TÂHA SÜRESİ 2

Gîriş. 2

Meal 2

Dirayet Ve Rîvayet Tefsiri 2

Hz. Musa'nın Nalınları 8

Meal 8

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 9

Burada İman Namaz  Demektir 9

Kılınmayan Namaz Kaza Edilir 10

Kıyametin Kopması Herhangi Bir Kimseye Bildirildi Mi?. 10

Âsa Taşımanın Hükmü. 11

Hz. Musa'nın Peltekliği 13

Hz. Harun Nerede Peygamber Oldu?. 13

Meal 13

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 14

Firavun'ün Hz. Musa'ya Düşmanlığı 14

İsrailoğulları'nın Gönderilmesinden Kastedilen. 16

Kâfirlere Verilen Selâm.. 16

Tebliğin En Güzel Metodu. 17

Meal 17

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 18

Allah Unutmaz. 18

Meal 21

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 21

«Allah'a Gelmek» Ne Demektir?. 22

Meal 23

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 23

«Allah'ın gazabından kastedilen şey nedir?. 23

Samiri'nin Kimliği 24

Meal 24

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 24

Önemli Bir Mesele. 25

Bid'atçılar Sürgün Edilebilir 26

Meal 26

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 27

Meal 28

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 29

Meal 32

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 32


TÂHA SÜRESİ

 

Gîriş

 

Bu sureye aynı zamanda «el-Kelim» suresi de denilir. Bu su­re İbn Abbas ve İbn Zübeyr'den İbn Merduveyh'in rivayet ettiğine göre hicretten Önce nazil olmuştur. Bazıları «Sure Mekkî'dir, fa­kat «Onların dediklerine karşı sabır göster» ayeti hicretten sonra nazil olmuştur» demişlerdir. Celaleddin Suyuti, «Bu ayetten başka diğer bir. ayeti de istisna etmek uygundur. Çünkü Bezzar ve Ebu Ya'la'nın Ebu Rafi'den rivayet ettiklerine göre Rasûl-ü Ekrem bit misafir, kabul eder ve Recep hilâline kadar kendisine selef yo­luyla biraz un vermesi için onu bir yahudiye gönderir. Yahudi «Ha-yır! Ancak bir rehine bırakırsa istediğini verebilirim» der. Bunun üzerine Ebu Rafi Rasûlullah'a varır ve durumu arzeder. Hz. Pey­gamber, «dikkat edilsin! Allah'a yemin ederim, ben hem yerde hem de gökte eminim» der ve henüz Ebu Rafi yanında iken «Ey Rasû-lüm! Bazı kâfirlere kendilerini imtihan etmek için verdiğimiz dün­ya hayatının süsünde sakın gözün kalmasın. Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha süreklidir» (Tana: 131) ayeti iner» demiştir,

Bu hadisten anlaşılıyor ki bu ayet Medine Dönemi'nde nazil olmuştur. Öyleyse Abdullah bin Abbas ile Abdullah bin Zübeyr' den gelen rivayet ekser itibarıyladır.

Bu surenin ayetleri Ed-Dani'nin söylediğine göre Şamlılar'ın sayımı ile 140, Kûfeliler'in sayımı ile 135, Hicazhlar'a göre 134, Basralılar'a göre ise 132'dir. Kelimeleri, El-Hazin'in tesbitine göre 1641, harfleri 5242'dir. [1]

 

Meal

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

1- Tâ Hâ M           

2 - Biz bu Kuranı sana güçlük çekesin diye indirmedik.

3- Ancak Allah'tan korkan kimselere öğüt olsun diye (in­dirdik).

4- Yeri ve yüce gökleri yaratan Allah tarafından (peyder­pey) indirilmiştir.

5- Rahman Arş'a istiva etmiştir.

6- Göklerde, yerde, ikisinin arasında ve toprağın altında olanların hepsi O'nundur.

7- Sözü açıktan söylesen de (söylemesen de), O gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir.

8 - Allah, kendisinden başka bir ilâh olmayan  zattır. En güzel isimler O'na mahsustur.

9- (Ey Muhammedi) Musa'nın haberi sana vardı mı?

10- Hani o bir ateş görmüştü de ailesine;  «Bekleyin, ben bir ateş gördüm. Belki size ondan bir kor getiririm veya ateşin yanında bir rehber bulurum» demişti.

11- Oraya  vardığında  kendisine:   «Ey  Musa!»   diye  sesle­nildi.

12- «Muhakkak ki ben senin Rabbinim. Hemen pabuçlarını çıkar; çünkü sen kutsal vadi Tuva'dasın».[2]

 

Dirayet Ve Rîvayet Tefsiri

 

«Tâhâ...» Bu Ayetin Tefsiri

Mücahid'den gelen rivayetlerin birisine bakılırsa bu kelime surelerin açılışında kullanılan mukattaa harflerindendir. Bazıları, «Bunun böyle olduğu, derin alimlerin cumhuru nezdinde sabitHr» demişlerdir. Süddi, «Bunun mânâsı «ey filan!» demektir» diyor. İbn Abbas, Hasan, İbn Cübeyr, Ata, İkrime ve Mücahid'den gelen rivayetlere göre ise mânâsı «ey kişi!» demektir. Fakat bu kelime­nin bu mânâya gelmesi, kelimenin bazılarınca Nebtîce, Habeşce, İbranice veya Süryanice olmasındandır. Bu kelimenin akıl dilinde olduğu Kelbî'den rivayet edilmiştir. Hatta el-Kelbî der ki «Ak kav­mi içerisinde «ya racul» desen sana cevap vermezler. (Yani ne de> diğini anlamazlar). Ancak Ta-hâ dediğin takdirde anlarlar ve cevap verirler.»

İbn'ul-Enbari der ki: «Kureyş lehçesi burada sözü geçen mâ­nâya muvafık düşmüştür. Çünkü Cenabı Hak, peygamberine Ku-reyş'in dilinden başka bir lisanla hitap etmemiştir». Fakat daha önce de naklettiğimiz gibi Kureyş Arapçası'ndan başka bir lisanla Kur'an'da herhangi bir kelimenin olup olmadığı hususu ihtilaflı­dır. Bu mesele İmam Suyuti'nin «el-İtkan» adlı kitabında mufas­sal bir şekilde zikredilmiştir.

İbn'ul-Munzir ve İbn Merduveyh, İbn Abbas'tan şöyle rivayet ederler: «Tâ hâ_ kasemdir. Cenab-ı Hak onunla yemin ediyor. Aynı zamanda Allah'ın isimlerindendir».

Ebu Cafer, «Bu kelime peygamberimizin isimlerindendirn de­miştir.

İçlerinde Ebu Hanife'nin de bulunduğu bir grup (Hasan Bas-ri, İkrime) bunu «Teh» şeklinde okumuşlardır. Bazılarına göre mânâsı «ey kişi!» demektir.

îbn Merduveyh, Hz. Ali'den şöyle rivayet ediyor:

«Ey müzemmü (elbisesine bürünen)! Gecenin birazı hariç ol­mak üzere kalk namaz kıl!» (Müzemmü: 1-2) ayetleri nazil oldu­ğunda1 Hz. Peygamber bütün gece kalkıp ibadete daldı. İki ayağı şişti. Bu sebeble bir ayağını kaldırıyor, diğerini yere bırakıyordu. Böylece ayaklarını dinlendirmiş oluyordu. Bunun üzerine Cebrail, Tâ hâ Suresi'ni getirdi.

Hz. Ali'den gelen bu rivayete göre «Tâhâ kelimesi «Ey Mu­hammedi İki ayağını da yere bas!» anlamındadır. Bu-rivayeti ten-kid eden çıkmadığına göre haberin sahih olması gerekir.

(2) «Biz bu Kur'an'ı sana...»Bu Ayetin Tefsiri

İkinci ayet, müşrikler tarafından Peygamber'e gelen saldırı karşısında onu teselli etmek için nazil olmuştur. Yani biz Kur'an'ı şiddetlere katlanmak suretiyle nefsini yorman, inatçı müşriklerle sözleşip kendini yorgun düşürmen ve onların küfründen ötürü şiddetli bir şekilde üzülmen, niçin iman etmiyorlar diye kendini sıkıntıya sokman için indirmedik. Biz Kur'an'i sadece onlara teb­liğ etmen, kendilerine uyanda bulunman için indirdik ve sen bu­nu yapmış bulunuyorsun. Artık onlar iman etmeseler de senin üze­rine bir mesuliyet yoktur.

Ayet, Râsûl-ü Ekrem'in ibadet hususunda canhıraşhane dav­ranışından kendisini çevirmek için inmiş de olabilir. Nitekim daha önce bu hususu İbn Merduveyh, Hz. Ali'den rivayet etmişti. Yani nefsini ibadet hususunda öldüresiye yorman, şiddetlere tahammül etmen için bu Kur'an'ı indirmedik. Sen sadece en kolay hanif dini­ni tebliğ etmek için gönderilmiş bulunuyorsun.

Mukatil der ki: «Ebu Cehil, Nadr bin Haris ve ElMuVim, Al­lah Rasûlü'nün çok ibadet ' ettiğini gördüklerinde şöyle dediler: «Sen bizim dinimizi terkettiğinden dolayı meşakkate giriyorsun. Kur'an seni meşakkate sokmak için sana inmiştir». Cenab-ı Hak da onların bu sözünü reddetmek için mezkûr ajıeti indirmiştir. Yani, biz Kur'an'ı onların dedikleri sebeple indirmiş değiliz. Aksi­ne biz Kur'an'ı tebliğ ve insanları Allah'ın birliğine davet etmen için indirdik.

(3) «Ancak Allah'tan korkan kimselere...» Bu- Ayetin Tefsiri

Bu ayet, Allah'tan korkan bir insan için Kur'an'm mev'ize (Öğüt) ibret olduğunu ifade etmektedir. Yani ancak Allah'tan kor­kan ve peygamberin uyarılarından kalbi etkilenen kişi Kur'an'dan istifade edebilir. Yine Cenab-ı Hakk'm «falan adam korkacaktır. Uyanlar ona fayda verecektir» diye bildiği kimseler ondan istifade edecektir. Cenab-ı Hak burada korkan bir insanı tahsis etmiştir. Oysa Kur'an sadece korkan bir insan için değil, bütün insanlar için bir uyarmadır. Bunun sebebi, Cenab-ı Hakk'ın korkanların dışında

kalanları hiç mesabesinde saymış olmasıdır. Çünkü Kur'an'dan sa­dece Allah'tan korkan bir insan yararlanabilir.

(4) «Yeri ve yüce gökleri yaratan Allah.,mBu Ayetin Tefsiri

Bu ayet Kur'an'ın yer ve yüce gökleri yaratan Allah'ın katın­dan gelen bir kitap olduğunu ifade etmektedir. Yani Hz. Muham-med'in sözü olmadığını, kâinatın yaratıcısı olan Hz. Allah'ın katın­dan indirilmiş olduğunu ifade ediyor. Ayetin başındaki «TenzU len» kelimesi mukadder bir fiilin (yani «enzelna» fiilinin) mef'u-lüdür. Bu kelime «Tenzüun» şeklinde de okunmuştur ki o zaman i'rab bakımından haberdir ve mübtedası mahzuftur. Yani Kur'an' Cenal3-ı Hakk'ın katından tenzildir.

Vahidi, Mukatiİ'den rivayet ediyor: Göklerin yaradılışı yerin yaradılışından Öncedir. Oysa bu ayette yer, göklerden daha önce zikredilmiştir. Muhakkik alimlerin birçoğu da Mukatil'in bu görü­şüne katılmışlardır. Çünkü Kur'an'm yer ve gökten bahseden ayet-lerinin çoğunda «gök», «yer»den önce zikredilmiştir. Ve hikmet de ister ki en şerefli olan diğerinin önüne geçsin. «Gök», «yer»den zarf ve sıfat bakımından daha şerefli olduğuna göre gök, yerden önce yaratılmıştır.

