19/ MERYEM SURESİ 2

Kesik Harfler 2

Rahmeti Anma Ve Dua. 2

Dua Kabul Ediliyor 4

Yaşlı Erkek Ve Kısır Kadın Çocuk Yapıyor 5

Yahya Peygamberin Özellikleri 6

Hz. Meryem'in Olgusu. 8

Hz. Meryem'in Hamileliği  Ve Doğurması 10

Hz. Meryem'e Izdırap Veren Saldırılar 13

Beşikteki Çocuk Konuşuyor 14

Şüphe Nelere Götürdü?. 16

Hz. İbrahim'in Olgusu. 19

Hz. Musa'nın Anılışı 24

Hz. İsmail'in Anılması 25

Hz. İdrıs'ın Anılması 26

Kimdir Bunlar?. 26

Neslin Bozulması 27

Tevhid İnancı 30

Öldükten Sonra Dirilme. 31

Cehennemden Kimler Korunacak Ve Oraya Kimler Girecek. 33

Tarih Tekerrür Edebilir 34

Kalıcı Ameller 36

Kafirler İçin Acele Etmeye Değmez. 36

Mahşer Günündeki Durum.. 39

Şirkin Başka Bîr Çeşidi 40

Mahşerde Allah'ın Huzuruna Tek Başına Çıkılacaktır 41

Sevgiyi Yaratan Allah'tır 42

Kur'an Ve Hz. Peygamber'in Görevleri 43

Meryem Sûresinden Çıkarılan İlkeler 44

1. Şirkle Mücâdele Ve Tevhîd İnancıyla İlgili Ayetler: 44

2.   Âhiret İnancının Dinin Temel İnançlarından Olduğunu Vurgulayan Ayetler: 44

3. Peygamberlerle İlgili Konular: 45


19/ MERYEM SURESİ

 

Alimler, Meryem Sûresinin Mekke'de indiği konusunda ittifak halindedirler. Ancak Mekke döneminde ne zaman indiği konusunda a-ralannda küçük bir ihtilaf etmiş olmalarına rağmen, Müminlerden bir grubun Habeşistan'a hicret ettiklerinde Habeş Kralı Necâşî'ye bu sûre­den âyetler okumaları bize gösteriyor ki, sûre Mekke döneminin başla­rında inmiştir. Çünkü Ca'fer b. Ebî Tâlib, yani Hz. Peygamber'in am­casının oğlu, Habeş Kralı'na Hz. Meryem ve oğlu îsâ hakkında âyetler okumuştu.

Bu olgu bize sûrenin hicretten yedi ya da sekiz yıl önce Mek­ke'de indiğini göstermektedir. Sûrede bazı peygamberlerin olgularına yer verilmekte ve Hz. Zekeriyyâ, Hz. Yahya, Hz. îsâ, Hz. İbrahim, Hz. Mûsâ, Hz. Hârûn, Hz. İsmail ve Hz. İdrîs gündeme getirilmektedir. Sû­rede Yüce Allah, Hz. Zekeriyyâ'yı Hz. Yahya ile; Hz. îsâ'yı annesi Meryem ile; Hz. İbrahim'i babası Âzer; Hz. Musa'yı kardeşi Hz. Hâ­rûn ile beraber ele almış, Hz. İsmail ile Hz. İdrîs'i de bağımsız olarak gündeme getirmiştir.

Bu açıdan bakınca, sûrenin merkezi konusunu Hz. Meryem ve oğlu Hz. isa'nın teşkil ettiğini, bu nedenle de Meryem sûresi olarak i-simlendirildiğini söylememiz mümkündür. Sûre, içerdiği olgular bakı­mından Bakara, Âl-i Tmrân, Mâide, A'râf, Yûnus, Hûd, İbrahim, İsrâ ve Kehf sûrelerinin devamı durumundadır ve bu sûrelerle dantel gibi örülüdür. Meryem sûresi söz konusu bu sûrelerden beslendiği gibi, on­lara gıda da vermekte, sanki o sûreler de Meryem sûresinden beslenmektedir.

Meryem sûresi sadece bu sûrelere ışık vermemektedir; kendisin­den sonra gelen pek çok sûreyi de aydınlatmakta, onlara kaynaklık et­mektedir. Tâhâ, Enbiyâ, Hacc, Mü'minûn, Şu'arâ, Nemi, Kasas, Ahzâb ve Mü'min sûrelerinin bunlardan olduğunu söyleyebiliriz.

98 âyetten oluşan Meryem sûresi olgulardan hareketle in­sanlığa önemli ve evrensel mesajlar vermektedir. Biz bu mesajla­rı bulmaya çalışacağız. [1]

 

Rahman Ve Rahîm Olan Allah'ın Adıyla

 

Kesik Harfler

 

Hurûf-u Mukatta'a hakkındaki açıklamamızı Bakara sûresinin ba­şında yaptığımızdan burada tekrar etmeyeceğiz. Ancak bu harflerin, Meryem sûresinin açılımı olduğu dosyanın adı olduğunu söyleyebiliriz. Bilgisayardaki dosyayı düşünürsek, tıkladığımız zaman dosya açılmak­tadır. Bu harfler diğer sûrelerde olduğu gibi Meryem sûresinin de dosya­sı niteliğindedir.

Ancak Râzî, bazı âlimlerin bu harflere yüklediği anlamları naklet­mektedir. Meselâ İbn Abbâs'tan gelen bir rivayete göre özellikle bu sû­renin başındaki harflerle Yüce Allah'ın, kendisine övgüde bulunduğu bilgisine yer vererek; kâf "kâfin=yeterli"; hâ "hâdin=hidâyet eden"; 'ayn '"âlim=bilen"; sâd "sâdık=doğru" anlamında olduğu bilgisini ak­tarmış, ancak bu tür bilgilerin güçlü dayanaklarının bulunmadığını da söylemiştir[2]

 

Rahmeti Anma Ve Dua

 

2. Bu, Rabb 'inin, kulu Zekeriyyâ 'ya olan rahmetini ha­tırlatmadır.

3 Hani o, gizli bir sesle Rabb'ine yalvarmıştı:

4. Rabbim! dedi, vücudumda kemiklerim zayıfladı, saçım-başım ağardı. Ve ben, Rabbim, sana (ettiğim) dua    -sayesinde hiç bedbaht olmadım.

5.  Doğrusu ben, arkamdan iş başına gelecek olan yakınlarımdan endişe ediyorum. Karım da kısırdır. Tara­fından bana bir velî ver.

6.   Ki   bana   ve   Ya'kub   oğullarına   mirasçı   olsun. Rabbim, onu beğendiğin bir insan yap!                

Bu âyetler Hz. Zekeriyyâ'nın yaptığı dua neticesinde Yüce Al­lah'ın ona olan rahmetini Hz. Peygamber'e ve bizlere bildirmektedir.

1. "Bu, Rabb'inin, kulu Zekeriyyâ'yaolan rahmetini hatırlatmadır."

Bu âyet, bir hatırlatmanın yapılacağını bildirmekte, bu kapsamda da Yüce Allah'ın Hz. Zekeriyyâ'ya rahmetini ifade etmektedir. "Kulu" dedikten sonra Zekeriyyâ isminin anılmasında, Zekeriyyâ'ya bir kutsal­lığın verilmemesi amaçlanmaktadır. Yani burada onun "kul" olma özel­liği gündeme getirilmekte, bizim Kelime-i Şehâdet'imizdeki Hz. Mu-hammed için kullanılan "kul" kelimesine işaret edilmektedir. "Kul" ke­limesi tanrılık vasfını ortadan kaldırmaktadır.

Âyetin başındaki zikr kelimesinin farklı kıraatlerinin bulunduğunu kaydeden Râzî, kelimenin emir sigasında Jri zekkir şeklinde okunması­nın da mümkün olduğunu, bu itibarla âyetin anlamının: "Rabb'inin, kulu Zekeriyyâ'ya olan rahmetini hatırlat" şekline dönüşebileceğini ifade et­mektedir [3] ki bizce bu kıraat, diğerine göre Kur'ân'da kıssaların anlatılmasının gayesine daha uygundur.

Bu noktada şu soruyu sorabiliriz: Yüce Allah'ın bize hatırlattığı "kulu Zekeriyyâ'ya olan rahmeti" ne idi?

Sorunun cevabını daha sonraki âyetlerde bulacağız. Kısaca burada şunu söyleyebiliriz: Karısının ve kendisinin ihtiyarlık halinde Yüce Al­lah'ın onlara çocuk vermesi ve bu konudaki duasını kabul etmesi ona o-lan rahmetini teşkil etmektedir.                              

2. "Hani o, gizli bir sesle Rabb'ine yalvarmıştı."

Zekeriyyâ peygamberin duasını ne şekilde yaptığını anlatmakla Yüce Allah bize duanın metodunu öğretmekte, duanın gösterişe dönüş­memesi İçin gizli bir sesle yapılmasını önermiş olmaktadır. Bazen de şartlar, duanın içeriği gereği gizli yapılmasını zorunlu kılabilir. Çünkü, daha sonra görüleceği gibi Hz. Zekeriyyâ' nm duası yakınları konusunda idi. İhtiyarlığında Yüce Allah'tan çocuk istiyordu. Çocuk yapamayacak kadar yaşlı olan bir kimsenin bu konudaki isteğini açıktan dua ederek bildirmesi yakışmazdı. Ama bize de duanın gizli yapılmasının önemi öğ­retilmektedir.                 

"Rabbim! dedi, vücudumda kemiklerim zayıfladı, saçım-başım ağardı. Ben, yaptığım dua sayesinde hiç bedbaht olmadım."             

Duanın bu kısmından şunlar anlaşılıyor:                       

a) Hz. Zekeriyyâ, vücudunun ihtiyarladığını, kemiklerinin zayıfla­dığını söyleyerek durumunu ifade etmektedir. Ayette geçen vehene kelimesi, "birini zayıflatmak, gece yarısından sonraya girmek, işinde, bedeninde zayıf ve gevşek olmak"; tevehhene kalıbı "kuş" ile kul­lanılınca "kuş uçmamak" manasına gelmektedir. Bu kelime Âl-i İmrân 139'da açıklandı.

b) Hz. Zekeriyyâ, saçlarının ağardığını ifadeyle ihtiyarladığını pe­kiştirerek söylemektedir. Bunun anlamı, yani bu iki işareti hatırlatmakla erkeklikten düştüğünü/andropoz olduğunu ifade etmiş olmaktadır. 

c) Ayrıca Hz. Zekeriyyâ, yaptığı duaların tamamının Allah tarafın­dan kabul edildiğine de işaret etmektedir. Yani o, Allah tarafından duala­rında cevapsız bırakılmamıştır. Ayetteki ilp, şakiyyâ kelimesine bu an­lam verilmektedir. Nitekim Araplar bir şey istediklerinde ve isteklerine kavuştuklarında derler; kavuşamadıklarında veya kaybettiklerinde ise derlermiş [4] Dolayısıyla bu âyetin sonundaki şakiyyâ kelimesine söz konusu anlam verilmektedir.     

Duadan anlaşılıyor ki, Hz. Zekeriyyâ, tabiat kanunlarının, doğanın ve fıtratın ötesinde bir şey istediğinin farkında idi. Erkeklikten düşmüş bir erkek ile doğurması mümkün olmayan hanımın çocuk yapması tabia­tın dışında bir olgu olacaktı.

4. "Doğrusu ben, arkamdan iş başına1 gelecek olan yakınlarımdan endişe ediyorum. Karım da kısırdır. Tarafından bana bir velî ver."

a) Zekeriyyâ peygamber, duasının gerekçesini söylüyor, sonra da o gerekçeye göre ne istediğini bildiriyor. Gerekçe, kendisinden sonra iş başına gelecek olan yakınlarının (mevâlî) şahsiyetinden, gücünden, iş yapabilirliğinden ve kendisini temsil edememesinden korkmasıdır.

Bu kısım bize şunu öğretiyor: Ana-babalar, devleti idare edenler, eğitimciler kendilerinden sonra gelecek olan neslin sağlam oiması konu­sunda tedbirli olmalı, eğitimlerini ona göre yapmalıdırlar; kendi kültürle­rini, bağımsızlıklarını, siyasi etkinliklerini yaşatıp sürdürebilecek nesil yetiştirmeli ve bu konuda daima endişe içinde olmalıdırlar. Geriye köle ruhlu insanlar, nesiller ve çocuklar bırakmaktan daima korku içinde ola­rak tedbirlerini ona göre almalıdırlar.

Bu endişenin herkes tarafından yaşanması gerekiyor: "Kendileri, geriye zayıf çocuklar bıraktıkları takdirde (halleri nice olur) diye korkanlar (ye­timlerin hakkına dokunmaktan) çekinsinler. Allah'tan korksunlar ve doğru söz söylesinler" (Nisa 4/9). Sağlam nesil yetiştirmenin yollarım da işte bu âyet göstermektedir: Helal lokma, doğru bilgi ve Allah'ın yardı­mını dilemek. Bunlar eğitimin olmazsa olmazını teşkil etmektedir.

b) Hz. Zekeriyyâ, hanımının kısır olduğunu da gündeme getirmek­tedir. O da istenecek çocuğun tabiat üstü bir olgu olacağının farkındadır.

c) "Tarafından bana bir velî ver." Hz. Zekeriyyâ, yerini alacak, sağlam şahsiyetli, ahlaken temiz ve kendine sahip bir çocuk, bir yardım-ci istedi. Ayetin bu kısmında istediği çocuğun sıfatını "velî" koyarken, Âl-i İmrân 38'de "temiz nesil" ifadesini kullanmıştır. Ayrıca Hz. Zekeriyyâ bir sonraki âyette, yani Meryem 6'da "velî" denen çocuğun özelliğini veya özelliklerini sıralamaktadır.

5. "Ki bana ve Ya'kûb oğullarına mirasçı olsun. Ey Rabb'im, onu beğendiğin bir insan yap."

Hz. Zekeriyyâ'mn kasdettiği mirasçılık ne anlama gelmektedir? Bu çocuk hangi konularda mirası yüklenecekti? Demek ki, "veli" ya da "temiz nesil" denen çocuk, geçmişten gelen manevi mirası taşıyabilecek, onu geleceğe aktarabilecek şahsiyette ve kapasitede biri olacak demektir.

Kur'ân'da hangi konularda vâris olunacağına bakarsak, Hz. Zekeriyyâ'mn istediği çocuğun hangi mirasın vârisi olabileceğini daha açıkça öğrenebîleceğiz:

a) "Allah, onların yerlerine, yurtlarına, mallarına ve ayak basmadığınız topraklara sizi mirasçı yaptı. Allah'ın her şeye gücü yeter" (Ahzâb 33/27). Mirasçı-lık bu âyetin muhtevasına göre bir toplumun çökmesi ile yerini, hüküm­ranlık sürdükleri topraklan yerine geçen yeni topluma bırakması ve yeni toplumun oralara mirasçı olması anlamına gelmektedir. Yani burada fi­ziksel ya da maddî mirasçılık söz konusudur.

b) "Andolsun ki Biz Musa'ya hidâyeti  verdik ve İsrâiloğullarına Kitabı  miras  bıraktık"  (Mü'min 40/53). Buradaki miras, ilâhî vahyin bulunduğu Kitap, yani ilmin miras bırakılması anlamına gelmektedir. Bu âyetten bakınca Hz. Zekeriyyâ'nın oğlunun nasıl bir vâris olacağı konusunu görebiliriz. Demek ki o, doğa­cak çocuğun hem kendisinin hem de Ya'kûb hanedanının manevî mira­sını yürütecek şahsiyette olmasını istemektedir.

c) "Süleyman Davud'a vâris oldu" (Nemi 27/16). Buradaki miras, peygamberlik ve devlet adamlığı sahasında gerçekleş­miştir. Hz. Zekeriyyâ'nın duasında bunu da görmek mümkündür.        

d) "Andolsun Zi­kir'den sonra Zebur'da da: 'Yeryüzüne iyi kullarım vâris olacaktır' diye yazmıştık" (Enbiyâ 21/105). Buradaki miras, hem mülkiyet hem de siya­si erk alanı ile ilgilidir. Hz. Zekeriyyâ'nın duasının kısmen bu âyetle de ilgisi vardır.

yerde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunmak, onları Önderler yapmak ve onları vâris kılmak istiyorduk" (Kasas 28/5). Buradaki miras, Firavun'un hükümran olduğu toprakların mirasını İsrâiloğullarına vermek anlamına gelmektedir; yani, hem mülkiyetin hem de siyasi erkin onlara geçmesini ifade etmektedir.                                                                              

f) "işte, asıl bunlar vâris o-lacaklardır. Firdevs'e vâris olan bu kimseler, orada çok uzun süreli kalı­cıdırlar" (Mü'minûn 23/10-11). Cennete vâris olmayı anlatan bu âyet, kimlerin cennete vâris olacağını belirlemekte ve böyle bir miras olduğu­na işaret etmektedir. Hz. Zekeriyyâ'nın duasının bununla alakası yoktur.

İşte hem Hz. Zekeriyyâ'ya hem de Ya'kûb hanedanına vâris olma­sı, peygamberliği, manevi kültürü ve ilâhî vahyi elde etmesi, onlara sa­hip olması ve onları sürdürmesi anlamına gelmektedir. Zaten Âl-i İmrân 39'da buna işaret edilmektedir "Allah sana, kendisi tarafından gelen bir kelimeyi tasdik e-dici, efendi, iffetli ve sâlihlerden bir peygamber olarak Yahya'yı müjde­ler." Bu âyet, Hz. Zekeriyyâ'nın kendisine ve Ya'kûb hanedanına vâris olmanın ne anlama geldiğine cevap vermekte ve konuya bir açılım getirmektedir. "Ey Rabbim, onu beğendiğin insan yap" şeklinde dua ederken Hz. Zekeriyyâ, ilâhî beğeniyi, rızayı Ölçü olarak koymakta, ço­cuğunun eğitiminde ilâhî yardımı istemekte, Yüce Allah'ın hoşnut ola­cağı, beğeneceği, razı olacağı bir ahlâk ile donatmasını istemektedir. Demek ki, manevi donanımını Allah'tan istemektedir. Âl-i İmrân 39'da Yüce Allah da ona bu ahlâkî donanımda bir çocuğu vereceğini müjdelemektedir.

Âyetten çıkaracağımız netice şu olacaktır: Ana-babalar kendi ma­nevi miraslarını yüklenecek ve taşıyacak nitelikte güçlü çocuklar yetişti-rebilmeleri için Allah'tan dua ile yardım istemelidirler.

Ayrıca kendilerinin belirlediği vasıftan ziyade Allah'ın beğeneceği nitelikte çocuğu Allah'tan istemelidirler. Yüce Allah'ın müdahalesi, yardımı, terbiyesi ve lütfü olmadan bu çocuklara sahip olmak, onları ye­tiştirmek imkansızdır. Biz buna eğitimde, "terbiyede dua metodu" diyoruz. Duasiz çocuk terbiyesi, susuz çelik imal etmeye benzer. [5]

 

Dua Kabul Ediliyor

 

7. Ey Zekeriyyâ! Biz sana öyle bir oğul müjdeliyoruz ki, onun adı Yahya'dır. Daha önce ona kimseyi adaş yap-     madik.

Yüce Allah bu hitabını, müjdesini nerede ve ne zaman yağmıştır? Sorunun cevabını Âl-i İmrân 39'da buluyoruz: "Zekeriyyâ mabedde durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle seslendiler: Allah sana, kendisi tarafından gelen bir kelimeyi tasdik edici, efendi, iffetli ve sâlihlerden bir peygamber olarak Yahya'yı müjdeliyor."

Demek ki Hz. Zekeriyyâ, bu müjdeyi mabedde mihrabda namaz kılarken almıştır.

Peki erkeklikten düşmüş ve karısı kısır olanlara bu çocuk nasıl ve-rilmiştir? Bu sorunun cevabı hem Al-i Imrân'da hem Meryem suresinin 8. âyetinden itibaren devam eden âyetlerinde hem de Enbiyâ 90'da bu­lunmaktadır. Şimdi o âyetlere geçmeden önce yorumunu yapmakta ol­duğumuz Meryem 7'ye devam edebiliriz.

Zekeriyyâ peygambere müjdelenen çocuğun adı "Yahya" idi. Yahya ne anlama gelmektedir? Yahya'nın anlamı, "yaşayacak" demek­tir. Râzî, "Yahya" isminin anlamına önemli açılımlar getirmiştir. Bunla­rın bazıları mübalağa dolu ve asılsız olmasına rağmen, bazısı da önemli yorumlar ihtiva etmektedir.

a) Yüce Allah, onun kalbini iman ve itaat ile ihya ettiği için bu is­mi ona vermiştir.                    

Râzî, "ölü iken kendisine hayat verdiğimiz kişi" (En'âm 6/122); "sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman" (Enfâl 8/24) âyetlerini buna delil getirmektedir. Ama, unutul­mamalıdır ki, Yahya ismi ona doğmadan önce verilmiştir. İman ve itaat onun için söz konusu değildi.                                                           

b) Yahya peygamber şehîd edilmiştir. Bakara 154 ve Âl-i îmrân 169. âyetlere göre, şehîd edilenlere ölü denmez; onlar bizim farkında o-lamayacağımız bir şekilde yaşıyorlar. Yahya peygamber de yaşamakta­dır. Ama unutulmamalıdır ki, Yahya peygamberin dışında öldürülen baş­ka peygamberler de olmuştur. Kaldı ki âyetler, peygamber olmayıp da Allah yolunda öldürülenlere de şehîd olduklarından ölü denemeyeceğini bildirmektedir. (Bu âyetler için bkz: Bakara 2/154; Âl-i İmrân 3/169.)    c) Din, Yahya ile hayat bulmuştur. Çünkü Hz. Zekeriyyâ onu, dini ihya etmesi için Allah'tan istemiştir. Bize göre bu madde doğruya en ya­kın olanıdır. Çünkü Ya'kûb hanedanının bıraktığı manevi mirası Yahya peygamber ihya etti, ona hayat verdi.

"Daha önce, ona kimseyi adaş yapmadık" ifa­desi, Yahya isminin ona insanlık tarihinde ilk defa verildiğini göster­mektedir. Diğer taraftan başka bir yaklaşımla şu yorumu da getirebiliriz: Ayette kullanılan semiyyâ kelimesinin ismiyle alakalı değil de şahsıyla alakalı olduğunu söyleyebiliriz. Bu taktirde âyetin anlamı: "Daha önce onun gibi birini yaratmadık" şeklinde olur.

Netice olarak diyebiliriz ki, Yahya peygamberin ismini Yüce Allah koymuştur. Tıpkı Hz. Peygamber'in ismini Tevrat'ta Muhammed, İn­cil'de Ahmet koyması gibi. Tıpkı Hz. Meryem'in adını vermesi gibi. [6]      

 

Yaşlı Erkek Ve Kısır Kadın Çocuk Yapıyor

 

8. Zekeriyyâ:  "Ey Rabbim, benim nasıl bir çocuğum olur? Oysa benim hanımım kısır, ben de son derece    yaşlandım" dedi.                                                                

9. (Melek): "Doğrusun, ama Rabbin şöyle buyurdu: O çocuğu yaratmak benim için kolaydır. Nitekim bundan Önce de seni yaratmıştım. Oysa sen hiç yoktun."

10. Zekeriyyâ: "Ey Rabbim, bana bir işaret ver" dedi.

Allah: "işaretin sapasağlam olduğun halde üç gece insanlarla konuşamamandır" buyurdu.

11. Bunun  üzerine Zekeriyyâ,   Mabed 'den  kavminin karşısına çıkarak onlara: "Sabah-akşam teşbihte bulu-    nun" diye işaret verdi.                                                         

Bu âyetlerin analizinden varacağımız bazı neticeler olacaktır:

1. "Zekeriyyâ: 'Ey Rabbim, benim nasıl bir çocuğum Oysa benim hanımım kısır, ben de son derece yaşlandım' dedi."

Âyette geçen 'âkır kelimesi "kısır", yani "hiç çocuk yapmamış evli kadın" demektir. "Ot bitmemiş toprak" için de bu kelime kullanılır. Kısaca bu kelime "kısır" anlamına gelmektedir. Ayette geçen diğer ke­lime kelimesidir. Bu kelimenin fiil kalıbı "kibirlenip haddi aşmak, ihtiyar çok yaşlanıp kocamak"; "gece" ile kullanılınca "çok karanlık" manalarına gelmektedir. Âyette "yaşlılık" anlamındaki kelime ile beraber kullanıldığından "iyice" anlamındadır ve "iyice kocadım, ihtiyarladım" demektir.

Bundan anlıyoruz ki, Zekeriyyâ gençliğinde kısır değildi, ama ha­nımı gençliğinde de kısırdı. Hanımı yaşlandığından dolayı aybaşından kesildiği için kısırlaşmadı, zaten kısırdı. Ama Zekeriyyâ iki farkı belirt­mek için kendisine kısır dememiş, hanımı için demiş; kendisinin çok yaşlandığından dolayı çocuğunun olamayacağına işaret etmiştir. Zekeriyyâ'mn bu durumundan şu örneği de çıkarıyoruz: Gençliğinde ço­cuk yapar olduğu, karısı da kısır olduğu halde üzerine evlenmemesi gü­nümüz eşleri için bir örnektir.

Kısır kadın ve çok yaşlı erkekten çocuk doğması konusu Kur'ân'ın bu anlatımı ile tıp ilmine Ödev olarak verilmektedir. Yüce Allah'ın bir sonraki âyette, yani Meryem 9'da Zekeriyyâ peygamberin "nasıl çocu­ğum olur?" sorusuna cevabından bu Ödevi çıkarmamız gerekiyor.

2. "(Melek): Doğrusun, ama Rabbin şöyle buyurdu: O çocuğu yaratmak benim için kolaydır. Nitekim bundan önce de seni yaratmıştım. Oysa sen hiç yok­tun."

Âl-i İmrân 40'da Zekeriyyâ peygamber önce kendi ihtiyarlığını sonra da hanımının kısırlığını gündeme getirdiği halde, Meryem 8'de önce hanımının kısırlığını sonra da kendi ihtiyarlığını anmıştır.             ^

Hz. Zekeriyyâ'mn bu açıklamasına Âl-i İmrân 40'da Yüce Allah şöyle cevap vermiştir: "İşte böyledir; Allah dilediğini yapar." Ama yorumunu yapmakta olduğumuz Meryem 9'da da: "Doğrusun, ama Rabbin şöyle buyurdu: O çocuğu yaratmak benim için kolaydır. Nitekim bundan önce de seni yaratmıştım. Oysa sen hiç yoktun." Her iki âyet birbirini tamamlamaktadır. Âl-i îmrân 40'da Yüce Allah "dilemesi" ile "yapmasını" bir araya getirirken Meryem 9'da "ya-

"dilemesi" ile "yapmasını" bir araya getirirken Meryem 9'da "yaratma" ile "kolaylık" kavramlarını birleştirmiştir. Demek ki, "dilemek, kolaylık, yapmak ve yaratmak" her iki âyetin örgüsünü teşkil etmektedir.

Hz. Zekeriyyâ'nın iki türlü konuşmasına Yüce Allah birinde kısa, diğerinde de uzun âyetiyle cevap vermiştir.

Meryem 9'da o çocuğu yaratmanın Kendisi için kolay olduğunu söyledikten sonra bunu bir örnekle anlatmakta, Zekeriyyâ'yi hiç yokken yarattığına dikkat çekmektedir. Ona kendini örnek göstererek Hz. Yah­ya'yı yaratmasının ne kadar kolay olduğunu öğretmekte, gerçekleşmiş olgulardan hareket ederek Allah'ın sonsuz kudretinin neleri gerçekleşti­rebileceğini anlamanın yolunu göstermekte, yapacaklarını ve yaratacak­larını, yaptıklarından ve yarattıklarından çıkarmayı öğretmektedir. Allah Teala dilediğini yapar; istediğini güçlük çekmeden yaratır. Bunları an­lamak için insanın kendi yaratılışına bakması yeterlidir.

3.  "Zekeriyyâ: Ey Rabbim, bana bir işaret ver, dedi."

Burada geçen âyet, "işaret, delil" anlamına gelmektedir. Zekeriyyâ'nın hanımı çocuğa gebe kalmadan önce onun olacağına dair, kendisinin erkekliğinin yerine geleceğine dair bir işaret istedi. Bu durum bize şunu gösteriyor: Bir peygamber Yüce Allah'tan bir işin gerçekleşe­ceğine dair bir delil, işaret istediğine göre, öğrenciler öğreticilerinden konular için, delil ve ispat isteyebilirler ve istemelidirler. Öğrencilere de­lile dayanarak ders vermek Yüce Allah'ın sünnetine uymaktır.

4. "Allah: 'İşaretin sapasağlam olduğun Halde, üç gece insanlarla konuşamamandır1, dedi."

Ayetin bu kısmı çok az bir farkla Al-i İmrân 41 'de yer almaktadır. Orada insanlarla nasıl konuşacağı belirtilirken Meryem 10'da bu kada-rıyla yetinilmiştir. "işaretleşmenin dışında" ifadesi Al-i imrân 41'de vardır.                                                                                

Demek ki konuşamayacak ama işaretlerle derdini anlatacaktır. Hz. Zekeriyyâ, konuşma engelli insanın iletişim kurması gibi, insanlarla ile­tişim kuracaktı.                                                                    .

Her iki âyette tükellime kelimesi yer almıştır ve bu fiilin öz­nesi Hz. Zekeriyyâ'dır. O zaman konuşmasına engel konulmuş olacaktı. Engeli Allah koymuştur. Zaten Meryem 10'da seviyyâ kelimesi ''sapasağlam olduğun halde" anlamına gelmektedir. Kendisi konuşma engelli olmadığı halde konuşamayacaktı. Çünkü bir mucize, bir delil istiyor. Delil isteyene "sen şöyle yap" demek mi daha doğrudur? Yoksa "sen artık şu kadar süre şöyle yapamayacaksın" demek mi? Burada delil istenmesinden hareketle "konuşamayacak olması" daha doğrudur. Seviyyâ kelimesinin, insanın sıfatı olduğu genel kabul görmüştür ama gecenin sıfatı olması da ihtimaller arasındadır. Râzî buna işaret etmiş ancak benimsememiş[7]; Ebû Hayyân ise İbn Abbâs'tan gelen bir rivayet gereği bunun "gecenin sıfatı olduğunu"; "tam, peşpeşe" anlamına geldiğini, burada "üç gece", Âl-i İmran'da "üç gün" zikrinin de ancak bu şekilde "peşpeşe üç gün üç gece" anlamını tamamlayacağını nakletmektedir. [8] Esed'in meail de bu görüşü doğrular mahiyettedir.                      

Diğer taraftan Âl-i İmrân 41'de "üç gün" ifadesi geçtiği halde Meryem 10'da "üç gece"'ifadesi geçmektedir. Her ikisini bir araya getirince üç gün üç gece konuşmayacağı ortaya çıkmaktadır. Her iki âyeti birbirinin devamı olarak görmek zorundayız.

Hz. Zekeriyyâ'nın istediği işaret bununla tamamlanmış oluyor mu?

Enbiyâ 90'da "Eşini de kendisi için (çocuk doğurmaya) elverişli kıldık" ifadesi yer almaktadır. Demek ki hanımı da yumurta üretir, yani aybaşı olur hale getirilmişti; kısaca kısırlığı gideril­mişti. Kendisinin insanlarla üç gün-üç gece konuşmaması ile hanımının kısırlığının giderilmesi onun için bir işaret, bir delil olmuştu.           

Hz. Zekeriyyâ, insanlarla sadece işaretlerle anlaşacaktı ama "Rabbini çok zikret ve sabah akşam onu tesbîh et" emrini de yerine geti­recekti.                                                                                                        

Rabbini çok anacak, sabah akşam da tesbîh edecek olmasının an­lamı, uyku hariç her an bu ibadetlerle meşgul olacaktı. Bir bakıma dua­sının kabul olunup, çocuğun ona verilişine bu ibadetlerle şükretmiş ola-

çaktı. Zikir ve tesbîh, Yahya peygamberin ona verilişinin şükrü duru­mundadır.

5. "Bunun üzerine Zekeriyyâ, Mabed'den kavminin karşısına çıkarak, onlara: 'Sa­bah akşam teşbihte bulunun' diye işaret verdi."

Âl-i İmrân 41'de kendisine Rabbini zikretmek ve akşam sabah tesbîh etmek emri verildiği halde, Meryem 11'de halka sabah akşam teşbihte bulunmalarını işaretle buyurmuştur. Böylece halk da Hz. Zekeriyyâ'nın teşbihine katılmış olacaktı. Meryem 11'de geçen fe evhâ kelimesi, "işaretle bildirdi" demektir. Çünkü kendisi halk ile ileti­şimini üç gece ancak işaretlerle yapmak mecburiyetinde idi.

Âyette geçen mihrâb, günümüzde camide imamın cemaate namaz kıldırırken durduğu yere denmektedir. Ayette ise, Zekeriyyâ peygambe­rin, özel anlamda ibadetini yapmakta olduğu yere, yani mabede denmek­tedir.        Aslında müşterek ibadetin yapıldığı yere de mabed anlamında mihrâb denir. Lügat anlamı ile mihrâb, "yukarıda, yüksekte bulunan yer, oda" demektir. Bu kelimenin açıklaması Âl-i İmrân 37'de yapılmış­tır.

Meryem sûresinin ilk on bir âyetinde Zekeriyyâ peygamberin du­rumu ve duası ele alınmıştır. Konu iki bölümden oluşmuştur:

a) İlk bölümde peygamber olan bir babanın, kendisinden sonra kültür mirasını bırakabileceği ve mirası yüklenecek birinin bulunması konusundaki tedirginliği, endişesi ve korkusu dile getirilmektedir. Bu durum bütün milletleri ilgilendirmeli, manevi kültürlerini yaşatabilecek ve geliştirebilecek sağlam şahsiyetli nesiller yetiştirmekte hem endişe etmeli hem de gayret göstermelidirler. Hz. Zekeriyyâ onlara bir örnek teşkil etmelidir.

b) Kısır ve çocuk yapmaktan düşecek kadar ihtiyar olan kadın ve erkeğin çocuk yapar hale getirilmesinde insanlık için bir mesaj vardır. Bu mesajın bir boyutu Allah dilerse, isterse her şeyi yapacağına dair sonsuz bir kudrete sahip olduğunun dersini veriyor. Diğer boyutu da, tıp ilmine kısırlıkla mücâdele verebilmek için gerekli araştırmaların yapıl­masını önermektedir. Demek ki bir taraftan ilahiyat, diğer taraftan da bi­limsel araştırmaya teşvik dersi verilmektedir. Böylece ilahiyat bilimleri ile tıp biliminin birleştirilerek veya bunlara aynı değer verilerek progra­ma konması Ön görülmektedir. [9]                                                      

 

Yahya Peygamberin Özellikleri

 

12. Allah: 'Ey Yahya, Kitaba kuvvetle sarıl', dedi. Biz ona, henüz çocuk iken kitabı anlama kabiliyetini verdik.

13. Tarafımızdan ona kalp yumuşaklığı ve temizlik verdik. O, çok sakınan birisi idi.         

14. Ana babasına çok iyi davranırdı, o, isyankar bir  zorba değildi.     

15. Doğduğu gün, öleceği gün ve diri olarak kabirden kalkacağı gün ona selâm olsun.

Yüce Allah peygamber olarak seçtiği Hz. Yahya'nın bazı özelli: lerini bu âyetlerde sıralamakta ve bu özelliklerin doğuştan gelenleriı dikkat çekmektedir.

1. "Ey Yahya, Kitaba kuvvetle sarıl."  

Buradan şu özelliği çıkartıyoruz: Yüce Allah, özellikle doğrudan doğruya Hz. Yahya'yı muhatap alıp onunla konuşmuştur. Bu konuşma­sında ona "kitaba sarılmasını, onu almasını" emretmiştir. Bu kitap hangi kitaptı? Bazı âlimler onun Tevrat olduğunu söylemiş, bazıları da ona ait ayrı bir kitap olduğu iddiasında bulunmuşlardır. Bize göre bu kitap Tev­rat olmaktan ziyade, Hz. Yahya'nın kendisine ait bir kitaptı. Bu kitabın Tevrat olduğunu kabul etsek bile, önemli olan onun o kitaba sımsıkı sa-rılmasıdır.

Ayetin bu kısmında geçen 0i oiîfiı li "kitaba sımsıkı sarıl" em­ri, Âl-i İmrân 103'teki "hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılın" emri ile örtüşmektedir.

"Kitab"a, "Allah'ın ipi"ne, yani "Kur'ân"a sımsıkı sarılma emri bize "kitabı eline alıp onu maddî anlamda sımsıkı tutmayı" değil, "kita­bın emirlerini doğru öğrenip doğru anlatmayı ve doğru olarak hayata ge-çirme"yi ifade etmektedir.

Bu emir, peygamberlerin bile kitaba sarılmakla yükümlü oldukla­rını hatırlatarak ümmetlerin bu konuda çok daha fazla özen göstermeleri gereğini öğretmektedir.

2. "Biz ona, henüz çocuk iken Kitabı anlama kabiliyetini verdik,"

Bizim "anlama kabiliyeti" olarak tercüme ettiğimiz ıisI-1 el-hükm kelimesine Râzî, "hikmet"; Ma'mer, "akıl", "peygamberlik" anlamını vermiştir. [10] Muhammed Esed ise "kuşatıcı dü­şünme yeteneği" anlamını tercih etmiştir. Şimdi Yahya peygambere çocukken verilen ayrıcalıklı şeyin ne ol­duğuna bakarsak, âyette "hükm" kelimesine daha rahat mana verebiliriz. Yahya peygamber çocuk yaşta peygamber olmuştur.

