi, yahut hulul edenin hadis olması durumu tekrar ortaya çıkar. Eğer
ikincisi olursa, onun bu huiûlu gerektirmesi, zâtına ilave birşey olmuş olur.
Binâenaleyh bütün takdirlere (ihtimallere) göre, Cenâb-ı Hakk'ın bir mahalle
hulul edişinin muhdes olmasından, onun zâtında bir şeyin hadis olması gerekir.
Fakat O'nun havadise mahal olması yani zâtında yeni şeyler ortaya çıkması
imkansızdır. Aksi halde onun ezelde buna kabil olması gerekirdi ki bu, yukarıda
anlattığımız gibi, imkansızdır. Cenâb-ı Hakk'ın, kudret sıfatı ileri sürülerek
bize muahaze etmek de söz konusu olamaz. Çünkü zira O, zatı itibariyle var etme
sıfatına ezelde sahib olduğu gibi, la yezalde de sahiptir. Bu sebeble burada
yine, eğer Cenâb-ı Hakk'ın zâtı, havadise mahal olsaydı, ezelde de böyle olması
gerekirdi ki bu durumda da yukarıda bahsedilen imkansızlık gerekirdi. Bu
deliller hususunda söylenecek bütün söz bundan ibarettir.
[106]
Hıristiyan
inançlarının yanlışlığını göstermede şöyle başka izahlarımız da vardır:
1)
Hıristiyanlar, Allah Subhanehu ve Teâlâ'nın zatının, Hz. İsâ (a.s)'nın nâsûtuna
(bedenine) hulul etmediği hususunda, bizimle müttefiktirler. Ama onlar,
"kelime"nin Hz. İsâ (a.s)'ın nâsûtuna hulul ettiğini söylerler,
"kelime" ile, Cenâb-ı Hakk'ın ilmini kastederler. İmdi biz diyoruz
ki, Cenâb-ı Hakk'ın ilmi Hz. İsa (a.s)'a hulût ettiği zaman, bu durumda ya, o
ilmin Allah'ın zâtında da kaldığı veya kalmadığı söylenebilir. Eğer birinci
ihtimal olursa, o zaman tek bir sıfatın iki ayrı mahalde bulunması gerekir ki,
bu makul değildir. Bir de, Hz. isâ (a.s)'ın zâtında bulunan o ilmin, Allah'ın
zâtında olan ilmin aynısı olduğunun doğru görülmesi halinde, bu husus niçin
herkes hakkında da caiz görülmesin? Böylece, her ferdin elde ettiği o ilim,
Allah'ın zatına ait olan o ilim olmuş olur. Eğer ikincisi olursa, o zamanda,
Allah Teâlâ'nın ilminin Hz. İsâ (a.s)'a hululünden sonra, Allah'ın artık âlim
olarak kalmadığının söylenilmesi gerekir ki, bunu ise hiç kimse iddia
etmemektedir.
2) Benimle
bir hristiyan arasında şöyle bir münazara geçti. Ben o hristiyana,
"Delilin yokluğunun medlulün yokluğuna delalet ettiğini kabul eder misin,
etmez misin?" Eğer inkâr edersen, o zaman Allah Teâlâ'nın kadim olmadığını
söylemen gerekir. Çünkü, Allah Teâlâ'nın varlığının delili bu âlemdir.
Binâenaleyh, delilin yokluğundan medlulün de yokluğu neticesi çıkar. Yok eğer
sen, delilin yokluğundan medlulün yokluğu neticesi çıkmayacağını kabul ediyorsan,
biz şunu söylüyoruz: Sen, Allah'ın kelimesinin (yani ilminin) Hz. İsa (a.s) ile
birleştiğini veya ona hulul ettiğini
caiz
görürsen, o zaman, Allah kelimesi'nin Zeyd'e, Amr'a hatta kediye, köpeğe de
hulul etmediğini nasıl anlayacaksın?" dedim. Bunun üzerine o bana,
"bu soru sana yakışmaz. Çünkü biz, bu birleşmeyi ve bu hululü, Hz. İsa
(a.s)'ın elinden ölüleri diriltme anadan doğma körleri ve alaca (baras)
hastalığını tedavi etme gibi şeylerin zuhur etmesinden dotayı kabul ediyoruz.
Binâenafeyh,. bütün bu şeylerin bir başkasının elinden zuhur ettiğini
göremediğimize göre, daha nasıl bu ittihadı (başka şeyler için) kabul
edebiliriz?" dedi. Ben de ona şöyle dedim: "Ben senin bu sözünden,
cümlenin baş tarafını anlamadığını anladım. Çünkü sen, delilin yokluğunun
medlulün yokluğunu göstermeyeceğini kabul etmiştin. Binâenaleyh bu hulul, umûmi
ve genel manada imkansız olmayınca, bu konuda söylenebilecek, en fazla şey bu
hulul ve ittihadın Hz. İsa (a.s) hakkında gerçekleştiğine dair, delil bulunup
bulunmadığıdır. Amr, Zeyd vb. hakkında yoktur" denilebilir. Ancak ne
varki, (daha evvel de belirttiğimiz gibi), delilin yokuğu medlulün yokluğuna
delâlet etmez. Binâenaleyh, bu harikulade hallerin Zeyd, Amr, kedi, köpek vb.
üzerinde zuhur etmemesinden, bu hululün bulunmadığı neticesi çıkmaz.
Binâenaleyh, sen ittihad ve hululü benimsediğin müddetçe, bu hulul ve ittihadı
herkes hakkında hatta her bir canlı ve her bir bitki hakkında benimsemen
gerektiği sabit olmuş olur. İddia edeni, bu tür zayıf, çarpık görüşlere götüren
mezhebin kesinlikle batıl olduğu hususunda şüphe yoktur. Sonra ona dedim ki:
Ölüleri diriltmek, körleri iyileştirmek ve alaca hastalığını tedavi etmek, bu
iddiana nasıl delâlet edebilir? Asasının, büyük bir ejderhaya dönüşmesi, ölünün
canlı hale gelmesinden, daha akıl almaz bir şey değil midir? Binâenaleyh bu,
Hz. Musa (a.s)'ın elinden zuhur etmiş, ama onun ulûhiyyetine delâlet
etmemiştir. Bu sebeple, beriki şeylerin Hz. İsâ (a.s)'nın uiuhiyyetine, haydi
haydi delâlet etmemeleri gerekir.
3) Biz
diyoruz ki, Hz. İsa (a.s)'ın hallerinin,
onun kulluğuna delâlet etmesi, bu hallerin onun Rablığına delâlet etmesinden
daha kuvvetlidir. Çünkü Hz İsa (a.s), alabildiğince ibadet etmiştir. İbadet
ise, ancak kul olana uygun düşer. O alabildiğince ibadet etmiştir, çünkü o,
dünyadan ve evinden son derece uzak yaşamıştır. Hatta, Hıristiyanların
iddiasına göre yahudiler onu öldürmüşlerdir. Binâenaleyh, bu denli zayıf olan
kimsenin Rab olması nasıl uygun düşer.
4) Hz. İsa
(a.s), ya kadimdir veya muhdestir. Onun kadim olduğunu söylemek bâtıldır; zira
biz, onun doğduğunu^çocuklıik devresi geçirdiğini, daha sonra delikanlı
olduğunu, yeyip içtiğini ve diğer insanlara arız olan şeyin ona da arız
olduğunu zorunlu olarak biliyoruz. Yok eğer muhdes olursa, o zaman o mahlûk
olmuş olur. Zaten kul olmanın manası da budur.
İmdi, eğer: "Onun
ilah oluşuyla, ulûhiyyet sıfatının ona geçtiği kastedilmektedir"
denilirse, biz deriz ki: Farzedelim ki bu böyledir; ne var ki hulul eden,
ulûhiyyet sıfatıdır. Mesih ise, "mahal" dir. Bu demektir ki mahal"
muhdes ve mahlûktur. O halde Mesih, muhdes bir kuldur. Binâenaleyh, onu
ulûhiyyetle tavsif etmek nasıl mümkün olabilir?
5) Çocuğun
mutlaka, babasının cinsinden olması gerekir. Binâenaleyh, eğer Cenâb-ı Hakk'tn
bir çocuğu olsaydı, mutlaka kendi cinsinden olması lazım gelirdi. Bu durumda da
bazı bakımlardan müşterek olurlar. Binâenaleyh, eğer onlardan biri, diğerinden
hiçbir bakımdan ayırdedilemiyor, seci I em i yorsa, bu demektir ki onlardan
herbiri, diğeridir. Yok eğer bir fark ve ayrılık bulunuyorsa, sayesinde
farklılığın olduğu şey, yine sayesinde müşterekliğin tahakkuk ettiği şeyden
başkadır. Bu durumda, Cenâb-ı Hakk'ın zâtının mürekkeb olduğunun söylenmesi
gerekir. Halbuki her mürekkeb, mümkün varlıktır. O halde
"Vâcibu'l-vücud" olan da "mümkinu'l-vücud" olur ki, bu
muhal olan bir "hulf" dür (mukaddimenin netice de kullanılması).
Bütün bu izahlar, ittihad ve hulul ile ilgili izahlardır.
Üçüncü ihtimale
gelince ki, bu, "Hz. İsa (a.s)'ın ilah oluşu ile, Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. İsa
(a.s)'ın ruhuna veya bedenine, maddeleri yaratma ve alemde tasarruf etme
kudretini tahsis etmiş olduğunun" söylenilmesidir, bu da batıldır. Çünkü
hristiyanlar, onun zayıf, ve aciz olduğunu yahudilerin de onu öldürdüğünü
nakletmektedirler. Binâenaleyh şayet o, maddeleri yaratmaya kadir olsaydı, o
yahudiler onu öldüremezlefdt; tam aksine o onları öldürür ve kendisi için, onu
müdafaa edecek bir ordu yaratırdı.
Dördüncü ihtimale
gelince-ki bu, "Cenâb-ı Hakk, Hz. İsa (a.s)'ı ona bir şeref bahşetmek için
kendisine oğul edinmiştir" denilmesidir, bunu, kendilerine
Ariyusiyye"[107] adı
verilen bir grub hristiyan iddia etmektedir ki, bunda fahiş bir hata
bulunmaktadır. Ancak hata, lafızdadır. Hristiyanlarla alâkalı sözün tamamı
bundan ibarettir ve Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. İsa (a.s)'tn "Ben Allah'ın kuluyum"
şeklinde naklettiği sözün doğruluğu sabit olmuş olur.
[108]
İkinci sıfat: Hz. İsa
(a.s)'ın âtâniye'l-KItabe "O, bana kitab verdi7' şeklindeki sözünün ifade
ettiği husustur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır[109]
Alimler bu hususta
ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak onların çoğunluğu, Hz. İsa (a.s)'ın bu
sözü küçük iken söylediği
kanaatindedirler.
Ebul Kasım el-Belhi ise: "Hz. İsa (a.s) bu sözü, mükellefiyet yaşına
gelmemiş olsa bile, anlayan bir 'mürahik" (buluğa yakın yaşlarda) iken
söylemiştir" demektir. Birincilerin bu hususta şu iki açıklaması söz
konusudur:
a) O, küçük
iken peygamber oldu.
b)
İkrime'den rivayet olunduğuna göre, İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir. Bu ifade
ile. Hz. İsa (a.s)'ın ,Cenâb-ı Hakk'ın kendisini daha sonra, peygamber olarak
göndereceğine
hükmetmesi kastedilmiştir. O, bu sözü söyleyince sustu, tekrar küçüklük haline
döndü. Otuz yaşına varınca da, Allah Teâlâ onu peygamber olarak gönderdi. Bu
görüşün yanfış olduğunu savunanlar, şu delilleri getirmişlerdir:
1) Nebi
ancak kamil ve mükemmel bir kimsedir. Küçük olan ise, yaratılışı henüz
tamamlanmamış olandır. Çünkü küçük kimsenin böyle bir "tehaddi" de
bulunması, nefret uyandıran bir şey olur. Hatta bu, nefret uyandırmada kadının
peygamber olmasından daha ileri derecededir.
2) O, bu
yaşta iken peygamber olmuş olsaydı, onun aklının kemâle ermesi. peygamberlik
iddiasında bulunmasından önce olurdu. Çünkü peygamberin, mutlaka aklının kâmil
olması gerekir. Onun bu yaşta aklının mükemmel olması ise, harikulade bir şey
olmuş olur. Böylece de mucize izhar etme işi, tehaddiden önce otmuş olur ki, bu
caiz değildir.
3) O, o
zaman peygamber olmuş olsaydı, onun, hükümleri beyan etmek ve seri kanunları
bildirmekte meşgul olması gerekirdi. Eğer o bunu- yapmfş olsaydı, meşhur olur
ve dilden dile nakledilirdi. Böyle bir şey olmadığına göre, onun o yaşta
peygamber olmadığını anlıyoruz.
Birinci kısımda
olanlar, bunlardan birincisine şu şekilde cevap vermişlerdir: Çocuğun
yaratılışının eksik olması; zâtı gereği değildir. Tam aksine bu iş, onun
bedeninin Küçüklüğüne, anlayışının noksanlığına varıp dayanır. Binâenaleyh,
Allah Teâlâ bu hususları kaldırıp izale edince, nefret uyandırma diye bir şey
olmaz, tam aksine o bu durumda iken, onun sözünü dinleme hususundaki arzu ve
istek daha tam ve mükemmel olmuş olur.
İkincisine de şu
şekilde cevap vermişlerdir: "Onun aklının mükemmel oluşu, her ^e kadar
peygamberlik iddiasından önce ise de, ancak ne varki bu, Hz. Zekeriyya İçin bir
mucizedir" denilmesi, veyahut bunun, "Hz. İsa'nın nübüvvetinin
"irhasâti" olduğunun söylenmesi, ya da Hz. Meryem'e ait bir keramet
olduğunun söylenilmesi niçin caiz olmasın? Bize göre hem "irhasat"
hem de keramet caizdir.
Üçüncüsüne de şu
şekilde cevap vermişlerdir: Hz. İsa (a.s)'ın, şeriata ve seri bükümler
hususunda herhangi bir açıklamada bulunmaksızın, onlara sadece peygamber olarak
gönderilmesinin caiz olduğu, buluğa erdikten sonra da o hükümleri serhetmeye
başladığının söylenilmesi niçin caiz olmasın? Böylece bütün bunlarla, onun o vakitte
peygamber olmasında bir sakınca bulunmadığı sabit olmuş olur.
Ayet-i kerimede:
"O bana kitab verdi" ifadesi, onun o vakitte nebî olduğuna delâlet
eder. Binâenaleyh, İkrlme'nin dediğinin aksine, bunu zahiri manasına almak
gerekir
Ebu'l-Kasım el-Belhi
nin görüşüne gelince, bu da uzak bir ihtimaldir. Çünkü,
Hz. İsa (a.s)'ın konuşmasına, Hz. Meryem hakkındaki
töhmetten dolayı ihtiyaç vardır.
[110]
Alimler, ayette geçen
"kitab"tan ne kastedildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları,
bunun Tevrat olduğunu, çünkü
bu ifadenin
başındaki elif lamın,
ma'huda (bilinene)
gerektiğini, oniar tarafından bilinen kitabın ise
Tevrat olduğunu söylerlerken, Ebu Müslim bununla İncil'in kastedildiğini, çünkü
el-kitâb kelimesindeki eliflâmın cins ifade ettiğini, yani, "o, bana kitab
cinsinden verdi" demek olduğunu söylemiştir. Bazı kimseler de bununla hem
Tevrat hem de İncil'in kastedildiğini, zira eliflâmın istiğrak (şümul) ifade
ettiğini söylemişlerdir.
[111]
Alimler. Cenâb-ı
Hakk'ın Hz. İsa (a.s)'a o kitabı, ne zaman verdiği ve onu ne zaman peygamber
yaptığı hususunda
ihtilaf etmişlerdir.
Çünkü Hz. İsa (a.s)'ın, 'O, bana kitab
verdi, beni peygamber yaptı" sözü, bu işin,
önceden yani bu sözü söylediği andan itibaren veyahutta bundan hayli zaman önce
olduğuna delâlet eder. Bu ifadenin zahiri, Hz. İsa (a.s)'ın kavmine, konuşmadan
önce, Cenâb-ı Hakk'ın ona o kitabı verdiğine, onu peygamber yaptığına, ona
namazı, zekâtı ve Allah Teâlâ'ya. O'nun dinine ve Hz. İsa (a.s)'a , tahsis
ettiği şeriata davet etmesini emrettiğini delâlet etmektedir. Bu vahyin Hz. İsa
(a.s)'a annesinin kamında iken indiği ileri sürüldüğü gibi, onun, annesinden
ayrıldığında Cenâb-ı Hakk'ın kendisine kitabı ve o peygamberliği verdiği,
annesiyle konuştuğu, annesine kendi halini ve kendisinin, Hz. Meryem'in
berâetine delâlet edecek şeyleri kavmine söyleyeceğini haber verdiği, işte
bundan dolayı da Hz. Meryem'in Kavmine. Hz. İsa (a.s) ile konuşmalarını işaret
ettiği de ileri sürülmüştür.
[112]
Üçüncü Sıfat: Isa
(a.s)'ın "beni peygamber yaptı" sözünün delâleti. Bazıları şöyle
demişlerdir: Hz. İsa (a.s), kendisinin nebî olduğunu; Resûf olmadığını haber
vermiştir. Çünkü o. o vakitte, şeriatini getirmemiştir. Onun nebi olması,
kadrinin ve derecesinin yüksek olması demektir. Bu, zayıf bir anlayıştır.
Çünkü, şeriat örfünde nebi. Cenâb-ı Hakk'ın kendisine nübüvvet ve risaletini
tahsis ettiği kimsedir. Özellikle bu ayette, bu ifadenin peşinden de seri
hükümler zikredilmiştir ki bu da onun, "bana. namazı ve zekâtı
emretti" ifadesidir.
[113]
Dördüncü Sıfat: Hz.
İsa (a.s)'ın "Beni. her nerede olursam, mübarek kıldı" şeklindeki
sözünün ifade ettiği husustur. Birisi şöyle diyebilir:
"Cenâb-ı Hak onu
nasıl mübarek kılmıştır ki, o gelmeden önce, insanlar doğru bir din üzerinde
idiler. O gelince, bir kısmı yahudi, bir kısmı da teslisi savunan hristiyaniar
oldular? Pek az kimse, hak din üzere kalabildi?"
Cevap: Alimler,
ayetteki "mübarek" kelimesinin tefsiri hususunda şu izahları
yapmışlardır:
a) Arapça'da "bereket, sebat etmek, durmak
anlamındadır. Bu, "devenin çökmesi" manasından neşet eder. Buna göre,
ayetin manası, "O, beni kendi dini üzere sabit ve kararlı kıldı"
şeklinde olur.
b) "O
ancak bir mübarek idi. Zira, o insanlara dinlerini öğretiyor, onları hakkın
yoluna davet ediyordu. Binâenaleyh, eğer onlar sapmışlarsa, Hz. İsa (a.s)'dan
dolayı değil, kendileri yüzünden sapmışlardır. Hasan el-Basrî, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir. "Hz. isa'nın annesi, İsa'yı
katibiere teslim etti ve yazı öğreten kimseye, "Ben onu sana onu dövmemen
şartıyla gönderiyorum" dedi. Derken, hocası ona. "yaz" dedi.
Bunun üzerine Hz. Isa, "Neyi yazayım?" deyince. Hocası "Ebced
yaz" dedi. Bunun üzerine Hz. İsa (a.s), başını kaldırarak, "Ebced'in
ne demek olduğunu bitirmişin?" deyince, hocası, çubuğuyia onu dövmek fçtn
ona doğru yükselip uzanınca, o "Ey müeddib, beni dövme; eğer bilmiyorsan
bana sor; ben sana, öğreteyim. Elif, Alâullâh (Allah'ın nimetleri); be,
bahaullâh (Allah'ın kadru derecesi, yüceliği);
cim, cemâluilâh, daâ! da,
Allah'ın hakkını edA etmektir" dedi.
c)
el-bereketu kelimesi, galib olma ve yükseklik anlamındadır. Buna göre ayetin
manası, "Allah benî bütün
hallerimde, işlerimde galib kıldı, başarıya ulaşan, umduğuna nail olan
kıldı-çünkü ben, dünyada kaldığım sürece, başkalarına hüccetle hükümran
olacağım. O malûm vakit geldiğinde de, Allah bana, beni göklere kaldırmak
suretiyle ikramda bulunacak" şeklindedir.
d) O,
insanlara karşı mübarekti. Çünkü, duası ile ölüleri diriltiyor, körleri
iyileştiriyor ve alacalı hastalan da tedavi ediyordu. Katâde'nin şöyle dediği
rivayet edilmiştir. "Hz. İsa (a.s) ölüleri diriltip, körleri iyileştirip,
alacalıları tedavi ettiği bir sırada, kendisini bir kadın gördü ve: "Seni
taşıyan karın ve seni emziren memeye müjdeler ve mutluluklar olsun!" dedi.
Bunun üzerine Hz. İsa (a.s) kadına cevap vererek: "Allah'ın kitabını
okuyan, ondaki hükümlere tabi olan ve asi ve bedbaht olmayanlara müjdeler
olsun" dedi. Onu, "her nerede olursam" ifadesine gelince, bu
(göğe yükseltildikten sonra) çocukluk haline dönüp üzerinden teklifin
kalktığının söylenilmesinin doğru olmayıp, onun durumunun hiçbir zaman değişmediğine
delâlet eder.
[114]
Beşinci Sıfat: Hz.
İsa(a.s)'ın "ve bana. hayatta olduğum müddetçe, namazı ve zekâtı
emretti" sözünün ifade ettiği husustur, Buna
göre, "o daha küçük bir çocuk iken ve Hz. Peygamber'in de "kalem, üç şevi yazmaz: Buluğa erinceye
kadar çocuktan sudur edenler"[115]
dediğine göre, teklif kalemi kaldırılmış iken, ona daha nasıl namaz ve zekât
emredilmiştir? denilirse, buna şu iki bakımdan cevap verebiliriz:
a) Onun,
"bana. namazı ve zekâtı emretti" ifadesi, Allah Teâlâ'nın, o ikisini
o anda edâ etmesini emrettiğine delâlet etmez. Tam aksine, bu işin buluğdan
sonra olacağını gösterir. Binâenaleyh, bu ifadeyle belki de Allah Teâlâ'nın Hz.
Isa (a.s)'a, o ikisini ve onların muayyen bir vakitte emretmiş olduğu
kastedilmiştir ki bu muayyen zaman da. biüuç çağıdır.
b) Belki de
Allah Tsâlâ, hz. Isa (a.s). annesinden ayrılır ayrılmaz, onu baliğ, akıllı,
uzuvları ve yaratılışı tam kıldı. Bunun delili ise, (aıi imrân. 59) ayetidir.
Cenâb-ı Hak, Hz. Adem (a.s)'i bir anda tam ve mükemmel yarattığı gibi, Hz. İsa
(a.s)'ı da o şekilde yaratmıştır. Bu
ikinci görüş, Hz. İsa (a.s)'ın,
"hayatta olduğum sürece" ifadesinin zahirine daha uygundur.
Çünkü bu, bu teklifin, onun bütün hayatı boyunca kendisine müteveccih olduğunu
ifade eder. Ancak ne var ki, birisi şöyle diyebilir: "Eğer durum böyle
olsaydı, o zaman o topluluk onu gördüğünde, uzuvları mükemmel ve hilkati tam
bir şahıs olarak görmüş olurlardı. Halbuki böyle bir şahsın (konuşması),
şaşırtıcı olmaz. Binâenaleyh onların, şaşmamaları gerekirdi. Bu sebeple, belki
de evlâ olan şöyle denilmesidir: Allah Teâlâ onu, cüssesinin küçüklüğüne
rağmen, bünyesi kuvvetli, namaz ve zekâtı edâ edebilecek derecede mükemmel
yaratmıştır. Ayet, Hz. İsâ (a.s)'a
yapılan teklifin, yeryüzünde olduğu, semâya kaldırıldığı ve yeniden
indirildiğinde de değişmeyeceğine delâlet etmektedir.
Altıncı Sıfat,
"Anneme hürmetli ifadesidir. Bu, "Allah, beni anneme hürmetkar
kıldı" oemektir. Bu, "Kulun fiilini Allah yaratır" şeklindeki
görüşümüzün doğruluğuna delâlet eder. Çünkü ayet, Hz. İsa (a.s)'ın ancak
Allah'ın yaratması ve kılması ite itaatkâr-hurmetkâr olduğuna delâlet
etmektedir. Bu kılmayı, lütuf fiHleri vermeye hamletmek, ayetin zahirini
bırakmak olur. Hem sonra Hz. İsa (a.s)'ın "Cenâb-ı Hak beni anneme hürmetkar
kıldı" sözü annesinin zinadan beri olduğuna da bir işarettir. Çünkü eğer o
zâniye bir kadın olmuş olsaydı, o masum (günahsız) peygamber ona hürmetkar
olmakla emrolunmazdı. Keşşaf Sahibi şöyle der: "Cenâb-ı Hak, Hz. İsâ
(a.s), son derece iyi olduğu için onu, masdar olan "birr" (iyilik)
kelimesi ile tavsif etmiştir. Bu kelime, (Bana vasiyet etti) manasında mahzûf
bir evsânî fiili ile mansubtur. Çünkü "Bana namazı vasiyet etti" ve
"Beni namazla mükellef tuttu" ifadeleri aynı manayadır.
Yedinci Sıfat,
"Beni bir zorba, bir şaki yapmadı" ifadesinin anlattığı husustur. Bu
da, biz (ehl-i sünnetin) görüşünün doğruluğuna delâlet eder. Çünkü Hz. İsa
(a.s), Cenâb-ı Hakk'ın kendisini "berr" (iyi-itaatkâr) kılıp, zorba
kılmadığını ifade etmiştir. Binâenaleyh bu ifade
ancak, başkasını zorba ve şaki kılabilir olması halinde yerinde olur. Çünkü
Allah Teâiâ, bunu herkes için kılmış olsaydı, bunun Hz. İsa (a.s)'a has
kılınmasının bir manası kalmazdı. Halbuki Hz. İsa (a.s)'ın bu sözü, o
hususiyetin kendisine has kılınmış olduğunu anlatmak için söylediği malumdur.
Hz. İsa (a.s)'tn "O, beni zorba yapmadı" ifadesi, "Allah beni
kibirli kılmadı. Aksine ben mütevazi bir insanım. Çünkü anneme hürmetliyim.
Eğer zorba olsaydım, âsi ve şaki (bedbaht) olurdum" demektir.
Rivayet olunduğuna
göre Hz. İsa(a.s): "Benim kalbim yumuşaktır. Ben, kendimi küçük
görürüm" demiştir Bazı âlimlerin, "Ana-babasına .syan edenlerin,
ancak zorba ve şaki kimseler olduklarını görürsün" deyip bana oelii olarak
"Beni anneme hürmetli kıldı; beni bir zorba, bir şaki yapmadı"
ayetini okudukları; yine "kötü huylu olanların ancak, kendini beğenen ve
böbürlenen kimseler olduklarını görürsün deyip bana delil olarak "Allah
Kendini beğenen ve böbürlenen kimseleri sevmez" (Nisa, 36) ayetini
okudukları rivayet edilmiştir."
[116]
Sekizinci sıfat,
''Doğduğum gün de, öleceğim gün de. diri olarak kaldırılacağım gün de selâm
banadır" ifadesinin anlattığı husus. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele
vardır:
[117]
Bazı kimseler,
buradaki es-selâm kelimesindeki lâm-ı tarif ile, Hz. Yahya (a.s)'ın kıssasında
daha önce geçmiş olan,
süs "selam
ona" (Merysm. 15) ayetindeki "selâm"tn
Kastedildiğini, yani bunun, "Ona yöneltilen o üç
yerdeki selâm, bana da yöneltilmiştir" demek olduğunu söylemişlerdir.
Keşşaf Sahibi ise şöyte der: "Doğru olan şudur: Bu kelimenin e!if-!âmı,
Hz. Meryem e zina töhmetinde bulunanlara laneti ifade etmektedir. Bunun delili,
elif-iâm'ın "istiğrak' için de gelmesidir. Binâenaleyh o, Jj. ^CJij
deyince, sanki "Bütün selâmlar, bana ve bana tâbi olanlaradır" demek
istemiştir. Dolayısıyla onun düşmanlarına sadece lanet kalmıştır. Bunun bir
benzeri de, "Selam, hidayete tâbi olanlaradır' (Tana. 47) ayetidir. Bu,
"Azab, ise hidayeti yalanlayan ve ondan yüz çevirenleredir" manasına
gelir. Çünkü bu söz, cedelleşme esnasında söylenmiştir. Bu sebeble, buraya da
böylesi bir ta'rız uygun düşer.
[118]
Bazı kimseler, Hz.
İsâ(a.s)'ın , Hz. Yahya
(a.s)'a:"sen benden daha hayırlısın. Çünkü sana Allah selam verdi.
ise kendi kendimi selamladım" dediğini rivayet
etmişlerdir.
Hasan el-Basrî buna karşı cevap verip:
"Hz. İsâ (a.s.)'ın kendi kendine
selam
vermesi de, Allah'ın ona selam vermesi
gibidir" demiştir.
[119]
Kâdi şöyle der:
"Selâm, kendisi ile eminliğin temin edildiği
şey demektir. "Selâmet nimetlerde ve âfetlerin ortadan
kalkmasındadır" sözü de bu anlamı ifade eder.
Buna göreHz. İsâ (a.s), Rabbinden , Yahya (a.s)'a verdiğini taleb etmiştir.
Bütün peygamberlerin dualarının kabul olduğunda şüphe yoktur. İnsanın en fazla
emin olmaya ihtiyaç hissettiği yer ve durum, işte bu üç haldir, yani doğum,
ölüm ve öldükten sonra dirilme günleridir. O halde insanın kendisinde selâmete
ve her türlü saadete ihtiyaç hissetiği hallerin tamamı Allah'dandır. Hz. İsâ
(a.s) bunu bütün hallerinde afet ve korkulardan emin olmak için istemiştir.
[120]
Yahudi ve
hris'iyanlar. Hz. İsâ (a.s)'ın bebek iken konuşmuş olduğunu kabul etmezler ve
bu hususta şöyle delil getirmeye çalışırlar: Bu, rivayet edilmesini,
anlatılmasını gerektirecek pek çok sebeb bulunan enteresan bir hadisedir.
Binâenaleyh eğer böyle birşey olmuş olsaydı, tevâtüren nakledilirdi. Eğer bu
olsaydı, bunu Hz. İsâ (a.s)'ın durumunu en çok araştıran ve onun hakkında ilah
olduğunu iddia edecek kadar ileri giden hristiyanlar bilirdi. Bebek iken
konuşmanın büyük bir menkibe ve yüce bir fazilet olduğunda şüphe yoktur.
Binâenaleyh onca sevmelerine ve hallerini alabildiğine araştırmalarına rağmen
hristiyanlar bunu bilemediğine göre, böyle birşeyin olmadığını anlarız. Bir de
yahudiler, Hz. İsâ (a,s) peygamberlik iddiasında bulunduğunda ona karşı
düşmanlıklarını ortaya koymuşlardır. Binâenaleyh eğer Hz. İsâ (a.s) bebek iken
konuşup, peygamberlik iddiasında bulunmuş olsaydı, yahudiler o zaman aşırı
düşmanlık duyar ve onu mutlaka öldürmek isterlerdi. Böyle birşey olmadığına
göre, onun bebek iken konuşmadığını anlarız."
Müslümanlar ise Hz.
İsâ (a.s)'ın bebek iken konuştuğuna
dair aklen de şu hücceti getirmişler ve: "Eğer Hz. İsâ (a.s)'tn anasının zinadan temiz olduğunu onlara isbât
eden o konuşması olmamış olsaydı, o insanlar mutlaka Hz. Meryem'e zina cezası
uygularlardı. Onların bu cezayı uygulamamış olmalarında, Hz. İsâ (a.s)'ın
beşikte iker; konuştuğuna bir delil vardır" demişlerdir. Yine müslümanlar,
hristiyan ve yahudilerin yukarıdaki birinci şüphelerine: "Belki de Hz. İsâ
(a.s) konuşurken, orada bulunanların sayısı azdı. İşte bundan ötürü bu hadise
meşhur olmadı" diye, ikinci şüphelerine cie, "Belki de yahudiler
orada değillerdi ve onun konuştuğunu duymamışlardı. İşte bundan ötürü onu
öldürmeye yeltenmemişlerdir" diye cevap vermişlerdir.
[121]
"İşte hakkında
şek etmekte oldukları Meryem oğlu isâ hak kavimce budur.
Allah'ın evlâd edinmesi olmuş şey değildir. O,
münezzehtir. O. bir iş
dileyince ona
"Ol" der, o da oluverir"(Meryem, 34-35).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[122]
Âsim ve İbn Âmir,
"kavi" kelimesini nasb ile şeklinde: Abdullah b. Mes'ûd (r.a),
şeklinde:
Hasan el-Basrî ise, şeklinde
okumuşlardır. En'am süresindeki (73.)
ayetindeki kıraat de aynı şekillerdedir. O halde, "rehb",
"reheb", "ruhb" kelimeleri gibi, "Kavi, kâl ve
kül" aynı manayadır. Bunun merfû okunuşu, ya haberden sonra gelen ikinci
haber, yahut mahzûf bir mübtedanın haberi oluşundan dolayıdır. Mansub olması
ise, eğer bu "Allah'ın kavli" olarak tefsir edilirse, medih veya
cümlenin manasını te'kid eden bir mefûl-ü mutlak olmasından ötürüdür. Bu tıpkı,
"Bu, Allah katında, batıl değil haktır" şeklindeki sözünde olduğu
gibidir. Allah en iyi bilendir.