Bazı alimler, «Göklerin yaratılışından maksat, onların madde­lerini icad etmektir» demişlerdir. Yani yer yaratılmadan önce onun maddelerini icad etmektir. Onun yaratılışından maksat, o mad­deleri yerin yaradılışından sonra etkileriyle ortaya koymaktır.

Bu yorum ile ayetler arasında bir ittifak sağlanmış oluyor. Çünkü bazan —ki ekseriyetle böyledir— «gök», «yer»den önce zikrediliyor, bazı ayetlerde ise bunun tam aksi oluyor. Bu da makamın iktiza ettiği birtakım nükte ve işaretlerden ötürü olmuş­tur.

Bazıları, «Yer kelimesi bu ayette «gök»ten önce zikredilmiş­tir. Çünkü tenzil kelimesine uygun düşen de budur. Zira «indir­mek», Cenab-ı Hakk'ın rahmetinin hükümlerindendir. Ve bu hü­kümler de yeryüzünde tatbik edildiğine göre «arz» kelimesi «se-mavaUtan önce zikredilmiştir» görüşünü Öne sürmüşlerdir.

Bazıları da «Bu şekildeki zikir, ayetin başlangıcına daha uy­gundur. Çünkü ayetin başlangıcında Tâhâ kelimesinin fiilî bir cümle olduğunu söyleyenler oldu. Yani «iki ayağım da yere bas». Veya «Kur'an'ı sana, kendini zorluklara sokasın diye indirmedik» ayetine daha uygundur. Çünkü bu ayet, Hz .Peygamber% dinlen­mek için ayaklarından birini havaya kaldırmaktan nehyediyor. Bu da yeryüzünde (yani namazda) meydana gelen bir olaydır» demişlerdir.

Allah Teâlâ bu ayette gökleri «eUUla» (en yüce) şeklinde va-sıflandırmıştır. Bu onların şanım yüceltmek içindir. Ayrıca «r/e-vasitoin (ayetlerin son kelimelerinin) aynı vezin, aynı ahenkte olmasını gözetmek maksadıyla böyle yapılmıştır. Bütün bunlar Kur'an'ı indirenin azametini belirtmek için sevkedilmişlerdir.

(5) «Rahman Arş'a isütia...» Bu Ayetin Tefsiri

Kur'an'ın A'rat (54), Yunus (3), Ra'd (2), Tâhâ (5), Pür-kan (59), Secde (4), îiadid (4) surelerinde tekrar edilen bu cüm­le değişik tefsir ve yorumlarla izah edilmeye çalışılmış ve böy­lece çeşitli ihtilaflara yol açmıştır. Bu cümledeki «eUarş» keli­mesi lûgatta «padişahın tahtı», şeriatta «melekler tarafından yük­lenilmiş göklerin üstünde kubbe gibi ayaklı bir taht»tır. Ayakîı olması Müslim ve Buhari'nin Ebu Said'den rivayet ettikleri ha­disle sabittir: «Yahudilerden bir kişi Hz. Peygamber'e geldi. Yü­züne bir tokat vurulmuştu: «Ey Muhammedi Senin ashabından biri bana tokat attı» dedi. Uz. Peygamber: «O tokat atan kimse­yi çağırın!» dedi. Sonra o sahabeye bu adama niçin tokat attığu |ı    nı sordu. Sahabe: «Ey Allah'ın Rasûlü! Ben çarşıdan geçiyordum. Bu adam «Allah'a yemin ederim ki, O Musa'yı bütün beşerden üs­tün kılmıştır» diyordu. Ben de kendisine: «Ey habis! Muhammed' in üzerinde de mi üstün kılınmıştır?» dedim ve öfkelenerek ken­disine bîr tokat attım» dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: «Sa­kın peygamberler arasında tahyir (yani bu şundan daha hayırlı­dır veya daha üstündür) yapmayın. Çünkü insanlar arş ile karşı karşıya geldiklerinde, ilk uyanan ben olacağım. Bir de göreceğim ki Musa, arşın ayaklarından   birisine yapışmıştır.    Bilmiyorum acaba o benden önce mi uyanmıştır? Yahut da Tur'daki sayha­nın mükâfatı olarak mı bu durum kendisine verilmiştir.»

Bu hadiste «Arş»ın ayaklı olduğu keyfiyeti zikredilmektedir.

Arşı yüklenenlerin melekler oldukları Mü'min Suresi'nin 7. ayetiyle sabittir: «Arşı taşıyanlar ve onun etrafında bulunan me­lekler hamd ile Rablerini teşbih edip ona iman ederler.»

Ebu pavud'dan «Arş hameleleri» hakkında şu hadis gelmiş­tir: «Bana arşı yüklenen meleklerden, Allah'ın bir meleğinden bahsetmek izni verildi. O meleğin kulakları arasındaki mesafe ye-diyüz seneliktir».

tşte bu hadisten de arşın- yüklenicilerinin melekler olduğu keyfiyeti anlaşılmaktadır.

Arş'm «yedi gök üzerinde, kubbe gibi» olduğuna delil Ebu Davud'un Cübeyr bin Muhammed tarikiyle rivayet ettiği şu ha­distir;

«Allah'ın Rasûlü'ne bir bedevî geldi ve: «Ey Allah'ın Rasû-lü! Nefisler bîtap düştü, mallar zayıfladı veya helak oldu. Bizim için yağmur talebinde bulun. Biz seninle Allah katında, Allah'tan da senin katında, şefaat talebinde bulunuyoruz» dedi. Hz. Pey­gamber bu sözler üzerine: «Azab olasıca! Sen ne dediğini biliyor musun?» dedi ve durmadan Allah'ı teşbih ve tenzih etti. Bu işi o kadar çok yaptı ki bütün Ashab-ı Kirâm'm yüzünde üzüntü be lirtileri görüldü. Sonra buyurdular: «Azab olasıca! Cenab-ı Hak mahlûkahndan hiç kimse katında şefaatçi kılınmaz. Çünkü O'nun şanı mahlûkatın yanında şefaatçi kılınmasından yücedir. Azab olasıca! Allah'ın ne olduğunu biliyor musun? Şüphesiz ki Allah, arşın üstünde, arş da yedi kat göğün üstünde şöyledir» düye*rek parmaklarını kubbe biçiminde birleştirdi ve buyurdu: «Yeni eğer binicinin altında gıcırdadığı gibi arş da aynı şekilde gıcırda­maktadır.»

Allah'ın arş üzerinde olması, arşın gıcırdaması ve benzeri tabir ve terimler müteşabihtir ve keyfiyeti bizce malûm olma­yan mânâlardır. İlimerini Allah'a havale ediyoruz. Rasûl-ü Ek­rem, muhatabın aklının alacağı biçimde kendisine hitap etmiştir, Keyfiyeti Allah'a havale edilir.

Kelâmcilardan bir grup, arşın her tarafıyla yuvarlak oldu­ğunu, âlemi kapsadığını ve bütün cihetlerinin tahdidi bulundu­ğunu söylemekte ve çoğu zaman da arşa «Felek-i Atlasa veya «Do* kuzuncu Felek» ismini vermektedirler. Fakat Tahavi'nin akidesi­ni şerheden bazı alimler; «Kelâmcıların bu yorumu sahih değil­dir. Çünkü şeriatta arşın ayakları olduğunu ve o ayakları melek­lerin tutup yüklendikleri sabit olmuştur» demişlerdir. Müslim ve Buhari'de Cabir'den şöyle bir rivayet gelmiştir:  «Rasûlullah'

tan dinledim.  «Allah'ın arşı Sa'd bin Muaz'ın ölümüne titredi» dedi.»

Halbuki onların katında dokuzuncu felek daima benzer bir hareketle hareket halindedir. Oysa hadisten anlaşılıyor ki arş sa­bittir ve Sa'd bin Muaz'ın ölümü sebebiyle titremiştir.

Bazıları hadisi, «Titremekten maksat, arşın hamelelerinin Sa'd bin Muaz'ın ruhuyla mülâki olmaktan Ötürü müjdelenir ol­malarıdır» şeklinde tevil etmişlerdir. Fakat bu tevile delil gere­kir. Ayrıca hadisin siyakı lâfzı böyle tevilden uzak görünmekte­dir. Nitekim bu durum Ebu'l Hasan-il Taberi'den rivayet edilmiş­tir.

Allah'ın arşa istiva etmesi çerçevesindeki tartışmaları ayrın­tılı bir şekilde görmek için A'raf Sûresi'nin 54, ayetinin tefsiri­ne başvurulabilir (Bkz. cilt: 6, sn: 11-24).

(6) «Göklerde, yerde, ikisinin arasında ve...»Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet bütün kâinatın Allah'a ait olduğunu ifade etmekte­dir. Yani kâinatta hiçbir şeyin sahipsiz olmadığım, hiçbir şeyin tesadüf eseri meydana gelmediğini ve kâinatta ezeli bir program ve projenin tatbik edildiğini ifade etmektedir. Ayetin sonunda gelen «es-sera» kelimesi, İbn Abbas'tan ve Ebu Hatim yoluyla Muhammed bin Kâb'dan gelen ve yine Süddi'den gelen rivayet­lere göre «yerin yedinci tabakasının altındaki taş» demektir. «Bu yeşil bir taştır» denilmiştir.

Müfessirlerden çoğuna göre «Sera», ıslak toprak veya daha çamur haline gelmemiş toprak demektir.

(7) «Sözü açıktan söylesen de...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet Cenab-ı Hakk'ın açık konuşulanı da, kalplerde giz­lenmiş olanı da, ondan daha gizli olanı da bildiğini ortaya koy­maktadır. Yani Allah'ın bilgisinin nüfuz etmediği bir nokta yok­tur. Bütün noktalara nüfuz eder, hakikatlerini bilir ve gerçekten onları yaratan da O'dur.

Burada hitap Rasûl-ü Ekrem'edir. Fakat ümmeti kastedil­mekte ve Allah'ın ilminin kapsayıcılığı açıklanmaktadır. Çünkü bundan Önce Cenab-ı Hakk'ın kudretinin kapsayıcı olduğu açık­lanmıştı. Cenab-ı Hak bu ayette «Ey insanoğlu! Sesini yükseltsen de, yavaşça başkalarıyla fısıldaşsan da Allah bunları ve bunlardan daha gizlisini de bilir» demektedir. Ayetteki «daha gizlinden mak­sat, Hasan Basri ve İkrime'den gelen rivayetlere göre harflere dö­külmeyen ve insanın kalbine gelen mânâdır. Ayetteki «sır»do,n maksat, başkasına fısıltı halinde söylenen değil de insanın kal­bine geldiği halde harflere dökülmeyen mânâ da olabilir. «On­dan daha gizlisnnden maksat ise ileride bu türden gelen mânâ demektir  (Bunu Said bin Cübeyr rivayet etmiştir).

Muhammed Bakır ve Cafer Sadık'tan gelen rivayete göre «Ayetteki sır, senin nefsinde gizlediğin mânâdır. Daha gizli olanı ise kalbine önce gelen ve senin tarafından unutulmuş mânâdır.

Bazı müfessirlere göre ayetin sonundaki «ehfa» kelimesi ism-i tafdil değil fiil-i mazidir. Ve ayetin metninde geçen «ya'lemu» fü. li üzerine atıftır. Yani Cenab-ı Hak kulların sırlarını bildiği gibi onlar hakkındaki bilgisini de kullarından gizli tutmuştur.

Bu tefsir el-Azamet'te Ebu Şeyh tarafından Zeyd bin Eşlem' den rivayet edilmiştir. Fakat bu mânâ ayetin zahirinden çok uzaktır. Güvenilir mânâ, «ehfa» kelimesinin fiil değil ism-i tafdil olmasıdır. Nekra getirilmesinin nedeni de gizlilikteki mübalâğa­yı ifade etmek içindir.

