Yaşlı Erkek Ve Kısır Kadın Çocuk Yapıyor
Hz. Meryem'in Hamileliği
Ve Doğurması
Hz. Meryem'e Izdırap Veren Saldırılar
Cehennemden Kimler Korunacak Ve Oraya Kimler Girecek
Kafirler İçin Acele Etmeye Değmez
Mahşerde Allah'ın Huzuruna Tek Başına Çıkılacaktır
Kur'an Ve Hz. Peygamber'in Görevleri
Meryem Sûresinden Çıkarılan İlkeler
1. Şirkle Mücâdele Ve Tevhîd İnancıyla İlgili Ayetler:
2. Âhiret
İnancının Dinin Temel İnançlarından Olduğunu Vurgulayan Ayetler:
3. Peygamberlerle İlgili Konular:
Alimler, Meryem
Sûresinin Mekke'de indiği konusunda ittifak halindedirler. Ancak Mekke
döneminde ne zaman indiği konusunda a-ralannda küçük bir ihtilaf etmiş
olmalarına rağmen, Müminlerden bir grubun Habeşistan'a hicret ettiklerinde
Habeş Kralı Necâşî'ye bu sûreden âyetler okumaları bize gösteriyor ki, sûre
Mekke döneminin başlarında inmiştir. Çünkü Ca'fer b. Ebî Tâlib, yani Hz.
Peygamber'in amcasının oğlu, Habeş Kralı'na Hz. Meryem ve oğlu îsâ hakkında
âyetler okumuştu.
Bu olgu bize sûrenin
hicretten yedi ya da sekiz yıl önce Mekke'de indiğini göstermektedir. Sûrede
bazı peygamberlerin olgularına yer verilmekte ve Hz. Zekeriyyâ, Hz. Yahya, Hz.
îsâ, Hz. İbrahim, Hz. Mûsâ, Hz. Hârûn, Hz. İsmail ve Hz. İdrîs gündeme
getirilmektedir. Sûrede Yüce Allah, Hz. Zekeriyyâ'yı Hz. Yahya ile; Hz. îsâ'yı
annesi Meryem ile; Hz. İbrahim'i babası Âzer; Hz. Musa'yı kardeşi Hz. Hârûn
ile beraber ele almış, Hz. İsmail ile Hz. İdrîs'i de bağımsız olarak gündeme
getirmiştir.
Bu açıdan bakınca,
sûrenin merkezi konusunu Hz. Meryem ve oğlu Hz. isa'nın teşkil ettiğini, bu
nedenle de Meryem sûresi olarak i-simlendirildiğini söylememiz mümkündür. Sûre,
içerdiği olgular bakımından Bakara, Âl-i Tmrân, Mâide, A'râf, Yûnus, Hûd,
İbrahim, İsrâ ve Kehf sûrelerinin devamı durumundadır ve bu sûrelerle dantel
gibi örülüdür. Meryem sûresi söz konusu bu sûrelerden beslendiği gibi, onlara
gıda da vermekte, sanki o sûreler de Meryem sûresinden beslenmektedir.
Meryem sûresi sadece
bu sûrelere ışık vermemektedir; kendisinden sonra gelen pek çok sûreyi de
aydınlatmakta, onlara kaynaklık etmektedir. Tâhâ, Enbiyâ, Hacc, Mü'minûn,
Şu'arâ, Nemi, Kasas, Ahzâb ve Mü'min sûrelerinin bunlardan olduğunu
söyleyebiliriz.
98
âyetten oluşan Meryem sûresi olgulardan hareketle insanlığa önemli ve evrensel
mesajlar vermektedir. Biz bu mesajları bulmaya çalışacağız.
[1]
Rahman Ve Rahîm Olan Allah'ın Adıyla
Hurûf-u Mukatta'a
hakkındaki açıklamamızı Bakara sûresinin başında yaptığımızdan burada tekrar
etmeyeceğiz. Ancak bu harflerin, Meryem sûresinin açılımı olduğu dosyanın adı
olduğunu söyleyebiliriz. Bilgisayardaki dosyayı düşünürsek, tıkladığımız zaman
dosya açılmaktadır. Bu harfler diğer sûrelerde olduğu gibi Meryem sûresinin de
dosyası niteliğindedir.
Ancak Râzî, bazı
âlimlerin bu harflere yüklediği anlamları nakletmektedir. Meselâ İbn Abbâs'tan
gelen bir rivayete göre özellikle bu sûrenin başındaki harflerle Yüce
Allah'ın, kendisine övgüde bulunduğu bilgisine yer vererek; kâf
"kâfin=yeterli"; hâ "hâdin=hidâyet eden"; 'ayn
'"âlim=bilen"; sâd "sâdık=doğru" anlamında olduğu bilgisini
aktarmış, ancak bu tür bilgilerin güçlü dayanaklarının bulunmadığını da
söylemiştir[2]
2. Bu, Rabb 'inin,
kulu Zekeriyyâ 'ya olan rahmetini hatırlatmadır.
3 Hani o, gizli bir
sesle Rabb'ine yalvarmıştı:
4. Rabbim! dedi,
vücudumda kemiklerim zayıfladı, saçım-başım ağardı. Ve ben, Rabbim, sana
(ettiğim) dua -sayesinde hiç bedbaht
olmadım.
5. Doğrusu ben, arkamdan iş başına gelecek olan
yakınlarımdan endişe ediyorum. Karım da kısırdır. Tarafından bana bir velî
ver.
6. Ki
bana ve Ya'kub
oğullarına mirasçı olsun. Rabbim, onu beğendiğin bir insan
yap!
Bu âyetler Hz. Zekeriyyâ'nın yaptığı dua neticesinde Yüce
Allah'ın ona olan rahmetini Hz. Peygamber'e ve bizlere bildirmektedir.
1. "Bu, Rabb'inin, kulu Zekeriyyâ'yaolan rahmetini
hatırlatmadır."
Bu âyet, bir
hatırlatmanın yapılacağını bildirmekte, bu kapsamda da Yüce Allah'ın Hz.
Zekeriyyâ'ya rahmetini ifade etmektedir. "Kulu" dedikten sonra
Zekeriyyâ isminin anılmasında, Zekeriyyâ'ya bir kutsallığın verilmemesi
amaçlanmaktadır. Yani burada onun "kul" olma özelliği gündeme
getirilmekte, bizim Kelime-i Şehâdet'imizdeki Hz. Mu-hammed için kullanılan
"kul" kelimesine işaret edilmektedir. "Kul" kelimesi
tanrılık vasfını ortadan kaldırmaktadır.
Âyetin başındaki zikr
kelimesinin farklı kıraatlerinin bulunduğunu kaydeden Râzî, kelimenin emir
sigasında Jri zekkir şeklinde okunmasının da mümkün olduğunu, bu itibarla
âyetin anlamının: "Rabb'inin, kulu Zekeriyyâ'ya olan rahmetini
hatırlat" şekline dönüşebileceğini ifade etmektedir
[3] ki
bizce bu kıraat, diğerine göre Kur'ân'da kıssaların anlatılmasının gayesine
daha uygundur.
Bu noktada şu soruyu
sorabiliriz: Yüce Allah'ın bize hatırlattığı "kulu Zekeriyyâ'ya olan
rahmeti" ne idi?
Sorunun cevabını daha
sonraki âyetlerde bulacağız. Kısaca burada şunu söyleyebiliriz: Karısının ve
kendisinin ihtiyarlık halinde Yüce Allah'ın onlara çocuk vermesi ve bu
konudaki duasını kabul etmesi ona o-lan rahmetini teşkil etmektedir.
2. "Hani o, gizli bir sesle Rabb'ine
yalvarmıştı."
Zekeriyyâ peygamberin duasını ne şekilde yaptığını
anlatmakla Yüce Allah bize duanın metodunu öğretmekte, duanın gösterişe dönüşmemesi
İçin gizli bir sesle yapılmasını önermiş olmaktadır. Bazen de şartlar, duanın
içeriği gereği gizli yapılmasını zorunlu kılabilir. Çünkü, daha sonra
görüleceği gibi Hz. Zekeriyyâ' nm duası yakınları konusunda idi. İhtiyarlığında
Yüce Allah'tan çocuk istiyordu. Çocuk yapamayacak kadar yaşlı olan bir kimsenin
bu konudaki isteğini açıktan dua ederek bildirmesi yakışmazdı. Ama bize de
duanın gizli yapılmasının önemi öğretilmektedir.
"Rabbim! dedi,
vücudumda kemiklerim zayıfladı, saçım-başım ağardı. Ben, yaptığım dua sayesinde
hiç bedbaht olmadım."
Duanın bu kısmından şunlar anlaşılıyor:
a) Hz. Zekeriyyâ, vücudunun ihtiyarladığını,
kemiklerinin zayıfladığını söyleyerek durumunu ifade etmektedir. Ayette geçen vehene
kelimesi, "birini zayıflatmak, gece yarısından sonraya girmek, işinde,
bedeninde zayıf ve gevşek olmak"; tevehhene kalıbı "kuş" ile kullanılınca
"kuş uçmamak" manasına gelmektedir. Bu kelime Âl-i İmrân 139'da
açıklandı.
b) Hz. Zekeriyyâ, saçlarının ağardığını ifadeyle
ihtiyarladığını pekiştirerek söylemektedir. Bunun anlamı, yani bu iki işareti
hatırlatmakla erkeklikten düştüğünü/andropoz olduğunu ifade etmiş
olmaktadır.
c) Ayrıca Hz. Zekeriyyâ, yaptığı duaların tamamının
Allah tarafından kabul edildiğine de işaret etmektedir. Yani o, Allah
tarafından dualarında cevapsız bırakılmamıştır. Ayetteki ilp, şakiyyâ
kelimesine bu anlam verilmektedir. Nitekim Araplar bir şey istediklerinde ve
isteklerine kavuştuklarında derler; kavuşamadıklarında veya kaybettiklerinde
ise derlermiş
[4] Dolayısıyla bu âyetin
sonundaki şakiyyâ kelimesine söz konusu anlam verilmektedir.
Duadan anlaşılıyor ki,
Hz. Zekeriyyâ, tabiat kanunlarının, doğanın ve fıtratın ötesinde bir şey
istediğinin farkında idi. Erkeklikten düşmüş bir erkek ile doğurması mümkün
olmayan hanımın çocuk yapması tabiatın dışında bir olgu olacaktı.
4.
"Doğrusu ben, arkamdan iş başına1 gelecek olan
yakınlarımdan endişe ediyorum. Karım da kısırdır. Tarafından bana bir velî
ver."
a) Zekeriyyâ peygamber, duasının gerekçesini söylüyor,
sonra da o gerekçeye göre ne istediğini bildiriyor. Gerekçe, kendisinden sonra
iş başına gelecek olan yakınlarının (mevâlî) şahsiyetinden, gücünden, iş
yapabilirliğinden ve kendisini temsil edememesinden korkmasıdır.
Bu kısım bize şunu
öğretiyor: Ana-babalar, devleti idare edenler, eğitimciler kendilerinden sonra
gelecek olan neslin sağlam oiması konusunda tedbirli olmalı, eğitimlerini ona
göre yapmalıdırlar; kendi kültürlerini, bağımsızlıklarını, siyasi
etkinliklerini yaşatıp sürdürebilecek nesil yetiştirmeli ve bu konuda daima
endişe içinde olmalıdırlar. Geriye köle ruhlu insanlar, nesiller ve çocuklar
bırakmaktan daima korku içinde olarak tedbirlerini ona göre almalıdırlar.
Bu endişenin herkes tarafından yaşanması gerekiyor:
"Kendileri, geriye zayıf çocuklar bıraktıkları takdirde (halleri nice
olur) diye korkanlar (yetimlerin hakkına dokunmaktan) çekinsinler. Allah'tan
korksunlar ve doğru söz söylesinler" (Nisa 4/9). Sağlam nesil
yetiştirmenin yollarım da işte bu âyet göstermektedir: Helal lokma, doğru bilgi
ve Allah'ın yardımını dilemek. Bunlar eğitimin olmazsa olmazını teşkil
etmektedir.
b) Hz. Zekeriyyâ, hanımının kısır olduğunu da gündeme
getirmektedir. O da istenecek çocuğun tabiat üstü bir olgu olacağının farkındadır.
c) "Tarafından bana bir velî ver." Hz.
Zekeriyyâ, yerini alacak, sağlam şahsiyetli, ahlaken temiz ve kendine sahip bir
çocuk, bir yardım-ci istedi. Ayetin bu kısmında istediği çocuğun sıfatını
"velî" koyarken, Âl-i İmrân 38'de "temiz nesil" ifadesini
kullanmıştır. Ayrıca Hz. Zekeriyyâ bir sonraki âyette, yani Meryem 6'da
"velî" denen çocuğun özelliğini veya özelliklerini sıralamaktadır.
5. "Ki bana ve Ya'kûb oğullarına mirasçı olsun. Ey
Rabb'im, onu beğendiğin bir insan yap."
Hz. Zekeriyyâ'mn kasdettiği mirasçılık ne anlama
gelmektedir? Bu çocuk hangi konularda mirası yüklenecekti? Demek ki,
"veli" ya da "temiz nesil" denen çocuk, geçmişten gelen
manevi mirası taşıyabilecek, onu geleceğe aktarabilecek şahsiyette ve
kapasitede biri olacak demektir.
Kur'ân'da hangi
konularda vâris olunacağına bakarsak, Hz. Zekeriyyâ'mn istediği çocuğun hangi
mirasın vârisi olabileceğini daha açıkça öğrenebîleceğiz:
a) "Allah, onların yerlerine, yurtlarına, mallarına
ve ayak basmadığınız topraklara sizi mirasçı yaptı. Allah'ın her şeye gücü
yeter" (Ahzâb 33/27). Mirasçı-lık bu âyetin muhtevasına göre bir toplumun
çökmesi ile yerini, hükümranlık sürdükleri topraklan yerine geçen yeni topluma
bırakması ve yeni toplumun oralara mirasçı olması anlamına gelmektedir. Yani
burada fiziksel ya da maddî mirasçılık söz konusudur.
b) "Andolsun ki Biz Musa'ya hidâyeti verdik ve İsrâiloğullarına Kitabı miras
bıraktık" (Mü'min 40/53).
Buradaki miras, ilâhî vahyin bulunduğu Kitap, yani ilmin miras bırakılması
anlamına gelmektedir. Bu âyetten bakınca Hz. Zekeriyyâ'nın oğlunun nasıl bir
vâris olacağı konusunu görebiliriz. Demek ki o, doğacak çocuğun hem kendisinin
hem de Ya'kûb hanedanının manevî mirasını yürütecek şahsiyette olmasını
istemektedir.
c) "Süleyman Davud'a vâris oldu" (Nemi 27/16).
Buradaki miras, peygamberlik ve devlet adamlığı sahasında gerçekleşmiştir. Hz.
Zekeriyyâ'nın duasında bunu da görmek mümkündür.
d) "Andolsun Zikir'den sonra Zebur'da da:
'Yeryüzüne iyi kullarım vâris olacaktır' diye yazmıştık" (Enbiyâ 21/105).
Buradaki miras, hem mülkiyet hem de siyasi erk alanı ile ilgilidir. Hz.
Zekeriyyâ'nın duasının kısmen bu âyetle de ilgisi vardır.
yerde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunmak, onları
Önderler yapmak ve onları vâris kılmak istiyorduk" (Kasas 28/5). Buradaki
miras, Firavun'un hükümran olduğu toprakların mirasını İsrâiloğullarına vermek
anlamına gelmektedir; yani, hem mülkiyetin hem de siyasi erkin onlara geçmesini
ifade etmektedir.
f) "işte, asıl bunlar vâris o-lacaklardır.
Firdevs'e vâris olan bu kimseler, orada çok uzun süreli kalıcıdırlar"
(Mü'minûn 23/10-11). Cennete vâris olmayı anlatan bu âyet, kimlerin cennete
vâris olacağını belirlemekte ve böyle bir miras olduğuna işaret etmektedir.
Hz. Zekeriyyâ'nın duasının bununla alakası yoktur.
İşte hem Hz.
Zekeriyyâ'ya hem de Ya'kûb hanedanına vâris olması, peygamberliği, manevi
kültürü ve ilâhî vahyi elde etmesi, onlara sahip olması ve onları sürdürmesi
anlamına gelmektedir. Zaten Âl-i İmrân 39'da buna işaret edilmektedir
"Allah sana, kendisi tarafından gelen bir kelimeyi tasdik e-dici, efendi,
iffetli ve sâlihlerden bir peygamber olarak Yahya'yı müjdeler." Bu âyet,
Hz. Zekeriyyâ'nın kendisine ve Ya'kûb hanedanına vâris olmanın ne anlama
geldiğine cevap vermekte ve konuya bir açılım getirmektedir. "Ey Rabbim,
onu beğendiğin insan yap" şeklinde dua ederken Hz. Zekeriyyâ, ilâhî
beğeniyi, rızayı Ölçü olarak koymakta, çocuğunun eğitiminde ilâhî yardımı
istemekte, Yüce Allah'ın hoşnut olacağı, beğeneceği, razı olacağı bir ahlâk
ile donatmasını istemektedir. Demek ki, manevi donanımını Allah'tan
istemektedir. Âl-i İmrân 39'da Yüce Allah da ona bu ahlâkî donanımda bir çocuğu
vereceğini müjdelemektedir.
Âyetten çıkaracağımız
netice şu olacaktır: Ana-babalar kendi manevi miraslarını yüklenecek ve
taşıyacak nitelikte güçlü çocuklar yetişti-rebilmeleri için Allah'tan dua ile
yardım istemelidirler.
Ayrıca kendilerinin belirlediği vasıftan ziyade Allah'ın
beğeneceği nitelikte çocuğu Allah'tan istemelidirler. Yüce Allah'ın müdahalesi,
yardımı, terbiyesi ve lütfü olmadan bu çocuklara sahip olmak, onları yetiştirmek
imkansızdır. Biz buna eğitimde, "terbiyede dua metodu" diyoruz.
Duasiz çocuk terbiyesi, susuz çelik imal etmeye benzer.
[5]
7. Ey Zekeriyyâ! Biz sana öyle bir oğul müjdeliyoruz ki,
onun adı Yahya'dır. Daha önce ona kimseyi adaş yap- madik.
Yüce Allah bu
hitabını, müjdesini nerede ve ne zaman yağmıştır? Sorunun cevabını Âl-i İmrân
39'da buluyoruz: "Zekeriyyâ mabedde durmuş namaz kılarken melekler ona
şöyle seslendiler: Allah sana, kendisi tarafından gelen bir kelimeyi tasdik
edici, efendi, iffetli ve sâlihlerden bir peygamber olarak Yahya'yı
müjdeliyor."
Demek ki Hz.
Zekeriyyâ, bu müjdeyi mabedde mihrabda namaz kılarken almıştır.
Peki erkeklikten
düşmüş ve karısı kısır olanlara bu çocuk nasıl ve-rilmiştir? Bu sorunun cevabı
hem Al-i Imrân'da hem Meryem suresinin 8. âyetinden itibaren devam eden
âyetlerinde hem de Enbiyâ 90'da bulunmaktadır. Şimdi o âyetlere geçmeden önce
yorumunu yapmakta olduğumuz Meryem 7'ye devam edebiliriz.
Zekeriyyâ peygambere
müjdelenen çocuğun adı "Yahya" idi. Yahya ne anlama gelmektedir?
Yahya'nın anlamı, "yaşayacak" demektir. Râzî, "Yahya"
isminin anlamına önemli açılımlar getirmiştir. Bunların bazıları mübalağa dolu
ve asılsız olmasına rağmen, bazısı da önemli yorumlar ihtiva etmektedir.
a) Yüce Allah, onun kalbini iman ve itaat ile ihya
ettiği için bu ismi ona vermiştir.
Râzî, "ölü iken kendisine hayat verdiğimiz kişi"
(En'âm 6/122); "sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman"
(Enfâl 8/24) âyetlerini buna delil getirmektedir. Ama, unutulmamalıdır ki,
Yahya ismi ona doğmadan önce verilmiştir. İman ve itaat onun için söz konusu
değildi.
b) Yahya peygamber şehîd edilmiştir. Bakara 154 ve Âl-i
îmrân 169. âyetlere göre, şehîd edilenlere ölü denmez; onlar bizim farkında
o-lamayacağımız bir şekilde yaşıyorlar. Yahya peygamber de yaşamaktadır. Ama unutulmamalıdır
ki, Yahya peygamberin dışında öldürülen başka peygamberler de olmuştur. Kaldı
ki âyetler, peygamber olmayıp da Allah yolunda öldürülenlere de şehîd
olduklarından ölü denemeyeceğini bildirmektedir. (Bu âyetler için bkz: Bakara
2/154; Âl-i İmrân 3/169.) c)
Din, Yahya ile hayat bulmuştur. Çünkü Hz. Zekeriyyâ onu, dini ihya etmesi için
Allah'tan istemiştir. Bize göre bu madde doğruya en yakın olanıdır. Çünkü
Ya'kûb hanedanının bıraktığı manevi mirası Yahya peygamber ihya etti, ona hayat
verdi.
"Daha önce, ona kimseyi adaş yapmadık" ifadesi,
Yahya isminin ona insanlık tarihinde ilk defa verildiğini göstermektedir.
Diğer taraftan başka bir yaklaşımla şu yorumu da getirebiliriz: Ayette
kullanılan semiyyâ kelimesinin ismiyle alakalı değil de şahsıyla alakalı
olduğunu söyleyebiliriz. Bu taktirde âyetin anlamı: "Daha önce onun gibi
birini yaratmadık" şeklinde olur.
Netice olarak
diyebiliriz ki, Yahya peygamberin ismini Yüce Allah koymuştur. Tıpkı Hz.
Peygamber'in ismini Tevrat'ta Muhammed, İncil'de Ahmet koyması gibi. Tıpkı Hz.
Meryem'in adını vermesi gibi.
[6]
8. Zekeriyyâ: "Ey Rabbim, benim nasıl bir çocuğum
olur? Oysa benim hanımım kısır, ben de son derece yaşlandım" dedi.
9. (Melek):
"Doğrusun, ama Rabbin şöyle buyurdu: O çocuğu yaratmak benim için
kolaydır. Nitekim bundan Önce de seni yaratmıştım. Oysa sen hiç yoktun."
10. Zekeriyyâ:
"Ey Rabbim, bana bir işaret ver" dedi.
Allah: "işaretin sapasağlam olduğun halde üç gece
insanlarla konuşamamandır" buyurdu.
11. Bunun üzerine Zekeriyyâ, Mabed 'den
kavminin karşısına çıkarak onlara: "Sabah-akşam teşbihte bulu- nun" diye işaret verdi.
Bu âyetlerin
analizinden varacağımız bazı neticeler olacaktır:
1. "Zekeriyyâ: 'Ey Rabbim, benim nasıl bir çocuğum
Oysa benim hanımım kısır, ben de son derece yaşlandım' dedi."
Âyette geçen 'âkır
kelimesi "kısır", yani "hiç çocuk yapmamış evli kadın"
demektir. "Ot bitmemiş toprak" için de bu kelime kullanılır. Kısaca
bu kelime "kısır" anlamına gelmektedir. Ayette geçen diğer kelime
kelimesidir. Bu kelimenin fiil kalıbı "kibirlenip haddi aşmak, ihtiyar çok
yaşlanıp kocamak"; "gece" ile kullanılınca "çok
karanlık" manalarına gelmektedir. Âyette "yaşlılık" anlamındaki
kelime ile beraber kullanıldığından "iyice" anlamındadır ve
"iyice kocadım, ihtiyarladım" demektir.
Bundan anlıyoruz ki,
Zekeriyyâ gençliğinde kısır değildi, ama hanımı gençliğinde de kısırdı. Hanımı
yaşlandığından dolayı aybaşından kesildiği için kısırlaşmadı, zaten kısırdı.
Ama Zekeriyyâ iki farkı belirtmek için kendisine kısır dememiş, hanımı için
demiş; kendisinin çok yaşlandığından dolayı çocuğunun olamayacağına işaret
etmiştir. Zekeriyyâ'mn bu durumundan şu örneği de çıkarıyoruz: Gençliğinde çocuk
yapar olduğu, karısı da kısır olduğu halde üzerine evlenmemesi günümüz eşleri
için bir örnektir.
Kısır kadın ve çok yaşlı erkekten çocuk doğması konusu
Kur'ân'ın bu anlatımı ile tıp ilmine Ödev olarak verilmektedir. Yüce Allah'ın
bir sonraki âyette, yani Meryem 9'da Zekeriyyâ peygamberin "nasıl çocuğum
olur?" sorusuna cevabından bu Ödevi çıkarmamız gerekiyor.
2. "(Melek): Doğrusun, ama Rabbin şöyle buyurdu: O
çocuğu yaratmak benim için kolaydır. Nitekim bundan önce de seni yaratmıştım.
Oysa sen hiç yoktun."
Âl-i İmrân 40'da
Zekeriyyâ peygamber önce kendi ihtiyarlığını sonra da hanımının kısırlığını
gündeme getirdiği halde, Meryem 8'de önce hanımının kısırlığını sonra da kendi
ihtiyarlığını anmıştır. ^
Hz. Zekeriyyâ'mn bu
açıklamasına Âl-i İmrân 40'da Yüce Allah şöyle cevap vermiştir: "İşte
böyledir; Allah dilediğini yapar." Ama yorumunu yapmakta olduğumuz Meryem
9'da da: "Doğrusun, ama Rabbin şöyle buyurdu: O çocuğu yaratmak benim için
kolaydır. Nitekim bundan önce de seni yaratmıştım. Oysa sen hiç yoktun."
Her iki âyet birbirini tamamlamaktadır. Âl-i îmrân 40'da Yüce Allah
"dilemesi" ile "yapmasını" bir araya getirirken Meryem 9'da
"ya-
"dilemesi"
ile "yapmasını" bir araya getirirken Meryem 9'da "yaratma"
ile "kolaylık" kavramlarını birleştirmiştir. Demek ki, "dilemek,
kolaylık, yapmak ve yaratmak" her iki âyetin örgüsünü teşkil etmektedir.
Hz. Zekeriyyâ'nın iki
türlü konuşmasına Yüce Allah birinde kısa, diğerinde de uzun âyetiyle cevap
vermiştir.
Meryem 9'da o çocuğu
yaratmanın Kendisi için kolay olduğunu söyledikten sonra bunu bir örnekle
anlatmakta, Zekeriyyâ'yi hiç yokken yarattığına dikkat çekmektedir. Ona kendini
örnek göstererek Hz. Yahya'yı yaratmasının ne kadar kolay olduğunu öğretmekte,
gerçekleşmiş olgulardan hareket ederek Allah'ın sonsuz kudretinin neleri
gerçekleştirebileceğini anlamanın yolunu göstermekte, yapacaklarını ve
yaratacaklarını, yaptıklarından ve yarattıklarından çıkarmayı öğretmektedir.
Allah Teala dilediğini yapar; istediğini güçlük çekmeden yaratır. Bunları anlamak
için insanın kendi yaratılışına bakması yeterlidir.
3.
"Zekeriyyâ: Ey Rabbim, bana bir işaret ver, dedi."
Burada geçen âyet, "işaret, delil" anlamına
gelmektedir. Zekeriyyâ'nın hanımı çocuğa gebe kalmadan önce onun olacağına
dair, kendisinin erkekliğinin yerine geleceğine dair bir işaret istedi. Bu
durum bize şunu gösteriyor: Bir peygamber Yüce Allah'tan bir işin gerçekleşeceğine
dair bir delil, işaret istediğine göre, öğrenciler öğreticilerinden konular
için, delil ve ispat isteyebilirler ve istemelidirler. Öğrencilere delile
dayanarak ders vermek Yüce Allah'ın sünnetine uymaktır.
4. "Allah: 'İşaretin sapasağlam olduğun Halde, üç
gece insanlarla konuşamamandır1, dedi."
Ayetin bu kısmı çok az
bir farkla Al-i İmrân 41 'de yer almaktadır. Orada insanlarla nasıl konuşacağı
belirtilirken Meryem 10'da bu kada-rıyla yetinilmiştir. "işaretleşmenin
dışında" ifadesi Al-i imrân 41'de vardır.
Demek ki konuşamayacak
ama işaretlerle derdini anlatacaktır. Hz. Zekeriyyâ, konuşma engelli insanın
iletişim kurması gibi, insanlarla iletişim kuracaktı.
.
Her iki âyette
tükellime kelimesi yer almıştır ve bu fiilin öznesi Hz. Zekeriyyâ'dır. O zaman
konuşmasına engel konulmuş olacaktı. Engeli Allah koymuştur. Zaten Meryem 10'da
seviyyâ kelimesi ''sapasağlam olduğun halde" anlamına gelmektedir. Kendisi
konuşma engelli olmadığı halde konuşamayacaktı. Çünkü bir mucize, bir delil
istiyor. Delil isteyene "sen şöyle yap" demek mi daha doğrudur? Yoksa
"sen artık şu kadar süre şöyle yapamayacaksın" demek mi? Burada delil
istenmesinden hareketle "konuşamayacak olması" daha doğrudur. Seviyyâ
kelimesinin, insanın sıfatı olduğu genel kabul görmüştür ama gecenin sıfatı
olması da ihtimaller arasındadır. Râzî buna işaret etmiş ancak benimsememiş[7]; Ebû
Hayyân ise İbn Abbâs'tan gelen bir rivayet gereği bunun "gecenin sıfatı
olduğunu"; "tam, peşpeşe" anlamına geldiğini, burada "üç
gece", Âl-i İmran'da "üç gün" zikrinin de ancak bu şekilde
"peşpeşe üç gün üç gece" anlamını tamamlayacağını nakletmektedir.
[8] Esed'in
meail de bu görüşü doğrular mahiyettedir.
Diğer taraftan Âl-i
İmrân 41'de "üç gün" ifadesi geçtiği halde Meryem 10'da "üç
gece"'ifadesi geçmektedir. Her ikisini bir araya getirince üç gün üç gece
konuşmayacağı ortaya çıkmaktadır. Her iki âyeti birbirinin devamı olarak görmek
zorundayız.
Hz. Zekeriyyâ'nın
istediği işaret bununla tamamlanmış oluyor mu?
Enbiyâ 90'da "Eşini de kendisi için (çocuk doğurmaya)
elverişli kıldık" ifadesi yer almaktadır. Demek ki hanımı da yumurta
üretir, yani aybaşı olur hale getirilmişti; kısaca kısırlığı giderilmişti.
Kendisinin insanlarla üç gün-üç gece konuşmaması ile hanımının kısırlığının
giderilmesi onun için bir işaret, bir delil olmuştu.
Hz. Zekeriyyâ,
insanlarla sadece işaretlerle anlaşacaktı ama "Rabbini çok zikret ve sabah
akşam onu tesbîh et" emrini de yerine getirecekti.
Rabbini çok anacak,
sabah akşam da tesbîh edecek olmasının anlamı, uyku hariç her an bu
ibadetlerle meşgul olacaktı. Bir bakıma duasının kabul olunup, çocuğun ona
verilişine bu ibadetlerle şükretmiş ola-
çaktı. Zikir ve
tesbîh, Yahya peygamberin ona verilişinin şükrü durumundadır.
5.
"Bunun üzerine Zekeriyyâ, Mabed'den kavminin
karşısına çıkarak, onlara: 'Sabah akşam teşbihte bulunun' diye işaret
verdi."
Âl-i İmrân 41'de
kendisine Rabbini zikretmek ve akşam sabah tesbîh etmek emri verildiği halde,
Meryem 11'de halka sabah akşam teşbihte bulunmalarını işaretle buyurmuştur.
Böylece halk da Hz. Zekeriyyâ'nın teşbihine katılmış olacaktı. Meryem 11'de
geçen fe evhâ kelimesi, "işaretle bildirdi" demektir. Çünkü kendisi
halk ile iletişimini üç gece ancak işaretlerle yapmak mecburiyetinde idi.
Âyette geçen mihrâb,
günümüzde camide imamın cemaate namaz kıldırırken durduğu yere denmektedir.
Ayette ise, Zekeriyyâ peygamberin, özel anlamda ibadetini yapmakta olduğu
yere, yani mabede denmektedir.
Aslında müşterek ibadetin yapıldığı yere de mabed anlamında mihrâb
denir. Lügat anlamı ile mihrâb, "yukarıda, yüksekte bulunan yer, oda"
demektir. Bu kelimenin açıklaması Âl-i İmrân 37'de yapılmıştır.
Meryem sûresinin ilk
on bir âyetinde Zekeriyyâ peygamberin durumu ve duası ele alınmıştır. Konu iki
bölümden oluşmuştur:
a) İlk bölümde peygamber olan bir babanın, kendisinden
sonra kültür mirasını bırakabileceği ve mirası yüklenecek birinin bulunması
konusundaki tedirginliği, endişesi ve korkusu dile getirilmektedir. Bu durum
bütün milletleri ilgilendirmeli, manevi kültürlerini yaşatabilecek ve
geliştirebilecek sağlam şahsiyetli nesiller yetiştirmekte hem endişe etmeli hem
de gayret göstermelidirler. Hz. Zekeriyyâ onlara bir örnek teşkil etmelidir.
b) Kısır ve çocuk yapmaktan düşecek kadar ihtiyar olan
kadın ve erkeğin çocuk yapar hale getirilmesinde insanlık için bir mesaj
vardır. Bu mesajın bir boyutu Allah dilerse, isterse her şeyi yapacağına dair
sonsuz bir kudrete sahip olduğunun dersini veriyor. Diğer boyutu da, tıp ilmine
kısırlıkla mücâdele verebilmek için gerekli araştırmaların yapılmasını
önermektedir. Demek ki bir taraftan ilahiyat, diğer taraftan da bilimsel
araştırmaya teşvik dersi verilmektedir. Böylece ilahiyat bilimleri ile tıp
biliminin birleştirilerek veya bunlara aynı değer verilerek programa konması
Ön görülmektedir.
[9]
12. Allah: 'Ey Yahya,
Kitaba kuvvetle sarıl', dedi. Biz ona, henüz çocuk iken kitabı anlama
kabiliyetini verdik.
13. Tarafımızdan ona
kalp yumuşaklığı ve temizlik verdik. O, çok sakınan birisi idi.
14. Ana babasına çok
iyi davranırdı, o, isyankar bir zorba
değildi.
15. Doğduğu gün, öleceği gün ve diri olarak kabirden
kalkacağı gün ona selâm olsun.
Yüce Allah peygamber
olarak seçtiği Hz. Yahya'nın bazı özelli: lerini bu âyetlerde sıralamakta ve bu
özelliklerin doğuştan gelenleriı dikkat çekmektedir.
1. "Ey Yahya, Kitaba kuvvetle sarıl."
Buradan şu özelliği
çıkartıyoruz: Yüce Allah, özellikle doğrudan doğruya Hz. Yahya'yı muhatap alıp
onunla konuşmuştur. Bu konuşmasında ona "kitaba sarılmasını, onu
almasını" emretmiştir. Bu kitap hangi kitaptı? Bazı âlimler onun Tevrat
olduğunu söylemiş, bazıları da ona ait ayrı bir kitap olduğu iddiasında
bulunmuşlardır. Bize göre bu kitap Tevrat olmaktan ziyade, Hz. Yahya'nın
kendisine ait bir kitaptı. Bu kitabın Tevrat olduğunu kabul etsek bile, önemli
olan onun o kitaba sımsıkı sa-rılmasıdır.
Ayetin bu kısmında
geçen 0i oiîfiı li "kitaba sımsıkı sarıl" emri, Âl-i İmrân 103'teki
"hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılın" emri ile örtüşmektedir.
"Kitab"a,
"Allah'ın ipi"ne, yani "Kur'ân"a sımsıkı sarılma emri bize
"kitabı eline alıp onu maddî anlamda sımsıkı tutmayı" değil,
"kitabın emirlerini doğru öğrenip doğru anlatmayı ve doğru olarak hayata
ge-çirme"yi ifade etmektedir.
Bu emir,
peygamberlerin bile kitaba sarılmakla yükümlü olduklarını hatırlatarak
ümmetlerin bu konuda çok daha fazla özen göstermeleri gereğini öğretmektedir.
2. "Biz ona, henüz çocuk iken Kitabı anlama
kabiliyetini verdik,"
Bizim "anlama kabiliyeti" olarak tercüme
ettiğimiz ıisI-1 el-hükm kelimesine Râzî, "hikmet"; Ma'mer,
"akıl", "peygamberlik" anlamını vermiştir.
[10]
Muhammed Esed ise "kuşatıcı düşünme yeteneği" anlamını tercih
etmiştir. Şimdi Yahya peygambere çocukken verilen ayrıcalıklı şeyin ne olduğuna
bakarsak, âyette "hükm" kelimesine daha rahat mana verebiliriz. Yahya
peygamber çocuk yaşta peygamber olmuştur.
Hüküm kelimesine
"nübüvvet, yani peygamberlik" anlamını veren kişinin doğruya en yakın
manayı verdiğini söyleyebiliriz.
Yüce Allah, Hz.
Yahya'ya "Kitaba sımsıkı sarıl" demekle onun peygamber olduğunu ifade
etmiştir. Kitaba sarılmak için anlayış, derin düşünce kabiliyeti gereklidir.
Kitap anlayışla, düşünceyle bir araya ge-
ünce gerçek sımsıkı
sarılma meydana gelecektir. Anlama yeteneği olmayan insana "kitaba
sımsıkı sarıl" demek mümkün değildir. Anlama, düşünme yeteneği alt yapıyı,
kitap da üst yapıyı oluşturmaktadır. Demek ki Hz. Yahya'nın ikinci vasfı onun
derin bir anlayış ve düşünme kabiliyetine sahip olması idi.