[123]
Ayetteki zalike
kelimesi daha önce geçen, "Ben Allah'ın kuluyum. O, bana kitab verdi"
(Meryem. so\ ifadesine
işarettir, yani
"işte bu sıfatları taşıyan, Meryem oğlu
bâ'dır" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "O, Meryem oğlu
İsadır" demesi, Hz. İsa'nın Allah'ın değil, o kadının çocuğu ve oğlu
olduğuna bir işarettir. Ayetteki, hak kavli" :fedesi ile ilgili olarak da
şu izahlar yapılmıştır:
a) İsâ (a.s)'nın bizzat kendisi Hakk'ın kavli
(sözüdür). Çünkü "Hak", Allah'ın adıdır. Binâenaleyh "İsâ,
Allah'ın kelimesidir" dememiz ile, "İsâ (a.s), Hakk'ın havlidir"
dememiz arasında bir fark yoktur.
b) Bununla,
"Bu, Meryem oğlu İsa'dır, hak-kavl (söz)dür. "manası kastediimişdir.
"akat ayette, mevsûf olan "kavi" sıfatına "hak" muzaf
kılınmıştır. Bu tıpkı, "Hiç şüphesiz bu,
hakku'l-yakindir" (Hâkkâ, 51) ayetinde olduğu
gibidir. Bunu,
el-Kavlu'l-Hakku" şeklinde söylemenin faydası,
daha evvel söylenen, Hz. İsa'nın Hz. Meryem'in oğlu oluşunu te'kid olur.
c) Bu,
mahzûf bir mübtedanın haberidir. Buna göre sanki, "İşte, Meryem oğu İsâ
(a.s) budur. Bizim onun için söyleyeceğimiz söz, onun kavlu'l-hak"
olmasıdır" denilmiştir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak önce onu tavsif etmiş;
sonra bu tavsif edilenin Meryem oğlu İsâ olduğunu belirtmiş; daha sonra da
"Bu sabittir, onlarda meydana gelen şüpheler gibi, bâtıl olmayan bir
şeydir" manasında, bu sıfatlardan tamamının, hak (gerçek-doğru) söz
olduğunu belirtmiştir. İşte bu tıpkı, "Hiç şüphesiz bu,
hakku'i-yakindir" (hmcm, bu ayeti gibi olmuş olur.
Onların İsa (a.s)
hakkında düştükleri şüphelere gelince, yahûdi ve hristiyanların görüşlerini
Al-i İmran sûresinde nakletmiştik. Rivayet olunduğuna göre, Hz. İsâ (a.s) göğe
yükseltildiğinde, onların âlim ve ileri gelenlerinden ^ört kişi bulunuyordu.
Onların birincisine: "İsâ hakkında ne dersin?" diye sorulduğunda o:
"O, bir ilahtır; Allah bir ilahtır ve- annesi bir ilahtır" dedi.
Böylece ona bazı insanlar inanıp uydular. Bunlar, İsrâiloğuilarından idiler.
Dördüncüsüne yine: "Hz. İsâ hakkında ne dersin?" denildiğinde, o:
"Hz. İsâ Allah'ın kuiu ve peygamberidir, Mü'min ve müslüman bir kimsedir.
Onun da yediğini, içtiğini uyuduğunu bilmiyor musunuz? bunların ise Allah
(ilah) hakkında söz konusu olamayacağını bilmiyor musunuz?" dedi ve böyle
onlarla mücadele etti.
[124]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Allah'ın evlâd edinmesi olmuş şey değildir" ifadesine gelince, bu şu
iki manaya gelir:
a)
"O'nun çocuğunun olması imkansızdır." Buna göre, bu ayetin manası
tıpkı, "Hiç kimsenin" Allah'ın çocuğu vardır" demesi uygun
düşmez. Çünkü bu haber yalandır. Yalan ise, Allah'ın hikmetine ve kemaline
uygun düşmez, şeklindeki ifademiz gibidir. Binâenaleyh bu ayet, bizim
"Allah zulmetmez" yani "Bu, O'nun hikmetine ve uiuhiyyeiinin
mükemmelliğine uygun düşmez" dememiz manasindadır.Cübbâî, bu tefsire
dayanarak âyeti şöyle delil getirmiştir: Allah herşeyi yapmaz. Çünkü or böyle
birşayi yaratmanın Kendisi için söz konusu olmadığını açıkça belirtmiştir. Bu,
'Allan İçin, bunu ihtiyar etmek yoktur" demektir. Alimlerimi- ise buna,
"Allah'ın yalan söylemesi imkansızdır, İşte bu sebebten ötürü, ''Allah'ın
evlâd edinmesi olmuş şey değildir" buyurmuştur" diyerek cevap
vermişlerdir.
Csnâb-ı Hak, "O.
münezzehtir. O. bir iş dileyince ona "ol" der. o da oluverir"
buyurmuştur. Bununla ilgili birkaç mesele vardır:
[125]
Cenâb-ı Hak önce:
"O, münezzehtir" buyurup, peşisırada: "O. bir iş
dileyince ona "ol" der, o da
oluverir"
buyurunca, bu,
Cenâb-ı Hakk'ın çocuğu
olmaktan
münezzeh olduğuna bir detil (işaret)
gibidir. Bunu şöyie açıklarız: Allah'ın çocuğu olabilecek şey, ya kadim ve
ezeli olur, yahut muhdes (mahluk) olur. Onun ezeli olmasi
imkansızdır. Çünkü eğer o çocuk, zâtı gereği vâcib bir
varlık olsaydı, zâtı gereği vâcibu'l-vucûd olanlar bir adetten fazla olmuş
olurdu. Bu ise "hulf'tür. Eğer o çocuk, zâtı gereği "mümkün" bir
varlık olursa, o zaman var oluşunda zâtı gereği müstağni -zâtı gereği vâcib
olana muhtaç olur. O zamanda bu mümkün, zâtı gereği muhtaç olmuş olur. Böylece
de zâtı gereği vâcibu'l-vucûd olanın kulu olmuş olur. Çünkü kulluk zaten bu
demektir. Ama Allah'ın çocuğu kabul edilen şey eğer muhdes (mahluk) ise, daha
önce yok iken var oluşu, O Kadim'in varetmesi ve yaratması sayesinde olmuş
olur. İşte Cenâb-ı Hakk'ın, "O. bir işi dileyince ona "o/" der,
o da oluverir" ayeti i!e bu kastedilmiştir. Binâenaleyh böyle bir varlık,
Allah'ın çocuğu değil, kulu olmuş olur. Böylece Allah'ın bir çocuğu olmasının
imkansızlığı sabit olur.
[126]
Alimlerimiz, "O.
bir iş dileyince ona "ol" der, o da oluverir"
ayetini Allah'ın kelâmının
(sözünün) kadim
olduğuna delil
getirerek şöyle demişlerdir: "Ayet, Allah
Teâlâ'nm birşey yaratmak istediğinde ona. "Ol" dediğini, onun
da oluverdiğini gösteriyor. Binâenaleyh şayet Cenâb-ı Hakk'ın, "Ol"
şeklindeki sözü, muhdes olmuş olsaydı, onun muhdes oluşu (söylenmesi), başka
bir söze muhtaç olurdu ve teselsül gerekirdi. Teselsül ise imkansızdır. Böylece
Allah'ın sözünün muhdes değil kadim olduğu sabit olur.
Mu'tezile de, yine bu
ayeti, Allah'ın kelâmının muhdes {sonradanj'olduğuna birkaç bakımdan delil
getirmişlerdir:
a) Bu ifadenin başında iza edatı vardır. Bu
kelime, gelecek zamanı gösterir. Binaenaleyh "ol" sözünün gelecekte
söylenmesi gerekir. .
b) Bu ayetteki fâ, fâ-i tâkibiyyedir. O halde
ifadesinin başındaki fâ, bu sözün, o hükmetmeden-dilemeden sonra olduğunu
gösterir. Başkasından sonra olan ise muhdestir.
c) Ayetteki ifadesinin
fâ'sı da, o irade edilen şeyin, "Ol" sözünün hemen peşinden meydana
geldiğine delâlet eder. Suna göre Allah'ın "ol" sözü, meydana gelen o
şeyin meydana geimesinden hernsn önce olmuş olur. Halbuki
"rrıı;hds3"den hemen önce olar, şey de muhdes olur. Doİayıaiyİa
Allah'ın sözü de muhdestir.
Bil ki her iki gurubun
istidlali de zayıftır. Alimlerimizin istidlaline gelince, bu Cenâb-ı Hakk'ın
"Ol sözünün de kadim olmasını gerektirir. Halbuki bu, ittifakla bâtıldır.
Mu'tesüs'nin istidlali ise, Cenâb-ı Hakk’ınsözünün harflerden ve seslerden
mürekkeb olmasını gerektirir.Halbuki “mürekkeb” olan muhdestir, muhdes
olmasında bir münakaşa yoktur.(Ehl-i dünnetin) iddia ettiği ise başka bir şeyin
kıdemidir.[127]
Bazı kimseler ayeti
zahirine göre manalandırarak, Allah
Teâlâ'nın
birşeyi yaratmak istediğinde ona, "o/" dediğini
iddia etmişlerdir ki
bu da zayıftır. Çünkü Cenâb-ı Hak şeye,
meydana gelmeden "o/" demiştir, yahut meydana geHrken "ol"
demiştir. Binâenaleyh eğer birinci ihtimal söz konusu ise, bu ma'dûma (olmayan
birşeye) bir hitab olmuş oiur ki bu abes (saçma)'dir. Yok eğer ikincisi söz
konusu ise, o şey meydana gelirken zaten Allah'ın kudret ve iradesi ile meydana
gelmektedir. O halde Allah'ın ona "ol" demesinin onda ne tesiri
olabilir.
Bazı kimseler de,
Cenâb-ı Hakk'ın "o/" ifadesi ile, Cenâb-ı Hakk'ın yaratması ve
varetmesinin kastedildiğini söyleyip çünkü birşeye kadir olmak başka onu
varetmek başka birşeydir. Zira Allah Sübhanehu ve Teâlâ, ezelde de kadirdi ama,
mükevvin değil idi, yani varetmemişti. Bir de, Cenâb-ı Hak, şu anda, bu âlem
dışında başka âlemler yaratmaya da kadirdir. Fakat onları varetmiyor. O halde
kadir olma, varetmeden başka birşeydir. Tekvin (varetme), varedilenin kendisi
değildir. Çünkü "varedilen, hadistir. Çünkü Allah Teâlâ onu varetti"
diyoruz. Eğer tekvin (varetme), mükevvenin (varedilenin) kendisi olsaydı,
"Mükevven, ancak Allah'ın tekvini ile var olur" dememiz,
"mükevven, kendi kendine var olmuştur" dememiz gibi olurdu ki bu
imkansızdır. Böylece tekvinin, mükevvenden başka birşey olduğu sabit olmuş
olur. Binâenaleyh Hak Teâlâ'mn, "Kün" (Ol) emri, "Tekvin"
diye «imlen diri ten sıfatına işaret olmuş olur" demişlerdir.
Diğer bazı âlimler de,
"Ayetteki "O/" emri O'nun kudret ve meşiettnin, mümkinâta nufûz
etmesi demektir. Çünkü o mümkün varlıkların, O'nun kudret ve irâdesi ile, hiç
karşı koyamadan meydana gelmeleri, efendisinin emirlerine tam boyun eğmiş,
emrine âmâde, itaatkâr bir kölenin davranışı gibi olur. Böylece Allah Teâlâ bu
manayı, istiare (mecaz) yolu ile, "Kün (Ol)" sözü ile ifade
etmiştir" demişlerdir.
[128]
"Şüphesiz ki
Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O halde O'na
kulluk edin. İşte biricik doğru yol budur." Sonra
fırkalar kendi aralarında
ihtilaf etti. Artık
görecekleri büyük bir günün çetin azabı o kafirlerindir. Onlar
bize gelecekleri gün neler işidecekler. neler
görecekler! Fakat o zalimler bu
gün
apaçık sapıklık içindedirler. Sen onları, emrinin yerini bulacağı vakt ile,
hasret günü ile korkut. Onlar gaflet içindedirler,
onlar hala iman etmiyorlar. "
Şüphe
yok ki yeryüzüne ve onun üzerinde bulunan kimselere biz varis
olacağız. Onlar ancak bize döndürüleceklerdir"
(Meryem, 36-40).
Bil ki Cenâb-ı
Hakk'ın, "Şüphesiz ki Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir"
ifadesiyle ilgili birkaç mesele vardır:
[129]
Medineliler ve Ebu
Amr, "ve ennellahe" şeklinde okumuşlardır ki, bunun manası, "Bir
de O, benim ve sizin
Rabbiniz olduğu için
O'na ibadet ediniz" şeklinde olur. Kûfelİler ve Ebu Ubeyde, ibtidâ (başlama)
halinde olarak kesre ile ve innellahe okumuşlardı. Ubeyy ibn Ka'b ise, vavsız
olarak innellahe okumuştur, Yani, "Allah, benim ve sizin Rabbiniz olması
sebebiyle, O'na ibadet ediniz" demektir.
[130]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Şüphesiz ki Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir" demesi
doğru olmaz. Binâenaleyh, bu sözü söyleyenin mutlaka, Allah'dan başkası olması
gerekir. Bu hususta iki görüş bulunmaktadır:
a) İfadenin
takdiri, "Ey Muhammed (s.a.s), Hz. İsâ (a.s)'ın Allah'ın kulu olduğuna
dair apaçık akli delilleri getirdikten sona, "Muhakkak ki Allah, benim de
sizin de Rabbinizdir" de" şeklinde dir.
b) Ebu
Müslim el-fsfehani ise şöyle der: Ayette!.. ve tnnellahe ifadesinin başındaki
vâv, cümleyi Hz. İsâ (a.s)'nın, "Ben Allah'ın kuluyum. O, bana kitab
verdi" sözüne atfetmektedir. Buna göre, Hz. İsâ (a.s) sanki, "Ben,
Allanın kuluyum. O, benim ve sizin Rabbınizdir. Öyleyse O'na ibadet
ediniz" demiş olur." Vehb İbn Münebblh şöyle der: "Hz. İsa (a.s)
onlara, kendi bisetinden, doğumundan ve vasıflarından haber verince, onlara:
"Allah, benim ve sizin Rabbınizdir" demelerini emretmiştir. Yani,
'Hepimiz, top yekûn, Allah'ın kullarıyız" demektir.
[131]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Şüphesiz ki Allah, benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir"
ifadesi, insanları idare edenin ve
onların işlerini
yönetip iyileştirenin müneccimlerin
görüşünün aksine, Allah Teâlâ olduğuna delâlet eder. Çünkü,
müneccimlerin görüşüne göre insanları idare eden ve saadet ve şakavet
hususunda, onların işlerini ayarlayan, yıldızlardır. Cenâb-ı Hakk'ın bu beyanı
aynı zamanda, ilâhın tek olduğuna da delâlet eder. Çünkü, "Allah"
lafzı, HaK Subhanehu'nun "ism-i alemi" dir. (Özel adıdır).
Binâenaleyh Cenâb-ı Hak: "Şüphesiz ki Allah, benim de Rabbimdir, sizin de
Rabbinizdir" buyurunca o, "Allah Teâtâ'nın dışında, mahlûkatın başka
Rabbi yoktur!" demiş olur ki, bu da tevhide delâlet eder.
Ayet-i Kerimdeki
"O halde O'na kulluk edin" buyruğuna gelince, bilesin ki, usûlü
fıkıhta şöyle bir kaide yer almaktadır: "Hükmün, uygun bir vasfa dayandırılması,
o vasfın o hükmün illeti olduğunu ihsas ettirir." Burada da, ibadet etme
emri, rûbûbiyyet vasfına, RabD olma işine dayandırılmıştır. Binâenaleyh bu,
"O, bizim Rabbimiz olduğu için, Hak Subhanehû'ya ibadet etmemiz
gerektiğine" delâlet eder ki bu da, "O, bütün rrahlûkata, her türfü
nimeti (nimetlerin asıllarını ve fürü'larını) verdiği için O'na ibaaet etmek
gerektiğine delâlet etmektedir. İşte bundan dolayı İbrahim (a.s), babasını
putlara tapmaktan men edince, "İşitmez, görmez, sana hiçbir faydası olmaz
şeylere neye tapıyorsun?"(Meryem. 42) demiştir. Yani, "o putlar,
kullara inam da bulunamadıklarına göre, onlara ibadet etmek caiz değildir"
demektir. Bu ayet ile, Aüah Teâlâ'nın, kullarının Rabbi ve müreboisi olduğu
için, O'na ibadet etmenin vacib olduğu sabit olmuştur. Binâenaleyh, ibadetin,
ma'bûdun inamda bulunmasına iaaliuk ettiği, "tarden ve aksen" (her
halûkârde ve her durumda) sabit olmuştur.
Ayetteki "İşte
biricik doğru yol budur" cümlesi ise "Cenâb-ı Hakk'ın bir olduğunu,
G'nun eşinin ve çocuğunun bulunmadığını söylemek, dosdoğru yoidur"
demektir. Bu söz, yola benzetilerek, "strat-ı müstakîm" adını
almıştır. Çünkü böyle söylemek kişiyi cennete götürür.
Cenâb-ı Hakk'ın,"Sonra
fırkalar kendi aralarında ihtilaf etti" beyamna gelince, bil ki, burada
geçen "el-ahzâb" (fırkalar) sözü hakkında şu görüşler bulunmaktadır:
1) Bununla daha evvel de kısımlarını beyan
ettiğimiz gibi, Hristiyan fırkalar kastedilmiştir.
2) Bununla,
Hristiyan ve Yahudiler kastedilmiştir. Böylece, bazıları Hz. İsâ (a.s)'ı
Cenâb-ı Hakkın çocuğu oğlu kabul ederken, bazıları da onun yalancı olduğunu
söylemişlerdir.
3) Bununla,
hem yahudi ve hristiyaniar, hem de Hz. Muhammed (s.a.s) zamanındaki kafirlerin
içine dahil olduğu inançsızlar topluluğu kastedilmiştir. Biz, Cenâb-ı Hakk'ın
ifadesinin takdirinin,1 "Ey Muhammed. "Allah, benim ve sizin
Rabbinizdir" de!" şeklinde olduğunu söylediğimize göre, bu üçüncü
görüş, daha açık ve kuvvetli bir görüş olmuş olur. Çünkü bu üçüncü görüş te
tahsis söz konusu değildir.
[132]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"azab o kafirlerindir" beyanı da bu ihtimali tekid eder,
Ayet-i Kerimdeki
"Görecekleri büyük bir günün" meşhed sözüyle ya şuhûd (hazır olma) ve
onunla ilgili olan şeyler yahut da, şehâdet ve onunla igili olan şeyler
kastedilmiştir. Birinci ihtimale gelince, bu ifadeden kastedilen, onların ya,
bizzat kendilerinin hesabın dehşetinde hazır olmaları ve kıyamet cezasını
tadmalandır, yahut onların orada bulundukları yerdir ki, bu da "kıyamet
durağındır. Veyahutta bununla, orada bulunma, zamanı kasîodtlmişti'', İkinci
ihtimale gelince, buna göre bununla ya meleklerin peygamberlerin ve cnlann
difterinin, etlerinin ve ayaklarının, o insanların kötü amellerine ve
küfürlerine şeh&det etmoteri, yahud da bununla şehâdet mevkii veya zamanı
kastedilmiştir. Bununla kasîsdi'onin, onların Hz. İsâ (a.s) ve annesi hakkında
söyleyip şehâdette bulunduğu şey olduğu da ileri sürülmüştür. Cenâb-ı Hak, o
"meşhed"i büyük olmakla nitelenmiştir. Çünkü o günde -^üşahade editen,
hesaba çekilme ve sorgulanmadan daha büyük ve daha ?zim bir şey yoktur. Ve yine
o günde elde edilecek mükâfaat ve sevabtan daha bOyftf *;r şey olmadığı gibi,
yine o gündeki cezadan daha büyük bir şey de yoktur.
[133]
Cenâb-ı Hakk'ın, '
"Onlar bize gelecekleri gün neler .şitecekler, neler görecekler!"
beyanı ile ilgili birkaç mesele vardır:
Alimler şöyle
demektedirler: "Taaccüb, büyük olma sebebini bilmeden,
birşeyi büyük görmek,
onu öyle
addetmek demektir.
Taaccüb lafzının, sebebi
gizli olmaksızın veyahutta, büyük addolunması için bir sebep
bulunmaksızın, sırf büyük görme hakkında kullanılması da caizdir. Ferrâ şöyle
demektedir: "Süfyan: "Ben,
Şüreyh'in
yanında ayetteki ifadesini (Saffat, 12) okudum da, bunun üzerine c. "Allah
hiçbir şeyden taaccüb etmez. Bilmeyenler taaccüb ederler" dedi. Ben bu
hadiseyi, İbrahim en-Nahai'ye anlatınca o da: "Şureyh, ilminin kendisine,
kendini beğenme duygusu verdiği bir şairdir. Abdullah İbn Mesûd bunu ondan daha
iyi bilir. O da bunu, şeklinde okumuştur ki, bunun manası, "Allah
Teâlâ'dan öyle bir fiil sudur etmiştir ki, şayet böyle bir fiil mahlûkatından
sudur etmiş olsaydı, bu fiil, onların kalblerinde bir taaccübün nasıl olduğuna
delâlet ederdi" şeklindedir" dedi..." demiştir. Bu izaha göre,
mekr ve istihza fiilleri de, Allah'a izafe edilebilir. Bunu iyice kavradığında
şimdi biz diyoruz ki: Taaccübün iki sığası vardır:
(Mâ ef-alehû) kalıbı.
b) Cenâb-ı
Hakk'ın (Esmığ bi'him ebsır) ifadelerinde de olduğu gibi, (Ef?l1 bihîm) kalıbı.
Nahivciler, bu ifadeler hakkında bazı tevillerde bulunmuşlardır:
1) (Ekrim bi
zeydin) ifadesinin aslı (Ekreme Zeydun) şeklindedir Yani, "Zeyd, kerem
sahibi oldu" demektir.
Bu, tıpkı, (Eğadde'l-beîru)
deyimindeki gibidir. Yani, "Deve, veba hastalığına tutuldu" demektir.
Bu ifadeler, emir sığasında getirilmiştir, ama manaları haberidir (inşaî
değildir, dilek istek ifade etmez). Bu, tıpkı manası emir olan kelimelerin,
haber sığasında gelmelerine benzer. Meselâ bu. Cenâb-ı Hakk'ın, "Boşanmış
kadınlar, kendi kendilerini tutup üç kuru beklerler" fakata, 229) yani
evienmeyip beklesinler ve
"Anneler,
çocuklarını emzirirler"(Bakara,233) ayetlerinde olduğu gibidir. Bu da
"emzirsinler" demektir. Ve yine Cenâb-ı Hak "De ki: Kim sapıklık
içinde ise. Rahman onun günlerini uzattıkça uzatır (mühlet verir)"
(Meryem. 75) Arablartn, deyimi haber kipidir, fakat manası dilek (inşa)
bildirir. Bu açıklamaya göre, sigasındaki bâ zâiddir.
2) Bunun, herkese Zeyd'i kerim kılmayı emretmek
anlamında olduğu da söylenebilir. Yani, herkese Zeyd'i kerim olmakla vasfetmesi
emredilmiştir. Bu açıklamaya göre de, bu ifadenin başındaki bâ, zayiddır. Bu,
Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Kendinizi tehlikeye atmayın" (Bakara, 95)
ayetinde olduğu gibidir.
Bazı ediblerin, bu
hususta şöyle üçüncü bir te'vilde bulunduklarını da duydum: "Senin şeklindeki
sözün, Zeyd'in kerem açısından, keremin ve cömertliğin bizzatta kendisi olma
derecesine vardığını gösterir. Hatta sen, bir başkasını kerim kılmak
istediğinde, bu durumda bu sîga seni maksadına ulaştıran ve senin gayeni
gerçekleştiren olmuş olur (Yani, bu sığayı kullandığında bu manayı elde etmiş
olursun). Bu tıpkı bir kimsenin »AâIij 4-^' (Ektübü
bf'l-kalemf) demesi gibidir. Bu sözden maksadım "Seni maksadına ulaştıran
ve maksadını gerçekleştiren, işte kalemdir ancak" şeklindedir. (Çünkü ba
edatının mânalarından biri bu 'İlsak' yani bitiştirmedir)
[134]
Cenâb-ı Hakkın.
"Onlar bize gelecekleri gün neler işidecekler, neler görecekler!"
ifadesi hakkında şu üç izah
yapılmıştır:
a) En meşhur
ve en kuvvetli olana göre bunun manası, "onlar ne acayip şeyler
duyacaklar, ne acayip şeyler görecekler!" şeklindedir. Daha önce de
bahsedildiği gibi Allah'ın taaccüb etmesi imkânsızdır. O halde bununla
kastedilen şudur: "Onlar dünyada kör ve sağır iken, onların o gündeki
görüp duymalarına şaşılsa yeridir!" Bunun manasının, kendilerini üzecek ve
kalblerini çatlatacak olan şeyleri dinleyip görmelerinden dolayı bir tehdit
olduğu da Heri sürülmüşün
b) Kadî
şöyle der: "Bununla, "onlara işittir ve onlara göster" manasının
murad edilmiş olması da muhtemel olup bu,"onlara, ibret olup kötülüklerden
vaz geçmeleri için, bize gelen kavimlerin hallerini öğret ve bildir"
anlamındadır.
c) Cübbai
ise şöyle der: "Bunun manası, "onların durumlarını ve kötü
akibetlerini bilip öğrenmeleri ve böylece de, yaptıklarını yapmaktan vaz
geçmeleri için, insanlara onların halini duyur ve onları göster" şeklinde
de olabilir"
Ayet-i kerimdeki
"Fakat o zalimler o gün apaçık sapıklık içindedirler." ifadesine
gelince, bu hususta da iki görüş bulunmaktadır:
a) Bunun
manası, "Fakat zalimler bu gün apaçık bir sapıklık içindedirler. Fakat
ahirette, hakkı tanıyacak, hakikati öğrenecekler" şeklindedir.
b) Bunun
manası, "Lâkin bu gün zalimler apaçık bir sapıklık içindedirler. Ahirette
de, müminlerin aksine cenneti bulamayacaklardır" şeklindedir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Sen onları uyar" buyruğuna gelince, bunun Hz. Muhammed (s.a.s)'e,
kendi zamanında yaşayan kimseleri inzâr etmekle alâkalı bir emir olduğu
hususunda bir şüphe yoktur. Binâenaleyh bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın ifij&t
übMi "Sonra fırkalar., ihtilaf etti" ifadesine bir delâlet gibi
kılınabilir ki, Cenâb-ı Hak bununla, onların hepsinin, Hz. Peygamber
zamanındaki ihtilaflarını kastetmiştir. "İnzâr, Allah ibâdeti bırakmaktan
sakınmaları için, ilahi azabtan sakındırmak demektir.
"Hasret
günü" tabirine gelince, bunun kıyamet günü olduğunda şüphe yoktur. Çünkü o
günde, cehennemliklerden, çokça tehassür, nedamet ve hasret sudur
edecektir. Hasretin cennetlikler arasında da vuku
bulacağı ileri sürülmüştür. Onlar arasında böyle bir hasretin, yüksek makamlara
ulaşan ve en önde bulunanlardan olmadıktan için sudur edeceği de ileri sürülmüştür.
Doğru olanı, birinrisi. Çünkü hasret, kederlenmek demektir. Bu ise cennetlikler
için uygun düşmez.
[135]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Emrinin yerini bulacağı vakit ile" ifadesine gelince bu hususta da
şu izahlar yapılmıştır:
1) Bunun
manası, "Delillerin beyânı, mükâfat ve ceza işinin açıklanması ite ilgil
emir yerine getiriliğinde" şeklindedir.
2) Bu,
"Hasret gününde, dünyanın fena bulması ve teklifin de kalkması ile ilgili
'ış'rta eöMrtjınde" artammöaâır.Bmncısı, bügruya âaYıa yaVınâır.
ÇunVû,CenaVı
Hak, "onlar hala
iman etmiyorlar" buyurmuştur. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki. Hüccet ve
beyyineferin ortaya çıkmasına rağmen, onların hala gaflet içinde olduklarını ve
iman etmediklerini beyân buyurmuştur.
3) Rivayet
olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, Cenâb-ı Hakk'ın buyruğunun manası sorulduğunda o: "Ölüm
kıyamet günü güzel bir koç şeklinde getirilip de kesildiğinde, her iki topluluk
da bun? bakar, böylece bu, cennet ehlinin, sevincini kat kat cehennemliklerin
de kederini kat kat artırır" buyurdu.[136] Bil
ki olum bir "araz"dır, vasıftır; binâenaleyh, canlı birşey olamaz.
Tam aksine bununla, "Artık bundan sonra kesinlikle ölüm yoktur"
manası kastedilmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi, "onlar o günden ve o
hasretin keyfiyetinden gafildiler; ifadesi de, "Onlar, bu güne iman da
etmezler" demektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Şüphe yok ki, arza ve onun
üzerinde bulunan kimselere biz varis olacağız" buyurmuştur. Yani,
"Bütün bu işler, zararın ve faydanın ancak Allah'a ait olduğu hakikatine
varıp dayanır" demektir. "Onlar ancak bize döndürüleceklerdir"
Yani, "Bizim hükmümüzün ve yargılamamızın ifa edildiği yere" demektir.
Çünkü Allah Teâlâ, kendisine ulaşılacak Olan bir mekândan münezzehtir. Bu,
asiler için, büyük bir korkutma ve etkili bir caydırmadır.
[137]
"Kitabda,
İbrahim'i de an. Çünkü o. sıdh bütün bir peygamberdi. Bir vakit c. babasına
(şöyle) demişti: ''Babacığım, işitmez, görmez, sana hiçbir faydası
olmaz şeylere neye tapıyorsun? Babacığım, bana
muhakkak ki sana
jelmeyen bir ilim
gelmiştir. O halde bana uy da seni dümdüz bir yola
çıkarayım. Babacığım, şeytana tapma. Çünkü şeytan.
Rahman'a çok asi
olmuştur. Babacığım,
hakikaten korkuyorum ki Rahmandan sana bir azâ gelip çatar da şeytana dost
olmuş olursun"(Meryem, 41-45).
Bil ki bu sûrenin
gayesi, tevhîdi, nübüvveti ve haşri beyan etmektir. Tevhidi inkâr edenler,
Allah Teâlâ'dan başka ma'bud olduğunu söyleyen kimselerdir. Bunlar da iki
kısımdır: Bir kısmı, Allah'dan başka hayy (diri), akıllı, anlayışlı bir mabudun
bulunduğunu kabul edenler Bunlar Hristiyanlardır. Diğer grub ise, Allah'ın
dışında cansız, hayy olmayan, aklı ve anlayışı bulunmayan bir ma'budun
bulunduğunu kabul eder. Bunlar da put perestlerdir. Bu iki kısım, sapıklık
açısından müştereklik arzetseler bile, ancak ne varki ikinci kısmın sapıklığı
daha büyük,daha şiddetlidir. Binâenaleyh, Cenâb-t Hak, birinci fırkanın
sapıklığını beyan edince, ikinci fırkanın yani putperestliğin sapıklığı
hususunda söze baştyarak. "Kitabta an" buyurmuştur. Bu ifade, Cenâb-ı
Hakk'ın {Meryem. 2) ayetine atıftır. Hz. isa (a.s) ve Zekeriyya (a.s)'tn
kıssası sona erince, Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek istemiştir: "Zekeriyya
(a.s)'ın halini anlattım. O halde sen de ey Muhammed, İbrahim (a.s)'in halinden
bahset" Cenâb-ı Hak Hz. Muhammed (s.a.s)'e, Hz. fcr-.htan (a.s)'den
bahsetmesini emretmiştir. Çünkü, ne Hz. Muhammed {s.a.s), ne kavmi \»j ne tie,
beldesinde bulunanlar itim ve kitab mütalaa etmekle meşgul değillerdir.
Binâenaleyh Hz. Muhammet (s.a.s) bu kıssayı olduğu gibi, hiçbir ilavede
bulunmaksızın ve eksik bırakmaksızın haber verip anlatınca, bu gaybtan
bir haber verme ve onun nübüvvetine delâlet eden kesin bir mucize olmuş olur.
[138]
Cenâb-ı Hak şu
sebeplerden dolayı Hz. İbrahim (a.s)'in kıssası-1 anlatmaya başlamıştır:
1) Hz.