Ayet metninde geçmekte olan «el-Kavl» kelimesi Allah'ın zik­rini olduğu gibi başka konuşmaları da kapsamaktadır. Bazı kim­seler «Burada sadece Allah'ın zikri ve ona yalvarmak kastedilmiş­tir}} diyorlar. Onlara göre «ehKavhnn başında gelen «eliflâm» and içindir. Yani o bilinen söz Allah'ın zikridir. Zira «söz»ün ve «fı-sıltmnm Allah katında eşit olması iktiza eder ki o sözde söyleni­len şey Allah'ın zikri olsun. Bu ayet sessizce konuştukları zaman da kullan ihtiyatlı davranmaya irşad ediyor. Çünkü Allah'ın ses­li olarak konuşulanları bildiğini bilen bir insan kötülüğü sesli şe­kilde dile getiremez." Sesli konuşma karşılıklı konuşmaların çoğu sesli yapıldığı için tahsis edümiştir.

Bazıları «Bu ayet, Allah'ı zikrin, O'na yalvarmanın, sesli ko-nuşmalart Allah'a işittirmek için değil, başka bir hedef için olduğunu göstermektedir. O hedef nefiste zikri tasvir ve tesbzt et­mek ve böylece vesveseleri keserek nefsi sadece zikirle meşgul kılmak içindir» demişlerdir.

Bazıları da «Bu ayet zikir ve yalvarmayı- sesli şekilde yap­mayı yasaklar» demişlerdir. Tıpkı şu ayet gibi: «Sabah ve akşam yalvararak, korkarak, yüksek olmayan bir sesle Rabbini kalbin­de zikret ve gafillerden olma» (A'raf: 205)

Fakat bilinmektedir ki, zikir ve duanın açık sesle yapılma­ması şeklindeki yasak genel değildir. Ancak riya bahis mevzuu ise bu hüküm geçerlidir veya namaz kılan birisini teşvik etmek şeklinde veya başka bir mahzur varsa bu kural geçerlidir. Yok­sa bu, mutlak bir hüküm değildir.

İmam Nevevi'nin Fetava'smda kesinlikle tesbit ettiği husus şudur: Zikri sesli yapmakta şer'i bir mahzur yoktur.

Hatta İmam Şafii mezhebinde sesli zikir, gizlisinden daha üstündür. îmam Ahmed'in mezhebinin zahiri de böyledir. İmam Malik'ten gelen iki rivayetten birisi de budur.

Hafız İbn Hacer, Buhari şerhi Feth'ul-Bari'de bunları izah et­mektedir. Hanefilerden Kadihan'ın Fetavası'nda «Kıraat nasıl ol­malıdır» meselelerini irdeleyen bölümde aynı fetva vardır. Bu zatın ölünün yıkanması konusunda «Zikirle sesin yükseltilmesi mekruhtur» denmesi cenaze ile beraber gidenler hakkındadır. Ni­tekim Şafii mezhebinde de cenaze ile beraber gidenlerin sesli zi­kir yapması mekruhtur. Nitekim bu durum EI-Bahr-u Raik'in ibaresinden de anlaşılmaktadır. Bu aynı zamanda Kurban Bayra-mı'nda olduğu gibi Ramazan Bayramı'nın tekbirlerini sesli getir­mek hususunda İmameyn'in de görüşüdür.

Bu husus Ebu Hanife'den de rivayet edilmiştir. Hatta Ebu Hanife'nin Müsned'inde zahiri itibarıyla sesli zikrin mutlaka müstehab olduğuna delâlet eden bir metin de vardır.

îbn Nuceym, İbn'ul-Hemam'dan, Ebu Hanife'nin «Zikri ses­li yapmak bid'attır ve bu «Rabbini nefsinde an!» ayetine ters dü­şer» dediğini nakleder. Öyleyse zikir, sadece şer'an.sesli okuna­cağı bilinen yerlerde sesli okunur. O da Kurban Bayrami'dır. Zi­ra Cenab-ı Hak «Sayth günlerde Allah'ı anın!» (Bakara: 203) bu­yurmuştur.

Suyuti, «Nakiyet'uz-Zikr» adlı eserinde bu ayetle getirilen de­lile üç şekilde cevap vermiştir:

a) Bu ayet Mekkî'dir. Rasûî-ü Ekrem hicret ettikten sonra bu hüküm sakıt olmuştur.

b) Tefsircilerden bir grup bu ayeti Kur'an okunduğu zaman yapılan zikre hamletmişlerdir ve Cenab-ı    Hak,    peygamberine Kur'an'a hürmeten gizlice zikretmesini emretmiştir.

c) Sufîlerden bazıları «Bu ayetteki emir sadece Rasûl-ü Ek­rem'e mahsustur» demişlerdir. Çünkü o kâmildir, mükemmeldir. Peygamberden başkası vesveselere maruz kalabilir. Sesli yaptığı takdirde vesveselerden kurtulur.

Cehrin iki kısım olduğunu ve bu kısımlara göre hükmün de­ğişeceğini bildikten sonra Ebu Hanife'den gelen iki değişik riva­yetin telifi mümkün olmaktadır. Ebu Hanife normal bir sesle zikredilmesini güzel görmekte, mübalâğalı ve gereksiz gürültü­lerle zikredilmesini mahzurlu saymaktadır. Çünkü ayet ve hadis­ler buna delâlet etmektedir.

Suyuti, İmam Ahmed, İbn Hibban ve Beyhaki'nin Sa'd bin Ebi Vakkas'tan rivayet ettikleri «Zikrin hayırlısı gizli olanıdır. Rızkın veya maişetin hayırlısı da kâfi gelenidir» tarzındaki hadis sahihtir. Bu hadis «insan riyadan korktuğu, gururdan çekindiği bir yerde olduğunda böyle yapsın» anlamındadır. Sahih bir şe­kilde Hz. Peygamber'in «Dua ve mev'izeleri açıkça söyle!» dediği sabittir. Fakat birçok kimse duanın gizlice yapılmasının daha ef-dal olduğunu söylemiştir. Şafiüere göre cehrin (yani sesliliğin) hududu, başkasına sesini işittirecek şekilde söylemektir. Gizlili­ğin haddi de sesini nefsine işittirecek Ölçüdedir. Hanefilere göre seslinin en azı nefsine işittirmek, gizlinin son haddi de harfleri tashih edecek şekilde söylemektir.

(8) «Allah kendisinden başka ilâh olmayan...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu, tevhidi pekiştiren ayetlerden birisidir. Daha Önceki ayet­lerde geçen kemâl sıfatlarının açıklanması için getirilmiştir ve ayet «bu sıfatların sahibi hak olan mabuddur» demek istemekte­dir.

«En güzel isimler onundur» cümlesi de onun için yaratıcı ol­duğu, bahsi geçen sıfatlara niçin sahip bulunduğu hakikatini tes-bit ve tavzih etmek için getirilmiştir.

«Esma» kelimesi ismin çoğuludur. «En güzel isimler»â.en maksat en güzel sıfatlardır. Çünkü isim, sıfat mânâsına gelebi­lir. Nitekim «Allah'a ortaklar kıldılar. De ki: Onları isimlendirin» ayetinde olduğu gibi «isim», «sıfat» anlamındadır. Ayetteki «et-Husna» kelimesi «eLAhsemAn te'nisidir. Yani ism-i tafdildir. Bu kelimenin «eLEsma»ya, ek olarak getirilmesi işaret eder ki haki­kat taaddüd etmez. Yani Cenab-i Hakk'ın sıfatlan her ne kadar çok ise de «zat» birdir. O sıfatlar zatla muttehiddirler (birleşmiş­lerdir). Ne aynısı ne de gaynsıdırlar.

En güzel sıfatların Allah'ın olması, Cenab-i Hakk'ın her var­lık üzerindeki üstünlüğünden ve azametinden ileri gelir.

(9) «(Ey Muhammedi) Musa'nın .haberi...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet Hz. Peygamber'e bir tesellidir. Yani «Ey Muham­medi Biz sana Kur'an'ı sıkıntıya düşesin diye göndermedik» aye­ti gibidir. Ancak birinci ayet, kavminin Rasûl-ü Ekrem hakkında söylediklerinin reddi için, bu ayet ise Hz. Peygamber'e, başına gelen olaylardan dolayı, bunlarla daha önceki peygamberlerin de karşılaştığım "belirterek teselli vermek üzere inmiştir. Neticenin o peygamberlerin lehinde tecelli ettiğini ve onlara karşı gelenle­rin helak olduklarını belirtmek noktasında bu bir tesellidir.

Bazıları, «Bu ayet; Hz. Musa'nın peygamberlik yükünün ağır­lığını taşımak ve peygamberliğin hükümlerini tebliğde karşılaş­tığı felâketlere göğüs germek hususunda gösterdiği  gayreti belir­terek Hz. Peygamberdi teşvik etmektedir» demiştir.

Eğer ikinci ve üçüncü ayetlerin mânâsı, «Biz bu Kur'an'ı sa­na indirdik ki sen tebliğin zorluklarını yüklenesin, düşmanların sözlerine göğüs geresin, onlarla savaşasın, gelen öteki meşakkat­lere hazırlıklı olasın, peygamberliğin ağırlıklarını yüklenesin. İş­te biz bu zor ve yorucu olanı, ancak sana Öğüt olsun diye indir­dik» mânâsına alınırsa, Allah önce peygamberine hitap ediyor, sonra da onu bu ayetle teselli etmekte olduğu belirtiliyor demek­tir. O zaman, bu ayetin başındaki «vav» harfi kıssayı kıssa üze­rine atfetmek içindir.

Ayetin başındaki istifham takriridir. Yani «sana gelmişHr» demektir. Bazıları «istifham inkârıdır, mânâsı olumsuzluktur» demişlerdir. Yani «Bu sureden önce sana Musa'nın haberini söy­lemedik. İşte bunu şu anda sana bildiriyoruz» anlamındadır. Fa­kat bunların arasında en güzel yorum birincisidir, yani istifhamın takriri olmasıdır.

Ayetin metnindeki «Hadis» kelimesi, ister az ister çok olsun, «haber» demektir.

Rağıb el-İsfehanî; «Hadîs, insana tebliğ edilen her kelâma denir. İster kulak yoluyla olsun, ister vahy ve ye % za halinde ve. ya uykuda olsun» demiştir.

(10) «Hani o bir ateş görmüştü de...»Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet Hz. Musa'nın kıssasının tafsilâtıdır. Ayetin başında­ki «is» edatı mukadder bir fiilin mef'ulüdür. Yani «hatırlat o za­manı» anlamındadır. Rivayete göre Hz. Musa, kayınpederi Hz. Şuayb'den ^ledyen'den çıkıp, annesi ve kardeşi Harun'u ziyaret etmek maksadıyla Mısır'a gitmek için izin ister. Zira başından geçen olayın müruru zamana uğradığını ve artık unutulduğunumuyordu. Hz. Şuayb ona izin verir. Hz. Musa gayretli bir zattı. Ailesini de beraberine aldı. Fakat kıskançlığından dolayı herhan­gi bir kervana katılmayarak tek başına yola çıktı. Bazılarına göre hanımını kimse görmesin diye geceleri kervana katılmakta, gün­düzleri onlardan ayrılmaktaydı. Hanımı bir merkebin sirtmday-dı. Merkeb aynı zamanda çuval ve ev eşyalarıyla yüklüydü. Hz. Musa'nın yanında koyunlar da vardı. Hz. Musa, Şam haydutları­nın saldırısından korktuğu için normal yolun dışında bir güzer­gâh takip etti. Tuva Vadisi'ne geldiğinde, vadinin Tur Dağı'na gö­re batı tarafında olduğu halde, karanlık ve soğuk, karlı bir gecede bir oğlu dünyaya geldi. Cuma gecesiydi. Hz. Musa yolu şaşırmış, koyunları da sağa sola dağılmıştı. Yanında ne su ne de su kabı vardı. Çakmağını yalanca, yolun solunda Tur Dağı tarafında bir ateş gördü. Ailesine: «Burada durun. Bir ateş gördüm. Umulur ki size bir kor getiririm veya ateşin yanında yol gösteren bîrini bu­lurum» dedi.