3.
"Tarafımızdan ona kalp yumuşaklığı
verdik."
Ayetteki hanân
kelimesinin aslı hanindir. Kelimenin kök
fiili "arzu ve iştiyaktan dolayı çok ağlamak, üzüntü veya sevinçten dolayı
çok ağlamak, inlemek, ses çıkarmak, özlemek" anlamına gelen hannedir.
tehannâ kalıbı "merhamet, şefkat etmek"; hannân kalıbı da,
"merhamet, şefkat, kalb inceliği, bereket, vakar, heybet, rızk"
manalarına gelmektedir.
İşte âyette geçen
hanân, "kalp yumuşaklığı, merhamet, günahlardan temiz olmak"
demektir.
Ayetteki manaya
dönersek, Yüce Allah Hz. Yahya'ya bir lütuf olarak kalp yumuşaklığı, merhamet,
ruh inceliği vermiştir; yani onu bunlarla donatmıştır.
Bu sıfat hemen hemen bütün peygamberlerin ortak
özelliğidir. Yüce Allah rahmeti gereği Hz. Peygamber'e de yumuşak davranma
özelliğini vermiştir: "O vakit Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak
davrandın" (Al-i îmrân 3/159) "O, size çok düşkün, müminlere karşı
çok şefkatlidir, merhametlidir" (Tevbe 9/128).
Demek ki, Hz, Yahya
ledünnî kalp yumuşaklığına sahipti.
4.
"Temizlik
(verdik)."
Buradaki zekât kelimesi, "arınmışlığı,
temizliği" ifade etmektedir. Hz. Yahya, ahlâkî bakımdan günahlardan uzak
olmaya, ruh temizliğine sahipti. Bu da ona ledünnî kaynaktan yani Allah
tarafından verilmişti. Zekât kelimesine Hz. îsâ ile ilgili Meryem 31 'e
bakarsak, "bereket" anlamını vermemiz de mümkündür.
5. "O çok sakınan birisi idi."
Buradaki tekiyyâ
kelimesine, Muhammed Esed'in verdiği anlamı verirsek, Hz. Yahya'nın, Allah'a
karşı her zaman bilinç ve duyarlılık içinde olduğunu söyleyebiliriz. Başka bir
mana verirsek, Hz. Yahya'nın manevi bağışıklık sistemi çok yüksekti,
diyebiliriz. Çünkü "takva", manevi bağışıklık sistemini ifade
etmektedir. Bunun anlamı haramdan uzak durmak ve tüm iyi amelleri yerine
getirmektir.
6.
"Ana-babasına çok iyi davranırdı." Âyette
geçen Ç berran kelimesinin kök fiili, "yemininde sâdık olmak, doğru olmak,
itaat etmek" anlamına gelen berra fiilidir. Ana-baba ile beraber kullanılınca,
"itaat edip ihsan eylemek" demektir. Demek ki bu kelime başka
âyetlerde ihsan olarak yer almakta, meselâ: "Rabbin, sadece kendisine
kulluk etmenizi, ana-babaya da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti"
(İsrâ 17/23) âyetinde ihsan olarak geçmektedir.
7. "O, zorba değildi." Âyette geçen cebbar,
"kırık kemiği düzeltmek, fakirin ihtiyacını gidermek, yetime ihsan etmek,
iyileştirmek, zorlamak, ikrah" anlamına gelen cebera'den türemiştir. Cebbar, "kendi
üzerinde başkasına ait bir hak tanımayan kimse"dir. "Büyüklenen,
başkasına hak tanımayan" anlamına da gelmektedir.[11]
Demek ki insan hak ve özgürlüklerini çiğneyen zorbaya ve zâlime cebbar
denmektedir.
8. "O, isyankâr (değildi)." O, Allah'a karşı
âsi olmadığı gibi, ana-babasına ve topluma karşı isyan eden biri de değildi.
Âsi insan, kafa kaldıran, serkeş, isyan eden demektir. Hz. Yahya, bu tür
davranıştan da uzaktı.
9. "Doğduğu gün, öleceği gün ve diri olarak
kabirden kalkacağı gün ona selâm olsun." Yüce Allah selâm vermekle ona
emanet vermiş, ona rahmet eylemiştir. Hz. Nuh'a selâm vermiştir (Sâffât
37/79);İbrâhim peygambere de selâm vermiştir (Sâffât 37/109), İlyâs'a da selâm
vermiştir (Sâffât 37/130); ama Yahya peygambere doğduğunda, öldüğünde ve
âhirette dirileceği günlerde üç kere selâm etmiştir. Tıpkı îsâ peygambere üç
kere selâm ettiği gibi (Meryem 19/33). Yüce Allah Yahya peygamberin dokuz
vasfım burada
sıralamıştır. Kitaba
sımsıkı sarılmak, çocukken anlayış sahibi kılınmak, kalb yumuşaklığına sahip olmak,
arınmış olmak, takva sahibi olmak, ana-babaya iyilik etmek, zorba olmamak, âsi
olmamak, doğduğu, öleceği ve diriltileceği gün esenlik içinde olmak. İşte
bunlar doğuştan verilen özellikler olduğu gibi, aynı zamanda peygamber
ahlâkının temellerinin de önemli bir bölümünü teşkil etmektedirler. Diğer
vasıfların bir bölümü, Âl-i İmrân 39'da sayılmaktadır: Allah'tan gelen
kelimeyi tasdik e-den, efendi, iffetli ve sâlihlerden bir peygamber. Böylece bu
özellikleri de Meryem sûresinde geçenlere ilave etmemiz gerekiyor. Yüce Allah
böylece peygamber ahlâkım bütünüyle ortaya koymuş olmaktadır. Kısaca Zekeriyyâ
peygamberin Meryem 6'da "bana vâris olsun, Ya'kûb hanedanına da vâris
olsun. Rabbim, onu rızana layık kıl" şeklinde dua edip istediği vasıftaki
çocuk bu çocuktur.
Peygamberlerin ve
babasının manevi mirasını taşıyacak ve Allah'ın razı olacağı vasıflara sahip
şahsiyetin bu şekilde olması gerekiyordu. Yüce Allah bunu Kur'ân'da anlatırken
günümüze ve geleceğe şu ışığı tutmaktadır: Çocuk yetiştirirken hangi manevi
değerleri öne çıkartacağız, onları hangi Özelliklerle donatacağız? îşte Yahya
peygamberin bu özellikleri, bu soruyu cevaplandırmaktadır.
Diğer taraftan Yüce
Allah Hz. Yahya'ya "Kitab'a sımsıkı sarıl" derken eğitim faaliyetinin
merkezinde kitap olduğunu, kitap okulunu benimsediğini, kitapsız Öğretim ve
eğitim faaliyetinin yapılamayacağını vurgulamaktadır. Eğitim faaliyeti keyfî
yapılamaz, mutlaka kitaba dayanmalıdır. Kitap, eğitimin programını,
resmiliğini ve hukukî boyutunu temsil etmektedir.
Ana-babaya iyi
davranmak, onları itip kakmamak, onların gönlünü hoş tutmak ve onların duasını
almak, hem Allah'ın emri hem de peygamber ahlâkının temel değerlerden bir
bölümünü teşkil etmektedir. Demek ki, ana-babasma iyi davranan, onların
gönüllerini alan kişiler hem Allah'ın emrini yerine getirmiş hem de peygamber
ahlâkına bürünmüş olacaktır.
Netice olarak
diyebiliriz ki, bir peygamber, getirdiği dinde yer alan ilkelere kendisi de
uyacak, onları yerine getirecektir. İşte bunlardan biri, ana-babaya karşı iyi
davranmak ve onlara merhamet etmektir. Eğer ana-babası hayatta ise bir
peygamber, onlara bu şekilde davranmak zorundadır. Peygamber olması, onu
bundan muaf tutmaz.
[12]
16. Kitapta Meryem'i de an! O, ailesinden
ayrılmış ve doğu yönünde bir yere çekilmişti.
17. İnsanlarla arasına bir perde germişti Derken,
Biz ona ruhumuzu gönderdik de, ona düzgün bir insan şeklinde göründü.
18. (Meryem) dedi ki: "Eğer saygılı biri
isen, senden Rahman'a sığınırını."
19. (Rûh/melek): "Ben, ancak Rabb'inin sana
gönderdiği bir elçiyim, sana temiz bir oğlan bağışlamak için (geldim)" dedi.
20. (Meryem):
"Bana bir insan dokunmamışken, ben
kötü bir kadın da değilim, nasıl oğlum olabilir?" dedi.
21. (Rûh/melek): "Öyledir" dedi;
Rabb'in buyurdu ki: "Bu, bana kolaydır. Çünkü Biz, onu insanlara bir delil
ve kendimizden bir
rahmet kılacağız. Bu, karara bağlanmış bir hükümdür."
Hz. Meryem genel anlamda insanlık tarihi, öze] anlamda
peygamberler tarihi için önemli bir yere sahiptir ve olgunun sonunda söyleyeceğimiz
gibi, kadın hakları meselesinde devrim diyebileceğimiz bir olgunun merkezinde
yer almaktadır. Bu bakımdan Yüce Allah, onun olgusuna hem Âl-i îmrân'da hem de
kendi ismini taşıyan Meryem sûresinde yer verdi. Ancak Hz. isa'nın annesi
olarak pek çok âyette de geçmektedir. Onun içindir ki Yüce Allah Meryem
sûresinde, onun olgusunu anlatırken Kitapta anılmasını emretmektedir.
1. "Kitapta Meryem'i de an!"
Meryem sûresinin
ikinci âyetinde Yüce Allah Hz. Zekeriyyâ kuluna olan rahmetini andığı gibi,
Hz. Meryem'in de anılmasını istemiştir. Bu anma işi Âl-i İmrân sûresinde daha
önceden, yani annesinin Hz. Meryem'e gebe kalmasından başladığı için Meryem
sûresinde anılan kısım Âl-i İmrân' in bir devamı durumundadır.
Hz. Meryem'in annesi,
yani İmran'ın hanımı Hane, gebe kaldığında Yüce Allah'tan erkek çocuk istedi
(Âl-i İmrân 3/35). Yüce Allah ona kız çocuk verdi ve onun adını ibadet eden,
"âbid kadın" anlamına gelen "Meryem" koydu (Âl-i İmrân
3/36). Yüce Allah Hz. Meryem'e güzel kabul gösterdi ve onu güzel bir bitki gibi
yetiştirdi. Hz. Zekeriyyâ'yi da onun bakımı ile görevlendirdi.
Hz. Zekeriyyâ, Hz. Meryem'in yanına, mabede her girişinde
orada bir nzik bulurdu ve ona bunun nereden geldiğini sorardı. Hz. Meryem de
onu Allah'ın gönderdiğini söylerdi (Âl-i İmrân 3/37).
Daha sonra melekler,
Hz. Meryem'e Allah'ın onu seçtiğini, tertemiz yarattığını ve bütün dünya
kadınlarına tercih ettiğini müjdelediler (Âl-i İmrân 3/42). Demek ki melekler
Hz. Meryem ile konuşuyorlardı, o da onların konuşmasını dinliyor ve anlıyordu.
Burada, meleklerin insan suretine girebileceğine ve peygamber olmayan
insanların onları görüp konuşabileceklerine işaret edildiğini görmekteyiz.
Ayrıca Hz. Meryem'e
Allah'a ibadet etmesi, secde etmesi ve rüku yapması emrediliyordu (Âl-i İmrân
3/43).
İşte bu anlatımlardan
sonra hem Âl-i îmrân sûresinde hem de yorumunu yapmakta olduğumuz Meryem
sûresinde benzer âyetler gündeme gelmektedir.
2. "O, ailesinden ayrılmış ve doğu yönünde bir
yere çekilmişti."
Ayetin bu
kısmında intebeze fiili yer almaktadır.
"Elinden çıkarıp atmak, bir işi ihmal edip terk etmek, ahdi bozmak, nebîz
denen ü-züm şırası yapmak, damarı atmak" anlamına gelen âj nebeze kökünden
türeyen intebeze kalıbı, "köşeye çekilmek, toplumdan uzaklaşmak"
demektir. tenâbeze kalıbı da, "bozuşup ayrılmak" anlamına
gelmektedir.
Râzî bu kelimenin
manalarını şöyle açıklamaktadır: Bir kimse birine attığı şey, o şahsa ulaşacak
mesafede ise atma fiili bu kelime ile ifade edilir. Hurma suyu kaba dökülüp
durduğu için, bu suya nebîz denir. Menbûz, "dökülen, atılan şey"
demektir. Sokağa bırakılan çocuğa da menbûz denir. Çünkü sokağa atılmıştır.[13]
Burada ailesinden ne
şekilde ayrıldığını ne kadar bir mesafeye gittiğini anlamamız için bir sonraki
âyette geçen "perde" anlamına gelen hıcâb kelimesine bakmamız
gerekiyor. Aralarına perde çektiğine göre çok uzağa gitmemiştir. Hz. Meryem,
çocukken mihrâb, yani mabedde bulunuyordu. Mihrâb, Hz. Zekeriyyâ'nm evinde Hz.
Meryem'e
tahsis edilen mahfil anlamına da gelebilir. Mihrâb'ı mabed
anlamına a-lırsak, "Hz. Meryem buluğ çağına ulaşınca, aybaşı halinde
mabetten ayrılıp bir kenara çekildi; temizlenmesi için de ailesi ile arasına
perde gerdi" yorumunu yapabiliriz. Yani âyet, "ailesinin bulunduğu
yerin doğu köşesine çekildi" demektir. Bu çekilişte bir gizlilik, bir
mahremiyet, bir özel durumun olduğu kesindir.
3. "İnsanlarla arasında bir perde germişti."
17. âyetin bu kısmı, 16. âyetin devamı durumundadır. Demek
ki Hz. Meryem, perde ile ayrılıp görülemeyecek bir mesafeye çekilmişti. Buradan
hareketle Hz. Meryem'in ayrıldığı veya çekildiği yerin "yaşadıkları evin
içinde" olduğunu da söyleyebiliriz. Çünkü dışarıda olsalardı, perde ile
ayırmak imkansız olacaktı.
4. "Derken biz ona ruhumuzu gönderdik de, ona
düzgün bir insan şeklinde göründü."
Ayette geçen ruhun kim olduğunu anlayabilmemiz için Şu'arâ 193. âyete
gitmemiz gerekiyor: "Kur'ân'ı er-Rûhu'1-Emîn indirdi." Buradaki Emin
Rûh "Cebrail" demektir. "Kur'ân'ı indiren rûh" ile
"Hz. Meryem'e gelen rûh" aynıdır. "Kalbine (onu indirdi)"
anlamına gelen Şu'arâ 194. âyeti dikkate alıp Bakara 97 ile birleştirirsek Hz.
Peygamber'in kalbine Kur'ân'ı indirenin Cebrail olduğu da anlaşılmış olacaktır:
"De ki: Cebrail'e kim düşman ise şunu iyi bilsin ki, Allah'ın izniyle
Kur'ân'ı senin kalbine bir hidâyet rehberi, Önce ge-len(kitap)ları doğrulayıcı
ve müminler için de müjdeci olarak o indirmiştir" (Bakara 2/97).
"Kur'ân'ı, uyarıcılardan
olasın diye, apaçık Arap diliyle, senin kalbine er-Rûhu'1-Emîn
indirmiştir" (Şu'arâ 26/193-195).
Hz. Meryem, ailesinden
ayrılıp onlarla arasına bir perde çekince Cebrail ona geldi. Ama Hz. Meryem'e
düzgün bir insan şeklinde göründü.
Dikkat edilirse Meryem 17'de hem rûh hem de beşer
kelimeleri yer almaktadır. Yüce Allah Cebrail'in, aslında rûh olduğunu, ama
bedene büründüğünü, çünkü Hz. Meryem'in onu ancak bu şekilde algılayabileceğini
gündeme getirmiştir. Böylece meleklerin bedene bürünebildiği ve bu şekilde
değişime uğrayabildikleri öğretilmektedir. Ruhanî varlıklardan olan meleklerin
eli, ayağı düzgün normal bir insan şekline dönüşebil diklerinden şunu
anlıyoruz: Enerji maddeye dönüşebilecektir.
Yüce Allah'ın,
Cebrail'i kastederek gönderdiği ve adına rûh dediği varlık, Hz. Meryem'e
görünürken tam bir insan şeklini almıştı.
5. "Meryem dedi ki: Eğer saygılı biri isen, senden
Rahman'a sığınırım!"
Bu sözden anlaşılıyor
ki, Hz. Meryem buluğ çağını aşmış, bir erkeğin yanına gelmesinin ne anlama
geldiğini, orada cinsel ahlâk bakımından bir problem yaşanacağını fark etmişti.
Bu durumda ne yapması gerektiğini, hatta karşısındaki beşere ne söyleneceğini
de biliyordu.
a) "Eğer saygılı biri isen." Bizim
"saygılı" diye tercüme ettiğimiz kelime, aslında "sakınmak"
anlamına gelen "takva" kelimesi ile aynı köktendir. Dolayısıyla âyet:
"Allah'tan sakınan biri isen" demektir. Hz. Meryem kendi ana dilinde
takva kelimesini/kavramını biliyordu ve kullanıyordu. Bu nedenle karşısındaki
insanın sakınma duygusuna hitap ediyordu.
b) "Senden Rahmân'a sığınırım"
Hz. Meryem, Allah
Teala'nin Rahman ismini de biliyordu ve kötülüklerden O'na sığınılacağının
kültürünü de almıştı. Yani kötülüklerden Allah'a sığınılacağını ifade edecek
kadar din eğitimi almıştı.
Bu âyet, yani Meryem
18 bize neyi öğretiyor? Bu âyette özellikle kadınlara ve kızlara kimsenin
bulunmadığı bir yerde bir erkekle baş başa kalınca, cinsellik bakımından bir
tehlike sezince, erkeğe ne demesi gerektiği öğretilmektedir. Hz. Meryem,
karşısındaki erkeğin sakınma duygusuna, takvasına hitap ederek, kendisinin de
Allah'a sığınmasını örnek ile anlatmakta, onların beyinlerine bunu
kazımaktadır.
"Melekler
demişlerdi ki: Ey Meryem! Allah sana Kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor. Adı
Meryem oğlu Mesîh isa'dır." Demek ki liehebe kelimesine
"müjdelemek" manasını verebiliriz.
Fakat bize göre
Cebrail'in hibe etmesi ile Meleklerin müjdelemesi arasında bir zaman farkı
vardır. Cebrail tek olduğu halde, Al-i İmrân 45'de melekler çoğul olarak
müjdelemeyi yapmaktadırlar. Cebrail'in hibe etmesinin anlamı içinde, bu fiili
yani hibeyi Allah'ın yapmakta olduğu manası vardır.
Cebrail "temiz bir oğlan" hibe etmek için
geldiğini ifade etmişti. Hz. Isâ dünyaya gelmediği halde, ona temiz anlamında
"zeki" demesinden eğitim psikolojisi adına şu ilkeyi çıkartıyoruz:
İnsan, yaratanın iradesinden ve takdirinden dolayı temiz olarak dünyaya
gelmektedir; kirlenme, bozulma doğuştan değildir. İnsan, doğuştan temizdir.
Eğitimde haram lokmanın nesle etkisi konusunu Nisa 9-10; A'râf 58'de detaylı
bir şekilde açıkladık.
Ayette geçen
"zeki" yani temiz kelimesinin geniş manasını Âl-i İmrân 45'te
bulmamız mümkündür. Ama bu âyet Hz. îsâ'nin diğer vasıflarını vermektedir.
Allah'ın kelimesi olması, dünya ve âhirette itibarlı olması, Allah'ın onu
Kendisine yakın kılması onun temiz olduğunu ifade etmektedir. Çünkü temiz
olmayan kişi, dünya ve âhirette itibarlı ve Allah'a yakın olamaz.
7. "Meryem: Bana bir insan dokunmamışken, ben kötü
bir kadın da değilken nasıl oğlum olabilir? dedi."
a) "Bana bir insan dokunmam işken" derken Hz.
Meryem, "dokunma" kelimesini cinsel ilişki anlamında kullanmıştır.
Tıpkı boşanma hukukunu anlatırken Yüce Allah'ın Bakara 237'de bu kelimeyi ve
ifadeyi kullanması gibi. Yüce Allah, Bakara 237'de "mehri verilen ve
nikahı kıyılıp temas etmeden", yani "cinsel ilişkide bulunmadan"
boşanmayı anlatırken bu kelimeye yer vermektedir. Hz. Meryem de
"dokunma" anlamında
olan messe/yemsesnî kelimesini
"cinsel temas" manasında kullanmıştır.
Hz. Meryem, cinsel
temas olmadan çocuk sahibi olunamayacağının farkında idi. Bu söylev onun hangi
yaşta ya da gelişim basamağında olduğunu ifade etmektedir. Böylece Hz. Meryem
normal doğa kanununu söylemektedir.
b) "Ben kötü bir kadın da değilim" derken de
Hz. Meryem, kendisinin iffetli olduğunu, zinâkâr biri olmadığını ifade etmektedir.
Bu ifadesi ile konuştuğu insan şeklindeki erkeği reddettiğini göstermektedir.
Evli olmadığını, evli olmayan kadının çocuk doğurmasının kötü kadın olmak
anlamına geleceğini kısa bir cümle ile ifade etmiştir. Böylece
"nikah" kavramını, meşru ve meşru olmayan cinsel teması; meşru çocuk
ve meşru olmayan çocuk anlayışına sahip olduğunu da ifade etmiş olmaktadır.
"(Rûh): Öyledir,
dedi; (ama) Rabb'in buyurdu ki: Bu, bana kolaydır. Çünkü Biz, onu insanlara bir
delil ve kendimizden bir rahmet kılacağız. Bu, karara bağlanmış bir
hükümdür."
a) Âyette rûh diye geçen ve Hz. Meryem'e beşer şeklinde
gözüken Cebrail, cinsel ilişkiye girmiş bir kıza çocuk doğurtmanın Allah için
kolay bir iş olduğunu söylemiştir. Aynı şekilde, Meryem 9'da Zekeriyyâ
peygambere de ihtiyar koca ve kısır bir kadına çocuk vermenin kolay olduğu
söylenmişti.
Aslında Allah için
kolaylık ve zorluk diye bir şeyin düşünülmesi mümkün değildir. Ancak, Yüce
Allah insanın beynine göre ona konuşmaktadır. Çünkü insan için kolay veya zor
işler vardır.
b) Yüce Allah, yorumunu yapmakta olduğumuz Meryem 21'e
göre Hz. îsâ'nın bir âyet olduğunu ya da onu bir âyet kıldığını söylemektedir.
Âyet, "işaret, delil, sembol" demektir. Hz. isa'nın yaratılış olgusu,
insanlığın bilimsel araştırmalarında, özellikle tıp ilminde bir ödev niteliği
taşımaktadır. O, çözülmesi, yorumlanması, anlaşılması gereken bir âyet, yani
bir kanundur.
Aynı zamanda Hz. Isâ,
Allah'tan insanlara bir rahmet olmuştur. Yani Allah, onu kendi merhameti gereği
yaratıp insanlara peygamber o-larak göndermiştir.
Demek ki Hz. îsâ bir
taraftan âyet, diğer taraftan da Allah'ın merhametinin tecellisidir.
c) Cebrail, bunun, hüküm ve karara bağlanmış bir iş
olduğunu buyururken, geri dönülmesi mümkün olmayan bir durumla karşı karşıya
olduklarını ifade etmektedir.
Yüce Allah'ın bir işe
karar vermesi, o işin mutlaka olması demektir. İnsan karar verdiği işten
dönebilir ama, Allah'ın dönmesi söz konusu değildir. Böylece Hz. Meryem'e ilâhî
karar ve iş konusunda bir ders verilmekte ve bu ders bize kadar uzanmaktadır.
İlahiyatın en önemli konularından biri Allah'ın eylemlerindeki kesinliğin
bilinmesidir.
Yüce Allah'ın verdiği
kararı ne tenkit edebiliriz ne de geri çevirebiliriz. İnsanın duası bu kararla
çatışırsa, duasından vazgeçmesi gerekiyor. Bunun en güzel örneğini Hz.
İbrahim'de buluyoruz:
Hz. İbrahim, yeğeni Hz. Lût'un toplumunun batmasını
istemiyor ve bunun için Allah'a dua ediyordu. Buna karşı Yüce Allah'ın şu
uyarısı ile karşı karşıya kaldı: "Ey İbrahim, bundan vazgeç. Çünkü
Rabb'inin emri gelmiştir. Ve onlara, geri çevrilmez bir azap mutlaka
gelecektir" (Hûd 11/76). Hz. İbrahim de bu uyarı gereği önceki ısrarından
vazgeçmiştir.
[14]
22. Meryem ona hamile kaldı. Bunun üzerine onunla
uzak bir yere çekildi.
23. Doğum sancısı onu bir hurma ağacına (dayanmaya)
sevk etti. "Âh, keşke " dedi; "bundan önce ölseydim de unutulup
gitseydim."
24. Aşağısından
ona şöyle seslendi:
"Tasalanma! Rabb 'in senin alt yanında bir su arkı vücuda getirmiştir.
25. Hurma ağacını/gövdesini kendine doğru silkele
ki, üzerine taze, olgun hurma dökülsün.
26. Ye, iç; gözün
aydın olsun! Eğer insanlardan birini '"
görürsen de ki: "Ben çok merhametli olan Allah'a oruç adadım; artık
bugün hiçbir insanla konuşmayacağım."
Hz. Meryem'in
olgusunun birinci kısmı, Cebrail ile olan konuşmalarına, ikinci kısmı da Hz.
Meryem'in gebeliği ve çocuğu doğurmasına tahsis edilmiştir. İkinci kısımdan da
çıkaracağımız neticeler olacaktır.
1. "Meryem ona hamile kaldı."
Bu noktada şu soruya cevap vermemiz gerekiyor: Hz. Meryem
nasıl hamile kaldı? Gerçekten kendisine hiçbir beşer dokunmadığı, yani cinsel
ilişkide bulunmadığı halde nasıl gebe kaldı?
Bu sorulara cevap
verebilmemiz için şu âyetlere gitmemiz gerekiyor:
a) "Irzını iffetle korumuş olanı (Meryem'i de an).
Biz ona ruhumuzdan üfledik; onu ve oğlunu cümle âlem için bir ibret
kıldık" (Enbiyâ 21/91). Âyette geçen ı$j fîhâ ifadesindeki hâ zamiri Hz.
Meryem'e gitmekte ve Hz. Meryem'in dişi olduğunu ifade etmektedir. Çünkü
Arapça'da bu tip zamirler dişi için kullanılmaktadır. Başka bir ifadeyle Yüce
Allah üfürme işini Hz. Meryem'e yapmıştır.
"İffetini
korumuş, 'İmrân Kızı Meryem'i de (Allah örnek olarak gösterdi). Biz, ona
ruhumuzdan üfledik ve Rabb'inin sözlerini ve kitaplarını tasdik etti. O,
gönülden iman edenlerdendi" (Tanrım 66/12).
Bu âyette geçen fîhi
ifadesindeki zamir ise "erkekler için kullanılan zamir"dir. Enbiyâ
91'de dişiye giden hâ zamiri yer alırken; Tahrîm 12'de erkeği ifade eden hi/hü
zamiri geçmektedir. Bu ne anlama gelmektedir? Sorunun cevabı şudur: Enbiyâ
91'de Hz. Meryem "dişi"; Tahrîm 12'de ise "erkek" olarak
geçmektedir. Demek ki Hz. Meryem bir âyette "dişi", diğerinde ise
"erkek" olarak sunulmaktadır.
Müfessirlerin çoğu
Enbiyâ 91 ile Tahrîm 12'deki bu durumu çözülmesi imkansız ya da zor anlamına
gelen müşkil âyetler gurubuna koymuşlardır.
Bize göre bu âyet
müşkil değildir. Zira âyetin günümüzün bilimsel bulgularıyla açıklanması
mümkündür. Bazı âlimler de Enbiyâ 91'deki üfürme işinin Hz. Meryem'e; Tanrım
12'dekini de Hz. Meryem'in gebe kaldığı Hz. îsâ'ya olduğunu söyleyerek bu ikili
zamirin çatışmasını önlemeye çalışmışlardır.
Bu yorumlama şekli de
doğru değildir. Çünkü her iki âyette anlatılan sadece Hz. Meryem'dir; ona
yönelik olan üfürme eylemidir ve Hz. îsâ'ya gebe kalmadan önceki üfürme işlemi
kastedilmektedir. Bu üfürme ile Hz. Meryem, oğlu îsâ'ya gebe kalmıştır. Öyle
ise bu dişilere ait zamir ile erkeklere ait zamir nasıl açıklanabilir?
Bize göre, Hz.
Meryem'in iç organlarında hem sperm üreten hem de yumurta üreten bir sistem ya
da iki sistem vardı.
Enbiyâ 91'deki üfürme
eylemi yumurtayı harekete geçirmiş, Tanrım 12'deki üfürme de spermi harekete
geçirmişti. Neticede sperm ile yumurta buluşup döllendi ve böylece Hz. îsâ
yaratılmış oldu. Bu izahımız doğaya ya da bilime uygun mudur? Biyolojinin
konulan arasında yer alan botanik ve zooloji konularına bakınca bu iddiamıza
delil bulmamız mümkündür. Çünkü ceviz ve fındık gibi meyveler kendi kendilerini
döllerler. Solucan gibi hayvanların da erkekleri olmadığından kendilerini
döllemektedirler. Aynı şekilde, Hz. Meryem'in içinde yer alan sperm ve yumurta
üreten sistemler, bu ilâhî üfürme ile harekete geçip kendi kendini döllemiştir.
İşte yorumunu yapmakta olduğumuz Meryem 22'deki hamilelik bu şekilde
gerçekleşmiştir.
Yüce Allah, Al-i Imrân 59'da Hz. isa'nın yaratılışı ile
Hz. A-dem'in yaratılışı arasında bir benzerlik kurmakta ve onların
yaratılışında "ol" deyip "olmalan"mn yer aldığını
söylemektedir. Hicr 29'da gördüğümüz gibi Hz. Âdem yaratılırken de ona da
üfürülmüştür.
Bu açıdan bakınca, kısır ve yaşlı olan Hz. Yahya'nın anne
ve babasının çocuk yapar hale gelmesi de ilginç bir durum arz etmektedir. Bu
iki olguda düşünülmesi gereken şey, Yüce Allah'ın bir şeyi yaratmayı
istediğinde onu yaratmasının şeklinde hiçbir şeyin fark etmeyeceğidir. Sonsuz
ilim ve sonsuz kudrete sahip olan Allah çeşitli şekillerde yaratabilir.
Alışılagelen yaratma şeklinden farklı bir yaratma şekli görünce,
hemen farklı neticelere
varmanın, şüphelenmenin anlamı yoktur. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Hz.
İsa'nın doğumundaki mucizenin asıl noktası, annesinin vücûdunun iki sisteme
sahip kılınmasıyla ilgilidir.
İşte Hz. Meryem'in
gebe kalma olgusu bu şekilde açıklanabilir.
2. "Bunun üzerine onunla uzak bir yere çekik
di."
Hz. Meryem, gebeliği ilerleyince ailesinden ve toplumdan
utanması nedeniyle uzaklaşmak zorunda kaldı. Onun bu uzaklaşma eylemi bize,
toplumun kınama, baskı yapma özelliğinin olduğunu göstermektedir. Hz. Meryem,
kız olarak gebe kalmasının, toplum tarafından normal karşılanamayacağını
bildiği için onlardan ayrılmak zorunda kaldı. Demek ki, kişinin davranışları,
toplumun değerleri ile çatışır hale gelmemelidir. Çatışma halinde kaybedecek
olan fert olacaktır. Bazı durumlarda toplumun değer anlayışı yanlış, ferdinki
doğru olabilir. Buna rağmen toplum ferdi dışlar. Aynı durumu Hz. Meryem
yaşamıştır.
"Doğum sancısı
onu bir hurma ağacına dayanmaca sevk etti. Âh keşke dedi, bundan önce ölseydim
de unutulup gitseydim."
a) Ayette geçen el-mehâd, "bir şeyi şiddetle
sallamak, sütün yağını çıkarmak, kovayı kuyuda su doldurmak için çalkalamak,
iyiden iyiye düşünmek" anlamına gelen
mehada fiilinden türeyen bu kelime "doğum sancısı" anlamına
gelmektedir. İşte Hz. Meryem'i, doğum sancısı hurma ağacına dayanmaya sevk
etmiştir. Bunun anlamı, Hz. Meryem'in doğumunu tek başına gerçekleştirmiş
olduğudur.
b) Toplumun kınaması, ayıplaması ve ona göre de
olağandışı bir doğum yapmış olması, Hz. Meryem'e şu sözleri söyletmiştir:
"Ah keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim." Âyetteki yâ
edatı, pişmanlığı pekiştirmek için konmuştur. Sadece "keşke"
anlamını zaten leyte edatı vermektedir. Dolayısıyla yâ edatına, "âh"
anlamını vererek âyeti yorumlamak gerekmektedir. İşte sosyal baskılar, insanın
ağzından bu şekilde bir cümlenin çıkmasına neden olmakta, ölümünü isteyecek ve
unutulup gitmesini dileyecek kadar bir yaptırıma sahip olmakta ve toplumun
değerleri ile çatışmanın ne kadar ağır bir yük getirdiğini de öğretmektedir.
Bazen insanlar sosyal baskıyı, Tann'nın yaptırımının önüne bile geçirirler.
Nisa sûresinin 108. âyeti buna işaret etmektedir "fe "İnsanlardan
gizlerler de Allah'tan gizlemezler." Toplumun baskısı bir işi yapmaktan
insanı alıkoyabilmektedir: "Çünkü bu hareketiniz, Peygamber'i üzmekte,
fakat o (size bunu söylemekten) utanmaktadır" (Ahzâb 33/53). Sosyal baskı
bazen yapacağımız veya söyleyeceğimiz şeyleri içimize gömmemize de sebep olur
"Allah'ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun.
Oysa asıl korkmaya layık olan Allah'tır" (Ahzâb 33/37).
Bu âyetler gösteriyor
ki, toplumun baskısı peygamberleri bile etki altına almaktadır. Bu baskı,
kişinin eyleminin hangi toplumsal değerle ne derece çatıştığına bağlı olarak
şiddetini artırır. İşte görünürde meşru olmayan bir ilişki ile gebe kaldığı
sanılan Hz. Meryem'i, sosyal baskı, toplumdan ayrılmaya sevk etmiş ve bu sözü
söylemesine neden olmuştur. Aslında bu söz, Hz. Meryem'in sosyal baskıdan
dolayı sahip olduğu psikolojik durumu ifade etmektedir.
Bu sözler, ağır,
çözülemeyen, aksi ispati anam ayan bir oluşumun doğurduğu sosyal baskının
katlanılamayan psikolojisinin ağızdan çıkardığı sözlerdir. Aslında bu sözler,
Hz. Meryem'in ne kadar iffetli olduğuna da delil teşkil etmektedir. Çünkü
yanlış hareketi sürekli bir şekilde yapan kişi, onu kanıksayacağından pişmanlık
duymamaya da başlar.
4. "Aşağısından ona şöyle seslendi: Tasalanma!
Rabb'in senin alt yanında bir su arkı vücuda getirdi."
a) Âlimler Hz. Meryem'in aşağısından kimin seslendiği
konusunu detaylı bir şekilde tartıştılar. Kimi melek dedi, kimi Hz. Isâ dedi,
kimi de bu ikisini tartışarak, hangisinin doğru olabileceğini araştırdı.
Zemahşerî'nin kaydettiğine göre Katâde, sesin Hz. Meryem'in altından değil de
hurma ağacının altından geldiğini iddia etmiştir. Bize göre Zemahşerî'nin
Katâde'den naklettiği bu görüş daha doğrudur. Çünkü bir önceki âyette, Hz.
Meryem'in doğum sancısından dolayı dayanmak zo-
runda kaldığı ağaç
hurma ağacı idi. Sesin de oradan geldiği görüşü en doğrusu olacaktır.
Zemahşerî, Katâde'nin
bu görüşünü ispat eden bir delil getirmemiştir. Biz ise bu görüşün delilini
Kasas sûresinin 30. âyetinden getiriyoruz: "(Mûsâ) oraya gelince, o
mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısından, ağaç tarafından kendisine şöyle
seslenildi: 'Ey Mûsâ! Bil ki Ben, bütün âlemlerin Rabb'i olan Allah'ım'."
İşte Yüce Allah nasıl ağaç tarafından Hz. Musa'ya seslendi ise, Hz. Meryem'e de
hurma ağacının altından nida etti, yani seslendi. Ağacın alt tarafından Yüce
Allah Hz. Meryem'e seslenmiştir. Âl-i İmrân 35 ve 36. âyetlerde Hz. Meryem'in
annesi nasıl doğrudan Allah ile konuştu ise, kızı Hz. Meryem de doğrudan konuşmuştur.
b) Başka bir açıdan bakarsak seslenenin melek olduğunu
da söyleyebiliriz: Kasas 30'da seslenen Allah'tır; ancak siyak ve sibaka
burada seslenenin melek olma ihtimali de vardır.
c) Aslında seslenenin Hz. îsâ olması da muhtemeldir.
Çünkü Hz. îsâ, bu hitaptan önce doğmuştu. Meryem 29. âyette Hz. Meryem, halka
beşikteki çocuğa işaret ederek "ona sorun" demişti. Burada aklımıza
şu soru geliyor? Hz. Meryem, çocuğun konuşabileceğini nerden biliyordu? İşte
daha önce annesine 25. âyette konuştuğu için burada da konuşacağını söyleyerek
oğluna işaret etmiştir.