İbrahim (a.s), Arabların atasıdır. Onlar, onun şanının yüceliğini, dininin
paklığın kabul ediyorlardı. Nitekim Cenâtn Hak, "... babanız îbrahin'in
din (inde olduğu) _f;6r'(Hac,78) ve ""kendini bilmeyenden başka kim
İbrahim'in dininden yüz çevirir?" (Bakara, 130) buyurmuştur. Buna göre,
Cenâb-ı Hak Arablara sanki şöyle demek istemiştir: "Eğer sizler
atalarınızı taklit ediyor iseniz ki bu sizin, "Muhakkak ki biz atalarımızı
bir ümmet üzere bulduk. Biz de hakikaten onların izlerine uymuşlarız' (z.muf,
23) şeklindeki sözünüzden anlaşılmaktadır, sizin atalarınızın şerefliyi ve en
kıymetlisinin, Hz. İbrahim (a.s) olduğu da malumdur. O halde, putlara ibadeti
terketme hususunda o İbrahim (a.s)'ı taklit ediniz. Yok eğer, istidlalde
bulunanlardan iseniz, putlara ibadet etmenin yanlış olduğunu anlayabilmeniz
için, Hz. İbrahim (a.s)'ın getirdiği delillere iyice bakınız. Netice olarak, ya
taklit ederek. ya da istidlali olarak, Hz. İbrahim (a.s)'e tabi olunuz"
2) Hz.
Peygamber (s.a.s) zamanındaki inançsızların pek çoğu, "Biz, atalarımızın
ve ecdadımızın dinini nasıl terkederiz?" diyordu. İşte bundan dolayı
Cenâb-ı Hak. Hz. İbrahim (a.s)'in kıssasını zikrettiği ve onun, babasanın
dinini terketiğini, onun sözünü delil ile çürüttüğünü ve kafirlerin, baba
tarafını delil tarafına tercih etmenin, en büyük ve en kıymetli ata olan Hz.
İbrahim (a.s)'e bir karşı çıkma olacağını anlamaları için, delile
uymayutakliden ataya uymaya tercih ettiğini beyan buyurdu.
3)
Kâfirlerin ekserisi, taklide tutunuyor, istidlale yanaşmıyorlardı. Nitekim,
Allah Teâlâ bu hususu, "Muhakkak ki biz atalarımızı bir ümmet üzere
bulduk. Biz de hakikaten onların izlerine uymuşlarız"(Zuhr_f.23) ve
"Biz atalarımızı bunlann tapıcılan olarak bulduk"(Enbiya, S3)
ayetlerinde onların sözlerini nakletmiştir. Böylece Cenâb-ı Hak onların bu
yolun sakat olduğuna dikkatlerini çekmek için, Hz. İbrahim (a.s)'ın istidlal
yoluna tutunduğunu, onu tercih ettiğini anlatmıştır.
[139]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Hz. İbrahim (a.s)'in vasfı hakkındı, "Çünkü o, sıdh bütün bir
peygamberdi" buyurmuştur. "Sıddîk"ı ne demek olduğu hususunda,
şu iki görüş ileri sürülmüştür:
a) Bu tabir
Hz. İbrahim (a.s)'in son derece sadık ve doğru olduğunu ifade eder. Bu, âdeti
doğruluk olan kimseler hakkında kullanılır. Çünkü bu kalıb, bu manayı ifade
eder. Nitekim, bu fiilleri âdet edinip onlara gönül vermiş kimseler için,
Reculun himmîr) "Çok içki içen kimse ve (Reculun sıkkîr) "çok sarhoş
b) O, hakkı
adamakıllı tasdik etmiş ve böylece de, bu haliyle meşhur olmuştur. Brrinci
izah, daha uygundur. Zira birşeyi tasdik eden, o tasdikte samimi ve doğru
olduğu zaman ancak "sıddîk" ismiyle vasfedilir. Binâenaleyh, iş yine
birinci izaha varıp dayanmaktadır.
İmdi, şayet,
"Cenâb-ı Hak, 'Allah'a ve peygamberlerine iman edenler (yok mu?) İşte
sıddîkler onlardır, Allah için şahidlik edenlerdir" (h&û\ü, 19)
buyurmar.iŞ midir?" denilirse biz deriz ki: Burada sıddîk yine, Allah'a ve
Resulüne iman edenlerin bu tasdik işinde sadık oldukları manasını ifade eder.
Bil ki Hz. Peygamber (s.a.s)'in de, haber vermiş olduğu her şeyde sadık olması
gerekir. Çünkü, onu doğrulayan Cenâb-ı Hak'tır. Allah'ın doğruladığı kimse ise,
sadıktır. Aksi halde Allah'ın yalan söylemiş olması gerekir. Binâenaleyh
bundan, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, söylediği herşey hususunda sadık olduğu
neticesi çıkar. Birde, peygamberler, Allah'ın insanlar üzerindeki şahitleridirler.
Nitekim, Cenâb-ı Hak'da, "Her ümmetten birer şahid, onların üzerine de
seni bir şahid olarak getirdiğimiz zaman (halleri) nice olur?" (Nisa, 41)
buyurmuştur. Şahidin sözü ancak, o yalan söylemediği zaman kabul ecüîir.
İmdi şayet, "Siz,
Hz. İbrahim (a.s)'ın "Tam aksine bu işi onların şu büyüğü yaptı"
(Enbiya, S3) ve "doğrusu, ben hastayım" (Saftât 89) şeklindeki
sözleri hakkında ne dersiniz?" denilirse, biz deriz ki: Biz, bu ayetlerin
tefsirini yaparken, bu tür şeylerin yalan olmadığını apaçık delillerle izah
ettik. Binâenaleyh, her peygamberin sıdctîk olması gerektiği ama her sıddîkın
peygamber olması gerekmediği sabit dlunca, bununla sıddîkların mertebesinin
peygamberlerin mertebesine yakın olduğu ortaya çıkmış olur. İşte bundan dolayı
Allah Teâlâ onun sıddîk olmasını zikrettikten sonra, onun peygamber olduğunu
bildirmiştir.
"Nebî"nin
manası ise, o kimsenin hem Allah hem de insanlar katında kadr ü kıymetinin yüce
olması demektir. Allah'ın kendisiyle kullan arasında vasıta kıldığı kimsenin'yüceliğinden
daha yüce hangi yücelik olabilir?
Cenâb-ı Hakk'ın,
buyruğundaki kâne kelimesine, sâre (oldu, haline geldi) manası verildiği gibi,
vuclde (... sıddîk ve nebi olarak bulundu) manası da verilmiştir. Yani,
"O, varoluşunun başlangıcından, son anına kadar sıddîk ve ma'sum olmakla
vasf edil mistir, muttasıftır" demektir. Keşşaf Sahibi, bu cümlenin bedel
ile mübdelun minh, yani arasına girmiş olanitiraziyye cümlesi olduğunu
söylemiştir. Bunun bir benzeri de, senin mesela "Zeyd'i gördüm. -Ne güzel
adamdır o- senin kardeşini" şeklindeki sözün gibidir, ifadesindeki iz edatının, yâ kâne fiiline, ya
da ifadesine taalluk etmesi caizdir. Yani, "o, babasına bu sözleri
söylerken, sıddîkların ve peygamberlerin hususiyetlerini üzerinde taşıyan
birisi idi" demektir.
Ayetteki "Babacığım" tabirine gelince, bunun
sonundaki te harfi izafet yasından bedeldir. Çünkü, hem bedel ile, hem de
kendisinden bedel yapılan
kelime birarada
bulunamıyacağt için, yâ {Yâ ebeti) denilemez. Bazan, etif yâ'dan bedel
yapılarak, (Yâ ebetâ) şeklinde de
söylenebilir.
[140]
Bil ki, Cenâb-ı Hak,
Hz. İbrahim (a.s)'ın, babasına karşı şu dört çnçiî sözü söylediğini
nakletmiştir.
Birinci Nev'i Onun,
görmez sana hiçbir faydası olmaz şeylere neye tapıyorsun?" şeklindeki
sözünün İfade ettiği husustur. Cenâb-ı Hak, putları da harbin ulûhiyyeti
zedeleyecek; (putların ilâh olmadığını gösterecek) üç sıfatla nitelemiştir.
Bunu birkaç yönden izah edebiliriz:
a) İbadet
tazimin zirveye ulaşmasını gösterir. Binâenaleyh ona ancak, son derece fazla ve
bol nimet veren (mun'im olan) kimseler müstehak olabilir. Böyle olan ise.
Cenâb-ı Hakk'ın, (Maryam,») ayetinin tefsirinde de izah etiğimiz gibi,
nimetlerin usûl ve fürû lanntn kendisinden sadir olduğu ve kaynaklandığı
İlâhdır. Yine Cenâb-ı Hak, "Allah 'a nasıl olup da küfrediyorsunuz?
Halbuki siz ölüler iken O (sizi) diriltti" (Bakara. 28) buyurmuştur. O
putların, mun'im olmadıkları müddetçe, onlara şükür ii3 meşgul olmanın caiz
olmayacağı zaruri olarak bilindiğine göre, onlara ibadetle iştiğa! etmenin caiz
olmaması gerekir.
b) O putlar,
duymayıp görmeyip ve kendilerine itaat edenleri isyan edenlerden ayırd
edemediklerine göre, onlara ibadet etmenin ne anlamı olabilir ki? İşte bu,
senin dikkatini, kulun, mabudun hataya düşmesinden emin olabilmesi için, ilâhın
bütün malûmatı bitmesi gerektiği hususuna çeker, yöneltir.
c) Duâ,
ibâdetin iliği ve özüdür. Binâenaleyh put, duâ edenin duasını duymadığına göre,
ona ibâdet etmede ne gibi fayda olabilir ki? O, kendine yaklaşanın yaklaşmasını
göremediğne göre, bu yaklaşmada ne fayda bulunabilir?
d) Duyan, gören, fayda ve zarar veren, bütün
bunlardan uzak ve berî olandan, daha üstündür. İmanda bu sıfatlar vardır.
Binâenaleyh insan, puttan daha üstün ve daha mükemmeldir. Bu sebeple daha üstün
ve daha faziletli olanın, daha değersiz ve daha düşük olana ibâdet ve duâ
etmesi nasıl uygun olur?
e) Putiar, ne fayda ne de zarar vermeye güç
yetiremeyince onlardan herhangi bir menfaat beklenemez ve onların verebileceği
herhangi bir zarardan endişe edilmez. Binâenaleyh, onlara ibâdet etmenin ne
manası vardır?
f) Cenâb-ı
Hakk Hz. İbrahim (a.s)'in, onları kırdığı ve onları paramparça ettiğmi de
naklettiği gibi, onlar kendilerini kırılmaktan ve bozulmaktan koruyamadıklarına
göre, başkalarının onlardan ne beklentisi olabilir?
Bil ki Cenâb-ı Hak,
putları şu üç cihetten ayıplamıştır:
a) Duymamaları.
b) Görmemeleri.
c) Hiçbir fayda verememeleri.
Buna göre Hz. İbrahim
(a.s) babasına sanki, "Bilakis, ulûhiyyet, sadece benim Rabbime aittir.
Çünkü O, duyar, duâ edenin duasına icabet eder ve görür. Nitekim Allah Teâlâ,
"Çünkü Ben, sizinle beraberim- Ben işitirim, görürüm" rrahâ, 46)
buyurmuştur. Maksad, işitip gördüğünü, böylece ihtiyaçlarını giderdiğini
bildirmektir. Keza "Yoksa bunalmışa, kendisine duâ ettiği zaman, icabet
eden {...)"çamı. 62) buyurmuştur. "Yani icabet eden Allah böyle
olmayan putlara kıyaslanabilir mi? demektir.
Bil ki bu ayetteki
ifadesi, bizzat ibâdet manasına alınmıştır. Ama Hz. İbrahim (a.s) üçüncü
sözündeki "şeytana tapma" ifadesine, bu mana verilemez. Tam aksine
bununla, "tâat" manası kasd edilir. Çünkü onlar şeytana
tapmıyorlardı. Binâenaleyh, bu ifadeyi tâat anlamına hamletmek gerekir. Bir de
biz şöyle diyoruz: Bizim burada, delilden dolayı, ayet-i kerimenin zahirini
terketmemizden, birinci nevi sözde delüsiz olarak ayetin zahirini terketmemiz
gerekmez.
[141]
İmdi şayet,
"İbrahim (a.s)'nın babasının, o putların, kadir, hür ve irade sahibi,
nsanları ve canlıları yaratan anlamında bir ilâh olduğuna inandığı yahut, onun
böyle inanmadığı tam aksine o putların, yıldızların heykelleri olduğuna, bu
alemi idare eden ilâhların ise yıldızlar olduğuna, dolayısıyla, yıldızlara
duyulan saygıdan dolayı onların heykellerine saygı duyulması gerektiğine
inandığı ya da, bu putların, Allah katında saygıdeğer olan insanların
heykelleri olduğuna dolayısıyla bu putlara saygı göstermenin o şahısların,
Allah katında kendileri için şefaatçi olmalarını gerektirdiğine inandığı,
veyahut o putların, o yıldızlarla olan özel ilişkileri sebebiyle meydana gelmiş
olan birtakım tılsımlı güçler olduğuna, böylesi şeyierinse az meydana geldiğine
ve o putların şefaatçi olacaklarına inandığı, veyahutta put perestlerden
nakledilen diğer gerekçelere dayandığı söylenet*1
Eğer, Hz. İbrahim
(a.s)'in babası birinci kısımdan idiyse onun, deliliğin doruk noktasında
olması, gerekirdi. Çünkü, o anda yontulan ve böylece yapılan o kütüklerin
(putların), göklerin ve yerin yaratıcısı olmadığını bilmek, zarurî bilgilerin
en açık olanlarındandır.
Binâenaleyh, bu hususta şüphe eden bu,
açık ve zarurî
bilgilerden dolayı, aklını kaybetmiş, böylece de mecnun, deli olmuş olur.
Mecnuna delil getirmek ve onunla münazara etmek ise, caiz değildir. Eğer ikinci
kısımdan ise, bu deliler bunlardan hiçbirine zarar vermez. Çünkü, bu inanç
ancak yıldızların diri olmadıklarına, maddeleri ve hayatı yaratmaya kadir
olamadıklarına delil getirmekle çürütülebilir. Burada zikredilen delilin, bu
neticeyi vermediği malûmdur. Böylece biz, bu delâletin her türlü takdire göre
faydasız olduğunu anlamış □ulunuyoruz" denilirse, biz deriz ki:
Yontulmuş o
kütüklerin, putların alemi yaratmaya kabiliyetli varlıklar olmadığının
insanlara saklı ve gizli kalmayacağında bir anlaşmazlık yoktur. Onların bu
inançları, ikinci duruma göredir. İbrahim (a.s) bu delilleri onlara, onların o
putlara ibâdet etmenin ya tılsımlardan meydana gelen özel bir yöntemle
veyahutta yıldızların fayda ve zarar verdiklerine inanmaları sebebiyle, bir
fayda sağlayacaklarına inandıkları için getirmiştir. İşte bu sebeple Hz.
İbrahim (a.s), onlara tâat etmenin herhangi bir faydasının; tâattan yüz
çevirmede ise herhangi bir zararın bulunmadığını binâenaJeyh, onlara ibâdet
etmenin makul ve yerinde bir iş olmayacağını beyân etmiştir
Üçüncü nevî': Hz.
İbrahim (a.s)'in "Babacığım, şeytana tapma. Çünkü şeytan, Rahmana çok asi
o/muştur" şeklindeki sözüdür. Bu, "Ona itaat etme, çünkü o, Allah'a
isyan etmiştir" demektir. Böylece Hz. İbrahim (a.s) işte şeytanın bu
sıfatını zikrederek, babasını onun sözünü dinlemekten nefret ettirmeye
çalışmıştır. Çünkü bu sıfat, nefret ettirici özelliklerin en büyüğüdür. Bil ki
İbrahim (a.s) ihlasda öylesine ileri gittiği için, şeytanın suçlarından sadece
Allah'a isyan edişini dile getirmiş, Hz. Âdem (a.s)'e olan düşmanlığından
bahsetmemiştir. Sanki şeytanın irtikâb etmiş olduğu isyanlardan en büyüğünü
nazar-ı itibara almak, Hz. İbrahim (a.s)'in zihnini diğerlerini görmekten
alıkoymuştur. Hem sonra Allah'a karşı asi olma, ancak görüşü zayıf olanlardan
sudur eder. Böyle olanın görüşüne, iltifat edilmemesi, değer verilmemesi gerekir,
Bu durumda şöyle bir
soru yöneltilebilir: "Bu söz ancak şu gibi bazı şeylerin kabul edilmesine
dayanır:
a) Bir yaratıcının varlığının kabulü,
b) Şeytanın mevcudiyetinin kabulü,
c) Şeytanın Allah'a asi olduğunun kabulü,
d) Şeytan
asi olduğuna göre, hiçbir hususta ona itaatin caiz olmadığının kabulü,
e) O insanın
inandığı itikadın, şeytana taattan elde edilmiş olması. Malumdur ki, muarıza
karşı getirilen delilin, malum ve müsellem (onun tarafından da kabu edilen)
birtakım mukaddimelerden meydana gelmiş olması gerekir. Belki de Hz. İbrahim
(a.s)'in babası bütün bu hususlarda şüphe içinde idi. Nasıl olmazdı ki o,
Nemrud dışında hiçbir ı!ah tanımıyordu. Öyle ise o daha nasıl Rahman olan bir
İlahın varlığını kabul edebilirdi ? O, böyle ilahın varlığını kabul etmediğine
göro. c şeytanın Rahman'a âsi olduğunu nasıl kabul edebilir? Sonra onun bunu
kabui ettiği varsayılsa bile, hasım ssrf bu söz ile, inancının şeytandan
kaynaklandığını nass! kabul edebilir? Aksine o belki de bu delilleri karşı
delil olarak kullanabilir?"
Buna cevap olarak
deriz ki: Âzer'in inancının batıl olduğunu ortaya koymada dayanılan hüccet, Hz.
İbrahim (a.s)'in tâ ilk baştan söylediği, "işitmez, görmez, sana hiçbir
faydası olmaz şeylere niçin tapıyorsun?" şekfin^eKİ sözüdür. Sonraki sözleri
ise, bir korkutma (ikâz) ve onu o delillere sevkedeceK (ar?lamasını sağlayacak)
bir işaret gibidir. Bu açıklama karşısından o soru düşer.
Dördüncü nev'î:
"Babacığım, hakikaten korkuyorum ki Rahman 'dan sana bir azab gelip çatar
da şeytana dost olmuş olursun " şeklindeki sözüdür. Ferrâ ayetteki,
"Korkuyorum ki" kelimesinin, "biliyorum ki" demek olduğunu
söylemiştir. Ekseri alimter bunun zahiri manasna göre alınması gerektiği
kanaatindedirler. Ferrâ'nın görüşü, İbrahim (a.s)'in, babasının küfür üzere
öleceğini bilmesi durumunda doğru olur. Bu ise bilinemez. Binâenaleyh bu
kelimeyi zahiri manasına göre almak gerekir. Çünkü onun babasının imân etmesi
ve böylece cennetlik olması mümkün olduğu gibi, küfrünü sürdürmesi küfrü üzere
ölmesi ve böylece de cehennemliklerden olması da mümkün idi. Bunun böyle
olduğunu bilen endişe duyar, yoksa kesin hüküm vermez. Bil ki başkasına bir
zararın geleceğini sanan, ancak o zararın ona gelmesinden dolayı kalbi üzülüp
acı duyacak birisi olduğu zaman, "Korkan" adını alır. Nitekim, "Ben,
çocuğum için korkuyorum" denilir.
[142]
Hz. İbrahim (a.s)'in
"Şeytana dost olmuş olursun" ifadesi hakkında âlimler şu izahları
yapmışlardır:
a) Babası, Allah'ın azabına düçâr olduğunda
Cehennem'de şeytanla beraber olmuş olur. Dostluk, beraberliğe sebebtir.
Sebebin, müsebbeb (netice) manasında kullanılışı ise, hernekadar hakiki manada
dostluk demek değilse bile, mecazidir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Dostlar o gün birbirine düşmandır." Takva sahihleri
müstesna"(Zuhruf, 67) ve "Kıyamet günü kiminiz kiminizi inkâr (red).
kiminiz kiminize lanet edecektir"(Ankebut, 25} buyurmuştur. Yine Cenâb-ı
Hak şeytanın onlara, "Esasen beni evvelce (Allah'a) ortak tutmanızı da
tanımamıştım ya "(ibrahim. 22) diyeceğini bildirmiştir. Bil ki eğer bahsedilen
azab, âhiret azabı manasında olursa, bu müşkil söz konusudur. Ama ondan murad,
dünyevi azab olursa, problem ortadan kalkar.
b) Bu azab,
"hızlan" (Allah'ın yardımsız bırakması) manasına da hamledilebilir.
Yani, "Ben, sana hızlan azabının gelip çatmasından ve böyece şeytana bir
dost olmandan ve Allah'ın senden,
şu ayette buyurduğu gibi uzak
kalmasından korkuyorum. "Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost
edinirse, apaçık bir zarar-ziyana düşmüş o/ur" (Nisa. 119)
c) Ayetteki
(velî) dost, "şeytanın izinde giden" demektir. Nitekim baharda
peşpeşe yağan yağmurlara da, vely denilir.
Eğer, "Hz. İbrahim (a.s)'in, "Hakikaten korkuyorum ki Rahman'dan sana
bir azab gelip çatsın" sözü, şeytana dost olmanın, bu azabtan daha kötü ve
büyük olmasını gerektirir. Öyle ise bunun sebebi nedir?" denilirse, buna
şöyle cevap verilir: Cenabı Hakk'ın, "(Allah )n) rızası daha büyüktür,
işte bu en büyük mutluluktur"(Tevbe. 72) ayetinde buyurduğu gibi, Allah'ın
rızası da vereceği mükafaattan daha büyüktür. Binâenaleyh Allah'ın rızasının
tam karşıtı olan şeytana dost olmanın, azabın kendisinden daha büyük ve daha
kötü olması gerekir.
[143]
Bil ki İbrahim (a.s)
bu sözü, çok güze! bir sıra İçinde söylemiştir: Çünkü önce putlara ibadet
etmekten alıkoyacak şeylere dikkat çekmiş; sonra babasına taklidi bırakıp
tefekküre ve istidlale tâbi olmasını söylemiş, daha sonra da şeytana itaat
etmenin aklen doğru olmadığına işaret etmiş ve sözünü, insanı uygun olmayan
şeylere yönelmekten alıkoyacak bir tehdid île noktalamıştır. Hem sonra Hz.
İbrahim (a.s) bu güzel sözlerini gayet nazik ve yumuşak bir üslûpla
söylemiştir. Çünkü her sözünün başında, "Babacığım" deyişi, babasını
çok sevdiğine, onu itâhi azabtan kurtarma arzusu içinde oiduğuna, doğruya ve
güzele iletmek istediğine bir delildir. İbrahim (a.s)'in sözünü,
"Hakikaten korkuyorum ki" cümlesi ile bfflrmOBİ de, kalbinin
babasının yararına olan şeylere ne denli ilgi duyduğuna delâlet eder. O bunu şu
sebeblerden ötürü yapmıştır:
a) Babalık
hakkını ödemek için... Nitekim Allah Teâlâ, "Ebeveyninize de iyilikte
bulunun" {kra, 23) buyurmuştur. Babayı, hak dine götürmek ise, en büyük
iyiliktir. 3inâenaleyh buna bir de, babaya karşı edebi gözetme ve yumuşak
davranma eklenirse, bu nurun âlâ nûr (nûr üzerine nûr) olur.
b) Hakka
sevkedenin sözünü katı ve sert bir üslûpla değil, mutlaka yumuşak ve nazik
olarak söylemesi gerekir. Çünkü bu
kimsenin1 katı ve sert konuşması dinleyenlerin haktan yüz çevirmesine âdeta bir
sebeb olur ve böylece bu gerçekte sanki iğvâ etme (saptı: ma) için bir çaba
olmuş olur.
c) Ebu
Hureyre (r.a) Hz. Peygamber (a.s)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir.
"Allah Teâlâ
ibrahim (a.s)'e şöyle vahyetti: Sen benim Malilim (dostum)sun. Binâenaleyh
kâfirlere karşı bile ahlakını ve davranışını güzeileştir ki ebrânn (iyilerin)
girdiği yere giresin. Çünkü huyunu güzelleştirenler için hükmüm (takdirim,
ezelde) şöyle yazılmıştır: Ben onu Arşımın altında gölgeleyeceğim, Kutsiyyet
alanımda yerleştireceğim ve onu kendime yaklaştıracağım "[144]
Allah en iyi bilendir.
[145]
"(Babası) dedi
ki: "İbrahim, sen benim tanrılarımdan yüz çeviriyorsun?
Andohun ki (bundan) vazgeçmezsen, seni muhakkak
taşlarım. Uzun bir
müddet benden ayrıl,
git." (ibrahim de şöyle) dedi: "Üstüne selâmet!. Senin
için rabbime istiğfar
edeceğim. Çünkü O, bana çok lutufkârdır. Sizi ve Allah'ı
bırakıp taptıklarınızı terkedip gidiyorum. Rabbime duâ
edeceğim. Umulur ki
Rabbime yapacağım duâ
sayesinde bedbaht olmam"
(Meryem, 46-48).
Bil ki İbrahim (a.s)
babasını tevhide çağırıp, putlara ibadetin yanlışlığının delillerini getirip,
bunların peşisıra en beliğ bir şekilde vaz-u nasihatta bulununca ve bütün
bunları da nâzik ve yumuşak bir şekilde söyleyince, babası bütün bunlara ters
bir cevabla karşılık verip, İbrahim (a.s)'ın delillerine taklid ile mukabele
etti. Çünkü o, Hz. İbrahim (a.s)'in delillerinin karşslığincia sadece "Sen
benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun" dedi ve böylece
taklidie-cehaletle putların ilahltğinı iddiada İsrar etti, Hz. İbrahim (a.s)'in
vaz-u nasihatına akılsızca cevap verdi. Çünkü onu dövüp-sövme ile tehdid etti
ve onun "Babacığım" şeklindeki yumuşak sözüne, sertlik ve kabalıkla
mukabele etti\ Çünkü o İbrahim (a.s)'s "Evladım!" demeyip, aksine
İbrahim!" dedi. Allah Teâlâ bütün bunları, Kz. Muhammed (s.E..s;'e müşriklerden
göreceği eziyetten ötürü, kalbinin yükü hafiflesin ve böylece de, oshi!
kimselerin eskiden beri bu üslûp ve gidişatta olduklarını bîls
Hz. İbrahim (a.s)'in
babasının, "ibrahim, sen ben tanrılarımdan
yüzmü
çeviriyorsun?" şeklindeki sözüne
gelir.ca, eğer o bunu bir sou olarak sormuş ise, bu bir hızlandır. Çünkü o, Hz.
İbrahim (a.s)'ir, tekrar e. .ıdan,
delillere dikkat çekmesinden ne damek İstediğini
an!ar;. ve onun busözlerinin putlardan son derece nefretini dile getirdiğini
biliyodu.Öyleyse daha bu soruyu
sormanın ne manası var? Yok eğer o bu sözü . ade etmek için soy
ise, faydası olmayan bir deiilaen yüz çevirnı bK ne var? Bütün hayret
ancak, putlara ibadet hususunda söz kc, tm (a.s)'İn
ileri
sürdüğü deüi, putlara ibadet etmenin
câizıiğir-i ibtai e aklı olanın onlara ibadet etmeye nasıl râzi
ote&üeceğine dâir olan taaccübü (htyrtti) do ifâde etmektedir.
Binâneleyh babası, onun delile dayalı bu açık
taaccübüne, deiıie dayalı olmayan fâsid bir taaccüb ve şüphe ite mukabelede
bulunmuştur. Böylesi bir taaccübe ise hayret edileceğinde şüphe yoktur[146]
Hz. İbrahim (a.s)'in
babasının "Andolsun ki-bundan vazgeçmezsen, seni muhakkak taşlarım. Uzun
bir müddet benden ayrıl, git!" şeklindeki sözü ile ilgili birkaç mesele
vardır:
[147]
Bunda geçen
"recm" (taşlama) ile ilgili iki izah yapılmıştır:
1) Bu, dil
ile yapılan taşlamadır. Yani sövüp saymak ve
kınamaktır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhsan (namuslu ve evli) kadınlara
(iftira) atanlar" yani sövüp sayanlar (N0r4), ayetibu manadadır. Kendisine
lanet edilen kimseye "racim" denilmesi de bundandır.
Mücâhid şöyle der: "Kur'ân'da geçen bütün
"recm" kelimeleri, şetm (sövme-kınama)
manasındadır.
2) Bu, el
ile taşlamadır. Buna göre, âlimler ayet hakkında şu izahları yapmışlardır:
a) Ben, seni taşlamaları yahut öldürmeleri için,
insanlara (herkese) senin durumunu açıklayacağım.
b) Benden uzaklaşasın diye, seni taşlayacağım,
sana taşlar atarım.
c) Müorric
bu kelimenin Kureyş tügatında, "seni öldüreceğim" manasına geldiğini
söylemiştir.
d) Ebu
Müslim (r.a) şöyle der: "Bundan kastedilen, taşlayıp öldürmektir. Fakat bu
bazan mecazi olarak, tardetmek. uzaklaştırmak, kovmak manasında da kullanılır.
Babasının bu sözle, kovma manasını kastettiğine, onun "uzun bir müddet
benden ayni, ^"şeklindeki sözü de delâlet etmektedir" der. Bil ki
"recm"in asıl manası, "ricam" ile (ip ucuna bağlı taş ile)
taşlamaktır (atmaktır). Binâenaleyh bunu bu manaya hamletmek daha evlâdır.
İmdi, şayet ayetteki, "uzun bir müddet benden ayni, git" ifadesi,
"recm" ile sövüp-sayma manasında bir taşlama olduğunajja_delâlet
etmez mi?" denirse, biz deriz Ki: "Hayır. Çünkü Hz. İbrahim (a.s)'in
babası, onu yakınında kalması halinde "recm" ifa tehdid etmiş ve
bundan kurtulmak için uzağa gitmesini söylemiştir. O halde o da bu ifadenin
manasına dahildir"[148]
Ayetteki, "Uzun
bir müddet benden ayni, git" ifadesi ile ilgıü şu iki izah yapılmıştır:
a) Bununla,
"Artık bana söz söylemeyi bırak" manası kastedilmiştir.
b) "Bu
evden ve şehirden ayrılıp, uzaklaş" manası kastedilmiştir. Bu şekil
hicret, peygamber ve müminlerin hicretidir. Yani, "Seni gözümün görmemesi
için, benden uzaklaş" demektir. Bu ikincisi, ayetin zahirine uygundur.
[149]
Ayetteki meliyyâ
tabiri hakkında da şu iki izah yapılmıştır:
1) Bu uzun
bir zaman demektir. Bu, Arapların JVi Jt J^ ^*^' & YJy* "Falancanın
üzerinden uzun zaman geçti." şeklindeki deyimlerinden alınmıştır.
2) Bu,
"Vurup seni devirmeden böylece de, uzaklaşıp ayrılamaz hale gelmezden
önce, benden ayrılıp uzaklaş." demektir. Arapça'da sözünün manası da: "Falanca kimseyi şu iş
harabediyor, ona zor dayanıyor" demektir.
[150]
Ayette ki ve'hcurnî
(Benden ayrıl git) ifâdesi, mahzûf olan bir fiil üzerine matuftur ve ona da
"seni taşlarım"fiili
delâlet etmektedir,
yani, "seni taşlamamam için, benden çekin ve benden ayrılıp git."
demektir.
Sonra İbrahim (a.s.),
babasından bu sözleri duyunca ona şu iki şeyle cevap verdi:
Hz. İbrahim (a.s)'in
birinci cevabı: Ondan uzaklaşacağını va'detti. Çünkü babası ona uzaklaşıp
gitmesini emredince, o bu emre boyun eğdiğini gösterdi. Çünkü Hz. İbrahim
(a.s)'in "Seiamün aleyke" (üstüne selâmet) ifâdesi, bir sufh yapma ve
anlaşmadır. Bu tıpkı, ''Bizim amellerimiz bize, sizinkiler size "S/ze
selâm olsun. Biz câhilleri aramayız"(Kassas, 55) ve "Câhiller onlara
hitab ettiklerinde, onlar "selâm" c/er/er"(Furkan, 63)
ayetlerinde olduğu gibidir. Bu, nasihat edilen kimsenin cedelleşmesi
(inâdı-karşı koyması) söz konusu olduğunda onu terketmenin ve kötülüğe iyilikle
karşılık vermenin güzel olduğu hususunda bir delildir. Hz. İbrahim (a.s)'in
babasının hakka meyletmesini umarak, ona "selametle" duâ etmiş olması
da muhtemeldir. Baksana o babasına, istiğfar edeceğini de vâdetmiştir. Sonra o,
babasına "selamun aleyke" ifâdesi ile veda ederken, bunun peşistra,
kendisi babasından uzaklaşıyor ise de, babasına karşı duyduğu şefkatinin
eskiden olduğu gibi devam edeceğini gösteren şu ifadeyi eklemiştir: "Senin
için Rabbime istiğfar edeceğim"[151]
Peygamberlerin ma'sum
(günahsız) olduğunu kabul etmeyenler, bu ayeti delil getirerek şöyle
demişlerdir: Hz. İbrahim (a.s), caiz olmayan bir şey yapmıştır, çünkü babası
kâfir olduğu halde, onun için istiğfar etmiştir. Halbuki kâfir olan baba için
evlâdın mağfiret talebinde bulunması caiz değildir. Binâenaleyh bunların
toplamından, Hz. İbrahim (a.s)'in caiz olmayan bir iş yapmış olduğu anlaşılır.
Biz, Hz. İbrahim (a.s)'tn babası için mağfiret talebinde bulunduğunu söyledik.