Burada emrin çoğuı olarak kullanılması ya tazim içindir, ki bu takdirde hanımını bir grup mesabesinde kabul ederek kendi­lerine bu şekilde hitap etmiştir veya hanımını, yeni doğan çocu­ğunu ve hizmetçisini dikkate alarak böyle   konuşmuştur.

Ayetin sonunda gelen «Huden» kelimesi ya hadi (yol göste­rici) mânâsındadır; yani mastardır, ism-i fail mânâsım almıştır; veya «hidayet sahibi bir kimseyi görürüm» demektir.

Zeccac'a göre burada «Huden» kelimesinden «bana su yolu­nu gösterecek birisini bulurum» mânâsı kastedilmektedir. Çünkü Hz. Musa asıl yolu değil suya giden yolu kaybetmişti.

Mücahid ve Katade, «Huden» kelimesinden maksadın, beni dinin aslına iletecek birisini bulurum demek olduğunu söylemiş­lerdir. Çünkü Hz. Musa gibi büyük insanların fikirleri her an dinî meselelerle meşguldür. Bunu onların kalbinden hiçbir meşga­le söküp atamaz.

Fakat bu tefsir uzak bir ihtimaldir. Çünkü ayetin şevki, çoluk-çocuğunu teselli etmek maksadına yöneliktir. Bununla beraber Kasas Suresi'ndeki «huden» kelimesiyle kastedilenin, yol gösteri, ci/suya götürücü bir kimse olduğu açıkça belirtilmiştir.

(11-12) «Oraya vardığında kendisine...» Bu Ayetlerin Tefsiri

İmam Ahmed, Abd bin Humeyd, İbn'ul-Munzir ve İbn Ebi -Hatim, Vehb bin Münebbih'ten şöyle rivayet ediyorlar:

«Hz. Musa ateşi gördüğü zaman azıcık yürüdü, onun yakı­nında durdu. Baktı ki, yemyeşil ve el-Alik denilen ağacın yaprak­larından büyük bir ateş yanmaktadır. Gittikçe yükselmekte ve alevlenmektedir. Ağaç da gittikçe yeşillenmekte ve güzelleşmek­tedir. Hz. Musa, durarak bu manzarayı seyretti. Ne yapacağını bil­miyordu. Ancak ağacın yanmakta olduğunu zannetti. Ve böylece elindeki bir tutam odunu tutuşsun diye ateşe uzattı. Elindekiler yandı. Hz. Musa ateşin kaynağının ağacın çok yaş olması, ağaçta çok su bulunması, yaprakların çokluğu ve ağaç gövdesinin büyük­lüğünden ileri geldiği kanaatindeydi. O ağaç tamamen yanarak kor haline gelinceye kadar bekledi. Böylece oradan kor alarak ailesine götürecekti. Uzun bir zaman geçtikten sonra, Hz. Musa, elindeki bir tutamla ağaca yaklaştı, alevlerinden bir şeyler almak istedi. Bu­nu yapınca ateş kendisine doğru geldi. Sanki ateş onu yakalamak istiyordu. Hz. Musa bunun üzerine geri çekildi ve korktu. Sonra geri dönerek ateşin etrafında gezmeye başladı. Ateşe her yönel­diği zaman ateş de kendisine yöneliyordu. Sonra ateşin sönmesi yaklaştı. O zaman Hz. Musa'nın hayreti daha da arttı. Onun du­rumunu düşünmeye başladı. «Bu serkeş bir ateştir. Ondan kor

alınmaz» diye düşündü. Fakat bu ateş yakmadığı bir ağacın için­de yanmaktaydı. Ağacın büyüklüğüne rağmen ateşin sönmesi bir göz açıp kapayıncaya kadar tamamlanmıştı. Bunu gören Hz. Mu­sa «Bunun bir durumu vardım dedi ve sonra şu neticeye vardı: Bu ateş emredilmiş bir ateştir. Veya Allah'ın bir sun'idir ki kim ona emretmiştir, neyle em r olunmuş tur, kim onu yapmıştır, niçin yapmıştır bilinmez'. Böyle şaşkın şaşkın bakıyor,   orada   kalmak veya dönmek hususunda karar veremiyordu. Bu durumdayken ağacın dallarına bir göz attı. Ağacın dallarının yemyeşil, hatta da­ha da fazla yeşillenmiş ve göklere doğru yükselmekte olduğunu gördü. Onlara baktı. Karanlıkları sarmakta   olduklarını   gördü. Sonra o yeşillik nurlandı, sarardı, beyazlandı. Böylece gök ile yer arasında yükselen bir nur direği haline geldi. Güneşin ışınları gi­bi ışınlan vardı. Neredeyse gözleri ona bakamaz haldeydi. Hz. Musa ona her  baktığında gözlerini kapamak zorunda   kalıyordu. Bu anda Hz. Musa'nın korku ve üzüntüsü şiddetlendi. Elini göz­lerinin üzerine koyup yere yapıştı. İşte o zaman hiç kimsenin o ana kadar dinlemediği bir şeyi duydu. Musa üzüntü ve korkunun şiddetiyle sarsıldığı zaman Allah'ın beyan ettiği vahy olayı mey­dana geliverdi.»

Rivayete göre Hz. Musa o ateşe yaklaştıkça ateş ondan uzak­laşıyor, sırtım çevirerek dönmek istedikçe de arkasından geliyor­du. Bunun Allah'ın harikulade emirlerinin birisi olduğunu kesin­likle bildi. Ve şaşkın bir vaziyette kalakaldı. Gökten meleklerin teş­bihlerini işitti. Onun üzerine sekine (sükûnet) indi ve olan oldu.

Said bin Cübeyr'e göre bu, ateşin ta kendisidir. Zira Allah'ın perdelerinden biri de ateştir. O bu yorumunu desteklemek ba­bından Ebu Musa el-Eş'ari'den rivayet edilen şu hadisi ileri sür-müştür: «Allah'ın perdesi ateştir. Eğer o perde açılacak olursa, yüzündeki kıvılcımlar gözün görebildiği kadar mahlûku yakar.» Bunu Begavi zikretmiştir. Hazin ise tefsirinde «Bu hadisi Müs­lim rivayet etmiştir» diyor.

Ayetin zahiri delâlet eder ki Hz. Musa'nın oraya varması ile vahyin gelmesi arasında herhangi bir zaman aralığı yoktur. «Ate­şin yanına varmakla vahyin gelişi arasına zaman girmiştim şek­lindeki haberleri de Mutezile uleması reddetmiştir.

Fakat bu kadarcık zamanın böyle bir hadisede ateşe var­makla vahyin gelmesi arasına girmesi hiçbir zarar vermez.

Bazılarına göre, bu ayetteki meçhul fiilin naibi faili ayetteki «Ya Musa»dır. Yani, «çağırıldı; Ey Musa! Şüphesiz ki ben senin Rabbinim.»

Bazı kıraat alimleri «inni» kelimesini «ennin şeklinde oku­muşlardır. O zaman harf-i cer takdir edilir ve naibi fail olur. Ya­ni «bilmiş ol ki ben, evet ben senin Rabbinim,»

Ayetteki «mutekellim» zamiri konuşanın kesinlikle Allah ol­duğunu, şeytan olmadığını tahkik içindir. İkinci bir görüşe gö­re, Hz. Musa çağıranın Allah olduğunu, gördüğü harikulade man­zaradan anladı. Üçüncü bir görüşe göre, çağırıldıktan sonra ken­disinde oluşan durumdan bunu anladı.

Diğer bir rivayete göre Musa, «Ey Musa!» diye çağırıldığın­da «kim. konuşuyor?» diye sordu. Cenab-ı Hak «Ben senin Rabbi­nim» dedi. Bu arada İblis, Musa'ya «Belki sen şeytanın sözünü dinliyorsun» şeklinde vesvese verdi. Fakat Hz. Musa der ki: «Ben konuşanın Allah olduğunu biliyordum. Çünkü ben o konuşmayı bütün yönlerden işitiyordum, bütün azalarımla duyuyordum» de­di..

Burada iki yerde harikulade durum vardır:

1- Hz. Musa konuşmayı her taraftan dinlemıiştir.

2- Bütün azalarıyla duymuştur.

Bazıları «Burada bir tek harikulade durum vardır. O da bü­tün azalarıyla konuşmayı dinlemesidir. Zaten her taraftan konuş­mayı dinlemekten maksat da budur» demişlerdir.

Durum ne olursa olsun, bu tarzda neticeyi elde etmek için delil getirmek sahihtir. Ancak bu rivayetin şahinliği açık değildir. Güvenilir bir senedi mevcud değildir. Şeytanın o anda hazır bu­lunması, o mukaddes vadide ve Allah'ın huzurunda Hz. Musa'ya vesvese vermesi çok uzak bir ihtimaldir.

îmam Ahmed'in Vehb'den rivayet ettiği bir hadise göre o sı­kıntılı gecede ağaçtan Hz. Musa'ya «Ey Musa!» diye seslenildi. Hz. Musa seslenenin kim olduğunu bilmediği halde süratle bir­kaç defa «Buyur, buyur. Senin sesini işitiyorum, seni de hissedi­yorum. Fakat senin mekânını bilmiyorum. Sen neredesin?» dedi. Çağıran; «Ben senin üzerinde, seninle beraber, senin önünde, se­nin arkanda ve sana senden daha yakınım» dedi. Hz .Musa bu sözleri dinledikten sonra bunların ancak Rabbine ait sözler olduğu­nu anladı ve çağıranın kesinlikle Allah olduğunu bildi. Hz. Musa dedi ki: «Ey Rabbim! Buyurduğun zaman ben senin kelâmını mı yoksa elçin Cebrail'in kelâmını mı işitiyorum?» Cenab-ı Hak: «Seninle konuşan benim» dedi. Bu rivayet açıkça Hz. Musa'nın vasıtasız olarak lâfzı kelâmı Allah'tan işittiğine delâlet eder ve bundan dolayı da ona «el-Kelim» ismi verilmiştir. Bu görüş ehl-i sünnetten bir grubun desteklediği bir görüştür ve bu gruba göre o kelâm kadimdir.

İmam Eş'arİ'ye göre Cenab-ı Hak, Hz. Musa'ya nefsi kelâmını işittirdi. O kelâm ne harftir, ne sestir ve onu bilmek akıl için mümkün değildir. [3]

 

Hz. Musa'nın Nalınları

 

Bazılarına göre ise Hz. Musa bu kelâmı ruhanî bir şekilde telakki etti. Nitekim melekler de Allah'ın kelâmını ruhanî bir şekilde telâkki ederler. Oysa onlarda kulak denilen bir aza da mevcut değildir. Sonra ruh akıl kuvveti vasıtasıyla nefsi kuvvet­ler üzerine o kelâmı döktü ve Özel lâfızlar suretiyle hissi' 1-müşte-rek denilen yerde onu resimlendirdi. Tasavvuru çok kuvvetli ol­duğundan dolayı sanki Hz. Musa O'nu hariçten dinliyormuş gibi bir durum meydana geldi. Bu tıpkı uyuyan bir insanın kendisiyle konuşulduğunu ve kendisinin konuştuğunu görmesi gibidir. Eğer durum bu ise şeytanın buna vakıf olması zekâsından ileri gelmek­tedir. O, Hz. Musa'yı kulak vermiş ve düşünür bir vaziyette gö­rünce ona vesvese vermiştir. Cenab-ı Hak mukaddes vadi olan Tuva'da bulunan Hz. Musa'ya    «Nalınlarını çıkar»    dedi. Çünkü Caferi Sadık'tan gelen bir rivayete göre bu   nalınlar    ölmüş bir merkebin tabaklanmamış derisinden edinilmişti. İkrime, Katade, Süddi, Mukatil, Dahhak ve Kelbî de bu görüşe katılmışlardır. N&-Unların merkep derisinden olduğu hususu garip bir hadiste de rivayet edilmiştir. Tirmizi o hadisi şöyle nakletmiştir. «Musa ile Rabbinin  konuştuğu günde Hz. Musa'nın üstünde yün bir aba, yün bir cübbe, başında yünden bir kalpak, ayağında yünden bir pijama vardı. İki adet nalını da merkep derisindendi.»