Hz. Meryem neyi tasa
ediyordu? Meryem 26'ya bakarsak bunun susuzluk olduğunu anlıyoruz. Ayrıca
yorumunu yapmakta olduğumuz 24. âyetin son kısmı da buna işaret etmektedir.
Hurma ağacının altında doğum yaparken orada suyun olmamasından endişe ettiğini
anlıyoruz. Tıpkı Beyt-i Muharrem'in yanında Hz. İbrahim'in bıraktığı Hacer'in
su bulamamasından dolayı çocuğu için tedirginliğe kapılıp Safa ve Merve
tepeleri arasında koşması gibi.
Hz. Meryem'in tasasını
gidermek için Yüce Allah, onun yanında bir su arkı, yani su pınarı fışkırttığım
söylemiştir.
seriyyâ kelimesi, "ark, kanal, nehir, pınar"
manalarına geldiği gibi "çay", yani "ufak bir dere"
anlamını da ifade etmektedir. Burada Önemli olan konu, su olmayan yerden Yüce Allah'ın
Hz. Meryem ve o-nun doğurduğu çocuğu için suyu fışkırtmış olmasıdır.
5.
"Hurma ağacını kendine doğru silkele ki, üzerine taze, olgun hurma
dökülsün."
Meryem 24 ile 25.
âyetlere bakınca şu neticeyi çıkartıyoruz: Önce su, sonra yemek geliyor. Bunun
sebebi, suyun yemekten daha önemli olmasıdır. Demek ki, Hz. Meryem yemek
konusunda da tasa ediyordu.
Âyette geçen kelimesi,
"hurma ağacının alt kısmı"nı ifade etmektedir. Aslında bu cümle,
"hurma ağacının gövdesini çekip silkelemek" demektir. Öyle
anlaşılıyor ki, bu hurma ağacı bir insanın çekip sallayacağı kadar genç bir
ağaç idi.
rutab "hurma" ceniyy de "taze"
demektir; yani silkeleyince taze hurma döküleceği söylenmiş olmaktadır. Böylece
Hz. Meryem, her şeyi rızıklandıran Allah tarafından su ve hurma ile
rızıklandırıldı. Böyle bir rızıklandırma, zaten Hz. Meryem'e çocukluğunda da
yapılmıştır: "Zekeriyyâ, onun yanına, mabede her girişinde orada bir rızık
bulur ve: 'Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?' der, o da: 'Bu Allah tarafından
dır. Allah, dilediğine sayısız rızık verir' derdi" (Âl-i İmrân 3/37).
6. "Ye, iç; gözün aydın olsun!"
Yüce Allah, hem
Meryem'in hem de çocuğun gıdasını temin ettikten sonra, ona yiyip içmesini söyledi.
Bu hitapta da Yüce Allah'ın Hz. Meryem'e doğrudan konuştuğunu görüyoruz. Ayrıca
Hz. Meryem'e doğurduğu çocuktan dolayı tebrik etme anlamında göz aydınlığı
dilemiştir.
"Eğer insanlardan
birini görürsen, de ki: Ben çok merhametli Allah'a oruç adadım; artık bugün
hiçbir insanla konuşmayacağım."
Yüce Allah, Hz.
Meryem'in doğurduğu çocuktan dolayı ağır bir şekilde tepki göreceğini,
ayıplanacağını, hakarete uğrayacağını bildiği için nasıl davranacağını da ona
öğretmektedir.
Yüce Allah'ın buradaki
hitabından anlıyoruz ki, Hz. Meryem'e "susma orucu/savm-ı samt"
tutması emredilmişti. İnsanların saldırısına karşı koymanın en önemli
metotlarından biri de "susma orucu" olmuştu. İşte Hz. Meryem'e
öğretilen bu metot bizim Ramazan orucumuz için de geçerli olmalıdır. Bizler
oruçlu iken, ağzımızdan yanlış bir söz çıkmaması için bir tür susma orucu
tutmalıyız. Bunun anlamı, konuşurken ağzımızdan daima iyi söz çıkmasını
sağlamak gerekliliğidir. Gıybet, dedikodu, zan, iftira gibi kötü sözlere karşı
oruç tutmalıyız.
Demek ki susma orucu
Allah'a adanabilmektedir. Hz. Meryem, Yüce Allah'ın "Rahman" ismini
anarak susma orucunu O'na adamıştır. Ama bu susma orucu bir günlüktü.
Âyette geçen savm
kelimesi, Bakara 183'de sıyâm kalıbında yer almaktadır. Kelimenin geniş
açıklaması orada yapılmıştır. Bu kelime, "alıkoymak, susmak, güneşin tam
tepede olması" manalarına gelmektedir. Ancak Hz. Meryem, savm kelimesinin
ne anlama geldiğini de âyetin sonunda açıklamıştı. Buradaki savm "başkası
ile konuşmaktan kedini alıkoymak" anlamına gelmektedir.
Hz. Meryem'e burada
yapması emredilen "susma orucu" daha önce Zekeriyyâ peygambere de
bir âyet, işaret, delil olarak teklif edilmişti. Ona da üç gün üç gece kimse
ile konuşamayacağı söylenmişti (Âl-i İmrân 3/41; Meryem 19/10).
Demek ki, Hz.
Yahya'nın yaratılması ile Hz. îsâ'nm yaratılmasında tabiat üstü bir özellik
olması nedeniyle Hz. Yahya'nın babasına; Hz. îsâ'nın da annesine saldırılara
karşı sabredebilmek için "susma orucu" adamaları en uygun metod
olarak görülmüştür. Böylece sabırla oruç arasındaki ilişkiye işaret
edilmiştir.
Ayetin geneline
bakınca şunu görüyoruz: Yüce Allah Hz. Meryem'e Rahmân'a "susma
orucu" adadığını söyleyerek bu sözü başkasına nakletmesini isterken Hz.
Meryem konuşmuş olmayacak mıydı? Sadece
"ibadet
ettiğini", yani "susma orucu" tuttuğunu söyleyecek, ama bunun
dışında kelime etmeyecek, bu sözün dışında sadece aşağıdaki âyetlerde
görüleceği gibi işaretle konuşacaktı.
İşte bu âyetten
anlıyoruz ki, din eğitiminin önemli konularından biri ağzı, yani dili disipline
etmektir. Bu, insanlara öğretilirken neler yapacakları, hangi metotla
erdemlerin zirvesinde olan sabra ulaşacakları da kendilerine gösterilmektedir.
[15]
27. Nihayet onu taşıyarak kavmine getirdi. Dediler ki:
"Ey Meryem!
Hakikaten sen iğrenç bir şey yaptın!
28. Ey Harun'un kız
kardeşi! Senin baban kötü bir san değildi; annen de iffetsiz değildi."
29. Bunun üzerine
Meryem çocuğu gösterdi. "Biz" dediler, "beşikteki bir sabi ile
nasıl konuşuruz?"
Bu âyetler, değerler
sistemini, ailenin ve milletin asaletini gündeme getirmektedir.
1. "Nihayet onu taşıyarak kavmine getirdi."
" - Hz. Meryem
çocuğunu doğurmak için toplumdan, özellikle ailesinden ayrılmıştı. Gebe olarak
görünmesinin, toplumun meşru görmediği çocuğu onların arasında doğurmasının
sakıncası vardı.
Ama çocuk doğunca,
artık insan denen büyük bir değer hayat bulmuştu ve bu değerle beraber
toplumun huzuruna çıkabilirdi.
2. "Dediler ki: Ey Meryem! Hakikaten sen iğrenç bir
şey yaptın."
Ayetin bu kısmında
geçen feriyyâ kelimesinin, olumsuz
manada "büyük bir iş" anlamına geldiğini Mücâhid ifade etmiştir.
Sa'îd b. Mes'ade bu kelimeyi "asla görülmedik, olmadık bir şey" diye
manalandırmıştır. Zinadan olmuş bir çocuk da, iftira olunmuş, görülmedik bir
şeydir. Ebu Ubeyde bu kelimenin "hayret edilecek, çok az rastlanılan"
anlamına geldiğini belirtmiştir. Bu kelimenin mastarı "kesmek"
demektir. Öylesine bir iş meydana geliyor ki söylenecek söz bırakmıyor. Buna
Iji feryen denmektedir (Kurtubî, age, XI, 191-192).
Şimdi bu âyetten şunu çıkartıyoruz: Hz. Meryem'in yaşadığı
zamandaki toplum, cinsel ahlâk bakımından iyi ile kötüyü biliyordu; meşru
olmayan bir çocuğu doğurmanın çok kötü bir şey olduğunu söyleyecek kadar
değerlerden haberleri vardı.
3. "Ey Harun'un kız kardeşi! Senin baban kötü bir
insan değildi; annen de iffetsiz değildi."
Hz. Meryem'e
"Harun'un kız kardeşi" demeleri, Hz. Hârûn zamanında yaşadığı
anlamına gelmemektedir. Hz. Meryem'in soy ağacının tepesinde Hz. Hârûn, yani
peygamber olan Hz. Musa'nın kardeşi Hârûn bulunduğu için kendisine böyle hitap
etmişlerdir. Hz. Hârûn ile Hz. Meryem arasında uzun bir zaman geçmesine rağmen
iyi şahsiyet olma açısından neslin başındaki kişi ile sonrakini manevi kız
kardeş olarak görmüşlerdi. Böylece Hz. Meryem'in Hz. Harun'un soyundan
geldiğini de anlamış oluyoruz. Hz. Meryem'in sosyal çevresi, Hz. Meryem'in
babasını ve annesini değerlendirerek, kendisini tenkit ediyorlardı.
a) "Senin baban kötü bir insan değildi."
Sosyal çevresi, Hz.
Meryem'in babası hakkında değerlendirme yaparken "kötü" anlamına
gelen sev'in kelimesini kullandılar. Kelimenin kök fiili sâedir ve "birinin hoşlanmadığı işi
yapmak, kötülük yapmak" anlamına gelmektedir. Bu kelime, yapılan işin kötü
olduğu değerlendirmesi için de kullanılmaktadır. "Gerçekten onların
yapmakta oldukları şeyler ne kötüdür!" (Tevbe 9/9); "Yaptıkları ne
kadar kötüdür!" (Mâide 5/62).
b) "Annen de iffetsiz değildi."
beğiyyâ kelimesi, bu âyetteki yeri itibariyle "zina
eden kadm"a denmektedir. Cümle olumsuz olduğundan "iffetsiz
değildi" anlamına gelmektedir. Hz. Meryem'in sosyal çevresi, onun
babasının ve annesinin iyi insan olduklarını, ahlâkî bir defolarının olmadığını
itiraf etmiş ve değerlendirmelerini yapmışlardı.
Bundan hangi neticeyi
çıkartabiliriz? Bize göre, eğitim psikolojisi bakımından, Hz. Meryem'in veraseti
iyi idi. Dolayısıyla çevresi, ana-babasmdan aldığı hem biyolojik hem de manevî
mirasın iyi olduğuna i-şaret etmişler, Hz. Meryem'in kötü bir ailede
yetişmediğini, tam tersine iyi bir aile çevresinde büyüdüğünü itiraf
etmişlerdi. Zaten Âl-i İmrân 35 ve 36. âyetlerinde, annesinin Allah'a nasıl
yalvardığını ve Yüce Allah'ın onunla nasıl konuştuğunu görmüştük. Böylesine
yüksek manevi şahsiyete sahip olan bir kadının, iffetsiz bir çocuk dünyaya
getiremeyeceği yargısında bulundular.
Demek ki, Hz. Meryem,
ana-babasından güzel bir biyolojik ve manevî miras almıştı. Bu manevî mirası
halk, Hz. Harun'a kadar uzatmıştı. Böylece, ailenin asaletine dikkat çekilmiş
ve aile terbiyesinin önemi vurgulanmıştı.
4.
"Bunun üzerine Meryem çocuğu gösterdi. 'Biz',
dediler, 'beşikteki bir sabi ile nasıl konuşuruz'."
Hz. Meryem, Yüce Allah'a susma orucu adadığından, onların bu şekildeki
ithamlarına, saldırılarına sözle cevap veremedi, sadece beşikteki çocuğu
işaret ederek, ona sormalarını istedi. Diğer taraftan Hz.
Meryem'in göstereceği
başka bir delil de yoktu. İşte bu delilin, oğlu Isâ olması nedeniyle ona
sormaları için işaret etti.
Ayette geçen el-mehd
kelimesi, "beşik" anlamına gelmektedir. Hz. Isâ, beşikte konuştuğu
için "mehdi" sıfatını almıştır. Bize göre, Hz. Meryem'in, çocuğu
koyacağı bir beşiği yoktu. Onu bir beze sararak kucağına alıp halkın huzuruna
çıktı. O zaman Hz. İsa'nın mehdi yani beşiği, Hz. Meryem'in yani annesinin
kucağı olmuştu. Böylece mehd kelimesindeki "beşik" anlamından
hareket ederek, bu âyetteki mehd kelimesine "kucak" anlamında bir
yorum getirilebilir. Onlar beşikte olan çocukla nasıl konuşacaklarını
belirterek, Hz. Meryem'in onlarla alay edip etmediklerini sormuş oldular.
Adamış olduğu susma
orucunu bozmamak için, beşikteki çocuğa işaret etmesinin neticesinde Yüce
Allah, lütfunu göndererek, çocuğun konuşmasını temin etmiş; böylece Hz.
Meryem'e olan yardımını yapmıştır.
[16]
30. (İsa) şöyle dedi:
"Ben Allah 'in kuluyum. O, bana
Kitâb'ı verdi ve beni
peygamber yaptı. -.
31. Nerede olursam
olayım O, beni mübarek kıldı; yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı
emretti.
32. Beni anneme
saygılı kıldı; beni bedbaht bir zorba yapmadı.
Doğduğum gün, öleceğim
gün ve diri olarak kabir gün selâm banadır."
34. işte, hakkında
şüphe ettikleri Meryem oğlu Isâ, hak söz olarak budur.
Hz. Meryem, sosyal
çevresinden çektiği çile, tuttuğu susma orucunu bozmamak uğruna yeni doğmuş
çocuğa işaret edince, onların hayretine rağmen, çocuk annesinin kucağında,
yani beşikte konuşmaya başladı. Konuşmasında değindiği ilk konu daha sonraki
nesiller için çok önemli bir mesajı, bir ilkeyi taşımaktadır.
1.
"(Isâ)
şöyle dedi: Ben Allah'ın kuluyum."
Hz. îsâ, "Ben Allah'ın kuluyum" demekle, sanki
gelecekte kendisini tannlaştıracak, Allah'm oğlu diyecek olan çarpık, inkâr ve
şirk dolu sapık inançlara bir ders vermekte, kendisinin "Allah'ın
kulu" olarak bilinmesini, öyle kabul edilip inanılmasını istemekte ve
öğretmektedir., Peygamberler de kuldur; onlar da getirdikleri dinin esaslarını
tatbik etmek mecburiyetindedirler; onlar da Allah'a ibadet etmek
zorundadırlar. Onun için biz onlara tâbi oluruz, ama asla onlara tapınmayız.
Çünkü kul olana kulluk olmaz.
2. "O, bana Kitâb'ı verdi ve beni peygamber
yaptı." ' '
Hz. Isâ kendisine
kitap verildiğini, yani öğretildiğini ifade etmektedir. Doğuştan peygamber
olmasından anlıyoruz ki, onun beyni kitabı alacak şekilde programlanmıştı.
,
Hz. Isâ, kendisine
istikbalde verilecek olan kitabı da burada kastetmiş olabilir. Nitekim Taberî
de, İkrime ve Dahhâk'in bu ifadeleri "
lah bana kitap vermeyi
hükme bağlamıştır" anlamında "kadâ" kelimesiyle
jlişkilendirdiklerini nakletmiştir.
Hz. îsâ, peygamberliği
için gerekli olan kitabı, yani ilâhî mesajı önce zikretmekte, daha sonra da
peygamber tayin edildiğini, seçildiğini gündeme getirmektedir.Hz. îsâ'nın bu
dersinden anlıyoruz ki, "kitabı olan peygambere rasûl; kitabı olmayana
nebî denir" şeklindeki bilgi yanlıştır. Çünkü Hz. îsâ kendisinin nebî
olarak tayin edildiğini söylerken, aynı zamanda kendisine kitap verildiğine de
dikkat çekmektedir.
Hz. isa'nın bu
dersinden çıkaracağımız diğer bir netice de şudur: Kitabı kendinin yazmadığını
ifade etmek için: "Bana Allah kitabı verdi"; aynı zamanda kendisinin
peygamberlik iddiasında bulunmadığını, risâletin ona verildiğini ifade için de
"(Allah) beni peygamber tayin etti" demiş, bu değerlerin kendisine
verildiğini söyleyerek, şüpheleri ortadan kaldırmak istemiştir. .
3. "Nerede olursam olayım, O, beni mübarek
kıldı."
"Mübarek kıldı" ifadesinin anlamı, "kutlu
ve erdemli kıldı, dini öğretmek ve ilâhî mesajı tebliğ etmek konusunda beni
bereketlerle, faydalı olmakla donattı, manen zor durumda olanları doğru yola
çağırmak ve onlara kucak açmak özellikleri ile teçhiz etti" demektir.
Ama
"mübarek" sözü aynı zamanda kendisinin meşru bir çocuk olduğunu da
ifade etmektedir. Ayrıca "nerede olursam olayım" ifadesi de,
"ister annemin karnında, ister beşikte, isterse dünyanın bir yerinde"
anlamına gelmektedir.
Ayrıca "nerede
olursa olsun insanlara doğruyu, güzeli, hakkı, iyiyi öğreteceğini, daima
insanlara faydalı olacağını, ilâhî mesajı onlara duyuracağını" ifade
etmiş olmakta, her yere fayda ve bereket taşıyacağına işaret etmektedir.
4.
"Yaşadığım sürece bana namazı ve zekatı emretti.
Hz. Isâ kul olduğunu ifade edince, kulluğunu ne ile yerine
getireceğini de söylemiştir. Hayatı boyuncu namaz kılacağım ve zekâtını
vereceğini ifade etmiştir. "Yaşadığım sürece" demekle, ölümlü
olduğunu ve bu nedenle tanrı olamayacağına da işaret etmiştir. Kendisi Ölümlü
olan varlığa tapınılamaz ve o varlık Allah'ın oğlu olamaz. Kendisi namaz kılmak
ve zekâtı vermekle yükümlü kılınana, tapınılamaz.
5. "Beni anneme saygılı
kıldı."
Meryem 14'te Hz. Yahya'nın, ana-babasına iyi
davranan biri olduğuna dikkat çekilmişti. Hz. îsâ da annesine saygılı
kılınmıştı. Bu bize neyi ifade etmektedir? İsrail oğullarında kadının hiç
değeri yoktu. Hz. Yahya ve Hz. isa'nın dininde, kitaplarında anneye saygı
gösterme bir peygamber ahlâkı haline getirilmişti. Böylece hiç olmazsa
annelerin değeri artıyor, bu yolla da kadının kıymeti daha da fazlalaşmış
oluyordu.
Anneye saygı, bütün
peygamberlerin getirdiği ilâhî mesajda yer almış ve peygamber ahlâkının bir
parçası olmuştur. Peygamber ahlâkı ile ahlâklanmak isteyen kişi, ana-babasına
saygılı, merhametli ve hizmetkâr olmalıdır.
6. "Beni bedbaht bir zorba yapmadı."
Cebbar kelimesinin
karşıtı, "merhamet sahibi, yufka yürekli, yumuşak kalpli" demektir.
Dolayısıyla bu kelime insanlar için kullanıldığında "bedbahtlık,
zorbalık" özelliklerini ifade etmektedir. Burada özel anlamda Hz. isa'nın,
annesine karşı kaba davranmayıp, ona merhamet dolu bir gönülle nazik ve kibar
davrandığı ifade edilmektedir. Ama genelde kendisi ile ilişkili olan insanlara
da böyle davrandığı anlaşılmalıdır.
Bize göre Yüce Allah,
onun bedbaht ve zorba şeklinde hiç davranmayacağını ifade etmek için cümleyi
böyle kurmakta, anaya iyilik yapmanın ve saygı duymanın ne anlama geldiğini,
karşıt manadan hareket ederek anlatmaktadır.
7. "Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak
kabirden kaldırılacağım gün selâm banadır."
Hz. îsâ, Hz. Yahya
için söyleneni kendisi için söylemiştir. Hz. Yahya'nın bu özellikleri Meryem
14-15'te üçüncü tekil şahıs olarak anlatılırken, Hz. îsâ'nın kendisi, kendi
adına bunları sıralamaktadır.
Selâm kelimesini
"esenlik" anlamına alabiliriz. Selâm'ın, yani e-senliğin ona olması,
onun doğru yolda, yani hidâyette olmasını ifade etmektedir. Çünkü Tâhâ 47'de:
"Selâm doğru yola (hidâyete) tâbi olanlardır" ifadesi yer almaktadır.
Bu âyette vurgulanan konu esasen öldükten sonra dirilme meselesidir. Doğum ve
ölüm olayları tüm insanlarca bilinmektedir. Ama inanılması gereken konu ise,
öldükten sora dirileceğimiz meselesidir. İlk i-kisi, yani doğum ve ölüm
biliniyor, ama öldükten sonra dirilme meselesine inanılıyor. Böylece bilgi
alanı ile iman alanı ortaya çıkmaktadır.
Ayrıca Hz. isa'nın buradaki ifadesinden şu gerçeği de
çıkarıyoruz: Kendisi insanüstü biri değildir; tanrı sıfatlarına da
bürünmemiştir; kendisine Yüce Allah sadece esenlik vermektedir. Doğduğu,
öldüğü ve tekrar dirileceği için kendisine tanrılık yakıştı olamaz. Doğan ve
ölen varlık tanrı olamaz. Böylece daha sonraları kendisine "Allah'ın
oğlu" olma ö-zelliğinin verilmesinin çok yanlış olacağına da burada işaret
edilmektedir.
8. "İşte, hakkında şüphe ettikleri Meryem oğlu
îsâ, hak söz olarak budur."
Yüce Allah,
Hıristiyanların Hz. îsâ hakkında yanlış iddialarda bulunmalarını, bu
iddialarını iman esasına çevirmelerini, böylece konuyu çıkmaza götürmelerini bu
âyetlerle cevaplandırmaktadır. Yorumunu yapmakta olduğumuz Meryem 34'te Yüce
Allah onların "şüphe ettiklerini" söylemektedir. Bunun anlamı, doğumu
konusundaki şüpheleri giderdiğidir. Hz. isa'nın meşru bir çocuk olup olmadığı
konusundaki şüphelerini giderme konusunda bu ifade bir derstir.
Yüce Allah Hz. îsâ'nın
konusunu gerçek olarak anlatarak onların şüphelerini gidermek amacını
gütmektedir.
Annesinin karnında
yaratılışı, doğumu, halkın anasına saldırması, beşikte konuşarak Allah'ın kulu
olduğunu söylemesi, Allah'ın, kitabı
kendisine verdiğini ve
onu peygamber tayin ettiğini, her yerde onu mübarek kıldığını, yaşadığı
müddetçe namazını kılmayı ve zekât vermeyi, anasına iyi davranmasını
emrettiğini ve kendisini bedbaht bir zorba yapmadığını, doğduğu, Öldüğü ve
tekrar diriltileceği anlarda ona esenlik verdiğini açıklayarak Hz. İsâ,
kendisinin meşru bir çocuk olduğunda kavminin şüphe etmemesini temin etmek
istemektedir.
Din eğitimi konusunda
bundan çıkaracağımız esas şudur: İnsanların şüphelerini, konunun doğrusunu,
hak boyutunu ve gerçek olan şeklini anlatarak gidermek gerekiyor. Şüphe ortada
durmamalı, şüphe beyinde taçlanırsa, insanı küfre götürür.
Bundan çıkaracağımız
diğer genel netice şudur: Toplumun değerlerinin baskısını, onlarla
çatışmadıkça, onlara ters düşmedikçe anlayamayız. Aslında toplumsal değerlerin
bizim üzerimizde ağır bir baskısı vardır. Bunların içinde yaşadığımızdan onları
kanıksamış oluruz ve böylece ağırlıklarını duymayız. Ne zaman onlara ters
düşer, onlarla çatışır hale gelirsek, o zaman ağırlıklarını hissettirirler.
İşte Hz. Meryem,
toplumun anlayışı olan, "çocuk, bir erkek ile bir kadının evliliği
neticesinde dünyaya gelir" esasına ters düşmüş gibi görünen bir bakire
kızın çocuk doğurması eylemi, toplumsal baskıya, ayıplamaya ve iftiraya neden
olmuştur. Bu âyetler, bu toplumsal baskının kaldırılması ile ilgili olarak
gelmiştir.
Bu baskı ilâhî
müdahale olmadan kaldı alamamaktadır. Kur'ân'ın getirdiği tevhîd inancı,
câhiliye Arap toplumunda var olan şirk anlayışı ile çatışınca, Hz. Peygamber
yurdunu terk etmek mecburiyetinde kalmıştır. Bu da gösteriyor ki toplumda
hakim olan değer anlayışı ile çatışma, ağır tepki ile sonuçlanır. Buna sosyal
realite, yani sosyal gerçeklik denmektedir.
[17]
35. Çocuk edinmek
Allah'a yaraşmaz. O, yücedir. Bir işe hükmederse, ona "ol" der, o da
oluşur.
36. Doğrusu Allah,
benim de Rabb'im,
sizin de Rabb'inizdir. O'na
tapın. Bu, doğru yoldur.
37. Sonra gruplar
kendi aralarında ayrılığa düştüler. Büyük günü görecek olduğu zamanda vay o
kâfirlerin haline!
38. Bize gelecekleri
gün, ne güzel işitecekler! Ve ne güzel görecekler! Fakat, haksızlık yapanlar o
gün apaçık bir şaşkınlık içindedirler.
39. Sen onları pişmanlık ve üzüntü günü hakkında
uyar. Çünkü onlar gafletin içine dalmış oldukları halde ve henüz iman etmemişken iş olup
bitmiştir.
40. Yeryüzüne ve onun
üzerindekilere ancak biz vâris oluruz ve onlar ancak bize döndürülürler. Yüce Allah, Hz.
Meryem ve oğlu isa'nın olgusunu anlattıktan hemen sonra özel ve genel
değerlendirmeler yapmaktadır.
1. "Çocuk edinmek Allah'a yaraşmaz. O,
yücedir." -
Yahudilerin Üzeyir'e
Allah'ın oğlu demeleri, Hıristiyanları da etkilemiş, onların da Mesih'e yani
Hz. isa'ya Allah'ın oğlu demelerine sebep olmuştur (Tevbe 9/30). Yahudiler dünya
insanlığına, "Allah'ın oğul edinmesi inancı"nı, düşüncesini,
anlayışını bırakmışlar, bul aş tırmı şiardır. Bu inanış, bulaşıcı hastalıklar
gibi, Hıristiyanlara da bulaşmıştır.
Allah'ın çocuk
edindiğini söyleyenler, inançlarına şirki karıştırmışlardır. Yüce Allah,
yorumunu yapmakta olduğumuz Meryem 35 ile bu insanlara inanç konusunda bir ders
vermektedir. Çocuk edinmenin kendisine yaraşmadığını, çünkü böyle bir durumun
noksanlık olacağını, oysa ki Allah, kendisinin noksan sıfatlardan uzak olduğunu
öğretmektedir.
"Allah çocuk
edindi" demek, Allah'ın sübhân olduğu inancını ve özelliğini ortadan
kaldırmaktadır. Sübhân olmak, "sınırsız yüceliğe sahip olmak ve noksan
sıfatlardan uzak olmak" demektir. "Allah çocuk e-dindi" demekle,
O'nun yüceliğini sınırlandırmış ve O'na noksanlık getirmiş oldular.
2. "Bir işe hükmederse, ona, "ol", der; o
da oluşur."
Ayetin bu kısmı,
Hıristiyanların "Allah çocuk edindi" demelerinin sebebini de
açıklamaktadır. Bir işin oluşumu ile ilgili Yüce Allah'ın etkinliğini bilememeleri
bu çirkin söyleve sebep olmuştur. Her şeyi yoktan yaratırken, Allah ona
"ol" demiş o şey de oluşmuştur. Bunu bilselerdi,
Hz. îsâ'nın yaratılışı
konusunda şüpheye düşmeyecek ve onu Allah'ın oğlu olarak görmeyeceklerdi.
Bu durum, Yâsîn 82'de
şöyle ifade edilmektedir: "Allah bir şey yaratmak istediği zaman O'nun
yaptığı "ol" demekten ibarettir. Hemen oluşur." Demek ki
oluşumda üç şey bir araya gelmektedir: Allah'ın istemesi, "ol" demesi
ve varlığın oluşması. Bunu bilmek, Allah'ın sonsuz kudrete sahip olduğuna
inanmak, tüm bu şüphe ve şirki ortadan kaldıracaktır.
3. "Doğrusu Allah, benim de Rabb'im, sizin de
Rabb'inizdir. O'na tapın. Bu, doğru yoldur."
Hıristiyanların ve
daha önce Yahudilerin "Allah çocuk edindi" demelerinin sebebini ve
değerlendirmesini yaptıktan sonra Yüce Allah, Hz. Peygamber'e onlara nasıl bir
ders vereceğini söylemektedir. Aslında bunu Hz. îsâ da söylemiş olabilir. Ama
daha sonraki âyetlere bakınca, bunun Hz. Muhammed'in söylediği görülecektir.
Yüce Allah "doğru
yolun" ne olduğuna açıklık getirmektedir. Yalnız Allah'a kulluk etmek,
tevhîd inancının gereğini yerine getirmede doğru yoldur. Kur'ân'da Yüce Allah,
doğru yolun ne olduğunu çeşitli şekillerde anlatmaktadır. En'âm 151-153.
âyetlerde de doğru yolun hangi değerlerden, esaslardan, amellerden ve
inançlarda meydana geldiği i-zah edilmektedir.
Yüce Allah, herkesin
Rabb'i olduğu için sadece O'na tapınmak gerekiyor, îşte bu şekilde inanmak ve
kulluk etmek doğru yolun tâ kendisi olmaktadır. Böylece Yüce Allah, Hz.
Peygamber'e tevhîd, tapınma ve doğru yol konusunda ders vermesini istemektedir.
Bu durum, bize din eğitiminin tevhîd inancı bakımından nasıl öğretim yapacağı
konusunda da ışık tutmaktadır.
4.
"Sonra gruplar kendi'aralarında ayrılığa
düştüler. Büyük günü görecek olduğu zamanda vay o kâfirlerin haline."
İsrâiloğulları içinde kendisinin Yahudi olduğunu
söyleyenler, Hz. îsâ'nın peygamberliğini reddettiler. Kimi ona "Allah'ın
oğlu" dediler ki
bunlar
Hıristiyanlardi. Kimi de onu peygamber olarak tanımıştı. Son grup doğru inanca sahipti
ama diğerleri sapıtmıştı. Diğer taraftan teslis akidesinden oluşan
inançlarmdaki üç unsurdan biri olarak Hz. isa'yı görmüşlerdir. Hatta bazıları
da Hz. îsâ'yi Allah olarak kabul etmiştir. Bazıları asıldığını, bazıları ise
aşılmadığını iddia etmişlerdir.
Mezhepleşmeleri ve
gruplaşmaları şirke ulaşınca, Yüce Allah onların bu durumuna Kur'ân'da açıklık
getirmiştir,
Zuhruf sûresinin
57-58. âyetlerine bakınca Arapların Hz. Meryem ve oğlu îsâ'nın olgusu hakkında
bazı bilgileri olduğunu görüyoruz: "Meryem oğlu bir örnek olarak
anlatılınca, hemen senin kavmin, ondan dolayı bağrışmaya başladılar: Bizim
tanrılarımız mı daha üstün, yoksa O mu? dediler." Demek ki, müşrik
Araplar, Kur'ân'm bu anlatımından rahatsız olup mukayese yapmaya başladılar.
Bu tartışmaların getirdiği gruplaşmalar, giderek
mezheplere dönüştü; mezhepler arasındaki ayrılıklar da hem keskinleşti hem de
derinleşti. Kur'ân onların bu tartışmalarında öne sürdükleri iddiaları
nakletmektedir:
a)
"Rahman çocuk edindi dediler. Hakikaten siz, pek
çirkin bir şey ortaya attınız, Rahmân'a çocuk isnadında bulunmaları
yüzünden, neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp düşecektir.
Halbuki çocuk edinmek Rahmân'ın şanına yakışmaz" (Meryem 19/88-92).
Yüce Allah,
bazılarının hangi iddialarda bulunup inandıklarını söyleyerek onların
inançlarını çürütmektedir.
b) "Bir de inkâr etmelerinden, Meryem'in üzerine
iftira büyük bir iftira atmalarından ve Allah'ın elçisi Meryem oğlu îsâ'yj
öldürdük demeleri yüzünden (onları lanetledik). Halbuki onu ne öldürdüler ne de
astılar. Fakat onlara öyle zannettirildi.
Onun hakkında ihtilafa
düşenler, bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler. Bu hususta zanna
uymak dışında hiçbir bilgileri yoktur; kesin olarak onu öldürmediler. Bilakis
Allah onu kendi katına yükseltmiştir. Allah izzet ve hikmet sahibidir"
(Nisa 4/156-158).
Bu grup Hz. îsâ'yı
Allah'ın peygamberi olarak kabul ediyordu ama tamamen zanna uyarak onu
öldürdüklerini iddia ediyorlardı. Allah da onların iddialarının yersiz olduğunu
anlatıp ona ne olduğunu açıklamıştır.
c) "Allah: 'Ey Meryem oğlu Isâ! İnsanlara: Beni ve
annemi, Allah'tan başka iki ilâh edinin mi?' dedin, buyurduğu zaman O: 'Haşa!
Seni tenzih ederim; hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz; hem ben
söyleseydim sen onu şüphesiz bilirdin'dedi" (Mâide 5/116).
Demek ki Hıristiyanların bir kısmı da Allah ile beraber,
Hz. îsâ ve annesini tanrı edinmişlerdi. Bir grup da bu iddiayı savunuyordu.
d) "Andolsun ki: 'Allah, kesinlikle Meryem
oğlu Mesih'tir' diyenler kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesîh: 'Ey İsrâiloğulları!
Benim de Rabb'im, sizin de Rabb'iniz olan Allah'a kulluk ediniz. Biliniz ki,
kim Allah'a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram kılar, artık onun
yeri ateştir ve zâlimler için yardımcılar yoktur' demişti" (Mâide 5/72).
Demek ki bir grup da
Hz. îsâ'nm tanrı olduğunu iddia ediyordu. Onların bu hareketi de Hz. îsâ
tarafından şirk olarak değerlendirilmişti. Bu grup, Hz. Meryem'i değil de Hz.
isa'yı tanrı olarak görüyordu.
e) "Andolsun; 'Allah üçün üçüncüsüdür' diyenler de
kâfir olmuşlardır. Halbuki bir tek Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur. Eğer
demekte olduklarından vazgeçmezlerse, içlerinden kâfir olanlara acı bir azap
isabet edecektir" (Mâide 5/73).
Yüce Allah teslîs
inancını öne süren grubun görüşünü nakledip iddialarını çürütmektedir.
Hıristiyanlar, peygamberleri ve inançları
konusunda ayrılığa düşme geleneğini İslam kültürüne de bulaştırdılar. İslam
kültüründe mez-hepleşmeler, inanç ve amel mezheplerinin doğması ve bu mezheplerin
hak ve bâtıl diye önce iki kısma, sonra da alt gruplara ayrılması, daha önceden
gelen Yahudi ve Hıristiyan mezheplerinin bir uzantısı durumundadır.
Dinin aslı olan
Kur'ân'dan, yani ilâhî vahyden uzaklaşınca ayrılıklar başlamış ve bu ayrılıklara
başka renkte ve tondaki ayrılıklar da eklenince işin içinden çıkılamaz
olmuştur. Bu noktada "Kur'ân'da Hıristiyanların bölünmesi neden
anlatılıyor?" sorusunu sorarsak Yüce Allah'ın neden Hıristiyanların
konusunu anlattığı ortaya çıkmış olacaktır.
Yüce Allah,
Müslümanların arasında böylesine ayrılıkların, gruplaşmaların olmaması için
Hıristi yani ardaki gruplaşmaları ve bunun nedenlerini açıklamakta, geçmişte
olanları anlatarak geleceğe ışık tutma ve geleceğin insanını eğitme metodunu
uygulamaktadır. Hıristiyanların i-nanç konusundaki bölünmeleri, gruplaşmaları,
tefrikaları bir bulaşıcı hastalık gibi Müslümanların arasında yayılıp
bulaşmaması için koruyucu bir tedbir olsun diye bu konular
açıklanmaktadır.
Diğer taraftan Yüce
Allah, inanç konusundaki gruplaşmaların inkâra götüreceğine dikkat çekmekte ve
kıyametin kopması ve mahşere gelmenin dehşeti anında çok kötü durumda
olacaklarını vurgulamaktadır. "O büyük günü görmeleri durumunda onların
vay haline" derken Yüce Allah, onları bu bölünmelerinden caydırmak
istemekte ve Müslümanları da uyarmaktadır.
5. "Bize gelecekleri gıin, ne güzel işitecekler!
Ve ne güzel görecekler! Fakat, haksızlık yapanlar o gün apaçık bir şaşkınlık
içindedirler."
Yüce Allah, bu
âyetinde mahşer gününün olacağını, öncesinde kıyametin kopacağını, hemen
ardından hesap günü kurulacağını burada "bize gelecekleri gün" ve
"o gün" ifadeleri ile öğretmektedir.