Hüküm kelimesine "nübüvvet, yani peygamberlik" anlamını veren kişinin doğruya en yakın manayı verdiğini söyleyebiliriz.

Yüce Allah, Hz. Yahya'ya "Kitaba sımsıkı sarıl" demekle onun peygamber olduğunu ifade etmiştir. Kitaba sarılmak için anlayış, derin düşünce kabiliyeti gereklidir. Kitap anlayışla, düşünceyle bir araya ge-

ünce gerçek sımsıkı sarılma meydana gelecektir. Anlama yeteneği ol­mayan insana "kitaba sımsıkı sarıl" demek mümkün değildir. Anlama, düşünme yeteneği alt yapıyı, kitap da üst yapıyı oluşturmaktadır. Demek ki Hz. Yahya'nın ikinci vasfı onun derin bir anlayış ve düşünme kabiliyetine sahip olması idi.                                                           

3. "Tarafımızdan ona kalp yumuşaklığı verdik."      

Ayetteki hanân kelimesinin aslı  hanindir. Kelimenin kök fiili "arzu ve iştiyaktan dolayı çok ağlamak, üzüntü veya sevinçten dola­yı çok ağlamak, inlemek, ses çıkarmak, özlemek" anlamına gelen hannedir. tehannâ kalıbı "merhamet, şefkat etmek"; hannân kalıbı da, "merhamet, şefkat, kalb inceliği, bereket, vakar, heybet, rızk" manalarına gelmektedir.

İşte âyette geçen hanân, "kalp yumuşaklığı, merhamet, günahlardan temiz olmak" demektir.

Ayetteki manaya dönersek, Yüce Allah Hz. Yahya'ya bir lütuf ola­rak kalp yumuşaklığı, merhamet, ruh inceliği vermiştir; yani onu bunlar­la donatmıştır.

Bu sıfat hemen hemen bütün peygamberlerin ortak özelliğidir. Yü­ce Allah rahmeti gereği Hz. Peygamber'e de yumuşak davranma özelli­ğini vermiştir: "O vakit Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın" (Al-i îmrân 3/159) "O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir" (Tevbe 9/128).                                                                                     

Demek ki, Hz, Yahya ledünnî kalp yumuşaklığına sahipti.  

4.  "Temizlik (verdik)."                                             

Buradaki zekât kelimesi, "arınmışlığı, temizliği" ifade etmek­tedir. Hz. Yahya, ahlâkî bakımdan günahlardan uzak olmaya, ruh temiz­liğine sahipti. Bu da ona ledünnî kaynaktan yani Allah tarafından veril­mişti. Zekât kelimesine Hz. îsâ ile ilgili Meryem 31 'e bakarsak, "bere­ket" anlamını vermemiz de mümkündür.

5. "O çok sakınan birisi idi."     

Buradaki tekiyyâ kelimesine, Muhammed Esed'in verdiği an­lamı verirsek, Hz. Yahya'nın, Allah'a karşı her zaman bilinç ve duyarlı­lık içinde olduğunu söyleyebiliriz. Başka bir mana verirsek, Hz. Yah­ya'nın manevi bağışıklık sistemi çok yüksekti, diyebiliriz. Çünkü "tak­va", manevi bağışıklık sistemini ifade etmektedir. Bunun anlamı haram­dan uzak durmak ve tüm iyi amelleri yerine getirmektir.

6. "Ana-babasına çok iyi davranırdı." Âyette geçen Ç berran kelimesinin kök fiili, "yemininde sâdık olmak, doğru olmak, ita­at etmek" anlamına gelen berra fiilidir. Ana-baba ile beraber kullanı­lınca, "itaat edip ihsan eylemek" demektir. Demek ki bu kelime başka âyetlerde ihsan olarak yer almakta, meselâ: "Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babaya da iyi dav­ranmanızı kesin bir şekilde emretti" (İsrâ 17/23) âyetinde ihsan olarak geçmektedir.

7. "O, zorba değildi." Âyette geçen cebbar, "kırık kemiği düzeltmek, fakirin ihtiyacını gidermek, yetime ihsan etmek, iyi­leştirmek, zorlamak, ikrah" anlamına gelen  cebera'den türemiştir. Cebbar, "kendi üzerinde başkasına ait bir hak tanımayan kimse"dir. "Büyüklenen, başkasına hak tanımayan" anlamına da gelmektedir.[11] Demek ki insan hak ve özgürlüklerini çiğneyen zorbaya ve zâlime cebbar denmektedir.

8. "O, isyankâr (değildi)." O, Allah'a karşı âsi olmadığı gibi, ana-babasına ve topluma karşı isyan eden biri de değildi. Âsi insan, kafa kaldıran, serkeş, isyan eden demektir. Hz. Yahya, bu tür davranıştan da uzaktı.

9. "Doğduğu gün, öleceği gün ve diri olarak kabirden kalkacağı gün ona selâm olsun." Yüce Allah selâm vermekle ona emanet vermiş, ona rahmet eylemiştir. Hz. Nuh'a selâm vermiştir (Sâffât 37/79);İbrâhim peygambere de selâm vermiştir (Sâffât 37/109), İlyâs'a da selâm vermiştir (Sâffât 37/130); ama Yahya peygambere doğduğunda, öldüğünde ve âhirette dirileceği günlerde üç kere selâm etmiştir. Tıpkı îsâ peygambere üç kere selâm ettiği gibi (Meryem 19/33). Yüce Allah Yahya peygamberin dokuz vasfım burada

sıralamıştır. Kitaba sımsıkı sarılmak, çocukken anlayış sahibi kılınmak, kalb yumuşaklığına sahip olmak, arınmış olmak, takva sahibi olmak, ana-babaya iyilik etmek, zorba olmamak, âsi olmamak, doğduğu, öleceği ve diriltileceği gün esenlik içinde olmak. İşte bunlar doğuştan verilen özellikler olduğu gibi, aynı zamanda peygamber ahlâkının temellerinin de önemli bir bölümünü teşkil etmektedirler. Diğer vasıfların bir bölü­mü, Âl-i İmrân 39'da sayılmaktadır: Allah'tan gelen kelimeyi tasdik e-den, efendi, iffetli ve sâlihlerden bir peygamber. Böylece bu özellikleri de Meryem sûresinde geçenlere ilave etmemiz gerekiyor. Yüce Allah böylece peygamber ahlâkım bütünüyle ortaya koymuş olmaktadır. Kısa­ca Zekeriyyâ peygamberin Meryem 6'da "bana vâris olsun, Ya'kûb ha­nedanına da vâris olsun. Rabbim, onu rızana layık kıl" şeklinde dua edip istediği vasıftaki çocuk bu çocuktur.

Peygamberlerin ve babasının manevi mirasını taşıyacak ve Al­lah'ın razı olacağı vasıflara sahip şahsiyetin bu şekilde olması gerekiyordu. Yüce Allah bunu Kur'ân'da anlatırken günümüze ve geleceğe şu ışığı tutmaktadır: Çocuk yetiştirirken hangi manevi değerleri öne çıkartacağız, onları hangi Özelliklerle donatacağız? îşte Yahya peygamberin bu özellikleri, bu soruyu cevaplandırmaktadır.

Diğer taraftan Yüce Allah Hz. Yahya'ya "Kitab'a sımsıkı sarıl" derken eğitim faaliyetinin merkezinde kitap olduğunu, kitap okulunu be­nimsediğini, kitapsız Öğretim ve eğitim faaliyetinin yapılamayacağını vurgulamaktadır. Eğitim faaliyeti keyfî yapılamaz, mutlaka kitaba da­yanmalıdır. Kitap, eğitimin programını, resmiliğini ve hukukî boyutunu temsil etmektedir.       

Ana-babaya iyi davranmak, onları itip kakmamak, onların gönlünü hoş tutmak ve onların duasını almak, hem Allah'ın emri hem de pey­gamber ahlâkının temel değerlerden bir bölümünü teşkil etmektedir. Demek ki, ana-babasma iyi davranan, onların gönüllerini alan kişiler hem Allah'ın emrini yerine getirmiş hem de peygamber ahlâkına bü­rünmüş olacaktır.                                                                                     

Netice olarak diyebiliriz ki, bir peygamber, getirdiği dinde yer alan ilkelere kendisi de uyacak, onları yerine getirecektir. İşte bunlardan biri, ana-babaya karşı iyi davranmak ve onlara merhamet etmektir. Eğer ana-babası hayatta ise bir peygamber, onlara bu şekilde davranmak zorunda­dır. Peygamber olması, onu bundan muaf tutmaz. [12]

 

Hz. Meryem'in Olgusu

 

16.  Kitapta Meryem'i de an! O, ailesinden ayrılmış ve doğu yönünde bir yere çekilmişti.

17.  İnsanlarla arasına bir perde germişti Derken, Biz ona ruhumuzu gönderdik de, ona düzgün bir insan şek­linde göründü.                                                            

18.  (Meryem) dedi ki: "Eğer saygılı biri isen, senden Rahman'a sığınırını."

19.  (Rûh/melek): "Ben, ancak Rabb'inin sana gönder­diği bir elçiyim, sana temiz bir oğlan bağışlamak için            (geldim)" dedi.                                                                             

20.  (Meryem):  "Bana bir insan dokunmamışken, ben  kötü bir kadın da değilim, nasıl oğlum olabilir?" dedi.

21.  (Rûh/melek): "Öyledir" dedi; Rabb'in buyurdu ki: "Bu, bana kolaydır. Çünkü Biz, onu insanlara bir delil

ve kendimizden bir rahmet kılacağız. Bu, karara bağ­lanmış bir hükümdür."

Hz. Meryem genel anlamda insanlık tarihi, öze] anlamda peygam­berler tarihi için önemli bir yere sahiptir ve olgunun sonunda söyleyece­ğimiz gibi, kadın hakları meselesinde devrim diyebileceğimiz bir olgu­nun merkezinde yer almaktadır. Bu bakımdan Yüce Allah, onun olgusu­na hem Âl-i îmrân'da hem de kendi ismini taşıyan Meryem sûresinde yer verdi. Ancak Hz. isa'nın annesi olarak pek çok âyette de geçmekte­dir. Onun içindir ki Yüce Allah Meryem sûresinde, onun olgusunu anla­tırken Kitapta anılmasını emretmektedir.

1. "Kitapta Meryem'i de an!"

Meryem sûresinin ikinci âyetinde Yüce Allah Hz. Zekeriyyâ kulu­na olan rahmetini andığı gibi, Hz. Meryem'in de anılmasını istemiştir. Bu anma işi Âl-i İmrân sûresinde daha önceden, yani annesinin Hz. Meryem'e gebe kalmasından başladığı için Meryem sûresinde anılan kı­sım Âl-i İmrân' in bir devamı durumundadır.                                        

Hz. Meryem'in annesi, yani İmran'ın hanımı Hane, gebe kaldığın­da Yüce Allah'tan erkek çocuk istedi (Âl-i İmrân 3/35). Yüce Allah ona kız çocuk verdi ve onun adını ibadet eden, "âbid kadın" anlamına gelen "Meryem" koydu (Âl-i İmrân 3/36). Yüce Allah Hz. Meryem'e güzel kabul gösterdi ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Hz. Zekeriyyâ'yi da onun bakımı ile görevlendirdi.

Hz. Zekeriyyâ, Hz. Meryem'in yanına, mabede her girişinde orada bir nzik bulurdu ve ona bunun nereden geldiğini sorardı. Hz. Meryem de onu Allah'ın gönderdiğini söylerdi (Âl-i İmrân 3/37).

Daha sonra melekler, Hz. Meryem'e Allah'ın onu seçtiğini, terte­miz yarattığını ve bütün dünya kadınlarına tercih ettiğini müjdelediler (Âl-i İmrân 3/42). Demek ki melekler Hz. Meryem ile konuşuyorlardı, o da onların konuşmasını dinliyor ve anlıyordu. Burada, meleklerin insan suretine girebileceğine ve peygamber olmayan insanların onları görüp konuşabileceklerine işaret edildiğini görmekteyiz.

Ayrıca Hz. Meryem'e Allah'a ibadet etmesi, secde etmesi ve rüku yapması emrediliyordu (Âl-i İmrân 3/43).

İşte bu anlatımlardan sonra hem Âl-i îmrân sûresinde hem de yo­rumunu yapmakta olduğumuz Meryem sûresinde benzer âyetler günde­me gelmektedir.

2. "O, ailesinden ayrılmış ve doğu yö­nünde bir yere çekilmişti."

Ayetin bu kısmında  intebeze fiili yer almaktadır. "Elinden çı­karıp atmak, bir işi ihmal edip terk etmek, ahdi bozmak, nebîz denen ü-züm şırası yapmak, damarı atmak" anlamına gelen âj nebeze kökünden türeyen intebeze kalıbı, "köşeye çekilmek, toplumdan uzaklaşmak" demektir. tenâbeze kalıbı da, "bozuşup ayrılmak" anlamına gelmektedir.

Râzî bu kelimenin manalarını şöyle açıklamaktadır: Bir kimse bi­rine attığı şey, o şahsa ulaşacak mesafede ise atma fiili bu kelime ile ifa­de edilir. Hurma suyu kaba dökülüp durduğu için, bu suya nebîz denir. Menbûz, "dökülen, atılan şey" demektir. Sokağa bırakılan çocuğa da menbûz denir. Çünkü sokağa atılmıştır.[13]

Burada ailesinden ne şekilde ayrıldığını ne kadar bir mesafeye git­tiğini anlamamız için bir sonraki âyette geçen "perde" anlamına gelen hıcâb kelimesine bakmamız gerekiyor. Aralarına perde çektiğine göre çok uzağa gitmemiştir. Hz. Meryem, çocukken mihrâb, yani mabedde bulunuyordu. Mihrâb, Hz. Zekeriyyâ'nm evinde Hz. Meryem'e

tahsis edilen mahfil anlamına da gelebilir. Mihrâb'ı mabed anlamına a-lırsak, "Hz. Meryem buluğ çağına ulaşınca, aybaşı halinde mabetten ay­rılıp bir kenara çekildi; temizlenmesi için de ailesi ile arasına perde ger­di" yorumunu yapabiliriz. Yani âyet, "ailesinin bulunduğu yerin doğu köşesine çekildi" demektir. Bu çekilişte bir gizlilik, bir mahremiyet, bir özel durumun olduğu kesindir.

3. "İnsanlarla arasında bir perde germişti."

17. âyetin bu kısmı, 16. âyetin devamı durumundadır. Demek ki Hz. Meryem, perde ile ayrılıp görülemeyecek bir mesafeye çekilmişti. Buradan hareketle Hz. Meryem'in ayrıldığı veya çekildiği yerin "yaşa­dıkları evin içinde" olduğunu da söyleyebiliriz. Çünkü dışarıda olsalardı, perde ile ayırmak imkansız olacaktı.

4. "Derken biz ona ruhumuzu gönderdik de, ona düzgün bir insan şeklinde göründü."  Ayette geçen ruhun kim olduğunu anlayabilmemiz için Şu'arâ 193. âyete gitmemiz gerekiyor: "Kur'ân'ı er-Rûhu'1-Emîn indirdi." Buradaki Emin Rûh "Cebrail" demektir. "Kur'ân'ı indiren rûh" ile "Hz. Meryem'e gelen rûh" aynıdır. "Kalbine (onu indir­di)" anlamına gelen Şu'arâ 194. âyeti dikkate alıp Bakara 97 ile birleşti­rirsek Hz. Peygamber'in kalbine Kur'ân'ı indirenin Cebrail olduğu da anlaşılmış olacaktır: "De ki: Cebrail'e kim düşman ise şunu iyi bilsin ki, Allah'ın izniyle Kur'ân'ı senin kalbine bir hidâyet rehberi, Önce ge-len(kitap)ları doğrulayıcı ve müminler için de müjdeci olarak o indirmiş­tir" (Bakara 2/97).

"Kur'ân'ı, uyarı­cılardan olasın diye, apaçık Arap diliyle, senin kalbine er-Rûhu'1-Emîn indirmiştir" (Şu'arâ 26/193-195).                                                         

Hz. Meryem, ailesinden ayrılıp onlarla arasına bir perde çekince Cebrail ona geldi. Ama Hz. Meryem'e düzgün bir insan şeklinde görün­dü.

Dikkat edilirse Meryem 17'de hem rûh hem de beşer kelimeleri yer almaktadır. Yüce Allah Cebrail'in, aslında rûh olduğunu, ama bede­ne büründüğünü, çünkü Hz. Meryem'in onu ancak bu şekilde algılayabi­leceğini gündeme getirmiştir. Böylece meleklerin bedene bürünebildiği ve bu şekilde değişime uğrayabildikleri öğretilmektedir. Ruhanî varlık­lardan olan meleklerin eli, ayağı düzgün normal bir insan şekline dönü­şebil diklerinden şunu anlıyoruz: Enerji maddeye dönüşebilecektir.

Yüce Allah'ın, Cebrail'i kastederek gönderdiği ve adına rûh dediği varlık, Hz. Meryem'e görünürken tam bir insan şeklini almıştı.

5. "Meryem dedi ki: Eğer saygılı biri isen, senden Rahman'a sığınırım!"

Bu sözden anlaşılıyor ki, Hz. Meryem buluğ çağını aşmış, bir er­keğin yanına gelmesinin ne anlama geldiğini, orada cinsel ahlâk bakı­mından bir problem yaşanacağını fark etmişti. Bu durumda ne yapması gerektiğini, hatta karşısındaki beşere ne söyleneceğini de biliyordu.

a) "Eğer saygılı biri isen." Bizim "saygılı" diye tercüme ettiğimiz kelime, aslında "sakınmak" anlamına gelen "takva" kelimesi ile aynı köktendir. Dolayısıyla âyet: "Allah'tan sakınan biri isen" de­mektir. Hz. Meryem kendi ana dilinde takva kelimesini/kavramını bili­yordu ve kullanıyordu. Bu nedenle karşısındaki insanın sakınma duygu­suna hitap ediyordu.                                                                           

b) "Senden Rahmân'a sığınırım"                       

Hz. Meryem, Allah Teala'nin Rahman ismini de biliyordu ve kötü­lüklerden O'na sığınılacağının kültürünü de almıştı. Yani kötülüklerden Allah'a sığınılacağını ifade edecek kadar din eğitimi almıştı.

Bu âyet, yani Meryem 18 bize neyi öğretiyor? Bu âyette özellikle kadınlara ve kızlara kimsenin bulunmadığı bir yerde bir erkekle baş başa kalınca, cinsellik bakımından bir tehlike sezince, erkeğe ne demesi ge­rektiği öğretilmektedir. Hz. Meryem, karşısındaki erkeğin sakınma duy­gusuna, takvasına hitap ederek, kendisinin de Allah'a sığınmasını örnek ile anlatmakta, onların beyinlerine bunu kazımaktadır.       

"Melekler demişlerdi ki: Ey Meryem! Allah sana Kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor. Adı Meryem oğlu Mesîh isa'dır." Demek ki liehebe kelimesine "müjdelemek" mana­sını verebiliriz.                                                                                        

Fakat bize göre Cebrail'in hibe etmesi ile Meleklerin müjdelemesi arasında bir zaman farkı vardır. Cebrail tek olduğu halde, Al-i İmrân 45'de melekler çoğul olarak müjdelemeyi yapmaktadırlar. Cebrail'in hi­be etmesinin anlamı içinde, bu fiili yani hibeyi Allah'ın yapmakta oldu­ğu manası vardır.

Cebrail "temiz bir oğlan" hibe etmek için geldiğini ifade etmişti. Hz. Isâ dünyaya gelmediği halde, ona temiz anlamında "zeki" demesin­den eğitim psikolojisi adına şu ilkeyi çıkartıyoruz: İnsan, yaratanın ira­desinden ve takdirinden dolayı temiz olarak dünyaya gelmektedir; kir­lenme, bozulma doğuştan değildir. İnsan, doğuştan temizdir. Eğitimde haram lokmanın nesle etkisi konusunu Nisa 9-10; A'râf 58'de detaylı bir şekilde açıkladık.

Ayette geçen "zeki" yani temiz kelimesinin geniş manasını Âl-i İmrân 45'te bulmamız mümkündür. Ama bu âyet Hz. îsâ'nin diğer vasıf­larını vermektedir. Allah'ın kelimesi olması, dünya ve âhirette itibarlı olması, Allah'ın onu Kendisine yakın kılması onun temiz olduğunu ifade etmektedir. Çünkü temiz olmayan kişi, dünya ve âhirette itibarlı ve Allah'a yakın olamaz.

7. "Meryem: Bana bir insan dokunmamışken, ben kötü bir kadın da değilken nasıl oğlum olabi­lir? dedi."

a) "Bana bir insan dokunmam işken" derken Hz. Meryem, "dokunma" kelimesini cinsel ilişki anlamında kullanmıştır. Tıpkı boşanma hukukunu anlatırken Yüce Allah'ın Bakara 237'de bu kelimeyi ve ifadeyi kullanması gibi. Yüce Allah, Bakara 237'de "mehri verilen ve nikahı kıyılıp temas etmeden", yani "cinsel ilişkide bulunmadan" boşanmayı anlatırken bu kelimeye yer vermektedir. Hz. Meryem  de  "dokunma"  anlamında olan  messe/yemsesnî kelimesini "cinsel temas" manasında kullanmıştır.                  

Hz. Meryem, cinsel temas olmadan çocuk sahibi olunamayacağı­nın farkında idi. Bu söylev onun hangi yaşta ya da gelişim basamağında olduğunu ifade etmektedir. Böylece Hz. Meryem normal doğa kanununu söylemektedir.

b) "Ben kötü bir kadın da değilim" derken de Hz. Mer­yem, kendisinin iffetli olduğunu, zinâkâr biri olmadığını ifade etmekte­dir. Bu ifadesi ile konuştuğu insan şeklindeki erkeği reddettiğini göster­mektedir. Evli olmadığını, evli olmayan kadının çocuk doğurmasının kö­tü kadın olmak anlamına geleceğini kısa bir cümle ile ifade etmiştir. Böylece "nikah" kavramını, meşru ve meşru olmayan cinsel teması; meşru çocuk ve meşru olmayan çocuk anlayışına sahip olduğunu da ifa­de etmiş olmaktadır.

"(Rûh): Öyledir, dedi; (ama) Rabb'in buyurdu ki: Bu, bana kolaydır. Çünkü Biz, onu insanlara bir delil ve kendimizden bir rahmet kılacağız. Bu, karara bağlanmış bir hükümdür."

a) Âyette rûh diye geçen ve Hz. Meryem'e beşer şeklinde gözüken Cebrail, cinsel ilişkiye girmiş bir kıza çocuk doğurtmanın Allah için ko­lay bir iş olduğunu söylemiştir. Aynı şekilde, Meryem 9'da Zekeriyyâ peygambere de ihtiyar koca ve kısır bir kadına çocuk vermenin kolay ol­duğu söylenmişti.

Aslında Allah için kolaylık ve zorluk diye bir şeyin düşünülmesi mümkün değildir. Ancak, Yüce Allah insanın beynine göre ona konuş­maktadır. Çünkü insan için kolay veya zor işler vardır.

b) Yüce Allah, yorumunu yapmakta olduğumuz Meryem 21'e göre Hz. îsâ'nın bir âyet olduğunu ya da onu bir âyet kıldığını söylemektedir. Âyet, "işaret, delil, sembol" demektir. Hz. isa'nın yaratılış olgusu, insan­lığın bilimsel araştırmalarında, özellikle tıp ilminde bir ödev niteliği ta­şımaktadır. O, çözülmesi, yorumlanması, anlaşılması gereken bir âyet, yani bir kanundur.

Aynı zamanda Hz. Isâ, Allah'tan insanlara bir rahmet olmuştur. Yani Allah, onu kendi merhameti gereği yaratıp insanlara peygamber o-larak göndermiştir.

Demek ki Hz. îsâ bir taraftan âyet, diğer taraftan da Allah'ın mer­hametinin tecellisidir.

c) Cebrail, bunun, hüküm ve karara bağlanmış bir iş olduğunu bu­yururken, geri dönülmesi mümkün olmayan bir durumla karşı karşıya olduklarını ifade etmektedir.

Yüce Allah'ın bir işe karar vermesi, o işin mutlaka olması demek­tir. İnsan karar verdiği işten dönebilir ama, Allah'ın dönmesi söz konusu değildir. Böylece Hz. Meryem'e ilâhî karar ve iş konusunda bir ders ve­rilmekte ve bu ders bize kadar uzanmaktadır. İlahiyatın en önemli konu­larından biri Allah'ın eylemlerindeki kesinliğin bilinmesidir.

Yüce Allah'ın verdiği kararı ne tenkit edebiliriz ne de geri çevire­biliriz. İnsanın duası bu kararla çatışırsa, duasından vazgeçmesi gereki­yor. Bunun en güzel örneğini Hz. İbrahim'de buluyoruz:

Hz. İbrahim, yeğeni Hz. Lût'un toplumunun batmasını istemiyor ve bunun için Allah'a dua ediyordu. Buna karşı Yüce Allah'ın şu uyarısı ile karşı karşıya kaldı: "Ey İbrahim, bundan vazgeç. Çünkü Rabb'inin emri gelmiştir. Ve onlara, geri çevrilmez bir azap mutlaka gelecektir" (Hûd 11/76). Hz. İb­rahim de bu uyarı gereği önceki ısrarından vazgeçmiştir. [14]            

 

Hz. Meryem'in Hamileliği  Ve Doğurması

 

22.  Meryem ona hamile kaldı. Bunun üzerine onunla uzak bir yere çekildi.

23.  Doğum sancısı onu bir hurma ağacına (dayanma­ya) sevk etti. "Âh, keşke " dedi; "bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim."

24.   Aşağısından   ona   şöyle   seslendi:   "Tasalanma! Rabb 'in senin alt yanında bir su arkı vücuda getirmiş­tir.                                                       

25.  Hurma ağacını/gövdesini kendine doğru silkele ki, üzerine taze, olgun hurma dökülsün.                

26. Ye, iç; gözün aydın olsun! Eğer insanlardan birini '"   görürsen de ki: "Ben çok merhametli olan Allah'a oruç adadım; artık bugün hiçbir insanla konuşmayacağım."

Hz. Meryem'in olgusunun birinci kısmı, Cebrail ile olan konuşma­larına, ikinci kısmı da Hz. Meryem'in gebeliği ve çocuğu doğurmasına tahsis edilmiştir. İkinci kısımdan da çıkaracağımız neticeler olacaktır.

1. "Meryem ona hamile kaldı."                

Bu noktada şu soruya cevap vermemiz gerekiyor: Hz. Meryem na­sıl hamile kaldı? Gerçekten kendisine hiçbir beşer dokunmadığı, yani cinsel ilişkide bulunmadığı halde nasıl gebe kaldı?

Bu sorulara cevap verebilmemiz için şu âyetlere gitmemiz gereki­yor:

a) "Irzını iffetle korumuş olanı (Meryem'i de an). Biz ona ruhumuzdan üfledik; onu ve oğlunu cümle âlem için bir ibret kıldık" (Enbiyâ 21/91). Âyette geçen ı$j fîhâ ifadesindeki hâ zamiri Hz. Meryem'e gitmekte ve Hz. Meryem'in dişi olduğunu ifade etmektedir. Çünkü Arapça'da bu tip zamirler dişi için kullanılmaktadır. Başka bir ifadeyle Yüce Allah üfürme işini Hz. Meryem'e yapmıştır.

"İffetini korumuş, 'İmrân Kızı Meryem'i de (Allah örnek olarak gösterdi). Biz, ona ruhumuzdan üfledik ve Rabb'inin sözlerini ve kitaplarını tasdik etti. O, gönülden iman edenlerdendi" (Tanrım 66/12).

Bu âyette geçen fîhi ifadesindeki zamir ise "erkekler için kulla­nılan zamir"dir. Enbiyâ 91'de dişiye giden hâ zamiri yer alırken; Tahrîm 12'de erkeği ifade eden hi/hü zamiri geçmektedir. Bu ne anlama gel­mektedir? Sorunun cevabı şudur: Enbiyâ 91'de Hz. Meryem "dişi"; Tahrîm 12'de ise "erkek" olarak geçmektedir. Demek ki Hz. Meryem bir âyette "dişi", diğerinde ise "erkek" olarak sunulmaktadır.

Müfessirlerin çoğu Enbiyâ 91 ile Tahrîm 12'deki bu durumu çö­zülmesi imkansız ya da zor anlamına gelen müşkil âyetler gurubuna koy­muşlardır.

Bize göre bu âyet müşkil değildir. Zira âyetin günümüzün bilimsel bulgularıyla açıklanması mümkündür. Bazı âlimler de Enbiyâ 91'deki üfürme işinin Hz. Meryem'e; Tanrım 12'dekini de Hz. Meryem'in gebe kaldığı Hz. îsâ'ya olduğunu söyleyerek bu ikili zamirin çatışmasını ön­lemeye çalışmışlardır.                                                     

Bu yorumlama şekli de doğru değildir. Çünkü her iki âyette anlatı­lan sadece Hz. Meryem'dir; ona yönelik olan üfürme eylemidir ve Hz. îsâ'ya gebe kalmadan önceki üfürme işlemi kastedilmektedir. Bu üfürme ile Hz. Meryem, oğlu îsâ'ya gebe kalmıştır. Öyle ise bu dişilere ait zamir ile erkeklere ait zamir nasıl açıklanabilir?

Bize göre, Hz. Meryem'in iç organlarında hem sperm üreten hem de yumurta üreten bir sistem ya da iki sistem vardı.

Enbiyâ 91'deki üfürme eylemi yumurtayı harekete geçirmiş, Tanrım 12'deki üfürme de spermi harekete geçirmişti. Neticede sperm ile yumurta buluşup döllendi ve böylece Hz. îsâ yaratılmış oldu. Bu iza­hımız doğaya ya da bilime uygun mudur? Biyolojinin konulan arasında yer alan botanik ve zooloji konularına bakınca bu iddiamıza delil bul­mamız mümkündür. Çünkü ceviz ve fındık gibi meyveler kendi kendile­rini döllerler. Solucan gibi hayvanların da erkekleri olmadığından kendi­lerini döllemektedirler. Aynı şekilde, Hz. Meryem'in içinde yer alan sperm ve yumurta üreten sistemler, bu ilâhî üfürme ile harekete geçip kendi kendini döllemiştir. İşte yorumunu yapmakta olduğumuz Meryem 22'deki hamilelik bu şekilde gerçekleşmiştir.

Yüce Allah, Al-i Imrân 59'da Hz. isa'nın yaratılışı ile Hz. A-dem'in yaratılışı arasında bir benzerlik kurmakta ve onların yaratılışında "ol" deyip "olmalan"mn yer aldığını söylemektedir. Hicr 29'da gördü­ğümüz gibi Hz. Âdem yaratılırken de ona da üfürülmüştür.

Bu açıdan bakınca, kısır ve yaşlı olan Hz. Yahya'nın anne ve ba­basının çocuk yapar hale gelmesi de ilginç bir durum arz etmektedir. Bu iki olguda düşünülmesi gereken şey, Yüce Allah'ın bir şeyi yaratmayı istediğinde onu yaratmasının şeklinde hiçbir şeyin fark etmeyeceğidir. Sonsuz ilim ve sonsuz kudrete sahip olan Allah çeşitli şekillerde yarata­bilir. Alışılagelen yaratma şeklinden farklı bir yaratma şekli görünce,

hemen farklı neticelere varmanın, şüphelenmenin anlamı yoktur. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Hz. İsa'nın doğumundaki mucizenin asıl nok­tası, annesinin vücûdunun iki sisteme sahip kılınmasıyla ilgilidir.

İşte Hz. Meryem'in gebe kalma olgusu bu şekilde açıklanabilir.

2. "Bunun üzerine onunla uzak bir yere çekik di."                                                                                  

Hz. Meryem, gebeliği ilerleyince ailesinden ve toplumdan utanma­sı nedeniyle uzaklaşmak zorunda kaldı. Onun bu uzaklaşma eylemi bize, toplumun kınama, baskı yapma özelliğinin olduğunu göstermektedir. Hz. Meryem, kız olarak gebe kalmasının, toplum tarafından normal karşıla­namayacağını bildiği için onlardan ayrılmak zorunda kaldı. Demek ki, kişinin davranışları, toplumun değerleri ile çatışır hale gelmemelidir. Ça­tışma halinde kaybedecek olan fert olacaktır. Bazı durumlarda toplumun değer anlayışı yanlış, ferdinki doğru olabilir. Buna rağmen toplum ferdi dışlar. Aynı durumu Hz. Meryem yaşamıştır.

"Doğum sancısı onu bir hurma ağacına dayanmaca sevk etti. Âh keşke dedi, bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim."

a) Ayette geçen el-mehâd, "bir şeyi şiddetle sallamak, sü­tün yağını çıkarmak, kovayı kuyuda su doldurmak için çalkalamak, iyi­den iyiye düşünmek" anlamına gelen  mehada fiilinden türeyen bu kelime "doğum sancısı" anlamına gelmektedir. İşte Hz. Meryem'i, do­ğum sancısı hurma ağacına dayanmaya sevk etmiştir. Bunun anlamı, Hz. Meryem'in doğumunu tek başına gerçekleştirmiş olduğudur.

b) Toplumun kınaması, ayıplaması ve ona göre de olağandışı bir doğum yapmış olması, Hz. Meryem'e şu sözleri söyletmiştir: "Ah keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim." Âyetteki yâ edatı, piş­manlığı pekiştirmek için konmuştur. Sadece "keşke" anlamını zaten leyte edatı vermektedir. Dolayısıyla yâ edatına, "âh" anlamını vererek âyeti yorumlamak gerekmektedir. İşte sosyal baskılar, insanın ağzından bu şekilde bir cümlenin çıkmasına neden olmakta, ölümünü isteyecek ve unutulup gitmesini dileyecek kadar bir yaptırıma sahip olmakta ve toplumun değerleri ile çatışmanın ne kadar ağır bir yük getirdiğini de öğretmektedir. Bazen insanlar sosyal baskıyı, Tann'nın yaptırımının önüne bile geçirirler. Nisa sûresinin 108. âyeti buna işaret etmektedir "fe "İnsanlardan gizlerler de Allah'tan gizlemezler." Toplumun baskısı bir işi yapmaktan insanı alıkoyabilmektedir: "Çünkü bu hareketiniz, Peygamber'i üzmekte, fakat o (size bunu söylemekten) utanmaktadır" (Ahzâb 33/53). Sosyal baskı bazen yapacağımız veya söyleyeceğimiz şeyleri içimize gömmemize de sebep olur "Allah'ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmaya layık olan Allah'tır" (Ahzâb 33/37).

Bu âyetler gösteriyor ki, toplumun baskısı peygamberleri bile etki altına almaktadır. Bu baskı, kişinin eyleminin hangi toplumsal değerle ne derece çatıştığına bağlı olarak şiddetini artırır. İşte görünürde meşru olmayan bir ilişki ile gebe kaldığı sanılan Hz. Meryem'i, sosyal baskı, toplumdan ayrılmaya sevk etmiş ve bu sözü söylemesine neden olmuş­tur. Aslında bu söz, Hz. Meryem'in sosyal baskıdan dolayı sahip olduğu psikolojik durumu ifade etmektedir.                                                       

Bu sözler, ağır, çözülemeyen, aksi ispati anam ayan bir oluşumun doğurduğu sosyal baskının katlanılamayan psikolojisinin ağızdan çıkar­dığı sözlerdir. Aslında bu sözler, Hz. Meryem'in ne kadar iffetli olduğu­na da delil teşkil etmektedir. Çünkü yanlış hareketi sürekli bir şekilde yapan kişi, onu kanıksayacağından pişmanlık duymamaya da başlar.

4. "Aşağısından ona şöyle seslendi: Tasalanma! Rabb'in senin alt yanında bir su arkı vücuda getirdi."

a) Âlimler Hz. Meryem'in aşağısından kimin seslendiği konusunu detaylı bir şekilde tartıştılar. Kimi melek dedi, kimi Hz. Isâ dedi, kimi de bu ikisini tartışarak, hangisinin doğru olabileceğini araştırdı. Zemahşerî'nin kaydettiğine göre Katâde, sesin Hz. Meryem'in altından değil de hurma ağacının altından geldiğini iddia etmiştir. Bize göre Zemahşerî'nin Katâde'den naklettiği bu görüş daha doğrudur. Çünkü bir önceki âyette, Hz. Meryem'in doğum sancısından dolayı dayanmak zo-

runda kaldığı ağaç hurma ağacı idi. Sesin de oradan geldiği görüşü en doğrusu olacaktır.