Hasan Basri, Mücahid, Said bin Cübeyr ve İbn Cüreyc'den gelen rivayete göre o papuçlar kesilmiş bir sığır derisinden ya­pılmıştı. Fakat Cenab-ı Hak, Musa'ya o papuçlan çıkarmasını em-retti ki yalın ayaklarıyla yere bassın ve o mukaddes vadinin be-reketi ona isabet etsin.

El-EsamnVm dediğine bakılırsa ayakkabıları çıkarmak ve ya­lın ayak olmak tevazuya daha yakın, edeb güzelliğine de daha uy­gundur. Bunun için selefi salihin Kabe'yi daima yalınayak ta­vaf ederlerdi. Fakat el-Esamm'ın bu   görüşü   «namazı nalınlarla kılmak daha üstündür» görüşüyle reddedilmektedir. Muhtemelen el-Esamm bu rivayeti işitmemiştir veya buna bazı cevaplar ver­miştir.

Ebu Müslim, «Nalınlarının çıkarılması emredildi, çünkü Al­lah onu korkudan emin kılmış, onu tertemiz yerde durdurmuştu. Hz. Musa da o nalınları ayaklarına necaset bulaşmasın diye ve haşerattan korktuğu için giymişti» diyor.

Bazıları «Nalınları çıkara emrinin mânâsı «kalbini ehlinden, malından boşalt demektir» dediler. Bazıları da «Kalbini dünya ve Ahiret'ten boşalt demektir» demişlerdir. Fakat bütün bu yorum­lar uzak yorumlardır. Ama ayet, işareten bunlara temas etmiş ola­bilir.

«Şüphesiz ki sen mukaddes vadi olan Tuva'dasın» cümlesi nalınların çıkarılmasının nedenidir. İfade bunun o bölgenin şe­ref ve kudsiyetinden ileri geldiğini beyan etmektedir. Rivayete göre Hz. Musa nalınlarını çıkarıp vadinin dışına atmıştır.

Ayetin sonundaki «Tuva» (Tuvan, Tiyvan ve Tiyva şeklinde de okunmuştur) kelimesi o vadinin ismidir. Böylece o vadinin bir nevi tefsiri olmaktadır. Bazı kimseler «Bu kelime geceden bir saat mânâsını ifade ediyor» demişlerdir. Yani gecenin bir saatin­de sen mukaddes vadidesin. O saat ise Allah'ın Musa'yı çağırmış olduğu saattir. Bu görüşe göre bu kelime «mukaddes» kelimesi­nin mefulü olur. Kirmanı, «Bu, esasında Arapça bir kelime değil­dir. Arapçalaştırılmıştır. Mânâsı «gece» demektir» diyor. Bazıla­rı da «Bu kelime İbranice «kişim demektir» demişlerdir. Yani «Ey Musa! Nalınlarını çıkar. Kesinlikle sen mukaddes vadide bulunu­yorsun.»

İbn Seyyid bu kelimenin «Yılan derisinden katlanan» mânâ­sını ifade ettiğini söylüyor.   Bazıları   «Tuvan, iki defa mânâsım ifade ediyor» demişlerdir. Yani Hz. Musa «Sen iki defa mukaddes vadidesin. Nalınlarını çıkar» diye çağırılmıştır. Fakat bu kelime­nin o mukaddes vadinin ismi olması en belirgin ve en açık tefsir­dir. Müfessirlerin çoğu da bunu kabul etmiştir. [4]

 

Meal

 

13- Ben seni  (peygamber olarak)  seçtim. Şimdi vahyedile-ne kulak ver.

14- Muhakkak ki ben   (evet ben)   Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. O halde bana kulluk et. Beni anmak için namaz kıl.

15- Kuşkusuz  ki  Kıyamet gelecektir.  Herkes peşinde   koş­tuğu şeyin karşılığını bulsun diye neredeyse onu gizleyeceğim.

16- Ona inanmayan  ve   (nefsinin)   arzusuna   uyan  kimse, seni ondan  (hasra inanmaktan)  sakın alıkoymasın!

17- Sağ elindeki nedir ey Musa?

18- (Musa): «O benim âsamdır. Ona dayanırım ve onunla davarlarıma   (ağaçlardan)   yaprak  silkerim.  Benim   onda   başka ihtiyaçlarım  da vardır»  dedi.

19- (Allah):  «At onu ey Musa!»  dedi.

20- (Musa) onu atınca âsa (yerde) hızla sürünen bir yılan oluverdi.

21- (Allah): «Onu al! Korkma! Biz onu ilk haline sokaca­ğız» dedi.

22- «Bir de elini koltuğunun altına sok ki bir başka mu­cize olmak üzere o kusursuz ve lekesiz bir beyazlıkta çıksın!»

23- «Ki sana en büyük alâmetlerimizden birini gösterelim».

24- «Firavun'a git. Çünkü o çok azdı».

25 - (Musa): «Ey Rabbim!» dedi: «Göğsüme genişlik ver»,

26- «İşimi bana kolaylaştır»,

27- «Dilimin düğümünü çöz»,

28- «Ki sözümü anlasınlar»,

29- «Bana ailemden bir vezir kıl»,

30- «Kardeşim Harun'u»

31- «Onunla arkamı kuvvetlendir»,

32- «Ve onu işime ortak kıl ki»,

33- «Seni çokça teşbih edelim»,

34- «Ve seni bol bol analım»,

35- «Kuşkusuz sen bizi görmektesin».

36- (Allah):  «Ey Musa!  İstediğin sana verildi» dedi.

37- «Andolsun ki sana bir defa daha lütufta bulunmuştuk. [5]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(13) «Ben seni (peygamber olarak)...» Bu Ayetin Tefsiri

Cenab-ı Hak burada Musa kuluna «Seni insanların veya kav­minin içinden peygamberlik için seçtim. O halde vahyedilene ku­lak ver» buyurmuştur.

Ebu'1-Fadİ el-Cevheri der ki: «Vahyedilene kulak ver» sözü geldiğinde Hz. Musa bir taşın üzerinde durdu. Sırtını bir taşa dayadı. Sağ elini sol elinin üzerine koydu. Çenesini göğsüne da­yadı ve bütün varlığıyla kulak kabartıp dinledi.

(14) «Muhakkak ki ben (evet ben)...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet vahyolunan şeyleri belirtiyor. Cenab-ı Hak, «Benden başka mabud yoktum, «Bana kulluk et,» «Beni anmak için na­maz kil» diyor ve devam ediyor. «Bana kulluk et» emrinden mak­sat, «bana karşı çok tevazu göster ve itaat et, sana yüklediğim bü­tün vazifelerde bu titizliği göster» demektir. Bazıları «Kulluk et» emrinden maksat burada tevhiddir. Yani «beni birle» demektir. Nitekim «Ben cin ve insanları ancak bana kulluk yapsınlar diye yarattım» ayetinde de «Beni birlesinler» mânâsı kastedilmiştir. Fakat «Kulluk et» ibaresinin birinci mânâsı daha uygundur. [6]

 

Burada İman Namaz  Demektir

 

«Kulluk et» ibaresine namaz kılmak da dahil olmakla bera­ber Cenab-ı Hak «Namaz kıl» emrini ikinci kez söylemektedir. Bu, namazın diğer ibadetlerden üstün olduğuna işarettir. Çünkü namazda mabudun anılması, kalbi ve dili onun zikriyle meşgul etmek bahis konusudur. Cenab-ı Hak namaza şu ayette «iman» ismini vermiştir: «Allah sizin imanınızı zayi edici değildir»; yani namazınızı. Bundan dolayı alimler tembellik sebebiyle namazı terkedenin dinden çıkıp-çıkmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir.

«Benim zikrim için»; yani namazı, namaz içinde beni zikre-desin diye kıl. Çünkü namazın içinde Allah'ın çeşitli zikirleri var­dır (Bu yorum Mücahid'den rivayet edilmiştir).

Bazıları da «Beni zikredici olasın. İhlasli kimselerin beni kalplerinden uzaklaştırmadığı gibi işleyesin. Himmetlerini, fikir­lerini bana bağladıkları gibi, sen .de bunu yapabilesin diye nama­zı kıl» şeklinde yorumlamışlardır. Bu yorum ile Mücahid'den ge­lenin arasındaki fark, birinci yoruma göre namazı kılmaktan maksadın «tadiî-i erkânla kıl» demek olmasıdır. İkinci yoruma göre ise «devam et» demektir. Birinci yorumda namaz zikrin me­kânı, nedeni olmuştur. İkincisinde ise namazın devamı zikrin de­vamına neden gösterilmiştir. Sanki şöyle denilmek isteniyor: Na­maza devam et ki onun vasıtasıyla fikrini, himmetini zikre haş-redesin. Nitekim Cenab-ı Hak «Sabır ve namazla yardım talebin­de bulunun» buyurmaktadır.

Bazı müfessirler; «Zikrim için namazı kıl cümlesinden maksat, namazın katıksız benim için olsun. Onda riya olmasın. Başkasının zikri onun içinde bulunmasın demektir» demişlerdir.

Bazılarına göre,   ibare şöyle   anlaşılmalıdır:    Zikrimi   halis-. leştirmek ve lütfuma nail olmak için olsun. Namazda başka hedef kastedilmesin. Tıpkı «Rabbin için namaz kıl» ayetinde olduğu gi­bi. Veya «Seni övmek suretiyle hatırlayayım diye namazı kıl.»

Bazıları burada zikri, «unuttuktan sonra namazı hatırlamak» mânâsına almışlardır. Bu yorum Ebu Cafer'den de rivayet edil­miştir. Yani «Lizikri» kelimesinin başındaki ulam» harfi ya vakit namazının bildiren veya neden anlamına gelen harftir. O zaman ayetten maksat, «namazı hatırladığın zaman kıl» veya «namazı, hatırlaman için kıl» demektir. Ayetin esası «Benim namazımı ha­tırladığın zaman namazı kıl» veya «namazın hatırlanması Allah'ı zikretmenin hatırlanmasına sebep olduğundan dolayı Cenab-ı Hak böyle demiştir». Veya «zikri» kelimesinin sonundaki Allah'a ait olan zamir namaz yerine geçmiştir. Çünkü namaz şerefli bir iba­dettir. Yani «Namazı hatırladığın zaman namaz kıl» demek olur. Veya benden hasıl olan hatırlamadan Ötürü namazı kıl. [7]

 

Kılınmayan Namaz Kaza Edilir

 

Sahihi Buhari'de Ebu Hureyre tarikiyle gelen bir hadise gö­re, Rasûl-ü Ekrem sabah namazında uyanmadı. Onu kaza ettiğin­de; «Kim bir namazı, unutursa onu hatırladığı zaman kaza etsin. Çünkü Cenab-ı Hak «Benim zikrim için namaz kıl» buyurmuş­tur» dedi. Bu yorumu yapan kişi, eğer ayeti bu şekilde yorumla-mazsa o vakit nedenin sahih olmayacağını sanmaktadır. Fakat bu, yerinde olmayan bir zandır. Çünkü neden sahihtir ve zikir de bi­rinci yorumdaki tefsire hamledilmektedir. Hz. Peygamber bura­da; «Kişi namazı hatırladığı zaman, ondan namazın niçin gerekli olduğunu hatırlamaya geçer. Bu da Allah'ın zikridir. Ve bu, onu namazı ikame etmeye sürükler» buyurmuştur.