Âyette "gün"
kelimesi iki defa geçmektedir. Âyetin vurgusu, âhiret yani mahşer günü üzerinde
olmaktadır. Bu günün özelliklerinden bir kısmım Yüce Allah bu âyette şu
şekilde sıralamaktadır: -.
a) O gün Allah'a gelinecektir.
Bu dünyada insanların inkâr ettikleri konulardan biri
"Allah'a kavuşulacağı" meselesidir. Onun için Yüce Allah, kendi
huzuruna gelineceğini burada gündeme getirmekte, âhirete imanı pekiştirmekte
ve insanlara amellerini ona göre disipline etmeleri için uyarıda
bulunmaktadır.
b) O gün daha güzel işitilecek ve görülecektir.
Bu dünyada hakikati dinlemeyen ve gerçeği görmeyenlerin
dinlemesi ve görmesi o gün çok keskin olacaktır. Bu âlemde tıkanan kulaklar,
perdelenen gözler orada çok güzel işitecek ve göreceklerdir. esmi' bitlim ve
ebsir ifadesinde yer alan kelimeler, hayreti ifade etmekte ve "neler
işitecekler, neîer görecekler neler!" anlamına gelmektedir.
Dünyada
kullanmadıkları duyu organları orada çok iyi kullanılır hale gelecektir.
c) Müşriklerin o günkü sıfatı zalimlik olacaktır.
Âyette geçen
"zâlimler" kelimesine "haksızlık yapanlar" manasını
verdik.
Buradaki "zâlimler" den kasıt, Allah'a şirk
koşanlar, Hz. îsâ'yi Allah'ın oğlu olarak gören ya da ona tanrı payesi
verenlerdir. Müşrikler Allah'ın hakkı olan tek olma özelliğini
çiğnediklerinden, insan ruhunun, beyin ve gönlünün doğasına uygun olan tevhîd
inancını ortadan kaldırdıklarından dolayı zâlimlerdir. Bir önceki âyette
bunlar aynı zamanda kâfir olarak görülmektedirler.
d) Apaçık bir şaşkınlık içinde olunacaktır.
Orada duyup
görecekleri ile şaşkınlık içinde kalacaklardır. Buradaki
"şaşkınlığın" şiddeti, keskinliği bu dünyadayken âhirete inanmamış
olmaktan kaynaklanacaktır. Dünyadaki imansızlıkla âhiretteki gerçek a-rasındaki
fark bu şaşkınlığın derecesini belirleyecektir.
Bazı müfessirler
âyette geçen dalâl kelimesine "sapıklık" manasını vermişler ve bu
manaya uygun tefsir yapmak için kendilerini zorlamışlardır. Halbuki Duhâ
sûresinde bu kelime Hz. Peygamber için de kullanılmaktadır. Hz. Peygamber'in
sapıklığı söz konusu olabilir mi? Mesela Duhâ 7'ye "seni sapık bulup da
yol göstermedi mi?" denebilir mi?
Ayete: "Seni
şaşırmış bulup da yol göstermedi mi?" şeklinde tercüme etmek gerekmiyor
mu? İşte Duhâ 7'deki dâllen kelimesine nasıl "şaşkınlık" manası
veriyorsak, yorumunu yapmakta olduğumuz Meryem 38'deki dalâl kelimesine de
"şaşkınlık" manası verebiliriz.
Buradan çıkaracağımız
netice şudur: Ayette geçen "işitmek" ile "görmek", aslında
beyni ifade etmektedir. Bu dünyada beynini kullanmamak Öteki dünyada
şaşkınlığa sebep olacaktır. O zaman din eğitiminin ana amaçlarından birinin,
insana beynini kullanmayı öğreterek, öteki âlemde şaşkınlığım önlemek
olmalıdır. Bunu gerçekleştirebilmesi için de şirk ile mücâdele verip insan
gönlüne tevhîd inancının ağacını dikmesi gerekiyor.
Şirkin karanlığı ve
katı duvarları içinde insanlar ne görebiliyor ne de işitebiliyorlar. İşte din
eğitimi, bu karanlığı tevhîd inancının güneşi ile giderip katı duvarları
yıkabilirse insanların kulaklarını ve gözlerini açacaktır. Kulaklardan
ağırlıkları, gözlerden perdeleri kaldırmak din eğitiminin başarısını ve
kalitesini belirleyecektir. Bu dünyada dinleyen kulağa ve gören göze sahip
olanlar Öteki dünyada şaşkın olmayacaklardır.
6. "Sen onları pişmanlık ve üzüntü günü hakkında
uyar. Çünkü onlar bir gafletin içine dalmış oldukları halde ve henüz iman
etmemişken iş olup bitmiştir."
Yüce Allah, Hz.
Peygamber'e, Hz. Isâ konusunda ihtilafa düşüp sapık inançlara düşen Hıristiyan
lan uyarmasını emretmektedir. Aslında "onları uyar" emrindeki
"onlar" anlamındaki zamir, ilk bakışta Hı-ristiyanlan, ama genelde
bütün insanları kapsamaktadır. Ayet, uyarının hangi konularda yapılacağını da
açıklamaktadır.
Yüce Allah, Hz.
Peygamber'den pişmanlık, yani üzüntü günü hakkında uyarıda bulunmasını
istemektedir. Yüce Allah kıyameti, haşr gününü, âhireti pişmanlık günü olarak
nitelendirmektedir.
Bu insanlar niçin
uyarılacaklardı?
Gaflet içinde olmaları
ve iman etmemiş olmaları durumunda, Allah'ın emrinin yerini bulacağı konusunda
uyarılmaları istenmektedir. Gaflet ve iman etmemiş durumda işin olup bitmesi,
geri dönüşün olmayacağı anlamına gelmektedir. Çünkü gaflet içinde ve iman
etmemiş olarak ölüp âhirete gitmek, orada büyük bir pişmanlığa neden
olacaktır.
Yüce Allah, onların
gaflet içinde ve iman etmemiş oldukları halde ölmelerini istememektedir.
Dikkat edilirse gaflet önce, inanmamak da sonra
gelmektedir. Bir bakıma gaflet imansızlığı doğurmaktadır. Gaflete
"umursamamak" manasını da verebiliriz. Umursamazlık imansızlığa
götürmektedir. Onlar hasret gününün geleceğine inanmamaktadırlar.
Ayetlerin evrensel
olduğundan hareket edersek şu neticeye varabiliriz: Yüce Allah aynı zama
7. "Yeryüzüne ve onun üzerindekilere ancak biz
vâris oluruz ve onlar ancak bize döndürülürler."
Bu âyette geçen "vâris olmak" ifadesi aşağıdaki
âyetlerle açıklanabilir:
a) "Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır"
(Âl-İİmrân 3/180).'
b)
"Ne
oluyor size ki, Allah yolunda harcamıyorsunuz? Halbuki göklerin ve yerin mirası
Allah'ındır" (Hadîd 57/10).
c) "Şüphesiz sizi biz diriltir ve biz öldürürüz!
Ve her şeye biz varis oluruz" (Hicr 15/23).
Kâinatı Allah
yarattığına göre vârisi de odur. Ama vâris, "ölen kimsenin gerideki
neslinden kendi mal ve mülküne sahip olan, onun yerine geçen kişi"
anlamına gelmektedir. Allah'tan önce bir Allah yoktur ki, o ölsün de Allah ona
vâris olsun. Öyleyse bu kelimeyi mecazî anlamda almak ve değerlendirmek
gerekiyor. Konuya yaratılmışlar açısından bakmak gerekiyor. Bu açıdan bakınca
şu neticeye varabiliriz. Bütün varlıklar öldükten ve kıyamet koptuktan sonra
kalacak olan tek varlık Allah'tır. Bu izah, bir bakıma Hadîd 3'te geçen
"Allah sondur" ifadesinin açıklaması olmaktadır.
Yukarıda verdiğimiz
âyetlerden anlıyoruz ki, Yüce Allah cimrilere hitap ederek, cömert
davranmalarını temin için, mallarına olan hakimiyetlerinin geçici olduğunu,
her şeyin mirasının Allah'a kalacağını söylemektedir.
"Hem yerin
kendisine hem de üzerindekilere vâris olmak" ifadesi, hepsinin ölümlü
olduğunu, bakî kalacak olanın Allah olduğunu belirtmektedir.
Zaten âyetin sonunda
yer alan "onlar ancak bize döndürülürler" ifadesinden de bu
anlaşılmaktadır. İnsanlar kâinatın ve içindeki varlıkların ölümlü olduklarını,
Öldükten sonra kendilerinin Allah'ın huzuruna çıkacaklarını, O'na
döndürüleceklerini bilselerdi, inkâr etmeleri imkansız hale gelecekti. Onun
için Yüce Allah bu âyetle konulan gündeme getirmekte, uyarıda bulunup
bilgilendirmesini yapmaktadır.
Demek ki din
eğitiminin ana konuları arasında pişmanlık günü, kâinatın vârisi ve dönüşün
kime olacağı meseleleri yer almalı, Yüce Allah'ın vâris olduğu da işlenerek,
insanlar cömertliğe teşvik edilmelidir.
[18]
41. Kitapta bir de
İbrahim'i an. Gerçek şu ki o, özü, sözü doğru bir nebi idi.
42. Hani o babasına
şöyle dedi: "Ey babacığım! Ne işiten ne gören ne de sana bir fayda
sağlayabilen şeylere niçin tapınıyorsun?
43. Ey babacığım! Bana, senin hiç haberdar
olmadığın bir bilgi ulaştı. Öyleyse buna uy ki seni dosdoğru bir yola
götilreyim.
44. Ey babacığım! Şeytana kulluk etme, çünkü
şeytan Rahman olan Allah'a isyan etmiştir.
45. Ey babacığım! Ben senin başına Rahman olan Allah
katından bir azabın çökmesinden korkuyorum. (O azap başına geldiği zaman),
şeytanın dostu olursun."
46. (Babası):
"Ey İbrahim! Sen benim tanrılarımdan yüz mü
çeviriyorsun?" dedi. "Eğer
vazgeçmezsen, andolsun seni taşlarım! Uzun bir zaman benden uzak
dur!"
47. (ibrahim): "Selâm sana, dedi. Rabb'imden
senin i-çin af dileyeceğim. Çünkü O, bana karşı çok lütufkâr-dır.
48. Sizden de, Allah'ın dışında taptığınız
şeylerden de uzaklaşıyor ve Rabb'ime yalvarıyorum. Umulur ki, Rabb 'ime dua etmemle bedbaht
olmam."
49.
Nihayet İbrahim, onlardan ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden
uzaklaşıp bir tarafa çekildiğinde biz
ona İshak ve Ya'kûb'u bağışladık ve her birini peygamber yaptık.
Onlara rahmetimizden bağışta bulunduk, kendilerine haklı
ve yüksek bir şöhret nasib ettik.
Yüce Allah, Meryem
sûresinde, önce Zekeriyyâ, sonra onun oğlu Yahya, sonra Hz. Meryem ile oğlu Hz.
Isâ, şimdi de Hz. İbrahim'i an-
mayı emretmektedir. Bu anma olayında "yakından uzağa, sonra da
uzaktan yakma metodu"nun kullanıldığına şahit oluyoruz. Çünkü Zekeriyyâ
peygamber Hz. İbrahim'den bize zaman itibariyle daha yakın düşmektedir. Ama
Hz. İbrahim'den sonra da Hz. İshâk, Ya'kub, Mûsâ, İsmail ve İdrîs ele
alındığından tekrar yakına gelinmektedir. Günümüz genel eğitim veya öğretim
metotlarında yer alan "yakından uzağa, uzaktan yakma metodu"nun
asırlar önce ilâhî öğretim metodunda yer aldığına şahit oluyoruz.
Peygamberler tarihinde
önemli bir yeri olan ve Peygamberimizin dedesi olan Hz. İbrahim'in olgusuna
burada başka bir açıdan bakılmaktadır.
Bakara, Âl-i İmrân,
Hûd, İbrahim, Hicr gibi sûrelerde Hz. İbrahim farklı yönleri ile ele alınmıştı.
Şimdi ise babası ile olan ilişkilerine dikkat çekilmektedir. Meryem sûresinde
açıklanan Hz. İbrahim'in olgusundan aile ilişkilerine ve peygamber olan kişinin
özelliklerine giden ve oradan neticeler alan bir yorum yapmaya çalışacağız.
1.
"Kitapta bir de İbrahim'i an. Gerçek şu ki o, özü sözü doğru Sir nebî
idi."
Yüce Allah, Hz.
İbrahim'in anılmasını isterken, âyetin devamında sanki onun niçin anılması
gerektiğini de, anılmaya neden layık olduğunu ve anılmaya layık olan
taraflarını da açıklamaktadır.
a) Yüce
Allah, Hz. İbrahim'in sıddîk olduğuna işaret etmektedir. Sıddîk olmak,
"özü sözü doğru olmak, gönlü ile dili aynı şeyi söylemek" demektir.
Sıddîk "bir şeyi
tasdik eden, tasdikinde tamamen samimi olup hiç şüphe etmeyen kişi"
anlamına gelmektedir. Yüce Allah sıddîklann kim olduğunu Hadîd 19'da
açıklamaktadır: "Allah'a ve peygamberlerine iman edenler, işte onlar
sıddîklardır ve Rabb'lerinin katında şahitlik mertebesine erenlerdir. Onların
ödülleri ve nurları vardır."
Demek ki sıddîk sıfatına
normal insanlar da ulaşabilmektedir. "Allah'a ve peygamberine iman,
şahitlik mertebesine ermek, ödüle lâyık
olmak ve ışık sahibi
olmak" gibi vasıflar sıddîk sıfatının içinde yer almaktadır. Sıddîklık
sıfatını Hz. İbrahim için düşünürsek o, özü-sözü doğru ve katıksız bir imana
sahipti diyebiliriz. Yüce Allah, onun bu ö-zelliğini, peygamber ahlâkının temel
özelliklerini öğreterek Müslümanlara nasıl bir ahlâka sahip olmaları
gerektiğini öğretmek için anlatmaktadır.
b) Hz.
İbrahim, aynı zamanda bir nebî, yani peygamber idi. Demek ki o hem nebî hem de
rasûl idi. Hz. İbrahim, büyük ve tam bir sıdka sahip bir peygamber olduğu için
anılmaya lâyık görülmüştür.
2.
"Hani o babasına şöyle decli: Ey babacığım! Ne işiten ne gören ne de sana
bir fayda sağlayabilen şeylere niçin tapıyorsun?"
Âyette geçen yâ ebeti
"ey babacığım" ifadesinde nezaket, kibarlık ve edep vardır. Âyetin bu
kısmından babaya nasıl hitap edileceğini öğreniyoruz. "Babacığım"
ifadesi, aynı zamanda yapılacak olan tebliğdeki, öğretideki tenkite bir
hazırlık niteliği de taşımaktadır. Çünkü Hz. İbrahim önce babasının inancını ve
tapınmasını kibarca tenkit etmektedir.
Hz. İbrahim,
tenkidine lime "niçin" sorusu
ile başlamakta ve bu niçinin cevabını aramaktadır. Bu demektir ki, bir insan
inancına ve tapınmasına yönelik olarak "niçin" sorusunu sorarak
sorgulama yoluna gitmelidir. İşte bir evlat, babasının inancını
sorgulamaktadır. Bu sorgulama bize şunu göstermektedir: Doğru inancı
bulabilmek için sorgulamak şarttır. Eğer insanlar inançlarını sorgulayabilselerdi,
sapık inançlı insanlar kalmayacaktı. Hz. İbrahim'in okulunda inançlar bile
sorgulanmaktaydı. Ama Hz. İbrahim sorgulamaya en yakınından başladı.
Bilimde
"niçin", "neden" ve "nasıl" sorulan sorulmak
zorundadır. Tapınma gibi insanın en hayatî davranışının sağlam temelini
bulabilmek
için "niçin"
sorusu mutlaka sorulmalıdır.
Hz. İbrahim babasının
taptığı şeylerde üç özellik aramaktadır:
a) İşitmek.
Tanrı olacak olan bir
varlık mutlaka "işitme" sıfatına sahip olmalıdır; yani her şeyi
duymalıdır. Bunu söylerken, babasının taptığı cansız putların tanrı
olamayacağına işaret etmekte ve gerçek Allah'ın semî' sıfatını gündeme
getirmektedir.
b) Görmek
Tanrı olma özeliğine
sahip olan varlık, her şeyi görebilmeli, varlıkların neler yaptığını görebilen
ve bunda hiç noksanlığı olmayan bir varlık olmalıdır. Böylece Yüce Allah'ın
basîr sıfatını gündeme getirmektedir.
c) Fayda
temin etmek
Tanrı, kullarının
ihtiyaç duyduğu her şeyi temin etmeli, onlara lü-tufta bulunmalı, düştükleri
belalardan onları kurtarmalıdır. Belalardan kurtarmak da bir faydadır. Hz.
İbrahim babasının tapınmasını ya da tanrılarını sorgularken "fayda"
kavramından hareket etmektedir.
Hz. İbrahim'in
sorgulamasında yer alan işitmek, görmek ve fayda temin etmek gibi özellikler
insana putlardan daha üstün olma özelliğini getirmekte, insanın, kendisinden
daha üstün olmayan bir varlığa tapınmasının doğru olmayacağını
vurgulamaktadır. Çünkü tapınmakta önemli olan üstün olmaktır. Putlar insandan daha
aşağı durumda olduklarından, onlara tapınmak çok yanlış olacaktır. Mesela; ölü
olan bir insandan yardım dilemek de o nispette yanlış olmaktadır. 1
3. "Ey
babacığım! Bana, senin hiç haberdar olmadığın bîr bilgi ulaştı. Öyleyse bana
uy ki seni dosdoğru bir yola götüreyim." . .
. .
Bu âyette, babasına
gelmeyip de Hz. İbrahim'e gelen bilgi hangi bilgi idi? Soruya âyetin son kısmı
ile cevap vermemiz mümkündür: "Seni doğru yola götüreyim" derken Hz.
İbrahim, kendisine gelen bilginin, "doğru yolun ne olduğu ile ilgili
bilgi" yani "Allah'ın ona vahyettiği bilgi" olduğunu ifade
etmiş oluyordu. Çünkü bir insan peygamber olarak tayin edilmeden, doğru yolun
bilgisine sahip olamaz, kendi düşüncesi ile onu belirleyemez.
Diğer taraftan Hz.
İbrahim, babasına fettebi'nî "bana uy" demişti. Din adına Allah'a
kulluk edilir, peygambere uyulur. O bilgi vahy olmasaydı, "bana uy"
diyemezdi.
Bir insanın başka
birine "bana tâbi ol" diyebilmesi için peygamber olması gerekiyor.
Tabii ki bu tâbi olma işi din alanında olmalıdır.
Bununla beraber
buradaki bilgiye İbn Abbâs "beyân"; Zemahşerî "doğru yolun
marifeti", Neseiî "vahy"; Hâzin "ma'rifet"; Kurtubî
"Allah'a kesin inanç, O'nu bilmek, ölümden sonra neler olacağı, Allah'tan
başkasına tapınanlara azap olacağına dair bilgi"; Muhammed Esed ise
"zihinsel sezgi ve çıkarsama" manalarını vermişlerdir. Bize göre
Nesefi en doğru olanı söylemiş, Kurtubî de doğru bir açıklama getirmiştir.
Bu âyetten
çıkaracağımız netice şudur: Bir baba peygamber değil ise, peygamber olan oğluna
uymak zorundadır. Bunu günümüze ve evrensel boyuta getirirsek şöyle
diyebiliriz: Bilgi kimde ise ona uyulacaktır. Câhil toplumlar, bilgiye sahip
olan toplum veya toplumlara tâbi olacak ve onlara boyun eğmek zorunda
kalacaklardır.
Âyette geçen i!p
seviyyâ kelimesi başka âyetlerde müstakim olarak geçmektedir. Bu yol tevhidin,
Allah'ın, hak dinin yoludur. Bu âyeti Meryem 36. âyete göre manalandırırsak
"sadece Allah'a kulluk etmek doğru yol olmaktadır" diyebiliriz.
Doğru yola, Hz.
İbrahim'in babası açısından bakarsak şu neticeye ulaşabiliriz: Hz. İbrahim'in
babasının neye ihtiyacı vardı? Hastalığı ne idi? Onun hastalığı şirk idi, yani
gönülden hasta idi. İhtiyacı da tevhîd inancı idi. Öyle ise, Hz. İbrahim'in
götüreceği doğru yol, tevhîdin yolu idi, diyebiliriz.
Meryem 43'ten
çıkaracağımız diğer netice de şudur: "Öyleyse bana uy" derken,
babasının kendi irâdesi, kendi isteği ve kendi seçeneği ile uyma eylemini
gerçekleştirmesini istemekte, uyma konusunda zorlama olamayacağını, özgürce
davranmasını ön görmektedir.
Hz. îbrâhim özgürce
uyma eyleminden sonra kendisinin doğru yola götürebileceğini ifade ederken,
günümüz din eğitimine önemli bir ilke bırakmaktadır: İnsanları kendi özgür seçeneklerini
gerçekleştirdikten
sonra doğru yola
iletme eylemine geçilmelidir. Özgürce seçeneklerinden sadece bilgilendirme
yapılmalıdır.
4. Ey
babacığım! Şeytana kulluk etme, çünkü şeytan, Rahman olan Allah'a isyan etmiştir."
h Demek ki, Hz.
İbrahim'in babası şeytana tapman bir "satanist" idi. Şeytana tapınma
o zaman bile vardı. Babasının manevî hastalığı şeytana tapınıp şirk batağına
düşmesi olmuştu. Babasının, şeytanın, Allah'a âsî olduğu bilgisine sahip
olmadığını bundan anlıyoruz.
Hz. İbrahim, babasına
şeytânı eylemleri tanıtmaktadır. Günümüzde şeytana tapanların bulunması,
onların tevhîd eğitimine ne denli ihtiyaçları olduğunu göstermektedir. Aslında
bu durum, din eğitiminin başarısızlığından kaynaklanmaktadır. İnsanlar şeytana
tapınmaya başlamadan, onlara tevhîd inancı eğitimi verilseydi, bu durumla karşı
karşıya kalınmayacaktı.
Yüce Allah Hz.
İbrahim'in bu olgusunu bize anlatırken, aslında ne yapmamız gerektiğine ışık
tutmaktadır. İnsanlara kötü etkilerin nereden geleceğini, bu etkilere karşı
nasıl tepki gösterileceğini öğretmek din eğitiminin görevleri arasında yer
almaktadır. Hz. İbrahim de babasına, etkisi altında kaldığı şeytanı
tanıtmaktadır. Bilgilendirme yapıldıktan sonra, onun tesirine göre insanı bir
yere ulaştırmak mümkün olacaktır.
aç
5. "Ey
babacığım! Ben senin başına, Rahman olan Allah katından tir azabın çökmesinden
korkuyorum. (O azap başına geldiği zaman), şeytanın dostu olursun."
Hz. İbrahim hem
verdiği öğüdün amacını anlatıyor hem de ciddi bir uyarıda bulunuyor.
a) Hz.
İbrahim, babasının şirk koşması nedeniyle başına azabın çökeceğini hatırlatmak
amacı ile babasına, sahte tanrılara, şeytana tapınmamasını öğütlediğini
belirtmekte, Ğfû ehâfu "korkuyorum" demekle de, babasını ne kadar
düşündüğünü ifade etmektedir. Aynı zamanda azabın Allah katından geleceğine
dikkat çekerek, inanması
azabın Allah katından
geleceğine dikkat çekerek, inanması gereken gerçek Allah'ın gazabının olduğuna
da işaret etmiş olmaktadır.
b) Allah'ın
azabı kime gelirse, o kişi hata yaptığını ve aldanıp o-nun dostu olmadığını
anlar hale gelecektir.
Tecrübe, insana hem
bilgi kaynağıdır hem de geçmişteki davranışlarının doğru ve yanlışlığını
gösteren bir ölçüt olmaktadır. Azabın başa çökmesi bir tecrübedir, bu tecrübe
insana dünyada yaptığı yanlış davranışların ve inandığı sahte tanrıların
yanlış olduğunu anlatır; kimin peşine düştüğünü ve kimin dostu olduğunu
öğretir. Hz. İbrahim, babasına azabın başına gelmesinden önce, yani bu
tecrübeyi yaşamadan önce şeytanın etkisinde kaldığını ve bu nedenle tevhîd
inancından uzaklaştığını anlamasını istemektedir.
" Hz. İbrahim,
Allah'ı bırakıp şeytana dost olmanın ne denli tehlikeli ve zararlı olduğunu
babasına hatırlatmakta ve bu konuda bir uyanda bulunmaktadır. Aynı uyarıyı Yüce
Allah bize de yapmaktadır:
a)
"Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost
edinirse elbette apaçık bir ziyana düşmüştür" (Nisa 4/119).
"Şeytan nasıl
dost edinilir?" diye bir soru sorulursa bu âyetin ön kısmına bakmak
gerekiyor. Önceki kısmı kısaca şöyledir: Şeytanın emrettiklerini yapmak,
şeytanı dost edinmektir, yani bir çeşit ona tapınmaktır.
Allah'ı bırakıp da
şeytanı dost edinmek nasıl bir ziyan getirecektir? Bu sorunun cevabını şu
âyetlerde bulabiliriz:
b)
"(Şeytan) onlara söz verir ve onları ümitlendirir; halbuki şeytanın onlara
söz vermesi aldatmacadan başka bir şey değildir. İşte onların yeri cehennemdir.
Kaçıp kurtulacakları bir yer de bulamayacaklardır" (Nisa 4/120-121). İşte
boş ümide kapılmak, aldanmak ve azaba uğramak bu ziyanı anlatmaktadır.
c) "O
gün, Allah'a karşı gelmekten sakınanlar dışında dost olanlar birbirine düşman
kesilirler" (Zuhruf 43/67).
İşte bu dünyada sahte
dostluklar kuranlar, öteki dünyada birbirine düşman olacaklardır. Bu da apaçık
bir ziyandan başka bir şey değildir. Hz. İbrahim de babasına, âhiretteki azaba
uğrayınca, dünyada şeytana dost olduğunu anlayacağım, ama işin işten geçmiş
olacağını hatırlatmaktadır.
"(İbrâhim onlara)
dedi ki: Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına özgü sevgi uğruna Allah'ı bırakıp
bir takım putlar edindiniz. Sonra kıyamet günü, birbirinizi tanımazlıktan gelecek
ve birbirinize lanet okuyacaksınız. Varacağınız yer cehennemdir ve hiç yardımcınız
da yoktur" ('Ankebût 29/25).
Şeytan da dahil olmak
üzere bu dünyadaki dostluklar, âhirette düşmanlığa ve lanet okumaya
dönüşecektir. İşte âhiretteki kaybın bir boyutu da budur.
e)
"(Şevtan diyecek ki): Kuşkusuz daha önce ben, beni Allah'a ortak koşmanızı
reddetmiştim" (İbrahim 14/22).
İşte şeytan, kendisine
bu dünyada tapınan, yani onu dost edinene âhirette bu şekilde konuşacaktır. Bu
dünyadaki dostundan âhirette böylesine olumsuz bir tavır görmesi ziyanın en
büyüğü değil midir?
Âhirette Allah'ın
azabını yaşadıktan sonra, bu dünyada şeytanı dost edindiğini anlamak, o azaba
bir kat daha azap katacaktır. Yorumunu yapmakta olduğumuz Meryem 45'teki velî
kelimesi, "şeytanın izinden gitmek, onun dediklerini yerine getirmek,
sırf dünya hayatı uğruna onunla muhabbet kurmak, ona sevgi beslemek"
demektir. Hz. İbrahim âhirette böylesine bir olayla karşılaşmaması için
babasına uyarıda bulunmakta ve öğüt vermektedir.
Görüldüğü gibi Hz.
İbrahim, babasına dört konuda uyarıda bulunmuş ve öğüt vermiştir: İşitmeyen,
görmeyen ve hiçbir fayda temin etmeyen putlara tapmamasını istiyor. Babasına
gelmeyen ilim kendisine ve-
rildiği için kendisine
uyduğu taktirde onu doğru yola getireceğine dair uyanda bulunuyor. Şeytanın
Allah'a âsi olması nedeniyle ona tapınmamasını, Allah'tan kendisine bir azap
gelince onu yani şeytanı dost edindiğini anlayacağını söylemektedir. Bütün bu
uyarıların şirkin yanlışlığını, tevhîd inancının doğru yol olduğunu anlatmakta
olduğunu anlıyoruz.
Hastalığı şirk olan
insana başka bir konuda öğüt vermenin doğru olmayacağı da bu âyetlerden
çıkmaktadır. Dinde uyarı, öğüt ve tebliğ öncelikle hastalığa göre başlayıp
yapılmalıdır. Bunu da Kur'ân'daki ilâhî metoddan çıkartıyoruz.
Yüce Allah önce şirkin
alanını daraltmak, tevhîd inancını yerleştirmek için imanla ilgili âyetleri
göndermiştir; demek ki, daha önce Hz. İbrahim'e aynı metodu uygulatmıştır.
6.
"Babası: 'Ey İbrahim!'Sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer
vazgeçmezsen, andolsun seni taşlarım! Uzun bir zaman benden uzak dur!'
dedi."
Hz. İbrahim, babasına
verdiği öğütte ve yaptığı uyarıda nazik davranarak, kibar söz söyleyerek
Allah'tan başka tanrılara tapmanın yanlışlığını delilleri ile anlattıktan
sonra, onu tevhîd inancına çağırmıştı. Hz. İbrahim'in babası, oğlunun ne demek
istediğini tam manası ile anlamıştı. Kendi inancım ve tapınmasını
değerlendirmek yerine, Hz. İbrahim'in onun tanrılarına karşı olan tutumunu
değiştirmesini oğlundan istemeyi tercih etmişti.
Aslında Hz. İbrahim,
babasının şirkten ibaret olan inancını tenkit etmesine rağmen, babası, oğlunun,
bu tanrılardan hoşnut olmadığı neticesine ulaştı ve oğluna bunu, yani
hoşnutsuzluğunu soru olarak yöneltti.
Hz. İbrahim'in babası,
oğlunun tanrılarını yermesi ve kendi inancını tenkit etmesinden vazgeçmesini
istemiştir. Bu durumda, tenkit dolu öğüdünden vazgeçmediği takdirde neler
yapacağını tehdit edercesine söylemektedir: li&jV "adolsun seni
taşlarım." Âyetin bu kısmında yer alan ercümenne kelimesi "taşlamak"
anlamına gelmektedir. Taşlayarak birini cezalandırma adetinin, Hz. İbrahim'den
önce var olan bir uygulama tarzı olduğu buradan ortaya çıkmaktadır. uygulama
tarzı olduğu buradan ortaya çıkmaktadır. Günümüzde evli olarak zina edenlerin
bazı ülkelerde taşlanma adetinin kaynağı o tarihlere kadar inmektedir.
Yahudilerin taşlamayı
çok ağır bir hareket olarak görmelerinin kaynağında eskiden gelen bu adet
vardır. racm kelimesinden çıkan er-ricâm kalıbının da "ipin ucuna bağlanan
taş ile taşlamak" anlamına geldiğini Ebû Müslim söylemektedir. Ebû
Müslim'in görüşünü nakleden Râzî, aynı zamanda bazı âlimlerin recm kelimesinin
"sövüp saymak ve kınamak" anlamına geldiğini söylediklerini de
nakletmektedir.
Şimdi Hz. İbrahim'in
babası bunlardan hangisini kastetmiştir? Gerçekten taşlamayı mı, yoksa hakaret
etmeyi mi? Ne kadar farklı düşüncede, inançta olsalar bile, bir baba oğlunu
gerçek taşla taşlar mı? Babayı bu kadar olumsuz bir tavır içinde düşünmemiz
mümkün müdür? O zaman baba ile oğlun farklı inançta olması, yani inanç farkı
onları azılı düşman haline getiriyor diyebilir miyiz?
Kendisine lanet edilen
ve kovulan kimseye racîm denildiğine göre, âyetteki racm kelimesini
"kovmak" anlamına almamız mümkündür. Dolayısıyla bu kelimeye
"defol git" manası verilebilir. Çünkü racîm kelimesi şeytan için
kullanılmaktadır. "Kovulmuş şeytana karşı onu ve onun soyunu senin
korumanı diliyorum, dedi" (Al-i Imrân 3/36). Şeytanla ilgili olan racîm
kelimesi bu âyette "kovulmuş, lanetlenmiş" anlamına gelmektedir.
Başka bir açıdan
bakınca recm kelimesini "taşlama" anlamına da alabiliriz. Çünkü
âyetin sonundaki illi jj^ilj vehcurnî meliyyâ "uzun bir zaman benden uzak
dur" demesi "kovulma"yı ifade etmektedir. Buna göre âyet:
"Buradan çık git, yanıma yanaşma, yoksa taşlarım seni" demektir.
Âyetin son kelimesi
olan meliyyâ kelimesi, "uzun bir zaman" anlamına gelmektedir. Hz.
İbrahim'in babası, "seni taşlamadan önce benden uzun bir zaman ayrı kal,
seni gözüm görmesin"; "ya uzak durursun ya da taşlarım seni"
anlamına gelen sözleri söylemiş olmaktadır.
7.
"(İbrahim): 'Selâm sana. Rabb'imden senin için af dileyeceğim. Çünkü O,
bana karşı çok lü-tufkardir' dedi."
a)
Hz. İbrahim, babasına: "Selâm sana"
derken neyi kastetti? Bir mü'min bir kâfire selâm verebilir mi? Yoksa kâfire
selâm vermek sadece Hz. İbrahim'e mi mahsustur? Başka bir ifade ile baba, kâfir
olsa bile ona selâm verilir de başka kâfirlere verilmez mi? Bu sorulara cevap
verebilmemiz için Furkân 63'e gitmemiz gerekiyor: "Rahrnân'ın kulları
onlardır ki yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara
laf attığında: "Selâm" derler."
Buradaki selâm,
"rahmet" anlamı ile değil de, "barış" anlamı ile
anlaşılmalıdır. Demek ki, mümin kişi, bir kâfire selâm verebilir ama bu selâmı
hangi ortamda, hangi anlamda kullandığı önemlidir. Normal şartlar altında
selâm ile alay edecek olan kâfire selâm vermek doğru değildir.
b) Diğer
taraftan Hz. İbrahim, babası için Allah'tan af dileyeceğini de söylemiştir. Bu
da karşımıza, bir mü'minin müşrik için af dileyip dilemeyeceği sorusunu
çıkarmaktadır. Önce nasıl af dilediğine bir bakalım: "Babamı da bağışla.
Çünkü o sapıklardandır" (Şu'arâ 26/86). Tabii ki buradaki bağışlama, tövbe
edip iman etmesini temin etmek anlamına gelmektedir.
Demek ki Hz. İbrahim,
babasının sapıklardan olduğunu söyleyerek Allah'tan bağışlamasını isteyerek af
dilemiş, yani duasını yapmıştır.
Yüce Allah, Hz.
İbrahim'in bu şekildeki duasını gündeme getirerek İslam'da bu konuda bir hüküm
vermektedir.
i ) "Cehennem
ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, Allah'a
ortak koşanlar için af dilemek ne peygambere yaraşır ne de inananlara.
İbrahim'in babası için af dilemesi, sadece ona verdiği sözden dolayı idi. Ne
var ki onun Allah'ın düşmanıolduğu kendisine belli olunca, ondan uzaklaştı.
Şüphesiz İbrahim çok yumuşak huylu ve pek sabırlı idi" (Tevbe 9/113-114).
"İbrahim'de ve
onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar
kavimlerine demişlerdi ki: Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan
uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanmcaya kadar, sizinle bizim
aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir. Şu kadar var ki, İbrahim
babasına: Andolsun senin için af dileyeceğim. Fakat Allah'tan sana gelecek
herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez, demişti" (Mümtehme 60/4).
ii ) Bu
âyetlerden anlıyoruz ki, Allah'a ortak koşanlar için Allah'tan af dilenemez.
Hz. İbrahim'in müşrik babası için neden af dilediği de âyetlerde açıklanmaktadır.
Neden olarak, "ona söz vermiş olması" gösterilmektedir. Zaten
Allah'ın düşmanı olduğunu anlayınca ondan uzaklaşmıştır.
Demek ki müşrik ve
kâfir için istiğfar edip af dilemek doğru değildir; ama, mü'min için Allah'tan
af dilemek doğru olmaktadır. Zaten bunun olabileceğine dair bir çok âyette
işaretler yer almaktadır.
Ayetin sonunda, yani
Meryem 47. âyette Hz. İbrahim Allah'ın kendisine lütufkâr olduğunu, o nedenle
duasını kabul edeceğini ifade etmektedir. Ayette yer alan £ki- hafîyyâ kelimesi
"şefkatli ve yumuşak" anlamına gelmektedir. Lütufkârlık, aslında
"bir işe önem vermek" demektir. Hz. İbrahim, Yüce Allah'ın, onun
babası için af dilemesine önem vereceğine, kabul edip duasını yerine
getireceğine ümit beslemişti.
Şimdi buraya kadar
olan Hz. İbrahim ile ilgili olgunun âyetlerinden şunları çıkartıyoruz:
a) Baba
yanlış düşüncede, inançta ve yolda olunca oğul onu tenkit edebilir, ona öğüt
verebilir, ona uyarıda bulunabilir. Yetişkin çocuklar, babalan yanlış yolda ise
onları taklit etmek zorunda değillerdir. Baba bi-
le olsa sorgulama
yapılabilir ve yapılmalıdır. Babalar, yetişmekte olan nesillere, gerekirse
kendilerini de sorgulamayı Öğretmektedir.