Zemahşerî, Katâde'nin bu görüşünü ispat eden bir delil getirme­miştir. Biz ise bu görüşün delilini Kasas sûresinin 30. âyetinden getiriyo­ruz: "(Mûsâ) oraya gelince, o mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısından, ağaç tarafından kendisine şöyle seslenildi: 'Ey Mûsâ! Bil ki Ben, bütün âlemlerin Rabb'i olan Allah'ım'." İşte Yüce Allah nasıl ağaç tarafından Hz. Musa'ya seslendi ise, Hz. Meryem'e de hurma ağacının altından ni­da etti, yani seslendi. Ağacın alt tarafından Yüce Allah Hz. Meryem'e seslenmiştir. Âl-i İmrân 35 ve 36. âyetlerde Hz. Meryem'in annesi nasıl doğrudan Allah ile konuştu ise, kızı Hz. Meryem de doğrudan konuş­muştur.

b) Başka bir açıdan bakarsak seslenenin melek olduğunu da söyle­yebiliriz: Kasas 30'da seslenen Allah'tır; ancak siyak ve sibaka burada seslenenin melek olma ihtimali de vardır.

c) Aslında seslenenin Hz. îsâ olması da muhtemeldir. Çünkü Hz. îsâ, bu hitaptan önce doğmuştu. Meryem 29. âyette Hz. Meryem, halka beşikteki çocuğa işaret ederek "ona sorun" demişti. Burada aklımıza şu soru geliyor? Hz. Meryem, çocuğun konuşabileceğini nerden biliyordu? İşte daha önce annesine 25. âyette konuştuğu için burada da konuşacağı­nı söyleyerek oğluna işaret etmiştir.

Hz. Meryem neyi tasa ediyordu? Meryem 26'ya bakarsak bunun susuzluk olduğunu anlıyoruz. Ayrıca yorumunu yapmakta olduğumuz 24. âyetin son kısmı da buna işaret etmektedir. Hurma ağacının altında doğum yaparken orada suyun olmamasından endişe ettiğini anlıyoruz. Tıpkı Beyt-i Muharrem'in yanında Hz. İbrahim'in bıraktığı Hacer'in su bulamamasından dolayı çocuğu için tedirginliğe kapılıp Safa ve Merve tepeleri arasında koşması gibi.

Hz. Meryem'in tasasını gidermek için Yüce Allah, onun yanında bir su arkı, yani su pınarı fışkırttığım söylemiştir.

seriyyâ kelimesi, "ark, kanal, nehir, pınar" manalarına geldiği gibi "çay", yani "ufak bir dere" anlamını da ifade etmektedir. Burada Önemli olan konu, su olmayan yerden Yüce Allah'ın Hz. Meryem ve o-nun doğurduğu çocuğu için suyu fışkırtmış olmasıdır.                     

 5. "Hurma ağacını kendine doğru silkele ki, üzerine taze, olgun hurma dökülsün."                        

Meryem 24 ile 25. âyetlere bakınca şu neticeyi çıkartıyoruz: Önce su, sonra yemek geliyor. Bunun sebebi, suyun yemekten daha önemli olmasıdır. Demek ki, Hz. Meryem yemek konusunda da tasa ediyordu.

Âyette geçen kelimesi, "hurma ağacının alt kısmı"nı ifade etmektedir. Aslında bu cümle, "hurma ağacının gövdesini çekip silkelemek" demektir. Öyle anlaşılıyor ki, bu hurma ağacı bir insanın çekip sallayacağı kadar genç bir ağaç idi.

rutab "hurma" ceniyy de "taze" demektir; yani silkeleyince taze hurma döküleceği söylenmiş olmaktadır. Böylece Hz. Meryem, her şeyi rızıklandıran Allah tarafından su ve hurma ile rızıklandırıldı. Böyle bir rızıklandırma, zaten Hz. Meryem'e çocukluğunda da yapılmıştır: "Zekeriyyâ, onun yanına, mabede her girişinde orada bir rızık bulur ve: 'Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?' der, o da: 'Bu Allah tarafından dır. Allah, dilediğine sayısız rızık verir' derdi" (Âl-i İmrân 3/37).                       

6. "Ye, iç; gözün aydın olsun!"           

Yüce Allah, hem Meryem'in hem de çocuğun gıdasını temin ettik­ten sonra, ona yiyip içmesini söyledi. Bu hitapta da Yüce Allah'ın Hz. Meryem'e doğrudan konuştuğunu görüyoruz. Ayrıca Hz. Meryem'e do­ğurduğu çocuktan dolayı tebrik etme anlamında göz aydınlığı dilemiştir.

"Eğer insanlardan birini görürsen, de ki: Ben çok merhametli Allah'a oruç adadım; artık bugün hiçbir insanla konuşmayacağım."

Yüce Allah, Hz. Meryem'in doğurduğu çocuktan dolayı ağır bir şekilde tepki göreceğini, ayıplanacağını, hakarete uğrayacağını bildiği için nasıl davranacağını da ona öğretmektedir.

Yüce Allah'ın buradaki hitabından anlıyoruz ki, Hz. Meryem'e "susma orucu/savm-ı samt" tutması emredilmişti. İnsanların saldırısına karşı koymanın en önemli metotlarından biri de "susma orucu" olmuştu. İşte Hz. Meryem'e öğretilen bu metot bizim Ramazan orucumuz için de geçerli olmalıdır. Bizler oruçlu iken, ağzımızdan yanlış bir söz çıkma­ması için bir tür susma orucu tutmalıyız. Bunun anlamı, konuşurken ağ­zımızdan daima iyi söz çıkmasını sağlamak gerekliliğidir. Gıybet, dedi­kodu, zan, iftira gibi kötü sözlere karşı oruç tutmalıyız.                   

Demek ki susma orucu Allah'a adanabilmektedir. Hz. Meryem, Yüce Allah'ın "Rahman" ismini anarak susma orucunu O'na adamıştır. Ama bu susma orucu bir günlüktü.                                              

Âyette geçen savm kelimesi, Bakara 183'de sıyâm kalıbında yer almaktadır. Kelimenin geniş açıklaması orada yapılmıştır. Bu kelime, "alıkoymak, susmak, güneşin tam tepede olması" manalarına gelmektedir. Ancak Hz. Meryem, savm kelimesinin ne anlama geldiğini de âyetin sonunda açıklamıştı. Buradaki savm "başkası ile konuşmaktan kedini alıkoymak" anlamına gelmektedir.

Hz. Meryem'e burada yapması emredilen "susma orucu" daha ön­ce Zekeriyyâ peygambere de bir âyet, işaret, delil olarak teklif edilmişti. Ona da üç gün üç gece kimse ile konuşamayacağı söylenmişti (Âl-i İmrân 3/41; Meryem 19/10).

Demek ki, Hz. Yahya'nın yaratılması ile Hz. îsâ'nm yaratılmasın­da tabiat üstü bir özellik olması nedeniyle Hz. Yahya'nın babasına; Hz. îsâ'nın da annesine saldırılara karşı sabredebilmek için "susma orucu" adamaları en uygun metod olarak görülmüştür. Böylece sabırla oruç ara­sındaki ilişkiye işaret edilmiştir.

Ayetin geneline bakınca şunu görüyoruz: Yüce Allah Hz. Mer­yem'e Rahmân'a "susma orucu" adadığını söyleyerek bu sözü başkasına nakletmesini isterken Hz. Meryem konuşmuş olmayacak mıydı? Sadece

"ibadet ettiğini", yani "susma orucu" tuttuğunu söyleyecek, ama bunun dışında kelime etmeyecek, bu sözün dışında sadece aşağıdaki âyetlerde görüleceği gibi işaretle konuşacaktı.                                                   

İşte bu âyetten anlıyoruz ki, din eğitiminin önemli konularından biri ağzı, yani dili disipline etmektir. Bu, insanlara öğretilirken neler ya­pacakları, hangi metotla erdemlerin zirvesinde olan sabra ulaşacakları da kendilerine gösterilmektedir. [15]

 

Hz. Meryem'e Izdırap Veren Saldırılar

 

27. Nihayet onu taşıyarak kavmine getirdi. Dediler ki:

"Ey Meryem! Hakikaten sen iğrenç bir şey yaptın!                

28. Ey Harun'un kız kardeşi! Senin baban kötü bir san değildi; annen de iffetsiz değildi."

29. Bunun üzerine Meryem çocuğu gösterdi. "Biz" dediler, "beşikteki bir sabi ile nasıl konuşuruz?"

Bu âyetler, değerler sistemini, ailenin ve milletin asaletini günde­me getirmektedir.

1. "Nihayet onu taşıyarak kavmine getirdi."

" - Hz. Meryem çocuğunu doğurmak için toplumdan, özellikle aile­sinden ayrılmıştı. Gebe olarak görünmesinin, toplumun meşru görmediği çocuğu onların arasında doğurmasının sakıncası vardı.

Ama çocuk doğunca, artık insan denen büyük bir değer hayat bul­muştu ve bu değerle beraber toplumun huzuruna çıkabilirdi.

2. "Dediler ki: Ey Meryem! Hakikaten sen iğrenç bir şey yaptın."

Ayetin bu kısmında geçen  feriyyâ kelimesinin, olumsuz manada "büyük bir iş" anlamına geldiğini Mücâhid ifade etmiştir. Sa'îd b. Mes'ade bu kelimeyi "asla görülmedik, olmadık bir şey" diye manalandırmıştır. Zinadan olmuş bir çocuk da, iftira olunmuş, görülme­dik bir şeydir. Ebu Ubeyde bu kelimenin "hayret edilecek, çok az rastla­nılan" anlamına geldiğini belirtmiştir. Bu kelimenin mastarı "kesmek" demektir. Öylesine bir iş meydana geliyor ki söylenecek söz bırakmıyor. Buna Iji feryen denmektedir (Kurtubî, age, XI, 191-192).

Şimdi bu âyetten şunu çıkartıyoruz: Hz. Meryem'in yaşadığı za­mandaki toplum, cinsel ahlâk bakımından iyi ile kötüyü biliyordu; meşru olmayan bir çocuğu doğurmanın çok kötü bir şey olduğunu söyleyecek kadar değerlerden haberleri vardı.                              

3. "Ey Harun'un kız kardeşi! Senin baban kötü bir insan değildi; annen de iffetsiz değildi."

Hz. Meryem'e "Harun'un kız kardeşi" demeleri, Hz. Hârûn zama­nında yaşadığı anlamına gelmemektedir. Hz. Meryem'in soy ağacının tepesinde Hz. Hârûn, yani peygamber olan Hz. Musa'nın kardeşi Hârûn bulunduğu için kendisine böyle hitap etmişlerdir. Hz. Hârûn ile Hz. Meryem arasında uzun bir zaman geçmesine rağmen iyi şahsiyet olma açısından neslin başındaki kişi ile sonrakini manevi kız kardeş olarak görmüşlerdi. Böylece Hz. Meryem'in Hz. Harun'un soyundan geldiğini de anlamış oluyoruz. Hz. Meryem'in sosyal çevresi, Hz. Meryem'in babasını ve annesi­ni değerlendirerek, kendisini tenkit ediyorlardı.

a) "Senin baban kötü bir insan değildi."           

Sosyal çevresi, Hz. Meryem'in babası hakkında değerlendirme ya­parken "kötü" anlamına gelen sev'in kelimesini kullandılar. Keli­menin kök fiili  sâedir ve "birinin hoşlanmadığı işi yapmak, kötülük yapmak" anlamına gelmektedir. Bu kelime, yapılan işin kötü olduğu de­ğerlendirmesi için de kullanılmaktadır. "Gerçekten onların yapmakta oldukları şeyler ne kötüdür!" (Tevbe 9/9); "Yaptıkları ne kadar kötüdür!" (Mâide 5/62).

b) "Annen de iffetsiz değildi."

beğiyyâ kelimesi, bu âyetteki yeri itibariyle "zina eden kadm"a denmektedir. Cümle olumsuz olduğundan "iffetsiz değildi" anlamına gelmektedir. Hz. Meryem'in sosyal çevresi, onun babasının ve annesinin iyi insan olduklarını, ahlâkî bir defolarının olmadığını itiraf etmiş ve de­ğerlendirmelerini yapmışlardı.                                                            

Bundan hangi neticeyi çıkartabiliriz? Bize göre, eğitim psikolojisi bakımından, Hz. Meryem'in veraseti iyi idi. Dolayısıyla çevresi, ana-babasmdan aldığı hem biyolojik hem de manevî mirasın iyi olduğuna i-şaret etmişler, Hz. Meryem'in kötü bir ailede yetişmediğini, tam tersine iyi bir aile çevresinde büyüdüğünü itiraf etmişlerdi. Zaten Âl-i İmrân 35 ve 36. âyetlerinde, annesinin Allah'a nasıl yalvardığını ve Yüce Allah'ın onunla nasıl konuştuğunu görmüştük. Böylesine yüksek manevi şahsiye­te sahip olan bir kadının, iffetsiz bir çocuk dünyaya getiremeyeceği yar­gısında bulundular.

Demek ki, Hz. Meryem, ana-babasından güzel bir biyolojik ve manevî miras almıştı. Bu manevî mirası halk, Hz. Harun'a kadar uzat­mıştı. Böylece, ailenin asaletine dikkat çekilmiş ve aile terbiyesinin önemi vurgulanmıştı.

4. "Bunun üzerine Meryem çocuğu gösterdi. 'Biz', dediler, 'beşikteki bir sabi ile nasıl konuşuruz'."                                                                     Hz. Meryem, Yüce Allah'a susma orucu adadığından, onların bu şekildeki ithamlarına, saldırılarına sözle cevap veremedi, sadece beşik­teki çocuğu işaret ederek, ona sormalarını istedi. Diğer taraftan Hz.

Meryem'in göstereceği başka bir delil de yoktu. İşte bu delilin, oğlu Isâ olması nedeniyle ona sormaları için işaret etti.

Ayette geçen el-mehd kelimesi, "beşik" anlamına gelmekte­dir. Hz. Isâ, beşikte konuştuğu için "mehdi" sıfatını almıştır. Bize göre, Hz. Meryem'in, çocuğu koyacağı bir beşiği yoktu. Onu bir beze sararak kucağına alıp halkın huzuruna çıktı. O zaman Hz. İsa'nın mehdi yani be­şiği, Hz. Meryem'in yani annesinin kucağı olmuştu. Böylece mehd ke­limesindeki "beşik" anlamından hareket ederek, bu âyetteki mehd keli­mesine "kucak" anlamında bir yorum getirilebilir. Onlar beşikte olan ço­cukla nasıl konuşacaklarını belirterek, Hz. Meryem'in onlarla alay edip etmediklerini sormuş oldular.

Adamış olduğu susma orucunu bozmamak için, beşikteki çocuğa işaret etmesinin neticesinde Yüce Allah, lütfunu göndererek, çocuğun konuşmasını temin etmiş; böylece Hz. Meryem'e olan yardımını yap­mıştır. [16]

 

Beşikteki Çocuk Konuşuyor

 

30. (İsa) şöyle dedi: "Ben Allah 'in kuluyum. O, bana         

Kitâb'ı verdi ve beni peygamber yaptı.                                         -.

31. Nerede olursam olayım O, beni mübarek kıldı; ya­şadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti.                            

32. Beni anneme saygılı kıldı; beni bedbaht bir zorba yapmadı.

Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabir gün selâm banadır."                              

34. işte, hakkında şüphe ettikleri Meryem oğlu Isâ, hak söz olarak budur.

Hz. Meryem, sosyal çevresinden çektiği çile, tuttuğu susma orucu­nu bozmamak uğruna yeni doğmuş çocuğa işaret edince, onların hayreti­ne rağmen, çocuk annesinin kucağında, yani beşikte konuşmaya başladı. Konuşmasında değindiği ilk konu daha sonraki nesiller için çok önemli bir mesajı, bir ilkeyi taşımaktadır.

1.  "(Isâ) şöyle dedi: Ben Allah'ın kuluyum."

Hz. îsâ, "Ben Allah'ın kuluyum" demekle, sanki gelecekte kendi­sini tannlaştıracak, Allah'm oğlu diyecek olan çarpık, inkâr ve şirk dolu sapık inançlara bir ders vermekte, kendisinin "Allah'ın kulu" olarak bi­linmesini, öyle kabul edilip inanılmasını istemekte ve öğretmektedir., Peygamberler de kuldur; onlar da getirdikleri dinin esaslarını tatbik et­mek mecburiyetindedirler; onlar da Allah'a ibadet etmek zorundadırlar. Onun için biz onlara tâbi oluruz, ama asla onlara tapınmayız. Çünkü kul olana kulluk olmaz.

2. "O, bana Kitâb'ı verdi ve beni peygamber yaptı."          '                     '

Hz. Isâ kendisine kitap verildiğini, yani öğretildiğini ifade etmek­tedir. Doğuştan peygamber olmasından anlıyoruz ki, onun beyni kitabı alacak şekilde programlanmıştı.                                                   ,

Hz. Isâ, kendisine istikbalde verilecek olan kitabı da burada kas­tetmiş olabilir. Nitekim Taberî de, İkrime ve Dahhâk'in bu ifadeleri "

lah bana kitap vermeyi hükme bağlamıştır" anlamında "kadâ" kelimesiyle jlişkilendirdiklerini nakletmiştir.

Hz. îsâ, peygamberliği için gerekli olan kitabı, yani ilâhî mesajı önce zikretmekte, daha sonra da peygamber tayin edildiğini, seçildiğini gündeme getirmektedir.Hz. îsâ'nın bu dersinden anlıyoruz ki, "kitabı olan peygambere rasûl; kitabı olmayana nebî denir" şeklindeki bilgi yanlıştır. Çünkü Hz. îsâ kendisinin nebî olarak tayin edildiğini söylerken, aynı zamanda ken­disine kitap verildiğine de dikkat çekmektedir.

Hz. isa'nın bu dersinden çıkaracağımız diğer bir netice de şudur: Kitabı kendinin yazmadığını ifade etmek için: "Bana Allah kitabı verdi"; aynı zamanda kendisinin peygamberlik iddiasında bulunmadığını, risâletin ona verildiğini ifade için de "(Allah) beni peygamber tayin etti" demiş, bu değerlerin kendisine verildiğini söyleyerek, şüpheleri ortadan kaldırmak istemiştir.                  .

3. "Nerede olursam olayım, O, beni müba­rek kıldı."

"Mübarek kıldı" ifadesinin anlamı, "kutlu ve erdemli kıldı, dini öğretmek ve ilâhî mesajı tebliğ etmek konusunda beni bereketlerle, fay­dalı olmakla donattı, manen zor durumda olanları doğru yola çağırmak ve onlara kucak açmak özellikleri ile teçhiz etti" demektir.

Ama "mübarek" sözü aynı zamanda kendisinin meşru bir çocuk olduğunu da ifade etmektedir. Ayrıca "nerede olursam olayım" ifadesi de, "ister annemin karnında, ister beşikte, isterse dünyanın bir yerinde" anlamına gelmektedir.                                                         

Ayrıca "nerede olursa olsun insanlara doğruyu, güzeli, hakkı, iyiyi öğreteceğini, daima insanlara faydalı olacağını, ilâhî mesajı onlara duyu­racağını" ifade etmiş olmakta, her yere fayda ve bereket taşıyacağına işa­ret etmektedir.

4. "Yaşadığım sürece bana namazı ve zekatı emretti.

Hz. Isâ kul olduğunu ifade edince, kulluğunu ne ile yerine getire­ceğini de söylemiştir. Hayatı boyuncu namaz kılacağım ve zekâtını vereceğini ifade etmiştir. "Yaşadığım sürece" demekle, ölümlü olduğunu ve bu nedenle tanrı olamayacağına da işaret etmiştir. Kendisi Ölümlü olan varlığa tapınılamaz ve o varlık Allah'ın oğlu olamaz. Kendisi namaz kılmak ve zekâtı vermekle yükümlü kılınana, tapınılamaz.  

 5. "Beni anneme saygılı kıldı."          

 Meryem 14'te Hz. Yahya'nın, ana-babasına iyi davranan biri ol­duğuna dikkat çekilmişti. Hz. îsâ da annesine saygılı kılınmıştı. Bu bize neyi ifade etmektedir? İsrail oğullarında kadının hiç değeri yoktu. Hz. Yahya ve Hz. isa'nın dininde, kitaplarında anneye saygı gösterme bir peygamber ahlâkı haline getirilmişti. Böylece hiç olmazsa annelerin de­ğeri artıyor, bu yolla da kadının kıymeti daha da fazlalaşmış oluyordu.

Anneye saygı, bütün peygamberlerin getirdiği ilâhî mesajda yer almış ve peygamber ahlâkının bir parçası olmuştur. Peygamber ahlâkı ile ahlâklanmak isteyen kişi, ana-babasına saygılı, merhametli ve hizmetkâr olmalıdır.

6. "Beni bedbaht bir zorba yapmadı."             

Cebbar kelimesinin karşıtı, "merhamet sahibi, yufka yürekli, yu­muşak kalpli" demektir. Dolayısıyla bu kelime insanlar için kullanıldı­ğında "bedbahtlık, zorbalık" özelliklerini ifade etmektedir. Burada özel anlamda Hz. isa'nın, annesine karşı kaba davranmayıp, ona merhamet dolu bir gönülle nazik ve kibar davrandığı ifade edilmektedir. Ama ge­nelde kendisi ile ilişkili olan insanlara da böyle davrandığı anlaşılmalı­dır.                                                                                            

Bize göre Yüce Allah, onun bedbaht ve zorba şeklinde hiç dav­ranmayacağını ifade etmek için cümleyi böyle kurmakta, anaya iyilik yapmanın ve saygı duymanın ne anlama geldiğini, karşıt manadan hare­ket ederek anlatmaktadır.

7. "Doğduğum gün, öle­ceğim gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağım gün selâm banadır."

Hz. îsâ, Hz. Yahya için söyleneni kendisi için söylemiştir. Hz. Yahya'nın bu özellikleri Meryem 14-15'te üçüncü tekil şahıs olarak an­latılırken, Hz. îsâ'nın kendisi, kendi adına bunları sıralamaktadır.

Selâm kelimesini "esenlik" anlamına alabiliriz. Selâm'ın, yani e-senliğin ona olması, onun doğru yolda, yani hidâyette olmasını ifade et­mektedir. Çünkü Tâhâ 47'de: "Selâm doğru yola (hidâyete) tâbi olanlardır" ifadesi yer almaktadır. Bu âyette vurgulanan konu esasen öldükten sonra dirilme mesele­sidir. Doğum ve ölüm olayları tüm insanlarca bilinmektedir. Ama ina­nılması gereken konu ise, öldükten sora dirileceğimiz meselesidir. İlk i-kisi, yani doğum ve ölüm biliniyor, ama öldükten sonra dirilme mesele­sine inanılıyor. Böylece bilgi alanı ile iman alanı ortaya çıkmaktadır.

Ayrıca Hz. isa'nın buradaki ifadesinden şu gerçeği de çıkarıyoruz: Kendisi insanüstü biri değildir; tanrı sıfatlarına da bürünmemiştir; kendi­sine Yüce Allah sadece esenlik vermektedir. Doğduğu, öldüğü ve tekrar dirileceği için kendisine tanrılık yakıştı olamaz. Doğan ve ölen varlık tanrı olamaz. Böylece daha sonraları kendisine "Allah'ın oğlu" olma ö-zelliğinin verilmesinin çok yanlış olacağına da burada işaret edilmekte­dir.

8. "İşte, hakkında şüphe et­tikleri Meryem oğlu îsâ, hak söz olarak budur."

Yüce Allah, Hıristiyanların Hz. îsâ hakkında yanlış iddialarda bu­lunmalarını, bu iddialarını iman esasına çevirmelerini, böylece konuyu çıkmaza götürmelerini bu âyetlerle cevaplandırmaktadır. Yorumunu yapmakta olduğumuz Meryem 34'te Yüce Allah onların "şüphe ettikle­rini" söylemektedir. Bunun anlamı, doğumu konusundaki şüpheleri gi­derdiğidir. Hz. isa'nın meşru bir çocuk olup olmadığı konusundaki şüp­helerini giderme konusunda bu ifade bir derstir.

Yüce Allah Hz. îsâ'nın konusunu gerçek olarak anlatarak onların şüphelerini gidermek amacını gütmektedir.

Annesinin karnında yaratılışı, doğumu, halkın anasına saldırması, beşikte konuşarak Allah'ın kulu olduğunu söylemesi, Allah'ın, kitabı

kendisine verdiğini ve onu peygamber tayin ettiğini, her yerde onu mü­barek kıldığını, yaşadığı müddetçe namazını kılmayı ve zekât vermeyi, anasına iyi davranmasını emrettiğini ve kendisini bedbaht bir zorba yapmadığını, doğduğu, Öldüğü ve tekrar diriltileceği anlarda ona esenlik verdiğini açıklayarak Hz. İsâ, kendisinin meşru bir çocuk olduğunda kavminin şüphe etmemesini temin etmek istemektedir.

Din eğitimi konusunda bundan çıkaracağımız esas şudur: İnsanla­rın şüphelerini, konunun doğrusunu, hak boyutunu ve gerçek olan şeklini anlatarak gidermek gerekiyor. Şüphe ortada durmamalı, şüphe beyinde taçlanırsa, insanı küfre götürür.

Bundan çıkaracağımız diğer genel netice şudur: Toplumun değer­lerinin baskısını, onlarla çatışmadıkça, onlara ters düşmedikçe anlaya­mayız. Aslında toplumsal değerlerin bizim üzerimizde ağır bir baskısı vardır. Bunların içinde yaşadığımızdan onları kanıksamış oluruz ve böy­lece ağırlıklarını duymayız. Ne zaman onlara ters düşer, onlarla çatışır hale gelirsek, o zaman ağırlıklarını hissettirirler.

İşte Hz. Meryem, toplumun anlayışı olan, "çocuk, bir erkek ile bir kadının evliliği neticesinde dünyaya gelir" esasına ters düşmüş gibi gö­rünen bir bakire kızın çocuk doğurması eylemi, toplumsal baskıya, ayıp­lamaya ve iftiraya neden olmuştur. Bu âyetler, bu toplumsal baskının kaldırılması ile ilgili olarak gelmiştir.

Bu baskı ilâhî müdahale olmadan kaldı alamamaktadır. Kur'ân'ın getirdiği tevhîd inancı, câhiliye Arap toplumunda var olan şirk anlayışı ile çatışınca, Hz. Peygamber yurdunu terk etmek mecburiyetinde kalmış­tır. Bu da gösteriyor ki toplumda hakim olan değer anlayışı ile çatışma, ağır tepki ile sonuçlanır. Buna sosyal realite, yani sosyal gerçeklik den­mektedir. [17]            

 

Şüphe Nelere Götürdü?

 

35. Çocuk edinmek Allah'a yaraşmaz. O, yücedir. Bir işe hükmederse, ona "ol" der, o da oluşur.

36. Doğrusu  Allah,   benim   de   Rabb'im,   sizin   de Rabb'inizdir. O'na tapın. Bu, doğru yoldur.

37. Sonra gruplar kendi aralarında ayrılığa düştüler. Büyük günü görecek olduğu zamanda vay o kâfirlerin haline!

38. Bize gelecekleri gün, ne güzel işitecekler! Ve ne gü­zel görecekler! Fakat, haksızlık yapanlar o gün apaçık bir şaşkınlık içindedirler.     

39.  Sen onları pişmanlık ve üzüntü günü hakkında uyar. Çünkü onlar gafletin içine dalmış oldukları halde ve            henüz iman etmemişken iş olup bitmiştir.

40. Yeryüzüne ve onun üzerindekilere ancak biz vâris oluruz ve onlar ancak bize döndürülürler.                               Yüce Allah, Hz. Meryem ve oğlu isa'nın olgusunu anlattıktan he­men sonra özel ve genel değerlendirmeler yapmaktadır.     

1. "Çocuk edinmek Allah'a yaraşmaz. O, yücedir."                                                                                      -

Yahudilerin Üzeyir'e Allah'ın oğlu demeleri, Hıristiyanları da et­kilemiş, onların da Mesih'e yani Hz. isa'ya Allah'ın oğlu demelerine se­bep olmuştur (Tevbe 9/30). Yahudiler dünya insanlığına, "Allah'ın oğul edinmesi inancı"nı, düşüncesini, anlayışını bırakmışlar, bul aş tırmı şiar­dır. Bu inanış, bulaşıcı hastalıklar gibi, Hıristiyanlara da bulaşmıştır.

Allah'ın çocuk edindiğini söyleyenler, inançlarına şirki karıştır­mışlardır. Yüce Allah, yorumunu yapmakta olduğumuz Meryem 35 ile bu insanlara inanç konusunda bir ders vermektedir. Çocuk edinmenin kendisine yaraşmadığını, çünkü böyle bir durumun noksanlık olacağını, oysa ki Allah, kendisinin noksan sıfatlardan uzak olduğunu öğretmekte­dir.

"Allah çocuk edindi" demek, Allah'ın sübhân olduğu inancını ve özelliğini ortadan kaldırmaktadır. Sübhân olmak, "sınırsız yüceliğe sa­hip olmak ve noksan sıfatlardan uzak olmak" demektir. "Allah çocuk e-dindi" demekle, O'nun yüceliğini sınırlandırmış ve O'na noksanlık ge­tirmiş oldular.

2. "Bir işe hükmederse, ona, "ol", der; o da oluşur."

Ayetin bu kısmı, Hıristiyanların "Allah çocuk edindi" demelerinin sebebini de açıklamaktadır. Bir işin oluşumu ile ilgili Yüce Allah'ın et­kinliğini bilememeleri bu çirkin söyleve sebep olmuştur. Her şeyi yoktan yaratırken, Allah ona "ol" demiş o şey de oluşmuştur. Bunu bilselerdi,

Hz. îsâ'nın yaratılışı konusunda şüpheye düşmeyecek ve onu Allah'ın oğlu olarak görmeyeceklerdi.

Bu durum, Yâsîn 82'de şöyle ifade edilmektedir: "Allah bir şey yaratmak istediği zaman O'nun yaptığı "ol" demekten ibarettir. Hemen oluşur." Demek ki oluşumda üç şey bir araya gelmektedir: Allah'ın istemesi, "ol" demesi ve varlığın oluşması. Bunu bilmek, Allah'ın sonsuz kudrete sahip olduğuna inanmak, tüm bu şüphe ve şirki ortadan kaldıracaktır.

3. "Doğrusu Allah, benim de Rabb'im, sizin de Rabb'inizdir. O'na tapın. Bu, doğru yoldur."

Hıristiyanların ve daha önce Yahudilerin "Allah çocuk edindi" demelerinin sebebini ve değerlendirmesini yaptıktan sonra Yüce Allah, Hz. Peygamber'e onlara nasıl bir ders vereceğini söylemektedir. Aslında bunu Hz. îsâ da söylemiş olabilir. Ama daha sonraki âyetlere bakınca, bunun Hz. Muhammed'in söylediği görülecektir.

Yüce Allah "doğru yolun" ne olduğuna açıklık getirmektedir. Yal­nız Allah'a kulluk etmek, tevhîd inancının gereğini yerine getirmede doğru yoldur. Kur'ân'da Yüce Allah, doğru yolun ne olduğunu çeşitli şekillerde anlatmaktadır. En'âm 151-153. âyetlerde de doğru yolun han­gi değerlerden, esaslardan, amellerden ve inançlarda meydana geldiği i-zah edilmektedir.     

Yüce Allah, herkesin Rabb'i olduğu için sadece O'na tapınmak ge­rekiyor, îşte bu şekilde inanmak ve kulluk etmek doğru yolun tâ kendisi olmaktadır. Böylece Yüce Allah, Hz. Peygamber'e tevhîd, tapınma ve doğru yol konusunda ders vermesini istemektedir. Bu durum, bize din eğitiminin tevhîd inancı bakımından nasıl öğretim yapacağı konusunda da ışık tutmaktadır.

4. "Sonra gruplar kendi'aralarında ayrılığa düştüler. Büyük günü görecek olduğu zamanda vay o kâfirlerin haline."

İsrâiloğulları içinde kendisinin Yahudi olduğunu söyleyenler, Hz. îsâ'nın peygamberliğini reddettiler. Kimi ona "Allah'ın oğlu" dediler ki

bunlar Hıristiyanlardi. Kimi de onu peygamber olarak tanımıştı. Son grup doğru inanca sahipti ama diğerleri sapıtmıştı. Diğer taraftan teslis akidesinden oluşan inançlarmdaki üç unsurdan biri olarak Hz. isa'yı görmüşlerdir. Hatta bazıları da Hz. îsâ'yi Allah olarak kabul etmiştir. Bazıları asıldığını, bazıları ise aşılmadığını iddia etmişlerdir.          

Mezhepleşmeleri ve gruplaşmaları şirke ulaşınca, Yüce Allah on­ların bu durumuna Kur'ân'da açıklık getirmiştir,          

Zuhruf sûresinin 57-58. âyetlerine bakınca Arapların Hz. Meryem ve oğlu îsâ'nın olgusu hakkında bazı bilgileri olduğunu görüyoruz: "Meryem oğlu bir örnek olarak anlatılınca, hemen senin kavmin, ondan dolayı bağrışmaya başla­dılar: Bizim tanrılarımız mı daha üstün, yoksa O mu? dediler." Demek ki, müşrik Araplar, Kur'ân'm bu anlatımından rahatsız olup mukayese yapmaya başladılar.             

Bu tartışmaların getirdiği gruplaşmalar, giderek mezheplere dönüş­tü; mezhepler arasındaki ayrılıklar da hem keskinleşti hem de derinleşti. Kur'ân onların bu tartışmalarında öne sürdükleri iddiaları nakletmekte­dir:

a) "Rahman çocuk edindi dediler. Hakikaten siz, pek çirkin bir şey ortaya attınız, Rahmân'a çocuk isnadında  bulunmaları  yüzünden,  neredeyse  gökler çatlayacak,  yer yarılacak, dağlar yıkılıp düşecektir. Halbuki çocuk edinmek Rahmân'ın şanına yakışmaz" (Meryem 19/88-92).

Yüce Allah, bazılarının hangi iddialarda bulunup inandıklarını söyleyerek onların inançlarını çürütmektedir.

b) "Bir de inkâr etmelerinden, Meryem'in üzerine iftira büyük bir iftira atmalarından ve Allah'ın elçisi Meryem oğlu îsâ'yj öldürdük demeleri yüzünden (onları lanetledik). Halbuki onu ne öldürdüler ne de astılar. Fakat onlara öyle zannettirildi.

Onun hakkında ihtilafa düşenler, bundan dolayı tam bir kararsızlık için­dedirler. Bu hususta zanna uymak dışında hiçbir bilgileri yoktur; kesin olarak onu öldürmediler. Bilakis Allah onu kendi katına yükseltmiştir. Allah izzet ve hikmet sahibidir" (Nisa 4/156-158).

Bu grup Hz. îsâ'yı Allah'ın peygamberi olarak kabul ediyordu ama tamamen zanna uyarak onu öldürdüklerini iddia ediyorlardı. Allah da onların iddialarının yersiz olduğunu anlatıp ona ne olduğunu açıkla­mıştır.

c) "Allah: 'Ey Meryem oğlu Isâ! İnsanlara: Beni ve annemi, Allah'tan başka iki ilâh edinin mi?' dedin, buyurduğu zaman O: 'Haşa! Seni tenzih ederim; hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz; hem ben söyleseydim sen onu şüphesiz bilir­din'dedi" (Mâide 5/116).

Demek ki Hıristiyanların bir kısmı da Allah ile beraber, Hz. îsâ ve annesini tanrı edinmişlerdi. Bir grup da bu iddiayı savunuyordu.

d) "Andolsun ki: 'Allah, kesinlikle Meryem oğlu Mesih'tir' diyenler kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesîh: 'Ey İsrâiloğulları! Benim de Rabb'im, sizin de Rabb'iniz olan Allah'a kulluk ediniz. Biliniz ki, kim Allah'a ortak ko­şarsa muhakkak Allah ona cenneti haram kılar, artık onun yeri ateştir ve zâlimler için yardımcılar yoktur' demişti" (Mâide 5/72).

Demek ki bir grup da Hz. îsâ'nm tanrı olduğunu iddia ediyordu. Onların bu hareketi de Hz. îsâ tarafından şirk olarak değerlendirilmişti. Bu grup, Hz. Meryem'i değil de Hz. isa'yı tanrı olarak görüyordu.

e) "Andolsun; 'Allah üçün üçüncüsüdür' diyenler de kâfir olmuşlardır. Halbuki bir tek Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur. Eğer demekte olduklarından vazgeçmezlerse, içlerinden kâfir olanlara acı bir azap isabet edecektir" (Mâide 5/73).

Yüce Allah teslîs inancını öne süren grubun görüşünü nakledip id­dialarını çürütmektedir.

 Hıristiyanlar, peygamberleri ve inançları konusunda ayrılığa düş­me geleneğini İslam kültürüne de bulaştırdılar. İslam kültüründe mez-hepleşmeler, inanç ve amel mezheplerinin doğması ve bu mezheplerin hak ve bâtıl diye önce iki kısma, sonra da alt gruplara ayrılması, daha önceden gelen Yahudi ve Hıristiyan mezheplerinin bir uzantısı durumundadır.         

Dinin aslı olan Kur'ân'dan, yani ilâhî vahyden uzaklaşınca ayrılık­lar başlamış ve bu ayrılıklara başka renkte ve tondaki ayrılıklar da ekle­nince işin içinden çıkılamaz olmuştur. Bu noktada "Kur'ân'da Hıristi­yanların bölünmesi neden anlatılıyor?" sorusunu sorarsak Yüce Allah'ın neden Hıristiyanların konusunu anlattığı ortaya çıkmış olacaktır.

Yüce Allah, Müslümanların arasında böylesine ayrılıkların, grup­laşmaların olmaması için Hıristi yani ardaki gruplaşmaları ve bunun ne­denlerini açıklamakta, geçmişte olanları anlatarak geleceğe ışık tutma ve geleceğin insanını eğitme metodunu uygulamaktadır. Hıristiyanların i-nanç konusundaki bölünmeleri, gruplaşmaları, tefrikaları bir bulaşıcı hastalık gibi Müslümanların arasında yayılıp bulaşmaması için koruyucu bir tedbir olsun diye bu konular açıklanmaktadır.     