(15) «Kuşkusuz Kıyamet gelecektir...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani hesap ve ceza zamanı olan Kıyamet kesinlikle meydana gelecektir. O halde ey kulum, Allah'ın ibadetinden ve namazdan hayrı işle! [8]

 

Kıyametin Kopması Herhangi Bir Kimseye Bildirildi Mi?

 

Bu cümle daha önce geçen emrin nedenini teşkil etmektedir. Ahfeş'e göre bu ayetin ikinci cümlesinin mânâsı; «onu gizlemeyi irade ediyorum» demektir. Vahidi ve tefsir alimlerini^ çoğuna göre, «neredeyse onu kendi nefsimden gizleyecektim» demektir. Bu, Said bin Cübeyr, Mücahid ve Katade'nin yorumudur. El-Mu-berred bu ayetin ikinci cümlesinin Arapların hitap etme âdeti üzerine geldiğini söylemiştir. Araplar bir şeyi gizlemek istedikle­rinde «onu nefsimden dahi gizledim» derler. Yani hiç kimseyi ona muttali kılmadım demek isterler. Ayetin mânâsı; «Cenab-ı Hak Kıyamel'i gizlemekte çok titiz davranıyor» demektir. Kur'an'ın ilk muhatapları olan Arapların en beliğ tanıdığı bir tarzda onu zikretmiştir. Kıyamet'in gizlenmesinde korku ve dehşet vardır. Ölüm vaktini gizlemede de durum böyledir ki insan daima ha­zırlıklı olsun. Korku daima önde gelsin.

Said bin Cübeyr'den şöyle rivayet edilmiştir: «O gizlemek mânâsım ifade eden -«Uhfiha» fiilini, açıklamak mânâsını ifade eden «Ahfaha» tarzında okumuştur». Ayetin hulâsası «Kıyamet'i gizlemekte mübalâğa etmeye yaklaştım. Onu tafsilen bildirmedi­ğim gibi mücmelen de bildirmemeye yaklaştım» demektir. Fakat burada yaklaşmak mecazdır. Nitekim Ebu Hayyan böyle demiş­tir.

«Ben onun muayyen vaktini gizlemeyi irade ediyorum» mâ­nâsını da ifade edebilir. Ahfeş, İbn'uLEnbari ve Ebu Müslim bu mâir. «Kâde» kelimesinin «imanâsına

İbn Abbas ve Cafer Sadık'tan gelen bir rivayete göre ayetin mânâsı «Nerede ise onu nefsimden gizlemeye yaklaştım» demek­tir ve Ubeyy'in mushafında bu böyle yazılıdır.

îbn Haleveyh, îbn Abbas'tan «Onu size nasıl açıklayayım?» ibaresini ekleyerek rivayet ediyor.

Bazı kıraatlarda «Onu sizler için nasıl belirteceğim?» fazla­lığı vardır. Abdullah'ın mushafında «Onu bir mahlûk nasıl bile-çektir?» şeklinde bir fazlalık vardır. Ve bu daha önce de söyle­diğimiz gibi Arapların adeti üzerine cari olmuştur. Onlardan biri bir şeyi çok gizli tuttuğu zaman «Onu nerdeyse nefsimden gizle­yecektim» der.

Hz. Peygamber'in meşhur hadisinde geçen «Allah'ın arşının gölgesinde gölgelenen yedi kişiden biri de o kişidir ki bir sadaka, yi verir, bunu öyle gizler ki onun solu sağından ne çıkmıştır bil-mez» sözü de bu mübalâğa mânâsına alınmaktadır. Bu ayeti mü­balâğa kabilinden saydığımızda «Allah'ın bir şeyi nefsinden giz­lemesi muhaldir» itirazı ortadan kalkar.

Bir grup «ayetin metnindeki «kade» fiilinin haberi mahzuf-tur» demiştir. Yani «o kadar yaklaştım ki onu getireyim». Bazı­ları da «Kade kelimesinin mânâda hiçbir dahli yoktur ve fazla­dır» demişlerdir. Ayetten maksat, «Kıyamet kesinlikle gelecektir ve Cenab-t Hak onun geliş vaktini kesinlikle gizlemiştir», demek­tir. Bu yorum İbn Cübeyr'den de rivayet edilmiştir. Fakat bu yo­rumu destekleyecek kuvvetli bir delil yoktur,

Kıyamet'in gelmesi, her nefsin   çalışmasının   karşılığını gör­sün diyedir veya Kıyamet'in gelmesini açıklamak her nefis çalışmasının karşılığım alsın diyedir. Veya Kıyamet vaktinin gizli tu-tıılmasının nedeni, her saat Kıyamet beklensin, insan isyandan sakınsın, taate var kuvvetiyle dalsın diyedir.

(16) «Ona inanmayan ve (nefsinin) arzusuna...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetteki hitap Hz. Musa'yadır. Bu hitabın Rasûl-ü Ek­rem'e olması ve ümmetin kastedilmesi şeklindeki iddia uzak bir iddiadır. Kıyamet'in kopmasına inanmayan bir kimse seni Kıya­met'in kopacağına inanmaktan, ona iman etmekten, omı gözet­mekten alıkoymasın.

Bazıları «Bu ayetteki iki,zamir Kıyamet'e değil namaza raci-dir» demiştir. Yani «seni namaz kılmaktan, namaza iman etme­yen bir kişi menetmesin» demek olur. Bazıları «birinci zamir na­maza, ikinci zamir de Kıyamet'e racidir» demişlerdir. Yani, seni namaz kılmaktan Kıyamet'e iman etmeyen bir kimse menetme­sin. Bazıları «İki zamir de lâ ilahe illallah kelimesine racidir» de­miştir. Yani seni lâ ilahe illallah demekten, buna inanmayan bir kimse menetmesin. Bazıları «Birinci zamir ibadete, ikincisi Kıyamet'e racidir» dedi. Seni ibadetten —ister namaz ister diğer iba­detler olsun— Kıyamet'e iman etmeyen bir kimse menetmesin, alıkoymasın. Bazıları «Daha önce zikredilen güzelliklerin hepsine iki zamir racidir» dediler. Yani önceki ayetlerde zikredilen güzel hasletlerden bu hasletlere iman etmemiş bir kimse seni iman et­mekten, onlara sahip olmaktan menetmesin. Sanki bu ayette Hz. Musa'ya «Din hususunda öyle ciddi ol ki KıyameVi yalanlayan, hasrı inkâr eden bir kimse senin üzerinde bulunduğun dinden se­ni menetmeye tamah göstermesin» denilmektedir. Bu ayet din­de ciddi ve azimkar olmayı teşvik etmektedir. Kâfirlere dinden onu caydırırım şeklinde tamahkârlık vermemenin gerekli olduğu­nu vurgulamaktadır.

Eğer nevasına tabi olmuş ve seni menetmeye kalkışan kişiye tâbi olursan helak olursun. Çünkü Kıyamet'ten ve Kıyamet'te in-sanz kurtaran ibadetleri elde temekten gafil olmak, kesinlikle he-lâkla sonuçlanır.

(17) «Sağ elindeki nedir ey...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetten itibaren Cenab-ı Hak, Musa'ya yüklediği vazifele­rin tafsilatına başlamaktadır. Önce Hz. Musa'nın nefsine mahsus durumları Cenab-ı Hak bize bildirdi. Şimdi de ona nelerin yük­lendiği, hangi vazifelerle tavzif edildiği, hangi ibadetlerle mükel­lef kılındığı gibi durumlarını belirtiyor.

Ayetin başındaki «ma» kelimesi istifham harfidir. Müpteda-dır. «Tülce» kelimesi de onun haberidir. Yani o sağ elinde duran veya sağ elinde tutmakta olduğun nedir?

(18) «(Musa): O benim âsamdır, O'na...» Bu Ayetin Tefsiri

Mukatil'den gelasj, rivayete göre Hz. Musa'nın asasının adı Neb'a'dır. Hz. Şuayb Hz. Musa'yı koyunlarına çoban olarak tut­tuğu zaman, onu peygamberlere ait asaların bulunduğu evden al­mıştı. Bu âsa esasında cennetten Hz. Adem'le beraber gelmişti. Hatta bazı rivayetlere göre cennetin «Tılsım» denilen ağaçlann-dandır.

Cenab-ı Hakk'ın sualine cevap olarak «Benim asaradır» de-mesi gerekirken «O benim âsamdır» şeklinde biraz daha uzun bir cevap vermesi Allah'la münacaata rağbet etmesinden, bundan lezzet almasından ileri gelmektedir, «Koyun sürüsünün başında bulunduğum zaman ona dayanırım, ve yürürken onu kendime da­yanak yaparım. Onunla ağacın yapraklarını silkelerim, koyunla­rım da o yaprakları yerler».

İmam Ahmed'den gelen bir rivayete göre Allah Musa'ya ses­lendikten ve Hz. Musa'nın katında seslenenin Allah olduğu sabit olduktan sonra Cenab-ı Hak Hz. Musa'ya «bana yaklaş!» dedi. Bunun üzerine Hz. Musa iki eliyle asayı düzeltti, sonra asaya da­yandı ve tam manâsıyla dikildi. O anda mafsalları titredi, birbir­lerinden ayrıldı, iki ayağı dolaştı, dili tutuldu, kalbi kırıldı. Onun hiçbir kemiği kalmadı ki diğer bir kemiğe yüklenmesin. O bir ölü mesabesine geldi. Sadece hayatın ruhu onda cereyan ediyor­du. Sonra sürüklenerek, korktuğu halde, o ses veren ağaca yakın bir şekilde sokuldu. Allah ona, «Ey Musa! Senin sağ elindeki ne­dir?» diye sordu. O da «Benim âsamdır. Ona dayanırım. Yaprak­ları silkeler, koyunlarıma yediririm» dedi.

Ayetin metnindeki «Mearib» kelimesi ihtiyaçlar demektir. Yani bu asada benim başka ihtiyaçlarım da vardır. Onunla o ih­tiyaçlarımı yerine getiririm. İmam Ahmed bu ihtiyaçların tayini hususunda Vehb'den şunu rivayet etmiştir:

«Umulur ki Allah'ın Musa'dan «O nedir?» diye sormasının nedeni; Hz. Musa, asanın birçok yararlarını saysın ve gözünde onu büyütsün, bütün bunlardan sonra da Cenab-ı Hak o en büyük mucizeyi ona göstersin diyedir. Cenab-ı Hakk'm ikinci kez Hz. Musa'ya seslenmesinin nedeni, Hz. Musa'nın bu sese daha fazla ünsiyet peydan etmesindendir. [9]

 

Âsa Taşımanın Hükmü

 

Bu ayet âsa taşımanın müstehab    olduğuna ve    hayvanlara yem vermede iktisadî davranmanın gerekliliğine delâlet eder. Yani Hz. Musa ağacı kökünden kesip hayvanlara vermiyordu. Onun sadece yapraklarını değnekle düşürüyordu ki bir daha yaprak versin ve başkası da onlardan yararlansın. Bu ayet aynı zamanda ağaç yetiştirmek ve yetişmiş olan ağaçları dikkat etmek, onları zayi etmemek keyfiyetine de işaret etmektedir.»

(19)- «(Allah): At onu ey Musa!..» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet mukadder bir suale cevap teşkil etmektedir. Sanki acaba bu karşılıklı konuşmadan sonra Cenab-i Hak ne dedi? Ayet, Cenab-i Hakk'm «Ey Musa. O asayı yere at» dediğini açıklıyor. Hz. Musa'nın asayı yere atması o asanın durumunu seyretmesi içindir. Burada üçüncü kez nida tekrarlanmıştır. Bu, asanın du­rumuna daha fazla ihtimam göstermek içindir. Bu sözün melek­lere değil de Allah'a ait olduğu apaçıktır.