Çünkü Cenâb-ı Hak, Hz. İbrahim (a.s)'in, "üstüne selamet... senin için
Rabbime istiğfar edeceğim"ve 'Babama mağfiret et. Çünkü o sapmış
olanlardan idi" {Şuan 86) dediğini nakletmiştir. Onun babasının kâfir
oluşu ise, hem Kur'ân'ın açık ifadesi ile, hem de icmâ ile sabittir. Kâfir
babaya istiğfar edilemeyeceği şu iki şeyden ötürüdür:
1) Cenâb-ı
Allah, "Müşrikler için ne peygamberlerin ne de mü'minlerin istiğfar
etmeleri doğru değildir" (Tevbe. m» buyurmuştur.
2) Yine
Cenâb-ı Allah, Mümtehine Sûresi'nde, "ibrahim'de ve onun beraberinde
bulunanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine,
"BU sizden ve Allah'\ bırakıp taptıklarınızdan katiyyen uzağız. Sizi inkâr
ettik!" dernişhrdir. Ancak İbrahim'in babasına, 'senin için istiğfar edeceğim" demesi
müstesna" (Mümıehme, 4) buyurmuş ve insanlara Hz. İbrahim (a.s)'in bu işi
müstesna, diğer işlerini emir ve tavsiye etmiştir. Binâenaleyh bu işin, Hz.
İbrahim (a.s)'d°n sâdır olmuş bir günah (hata) olması gerekir.
Buna şöyle cevap
verilir: Münakaşa ancak "Kâfir için istiğfar etmek caiz değildir"
şeklindeki sözünüz hususundadır. Binâenaleyh bu hususta bir kaç açıdan söz
etmek gerekir
a) Allah'ın
kâfirlere kesinlikle azab
edeceğini söylemek, ancak
nakle (vahye-rivayete) dayanır, Dolayısıyla belki de Hz. İbrahim
(a.s)'in şeriatında o, kâfire kesinlikle azab edileceğine dair birşey bulamamış
ve bundan dolayı babası için mağfiret talebinde bulunmuştur.
b) İstiğfar bazan, Hak Teâlâ'nın, "/man
edenlere söyle, Allah'ın günlerinin (kıyametin) geleceğini ümid etmeyenleri
bağışlasın, onlara aldırış
etmesinler" (Casiye, 14) ayetinde de olduğu gibi, müsamaha etmek manasına
kullanılır. Buna göre ayetin manası, "Rabbimden, sen hayatta olduğun
müddetçe, küfründen ötürü sana peşin dünya azabını vermemesini (sana müsamahalı
davranmasını) isteyeceğim" şeklinde olur.
c)
Hz. İbrahim (a.s) iman edeceğini ümid ettiği
için babası hakkında istiğfar talebinde bulunmuştur. Dolayısıyta bundan ümidini
kesince artık onun için istiğfar etmeyi bırakmıştır. Belki de onun şeriatına
göre, iman etmesi umulan kâfir için istiğfar edilebiliyordu. Bu ihtimalin söz
konusu olduğunun delili, ''Müşriklerin, o çılgm ateşe girecekleri muhakkak
meydana çıktıktan sonra, artır onların lehlerine akrabaları olsalar bile ne
peygamberin, ne de müminlerin istiğfar ermeleri doğru değildir" devbe, mı
ayeti kerimesidir. Böylece Cenâb-ı Aiiah, mağfiret talebinde bulunmaktan
menedişinin, ancak o müşriklerin cehennemlik olduklarını bilmeden sonra
olcuğunu beyân etmiş ve bunun peşine Ce 'İbrahim'in babasına olan istiğfarı,
ancak ona ettiği bir va'dden dolayı idi. Yoksa onun, Allah'ın bir düşmanı
olduğunu kendisince besbelli olunca o, cr.dan uzaklaştı" (Tevbe, H4j
buyurmuştur. Binâenaleyh bu ayet, Hz. İbrahim (a.s)'in babasına, imân ederse
onun için istiğfar edeceği va'dinde bulunduğuna, ama o, iman etmeyince onun
için mağfiret talebinde bulunmayıp, aksine babasından uzaklaştığına delâlet
etmektedir.
[152]
İmdi, eğer durum böyle
olduğuna göre daha Cenâb-ı Hak bizi, "... ancak
İbrahim'in babasına. "Senin için istiğfar
edeceğim" demesi müstesna..."(Mümtehıne. 4i ayetinde, onu bu hususta
örnek edinmekten niçin menetmiştir?" denilirse, biz deriz ki: "Ayet.
onu bu hususta örnek almanın caiz olmadığına delâlet etmektedir. Fakat onu bu
hususta örnek almamızı menetmek, bu fiilin günah olduğuna delâlet etmez. Çünkü
Hz. Peygamber (s.a.s)'in sadece kendisine mahsus pekçok şey vardı. Ama bu
şeyler ona mubah ve^ıelal olmasına rağmen, onun bu işlerini örnek almamız caiz
değildir.
d) Belki de bu
istiğfar, evlâ (daha uygun) olanın terkedilmesi ve "hasenâtü'l-ebrâr
seyyiâtü'l-mukarrebin" (iyi kimselerin hasenatı, mukarrebler, Hakka daha
yakın olanlar tarafından işlenirse seyyiat sayılır) kabilindendir.
Hz. İbrahim (as)
"Çünkü O bana çok lutufkârdır" yani, "yumuşak ve
şefkatlidir" demiştir. Arapçada, bir kimse bir şeye karşı nâzik ve
alabildiğine yumuşak davrandığında,
denilir. HakTeâlâ'nın, "Eğer sizden o (mallarınızı) tamamen isier
ve sizden (istemede) ileri giderse, cimri olursunuz"(Muhammed, 37)
ayetindeki kelime de böyledir, yani iş ileri götürülür, inceden inceye
incelenirse" demektir. Hz. İbrahim (a.s) bu sözü ile şunu kastetmiştir:
"Hak subhanehû bana olan lutfu ve in'amı sebebi ile, dualarımı kabulü
adetâ alışkanlık edindi. Binâenaleyh eğer senin için istiğfar edersem, bu kabul
olur." Böylece Hz. İbrahim (a.s). babasına tevbe etmesi halinde ilahi
mağfiretin hası! olacağı hususunda garanti vermiştir.
Hz. İbrahim (a.s)'in
ikinci cevabı: "Sizi ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızı terkedip gidiyorum"
ifadesidir. Birşeyden itizal, ondan uzaklaşmak demektir. Buna göre mana,
"Ben sizi burada bırakıyor, yolunuz üzere terkediyor sizden uzaklaşıyorum
ve faydayı zararı veren, beni yaratan ve ba^a lutufta bulunan Rabbime ibadete
yöneliyorum. Çünkü sizler, putlara ibadet etmekle helak yoluna girmişsiniz.
Dolayısıyla sizden uzaklaşmam gerekir.
Hz. İbrahim (a.s)'in
"Umulur ki Rabbime yapacağım duâ sayesinde bedbaht olmam" sözü,
"Ben böyle olmayacağımı mraiyotum" demektir. O bu sözü tevâzuundan
ötürü söylemiştir ve tıpkı onun "Allah'ın kıyam?4. günü kusurlanmı
affedeceğini umarım"(Suara.82} demesi gibidir. Hz. İbrahim (a.s)'in,
Allah'a karşı alabildiğine mütevazi olmasına rağmen, "Şaki olmam"
demesinde, "işitmez, görmez, sana hiçbir faydası olmaz şeylere niçin
tapıyorsun" (Meryem 42) sözünde de ifade ettiği gibi, kavminin putlara dua
etmek suretiyle içine düştükleri bedbahtlığa bir tariz vardır.
[153]
'İşte (İbrahim) onları
ve Allah 'dan başka taptıklarını bırakıp çekilince, Biz ona Ishâk) ve Ya'kûb'u
ihsan ettik ve her birini peygamber yaptık. Onlara rahmetimizden lütfettik ve
onlar için çok yüce bir sadakat dili verdik"
(Meryem, 49-50).
Bil ki hiç kimse Allah
yüzünden zarara uğramaz. Çünkü İbrahim (a.s) onları dinlerinde ve yurtlarında
terkedip, Rabbisinin emrettiği yere, Rabbi için hicret etmeyi tercih edince, bu
iş ona ne dini ne dünyevi bakımdan zarar vermemiş, aksine fayda sağlamış ve
Alfah Teâlâ ona, peygamber olacak çocuklar ihsan etmiştir. İnsan içsn, gerek
dini gerekse dünyası bakımından Allah'ın onu Resul yapmasından daha üstün bir
mevki düşünülemez. Zira yarattıklarına resû! yapmakla halka ona itaat
etmelerini şart koşmuştur. Ahiretteki yüce makamı da bambaşka bir mevkidir.
Binâenaleyh Allah Teâlâ'nın onları peygamber kılması, hem din, hem dünya
açısından en büyük nimetlerdendir. Cenâb-ı Allah daha sonra onlara, bunun
yanisıra, yani peygamberliklerinin yanısıra, rahmetinden hibe ettiğini beyân
buyurmuştur ki, bu hibenin içine, mal, makam, taraftar, temiz bir soy ve
zürriyet gibi şeyler girer.
Cenâb-ı Hak sonra
''Onlar için çok yüce bir sadakat dili verdik" buyurmuştur. Ayette
bahsedilen, "lisân-ı sıdk" (sadâkat dili), "güzel övgü, nâm,
şân" demektir. Nasıl, el ile verilen bağış "yed" (el) kelimesi
ile ifade edilirse, dil ile ifade edilen (yapılan) şey de "lisan"
kelimesi ile ifade edilir. Cenâb-ı Hak, Hz. İbrahim (a.s)'in, "(Benden)
sonrakiler arasında, benim için bir lisân-ı sıdk (iyi bir narn)
ı/er"<şuâra, 64) şeklindeki duasını kabul etmiş ve onu insanlar için
numûne-i imtisal kılmıştır. Öyleki her din mensubu, Hz. İbrahim (a.s)'i örnek
aldığını iddia etmiştir. Nitekim Hak Teâlâ da, "Babanız ibrahim'in dininde
olduğu gibi. (Allah) dinde size bir güçlük yüklemedi' (Hacc. 78) ve
"Muvahhid bir müslı'iman olarak İbrahim'in dinine uy"(Nam, 123)
buyurmuştur.
1) Bazı
kimseler şöyle demişlerdir: Hz. İbrahim (a.s), ayette de "İbrahim onları
ve Allah 'dan başka taptıklarını bırakıp çekildi" diye beyan edildiği
gibi, insanlardan ayrılmış, Cenâb-ı .Hak'da onun neslini mübarek kılmış ve
"Biz. ona Ishâk'ı ve Ya'kub'u ihsan ettik ve her birini peygamber
yaptık" buyurmuştur.
2) Cenâb-ı Hakk'ın, "Babasının bir Allah
düşmanı olduğu kendisince besbelli
olunca
(İbrahim) ondan uzaklaştı.İbrahim cidden pek çok tazarru ve niyaz eden.
halim bir zât idi"(jevbe, n4> ayetinde beyan
buyurduğu gibi, o babasından Allah için uzaklaşmıştı. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak
ona, "müslümanların babası" adını vererek, "Babanız İbrahim'in
dint"{Hmcc, 78) buyurmuştur.
3) Hz.
İbrahim (a.s) "(ibrahim) o (İsmail'i) alnı üzere yatırdı"(Sâtfat.
ıra> ayetinde de anlatıldığı gibi, o, kurban etmek üzere Hz. İsmail (a.s)'i
alnı üzere yatırmca, Cenâb-ı Allah, "Ona büyük bir kurbanlık fidye
verdik"(Sâffât, 107) ayetinde beyan buyurulduğu gibi, ona bir koç fidye vermiştir.
4) O,
kendisini âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim ederek, "Âlemlerin Habbine
teslim o/dum"(Bakara, 131) buyurmuştur. Allah Teâlâ da ateşi, serin ve
emin bir yer kılarak, "Ey ateş, ibrahim'e karşı serin ve selamet of
(Enbiya, 69) buyurmuştur.
5) O, bu ümmet üzerine titreyerek, "Ey
Rabbimiz, onların içinden onlara, senin ayetlerini okuyacak ve onları
arındıracak bir peygamber gönder" (Bakara. 129) diye duâ etmiş, Cenâb-ı
Hak da İbrahim, Ümmet-i Muhammedin (beş vakit namazda okuduğu), "Salli ve
barik dualarında Hz. Peygamber (s.a.s)'le müşterek kılmıştır.
6) Hz. Sâre'den bahsederken Cenâb-ı Hak,
'Vazifesini tastamam ifâ eden İbrahim" (Necm, 37) buyurmuştur. Bundan
dolayı Hak Teâlâ, onun ayağının bastığı yerleri mübarek kabul ederek, "Siz
de İbrahim'in makamını bir namazgah edininiz" (Bakara. i25j buyurmuştur.
7) O, Allah
rızası için bütün insanları düşman saymış {karşısına almış) ve "onlar
muhakkak benim düşmanımdır. Fakat âlemlerin Rabbi böyle değil" (Şuara, 77)
demiştir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak da onu, "Allah Ibrahirr'i hali! (dost)
edindi" (Nisa. 125) buyurarak, Kendisine dost edinmiştir. Böylece bizim,
"Hİçkimse Allah' yüzünden zarara uğramaz" sözümüzün doğruluğu
anlaşılıyor[154]
"Kitabda Musa'yı
da an. Çünkü o, ihlasa erdirilmiş idi. Bir Resul, bir nebi idi.
Biz ona dağm (Tûr'un) sağ yanından seslendik. Onu çok
münacât (dua)
eden bir kimse olarak, yaklaştırdık. Ona,
rahmetimiz cümlesinden, kardeşi
Harun'u
bir peygamber olarak ihsan ettik"
(Meryem,
51-53).
[155]
Bil ki Allah Teâlâ,
Hz. Musa (a.s)'ı şu hususiyetlerle
nitelemiştir:
1) İhlaslı
birisi olarak... Bu kelime lamın fethası ile "muhlas" şeklinde
okunursa, "seçme ve tercih etme" manasına olan masdardan olur. Buna
göre o, Cenâb-ı Hakk'tn seçtiği ve hâlis kıldığı bir kimse otur. Ama bu kelime
lamın kesresi ile "muhlis" şeklinde okunursa bu, "O, ibadeti
yalnız ve yalnız Allah'a has kılmış, Allah için yapmış" demek olur. İhlas
ibadeti sırf Allah'a yapmak demektir. Kur'ân'ı Kerimde bu kelime, bu iki
şekilde varid olduğuna göre, onlardan herbirinin manası da Hz. Musa (a.s)
hakkında sabittir. Böylece Allah Teâlâ, her iki manayı da Hz. Musa (a.s)'ntn
sıfatı olarak zikretmiştir.
2) Resul bir nebi olarak... Bu iki vasfın, yani
Resul ile nebinin farklı şeyle-olduğunda şüphe yoktur. Fakat Mu'tezile bu iki
kelimenin, birbirinin müradifi (eşanlamlısı) olduklarını söylemiştir.
Binâenaleyh (onlara göre), her resul nebi ve her nebi, resuldür. Bazı kimseler
bunu kabul etmemişlerdir. Biz bu konuyu, Hacc sûresi
(Hacc. 52) ayetinin tefsirinde ele aldık.
3) Allah'ın
ona Dağın (Tûr'un) sağ yanından seslenmesi... Buradaki "eymen", yemin
(yani sağ) manasınadır, "sağ
taraftan" demektir.
"Eymen" ya "tûr" kelimesinin, yahut da
"cânib" kelimesinin sıfatıdır.
[156]
4) Altah'ın
onu neciyy olarak, yaklaştırması... Cenâb-! Hak onun bir peygamber olduğunu
belirttikten sona, ''Onu neciyy bir kimse olarak yaklaştırdık"
buyurmuştur. Buradaki "Yaklaştırma" ile ilgili olarak şu iki görüş
belirtilmiştir:
1) Bununla, mekan-yer bakımından yaklaştırma
kastedilmiştir. Ebu'l-Âliye'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allah
Teâlâ onu, Tevrat Levhalara yazılırken, kader kaleminin cızırtılarını duyacak
kadar (Arşa) yaklaştırmıştır.
2) Bununla,
makam ve şeref bakımından yaklaştırma anlamı kastedilmiştir. Yani. "çok
münacaat ettiği için, onun kadr-ü kıymetini yücelttik ve onu
şereflendirdik" demektir. Kâdi. bu ikincisinin doğruya daha yakın olduğunu
söyleyerek şöyle der: "'Çünkü Allah'a yaklaşma ifadesi kullanıldığında,
bununla örfte (genelde) makam bakımından yaklaşma kastedilir. İşte bundan
ötürü, "ibadette Allah'a tekarrub (yaklaşma) vardır" ve
"Melekler mukarrebtirler" denilir.
Neciyy kelimesi ite
ilgili şu izahlar yapılmıştır:
a) Bu, "Biz onu düşmanlarından
kurtardık" demektir.
b) Bu,
"münacaat" (fısıltı ile duâ etme) masdarından alınmadır ve bu mana
daha uygundur.
5) Ona
Allah'ın rahmeti cümlesinden, kardeşi Harun'un bir peygamber olarak ihsan
edilmesi... İbn Abbas (r.a) şöyle der: "Harun (a.s) Hz. Musa (a.s)'dan
yaşça daha büyük idi. Allah ona peygamberliği hibe etmiştir, yoksa Hz. Harun
(a.s)'ı ve kardeş'iğini değil... Bu da Hz. Musa (a.s)'m ''Bana kendi ailemden
bir vezir ver. kardeşim Harun'u... Onunla arkamı kuvvetlendir" (r^a,
29-31) şeklindeki duasına, Allah'ın icabetinden ötürü olmuştur. Allah Teâlâ,
bunu "Ey Musa, istediğin sana verildi"(Tatta, 36) ve "Senin
pazunu biraderinle kuvvetlendireceğiz"(Kassas.35) ayetleri ile
bildirmiştir.
[157]
"Kitab'da
İsmail'i de an. Çünkü o, va'dinde sâdık idi. Resul bir nebi idi. Kavmine namazı
ve zekatı emrederdi. O. Rabbi katında rızaya ermişti"
(Meryem, 54-55).
Bil ki burada
bahsedilen İsmail (a.s), Hz. İbrahim (a.s)'in oğlu olan İsmail'dir. Allah Teâlâ
onu şu sıfatlarla tavsif etmiştir:
[158]
1) "O,
va'dinde sâdık idi" Buradaki va'd ile, Allah ile İsmail (a.s) arasında
olan şeylerin kastedilmiş olması mümkün olduğu gibi, Hz. İsmail ile insanlar
arasında olan va'dlerin kasd edilmiş olmasıda mümkündür.
Birincisine gelince,
bununla Hz. İsmail (a.s)'in Rabbine taat hususunda,
emrotunduğu hiçbirşeye
muhalefet etmemesi kastedilmiştir. Bu böyledir. Çünkü Allah Teâlâ, Cebrail'i
peygamberlerine gönderip, onlara şeriatın hükümlerini yerine getirmelerini emredince.mutlaka
onların bu şeriatla amel etmelerini gerektirecek bir vadin zuhur etmesi
gerekir,
İkincisine gelince,
Hz. İsmail (as), insanlara herhangi bir va'dde bulunduğunda, o va'dini yerine
getirirdi. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ onu bu güze! huy ile tavsif etmiştir.
İbn Abbas (r.a)'nın şöyle dediği rivayet edilmiştir. "Hz İsmail, bir
arkadaşına, onu bir yerde bekleyeceğini va'detmişti ve onu orada bir yıl
beklemişti. Yine o, kendisinin kurban edilmesine sabır göstereceğine dair
(babasına) söz vermiş ve bunu hakkıyla yerine getirmiştir, Çünkü o,
"İnşaallah sen beni sabredenlerden bulacaksın" (s&tttt. 102)
demiştir. Yine rivayet edildiğine göre, Hz. İsâ (as)'a, birisi "Ben
gelinceye kadar (burada) beni bekle" demiş. Hz. İsa (a.s) da,
"Olur" demiştir. Adam gitmiş ve sözünü unutmuş. Çok sonra bir
ihtiyaçtan dolayı oraya gelince, Hz. İsa(a.s)'ın sözünden ötürü orada halâ
beklemekte olduğunu görmüştür. Yine Hz. Peygamber (s.a.s)'in bir adam ile
sözleştiği, adamın ise bunu unuttuğu; Hz. Peygamber (s.a.s)'in onu sabahtan
akşama kadar beklediği rivayet edilmiştir. Şa'bi'ye, "Birisine söz veren
bir kimse, onu ne zamana kadar bekler?" diye sorulduğunda, Şa'bi:
"Eğer o, onunla gündüz va'dleşmiş ise, bütün gündüz; yok eğer gece
va'dleşmiş ise bütün gece..." demiştir. İbrahim b. Zeyd'e bu husus
sorulduğunda o: "Onunla bir namaz vakti içinde sözleştiysen, onu diğer
(sonraki) namazın vakti girinceye kadar bekle" demiştir.
2) "O
bir Resul bir Nebi idi" Bu ifadenin izahı biraz önce geçti. Ehline
(çevresine) Namaz ve Zekâtı Emretmesi[159]
3) "O
ehline namazı ve zekâtı, emrederdi" Bu ifadedeki "ehli" sözü ile
kastedilen, en doğru görüşe göre, onun şeriatını iletmesi gerektiği
kimselerdir. Binâenaleyh bunun içine, bütün ümmeti dahildir. Çünkü peygamber
olanın ailesi için yapması gereken şeyleri, ümmeti için de yapması gerekir.
Ayetteki "emretme" farz olan namazı ve zekatla ilgili bir emir
olduğunda, bu ümmet için olur. Ama bu emir ile nafile namaz ve zekâtı
(sadakayı) emretme kastedilirse, bununla peygamberin geceleyin teheccüd namazı
kılışını, ehline yani o vakitte evinde bulunanlara emretmesi ve onun ehlini
(ailesini) dini bakımdan görüp-gözetmesi, murakabe etmesinin onlara dünyevi
açıdan titremesinden daha baskın olması kastedilmiş olur. Ama insanların genel
durumu böyle değildir. Bunun, ehl-ü iyalini, diğer insanlara örnek kılmak için,
iyilik ve ibadetleri önce kendi ailesine emretmesi manasına olduğu da
söylenmiştir. Bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın. "Yakın akrabalarını uyar" {Şuara,
214) "Ehline namazı emret. Kendin de ona sebatla devam et" (Taha.
13Z) ve "Kendinizi ve ailenizi cehennemden koruyunuz"rrahnm.ej
ayetlerinde olduğu gibidir. Hem sonra insanın ailesi, tasadduk edilmeye, iyilik
yapılmaya daha layıktır. Binâenaleyh dini bakımdan yapılacak iyiliğin öncelikle
onlara yapılması gerekir. Ayette bahsedilen "zekât"
hakkında, İbn Abbas (r.a)'nın, bunun, Allah'a itaat
etmek ve ihlaslı olmak" manasına geldiğini söylediği rivayet edilmiştir.
Buna göre İbn Abbas (ra.) bu ifadeyi sanki itaat eden kimsenin, Rabbisi katında
bu itaatt ile kendisini tezkiye etmesi (temizlemesi) manasına almıştır. Ama
zahir olan, namaz ile birlikte zikrediidiğinde "zekat" ile, farz olan
zekatın kastedılmesidir. Buna göre Hz. İsmail (a.s), özellikle kendi ailesi
içinde zekat vermesi gereken kimseleri biliyordu, bu sebeble onlara zekatı
vermelerini emretmiştir. Yahut onlara, fakirlere tasaddukta bulunmalarını
emrediyordu.
4) "O,
Rabbi katında rızaya ermişti" Bu, son derece övgüyü ifade eden bir
cümledir. Çünkü Allah katında rızaya ermiş olan, her türlü itaat bakımından en
yüce dereceyi elde etmiş kimsedir.
[160]
"Kitab'da tdris'i
de an. Çünkü o çok sadık bir peygamberdi. Biz onu pek
yüce bir yere yükselttik"
(Meryem, 56-57).
Bil ki, Hz. İdris
(a.s), Nûh (a.s)'ın babasının dedesi idi. Nûh da Nûh İbn Lâmek İbn Metûşelah
İbn Ahnûh'dur... Denildiğine göre, dirasetinin (okuyup öğrenmesinin)
çokluğundan dolayı İdris diye isimlendirilmiştir, esas ismi, Ahnûh idi. Allah
Teâlâ onu, bazı sıfatlarla nitelemiştir.
[161]
1) "Çünkü
o, çok sadık idi" ayetinin ifade ettiği husus.
2) O, bir
peygamber idi. Bu iki husustaki söz, daha önce geçmişti[162]
3) "Biz
onu pek yüce bir yere yükselttik" ayetinin anlattığı husus... Bu hususta
iki görüş bulunmaktadır.
a) Bu,
menzil ve rütbe bakımından yükseklik anlamındadır. Nitekim Cenâb-ı Hak. Hz.
Muhammed (s.a.s)'e de: "Senin şanını da yükselttik" (inşirah, 4)
buyurmuştur. Çünkü Allah Teâlâ Hz. İdris <a.s)'ı peygamberlikle şereflendirip
ona, otuz sahife indirmişti. O, kalemle ilk yazı yazan; yıldız ve hesap
ilminden ilk anlayan kişi W İlk defa elbise biçip diken ve giyen de o idi. Daha
önce insanlar, hayvan p.lan giyiyorlardı.
b)
Bundan murat, mekan bakımından onu, yüce bir
mevkıye yükseltmektir. Bu görüş, daha uygundur. Çünkü, "mekân"
kelimesiyle birlikte zikredilen "yükseltme" işi, derece bakımından
değilde mekân bakımından yükseltme olur. Sonra, bu görüşte olan alimler ihtilaf
etmiş ve bazıları, "Allah onu, diri ve ölmemiş olduğu halde, göklere
cennete yükseltmiştir" demiş; diğer bazıları ise, "Aksine, Allah onu,
ruhunu almış olduğu halde göklere yükseltmiştir" demişlerdir. İbn Abbas
(r.a), Ka'bu'l-Ahbar'dan "Biz onu pek yüce bir yere yükselttik" ayetini
sormuş, o da şöyle demiştir: "İdris (a.s)'e, meleklerden bir arkadaşı
geldi. Hz. İdris (a.s) ondan, ölüm meleğiyle konuşmasını ve, canını almayı
tehir etmesini istedi. Bunun üzerine bu melek, onu iki kanadı arasına alıp
göklere yükseltti. Birden, orada ölüm meleği ile karşılaştılar. Bunun üzerine
ölüm meleği o, meleğe: Bana görev verildi ve Hz. İdris (a.s)'in canını dördüncü
kat semâda al! diye emir verildi. Ben de "O yer yüzünde iken bu nasıl
olur?" diyordum. Hz. İdris (a.s) bunu duyar duymaz dönüp baktı. Ölüm meleği
de onu görüp, hemen orada ruhunu aldı." BÜ ki, Allah Teâlâ onu, göklere
yükselttiğini beyan buyurarak medhetmiştir. Çünkü adet, göklere ancak, kadrû
kıymeti yüce olan kimsenin yükseltilmesi şeklinde cereyan etmiştir. İşte bundan
dolayı Cenâb-ı Hak melekler hakkında, "Onun huzurundaki kişiler, kendisine
ibadet etmekten asla kibirlenmezler" (Enbiyâ, 19) buyurmuştur. Kıssalar
burada bitmektedir.
[163]
"İşte bunlar.
Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerden, Adem'in
zü'rriyetinden, Nûh ile beraber taşıdıklarımızdan,
ibrahim ile Yakûb'un
neslinden, hidayete
erdirdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerdendir. Onlar,
Rahman'm ayetleri okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlar"
(Meryem, 58).
Bil ki, Allah Teâlâ,
daha önce zikredilmiş olan herbir peygamberi, hususi bir medihle övmüştü.
Sonra, onları sonunda, "İşte bunları. Allah'ın kendilerine nimet
verdikleri peygamberlerdendir' buyurarak, topluca medhetmiştir. Yani onlara
nübüvvet ve daha Önce zikredilmiş olan şeyleri inam etmiştir." Bu ifadedeki;
"işte bunlar" kelimesi bu sûrede, Hz. Zekeriyâ (a.s)'dan Hz. İdris
(a.ş)'a kadar zikredilen peygamberlere işarettir. Sonra, Allah bunları, Hz.
Âdem (a.s)'in zürriyeti olma hususunda da birlikte zikretmiş, daha sonra
onlardan bir kısmına Hz. Nuh (a.s) ile birlikte gemiye binenlerin zürriyetinden
olma vazfını tahsis etmiştir. Hz. Adem (a.s)'in zürriyetinden olan, Hz. Nûh
(a.s) ile birlikte gemiye binenlerden başkası olup, o da Hz. İdris (a.s)'dır.
Haberlerde sabit olduğuna göre, Hz. İdris (a.s), Hz. Nüh (a.s)'dan önceydi. Hz.
Nûh (a.s) ile birlikte gemiye binenlerin zürriyetinde olanlar, Sâm ibn Nuh'un
soyundan olan Hz. İbrahim (a.s) ile, Hz. İbrahim (a.s)'in soyundan olan Hz.
İsmail, Hz. İshâk ve Hz. Yakûb (a.s)'dır. Sonra Allah Teâlâ, o peygamberlerden
bazılarının, İsrail'in, yani Hz. Yakûb (a.s)'ın soyundan olduğunu belirtmiştir
ki onlar, Hz. Musa, Hz. Harun, Hz. Zekeriyya, Hz. Yahya (a.s) ve annesi
tarafından Hz. İsa (a.s)'dır. Allah Teâlâ, zikretmiş olduğu peygamberlerin
durumlarını, onların kendi amelleriyle fazilete mazhar oldukları gibi, bu
peygamberlerin soyundan gelmiş olmaları sebebiyle de fazladan bir fazilet
kazanmış olduklarına işaret etmek üzere, bu tertib üzere getirmiş ve
zikretmiştir. Sonra onların, bu mertebe ve mevkilere, Allah'ın onları hidayete erdirmesi
sayesinde ulaştıklarına işaret etmek üzere, onların tarafı ilahiden seçilmiş
olup hidâyete mazhar kılındıklarını beyân buyurmuştur. Çünkü onları, risâlet
görevine Allah seçmiştir.
[164]
Sonra Cenâb-ı Hak,
"Onlar, yani bu peygamberler, Rahman'm ayetleri okunduğu zaman ağlayarak
secdeye kapanırlar" buyurmuş ve, onların Allah'ın nimetleri sayesinde,
Allah'ın ayetleri okunduğu zaman, huzû, huşu, ittika ve korku ile ağlayarak
secdeye kapanma derecesine ulaştıklarını beyan etmiştir. Buradaki,
"Allah'ın ayetleri'nden murad, Cenâb-ı Hakk'ın onlara vermiş otduğu,
semavi kitablardaki ayetlerdir. Ebu Müslim: "Buradaki ayetlerden murad,
kâfirlerinb başına gelen azabı anlatan ayetler olduğunu söylemiştir. Bu, uzak
bir ihtimaldir, çünkü cennet, cehennem ve sair konuları anlatan diğer ayetler,
okunduğu zaman secde etmelerine ve ağlamalarına daha uygundur. Binâenaleyh,
buradaki "ayetler"i va'd vaîd, terhib-tevğib ifade eden bütün
ayetlere hamletmek gerekir. Çünkü, bütün bunlar, üzerinde düşünecek olan
kimseleri secdeye götürecek ve ağlatacak ayetlerdir...
[165]
Alimler, secde
hususunda ihtilaf etmiş, bazıları, "Bu. namazdır" derken, bazıları da
"Bundan murad, bu ifadeyle ibadette
bulunduğumuz zaman yaptığımız tilâvef
secdesidir" demiştir. Bundan
muradın, inkiyât ve huşu olduğu da söylenmiştir. Ayetin zahiri, tilâveti
esnasında, belli bir secdenin olmasını gerektirir. Sonra, bundan muradın,
Kur'ân için yapılan tilâvet secdesi olması muhtemel olduğu gibi, şu da muhtemeldir.
Onlar, korku esnasında secdeye kapanarak ibadet ediyorlardı. Yoksa bunu, ayette
secde zikreditdiği için yapmıyorlardı. Zeccâc "Ayetteki bükiyya tabiri
şahid kelimesinin şûhûd ve kâid kelimesinin de kuûd (oturanlar) şeklinde çoğul
olması gibi baki kelimesinin çoğuludur" demiş, sonra da şunu ilâve
etmiştir: "İnsan, yere kapanmakla secde etmiş olmaz. Binâenaleyh, ayetteki
harrû kelimesinden
maksat, "secdeye
niyet ederek yere kapanma" manasıdır.