Diğer taraftan Yüce Allah, inanç konusundaki gruplaşmaların in­kâra götüreceğine dikkat çekmekte ve kıyametin kopması ve mahşere gelmenin dehşeti anında çok kötü durumda olacaklarını vurgulamakta­dır. "O büyük günü görmeleri durumunda onların vay haline" derken Yüce Allah, onları bu bölünmelerinden caydırmak istemekte ve Müslü­manları da uyarmaktadır.   

5. "Bize gele­cekleri gıin, ne güzel işitecekler! Ve ne güzel görecekler! Fakat, haksız­lık yapanlar o gün apaçık bir şaşkınlık içindedirler."

Yüce Allah, bu âyetinde mahşer gününün olacağını, öncesinde kı­yametin kopacağını, hemen ardından hesap günü kurulacağını burada "bize gelecekleri gün" ve "o gün" ifadeleri ile öğretmektedir.

Âyette "gün" kelimesi iki defa geçmektedir. Âyetin vurgusu, âhiret yani mahşer günü üzerinde olmaktadır. Bu günün özelliklerinden bir kıs­mım Yüce Allah bu âyette şu şekilde sıralamaktadır:                           -.

a) O gün Allah'a gelinecektir.                                                 

Bu dünyada insanların inkâr ettikleri konulardan biri "Allah'a ka­vuşulacağı" meselesidir. Onun için Yüce Allah, kendi huzuruna geline­ceğini burada gündeme getirmekte, âhirete imanı pekiştirmekte ve insan­lara amellerini ona göre disipline etmeleri için uyarıda bulunmaktadır.

b) O gün daha güzel işitilecek ve görülecektir.

Bu dünyada hakikati dinlemeyen ve gerçeği görmeyenlerin dinle­mesi ve görmesi o gün çok keskin olacaktır. Bu âlemde tıkanan kulaklar, perdelenen gözler orada çok güzel işitecek ve göreceklerdir. esmi' bitlim ve ebsir ifadesinde yer alan kelimeler, hayreti ifade etmek­te ve "neler işitecekler, neîer görecekler neler!" anlamına gelmektedir.

Dünyada kullanmadıkları duyu organları orada çok iyi kullanılır hale gelecektir.

c) Müşriklerin o günkü sıfatı zalimlik olacaktır.

Âyette geçen "zâlimler" kelimesine "haksızlık yapanlar" manasını verdik.    

Buradaki "zâlimler" den kasıt, Allah'a şirk koşanlar, Hz. îsâ'yi Al­lah'ın oğlu olarak gören ya da ona tanrı payesi verenlerdir. Müşrikler Al­lah'ın hakkı olan tek olma özelliğini çiğnediklerinden, insan ruhunun, beyin ve gönlünün doğasına uygun olan tevhîd inancını ortadan kaldır­dıklarından dolayı zâlimlerdir. Bir önceki âyette bunlar aynı zamanda kâfir olarak görülmektedirler.                                                    

d) Apaçık bir şaşkınlık içinde olunacaktır.                  

Orada duyup görecekleri ile şaşkınlık içinde kalacaklardır. Bura­daki "şaşkınlığın" şiddeti, keskinliği bu dünyadayken âhirete inanmamış olmaktan kaynaklanacaktır. Dünyadaki imansızlıkla âhiretteki gerçek a-rasındaki fark bu şaşkınlığın derecesini belirleyecektir.

Bazı müfessirler âyette geçen dalâl kelimesine "sapıklık" manasını vermişler ve bu manaya uygun tefsir yapmak için kendilerini zorlamışlardır. Halbuki Duhâ sûresinde bu kelime Hz. Peygamber için de kullanılmaktadır. Hz. Peygamber'in sapıklığı söz konusu olabilir mi? Mesela Duhâ 7'ye "seni sapık bulup da yol göstermedi mi?" denebilir mi?

Ayete: "Seni şaşırmış bulup da yol göstermedi mi?" şeklinde ter­cüme etmek gerekmiyor mu? İşte Duhâ 7'deki dâllen kelimesine nasıl "şaşkınlık" manası veriyorsak, yorumunu yapmakta olduğumuz Meryem 38'deki dalâl kelimesine de "şaşkınlık" manası verebiliriz.

Buradan çıkaracağımız netice şudur: Ayette geçen "işitmek" ile "görmek", aslında beyni ifade etmektedir. Bu dünyada beynini kullan­mamak Öteki dünyada şaşkınlığa sebep olacaktır. O zaman din eğitimi­nin ana amaçlarından birinin, insana beynini kullanmayı öğreterek, öteki âlemde şaşkınlığım önlemek olmalıdır. Bunu gerçekleştirebilmesi için de şirk ile mücâdele verip insan gönlüne tevhîd inancının ağacını dikmesi gerekiyor.

Şirkin karanlığı ve katı duvarları içinde insanlar ne görebiliyor ne de işitebiliyorlar. İşte din eğitimi, bu karanlığı tevhîd inancının güneşi ile giderip katı duvarları yıkabilirse insanların kulaklarını ve gözlerini aça­caktır. Kulaklardan ağırlıkları, gözlerden perdeleri kaldırmak din eğiti­minin başarısını ve kalitesini belirleyecektir. Bu dünyada dinleyen kula­ğa ve gören göze sahip olanlar Öteki dünyada şaşkın olmayacaklardır.

6. "Sen onları pişmanlık ve üzüntü günü hakkında uyar. Çünkü onlar bir gafletin içine dalmış oldukları halde ve henüz iman etmemişken iş olup bitmiştir."

Yüce Allah, Hz. Peygamber'e, Hz. Isâ konusunda ihtilafa düşüp sapık inançlara düşen Hıristiyan lan uyarmasını emretmektedir. Aslında "onları uyar" emrindeki "onlar" anlamındaki zamir, ilk bakışta Hı-ristiyanlan, ama genelde bütün insanları kapsamaktadır. Ayet, uyarının hangi konularda yapılacağını da açıklamaktadır.

Yüce Allah, Hz. Peygamber'den pişmanlık, yani üzüntü günü hak­kında uyarıda bulunmasını istemektedir. Yüce Allah kıyameti, haşr gü­nünü, âhireti pişmanlık günü olarak nitelendirmektedir.

Bu insanlar niçin uyarılacaklardı?      

Gaflet içinde olmaları ve iman etmemiş olmaları durumunda, Al­lah'ın emrinin yerini bulacağı konusunda uyarılmaları istenmektedir. Gaflet ve iman etmemiş durumda işin olup bitmesi, geri dönüşün olma­yacağı anlamına gelmektedir. Çünkü gaflet içinde ve iman etmemiş ola­rak ölüp âhirete gitmek, orada büyük bir pişmanlığa neden olacaktır.

Yüce Allah, onların gaflet içinde ve iman etmemiş oldukları halde ölmelerini istememektedir.

Dikkat edilirse gaflet önce, inanmamak da sonra gelmektedir. Bir bakıma gaflet imansızlığı doğurmaktadır. Gaflete "umursamamak" ma­nasını da verebiliriz. Umursamazlık imansızlığa götürmektedir. Onlar hasret gününün geleceğine inanmamaktadırlar.

Ayetlerin evrensel olduğundan hareket edersek şu neticeye varabi­liriz: Yüce Allah aynı zama

7. "Yeryüzüne ve onun üze­rindekilere ancak biz vâris oluruz ve onlar ancak bize döndürülürler."  

Bu âyette geçen "vâris olmak" ifadesi aşağıdaki âyetlerle açıkla­nabilir:

a) "Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır" (Âl-İİmrân 3/180).'

b)  "Ne oluyor size ki, Allah yolunda harcamıyorsunuz? Halbuki göklerin ve yerin mirası Al­lah'ındır" (Hadîd 57/10).   

c) "Şüphesiz sizi biz diriltir ve biz öldü­rürüz! Ve her şeye biz varis oluruz" (Hicr 15/23).                               

Kâinatı Allah yarattığına göre vârisi de odur. Ama vâris, "ölen kimsenin gerideki neslinden kendi mal ve mülküne sahip olan, onun ye­rine geçen kişi" anlamına gelmektedir. Allah'tan önce bir Allah yoktur ki, o ölsün de Allah ona vâris olsun. Öyleyse bu kelimeyi mecazî anlam­da almak ve değerlendirmek gerekiyor. Konuya yaratılmışlar açısından bakmak gerekiyor. Bu açıdan bakınca şu neticeye varabiliriz. Bütün var­lıklar öldükten ve kıyamet koptuktan sonra kalacak olan tek varlık Al­lah'tır. Bu izah, bir bakıma Hadîd 3'te geçen "Allah sondur" ifadesinin açıklaması olmaktadır.

Yukarıda verdiğimiz âyetlerden anlıyoruz ki, Yüce Allah cimrilere hitap ederek, cömert davranmalarını temin için, mallarına olan hakimi­yetlerinin geçici olduğunu, her şeyin mirasının Allah'a kalacağını söy­lemektedir.

"Hem yerin kendisine hem de üzerindekilere vâris olmak" ifadesi, hepsinin ölümlü olduğunu, bakî kalacak olanın Allah olduğunu belirt­mektedir.

Zaten âyetin sonunda yer alan "onlar ancak bize döndürülürler" ifadesinden de bu anlaşılmaktadır. İnsanlar kâinatın ve içindeki varlıkla­rın ölümlü olduklarını, Öldükten sonra kendilerinin Allah'ın huzuruna çıkacaklarını, O'na döndürüleceklerini bilselerdi, inkâr etmeleri imkan­sız hale gelecekti. Onun için Yüce Allah bu âyetle konulan gündeme ge­tirmekte, uyarıda bulunup bilgilendirmesini yapmaktadır.

Demek ki din eğitiminin ana konuları arasında pişmanlık günü, kâ­inatın vârisi ve dönüşün kime olacağı meseleleri yer almalı, Yüce Al­lah'ın vâris olduğu da işlenerek, insanlar cömertliğe teşvik edilmelidir. [18]

 

Hz. İbrahim'in Olgusu

 

41. Kitapta bir de İbrahim'i an. Gerçek şu ki o, özü, sö­zü doğru bir nebi idi.

42. Hani o babasına şöyle dedi: "Ey babacığım! Ne işi­ten ne gören ne de sana bir fayda sağlayabilen şeylere niçin tapınıyorsun?

43.  Ey babacığım! Bana, senin hiç haberdar olmadığın bir bilgi ulaştı. Öyleyse buna uy ki seni dosdoğru bir yola götilreyim.

44.  Ey babacığım! Şeytana kulluk etme, çünkü şeytan Rahman olan Allah'a isyan etmiştir.

45.  Ey babacığım! Ben senin başına Rahman olan Al­lah katından bir azabın çökmesinden korkuyorum. (O azap başına geldiği zaman), şeytanın dostu olursun."

46.  (Babası):  "Ey İbrahim! Sen benim tanrılarımdan yüz     çeviriyorsun?"   dedi.   "Eğer  vazgeçmezsen, andolsun seni taşlarım! Uzun bir zaman benden uzak dur!"                           

47.  (ibrahim): "Selâm sana, dedi. Rabb'imden senin i-çin af dileyeceğim. Çünkü O, bana karşı çok lütufkâr-dır.

48.  Sizden de, Allah'ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor  ve  Rabb'ime yalvarıyorum.   Umulur ki, Rabb 'ime dua etmemle bedbaht olmam."

 49.  Nihayet İbrahim, onlardan ve Allah'tan başka tap­tıkları şeylerden uzaklaşıp bir tarafa çekildiğinde biz  ona İshak ve Ya'kûb'u bağışladık ve her birini pey­gamber yaptık.

Onlara rahmetimizden bağışta bulunduk, kendileri­ne haklı ve yüksek bir şöhret nasib ettik.

Yüce Allah, Meryem sûresinde, önce Zekeriyyâ, sonra onun oğlu Yahya, sonra Hz. Meryem ile oğlu Hz. Isâ, şimdi de Hz. İbrahim'i an-

mayı emretmektedir. Bu anma olayında "yakından uzağa, sonra da uzak­tan yakma metodu"nun kullanıldığına şahit oluyoruz. Çünkü Zekeriyyâ peygamber Hz. İbrahim'den bize zaman itibariyle daha yakın düşmekte­dir. Ama Hz. İbrahim'den sonra da Hz. İshâk, Ya'kub, Mûsâ, İsmail ve İdrîs ele alındığından tekrar yakına gelinmektedir. Günümüz genel eği­tim veya öğretim metotlarında yer alan "yakından uzağa, uzaktan yakma metodu"nun asırlar önce ilâhî öğretim metodunda yer aldığına şahit olu­yoruz.

Peygamberler tarihinde önemli bir yeri olan ve Peygamberimizin dedesi olan Hz. İbrahim'in olgusuna burada başka bir açıdan bakılmak­tadır.

Bakara, Âl-i İmrân, Hûd, İbrahim, Hicr gibi sûrelerde Hz. İbrahim farklı yönleri ile ele alınmıştı. Şimdi ise babası ile olan ilişkilerine dikkat çekilmektedir. Meryem sûresinde açıklanan Hz. İbrahim'in olgusundan aile ilişkilerine ve peygamber olan kişinin özelliklerine giden ve oradan neticeler alan bir yorum yapmaya çalışacağız.

1. "Kitapta bir de İbrahim'i an. Gerçek şu ki o, özü sözü doğru Sir nebî idi."

Yüce Allah, Hz. İbrahim'in anılmasını isterken, âyetin devamında sanki onun niçin anılması gerektiğini de, anılmaya neden layık olduğunu ve anılmaya layık olan taraflarını da açıklamaktadır.

a) Yüce Allah, Hz. İbrahim'in sıddîk olduğuna işaret etmek­tedir. Sıddîk olmak, "özü sözü doğru olmak, gönlü ile dili aynı şeyi söylemek" demektir.

Sıddîk "bir şeyi tasdik eden, tasdikinde tamamen samimi olup hiç şüphe etmeyen kişi" anlamına gelmektedir. Yüce Allah sıddîklann kim olduğunu Hadîd 19'da açıklamaktadır: "Allah'a ve peygamberlerine iman edenler, işte onlar sıddîklardır ve Rabb'lerinin katında şahitlik mertebesine eren­lerdir. Onların ödülleri ve nurları vardır."

Demek ki sıddîk sıfatına normal insanlar da ulaşabilmektedir. "Al­lah'a ve peygamberine iman, şahitlik mertebesine ermek, ödüle lâyık

olmak ve ışık sahibi olmak" gibi vasıflar sıddîk sıfatının içinde yer al­maktadır. Sıddîklık sıfatını Hz. İbrahim için düşünürsek o, özü-sözü doğru ve katıksız bir imana sahipti diyebiliriz. Yüce Allah, onun bu ö-zelliğini, peygamber ahlâkının temel özelliklerini öğreterek Müslüman­lara nasıl bir ahlâka sahip olmaları gerektiğini öğretmek için anlatmak­tadır.

b) Hz. İbrahim, aynı zamanda bir nebî, yani peygamber idi. De­mek ki o hem nebî hem de rasûl idi. Hz. İbrahim, büyük ve tam bir sıdka sahip bir peygamber olduğu için anılmaya lâyık görülmüştür.

2. "Hani o babasına şöyle decli: Ey babacığım! Ne işiten ne gören ne de sana bir fayda sağlayabilen şeylere niçin tapıyorsun?"

Âyette geçen yâ ebeti "ey babacığım" ifadesinde nezaket, kibarlık ve edep vardır. Âyetin bu kısmından babaya nasıl hitap edileceğini öğreniyoruz. "Babacığım" ifadesi, aynı zamanda yapılacak olan tebliğdeki, öğretideki tenkite bir hazırlık niteliği de taşımaktadır. Çünkü Hz. İbrahim önce babasının inancını ve tapınmasını kibarca tenkit etmektedir.

Hz. İbrahim, tenkidine  lime "niçin" sorusu ile başlamakta ve bu niçinin cevabını aramaktadır. Bu demektir ki, bir insan inancına ve ta­pınmasına yönelik olarak "niçin" sorusunu sorarak sorgulama yoluna gitmelidir. İşte bir evlat, babasının inancını sorgulamaktadır. Bu sorgu­lama bize şunu göstermektedir: Doğru inancı bulabilmek için sorgula­mak şarttır. Eğer insanlar inançlarını sorgulayabilselerdi, sapık inançlı insanlar kalmayacaktı. Hz. İbrahim'in okulunda inançlar bile sorgulan­maktaydı. Ama Hz. İbrahim sorgulamaya en yakınından başladı.

Bilimde "niçin", "neden" ve "nasıl" sorulan sorulmak zorundadır. Tapınma gibi insanın en hayatî davranışının sağlam temelini bulabilmek

için "niçin" sorusu mutlaka sorulmalıdır.

Hz. İbrahim babasının taptığı şeylerde üç özellik aramaktadır:

 a) İşitmek.  

Tanrı olacak olan bir varlık mutlaka "işitme" sıfatına sahip olmalı­dır; yani her şeyi duymalıdır. Bunu söylerken, babasının taptığı cansız putların tanrı olamayacağına işaret etmekte ve gerçek Allah'ın semî' sı­fatını gündeme getirmektedir.

b) Görmek

Tanrı olma özeliğine sahip olan varlık, her şeyi görebilmeli, varlık­ların neler yaptığını görebilen ve bunda hiç noksanlığı olmayan bir var­lık olmalıdır. Böylece Yüce Allah'ın basîr sıfatını gündeme getirmekte­dir.

c) Fayda temin etmek                                              

Tanrı, kullarının ihtiyaç duyduğu her şeyi temin etmeli, onlara lü-tufta bulunmalı, düştükleri belalardan onları kurtarmalıdır. Belalardan kurtarmak da bir faydadır. Hz. İbrahim babasının tapınmasını ya da tan­rılarını sorgularken "fayda" kavramından hareket etmektedir.

Hz. İbrahim'in sorgulamasında yer alan işitmek, görmek ve fayda temin etmek gibi özellikler insana putlardan daha üstün olma özelliğini getirmekte, insanın, kendisinden daha üstün olmayan bir varlığa tapın­masının doğru olmayacağını vurgulamaktadır. Çünkü tapınmakta önemli olan üstün olmaktır. Putlar insandan daha aşağı durumda olduklarından, onlara tapınmak çok yanlış olacaktır. Mesela; ölü olan bir insandan yar­dım dilemek de o nispette yanlış olmaktadır.                                         1

3. "Ey ba­bacığım! Bana, senin hiç haberdar olmadığın bîr bilgi ulaştı. Öyleyse bana uy ki seni dosdoğru bir yola götüreyim."         .            .   .     .

Bu âyette, babasına gelmeyip de Hz. İbrahim'e gelen bilgi hangi bilgi idi? Soruya âyetin son kısmı ile cevap vermemiz mümkündür: "Se­ni doğru yola götüreyim" derken Hz. İbrahim, kendisine gelen bilginin, "doğru yolun ne olduğu ile ilgili bilgi" yani "Allah'ın ona vahyettiği bil­gi" olduğunu ifade etmiş oluyordu. Çünkü bir insan peygamber olarak tayin edilmeden, doğru yolun bilgisine sahip olamaz, kendi düşüncesi ile onu belirleyemez.                    

Diğer taraftan Hz. İbrahim, babasına fettebi'nî "bana uy" demişti. Din adına Allah'a kulluk edilir, peygambere uyulur. O bilgi vahy olmasaydı, "bana uy" diyemezdi.                         

Bir insanın başka birine "bana tâbi ol" diyebilmesi için peygamber olması gerekiyor. Tabii ki bu tâbi olma işi din alanında olmalıdır.         

Bununla beraber buradaki bilgiye İbn Abbâs "beyân"; Zemahşerî "doğru yolun marifeti", Neseiî "vahy"; Hâzin "ma'rifet"; Kurtubî "Al­lah'a kesin inanç, O'nu bilmek, ölümden sonra neler olacağı, Allah'tan başkasına tapınanlara azap olacağına dair bilgi"; Muhammed Esed ise "zihinsel sezgi ve çıkarsama" manalarını vermişlerdir. Bize göre Nesefi en doğru olanı söylemiş, Kurtubî de doğru bir açıklama getirmiştir.

Bu âyetten çıkaracağımız netice şudur: Bir baba peygamber değil ise, peygamber olan oğluna uymak zorundadır. Bunu günümüze ve ev­rensel boyuta getirirsek şöyle diyebiliriz: Bilgi kimde ise ona uyulacak­tır. Câhil toplumlar, bilgiye sahip olan toplum veya toplumlara tâbi ola­cak ve onlara boyun eğmek zorunda kalacaklardır.

Âyette geçen i!p seviyyâ kelimesi başka âyetlerde müstakim olarak geçmektedir. Bu yol tevhidin, Allah'ın, hak dinin yoludur. Bu âyeti Meryem 36. âyete göre manalandırırsak "sadece Allah'a kulluk etmek doğru yol olmaktadır" diyebiliriz.

Doğru yola, Hz. İbrahim'in babası açısından bakarsak şu neticeye ulaşabiliriz: Hz. İbrahim'in babasının neye ihtiyacı vardı? Hastalığı ne idi? Onun hastalığı şirk idi, yani gönülden hasta idi. İhtiyacı da tevhîd inancı idi. Öyle ise, Hz. İbrahim'in götüreceği doğru yol, tevhîdin yolu idi, diyebiliriz.

Meryem 43'ten çıkaracağımız diğer netice de şudur: "Öyleyse ba­na uy" derken, babasının kendi irâdesi, kendi isteği ve kendi seçeneği ile uyma eylemini gerçekleştirmesini istemekte, uyma konusunda zorlama olamayacağını, özgürce davranmasını ön görmektedir.

Hz. îbrâhim özgürce uyma eyleminden sonra kendisinin doğru yo­la götürebileceğini ifade ederken, günümüz din eğitimine önemli bir ilke bırakmaktadır:  İnsanları kendi özgür seçeneklerini gerçekleştirdikten

sonra doğru yola iletme eylemine geçilmelidir. Özgürce seçeneklerinden sadece bilgilendirme yapılmalıdır.

4. Ey babacığım! Şeytana kulluk etme, çünkü şeytan, Rahman olan Allah'a isyan etmiş­tir."                            

h Demek ki, Hz. İbrahim'in babası şeytana tapman bir "satanist" idi. Şeytana tapınma o zaman bile vardı. Babasının manevî hastalığı şeytana tapınıp şirk batağına düşmesi olmuştu. Babasının, şeytanın, Allah'a âsî olduğu bilgisine sahip olmadığını bundan anlıyoruz.

Hz. İbrahim, babasına şeytânı eylemleri tanıtmaktadır. Günümüzde şeytana tapanların bulunması, onların tevhîd eğitimine ne denli ihtiyaçla­rı olduğunu göstermektedir. Aslında bu durum, din eğitiminin başarısız­lığından kaynaklanmaktadır. İnsanlar şeytana tapınmaya başlamadan, onlara tevhîd inancı eğitimi verilseydi, bu durumla karşı karşıya kalın­mayacaktı.

Yüce Allah Hz. İbrahim'in bu olgusunu bize anlatırken, aslında ne yapmamız gerektiğine ışık tutmaktadır. İnsanlara kötü etkilerin nereden geleceğini, bu etkilere karşı nasıl tepki gösterileceğini öğretmek din eği­timinin görevleri arasında yer almaktadır. Hz. İbrahim de babasına, etki­si altında kaldığı şeytanı tanıtmaktadır. Bilgilendirme yapıldıktan sonra, onun tesirine göre insanı bir yere ulaştırmak mümkün olacaktır.

5. "Ey baba­cığım! Ben senin başına, Rahman olan Allah katından tir azabın çökme­sinden korkuyorum. (O azap başına geldiği zaman), şeytanın dostu olur­sun."

Hz. İbrahim hem verdiği öğüdün amacını anlatıyor hem de ciddi bir uyarıda bulunuyor.

a) Hz. İbrahim, babasının şirk koşması nedeniyle başına azabın çökeceğini hatırlatmak amacı ile babasına, sahte tanrılara, şeytana ta­pınmamasını öğütlediğini belirtmekte, Ğfû ehâfu "korkuyorum" demekle de, babasını ne kadar düşündüğünü ifade etmektedir. Aynı zamanda azabın Allah katından geleceğine dikkat çekerek, inanması

azabın Allah katından geleceğine dikkat çekerek, inanması gereken ger­çek Allah'ın gazabının olduğuna da işaret etmiş olmaktadır.

b) Allah'ın azabı kime gelirse, o kişi hata yaptığını ve aldanıp o-nun dostu olmadığını anlar hale gelecektir.       

Tecrübe, insana hem bilgi kaynağıdır hem de geçmişteki davranış­larının doğru ve yanlışlığını gösteren bir ölçüt olmaktadır. Azabın başa çökmesi bir tecrübedir, bu tecrübe insana dünyada yaptığı yanlış davra­nışların ve inandığı sahte tanrıların yanlış olduğunu anlatır; kimin peşine düştüğünü ve kimin dostu olduğunu öğretir. Hz. İbrahim, babasına aza­bın başına gelmesinden önce, yani bu tecrübeyi yaşamadan önce şeyta­nın etkisinde kaldığını ve bu nedenle tevhîd inancından uzaklaştığını anlamasını istemektedir.                                                                       

" Hz. İbrahim, Allah'ı bırakıp şeytana dost olmanın ne denli tehlikeli ve zararlı olduğunu babasına hatırlatmakta ve bu konuda bir uyanda bulunmaktadır. Aynı uyarıyı Yüce Allah bize de yapmaktadır:

a)  "Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost edinirse elbette apaçık bir ziyana düşmüştür" (Nisa 4/119).

"Şeytan nasıl dost edinilir?" diye bir soru sorulursa bu âyetin ön kısmına bakmak gerekiyor. Önceki kısmı kısaca şöyledir: Şeytanın em­rettiklerini yapmak, şeytanı dost edinmektir, yani bir çeşit ona tapınmak­tır.   

Allah'ı bırakıp da şeytanı dost edinmek nasıl bir ziyan getirecek­tir? Bu sorunun cevabını şu âyetlerde bulabiliriz:

b) "(Şeytan) onlara söz verir ve onları ümitlendirir; halbuki şeytanın onlara söz vermesi aldatmacadan başka bir şey değildir. İşte onların yeri cehen­nemdir. Kaçıp kurtulacakları bir yer de bulamayacaklardır" (Nisa 4/120-121). İşte boş ümide kapılmak, aldanmak ve azaba uğramak bu ziyanı anlatmaktadır.           

c) "O gün, Allah'a karşı gelmekten sakınanlar dışında dost olanlar birbirine düşman kesilirler" (Zuhruf 43/67).

İşte bu dünyada sahte dostluklar kuranlar, öteki dünyada birbirine düşman olacaklardır. Bu da apaçık bir ziyandan başka bir şey değildir. Hz. İbrahim de babasına, âhiretteki azaba uğrayınca, dünyada şeytana dost olduğunu anlayacağım, ama işin işten geçmiş olacağını hatırlatmak­tadır.

"(İbrâhim onlara) dedi ki: Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına özgü sevgi uğruna Allah'ı bırakıp bir takım putlar edindiniz. Sonra kıyamet günü, birbirinizi tanımazlıktan ge­lecek ve birbirinize lanet okuyacaksınız. Varacağınız yer cehennemdir ve hiç yardımcınız da yoktur" ('Ankebût 29/25).

Şeytan da dahil olmak üzere bu dünyadaki dostluklar, âhirette düş­manlığa ve lanet okumaya dönüşecektir. İşte âhiretteki kaybın bir boyutu da budur.

e) "(Şevtan diyecek ki): Kuşkusuz daha önce ben, beni Allah'a ortak koşmanızı reddetmiştim" (İbrahim 14/22).

İşte şeytan, kendisine bu dünyada tapınan, yani onu dost edinene âhirette bu şekilde konuşacaktır. Bu dünyadaki dostundan âhirette böyle­sine olumsuz bir tavır görmesi ziyanın en büyüğü değil midir? 

Âhirette Allah'ın azabını yaşadıktan sonra, bu dünyada şeytanı dost edindiğini anlamak, o azaba bir kat daha azap katacaktır. Yorumunu yapmakta olduğumuz Meryem 45'teki velî kelimesi, "şeytanın izin­den gitmek, onun dediklerini yerine getirmek, sırf dünya hayatı uğruna onunla muhabbet kurmak, ona sevgi beslemek" demektir. Hz. İbrahim âhirette böylesine bir olayla karşılaşmaması için babasına uyarıda bu­lunmakta ve öğüt vermektedir.                                                  

Görüldüğü gibi Hz. İbrahim, babasına dört konuda uyarıda bulun­muş ve öğüt vermiştir: İşitmeyen, görmeyen ve hiçbir fayda temin etme­yen putlara tapmamasını istiyor. Babasına gelmeyen ilim kendisine ve-

rildiği için kendisine uyduğu taktirde onu doğru yola getireceğine dair uyanda bulunuyor. Şeytanın Allah'a âsi olması nedeniyle ona tapınma­masını, Allah'tan kendisine bir azap gelince onu yani şeytanı dost edin­diğini anlayacağını söylemektedir. Bütün bu uyarıların şirkin yanlışlığı­nı, tevhîd inancının doğru yol olduğunu anlatmakta olduğunu anlıyoruz.

Hastalığı şirk olan insana başka bir konuda öğüt vermenin doğru olmayacağı da bu âyetlerden çıkmaktadır. Dinde uyarı, öğüt ve tebliğ öncelikle hastalığa göre başlayıp yapılmalıdır. Bunu da Kur'ân'daki ilâhî metoddan çıkartıyoruz.

Yüce Allah önce şirkin alanını daraltmak, tevhîd inancını yerleş­tirmek için imanla ilgili âyetleri göndermiştir; demek ki, daha önce Hz. İbrahim'e aynı metodu uygulatmıştır.

6. "Babası: 'Ey İbrahim!'Sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vaz­geçmezsen, andolsun seni taşlarım! Uzun bir zaman benden uzak dur!' dedi."

Hz. İbrahim, babasına verdiği öğütte ve yaptığı uyarıda nazik dav­ranarak, kibar söz söyleyerek Allah'tan başka tanrılara tapmanın yanlış­lığını delilleri ile anlattıktan sonra, onu tevhîd inancına çağırmıştı. Hz. İbrahim'in babası, oğlunun ne demek istediğini tam manası ile anlamıştı. Kendi inancım ve tapınmasını değerlendirmek yerine, Hz. İbrahim'in onun tanrılarına karşı olan tutumunu değiştirmesini oğlundan istemeyi tercih etmişti.

Aslında Hz. İbrahim, babasının şirkten ibaret olan inancını tenkit etmesine rağmen, babası, oğlunun, bu tanrılardan hoşnut olmadığı neti­cesine ulaştı ve oğluna bunu, yani hoşnutsuzluğunu soru olarak yöneltti.

Hz. İbrahim'in babası, oğlunun tanrılarını yermesi ve kendi inan­cını tenkit etmesinden vazgeçmesini istemiştir. Bu durumda, tenkit dolu öğüdünden vazgeçmediği takdirde neler yapacağını tehdit edercesine söylemektedir: li&jV "adolsun seni taşlarım." Âyetin bu kısmında yer alan ercümenne kelimesi "taşlamak" anlamına gelmektedir. Taşlayarak birini cezalandırma adetinin, Hz. İbrahim'den önce var olan bir uygulama tarzı olduğu buradan ortaya çıkmaktadır. uygulama tarzı olduğu buradan ortaya çıkmaktadır. Günümüzde evli ola­rak zina edenlerin bazı ülkelerde taşlanma adetinin kaynağı o tarihlere kadar inmektedir.

Yahudilerin taşlamayı çok ağır bir hareket olarak görmelerinin kaynağında eskiden gelen bu adet vardır. racm kelimesinden çıkan er-ricâm kalıbının da "ipin ucuna bağlanan taş ile taşlamak" anlamına geldiğini Ebû Müslim söylemektedir. Ebû Müslim'in görüşünü nakleden Râzî, aynı zamanda bazı âlimlerin recm kelimesinin "sövüp saymak ve kınamak" anlamına geldiğini söylediklerini de nakletmekte­dir.

Şimdi Hz. İbrahim'in babası bunlardan hangisini kastetmiştir? Gerçekten taşlamayı mı, yoksa hakaret etmeyi mi? Ne kadar farklı dü­şüncede, inançta olsalar bile, bir baba oğlunu gerçek taşla taşlar mı? Ba­bayı bu kadar olumsuz bir tavır içinde düşünmemiz mümkün müdür? O zaman baba ile oğlun farklı inançta olması, yani inanç farkı onları azılı düşman haline getiriyor diyebilir miyiz?

Kendisine lanet edilen ve kovulan kimseye racîm denildiğine göre, âyetteki racm kelimesini "kovmak" anlamına almamız mümkün­dür. Dolayısıyla bu kelimeye "defol git" manası verilebilir. Çünkü racîm kelimesi şeytan için kullanılmaktadır. "Kovulmuş şeytana karşı onu ve onun soyunu senin korumanı diliyorum, dedi" (Al-i Imrân 3/36). Şeytanla ilgili olan racîm kelimesi bu âyette "kovulmuş, lanetlenmiş" anlamına gelmektedir.

Başka bir açıdan bakınca recm kelimesini "taşlama" anlamına da alabiliriz. Çünkü âyetin sonundaki illi jj^ilj vehcurnî meliyyâ "uzun bir zaman benden uzak dur" demesi "kovulma"yı ifade etmektedir. Buna göre âyet: "Buradan çık git, yanıma yanaşma, yoksa taşlarım seni" de­mektir.                                                                                             

Âyetin son kelimesi olan meliyyâ kelimesi, "uzun bir zaman" anlamına gelmektedir. Hz. İbrahim'in babası, "seni taşlamadan önce benden uzun bir zaman ayrı kal, seni gözüm görmesin"; "ya uzak durur­sun ya da taşlarım seni" anlamına gelen sözleri söylemiş olmaktadır.

7. "(İbrahim): 'Selâm sana. Rabb'imden senin için af dileyeceğim. Çünkü O, bana karşı çok lü-tufkardir' dedi."

a)  Hz. İbrahim, babasına: "Selâm sana" derken neyi kastetti? Bir mü'min bir kâfire selâm verebilir mi? Yoksa kâfire selâm vermek sadece Hz. İbrahim'e mi mahsustur? Başka bir ifade ile baba, kâfir olsa bile ona selâm verilir de başka kâfirlere verilmez mi? Bu sorulara cevap verebil­memiz için Furkân 63'e gitmemiz gerekiyor: "Rahrnân'ın kulları onlardır ki yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında: "Se­lâm" derler."

Buradaki selâm, "rahmet" anlamı ile değil de, "barış" anlamı ile anlaşılmalıdır. Demek ki, mümin kişi, bir kâfire selâm verebilir ama bu selâmı hangi ortamda, hangi anlamda kullandığı önemlidir. Normal şart­lar altında selâm ile alay edecek olan kâfire selâm vermek doğru değil­dir.

b) Diğer taraftan Hz. İbrahim, babası için Allah'tan af dileyeceğini de söylemiştir. Bu da karşımıza, bir mü'minin müşrik için af dileyip di­lemeyeceği sorusunu çıkarmaktadır. Önce nasıl af dilediğine bir baka­lım: "Babamı da bağışla. Çünkü o sapıklardandır" (Şu'arâ 26/86). Tabii ki buradaki bağışlama, tövbe edip iman etmesini temin etmek anlamına gelmektedir.

Demek ki Hz. İbrahim, babasının sapıklardan olduğunu söyleyerek Allah'tan bağışlamasını isteyerek af dilemiş, yani duasını yapmıştır.

Yüce Allah, Hz. İbrahim'in bu şekildeki duasını gündeme getire­rek İslam'da bu konuda bir hüküm vermektedir.

i ) "Cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, Allah'a ortak koşanlar için af dilemek ne peygambere yaraşır ne de inananlara. İbrahim'in babası için af dilemesi, sadece ona verdiği sözden dolayı idi. Ne var ki onun Allah'ın düşmanıolduğu kendisine belli olunca, ondan uzaklaştı. Şüphesiz İbrahim çok yumuşak huylu ve pek sabırlı idi" (Tevbe 9/113-114).

"İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanmcaya kadar, sizinle bizim aramız­da sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir. Şu kadar var ki, İbrahim ba­basına: Andolsun senin için af dileyeceğim. Fakat Allah'tan sana gele­cek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez, demişti" (Mümtehme 60/4).

ii ) Bu âyetlerden anlıyoruz ki, Allah'a ortak koşanlar için Allah'tan af dilenemez. Hz. İbrahim'in müşrik babası için neden af dilediği de âyet­lerde açıklanmaktadır. Neden olarak, "ona söz vermiş olması" gösteril­mektedir. Zaten Allah'ın düşmanı olduğunu anlayınca ondan uzaklaş­mıştır.

Demek ki müşrik ve kâfir için istiğfar edip af dilemek doğru değil­dir; ama, mü'min için Allah'tan af dilemek doğru olmaktadır. Zaten bu­nun olabileceğine dair bir çok âyette işaretler yer almaktadır.