(20)- «(Musa) onu atınca âsa...» Bu Ayetin Tefsiri

O yılan (ejderha) süratle yürür, bir yerden başka bir yere süratle intikal ederdi. Ayetteki «Hayye» kelimesi yılanların küçü­ğüne de büyüğüne de, erkeğine de dişisine de denmektedir. Hz. Hz. Musa, asasını yere attığında o bir ejderha kesildi. Nitekim başka bir ayette «Apaçık bir ejderha oldu» tabiri vardır. O ejder­hanın yılanların en küçüğü olan Cann'a benzetilmesinin nedeni cesurluk ve süratli hareket bakımındandır, cisim bakımından de­ğildir. Bazı rivayetlere göre Musa asayı yere attığında, asa sarım­sı bir yılana dönüştü. Asanın kalınlığında idi. Sonra şişti ve ka­lınlaştı. Bundan dolayı o, bazı ayetlerde Cann'a benzetilmiş ve başka bir ayette de «Su'ban» (ejderha) ismini almıştır.

(21) «(Allah): Onu al .'Korkma! Biz onu...» Bu Ayetin Tefsiri

Cenab-ı Hak, Musa'ya «O yılanı tut» dedi. İbn Abbas'tan ge­len rivayete göre asadan dönüştürülen yılan erkek yılandı. Ce-nab-ı Hak Musa'ya «Onu sağ elinle tut. Ondan korkma» dedi. Hz. Musa'nın korkusu umulur ki böyle manzaralarla karşılaşıldığı zaman tabii bir durum olarak beşerin korkması kabilindendir. Bu onun peygamberlik makamına ters düşmemektedir.

Bazıları «Musa, Cenab-ı Hak'tan vasıtasız olarak sadır olan o korkunç emri gördüğünde ve o emrin hakikatine de vakıf ol­madığı için bu korkuya kapıldı. Musa'nın mucizesi İbrahim'in mucizesine benzemez ki «İbrahim korkmadı. Musa korktu»  demek suretiyle Musa'nın makamı da düşürülmüş olsun» demektedirler.

Ayetin   metnindeki   «Sîret»   heyet, vaki olan hâl, durum de­mektir. Hz. Musa, Allah'ın   bu hitabı   geldikten   sonra güvendi, korkuyu attı. Öyle ki elini o ejderhanın ağzına koyuyor, iki çene­sini tutuyordu.  

(22) «Bir de elini koltuğunun altına sok...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetteki emrin muhatabı Hz. Musa'dır.

Ayetten maksat sağ elini gömleğinin altına, sol altına koy demektir.   O, leke olmaksızın,   çirkinlik   olmaksızın, bembeyaz çıkacaktır.

Ayetin metnindeki «Sûin» kelimesi her şeyin düşüğü, çirkini demektir ve alaca hastalığından kinayedir. Çünkü insan bu has­talıktan kaçar, kulaklar onu duymak istemezler. Eğer Cenab-ı Hak sadece «O, bembeyaz çıkacaktır» deseydi, uzak da olsa in­sanın aklına bu beyazlığın alaca hastalığından ileri geldiği vehmi gelebilirdi.

Bazıları «leke olmaksızın bembeyaz çıkmıştır» tabiri ile asli hilkatinden çıkıp çirkinleşmeden çıktığının kastedildiğini söyle­mişlerdir. Yani ayıpsız ve çirkinlik olmaksızın bembeyaz olarak çıkacaktır. Hz. Musa'nın eli güneşin parıltısı gibi ışıl ışıl çıktı. Göz kamaştırıyordu. Hz. Musa esmer renkli bir zattı. Bu da onun başka bir mucizesiydi.

(23) «Ki sana en büyük alâmetlerimizden...»Bu Ayetin Tefsiri                                                       

Yani tüm bunları sana en büyük ayet ve mucizelerimizden bazılarını göstermek için yapıyoruz.

(24) «Firavun'a git. Çünkü o...» Bu Ayetin Tefsiri                                                      

Evet, bahsi geçen bütün mukaddimelerden netice olarak şu çıkıyor: Gördüğün en büyük mucizelerimiz beraberinde olduğu halde Firavun'a git. Onu benim ibadetime davet et. Benim aza­bımdan korkut. Çünkü o tuğyan etmiştir. Yani gururda ve kibir­de hududu aşmıştır. Hatta en büyük iddiası olan Rabliğini ilân etmekten çekinmemiştir.

Vehb bin Münebbih şöyle anlatır: Cenab-ı Hak, Hzı Musa'ya «yaklaş» dedi. Musa durmadan yaklaştı. Tâ ki ağacın dalıyla sırtını bağladı; böylece istikrar buldu ve sarsıntı kendisinden gitti. Elini asaya koydu,   başını eğdi, boynunu büktü.   Sonra   Cenab-ı Hak ona verdiği nimetleri tarif ederek «Benim peygamberliğimle Firavun'a git» dedi. Sen benim gözümle ve kulağımla kaimsin. Çünkü benim nimetim ve yardımım senin yanındadır. Ben salta­natımdan sana bir zırh giydirmişim ki onun vasıtasıyla benim emrim ve kuvvetim tekâmül edecektir. Sen benim askerlerimden büyük bir askersin. Seni zayıf bir mahlûka gönderiyorum. Him­metimin karşısında aşırıya kaçtı. Azabımdan emin oldu. Dünya onu aldattı. Benim hakkımı inkâr edecek raddeye getirdi. Rubu-biyetimi inkâr etti. Benden başkasına kulluk yapmaya başladı ve beni tanımadığını iddia etti. İzzetim adına yemin ederim ki'ken­dimle mahlûkumun arasına koymuş olduğum mazeret ve hüccet olmasaydı ben bir Cebbar'ın   kahretmesiyle onu kahredecektim. Benim gazabımdan ötürü gökler ve yer, dağlar ve denizler gazaba gelir. Eğer göklere emredersem ona taş yağdırır, eğer yere em­redersem onu yutar. Denizlere emredersem   onu boğar.   Dağlara emredersem onu helak eder. Fakat o benim nezdimde hiçbir kıy­met taşımıyor. Benim gözümden düşmüştür. Hilmim onu da kap­samaktadır. Ben katımda olandan müstağniyim ve bu benim hak­kımdır. Çünkü benden başkası müstağni olamaz. Ona peygamber­liğini tebliğ et. Onu ibadete davet et. Onu benim azabımla uyar. Benim nikbetimden onu sakındır.   Ona benim   şiddetimden   kaç­masını söyle. Ona haber ver ki benim öfkemin önünde hiçbir şey ayakta kalamaz. Ona aranızda yumuşak bir söz söyle. Umulur ki o hatırlar veya korkar. Ona haber ver ki ben affetmekle mağfiret etmek hususunda, gazab etmek ve ceza tatbik etmekten daha sü­ratliyim. Ona giydirdiğim   dünya   elbiseleri   seni   korkutmasın. Çünkü onun perçemi benim ellerimdedir. O, ben olmadan gözü-nü açamaz. Hiçbir söz söyleyemez. Benim iznim olmadan hiçbir nefes alamaz. Rabbine itaat et. Şüphesiz ki Rabbin her şeyi yara­tandır.

(25-35) «(Musa): Ey Rabbim! dedi. Göğsüme...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Mezkur ayetler; asası kocaman bir yılana dönüştüğünde ken­disine «Ey Musa! Korkma» denilen, Hz. Musa'nın nasıl cevap ver­diği sorusunun karşılıklarıdır.

Zahiren de anlaşıldığı üzere bu ayetler, «Firavun'a git. Çün­kü o ozdı» ayeti ile ilişkilidir. Hz. Musa, kendisine yapılan bu gitme emri ile korkunç bir teklifle karşı karşıya kaldığını anla­mıştı. Bu ağır yükü ancak geniş bir sabra, sarsılmaz bir dirence sahip kimselerin taşıyabileceğine inandığından, Hz. Musa Rab-binden göğsünü genişletmesini, sabrını artırmasını, tebliği esna­sında karşısına çıkması muhtemel korkunç olaylara karşı direnç vermesini ve tüm bunların yanında görevini kolaylıkla yapmaya müyesser kılmasını istedi.

Göğsün şerhedilmesi, kişinin usanmayacak denli güçlü kılın­ması demektir. Hz. Musa Allah'a ne denli muhtaç olduğunu orta-ya koymak için bu istekte bulunmuş ve böylece benliğini ayaklar altına almıştı. Nitekim şair ne güzel demiştir:

«Düşmanlara metanetini göstermesi ne güzeldir,

Dostlar yanında; «acz» müstesna, kahramanlığın her çeşidi çirkindir.»

Ragıb el-İsfehanî, «Şerh»in asıl mânâsının yaymak demek ol­duğunu söyler. Göğsün şerhi, onun ilâhî bir nur ve sekine ile ge­nişletilmesi demektir.

Bazı müfessirlere göre, 25. ayetten 35. ayete kadarki bölüm, 12. ayetle başlayıp 24. ayetle biten bölüme bağlıdır.

Hz. Musa, marifetin esrarına, vahyin inceliklerine vakıf ol­mak ve ibadet ve tebliğini tam yapabilmek için göğsünün şerhe-dilmesini (açılmasını) istemiştir.

Ulema'ya göre, «sadr», kalp demektir. Çünkü idrak aracı olan kalptir. «Lî» kelimesi göğsün şerhedilmesinin yararının sadece Hz. Musa'ya ait olduğunu göstermektedir. [10]

 

Hz. Musa'nın Peltekliği

 

Hz. Musa, «Dilimin düğümünü çöz» demiştir. Çünkü rivayet edildiğine göre kendisi peltek idi. Müfessirler Hz. Musa'nın di­lindeki peltekliğin sebebi ve sonradan kalkıp kalkmadığı husu­sunda ihtilaf etmişlerdir.

Meşhur görüşe göre ayette «Lisan» ile kastedilen dildir. An­cak burada «Lisan»ın, dilde bulunan konuşma yeteneği ve kuvve­si olduğunu söyleyenler de olmuştur.

«Vezir» yardımcı demektir. Nitekim bu kelimenin ağır bir yükü kaldırmak anlamındaki «7i2ir»den türeme olduğu kuvvetle muhtemeldir. Vezirler de sultanın yükünü taşıdığı için bu lâkabı almışlardır. Bu kelimenin «Vezere»6.en türemiş olduğu kabul edi­lecek olursa sığmak anlamına gelir. Nitekim, sultan vezirin gö­rüşüne sığınır.

«Ezr» kelimesi kuvvet demektir. Ragib el-İsfehani'ye göre şiddetli kuvvet demektir.

İmam Halil ile Ebu Ubeyde'ye göre, «Ezr» burada «arka» anlamında kullanılmıştır. Hz. Musa bu sözleriyle şöyle demek is­temişti: «O vezirin yardımıyla kuvvetimin daha artacağım düşünüyorum. Onu bana peygamberlikte ortak kıl ki vazifemizi gere­ği gibi icra etmeyi başaralım.»

«Teşbih» ve «zikir» kelimeleri, kalben yapılan teşbih ve zikir anlamlarına gelmez. Çünkü böyle bir zikrin takviye ile çoğaltıl­ması sözkonusu değildir. Burada kastedilen nübüvvet görevi içe­risinde yapılacak işlerdir. Bu iki kişi tarafından ifa edildiğinde daha kuvvetli olur.

«Kesiren» lâfızları her iki ayette de hazfedilmiş bir masda-nn veya zamanın sıfatıdır. Yani;«Sem şanına uygun olmayan sıfat ve fiillerden tenzih ederiz. Firavun'un ve dalâlet içindeki zalim adamlarının kabul ettikleri şirkten seni uzak tutar, seni kemâ$ sıfatlar ile her zaman tavsif ederiz.»