Bu kelimenin masdar
olduğunu söyleyen ise, hata etmiştir. Çünkü sücced kelimesi sâcid kelimesinin
çoğuludur. Bûkiyyâ kelimesi de onun üzerine atıftır Hz. Peygamber (s.a.s)'den
"Kur'ân okuyunuz ve okurken ağlayınız. Eğer
ağiayamıyorsanız, ağlamaya çalışınız, ağlar gibi yapınız''[166]
buyurduğu rivayet edilmiştir. Salih el-Merî'nin, "Rüyamda Resulullah'dan
Kur'ân okudum. O, bana "Ey Salih, kıraat (okuma) oldu, peki ya ağlama
nerede?" buyurdu" dediği rivayet edilmiştir. İbn Abbas'dan İsrâ
(108-105) süresindeki secde ayetini okuduğunuz zaman, ağlayıncaya kadar, secde
etmekte acele etmeyin. Eğer, gözümüz ağlamazsa, kalbiniz ağlasın" dediği
rivayet edilmiştir. Resûlullah (a.s)'ın, "Kur'ân, hüzün ile indi; binâenaleyh
onu, hüzün ile okuyunuz"[167]
"Allah, Kur'ân sebebiyle yaşlara boğulan gözün bulunduğu bedeni, cehenneme
haram fa/ar"[168] buyurduğu
rivayet edilmiştir. Ebu Hureyre (r.a)'den de Hz. Peygamber (s.a.s)'in,
"Allah korkusundan dolayı ağlayan kimse ateşe g/rme2"[169]buyurduğu
rivayet edilmiştir: Alimler, tilavet secdesi esnasında, o ayete muvafık olarak
duâ edilir. Eğer secde sûresinde o secde ayetini okursa, kişi şöyle duâ eder:
"Allah'ım beni, rızân için secde edenlerden, ve seni hamdinle teşbih
edenlerden kıl... Senin emrine karşı kibirienenlerden olmaktan sana
sığınırım" Subhân secdesini (isra. 106-109) okuduğu zaman ise şöyle duâ
eder: "Allah'ım beni senin için ağlayanlardan, sana karşı haşyet
duyanlardan kıl!" Bu sûredeki secde ayetini okuduğunda da "Allah'ım
beni, kendilerine inamda bulunulmuş, hidâyete ermiş, senin için secdeye kapanan
ve Kitâb'ıntn ayetleri okunduğunda da ağlayan kullarından kıl", diye duâ
eder.
[170]
"Sonra
arkalarından öyle kötü bir nesil geldi ki, namazı bıraktılar ve
şehvetlerine uydular, işte bunlar da, azgınlıklarının
cezasına uğrayacaklardır.
Tevbe eden imanteden
ve iyi amel ve hareketlerde bulunanlar, öyle değil
Çünkü bunlar, hiçbir surette haksızlığa uğratılmayarak
cennete gireceklerdir"
(Meryem, 59-60).
Bil ki Allah Teâlâ, bu
peygamberleri onların yoluna uyma hususunda bize bir teşvik olsun diye, medh-u
sena sıfatlarıyla tavsif edince, onların peşinden, onların zıddı olan kimseleri
zikretmiş ve: "Sonra arkalarından öyle kötü bir nesil geldi ki"
buyurmuştur. İfadenin zahirine göre bundan murad, o peygamberlerden sonra gelen
ve onların evlâtlarından olan nesil ve zürrıyetlerdir. Arapça'da, birisi
birisinin peşinden geldiği zaman (Halefehû) denilir. Sona, hayırlı nesile,
lamın fethasıyla halef kötü nesle de, lamın sükunuyla half denilmiştir. Nitekim
Arablar, hayır manasında olan söze va'd şer ve ceza manasını taşıyan ifadeye de
vatd demişlerdir. Hadis-i şerifte ise, "Allah, helak olan her varlığın
arkasından başka birşey getirir" buyurulmaktadır. Lebîd'ın şiirinde ise
şöyle denilmektedir: "Kendileriyle sayeban olunan, gölgelerinde yaşanan
zatlar gqçüp gittiler; ve ben, adeta uyuz devenin derisi durumunda şu yeni
yetme nesil içinde kalakaldım."
[171]
Allah Teâlâ onları
daha sonra namazı kılmamak ve şehvetlerine tabi olmakla nitelemiştir. Buradaki,
"namazı kılmamak" ifadesi, "secdeye kapanma", şehvetlerine
tâbi olma ifadesi de, "ağlayarak" ifadesinin mukabilinde
zikredilmiştir. Çünkü, onların ağlamaları, korkularına; bunların şehvetlerine
tâbi olmaları da, korkmadıklarına delâlet eder. "Namazı zayi ettiler"
ifadesinin zahiri, namazı terkettiler anlamındadır. Fakat onların namazı
terketmeleri, bazan hiç kılınmaması, bazan da, hernekadar birinci mana daha
açık ise de vaktinde kılınmaması manasınadır. "Şehvetlerine
uymalarına" gelince İbn Abbas (r.a), bunların farz namazları terkeden,
içki içen ve baba-bir kızkardeşle evlenmeyi mubah sayan yahûdiler olduğunu
söylemiştir.
Bazı kimseler,
ayetteki, "Tevbe eden imân eden ve iyi amel ve hareketlerde bulunanlar
öyle değil (müstesna)" ifadesini delil getirerek namaz kılmayanın kâfir
olduğunu söylemişlerdir. Âlimlerimiz, iman ile amelin ayrı şeyler olduğuna bu
ayeti
de delit getirerek şöyle demişlerdir:
"Çünkü Cenâb-ı Hak burada, "İman eden ve iyi amellerde bulunan"
buyurarak, ameli iman üzerine atfetmiştir. Birbiri üzerine atfedilen şeyler ise
farklı şeylerdir. "Ka'bi buna şöyle cevap vermiştir: "Allah Teâlâ,
tevbe ile imanı da ayrı ayrı zikretmiştir. Halbuki tevbe, imandandır.
Binâenaleyh ayrı ayrı zikredilmiş olsa bile, amel-i salih de imandandır."
Bu cevab tutarsızdır. Çünkü imanın tevbe üzerine atfedilmesi, aralarında
başkalığın bulunduğunu gösterir. Zira tevbe, birşeyi artık bırakmaya, yapmamaya
azmetmektir; iman ise, Allah'ı ikrar ve kabul etmek demektir. Bu ikisi ise
birbirinden farklı şeylerdir. Binâenaleyh bu misalde de böyledir.
[172]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, böyle olan kimselerin, azgınlıklarının cezasına uğrayacaklarını yani
gayy'a düşeceklerini bildirmiştir. Alimler bu ayetteki "gayy"
kelimesi hakkında şu izahları yapmışlardır:
1) Araplara göre her şer, "gayy"; her
hayır ve iyi şey de "reşâd"dır. Nitekim şâir şöyle demiştir.
"Kim bir hayırla yüzyüze gelir; (onu yaparsa), insanlar onun halini medh
ve sena ederler. Kim de azgınlaşırsa, bu azgınlığından dolayı, onun da
kınayanları eksik olmaz"
2) Zeccâc
şöyle der: Bunun manası, "Onlar gayylarının (azgınlıklarının) cezasını
bulurlar" şeklindedir. Bu tıpkı,
"O kimse günahının cezasının görür'
n, 68) ayeti gibidir.
3) Bu, "Cennet yolundan şaşar, onu
bulamazlar" demektir.
4)
"Gayy", cehennemin diğer
vadilerinin bile kendisinden Allah'a sığındığı bir cehennem vâdisidir. İlk iki
izah doğruya daha yakındır. Çünkü eğer cehennemde bu adı taşıyan bir yer varsa,
bu mümkündür. Ama bu, önceki manalara mani değildir. Çünkü önceki
manalar,'kelimenin lügat manası itibarı ile söz konusudur. Cenâb-t Hak bu
tehdidin tevbe etmeyenler hakkında olduğunu beyan buyurmuştur. Ama tevbe ve
iman edip, salih amellerde bulunanlar için cennet vardır ve onlara hiçbir
haksızlık yapılmayacaktır.
[173]
Burada şöyle iki soru
sorulabilir:
a) Ayetteki
istisna, mutlaka tevbe, iman ve amei-i şalinin bulunması gerektiğini
göstermektedir. Halbuki durum böyie değildir. Çünkü henüz bir namaz vakti
girmeden küfründen tevbe edip imana giren kimse ile, hayız olan kadına namaz
farz olmamıştır, zekat da henüz farz değildir. Oruç da böyledir. Binâenaleyh bu
kimse hemen o anda ölecek olsa, Kendisinden
hiçbir amel sudur etmediği
halde, ehl-i necatten (kurtulanlardan) olur. Öyleyse,
ücretin (kurtuluşun) amel-i salih şartına bağtı olduğunu söylemek caiz
değildir? Buna şöyle cevap verilir: Senin bu misâlin nâdirâttandır. Halbuki
ayette genel durum anlatılmaktadır.
b)Cenâb-ı Hak,
"Bunlar, hiçbir suretle haksızlığa (zulme) uğratmayacaklardır"
buyurmuştur. Bu amel-i sâlihe karşı mutlaka mükafaat verilmesi gerektiği
söylenirse ancak doğru olur. Çünkü mükafaatın hepsi Allah'ın lutfu olursa,
ortada zulmün söz konusu olması imkansızdır. Fakat siz (ehl-i sünnetin)
inancına göre kul, Allah'ın va'di (sözü) hâriç, amelinden ötürü hiçbirşeyi
haketmez? Buna şöyle cevap verilir: Bu işte bir müşabehet (Zahiren bir
benzerlik) söz konusu olduğu için, böyle ifade edilmiştir.[174]
"Rahmanın
kullarına gıyaben va'd buyurduğu Adn cennetlerine (girecekler).
O'nun va'di şüphesiz yerini bulacaktır. Orada selâmdan başka boş bir
sözişitmeyeceklerdi. Orada sabah akşam nzıkları da (ayaklarına gelecektir).
Oöyle cennettir ki Biz ona kullarımızdan gerçekten muttaki olanları
vâriskılacağız"
(Meryem. 61-63).
[175]
Bil ki Allah Teâlâ
tevbe edenlerin cennete gireceklerini belirtince, cenneti şu vasıflarla
nitelemiştir:
1) Ayetteki,
"Rahman'm kullarına gıyaben va'd buyurduğu Adn cennetleri" ifadesi...
Adn, ."ikamet" demektir. Cenab-ı Hak bu cennetin, dünyada devamlı
olmayan cennetlerin (bahçelerin) aksine, devamlı olduğunu beyân etmiştir. Çünkü
bu cennetin manzarası hiçbir zaman değişmez-bozulmaz. O halda bu cennet,
yapraklarının yeşili, çiçeklerinin açışı ve
ağaçlarının meyve vermesi ile durumu değişen, dünya cennetleri (bahçeleri) gibi
değildir.
Yine Cenab-ı Hak o
cenneti, kullarına gayben va'dettiğini bildirmiştir.
[176]
Ayetteki
"gayben"hususunda şu iki izah yapılmıştır:
a) Allah
cenneti onlara, hem cenneti görmezlerken, hem de cennet onları görmezken
vaadetmiştir.
b) Bununla
şu mana kastedilmiştir: Rahman cenneti, gıyaben (gizlice ibadet eden) kimselere
vaadetmiştir. Yani münafıkların aksine, gizlice (kimse görmezken de) Allah'a
kulluk edenlere onu vaadetmiştir. Çünkü münafıklar, başkaları görürken ibadet
ediyor, ama kimse görmezken kulluk yapmıyorlardı. Bu Ebu Müslim'in görüşüdür
Birinci izah daha kuvvetlidir. Çünkü Allah Teala, her nekadar gaybi birşey olsa
da bunu vaadettiğini beyan buyurmuş ve böylece bu, (Allah'ın vaadi olduğu için)
sank görünen birşey gibi olur. İşte bundan dolayı Hak Teala, bunun peşine,
"Onun vaad: şüphesiz yerini bulacaktır" buyurmuştur. Ayetteki
me'tiyyâ kelimesinin, ism-i fail manasında, ism-i mef'ül olduğu söylenmiştir.
Buna göre mana, "Cennetlikler vaadedilen o cennete geleceklerdir.' şeklinde
olur.Zeccâc şöyle der: "Sana ulaşana sen de ulaşmış; sana gelene sen de
gelmiş otursun. Binâenaleyh ayetteki bu ifâdeder maksad, hem nekadar gaybî
birşey olsa da, Allah'ın vaadinin olmuş, bitmiş, görülmüş bir şey gibi olduğunu
beyan etmektir. Bundan gaye, bu hususu kafblere iyice yerleştirmektir.
2)
"Orada selamdan başka, boş bir söz işitmeyeceklerdir" ifâdesi. Boş
söz {lağv), atılan, kabul edilmeyen sözdür, yani kotu söz demektir. Bunun bir
benzeri de, "Onlar, orada boş bir söz işitmezler"(Ğâşıye, n.
ayetidir. Burada lağv den (boş ve faydasız sözlerden) kaçınmanın gerektiğinde
açık bir dikkat çekiş vardır. Çünkü Allah Teâlâ, içinde mükellefiyet bulunmayan
Cenne! yurdunu boş sözden tenzih etmiştir. Cenâb-t Hakk'ın, "Onlar, boş ve
kötü söze rastladıkları vakit şerefli olarak geçip giderler"burkan, 72) ve
"Bunlar yaramaz lakırdı işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve 'bizim
amellerimiz bize. sizinkiler ise size aid. Size selâm (olsun). Biz câhillerin
kendini bilmezlerin arkadaşlığını arzu etmeyiz derler" (Kasas. 55)
ayetleri ne kadar güzel ve manidardır.
Ayetteki 'Ancak selam
müstesna" ifadesi ile ilgili iki bahis vardır:
Birinci Bahis: Burada
şöyle bir problem var: selam boş söz cinsinden olmadığı halde, niçin lağv den
istisna edilmiştir? Buna birkaç şekilde cevap veririz:
a) Selam,
birincisinin selametine-kurtuluşuna duâ etmektir. Halbuki cennetliklerin artık
böyle bir duaya ihtiyaçları yoktur. Binâenaleyh eğer kendisinde bir ikram ve
izzet manası buiunmasaydı, selâm zahiren bir boş ve fuzûli söz olurdu.
b) Bu, bir
istisnâ-ı munkatt olabilir,
c) Bu,
şâirin şu sözü cinsindendir:
"Onlarda,
ordularla çarpışmadan ötürü kılıçlarında açılan gedik ve kırıklardan başka,
hiçbir kusur yoktur"
İkinci Bahis: Ayetteki
"selâm"ın, cennetliklerin birbirine verdiği selam, yahut meleklerin
yahut da Allah'ın onlara verdiği selam olması muhtemeldir. Nitekim Cenâb-ı
Allah, "Melekler her kapıdan onların yanma girer ve şöyle derler:
"Sabrettiğiniz şeylere karşılık, selâm olsun sizlere. Bu. dâr-ı dünyanın
en güze! sonucudur"{Rd, 23-24) ve "Çok merhametli Rablerinden sözlü
bir selam vardır"'ıvasm 58) buyurmuştur.
[177]
3) Ayetteki,
"Orada sabah-akşam azıkları da (ayaklarına gelecek}" ifadesinin
anlattığı sıfat. Bu ifade ile ilgili şu iki soru sorulabilir:
[178]
Birinci Soru: Bu
ayetlerin maksadı, cenneti üstün vasıflarla nitelemektir. Halbuki cennetliklere
rızıklarının sabah-akşam gelip ulaşması üstün vasıflardan değildir?
Buna şu iki şekilde
cevap verilir:
Hasan el-Basri şöyle
demiştir: "Allah Teâlâ her kavmi, dünyada iken sevip-hoşlandıkları şeylere
göre va'dederek arzulandırmak istemiştir, İşte bundan ötürü alemlerin adeti
olan, altın-gümüş takılardan ve ipek elbiselerden yemenli arap eşrafının'adeti
olan, cibinlikli tahtlardan, koltuklardan bahsetmiştir. Araplar için de,
sabah-akşam yemeğinden daha sevimli birşey yoktur. Dolayısıyla Allah onlar için
de bunu va'detmiştir"
2) Bundan maksad.
cennet rızıklarının devamlı oluşunu anlatmaktır. Bu tıpkı senin, setli o iki vakti
değil de "devamlılığı" kastederek, "Ben sabah-akşam. erken-geç
falancanın yanındayım" demen gibidir..
[179]
İkinci Soru: Cenâb-ı
Hak, "Onlar orada ne bir güneş, ne de bir zemheri (soğuk) görürler"
tjmmry 13) buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s) de Rabbin katında ne sabah
vardır, ne akşam" buyurmuştur. Halbuki "bukra" ve Aşiyy",
sabah ve akşam mevcud olduğunda söz
konusudur?
Cevab: Bundan maksad
şudur: "Onlar, sabah akşam arasındaki süre mikdarında acak sürelerde yemek
yerler." Fakat cennette sabah-akşam yoktur. Çünkü cennette
gece yoktur. Şöyle de denilebilir: Allah Teâlâ
gündüzün miktarı için, sayesinde akşam ve sabah yemeğinin yeme vakitlerini
anlayacakları bir alamet yaratır. Şöyle olması da muhtemeldir. Tıpkı sabah-akşam
yeme adetleri gibi, onlara istedikleri zaman azıkları hazırlanır.
Cennetin Miras
Olmasının Manası
4) Ayetteki
"O öyle cennettir ki Biz ona kullarımızdan gerçekten muttaki olanları
vâris kılacağız" ifadesinin anlattığı sıfat... Bu ifade ile ilgili birkaç
bahis vardır:
1) "O cennet" ifadesindeki, "O"
işaret zamirinin, kullanılması
Cennetin bizden gaib (saklı) olmasındandır.
2) Alimler, "varis kılacağız" ifadesi
hakkında şu izahları yapmışlardır:
a) Bu,
mecazi olarak kullanılmıştır ve "Biz, tıpkı dünyada vâris bırakanın
malını, mirasçı olana bıraktığımız gibi, âhirette de cenneti bu kimselere
bırakırız, veririz" demektir.
b) Bu,
"biz, dünyada itaat etmeleri halinde kâfirlerin cennetten kazanacakları o
yerleri ve makamları, muttakilere veririz" demektir. Binâenaleyh bu nakil,
"varis kılma" olarak ifade edilmiştir. Bu izahı Hasan el-Basri
yapmfştır.
c) Muttakiler,
kıyamette Rableri ile, artık amelleri sona ermiş ve amellerinin meyveleri devam
ederken karşılaşırlar. Onların amellerinin meyvesi cennettir. Binâenaleyh
Cenâb-ı Hak onları cennete soktuğunda, tıpkı ölenin malına vârisinin sahib
olması gibi, onları da takvalarının ürünlerine vâris, kılmış olur.
d) Ayetteki,
"muttaki olan" ifadesi, "Cenâb-ı Hakk'a isyan etmekten geri
durur, bunu kendisine âdet edinir ve farzları terketmekten sakınırsa"
demektir. Kâdi şöyle der: "Bu ayette, cennete sadece muttaki olanların
gireceklerine bir delâlet vardır. Çünkü büyük günah işleyen fâsık, muttaki diye
tavsif edilemez." Buna şöyfe cevap verilir: Ayet müttakinin cennete
gireceğine delâlet etmektedir. Ayette muttaki olmayanların cennete
giremeyeceğine bir delâlet yoktur. Hem sonra büyük günah sahibi de küfürden
ittikâ etmiştir. Küfürden ittikâ edene de "muttaki" denilebilir.
Çünkü muttaki, "muttaki küfürden korunandır" şeklindeki sözümüzün bir
parçasıdır. Büyük günah sahibine de böyle, muttaki denilebileceğine göre, onun
da bunun hükmüne girmesi gerekir. O halde ayet, büyük günah sahibinin cennete
gireceği hususuna, cennete girmeyeceğinden daha fazla delâlet etmektedir.
[180]
"Biz senin
Rabbinin emri olmadıkça inmeyiz. Önümüzde, ardımızda veikisinin arasında ne
varsa hepsi O'nundur. Senin Rabbin unutan da değildir.O, göklerin, yerin ve
ikisi arasında bulunan herşeyin Rabbidir. O halde sen
Ona kulluk et ve
kulluğunda iyice sebat et. Onun bir adaşı olduğunu bilirmisin?"(Meryem,
64-65).
[181]
Bi! ki ayette şöyle
bir müşkil söz konusudur: "O öyle cennettir ki Biz ona kullarımızdan
gerçekten muttaki olanları vâris kılacağız" ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın
kelâmıdır. "Biz senin Rabbinin emri olmadıkça inmeyiz" ifadesi ise,
Allah'dan başkasına ait bir sözdür. Binâenaleyh, arada herhangi bir fasıla
bulunmaksızın, bu ayetin önceki ayete atfedilmesi nasıl caiz olmuştur?
Cevap: Karine (ipucu),
ayan beyân ortada olduğunda, böyle bir atıf kabih sayılmaz. Bu, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Rabbin, bir işe hükmettiğinde, ancak "ol der de, o da o/ur
"(Meryem, 35) sözünün O'na ait; "Ve. muhakkak ki Allah, benim
Rabbimdir. sizin de Rabbinizdir" (Meryem. 36) sözününde başkasına ait bir
söz olması gibidir. Halbuki, bunlar da birbirlerine atfedilmişlerdir.
Bil ki Cenâb-ı
Hakk'ın, "B/z senin Rabbinin emri olmadıkça inmeyiz" ayetinin zahiri,
bu ifadenin, bir topluluğun tek bir kimseye hitabı kabilinden olduğunu
göstermektedir, bu ise ancak peygambere gelen meleklere uygun düşer[182]
Bunnu sebebinin,
rivayet edilen şu husus olması muhtemeldir. Kureyşliler, Medine yahudilerine,
Hz. Muhammed (s.a.s)'in sıfatlarını sormaları ve onun, kitablarında bulunup
bulunmadığını öğrenmeleri için beş kişi göndermişti... Onlar, bu hususu
Hristiyanlara sorduklarında, Hristiyanlar, onu duymadıklarını iddia ettiler.
Yahudiler ise şöyle dediler: "Biz onu, kitabımız Tevrat'ta bulmaktadıyz.
İşte şimdi, onun gelme zamanıdır. Biz bunları, kendisine
"Rahmanu'l-Yemame" diyen[183]üç
hususu sorduk, ama bilemedi. Binâenaleyh, siz bunları o Muhammed'e sorun. Eğer
o, size bunlardan ikisini haber verirse, o zaman ona
uyun. Ona, Ashâb-ı Kehf'in delikanlılarını, Zülkarneyn'i ve Rûhn sorunuz"
Ravi sözüne devamla şöyle der: "Onlar geldiler o Hz. Muhammed (s.a.s)'e
bunları sordular. Fakat o, nasıl cevap vereceğini bilemedi. Derken onlara, daha
sonra cevap vereceğini söyledi, fakat burada "inşaallah" demeyi
unuttu. İşte bunun üzerine kendisine, 40 gün vahiy gelmedi. Bu sûrenin, 15 gün
olduğu da söylenmiştir. Bu kısım, Hz. Peygamber (s.a.s)'e çok ağır geldi.
Müşrikler, Rabbinin Hz. Muhammed (s.a.s)'i yalnız bıraktığını ve öfkelendiğini
söylemeye başladılar. Bunun üzerine, Cebrail (a.s) indi. Hz. Peygamber (s.a.s)
Cebrail (a.s)'e "Geciktin, nerdeyse sû-i zanna kapılacaktım. Seni
özledim" dedi. Cebrflil de: "Ben de seni özledim; ne var ki ben, emre
uyan bir kulum. Gönderildiğimde geliyorum, alıkonulduğumda da gelemiyorum"
diye cevap verdi. İşte bundan dolayı Allah, hem bu ayeti, hem,, "Hiçbir
şey hakkında, "Ben bunu muhakkak yapayım" deme. Allah'ın dilemesi
hali müstesna"(Kew. 23-24) ayetlerini ve hem de, Duhâ Sûresini inzal
buyurdu.
Daha sonra meleklere
bu hususu, "Önümüzde, ardımızda... ne varsa hepsi O'nundur"
ifadeleriyle tekid etmişlerdir. Yani, "O, bizim her vakit, mazi istikbal
ve bu ikisi arasındaki zamanlarda; yahut dünya ve ahiret ile bu ikisi
arasındaki durumlarda müdebbirimiz ve yöneticimizdir. Çünkü O, gelecekte
geçmişte ve bu ikisi arasındaki zamanlarda, yönetme metodlarını en iyi
bilendir" demektir ki, bununla gayeleri ise, "Bizim işimiz, Allah'a
havale edilmiştir. O, bizim hakkımızda meşieti, hikmeti ve iradesine göre
tasarrufta bulunur. Bu hususta, O'na hiçkimsenin itiraz etme hakkı yoktur"
demektir.
Ebu Müslim de şöyle
der: Ayetteki "Biz senin Rabbimizin emri olmadıkça inmeyiz" ifadesi,
cennetlikler tarafından söylenmiş bir söz de olabilir. Buna göre ayetin manast,
"biz, cennete,ancak senin Rabbinin emriyle gelir ve konaklarız. Bizim
önümüzde, yani gelecekte cennette olanlar ile, bizim dünyada iken arkada
bıraktığımız şeyler ve, bu iki vakit arasında bulunanlar. O'na aittir. Rabbin,
yarattığı hiçbirşeyi de unutmaz ki, böylece onu yenide hayata döndürmeyi ihmal
etsin... Çünkü O, gaybı bilendir. Zerre dahi ondan gizli kalamaz"
demektir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Senin Rabbin unutan da değildir" ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın, Hz.
Muhammed (s.a.s)'e hitap ederek yeniden söze başladığı bir ifadedir ki,
"O, göklerin, yerin... Rabbidir" ifadesi de bununla irtibatlıdır.
Yani, "tam aksine O, göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunan herşeyin
Rabbidir. Binâenaleyh, O'na ibadet et' demektir.
Kadi şöyle der:
"Bu, şu açılardan ayetin-zahirine muhalif bir değerlendirmedir:
a)
"Tenezzül" (inmek) ifadesinin zahirinden anlaşılan, Cenâb-t Hakk'ın,
"Senin Rabbinin emri olmadıkça" ifadesinden ötürü, meleğin Hz.
Peygamber-e inmesidir. "Emr"in zahiri de, teklif haline (dünya
hayatına) daha uygundur.
b)Bu, bir
topluluğun tek bir kişiye yaptığı bir hitabtır. bu ise, cennettekilerin, z
rbirleriyle yapmış olduğu konuşma ve hitaba uygun düşmez.
c) Bu
ifadenin siyakında gelen, ''Senin Rabbin unutan da değildir. O, göklerin, yerin
ve ikisi arasında bulunan herşeyin Rabbidir" ifadeleri de, teklif durumuna
daha ..gün düşer ve peygamber, bununla vasfedilemez. Buna göre, o melekler Hz.
Peygamber (s.a.s)'e sanki şöyle demişlerdir "Ey Muhammed (s.a.s), senin
Rabbin, «endisi için sehv ve yanılmanın caiz olabileceği bir biçimde seni
unutmadıki, bizim saıa geç gelmemiz sana zarar versin!" Sonra burada
birkaç bahis bulunmaktadır.
[184]
Birinci bahis: Keşşaf
Sahibi şöyle der: "Tenezzül" iki manaya gelir:
a) Yavaş yavaş inmek.
b) Mutlak
manada, inmek. Bunun böyle oluşun delili şudur: Bu kelime, nezele
nin mutavaatıdır. Bu keiime de, bazen enzeie (indirdi)
ve tedricilik manası ifade •oer. Buraya uygun olan durum, yavaş yavaş inmektir
ki, bununla, "bizim, zaman zaman inişimiz, ancak Allah'ın emri ve
müsadesiyle olmaktadır" manası kastedilmiş manasıdır.
[185]
İkinci bahis: Alimler,
"Önümüzde, ardımızda inin arasında ne varsa" ifadesi hakkında şu
izahları yapmışlardır:
1) Bu,
"Önümüzde, arkamızda ve
bütün cihetlerde olanlar
ile, içinde Dü unduğumuz bütün
haller, O'na aittir. Biz bir cihetten başka bir cihete, bir yerden aaşka bir
yere, ancak O'nun, emir ve meşietiyle geçebiliriz. Binâenaleyh, bizim semâdan
yere inişimiz de ancak O'nun emriyle ve müsadesiyle olmaktadır" demektir.
2) Bu,
"bizim, dünya işlerine dair önümüzden geçip giden şeyler; ahiret işlerine
^aır gelecek olan şeyler ve de, bu ikisi ile iki nefha" {Sûra üfürme)
arasında olan şeyler, O'na aittir" demektir. İki nefha arasındaki sürede,
kırk yıldır.
3) Bu,
"Geçmiş olan ömürlerimiz ile gelecek ömürlerimiz ve, içinde bulunduğumuz
i-ı. O'na aittir" demektir.
4) "Var
olmamızdan önce geçenler ile, yok olmamızdan sonra geçecek şeyler D "a
aittir" demektir.
5)"İndiğimizde
önümüzde olan yer, arkamızda kalan semâ ve semâ ile yer masında olanlar, O'na
aittir" demektir.
Bütün bu izahlara göre
bu ayetin maksadı şudur: "Allah, herşeyi çepeçevre
şatmıştır. Hiçbir şey, O'na saklı ve gizli kalamaz.
Zerre miktarı bir şey dahi O'ndan
gizli
kalamaz. O halde O'nun emri ve hükmü olmadan biz nasıl bir iş yapmaya
yeltenebiliriz?"
Üçüncü bahis: Cenâb-ı
Hakk'ın, "Senin Rabbin unutan da değildir" buyruğunun manası,
"O, seni terkeden de olmadı" şeklindedir. Bu, tıpkı, "Rabbin seni
terketmedi. öfkelenmedi de' öutâ,3) ayeti gibidir. Yani, "inmeme işi, emir
olmadığı içindir. Bu, Allah'ın seni terketmesi ve yapayalnız bırakması demek
değildir" demektir.
Ayetteki "O,
göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbidir" ifadesine
gelince, bununla "Bütün bunların Rabbi olantn, unutması mümkün değildir.
Çünkü bunları (ayakta) tutan, O'dur. Aksi halde, hem bunlar hakkındaki emir,
hem de bunlarda tasarrufta bulunanlar hakkında emir batıl olmuş olur"
manası kastedilmiştir. Alimlerimiz, kulun fiilini Allah'ın yarattığına dair bu
ayeti de delil getirerek şöyle demişlerdir: Çünkü kulun fiili de, gökle yer
arasında bulunan şeyler cümlesindendir. Ayet, Cenâb-ı Hakk'ın, bu ikisi
arasında bulunan her şeyin de, Rabbi olduğuna delâlet etmektedir.
Keşşaf Sahibi şöyle
der: "Göklerin ve yerin Rabbi" ifadesi, "senin Rabbin"
ifadesinden bedeldir. Bunun, mahzuf mübtedânın haberi olması da mümkündür. Buna
göre ifadenin takdiri, "O, göklerin ve yerin Rabbidir. Öyleyse O'na ibâdet
et ve O'na kulluğuna ibadette sabret" şeklinde olur. Bu, Hz. Peygamber
(s.a.s)'e, ibâdet etmeyi ve tebliğ etmede ve yerine getirmede, kendisine tahsis
edilen ibadetlerde de mükellefiyetin zorluklarına ve güçlüklerine sabretmesi
bir emirdi.
Şayet, "Cenâb-ı
Hak niçin dememiş de, tam aksine demiştir?" denilirse biz -deriz ki,
ayetteki (ibâdetu) sözü, senin, savaşan kimseye (Istabir li karenike) sözündeki
karen mesâberindedir. Yanı, "savaşın şiddetinde senin üzerine gelip sana
çatan şeyler hususunda, savaşta sabit kadem ol, firar etme" demektir. Buna
göre mana, "ibadet, sana bir takım zorluklar ve güçlükler getirecektir.
Binâenaleyh, o ibadetler için sabit kadem ol, acze düşme. Ehl-i kitabın, senden
vahyin bir müddet kesilmesinden dolayı, sana karşı yapmış olduğu mugalata ve
bundan dolayı da müşriklerin sevinmelerinden ötürü göğsün daralmasın"
şeklinde olur.
[186]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"O'nun bir adaşı olduğunu bilir misin?" hitabına gelince, bu ifadenin
zahiri, Allah'ın kendisinin bir adaşı olmama hususunu, ibadetin ve o ibadete
sabretme emrinin illeti ve sebebi kıldığına delâlet etmektedir. Doğruya en
yakın olan, Allah'ın nimetlerin hem asıllarını, hem de fürûlarını veren bir zât
olmasıdır. Nimetlerin asılları maddeyi (bedeni), hayatı, aklı Vs. şeyleri
yaratmasıdır. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın dışında hiçbir fert, bunu yapmaya muktedir
olamaz. Binâenaleyh O, sana en büyük nimeti lütfeden zât olunca, O'nu en büyük
tazimle ululaman gerekir ki, en büyük tazim de O'na ibadettir.
Bazı kimseler, bu
ayetten kasdedilen mananın "Allah'ın ismi hususunda bir şeriki
olmadığı" şeklinde olduğunu söylemişler ve bunu şu iki yönden açıklamaya
çalışmışlardır:
a) Onlar,
putları hakkında "ilâh" lafzını kullanıyorlar, ama Allah lafzını,
Cenâb-ı Hakk'ın dışında hiçbir şeye vermiyorlardı. İbn Abbas (r.a)'dan,
"Rahman ismiyle de Daşkasının, isimlendirilmedîği" hususu rivayet
edilmiştir.
b) Ayet-i
Kerimenin manası, "Batıl olarak değil de, gerçekten hak olarak O'nun adını
almış olan bir şahıs biliyor
musun?" şeklindedir. Çünkü batıl olarak verilen isme itibar
edilemeyeceği için, adeta o isim ona verilmemiş gibidir. Birinci görüş, doğru
olandır. Allah en iyisini bilendir.