Ayetin sonunda, yani Meryem 47. âyette Hz. İbrahim Allah'ın kendisine lütufkâr olduğunu, o nedenle duasını kabul edeceğini ifade etmektedir. Ayette yer alan £ki- hafîyyâ kelimesi "şefkatli ve yumuşak" anlamına gelmektedir. Lütufkârlık, aslında "bir işe önem vermek" demektir. Hz. İbrahim, Yüce Allah'ın, onun babası için af dilemesine önem vereceğine, kabul edip duasını yerine getireceğine ümit beslemişti.

Şimdi buraya kadar olan Hz. İbrahim ile ilgili olgunun âyetlerin­den şunları çıkartıyoruz:                                                      

a) Baba yanlış düşüncede, inançta ve yolda olunca oğul onu tenkit edebilir, ona öğüt verebilir, ona uyarıda bulunabilir. Yetişkin çocuklar, babalan yanlış yolda ise onları taklit etmek zorunda değillerdir. Baba bi-

le olsa sorgulama yapılabilir ve yapılmalıdır. Babalar, yetişmekte olan nesillere, gerekirse kendilerini de sorgulamayı Öğretmektedir.

Baba neslini sorgulayıp tenkit etmeyen nesiller, doğruyu bulamaz­lar; "babamızı bu yolda bulduk" ifadesi ile kendi sorumluluklarını yok edemezler.

b)  İnanç farklılığı ailede çatışma meydana getirmektedir. Aile içi çatışmaların bir nedeni de, farklı din, inanç ve dünya görüşünden kay­naklanacağına işaret eden bu âyetler, günümüze ve geleceğe ışık tutmak­tadırlar.

Yeni bilgilerle tanışan ve değişime açık olan gençler, eğer manevî eğitim almazlarsa, câhil toplumların ailelerine bomba gibi düşmektedir. İşte manevî eğitim alan Hz. İbrahim, babasına barış ve esenlik dileyerek onunla çatışmadan çekilmektedir. Bu manevî eğitimi almayan genç ne­sil, ailenin huzurunu kaçırmakta, baba neslini tanımaz hale gelmekte, ai­le değerlerini kökünden yıkmaktadır.

c) "Babalarımızı bir din üzere bulduk, biz de onların izlerine uyarız" (Zuhruf 43/23) şeklindeki söylev­lerin doğru olmadığı Hz. İbrahim örneği ile anlatılmaktadır. İşte Kur'ân bu anlatımı ile gelecek nesillere hangi adımı attığını, hangi ize bastığını, hangi yolu takip ettiğini bilmenin önemini ve taklidin çirkinliğini bu ör­nekle öğretmektedir.                                                                         

d) Hz. İbrahim, babasının inancını sorgularken, ne diyeceğini, ne­reyi sorgulayacağını biliyordu ve açıklıyordu; ayrıca bu yanlış inanç ve tapınmanın sonucunun nereye varacağını da gündeme getiriyordu. Böy­lece bize, bir inanç ve davranışı tenkit edip sorgularken neticenin bildi­rilmesine dikkat çekmek de öğretilmiş olmaktadır.

"(İbrahim dedi ki): Sizden de, Allalı'ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor ve Rabbime yalvarıyorum. Umulur ki, Rabbime dua etmem­le bedbaht olmam."

Burada Hz. İbrahim'in iki eylemi ile karşılaşıyoruz.

a)  Babası gibi aynı inancı paylaşanlardan ayrılacağını, yani uzak­laşacağını ilan ediyor. Şirk ile tevhîd inancının ayrılığı, onlar arasında da gerçekleşiyordu.

Bu inanç farklılığı Hz. İbrahim'i sahte tanrılarından da uzaklaştır­dı. Böylece hem kendilerinden, yani müşriklerden hem de onların sahte tanrılarından uzaklaşmış oldu. Bu ayrılık, maddî anlamda ilişkiyi kes­mek anlamına alınmamalıdır. Bu ayrılık, manevî anlamda bir tavır koy­ma, bir reddiye ve bir tepki manasına alınmalıdır.

Dikkat edilirse Hz. İbrahim'in, i'tizâl kelimesini kullandığı görü­lecektir. İslam kültüründe yer alan "mu'tezile okulu"nun ismi bu keli­meden türemiştir ve "ayrılık" anlamını ifade etmektedir.

b) "Rabbime dua ediyorum"                            

Buradaki "dua ediyorum" ifadesi, "ibadet ediyorum, Rabb'ime i-badete yöneliyorum" demektir. Ama kelime "dua etmek" anlamına gel­diğinden, Hz. İbrahim: "Siz, Allah'tan başka tanrılara taptığınızdan bed­baht oluyorsunuz, ben inşallah bedbaht olmayacağım" demek istemiştir. "Umulur ki Rabb'ime dua etmemde bedbaht olmam" cümlesinin anlamını: "Ve hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum O'dur" (Şu'arâ 26/82) âyeti ile verebiliriz. Hz. İbrahim, Allah'tan kendisini affetmesini dilerken, bedbaht olmayıp hatalarını bağışlayacağı ümidini beslemektedir. Başka bir açıdan bakarsak, müşriklerin sahte tanrılara tapmakta düştükleri bed­bahtlığa kendisinin düşmeyeceğini vurgulamaktadır.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Meryem 48'den şu neticeyi, me­todu veya ilkeyi çıkartıyoruz: Tevhîd inancını tebliğ ederken veya dînî bir konuyu anlatırken, inanmayanlar o konuyu alaya alıyorsa ya da bu görevi yapanı tehdit ediyorsa oradan çekip giderek onlardan ayrılma en güzel metod olacaktır. Bu metodun tatbikatını Hz. İbrahim başlatmış, Hz. Muhammed'e de uygulaması için emir verilmiştir.

 "Ayetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak dur. Eğer şeytan sa­na unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zâlimler topluluğu ile oturma"

 (En'âm 6/68). İşte bu âyetin içeriği ile Hz. İbrahim'in yaptığı örtüşmek-tedir. Aynı zamanda bu metodun tüm mü'minleri kıyamete kadar kap­samına aldığı Nisa sûresinin 140. âyetinde görülmektedir:

"Allah'ın âyetlerinin inkâr edilip, onlarla alay edildiğini duyduğunuzda bunu yapanlar başka bir konuya geçinceye kadar onlarla birlikte oturmamanızı Allah, Kitab'ta size in­dirmiştir. Aksi taktirde siz de onlar gibi olursunuz. Kuşkusuz Allah, bü­tün münafık ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir."

Bir mü'minin veya din eğitimcisinin, bulunduğu bir sosyal ortam­da dine hakaret ediliyorsa ve buna engel olamıyorsa, oradan kalkıp git­mesi en doğru yol olacaktır. Çünkü söz konusu durum, Allah'ın âyetleri­ne hakaret ettirmeyi amaçlamaktadır.

"Nihayet İbrahim onlardan ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden uzak­laşıp bir tarafa çekildiğinde biz ona İshâk ve Ya'kûb'u bağışladık ve her birini peygamber yaptık."

Bu âyetten Râzî'nin açıklamasından da hareketle şunu anlıyoruz: Tevhîd inancına hakaret etmeleri için, onlardan ayrılıp hicret etmesinin ödülü olarak Yüce Allah ona İshâk ile Ya'kûb'u ihsan etmiş, lütfetmiş, yani bağışlamıştır.                                                                             Sadece ihsan etmemiş, onları da peygamber tayin etmiş ve böylece Bakara 129'daki duasını da kabul edip yerine getirmiştir. Buradan şu ne­ticeyi de çıkartıyoruz: Bir kişi Allah için yaptığı bir amelin ödülünü o-nun neslinin mükemmel olması şeklinde takdir edebilir. Hz. İbrahim'in bu olgusundan bunu çıkartıp insanlara, ana-babalara anlatmak gerekiyor. Neslin düzelmesi için Allah'ın rızasına uygun amellerde bulunmak gere­kiyor. Çünkü insan öylesine iyi amel üretir ki Allah onun neslini düzel­tebilir, iyi yetişmesini takdir edebilir ve onu bu şekilde ödüllendirebilir. A'râf 58'de belirtildiği gibi temiz arazinin çıkardığı ekin, Yüce Allah'ın izni ile büyür, temiz insanın çocuğu da Allah'ın yardımı ile büyüyecek­tir. Bunun geniş açıklaması A'râf 58'de yapılmıştır.

İyi amellerin nesle yansımasının örneği bu âyette görülmekte ve eğitimin çok önemli bir metodu da ortaya çıkmaktadır. İyi nesil isteyen ana-babalar önce kendileri iyi olmalıdırlar. Bataklıkta, çorak arazide iyi ekin yetişmediği gibi, günah işlenen ailelerde de iyi nesil yetiştirmek hemen hemen imkansızdır. Bu küçük ihtimalin en belirgin Örneği Hz. İb­rahim ve ailesidir.

10. "Onlara rahmetimiz­den bağışta bulunduk, kendilerine haklı ve yüksek bir şöhret nasib ettik."

a) Ayette geçen rahmet bahşetmek, "mal, makam, temiz soy ver­mek" manasına alınabilir.

b) "Yüksek bir şöhret" diye tercüme ettiğimiz lisâne sidk ifadesi bir "sadâkat dili" anlamına gelmektedir.

Yüce Allah onlara doğru olanın, gerçekliğin dilini vermişti, illi 'aliyyâ da "üstün, yüce" anlamına gelmektedir. Kendisine böyle bir ö-zelliğin verilmesi için Hz. İbrahim de Allah'a dua etmişti: "Bana sonra gelecekler içinde, iyilikle anılmak nasib et" (Şu'arâ 26/84). Bundan anlıyoruz ki lisân-ı sıdk, "iyilikle anılma şöhre­ti" anlamına gelmektedir.

Hz. İbrahim'in bu duası kendi adına kabul edildiği gibi, oğlu ve to­runu için de kabul edilmiş, onlara da bu özellik verilmişti. Böylece Hz. îshâk ve Ya'kûb'a da nebî olma, rahmet ve iyi bir şöhret verilmişti. Bu üç özellik, İbrahim ailesinin ne denli üstün bir yapıya sahip olduğunu an­latmaktadır.

İşte Yüce Allah, Kur'ân'da Hz. İbrahim'in olgusunun bu yönü ile anılmasını istemiş ve Kendisi neyin anılacağını da belirlemiştir. [19]            

 

Hz. Musa'nın Anılışı

 

51. Kitapta Musa'yı da an. Gerçekten o ihlâs sahibi idi ve hem rasûl hem de nebî idi.

52. Hani ona Tür dağının sağ tarafından seslendik ve onu fısıldaşan kimse kadar yaklaştırdık.

53. Rahmetimizin bir sonucu olarak ona kardeşi Hârûn'u da bir peygamber olarak bahşettik.                                 

Bu âyetlerde Yüce Allah, Hz. Musa'nın özelliklerini sıralamakta­dır. Onun için bu üç âyeti bir arada yorumlamayı uygun buluyoruz. Hz. Zekeriyyâ ve Hz. Yahya, Hz. Meryem ve Hz. îsâ; Hz. İbrahim'den sonra ise Hz. Mûsâ gündeme getirilmektedir.

1. Hz. Mûsâ ihlâs sahibi idi.

İhlâs sahibi olmanın bir anlamı dini sadece Allah'a tahsis etmektir. "De ki: Bana, dini Allah'a hâlis kılarak O'na kulluk etmem emroluridu" (Zümer 39/11). İhlâs*in başka bir anla­mı da şeytanın etki alanından kurtulmak, şeytanın etkisi altında kalma­maktır. "(İMis): 'Senin mutlak kudretine yemin ederim ki, onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların bir yana, hepsini mutlaka azdıracağım' dedi" (Sâd 38/82-83). İhlâs kelimesi Hicr 40'da geniş bir şekilde açıklanmıştır. Günümüzde ihlâs sahibi insan, "kâmil insan" anlamına gelmektedir. "Muttaki ve muhsin" olma özellik­lerini kendinde toplamış insana "ihlâs sahibi kişi" denmektedir. İşte Hz. Mûsâ bu özelliğe sahip olan bir şahsiyete sahipti.

2. Hz. Mûsâ rasûl idi.   

Rasûl "elçi" demektir. Rasûl, Yüce Allah'ın mesajını onun vasıta­sı ile insanlara ulaştırmaktadır ve ilâhî vahye muhatap olan ve onu insan­lara ulaştırmakla görevlendirilen peygamberdir.

3. Hz. Mûsâ aynı zamanda nebî idi.                               

Her rasûl, aynı zamanda nebîdir. Nebî "haberci" anlamına gelmek­tedir. Nebî vasfı ile hata yapabilir, ama râsûl sıfatı ile asla hata yapamaz. Bir peygamber nebîlik vasfı ile rasüllük vasfına uymak mecburiyetinde­dir. A'râf 157'ye göre Peygamberimiz de hem rasûl hem de nebî idi.

4. Allah onunla konuşmuştur.                                      

"Ve Allah, Mûsâ ile gerçekten konuştu" (Nisa 4/164). Nasıl ve nerede konuştuğu da yorumunu yapmakta olduğumuz Meryem 52'de açıklanmaktadır.

Tûr dağının sağ tarafından ona seslendi ve onu gizemsel bir ko­nuşma için yaklaştırdı. Peki ona ne söyledi? Bunun cevabını verebilmek için Kasas 30-35. âyetlere gitmemiz gerekiyor.

"Oraya gelince, o mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısından ağaç tarafından kendisine şöyle seslenildi: Ey Mûsâ! Bil ki ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'ım. Ve asanı at. Mûsâ asayı yılan gibi deprenir görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. Ey Mûsâ! Beri gel, korkma. Çünkü sen emniyette olanlardansın, buyurdu. Elini koynuna sok; Şüphesiz bembeyaz çıkacaktır. Korkudan kollarını kendine çek. İşte bu ikisi Firavun ve onun adamlarına karşı Rabb'in tarafından iki kesin delildir. Çünkü onlar, yoldan çıkan bir ka­vim olmuşlardır. Mûsâ dedi ki: Rabbim! Ben onlardan birini öldürmüş­tüm. Beni öldürmelerinden korkuyorum. Kardeşim Harun'un dili be­nimkinden daha düzgündür. Onu da beni doğrulayan bir yardımcı olarak benimle birlikte gönder. Zira bana yalancılık ithamında bulunmalarından endişe ediyorum. Allah buyurdu: Seni kardeşinle destekleyeceğiz ve size öyle bir kudret vereceğiz ki, âyetlerimiz sayesinde onlar size erişemeye­cekler. Siz ve size tâbi olanlar üstün geleceksiniz."

İşte o dağda Yüce Allah ile Hz. Mûsâ arasında bu ve buna benzer konuşmalar geçmişti.            

5. Duasına Yüce Allah icabet ediyor.       

Kasas 54'te Hz. Mûsâ, kardeşi Harun'u, hatip olması, yani daha iyi konuşması nedeniyle kendisini desteklemesi için yardımcı olarak iste-misti. Bu istek: "Bana ailemden bir de yardımcı ver. Kardeşim Harun'u. Onun sayesinde arkamı kuvvetlendir" (Tâhâ 20/29-31) âyetlerinde de gündeme getirilmiştir.

Yüce Allah, Hz. Musa'nın bu duasını kabul etti ve rahmetinin bir sonucu olarak kardeşi Harun'u ona bir peygamber, bir nebî olarak bah­şetti.

Şimdi şu soruyu sorabiliriz: Meryem sûresinde, yani Kur'ân'da Hz. Mûsâ'nm bu şekilde anılmasının getirişi nedir? Sadece Hz. Mû-sâ'nın bu özelliklerini anmak için mi bütün bunlar dile getiriliyor? Bu sûrede ve bundan başka diğer sûrelerde Hz. Musa'nın ele alınıp anlatıl­masının sebeplerinden biri, Yahudileri İslâm'a davet etmek, onlara Kur'ân'ın hak kitap olduğunu göstermektir. Çünkü Hz. Peygamber'in, Hz. Mûsâ ile ilgili konuları bu kadar detaylı bir şekilde bilmesi mümkün değildi.                                                                           

Demek ki bu anlatım Yahudileri bir şekilde İslâm'a davet niteliğini taşımaktadır. Ama Hz. Mûsâ ile ilgili diğer anlatımlar bizim hayatımız için çok önemli açılımlara sahiptir. [20]

 

Hz. İsmail'in Anılması

 

54.  Kitapta İsmail'i de an. Gerçekten o, sözüne sâdıktı.

 Rasâl ve nebi idi.

55.  Ailesine/halkına namazı ve zekâtı emrederdi. Rabbi katında da hoşnutluk kazanmış bir kimse idi.

Hz. İsmail, Hz. İbrahim'in oğlu, Arapların atası ve dolayısıyla Hz. Peygamber'in de Hz. İbrahim'e ulaşan dedelerinden biri olmaktadır. Hz. İbrahim'in Hacer isimli hanımından doğmuş, ayaklarının dibinden zem­zem suyunun çıktığı peygamber idi. Bu sefer de Yüce Allah, Hz. İsma­il'in özelliklerini gündeme getirmektedir.

1. "Sözüne sadıktı."

Sözünde sâdık olmasının iki boyutlu bir açıklaması olabilir: Al­lah'a verdiği sözü yerine getirme konusunda, yani Allah'a kulluk ve itaat etmekte çok ilerde idi.                                                              

Ayrıca insanlara verdiği sözde durması, ahde vefa göstermesi ba­kımından Öne çıkan bir şahsiyete sahipti. Bunun en güzel delili Sâffât sû­resinin 102. âyetini gösterebiliriz: "Babası ile be­raber yürüyüp gezecek çağa erişince (babası): 'Yavrucuğum! Rüyada seni boğazladığımı görüyorum, bir düşün, ne dersin?' dedi. O da ceva­ben: 'Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşâallah beni sabredenlerden bulursun' dedi." Daha sonra da "Her ikisi de teslim olup, onu alnı üzerine yatırınca" (Sâffât 37/103) âyeti gereği babasına verdiği sözü yerine getirdi, kendisini babasına teslim etti.

Bu durum, yani Hz. İsmail'in bu özelliği bize, peygamber ahlâkı­nın temellerinden birini vermektedir. Sözünde durmak evrensel erdemle­rin önde gelenlerinden biridir.

2.  "Rasûl ve nebî idi." Demek ki hem elçi hem de haberci idi.

Bu özellikleri az önce Hz. Mûsâ ile ilgili olarak açıklamıştık.

3. Namazı ve zekâtı ehline, yani ailesine veya halka emrediyordu. Bundan anlıyoruz ki, Hz. İbrahim'in dininde olduğu gibi, Hz. İsmail'in dininde de namaz ve zekât ibadetleri yer alıyordu. Bu ibadetleri başkala­rına emredebilmesi için kendisi de onları yerine getirmelidir. Bir pey­gambere   kendisinin   tatbik   etmediğini   başkasına  teklif  etmesi   asla yakışmaz.

4.  Allah katında razı olunmuş bir makama sahipti. Bu hoşnutluğu kazanmış durumda idi.

Hz. İsmail'in buradaki özelliklerinden önemli neticeler çıkartabili­riz: Bir baba olarak Hz. İsmail çocuklarına namazı ve zekâtı emrediyor­du; kılmaları için gerekeni yapıyordu.

Bizler de aynı eğitim tarzını, metodunu kullanmalıyız. Diğer taraf­tan âyette geçen "ehl" kelimesini halk anlamına alırsak, din eğitimcileri, görevli ve âlimleri halka namaz kılmayı ve zekât vermeyi öğretmeli, ö-nemini anlatmalı ve dindeki yerlerini iyice tesbit etmelidirler.

Bu âyet, dinî ibadetlerin ve uygulamaların Allah'ın rızasını ka­zanma niyetiyle yapılması ve onun amaç olarak alınmasını öğretmekte­dir. Allah katında hoşnutluğu elde etmek, en yüce amacı teşkil etmekte­dir. Sözünde durmak ve ahde vefa erdemi, dinin kaynaklık ettiği ahlâkın temelinde yer almaktadır. [21]

 

Hz. İdrıs'ın Anılması

 

56. Kitapta îdrîs'i de an. Gerçekten o, pek doğru bir in­san, bir peygamberdi.

57.  Onu yüce bir makama yüceltmiştik.

Hz. İdrîs'in de bazı özellikleri gündeme getirilmektedir: Hz. İdrîs'in kim olduğu konusunda klasik müfessirlerle günümüzün müfes-sirleri arasındaki farklı açıklamaları nakletmeyi uygun bulmuyoruz. Râzî'ye göre Hz. İdrîs, Hz. Nuh'un babasının dedesi idi. Dersle ilgisi çok olduğundan dirâset kelimesinden İdrîs ismini almıştır. Hz. İdrîs, özü sözü doğru olan biri idi. Hz. İsmail sâdık, Hz. İdrîs de sıddîk idi. Hz. Mûsâ ihlâs sahibi, Hz. İsmail sözünde duran, Hz. îdrîs de özü sözü doğru olan biri idi. Aslında bu özellikler, birbirine çok yakın düşmekte, hemen hemen aynı anlama gelmektedirler. Hz. İdrîs bir nebî, yani bir peygam­ber idi. Bunun açıklamasını Hz. Mûsâ ile ilgili bölümde yapmıştık. Yüce Allah Hz. îdrîs'i Yüce makama yükseltmişti. Allah katında hoşnutluk kazanan Hz. İsmail'in durumu ile Hz. İdrîs'in durumu arasında bir ben-zerlijc vardır. Onların bu özelliği daha sonra Hz. Peygamber'e verilmiş­tir. "Senin şanını ve ününü yükseltmedik mi?" (İnşirah 94/4); "Rabbinin seni, övgüye değer bir makama göndereceğini umabilirsin" (İsrâ 17/79).

Hz. İsmail'in Rabbinin nezdinde hoşnutluk kazanması, Hz. İdrîs'in Yüce Makama yükseltilmesi, Hz. Peygamber'in Makâm-i Mahmûd'a ulaştırılması, şanının yüceltilmesi hep aynı şeyi ifade etmektedir. Hatta Yüce Allah'ın, Hz. îsâ'yı nezdine yükseltmesi de bu özelliklerden biri­dir, yani benzeridir. Daha önce Meryem 52'de Hz. Mûsâ için geçen "onu fısıldaşan kimse kadar yaklaştırdık" şeklindeki ifade de bunlara benze­mektedir.

Hz. Musa'nın, Hz. isa'nın, Hz. İsmail'in ve Hz. tdrîs'in yücelip Allah katında yüksek bir makama ulaşmalarının bizim için ne faydası vardır? Soruya şu şekilde cevap verebiliriz: Onların insanlığa getirdikleri mesajı hayatımıza uyarladığımız takdirde bizim de yücelmemiz mümkün olacaktır. Peygamberlerin ahlâkını takip etmek bu yüceliği bize temin edecektir. Bunun böyle olacağını şu âyet belirlemektedir: "Dileseydik elbette onu bu âyetler sayesinde yüceltirdik" (A'râf 7/176). Bu âyetten hareket edersek Yüce Allah'ın, mesajını göndermekteki ama­cının insanı yüceltmek olduğunu söyleyebiliriz. Ancak insan bu yücelişe ters düşen davranışları üretince bu gayeye erişemiyor. [22]                      

 

Kimdir Bunlar?

 

58. İşte bunlar, Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerden, Adem'in soyundan, Nûh ile birlikte taşıdıklarımızdan, ibrahim ve İsrail'in soyundan doğ­ruya ulaştırdığımız ve (peygamber olarak) seçtiğimiz kimselerdendir. Onlara, çok merhametli olan Allah'ın âyetleri okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı.

Yüce Allah, Meryem sûresinde anlattığı peygamberlerin ve Meryem'in soy ağacını bu âyette vermektedir.

1. "Allah, kendilerine nimetler verdi."

Bundan Önceki âyetlerde Yüce Allah, peygamberlerin özelliklerini ve onlarla olan ilişkisini teker teker anlatmasına rağmen bu âyette hepsi­ni nimetlendirdiğini söylerken bir arada anmıştır. Yüce Allah'ın nimetlendirmesi onların ortak özelliği olmaktadır.

mm! Yüce Allah, peygamberlerini nimetlendirdiğini, onlara lütufta bu­lunduğunu bize niçin anlatmaktadır? Sorunun cevabını Nisa 69. âyetle vermemiz mümkündür: "Kim Allah'a ve peygambere itaat ederse işte onlar, Allah'ın, kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamber­ler, sıddîklar, şehîdler ve sâlih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arka­daştır." İşte Yüce Allah bizleri, lütufta bulunduğu peygamberlerle arka­daş olmak, onlarla beraber olmak için kendisine ve peygamberlerine ita­ate teşvik etmekte, bizlere beraberlik kurup arkadaş olacağımız şahısları belirlemekte, öğretmekte ve bunda dikkatli olmamız için uyanda bulun­maktadır.

Ama onlarla bu dünyada arkadaş olmamız, beraberlik kurmamız mümkün müdür? İlk bakışta bu sorunun cevabı olumsuz olarak görül­mektedir, ama unutulmamalıdır ki, bu insanların arkadaşlığı zamanla sı­nırlı değildir. Onlar bu dünyada olmasalar bile, onların getirdiği ilâhî vahye inanıp Allah'a ve onlara itaat eden, yani o vahyin gereğini yerine getiren insanlar onların beraberliğini ve arkadaşlığını kazanmaktadırlar. Ayrıca âhirette de onlarla beraber olacak ve onlarla arkadaşlık yapacak­lardır. İşte Meryem 58'deki anlatımın amacını Nisa 69. âyet vermekte­dir. Ayrıca Meryem 58'in açıklaması bir sonraki âyette yapılmaktadır.

2. Yüce Allah onların soy ağacını tesbit etmekte, hepsinin Â-dem'den geldiğini söyleyerek insanlığın kaynağını açıklamaktadır. Hz. Âdem, Hz. Nûh ve Hz. İbrahim'in neslinden geldiklerini insanlara hatır­latarak köken itibariyle dedelerinin aynı olduğunu, ırkçılık yapmanın yanlış olacağını, peygamberler arasında ayrılık gözetmenin doğru olma­yacağını vurgulamaktadır. Genelde müfessirler, âyette geçen İsrâili "Hz. Ya'kûb" olarak manalandırmışiardır.

3. Allah onları doğruya ulaştırdı. Yüce Allah âyette fcii hedeynâ "doğruya ulaştırdığımız" ifadesine yer vermektedir. Bunun anlamı, "on-

lar kendileri doğruyu bulmamış, Allah onları doğruya ulaştırmıştır" şek­lindedir. Onların da Allah'ın hidâyetine ihtiyaçları vardı.

4. Allah, onları seçkin kılmıştır, yani onları seçmiştir. Onları hidâ­yete, doğruya ulaştırdıktan sonra ve onlar da o yola girdikten sonra, on­ları peygamber olarak seçmiştir. Bundan anlıyoruz ki, o peygamberler elçi olarak kendi kendilerini tayin etmemişler, bizzat Allah tarafından seçilip atanmışlardır, yani görevlendirilmişlerdir.

5.  "Rahmân'm âyetleri kendilerine okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı."

Onların diğer müşterek özelliklerinden biri de âyetlere karşı olan tavırlarıdır; Allah'ın âyetleri onlara okunduğunda ağlayarak secdeye ka­panmış olmalarıdır. Yüce Allah, peygamberlerin Allah'ın âyetleri okun­duğunda ne denli manevî coşkuya kapılıp secdede ağladıklarını bize an­latarak bizlere bir duygu eğitimini örneklerle vermektedir.

O peygamberlerdeki takva ve İhlasın derecesini ve onların davra­nışlarım, biyolojik yapılarını etkilemesine dikkat çekilmektedir. İçten duyulan coşku, biyolojik yapıyı etkileyerek, onu harekete geçirerek göz­lerden yaş akıtmakta, ayrıca secdeye vardırtarak da davranışa dönüşmek­tedir. Böylece psikolojik, yani içsel bir coşkunun görünür bir neticeye nasıl dönüştüğü gündeme getirilmektedir; psikolojik yapının biyolojik yapıya olan etkisi vurgulanmaktadır.

Daha önce bu durum Mâide 83'te de görülmüştü: "Peygambere indirileni duydukları zama'n tanış çıktıkları haktan dolayı gözlerinden yaşlar boşandığını görürsün." İşte bunların da 82. âyette kimler olduğu açıklanmaktadır: Bunlar, keşiş ve rahip denen Hıristiyan din adamlarıdır. Demek ki, Allah'ın âyetlerinin okunması ile ağlayan sadece peygamberler değildir; normal insanlar da ağlayabilir. Aynı şekilde İsrâ 107-109. âyetler de bu peygamberi ahlakın diğer inananlara da yansıyacağına işaret etmektedir: "Kur'ân, kendilerine daha önce ilim verilmiş olanlara okunduğunda, onlar, çeneleri üstü secdeye kapanıyorlar... Ağlayarak çeneleri üstü (secdeye) kapanıyorlar, o Kur'ân onların huşu'unu artırıyor."

Burada önemli olan Allah'ın âyetlerini anlamaktır. Mâide 83'te bu "anlama" işlemi "tanışmak" olarak ifade edilmiştir. Hem toplumların ba­tışını hem de cennet ve cehennemi anlatan ve onlara sebep olan davra­nışları duyup anlayınca insanın gönlü kabarmakta ve ağlayıp secdeye kapanmasını sağlamaktadır. Böylesine coşkuyu anlatmak, duygu eğiti­minin bir parçası olmaktadır.

Netice olarak diyebiliriz ki Yüce Allah, insanlara gönderdiği pey­gamberlerin okulunu, öğretimini ve eğitimini bize anlatmakta ve bu eği­timin kesintisiz devam eden bir süreç olduğuna dikkat çekmektedir. Bu okulun nurlu ırmağı Hz. Adem'den çıkmış, akarak Hz. Muhammed'de son bulmuştur. Artık bu okulun devamı, normal insanların içinden yeti­şecek olan güçlü akıl ve bilgi sahipleri ile sağlanacaktır. [23]

 

Neslin Bozulması

 

Ama arkalarından öyle bir nesil geldi ki, namazı yi­tirdiler, şehvetlere uydular. Bunlar, azgınlıklarının ce--ıiJ:        zasını bulacaklardır.60. Ancak tövbe edip, inanıp yararlı iş yapanlar hariç. Bunlar cennete girecekler ve hiçbir haksızlığa uğrama­yacaklardır.

61. Rahman'in kullarına vaadettiği, görmedikleri 'adn t>   cennetlerine  (gireceklerdir).  Kuşkusuz Allah'ın  sözü

kesindir.

62. Orada boş söz değil, hoş söz/selâm duyarlar. Ve orada, sabah akşam kendilerine ait rızıklan vardır.

63. Kullarımızdan, takva sahibi kimselere verdiğimiz cennet işte budur.

Yüce Allah 58. âyette bahsettiği peygamberlerden sonra gelen ne­sillerin bozulduğunu, ma'nen ve ahlâk bakımından kötüden yana deği­şime uğradıklarını 59. âyette anlatmakta, bozulmaya uğramayan istisna nesillerin olduğuna da dikkat çekmektedir.

"Ama arkalarından öyle bir nesil geldi ki, namazı yitirdiler, şehvetlere uydular. Bunlar azgınlıklarının cezasını bulacaklardır."

Ayette geçen ılüİ- halefe kelimesinin açıklaması Bakara 30'da yapılmıştır. Bu âyette fiil kalıbında geldiği için "birinin ardından gelmek" anlamını ifade etmektedir. Bir idarecinin ardından iktidara gelen kimseye bundan dolayı halîfe denmektedir. Bir neslin ardından onun yerini alan nesil içinde half kelimesi kullanılmaktadır.

Ayette kastedilen "bir nesil" kavramı, peygamberlerin kendi sul­bünden gelen nesil olacağı gibi, kendi ümmetinin genelinin nesli de ola­bilir. Buradaki "nesil" iyiden kötüye doğru değişim gösteren kötü nesil anlamına gelmektedir. Peki bu nesil nasıl değişti? Sorunun cevabını âye­tin devamı vermektedir:

a) "Namazı yitirdiler."                             

Namaz, yani âyette geçen salât kelimesi, bir ibadet şeklini ifade etmektedir ama aslında bu ibadet, ahlâkın temeli olan değerleri ve bu değerlerin koruyuculuğunu temin etmektedir. Onun için "namazı yitir­mek", "ahlâkî bakımdan süflîleşmek" demektir.

'Ankebut 45'e bakarsak namazın görevinin ne olduğunu görebili­riz: "Elbette namaz, hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar." Demek ki namazı yitiren, bu koruyucu, engelleyici ve ahkoyucu zırhını kaybetmiş olmaktadır.

b) "Şehvetlere uydular."

Namaz denen "ahlâkî değerleri" yitiren insanlar, şehvetlerine yani nefsin arzularına uymakta, onları takip etmekte, onların peşine takılmak­tadırlar. Çünkü nefsin şehvetleri ile karşı karşıya kalındığında, oradaki ahlâkî değerlerin duvarı erimektedir. Duvar eriyince, şehvetlere çıplak olarak dokununca kişi ceryan çarpmışa dönmektedir.       

İşte o peygamberlerin ardından gelen nesiller, namazı yani ahlâkî değerlerin koruyuculuğunu yitirdiler. Bu, onlar için büyük ve köklü bir değişim olmuştur. İşte bu değişimin her nesilde olma ihtimalinin bulun­ması sebebiyle, Yüce Allah bize ve bizden sonraki nesillere bu konuda uyanda bulunmak için bu âyete Kur'ân'da yer vermektedir.

Bu uyarısı ile Yüce Allah, şu dînî ve sosyal kuralı koymaktadır: Namaz denen ahlâkî değerler sistemini yitiren nesiller şehevî arzularının peşine takılmaktan kurtulamazlar. Böylece hem sosyal hayatı kirletecek hem de dînî görevlerini ihmal etmiş olacaklardır. Dinin ve sosyal hayatın kirletilmesi ve sonuçta nesillerin zayıflamasının sebeplerinden biri işte bu şekilde gündeme getirilmiş olmaktadır.

c)  "Bunlar, azgınlıklarının cezasını bulacaklardır."

Ahlakî değerleri kaybedip şehevî arzularına tâbi olan insanlar, el­bette cezalarını çekeceklerdir.

Ayette geçen Çp ğayy kelimesine Ibn Zeyd "kötülük", yahut "sa­pıklık" veya "hüsran" anlamını vermiştir. Abdullah b. Mes'ûd bunun "cehennemde bir vadi" olduğunu söylemiştir. Burası, "cehennemin dibi,

en alt tabakası, sıcaklığı, harareti en fazla olan yeridir" diyenler de ol­muştur" (Kurtubî, age, XI, 230).

Bize göre ahlâkî değerlerini, yani namazını kaybedip şehvetlere tâbi olanlar sadece cehennemin gayya kuyusuna gitmeyecek, aynı za­manda bu dünyada da milletler arenasında en aşağı seviyeye inecekler­dir. Siyasette, ekonomide ve bilimsel araştırmalarda medeniyetin en aşa­ğı seviyesinde olmak, gayya kuyusunda olmak anlamına gelmektedir.

Bundan anlıyoruz ki, iyi insanların nesilleri hep iyi gidecek anla­mına gelmemelidir. Zaten Yüce Allah Bakara 124'te Hz. İbrahim'in nes­linden zâlim insanların ve nesillerin geleceğine işaret etmektedir: "Bir zamanlar Rabb'i İbrahim'i bir takım kelimelerle denemişti ve onları tam olarak yerine getirince: 'Ben seni insanlara önder yapacağım' demişti. (Bunun üzerine İbrahim de): 'Soyumdan da önderler yap' dedi. Allah: 'Ahdim zâlimlere ermez' buyurdu."

Demek ki Hz. İbrahim'in soyunun tamamı önder çıkarmaya layık olmayacaktı. Kötüden iyiye geçiş olacağı gibi, iyiden kötüye de geçişler olacaktır. Onun için eğitim faaliyeti hiçbir zaman kötümser bir çizgiye, yani ümitsizliğe gelmemelidir. Kötü nesillerden iyi nesil çıkartılabilece­ğine inanılmalı ve bu uğurda gayret gösterilmelidir.

Ancak tövbe edip, inanıp yararlı iş yapanlar hariç; Bunlar cennete girecek­ler ve hiçbir haksızlığa uğramayacaklardır."

İşte bu âyet, 59. âyetin devamı olmakta ve kötü yönde değişimin istisnası olacağını, hatta kötülerin iyiye doğru değişime uğrayacağını gündeme getirmektedir.

a) Ancak tövbe eden (hariç)"

Buradaki tövbe, Allah'a yönelmeyi ifade eden değişimdir. ,.

Tövbe, "inkârı, şirki, namazı terk sonucu şehvetlere uymayı bıra­kıp Allah'ın yoluna yönelmek" anlamına gelmektedir. Demek ki, Yüce Allah bu konuda değişimin olabileceğini bize öğretmektedir.

b) "İnanan"

Dikkat edilirse iman, tövbeden sonra gelmektedir. Önce değişim, yani yönelme gerçekleşecek, ardından iman edilecektir.

c) "Yararlı iş yapanlar (hariç)"

İç âleminde köklü bir değişim ile iman eden ve ardından imanım hayata geçirip yararlı iş üreten nesiller gayya kuyusuna gitmeyecekler­dir. Yüce Allah onları istisna etmektedir. Tövbe denen değişim, iman ve yararlı iş, insan nesillerini kurtarmakta ve bunu ifade ederken de gelecek nesilleri teşvik etmektedir. Âyetteki bu sıralanıştan imansız amelin bir fayda sağlamayacağı sonucunu da çıkartabilmekteyiz.                         

d) "Bunlar cennete girecekler ve hiçbir haksızlığa uğramayacaklardır."