Baba neslini
sorgulayıp tenkit etmeyen nesiller, doğruyu bulamazlar; "babamızı bu
yolda bulduk" ifadesi ile kendi sorumluluklarını yok edemezler.
b)
İnanç farklılığı ailede çatışma meydana
getirmektedir. Aile içi çatışmaların bir nedeni de, farklı din, inanç ve dünya
görüşünden kaynaklanacağına işaret eden bu âyetler, günümüze ve geleceğe ışık
tutmaktadırlar.
Yeni bilgilerle
tanışan ve değişime açık olan gençler, eğer manevî eğitim almazlarsa, câhil
toplumların ailelerine bomba gibi düşmektedir. İşte manevî eğitim alan Hz.
İbrahim, babasına barış ve esenlik dileyerek onunla çatışmadan çekilmektedir.
Bu manevî eğitimi almayan genç nesil, ailenin huzurunu kaçırmakta, baba
neslini tanımaz hale gelmekte, aile değerlerini kökünden yıkmaktadır.
c)
"Babalarımızı bir din üzere bulduk, biz de onların izlerine uyarız"
(Zuhruf 43/23) şeklindeki söylevlerin doğru olmadığı Hz. İbrahim örneği ile
anlatılmaktadır. İşte Kur'ân bu anlatımı ile gelecek nesillere hangi adımı
attığını, hangi ize bastığını, hangi yolu takip ettiğini bilmenin önemini ve
taklidin çirkinliğini bu örnekle öğretmektedir.
d) Hz. İbrahim,
babasının inancını sorgularken, ne diyeceğini, nereyi sorgulayacağını
biliyordu ve açıklıyordu; ayrıca bu yanlış inanç ve tapınmanın sonucunun nereye
varacağını da gündeme getiriyordu. Böylece bize, bir inanç ve davranışı tenkit
edip sorgularken neticenin bildirilmesine dikkat çekmek de öğretilmiş
olmaktadır.
"(İbrahim dedi
ki): Sizden de, Allalı'ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor ve
Rabbime yalvarıyorum. Umulur ki, Rabbime dua etmemle bedbaht olmam."
Burada Hz. İbrahim'in
iki eylemi ile karşılaşıyoruz.
a)
Babası gibi aynı inancı paylaşanlardan
ayrılacağını, yani uzaklaşacağını ilan ediyor. Şirk ile tevhîd inancının
ayrılığı, onlar arasında da gerçekleşiyordu.
Bu inanç farklılığı
Hz. İbrahim'i sahte tanrılarından da uzaklaştırdı. Böylece hem kendilerinden,
yani müşriklerden hem de onların sahte tanrılarından uzaklaşmış oldu. Bu
ayrılık, maddî anlamda ilişkiyi kesmek anlamına alınmamalıdır. Bu ayrılık,
manevî anlamda bir tavır koyma, bir reddiye ve bir tepki manasına alınmalıdır.
Dikkat edilirse Hz.
İbrahim'in, i'tizâl kelimesini kullandığı görülecektir. İslam kültüründe yer
alan "mu'tezile okulu"nun ismi bu kelimeden türemiştir ve
"ayrılık" anlamını ifade etmektedir.
b)
"Rabbime dua ediyorum"
Buradaki "dua
ediyorum" ifadesi, "ibadet ediyorum, Rabb'ime i-badete
yöneliyorum" demektir. Ama kelime "dua etmek" anlamına geldiğinden,
Hz. İbrahim: "Siz, Allah'tan başka tanrılara taptığınızdan bedbaht
oluyorsunuz, ben inşallah bedbaht olmayacağım" demek istemiştir.
"Umulur ki Rabb'ime dua etmemde bedbaht olmam" cümlesinin anlamını:
"Ve hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum O'dur" (Şu'arâ
26/82) âyeti ile verebiliriz. Hz. İbrahim, Allah'tan kendisini affetmesini
dilerken, bedbaht olmayıp hatalarını bağışlayacağı ümidini beslemektedir. Başka
bir açıdan bakarsak, müşriklerin sahte tanrılara tapmakta düştükleri bedbahtlığa
kendisinin düşmeyeceğini vurgulamaktadır.
Yorumunu yapmakta
olduğumuz Meryem 48'den şu neticeyi, metodu veya ilkeyi çıkartıyoruz: Tevhîd
inancını tebliğ ederken veya dînî bir konuyu anlatırken, inanmayanlar o konuyu
alaya alıyorsa ya da bu görevi yapanı tehdit ediyorsa oradan çekip giderek
onlardan ayrılma en güzel metod olacaktır. Bu metodun tatbikatını Hz. İbrahim
başlatmış, Hz. Muhammed'e de uygulaması için emir verilmiştir.
"Ayetlerimiz hakkında ileri geri
konuşmaya dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan
uzak dur. Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zâlimler
topluluğu ile oturma"
(En'âm 6/68). İşte bu âyetin içeriği ile Hz.
İbrahim'in yaptığı örtüşmek-tedir. Aynı zamanda bu metodun tüm mü'minleri
kıyamete kadar kapsamına aldığı Nisa sûresinin 140. âyetinde görülmektedir:
"Allah'ın
âyetlerinin inkâr edilip, onlarla alay edildiğini duyduğunuzda bunu yapanlar
başka bir konuya geçinceye kadar onlarla birlikte oturmamanızı Allah, Kitab'ta
size indirmiştir. Aksi taktirde siz de onlar gibi olursunuz. Kuşkusuz Allah,
bütün münafık ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir."
Bir mü'minin veya din
eğitimcisinin, bulunduğu bir sosyal ortamda dine hakaret ediliyorsa ve buna engel
olamıyorsa, oradan kalkıp gitmesi en doğru yol olacaktır. Çünkü söz konusu
durum, Allah'ın âyetlerine hakaret ettirmeyi amaçlamaktadır.
"Nihayet İbrahim
onlardan ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden uzaklaşıp bir tarafa
çekildiğinde biz ona İshâk ve Ya'kûb'u bağışladık ve her birini peygamber
yaptık."
Bu âyetten Râzî'nin
açıklamasından da hareketle şunu anlıyoruz: Tevhîd inancına hakaret etmeleri
için, onlardan ayrılıp hicret etmesinin ödülü olarak Yüce Allah ona İshâk ile
Ya'kûb'u ihsan etmiş, lütfetmiş, yani bağışlamıştır.
Sadece ihsan etmemiş, onları da peygamber tayin etmiş ve böylece Bakara
129'daki duasını da kabul edip yerine getirmiştir. Buradan şu neticeyi de çıkartıyoruz:
Bir kişi Allah için yaptığı bir amelin ödülünü o-nun neslinin mükemmel olması
şeklinde takdir edebilir. Hz. İbrahim'in bu olgusundan bunu çıkartıp insanlara,
ana-babalara anlatmak gerekiyor. Neslin düzelmesi için Allah'ın rızasına uygun
amellerde bulunmak gerekiyor. Çünkü insan öylesine iyi amel üretir ki Allah
onun neslini düzeltebilir, iyi yetişmesini takdir edebilir ve onu bu şekilde
ödüllendirebilir. A'râf 58'de belirtildiği gibi temiz arazinin çıkardığı ekin,
Yüce Allah'ın izni ile büyür, temiz insanın çocuğu da Allah'ın yardımı ile
büyüyecektir. Bunun geniş açıklaması A'râf 58'de yapılmıştır.
İyi amellerin nesle
yansımasının örneği bu âyette görülmekte ve eğitimin çok önemli bir metodu da
ortaya çıkmaktadır. İyi nesil isteyen ana-babalar önce kendileri iyi
olmalıdırlar. Bataklıkta, çorak arazide iyi ekin yetişmediği gibi, günah
işlenen ailelerde de iyi nesil yetiştirmek hemen hemen imkansızdır. Bu küçük
ihtimalin en belirgin Örneği Hz. İbrahim ve ailesidir.
10.
"Onlara rahmetimizden bağışta bulunduk, kendilerine haklı ve yüksek bir
şöhret nasib ettik."
a) Ayette
geçen rahmet bahşetmek, "mal, makam, temiz soy vermek" manasına
alınabilir.
b)
"Yüksek bir şöhret" diye tercüme ettiğimiz lisâne sidk ifadesi bir
"sadâkat dili" anlamına gelmektedir.
Yüce Allah onlara
doğru olanın, gerçekliğin dilini vermişti, illi 'aliyyâ da "üstün,
yüce" anlamına gelmektedir. Kendisine böyle bir ö-zelliğin verilmesi için
Hz. İbrahim de Allah'a dua etmişti: "Bana sonra gelecekler içinde,
iyilikle anılmak nasib et" (Şu'arâ 26/84). Bundan anlıyoruz ki lisân-ı
sıdk, "iyilikle anılma şöhreti" anlamına gelmektedir.
Hz. İbrahim'in bu
duası kendi adına kabul edildiği gibi, oğlu ve torunu için de kabul edilmiş,
onlara da bu özellik verilmişti. Böylece Hz. îshâk ve Ya'kûb'a da nebî olma,
rahmet ve iyi bir şöhret verilmişti. Bu üç özellik, İbrahim ailesinin ne denli
üstün bir yapıya sahip olduğunu anlatmaktadır.
İşte Yüce Allah,
Kur'ân'da Hz. İbrahim'in olgusunun bu yönü ile anılmasını istemiş ve Kendisi
neyin anılacağını da belirlemiştir.
[19]
51. Kitapta Musa'yı da an. Gerçekten o
ihlâs sahibi idi ve hem rasûl hem de nebî idi.
52. Hani ona Tür
dağının sağ tarafından seslendik ve onu fısıldaşan kimse kadar yaklaştırdık.
53. Rahmetimizin bir
sonucu olarak ona kardeşi Hârûn'u da bir peygamber olarak bahşettik.
Bu âyetlerde Yüce
Allah, Hz. Musa'nın özelliklerini sıralamaktadır. Onun için bu üç âyeti bir
arada yorumlamayı uygun buluyoruz. Hz. Zekeriyyâ ve Hz. Yahya, Hz. Meryem ve
Hz. îsâ; Hz. İbrahim'den sonra ise Hz. Mûsâ gündeme getirilmektedir.
1. Hz. Mûsâ
ihlâs sahibi idi.
İhlâs sahibi olmanın
bir anlamı dini sadece Allah'a tahsis etmektir. "De ki: Bana, dini Allah'a
hâlis kılarak O'na kulluk etmem emroluridu" (Zümer 39/11). İhlâs*in başka
bir anlamı da şeytanın etki alanından kurtulmak, şeytanın etkisi altında kalmamaktır.
"(İMis): 'Senin mutlak kudretine yemin ederim ki, onlardan ihlâsa
erdirilmiş kulların bir yana, hepsini mutlaka azdıracağım' dedi" (Sâd
38/82-83). İhlâs kelimesi Hicr 40'da geniş bir şekilde açıklanmıştır. Günümüzde
ihlâs sahibi insan, "kâmil insan" anlamına gelmektedir. "Muttaki
ve muhsin" olma özelliklerini kendinde toplamış insana "ihlâs sahibi
kişi" denmektedir. İşte Hz. Mûsâ bu özelliğe sahip olan bir şahsiyete
sahipti.
2. Hz. Mûsâ
rasûl idi.
Rasûl "elçi"
demektir. Rasûl, Yüce Allah'ın mesajını onun vasıtası ile insanlara
ulaştırmaktadır ve ilâhî vahye muhatap olan ve onu insanlara ulaştırmakla
görevlendirilen peygamberdir.
3. Hz. Mûsâ
aynı zamanda nebî idi.
Her rasûl, aynı
zamanda nebîdir. Nebî "haberci" anlamına gelmektedir. Nebî vasfı ile
hata yapabilir, ama râsûl sıfatı ile asla hata yapamaz. Bir peygamber nebîlik
vasfı ile rasüllük vasfına uymak mecburiyetindedir. A'râf 157'ye göre
Peygamberimiz de hem rasûl hem de nebî idi.
4. Allah
onunla konuşmuştur.
"Ve Allah, Mûsâ
ile gerçekten konuştu" (Nisa 4/164). Nasıl ve nerede konuştuğu da yorumunu
yapmakta olduğumuz Meryem 52'de açıklanmaktadır.
Tûr dağının sağ
tarafından ona seslendi ve onu gizemsel bir konuşma için yaklaştırdı. Peki ona
ne söyledi? Bunun cevabını verebilmek için Kasas 30-35. âyetlere gitmemiz
gerekiyor.
"Oraya gelince, o
mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısından ağaç tarafından kendisine şöyle
seslenildi: Ey Mûsâ! Bil ki ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'ım. Ve asanı at.
Mûsâ asayı yılan gibi deprenir görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. Ey Mûsâ!
Beri gel, korkma. Çünkü sen emniyette olanlardansın, buyurdu. Elini koynuna
sok; Şüphesiz bembeyaz çıkacaktır. Korkudan kollarını kendine çek. İşte bu
ikisi Firavun ve onun adamlarına karşı Rabb'in tarafından iki kesin delildir.
Çünkü onlar, yoldan çıkan bir kavim olmuşlardır. Mûsâ dedi ki: Rabbim! Ben
onlardan birini öldürmüştüm. Beni öldürmelerinden korkuyorum. Kardeşim
Harun'un dili benimkinden daha düzgündür. Onu da beni doğrulayan bir yardımcı
olarak benimle birlikte gönder. Zira bana yalancılık ithamında bulunmalarından endişe
ediyorum. Allah buyurdu: Seni kardeşinle destekleyeceğiz ve size öyle bir
kudret vereceğiz ki, âyetlerimiz sayesinde onlar size erişemeyecekler. Siz ve
size tâbi olanlar üstün geleceksiniz."
İşte o dağda Yüce
Allah ile Hz. Mûsâ arasında bu ve buna benzer konuşmalar geçmişti.
5. Duasına
Yüce Allah icabet ediyor.
Kasas 54'te Hz. Mûsâ,
kardeşi Harun'u, hatip olması, yani daha iyi konuşması nedeniyle kendisini
desteklemesi için yardımcı olarak iste-misti. Bu istek: "Bana ailemden bir
de yardımcı ver. Kardeşim Harun'u. Onun sayesinde arkamı kuvvetlendir"
(Tâhâ 20/29-31) âyetlerinde de gündeme getirilmiştir.
Yüce Allah, Hz.
Musa'nın bu duasını kabul etti ve rahmetinin bir sonucu olarak kardeşi Harun'u
ona bir peygamber, bir nebî olarak bahşetti.
Şimdi şu soruyu
sorabiliriz: Meryem sûresinde, yani Kur'ân'da Hz. Mûsâ'nm bu şekilde
anılmasının getirişi nedir? Sadece Hz. Mû-sâ'nın bu özelliklerini anmak için mi
bütün bunlar dile getiriliyor? Bu sûrede ve bundan başka diğer sûrelerde Hz.
Musa'nın ele alınıp anlatılmasının sebeplerinden biri, Yahudileri İslâm'a
davet etmek, onlara Kur'ân'ın hak kitap olduğunu göstermektir. Çünkü Hz.
Peygamber'in, Hz. Mûsâ ile ilgili konuları bu kadar detaylı bir şekilde bilmesi
mümkün değildi.
Demek ki bu anlatım
Yahudileri bir şekilde İslâm'a davet niteliğini taşımaktadır. Ama Hz. Mûsâ ile
ilgili diğer anlatımlar bizim hayatımız için çok önemli açılımlara sahiptir.
[20]
54. Kitapta İsmail'i de an. Gerçekten o, sözüne
sâdıktı.
Rasâl ve nebi idi.
55. Ailesine/halkına namazı ve zekâtı emrederdi.
Rabbi katında da hoşnutluk kazanmış bir kimse idi.
Hz. İsmail, Hz.
İbrahim'in oğlu, Arapların atası ve dolayısıyla Hz. Peygamber'in de Hz. İbrahim'e
ulaşan dedelerinden biri olmaktadır. Hz. İbrahim'in Hacer isimli hanımından
doğmuş, ayaklarının dibinden zemzem suyunun çıktığı peygamber idi. Bu sefer de
Yüce Allah, Hz. İsmail'in özelliklerini gündeme getirmektedir.
1.
"Sözüne sadıktı."
Sözünde sâdık
olmasının iki boyutlu bir açıklaması olabilir: Allah'a verdiği sözü yerine
getirme konusunda, yani Allah'a kulluk ve itaat etmekte çok ilerde idi.
Ayrıca insanlara verdiği sözde durması, ahde vefa
göstermesi bakımından Öne çıkan bir şahsiyete sahipti. Bunun en güzel delili
Sâffât sûresinin 102. âyetini gösterebiliriz: "Babası ile beraber
yürüyüp gezecek çağa erişince (babası): 'Yavrucuğum! Rüyada seni boğazladığımı
görüyorum, bir düşün, ne dersin?' dedi. O da cevaben: 'Babacığım! Emrolunduğun
şeyi yap. İnşâallah beni sabredenlerden bulursun' dedi." Daha sonra da
"Her ikisi de teslim olup, onu alnı üzerine yatırınca" (Sâffât
37/103) âyeti gereği babasına verdiği sözü yerine getirdi, kendisini babasına
teslim etti.
Bu durum, yani Hz.
İsmail'in bu özelliği bize, peygamber ahlâkının temellerinden birini
vermektedir. Sözünde durmak evrensel erdemlerin önde gelenlerinden biridir.
2.
"Rasûl ve nebî idi." Demek ki hem
elçi hem de haberci idi.
Bu özellikleri az önce
Hz. Mûsâ ile ilgili olarak açıklamıştık.
3. Namazı ve
zekâtı ehline, yani ailesine veya halka emrediyordu. Bundan anlıyoruz ki, Hz.
İbrahim'in dininde olduğu gibi, Hz. İsmail'in dininde de namaz ve zekât
ibadetleri yer alıyordu. Bu ibadetleri başkalarına emredebilmesi için kendisi
de onları yerine getirmelidir. Bir peygambere
kendisinin tatbik etmediğini
başkasına teklif etmesi
asla yakışmaz.
4.
Allah katında razı olunmuş bir makama
sahipti. Bu hoşnutluğu kazanmış durumda idi.
Hz. İsmail'in buradaki
özelliklerinden önemli neticeler çıkartabiliriz: Bir baba olarak Hz. İsmail
çocuklarına namazı ve zekâtı emrediyordu; kılmaları için gerekeni yapıyordu.
Bizler de aynı eğitim
tarzını, metodunu kullanmalıyız. Diğer taraftan âyette geçen "ehl"
kelimesini halk anlamına alırsak, din eğitimcileri, görevli ve âlimleri halka
namaz kılmayı ve zekât vermeyi öğretmeli, ö-nemini anlatmalı ve dindeki
yerlerini iyice tesbit etmelidirler.
Bu âyet, dinî
ibadetlerin ve uygulamaların Allah'ın rızasını kazanma niyetiyle yapılması ve
onun amaç olarak alınmasını öğretmektedir. Allah katında hoşnutluğu elde
etmek, en yüce amacı teşkil etmektedir. Sözünde durmak ve ahde vefa erdemi,
dinin kaynaklık ettiği ahlâkın temelinde yer almaktadır.
[21]
56. Kitapta îdrîs'i de
an. Gerçekten o, pek doğru bir insan, bir peygamberdi.
57. Onu yüce bir makama yüceltmiştik.
Hz. İdrîs'in de bazı
özellikleri gündeme getirilmektedir: Hz. İdrîs'in kim olduğu konusunda klasik
müfessirlerle günümüzün müfes-sirleri arasındaki farklı açıklamaları nakletmeyi
uygun bulmuyoruz. Râzî'ye göre Hz. İdrîs, Hz. Nuh'un babasının dedesi idi.
Dersle ilgisi çok olduğundan dirâset kelimesinden İdrîs ismini almıştır. Hz.
İdrîs, özü sözü doğru olan biri idi. Hz. İsmail sâdık, Hz. İdrîs de sıddîk idi.
Hz. Mûsâ ihlâs sahibi, Hz. İsmail sözünde duran, Hz. îdrîs de özü sözü doğru
olan biri idi. Aslında bu özellikler, birbirine çok yakın düşmekte, hemen hemen
aynı anlama gelmektedirler. Hz. İdrîs bir nebî, yani bir peygamber idi. Bunun
açıklamasını Hz. Mûsâ ile ilgili bölümde yapmıştık. Yüce Allah Hz. îdrîs'i Yüce
makama yükseltmişti. Allah katında hoşnutluk kazanan Hz. İsmail'in durumu ile
Hz. İdrîs'in durumu arasında bir ben-zerlijc vardır. Onların bu özelliği daha
sonra Hz. Peygamber'e verilmiştir. "Senin şanını ve ününü yükseltmedik
mi?" (İnşirah 94/4); "Rabbinin seni, övgüye değer bir makama
göndereceğini umabilirsin" (İsrâ 17/79).
Hz. İsmail'in Rabbinin
nezdinde hoşnutluk kazanması, Hz. İdrîs'in Yüce Makama yükseltilmesi, Hz.
Peygamber'in Makâm-i Mahmûd'a ulaştırılması, şanının yüceltilmesi hep aynı şeyi
ifade etmektedir. Hatta Yüce Allah'ın, Hz. îsâ'yı nezdine yükseltmesi de bu
özelliklerden biridir, yani benzeridir. Daha önce Meryem 52'de Hz. Mûsâ için
geçen "onu fısıldaşan kimse kadar yaklaştırdık" şeklindeki ifade de
bunlara benzemektedir.
Hz. Musa'nın, Hz.
isa'nın, Hz. İsmail'in ve Hz. tdrîs'in yücelip Allah katında yüksek bir makama
ulaşmalarının bizim için ne faydası vardır? Soruya şu şekilde cevap verebiliriz:
Onların insanlığa getirdikleri mesajı hayatımıza uyarladığımız takdirde bizim
de yücelmemiz mümkün olacaktır. Peygamberlerin ahlâkını takip etmek bu yüceliği
bize temin edecektir. Bunun böyle olacağını şu âyet belirlemektedir:
"Dileseydik elbette onu bu âyetler sayesinde yüceltirdik" (A'râf
7/176). Bu âyetten hareket edersek Yüce Allah'ın, mesajını göndermekteki amacının
insanı yüceltmek olduğunu söyleyebiliriz. Ancak insan bu yücelişe ters düşen
davranışları üretince bu gayeye erişemiyor.
[22]
58. İşte bunlar,
Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerden, Adem'in soyundan, Nûh
ile birlikte taşıdıklarımızdan, ibrahim ve İsrail'in soyundan doğruya
ulaştırdığımız ve (peygamber olarak) seçtiğimiz kimselerdendir. Onlara, çok
merhametli olan Allah'ın âyetleri okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı.
Yüce Allah, Meryem
sûresinde anlattığı peygamberlerin ve Meryem'in soy ağacını bu âyette
vermektedir.
1.
"Allah, kendilerine nimetler verdi."
Bundan Önceki âyetlerde
Yüce Allah, peygamberlerin özelliklerini ve onlarla olan ilişkisini teker teker
anlatmasına rağmen bu âyette hepsini nimetlendirdiğini söylerken bir arada
anmıştır. Yüce Allah'ın nimetlendirmesi onların ortak özelliği olmaktadır.
mm! Yüce Allah, peygamberlerini
nimetlendirdiğini, onlara lütufta bulunduğunu bize niçin anlatmaktadır?
Sorunun cevabını Nisa 69. âyetle vermemiz mümkündür: "Kim Allah'a ve
peygambere itaat ederse işte onlar, Allah'ın, kendilerine lütuflarda bulunduğu
peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlih kişilerle beraberdir. Bunlar ne
güzel arkadaştır." İşte Yüce Allah bizleri, lütufta bulunduğu
peygamberlerle arkadaş olmak, onlarla beraber olmak için kendisine ve
peygamberlerine itaate teşvik etmekte, bizlere beraberlik kurup arkadaş
olacağımız şahısları belirlemekte, öğretmekte ve bunda dikkatli olmamız için
uyanda bulunmaktadır.
Ama onlarla bu dünyada
arkadaş olmamız, beraberlik kurmamız mümkün müdür? İlk bakışta bu sorunun
cevabı olumsuz olarak görülmektedir, ama unutulmamalıdır ki, bu insanların
arkadaşlığı zamanla sınırlı değildir. Onlar bu dünyada olmasalar bile, onların
getirdiği ilâhî vahye inanıp Allah'a ve onlara itaat eden, yani o vahyin
gereğini yerine getiren insanlar onların beraberliğini ve arkadaşlığını
kazanmaktadırlar. Ayrıca âhirette de onlarla beraber olacak ve onlarla
arkadaşlık yapacaklardır. İşte Meryem 58'deki anlatımın amacını Nisa 69. âyet
vermektedir. Ayrıca Meryem 58'in açıklaması bir sonraki âyette yapılmaktadır.
2. Yüce
Allah onların soy ağacını tesbit etmekte, hepsinin Â-dem'den geldiğini
söyleyerek insanlığın kaynağını açıklamaktadır. Hz. Âdem, Hz. Nûh ve Hz.
İbrahim'in neslinden geldiklerini insanlara hatırlatarak köken itibariyle
dedelerinin aynı olduğunu, ırkçılık yapmanın yanlış olacağını, peygamberler
arasında ayrılık gözetmenin doğru olmayacağını vurgulamaktadır. Genelde
müfessirler, âyette geçen İsrâili "Hz. Ya'kûb" olarak
manalandırmışiardır.
3. Allah
onları doğruya ulaştırdı. Yüce Allah âyette fcii hedeynâ "doğruya
ulaştırdığımız" ifadesine yer vermektedir. Bunun anlamı, "on-
lar kendileri doğruyu
bulmamış, Allah onları doğruya ulaştırmıştır" şeklindedir. Onların da
Allah'ın hidâyetine ihtiyaçları vardı.
4. Allah,
onları seçkin kılmıştır, yani onları seçmiştir. Onları hidâyete, doğruya ulaştırdıktan
sonra ve onlar da o yola girdikten sonra, onları peygamber olarak seçmiştir.
Bundan anlıyoruz ki, o peygamberler elçi olarak kendi kendilerini tayin
etmemişler, bizzat Allah tarafından seçilip atanmışlardır, yani
görevlendirilmişlerdir.
5.
"Rahmân'm âyetleri kendilerine
okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı."
Onların diğer müşterek
özelliklerinden biri de âyetlere karşı olan tavırlarıdır; Allah'ın âyetleri
onlara okunduğunda ağlayarak secdeye kapanmış olmalarıdır. Yüce Allah,
peygamberlerin Allah'ın âyetleri okunduğunda ne denli manevî coşkuya kapılıp
secdede ağladıklarını bize anlatarak bizlere bir duygu eğitimini örneklerle
vermektedir.
O peygamberlerdeki
takva ve İhlasın derecesini ve onların davranışlarım, biyolojik yapılarını etkilemesine
dikkat çekilmektedir. İçten duyulan coşku, biyolojik yapıyı etkileyerek, onu
harekete geçirerek gözlerden yaş akıtmakta, ayrıca secdeye vardırtarak da
davranışa dönüşmektedir. Böylece psikolojik, yani içsel bir coşkunun görünür
bir neticeye nasıl dönüştüğü gündeme getirilmektedir; psikolojik yapının
biyolojik yapıya olan etkisi vurgulanmaktadır.
Daha önce bu durum
Mâide 83'te de görülmüştü: "Peygambere indirileni duydukları zama'n tanış
çıktıkları haktan dolayı gözlerinden yaşlar boşandığını görürsün." İşte
bunların da 82. âyette kimler olduğu açıklanmaktadır: Bunlar, keşiş ve rahip
denen Hıristiyan din adamlarıdır. Demek ki, Allah'ın âyetlerinin okunması ile
ağlayan sadece peygamberler değildir; normal insanlar da ağlayabilir. Aynı
şekilde İsrâ 107-109. âyetler de bu peygamberi ahlakın diğer inananlara da
yansıyacağına işaret etmektedir: "Kur'ân, kendilerine daha önce ilim
verilmiş olanlara okunduğunda, onlar, çeneleri üstü secdeye kapanıyorlar...
Ağlayarak çeneleri üstü (secdeye) kapanıyorlar, o Kur'ân onların huşu'unu
artırıyor."
Burada önemli olan
Allah'ın âyetlerini anlamaktır. Mâide 83'te bu "anlama" işlemi
"tanışmak" olarak ifade edilmiştir. Hem toplumların batışını hem de
cennet ve cehennemi anlatan ve onlara sebep olan davranışları duyup anlayınca
insanın gönlü kabarmakta ve ağlayıp secdeye kapanmasını sağlamaktadır.
Böylesine coşkuyu anlatmak, duygu eğitiminin bir parçası olmaktadır.
Netice olarak
diyebiliriz ki Yüce Allah, insanlara gönderdiği peygamberlerin okulunu,
öğretimini ve eğitimini bize anlatmakta ve bu eğitimin kesintisiz devam eden
bir süreç olduğuna dikkat çekmektedir. Bu okulun nurlu ırmağı Hz. Adem'den
çıkmış, akarak Hz. Muhammed'de son bulmuştur. Artık bu okulun devamı, normal
insanların içinden yetişecek olan güçlü akıl ve bilgi sahipleri ile
sağlanacaktır.
[23]
Ama arkalarından öyle
bir nesil geldi ki, namazı yitirdiler, şehvetlere uydular. Bunlar,
azgınlıklarının ce--ıiJ: zasını
bulacaklardır.60. Ancak tövbe edip, inanıp yararlı iş yapanlar hariç. Bunlar
cennete girecekler ve hiçbir haksızlığa uğramayacaklardır.
61. Rahman'in
kullarına vaadettiği, görmedikleri 'adn t>
cennetlerine
(gireceklerdir). Kuşkusuz
Allah'ın sözü
kesindir.
62. Orada boş söz
değil, hoş söz/selâm duyarlar. Ve orada, sabah akşam kendilerine ait rızıklan
vardır.
63. Kullarımızdan,
takva sahibi kimselere verdiğimiz cennet işte budur.
Yüce Allah 58. âyette
bahsettiği peygamberlerden sonra gelen nesillerin bozulduğunu, ma'nen ve ahlâk
bakımından kötüden yana değişime uğradıklarını 59. âyette anlatmakta,
bozulmaya uğramayan istisna nesillerin olduğuna da dikkat çekmektedir.
"Ama arkalarından
öyle bir nesil geldi ki, namazı yitirdiler, şehvetlere uydular. Bunlar
azgınlıklarının cezasını bulacaklardır."
Ayette geçen ılüİ- halefe
kelimesinin açıklaması Bakara 30'da yapılmıştır. Bu âyette fiil kalıbında
geldiği için "birinin ardından gelmek" anlamını ifade etmektedir. Bir
idarecinin ardından iktidara gelen kimseye bundan dolayı halîfe denmektedir.
Bir neslin ardından onun yerini alan nesil içinde half kelimesi
kullanılmaktadır.
Ayette kastedilen
"bir nesil" kavramı, peygamberlerin kendi sulbünden gelen nesil
olacağı gibi, kendi ümmetinin genelinin nesli de olabilir. Buradaki
"nesil" iyiden kötüye doğru değişim gösteren kötü nesil anlamına
gelmektedir. Peki bu nesil nasıl değişti? Sorunun cevabını âyetin devamı
vermektedir:
a)
"Namazı yitirdiler."
Namaz, yani âyette
geçen salât kelimesi, bir ibadet şeklini ifade etmektedir ama aslında bu
ibadet, ahlâkın temeli olan değerleri ve bu değerlerin koruyuculuğunu temin
etmektedir. Onun için "namazı yitirmek", "ahlâkî bakımdan
süflîleşmek" demektir.
'Ankebut 45'e bakarsak
namazın görevinin ne olduğunu görebiliriz: "Elbette namaz, hayasızlıktan
ve kötülükten alıkoyar." Demek ki namazı yitiren, bu koruyucu, engelleyici
ve ahkoyucu zırhını kaybetmiş olmaktadır.
b)
"Şehvetlere uydular."
Namaz denen
"ahlâkî değerleri" yitiren insanlar, şehvetlerine yani nefsin
arzularına uymakta, onları takip etmekte, onların peşine takılmaktadırlar.
Çünkü nefsin şehvetleri ile karşı karşıya kalındığında, oradaki ahlâkî
değerlerin duvarı erimektedir. Duvar eriyince, şehvetlere çıplak olarak
dokununca kişi ceryan çarpmışa dönmektedir.
İşte o peygamberlerin
ardından gelen nesiller, namazı yani ahlâkî değerlerin koruyuculuğunu
yitirdiler. Bu, onlar için büyük ve köklü bir değişim olmuştur. İşte bu
değişimin her nesilde olma ihtimalinin bulunması sebebiyle, Yüce Allah bize ve
bizden sonraki nesillere bu konuda uyanda bulunmak için bu âyete Kur'ân'da yer
vermektedir.
Bu uyarısı ile Yüce
Allah, şu dînî ve sosyal kuralı koymaktadır: Namaz denen ahlâkî değerler
sistemini yitiren nesiller şehevî arzularının peşine takılmaktan kurtulamazlar.
Böylece hem sosyal hayatı kirletecek hem de dînî görevlerini ihmal etmiş
olacaklardır. Dinin ve sosyal hayatın kirletilmesi ve sonuçta nesillerin
zayıflamasının sebeplerinden biri işte bu şekilde gündeme getirilmiş
olmaktadır.
c)
"Bunlar, azgınlıklarının cezasını
bulacaklardır."
Ahlakî değerleri
kaybedip şehevî arzularına tâbi olan insanlar, elbette cezalarını
çekeceklerdir.
Ayette geçen Çp ğayy
kelimesine Ibn Zeyd "kötülük", yahut "sapıklık" veya
"hüsran" anlamını vermiştir. Abdullah b. Mes'ûd bunun
"cehennemde bir vadi" olduğunu söylemiştir. Burası, "cehennemin
dibi,
en alt tabakası,
sıcaklığı, harareti en fazla olan yeridir" diyenler de olmuştur"
(Kurtubî, age, XI, 230).
Bize göre ahlâkî
değerlerini, yani namazını kaybedip şehvetlere tâbi olanlar sadece cehennemin
gayya kuyusuna gitmeyecek, aynı zamanda bu dünyada da milletler arenasında en
aşağı seviyeye ineceklerdir. Siyasette, ekonomide ve bilimsel araştırmalarda
medeniyetin en aşağı seviyesinde olmak, gayya kuyusunda olmak anlamına
gelmektedir.
Bundan anlıyoruz ki,
iyi insanların nesilleri hep iyi gidecek anlamına gelmemelidir. Zaten Yüce
Allah Bakara 124'te Hz. İbrahim'in neslinden zâlim insanların ve nesillerin
geleceğine işaret etmektedir: "Bir zamanlar Rabb'i İbrahim'i bir takım
kelimelerle denemişti ve onları tam olarak yerine getirince: 'Ben seni
insanlara önder yapacağım' demişti. (Bunun üzerine İbrahim de): 'Soyumdan da
önderler yap' dedi. Allah: 'Ahdim zâlimlere ermez' buyurdu."
Demek ki Hz.
İbrahim'in soyunun tamamı önder çıkarmaya layık olmayacaktı. Kötüden iyiye
geçiş olacağı gibi, iyiden kötüye de geçişler olacaktır. Onun için eğitim
faaliyeti hiçbir zaman kötümser bir çizgiye, yani ümitsizliğe gelmemelidir.
Kötü nesillerden iyi nesil çıkartılabileceğine inanılmalı ve bu uğurda gayret
gösterilmelidir.
Ancak tövbe edip,
inanıp yararlı iş yapanlar hariç; Bunlar cennete girecekler ve hiçbir
haksızlığa uğramayacaklardır."
İşte bu âyet, 59.
âyetin devamı olmakta ve kötü yönde değişimin istisnası olacağını, hatta
kötülerin iyiye doğru değişime uğrayacağını gündeme getirmektedir.
a) Ancak
tövbe eden (hariç)"
Buradaki tövbe,
Allah'a yönelmeyi ifade eden değişimdir. ,.
Tövbe, "inkârı,
şirki, namazı terk sonucu şehvetlere uymayı bırakıp Allah'ın yoluna
yönelmek" anlamına gelmektedir. Demek ki, Yüce Allah bu konuda değişimin
olabileceğini bize öğretmektedir.
b)
"İnanan"
Dikkat edilirse iman,
tövbeden sonra gelmektedir. Önce değişim, yani yönelme gerçekleşecek, ardından
iman edilecektir.
c)
"Yararlı iş yapanlar (hariç)"
İç âleminde köklü bir
değişim ile iman eden ve ardından imanım hayata geçirip yararlı iş üreten
nesiller gayya kuyusuna gitmeyeceklerdir. Yüce Allah onları istisna
etmektedir. Tövbe denen değişim, iman ve yararlı iş, insan nesillerini
kurtarmakta ve bunu ifade ederken de gelecek nesilleri teşvik etmektedir.
Âyetteki bu sıralanıştan imansız amelin bir fayda sağlamayacağı sonucunu da
çıkartabilmekteyiz.
d)
"Bunlar cennete girecekler ve hiçbir haksızlığa uğramayacaklardır."
Bunlar cehennemden
kurtulacaklar ama, nereye gidecekleri de bu âyette açıklanmaktadır. Onlar
cennete gidecek ve asla bir haksızlık görmeyeceklerdir. "Haksızlık
görmezler" ifadesinden ne anlıyoruz? Bu sorunun cevabını Nisa 40 ile
verebiliriz: "Şüphesiz Allah, zerre kadar haksızlık etmez. İyilik olursa
onu katlar, kendinden de büyük mükâfat verir." İnsanın yaptığı iş kötülük
veya günah ise ona denk bir ceza verilir; ama yaptığı iş iyilik ise ona kat kat
sevap verilir, kendiliğinden de fazlası verilir.