[187]
"İnsan der ki:
"Ben öldüğüm zaman mı, diri olarak çıkarılacağım?" insan
düşünmez mi ki, onu daha evvel ve o, bir şey değilken,
kendisini hakikaten
biz yarattık. Rabbine
andolsun ki, biz onları da, şeytanları da elbette ve
muhakkak mahşerde
toplayacağız. Sonra onları, behemehal cehennemin
etrafında dizüstü hazır tutacağız, Sonra her ümmetten, hangisi Rahmana
karşı
daha fazla âsi ve cüretkâr olmuşsa,
muhakkak ve muhakkak, evvelâ onu
ayırıp atacağız. Sonra
biz ona, girip yanmaya daha çok layık olanları da,
elbette çok daha İyi bileniz"
(Maryam 66-70).
[188]
Bil ki Allah Teâlâ
ibâdeti ve ibâdete sabretmeyi emredince, sanki birisi soru sormuş ve şöyle
demiştir: "Bu ibadetlerin dünyada bir faydası yok. Ahiretteki faydasını
da, belli bir kesim kabul etmemektedir. İbadetle meşgul olmanın faydalı bir şey
olduğunun ortaya çıkabilmesi için, haşrin varlığına
dair mutlaka delillerin getirilmesi gerekir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak,
haşr'i inkar edenlerin sözünü naklederek"insan der ki: "Ben öldüğüm
zaman mı, diri olarak çıkarılacağım?" buyurmuştur. Onlar bunu, bu hususu
kabuf etmeme ve imkansız görme tarzında söylemişlerdir."
[189]
Alimler, ayette geçen
"insan" lafzıyla ilgili şu iki izahı yapmışlardır:
a) Bununla,
"cins" yani bütün insanlar kastedilmiştir. Buna göre şayet,
"Bütün insanlar böyle söyleniyor. O halde bu söz nasıl doğru
olabilir?" denilirse, biz deriz ki, buna da şu iki açıdan cevap
verilebilir:
1) Böyle bir söz, insan cinsi arasında mevcut
olunca, bu sözün insanların tamamına isnat edilmesi doğru olabilir. Nitekim
Arapça'da, öldüren onlardan birisi olduğu halde, Wi \jâ J^i \j& "Falan
aile, falancayı öldürdüler" denir.
2) Böyle bir
imkânsız göme, herkesin tabiatında temelde vardır. Ancak ne varki bazıları,
fıtraten var olan bir imkansız görme işini haşr'in varlığına dair mevcut kesin
delillerle terketmiş, bırakmıştır.
b)
Ayetteki "insan" sözüyle belli bir
şahıs kastedilmiştir. Bu cümleden olarak bunun, Ebu Cehil, Übeyy İbn Halef
olduğu ileri sürüldüğü gibi, bununla öldükten sonra dirilmenin olamayacağını
benimsemiş olan kafirlerin kastedildiği de ileri sürülmüştür.
[190]
Sonra Cenâb-ı Hak,
öldükten sonra dirilmenin hak olduğuna dair "İnsan düşünmez mi ki, onu
daha evvel ve o, bir şey değilken, kendisini hakikaten biz yarattık"
delilini zikretmiştir. Nafi, İbn Amir ve Asım hariç, bütün kurrâ, şedde ile
yezzekkeru şekilnde okumuşlardır. Bu üçü ise, yezkuru şeklinde okumuştur. Yani
"İnsan tezekkür etmiyor mu?" demektir. Bu kelime, şeklindeki kıraat
ile maksadı ifaya daha yakın olmuş olur. Çünkü, maksat kişinin, "Daha önce
yoktan varedildiğime göre, İkinci kez yaratılmam (haydi haydi) mümkündür"
diye tefekkür edip düşünmesidir. Bazı alimler de şöyle demiştir: Bütün
mahlukât, öldükten sonra dirilmenin hak olduğu hususunda bu şekilde kısa bir
delil getirmeye çaba sarfetselerdi, bile, bunu başaramazlardı. Çünkü, ikinci kez
yaratmanın, ilk önceki yaratmadan daha basit, daha kolay olduğunda şüphe
yoktur. Bunun bir benzeri de, "De ki: "Onları ilk defa yaratan
diriltecek"(Yasin, 79) ve "O, ilkin mahluku yaratıp sonra onu iade
edecek olandır ki bu, O'na göre pek kolaydır" (Rum, ?7) ayetleridir.
Alimlerimiz, ma'dûma şey denilmeyeceği hususunda, bu ayetle istidlal
etmişlerdir, ama bu tutarsızdır. Çünkü
insan,
kendisiyle bir takım arazların kaim olduğu bir araya gelmiş olan cevherler
topluluğundan ibarettir. Bu toplam, "şey" değilse, daha niçin sen,
"Bu cüzlerden her biri mevcut olamadan önce, "şey" değildi"
diyorsun?
[191]
Buna göre şayet,
"Cenâb-t Hak, "zikir, daha önce mevcut olan şeyi bilme ve hatırlama
olup da, daha sonra kişi ile o bilgi arasına unutmanın girmiş olduğu şeyi
hatırlamak demek olduğu halde... Zikri, hatırlamayı insana nasıl
emretmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bu ifadeyle "tefekkür edip de
bilmez mi?" manası Kastedilmiştir... Husûsen, bu ifade yezzekkerü şeklinde
şedde ite okunduğunda hasıi olur. Ama bu ifade şeddesiz olarak yezküru şeklinde
okunursa, bununla "O, bunu1 kendisinin halinden anlayamaz mı? Çünkü
herkes, kendisinin dünyada diri değilken, sonra diri hale getirildiğini bilir
ve anlar" manası kastedilmiş olur.
[192]
Cenâb-ı Hak maksadını
delil ile beyan Duyurunca, bunun peşinden birkaç tehdit getirmiştir.
1) Bu O'nun, "Rabbine hakkı için, biz
onlar; da, şeytandan da elbette mahşerde toplayacağız' ayetinin ifade ettiği
husustur. Yeminin
şu iki hikmeti vardır:
a) Haberi, yeminle tekid etmek, âdettir.
b) Cenâb-ı
Hakk'ın Kendi ismini Resulünün ismine izafe ederek yemin etmesinde, Resulünün
şanını yüceltme vardır. Bu, Cenâb-ı Hakk'm, İşte o göğün ve yerin Rabbine
andolsunki o (haşir)... şüphesiz ve katî bir gerçektir"
(zariyat, 23) ayetinde
olduğu gibi, böylece göğün ve yerin şanını yüceltmesi gibidir. Ve'ş-Şeyatin
kelimesindeki vâv' atıf vavı olabileceği gibi, maa {-ile) manasına olan vav
olması da mümkündür ki maa manasında olması daha mümkündür. Buna göre mana,
"Onlar, kendilerini azdıran şeytan dostlarıyla haşrolunurlar. Her kâfir,
bir zincir içinde bir şeytanla beraber bulunur" şeklinde olur.
2)
"Sonra onları, behemehal cehennemin etrafında dizüstü hazır
tutacağız" ayetinin beyan ettiği husustur, Bu, hazır tutulma işi, onlar
cehenneme sokulmadan önce olur. Sonra Cenâb-ı Hak onları, en zelil biçimde
hazır bulundurur. Çünkü O, "dizüstü..." buyurmuştur. Zira, dizleri
üstü çöken kimsenin şekli, ya zelil veya aciz kimsenin şeklidir.
İmdi, şayet "Bu
husus, herkes için söz konusudur. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Ve sen her ümmeti
diz çökmüş halde göreceksin"(Casye, 28) buyurmuştur. Bunun sebebi, örfün
bu şekilde olmasıdır. Çünkü, krallardan bir talepte bulunan kimseler, bir
gözetleme ve endişe hali olduğu, ya da kendisinden ötürü ayakta durmaya takat
getiremeyecekleri o şeyin sıkıntısı onları aniden bastıracağı için, dizleri
üstü çökerler.
Bu herkes için umumi
bir hal olunca, daha nasıt kâfirlerin zilletlerinin çokluğunu gösterir?"
denilirse, biz deriz ki: Muhtemelen bundan murad, kâfirlerin, haşr zamanından o
merkezde hazır tutulmalarına kadar bu durumda olmalıdır ki, bu da onlar
hakkında zilletin çokluğunu ve fazlalığını iktiza eder.
3)
"Sonra her ümmetten, hangisi Rahmana karşı daha fazla âsi ve cüretkâr olmuşsa,
muhakkak ve muhakkak evvelâ onu ayınp atacağız" ayetinin beyan ettiği
husus. Buradaki şia kelimesi fırka, "fie" ve "taife"
kelimelerinin manasında olmak üzere file vezninde bir kelimedir. Anlamı,
"Tabi oldu. yani, azgınlardan bir azgına tâbi oldu da, (bir grup
oluşturdu)" şeklindedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Dinlerini parça parça
edip de ayrı ayrı fırkalar olanlar (yok mu?) Sen hiçbir surette onlardan
değilsin"(Enam, 159) buyurmuştur. Ayetten maksad ise şudur: Allah onları
önce, cehennemin etrafında diz üstü hazır tutacak... Sonra da. onları
birbirinden ayırdedecek. Onlardan, küfründe en fazla inatçı ve âsi olana, en
büyük azâbi tahsis edip ayıracak. Çünkü, hem sapan hem de saptıranın azabı,
başkasına uyarak sapmış olanın azabının üzerinde olmalıdır. Aynı şekilde, âsi
ve serkeş olan zorbalık yapanın azabı, sırf taklitçi olanın azabı gibi
değildir. Batıl lehinde şüpheler çıkaran kimsenin göreceği azâb, gafletinden
dolayı ona uyan kişinin azabı gibi değildir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kâfir
olup da Allah'ın yolundan men edenler (yok mu?), biz onların azabının üzerine,
çtkarageldikleri fesatlara mukabil, bir azâb daha katıp arttırdık" {Nam,
88) ve "Onlar muhakkak ki kendi yüklerini de, o yüklerimle beraber daha
nice yükleri de bizzat yükleneceklerdir" (Ankebut, 13) buyurmuştur.
Böylece Allah Teâlâ, onun azabına daha şiddetli olacağını bildirmek üzere, her
ümmet ve topluluk içindeki en âsi ve en günahkâr en serkeş olanı çekip
alacağını, onu ayıracağını beyan buyurmuştur. Bu çekip ayırmanın faydası ise
azabın aslını değil de, onun şiddetini tahsis etmek, ayırmaktır, işte bundan
dolayıdır ki Cenâb-ı Hak onların tamamı hakkında "Sonra biz ona, girip
yanmaya daha çok layık olanları da, elbette çok daha iyi bileniz"
buyurmuştur.
Ancak, "Topluluk,
azâbda müşterek olmakla beraber, ona daha layık olanları {...)"
denilebilir.
Bir önceki ifadedeki
eyyühüm kelimesinin irabı hususunda alimler ihtitaf etmişlerdir. Halil'den,
onun, hikâye olarak merfû olduğu; ifadenin takdirinin de, şeklinde olduğu
rivayet edilmiştir. Sibeveyh ise, bu kelimenin, "sıla" olan cümlenin
baştarafı düştüğü için damme üzere mebni oluduğu; bundan ötürüdür ki, cümlenin
baş kısmına gelmesi halinde mu'reb olacağı ve meselâ,denileceği görüşündedir.
[193]
"Sizden
hiçbiriniz müstesna olmamak üzere, mutlaka cehenneme
uğrayacaktır. Bu, Rabbinin üzerine kati olarak aldığı,
hükmettiği birşeydir.
Sonra takvaya
erenleri kurtaracağız. Zalimleri ise, orada diz üstü düşmüş bir
halde bırakacağız"
(Meryem, 71-72).
Bil ki Allah Teâlâ
daha önce, "Rabbine andolsun ki, biz onları da şeytanları da elbette
mahşerde toplayacağız" (Meryem, 68) buyurup, sonra da, "Sonra onları,
behemehal cehennemin etrafında dizüstü hazır tutacağız" beyanını getirince
bunun peşinden "Sizden hiçbiriniz
müstesna olmamak üzere, mutlaka oraya yani cehenneme uğrayacaktır" ayetini
getirmiştir.
[194]
Alimler bu hususta
ihtilaf etmişler ve bazıları "Bunlardan murad, daha Önce bahsedilmiş olan
kâfirlerdir. Binâenaleyh onlar önce gâib zamiri ile anlatıldı, sonra Allah
onlara muhatab siğası ile hitab etti" demişlerdir. Bu görüşte olanlar
şöyle söylemişlerdir: "Mü'minlerin cehenneme uğramaları mümkün (caiz)
değildir. Buna şunlar delâlet eder:
1) Allah Teâlâ, "Şüphe yok ki kendileri
için Bizden en güzel bir mükafaat (cennet) takdir edilmiş olanlar, işte bunlar
oradan (cehennemden) uzak tutulurlar" (Enbiyâ, 101) buyurmuştur. Oradan
uzak tutulanın, oraya uğradığı söylenemez.
2) Cenâb-ı Hak, "Onlar o cehennemin gizli
sesini bile duymazlar" (Enbiyâ, 102) buyurmuştur. Eğer onlar cehenneme
uğramış olsalardı, mutlaka onun gizli sesini duyarlardı.
3)
Cenâb-ı Aflah, "Onlar o gün korkudan
emindirler" (Nem-, 89) buyurmuştur.
[195]
Ekseri, âlimler ise,
"Ayetin bu ifadesi mü'min-kâfir herkes için genel bir ifâdedir. Çünkü
ayette, "sizden hiçbiriniz müstesna olmamak üzere, mutlaka oraya
uğrayacaktır" buyurulmuş, istisna yapılmamıştır. Bu hitab, ayetteki
evvelki hitabtan farklı, yeni bir hitabtır. Bunun böyle olduğuna, "Sonra
takvaya erenleri kurtaracağız" cümlesi de delâlet eder. Bu, "Oraya
uğrayanlardan takvaya erenleri kurtaracağız" demektir. Bu ayetin,
"Sonra takvaya erenleri kurtarırız ve zâlimleri ise cehennemde
diz üstü düşmüş bir hatde bırakacağız." Mutlaka
insanların hepsi cehenneme uğrar" manasında oluduğunu söylemek caiz
değildir. Rivayet edilen haberler (hadisler) de bu görüşe delâlet eder"
demişlerdir.
Alimler bu ayette
bahsedilen "vürûd" (uğrama) hususunda değişik izahlar yapmışlardır:
1) Onlardan
bazıları, "Vürûd, cehenneme yaklaşmaları, cehennemin kenarlarında olmaları
manasınadır. Cehennemin yakını ve kenarları, hesab meydanıdır" demişler ve
buna şöyle delil getirmişlerdir: "Hak Teâlâ'nın "Onlar, vâridlerinin
(sakalannı-suculannı) yolladılar"(Yûsuf, 19) ayetinde bu kelime yaklaşma
manasında kullanılmıştır. Malumdur ki bu vârid (uğrayan, sucu), suya rıirmemiş
(yaklaşmıştır). Cenâb-ı Hak, "O
(Musa) Medyen suyuna
"vârid" olunca, onun
kenarında (hayvanlarını) sulayan bir çok insan buldu"(Kasas, 23) buyurdu
ve buradaki "vârid" olma ile yaklaşma manasını kastetti. Arapça'da,
"Kafile, o beldeye yaklaştı" denilir. Bu, eğer kafile beldeye henüz
girmemiş ise söylenir. Buna göre ayetin manası, "Bütün cinler ve insanlar
cehennemin etrafında hazır olurlar" şeklindedir. Allah Teâlâ, "Bu,
Rabbinin üzerine kati olarak aldığı, hükm ettiği birseydir" buyurur, yani
"Va'id hükmünden dolayı, kesin, arttk kararlaştırılıp bitmiş birşey"
demektir. Sonra Allah müttakiieri cehennemden kurtarır, yani uzaklaştırır, işte
"Bunlar oradan (cehennemden) uzaklaştırılırlar'(Enbiya, 101) ayeti ile
anlatılan budur. Rivayet edilen şu hadis-i şerif de bu görüşü destekler: Hz.
Peygamber, "Bedir ve Hudeybiye (savaşlarında) bulunan hiçbir müslüman
cehenneme girmez" buyurdu. Bunun üzerine Hafsa (r.a) "Allah Teâlâ,
"Sizden hiçbiriniz müstesna olmamak üzere, mutlaka oraya
uğrayacaktır" buyurmuyor mu?" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s) de,
"sen onu bırak. Cenâb-ı Hak "Sonra takvaya erenleri kurtaracağız"
da buyurmaktadır"
[196]
demiştir. Şayet "vürûd", girmek manasına olsaydı, Hz. Hafsa'nın
sorusu yerinde olmuş olurdu.
2) Vürûd,
girmek manasındadır. Ayetler ve hadisler de buna delâlet etmektedir. Ayetten
delillere gelince, bunlar Cenâb-ı Hakk'ın, "Siz de, Allah'ı bırakıp
tapmakta olduklannız üs hiç şüphesiz ki cehennem odunusunuz. Siz oraya vârid
olacaksınız" (Enbiya, 98) ve 'Artık o bunları ateşe îrâd etmiş
(götürmüştür)? vardıkları o yer ne kötü
yerdir!" (Hûd 98)
ayetleridir. "İşte bunlar
oradan (cehennemden)
uzaklaştırılmışlardır" (Enbiya. ıoı> ayetide de buna delâlet eder. Çünkü
uzaklaştırılmış olan kimse, şayet uzak taştın İmaret iş olsaydı yakın olacaktı.
Bu da ancak, onlann daha önce ateşte olmaları durumunda söz konusu olur ve
sonra da Allah onların oradan uzaklaştırırdı. Cenâb-ı Hakk'ın, "Zalimler
ise, orada dizüstü düşmüş bir halde bırakacağız" ayeti de buna delâlet
etmektedir. Bu ifade onların geldikleri o yerde kalacaklarına delâlet
etmektedir. Onlar ateşte kalacaklarına göre, ateşe girmiş olmaları gerekir.
Hadislerden bunun
delili şudur: Abdullah b. Revâha Allah Teâiâ burada girmeden bahsetti ama,
çıkmadan bahsetmedi" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s): "Ey
îbn Revâha, vürûddan bahseden bu ifadeden sonraki, "sonra takvaya erenleri
kurtaracağız" ifadesini oku" buyurdu. Bu İbnRevâhanın vürûddan girme
manasını anladığını, Hz. Peygamber (a.s)'in de onun bu anlayışını
yadırgamadığını gösterir.
Câbir (r.a)'den
rivayet edildiğine göre, ona bu ayetten sorulmuş, o da şöyle demiştir:
"Ben Allah'ın resulünü şöyle derken işittim: "VÜrûd girmektir,
lyi-kötü herkes o cehenneme girecektir. Cehennem mü'minlere bir seriniik ve
esenlik olacaktır. Hatta insanlar onun serinliğinden ötürü ürperip feryâd
edeceklerdir" Bu görüşü benimseyenler şöyle derler: "Mü'minler
cehenneme, kesin olarak hiçbir korku ve zarara uğramaksızın, hatta gıbta ve
sevinç ile gireceklerdir. Çünkü Cenâb-ı Allah "O en büyük korku bunları
asla tasaya düşürmez" (Enbiya, 103) buyurmuştur. Bir de âhiret mükafaat
yurdu olup, teklif yurdu değildir. Gam ve hüzün ancak teklif yurdunda söz konusudur.
Yine Hz. Peygamber (s.a.s)'dan gelen
sahih bir hadiste:
"Melekler
kabirde, mükafaat ehli kimseleri cennette müjdeler. Öyleki o kimse cennetteki
yerini görür ve öğrenir"
[197]
buyurulmuştur. Ölüm anındaki muayene (herşeyi görme) hali hakkındaki söz de
böyledir. Binâenaleyh kendi halleri hakkında şüpheli olarak onların kıyamete
gelmeleri nasıl düşünülür? Bu haller, ancak cehennemliklere tesir eder. Çünkü
onlar cehennemlik ve ikâb ehli olduklarını bilmemektedirler.
Alimler, cehennemin
zararının o mü'minlerden nasıl uzak olacağı konsunda ihtilaf etmişlerdir:
a) Bazıları,
"Cehennem olarak İsimlendirilen o bölgenin içinde, ateşsiz bir yerin
bulunması ve cehennemin derekeleri arasında geçiş yollarının bulunması imkansız
değildir. Durum böyle olunca herkesin cehenneme girip, mü'minlerin o ateşsiz
yerlerde, kâfirlerin ise ateşin ortasında olmaları da imkansız değildir.
b) Allah Teâlâ, cehennemin ateşini söndürür,
böylece de mü'minler oradan geçerler ve cehennem, onların dışında kalanları
içine alır. İbn Abbas (r.a) "O müminler o cehenneme, cehennem küpten çıkan
sese benzeyen bir ses çıkardığında gelirler (vürûd)" demiştir. Cabir İbn
Abdullah'dan, bu meseleyi Hz. Peygamber (s.a.s)'e sorduğunda, O'nun şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir: "Cennetlikler cennete girdiklerinde birbirlerine"
Rabbimiz bize, cehenneme vûrüd edeceğimiz (gireceğimizi) va'detmemiş
miydi?" dediklerinde, onlara, "Siz oraya o cehennem sönmüş iken
girdiniz (veredtümühâ)" denilir."
c)
Cehennemin sıcaklığı tabii değildir. Kâfirlerin bedenlerine yapışan o
parçaları, Cenâb-ı Hak onların üzerinde yakıcı ve eziyyet edici; mü'minlerin
bedenlerine yapışan o parçaları, onların üzerinde tıpkı Hz. İbrahim (a.s)'de
olduğu gibi, bir serinletici ve emniyet vesilesi kılar ve yapar. Bu tıpkı, aynı
kırbadan, kıbti su içtiğinde, o kırbadaki suyun kana dönüşmesi, İsrailli su
içtiğinde ise onun tatlı bir su olması gibidir.
Bil ki, bu izahlardan
herbiri mutlaka, cehennemde azâb görenle beraber olabilmeleri için, azabla
müvekkel olan melekler hakkında da söz konusudur.
[198]
İmdi, eğer: Müminler
cehenneme girdiklerinde cehennem onlar için bir azâb yeri olmadığına göre,
onların o cehenneme girmelerinin hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki:
Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:
1) Onlar, kendilerinin bundan kurtulduklarını
bilip anladıklarında, bu onların sevincini ve sürürünü artırır.
2) Bu, kendilerinin düşmanı olan o müminlerin
cehennemden kurtulduklarını, kendilerinin ise orada ebedi kaldıklarını
gördüklerinde, cehennemliklerin keder ve pamını artırır.
3) enlikler
müminlerin yanında, hatta kendi dostlarının ve kendilerini cehennemden
sakındıran Ta ıprine dönüp bakmadıkları kimselerin yanında rezil ve rüsvay
olacakları için, cehennemliklerin keder ve hüznünü arttırır.
4) Müminler,
cehennemde o kafirlerle birlikte olduklarında onlar onları susturarak, yere
baktırır. Bu da böylece, kâfirlerin kederini, müminlerin de sürürünü arttırır.
5) Müminler, cehennemlikleri haşr ve neşr ile
korkutarak inzâr edip onlara bu meselenin doğruluğuna dair deliller
getirdiklerinde onlar o delilleri kabul etmemişlerdi. Binâenaleyh, o müminler o
kâfirlerle birlikte cehenneme girdiklerinde, müminler o kâfirlere, söyledikleri
hususlarda kendilerinin sadık olduğnu; haşri ve neşri tekzib edenlerin ise
yalancı olduklarını ortaya koymuş olurlar.
6) Müminler
o azabı gördüklerinde bu, o müminlerin cennet nimetlerinden daha fazla haz
duymalarına vesile olur. Nitekim şair, uEşya, zıtlarıyla daha fazla olarak
ortaya çıkar" demiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"İşte bunlar oradan uzaklaştırılmışlardır" (Enbiya. ıoı» beyanına
tutulanlara gelince, biz onların cehenneme girmiş olduklarına delâlet eden
hususlardan birisinin de bu olduğunu belirtmiştik. Hem. ânhâ (oradan)
ifadesiyle, "cehennemin azabından" manası kastedilmiştir. Cenâb-ı
Hakk'm "Onun gizli sesini, 'Hustnı bile duymazlar" (Enbiya. 102)
beyanı ile de bu kastedilmiştir.
"Mü'min ve
muttaki kimselerin cehenneme nasıl girdikleri, sonrada oradan nasıl çıkıp da
cennete gittikleri hususu, haberlerle sabit midir?" denilirse,
biz deriz ki: Hesaba çekilme işinin yerde veya arzın
olduğu bir mekânda olacağı, haberlerle sabittir. Bunun böyle olduğuna, Cenâb-ı
Hakk'ın, "O günki yer, başka bir yere... tebdil olunacaktır" (ibramm,
48) ayeti de delâlet etmektedir. Cehennem, yere yakındır; cennet ise göktedir.
Hesaba çekilme mekânında bir araya gelme işi hasıl olur. Böylece onlar oradan
cehenneme girerler, sonra da Allah Teâlâ cennetlikleri yükseltir ve onları
oradan kurtarır. Cehennemlikleri ise orada bırakır. "Bu, Rabbinin üzerine
kati olarak aldığı, hükmettiği birşeydir" ayetinde geçen hatmen kelimesi,
birisi birşeyi gerekli görüp vacib kıldığı zaman söylenilen deyiminin
masdarıdır. Buradaki masdar ism-i mefûl (mahtüm) anlamındadır» Bu, Arapların tıpkı
"Halku'llahi (Allah'ın mahlûku) ve "Darbu'l-esiri (esirin dövdüğü)
demeleri gibidir."
İlahi cezanın aklın da
vacib olduğunu söyleyenler şu şekilde istidlal etmişlerdir: 'Bu, Rabbinin
üzerine kati olarak aldığı hükm ettiği birşeydir" ayeti, tehdit ve
haberler cihetinden gelen şeyin, vâcib ve gerekli olduğuna delâlet eder. Çünkü
'alâ edatı vûcüb ifade eder. Sırf nakille, haberlerle sabit olan şeye ise,
vâcib denilmez." Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Allah'ın va'dinden
cayması imkânsız otunca, bu vûcl.j gibi kabul edilir...
[199]
Cenâb-ı Hakk'ın,
''Sonra takvaya erenleri kurtaracağız. Zalimleri ise, bırakacağız"
buyruğuna gelince, kelime, nunci, nûneccî, ve meçhul siğasıyla yuncâ şeklinde
okunmuştur. Kadi şöyle der; "Ayet, vaide dair, bizim görüşümüzle bir delil
teşki eder. Çünkü Allah Teâlâ, herkesin o cehenneme gireceğini beyân buyurmuş,
sonra da cehennemden kurtulacakların sıfatlarını beyan etmiştir ki bunlar,
müttakilerdir. Fasıklar ise muttaki değillerdir. Daha sonra Cenâb-ı Hak,
müttakileriı. dışında kalanları, cehennemde dizüstü bırakacağını beyan
buyurmuştur. Böylece, fasıkın cehennemde ebedi kalacağı sabit olmuş olur."
[200]
İbn Abbas şöyle der:
"Muttaki, lâ ilahe illallah sözü ile, şirkten korunmuş olan
kimsedir." Bif ki İbn Abbas in söylemiş olduğu bu hüküm hakkın doğruluğuna
delilin şehadet ettiği, ve gerçeğin ta kendisi olan bir hükümdür. Zira Allah ve
peygamberleri tasdik eden herkes için, "O, şirkten korunmuştur"
denilebilir. Böylesi kimse hakkında, "o, şirkten korunmuştur"
denildiğine göre, onun hakkında, "O, müttakidir de" denilebilir.
Çünkü muttaki (korunmuş) kelimesi "şirkten korunmuş" olan ifadesinin
bir parçasıdır, Mürekkebin kapsamına aldığı şeyi, müfredi de içine alır
(birbirinden ayrılamazlar) Böylece, büyük günah sahibinin de muttaki olduğu
sabit olmuş olur. Bu sabit olunca, büyük günah sahibinin, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Sonra müttakileri kurtaracağız" cümlesinin umum oluşundan dolayı,
cehennemden çıkmış olması gerekir. Böylece, kendi lehlerine zannettikleri bu
ayet, görüşlerinin yanlışlğîna delâlet eden en güçlü delillerden olmuş olur.
Kadi, bu ayetin aynı
zamanda, "Mükelleflerden, ne cennette ne de cehennemde olmayacak olan
kimseler vardır" diyenlerin görüşlerinin, yanlış olduğuna delâletfertiğini
söylemiştir. Biz, bu da zayıftır diyoruz. Çünkü ayet, Allah Teâlâ'nın, muttaki
kimseleri kurtardığına delâlet eder. Halbuki ayette Allah Teâlâ'nın, onları
cehennemden kurtardıktan sonra cennete gönderdiğine dair bir delâlet yoktur.
Farzet ki, ayet buna delâlet etsin. Ancak ne var ki ayet, müttakilerin cennette
olduklarına, zalimlerin ise cehennemde bırakıldıklarına delâlet etmektedir. Şu
halde burada, bu iki kısmın dışında kalan bir üçüncü kısmın bulunması gerekir
ki, bu üçüncü kısım da, tâat ve masiyeti denk olan kısımdır. Böylece herbiri
diğeriyle düşer, neticede nötr hale gelir, geriye de ne itaat, ne de isyan eden
diye birşey kalmaz. Binâenaleyh şayet bu kısmın bulunması batıl olursa bu
ayetin dışındaki başka bir şeyle batıl olmuş olur. Bu sebepl bu ayet, Kadi'nın
iddia ettiği hasr manasına delâlet etmez. Bazı Mu'tezile alimleri, ilahi vaid
ve tehdit hususunda, Hak Teâfâ'nın, "Zalimleri ise, orada âizüstü düşmüş
bir halde bırakacağız" ifadesine tutunmuşlardır. Halbuki, ez-zâlimin
lafzı, başında harf-i tarifin bulunduğu bir çoğul kelimedir. Binâenaleyh, bu
kelime umumilik ifade eder. Umumi lafızlara tutunma hakkındaki sözümüz ise, bu
kitabta defalarca geçmiştir. Ayetteki cisiyyâ kelimesine gelince, Keşşaf
sahibi, O'nun, "Zalimleri ise, orada dizüstü düşmüş bir halde
bırakacağız" cümlesinin yukarda bahsedilen "vürüd" ifadesiyle
kastedil menin, onların cehenneminin etrafında dizüstü çökmüş olmaları;
müminlerin ise, cehennemden kurtarıldıktan sonra cennete girerek kafirlerden
ayrıldıklarına; kafirlerin ise bulundukları yerde, dizüstü çökmüş olarak
kalakaldıklarına bir delif olduğunu söylemiştir.
[201]
"Kendilerine açık
açık ayetlerimiz okunduğu zaman kâfirler mü'minlere: "iki fırkadan hangisi
makamca daha hayırlı, meclis ve topluluk bakımından daha
güzeldir" dediler"(Meryem, 73).
[202]
Bil ki Allah Teâlâ,
öldükten sonra diriltilmeyi kabul etmeyen Kureyş müşriklerinin aleyhine, delil
getirince bunun peşinden, bahsi geçen kimselerin, Cenâb-ı Hakk'ın hüccetine
karşı şu sözle muarazada bulunduklarına dair vaidini getirmiştir: "Şayet
siz hak, biz de batıl üzere bulunsaydık, o zaman sizin dünyadaki haliniz,
bizimkinden daha güzel ve daha hoş olurdu. Çünkü, kendisinin samimi ve ihlaslı
dostlarını azaba ve zillete düşürmesi, kendisine hizmetten yüz çevirmiş olan
düşmanlarına ise izzet ve rahatlık vermesi, Hakîm olan zâta yakışmaz... Durum,
bunun aksine olunca, kâfirler, nimet rahatlık ve hükümran olma hali içinde;
müminler ise o zaman, korku ve zillet içinde idiler. İşte bu da, hakkın ve
doğrunun, müminlerle birlikte olmadığına oelâlet eder. Onların bu konudaki
şüphelerinin neticesi budur. Bunun bir benzeri de, "Eğer (iman) bir hayır
olsaydı, bizden evvel ona kusamazlardı" (ahimi, 11) ayetidir. Rivayet
olunduğuna göre kafirler, saçlarım tarıyor, yağlanıyor güzel koku sürünüyor ve
övünebilecekleri zinetlerle zinetleniyor; sonra da müslümanlann •akirlerine
karşı böbürlenerek kendilerinin Allah katında, müminlerden daha değerli
oiduklaını iddia ediyorlardı... Geriye, ayette ilgili şu iki bahis kalmaktadır:
Birinci bahis:
Ayetteki "açık açık
ayetlerimiz" ifadesi hakkında şu açıklamalar yapılabilir:
a) Bu,
"Lafızları tertil üzere okunan manaları, ya muhkem oldukları için,
veyahutta peşinden muhkem ayetlerin beyânının, yada Hz. Peygamberin sözlü ya da
fiili otarak açıklamasının geldiği müteşabih ayetler olarak açık seçik
biçimde" demektir.
b) "Kendileriyle tehaddide bulunulan ve
hiçkimsenin kendilerine muarazada bulunamadığı, i'câzı apaçık bir
biçimde..." demektir.
c) Meselâ,
Cenâb-t Hakk'ın, hasrın isbatı hususundaki, 'İnsan düşünmez mi ki onu daha
evvel ve o, birşey değilken kendisini hakikaten biz yarattık"(Meryem. 67)
beyanı gibi, kendisi
hakkında bir soru
sorulamayan ve kendisine
itirazda bulunulamayan apaçık deliller olarak" demektir.