Bunlar cehennemden kurtulacaklar ama, nereye gidecekleri de bu âyette açıklanmaktadır. Onlar cennete gidecek ve asla bir haksızlık gör­meyeceklerdir. "Haksızlık görmezler" ifadesinden ne anlıyoruz? Bu so­runun cevabını Nisa 40 ile verebiliriz: "Şüphesiz Allah, zerre kadar haksızlık etmez. İyilik olursa onu katlar, kendinden de büyük mükâfat verir." İnsanın yaptığı iş kötülük veya günah ise ona denk bir ceza verilir; ama yaptığı iş iyilik ise ona kat kat sevap verilir, kendiliğinden de fazlası verilir.

Tövbe edip iman eden ve iyi işler yapanlar bunların karşılığını faz­lası ile göreceklerinden dolayı haksızlığa uğramayacaklardı.

3."Rahmân'in kullarına vaadettiği, görmedikleri 'adn cennetlerine (gireceklerdir). Kuş­kusuz Allah'ın sözü kesindir."

Bu âyette ödülün 'adn cennetleri olacağı belirtilmektedir. Cennât kelimesi çoğul olduğuna göre 'adn cennetinin birden fazla olduğu anla­şılmaktadır.

Âyette geçen bi'1-ğayb kelimesine klasik müfessirler farklı mana yüklemişler, ama biz Muhammed Esed'in manasını uygun buluyo­ruz. O, bu kelimeye "her türlü beşerî algı ve tasavvurun ötesinde" anla­mını vermiştir. Çünkü ğayb, "insanın dünyevi tecrübeleriyle, algı ve müşahedeleri yoluyla kavrayamadığı, duyu üstü bir gerçeği" ifade etmektedir. Demek ki, Yüce Allah'ın bu insanlara ödül vereceği 'adn cen­netleri, her türlü beşerî algı ve tasavvurun ötesinde nitelikler taşımakta­dır.

'Adn cennetlerine gidecek olan kişiler, tövbe edip iman eden ve i-yi, yararlı iş üretenlerdir. Peki nedir bu yararlı işler? Bu sorunun cevabı­nı Ra'd sûresinin 19-23. âyetleri ile verebiliriz. Özetle bu ameller şun-İardır: Yüce Allah'ın Hz. Peygamber'e indirdiğinin hak olduğunu bilen, aklını kullanıp düşünen, Allah'a verdiği sözü yerine getiren, yaptığı ant­laşmayı bozmayan, Allah'ın bitişmesini emrettiği şeyleri bitiştiren, Al­lah'a saygı duyan, kötü hesaptan korkan, Allah'ın rızasını kazanmak için sabreden, namazı dosdoğru kılan, gizIİ-âşikâr fakirlere yardım eden, kö­tülüğü iyilikle savan insanlar 'adn cennetlerine götürecek olan amelleri işlemiş oluyorlar.

H(, Aslında bu ameller hayatın en İnce noktalarını da kapsamına al­maktadır. Bu amellerin içine başka ameller de girmektedir. Sonuç olarak diyebiliriz ki, bu amelleri üretenler bu dünyadan 'adn cennetlerinin kuru­luşuna, yapılışına başlamaktadırlar.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Meryem 61'in sonundaki "kuş­kusuz Allah'ın sözü kesindir" ifadesi, ödülün kesin olarak verileceğine işaret etmektedir. me'tiyyâ kelimesi, ityândan türemiş mef'ul bir i-simdir. "Sana ulaşan her şeye sen de ulaşmışsın" demektir. "Kesindir" derken, "gerçekleşecek, yani gelecektir" anlamı kastedilmektedir. Çünkü Allah'ın verdiği söz, kesinlikle gerçekleşecek, yerine gelecektir. Onda bir aksamanın olması mümkün değildir.

4. "Orada boş söz değil, hoş söz/selâm duyarlar. Ve orada sabah-akşam kendilerine ait azıkları vardır."              -

Yüce Allah bu âyette, 'adn cennetlerinin iki özelliğini gündeme getirmektedir.    

a) "Orada boş söz değil, hoş söz duyarlar."  

Âyette geçen yJ lağv kelimesi, "işe yaramayan, faydasız, manasız söz" demektir. Bu dünyada lağv sözler vardır. Yanlış felsefeler, düşün-

çeler, insanın beynini çelen görüşler, insanı Allah'ın yolundan ayıran vesveseler bu kavramın kapsamına girmektedir.

"Onlar ki boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler" (Mü'minûn 23/3) buyuran âyetin gereğini yerine getirenler, 'adn cennetlerinde, bu tür boş ve anlamsız sözlerden uzak kalacaklardır. Bu dünyada boş sözlerden yüz çevirenler, öteki dünyada boş söz duymayacaklardır.

Boş sözün karşıtı selâm olmaktadır. Selâm kelimesini "hoş söz" olarak manalandırdık. Aslında selâm "esenlik" anlamına da gelmektedir. Ruhanî huzuru temin eden, her türlü hatadan, defodan, kötülüklerden ça­tışmalardan uzak olan sözleri duyacaklardır. Daha doğrusu, onlar orada barış, güven, esenlik, rahmet içinde bir hayat yaşayacaklardır.

Bu insanlar Yûnus 25'teki ilâhî çağrıya uymuş ve çağrının gereğini yerine getirmişlerdir: "Allah, kullarım esenlik yurduna çağırıyor." "Selâm yurdu", derken "esenlik, yani barış, güvenlik yurdu" kastedilmektedir. İşte bu çağrıya uyan insanlar, 'adn cennetlerinde de aynı eylemler ile karşılaşacaklardır.

Âyetin bu kısmından öyle anlıyoruz ki, âhirette kulaklara gelen sesler de önemlidir. Kulak yoluyla gelen rahatsız eden sesleri duymamak bir ödül niteliğini taşımaktadır.

Ayetin bu kısmından şu çıkarımı yapabiliriz: Bu dünyada eğitim öğretim faaliyetlerinde öğrencilere, hatta aile eğitiminde çocuklara, işe yaramayan, faydasız boş sözleri değil, onları geliştiren, zenginleştiren ve fayda veren bilgileri Öğretmek gerekiyor. Onların oyunları bile öğretici olmalıdır. Âhirette hoş söz duymaları için, bu dünyada onlara hoş sözler duyurmamız kaçınılmazdır. Bu dünyada neye kulak veriyorsak, âhirette de onu duyacağız. Onun için İsrâ 36. âyetin gereğini yerine getirmeyi in­sanlara öğretmesi hem genel eğitime hem de din eğitimine düşmektedir: "Hakkında bil-gın bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunla­rın hepsi ondan sorumludur." Bu sorumluluğun bilincini insanlara ka­zandırdığımızda ve onlar o doğrultuda hareket ettiklerinde 'adn cenne­tinde esenlik dolu kelimeler, sözler duyacaklardır.

b) "Ve orada, sabah akşam kendilerine ait nzıklan vardır."

Dünyevî manada nzık, hayatı sürdürebilmek için gerekli olan "ge­çimliği" ifade etmektedir. Ama bunun uhrevî hayatı sürdürmek için ge­rekli olan bir özelliği var mıdır? Orada gıdayı alıp, bu gıdanın boşalacağı yerler olacak mıdır? Orada gıdaları alıp, posasını çıkaracak tuvaletler o-lacak mıdır? Bize göre cennetteki rızık, süreli ve manevî bir haz niteli­ğinde olacaktır. Gelip geçici zevklerin orada yeri yoktur. Bu rızıklar, o-radaki hayatın her boyutunu ilgilendiren ve sonuçları itibariyle manevî huzuru temin eden oluşumlardan ibarettir.

Şimdi yorumunu yapmakta olduğumuz Meryem 62. âyetin gene­linden çıkartacağımız netice şudur: 'Adn cennetlerinde önce esenlik, sonra ekonomik manada geçimlikler olacaktır.

Demek ki insan hayatında önde gelen, esenlik denen barış ve gü­venlik, ardından da ekonomik menfaatlerdir. Böylece manevî iç huzuru meydana getiren değerler ilk sırayı almaktadır. Onun için eğitimde önce öğrencilerin ve çocukların beyin ve gönülleri Öne alınmalı, ardından da geçimlikleri yerine getirilmelidir.

5. "Kullarımızdan takva sahibi kimselere verdiğimiz cennet işte budur."                          

Boş sözün değil de hoş sözün duyulacağı ve her çeşit geçimliğin tedârik edileceği bu cennete takva sahipleri vâris olacaktır. Yüce Al­lah'ın yasaklarından sakınan ve emrettiklerini yerine getiren, aklını kul­lanan, düşünen ve manevî takva gıdası ile ruhunu gıdalandıran, yukarıda belirttiğimiz amelleri gerçekleştirenler, takva elbisesini giyinen insanlar oraya girecektir. [24]

 

Tevhid İnancı

 

64. Biz ancak Rabb'inin emri ile ineriz. Önümüzde, arhamızda ve bunlar arasında olan her şey O'na aittir,

Senin Rabb 'in unutkan değildir.

65. Allah, göklerin, yerin ve ikisi arasındaki herşeyin Rabb'idir. Şu halde O'na kulluk et; O'na kulluk etmek  sabırlı ol. O'nun bir benzeri olduğunu biliyor mu sun?     

Bu âyetlerden ilki Meryem sûresinde anlatılan peygamberlerle bağlantılı bir mesaj taşımaktadır. Ayetin analizini yaparken bunu açıkla­yacağız. Ama her iki âyet, tek olan Allah'ı ya da Allah'ın tekliğini an­latmaktadır.

1. "Biz ancak Rabb'inin emri ile ineriz."

Bu sözü melekler söylemektedir. Ayetin inişini açıklayan bir hadis nakledilmektedir: Hz. Peygamber Cebrail'e: "Bizi daha sık ziyaret et­menizi engelleyen nedir?" diye sordu. Bu soruya Cebrail: "Biz ancak Rabb'inin emri ile ineriz" âyetini sonuna kadar okudu (Tirmizî, Tefsir 19, Sûre 4; Buhârî, Bed'ü'1-Halk, 6; Tefsir 19, Sûre 2).        '    Mücâhid, Katâde, İkrime, Dahhâk, Mukâtil ve Kelbî bu konuda şu haberi ya da hadisi nakletmektedirler: Mekke halkından bazıları Hz.

Peygamber'e geldiler, Ashâb-ı Kehf, Zülkarneyn ve Hz. Nûh hakkında soru sordular. Hz. Peygamber, anında onlara cevap veremedi ve Cebra­il'in bir cevap getireceğini ümit etti. Cebrail'in gelişi gecikti. Gecikme­nin üç gün ile on üç gün arasında olduğu söylenmektedir.              

Hz. Peygamber ile Cebrail birbirlerini özlediklerini söyledikten sonra, Cebrail "Biz ancak Rabb'inin emri ile ineriz" âyetini okudu. Aynı anda Duhâ sûresinin şu üç âyetini de okudu: "Kuşluk vaktine ve sükuna erdiğinde geceye yemin ederim ki Rabb'in seni bırakmadı ve sana darılmadı" (Kurtubî, age, XI, 234-235).

Âyetin bu kısmından şu neticeyi çıkartıyoruz: Melekler kendi baş­larına hareket edemezler. Onların yeryüzüne inişi, peygamberlere vahy, getirmeleri Allah'ın izni ile olmaktadır. Özellikle vahy konusunda onla­rın müdahalesi asla olamaz. Yüce Allah'ın verdiği mesajı olduğu gibi nakletmektedirler. Aslında görevlerinde azaltma, çoğaltma ve değiştirme yapma yetkisinde değillerdir.

2. "Önümüzde, arkamızda ve bunlar arasında olan her şey O'na aittir."                                        

Melekler, geçmişte yaptıkları ile gelecekte yapacakları ve bu ikisi­nin arasında yapmakta oldukları her şeyin sahibinin Allah olduğunu, on­ların Allah'ın izni ile gerçekleştiklerini ifade etmektedirler. Arkamızdan kastettikleri dünya, önümüzden kastettikleri de âhiret, ikisi arasından da bu ikisi arasında gerçekleşen olgular olabilir. Dünya ve âhiret, onların arasında yer alan maddî ve manevî oluşumların sahibi, gerçekleştiricisi, yaratanı ve idare edeni Allah'tır.

İşte bütün bilgisi ile bu kâinatı ve âhireti çevreleyen, kapsayan ve ihata eden Allah, emirleri verir ve meleklerin kime ineceğini ve ne za­man ineceğini belirler.

3. "Senin Rabb'in unutkan değildir."

Âyetin bu kısmı, âyetin nüzul sebebine bir açıklık getirmektedir. Vahyin gelmesinde bir kesiklik olmasında Allah'ın unutkanlığı sebep olmamıştır. Çünkü Allah unutkan değildir, unutkan olan varlık tanrı olamaz. "Allah unutmadı" ifadesi yani Duhâ sûresinin 3. âyetindeki "seni terk etmedi" anlamına gelmektedir.                    

Bu ifadeden şunu anlıyoruz: Yüce Allah yaratırken, kâinatı idare ederken, yaratıklarının her durumu ve ihtiyaçları ile ilgilenirken asla unutmaz. Unutkanlık insana mahsus bir özelliktir; Allah'ın böyle bir ö-zelliği olamaz. Allah unutmaz, çünkü "O, insan­ların gözlerinin önünde olanı da, onlardan gizli tutulanı da bilir" (Bakara 2/255).

Yüce Allah, meleklerin, ardında, önünde ve arasındakilerin sahibi olduğu gibi, insanların ardında ve önlerinde olanın da sahibidir, bilenidir ve ilgilenenidir. Bakara 255'teki bu ifade ile Meryem 64'teki ifade bir araya getirilmeli ve ona göre düşünülmelidir. Sadece meleklerin her ha­reketi değil, insanın her davranışının boyutları da Allah'ın bilgisi dahi­lindedir ve O'na aittir. İşte din eğitimi gençliğe ve tüm insanlara Allah ile varlıklar arasındaki bu ilişkiyi iyi ve net anlatmalıdır. Yüce Allah, Hz. Peygamber'e vahy göndermeyi unutmadığı, onu terk etmediği gibi, bizim ihtiyaçlarımızı, dertlerimizi ve problemlerimizi de unutmamakta­dır. Biz O'nu terk etmedikçe O'nun da bizi terk etmemekte olduğunu beyin ve gönüllere kazımamız gerekiyor.

4.  "Allah göklerin, yerin ve ikisi arasındaki herşeyin Rabb'idir."

Aslında bu âyet, bir önceki âyetin devamı ve açıklaması durumun­dadır. Meleklerin arkamızda dedikleri gökler; önümüzde dedikleri dün­ya, arasında dedikleri de yer ile gök arasında olanlar olabilir. O zaman 65. âyetin bu kısmı 64. âyetin o kısmını tefsir eder niteliktedir. "Rabb'idir" kelimesi, "yaratanı, sahibi" anlamına ve "ihtiyaçlarını gideren, besleyip büyüten" manasına gelmektedir. Böylece Yüce Allah, "Rabb" olma sıfatı ile kâinatın ilişkisini gündeme getirmekte; Rabb'in ne anlama geldiğini de açıklamaktadır.

5. "Şu halde O'na kulluk et. O'na kulluk etmek için sabırlı ol."

Madem ki gökleri, yerin ve arasındakilerin Rabbi, yani yaratanı, sahibi, ihtiyaçlarını gidereni ve ilgileneni Allah'tır; öyleyse tapınmaya, kulluk edilmeye layık olan da O'dur. Böylece bu âyet, kime kulluk edileceğinin bilgisini, bilincini vermektedir. Kâinatın Rabbi olmayana tapınılamaz, kulluk edilemez. Kulluk, layık olana yapılır ve yapılmalıdır. Böylece Yüce Allah, şirk koşanların ne kadar büyük hata yaptığım an­latmış olmakta, yaratamayan, ihtiyaçlarını gideremeyen, fayda temin e-demeyen varlıklara tapınmanın yanlışlığını öğretmekte ve şirkin kirlili­ğine dair bir bilinç kazandırmaktadır.

Yüce Allah'a kulluk etmekte kesintinin olmaması ve bu konuda yapılan baskılara karşı koymak için sabırlı olmanın gerekliliği de burada vurgulanmaktadır. "Ona kulluk et" emrini, "tevhîd inancını savun, be­nimse" anlamına alabiliriz. Müşrikler tevhîd inancına karşı çıkacaklar, seni ondan vazgeçmen için zorlayacaklar, onun için sabredip dayanmalı­sın. Tek olan Allah'a kulluğa devam etmek ve tevhîd inancını savunmak, bir sabır işidir.

6. "O'nun bir benzeri olduğunu biliyor musun?"

Tevhîd inancının ve yalnız Allah'a tapınmanın gereklerinden biri de Allah isminin kimse ile, hiçbir varlıkla paylaşıl amam asıdır. Sahte tan­rılara "ilâh" denmiştir ama asla "Allah" denmemiştir, denemez ve den-meyecektir.  

Genelde müşrikler Allah'ı bilirler, ama ondan başka varlıkları da Allah değil de ilâh edinirler, "Andolsun ki onlara: 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, mutlaka: 'Allah' derler. De ki: Övgü de yalnız Allah'a mahsus­tur, ama onların çoğu bilmez" (Lokman 31/25).

Aslında yorumunu yapmakta olduğumuz Meryem 65'in bu son bö­lümüne Muhammed Esed'in manasını verirsek anlaşılması daha kolay olacaktır: "Hiç, ismi O'nunla birlikte anılmaya değer bir başkasını tanıyor musun?" .,.,,,,                                                         Yüce Allah'ı yaptıkları ile tanımaya çalışınca, onun isminin verile­ceği kimsenin olamayacağı anlaşılacaktır. Yüce Allah'ın kâinat, onun i-

cindeki varlıklar, göksel cisimler, gezegenler ve yeryüzündeki canlılarla olan ilişkisi bakımından ismini almaya layık biri olamaz. O zaman şirk koşmanın, temeli olmayan bir inanç biçimi olduğu ortaya çıkmaktadır.

uiu Bütün bu açıklamalarımıza rağmen âyette geçen semiyyâ kelime­sinin, Kadı Beydâvî, Hâzin, Nesefî, Zemahşerî gibi müfessirlerin de ifa­de ettiği üzere "benzer, eş" anlamına geldiğini düşünüyoruz. Çünkü â-yette izah edilen konu Yüce Allah'ın kudretiyle ilgilidir; yoksa adıyla il­gili herhangi bir tartışma yoktur. Bu yorumumuz, Şûra sûresinin 11. âye-tindeki "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur" ifadesiyle de örtüşmektedir. [25]                                                                                 

 

Öldükten Sonra Dirilme

 

66. İnsan der ki: Öldüğüm zaman sahi diri olarak çıka­rılacak mıyım?

67. İnsan düşünmez mi ki, daha önce hiçbir şey olmadığı halde biz kendisini yaratmışızdır?

68.  Öyle ise, Rabb'ine andolsun ki, elbette onları şey tanlarla birlikte mahşerde toplayacağız; sonra onları

diz üstü çökmüş vaziyette cehennemin çevresinde hazır        

bulunduracağız.

69. Sonra her milletten Rahman olan Allah'a en çok âsi olanlar hangileri ise çekip ayıracağız.

70.  Sonra, orayı boylamaya daha çok layık olanları el­bette biz daha iyi biliriz.

71.  İçinizden, oraya uğramayacak hiçbir kimse yoktur. Bu, Rabb'in için kesinleşmiş bir hükümdür.

Bu âyetlerden önce yorumladığımız iki âyette tevhîd inancı gün­deme getirilmişti. Yorumlayacağımız bu âyetlerde ise, öldükten sonrası­na, yani âhiret hayatına olan inanç veya inançsızlık ele alınacaktır. İnşa-, nin en zor inandığı, inanmakta güçlük çektiği, İslam'ın temel inançların­dan biri âhiret, yani Öldükten sonra dirilme konusudur. O'nun içindir ki, Kur'ân'ın eğitim anlayışında bu inanç geniş bir yer tutmaktadır.

1. "İnsan der ki: Öldüğüm zaman, sahi diri olarak çıkarılacak mıyım?"                                      

Ayetteki insan kelimesi genel anlamda insanları ifade ediyor mu? Aslında öldükten sonra dirilme konusu bütün insanları derinden meşgul etmiş, onlara bu soruyu sordurmuştur. Bu soruyu sormayanların sadece peygamberler olabileceğini söyleyebiliriz, ama bununla beraber Hz. İb­rahim ölünün nasıl diriltildiğini görmek istemiş ve bunu göstermesi için Allah'a yalvarmıştır: "İbrahim Rabbine: 'Ey Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster' demişti. Rabbi ona: 'Yoksa inanmadın mı?' dedi. İbrahim: 'El­bette, inandım, fakat kalbimin doyuma ulaşması/mutmain olma­sı/rahatlaması için' dedi" (Bakara 2/260). Demek ki Hz. İbrahim öldük­ten sonra dirilmeye inanmasına rağmen, imanın doyum noktasına ulaş­ması için gözlem yapmak istemiş ve bunun için Allah'a dua etmiştir. Hz.

İbrahim'in isteğinde bir masumiyet vardır. Ancak bazılarının bu konu­daki soruları inkâr doludur:"Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal getirmeye kalkıştı ve: 'Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?' diye sordu" (Yâsîn 36/78).

Bu soru, tevhîd inancına sahip olmayan insanın öldükten sonra di-rilmeyi inkâr ettiğini ifade eden bir soru şeklidir. "Ölümden sonra mutlaka diriltilecek­siniz desen, kâfir olanlar, derhal: 'Bu, açık bir büyüden başka bir şey de­ğildir' derler" (Hûd 11/7). Böylece kâfirler, öldükten sonra dirilmeyi de inkâr etmektedir.

"Bir de onlar dediler ki: Sahi biz, bir kemik yığını ve kokuşmuş bir toprak olmuş iken, yepyeni bir ya­ratılışla dirileceğiz, öyle mi?" (İsrâ 17/49). Bu soruyu da kâfirler ve müşrikler sormaktadır. Kur'ân'a ve Hz. Peygamber'e inanmayanlar veya inanmak istemeyenler, tepkilerini öldükten sonra dirilmeyi inkâr ederek ortaya koymaktadırlar: "Onlar, hayat ancak bu dünyadaki hayatımızdan ibarettir. Biz, bir daha da diriltilecek değiliz, demişlerdi" (En'âm 6/29).                                            

Netice olarak diyebiliriz ki, çok az kişi hariç, Öldükten sonra diril­me konusunda insanlar soru sormuşlardır. Bu soruların bir kısmı inkârı değil ama, bir kısmı inkârı nitelikte olmuştur. Kimi de bu konudaki şüp­heyi ifade etmiştir. Hacc 5'te böyle bir şüphenin olduğu gündeme geti­rilmektedir.

İşte din eğitimcilerinin, din görevlilerinin ve din âlimlerinin önün­de duran dağ gibi mesele, insanları öldükten sonraya inandırmak ve bu inancın onların hayatına yansımasını temin etmektir. Çünkü öldükten sonra dirileceğini, mahşerde sorguya çekilip âhiret hayatının başlayaca­ğına inanan kişi elbette davranışlarını disipline edecektir. İşte bu disip­lin, ahlâkın temelini oluşturacaktır. Böylece âhiret inancından ahlâka u-zanan kanal işler hale gelecektir.

2. "insan düşünmez mi ki, daha önce hiçbir şey olmadığı halde biz kendisini yaratını sızdır?"

a)  Yüce Allah, "öldükten sonra dirilme" konusunu ispat ederken insanın ilk yaratılışını gündeme getirmekte, aynı durumu Hacc 5'te de dile getirmektedir. Hacc 5'te öldükten sonra dirilme konusunda şüphede olan insanın şüphesini gidermek için insanın eşeysiz yani topraktan yara­tılışı ile eşeyli yani anne karnında sperm ve yumurtanın döllenmesi ile gerçekleşen yaratılmasını ele almakta, anne karnında geçirdiği safhaları, doğduktan sonra geçirdiği çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık safhalarını a-çıklamaktadır. Ayrıca suyun toprak ile buluşup bitkinin ortaya çıkmasına da bu açıdan dikkat çekmektedir.

b) Yüce Allah, insandan ilk yaratılışı konusunda düşünmesini, onu aklına getirmesini, ona dikkat etmesini ve onu bilmesini istemektedir. Bunun anlamı, kendisinin yokken, hiçbir şey değilken yaratılışını araş­tırmasını ona ödev olarak vermektir. Demek ki günümüzde embriyoloji bilimindeki araştırmalar bu Ödevi yerine getirmekte ve elde edilen bilgi öldükten sonra dirilmeye iman etmek için çok yardımcı olmaktadır.

İnsanın ilk yaratılışını aklına getirip hatırlaması, onun üzerinde a-raştırma yapması, düşünmesi, sonsuz kudrete sahip olan Allah'ın ikinci yaratışı gerçekleştireceğine iman etmesini temin etmelidir. İşte burada bir bakıma düşünceden, bilmekten imana geçişe dikkat çekilmektedir.

c) Ayetteki jsrjş yezküru kelimesine "hatırlamak, aklına getirmek" manasını vermek daha doğru olacaktır. Bunu ne ile ispat edebiliriz? So-rüya Yâsîn sûresinin 78. âyetiyle cevap verebiliriz: "Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal getirmeye kalkıştı ve: Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek? dedi." İşte Öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenin önemli Özelliği "kendi yaratılışını unutması"dır. Sebep "unutmak" olduğuna göre, yorumunu yapmakta ol­duğumuz Meryem 67'deki yezküru kelimesinin manası da "hatırlamak, aklına getirmek" olmalıdır.

Yüce Allah, bilimsel manada açıklamasını yaptıktan sonra, öldük­ten sonra dirilmeyi inkâr edenlere şöyle cevap vermektedir:

i. "İlkin yaratıkları yaratıp sonra bunu tekrarlayan O'dur. Bu O'nun için pek kolaydır" (Rûm 30/27).

ii. "De ki: Onları ilk defa ya­ratmış olan yeniden diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir" (Yâsîn 36/79).

Diğer cevap da Meryem 68'de yani yorumunu yapacağımız âyetle verilmektedir. Öyle  ise, Rabb'ine andolsun ki, elbette onları şeytanlarla birlikte mahşerde topla­yacağız; sonra onları diz üstü çökmüş vaziyette cehennemin çevresinde hazır bulunduracağız."

a)   Yüce Allah,  kendi  kendine  yemin etmektedir.  Bu  yemin Kur'ân'da başka âyetlerde de geçmektedir. Konunun önemine, ciddiye­tine ve kesinliğine işaret etmek için Yüce Allah'ın, bu şekilde yemin et­tiğini söyleyebiliriz.

b) Yüce Allah, öldükten sonra dirilmeye inanmayıp inkâr edenleri, kendilerini etkileyen şeytânı güçlerle bir araya getireceğini söylemekte­dir.

Meryem 44-45. âyetlerde yer alan şeytana tapınma ve şeytanın dostu olmanın şartlarından biri de öldükten sonra dirilmenin inkâr edilmesidir. Şeytana tapan, onu dost edinen insanları Yüce Allah mahşerde bir araya getirecektir. Öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenler, şeytanî güçlerin etkisindedirler. Allah da onları inkâr ettikleri âlemde bir araya getirecektir.                      

c) Diz üstü çökmüş bir halde cehennemin etrafında hazır bulunma­ları gündeme getirilerek, öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlerin de so­rularına cevap verilmektedir.

Bu dünyada Allah'a itaat etmeyen, O'nun huzurunda diz çöküp secdeye kapanmayanlar mahşerde cehennemin etrafında diz üstü çökerek toplanacaklardır.

4. "Sonra her milletten, Rahmân'a en çok âsi olanlar hangileri ise onları çekip ayıracağız."

Âyette geçen şi'a kelimesi, "fırka, kesim, grup, taraftar" manalarına gelmektedir.

Mahşerde, Allah'a, bu dünyada en çok âsi o/an kişiler ayrılacak ve onlara özel azap yapılacaktır. Çünkü bu insanlar hem sapmış hem de başkasını etkileyip saptırmışlardır; sapmakla kalmayıp bunu başkalarına da bulaştırmalardır. İnkârlarını Allah'ın yolunu engellemekle eyleme dönüştüren bu insanlar, inanç ve ibadet özgürlüklerine zorla mâni olmuş­lardır. Yüce Allah insanların inanç ve ibadet özgürlüklerine mâni olanla­rı en büyük zâlim olarak ilân etmektedir.

a) "Allah'ın mescidlerinde O'nun isminin anılmasına engel olan ve mescidlerin harap olmasına çalışandan daha zâlim kimdir?" (Bakara 2/114).

"İnkâr edenler, Allah'ın yolundan ve yerli, taşralı olan bütün insanlara eşit kıldığımız Mescid-i Haram'dan alıkoymaya kalkanlar şunu iyi bilsinler ki kim orada zulüm ile haktan sapmak isterse ona acı azaptan tattırırız" (Hacc 22/25).

Allah'ın isminin mescidlerde anılmasına mâni olmak, mescidleri tahrip etmek, insanları Allah'ın yolundan alıkoymak, ma'bedde ibadeti engellemek, insanların inanç ve ibadet özgürlüklerine mâni olmaktır. Bu da, Allah'a en çok âsi olanın eyleminden başka bir şey değildir. Bunlar da âhirette diğer cehennemliklerden ayrılıp özel muameleye tâbi tutula­caklardır.

5. "Sonra, orayı boylamaya daha çok layık olanları elbette biz daha iyi biliriz."

Âyetin son kelimesi olan Cl* sıliyyâ, "boylamak, atılmak, girmek" anlamına gelmektedir. Kelime înşikâk 12'de fiil kalıbında kullanılmak­tadır: \juum J-İjj "Alevli ateşe girecek."

Yüce Allah, cehenneme girecek olanları bilerek ayıracaktır. Bir bilgiye dayanarak bu ayrım yapılacak ve kimse haksız yere oraya atıl-mayacaktır.

6. "içinizden, oraya uğra­mayacak hiçbir kimse yoktur. Bu, Rabb'in için kesinleşmiş bir hüküm­dür."

Âlimler, âyette geçen vâridühâ ifadesinin, "oraya uğramak" anlamına gelmesine rağmen, "oraya girmek" demek olmadığını belirt­mişler ve bu konuda ihtilafa düşmüşlerdir; ancak biz bu ihtilafları dikka­te alıp burada yazmayı uygun bulmuyoruz. Çünkü bu konuda bizim deli­limiz: "Tarafımızdan kendilerine en güzel sonuç takdir edilmiş olanlara gelince, işte bunlar cehennemden u-zak tutulurlar" (Enbiyâ 21/101) âyetidir.

İşte inananlar ve iyi amel işleyenler cehennemden uzak tutulacak­lardır. Bu âyet acaba yorumunu yapmakta olduğumuz Meryem 71'e ters mi düşmektedir? Bize göre ters düşmemektedir. Çünkü Meryem 71'deki küm zamiri 66. âyetten itibaren anlatılan "öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden kâfirlerin tümünü" ifade etmektedir. Yoksa içinde inananların da bulunduğu tüm insanları değildir. Bir sonraki âyette kullanılan nüneccî kelimesi de, mü'minlerin azaba uğratılmamalanm ifade etmekte, yukarı­da açıkladığımız âyetin yorumuna delil olmaktadır.

Bütün insanların cehennemi göreceği meselesi kesinleşmiş bir hü­kümdür, al men kelimesi, "gerekli görülüp zorunlu kılınmak" anlamına gelmektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki, Meryem 66-71. âyetler arasında Yüce Allah öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlere, bunun gerçekleşeceğini ve orada bunu tecrübe ederek yaşayacakları cevabını verirken nelerle karşılaşacaklarını da açıklamakta, inanmamalarının cezasını nasıl çekeceklerine de dikkat çekmektedir.

Bu açıklamaları Yüce Allah, dünyada insanların sapıtmalarının nedeninin öğretmek için yapmakta, öldükten sonra dirilmeye ve böylece âhiretteki sorgulamaya inanmayanları ahlâkî anlamda disipline edecek içsel gücün ortadan kalkacağına işaret etmekte, âhiret inancının ahlâk ile olan ilişkisini belirlemektedir. [26]

 

Cehennemden Kimler Korunacak Ve Oraya Kimler Girecek

 

72. Sonra biz, (Allah'tan) sakınanları kurtarırız, zâlim­leri de diz üstü çökmüş olarak orada bırakırız.

73. Onlara âyetlerimiz apaçık okunduğu zaman, inkâr

edenler inananlara: Hangi grubun makamı daha iyi ve yeri daha güzeldir? dediler.                                               

Bu âyetlerin analizinden şu neticeleri çıkartıyoruz:

1. "Sonra biz, (Allah'tan) sakınanları kurtarırız."

"Allah'tan sakınanlar" diye tercüme ettiğimiz kişiler "takva" de­nen rûh olgunluğuna ulaşan, iman edip iyi amel yapanlardır.

Bütün insanlar mahşerde cehennemi görecek, ama dünyadayken haramlardan sakınan, farzları yerine getiren insanlar oradan uzaklaştırı­lıp kurtarılacaklardır.

Demek ki, bu dünyadaki iman ve iyi ameller, öteki dünyada kurtu­luşa, cehennemden uzaklaşmaya dönüşecektir.          2. "Zâlimleri de diz üstü çökmüş olarak orada bırakırız."

Âyette geçen "zâlimler"den kasıt, şirk koşanlar, kâfirler, insan hak ve özgürlüklerine engel olanlar, Allah hakkında yanlış fikir beyan edip iftira edenler ve kul hakkı yiyenlerdir. Başka bir ifadeyle, âhiretteki ge­nel aftan istifade edemeyen imansız kişilerdir.

Bu dünyada inananlarla inanmayanların farkı âhirette net olarak ortaya çıkacaktır.

Bu dünyada şeytan ve nefsin etkisinden sıyrılanlar, öteki dünyada kurtuluşa ereceklerdir. Ayetin bu şekildeki açıklaması, gelecek nesillere bir eğitim verme amacını gütmekte, âhiretteki bu durum meydana gel­meden önce tedbir alınmasını öğütlemektedir.

Onlara ayetlerimiz apaçık okunduğu zaman, inkâr edenler inananlara: Hangi grubun makamı daha iyi ve yeri daha güzeldir? dedi­ler."

Yüce Allah, cehenneme bırakılacak olan zâlimlerin kimler oldu­ğuna bu âyetle açıklık getirmektedir.

Meryem 72'de geçen ve cehennemde bırakılan zâlimlerin iki özel­liği 73. âyette gündeme getirilmektedir:

a)  Allah'ın âyetleri onlara apaçık okunduğu halde, âyetlere olum­suz tavır takınarak inkâr etmeleri.

Bunun anlamı sadece Kur'ân'ın âyetleri değildir. Yüce Allah'ın ilk vahyinden itibaren Hz. Muhammed'e kadar gelen tüm vahyin âyetleri kastedilmekte ve sadece peygamberlerin döneminde yaşayan kâfirler de­ğil, her neslin kâfirleri kastedilmektedir.

b)  Allah Te'âlâ'mn apaçık okunan âyetlerine olumsuz tavır takın­dıktan sonra, iman edenlerle alay etmeleri. İman edenlere karşı gururla­narak  statü  farkından  dolayı  tepeden  bakarak  konuşmaları  onların özellikleri arasında yer almaktadır.                                                    

i. "Hangi grubun makamı daha iyidir?" sorusunu sormalarından anlıyoruz ki, her peygambere inanan insanların sosyal sta­tüleri yüksek değildi. Ayetteki makam kelimesi, "sosyal statü"yü ifade etmektedir.

Bu kâfirler, zâlimler, cehennemde kalacak olanlar, sosyal statü ile iman arasında bir bağlantı kurmaya çalışmaktadırlar. Sosyal statü onların iman etmesine engel olmuştur. Bundan da anlıyoruz ki, peygamberlere,

Allah'ın âyetlerine genelde toplumun ileri gelenleri olumsuz tepki gös­termiş ve bu hususta kibirlenmişlerdir.

ii. "Yeri daha güzeldir."

73. âyetin son kelimesi olan  nediyyâ, "meclis, âyin, yer" anlamına gelmekte, 'Ankebût 29'da "toplantı yeri" 'Alak 17'de ise "meclis" anlamını ifade etmektedir. Demek ki kâfirlerin teşkil ettiği grubun ve o grubun toplumdaki seviyesinin daha üstün olduğunu söylemektedirler. Onlar demek istiyorlar ki, eğer dininiz, Allah'ın âyetleri sizi yüceltseydi yüceltirdi. Sizin gibi düşük statüde olanlar o âyetlere inanmaktadır. [27]    

 

Tarih Tekerrür Edebilir

             

74.  Oysa, Biz onlardan önce gelip geçen, onlardan da­ha güçlü ve dış görünüş olarak onlardan daha üstün olan nice nesilleri helak ettik.

75.  De ki: "Kim sapıklık içinde ise, Rahman ona uzun bir süre tanısın. Sonunda onlar uyarıldıkları azabı ve­ya kıyamet saatini görünce, o zaman kimlerin yerinin daha  kötü  ve  taraftarlarının daha  zayıf olduğunu öğreneceklerdir."

" Allah'ın âyetlerine karşı gelenlerin inananlarla alay etmelerini, sta­tü ve topluluk bakımından kendilerini onlardan üstün görmelerini Yüce Allah bu âyetlerde değerlendirip cevaplandırmaktadır.