Tövbe edip iman eden
ve iyi işler yapanlar bunların karşılığını fazlası ile göreceklerinden dolayı
haksızlığa uğramayacaklardı.
3."Rahmân'in
kullarına vaadettiği, görmedikleri 'adn cennetlerine (gireceklerdir). Kuşkusuz
Allah'ın sözü kesindir."
Bu âyette ödülün 'adn
cennetleri olacağı belirtilmektedir. Cennât kelimesi çoğul olduğuna göre 'adn
cennetinin birden fazla olduğu anlaşılmaktadır.
Âyette geçen bi'1-ğayb
kelimesine klasik müfessirler farklı mana yüklemişler, ama biz Muhammed Esed'in
manasını uygun buluyoruz. O, bu kelimeye "her türlü beşerî algı ve
tasavvurun ötesinde" anlamını vermiştir. Çünkü ğayb, "insanın
dünyevi tecrübeleriyle, algı ve müşahedeleri yoluyla kavrayamadığı, duyu üstü
bir gerçeği" ifade etmektedir. Demek ki, Yüce Allah'ın bu insanlara ödül
vereceği 'adn cennetleri, her türlü beşerî algı ve tasavvurun ötesinde
nitelikler taşımaktadır.
'Adn cennetlerine
gidecek olan kişiler, tövbe edip iman eden ve i-yi, yararlı iş üretenlerdir.
Peki nedir bu yararlı işler? Bu sorunun cevabını Ra'd sûresinin 19-23.
âyetleri ile verebiliriz. Özetle bu ameller şun-İardır: Yüce Allah'ın Hz.
Peygamber'e indirdiğinin hak olduğunu bilen, aklını kullanıp düşünen, Allah'a
verdiği sözü yerine getiren, yaptığı antlaşmayı bozmayan, Allah'ın bitişmesini
emrettiği şeyleri bitiştiren, Allah'a saygı duyan, kötü hesaptan korkan, Allah'ın
rızasını kazanmak için sabreden, namazı dosdoğru kılan, gizIİ-âşikâr fakirlere
yardım eden, kötülüğü iyilikle savan insanlar 'adn cennetlerine götürecek olan
amelleri işlemiş oluyorlar.
H(, Aslında bu ameller
hayatın en İnce noktalarını da kapsamına almaktadır. Bu amellerin içine başka
ameller de girmektedir. Sonuç olarak diyebiliriz ki, bu amelleri üretenler bu
dünyadan 'adn cennetlerinin kuruluşuna, yapılışına başlamaktadırlar.
Yorumunu yapmakta
olduğumuz Meryem 61'in sonundaki "kuşkusuz Allah'ın sözü kesindir"
ifadesi, ödülün kesin olarak verileceğine işaret etmektedir. me'tiyyâ kelimesi,
ityândan türemiş mef'ul bir i-simdir. "Sana ulaşan her şeye sen de
ulaşmışsın" demektir. "Kesindir" derken, "gerçekleşecek,
yani gelecektir" anlamı kastedilmektedir. Çünkü Allah'ın verdiği söz,
kesinlikle gerçekleşecek, yerine gelecektir. Onda bir aksamanın olması mümkün
değildir.
4.
"Orada boş söz değil, hoş söz/selâm duyarlar. Ve orada sabah-akşam
kendilerine ait azıkları vardır." -
Yüce Allah bu âyette,
'adn cennetlerinin iki özelliğini gündeme getirmektedir.
a)
"Orada boş söz değil, hoş söz duyarlar."
Âyette geçen yJ lağv
kelimesi, "işe yaramayan, faydasız, manasız söz" demektir. Bu dünyada
lağv sözler vardır. Yanlış felsefeler, düşün-
çeler, insanın beynini
çelen görüşler, insanı Allah'ın yolundan ayıran vesveseler bu kavramın
kapsamına girmektedir.
"Onlar ki boş ve
yararsız şeylerden yüz çevirirler" (Mü'minûn 23/3) buyuran âyetin gereğini
yerine getirenler, 'adn cennetlerinde, bu tür boş ve anlamsız sözlerden uzak
kalacaklardır. Bu dünyada boş sözlerden yüz çevirenler, öteki dünyada boş söz
duymayacaklardır.
Boş sözün karşıtı
selâm olmaktadır. Selâm kelimesini "hoş söz" olarak manalandırdık.
Aslında selâm "esenlik" anlamına da gelmektedir. Ruhanî huzuru temin
eden, her türlü hatadan, defodan, kötülüklerden çatışmalardan uzak olan
sözleri duyacaklardır. Daha doğrusu, onlar orada barış, güven, esenlik, rahmet
içinde bir hayat yaşayacaklardır.
Bu insanlar Yûnus
25'teki ilâhî çağrıya uymuş ve çağrının gereğini yerine getirmişlerdir:
"Allah, kullarım esenlik yurduna çağırıyor." "Selâm yurdu",
derken "esenlik, yani barış, güvenlik yurdu" kastedilmektedir. İşte
bu çağrıya uyan insanlar, 'adn cennetlerinde de aynı eylemler ile
karşılaşacaklardır.
Âyetin bu kısmından
öyle anlıyoruz ki, âhirette kulaklara gelen sesler de önemlidir. Kulak yoluyla
gelen rahatsız eden sesleri duymamak bir ödül niteliğini taşımaktadır.
Ayetin bu kısmından şu
çıkarımı yapabiliriz: Bu dünyada eğitim öğretim faaliyetlerinde öğrencilere,
hatta aile eğitiminde çocuklara, işe yaramayan, faydasız boş sözleri değil,
onları geliştiren, zenginleştiren ve fayda veren bilgileri Öğretmek gerekiyor.
Onların oyunları bile öğretici olmalıdır. Âhirette hoş söz duymaları için, bu
dünyada onlara hoş sözler duyurmamız kaçınılmazdır. Bu dünyada neye kulak
veriyorsak, âhirette de onu duyacağız. Onun için İsrâ 36. âyetin gereğini
yerine getirmeyi insanlara öğretmesi hem genel eğitime hem de din eğitimine
düşmektedir: "Hakkında bil-gın bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak,
göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur." Bu sorumluluğun bilincini
insanlara kazandırdığımızda ve onlar o doğrultuda hareket ettiklerinde 'adn
cennetinde esenlik dolu kelimeler, sözler duyacaklardır.
b) "Ve
orada, sabah akşam kendilerine ait nzıklan vardır."
Dünyevî manada nzık,
hayatı sürdürebilmek için gerekli olan "geçimliği" ifade etmektedir.
Ama bunun uhrevî hayatı sürdürmek için gerekli olan bir özelliği var mıdır?
Orada gıdayı alıp, bu gıdanın boşalacağı yerler olacak mıdır? Orada gıdaları
alıp, posasını çıkaracak tuvaletler o-lacak mıdır? Bize göre cennetteki rızık,
süreli ve manevî bir haz niteliğinde olacaktır. Gelip geçici zevklerin orada
yeri yoktur. Bu rızıklar, o-radaki hayatın her boyutunu ilgilendiren ve
sonuçları itibariyle manevî huzuru temin eden oluşumlardan ibarettir.
Şimdi yorumunu
yapmakta olduğumuz Meryem 62. âyetin genelinden çıkartacağımız netice şudur:
'Adn cennetlerinde önce esenlik, sonra ekonomik manada geçimlikler olacaktır.
Demek ki insan
hayatında önde gelen, esenlik denen barış ve güvenlik, ardından da ekonomik
menfaatlerdir. Böylece manevî iç huzuru meydana getiren değerler ilk sırayı
almaktadır. Onun için eğitimde önce öğrencilerin ve çocukların beyin ve
gönülleri Öne alınmalı, ardından da geçimlikleri yerine getirilmelidir.
5.
"Kullarımızdan takva sahibi kimselere verdiğimiz cennet işte
budur."
Boş sözün değil de hoş
sözün duyulacağı ve her çeşit geçimliğin tedârik edileceği bu cennete takva
sahipleri vâris olacaktır. Yüce Allah'ın yasaklarından sakınan ve
emrettiklerini yerine getiren, aklını kullanan, düşünen ve manevî takva gıdası
ile ruhunu gıdalandıran, yukarıda belirttiğimiz amelleri gerçekleştirenler,
takva elbisesini giyinen insanlar oraya girecektir.
[24]
64. Biz ancak
Rabb'inin emri ile ineriz. Önümüzde, arhamızda ve bunlar arasında olan her şey
O'na aittir,
Senin Rabb 'in unutkan
değildir.
65. Allah, göklerin,
yerin ve ikisi arasındaki herşeyin Rabb'idir. Şu halde O'na kulluk et; O'na
kulluk etmek sabırlı ol. O'nun bir
benzeri olduğunu biliyor mu sun?
Bu âyetlerden ilki
Meryem sûresinde anlatılan peygamberlerle bağlantılı bir mesaj taşımaktadır.
Ayetin analizini yaparken bunu açıklayacağız. Ama her iki âyet, tek olan Allah'ı
ya da Allah'ın tekliğini anlatmaktadır.
1. "Biz
ancak Rabb'inin emri ile ineriz."
Bu sözü melekler
söylemektedir. Ayetin inişini açıklayan bir hadis nakledilmektedir: Hz.
Peygamber Cebrail'e: "Bizi daha sık ziyaret etmenizi engelleyen
nedir?" diye sordu. Bu soruya Cebrail: "Biz ancak Rabb'inin emri ile
ineriz" âyetini sonuna kadar okudu (Tirmizî, Tefsir 19, Sûre 4; Buhârî,
Bed'ü'1-Halk, 6; Tefsir 19, Sûre 2).
' Mücâhid, Katâde, İkrime,
Dahhâk, Mukâtil ve Kelbî bu konuda şu haberi ya da hadisi nakletmektedirler:
Mekke halkından bazıları Hz.
Peygamber'e geldiler,
Ashâb-ı Kehf, Zülkarneyn ve Hz. Nûh hakkında soru sordular. Hz. Peygamber,
anında onlara cevap veremedi ve Cebrail'in bir cevap getireceğini ümit etti.
Cebrail'in gelişi gecikti. Gecikmenin üç gün ile on üç gün arasında olduğu
söylenmektedir.
Hz. Peygamber ile
Cebrail birbirlerini özlediklerini söyledikten sonra, Cebrail "Biz ancak
Rabb'inin emri ile ineriz" âyetini okudu. Aynı anda Duhâ sûresinin şu üç
âyetini de okudu: "Kuşluk vaktine ve sükuna erdiğinde geceye yemin ederim
ki Rabb'in seni bırakmadı ve sana darılmadı" (Kurtubî, age, XI, 234-235).
Âyetin bu kısmından şu
neticeyi çıkartıyoruz: Melekler kendi başlarına hareket edemezler. Onların
yeryüzüne inişi, peygamberlere vahy, getirmeleri Allah'ın izni ile olmaktadır.
Özellikle vahy konusunda onların müdahalesi asla olamaz. Yüce Allah'ın verdiği
mesajı olduğu gibi nakletmektedirler. Aslında görevlerinde azaltma, çoğaltma ve
değiştirme yapma yetkisinde değillerdir.
2.
"Önümüzde, arkamızda ve bunlar arasında olan her şey O'na
aittir."
Melekler, geçmişte
yaptıkları ile gelecekte yapacakları ve bu ikisinin arasında yapmakta
oldukları her şeyin sahibinin Allah olduğunu, onların Allah'ın izni ile
gerçekleştiklerini ifade etmektedirler. Arkamızdan kastettikleri dünya,
önümüzden kastettikleri de âhiret, ikisi arasından da bu ikisi arasında
gerçekleşen olgular olabilir. Dünya ve âhiret, onların arasında yer alan maddî
ve manevî oluşumların sahibi, gerçekleştiricisi, yaratanı ve idare edeni
Allah'tır.
İşte bütün bilgisi ile
bu kâinatı ve âhireti çevreleyen, kapsayan ve ihata eden Allah, emirleri verir
ve meleklerin kime ineceğini ve ne zaman ineceğini belirler.
3.
"Senin Rabb'in unutkan değildir."
Âyetin bu kısmı,
âyetin nüzul sebebine bir açıklık getirmektedir. Vahyin gelmesinde bir kesiklik
olmasında Allah'ın unutkanlığı sebep olmamıştır. Çünkü Allah unutkan değildir,
unutkan olan varlık tanrı olamaz. "Allah unutmadı" ifadesi yani Duhâ
sûresinin 3. âyetindeki "seni terk etmedi" anlamına gelmektedir.
Bu ifadeden şunu
anlıyoruz: Yüce Allah yaratırken, kâinatı idare ederken, yaratıklarının her
durumu ve ihtiyaçları ile ilgilenirken asla unutmaz. Unutkanlık insana mahsus
bir özelliktir; Allah'ın böyle bir ö-zelliği olamaz. Allah unutmaz, çünkü
"O, insanların gözlerinin önünde olanı da, onlardan gizli tutulanı da
bilir" (Bakara 2/255).
Yüce Allah,
meleklerin, ardında, önünde ve arasındakilerin sahibi olduğu gibi, insanların
ardında ve önlerinde olanın da sahibidir, bilenidir ve ilgilenenidir. Bakara
255'teki bu ifade ile Meryem 64'teki ifade bir araya getirilmeli ve ona göre
düşünülmelidir. Sadece meleklerin her hareketi değil, insanın her davranışının
boyutları da Allah'ın bilgisi dahilindedir ve O'na aittir. İşte din eğitimi
gençliğe ve tüm insanlara Allah ile varlıklar arasındaki bu ilişkiyi iyi ve net
anlatmalıdır. Yüce Allah, Hz. Peygamber'e vahy göndermeyi unutmadığı, onu terk
etmediği gibi, bizim ihtiyaçlarımızı, dertlerimizi ve problemlerimizi de
unutmamaktadır. Biz O'nu terk etmedikçe O'nun da bizi terk etmemekte olduğunu
beyin ve gönüllere kazımamız gerekiyor.
4.
"Allah göklerin, yerin ve ikisi
arasındaki herşeyin Rabb'idir."
Aslında bu âyet, bir
önceki âyetin devamı ve açıklaması durumundadır. Meleklerin arkamızda
dedikleri gökler; önümüzde dedikleri dünya, arasında dedikleri de yer ile gök
arasında olanlar olabilir. O zaman 65. âyetin bu kısmı 64. âyetin o kısmını
tefsir eder niteliktedir. "Rabb'idir" kelimesi, "yaratanı,
sahibi" anlamına ve "ihtiyaçlarını gideren, besleyip büyüten"
manasına gelmektedir. Böylece Yüce Allah, "Rabb" olma sıfatı ile
kâinatın ilişkisini gündeme getirmekte; Rabb'in ne anlama geldiğini de açıklamaktadır.
5. "Şu
halde O'na kulluk et. O'na kulluk etmek için sabırlı ol."
Madem ki gökleri,
yerin ve arasındakilerin Rabbi, yani yaratanı, sahibi, ihtiyaçlarını gidereni
ve ilgileneni Allah'tır; öyleyse tapınmaya, kulluk edilmeye layık olan da
O'dur. Böylece bu âyet, kime kulluk edileceğinin bilgisini, bilincini
vermektedir. Kâinatın Rabbi olmayana tapınılamaz, kulluk edilemez. Kulluk,
layık olana yapılır ve yapılmalıdır. Böylece Yüce Allah, şirk koşanların ne
kadar büyük hata yaptığım anlatmış olmakta, yaratamayan, ihtiyaçlarını gideremeyen,
fayda temin e-demeyen varlıklara tapınmanın yanlışlığını öğretmekte ve şirkin
kirliliğine dair bir bilinç kazandırmaktadır.
Yüce Allah'a kulluk
etmekte kesintinin olmaması ve bu konuda yapılan baskılara karşı koymak için
sabırlı olmanın gerekliliği de burada vurgulanmaktadır. "Ona kulluk
et" emrini, "tevhîd inancını savun, benimse" anlamına
alabiliriz. Müşrikler tevhîd inancına karşı çıkacaklar, seni ondan vazgeçmen
için zorlayacaklar, onun için sabredip dayanmalısın. Tek olan Allah'a kulluğa
devam etmek ve tevhîd inancını savunmak, bir sabır işidir.
6.
"O'nun bir benzeri olduğunu biliyor musun?"
Tevhîd inancının ve
yalnız Allah'a tapınmanın gereklerinden biri de Allah isminin kimse ile, hiçbir
varlıkla paylaşıl amam asıdır. Sahte tanrılara "ilâh" denmiştir ama
asla "Allah" denmemiştir, denemez ve den-meyecektir.
Genelde müşrikler
Allah'ı bilirler, ama ondan başka varlıkları da Allah değil de ilâh edinirler,
"Andolsun ki onlara: 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, mutlaka:
'Allah' derler. De ki: Övgü de yalnız Allah'a mahsustur, ama onların çoğu
bilmez" (Lokman 31/25).
Aslında yorumunu
yapmakta olduğumuz Meryem 65'in bu son bölümüne Muhammed Esed'in manasını
verirsek anlaşılması daha kolay olacaktır: "Hiç, ismi O'nunla birlikte
anılmaya değer bir başkasını tanıyor musun?" .,.,,,,
Yüce Allah'ı yaptıkları ile tanımaya çalışınca, onun isminin verileceği
kimsenin olamayacağı anlaşılacaktır. Yüce Allah'ın kâinat, onun i-
cindeki varlıklar,
göksel cisimler, gezegenler ve yeryüzündeki canlılarla olan ilişkisi bakımından
ismini almaya layık biri olamaz. O zaman şirk koşmanın, temeli olmayan bir
inanç biçimi olduğu ortaya çıkmaktadır.
uiu Bütün bu
açıklamalarımıza rağmen âyette geçen semiyyâ kelimesinin, Kadı Beydâvî, Hâzin,
Nesefî, Zemahşerî gibi müfessirlerin de ifade ettiği üzere "benzer,
eş" anlamına geldiğini düşünüyoruz. Çünkü â-yette izah edilen konu Yüce
Allah'ın kudretiyle ilgilidir; yoksa adıyla ilgili herhangi bir tartışma yoktur.
Bu yorumumuz, Şûra sûresinin 11. âye-tindeki "O'nun benzeri hiçbir şey
yoktur" ifadesiyle de örtüşmektedir.
[25]
66. İnsan der ki:
Öldüğüm zaman sahi diri olarak çıkarılacak mıyım?
67. İnsan düşünmez mi
ki, daha önce hiçbir şey olmadığı halde biz kendisini yaratmışızdır?
68. Öyle ise, Rabb'ine andolsun ki, elbette
onları şey tanlarla birlikte mahşerde toplayacağız; sonra onları
diz üstü çökmüş vaziyette
cehennemin çevresinde hazır
bulunduracağız.
69. Sonra her
milletten Rahman olan Allah'a en çok âsi olanlar hangileri ise çekip
ayıracağız.
70. Sonra, orayı boylamaya daha çok layık
olanları elbette biz daha iyi biliriz.
71. İçinizden, oraya uğramayacak hiçbir kimse
yoktur. Bu, Rabb'in için kesinleşmiş bir hükümdür.
Bu âyetlerden önce
yorumladığımız iki âyette tevhîd inancı gündeme getirilmişti. Yorumlayacağımız
bu âyetlerde ise, öldükten sonrasına, yani âhiret hayatına olan inanç veya
inançsızlık ele alınacaktır. İnşa-, nin en zor inandığı, inanmakta güçlük
çektiği, İslam'ın temel inançlarından biri âhiret, yani Öldükten sonra dirilme
konusudur. O'nun içindir ki, Kur'ân'ın eğitim anlayışında bu inanç geniş bir
yer tutmaktadır.
1.
"İnsan der ki: Öldüğüm zaman, sahi diri olarak çıkarılacak
mıyım?"
Ayetteki insan
kelimesi genel anlamda insanları ifade ediyor mu? Aslında öldükten sonra
dirilme konusu bütün insanları derinden meşgul etmiş, onlara bu soruyu sordurmuştur.
Bu soruyu sormayanların sadece peygamberler olabileceğini söyleyebiliriz, ama
bununla beraber Hz. İbrahim ölünün nasıl diriltildiğini görmek istemiş ve bunu
göstermesi için Allah'a yalvarmıştır: "İbrahim Rabbine: 'Ey Rabbim! Ölüyü
nasıl dirilttiğini bana göster' demişti. Rabbi ona: 'Yoksa inanmadın mı?' dedi.
İbrahim: 'Elbette, inandım, fakat kalbimin doyuma ulaşması/mutmain olması/rahatlaması
için' dedi" (Bakara 2/260). Demek ki Hz. İbrahim öldükten sonra dirilmeye
inanmasına rağmen, imanın doyum noktasına ulaşması için gözlem yapmak istemiş
ve bunun için Allah'a dua etmiştir. Hz.
İbrahim'in isteğinde
bir masumiyet vardır. Ancak bazılarının bu konudaki soruları inkâr
doludur:"Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal getirmeye kalkıştı
ve: 'Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?' diye sordu" (Yâsîn 36/78).
Bu soru, tevhîd
inancına sahip olmayan insanın öldükten sonra di-rilmeyi inkâr ettiğini ifade
eden bir soru şeklidir. "Ölümden sonra mutlaka diriltileceksiniz desen,
kâfir olanlar, derhal: 'Bu, açık bir büyüden başka bir şey değildir'
derler" (Hûd 11/7). Böylece kâfirler, öldükten sonra dirilmeyi de inkâr
etmektedir.
"Bir de onlar
dediler ki: Sahi biz, bir kemik yığını ve kokuşmuş bir toprak olmuş iken,
yepyeni bir yaratılışla dirileceğiz, öyle mi?" (İsrâ 17/49). Bu soruyu da
kâfirler ve müşrikler sormaktadır. Kur'ân'a ve Hz. Peygamber'e inanmayanlar
veya inanmak istemeyenler, tepkilerini öldükten sonra dirilmeyi inkâr ederek
ortaya koymaktadırlar: "Onlar, hayat ancak bu dünyadaki hayatımızdan
ibarettir. Biz, bir daha da diriltilecek değiliz, demişlerdi" (En'âm
6/29).
Netice olarak
diyebiliriz ki, çok az kişi hariç, Öldükten sonra dirilme konusunda insanlar
soru sormuşlardır. Bu soruların bir kısmı inkârı değil ama, bir kısmı inkârı
nitelikte olmuştur. Kimi de bu konudaki şüpheyi ifade etmiştir. Hacc 5'te
böyle bir şüphenin olduğu gündeme getirilmektedir.
İşte din
eğitimcilerinin, din görevlilerinin ve din âlimlerinin önünde duran dağ gibi
mesele, insanları öldükten sonraya inandırmak ve bu inancın onların hayatına
yansımasını temin etmektir. Çünkü öldükten sonra dirileceğini, mahşerde sorguya
çekilip âhiret hayatının başlayacağına inanan kişi elbette davranışlarını
disipline edecektir. İşte bu disiplin, ahlâkın temelini oluşturacaktır.
Böylece âhiret inancından ahlâka u-zanan kanal işler hale gelecektir.
2.
"insan düşünmez mi ki, daha önce hiçbir şey olmadığı halde biz kendisini
yaratını sızdır?"
a)
Yüce Allah, "öldükten sonra
dirilme" konusunu ispat ederken insanın ilk yaratılışını gündeme
getirmekte, aynı durumu Hacc 5'te de dile getirmektedir. Hacc 5'te öldükten
sonra dirilme konusunda şüphede olan insanın şüphesini gidermek için insanın
eşeysiz yani topraktan yaratılışı ile eşeyli yani anne karnında sperm ve
yumurtanın döllenmesi ile gerçekleşen yaratılmasını ele almakta, anne karnında
geçirdiği safhaları, doğduktan sonra geçirdiği çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık
safhalarını a-çıklamaktadır. Ayrıca suyun toprak ile buluşup bitkinin ortaya
çıkmasına da bu açıdan dikkat çekmektedir.
b) Yüce
Allah, insandan ilk yaratılışı konusunda düşünmesini, onu aklına getirmesini,
ona dikkat etmesini ve onu bilmesini istemektedir. Bunun anlamı, kendisinin
yokken, hiçbir şey değilken yaratılışını araştırmasını ona ödev olarak
vermektir. Demek ki günümüzde embriyoloji bilimindeki araştırmalar bu Ödevi
yerine getirmekte ve elde edilen bilgi öldükten sonra dirilmeye iman etmek için
çok yardımcı olmaktadır.
İnsanın ilk
yaratılışını aklına getirip hatırlaması, onun üzerinde a-raştırma yapması,
düşünmesi, sonsuz kudrete sahip olan Allah'ın ikinci yaratışı
gerçekleştireceğine iman etmesini temin etmelidir. İşte burada bir bakıma
düşünceden, bilmekten imana geçişe dikkat çekilmektedir.
c) Ayetteki
jsrjş yezküru kelimesine "hatırlamak, aklına getirmek" manasını
vermek daha doğru olacaktır. Bunu ne ile ispat edebiliriz? So-rüya Yâsîn
sûresinin 78. âyetiyle cevap verebiliriz: "Kendi yaratılışını unutarak
bize karşı misal getirmeye kalkıştı ve: Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?
dedi." İşte Öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenin önemli Özelliği
"kendi yaratılışını unutması"dır. Sebep "unutmak" olduğuna
göre, yorumunu yapmakta olduğumuz Meryem 67'deki yezküru kelimesinin manası da
"hatırlamak, aklına getirmek" olmalıdır.
Yüce Allah, bilimsel
manada açıklamasını yaptıktan sonra, öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlere
şöyle cevap vermektedir:
i.
"İlkin yaratıkları yaratıp sonra bunu tekrarlayan O'dur. Bu O'nun için pek
kolaydır" (Rûm 30/27).
ii. "De
ki: Onları ilk defa yaratmış olan yeniden diriltecek. Çünkü O, her türlü
yaratmayı gayet iyi bilir" (Yâsîn 36/79).
Diğer cevap da Meryem
68'de yani yorumunu yapacağımız âyetle verilmektedir. Öyle ise, Rabb'ine andolsun ki, elbette onları
şeytanlarla birlikte mahşerde toplayacağız; sonra onları diz üstü çökmüş
vaziyette cehennemin çevresinde hazır bulunduracağız."
a)
Yüce Allah,
kendi kendine yemin etmektedir. Bu
yemin Kur'ân'da başka âyetlerde de geçmektedir. Konunun önemine, ciddiyetine
ve kesinliğine işaret etmek için Yüce Allah'ın, bu şekilde yemin ettiğini
söyleyebiliriz.
b) Yüce
Allah, öldükten sonra dirilmeye inanmayıp inkâr edenleri, kendilerini etkileyen
şeytânı güçlerle bir araya getireceğini söylemektedir.
Meryem 44-45.
âyetlerde yer alan şeytana tapınma ve şeytanın dostu olmanın şartlarından biri
de öldükten sonra dirilmenin inkâr edilmesidir. Şeytana tapan, onu dost edinen
insanları Yüce Allah mahşerde bir araya getirecektir. Öldükten sonra dirilmeyi
inkâr edenler, şeytanî güçlerin etkisindedirler. Allah da onları inkâr
ettikleri âlemde bir araya getirecektir.
c) Diz üstü
çökmüş bir halde cehennemin etrafında hazır bulunmaları gündeme getirilerek,
öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlerin de sorularına cevap verilmektedir.
Bu dünyada Allah'a
itaat etmeyen, O'nun huzurunda diz çöküp secdeye kapanmayanlar mahşerde
cehennemin etrafında diz üstü çökerek toplanacaklardır.
4.
"Sonra her milletten, Rahmân'a en çok âsi olanlar hangileri ise onları
çekip ayıracağız."
Âyette geçen şi'a kelimesi,
"fırka, kesim, grup, taraftar" manalarına gelmektedir.
Mahşerde, Allah'a, bu
dünyada en çok âsi o/an kişiler ayrılacak ve onlara özel azap yapılacaktır.
Çünkü bu insanlar hem sapmış hem de başkasını etkileyip saptırmışlardır;
sapmakla kalmayıp bunu başkalarına da bulaştırmalardır. İnkârlarını Allah'ın
yolunu engellemekle eyleme dönüştüren bu insanlar, inanç ve ibadet
özgürlüklerine zorla mâni olmuşlardır. Yüce Allah insanların inanç ve ibadet
özgürlüklerine mâni olanları en büyük zâlim olarak ilân etmektedir.
a)
"Allah'ın mescidlerinde O'nun isminin anılmasına engel olan ve mescidlerin
harap olmasına çalışandan daha zâlim kimdir?" (Bakara 2/114).
"İnkâr edenler,
Allah'ın yolundan ve yerli, taşralı olan bütün insanlara eşit kıldığımız
Mescid-i Haram'dan alıkoymaya kalkanlar şunu iyi bilsinler ki kim orada zulüm
ile haktan sapmak isterse ona acı azaptan tattırırız" (Hacc 22/25).
Allah'ın isminin
mescidlerde anılmasına mâni olmak, mescidleri tahrip etmek, insanları Allah'ın
yolundan alıkoymak, ma'bedde ibadeti engellemek, insanların inanç ve ibadet
özgürlüklerine mâni olmaktır. Bu da, Allah'a en çok âsi olanın eyleminden başka
bir şey değildir. Bunlar da âhirette diğer cehennemliklerden ayrılıp özel
muameleye tâbi tutulacaklardır.
5.
"Sonra, orayı boylamaya daha çok layık olanları elbette biz daha iyi
biliriz."
Âyetin son kelimesi
olan Cl* sıliyyâ, "boylamak, atılmak, girmek" anlamına gelmektedir.
Kelime înşikâk 12'de fiil kalıbında kullanılmaktadır: \juum J-İjj "Alevli
ateşe girecek."
Yüce Allah, cehenneme
girecek olanları bilerek ayıracaktır. Bir bilgiye dayanarak bu ayrım yapılacak
ve kimse haksız yere oraya atıl-mayacaktır.
6.
"içinizden, oraya uğramayacak hiçbir kimse yoktur. Bu, Rabb'in için
kesinleşmiş bir hükümdür."
Âlimler, âyette geçen
vâridühâ ifadesinin, "oraya uğramak" anlamına gelmesine rağmen,
"oraya girmek" demek olmadığını belirtmişler ve bu konuda ihtilafa
düşmüşlerdir; ancak biz bu ihtilafları dikkate alıp burada yazmayı uygun
bulmuyoruz. Çünkü bu konuda bizim delilimiz: "Tarafımızdan kendilerine en
güzel sonuç takdir edilmiş olanlara gelince, işte bunlar cehennemden u-zak
tutulurlar" (Enbiyâ 21/101) âyetidir.
İşte inananlar ve iyi
amel işleyenler cehennemden uzak tutulacaklardır. Bu âyet acaba yorumunu
yapmakta olduğumuz Meryem 71'e ters mi düşmektedir? Bize göre ters
düşmemektedir. Çünkü Meryem 71'deki küm zamiri 66. âyetten itibaren anlatılan
"öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden kâfirlerin tümünü" ifade
etmektedir. Yoksa içinde inananların da bulunduğu tüm insanları değildir. Bir
sonraki âyette kullanılan nüneccî kelimesi de, mü'minlerin azaba
uğratılmamalanm ifade etmekte, yukarıda açıkladığımız âyetin yorumuna delil
olmaktadır.
Bütün insanların
cehennemi göreceği meselesi kesinleşmiş bir hükümdür, al men kelimesi,
"gerekli görülüp zorunlu kılınmak" anlamına gelmektedir.
Netice olarak
diyebiliriz ki, Meryem 66-71. âyetler arasında Yüce Allah öldükten sonra
dirilmeyi inkâr edenlere, bunun gerçekleşeceğini ve orada bunu tecrübe ederek
yaşayacakları cevabını verirken nelerle karşılaşacaklarını da açıklamakta,
inanmamalarının cezasını nasıl çekeceklerine de dikkat çekmektedir.
Bu açıklamaları Yüce
Allah, dünyada insanların sapıtmalarının nedeninin öğretmek için yapmakta,
öldükten sonra dirilmeye ve böylece âhiretteki sorgulamaya inanmayanları ahlâkî
anlamda disipline edecek içsel gücün ortadan kalkacağına işaret etmekte, âhiret
inancının ahlâk ile olan ilişkisini belirlemektedir.
[26]
72. Sonra biz,
(Allah'tan) sakınanları kurtarırız, zâlimleri de diz üstü çökmüş olarak orada
bırakırız.
73. Onlara âyetlerimiz
apaçık okunduğu zaman, inkâr
edenler inananlara:
Hangi grubun makamı daha iyi ve yeri daha güzeldir? dediler.
Bu âyetlerin analizinden
şu neticeleri çıkartıyoruz:
1.
"Sonra biz, (Allah'tan) sakınanları kurtarırız."
"Allah'tan
sakınanlar" diye tercüme ettiğimiz kişiler "takva" denen rûh
olgunluğuna ulaşan, iman edip iyi amel yapanlardır.
Bütün insanlar
mahşerde cehennemi görecek, ama dünyadayken haramlardan sakınan, farzları
yerine getiren insanlar oradan uzaklaştırılıp kurtarılacaklardır.
Demek ki, bu dünyadaki
iman ve iyi ameller, öteki dünyada kurtuluşa, cehennemden uzaklaşmaya
dönüşecektir. 2. "Zâlimleri de diz üstü çökmüş
olarak orada bırakırız."
Âyette geçen
"zâlimler"den kasıt, şirk koşanlar, kâfirler, insan hak ve
özgürlüklerine engel olanlar, Allah hakkında yanlış fikir beyan edip iftira
edenler ve kul hakkı yiyenlerdir. Başka bir ifadeyle, âhiretteki genel aftan
istifade edemeyen imansız kişilerdir.
Bu dünyada inananlarla
inanmayanların farkı âhirette net olarak ortaya çıkacaktır.
Bu dünyada şeytan ve
nefsin etkisinden sıyrılanlar, öteki dünyada kurtuluşa ereceklerdir. Ayetin bu
şekildeki açıklaması, gelecek nesillere bir eğitim verme amacını gütmekte,
âhiretteki bu durum meydana gelmeden önce tedbir alınmasını öğütlemektedir.
Onlara ayetlerimiz
apaçık okunduğu zaman, inkâr edenler inananlara: Hangi grubun makamı daha iyi
ve yeri daha güzeldir? dediler."
Yüce Allah, cehenneme
bırakılacak olan zâlimlerin kimler olduğuna bu âyetle açıklık getirmektedir.
Meryem 72'de geçen ve
cehennemde bırakılan zâlimlerin iki özelliği 73. âyette gündeme
getirilmektedir:
a)
Allah'ın âyetleri onlara apaçık okunduğu
halde, âyetlere olumsuz tavır takınarak inkâr etmeleri.
Bunun anlamı sadece
Kur'ân'ın âyetleri değildir. Yüce Allah'ın ilk vahyinden itibaren Hz.
Muhammed'e kadar gelen tüm vahyin âyetleri kastedilmekte ve sadece
peygamberlerin döneminde yaşayan kâfirler değil, her neslin kâfirleri
kastedilmektedir.
b)
Allah Te'âlâ'mn apaçık okunan âyetlerine
olumsuz tavır takındıktan sonra, iman edenlerle alay etmeleri. İman edenlere
karşı gururlanarak statü farkından
dolayı tepeden bakarak
konuşmaları onların özellikleri
arasında yer almaktadır.
i.
"Hangi grubun makamı daha iyidir?" sorusunu sormalarından anlıyoruz
ki, her peygambere inanan insanların sosyal statüleri yüksek değildi. Ayetteki
makam kelimesi, "sosyal statü"yü ifade etmektedir.
Bu kâfirler, zâlimler,
cehennemde kalacak olanlar, sosyal statü ile iman arasında bir bağlantı kurmaya
çalışmaktadırlar. Sosyal statü onların iman etmesine engel olmuştur. Bundan da
anlıyoruz ki, peygamberlere,
Allah'ın âyetlerine
genelde toplumun ileri gelenleri olumsuz tepki göstermiş ve bu hususta
kibirlenmişlerdir.
ii. "Yeri
daha güzeldir."
73. âyetin son
kelimesi olan nediyyâ, "meclis,
âyin, yer" anlamına gelmekte, 'Ankebût 29'da "toplantı yeri"
'Alak 17'de ise "meclis" anlamını ifade etmektedir. Demek ki
kâfirlerin teşkil ettiği grubun ve o grubun toplumdaki seviyesinin daha üstün
olduğunu söylemektedirler. Onlar demek istiyorlar ki, eğer dininiz, Allah'ın
âyetleri sizi yüceltseydi yüceltirdi. Sizin gibi düşük statüde olanlar o âyetlere
inanmaktadır.
[27]
74. Oysa, Biz onlardan önce gelip geçen, onlardan
daha güçlü ve dış görünüş olarak onlardan daha üstün olan nice nesilleri helak
ettik.
75. De ki: "Kim sapıklık içinde ise, Rahman
ona uzun bir süre tanısın. Sonunda onlar uyarıldıkları azabı veya kıyamet
saatini görünce, o zaman kimlerin yerinin daha
kötü ve taraftarlarının daha zayıf olduğunu öğreneceklerdir."
" Allah'ın
âyetlerine karşı gelenlerin inananlarla alay etmelerini, statü ve topluluk
bakımından kendilerini onlardan üstün görmelerini Yüce Allah bu âyetlerde
değerlendirip cevaplandırmaktadır.
1.