İkinci bahis: İbn Kesir,
durdurma ve ikamet ettirme yeri anlamında olarak mimin dammesiyle mukâmen
şeklinde okurken, diğerleri mimin fethasıyla, "durma mahalli"
anlamında olarak, makâmen şeklinde okumuşlardır, (Nediyy) kelimesinin anlamı
ise, 'meclis" demektir... Nitekim Arabca'da nediyy ve nâdi ayın
anlamdadır. Bu kelimenin çoğulu, endiye'dir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Toplantı
yerinizde meşru olmayanı yapacak mısınız?" (Ankabut. 29) "O vakit,
meclisini da'vet etsin" vsi*. 17) ayetleri de bunun gibidir. Nitekim
birtakım kimseleri bir araya getirdiğinde denilir Mekkedeki
"Daru'n-nedve" de aynı manadadır ki müşriklerin toplandığı meclise
verilen ad idi.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
onların bu şüphesine, şu ifadeyle cevap vermiştir.
[203]
"Biz onlardan
evvel nice asırlar helak ettik ki onlar, mal ve metâca da, gösterişçe de daha
güzediler"
(Meryem, 74).
Bu cevabı şu şekilde
açıklayabiliriz: "Cenâb-ı Hak dünyada, sizden daha çok nimet verdiği
kimseleri de imha etmiştir. Şu halde, insan için dünyada hasıl olan nimetler, o
kimsenin Allah'ın dostu olduğuna delâlet etmiş olsaydı, o zaman, Allah'ın
sevdiği insanlara bu dünyada herhangi bir keder ve üzüntünün dokunmaması ve
Allah'ın, bu dünyada kendilerine nimet verdiği kimselerden hiçbirini helak
etmemesi gerekirdi. O, onları helak ettiğine göre bu durum, ya "Dünyalık
elde eden, Allah'ın dostudur" şeklindeki birinci mukaddimenin
yanlışlığına, yahutta, "Allah'ın dostlarına bir gam ve hüzün
dokunmaz" şeklindeki ikinci mukaddimenin yanlılığına delâlet eder. Her iki
duruma göre de, ileri sürmüş olduğumuz şüphe geçersiz olur."
Geriye lafızların
tefsirini yapma hususu kalmıştır. Buna göre biz diyoruz ki: Her asırdaki
kimseler, kendilerinden sonra gelenler için, bir kuşaktır, nesildir
"karn" dır. Çünkü onlar, onlardan önce yaşamışlardır. Cenâb-ı
Hakk'ın, ifadesi, mahallen mansûb olarak kem kelimesinin sıfatıdır. Baksana
sen, şayet hum zamirini getirmeseydin, o zaman ahsenu kelimesinin, sıfat olarak
mansûb olması gerekirdi. Esâs ev eşyası anlamındadır.
[204]
Ri'yen kelimesine
gelince, bu şu beş şekilde okunmuştur. Çünkü bu kelime ya noktasız olarak vâ
ile, ya da noktalı olarak zâ ile okunur.
Birincisine gelince,
bu kelimede ya hemze ve yâ bir arada zikredilir, veyahut sadece yâ ile
yetinilir. Bu kelimede hem yânın hem de hemzenin birilkte zikredilmesi halinde,
şu iki izah yapılabilir:
a) Bu
kelime;ya kendisinden sonra ya bulunan sakin bir hemze ile (Ri'yen) şeklinde
okunur. Bu durumda kelimenin manası, "görünümce,şekilce" demek olur.
Bu, ifadesinden olmak üzere, ism-İ mefûl manasında bir masdardır.
b) Harflerin
yeri değiştirilerek, (kalb), ketimenin (Rİen) şeklinde okunmasıdır. Bu, tıpkı
Arapların (Re'yun) kelimesini, (Râ'in)
şeklinde söylemeleri gibidir... Sadece yâ ile yetindiğimizde bu bazan, hemzenin
yâ'ya çevrilip yâ'nın da yâ'ya idğam ile şeddeli yâ ile olmak üzere; ya da, nimet
ve refah anlamına gelen (er'reyyu) kelimesinden olmak üzere (Reyyen) şeklinde okuruz. Bu durumda bu kelime
Arapların, (nimetlere garkolmuş)
deyimlerinden alınmış olur. İkincisine gelince, hemze hazfedilerek, sırf yâ iie
okumadır. Bunun izahı şöyledir: Maklûb olan b; (Rien) kelimesinden, hemzenin
hazfedilip, harekesi, kendisinden önce bulunan sakin yâ'ya kesilmek suretiyle
hafifletilmesidir. Bu kelimenin şeklinde okunmasına gelince bu, toplamak, biraraya
getirmek anlamına gelen (ez-zeyyu) kelimesinden
müştakdır. Çünkü "bir araya
getirilmiş güzellikler, anlamındadır. Buna göre mana, "Bunlardan
güzellerini de imha ettik" şeklinde olur. Allah en iyisini bilendir.
[205]
"De ki: "Kim
sapıklık içinde ise, Rahman (Allah), onun (İpini-miiNe
uzattıkça
uzatır. Nihayet va'dolunduğu şeyleri -ya azabı, ya kıyameii-gördükleri zaman
artık kimin yeri kötü, kimin ordusu daha zayıf, bilecekler. Allah hidayeti
kabul edenlerin hidayetini artırır. Baki olan salih ameller, Rabbinin katında
sevabca daha hayırlıdır, akıbetçe de daha hayırlıdır"(Meryem, 75-76).
Bil ki, bu o şüphenin
ikinci cevabıdır. Bunu şu şekilde izah edebiliriz: Farzedelim ki, dünyada
nimetlere gark olmuş olan bu sapığın, Cenâb-ı Hak, uzun müddet büyük nimetlere
de nail olabilmesi için, ecelini uzatmış, ona belli bir süre tanımış olsun.
Ama, böylesi kimseler mutlaka, ya dünyada bir azâbla, veyahutta ahirette büyük
bir azâbla yüzyüze gelirler. Böylece de onlar, dünya nimetlerinin kendilerini o
azâbtankurtarmadığını anlatırlar. Allah Teâlâ'nın sözü, onların (75. ayette
geçen) sözlerini; sözü ise sözlerinin mukabili olarak şerdolunmuştur. Böylece
Allah, onların dünyada mevki sahibi olmaları sebebiyle, kendilerinin daha üstün
olduklarını zannetseler de, sonraları işin bunun zıddı olduğunu ve daha kötü
durumda olduklarını anlayacaklarını, beyan etmiştir.
Çünkü cehennemden daha
kötü bir yer ve hesap hususunda da, sıkıştırılmaktan, iğneden ipliğe
sorulmaktan daha kötü bir ha! bulunmaz.
Cenâb-ı Hakk'ın ifadesine gelince, onlar dünyada kendi ordu ve
cemaatlerinin fayda sağlayacağını sanmışlardır. Ama onlar, ahirette kendileri
için bir yardımcının bulunmadığını gördüklerinde kendilerinin, dünyada iddia
ettiği şeyler hususunda yanılmış olduklarını anlarlar.
[206]
Geriye, ayetlerin
ihtiva ettiği lafızları incelemek kalmıştır. Bu birkaç bakımdan yapılabilir:
a) ifadesi,
"Allah onun Ömrünü uzattı. Ömrü hususunda ona zaman tanıdı" demektir.
Böylece bu ifade, bunun vâcib olduğunu ve sapıkların mazeretlerini sona
erdirmek için, mutlaka yapılması gereken birşey olduğunu bildirmek maksadıyla,
emir sığasında getirilmiştir. Kıyamette onlara, "Size iyice düşünecek
kimsenin düşünmesine imkân verecek, aklım başına toplayacak kadar ömür vermedik
mi?" (Fatır. 37) denilir. Bu tıpkı, "O kâfirler kendilerine mühlet
vermemizi nefisleri için sakın hayırlı sanmasınlar. Onlara fırsat verişimiz,
ancak (günahı) artırmaları içindir" (au
. 178) ayeti gibidir.
b) Ayetteki
"Ya azab, ya kıyamet" ifadesi, ayette bahsedilen azab üe, kıyametten
önce olacak bir azabın kastedildiğine delâlet eder. Çünkü ayetteki "ya
kıyamet" ifadesi ile kıyamet günü kastedilmiştir. Kıyamet gününden önce
olacak o azab ile, ya kabir azabı, yahut da insanların ölürken görüp müşahede
ettikleri azab kastedilmiş olabilir. Çünkü insanlar ölüm anında, hakettikleri
şeyi anlayıp görürler. Yine bu azabla, onların dünyadaki hallerinin, izzetten
(şereften) zelilliğe, zenginlikten fakirliğe, sıhhatten hastalığa, emniyetten
korkuya dönüşmesinin kasdedilmiş olması da mümkündür. Yine bununla mü'minlerin
onlara hükümran kılınması, yahut da Bedir Günü kafirlerin başına gelen
hezimetin kastedilmiş olması da mümkündür. Ayet hakkında bütün bu izahlar
yapılmıştır.
[207]
Bil ki Allah Teâlâ
bundan sonra, yukarıda bahsedilenler ile kâfirlere muamele ettiği gibi, aynı
şekilde hidayete ermiş mü'minlerin de hidayetini artırdığını beyân buyurmuştur.
Bil ki biz bunun böyle oluşunu aklen de izah edebilir ve şöyle deriz: Bazı
hidayete erme çeşitlerinin bazı şartlara bağlanmış olması uzak bir ihtimal
değildir.
Çünkü hidayete erme,
neticede ilme dayanır. İlmin, bazısının bazısına bağlı olması imkansız
değildir. Binâenaleyh şart olan hidayetle doğru yolu bulan, meşrut olan (ona
bağlı olan) hidayetin verilmesine de müsait hale gelir. Böylece de Hak
Teâlâ'nın, "Allah hidayeti kabul edenlerin hidayetlerini artırır"
beyanı yerinde olmuş olur. Bunun misâli şöyledir: iman, hidayettir. İmandaki
ihlas ise, hidayete ilave birşeydir. İhlası elde etmek ise ancak imanı elde
ettikten sonra mümkün olur. Binâenaleyh kim iman ile hidayete ererse, Allah o
kimseye ihlası vererek, hidayetini artırır.
Bu, biz ayetteki bu
ifadeyi zahiri manasına aldığımızda söz konusudur. Bazı kimseler bu ifadeyi,
"mükafatı artırma, fazla mükafat verme" manasına tefsir ederek,
"Allah, hidayete eren kimselere hidayetlerine karşılık fazla mükafat
verir" demişlerdir. Bazı kimselerde bu fazlalığı ve artırmayı, imana
dayalı olan ibadetleri (yapma fırsatı verme) manasına tefsir etmişlerdir.
Keşşaf sahibi şöyle der: "Ayetteki yezîdü (artırır) kelimesi, bir önceki
ayette geçen (uzattıkça uzatsın)
kelimesi üzerine atıftır. Çünkü bu önceki ifade haber mahallinde olup, takdiri,
"Kim sapıklık içinde olursa, Rahman ona mühlet verir ve artırır, yani
mühlet vermek suretiyle onları kendi başlarına bırakarak onların
sapıklıklarını; hidayete erenleri de, muvaffak kılmak suretiyle, hidayetlerini
artırır" şeklindedir.
[208]
Cenâb-ı Hak daha
sonra, hidayete eren kimselerin içinde bulundukların halin neticede kendilerine
fayda vereceğini beyan buyurarak, "Baki olan sâlih ameller, Rabbinin
katında sevebca daha hayırlıdır" buyurmuştur. Bu böyledir. Zira hidayete
eren kimselerin üzerinde oldukların şey, kendisini sonsuz ve büyük bir
menfaatin takibettiği, sonlu ve az bir zarar; sapıkların üzerinde olduğu şey
ise, peşisıra büyük ve sonsuz bir zarar gelecek olan, sonlu ve az bir
menfaattir. Birincisinin daha hayırlı olduğunu herkes açıkça anlar ve kolayca
bilir. İşte böylece onların dayandıkları şüpheleri sakıt olur.
[209]
Alimler ayetteki
''Baki olan salih ameller" ifadesi ile ne murad edildiği hususunda değişik
izahlar yapmışlardır. Bu cümleden olarak muhakkik alimler, bunun "irran"
olduğunu, faydası devamlı ve sonsuz olduğu için salih amellerin bâkilik ile
tavsif edildiğini söylemişlerdir. Bazı alimler de, bununla bir kısım
ibadetlerin kastedildiğini söylemişlerdir. Bu görüşte olanların bir kısmı,
bununla büyük mükafatlı ibadetleri zikretmişlerdir.
Böylece onların
bazısı, namazı; bazısı, tesbîhi zikretmişlerdir. Ebu'd-Derdâ | r.a)'nın şöyle
dediği rivayet edilmiştir. Birgün Hz. Peygamber (s.a.s) oturdu ve eline
kuru bir çubuk olarak, (önündeki) yaprakları onunla süpürerek şöyle
dedi:
"Hiç. şüphesiz
"Lâilahe MaİJahu vaîlahu ekber ve Sübhanaîİah" (AHahdan başka ilah
yoktur. Allah en büyüktür. Allah'ı takdis ve teşbih ederiz) ifadesi, rüzgarın
şu ağacın yapraklarını döküp yokettiği gibi, (İnsanın) hatalarını siler süpürür.
Ey Ebu'd-Derda, seninle o kelimeler arasına (ölüm) engeli girmezden önce,
onları al (çok-çok söyle). Çünkü onlar, baki olan sâlih amellerdir ve onlar
cennet hazinelerindendir"[210]
Ebu'd-Derda (r.a) şöyle derdi: "Ben onları ezberledim ve onları öyle çok
söylüyordum ki tanımayan birisi beni gördüğünde, deli sanırdı."
Birinci görüş daha
uygundur. Çünkü Cenâb-ı Hak onları, mükafatları devamlı ve sonsuz olması
açısından "bâkiyat" diye tavsif etmiştir. Binâenaleyh ibadetlerin bir
kısmı, her ne kadar sevabca diğerlerinden daha noksan ise de, devamlılık
hususunda hepsi müşterektir. Bu sebeble bütün ibadetler, neticelerine, yani
mükafaatlarına nazaran, baki ve salihtirler.
Cenâb-ı Atlah sonra, o
ibadetlerin, "Sevabca daha hayırlı, akıbetceİjnereddan) daha hayırlı"
olduğunu haber vermiştir. "Daha hayırlı" sözü ancak, birşey
başkasından daha hayırlı olduğu zaman söylenebilecek birşeydir. O halde
bununla, "BU, kâfirlerin makam itibarı ile daha hayırlı, meclis ve
topluluk bakımından daha güzel zannettikleri şeyden daha hayırlıdır"
manası kastedilmiştir,
[211]
"Ayetlerimizi
inkar eden ve "Bana elbette ma! ve evlâd verilecek" diyen adamı
gördün mü? O gayba mı vâkıf oldu, yoksa Rahman katından bir ahid mi aldı"
Hayır öyle değil! Biz onun söyleyegeldiği (sözü) yazacak ve azabını da
uzattıkça uzatacağız. Onun söyler olduğu şeye Biz mirasçı olacağız ve o, Bize
tek başına gelecek"
(Meryem, 77-80).
Bil ki Allah Teâlâ ilk
önce, öldükten sona dirilmenin doğruluğuna dair deliller zikredip sonra
inkarcıların şüphelerini zikredince ve onlara gerekli cevabi verince,
burada da onların haşr ile ilgili inancı tenkid etmek
için, alaylı bir üslûpla söyledikleri şeylere yer vererek, ''Ayetlerimizi inkâr
eden ve ''Bana- elbette mal ve evlâd verilecek" diyen adamı gördün mü?"
buyurmuştur.
Hamza ve Kisâi laİj
kelimesini vulden diye okurlar ki "çocuklar" manasına cemidir. Nasıl
ki esed (aslan) kelimesinin cemi üsd gelir. Yahya b. Ya'mer'in bu kelimeyi
kesre ile vilden şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir.
[212]
Hasan el-Basri'den bu
ayetin, Velid b. Muğire hakkında nazil olduğu rivayet edilmiştir. Halbuki
meşhur olan, bu ayetin As b. Vâil hakkında nazil olmuş olduğudur. Habbâb b.
el-Eret (r.a) şöyle demiştir: "Benim As b. Vâ'U'den alacağım vardı.
Borcumu ondan istedim. O, "Hayır, Hz. Muhammed (s.a.s)'i inkâr etmedikçe
vermem" dedi. Bunun üzerine ben, "Kesinlikle hayır! Ben Hz. Muhammed
(s.a.s)'i ne sağlığımda, ne ölürken, ne öldükten sonra dirildiğimde inkâr
etmem" dedim. As t b. Vâil: "Ben öldüğümde yeniden mi
diriltileceğim?" dedi. Ben, "Evet" dedim. Bunun üzerine o,
"Öldükten sonra yeniden dirittildiğimde ve sen bana geldiğinde, orada
benim malım ve çocuklarım da olur. İşte borcunu o zaman veririm" dedi.
Şu rivayet de
yapılmıştır: "Habbâb (r.a),As b. Vâil için, bir takı yaptı. As, Habbâb'dan
onu vermesini istedi. Habbâb da onun ücretini isteyince O: "sizler
öldükten sonra diriltileceğinizi, cennette altın, gümüş ve ipek bulunduğunu
iddia ediyorsunuz. Binâenaleyh ben bunun ücretini orada veririm. Çünkü orada bana
da mal ve evlâd verilecek" dedi. Cenâb-ı Hak onun bu sözüne,
"Ogaybamt vâkıf oldu, yoksa Rahman katından bir ahid mi aldı?" diye
cevap vermiştir. Keşşaf Sahibi şöyle der: "Ayetteki bu ifade, Arapların
bir kimse dağ başına tırmanıp çıktığında kullandıkları (Dağa çıktı)
deyimlerinden alınmadır. Yine ona hakim oldu, galip oldu, mâlik oldu"
manasında "O, bu işin matla'ına uğradı denilir. Bu kelime hakkında tercihe
şayan olan, şu mananın verilmesidir: O, sadece tek ve kahhâr olan Allah'ın
sahib olduğu gayb ilmine ulaştı da, şan ve makamını böylesine mi
yüceltti." Yahut bunun manası, "Onun Kendisinde olduğunu iddia ettiği
şeye, ancak iki şeyle, yani ya gaybı bilmekle, yahut da gaybı bilenden alınan
bir söz (ahd) ile ulaşılabilir. Binâenaleyh sen ona bunlardan hangisi ile
ulaştın bakalım!" şeklindedir. "Ahd"in, kelime-i şehâdet
manasına geldiği de söylenmiştir, Katâde'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Onun daha evvel yaptığı salih bir ameli mi var ki. bu salih amel
sayesinde söylediği şeyi ümid ediyor."
Daha sonra CenâtH Hak,
onun halinin, iddiasının tam zıddına olduğunu bildirerek, kellâ! "Hayır
öyle değil" buyurmuştur. Bu kelime, red ifade eden bir lafızdır. Bu, onun
hatalı olduğuna dikkat çekmektedir. Yani "O söylediği ve umduğu şeyde hatalıdır"
denilmektedir. İmdi, eğer, "O, bir söz atmaya dursun, mutlaka yanında
hazır bir gözcü vardır" (Kât, ıaj ayetinde beyan buyurulduğu gibi,
söylenen söz ve
yapılan şey anında {kâtib meieklerce)
yazıldığı halde, burada niçin Cenâb-ı Allah gelecek zaman siğası ile,
"yazacağız" buyurmuştur?" denilirse, deriz ki: Bu hususta şu iki
izah yapılabilir:
a) Bizim
yazdığımız, onun tarafından anlaşılacak ve bilinecektir.
b) Suçluyu
tehdid eden, ona, her ne kadar o anda ondan intikam alma, onu cezalandırma
arzusu taşıyor ise de, "Senden intikam alacağım" der. Onun bu söz ile
gayesi, sırf tehdiddir. İşte burada da böyledir.
Ayetteki"Onun
azabını da uzattıkça uzatırız" ifadesi, "Onun hakettiği azabı, uzatır
ve artırırız. Azabının zamanını katlarız" demektir. Arapça'da medde ve
emedde fiilleri aynı manaya kullanılır. Buna, Hz. Ali'nin bunu, nûn'un zammesi
ile şeklinde kıraati de delildir.
Hak Teâlânın "'Onun söyler olduğu şeye Biz mirasa
olacağız" beyanı "va'dettiği malı ve evlâdı Kendisinden silinip
kaybolup gider, böylece tıpkı miras malının onu miras bırakan (ölmüş olan)
kişiye dönmesi imkansız olduğu gibi onun malı ve evlâdı da kalmaz demektir.
Ahirette bunlar onun elinden çekilip alınınca, o yapayalnız kalır. İşte Cenâb-ı
hak bundan ötürü, "O, Bize tek başına gelecektir" buyurmuştur
Binâenaleyh onun ahirette malı ve evlâdı ile birlikte olması söz konusu
değildir. Nitekim bir başka ayette Cenâb-ı Hak, "Andolsun ki sizi ilk defa
yarattığımız gibi (ahirette de) yapayalnız, teker teker huzurumuza
geleceksiniz" (En'am, 94) buyurmuştur. Allah en iyi bilendir.
[213]
"Onlar kendileri
için bir izzet olsun diye, Aİlah'dan başka tanrılar edindiler. Hayır öyle
değil. O (tanrıları) onların tapmalarım reddedecek ve onların
aleyhine dönecekler. Görmedin mi Biz, kâfirlerin
basma, kendilerini
alabildiğine teşvik
ve ifsad eden şeytanları gönderdik. Şu halde sen onlara
karşı acele etme. Biz ancak onların (günlerini)
sayıyoruz. Müttakileri Rahman
(Allah'ın) huzuruna
bir hayat olarak toplayacağımız ve günahkârları susuz
olarak cehenneme süreceğimiz gün, Rahman'm nezdinden
bir ahd almış
olanlardan başkaları şefaata mâlik
olamayacaklardır"
(Meryem. 01-87).
Bil ki Allah Teâlâ
haşr ve neşr meselesi hususunu beyan edince, şu anda putlara tapmayı reddetme
konusunu ele alıp, putperestlerin o putları Allah katında şefaatçi ve helakten
kurtaran yardımcı olsunlar, kendilerine şeref kazandırsınlar diye ilah
edindiklerini beyân buyurmuştur. Sonra da bu hususu ^ "Hayır öyle
değil" diyerek cevaplamıştır. Bu, onlara karşı bir red ve onların o ilahları
sayesinde şeref kazanacaklarını kabul etmemedir. İbn Nüheyk bu kelimeyi kütlen
onların hepsi" şeklinde okumuştur ki bu, "Onların hepsi, bu putlara
ibadet etmek suretiyle kâfir olacaklar" demektir. İbn Cinni'nin
"el-muhteseb" adlı eserinde, bu ifade kâfin fethası ve tenvin ile
kellen şeklinde yer almıştır. O, bunun, "Bütün bu iıikad ve görüşler bir
"Keli" (yük ve meşakkattir" manasında olduğunu söylemiştir.
Keşşaf Sahibi şöyle der: "Eğer bu rivayet doğru ise, bu yine red manasına
olan keliâ lafzı olmuş olur. Ama bu kelime üzerinde vakıf yapan, tıpkı
"Kavâriren" (insan -&> kelimesinde olduğu gibi, bunun elifini
nûn'a çevirir (tenvinli okur)."
Alimler reddedecekler
fiilinin failin, ibadet edenler mi, yoksa ibâdet edilen (putlar) mı olduğu
hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları, failin ibadet
edilenler (putlar) olduğunu söylerlerken, bazıları da bununla Cenâb-ı Hakk'ın
melekleri kastettiğini, çünkü âhirette meleklerin, onların (kendilerine
yaptıktan) ibadetleri kabul etmeyeceklerini, onlardan uzak durup, onlarla
davalaşacaklarınt söylemiştir. Cenâb-ı Allah'ın, uBunlar mı size
tapıyorlardı?"(Sete, 4oj ayetiyle anlatılan husus budur.
Diğer bazı alimler de
şöyle demişlerdir: "Allah Teâlâ kıyamet günü putlara can verir. Böylece
onlar kendilerine tapanları azarlar ve onlardan uzak olduklarını bildirirler.
İşte bu, o kâfirler için en büyük pişmanlık anı olur." Bazı kimseler de bu
fiilin failinin, ibadet edenler olduğunu söyleyerek, "O müşrikler kıyamet
günü putlara taptıklarını kabul etmezler. Nitekim Cenâb-ı Hak bu hususu,
"Sonra onların (baş vuracakları) fitne (çare) ancak şöyle demeleri oldu:
"Rabbimiz Allah'a andederiz ki biz müşriklerden değildik"(Enam,23)
buyurarak beyan etmiştir.
Ayetteki "(Onlar)
onların aleyhlerine dönecekler" ifadesini Cenâb-ı Hak, onların
"Kendileri için izzet" ummalarına mukabil getirmiştir. İzzetin
zıddı, zillet ve aşağılıktır. Yani onların aleyhine,
ümid ettiklerinin ve istediklerinin zıddı tahakkuk eder. Buna göre sanki:
"O putların o izzetleri değil, zilletleri onlar aleyhine tahakkuk eder.
Yahut da onlar, onlara karşı düşman olurlar" denilmek istenmiştir 'Zıdd'
keimesL "yardımcı" manasınadır. Nitekim Arapça'da
"yardımcılarımız" manasında
denilir. Buna göre "avn" (yardım), "zıdd" lafzı ile
ifade edilmiş olur. Çünkü o, karşındaki aleyhine sana yardım etmek suretiyle,
ona muhalif, düşman ve zıd olmuştur. Buna göre eğer, "bu kelime niçin
müfred olarak getirilmiştir?" denilirse, biz deriz ki- Hz. Peygamber
(s.a.s)'in Onlar, kendileri dışındakilere karşı tek eldirler"[214]
hadisindeki "el" kelimesi de müfreddir. Aşın intizamlannc1- ve
aralarındaki muvafakattan ötürü, sözleri birbirine uyduğu için onlar tek bir
şey gibidirler. İlahların onların aleyhine yardımcı olmalarının manası,
kâfirlerin cehennemin yakıtı ve kütüğü olmalarıdır. Bir de onlar, putfara
ibadet ettikleri için bu azabı haketmişlerdir.
[215]
Bil ki Allah Teâlâ, o
kafirlerin âhirette putları ile olan haierinden bahsedince, bandan sonra
onların dünyada şeytanları ile olan durumlarından bahsetmiştir. Çünkü onlar
herşeyi o şeytanlarına sorar, onlara boyun eğer ve onların emirlerini
dinlerler, işte bundan öîürü Cenah ı Hak. "Biz kâfirlerin başına, kendilerini
fiğine teşvik ve
ifsâd eden şeytanları
gönderdik"
buyurmuşîur, Bu ifade
ile ilgili birkaç mesele vardır:
[216]
Ehl-i Sünnet alimleri,
Allah Teâtâ'nın bütün herşeyi irade ettiğine dâir bu ayeti delil getirerek,
şöyle demişlerdir: "Falancayı falancaya saldım, gönderdim" ifadesi,
Arap-çg'dg, "onu ona hükümran kılmayı irade etti" manasında,
"onu ona musallat kıldı" Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s),
''Besmele çek ve köpeğini (av üzerine) gönder"[217]
buyurmuştur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, ayetteki, "Biz kâfirlerin
başına... şeytanları irsal ettik (gönderdik)" ifadesi, Allah Teâlâ'nın,
şeytanların kâfirlere hükümrân olmasını istediği için, onlan onlara hükümran
kıldığını gösterir ki, bu da bizim maksadımızı ortaya kor. Hem sonra bu husus
ayetteki, "Kendilerini alabildiğine teşvik ve ifsâd eden" ifadesiyle
de desteklenir. Çünkü bu, "Biz, şeytanlar onları alabildiğine teşvik ve
ifsâd etsinler diye, şeytanları kâfirler üzerine salıverdik" demektir.
Yine bu husus Cenâb-ı Hakk'ın, "Onların İçinden gücünün yettiği kimseleri
sesinle yerinden oynat (Ey iblis)"(isrâ. 64) ayetiyle de kuvvet
kazanır."
Kâdİ şöyle der:
"Ayetin lafzı, Allah'ın peygamberlere, ümmetlerine iletebilecekleri bir
peygamberliği yüklemek suretiyle peygamber gönderdiği gibi, şeytanları da
kâfirlere göndermiş olmasını gerektirir. Binâenaleyh o göndermede, şeytanlann
tabii vasfı olan igvânın bulunması gerekir. O zaman da kâfirlerin o şeytanların
sözlerini kabul edip, onlara itaat etmeleri gerekmiş olur. Bunun böyîe olduğunu
söylemek ise küfürdür. Bir diğer şaşılacak hususda Cebriyenin bu ayete
tutunmasıdır. Çünkü onlara göre kâfirin sapıklığı, Cenâb-ı Hakk'tn onda küfrü
yaratıp, takdir etmiş olması hasebiyle, AHah'dandır. Binâenaleyh şeytanın bunda
bir tesiri yoktur. Ayetin lafzını böyle zahiri manasına hamletmek mümkün
olmayınca onu te'vil etmek gerekir. Binâenaleyh biz bu lafzı "Allah Teâlâ
"şeytanları ile kâfirleri başbaşa oıraktı ve oniarın şeytanların
ıgvâsından menetmedi, korumadı" manasına hamlederiz. İste bu başbaşa
bırakma işi, mecazi olarak 'irsal" (gönderme, üzerlerine salma; il
edilmiştir.
Bu tıpkı bir kimsenin
köpeğini, komşusunun evine girmekten alıkoymadığı zaman, bununla o insanlara
eziyet etmeyi murad etmemiş olsa bile, "O köpeğini falancanın üzerine
gönderdi" denilir. Bu başbaşa bırakma işinde, onlara bir sıkıntı
olmasından dolayı her ne kadar bir şiddet bulunsa bile, onlar şeytanın
sözlerini (vesveselerini) kabul etmeyebilirler. Binâenaleyh onların kabul
etmemeden ötürü kazanacakları mükafat da büyük olur. Bunun böyle oluşunun
delili, "İş olup bitince şeytan der ki: "... Benim sizin üzerinizde
hiçbir hükmüm ve nüfuzum da yoktu. Yalnız ben sizi çağırdım, siz de bana hemen
icabet ettiniz. O halde kusuru bana yükiemeyin. kendinizi
kınayın"(ibrahim, 22) ayetidir. "Kâdi'nin sözünün hepsi budur.
Biz onun, "Bu
ayeti zahiri manasına hamletmek mümkün değildir, Çünkü ayetteki,
"Şeytanları irsal ettik (gönderdik)" ifadesi, "Şayet Allah
şeytanları, kafirlere göndermiş olsaydı, kâfirler şeytanların sözünü dinlemek
suretiyle onlara itaat ederlerdi" demektir şeklindeki iddiasını kabul
etmediğimizi söylüyoruz. Biz diyoruz ki: Allah Teâlâ şeytanları kâfirlere
(vazifeli olarak) göndermedi, aksine oniarı onların üzerine salıverdi. Onları
onlara irsaletmek, "onları onlara hükümran kılmayı istediği için, onları
onlara musallat kılmak" demektir. Binâenaleyh onları onlara gönderme*
başka, musallat kılmak başkadır. Kâdi'nin, "Kafirin sapıklığı Allah'dan
olmuş olur. O zaman bunda şeytanın ne tesiri var" şeklindeki sözüne karşı
biz deriz ki: Niçin şöyle denilemesin: "Şeytanın o kâfirlere vesvesesini
ulaştırması, onu dinleyenin anlayışının sağlıklı olması şartı ile, o kimsenin
kalbinde bu sapıklığa sebeb olmuştur, Çünkü şeytanın konuşması (vesvesesi),
Ailah Teâlâ'nın o konuşmayı yaratmasından ötürüdür. Binâenaleyh kâfirin kalbinde
meydana gelen o sapıklık, işte bu iki açıdan, nem şeytana hem de Allah'a nisbet
edilebilir. Kâdi'nin, "Ayetteki "irsal" ile, kâfirlerle
şeytanların başbaşa bırakılmaları manasının kastedilmesi njçin caiz
olmasın?" şeklindeki iddiasına karşı deriz ki: Cenâb-ı Hak, şeytanlarla
kâfirleri başbaşa bıraktığı gibi, şeytanlarla peygamberleri de başbaşa
bırakmıştır. Ama Allah Teâlâ, şeytanları kâfirler üzerine salıverdiğini ayette
özellikle belirtmiştir. Binâenaleyh bu sözün burada ilave bir mana ifade etmesi
gerekir. Bir de Hak Teâlâ'nın, "{Şeytanlar) onları alabildiğine teşvik ve
ifsâd ederler" ifadesi, adeta bu göndermenin maksadını
anlatmaktadır. Binâenaleyh bu teşvik ve ifsâd işini,
Cenâb-ı Hakk'ın bizzat irâde etmiş olması gerekir. İşte ayetle bu mana kastedildiğine
göre, elde etmek istediğimiz sonuç çıkmaktadır. Bu konuda söylenecek söz budur.
Allah en iyi bilendir.
[218]
İbn Abbas şöyte
demektedir: ifadesi, "Onlar onları,
günaha düşürmek için alabildiğine tahrik ve teşvik
ederler" demektir. Bu ayet-i kerime, Kur'ân ite
istihza
edenler hakkında nazil olmuştur ki bu
kimseler (o zaman) beş kişi idiler. Keşşaf Sahibi şöyte der: teşvik etmek ve
tahrik etme manasına yakın anlamlı kelimelerdir. Yani "Şeytanlar kâfirleri
vesveseleri, allayıp-pullamatarı ile, günahlara teşvik eder ve
sevkederler" demektir.