1. "Oysa, Biz onlardan önce gelip geçen, onlardan daha güçlü ve dış görünüş olarak onlardan daha üstün olan nice nesilleri helak ettik."

Müminlere, sahip oldukları dünyevi nimet ve sosyal statü bakı­mından üstünlük iddiasında bulunanlara, geçmişten örnekler verilerek ta­rihin tekerrür edebileceği söylenmektedir. Allah'ın âyetlerini inkâr eden, mal ve sosyal statülerini halk yığınlarına baskı unsuru olarak kullanan ve onlara zulüm edenleri helak ettiği gibi Yüce Allah'ın onları da helak e-debileceği uyarısında bulunulmaktadır.

Ayette geçen iesâs kelimesi, "ev eşyası"nı, "varlıkça sahip olunan her şey"i ifade etmektedir. £*j ri'y de "görüntüce, şekilce bir araya getirilmiş güzellikler" demektir; "bir toplumun dışarıdan görünen güzellikleri" anlamındadır.

Netice olarak diyebiliriz ki, günümüzde İslam ülkeleri ile batı ül­keleri arasındaki bilgi ve teknoloji farkının yarattığı ekonomik ve mede­niyet farkından dolayı değerlendirmeler de aynı şekilde yapılmaktadır. İnsanlar, geçmişin olgularından ders alıp kendi şımarıklıklarını disiplin altına almalıdır. Mal ve dünya hayatındaki üstünlük kimsenin kimseye tepeden bakmasına neden olmamalıdır. Bu tepeden bakmaya inkâr ve zulüm de katılınca helakin gelmesi gerekli olmaktadır.

"De ki: Kim sapıklık içinde ise, Rahman ona uzun bir süre tanısın. Sonunda onlar uyarıldıkları azabı veya kıyamet saatini görünce, o zaman kimlerin yerinin daha kötü ve ta­raftarlarının daha zayıf olduğunu öğreneceklerdir."

Ekonomik ve sosyal statü bakımından üstün olan kişi sapıklık i-çinde ise Yüce Allah onun ömrünü uzatır. Buradaki sapıklık içinde olan sadece fert değil, toplum da olabilir. Ayetin bu kısmındaki zamir tekil olmasına rağmen bizim onu toplum olarak anlamamız gerekiyor. Çünkü daha sonraki Ijlj raev ifadesindeki kullanım çoğuldur. Ayetin son kıs­mındaki "bilecekler" fiili de çoğul kalıbında gelmiştir. O zaman ferdin ömrünün uzaması değil, toplumun ömrünün uzaması sağlanmış olmaktadır. Demek ki Yüce Allah sapıklık içinde olan güçlü toplumlara, yani ekonomide ve sosyal yapıda kendini üstün gören toplumlara mühlet tanımaktadır. Burada şu soruyu sorabiliriz: Bu tip sapık toplumlara Yüce Allah neden mühlet tanımaktadır?

Sorunun cevabını başka âyetlerle verebiliriz:

 "Onlar orada: Rabbimiz! Bizi çıkar,

yaptıklarımızın yerine iyi işler yapalım! diye feryat ederler. Size düşüne­cek kimsenin düşüneceği kadar bir Ömür vermedik mi? Size uyarıcı da gelmedi mi? Şimdi tadın azabı. Zâlimlerin yardımcısı yoktur" (Fâtır 35/37).

Bu âyetten anlıyoruz ki, sapık toplumlara Yüce Allah'ın mühlet verip ömürlerini uzatmasının sebebi düşünmelerini temin etmek, düşün­me konusundaki iradelerinin gerçekleşmesini beklemektir. Allah isterse onları iman ettirip hidâyete getirir (Yûnus 10/99); ama kendi irâdeleri ile bunu yapmalarını istemektedir (Kehf 18/29; İnşân 76/3).                  

Demek ki Yüce Allah sapık toplumların kendi irâdeleri ile değişi­me uğrayıp akıllarım başlarına alma fırsatını onlara tanımaktadır.

"İnkar edenler sanmasınlar ki, kendilerine mühlet vermemiz onlar için daha iyidir. Onlara ancak günahlarını artırmaları için fırsat veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır" (Al-i İmrân 3/178).

Bu âyet Fâtır 37'nin tam tersi gibi gözükmektedir. Aslında birbiri­ne ters düşmemektedirler. Düşünmek için, aklını başına alıp gerekli de­ğişim adına fırsat tanınan toplumlar, bunu vaktinde yapamayınca, bu se­fer onlardan ümit kesilir ve onlara daldıkları günaha tamamen dalıp ce­zalandırılmaları için fırsat verilir. Çünkü onların iyiden yana değişme­meleri bunu gerekli kılmaktadır. Yüce Allah kullan ne istiyorsa, davranişları neyi gerekli kılıyorsa onu vermekte, ama fırsat tanımayı da ihmal etmemektedir.

 Yine O'na iman etmedikleri ilk durumdaki gibi onların gönüllerini ve gözleri­ni ters çeviririz. Ve onları şaşkın olarak azgınlıkları içerisinde bırakırız" (En'âm 6/110).

Eğitilmesi mümkün olmayan insanları, eğitimin bütün metotlarını denedikten sonra azgınlıkları içinde bırakmaktan başka çare yoktur.

Sorunun cevabım bu âyetlerle verdikten sonra, aynı soruya yoru­munu yapmakta olduğumuz 73 ve 74. âyetleri dikkate alarak başka bir cevap vermeyi uygun buluyoruz: Allah'ın âyetleri kendilerine açıkça okunduktan sonra inkâr edenler, inananlara karşı büyüklük taslayarak mal ve mevki bakımından üstün olduklarını hatırlatarak onları hor görü­yorlar, mal ve sosyal statülerini kullanarak inananları ezmeye çalışıyorlardı.                                                                              İşte Yüce Allah, bu şekilde sapıklığa dalanlara mühlet tanıdı ki, onlara karşı inananlar da gelişsin, güçlensin, çoğalsın, kendilerini savu­nacak hale gelsin de onları yenerek dünyevî azabı tattırsınlar. Yüce Al­lah, inananlara yardım edip, kendilerine dünyayı dar edenlere karşı zafer kazanmalarını temin edip onları cezalandırmaktadır.

Yüce umun güçlenip zâlime karşı zafer kazanması için zâlimlere mühlet vermiş, vermekte ve verecektir.                                                                                 Allah'ın bu âyetlerdeki açıklaması zulme uğrayan inanırların kötümserliğe kapılmalarını, beklenti içinde yorucu çalışmalarını temin etmeyi amaçlamaktadır. Tefsirini yapmakta olduğumuz âyetin devamın-dan da sonuncu yorumumuza destek vardır: "Sonunda onlar uyarıldıkları azabı veya kıyamet saatini görünce kimlerin yerinin daha kötü ve taraftarları­nın daha zayıf olduğunu öğreneceklerdir."                                         

Allah'ın âyetlerini inkâr edip, inananlara karşı sosyal statülerini ve taraftarlarını baskı aracı olarak kullananların yanlış yolda oldukları hem geçmiş peygamberlerin döneminde hem de Kur'ân'da söylenmiş ve bu

konuda uyanlarda bulunulmuştur. Bu davranışlarının sonu ceza, yani a-zap olacağı konusunda uyarılmışlardı.

İnananlara zulmedenler bu dünyada cezalandırılacaklardır. Yüce Allah'ın, kimi zaman onlara tabiat olayları ile ceza verdiğine, kimi za­man da zulmettikleri inanırlar vasıtasıyla hezimete uğratarak cezalandır­dığına şahit oluyoruz.

Kıyamet gününde değerlendirmenin farklı olması nedeniyle Allah katında statü bakımından kimin daha yücelerde olduğunu anlayacaklar­dır. Bu dünyada baskı unsuru olarak kullandıkları mal ve sosyal statüle­rinin orada hiçbir şeye yaramayacağı bugünden haber verilmektedir. Dünyevî ölçülerle seviye üstünlüğünün ve kuru kalabalıkların gücünün Allah katında hiçbir şey ifade etmeyeceğini bilecekler, anlayacaklar ve idrak edeceklerdir.

Öteki dünyanın seviyesini belirleyen bu dünyadan götürülecek o-lan gönüldür, takvadır, iyi amellerdir.

i. "O gun ne mal fayda verir ne de evlat. Ancak Allah'a selîm kalp ile gelenler fayda bulur" (Şu'arâ 26/88-89). Selîm kalp, Allah ile, insanlarla barışık olan, şirkten temiz­lenmiş, tevhîd inancı ile dolu olan gönüldür ve fayda verecek olan da budur.  

ii. "Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle kaynaşmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Elbet­te Allah katında en değerli olanınız, O'ndan en çok sakınanızdır"

(Hucurât 49/13).

Demek ki, Allah katında insanın değerini belirleyen, aklı kullan­mayı, düşünmeyi, haramlardan sakınmayı, farzları yerine getirmeyi şart koşan takvadır.                 

iii. "Andolsun, içinde şerefiniz olan bir kitabı size indirdik. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?" (Enbiyâ 21/10); "Doğrusu Kur'ân, sana ve kavmine bir şereftir" (Zuhruf 43/44). Allah katındaki statünün seviyesini, değerini belirleyen,

O'nun istediği şekilde hayatını düzenlemektir. Şeref ondadır. Ondaki şe­refi alabilmek için insan hak ve özgürlüklerine saygı duymak, tevhîd i-nancına sahip olmak, iyiyi hayata geçirmek gerekiyor.

rri îşte dünya ve âhiretteki azabı görmeden önce tedbirini alıp ilâhî yolun gerekli kıldığı aklın yolunu tutmak gerekiyor. Toplumda sınıf o-luşturmanın, sınıf farkını baskı için kullanmanın, aşağı sınıftakileri hor görüp onların inançlarını aşağılamanın ne denli insanlık dışı, din dişi bir davranış olduğunun eğitimi verilmektedir. İnsanları inançlarından dolayı aşağılamanın sonucu ilâhî cezaya varmaktadır.

Din âlimleri ve görevlileri, toplumlardaki bu bölünmelere, sosyal statü ve ekonomik durumlarım baskı unsuru olarak kullananlara gerekli olan bilgilendirmeyi, bilinci ve inancı aşılamak, insan ilişkilerinden kib­ri, belli bir oranda temizlemelidirler. [28]

 

Kalıcı Ameller

 

76. Allah, doğru yolda gidenlerin hidâyetini artırır. Kahcı olan iyi işler, Rabb'inin nezdinde hem ödül bakı­mından daha iyi hem de sonuç olarak daha hayırlıdır.

Bu âyetten çıkaracağımız neticeler olacaktır:

"Allah, doğru yolda gidenlerin hidâyetini artırır."

Ayetin bu kısmında geçen "hidâyetin" ne olduğunu çözümlemek gerekiyor. Hidâyet "iman" anlamına gelmektedir. [29] Râzî imanın hidâyet olduğunu söylemektedir. "Doğru yolda gi­den", o zaman iman eden insan demektir. İman eden adam, doğru yolu bulmuş demektir.    

O zaman "hidâyetini artırmak", imanını artırmak anlamını ifade etmektedir. Bu durumda imanın artıp artmadığı sorusu ile karşı karşıya kalırız. Bazı âlimler imanın artmadığını iddia etseler bile, imanın artaca­ğını biliyor ve onların tartışmalarına girmiyoruz.                                   

Acaba iman ne ile ve nasıl artacak? sorusunu sormamız gerekiyor. "Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rabb'lerine dayanıp güvenen kimselerdir" (Enfâl 8/2).

Demek ki imanı artıran manevî güçlerden biri "Allah'ın âyetlerini anlamak" ve "bu anlayışın doğurduğu bilinç ve iç huzur"dur.

b) İmanlarından dolayı uğradıkları baskı sonucu:

2) "Bir kısım insanlar, mü'minlere: Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar, aman sakının onlardan! dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha artırdı ve Allah bize yeter. O ne güzel vekildir, dediler" (Âl-i İmrân 3/173).

c) ilâhî sükûnetle: "İmanlarını bir kat daha artırsınlar diye mü'minlerin kalplerine güven indiren Allah'tır" (Fetih 48/4). Yüce Allah'ın mü'minlerin kalbine indir­diği güven duygusu, imanlarını artırmıştır. Bu durum her zaman olmak­tadır.                     

d) Kur'ân "Herhangi bir sûre indirildiğinde, onlardan bir kısmı der ki: Bu sizin hanginizin imanını artırdı? îman edenlere gelince, işte onların imanlarını artırır ve onları sevinirler" (Tevbe 9/124).

Kur'ân veya indirilen bir sûre "kalplerinde hastalık olanların hastalığını artırdığı gibi" (Tevbe 9/125) iman edenlerin de imanını artırmaktadır.                                   

e)  İyi amellerle: "İman, yetmiş küsur bölümdür. Bunun en üstünü "la ilahe illellah" sözü, en aşağı ise "yoldan rahatsızlık veren şeyleri kaldırmak"tır" (Tirmizî, İman, 7); "Haya da imandan bir bölümdür" (Tirmizî, İman, 58; Ebû Dâvûd, Sünne, 14; Nesâî, İman, 16; îbn Mâce, Mukaddime, 9). Kötü ameller gönlü kirlettiği gibi, iyi ameller de oradaki parlaklığı, ışığı, temizliği artırır. "Hayır! Bilakis oların işlemekte oldukları kalplerini kirletmiştir" (Mutaffifîn 83/14). Demek ki iyi ameller imanın artışında yakıt görevi yapmaktadır. İmanın, yani hidâyetin teşekkül edebilmesi ve Allah'ın yoluna girebil­mesi için akıl şart olmaktadır.

Diğer taraftan doğru yola girmenin anlamı, iyiliği hayata geçir-jnek, Allah'ın emrettiklerini yerine getirmek de olabilir: "Güzel davrananlara daha güzel karşılık, bir de fazlası vardır" (Yûnus 10/26). Bu âyetteki "daha güzeli ve fazlası vardır" ifadesi, "hi­dâyeti artırmak" manasına alınabilir. Çünkü hidâyeti artırmak da bu dünyada bir ödüldür.

2. "Kalıcı olan iyi işler, Rabb'inin nezdinde hem ödül bakımından daha iyi hem de sonuç olarak daha hayırlıdır.

a) Yüce Allah, âyetin bu kısmında mukayese yapmaktadır. "Daha iyi" ifadesi iki şeyin mukayesesi için kullanılan sıfat derecelenmesidir.

O zaman bir tarafta "iyi ameller" varsa, mukayesenin diğer tara­fında ne vardır? Sorunun cevabını Meryem 73 ile verebiliriz: Orada kâ­firler "Hangimizin mevki ve makamı daha güzeldir? (dediler)." İşte bu sorunun cevabını Yüce Allah 75 ve 76. âyet­lerde vermektedir. Dünyevî farklılıkların değil de, iyi amellerin Allah katındaki farklılıkları önemlidir ilkesi öğretilmektedir.

b)  Din âlimi ve görevlileri Kur'ân'ın bu Metodunu İzleyerek, İn­sanlara Daha Kalıcı Olanın, Daha İyinin Nerede Olduğunu Ve Onu Nasıl Elde Edeceklerini Öğretmeli ve kafalarına kazımalıdır. İyi amel üreten ve doğ­ru yola girenlere verilecek ödülün dahası vardır. Bu dahayı elde etmenin yolu aklı kullanmaktan, imandan ve iyi amellerden geçmektedir. [30]

 

Kafirler İçin Acele Etmeye Değmez

 

77.  Âyetlerimizi inkâr eden ve: "Muhakkak surette ba­na mal ve evlat verilecek" diyen adamı gördün mü?

78.  O gaybı mı bildi, yoksa Allah'ın katından bir söz  mü aldı?

79.  Kesinlikle hayır! Biz onun söylediğini yazacağız ve azabını uzattıkça uzatacağız.

80.  Onun dediğine biz vâris oluruz, kendisi de bize ya­payalnız gelir.

81.  Onlar kendilerine bir itibar ve kuvvet olsun diye Al­lah'tan başka tanrılar edindiler.

82.  Hayır, hayır! Onların ibadetlerini tanımayacaklar  ve onlara hasım olacaklar.

83.  Görmedin mi? Biz, kâfirlerin üzerine kendilerini is­yankarlığa sevk eden şeytanları gönderdik.

84.  Öyle ise onlar hakkında acele etme. Biz onlar için teker teker sayıyoruz.

Bu âyetlerden kâfirlerin psikolojisini, ruh haletlerini, amellerini ve onlara yapılan ve yapılacak muameleleri öğreneceğiz.

1. "Ayetlerimizi inkâr eden ve: 'Muhakkak surette bana mal ve evlat verilecek' diyen adamı gördün mü?"

Bu âyetin indiriliş (nüzul) sebebi anlatıldıktan sonra açıklamasının yapılması daha doğru olacaktır.

Habbâb b. el-Eret isimli sahâbînin 'As b. Vâil'den alacağı vardı. Habbâb borcunu isteyince, Âs b. Vâil, 'Habbâb, Hz. Muhammed'i inkâr etmedikçe borcunu ödemeyeceğini' söyledi. Habbâb, bunu asla yapma­yacağını ifade edince 'As b. Vâil şöyle dedi: "Ben öldüğümde yeniden mi diriltileceğim?" Habbâb: "Evet" deyince, 'Âs b. Vâil: "Öldükten son­ra yeniden diriltildiğimde ve sen bana geldiğinde, orada benim malım ve çocuklarım da olur. İşte borcumu o zaman veririm" dedi (Râzî, age, XV, 401).

Naklettiğimiz nüzul sebebinden hareket ederek âyeti ele alırsak, görürüz ki, bahsedilen kişinin üç özelliği gündeme getirilmektedir:

a) Bu adam, Allah'ın âyetlerini, yani mesajlarını inkâr etmektedir. İnkarcı bir psikolojiye sahiptir.

b)  Âhireti de inkâr etmektedir söz konusu kişi. Kur'ân'ın getirdiği yeniden dirilme ve âhiret hayatını reddetmekte ve bu inançla alay etmek­tedir.        

c) Bu kişi dünya hayatına ve maddî çıkarlarına tutku ile bağlıdır ve tüm başarısı da, dünya hayatının maddî menfaatlerini elde etme ile elde edilmiş olacaktır. Meryem 73'te bahsedilen makam ve mevki onlar için her şeyin, üstünlüğün ölçüleri olmaktadır. Bu açıdan bakınca âyet Kehf 35-36. âyetlere işaret etmektedir: "Kendisine zulmederek bağına girdi. Şöyle dedi: 'Bunun hiçbir zaman yok olacağını sanmam. Kı­yametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet Rabb'imin huzuruna götürü-lürsem, hiç şüphem yok ki, bundan daha hayırlı bir sonuç bulurum."

Dikkat edilirse hep düşünceleri mal ile mülk olmaktadır. Kıyame­te, öldükten sonra dirilmeye inanmıyorlar ama böyle bir şey olursa, yine kendilerine mal ve çocuk verileceğini iddia ediyorlar.

Gerek Kehf 35-36'daki kişi, gerekse Meryem 77'deki şahıs için kullanılan zamir, üçüncü tekil şahıs olması nedeniyle âyetin evrensel bir yapıda olduğunu söyleyebiliriz. Ayetler belli bir kişiyi değil de, aynı zihniyeti paylaşan tüm insanları kapsamına almaktadır. Her nesilde kı­yamete kadar böyle düşünen insanlar olacaktır.

2.  "O, gaybı mı bildi; yoksa Allah'ın katından bir s'öz mü aldı?"'

Yüce Allah 77. âyetteki kişinin durumunu 78. âyette değerlendir­mektedir. O kişinin konuşmasının doğru olabilmesi, yani ona mal ve ev­lat verileceğini söyleyebilmesi için şu iki şeyden birine sahip olması gerekiyor:

a) Gaybı bilmesi lazım.

Yüce Allah'ın kime ne vereceği, ne zaman ve nerede vereceğinin bilgisi gaybî bir bilgidir. Gaybın ne olduğunu Bakara 3'te açıkladık. Sa­dece Allah'ın bildiği ama bizim inandığımız bilgi alanına "gayb alanı" denmektedir. Ayetin bu konudaki sorusu, reddeden bir soru niteliğinde­dir. Gaybı bilmediğine göre, "bu kişinin 77. âyetteki sözleri yanlıştır, hakikatle alakası yoktur" anlamına gelmektedir.

b) Allah katından bir söz alması gerekiyor.

Bu sözleri söyleyen kişi gaybı bilmiyor ise, o takdirde Allah'tan aldığı bir söz gereği böyle konuşması gerekiyor. Bu konuşmanın altında böyle bir söz alma olmadığına göre, söz de yalandır. Yalan söyleyen in­sana nasıl bir muamele yapılacağı da bir sonraki âyette açıklamaktadır.

3. "Kesinlikle hayır! Biz, onun söylediğini yazacağız ve cezasını uzattıkça uzatacağız."

Âyette geçen senektübü "yazacağız" ifadesinden anlıyoruz ki, âyetlerin içeriği evrensel niteliktedir. Eğer "yazıyoruz" denseydi belli kişiye ait olacaktı; "yazacağız" denmekle, istikbalde bu şekilde düşünen ve inanlara da işaret edilmiş olmaktadır.

Âyette geçen -is kellâ "hayır" ifadesi de, o kişinin gaybı bilmedi­ğine, Allah'tan da bir söz olmadığına işaret etmektedir.

Söylenen sözün tespit edilip yazıldığını gündeme getiren âyet, sa­dece amellerin değil, sözlerin de kayıt altına alındığını vurgulamaktadır. Tespit edilen sözlere göre de kişi cezalandırılacaktır. Bu şekilde konu­şanların cezasında davranışlarına ilaveten sözleri nedeniyle de bir artır­ma olacaktır. İnanmayan insanların Allah'a iftira edercesine konuşmala­rının cezalandırılmasında uzatma olacağını Yüce Allah bildirmekte ve onun öğretimini de bu dünyada yapmaktadır. Ahirette cezanın uzaması­nın, orada verilen bir karar neticesi olmayacağı, sapık kişinin buradaki davranış ve sözlerinin fazlalığı nedeniyle azabın da artmış olacağı ifade edilmektedir.

4. "Onun dediğine biz vâris oluruz, kendisi de bize yapayalnız gelir."

Bu kişinin dediği ne idi? 77. âyete dönersek sorunun cevabını bu-labiliriz: "Muhakkak surette bana mal ve evlat verilecek." Dediği bu olduğuna göre, sahip olduğu malı ve evlatları kendisinden ay­rılacak, bunun neticesinde de ölen kimseye, miras bıraktıklarının dön­memesi gibi ona da dönmeyeceklerdir. Onun vârisi kendisine dönmeye­ceğinden, söylediğine Allah vâris olacaktır.

Tüm kazanımları ondan ayrılıp bu dünyada kalacağından Allah'ın huzuruna yapayalnız varacaktır. İnkâr ettiği âhiret hayatında yapayalnız kalacaktır. Allah'ın huzuruna ilk yaratılıştaki gibi tek tek varılacağı ko­nusunu En'âm 94'te açıkladık.

Âyetten şu ilkeyi çıkartıyoruz: İnsanlar tutku derecesinde, tanrı e-dinircesine dünyaya ve onun menfaatlerine sarılmamalıdırlar. Dünyanın menfaatleri bir aracı olarak gereklidir, ama asla amaç olmamalıdırlar. İnkar psikolojisi içinde dünya ile ilişki kuran kişi, ahirette tek basma ka-

lacak ve tek başına dünya menfaatlerinden sıyrılmış olarak Allah'ın huzuruna çıkacaktır. İnkâr psikolojisinin en büyük tahribatı, dünya ile âhiretin dengelerini bozmasıdır. Dünyanın, âhiretin vasıtası olması ger­çeğini ters-yüz çevirerek amaç haline getirmek, âhireti kaybetmesine se­bep olmaktadır.

5.  "Onlar, kendilerine bir itibar ve kuvvet olsun diye Allah'tan başka tanrılar edindiler."

Yorumunu yapmakta olduğumuz Meryem 81. âyetin sonunda yer alan 'izzen kelimesi, "aziz, yardımcı, koruyucu, bol yağmur, güç, kuvvet" anlamına gelmektedir. Mealde de verdiğimiz gibi bu tür insanlar itibar ve kuvvet kazanacaklar diye Allah'tan başka tanrılar edinmişlerdir.

Bu âyetten günümüze şu çıkarımda bulunabiliriz: İnsanların Al­lah'a şirk koşmalarının sebeplerinden biri "itibar" elde etmektir. Aslında bir sosyal statü sorunu olmasaydı, şirk koşmayacak insanlar vardır. Biri­leri, bir yerde veya bir ortamda itibar elde etmek için birilerini tanrı edi­nir. Bu geçmişte yaşandığı gibi günümüzde de yaşanmaktadır.

İtibar elde etme tutkusu insanı sahte tanrılar peşine koşturduğu için Hz. Ali'nin babası da bu itibarı kaybetmemek uğruna tevhîd inancına yanaşmamıştı. Demek ki, çok tanrılı inanca sahip olan insanların arasın­da itibar elde etmek isteyen kişi, sahte tanrılara inanmaya boyun eğmek­tedir. İtibarı verecek olan sosyal çevrenin inancı insanı etkilemektedir. Böyle bir kültür ve inanç çevresinde kişinin irâdesi kalmamakta, akan bir nehre kapılan kişinin durumu gibi o kültür çevresinin akışına kapıla­rak şirk koşmaktadır. Sahte itibar, sahte tanrıların peşine koşarak elde edilmektedir. Yüce Allah, sebep sonuç ilişkisi içinde şirki anlatmaktadır.

6.  "Hayır, hayır! Onların ibadetlerini tanımayacaklar ve onlara hasım olacaklar."

a) Kim, kimin ibadetlerini tanımayacak? Bu soruyu âlimler iki gruba ayrılarak yorum getirip cevaplandırmışlardır:

i. Melekler, meleklere tapanların tapınmasını reddedecektir.

 "O gün Allah, onların hepsini toplayacak, sonra meleklere: 'Size tapanlar bunlar mıydı?' diyecek. Melekler de: 'Sen yücesin, bizim dostumuz onlar değil, sensin. Belki onlar cinlere ta­pıyorlardı. Çoğu onlara inanıyordu' diyecekler" (Sebe' 34/40-41).

ii. Yüce Allah, mahşerde, bu dünyada müşriklerin tapındıkları nes­nelere, cansız putlara can verecek ve onlar, müşriklerin tapınmasını red­dedecektir.[31]

Bize göre "inkâr edecek olanlar" Sebe' 41'de meleklerin söyledik­leri cinler ojacaktır. Buna delil olarak İbrahim sûresinin 22. âyetini gös­terebiliriz: "Şüphesiz daha önce ben, beni Allah'a ortak koşmanızı reddettim." Şeytana tapanlara şeytan mahşerde bunu söyleyecek ve onların onu tanrı edinmesini, ona tapmasını, değil âhirette, bu dünyada da kabul etmediğini belirtmektedir.

Yukarıda kim, kimin ibadetini reddedecektir? sorusuna En'âm 23'üncü âyet açısından bakarsak farklı bir cevap verebiliriz: "Sonra: 'Rabbimiz Allah'a and olsun, biz ortak

koşan değildik' demekten başka çareleri kalmaz." Müşrikler, putlara tap­tıklarını inkâr edeceklerdir. Bu âyetin, yorumunu yapmakta olduğumuz Meryem 82'ye daha uygun düştüğünü söyleyebiliriz.

b) Kim, kime hasım olacak?

En'âm 23 ile meseleye yaklaşırsak, müşrikler, taptıkları sahte tan­rılara mahşerde hasım olacaklardır, diyebiliriz. Ayetin, yani Meryem 82'nin sonunda geçen iju* dıddâ kelimesi, "tek kişi veya topluluğa karşı olmak" demektir.

Eğer bu dünyada Allah'tan başka taptıkları Hz. Üzeyir, Hz. îsâ, melekler ve cinler kastediliyorsa, onlar mahşerde onların tapınmalarını reddedecek ve onların tapınmalarına karşı zıt bir davranış sergileyecek­lerdir.

Demek ki, müşrikler mahşerde sadece cezalarım çekmeyecekler, aynı zamanda, tapındıkları sahte tanrılarının inkârı ve düşmanlığı ile kar­şılaşacaklardır. İşte tanrı edindiğin varlığın inkârı ve düşmanlığı ile kar­şılaşmaları da onlar için büyük bir azap olacaktır.

Bu dünyadaki sahte tanrıların dostluğu, orada düşmanlığa dönüşe­cektir. Yüce Allah bunları hem tüm insanlığa hem de müminlere anlata­rak öğüt vermekte, uyarıda bulunmakta ve insanlara davranışlarının so­nucunu düşünerek hareket etmelerini önermektedir. Aslında din eğitimi­nin kalitesi ve başarısı, insanlara sebep-sonuç ilişkisi içerisinde kendi davranışlarını tenkit etme kapasitesini kazandırıp kazandırmamasıyla il­gilidir, denebilir.

Tevhîd inancı eğitimi verilirken, şirkin kirliliğine ve doğuracağı pişmanlığa dikkat çekilmelidir. Şirk koşanın, tapındığı tanrıların inkârı ve düşmanlığı ile karşılaşmasının doğuracağı pişmanlık mutlaka işlenmelidir.

7- "Görmedin mi? Biz kâ­firlerin üzerine kendilerini isyankarlığa sevk eden şeytanları gönderdik."

Kendilerini isyankarlığa sevk etmelerinin anlamı, kötü anlamda "kışkırtmaktır. Burada şu soruyu sorabiliriz: Yüce Allah'ın, şeytanları kâfirlerin üzerine göndermesi doğru olur mu? Dikkat edilirse Yüce Al­lah, şeytanları tüm insanların üzerine göndermiyor, kâfirlerin üzerine gönderiyor. Demek ki kâfirin inkârı sebebiyle Allah şeytanları onların üzerine göndermektedir. Sebep onların inkârı, sonuç da göndermek ol­maktadır.

Aslında Yüce Allah, şeytanları etki altına alamayacakları kullarına da göndermektedir. Ama şeytanlar sağlam kullarını etki altına alamamakta, kâfirleri ise etkilemektedirler.

"Allah buyurdu: Defol, git! Onlardan kim sana uyarsa cezanız cehennem olacaktır. Ne de mükemmel ceza! Onlar­dan gücünün yettiği kimseleri davetinle şaşırt; süvarilerinle, yayalarınla onları yaygaraya boğ; mallarına, evlatlarına ortak ol; kendilerine vaat­lerde bulun. Şeytan, insanlara aldatmadan başka bir şey vaadetmez. Şu­rası muhakkak ki, benim kullarım üzerinde senin hiçbir etkin olmaya­caktır. Vekîl olarak Rabbin yeter" (İsrâ 17/63-65).

Demek ki şeytanlar, Allah'ın iyi, muhlis kullarına etki edememele­rine karşın, kâfirleri kışkırtarak daha da yanlış iş yaptırırlar. Başka bir i-fadeyle onları alabildiğine azdırırlar. Âyette geçen jj; teüzzü fiili, "kış­kırtmak, teşvik etmek, tencere kaynarken fokurdaması, karışmak, birbi­rine girmek" anlamına gelir. Bu kelime, tencerenin kaynarken fokurda­ması anlamı ile bir hadiste de yer almaktadır.[32]

Demek ki şeytanlar kâfirleri öylesine kışkırtıyorlar ki, içleri isyan­dan fokurduyor.

Netice olarak diyebiliriz ki, inkâr psikolojisi şeytanların etkisine açık bir alan oluşturmaktadır. İnkarcılar kötü olmasına rağmen, şeytanlar onları daha da kötüye götürmektedirler. İnkâr, aslında, insanın manevî yapısında kötü huylu bir tümör olarak meydana gelmektedir; kışkırtmak ise o tümörü son safhasına götürmektedir.

8. "Öyleyse onlar hakkında acele etme. Biz onlar için teker teker sayıyoruz."

Yüce Allah, Hz. Peygamber'e, tevhîd inancına karşı mücâdele ve­ren, mü'minlere inanç özgürlüğü tanımayan kâfirlerin cezalandırılma­sında acele ettiği için ona "acele etmemesi" emrini vermiştir.

Kıyamete imanı ve âhiretteki cezayı alaya alan ve neticede onlara ceza gelmesinde acele eden Hz. Peygamber'e Yüce Allah iyi bir sabırla sabretmesini de emretmektedir (Me'âric 70/1-5).

Yüce Allah, mü'minlere inanç özgürlüğü tanımayan, onlarla alay eden kâfirlerin durumu ile yakînen ilgilendiğini, onların amellerini teker teker kaydedip saydığını söylemektedir. Meryem 75'te belirtildiği gibi Yüce Allah onlara "mühlet vermekte"dir. Onun için Kur'ân'in cezalan­dırma konusunda temel kaidesi şudur: "O halde, peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret. Onlar hakkında acele etme, onlar vaadedildikleri azabı gördükleri gün sanki dünyada sadece gündüzün bir saati kadar kaldıklarını sanırlar.

Bu, bir tebliğdir. Yoldan çıkmış topluluklardan başkası helak edilir mi hiç?" (Ahkâf 46/35).

Netice olarak diyebiliriz ki peygamberler ve onların ahlâkı ile ahlâklanan mü'minler, kâfirlerden gelen alay ve saldırılara karşı sabırlı olmalı, onların helaki için beddua etmek yerine beklenti içinde olmalı ve Allah'ın, onların durumu ile ilgilendiğini bilerek davranmalıdırlar. Yüce Allah'ın cezalandıracağını ve bu cezalandırmanın belli bir zamanı oldu­ğunu, onların yaptıklarının asla göz ardı edilmeyeceğinin bilincini taşı­mak gerekiyor.

İnsanlığın başlangıcından bu yana iyi ile kötü mücâdele etmekte, kimi zaman iyiyi savunanlar kötüyü savunanların saldırısı ile karşı kar­şıya kalmaktadır. Böyle anlarda iyilerin en güçlü silahı sabır olmuştur; Yüce Allah'ın bu baskılarla ilgilendiği bilincinin mayaladığı bir sabır olmuştur.

Din eğitimi bu bilinci mü'minlere kazandırmalı, iyilerin kötülere bakışının nasıl olması gerektiğini bu âyetlerin ışığında öğretmeli, iyilerin güçsüz oldukları dönemlerde, zulmedenleri Allah'ın cezalandıracağını asla akıllarından çıkarmamalarını ısrarla öğretmelidir. [33]

 

Mahşer Günündeki Durum

 

55.  Takva sahiplerini, Rahman'm huzurunda,  O'na gelmiş konuklar olarak topladığımız gün.

86. Suçluları suya götürür gibi cehenneme süreriz.

87. Rahman 'in katında bir söz almamış olandan başka­sı asla şefaatte bulunamayacaktır.

Yüce Allah, kâfirlerin ve müşriklerin durumunu anlattıktan sonra Allah'a saygı duyan, yani muttakîlerin mahşerdeki durumlarını ele almaktadır.

1.  "Takva sahiplerini, Rahmân'ın huzurunda, O'na gelmiş konuklar olarak topladığımız gün."

Takvanın açıklamasını Bakara 22'de geniş bir şekilde yaptık. Bi­lindiği gibi takva "manevî gıdaların en iyisidir" (Bakara 2/197); manevî elbiselerin en kalitelisidir (A'râf 7/26). Ruhunu takva gıdası ile besleyen ve takva elbisesi ile giydiren kişiler konuk olarak Allah'ın huzurunda bir araya gelip toplanacaklardır. Bundan anlıyoruz ki, mahşer gününün deh­şeti kâfir ve müşrikler için korkunç olacak, takvaya erenler için korkula­cak bir gün olmayacak, tam tersine onlar esenlik içinde olacaklardır.

Âyette yer alan "Rahmân'ın huzuru" ifadesinden, Allah'a mekân verildiği anlamı çıkarılmamalıdır. Sanki "Allah bir mekânda olacak, tak­va sahipleri de O'nun huzuruna çıkarılacaktır" gibi düşünülebilir; ancak bu huzurda toplanmayı maddî anlamda değil de manevî anlamda almak gerekiyor. Buradaki sahneyi şunlara benzetebiliriz: "Ben, Rabb'ime gidiyorum. Pek yakında beni doğru yola iletecektir" (Sâffât 37/99) diyen Hz. İbrahim, Allah'a mekân verme­mektedir. Bundan maksat, manevî anlamda Allah'a gitmektedir; çünkü Allah kişiye, kedisinden daha yakındır (Kâf 50/16). Aynı şekilde: "Ben, hanîf olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim" (En'âm 6/79) diyen Hz. İbrahim'in benliğini Allah'a yöneltmesi de buna benzemektedir.

2.  "Suçluları suya götürür gibi cehen­neme süreriz."

Âyette geçen vird kelimesi, "susamışlar olarak" anlamına gelmektedir. Ahfeş, Ferrâ, ibnü'l-'Arabî bu kelimeye, "çıplak ayaklı, pi­yade" manasını vermişlerdir (Kurtubi, agey XI, 272). el-mücrimin kelimesi de, "günaha dalmış kimse" anlamına gelmektedir. Öyle anlıyoruz ki dünyada günaha dalıp gitmiş olanlar, susuz kalmış sü­rülerin suya koşması gibi, cehenneme koşacaklardır.