"Oysa, Biz onlardan önce gelip geçen, onlardan daha güçlü ve dış görünüş
olarak onlardan daha üstün olan nice nesilleri helak ettik."
Müminlere, sahip
oldukları dünyevi nimet ve sosyal statü bakımından üstünlük iddiasında
bulunanlara, geçmişten örnekler verilerek tarihin tekerrür edebileceği
söylenmektedir. Allah'ın âyetlerini inkâr eden, mal ve sosyal statülerini halk
yığınlarına baskı unsuru olarak kullanan ve onlara zulüm edenleri helak ettiği
gibi Yüce Allah'ın onları da helak e-debileceği uyarısında bulunulmaktadır.
Ayette geçen iesâs
kelimesi, "ev eşyası"nı, "varlıkça sahip olunan her şey"i
ifade etmektedir. £*j ri'y de "görüntüce, şekilce bir araya getirilmiş
güzellikler" demektir; "bir toplumun dışarıdan görünen
güzellikleri" anlamındadır.
Netice olarak
diyebiliriz ki, günümüzde İslam ülkeleri ile batı ülkeleri arasındaki bilgi ve
teknoloji farkının yarattığı ekonomik ve medeniyet farkından dolayı
değerlendirmeler de aynı şekilde yapılmaktadır. İnsanlar, geçmişin olgularından
ders alıp kendi şımarıklıklarını disiplin altına almalıdır. Mal ve dünya
hayatındaki üstünlük kimsenin kimseye tepeden bakmasına neden olmamalıdır. Bu
tepeden bakmaya inkâr ve zulüm de katılınca helakin gelmesi gerekli olmaktadır.
"De ki: Kim
sapıklık içinde ise, Rahman ona uzun bir süre tanısın. Sonunda onlar
uyarıldıkları azabı veya kıyamet saatini görünce, o zaman kimlerin yerinin daha
kötü ve taraftarlarının daha zayıf olduğunu öğreneceklerdir."
Ekonomik ve sosyal
statü bakımından üstün olan kişi sapıklık i-çinde ise Yüce Allah onun ömrünü
uzatır. Buradaki sapıklık içinde olan sadece fert değil, toplum da olabilir.
Ayetin bu kısmındaki zamir tekil olmasına rağmen bizim onu toplum olarak
anlamamız gerekiyor. Çünkü daha sonraki Ijlj raev ifadesindeki kullanım
çoğuldur. Ayetin son kısmındaki "bilecekler" fiili de çoğul
kalıbında gelmiştir. O zaman ferdin ömrünün uzaması değil, toplumun ömrünün
uzaması sağlanmış olmaktadır. Demek ki Yüce Allah sapıklık içinde olan güçlü
toplumlara, yani ekonomide ve sosyal yapıda kendini üstün gören toplumlara
mühlet tanımaktadır. Burada şu soruyu sorabiliriz: Bu tip sapık toplumlara Yüce
Allah neden mühlet tanımaktadır?
Sorunun cevabını başka
âyetlerle verebiliriz:
"Onlar orada: Rabbimiz! Bizi çıkar,
yaptıklarımızın yerine
iyi işler yapalım! diye feryat ederler. Size düşünecek kimsenin düşüneceği
kadar bir Ömür vermedik mi? Size uyarıcı da gelmedi mi? Şimdi tadın azabı.
Zâlimlerin yardımcısı yoktur" (Fâtır 35/37).
Bu âyetten anlıyoruz
ki, sapık toplumlara Yüce Allah'ın mühlet verip ömürlerini uzatmasının sebebi
düşünmelerini temin etmek, düşünme konusundaki iradelerinin gerçekleşmesini
beklemektir. Allah isterse onları iman ettirip hidâyete getirir (Yûnus 10/99);
ama kendi irâdeleri ile bunu yapmalarını istemektedir (Kehf 18/29; İnşân
76/3).
Demek ki Yüce Allah
sapık toplumların kendi irâdeleri ile değişime uğrayıp akıllarım başlarına
alma fırsatını onlara tanımaktadır.
"İnkar edenler
sanmasınlar ki, kendilerine mühlet vermemiz onlar için daha iyidir. Onlara
ancak günahlarını artırmaları için fırsat veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir
azap vardır" (Al-i İmrân 3/178).
Bu âyet Fâtır 37'nin
tam tersi gibi gözükmektedir. Aslında birbirine ters düşmemektedirler.
Düşünmek için, aklını başına alıp gerekli değişim adına fırsat tanınan
toplumlar, bunu vaktinde yapamayınca, bu sefer onlardan ümit kesilir ve onlara
daldıkları günaha tamamen dalıp cezalandırılmaları için fırsat verilir. Çünkü
onların iyiden yana değişmemeleri bunu gerekli kılmaktadır. Yüce Allah kullan
ne istiyorsa, davranişları neyi gerekli kılıyorsa onu vermekte, ama fırsat
tanımayı da ihmal etmemektedir.
Yine O'na iman etmedikleri ilk durumdaki gibi
onların gönüllerini ve gözlerini ters çeviririz. Ve onları şaşkın olarak
azgınlıkları içerisinde bırakırız" (En'âm 6/110).
Eğitilmesi mümkün
olmayan insanları, eğitimin bütün metotlarını denedikten sonra azgınlıkları
içinde bırakmaktan başka çare yoktur.
Sorunun cevabım bu
âyetlerle verdikten sonra, aynı soruya yorumunu yapmakta olduğumuz 73 ve 74.
âyetleri dikkate alarak başka bir cevap vermeyi uygun buluyoruz: Allah'ın
âyetleri kendilerine açıkça okunduktan sonra inkâr edenler, inananlara karşı
büyüklük taslayarak mal ve mevki bakımından üstün olduklarını hatırlatarak
onları hor görüyorlar, mal ve sosyal statülerini kullanarak inananları ezmeye
çalışıyorlardı.
İşte Yüce Allah, bu şekilde sapıklığa dalanlara mühlet tanıdı ki, onlara
karşı inananlar da gelişsin, güçlensin, çoğalsın, kendilerini savunacak hale
gelsin de onları yenerek dünyevî azabı tattırsınlar. Yüce Allah, inananlara
yardım edip, kendilerine dünyayı dar edenlere karşı zafer kazanmalarını temin
edip onları cezalandırmaktadır.
Yüce umun güçlenip
zâlime karşı zafer kazanması için zâlimlere mühlet vermiş, vermekte ve
verecektir. Allah'ın bu âyetlerdeki
açıklaması zulme uğrayan inanırların kötümserliğe kapılmalarını, beklenti
içinde yorucu çalışmalarını temin etmeyi amaçlamaktadır. Tefsirini yapmakta
olduğumuz âyetin devamın-dan da sonuncu yorumumuza destek vardır: "Sonunda
onlar uyarıldıkları azabı veya kıyamet saatini görünce kimlerin yerinin daha
kötü ve taraftarlarının daha zayıf olduğunu öğreneceklerdir."
Allah'ın âyetlerini
inkâr edip, inananlara karşı sosyal statülerini ve taraftarlarını baskı aracı
olarak kullananların yanlış yolda oldukları hem geçmiş peygamberlerin döneminde
hem de Kur'ân'da söylenmiş ve bu
konuda uyanlarda
bulunulmuştur. Bu davranışlarının sonu ceza, yani a-zap olacağı konusunda
uyarılmışlardı.
İnananlara zulmedenler
bu dünyada cezalandırılacaklardır. Yüce Allah'ın, kimi zaman onlara tabiat
olayları ile ceza verdiğine, kimi zaman da zulmettikleri inanırlar vasıtasıyla
hezimete uğratarak cezalandırdığına şahit oluyoruz.
Kıyamet gününde
değerlendirmenin farklı olması nedeniyle Allah katında statü bakımından kimin
daha yücelerde olduğunu anlayacaklardır. Bu dünyada baskı unsuru olarak
kullandıkları mal ve sosyal statülerinin orada hiçbir şeye yaramayacağı
bugünden haber verilmektedir. Dünyevî ölçülerle seviye üstünlüğünün ve kuru
kalabalıkların gücünün Allah katında hiçbir şey ifade etmeyeceğini bilecekler,
anlayacaklar ve idrak edeceklerdir.
Öteki dünyanın
seviyesini belirleyen bu dünyadan götürülecek o-lan gönüldür, takvadır, iyi
amellerdir.
i. "O
gun ne mal fayda verir ne de evlat. Ancak Allah'a selîm kalp ile gelenler fayda
bulur" (Şu'arâ 26/88-89). Selîm kalp, Allah ile, insanlarla barışık olan,
şirkten temizlenmiş, tevhîd inancı ile dolu olan gönüldür ve fayda verecek
olan da budur.
ii. "Ey
insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle
kaynaşmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Elbette Allah katında
en değerli olanınız, O'ndan en çok sakınanızdır"
(Hucurât 49/13).
Demek ki, Allah
katında insanın değerini belirleyen, aklı kullanmayı, düşünmeyi, haramlardan
sakınmayı, farzları yerine getirmeyi şart koşan takvadır.
iii.
"Andolsun, içinde şerefiniz olan bir kitabı size indirdik. Hâlâ aklınızı
kullanmayacak mısınız?" (Enbiyâ 21/10); "Doğrusu Kur'ân, sana ve
kavmine bir şereftir" (Zuhruf 43/44). Allah katındaki statünün seviyesini,
değerini belirleyen,
O'nun istediği şekilde
hayatını düzenlemektir. Şeref ondadır. Ondaki şerefi alabilmek için insan hak
ve özgürlüklerine saygı duymak, tevhîd i-nancına sahip olmak, iyiyi hayata
geçirmek gerekiyor.
rri îşte dünya ve
âhiretteki azabı görmeden önce tedbirini alıp ilâhî yolun gerekli kıldığı aklın
yolunu tutmak gerekiyor. Toplumda sınıf o-luşturmanın, sınıf farkını baskı için
kullanmanın, aşağı sınıftakileri hor görüp onların inançlarını aşağılamanın ne
denli insanlık dışı, din dişi bir davranış olduğunun eğitimi verilmektedir.
İnsanları inançlarından dolayı aşağılamanın sonucu ilâhî cezaya varmaktadır.
Din âlimleri ve
görevlileri, toplumlardaki bu bölünmelere, sosyal statü ve ekonomik durumlarım
baskı unsuru olarak kullananlara gerekli olan bilgilendirmeyi, bilinci ve
inancı aşılamak, insan ilişkilerinden kibri, belli bir oranda
temizlemelidirler.
[28]
76. Allah, doğru yolda
gidenlerin hidâyetini artırır. Kahcı olan iyi işler, Rabb'inin nezdinde hem
ödül bakımından daha iyi hem de sonuç olarak daha hayırlıdır.
Bu âyetten
çıkaracağımız neticeler olacaktır:
"Allah, doğru
yolda gidenlerin hidâyetini artırır."
Ayetin bu kısmında
geçen "hidâyetin" ne olduğunu çözümlemek gerekiyor. Hidâyet
"iman" anlamına gelmektedir.
[29] Râzî
imanın hidâyet olduğunu söylemektedir. "Doğru yolda giden", o zaman
iman eden insan demektir. İman eden adam, doğru yolu bulmuş demektir.
O zaman
"hidâyetini artırmak", imanını artırmak anlamını ifade etmektedir. Bu
durumda imanın artıp artmadığı sorusu ile karşı karşıya kalırız. Bazı âlimler
imanın artmadığını iddia etseler bile, imanın artacağını biliyor ve onların
tartışmalarına girmiyoruz.
Acaba iman ne ile ve
nasıl artacak? sorusunu sormamız gerekiyor. "Müminler ancak, Allah
anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda
imanlarını artıran ve yalnız Rabb'lerine dayanıp güvenen kimselerdir"
(Enfâl 8/2).
Demek ki imanı artıran
manevî güçlerden biri "Allah'ın âyetlerini anlamak" ve "bu
anlayışın doğurduğu bilinç ve iç huzur"dur.
b) İmanlarından
dolayı uğradıkları baskı sonucu:
2) "Bir
kısım insanlar, mü'minlere: Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar,
aman sakının onlardan! dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha artırdı
ve Allah bize yeter. O ne güzel vekildir, dediler" (Âl-i İmrân 3/173).
c) ilâhî
sükûnetle: "İmanlarını bir kat daha artırsınlar diye mü'minlerin
kalplerine güven indiren Allah'tır" (Fetih 48/4). Yüce Allah'ın
mü'minlerin kalbine indirdiği güven duygusu, imanlarını artırmıştır. Bu durum
her zaman olmaktadır.
d) Kur'ân
"Herhangi bir sûre indirildiğinde, onlardan bir kısmı der ki: Bu sizin
hanginizin imanını artırdı? îman edenlere gelince, işte onların imanlarını
artırır ve onları sevinirler" (Tevbe 9/124).
Kur'ân veya indirilen
bir sûre "kalplerinde hastalık olanların hastalığını artırdığı gibi"
(Tevbe 9/125) iman edenlerin de imanını artırmaktadır.
e)
İyi amellerle: "İman, yetmiş küsur
bölümdür. Bunun en üstünü "la ilahe illellah" sözü, en aşağı ise
"yoldan rahatsızlık veren şeyleri kaldırmak"tır" (Tirmizî, İman,
7); "Haya da imandan bir bölümdür" (Tirmizî, İman, 58; Ebû Dâvûd,
Sünne, 14; Nesâî, İman, 16; îbn Mâce, Mukaddime, 9). Kötü ameller gönlü
kirlettiği gibi, iyi ameller de oradaki parlaklığı, ışığı, temizliği artırır.
"Hayır! Bilakis oların işlemekte oldukları kalplerini kirletmiştir"
(Mutaffifîn 83/14). Demek ki iyi ameller imanın artışında yakıt görevi
yapmaktadır. İmanın, yani hidâyetin teşekkül edebilmesi ve Allah'ın yoluna
girebilmesi için akıl şart olmaktadır.
Diğer taraftan doğru
yola girmenin anlamı, iyiliği hayata geçir-jnek, Allah'ın emrettiklerini yerine
getirmek de olabilir: "Güzel davrananlara daha güzel karşılık, bir de
fazlası vardır" (Yûnus 10/26). Bu âyetteki "daha güzeli ve fazlası
vardır" ifadesi, "hidâyeti artırmak" manasına alınabilir. Çünkü
hidâyeti artırmak da bu dünyada bir ödüldür.
2.
"Kalıcı olan iyi işler, Rabb'inin nezdinde hem ödül bakımından daha iyi
hem de sonuç olarak daha hayırlıdır.
a) Yüce
Allah, âyetin bu kısmında mukayese yapmaktadır. "Daha iyi" ifadesi
iki şeyin mukayesesi için kullanılan sıfat derecelenmesidir.
O zaman bir tarafta
"iyi ameller" varsa, mukayesenin diğer tarafında ne vardır? Sorunun
cevabını Meryem 73 ile verebiliriz: Orada kâfirler "Hangimizin mevki ve
makamı daha güzeldir? (dediler)." İşte bu sorunun cevabını Yüce Allah 75
ve 76. âyetlerde vermektedir. Dünyevî farklılıkların değil de, iyi amellerin
Allah katındaki farklılıkları önemlidir ilkesi öğretilmektedir.
b)
Din âlimi ve görevlileri Kur'ân'ın bu Metodunu
İzleyerek, İnsanlara Daha Kalıcı Olanın, Daha İyinin Nerede Olduğunu Ve Onu
Nasıl Elde Edeceklerini Öğretmeli ve kafalarına kazımalıdır. İyi amel üreten ve
doğru yola girenlere verilecek ödülün dahası vardır. Bu dahayı elde etmenin
yolu aklı kullanmaktan, imandan ve iyi amellerden geçmektedir.
[30]
77. Âyetlerimizi inkâr eden ve: "Muhakkak
surette bana mal ve evlat verilecek" diyen adamı gördün mü?
78. O gaybı mı bildi, yoksa Allah'ın katından bir
söz mü aldı?
79. Kesinlikle hayır! Biz onun söylediğini
yazacağız ve azabını uzattıkça uzatacağız.
80. Onun dediğine biz vâris oluruz, kendisi de
bize yapayalnız gelir.
81. Onlar kendilerine bir itibar ve kuvvet olsun
diye Allah'tan başka tanrılar edindiler.
82. Hayır, hayır! Onların ibadetlerini
tanımayacaklar ve onlara hasım
olacaklar.
83. Görmedin mi? Biz, kâfirlerin üzerine
kendilerini isyankarlığa sevk eden şeytanları gönderdik.
84. Öyle ise onlar hakkında acele etme. Biz onlar
için teker teker sayıyoruz.
Bu âyetlerden
kâfirlerin psikolojisini, ruh haletlerini, amellerini ve onlara yapılan ve
yapılacak muameleleri öğreneceğiz.
1.
"Ayetlerimizi inkâr eden ve: 'Muhakkak surette bana mal ve evlat
verilecek' diyen adamı gördün mü?"
Bu âyetin indiriliş
(nüzul) sebebi anlatıldıktan sonra açıklamasının yapılması daha doğru
olacaktır.
Habbâb b. el-Eret
isimli sahâbînin 'As b. Vâil'den alacağı vardı. Habbâb borcunu isteyince, Âs b.
Vâil, 'Habbâb, Hz. Muhammed'i inkâr etmedikçe borcunu ödemeyeceğini' söyledi.
Habbâb, bunu asla yapmayacağını ifade edince 'As b. Vâil şöyle dedi: "Ben
öldüğümde yeniden mi diriltileceğim?" Habbâb: "Evet" deyince,
'Âs b. Vâil: "Öldükten sonra yeniden diriltildiğimde ve sen bana
geldiğinde, orada benim malım ve çocuklarım da olur. İşte borcumu o zaman
veririm" dedi (Râzî, age, XV, 401).
Naklettiğimiz nüzul
sebebinden hareket ederek âyeti ele alırsak, görürüz ki, bahsedilen kişinin üç
özelliği gündeme getirilmektedir:
a) Bu adam,
Allah'ın âyetlerini, yani mesajlarını inkâr etmektedir. İnkarcı bir psikolojiye
sahiptir.
b)
Âhireti de inkâr etmektedir söz konusu kişi.
Kur'ân'ın getirdiği yeniden dirilme ve âhiret hayatını reddetmekte ve bu
inançla alay etmektedir.
c) Bu kişi
dünya hayatına ve maddî çıkarlarına tutku ile bağlıdır ve tüm başarısı da,
dünya hayatının maddî menfaatlerini elde etme ile elde edilmiş olacaktır.
Meryem 73'te bahsedilen makam ve mevki onlar için her şeyin, üstünlüğün
ölçüleri olmaktadır. Bu açıdan bakınca âyet Kehf 35-36. âyetlere işaret
etmektedir: "Kendisine zulmederek bağına girdi. Şöyle dedi: 'Bunun hiçbir
zaman yok olacağını sanmam. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet
Rabb'imin huzuruna götürü-lürsem, hiç şüphem yok ki, bundan daha hayırlı bir
sonuç bulurum."
Dikkat edilirse hep
düşünceleri mal ile mülk olmaktadır. Kıyamete, öldükten sonra dirilmeye
inanmıyorlar ama böyle bir şey olursa, yine kendilerine mal ve çocuk
verileceğini iddia ediyorlar.
Gerek Kehf 35-36'daki
kişi, gerekse Meryem 77'deki şahıs için kullanılan zamir, üçüncü tekil şahıs
olması nedeniyle âyetin evrensel bir yapıda olduğunu söyleyebiliriz. Ayetler
belli bir kişiyi değil de, aynı zihniyeti paylaşan tüm insanları kapsamına
almaktadır. Her nesilde kıyamete kadar böyle düşünen insanlar olacaktır.
2.
"O, gaybı mı bildi; yoksa Allah'ın
katından bir s'öz mü aldı?"'
Yüce Allah 77.
âyetteki kişinin durumunu 78. âyette değerlendirmektedir. O kişinin
konuşmasının doğru olabilmesi, yani ona mal ve evlat verileceğini
söyleyebilmesi için şu iki şeyden birine sahip olması gerekiyor:
a) Gaybı
bilmesi lazım.
Yüce Allah'ın kime ne
vereceği, ne zaman ve nerede vereceğinin bilgisi gaybî bir bilgidir. Gaybın ne
olduğunu Bakara 3'te açıkladık. Sadece Allah'ın bildiği ama bizim inandığımız
bilgi alanına "gayb alanı" denmektedir. Ayetin bu konudaki sorusu,
reddeden bir soru niteliğindedir. Gaybı bilmediğine göre, "bu kişinin 77.
âyetteki sözleri yanlıştır, hakikatle alakası yoktur" anlamına
gelmektedir.
b) Allah
katından bir söz alması gerekiyor.
Bu sözleri söyleyen
kişi gaybı bilmiyor ise, o takdirde Allah'tan aldığı bir söz gereği böyle
konuşması gerekiyor. Bu konuşmanın altında böyle bir söz alma olmadığına göre,
söz de yalandır. Yalan söyleyen insana nasıl bir muamele yapılacağı da bir
sonraki âyette açıklamaktadır.
3.
"Kesinlikle hayır! Biz, onun söylediğini yazacağız ve cezasını uzattıkça
uzatacağız."
Âyette geçen senektübü
"yazacağız" ifadesinden anlıyoruz ki, âyetlerin içeriği evrensel
niteliktedir. Eğer "yazıyoruz" denseydi belli kişiye ait olacaktı;
"yazacağız" denmekle, istikbalde bu şekilde düşünen ve inanlara da
işaret edilmiş olmaktadır.
Âyette geçen -is kellâ
"hayır" ifadesi de, o kişinin gaybı bilmediğine, Allah'tan da bir
söz olmadığına işaret etmektedir.
Söylenen sözün tespit
edilip yazıldığını gündeme getiren âyet, sadece amellerin değil, sözlerin de
kayıt altına alındığını vurgulamaktadır. Tespit edilen sözlere göre de kişi cezalandırılacaktır.
Bu şekilde konuşanların cezasında davranışlarına ilaveten sözleri nedeniyle de
bir artırma olacaktır. İnanmayan insanların Allah'a iftira edercesine
konuşmalarının cezalandırılmasında uzatma olacağını Yüce Allah bildirmekte ve
onun öğretimini de bu dünyada yapmaktadır. Ahirette cezanın uzamasının, orada
verilen bir karar neticesi olmayacağı, sapık kişinin buradaki davranış ve
sözlerinin fazlalığı nedeniyle azabın da artmış olacağı ifade edilmektedir.
4.
"Onun dediğine biz vâris oluruz, kendisi de bize yapayalnız gelir."
Bu kişinin dediği ne
idi? 77. âyete dönersek sorunun cevabını bu-labiliriz: "Muhakkak surette
bana mal ve evlat verilecek." Dediği bu olduğuna göre, sahip olduğu malı
ve evlatları kendisinden ayrılacak, bunun neticesinde de ölen kimseye, miras
bıraktıklarının dönmemesi gibi ona da dönmeyeceklerdir. Onun vârisi kendisine
dönmeyeceğinden, söylediğine Allah vâris olacaktır.
Tüm kazanımları ondan
ayrılıp bu dünyada kalacağından Allah'ın huzuruna yapayalnız varacaktır. İnkâr
ettiği âhiret hayatında yapayalnız kalacaktır. Allah'ın huzuruna ilk
yaratılıştaki gibi tek tek varılacağı konusunu En'âm 94'te açıkladık.
Âyetten şu ilkeyi
çıkartıyoruz: İnsanlar tutku derecesinde, tanrı e-dinircesine dünyaya ve onun
menfaatlerine sarılmamalıdırlar. Dünyanın menfaatleri bir aracı olarak
gereklidir, ama asla amaç olmamalıdırlar. İnkar psikolojisi içinde dünya ile
ilişki kuran kişi, ahirette tek basma ka-
lacak ve tek başına
dünya menfaatlerinden sıyrılmış olarak Allah'ın huzuruna çıkacaktır. İnkâr
psikolojisinin en büyük tahribatı, dünya ile âhiretin dengelerini bozmasıdır.
Dünyanın, âhiretin vasıtası olması gerçeğini ters-yüz çevirerek amaç haline
getirmek, âhireti kaybetmesine sebep olmaktadır.
5.
"Onlar, kendilerine bir itibar ve kuvvet
olsun diye Allah'tan başka tanrılar edindiler."
Yorumunu yapmakta olduğumuz Meryem 81. âyetin sonunda yer alan 'izzen
kelimesi, "aziz, yardımcı, koruyucu, bol yağmur, güç, kuvvet"
anlamına gelmektedir. Mealde de verdiğimiz gibi bu tür insanlar itibar ve
kuvvet kazanacaklar diye Allah'tan başka tanrılar edinmişlerdir.
Bu âyetten günümüze şu
çıkarımda bulunabiliriz: İnsanların Allah'a şirk koşmalarının sebeplerinden
biri "itibar" elde etmektir. Aslında bir sosyal statü sorunu
olmasaydı, şirk koşmayacak insanlar vardır. Birileri, bir yerde veya bir
ortamda itibar elde etmek için birilerini tanrı edinir. Bu geçmişte yaşandığı
gibi günümüzde de yaşanmaktadır.
İtibar elde etme
tutkusu insanı sahte tanrılar peşine koşturduğu için Hz. Ali'nin babası da bu
itibarı kaybetmemek uğruna tevhîd inancına yanaşmamıştı. Demek ki, çok tanrılı
inanca sahip olan insanların arasında itibar elde etmek isteyen kişi, sahte
tanrılara inanmaya boyun eğmektedir. İtibarı verecek olan sosyal çevrenin
inancı insanı etkilemektedir. Böyle bir kültür ve inanç çevresinde kişinin
irâdesi kalmamakta, akan bir nehre kapılan kişinin durumu gibi o kültür
çevresinin akışına kapılarak şirk koşmaktadır. Sahte itibar, sahte tanrıların
peşine koşarak elde edilmektedir. Yüce Allah, sebep sonuç ilişkisi içinde şirki
anlatmaktadır.
6.
"Hayır, hayır! Onların ibadetlerini
tanımayacaklar ve onlara hasım olacaklar."
a) Kim,
kimin ibadetlerini tanımayacak? Bu soruyu âlimler iki gruba ayrılarak yorum
getirip cevaplandırmışlardır:
i. Melekler,
meleklere tapanların tapınmasını reddedecektir.
"O gün Allah, onların hepsini toplayacak,
sonra meleklere: 'Size tapanlar bunlar mıydı?' diyecek. Melekler de: 'Sen
yücesin, bizim dostumuz onlar değil, sensin. Belki onlar cinlere tapıyorlardı.
Çoğu onlara inanıyordu' diyecekler" (Sebe' 34/40-41).
ii. Yüce
Allah, mahşerde, bu dünyada müşriklerin tapındıkları nesnelere, cansız putlara
can verecek ve onlar, müşriklerin tapınmasını reddedecektir.[31]
Bize göre "inkâr
edecek olanlar" Sebe' 41'de meleklerin söyledikleri cinler ojacaktır.
Buna delil olarak İbrahim sûresinin 22. âyetini gösterebiliriz: "Şüphesiz
daha önce ben, beni Allah'a ortak koşmanızı reddettim." Şeytana tapanlara
şeytan mahşerde bunu söyleyecek ve onların onu tanrı edinmesini, ona tapmasını,
değil âhirette, bu dünyada da kabul etmediğini belirtmektedir.
Yukarıda kim, kimin
ibadetini reddedecektir? sorusuna En'âm 23'üncü âyet açısından bakarsak farklı
bir cevap verebiliriz: "Sonra: 'Rabbimiz Allah'a and olsun, biz ortak
koşan değildik'
demekten başka çareleri kalmaz." Müşrikler, putlara taptıklarını inkâr
edeceklerdir. Bu âyetin, yorumunu yapmakta olduğumuz Meryem 82'ye daha uygun
düştüğünü söyleyebiliriz.
b) Kim, kime
hasım olacak?
En'âm 23 ile meseleye
yaklaşırsak, müşrikler, taptıkları sahte tanrılara mahşerde hasım
olacaklardır, diyebiliriz. Ayetin, yani Meryem 82'nin sonunda geçen iju* dıddâ
kelimesi, "tek kişi veya topluluğa karşı olmak" demektir.
Eğer bu dünyada
Allah'tan başka taptıkları Hz. Üzeyir, Hz. îsâ, melekler ve cinler
kastediliyorsa, onlar mahşerde onların tapınmalarını reddedecek ve onların
tapınmalarına karşı zıt bir davranış sergileyeceklerdir.
Demek ki, müşrikler
mahşerde sadece cezalarım çekmeyecekler, aynı zamanda, tapındıkları sahte
tanrılarının inkârı ve düşmanlığı ile karşılaşacaklardır. İşte tanrı edindiğin
varlığın inkârı ve düşmanlığı ile karşılaşmaları da onlar için büyük bir azap
olacaktır.
Bu dünyadaki sahte
tanrıların dostluğu, orada düşmanlığa dönüşecektir. Yüce Allah bunları hem tüm
insanlığa hem de müminlere anlatarak öğüt vermekte, uyarıda bulunmakta ve
insanlara davranışlarının sonucunu düşünerek hareket etmelerini önermektedir.
Aslında din eğitiminin kalitesi ve başarısı, insanlara sebep-sonuç ilişkisi
içerisinde kendi davranışlarını tenkit etme kapasitesini kazandırıp
kazandırmamasıyla ilgilidir, denebilir.
Tevhîd inancı eğitimi
verilirken, şirkin kirliliğine ve doğuracağı pişmanlığa dikkat çekilmelidir.
Şirk koşanın, tapındığı tanrıların inkârı ve düşmanlığı ile karşılaşmasının
doğuracağı pişmanlık mutlaka işlenmelidir.
7-
"Görmedin mi? Biz kâfirlerin üzerine kendilerini isyankarlığa sevk eden
şeytanları gönderdik."
Kendilerini
isyankarlığa sevk etmelerinin anlamı, kötü anlamda "kışkırtmaktır. Burada
şu soruyu sorabiliriz: Yüce Allah'ın, şeytanları kâfirlerin üzerine göndermesi
doğru olur mu? Dikkat edilirse Yüce Allah, şeytanları tüm insanların üzerine
göndermiyor, kâfirlerin üzerine gönderiyor. Demek ki kâfirin inkârı sebebiyle
Allah şeytanları onların üzerine göndermektedir. Sebep onların inkârı, sonuç da
göndermek olmaktadır.
Aslında Yüce Allah,
şeytanları etki altına alamayacakları kullarına da göndermektedir. Ama
şeytanlar sağlam kullarını etki altına alamamakta, kâfirleri ise
etkilemektedirler.
"Allah buyurdu:
Defol, git! Onlardan kim sana uyarsa cezanız cehennem olacaktır. Ne de mükemmel
ceza! Onlardan gücünün yettiği kimseleri davetinle şaşırt; süvarilerinle,
yayalarınla onları yaygaraya boğ; mallarına, evlatlarına ortak ol; kendilerine
vaatlerde bulun. Şeytan, insanlara aldatmadan başka bir şey vaadetmez. Şurası
muhakkak ki, benim kullarım üzerinde senin hiçbir etkin olmayacaktır. Vekîl
olarak Rabbin yeter" (İsrâ 17/63-65).
Demek ki şeytanlar,
Allah'ın iyi, muhlis kullarına etki edememelerine karşın, kâfirleri
kışkırtarak daha da yanlış iş yaptırırlar. Başka bir i-fadeyle onları
alabildiğine azdırırlar. Âyette geçen jj; teüzzü fiili, "kışkırtmak,
teşvik etmek, tencere kaynarken fokurdaması, karışmak, birbirine girmek"
anlamına gelir. Bu kelime, tencerenin kaynarken fokurdaması anlamı ile bir hadiste
de yer almaktadır.[32]
Demek ki şeytanlar
kâfirleri öylesine kışkırtıyorlar ki, içleri isyandan fokurduyor.
Netice olarak
diyebiliriz ki, inkâr psikolojisi şeytanların etkisine açık bir alan
oluşturmaktadır. İnkarcılar kötü olmasına rağmen, şeytanlar onları daha da
kötüye götürmektedirler. İnkâr, aslında, insanın manevî yapısında kötü huylu
bir tümör olarak meydana gelmektedir; kışkırtmak ise o tümörü son safhasına
götürmektedir.
8.
"Öyleyse onlar hakkında acele etme. Biz onlar için teker teker sayıyoruz."
Yüce Allah, Hz.
Peygamber'e, tevhîd inancına karşı mücâdele veren, mü'minlere inanç özgürlüğü
tanımayan kâfirlerin cezalandırılmasında acele ettiği için ona "acele
etmemesi" emrini vermiştir.
Kıyamete imanı ve
âhiretteki cezayı alaya alan ve neticede onlara ceza gelmesinde acele eden Hz.
Peygamber'e Yüce Allah iyi bir sabırla sabretmesini de emretmektedir (Me'âric
70/1-5).
Yüce Allah, mü'minlere
inanç özgürlüğü tanımayan, onlarla alay eden kâfirlerin durumu ile yakînen
ilgilendiğini, onların amellerini teker teker kaydedip saydığını söylemektedir.
Meryem 75'te belirtildiği gibi Yüce Allah onlara "mühlet
vermekte"dir. Onun için Kur'ân'in cezalandırma konusunda temel kaidesi
şudur: "O halde, peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen
de sabret. Onlar hakkında acele etme, onlar vaadedildikleri azabı gördükleri
gün sanki dünyada sadece gündüzün bir saati kadar kaldıklarını sanırlar.
Bu, bir tebliğdir.
Yoldan çıkmış topluluklardan başkası helak edilir mi hiç?" (Ahkâf 46/35).
Netice olarak diyebiliriz
ki peygamberler ve onların ahlâkı ile ahlâklanan mü'minler, kâfirlerden gelen
alay ve saldırılara karşı sabırlı olmalı, onların helaki için beddua etmek
yerine beklenti içinde olmalı ve Allah'ın, onların durumu ile ilgilendiğini
bilerek davranmalıdırlar. Yüce Allah'ın cezalandıracağını ve bu cezalandırmanın
belli bir zamanı olduğunu, onların yaptıklarının asla göz ardı edilmeyeceğinin
bilincini taşımak gerekiyor.
İnsanlığın
başlangıcından bu yana iyi ile kötü mücâdele etmekte, kimi zaman iyiyi savunanlar
kötüyü savunanların saldırısı ile karşı karşıya kalmaktadır. Böyle anlarda
iyilerin en güçlü silahı sabır olmuştur; Yüce Allah'ın bu baskılarla
ilgilendiği bilincinin mayaladığı bir sabır olmuştur.
Din eğitimi bu bilinci
mü'minlere kazandırmalı, iyilerin kötülere bakışının nasıl olması gerektiğini
bu âyetlerin ışığında öğretmeli, iyilerin güçsüz oldukları dönemlerde,
zulmedenleri Allah'ın cezalandıracağını asla akıllarından çıkarmamalarını
ısrarla öğretmelidir.
[33]
55. Takva sahiplerini, Rahman'm huzurunda, O'na gelmiş konuklar olarak topladığımız gün.
86. Suçluları suya
götürür gibi cehenneme süreriz.
87. Rahman 'in katında
bir söz almamış olandan başkası asla şefaatte bulunamayacaktır.
Yüce Allah, kâfirlerin
ve müşriklerin durumunu anlattıktan sonra Allah'a saygı duyan, yani
muttakîlerin mahşerdeki durumlarını ele almaktadır.
1.
"Takva sahiplerini, Rahmân'ın huzurunda,
O'na gelmiş konuklar olarak topladığımız gün."
Takvanın açıklamasını
Bakara 22'de geniş bir şekilde yaptık. Bilindiği gibi takva "manevî
gıdaların en iyisidir" (Bakara 2/197); manevî elbiselerin en kalitelisidir
(A'râf 7/26). Ruhunu takva gıdası ile besleyen ve takva elbisesi ile giydiren
kişiler konuk olarak Allah'ın huzurunda bir araya gelip toplanacaklardır.
Bundan anlıyoruz ki, mahşer gününün dehşeti kâfir ve müşrikler için korkunç
olacak, takvaya erenler için korkulacak bir gün olmayacak, tam tersine onlar
esenlik içinde olacaklardır.
Âyette yer alan "Rahmân'ın huzuru" ifadesinden, Allah'a mekân
verildiği anlamı çıkarılmamalıdır. Sanki "Allah bir mekânda olacak, takva
sahipleri de O'nun huzuruna çıkarılacaktır" gibi düşünülebilir; ancak bu
huzurda toplanmayı maddî anlamda değil de manevî anlamda almak gerekiyor.
Buradaki sahneyi şunlara benzetebiliriz: "Ben, Rabb'ime gidiyorum. Pek
yakında beni doğru yola iletecektir" (Sâffât 37/99) diyen Hz. İbrahim,
Allah'a mekân vermemektedir. Bundan maksat, manevî anlamda Allah'a
gitmektedir; çünkü Allah kişiye, kedisinden daha yakındır (Kâf 50/16). Aynı
şekilde: "Ben, hanîf olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a
çevirdim ve ben müşriklerden değilim" (En'âm 6/79) diyen Hz. İbrahim'in
benliğini Allah'a yöneltmesi de buna benzemektedir.
2.
"Suçluları suya götürür gibi cehenneme
süreriz."
Âyette geçen vird
kelimesi, "susamışlar olarak" anlamına gelmektedir. Ahfeş, Ferrâ,
ibnü'l-'Arabî bu kelimeye, "çıplak ayaklı, piyade" manasını
vermişlerdir (Kurtubi, agey XI, 272). el-mücrimin kelimesi de, "günaha
dalmış kimse" anlamına gelmektedir. Öyle anlıyoruz ki dünyada günaha dalıp
gitmiş olanlar, susuz kalmış sürülerin suya koşması gibi, cehenneme
koşacaklardır.