Cenâb-ı Hak,
"Binâenaleyh sen onlara karşı acele etme. Biz ancak ontarm (günlerini)
sayıyoruz" buyurmuştur. Arapça'da, birisi birşey hususunda birisi için
acele ettiğinde, denilir. Buna göre bu, "Sen ve müslümanlar, onların
şerrinden kurtulup rahata ermek için: hemen onların yok olup, helak olmalarını
istemeyin. Çünkü onların helâklarına sayılı nefisler (günler) kaldı"
demektir. Bunun bir benzeri de Hak Teâlâ'nın, "onların (azabı) için acele
etme. Onları tehdid edilmekte oldukları (azabı) görecekleri gün sanki gündüzün
bir saatinden başka durmamış (yaşamamış) gibi olacaklar. Bu bir tebliğdir"
(Ahkaf. 35) ayetidir. İbn Abbas (r.a)'ın bu ayeti okuduğunda ağlayarak şöyle
dediği rivayet edilmiştir: "Sayılan en son şey, nefesinin çıkması; sayılan
en son şey, kabre girmen ve sayılan en son şey, ehl-ü iyalini bırakıp
gitmendtr. "Rivayete göre İbn Semmâk (r.a), Me'mürrun yanında iken bu
ayeti okudu ve şöyle dedi: Nefesler sayılı olunca ve onlar için (belirlenmiş)
bir zaman olmayınca, ne çabuk çıkıp tükenirler!"
Alimler ayetteki,
"Biz ancak onların (günlerini) sayıyoruz" ifadesi hakkında, şu iki
diğer izahı da yapmışlardır:
a) Biz
onların nefeslerini ve amellerini sayarız. Onların azlığına ve çokluğuna göre,
karşılığını veririz.
b)
Ne artan, ne eksilen, herkes için belirlenmiş
bir vakit olan ecele kadar olan vakitlerini sayarız.
[219]
Cenâb-ı Allah daha
sonra, hasrın nasıl olacağı hususunda, müttakiler ve mücrimler arasında o gün
ortaya çıkacak ayırımı beyân ederek, "Muttakileri Rahman'm huzurunda bir
heyet halinde toplayacağımız gün" buyurmuştur. Keşşaf Sahibi şöyle der:
"Bu ifadenin başındaki yevme, mukadder bir fiilin (zarfı olarak)
mansubtur, yani "Biz böylece onlar; toplayacağımız günde, her iki
topluluğa da anlatılması mümkün olmayan şeyler yaparız" demektir. Yahut
bu, "O günü hatırla ki" takdirindedir. Bu kelimenin, daha sonra
gelen, "Malik olamayacaklar" fiili ile mansub olması da mümkündür.
Hz. Ali (a.s) Hz. Peygamber
(s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir.
"Canımı elinde
tutan (Allah'a) yemin ederim ki, muttakiler kabirlerinden çıktıklarında,
kanatlan olan, üzerlerinde altın eğerler bulunan beyaz dişi develerle
karşılanırlar" Hz. Peygamber (s.a.s) bunu söyledikten sonra bu ayeti
okudu. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[220]
Kâdi şöyle der:
"Bu ayet, kıyametin dehşetinin sadece
mücrimler
için olduğuna delâlet eden delillerden birisidir.
Çünkü muttakiler, tâa
işin başında böyle bir ikram ile
toplanırlar.
Binâenaleyh onlar (mahşerde) her türlü korkudan emindirler. Bu sebeble,
kıyametin dehşeti onları saramaz.
[221]
Müşebbihe, bu ayeti
delil getirerek, "Ayetteki, "Rahman'a" ifadesi, muttakilerin
gidişleri, Rahman'ın yanında sona
erdiğini
gösterir" demişlerdir. Ehl-i Tevhid (sünnet) ise,
ayetin manasının, "Biz, muttakileri, Rahman'ın
ikramlarının bulunduğu bir yere toplarız" şeklinde olduğunu
söylemişlerdir.
[222]
Dinsizler bu hususta
tenkidde bulunarak Hak Teâlâ, "O gün muttakileri Rahman'm huzurunda bir
heyet halinde
toplayacağız"
buyurmuştur. Bu, ancak toplayacak olanın, Rahman'dan başkası olması halinde
doğru olur. Ama toplayan Rahman'ın kendisi olunca, bu söz düzgün ve doğru olmuş
olmaz" demişlerdir. Müslümanlar buna, "Ayetin manası, "O gün
muttakileri Rahman'tn ikramlarının bulunduğu yerde toplayacağız"
şeklindedir" diyerek cevap vermişlerdir.
[223]
Hak Teâlâ sonra,
"Günahkârları susuz olarak cehenneme süreceğimiz gün" buyurmuştur.
Bundaki "süreceğimiz", ifadesi günahkârların tıpkı, susamış olarak
suya götürülen hayvan sürüleri gibi, hor ve hakir kılınarak, itilip kakılarak
cehenneme sürüldüklerini gösterir. "Vird", susamış demektir. Çünkü
suyun yanına "vîîrûd" eden (geten), susadığı için gelir. Aslında
"viirûd" suya doğru hareket edip gelmek demektir. İşte suya gelenler
de "vird" kelimesi ile ifade edilmişlerdir.
[224]
Ayette "Onlar
şeiaata mâlik olmayacaklardır" yani, "Onlar için şefaat söz konusu
değildir" buyurulmuştur. Ayetin zahirinden anlaşılan, ya onların, başkalan
için yapacakları şefaat, yahut da başkalarının, onlar için şefaatlerinin söz
konusu olmadığıdır. İşte bundan ötürü alimler ihtilaf etmişlerdir. Bazıları,
"mü'mınlerin başkalarına şefaat etmeleri gibi, kâfirler başkalarına şefaat
edemezler" derlerken; bazıları da, "Başkaları, bu kâfirler için
şefaatçi olamazlar" demişlerdir. Bu ikinci mana
daha uygundur. Çünkü ayeti birinci manaya hamletmek,
açık ve belli olan bir hususu, yeniden açıklamak gibi birşey olur. Bunun böyle
olduğu sabit olunca ayet, büyük günah sahibi mü'minler için şefaatin meydana
geleceğine delâlet eder. çünkü Hak Teâlâ bunun peşinden, "Rahman'm
nezdinden bir ahd almış olanlar müstesna" buyurmuştur. Bu ifade,
"Allah katından tevhid ve nübüvvet ahdi almış olanlar müstesna, o kimseler
başkalarına şefaat etme hakkına sahib değillerdir" demektir. Binâenaleyh
bunun, bu ifadenin hükmüne dahil olması gerekir.
İbn Mes'ûd (r.a)'nın
Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet ettiği, şu hadis-i şerif de bizim görüşümüzü
destekler: Hz. Peygamber (s.a.s) birgün ashabına "Sizden herbiriniz,
sabah-akşam Allah'dan bir ahd almaktan âciz midir?" dedi. Onlar, "Bu
nasıl olur?" dediler. Bunun üzerine o şöyle dedi: "Herbiriniz,
sabah-akşam, "Ey gökleri ve yerleri yaratan ğâib ve hazır olanı bilen
Allah'ım, ben Senden başka tann olmadığına, bir olduğuna, ortağın
bulunmadığına, Muhammed (s.a.s)ıin Senin kulun ve peygamberin olduğuna şehâdet
ederek, sana ahd (söz) veririm. Çünkü Sen, eğer beni nefsime (bana) bırakırsan,
nefsim beni serlere yaklaştım, hayırlardan uzaklaştırır. Ben ancak senin
rahmetine güveniyorum. Binâenaleyh kıyamette benim için tastamam yerine
getireceğin bir ahd (söz) ver. Çünkü sen vadinden caymazsm" der. O bunu
söylediğinde, Cenâb-ı Hak, bu ahdi (sözü) bir mühürle mühürler ve Arş'm altına
kor. Kıyamet günü geldiğinde, birmünâdi, uAllah katında ahdi bulunanlar
nerede?" diye seslenir. Bunun üzerine onlar (toplanır) cennete girerler1'
İşte bu hadis ile, ayette bahsedilen ahidden maksadın kelime-i şehâdet (tevhid)
olduğu ortaya çıktığı gibi, ayetin büyük günah sahibleri hakkında şefaatin
gerçekleşeceğine nasıl delâlet ettiği de ortaya çıkar. Kâdl, bu ayetin kendi
(Mu'tezili) görüşünün delili olduğunu söylemiş-idi. Halbuki ayetin biz (ehl-i
sünnetin) görüşüne daha fazla delâlet ettiği meydandadır. Allah en iyi
bilendir.
[225]
"Dediler ki:
"Rahman (Allah) bir evlâd edindi. " Andolsun ki siz pek çirkin bir
şey söylediniz. Onlar O Rahman'a bir evlâd iddia ettiler diye, bu
(sözden)dolayı neredeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak, dağlar dağılıp
çökecek. Halbuki O Rahman'a bir evlâd edinme asla yakışmaz. Göklerde ve yerde
olan herkes istisnasız, O Rahman'a bir kul olarak gelecek. Andolsun ki O,
bunları toptan da saymış, tek tek de saymıştır.
Onların herbiri kıyamet günü
O'na tek başına
gelecektir"(Meryem, 88-95).
Bil ki Allah Teâlâ
putperestlerin bazı iddialarını reddedince, bu sefer "Allah'ın çocuğu
var" diyenlerin iddiasını redde yöneldi. Yahudiler, "Üzeyir Allah'ın
oğludur" diyorlar; hristiyanlar, "Mesih (İsa). Allah'ın
oğludur"diyorlar; Araplar da, "Melekler, Allah'ın kızlarıdır"
diyorlardı. İşte bütün bunlar, bu ayetin hükmüne dâhildirler. Bazı âlimler, bu
ayeti sadece, "Melekler Allah'ın kızlarıdır" diyen araplarla ilgili
kabul edip şöyle diyorlar: "Çünkü Hristiyanlara karşı red, sûrenin başında
geçti. Ama şimdi Cenâb-ı Hak, putlara ibadetten bahseden arapları reddedince,
meleklere ibadetten bahsedenlerin görüşlerinin yanlışlığını anlatmaya başladı.
Cenâb-ı Hak,
"Andolsun ki siz pek çirkin birşey söylediniz!" buyurmuştur. Son
kelime hemzenin kesresi ve fethası ile, idden ve edden şeklinde okunmuştur. İbn
Haleveyh, "İdd" ve "Edd", şaşılacak şey demektir"
demiştir. Bu kelimenin, "çok çirkin ve kabul edilmez birşey" manasına
olduğu da söylenmiştir.
kelimesi de şiddet
manasınadır. "İş bana şiddetli ve ağır geldi" manasında denilir.
Ayetteki (yenfatırne)
füli yâ'dan sonra tâ ile yetefattarne diye okunmuştur,
[226]
Kıraat imamları
ayetteki kelimesinin okunuşunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları onu yekfldû yâ
ile, yekâdû bazıları tâ ile tekâdû okumuşlardır. "İnfitâr", "Onu
yardı" manasındaki îjai fiilinden tefattur, ise "Onu parça parça
etti, yardı" manasmdaki
fiilindendir. İbn Mes'ûd, (r.a) bu fiili, (parçalanır) şeklinde
okumuştur.
Ayetteki"dağlar
dağılıp çökecek" cümlesine gelince bu ifade (şiddetli bir biçimde dağılıp
çökecek) takdirinde mefûlü mutlak veya takdirindedir. Yada, mefûlün leh'dir.
Yani, "Çünkü o dağılıp parçalanır" demektir. Buna göre mana, "O
dağlar, olabilecek en şiddetli şekilde, herbiri üzerine düşerek
yıkılırlar" şeklindedir.
İmdi, eğer
"Allah'a çocuk nisbet etmek, göklerin yarılıp parçalanması, yerlerin
yarılması ve dağların da dağılıp çökmesine nasıl müessir olur?" denilirse,
biz deriz ki, bunun birkaç izahı vardır:
1) Allah
Teâlâ şöyle buyurur: Eğer yumuşaklığım olmasaydı ve cezayı da hemen verseydim,
"Ben bunu, bu kelimenin söylenmesi halinde, bu kelimeyi söyleyene karşı
bir gazab olarak, göklere, yere ve dağlara bunu yapardım." Nitekim Cenâb-ı
Allah, "Şüphesiz ki Allah gökleri ve yeri zeval bulmalarından (korumak
için bizzat) tutmaktadır. Eğer onlar zeval bulurlarsa andolsun ki, ondan sonra
kimse bunları tutamaz" (Fat.r, 4i) buyurmaktadır.
2) Bunun, o
kelimenin ne kadar büyük ve çirkin bir söz olduğunu ortaya koymak, onun
çirkinliğinin dehşetini göstermek, bu sözün, dindeki tesirini ve dinin erkânı
ve kaidelerinin yıkımındaki payını anlatmak için olmasıdır.
3)
"Eğer göklerin, yerin ve dağların akletme kabiliyeti olsaydı, bu sözün
kabalığından dolayı, neredeyse bunu yaparlar, dağılıp parçalanırlardı."
Bu, Ebu Müslim'in izahıdır.
4) Gökler,
yer ve dağlar, daha önce bütün kusur ve noksanlıklardan U2ak idiler. İnsan oğlu
bu sözü söylediğinde onda o kusurlar, çatlaklıklar, bozukluklar meydana çıktı.
Ayet-i kerimedeki ''Onlar, o Rahmana bir çocuk iddia ettiler
diye" cümlesi ile ilgili birkaç mesele vardır:
[227]
Bu cümlenin irabı
hususunda üç ihtimal bulunmaktadır:
a) Bu minhu
"Bu (sözden) dolayı"
kelimesindeki hâ zamirinden bedel olarak mahallen mecrûrdur.
b) Bu cümle,
başındaki lamın düşmesinin ve fiile böylece bitişmiş olmasının takdiriyle
mansubdur. yani, "bu, onlar ... iddia ettikleri içindir" demektir.
c) Bu,
geçmiş olan hedden fiilinin faili olarak merfüdur. Yani, "Onları, Rahman'a
evlât nisbet edilmesi iddiası yıkmıştır" demektir. Netice olarak Cenâb-ı
Hak, bu büyük işlerin sebebinin, o söz olduğunu beyân etmiştir.
[228]
Bu ayetlerde
"Rahman"
kelimesi, Cenâb-ı Allah'ın nimetlerin asıllarının ve
fer'ilerinin ancak O'ndan olması cihetiyle yegâne Rahman olduğuna dikkatleri
çekmek için, defalarca tekrar edilmiştir.
[229]
ifadesindeki fiili iki
meful alan
semmâ (isimlendirdi) manasında olan defi
nevindendir. Burada, mana kapsamlı ve umumi olsun ve Allah'a çocuk
olarak nisbet edilen her şeyi içine alsın diye, ikinci
mefûl ile yetinildi... Yahutta bu fiil, edilgen şekli, Hz. Peygamberin, "Kim kendisini, kendi efendisinden
başkasına iddia eder, nisbet ederse (...)" hadisinde bulunan ve
"nisbet etti" anlamında kullanılan şeklidir. Nitekim şair de şöyle
demiştir:
Yani, "Biz,
Nehşel oğullan, kendimize başka bir babaya iddia etmez yani ona nisbet
etmeyiz..."
[230]
Cenâb-ı Hak daha
sonra, "Halbuki o Rahman'a bir evlat edinme asla yakışmaz"
buyurmuştur. Yani, "Bu, imkânsızdır, muhaldir" demektir. Maruf olan
doğurmaya, çocuk sahibi olmaya gelince, bunun imkansızlığı hususunda, hiçbir
şey söylenemez. Evlat edinmeye gelince, bu da imkansızdır. Çünkü, çocuk mutlaka
babaya benzer. Allah'a benzeyense, hiç yoktur, olamaz. Bir de oğul edinme
ancak, kendisiyle sürür duymak, kendisinden yararlanmak ve adının güzelce
anılmasını sağlamak (dünyada nesil bırakmak) gibi, Allah hakkında doğru olmayan
gayeler için olur. Bütün bunlar ise, Allah'a yakışmaz.
Cenâb-ı Hak daha sonra
"Göklerde ve yerde olan herkes, istisnasız, o Rahman 'a bir kul olarak
gelecek" buyurmuştur. Bundan murad şudur: "O inkarcıların göklerde ve
yerde bulunan, gerek insanlardan, gerekse meleklerden olan hiçbir ma'bûtları
yoktur ki, Rahman olan Allah'a gelmeyecek olsun. Yanı, o, tıpkı kölelerin
yaptığı gibi, itaatkâr, boyun eğen ve ümit eden bir kul olarak Allah'a varacak
ve O'nun rubûbiyetine iltica edecektir" Alimlerden bazıları bunu, hassaten
kıyamet gününe mahsus saymışlardır ki birinci görüş daha uygundur. Zira, burada
tahsisi gerektiren bir durum yoktur.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"O, bunları toptanda saymış tek tek de saymıştır" beyanına gelince,
bu "onların hepsi, Allah'ın emri, tedbiri?kahn ve kudretine boyun
eğmişlerdi. O, Allah Subhanehû, onları kuşatmıştır. Onların işlerini, topluca
bildiği gibi ayrıntılarıyla da bilir. Onların hallerinden Allah'a saklı olan
hiçbir şey yoktur. Onların herbiri kıyamet gününde, yanında bu müşriklerden
hiçbirisi olmadığı ve onlar, onlardan uzak ve beri bulunduğu halde, tek başına
Allah'ın huzuruna gelecektir" anlamındadır.
[231]
'İman edip salih
ameller işleyenler (yok mu) Rahman onlar için bir sevgi verecektir. İşte Biz
onu (Kur'ân'ı), ancak onunla müttakileri müjdeleyesin ve
diretip inâd edenleri inzâr (ve ikaz) edesin diye
senin dilinle (indirip)
kolaylaştırdık. Biz
onlardan evvel nice nesilleri helak ettik! (Şimdi) onlardanhiçbirini hissediyor
musun, yahut gizli bir sesini işitiyor musun?"
(Meryem, 96-98).
Bil ki Allah Teâlâ
çeşitli kâfirleri reddedip, onların dünya ve ahiretteki hallerini iyice
açıklayınca, bu sûreyi, mü'minlerin hallerini anlatarak bitirdi ve "İman
edip salih ameller işleyenler (yok mu). Rahman onlar için bir sevgi
verecektir" buyurdu. Ayetteki "sevgi" ile ilgili müfessirlerin
iki görüşü vardır:
[232]
1) Ekseri
müfessirlerin görüşüne göre, Allah Teâlâ, o mü'minier için kalblerde bir sevgi
meydana getirecek ve kendilerinden bu sevgiyi kazanmak için bir gayret olmadığı
ve akrabalık, sadaka verme-, iyilik yapma gibi, insanların kalblerinin
sevgisini kazanmalarına sebeb olacak şeylere başvurma olmadığı halde Allah
onlar için bu sevgiyi kalblerde yeşertecektir. Bu, ancak Allah'ın yaratıp,
velilerine has tarzda ve sebebsiz olarak meydana getirdiği bir keramet (ikram)dır.
Nitekim O, aynı şekilde düşmanların kalblerine de korku ve dehşet atar. Bu
sevgi, veliler için bir yüceltme ve mertebelerini yükseltmedir. Ayetteki
seyec'atu (kılacak, verecek) fiilinin sînine (yani fiilin gelecek zaman
oluşu)na gelince.ya sûre mekki olduğu gibi,mü'minler de, kafirler arasında
eziyyet ve gazaba duçar oldukları İçindir ki, böylece Cenâb-ı Hak, İslâm
geldiği zaman onlara bunu va'detmiştir. (Sîn, bunu ifade eder). Ya da bunun
kıyamet gününde olmasıdır ki, buna göre Allah Teâlâ o günde, onların
iyiliklerini herkese göstermek ve amel dsfterlerinl yaymak suretiyle, onları
mahlûkatına sevdirir.
Nitekim Hz.
Peygamberden, bu ayet hakkında şu haber varid olmuştur. "Allah bir kulu
sevdiğinde, Cebrail'e, "Ben falanca kimseyi sevdim; siz de onu sevin
" diye nida eder. Bunun özerine Cebrail de, bunu göklere ve yere
duyurur. Allah bir kula buğzettiğinde
de, bunun aynısı olur.''[233]
Ka'bu'l-Ahbar'ın şöyte dediği rivayet edilmiştir:
Tevrat'da ve İncil'de: "... Yeryüzünde bulunan her bir vakitteki muhabbet
ve sevginin, başlangıcı ve kaynağt, Allah Teâlâ'dtr. Allah, muhabbeti, önce
göktekifere, sonra da yerdekilere indirir..." diye yazılıdır. Bunun,
Kur'ân'daki doğrulayıcısı ise, "Rahman onlar için bir sevgi
verecektir" (Meryem, 96) ayetidir.
2) Bu, Ebu Müslim'in
tercihi olan görüş olub buna göre, bu ayetin manası, "Allah onlara,
sevdikleri şeyleri hibe eder" şeklindedir. Meveddet (vüdd) ile muhabbet,
aynı manadadır. Arabça'da, "Falanca'ya, muhabbetini verdim, verdim, onu
sevdim" "Onlara, sevdiği şeyi verdi" ve "Ona sevgisini
verdim, onu sevdim" denilir. Şu deyimler de Arapların sözlerindendir:
"Şöyle olmasını sever, arzular..." ve "şöyle olmasını çok
arzulardım...".
Bu ayetin manası,
"Rahman olan Allah onlara, meveddetlerini, yani cennette sevdikleri şeyleri
verir" şeklindedir. Birinci görüş daha evlâdır, çünkü muhabbetin, sevilen
şey, "mahbûb" manasına hamledilmesi, mecazdır. Ve bir de biz, Hz.
Peygamberin bu ayeti okuyup bu mana da tefsir ettiğini zikretmiştik.
Binâenaleyh, bu görüş daha evlâdır.
[234]
Ebu Müslim şöyle
demiştir: "Aksine şu sebeplerden dotayt, ikinci görüş daha evlâdır:
1) Müslüman ve muttaki olan bir kimseye, kâfirin
buğzettiyini, bazan da ona, birçok müslümanın buğzettiğini bildiğimiz halde,
birinci görüş nas«l doğru olabilir?
2) Bu
muhabbetin benzeri, bazan, kâfirler ve fasıkfar için daha çok hasıl olur.
Binâenaleyh bunun sadece müminler için bir nimet kılınması nasıl mümkün olur?
3)Onların
kalblerindeki muhabbetleri, kendi fiilleriyledir; yoksa, onu Allah yaratmamıştı.
Dolayısıyla ayeti, müminlere, ahiret fayda ve manfaatleri manasına hamletmek
daha uygundur."
Birincisine şöyte
cevâp verilir: Bundan murad, Rahman olan Allah'ın onlar hakkında, meleklerde ve
peygamberlerde bir sevgi ve muhabbet yaratmasıdır. Hz. Peygamber (s.a.s)'in
Cenâb-ı Allah'dan rivayete ettiği bir hadis-i kudside, Cenâb-ı Hak şöyle
buyurur: "Mümine kulum beni zikrettiğinde, gönlünden geçirdiğinde, ben de
onu kendi gönlümden geçiririm. O beni bir cemaat içinde andığında ise,
ben de onu, onlardan
daha güzel ve daha üstün bir topluluk içinde anarım"^ Bu, aynı zamanda,
onun ikinci açıklamasına da cevabdır. Çünkü, kâfir ve fasığın
durumu böyle değildir. Üçüncüsüne de şöyle cevap
verilir. Bu, Allah'ın lütuf fiillerine ve, onların kalblerinde, O'nun ikramına
vesile olacak olan şeyleri yaratması manasına hamledilir.
[235]
Cenâb Hak, "İşte
biz Kur'ân'ı, ancak onunla müttaküeri müjdelemesin... diye senin dilinle
indirip kolaylaştırdık" buyurmuştur. Bu, müstenef bir cümledir. Cenâb-ı
Hak bununla, içinde, tevhid, nübüvvet, haşr ve neşr konuları ile, sapık ve
batıldan yana olan fırkaları reddetme bulunduğu için bu surenin mertebesinin ve
derecesinin ne kadar yüce olduğunu beyan etti ve böylece bunu, Hz. Peygamber
(s.a.s)'ın diline, onunla müjdelesin ve uyarsın diye, kolaylaştırdığını
açıkladı. Eğer Allah Teâlâ, onların kıssalarını, Arapça olarak anlatmış
olmasaydı, bu Hz. Peygamber'e kolay olmayacaktı.
Kur'ân'ın, müminlere
müjde, onların dışında kalanları da inzârı ihtiva etmesine gelince, bu
meydandadır. Fakat Allah Teâlâ, Hz. Peygamberin bununla, müttakileri
müjdeleyeceğini zikredince buna mukabil takvaya en aşırt bir muhalefet içinde
olan kimseleri zikretti. Onların en aşırıları da, batıla yapışan ve onun
uğrunda savaşıp gayret gösteren, en mücadeleci ve düşman kimselerdir. İşte,
ayetteki ludda kelimesinin manası, budur.
Cenâb-ı Allah sonra,
sureyi çok etkili bir va'z u nasihatla bitirip, "Biz onlardan evvel nice
nesilleri imha ettik!" buyurmuştur. Çünkü onlar,
düşünüp de, dünyanın mutlaka yok olacağını, sonunda
ölüme varılacağını anladıkların da, bundan korkarlar; aynı zamanda da,
ahiretteki kötü akıbet ve azâbtan korkarlar. Böylece, bu korku içinde onlar,
günahtan daha ziyade sakınma ve çekinme imkânı bulurlar.
Daha sonra, Cenâb-ı
Hak bu hususu tekid ederek, "(Şimdi) onlardan hiçbirini hissediyor
musun?" buyurmuştu. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) görmek, idrak etmek ve
bulmak suretiyle onlardan hissedemediğinde, ve "onlardan gizli bir ses de
duyamadığında" bu, onların tamamen çöküp kaybolduklarına delâlet eder.Bu
ayetteki, rikz kelimesi, "gizli ses" anlamındadır. Kargının ucu
toprağın içine sokulup kaybolduğunda, (rukize'r-rumhu) "kargı, toprağa
sokuldu" denilmesi de bu kabildendir. Rikâz ise,' gömülmüş mal"anlamındadır.
Doğruya en yakın olan görüşe göre, "Onlanimha ettik" cümlesinden
maksadımüfessirler her ne kadar bunu, dünyada hemencecik verilen azâb anlamına
hamletmişlerse de, ölümle yıkılıp gitmektir. Allah, doğruyu en iyi bilendir;
dönüş ve varış, O'nadır. Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamd; efendimiz olan Hz.
Muhammed (s.a.s)'e, âline ve ashabına da salât ü selâm olsun.
[236]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/273
[2] Nüshalarda İbn Mübadir diye geçen bir isim kıraat
alimleri arasında bilinmemektedir. Muhtemele* İnb Münazir'in tahrifi
sozkonusudur (ç.).
[3] İbn Cinni'nın Şaz kıraatlere dair meşhur cemi
el-Muhteseb adını taşan Mutbu nüshalardaki Müktese: İsmi ya tahriftir yada
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/273-275
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/275
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/275
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/276
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/276
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/277
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/277
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/277-278
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/278
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/278
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/278-279
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/279
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/279
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/279-180
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/280-282
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/282
[20] Hz. İsa (a.s) Beni israilden olan fakat bu başı
bulunmayan son Peygamberdir. Hz. Zekeriya, Sonda-önceki Peygamberin kendi
evladı olmasınıdiledi (ç).
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/282-284
[22] Keşfu’l-Hafa, 2 / 64; ibn Mace, mukaddime, 17 (1/81);
Ebu Davud, İlim, 1 (3/317).
[23] Buhari, humus, 1; Müslim, cihad, 49 - 51
(3/1378-1379).
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/284-286
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/286
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/286-287
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/287-288
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/288
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/288-289
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/289-290
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/291
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/291
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/291-292
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/292-293
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/293-294
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/294
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/294
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/294
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/294-295
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/295
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/295-296
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/296
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/296-297
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/297
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/297
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/297-298
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/298
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/298
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/298-303
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/303
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/303-306
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/306
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/306-307
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/307
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/307
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/308
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/308-309
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/310
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/311
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/311-312
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/312
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/312
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/313
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/313
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/313-314
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/314
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/314
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/314
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/314-315
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/315
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/316
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/316
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/316-317
[74] Bu söz söyleyenin bilge ve tercübesinin ifadesidir.
Yoksa sekiz aylık doğup yaşayan çocoklar vardır (ç.).
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/317-318
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/318
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/318-319
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/319
[79] Aslında cins ismi olan bazı kelimeleri, halkın
kullanması, özel isim haline getirebilir. Mesela Necm yıldız" demekdir.
Fakal marifeolunca en-Necm Ülker yıldızı anlamına kullanılır (ç.).
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/319
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/319-320
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/320
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/321
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/321
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/321-322
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/323
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/324
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/324
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/324-325
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/325
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/325
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/325-326
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 15/326
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/326
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/326-327
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/327
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/327
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/327-328
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/328
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/328-329
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/329
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/330
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/330-331
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/331
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/331-332
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/332-334
[107] Matbu nüshada arada bir (m) fazlalığı İle Armiyusiyye
kelimesi vardır ki burada bir istinsah hatası var olmalıdır ki Arianisme
manasına gelir (ç.).
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/334-336
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/336
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/336-338
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/338
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/338
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/338
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/338-339
[115] Buhâr-i, hudûd, 22; Tirmizl, hudüd, 1 (4/32).
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/339-341
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/341
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/341
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/341
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/342
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/342
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/343
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/343
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/343-344
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/344
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/344-345
[127] Başka şeyden maksud kelam-ı nefsidir.Ehl-i Sünnet harf
ve seslerle ortaya çıkan kelamın muhdes olduğunu söyleyip bunun Alah Teala’ya
izafe edilmeyeceğini, ezeli olanın kelam-ı nefsi olduğunu kabul ederler (ç).
Fahruddin Er-Râzi,
Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/345
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/346
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/347
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/347
[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/347
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/348-349
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/349
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/349-351
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/351-352
[136] Hasret günü hakKindaki bu hadis-ı şevif için bkz.
Müslim, 51, Hadis no: 40
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/352
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/353-354
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/354
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/354-356
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/356-357
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/357-359
[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/359
[144] Kenzu'l-Ummal, 3/5159.
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/360
[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/361-362
[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/362
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/362
[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/362
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/363
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/363
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/363-364
[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/364-365
[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/366-367
[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/367-368
[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/368
[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/368-369
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/369
[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/369-370
[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/370-371
[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/371
[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/371
[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/371-372
[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/372-373
[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/373
[166] İbn Mace, zühd, 19 (2/1403).
[167] ibn Mâce, ikâme, 176 (1/424).
[168] Kenzul-Ummal, 3/5907.
[169] Tirm,zi, fezâilül-cihâd, 8 (4/171)
[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/373-374
[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 15/375
[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/375-376
[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/376
[174] Anlaşıldığına göre maksud şudur. Zahirde amel eden
kulun hakettiği bir şey vardır, ona ücret verilmediği takdirde bir zulüm
sözkonusu olur. (Fakat işin gerçeğinde böyle bir hak sahibliği yoktur. Zira
kul, bu amel ile, geçmiş nimetlerin bile şükrünü üdeyemez borcun kapatmaz).
Lakin, ilk bakışta ücret Gerektiren bir durum olduöundan bövle ifaüs edilmiştir
(ç)
Fahruddin Er-Râzi,
Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/376-377
[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/377
[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/377-378
[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/378-379
[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/379
[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/379
[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/379-380
[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/380
[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/381
[183] Bu çahıs sahte peygamber Müseylfmetu'l-Kezzeb'dır
(ç.).
[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/381-383
[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/383
[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/383-384
[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/384-385
[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/385
[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/385-386
[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/386
[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/386-387
[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/387
[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/387-388
[194] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/389
[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/389
[196] İnb Mâce Zühd. 33 (2/1431).
[197] Benzeri Buhari, Rikak,51
[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/389-392
[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/392-393
[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/393
[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/393-394
[202] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/394
[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/395-396
[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/396
[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/396-397
[206] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/397-398
[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/398
[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/398-399
[209] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/399
[210] Kenzu'l-Ummal, 1/2033.
[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/399-400
[212] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/400-401
[213] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/401-402
[214] İnb Mâce. diyat, 31 (2/895)
[215] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/402-404
[216] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/404
[217] Benzeri. Buhâri, Zebâîh. 2-3; MÜrtm, Sayd, 1-3
{3/1529-1530).
[218] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 15/404-406
[219] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/406
[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/406-407
[221] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/407
[222] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/407
[223] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/407
[224] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/407
[225] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/407-408
[226] Anlaşılan Müfessir yenfatırne kıraatini ilkin,
zikretmiştir. Bu kıraat Ebû Amr, tbn Amir, Hamza ve Ebû beter kıraatidir.
Nflft, İbn Kesir, Hafs, Klsal kıraati ise yetefattarne şeklindedir, (ç.)
[227] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/408-410
[228] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/410
[229] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/410
[230] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/410-411
[231] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/411
[232] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/412
[233] Buhâri, Tevhid, 15;
[234] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/412-413
[235] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/413-414
[236] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/414