Takva sahipleri Allah'ın huzurunda konuk olarak toplanırken, suç­lular cehenneme susuzluktan suya koşanlar gibi sevk edileceklerdir. Bu âyetler, yani Meryem 85. âyet Zümer 73'ü; Meryem 86 da Zümer 71. âyeti temsil etmektedir.

Meryem 85 ile Zümer 73'ün teşvik edici; Meryem 86 ile Zümer 71'in caydırıcı nitelikte olduklarını söylemekte yarar vardır.

3. "Rahmân'ın katında bir söz almamış olandan başkası asla şefaatte bulunamayacaktır."

"Rahmanın katında bir söz almak" ifadesinin kar­şılığı Bakara 255'te "Onun izni olmaksızın nezdinde şefaat edecek olan kimdir?" ifadesidir. Allah'tan şefaat etme sözü almak, O'nun iznini almak demektir. Demek ki Bakara 255'te "i-zin", Meryem 87'de ahd, yani "söz" olarak yer almaktadır. Allah'tan i-zin, yani söz alandan başkası şefaat edemeyecektir. Bu ne anlama gel­mektedir? Bunun anlamını verebilmek için şu âyetlere gitmemiz gereki­yor:

a) "Şefaatin tamamı Allah'a aittir" (Zümer 39/44).

b)  "Yoksa onlar, Allah'tan başkasını şefaatçi mi edindiler?" (Zümer 39/43).

Müslümanlar, genelde bütün insanlar, şefaatin tamamının Allah'a ait olduğu bilgisine sahip olmalı ve bu bilince göre hareket etmelidir. Al­lah'tan başkasını şefaatçi edinmek şirktir. Çünkü bu dünyada insan, Allah'ın şefaat etmesi için kime izin vereceğini bilemez. Onun için biz şefaati Allah'tan bekleriz, mahşerde kime bu yetkiyi vereceğini bileme­diğimiz için başkalarından şefaat dileyemeyiz. Şefaat konusunu Bakara 48'de geniş bir şekilde açıkladığımız için, burada bu izahla yetiniyoruz.

Din eğitimcileri, şefaat konusunu iyi işleyip insanları şirkten kur­tarmalıdırlar. Hz. Peygamber'e, şefaat etmesi için yalvarmanın, türbelere gidip ölülerden, şeyhlerden şefaat umar hale geldiği iyi anlatılmalıdır. İs­lâm âleminin bu konuda ayakları şirk batağından kurtulmamakta, bu ya­pılan yanlış, bütün ibadetleri kara delik gibi yutmaktadır. [34]

 

Şirkin Başka Bîr Çeşidi

 

88.  'Rahman çocuk edindi' dediler

89.  Gerçekten siz, pek çirkin bir şey ortaya attınız.

90-91. Rahman'a çocuk isnadında bulunmaları yüzün­den, neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp düşecektir.

92. Halbuki çocuk edinmek Rahmân'ın   şanına yakışmaz. Bu âyetleri toplu halde tefsir etmeyi uygun buluyoruz:

1. Kimler Allah'ın çocuk edindiğini söylemiştir? Sorunun cevabı olarak Mâide 18, 73 ve Tevbe 30'a göre Yahudi ve Hıristiyanlar bu iddi­ada bulunmuşlardır, diyebiliriz. İsrâ 40'a göre de Araplar demişlerdir. Şimdi bu ve benzeri âyetlerin metnini vererek sorumuzu net bir şekilde cevaplandıralım:

a) "Yahudiler ve Hıristiyanlar: 'Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz' dediler" (Mâide 5/18).

b) "Andolsun, 'Allah, üçün üçüncüsüdür' diyenler de kâfir olmuşlardır" (Mâide 5/73).

c) "Yahudiler; 'Üzeyr Allah'ın  oğludur'   dediler.   Hıristiyanlar  da:   'Mesih  (îsâ)   Allah'ın oğludur' dediler" (Tevbe 9/30).

d) "Rabbiniz, erkek çocuklan si­zin için ayırdı da, kendisi meleklerden kız çocuklan mı edindi?" (İsrâ 17/40).

"Allah'a bir de cinleri ortak koştular. Oysaki, onları da Allah yaratmıştır. Bilgisizce O'na oğullar ve kızlar isnat etme saçmalığını gösterdiler. Şanı yücedir O'nun. Onların nitelemelerinin ötesindedir" (En'âm 6/100).

f) "Allah'a hâşâ, kız çocuklar isnat ediyorlar, kendilerine ise istediklerini ayırıyorlar" (Nahl 16/57).

"Ama onlar Allah'ın kulları arasından bir kısmını O'nun bir parçası say­dılar. İnsan gerçekten apaçık bir nankördür. Demek O, yaratıkları ara­sından kızları kendisine alıp da oğullan size mi verdi?" (Zuhruf 43/15-16).

h) "Demek, erkekler sizin, dişiler Allah'ın mı?" (Necm 53/21).

Demek ki Allah'ın çocuk edindiğine dair mantar kültürünü üreten­ler, Hz. İsmail'in soyundan gelen Araplar ile Hz. İshâk'ın soyundan ge­len İsrâiloğulları olmuştur. Daha sona İsrâiloğullarının bu iddiası, başka milletlere de yayıldı.

2. Bu söz nasıl bir sözdür?

Bu sözün değerlendirmesini biz yapamayacağımız için, Yüce Al­lah çeşitli âyetlerinde bunu yapmaktadır.

a)  Bu söz, iddia veya inanç, azabı hak edecek bir sözdür (Mâide 5/18).

b)  Bu söz, sahibini kâfir olarak ilan ettirecek bir sözdür (Mâide 5/73).

c) Bu söz, ağız ile gevelenen bir sözdür. Daha önce kâfir olanların sözlerine benzeyen bir sözdür. Allah'ın kahrına sebep olan bir sözdür. Şeytanın etkisinde kalarak ifade edilen bir iddiadır (Tevbe 9/30).

d) İnsanı şirke götüren haddi aşan bir sözdür (İsrâ 17/40).

e)  Yorumunu yapmakta olduğumuz Meryem 89'da da bu sözün pek çirkin bir iddia olduğu ifade edilmektedir. 89. âyette geçen ılı iddâ, "son derece çirkin durum, büyük musibet, görülmemiş büyük iddia" an­lamına gelmektedir ve İsrâ 40'da geçen "büyük söz; içinde şirk, inkâr taşıyan büyük, çirkin söz" demektir. Demek ki bu söz, "inanç dün­yasını kirleten, yozlaştıran, şirke ve inkâra kaydıran kirli, çirkin, haddini aşan ve Allah'a iftira dolu bir söz, iddia ve inanç"tır.

3. Bu sözün etkisi ne ölçüdedir?

Sorunun cevabını yorumunu yapmakta olduğumuz Meryem 90 ile vermemiz mümkündür "Bundan dolayı neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkı­lıp düşecektir."

yetefettarne, "yardı" anlamına gelen fetara kelimesinden "çatlayacak" manasını ifade eden bir kelimedir. tenşakku kelimesi de "yarılmak" anlamına gelen şakka kelimesinden türemiştir, tehırru, "parçalanıp, dağılarak yıkılmak" manasındadır. ili heddâ, "ye­rin dibine geçmek, şiddetli yıkım, sarsmak, parçalanmak, zayıf, güçsüz, cömert, eli açık" manalarına gelmektedir.

Kelimelerin manasını verdikten sonra esas neticeye gelebiliriz:

Müşriklerin, "Rahman çocuk edindi" demeleri ile kâinatın düzeni yok olup gidecekti. Bu söz o kadar ağır ve çirkin bir sözdü ki, yer, gök ve dağların yapısını ve nizamını bozacak nitelikte idi. Demek ki, insanla­rın sözleri ve amelleri kaybolmamakta, şiddetine göre kâinatın nizamını bozacak duruma gelmektedir. Nûh, Semûd, 'Ad, Ahkâf ve diğer tabiat olayları ile cezalandırılıp helak edilen toplumların yapıp etmelerine bakı­lırsa eylemlerle kâinatın düzeninin nasıl değiştiği görülmüş olacaktır. Ağır, çirkin sözleri ve eylemleri tabiat bile kabul etmemekte, onlara da-yan amamaktadir. İşte âyette geçen "Rahman çocuk edindi" sözü de bun­lardan biri olmuştur.

İşte insanların bazısı öylesine sözler söylüyor, öylesine amellerde bulunuyorlar ki, kâinatın maddî nizamını değiştirecek hale geliyorlar. Aslında bu insanların meydana getirdikleri deprem, âhiret hayatlarını da cehenneme çevirmektedir.

Yüce Allah Yahudi, Hıristiyan ve Arapların bu inanış şekillerini bize anlatırken, aslında Müslümanları eğitmekte, aynı hataya düşmeleri­ni önlemekte, onları bu konuda bilinçlendirmekte, bu şekildeki şirkten insanlığı temizleme amacını gütmektedir. Yüce Allah'ın bu anlatımını din eğitimcileri konu ve metot edinip, insanlığı hangi inançların kirletti­ğinin bilgisini ve ona paralel olarak bilincini vermelidirler.

4.  "Rahman'a çocuk isnadında bulunmaları yüzünden"

Yorumunu yapmakta olduğumuz Meryem 91. âyet sebebi tespit etmektedir: Yüce Allah, 90. âyette sonucu; 91. âyette de sebebi belirle­miştir. Göklerin yarılması, yerin çatlaması ve dağların yıkılıp düşmesi sonuçtur. Bunun sebebi de "Rahmân'a çocuk isnadında bulunmaları"dır. Yüce Allah, bu âyetleri ile bizlere, yani insanlara fızîkî oluşumları bile sebep-sonuç ilişkisi içerisinde açıklamanın metodunu öğretmekte, ma­nevî sebeplerin maddî sonuçlar doğurabileceğini vurgulamaktadır. "Söz ola imar ede, söz ola tahrib ede." Kötü söz kainatı yıkar, iyi söz insanlığı imar eder, mutluluk getirir, esenlik oluşturur. Kötü söz cehenneme, iyi söz cennete götürür. Kötü söz gönül yarası açar; iyi söz gönül kazanır. Kötü söz Allah'ın kahrını, iyi söz Allah'ın rahmetini getirir.

5. "Halbuki çocuk edinmek Rahmân'ın sânına yakışmaz."

Yüce Allah, onların bu iddialarına ve inançlarına cevap vermekte­dir. Tanrı olan bir varlık, çocuk edinemez; aksi durum, O'nun yüceliğine

ters düşer ve çocuk edinen varlık tanrı olamaz. Çünkü çocuk doğuran varlık, ihtiyarlıyor demektir. Çocuk doğuran varlık ölümlüdür. İhtiyarla­yan ve ölümlü olan varlık tanrı olmaya layık değildir. Onların bu iddiası ihlâs sûresinde de cevaplandırılmaktadır: "De ki: Allah tektir. Allah, samettir/varhğını sürdürmek için hiçbir şeye muhtaç değildir. O, doğurmamış ve doğmamıştır. O'nun hiçbir dengi yoktur" (İhlâs 112/1-4). Çocuk edinmiş olsaydı, doğmadığı, doğurmadığı ve dengi olmadığı şeklindeki özellikleri yok olacaktı.

Yüce Allah bir taraftan geçmişte Kendisi hakkında söylenen yan­lışları anlatıyor, diğer taraftan da bize ve tüm insanlığa nasıl bir tanrıya inanmaları Gerektiğinin bilincini veriyor ve hataları anlatarak doğruyu öğretme metodunu kullanıyor; geçmişin hatalı inançlarını gündeme geti­rerek, şimdinin ve geleceğin doğru inancını yerleştiriyor. [35]

 

Mahşerde Allah'ın Huzuruna Tek Başına Çıkılacaktır

 

93. Göklerde  ve yerde  olan  herkes  istisnasız,   kul olarak Rahman 'a gelecektir.

94. O, bunların hepsini kuşatmış ve Sayıları tesbiî et­miştir.

95. Bunların hepsi de kıyamet gününde O'nun huzuru­na tek başına gelecektir.

Bu âyetler, bir önceki âyetlerin devamı durumundadır. Yüce Allah kendisinin çocuk edinmediğini ve bu iddiada bulunanların yanlışlığını bu âyetlerle açıklayıp cevaplandırmaktadır.

"Göklerde ve yerde olan herkes istisnasız, kul olarak Rahmân'a gelecektir."

Bu âyetten şu sonuçları çıkartabiliriz:

a) Madem ki herkes Allah'ın huzuruna "kul" olarak gelecek, o zaman onlardan Allah'a eş olacak biri olamaz. Kulu olduğu varlığın eşi ve benzeri nasıl olunabilir ki?

b) Yeryüzündeki insanlar gibi gökyüzünde de canlılar vardır. O-nun için âyette yeryüzü ve gökyüzünde olan kimselerden bahsedilirken 'j» men edatı kullanılmaktadır.

c) Yüce Allah, kulluğun istisnası olmayacağını vurgulamaktadır.

2. "O, bunların hepsini kuşatmış ve sayılarını tespit etmiştir."

Tanrı olmaya layık olan varlık, yaratıklarının, kullarının tümünün her şeyini, ihtiyaçlarını, içlerindeki oluşumlarını, Ömürlerini, ilişkilerini, düşüncelerini ve yapıp ettiklerini en ince detayına kadar bilmelidir. İşte Yüce Allah, kullarının yaptıklarının çok olmasına rağmen onları bilgisi ile ihata edip çepeçevre kuşatmış olduğunu ifade etmektedir. Hiçbir şey Allah'a gizli-saklı kalmamaktadır. "Yaratan bilmez mi hiç? O latiftir, her şeyden haberdardır" (Mülk 67/14) buyu­rurken Yüce Allah, aynı özelliğine işaret etmektedir.

Âyette geçen  ahsa kelimesi, Allah'ın el-muhsî isminin eyleme dönüşmesini ifade eden fiil kalıbıdır. Çünkü el-muhsî, Allah'ın isimlerinden biridir.[36]

Yüce Allah, yaratıklarının ve kullarının sayısını da tam manası ile bilmektedir. Kaderde yarattıklarının sayısını belirlemiştir ve onların hiç­biri dışarıda kalmayacak şekilde onlara hâkimdir.

3.  "Bunların hepsi de kıyamet gününde O'nun huzuruna tek başına gelecektir." Bu konuyu En'âm 94'te açıkla-

dik. Ancak buradaki bulunduğu yer itibari ile ele alırsak şunları söyleye­biliriz:

a)  Allah'ın huzuruna kıyamet gününde, ilk yaratılıştaki gibi tek başına çıkmanın, hukuk açısından önemli bir ilkeyi gündeme getirdiğini söyleyebiliriz. Suçun ferdîliği gibi günahın da ferdîliğini bundan çıkara­biliriz. İlâhî hukukun karşısında kişi tek başına hesabını verecektir. İşte bu durum modern hukukun temel ilkesi; aşiret toplumundan modern top­luma geçişin ölçüsü olmuştur. İnsan dünyaya tek başına gelir, sonra sos­yal hayata karışır ve ölümünden sonra da Allah'ın huzurunda sorgula­nırken tek başına olur.

b) Bunun anlamı, kişiye, dünyada Allah'a eş koştukları varlıkların âhirette ondan ayrılacağını bildirmektir. Tek olan Allah'ın huzurunda tek olarak    bulunacaktır.    Sahte    tanrılarını    yanında    bulamayacaktır: "Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geleceksiniz ve size verdiğimiz şeyleri arkanızda bırakacaksınız. Yaratılışınızda or­taklarımız   sandığınız   şefaatçilerinizi   de   yanınızda   göremeyeceğiz. Andolsun, aranız açılmış ve sandığınız şeyler sizden kaybolup gitmiştir" (En'âm 6/94). İşte bu âyet, kıyamette Allah'ın huzurunda tek başına çıkmanın anlamını, nedenini açıklamaktadır: "Sonra Allah'a ortak ko­şanlara: 'Nerede boş yere davasını güttüğünüz ortaklarınız?' diyeceğiz" (En'âm 6/22). Sahte tanrılar, mahşerde kullarını terk edecek ve onlara hiçbir yardımları dokunamayacaktır. Buradaki sahte tanrılar, putlardan ziyade, dünyada tapılan şeytanî güçleri ve insanları ifade etmektedir.

Din âlimi ve görevlileri, insanlara, mahşerde Allah'ın huzuruna tek başına çıkacaklarını, şirk koştukları sahte tanrıların onları orada terk e-deceğini iyice anlatmalı ve onların beynine tevhîd inancını kazımalıdır-lar. İşte Yüce Allah, bunun eğitimini vermekte, insanları bu konuda bi­linçlendirmekte, dünya hayatındaki dinî inanç ve uygulamaların, âhiretteki oluşumlara kaynaklık edeceğini, sebep olacağını öğretmekte ve âhiret-dünya ilişkisine dikkat çekmektedir. [37]

 

Sevgiyi Yaratan Allah'tır

 

86. İman edip iyi amellerde bulunanlara gelince; onlar için Rahman, bir sevgi yaratacaktır.

Bu âyetin analizinden şu neticeleri çıkartıyoruz:

1. Sevginin kaynağında Allah vardır. Yüce Allah, insanları yaratır­ken, gönüllerine sevgi denen duyguyu ham tohum halinde koymaktadır. Biz buna doğuştan var olan sevgi diyoruz.

Ama bir de sonradan kazanılan bir sevgi vardır. Sonradan kazanı­lan, elde edilen sevginin isteyeni, ortamının hazırlayıcısı insandır; vereni de Allah'tır. Genelde doğuştan getirilen sevgiye hubb, sonradan kazanı­lan sevgiye de vüdd dendiğini anlıyoruz.

2.  Yüce Allah, sonradan kazanılacak ya da sonradan yaratacağı sevginin şartlarını ve alt yapısını açıklamaktadır: İman ve iyi amel bu şartlan teşkil etmektedir. İman gönlün eylemi, iyi davranışlar da sosyal ilişkilerinin, ahlâkın işi ve eylemi olmaktadır. İkisinin toplandığı insanlar için Yüce Allah bir sevgi yaratacaktır. Bu sevgiyi iki boyutlu olarak gö­rebiliriz: Birisi Allah'ın onları sevmesi, diğeri de onların birbirlerini sevmeleridir.

3. O zaman şöyle diyebiliriz: İman ile iyi amel ilâhî âleme çıkıyor, oradan Allah'ın yarattığı sevgiyi alıp geliyor. İman ile iyi amel sevgiye dönüşüp insanla Allah'ı, insanlarla insanları kaynaştırıyor, yakınlaştırı­yor, kin ve düşmanlıkları eritip yok ediyor.

4. İman ile iyi amel sebep, Allah'ın sevgiyi onlar için yaratması da sonuç olmaktadır. Geleceği bilemiyoruz ama, günümüzde Müslümanla­rın arasında sevginin olmaması, onların birbirine cemaat, tarikat, mezhep

açısından bakmaları, ölçü olarak İslam dinini kullanmamaları bize göste­riyor ki iman ve amellerinde bir noksanlık, bir yara veya bir defo vardır. Eğer gerçek imana sahip olsalardı ve iyi amel üretselerdi elbette Allah onlar için birbirlerini sevdirecek olan sevgiyi yaratmış olacaktı. Günü­müzde kardeşler bile birbirleri ile geçinemiyor, kavga ediyor, kin tutup düşmanlaşıyor. Müslüman devletlerin birbirine kinli ve düşmanca tutum­ları bize onların iman ve amellerindeki zaafı göstermektedir.

Hâlâ sevgiyi dar kalıplar içerisine sokarak, "benim grubumdan i-sen seni severim, değilsen bana yabancısın" diyen ve böyle davrananlar çok yaygın durumdadır. İslam'ın Allah sevgisinden, insan sevgisinden, kardeş sevgisinden habersiz bir Müslüman hayatı yaşamaya çalışıyoruz. İslâm'ın kapsayıcı ve kalıp tanımayan, sının olmayan sevgisini hayata geçirmedikçe tevhîd inancının ön gördüğü birlik ve beraberliği gerçek­leştirmek mümkün olmayacaktır.

Gerçek imana sahip olmayan ve iyi amel işlemeyenler, Allah'ın bizim için yaratacağı sevgiyi engellemektedirler. Yüce Allah'ın yarata­cağı sevgiyi gönlümüzde ve sosyal hayatımızda misafir edecek olan gönlümüzdeki iman ve iyi amellerimizdir. Sevgi denen gemiyi barındıracak olan iman ve iyi amel limanıdır.

İmandaki zaafımız ve ameldeki derin yaralarımız sevginin limanını tarumar etmiş, misafir hanesini de viraneye çevirmiştir.

Din âlimleri, görevlileri ve öğretmenler, sevgiyi dantel gibi örerek, duygu eğitimi ile yetişmekte olan nesillerin gönlüne işlemeli, kazımalı ve süslemelidirler. Gelecek nesillere yönelik eğitimin akıl, sevgi ve iman üzerinde yoğunlaşması kurtarıcı olacaktır. Onun içindir ki Yüce Allah Meryem 96'da iman, iyi amel ve sevgi arasındaki ilişkiye dikkat çek­mektedir. Nesillere, doğru imanı ve iyi davranışı kazandırmak, bunlar vasıtası ile ilâhî sevgiyi elde etmek ve insanları sevmeyi kazanmak eği­timin en can alıcı merkezi ve önemli amacını teşkil etmektedir. [38]

 

Kur'an Ve Hz. Peygamber'in Görevleri

 

97.  Biz Kur'ân'ı, sadece Allah'tan sakınanları mü'jde-leyesin ve şiddetle karşı çıkan bir topluluğu uyarasın diye senin diline kolaylaştırdık.

98.  Çünkü onlardan önce nice nesilleri yok ettik. Şimdi sen, onlardan herhangi birinden bir varlık işareti his­sedebiliyor veya onlara ait cılız bir ses işitebiliyor mu­sun?

Meryem sûresinin bu son iki âyeti ilâhî mesaj ve ona karşı koyan­ların ne hâle geldiklerini anlatarak gelecek nesilleri eğitmeyi hedef al­maktadır.

1. "Biz Kur'ân'ı senin diline kolaylaştırdık." "senin diline" ifadesinden ne anlıyoruz ve anlamalıyız? Bu soruya şu şe­kilde cevap vermemiz mümkündür:

a) Yüce Allah, Kur'ân'ı Hz. Peygamber'e kendi ana dili ile indirdi ki kolay anlatsın ve Kur'ân da kolay anlaşılsın. Çünkü Yüce Allah'ın i-lâhî eğitimde kullandığı temel kurallardan biri "ana dili" ile eğitim olmuştur: "Onlara iyice açıklansın diye her peygamberi yalnız kendi kavminin dili ile gönderdik" (İbrahim 14/4). Demek ki, Yüce Allah her peygamberi kendi ana dili ile eğitmiş, vahyini o dille göndermiştir. Bunun amacı öğretim faaliyetinin kolay olmasıdır. Peki Yüce Allah, Hz. Peygamber'in ana dili ile Kur'ân'ı önce nereye indirdi? sorusunun cevabını şu âyetler vermektedir:

"Onu Cebrail (er-Rûhü'1-Emîn), uya-rıcılardan olasın diye apaçık Arap dili ile kalbine indirmiştir" (Şu'arâ 26/193-195).

b) Yüce Allah, Kur'ân'ı kolaylaştırdığını ifade etmektedir. îşte bu bu âyet, günümüzde Kur'ân'm zor, kapalı ve müşkil olduğunu iddia e-denleri boşa çıkarmakta, onların düşüncelerini yerle bir etmektedir. Al­lah Te'âlâ "Kur'ân'i kolaylaştırdım" dediği halde, ona zor diyenlerin zo­ru kendi kafalarındadır. Bilgisi ve kültürü yeterli olmayanların bu iftirası cezaya dönüşecektir. "Andolsun ki Kur'ân'ı düşünmek için kolaylaştır­dık. Düşünen var mı?" (Kamer 54/17).

c) Âyetin bu kısmından şu ilkeyi de çıkartabiliriz: Öğretmenler öğ­rencilerine anlattıkları konuları kolaylaştıracak ve anlaşılır bir dille anla­tacaklardır. Bu ilke Allah'ın da sünneti ve öğretim metodu olmaktadır. Öğretmenler ezberletme yerine, anlaşılır bir yol izlemelidirler. Bunun i-çin de, kavramları açıklayarak yumuşatmahdırlar.

2. "Sadece Allah'tan sakınanları müi-deleyesin ve şiddetle karşı çıkan bir topluluğu uyarasın diye."

Yüce Allah, âyetin bu kısmında Hz. Peygamber'in ve Kur'ân'ın iki görevini, gönderilişlerinin iki amacını açıklamaktadır:

a)  İlki, muttakîleri, yani Allah'a saygı duyan insanları yani, mü­minleri   müjdelemektir.   Bu   müjde  dünya  ve   âhiret  mutluluğudur. Kur'ân'ı doğru tatbik etmenin getireceği dünya ve âhiret mutluluğunu müjdelemek hem Kur'ân'ın hem de Hz. Peygamber'in görevlerindendir.

Allah'a saygı duyanları dünya ve âhiret mutluluğu ile müjdelemek, onları daha iyiye, daha güzele ve daha faydalı olana götürmek, onları el­de etmek için itici bir güç olacaktır.

b)  Diğer görev ise, şiddetle karşı çıkan, yani inkârında, Kur'ân'ı reddetme davranışında inat eden ve inadında ısrar eden bir toplumu da uyarma görevini yerine getirmektir. Ayette geçen IJJ lüddâ kelimesi Bakara 204'te İli eleddü kalıbında geçmektedir ve "ileri derecede düşmanlık eden ve bunda da ısrarlı olan, hakkı kabul etmeyen, hakka karşı bâtılı öne sürüp savunan ve savunmasında çetin olan" demektir.

Bu manadan hareket ederek diyebiliriz ki bu kelime, eğitilmesi mümkün olmayan bir grubu anlatmaktadır. Ayetteki "bir kavim" ifade­sinden "bir grup" manasını çıkarmamız gerekiyor. Her nesilde, her çağın insanında eğitilmesi mümkün olmayan gruplar olacaktır. Buradaki eği­timden kastımız, din eğitimidir. Allah'ın vahyini benimseme, anlama ve ona inanma konusunda eğitilmesi imkansız olan grupları kastediyoruz. İşte bu grupları uyarmak ilk Önce Hz. Peygamber'in görevi idi; ama şimdi din âlimi ve görevlilerinin görevi olmaktadır. Bir taraftan Allah'a saygı duyanlara müjde verecekler; diğer taraftan da olumsuz tepkisinde çok ileri giden ve bunda ısrarlı olanlara da uyanda bulunacaklardır. onlardan önce nice nesilleri yok ettik. Şimdi sen onlardan herhangi bi­rinden bir varlık işareti hissedebiliyor veya onlara ait cılız bir ses işitebi­liyor musun?"

İşte uyarının nasıl yapılacağını da bu âyet öğretmektedir. Kur'ân'a karşı çıkan ve bu konudaki hasımlığını ileri götürenler, kendilerinden önce böyle yapan nice nesillerin helak olduğuna bakıp tarihî olgulardan ders almalıdırlar.

Yüce Allah, bir toplumun, bir neslin helak olmasının, yok olması­nın, tarihten silinmesinin sebeplerinden birini uyarı olarak burada gün­deme getirmektedir. Allah'ın vahyine direterek, inat ederek hasım ke­silmek, çöküşün dinamiği, yani nedeni olmuş, oluyor ve olacaktır.

a) Artık batan, çöken, yani helak olan o toplumlardan bir varlık i-şareti kalmamıştır.

b)  Onlardan cılız bir ses de duyulmamaktadır. Tarihte onların adı-sani okunmamaktadır. Varlık işaretleri kalmadığı gibi, onlara dair bir bilgi de yoktur. Onların yaşadığına dair bir bilgiye sahip değiliz; mede­niyetlerine de rastlamıyoruz. Yaşadıklarına dair bir belgeye sahip deği­liz.

Ayette geçen Çsj rikzâ, "kısık, anlaşılmayan ses veya hareket" demektir.

Demek ki, dünyaya bazı kalıntılar ve tarihî belgeler bırakarak he­lak olan toplumlar olduğu gibi, hiçbir varlık işareti bırakmadan helak o-lan toplumlar da vardır. Yüce Allah, Hz. Peygamber'den bunları anlata­rak, inatçı kâfirleri uyarmasını istemektedir. İşte tarih biliminin okutul­masının sebebi bu uyarı olmalı ve bu ders herkes tarafından alınmalıdır. [39]

 

Meryem Sûresinden Çıkarılan İlkeler

 

1. Şirkle Mücâdele Ve Tevhîd İnancıyla İlgili Ayetler:

 

a) Yüce Allah, Kendisinin çocuk edindiğini iddia edenlerin ve bu­na inananların şirke bulaştığını ve bu nedenle o şirkin temizlenmesi ge­rektiğini öne sürmektedir. Bu inanç şeklini temizlemek hem ilâhî eğiti­min hem de beşerî din eğitiminin en Ön2fde gelen amacı olmalıdır. Şirki ortadan kaldırırken ve sahte tanrıların ne yapamadıklarına dikkat çeker­ken, Allah'ın nasıl yarattığına da işaret etmek gerekiyor (âyet: 35-37,42-44, 88-92).

b) Yüce Allah, şirk koşma ile mücâdele verilirken, bu inancın, so­nuçta insana ne gibi şeyler getireceğini anlatarak insanları şirkten cay­dırmaktadır. Şirkin, özellikle "Allah çocuk edindi" diyenlerin sözlerinin kâinatı yıkacak nitelikte olduğu, sahte tanrılara tapmanın ceza getireceği vurgulanmaktadır (âyet: 38-39, 45, 94-95).

c) Allah'ın dışında başka varlıklardan şefaat beklemenin şirk oldu­ğu gündeme getirilmektedir. Allah'ın huzurunda, sadece izin verdikleri şefaat edebilecektir (âyet: 87).

d)  Şirkin ne denli kötü, kirletici ve insanın âhiret hayatını tahrip edici bir inanış biçimi olduğunu açıkladıktan sonra Yüce Allah, tevhîd inancının temel ilkelerini koymaktadır. Ayrıca Allah'ın, herkesin Rabb'i olduğu, sadece O'na kulluk edilmesi gerektiği, doğru yolun bu inanç ol­duğunun eğitimi verilmekte, çocuk edinmenin Allah'ın şanına yakışma­yacağı öğretilmektedir.

Diğer taraftan göklerde ve yerde olan herkesin Allah'ın huzurunda toplanacağı söylenerek, başka tanrılara kulluk etmenin yanlışlığı anla­tılmaktadır (âyet: 36, 92-93).

Bunlardan anlıyoruz ki, din eğitimi önce şirki ortadan kaldırmaya çalışacak, sonra tevhîd inancını gönüle dikme uğraşında olacaktır. Biz buna tevhîd inancının eğitimi diyebiliriz. Bütün semavî dinlerin amacı bu olmalıdır.

 

2.   Âhiret İnancının Dinin Temel İnançlarından Olduğunu Vurgulayan Ayetler:

 

a) Bu sûrede öldükten sonra dirilmenin gerçekleşeceği öğretilmek­tedir.  Varlıkları  ve insanın bizzat kendisini yoktan  yaratan  Allah, öldükten sonra da yaratacaktır (âyet: 66-67).

b) Mahşerde Allah'ın huzurunda toplanılacaktır (âyet: 38, 68, 80, 95).

c)  Cennetle ödüllendirileceklerle cehennemle cezalandırılacaklar ayrılacak ve çok uzun süreli âhiret hayatı başlayacaktır; ameller değer­lendirilip bu uygulamaya geçilecektir (âyet: 60-63, 69-71, 72, 85-86).

Âhiret inancı ile ilgili âyetlerden anlıyoruz ki, insan bu dünyada iken hayatını geleceğe doğru planlamak; dünyadan ziyade âhiret için dü­zenlemeli; inanç, ibadet ve tapınmalarını ona göre ayarlamalıdır. Onun için daima uzun vadeli düşünmeli ve projeler üretmelidir.

 

3. Peygamberlerle İlgili Konular:

 

a) Hz. İbrahim'in, babası ile olan tevhîd inancı ile ilgili kibar tar­tışması ele alınarak, müşrik babanın peygamber bir oğlu olabileceği öğ­retilmektedir.

Yüce Allah bundan şunu ilke olarak koyuyor: Kötü insanın nesli her zaman kötü olmayacak; iyi insanın nesli de her zaman iyi olmaya­caktır. Kötüden iyiye, iyiden kötüye dönüşüm olacaktır. Hz. İbrahim örneğinde kötüden iyiye geçiş vardır (âyet: 41-49).

b)  Hz. İbrahim'in, Öncelikle babasına tevhîd inancım nasıl tebliğ ettiği, hangi mantık kurallarını kullandığı gösterilmektedir. Şirkin kötü­lüğü ile tevhidin iyiliğini anlamak için bilginin olması gerektiği vurgu­lanmakta; fayda ve zararın nereden geleceğine bakarak inanmanın ve ta­pınmanın gerektiği gündeme getirilmektedir (âyet: 41-49).

c) Bir peygamberin babası müşrik bile olsa, onunla nasıl konuşula­cağı Öğretilmektedir (âyet: 42-45, 47).

d) Yüce Allah, Zekeriyyâ peygamberin, şahsiyeti sağlam bir çocuk istemesini, daha sonraki nesillere, güçlü nesil yetiştirmenin önemi için bir örnek olarak anlatmaktadır. Böylece güçlü nesillerin geçmişten gelen manevî  kültür  mirasını  devam  ettireceğini  öğretmektedir.  Babalar-anneler, kendilerinden sonra manevî kültür mirasını kimlere bıraktıkları konusunda her zaman tedirgin olmalıdırlar (âyet: 2-6).

e) Yüce Allah, Zekeriyyâ peygambere Yahya peygamberi nasıl ev­lat olarak verdiğini mu'cizevi bir anlatımla gündeme getirmektedir (âyet: 7-11).

Bize göre bu şekildeki çocuk edinme, tıp ilmine Ödev olarak ve­rilmektedir. Gelecek nesillerce bunun bilimsel boyutu bulunacak ve insanlar bir devrimi gerçekleştirecektir.

f) Hz. Meryem olgusunun da iki boyutlu olduğunu anlıyoruz: Biri­si dünyayı "erkek egemen" hale getirip kadını küçümsemenin, horlama­nın, itmenin yanlışlığı öğretilmektedir. Erkeksiz dünya hayatı olmaz di­yenlere, kadınsız da dünya hayatının olmayacağı ispat edilmektedir. Er­keksiz çocuğun yaratılması ile, kadının değerinin artışında bir devrim olmuş, kadın haklarının öne çıkmasına sebep olunmuştur (âyet: 16-40).

Diğer taraftan Hz. isa'nın yaratılış biçimi tıp ilmine bir ödev ola­rak verilmiştir.

g)  Hz. İbrahim'in neslinden gelen Hz. İsmail, îdrîs ve Musa'nın özelliklerinden bazıları açıklanmıştır. Bu özelliklerin bize örnek olması ön görülmüştür (âyet: 49-57).

Böylece peygamberlerin hem öğretim metotları, hem iyi nesil ye­tiştirme endişeleri hem de onların ahlâkı ele alınmış olmaktadır. Ayrıca Hz. Muhammed'den önceki peygamberlere yer verilerek, Kur'ân'm ev­rensel bir din olduğu da öğretilmektedir.

Bu konuların dışında ayrıca:

1. Gerçek iman ile iyi amelin Allah katında sevgiye dönüştüğü, o-radan insanların birbirini sevmesi için indiği gündeme getirilerek, iman, davranış ve duygu eğitimi yapılmaktadır (âyet: 96).

2. Kur'ân'ın Hz. Peygamber'in diline kolaylaştırdığı ve takva sa­hiplerinin müjdelenmesi ve isyanda ısrar eden grubun da uyarılmasının Hz. Peygamber'in ve Kur'ân'ın görevleri arasında bulunduğu ifade e-dilmektedir. Bu uyarının, geçmiş nesillerin başına gelen olgularla yapıl­ması da istenmektedir (âyet: 97-98).

Böylece Meryem Sûresi, tevhîd eğitiminden, âhiret inancına, ahlâ­ka ve duygu eğitimine varan bir dizi ilkeyi bağrında barındırmaktadır. [40]

 



[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/75.

[2] Râzî, age, XXI, 179.

Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/77.

[3] Râzî, age, XXI, 17

[4] Râzî, age, XXI,  182.

[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/78-83.

[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/84-85.

[7] Razı, age, XXI, 190.

[8] Ebû Hayan, el-Bahru'1-Mühît, VII, 244.

[9] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/86-91..

[10] Râzî, age, XV, 298-299.

[11] Râzî, age, XV, 302.

[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/91-96.

[13] Râzî, age, XV, 306-307.

[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/96-104.

[15] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/105-113.

[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/113-116.

[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/116-121.

[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/122-131.

[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/132-148.

[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/149-151.

[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/152-153.

[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/154-155.

[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/155-158.

[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/158-166.

[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/166-170.

[26] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/170-176.

[27] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/177-179.

[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/179-184.

[29] bkz. Râzî, age, XV, 399.

[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/184-186.

[31] Râzî, age, XV, 403.

[32] Nesâî, Sehv, 18; Ebû Dâvûd, Salât, 157.

[33] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/187-195.

[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/195-198.

[35] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/198-202.

[36] Tirmizî, De'avât, 82; îbn Mâce, Dua, 10.

[37] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/202-204.

[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/205-206.

[39] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/207-210.

[40] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/211-214.