Takva sahipleri
Allah'ın huzurunda konuk olarak toplanırken, suçlular cehenneme susuzluktan
suya koşanlar gibi sevk edileceklerdir. Bu âyetler, yani Meryem 85. âyet Zümer
73'ü; Meryem 86 da Zümer 71. âyeti temsil etmektedir.
Meryem 85 ile Zümer
73'ün teşvik edici; Meryem 86 ile Zümer 71'in caydırıcı nitelikte olduklarını
söylemekte yarar vardır.
3.
"Rahmân'ın katında bir söz almamış olandan başkası asla şefaatte
bulunamayacaktır."
"Rahmanın katında
bir söz almak" ifadesinin karşılığı Bakara 255'te "Onun izni
olmaksızın nezdinde şefaat edecek olan kimdir?" ifadesidir. Allah'tan
şefaat etme sözü almak, O'nun iznini almak demektir. Demek ki Bakara 255'te
"i-zin", Meryem 87'de ahd, yani "söz" olarak yer
almaktadır. Allah'tan i-zin, yani söz alandan başkası şefaat edemeyecektir. Bu
ne anlama gelmektedir? Bunun anlamını verebilmek için şu âyetlere gitmemiz
gerekiyor:
a)
"Şefaatin tamamı Allah'a aittir" (Zümer 39/44).
b)
"Yoksa onlar, Allah'tan başkasını
şefaatçi mi edindiler?" (Zümer 39/43).
Müslümanlar, genelde
bütün insanlar, şefaatin tamamının Allah'a ait olduğu bilgisine sahip olmalı ve
bu bilince göre hareket etmelidir. Allah'tan başkasını şefaatçi edinmek
şirktir. Çünkü bu dünyada insan, Allah'ın şefaat etmesi için kime izin
vereceğini bilemez. Onun için biz şefaati Allah'tan bekleriz, mahşerde kime bu
yetkiyi vereceğini bilemediğimiz için başkalarından şefaat dileyemeyiz. Şefaat
konusunu Bakara 48'de geniş bir şekilde açıkladığımız için, burada bu izahla
yetiniyoruz.
Din eğitimcileri,
şefaat konusunu iyi işleyip insanları şirkten kurtarmalıdırlar. Hz.
Peygamber'e, şefaat etmesi için yalvarmanın, türbelere gidip ölülerden,
şeyhlerden şefaat umar hale geldiği iyi anlatılmalıdır. İslâm âleminin bu
konuda ayakları şirk batağından kurtulmamakta, bu yapılan yanlış, bütün
ibadetleri kara delik gibi yutmaktadır.
[34]
88. 'Rahman çocuk edindi' dediler
89. Gerçekten siz, pek çirkin bir şey ortaya
attınız.
90-91. Rahman'a çocuk
isnadında bulunmaları yüzünden, neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak,
dağlar yıkılıp düşecektir.
92. Halbuki çocuk
edinmek Rahmân'ın şanına yakışmaz. Bu
âyetleri toplu halde tefsir etmeyi uygun buluyoruz:
1. Kimler
Allah'ın çocuk edindiğini söylemiştir? Sorunun cevabı olarak Mâide 18, 73 ve
Tevbe 30'a göre Yahudi ve Hıristiyanlar bu iddiada bulunmuşlardır,
diyebiliriz. İsrâ 40'a göre de Araplar demişlerdir. Şimdi bu ve benzeri
âyetlerin metnini vererek sorumuzu net bir şekilde cevaplandıralım:
a)
"Yahudiler ve Hıristiyanlar: 'Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz'
dediler" (Mâide 5/18).
b)
"Andolsun, 'Allah, üçün üçüncüsüdür' diyenler de kâfir olmuşlardır"
(Mâide 5/73).
c)
"Yahudiler; 'Üzeyr Allah'ın
oğludur' dediler. Hıristiyanlar da:
'Mesih (îsâ) Allah'ın oğludur' dediler" (Tevbe
9/30).
d)
"Rabbiniz, erkek çocuklan sizin için ayırdı da, kendisi meleklerden kız
çocuklan mı edindi?" (İsrâ 17/40).
"Allah'a bir de
cinleri ortak koştular. Oysaki, onları da Allah yaratmıştır. Bilgisizce O'na
oğullar ve kızlar isnat etme saçmalığını gösterdiler. Şanı yücedir O'nun.
Onların nitelemelerinin ötesindedir" (En'âm 6/100).
f)
"Allah'a hâşâ, kız çocuklar isnat ediyorlar, kendilerine ise istediklerini
ayırıyorlar" (Nahl 16/57).
"Ama onlar
Allah'ın kulları arasından bir kısmını O'nun bir parçası saydılar. İnsan
gerçekten apaçık bir nankördür. Demek O, yaratıkları arasından kızları
kendisine alıp da oğullan size mi verdi?" (Zuhruf 43/15-16).
h)
"Demek, erkekler sizin, dişiler Allah'ın mı?" (Necm 53/21).
Demek ki Allah'ın
çocuk edindiğine dair mantar kültürünü üretenler, Hz. İsmail'in soyundan gelen
Araplar ile Hz. İshâk'ın soyundan gelen İsrâiloğulları olmuştur. Daha sona
İsrâiloğullarının bu iddiası, başka milletlere de yayıldı.
2. Bu söz
nasıl bir sözdür?
Bu sözün
değerlendirmesini biz yapamayacağımız için, Yüce Allah çeşitli âyetlerinde
bunu yapmaktadır.
a)
Bu söz, iddia veya inanç, azabı hak edecek
bir sözdür (Mâide 5/18).
b)
Bu söz, sahibini kâfir olarak ilan ettirecek
bir sözdür (Mâide 5/73).
c) Bu söz,
ağız ile gevelenen bir sözdür. Daha önce kâfir olanların sözlerine benzeyen bir
sözdür. Allah'ın kahrına sebep olan bir sözdür. Şeytanın etkisinde kalarak
ifade edilen bir iddiadır (Tevbe 9/30).
d) İnsanı
şirke götüren haddi aşan bir sözdür (İsrâ 17/40).
e)
Yorumunu yapmakta olduğumuz Meryem 89'da da
bu sözün pek çirkin bir iddia olduğu ifade edilmektedir. 89. âyette geçen ılı
iddâ, "son derece çirkin durum, büyük musibet, görülmemiş büyük
iddia" anlamına gelmektedir ve İsrâ 40'da geçen "büyük söz; içinde
şirk, inkâr taşıyan büyük, çirkin söz" demektir. Demek ki bu söz,
"inanç dünyasını kirleten, yozlaştıran, şirke ve inkâra kaydıran kirli,
çirkin, haddini aşan ve Allah'a iftira dolu bir söz, iddia ve inanç"tır.
3. Bu sözün
etkisi ne ölçüdedir?
Sorunun cevabını
yorumunu yapmakta olduğumuz Meryem 90 ile vermemiz mümkündür "Bundan
dolayı neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp
düşecektir."
yetefettarne,
"yardı" anlamına gelen fetara kelimesinden "çatlayacak"
manasını ifade eden bir kelimedir. tenşakku kelimesi de "yarılmak"
anlamına gelen şakka kelimesinden türemiştir, tehırru, "parçalanıp,
dağılarak yıkılmak" manasındadır. ili heddâ, "yerin dibine geçmek,
şiddetli yıkım, sarsmak, parçalanmak, zayıf, güçsüz, cömert, eli açık"
manalarına gelmektedir.
Kelimelerin manasını
verdikten sonra esas neticeye gelebiliriz:
Müşriklerin,
"Rahman çocuk edindi" demeleri ile kâinatın düzeni yok olup
gidecekti. Bu söz o kadar ağır ve çirkin bir sözdü ki, yer, gök ve dağların
yapısını ve nizamını bozacak nitelikte idi. Demek ki, insanların sözleri ve
amelleri kaybolmamakta, şiddetine göre kâinatın nizamını bozacak duruma
gelmektedir. Nûh, Semûd, 'Ad, Ahkâf ve diğer tabiat olayları ile cezalandırılıp
helak edilen toplumların yapıp etmelerine bakılırsa eylemlerle kâinatın
düzeninin nasıl değiştiği görülmüş olacaktır. Ağır, çirkin sözleri ve eylemleri
tabiat bile kabul etmemekte, onlara da-yan amamaktadir. İşte âyette geçen
"Rahman çocuk edindi" sözü de bunlardan biri olmuştur.
İşte insanların bazısı
öylesine sözler söylüyor, öylesine amellerde bulunuyorlar ki, kâinatın maddî
nizamını değiştirecek hale geliyorlar. Aslında bu insanların meydana
getirdikleri deprem, âhiret hayatlarını da cehenneme çevirmektedir.
Yüce Allah Yahudi,
Hıristiyan ve Arapların bu inanış şekillerini bize anlatırken, aslında
Müslümanları eğitmekte, aynı hataya düşmelerini önlemekte, onları bu konuda
bilinçlendirmekte, bu şekildeki şirkten insanlığı temizleme amacını gütmektedir.
Yüce Allah'ın bu anlatımını din eğitimcileri konu ve metot edinip, insanlığı
hangi inançların kirlettiğinin bilgisini ve ona paralel olarak bilincini
vermelidirler.
4.
"Rahman'a çocuk isnadında bulunmaları
yüzünden"
Yorumunu yapmakta
olduğumuz Meryem 91. âyet sebebi tespit etmektedir: Yüce Allah, 90. âyette
sonucu; 91. âyette de sebebi belirlemiştir. Göklerin yarılması, yerin
çatlaması ve dağların yıkılıp düşmesi sonuçtur. Bunun sebebi de "Rahmân'a
çocuk isnadında bulunmaları"dır. Yüce Allah, bu âyetleri ile bizlere, yani
insanlara fızîkî oluşumları bile sebep-sonuç ilişkisi içerisinde açıklamanın
metodunu öğretmekte, manevî sebeplerin maddî sonuçlar doğurabileceğini
vurgulamaktadır. "Söz ola imar ede, söz ola tahrib ede." Kötü söz
kainatı yıkar, iyi söz insanlığı imar eder, mutluluk getirir, esenlik
oluşturur. Kötü söz cehenneme, iyi söz cennete götürür. Kötü söz gönül yarası
açar; iyi söz gönül kazanır. Kötü söz Allah'ın kahrını, iyi söz Allah'ın
rahmetini getirir.
5.
"Halbuki çocuk edinmek Rahmân'ın sânına yakışmaz."
Yüce Allah, onların bu
iddialarına ve inançlarına cevap vermektedir. Tanrı olan bir varlık, çocuk
edinemez; aksi durum, O'nun yüceliğine
ters düşer ve çocuk
edinen varlık tanrı olamaz. Çünkü çocuk doğuran varlık, ihtiyarlıyor demektir. Çocuk
doğuran varlık ölümlüdür. İhtiyarlayan ve ölümlü olan varlık tanrı olmaya
layık değildir. Onların bu iddiası ihlâs sûresinde de cevaplandırılmaktadır:
"De ki: Allah tektir. Allah, samettir/varhğını sürdürmek için hiçbir şeye
muhtaç değildir. O, doğurmamış ve doğmamıştır. O'nun hiçbir dengi yoktur"
(İhlâs 112/1-4). Çocuk edinmiş olsaydı, doğmadığı, doğurmadığı ve dengi
olmadığı şeklindeki özellikleri yok olacaktı.
Yüce Allah bir
taraftan geçmişte Kendisi hakkında söylenen yanlışları anlatıyor, diğer taraftan
da bize ve tüm insanlığa nasıl bir tanrıya inanmaları Gerektiğinin bilincini
veriyor ve hataları anlatarak doğruyu öğretme metodunu kullanıyor; geçmişin
hatalı inançlarını gündeme getirerek, şimdinin ve geleceğin doğru inancını
yerleştiriyor.
[35]
93. Göklerde ve yerde
olan herkes istisnasız,
kul olarak Rahman 'a gelecektir.
94. O, bunların
hepsini kuşatmış ve Sayıları tesbiî etmiştir.
95. Bunların hepsi de
kıyamet gününde O'nun huzuruna tek başına gelecektir.
Bu âyetler, bir önceki
âyetlerin devamı durumundadır. Yüce Allah kendisinin çocuk edinmediğini ve bu
iddiada bulunanların yanlışlığını bu âyetlerle açıklayıp cevaplandırmaktadır.
"Göklerde ve
yerde olan herkes istisnasız, kul olarak Rahmân'a gelecektir."
Bu âyetten şu
sonuçları çıkartabiliriz:
a) Madem ki
herkes Allah'ın huzuruna "kul" olarak gelecek, o zaman onlardan
Allah'a eş olacak biri olamaz. Kulu olduğu varlığın eşi ve benzeri nasıl
olunabilir ki?
b) Yeryüzündeki
insanlar gibi gökyüzünde de canlılar vardır. O-nun için âyette yeryüzü ve
gökyüzünde olan kimselerden bahsedilirken 'j» men edatı kullanılmaktadır.
c) Yüce
Allah, kulluğun istisnası olmayacağını vurgulamaktadır.
2. "O,
bunların hepsini kuşatmış ve sayılarını tespit etmiştir."
Tanrı olmaya layık
olan varlık, yaratıklarının, kullarının tümünün her şeyini, ihtiyaçlarını,
içlerindeki oluşumlarını, Ömürlerini, ilişkilerini, düşüncelerini ve yapıp
ettiklerini en ince detayına kadar bilmelidir. İşte Yüce Allah, kullarının
yaptıklarının çok olmasına rağmen onları bilgisi ile ihata edip çepeçevre
kuşatmış olduğunu ifade etmektedir. Hiçbir şey Allah'a gizli-saklı
kalmamaktadır. "Yaratan bilmez mi hiç? O latiftir, her şeyden
haberdardır" (Mülk 67/14) buyururken Yüce Allah, aynı özelliğine işaret
etmektedir.
Âyette geçen ahsa kelimesi, Allah'ın el-muhsî isminin
eyleme dönüşmesini ifade eden fiil kalıbıdır. Çünkü el-muhsî, Allah'ın
isimlerinden biridir.[36]
Yüce Allah,
yaratıklarının ve kullarının sayısını da tam manası ile bilmektedir. Kaderde
yarattıklarının sayısını belirlemiştir ve onların hiçbiri dışarıda kalmayacak
şekilde onlara hâkimdir.
3.
"Bunların hepsi de kıyamet gününde O'nun
huzuruna tek başına gelecektir." Bu konuyu En'âm 94'te açıkla-
dik. Ancak buradaki
bulunduğu yer itibari ile ele alırsak şunları söyleyebiliriz:
a)
Allah'ın huzuruna kıyamet gününde, ilk
yaratılıştaki gibi tek başına çıkmanın, hukuk açısından önemli bir ilkeyi
gündeme getirdiğini söyleyebiliriz. Suçun ferdîliği gibi günahın da ferdîliğini
bundan çıkarabiliriz. İlâhî hukukun karşısında kişi tek başına hesabını
verecektir. İşte bu durum modern hukukun temel ilkesi; aşiret toplumundan
modern topluma geçişin ölçüsü olmuştur. İnsan dünyaya tek başına gelir, sonra
sosyal hayata karışır ve ölümünden sonra da Allah'ın huzurunda sorgulanırken
tek başına olur.
b) Bunun
anlamı, kişiye, dünyada Allah'a eş koştukları varlıkların âhirette ondan
ayrılacağını bildirmektir. Tek olan Allah'ın huzurunda tek olarak bulunacaktır. Sahte
tanrılarını yanında bulamayacaktır: "Andolsun ki, sizi ilk
defa yarattığımız gibi teker teker bize geleceksiniz ve size verdiğimiz şeyleri
arkanızda bırakacaksınız. Yaratılışınızda ortaklarımız sandığınız
şefaatçilerinizi de yanınızda
göremeyeceğiz. Andolsun, aranız açılmış ve sandığınız şeyler sizden
kaybolup gitmiştir" (En'âm 6/94). İşte bu âyet, kıyamette Allah'ın
huzurunda tek başına çıkmanın anlamını, nedenini açıklamaktadır: "Sonra
Allah'a ortak koşanlara: 'Nerede boş yere davasını güttüğünüz ortaklarınız?' diyeceğiz"
(En'âm 6/22). Sahte tanrılar, mahşerde kullarını terk edecek ve onlara hiçbir
yardımları dokunamayacaktır. Buradaki sahte tanrılar, putlardan ziyade, dünyada
tapılan şeytanî güçleri ve insanları ifade etmektedir.
Din âlimi ve
görevlileri, insanlara, mahşerde Allah'ın huzuruna tek başına çıkacaklarını,
şirk koştukları sahte tanrıların onları orada terk e-deceğini iyice anlatmalı
ve onların beynine tevhîd inancını kazımalıdır-lar. İşte Yüce Allah, bunun
eğitimini vermekte, insanları bu konuda bilinçlendirmekte, dünya hayatındaki
dinî inanç ve uygulamaların, âhiretteki oluşumlara kaynaklık edeceğini, sebep
olacağını öğretmekte ve âhiret-dünya ilişkisine dikkat çekmektedir.
[37]
86. İman edip iyi
amellerde bulunanlara gelince; onlar için Rahman, bir sevgi yaratacaktır.
Bu âyetin analizinden
şu neticeleri çıkartıyoruz:
1. Sevginin
kaynağında Allah vardır. Yüce Allah, insanları yaratırken, gönüllerine sevgi
denen duyguyu ham tohum halinde koymaktadır. Biz buna doğuştan var olan sevgi
diyoruz.
Ama bir de sonradan
kazanılan bir sevgi vardır. Sonradan kazanılan, elde edilen sevginin isteyeni,
ortamının hazırlayıcısı insandır; vereni de Allah'tır. Genelde doğuştan
getirilen sevgiye hubb, sonradan kazanılan sevgiye de vüdd dendiğini
anlıyoruz.
2.
Yüce Allah, sonradan kazanılacak ya da
sonradan yaratacağı sevginin şartlarını ve alt yapısını açıklamaktadır: İman ve
iyi amel bu şartlan teşkil etmektedir. İman gönlün eylemi, iyi davranışlar da
sosyal ilişkilerinin, ahlâkın işi ve eylemi olmaktadır. İkisinin toplandığı
insanlar için Yüce Allah bir sevgi yaratacaktır. Bu sevgiyi iki boyutlu olarak
görebiliriz: Birisi Allah'ın onları sevmesi, diğeri de onların birbirlerini
sevmeleridir.
3. O zaman
şöyle diyebiliriz: İman ile iyi amel ilâhî âleme çıkıyor, oradan Allah'ın
yarattığı sevgiyi alıp geliyor. İman ile iyi amel sevgiye dönüşüp insanla
Allah'ı, insanlarla insanları kaynaştırıyor, yakınlaştırıyor, kin ve
düşmanlıkları eritip yok ediyor.
4. İman ile
iyi amel sebep, Allah'ın sevgiyi onlar için yaratması da sonuç olmaktadır.
Geleceği bilemiyoruz ama, günümüzde Müslümanların arasında sevginin olmaması,
onların birbirine cemaat, tarikat, mezhep
açısından bakmaları,
ölçü olarak İslam dinini kullanmamaları bize gösteriyor ki iman ve amellerinde
bir noksanlık, bir yara veya bir defo vardır. Eğer gerçek imana sahip olsalardı
ve iyi amel üretselerdi elbette Allah onlar için birbirlerini sevdirecek olan
sevgiyi yaratmış olacaktı. Günümüzde kardeşler bile birbirleri ile
geçinemiyor, kavga ediyor, kin tutup düşmanlaşıyor. Müslüman devletlerin
birbirine kinli ve düşmanca tutumları bize onların iman ve amellerindeki zaafı
göstermektedir.
Hâlâ sevgiyi dar
kalıplar içerisine sokarak, "benim grubumdan i-sen seni severim, değilsen
bana yabancısın" diyen ve böyle davrananlar çok yaygın durumdadır.
İslam'ın Allah sevgisinden, insan sevgisinden, kardeş sevgisinden habersiz bir
Müslüman hayatı yaşamaya çalışıyoruz. İslâm'ın kapsayıcı ve kalıp tanımayan,
sının olmayan sevgisini hayata geçirmedikçe tevhîd inancının ön gördüğü birlik
ve beraberliği gerçekleştirmek mümkün olmayacaktır.
Gerçek imana sahip
olmayan ve iyi amel işlemeyenler, Allah'ın bizim için yaratacağı sevgiyi
engellemektedirler. Yüce Allah'ın yaratacağı sevgiyi gönlümüzde ve sosyal
hayatımızda misafir edecek olan gönlümüzdeki iman ve iyi amellerimizdir. Sevgi
denen gemiyi barındıracak olan iman ve iyi amel limanıdır.
İmandaki zaafımız ve
ameldeki derin yaralarımız sevginin limanını tarumar etmiş, misafir hanesini de
viraneye çevirmiştir.
Din âlimleri,
görevlileri ve öğretmenler, sevgiyi dantel gibi örerek, duygu eğitimi ile
yetişmekte olan nesillerin gönlüne işlemeli, kazımalı ve süslemelidirler.
Gelecek nesillere yönelik eğitimin akıl, sevgi ve iman üzerinde yoğunlaşması
kurtarıcı olacaktır. Onun içindir ki Yüce Allah Meryem 96'da iman, iyi amel ve
sevgi arasındaki ilişkiye dikkat çekmektedir. Nesillere, doğru imanı ve iyi
davranışı kazandırmak, bunlar vasıtası ile ilâhî sevgiyi elde etmek ve
insanları sevmeyi kazanmak eğitimin en can alıcı merkezi ve önemli amacını
teşkil etmektedir.
[38]
97. Biz Kur'ân'ı, sadece Allah'tan sakınanları
mü'jde-leyesin ve şiddetle karşı çıkan bir topluluğu uyarasın diye senin diline
kolaylaştırdık.
98. Çünkü onlardan önce nice nesilleri yok ettik.
Şimdi sen, onlardan herhangi birinden bir varlık işareti hissedebiliyor veya
onlara ait cılız bir ses işitebiliyor musun?
Meryem sûresinin bu
son iki âyeti ilâhî mesaj ve ona karşı koyanların ne hâle geldiklerini
anlatarak gelecek nesilleri eğitmeyi hedef almaktadır.
1. "Biz
Kur'ân'ı senin diline kolaylaştırdık." "senin diline"
ifadesinden ne anlıyoruz ve anlamalıyız? Bu soruya şu şekilde cevap vermemiz
mümkündür:
a) Yüce
Allah, Kur'ân'ı Hz. Peygamber'e kendi ana dili ile indirdi ki kolay anlatsın ve
Kur'ân da kolay anlaşılsın. Çünkü Yüce Allah'ın i-lâhî eğitimde kullandığı
temel kurallardan biri "ana dili" ile eğitim olmuştur: "Onlara
iyice açıklansın diye her peygamberi yalnız kendi kavminin dili ile gönderdik"
(İbrahim 14/4). Demek ki, Yüce Allah her peygamberi kendi ana dili ile eğitmiş,
vahyini o dille göndermiştir. Bunun amacı öğretim faaliyetinin kolay olmasıdır.
Peki Yüce Allah, Hz. Peygamber'in ana dili ile Kur'ân'ı önce nereye indirdi?
sorusunun cevabını şu âyetler vermektedir:
"Onu Cebrail
(er-Rûhü'1-Emîn), uya-rıcılardan olasın diye apaçık Arap dili ile kalbine
indirmiştir" (Şu'arâ 26/193-195).
b) Yüce
Allah, Kur'ân'ı kolaylaştırdığını ifade etmektedir. îşte bu bu âyet, günümüzde
Kur'ân'm zor, kapalı ve müşkil olduğunu iddia e-denleri boşa çıkarmakta,
onların düşüncelerini yerle bir etmektedir. Allah Te'âlâ "Kur'ân'i
kolaylaştırdım" dediği halde, ona zor diyenlerin zoru kendi
kafalarındadır. Bilgisi ve kültürü yeterli olmayanların bu iftirası cezaya
dönüşecektir. "Andolsun ki Kur'ân'ı düşünmek için kolaylaştırdık. Düşünen
var mı?" (Kamer 54/17).
c) Âyetin bu
kısmından şu ilkeyi de çıkartabiliriz: Öğretmenler öğrencilerine anlattıkları
konuları kolaylaştıracak ve anlaşılır bir dille anlatacaklardır. Bu ilke
Allah'ın da sünneti ve öğretim metodu olmaktadır. Öğretmenler ezberletme
yerine, anlaşılır bir yol izlemelidirler. Bunun i-çin de, kavramları
açıklayarak yumuşatmahdırlar.
2.
"Sadece Allah'tan sakınanları müi-deleyesin ve şiddetle karşı çıkan bir
topluluğu uyarasın diye."
Yüce Allah, âyetin bu
kısmında Hz. Peygamber'in ve Kur'ân'ın iki görevini, gönderilişlerinin iki
amacını açıklamaktadır:
a)
İlki, muttakîleri, yani Allah'a saygı duyan
insanları yani, müminleri
müjdelemektir. Bu müjde
dünya ve âhiret
mutluluğudur. Kur'ân'ı doğru tatbik etmenin getireceği dünya ve âhiret
mutluluğunu müjdelemek hem Kur'ân'ın hem de Hz. Peygamber'in görevlerindendir.
Allah'a saygı
duyanları dünya ve âhiret mutluluğu ile müjdelemek, onları daha iyiye, daha
güzele ve daha faydalı olana götürmek, onları elde etmek için itici bir güç
olacaktır.
b)
Diğer görev ise, şiddetle karşı çıkan, yani
inkârında, Kur'ân'ı reddetme davranışında inat eden ve inadında ısrar eden bir
toplumu da uyarma görevini yerine getirmektir. Ayette geçen IJJ lüddâ kelimesi
Bakara 204'te İli eleddü kalıbında geçmektedir ve "ileri derecede
düşmanlık eden ve bunda da ısrarlı olan, hakkı kabul etmeyen, hakka karşı
bâtılı öne sürüp savunan ve savunmasında çetin olan" demektir.
Bu manadan hareket
ederek diyebiliriz ki bu kelime, eğitilmesi mümkün olmayan bir grubu
anlatmaktadır. Ayetteki "bir kavim" ifadesinden "bir grup"
manasını çıkarmamız gerekiyor. Her nesilde, her çağın insanında eğitilmesi
mümkün olmayan gruplar olacaktır. Buradaki eğitimden kastımız, din eğitimidir.
Allah'ın vahyini benimseme, anlama ve ona inanma konusunda eğitilmesi imkansız
olan grupları kastediyoruz. İşte bu grupları uyarmak ilk Önce Hz. Peygamber'in
görevi idi; ama şimdi din âlimi ve görevlilerinin görevi olmaktadır. Bir
taraftan Allah'a saygı duyanlara müjde verecekler; diğer taraftan da olumsuz
tepkisinde çok ileri giden ve bunda ısrarlı olanlara da uyanda bulunacaklardır.
onlardan önce nice nesilleri yok ettik. Şimdi sen onlardan herhangi birinden
bir varlık işareti hissedebiliyor veya onlara ait cılız bir ses işitebiliyor
musun?"
İşte uyarının nasıl
yapılacağını da bu âyet öğretmektedir. Kur'ân'a karşı çıkan ve bu konudaki
hasımlığını ileri götürenler, kendilerinden önce böyle yapan nice nesillerin
helak olduğuna bakıp tarihî olgulardan ders almalıdırlar.
Yüce Allah, bir
toplumun, bir neslin helak olmasının, yok olmasının, tarihten silinmesinin
sebeplerinden birini uyarı olarak burada gündeme getirmektedir. Allah'ın
vahyine direterek, inat ederek hasım kesilmek, çöküşün dinamiği, yani nedeni
olmuş, oluyor ve olacaktır.
a) Artık
batan, çöken, yani helak olan o toplumlardan bir varlık i-şareti kalmamıştır.
b)
Onlardan cılız bir ses de duyulmamaktadır.
Tarihte onların adı-sani okunmamaktadır. Varlık işaretleri kalmadığı gibi, onlara
dair bir bilgi de yoktur. Onların yaşadığına dair bir bilgiye sahip değiliz;
medeniyetlerine de rastlamıyoruz. Yaşadıklarına dair bir belgeye sahip değiliz.
Ayette geçen Çsj
rikzâ, "kısık, anlaşılmayan ses veya hareket" demektir.
Demek ki, dünyaya bazı
kalıntılar ve tarihî belgeler bırakarak helak olan toplumlar olduğu gibi,
hiçbir varlık işareti bırakmadan helak o-lan toplumlar da vardır. Yüce Allah,
Hz. Peygamber'den bunları anlatarak, inatçı kâfirleri uyarmasını istemektedir.
İşte tarih biliminin okutulmasının sebebi bu uyarı olmalı ve bu ders herkes
tarafından alınmalıdır.
[39]
a) Yüce
Allah, Kendisinin çocuk edindiğini iddia edenlerin ve buna inananların şirke
bulaştığını ve bu nedenle o şirkin temizlenmesi gerektiğini öne sürmektedir.
Bu inanç şeklini temizlemek hem ilâhî eğitimin hem de beşerî din eğitiminin en
Ön2fde gelen amacı olmalıdır. Şirki ortadan kaldırırken ve sahte tanrıların ne
yapamadıklarına dikkat çekerken, Allah'ın nasıl yarattığına da işaret etmek
gerekiyor (âyet: 35-37,42-44, 88-92).
b) Yüce
Allah, şirk koşma ile mücâdele verilirken, bu inancın, sonuçta insana ne gibi
şeyler getireceğini anlatarak insanları şirkten caydırmaktadır. Şirkin,
özellikle "Allah çocuk edindi" diyenlerin sözlerinin kâinatı yıkacak
nitelikte olduğu, sahte tanrılara tapmanın ceza getireceği vurgulanmaktadır
(âyet: 38-39, 45, 94-95).
c) Allah'ın
dışında başka varlıklardan şefaat beklemenin şirk olduğu gündeme
getirilmektedir. Allah'ın huzurunda, sadece izin verdikleri şefaat
edebilecektir (âyet: 87).
d)
Şirkin ne denli kötü, kirletici ve insanın
âhiret hayatını tahrip edici bir inanış biçimi olduğunu açıkladıktan sonra Yüce
Allah, tevhîd inancının temel ilkelerini koymaktadır. Ayrıca Allah'ın, herkesin
Rabb'i olduğu, sadece O'na kulluk edilmesi gerektiği, doğru yolun bu inanç olduğunun
eğitimi verilmekte, çocuk edinmenin Allah'ın şanına yakışmayacağı
öğretilmektedir.
Diğer taraftan
göklerde ve yerde olan herkesin Allah'ın huzurunda toplanacağı söylenerek,
başka tanrılara kulluk etmenin yanlışlığı anlatılmaktadır (âyet: 36, 92-93).
Bunlardan anlıyoruz
ki, din eğitimi önce şirki ortadan kaldırmaya çalışacak, sonra tevhîd inancını
gönüle dikme uğraşında olacaktır. Biz buna tevhîd inancının eğitimi
diyebiliriz. Bütün semavî dinlerin amacı bu olmalıdır.
a) Bu sûrede
öldükten sonra dirilmenin gerçekleşeceği öğretilmektedir. Varlıkları
ve insanın bizzat kendisini yoktan
yaratan Allah, öldükten sonra da
yaratacaktır (âyet: 66-67).
b) Mahşerde
Allah'ın huzurunda toplanılacaktır (âyet: 38, 68, 80, 95).
c)
Cennetle ödüllendirileceklerle cehennemle
cezalandırılacaklar ayrılacak ve çok uzun süreli âhiret hayatı başlayacaktır;
ameller değerlendirilip bu uygulamaya geçilecektir (âyet: 60-63, 69-71, 72,
85-86).
Âhiret inancı ile
ilgili âyetlerden anlıyoruz ki, insan bu dünyada iken hayatını geleceğe doğru
planlamak; dünyadan ziyade âhiret için düzenlemeli; inanç, ibadet ve
tapınmalarını ona göre ayarlamalıdır. Onun için daima uzun vadeli düşünmeli ve
projeler üretmelidir.
a) Hz.
İbrahim'in, babası ile olan tevhîd inancı ile ilgili kibar tartışması ele alınarak,
müşrik babanın peygamber bir oğlu olabileceği öğretilmektedir.
Yüce Allah bundan şunu
ilke olarak koyuyor: Kötü insanın nesli her zaman kötü olmayacak; iyi insanın
nesli de her zaman iyi olmayacaktır. Kötüden iyiye, iyiden kötüye dönüşüm
olacaktır. Hz. İbrahim örneğinde kötüden iyiye geçiş vardır (âyet: 41-49).
b)
Hz. İbrahim'in, Öncelikle babasına tevhîd
inancım nasıl tebliğ ettiği, hangi mantık kurallarını kullandığı
gösterilmektedir. Şirkin kötülüğü ile tevhidin iyiliğini anlamak için bilginin
olması gerektiği vurgulanmakta; fayda ve zararın nereden geleceğine bakarak
inanmanın ve tapınmanın gerektiği gündeme getirilmektedir (âyet: 41-49).
c) Bir
peygamberin babası müşrik bile olsa, onunla nasıl konuşulacağı Öğretilmektedir
(âyet: 42-45, 47).
d) Yüce
Allah, Zekeriyyâ peygamberin, şahsiyeti sağlam bir çocuk istemesini, daha
sonraki nesillere, güçlü nesil yetiştirmenin önemi için bir örnek olarak
anlatmaktadır. Böylece güçlü nesillerin geçmişten gelen manevî kültür
mirasını devam ettireceğini
öğretmektedir. Babalar-anneler,
kendilerinden sonra manevî kültür mirasını kimlere bıraktıkları konusunda her
zaman tedirgin olmalıdırlar (âyet: 2-6).
e) Yüce
Allah, Zekeriyyâ peygambere Yahya peygamberi nasıl evlat olarak verdiğini
mu'cizevi bir anlatımla gündeme getirmektedir (âyet: 7-11).
Bize göre bu şekildeki
çocuk edinme, tıp ilmine Ödev olarak verilmektedir. Gelecek nesillerce bunun
bilimsel boyutu bulunacak ve insanlar bir devrimi gerçekleştirecektir.
f) Hz.
Meryem olgusunun da iki boyutlu olduğunu anlıyoruz: Birisi dünyayı "erkek
egemen" hale getirip kadını küçümsemenin, horlamanın, itmenin yanlışlığı
öğretilmektedir. Erkeksiz dünya hayatı olmaz diyenlere, kadınsız da dünya
hayatının olmayacağı ispat edilmektedir. Erkeksiz çocuğun yaratılması ile,
kadının değerinin artışında bir devrim olmuş, kadın haklarının öne çıkmasına
sebep olunmuştur (âyet: 16-40).
Diğer taraftan Hz.
isa'nın yaratılış biçimi tıp ilmine bir ödev olarak verilmiştir.
g)
Hz. İbrahim'in neslinden gelen Hz. İsmail,
îdrîs ve Musa'nın özelliklerinden bazıları açıklanmıştır. Bu özelliklerin bize
örnek olması ön görülmüştür (âyet: 49-57).
Böylece peygamberlerin
hem öğretim metotları, hem iyi nesil yetiştirme endişeleri hem de onların
ahlâkı ele alınmış olmaktadır. Ayrıca Hz. Muhammed'den önceki peygamberlere yer
verilerek, Kur'ân'm evrensel bir din olduğu da öğretilmektedir.
Bu konuların dışında
ayrıca:
1. Gerçek
iman ile iyi amelin Allah katında sevgiye dönüştüğü, o-radan insanların
birbirini sevmesi için indiği gündeme getirilerek, iman, davranış ve duygu
eğitimi yapılmaktadır (âyet: 96).
2. Kur'ân'ın
Hz. Peygamber'in diline kolaylaştırdığı ve takva sahiplerinin müjdelenmesi ve
isyanda ısrar eden grubun da uyarılmasının Hz. Peygamber'in ve Kur'ân'ın
görevleri arasında bulunduğu ifade e-dilmektedir. Bu uyarının, geçmiş
nesillerin başına gelen olgularla yapılması da istenmektedir (âyet: 97-98).
Böylece Meryem Sûresi,
tevhîd eğitiminden, âhiret inancına, ahlâka ve duygu eğitimine varan bir dizi
ilkeyi bağrında barındırmaktadır.
[40]
[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/75.
[2] Râzî, age, XXI, 179.
Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı
Yayınları: 12/77.
[3] Râzî, age, XXI, 17
[4] Râzî, age, XXI,
182.
[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/78-83.
[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/84-85.
[7] Razı, age, XXI, 190.
[8] Ebû Hayan, el-Bahru'1-Mühît, VII, 244.
[9] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/86-91..
[10] Râzî, age, XV, 298-299.
[11] Râzî, age, XV, 302.
[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/91-96.
[13] Râzî, age, XV, 306-307.
[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/96-104.
[15] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/105-113.
[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/113-116.
[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/116-121.
[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/122-131.
[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/132-148.
[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/149-151.
[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/152-153.
[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/154-155.
[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/155-158.
[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/158-166.
[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/166-170.
[26] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/170-176.
[27] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/177-179.
[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/179-184.
[29] bkz. Râzî, age,
XV,
399.
[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/184-186.
[31] Râzî, age, XV, 403.
[32] Nesâî, Sehv, 18; Ebû Dâvûd, Salât, 157.
[33] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/187-195.
[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/195-198.
[35] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/198-202.
[36] Tirmizî, De'avât, 82; îbn Mâce, Dua, 10.
[37] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/202-204.
[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/205-206.
[39] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/207-210.
[40] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 12/211-214.