(36) «(Allah): Ey Musa, dedi, İstediğin...» Bu Ayetin Tefsiri

«Sü'le» kelimesi burada istemek anlamında kullanılmıştır. Yani ey Musa, sana istediğin verilmiştir. [11]

 

Hz. Harun Nerede Peygamber Oldu?

 

Rivayetlerden anlaşıldığına göre, Hz. Harun orada olmama­sına rağmen, onun peygamberliği orada tahakkuk etmiştir. Nite­kim İbn Ebi Hatim'in rivayet ettiğine göre, İbn Abbas şöyle de­miştir: «Hz. Musa'nın peygamber olduğu yerde, Hz. Harun da oldu.»

(37) «Andolsun ki sana bir defa daha...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu cümle, bir öncekini takrir etmektedir. Çünkü kendisin­den istenümediği halde, Allah Teâlâ kendiliğinden o nimeti Hz, Musa'ya tam ve eksiksiz vermiştir.

Cümlenin başında kasem (yemin) harfinin getirilmesi Allah Teâlâ'mn bu işle tam bir şekilde ilgilendiğini belirtmeye matuf­tur.

«Merre» bir defa demektir. Uhra kelimesi ise Aher kelimesi­nin müennesidir.

Ebu Hayyan'a göre burada, bir nimetten başka bir nimetin verildiği anlatılmak istenmektedir. Yoksa burada «Ulâ»nın kar­şıtı olan «Uhra» kastedilmiş değildir. [12]

 

Meal

 

38- «Hani annene vahyedilecek şeyi şöyle vahyetmiştik:

39- Onu (Musa'yı) sandığa koy, sonra onu nehre at ki ne­hir onu kıyıya atsın da benim ve onun düşmanı olan biri onu alsın».   (Ey Musa!)  nezaretimde yetiştirilmen için sana kendim­den bir sevgi verdim.

40- Kızkardeşin: «Gidip ona bakacak birini size göstereyim mi?»   diyordu.   Böylece,   mutlu   olsun   ve   üzülmesin   diye   seni annene geri verdik. Sen birini öldürmüştün de yine seni endişe­den kurtarmış ve seni iyiden iyiye bir denemeden geçirmiştik. Bu yüzden Medyen halkı arasında yıllarca kaldın. Sonra sen ey Mu­sa; takdir edilen bir vakitte (peygamberlik makamına) geldin.

41- Seni kendim için seçtim.

42- Sen ve kardeşin ayetlerimi  (Firavun'a)  götürün. Beni anmakta gevşeklik göstermeyin.

43- Firavun'a gidin. Çünkü o iyiden iyiye azdı.

44- Onunla yumuşak   (tatlı)   bir dille konuşun. Belki aklı­nı başına alır veya korkar.

45- (Musa ve kardeşi):  «Ey Rabbimiz!  Doğrusu biz, onur bize saldırıp kötülük yapmasından veya iyice azmasından endi şe ediyoruz»   (dediler).

46- (Allah): «Korkmayın. Çünkü ben sizinle beraberim. îşi tir ve görürüm» dedi.

47 - «Haydi gidin ve ona deyin ki: Biz senin Rabbinin elçi­leriyiz, İsrailoğulları'nı bizimle birlikte gönder. Onlara eziyet et­me. Biz sana Rabbinden bir delil getirdik. Kurtuluş hidayete uyan­laradır.»

48- Kuşkusuz ki bize, azabın yalanlayan ve yüzçeviren kim­selerin üzerine olduğu vahyedilmiştir.

49- (Firavun): «Rabbiniz de kim ey Musa?» dedi.

50- (Musa):   «Rabbimiz  her şeye   (farklı  ve  güzel  olarak) yaratılışım veren, sonra da hidayete yöneltendir» dedi.

51- (Firavun): «Öyleyse önceki nesillerin hali ne olacaktır?» dedi. [13]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(38-39) «Annene vahyedilecek olanı şöyle...» Bu Ayetlerin Tefsiri

«İz» edatı, burada ya mukadder bir «Uzkur» fiilinin ya da bir önceki ayette geçen «Menenna» fiilinin zarfıdır.

Cumhura göre buradaki vahiyden maksat ilhamdır. Tıpkı «Rabbin "balansına vahyetti» ayetinde olduğu gibi.

Bazıları bu görüşe itiraz ederek, Kasas Suresi'ndeki 7. ayet dolayısıyla, böyle bir sözün ilham olamayacağım iddia etmişler­dir. Ancak bu itiraz yerinde görülmemiş ve «ilhamın azı olduğu­na göre çoğu da vardır» denilmiştir. Nitekim Abdulmuttalib'e; «Torununa (Hz. Peygamber'e (s.a) ) niçin Muhammed ismini ver­din? Oysa ataların arasında böyle bir isim kullanılmamıştır» de­nildiğinde o şu cevabı vermiştir: «Umarım ki o yerde de, gökte de övülecektir». Dolayısıyla mukaddes ve temiz nefislere bu tür şey­lerin ilham edilmesi uzak bir ihtimal değildir.

«Onu tabuta at» ifadesi, «Onu sandığa koy» anlamındadır. «Onu nehre at» ifadesi ise hakikî anlamda «nehre bırak» demek­tir.

«Nehir onu sahile atsın» şeklinde emir bildiren bu ifade ashnda haber anlamındadır. Mübalâğa nedeniyle emir şeklinde gel­miştir. Buradaki tüm zamirler Hz. Musa'ya gider.

Aynı şekilde «Aduv» kelimesinin tekrar edilmesi de mübalâ­ğa içindir. [14]

 

Firavun'ün Hz. Musa'ya Düşmanlığı

 

Firavun'un Allah'ın düşmanı olması açık ve anlaşılır bir olay­dır. Hz. Musa'ya düşman olmasının sebebi ise, Hz. Musa'nın doğ­duğu yılda her erkek çocuğa düşman olmasından ileri gelmek­tedir.

«Sana tarafımdan bir sevgi verdim» cümlesindeki «mahab-bet» kelimesinin tenvini tazim içindir. Yani; «O büyük sevgimi kullarımın kalbine yerleştirdim ki, jeni gören senden ayrılama­yacak derecede seni sevsin.»

Allah'ın sevdiğini, kulların sevmemesi mümkün değildir!

«Benim nezaretimde yetiştirilmen için...» cümlesi Hz. Musa' mn muhafaza edileceğinin bir ifadesidir.

«Tusnea» fiili ihsan etmek anlamındaki «sunu'» kökünden gelmektedir. Yani; «Sana ihsan edilmesi için, şefkat ve merha­metle büyütmesin diye seni murakabe ediyorum.»

(40) «Hatırlat o zamanı ki kızkar deşin...»Bu Ayetin Tefsiri

Bu cümlenin başındaki «iz» edatı ya mukadder bir «Uzkur» fiiline ya üa bir önceki ayette geçen «Tusnea» fiiline bağlıdır.

«Sen bir adam öldürmüştün» cümlesinde sözkonusu olan ki-şi«Kanun» isimli bir kiptîdir. İbn Abbas Hz. Musa'nın o kıptîyi bir yumrukta öldürdüğünü ve o dönemde bulûğa ermiş olduğunu söylemektedir.

Yani sen o kişiyi öldürmüş ve bu yüzden de üzülmüştün. Fa­kat biz seni o üzüntüden kurtardık.

Bu cümledeki üzüntü, Hz. Musa'nın o adamı öldürmüş olma­sına matuftu. Hz. Musa bunu Allah'ın emrine binaen yapmadığı için, Allah'ın gazabından korkmuştu. Ayrıca Firavun'un kısas uy­gulayabileceğinden çekinmişti. Allah Teâlâ onu affetti ve Med-yen'e hicret ettirmekle onu kurtardı.

«Futun» kelimesi masdar da olabilir, «Fetin» veya «Fitne» kelimelerinin çoğulu da olabilir. Yani «Seni türlü şekillerde de­nemiştik.»

Rivayet edildiğine göre Said b. Cübeyr, îbn Abbas'a bu keli­menin anlamını sormuş, o da kendisine bu soruyu gündüz sor­masını istemiş ve «Bu uzun bir meseledir» demiştir. Said b. Cü­beyr sabahleyin bu soruyu tekrar sorunca İbn Abbas, Firavun kıssasını anlatmış ve tek tek Hz, Musa'nın başına gelenleri zik­rettikten sonra, «Ey, İbn Cübeyr! İşte bunlar fitnelerdendir» de-- mistir.

«Medyen halkı arasında yıllarca kaldtnn    cümlesi hakkında müfessirîer değişik bilgiler vermişlerdir. Vehb b. Münebbih Hz.    M Musa'nın  Medyen'de  28 yıl kaldığını söylerken,  bazı müfessirler    ||j ler 10 yıl kaldığını söylemişlerdir.

«Kadr» kelimesi takdir anlamına gelmektedir. Burada kaste­dilen Allah tarafından takdir edilmiş olan zamandır. Bazıları ise bu kelimenin miktar anlamına geldiğini söylemişlerdir.

(41-44) «Seni kendim için...» Bu Âyetlerin Tefsiri

îlk ayet Tâhâ Sûresi'nin 12. ayetinde geçen «Ben seni seçtim» ifadesini hatırlatmaktadır. Bu ayette Hz. Musa, Allah'a tam anla­mıyla güvenmesi hususunda uyarılmaktadır.

«İstena'tu» fiili ihsan anlamındaki istina' kökünden gelmek­tedir.

İbn Abbas «Lî nefsî» ibaresinin, «Vahyim ve peygamberliğim için» anlamına geldiğini söylerken, bazı. müfessirler, «muhabbe­tim» anlamında olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre, muhabbet yerine nefis kelimesinin seçilmesi sevginin nefsin en önde gelen özelliği olmasındandır.

Zeccnc'a göre ayetin anlamı şöyledir: «Seni hüccetimi ikâme etmek için seçtim ve seni kullarımla aramda elçi kıldım. Seni tebliğ etmen için onlara bizzat hitap edeceğim noktada kaim kıl­dım». Kısacası, «Seni has kullarımdan kıldım ve seni risalet ve kelâmımla seçtim.»

«Ayetler» ile kastedilen Hz. Musa'ya verilen mucizelerdir. İbn Abbas bunların 9 mucize olduğunu söylemiştir.

«Teniya» fiili gevşeklik anlamına gelen «Venyi» kökünden gelmektedir. İbn Malik'e göre nakıs fiillerdendir.

«Zikrim» lafzıyla kastedilen nübüvvet ve insanları Allah'a da­vettir. Hz. Harun bu hitap sırasında orada değilse tağlib yoluyla muhatap addedilmiştir. Nitekim, «Firavun'a gidin» emri de aynı şekildedir.

«Ona yumuşak söz söyleyin»; zira yumuşak söz saldırganın öfkesini gemler, tuğyanın kabaran dalgalarını dağıtır. Böylece anlaşılıyor ki Firavun'a yumuşak söz söylemenin nedeni, onun Hz. Musa'yı küçükken besleyip büyütmüş olması değildir.

İbn Abbas'a göre «yumuşak söz»den maksat, onun rencide edilmemesidir. Meselâ «Biz senin Rabbinin elçileriyiz» deyin. Onun­la istişare ediyormuşcasına konuşun, ona künyeleriyle (Ebu Ab-bas, Ebu Velid gibi) hitap edin. Çünkü bir kâfire künyesiyle hi­tap etmek caizdir.

Bu ayet zalim bir kimseyi İslâm'a davet ederken uygun bir dil kullanmanın gerekliliğine işaret etmektedir.

«Umulur ki düşünür veya korkar» ayeti yumuşak davranma­nın güzel sonuçlarını ortaya koymaktadır.

«Yetezekkeru» fiili, düşünüp insafa gelir ve hakka boyun eğer anlamındadır. Firavun kendisine böyle davranıldığı takdir­de; «Belki de onların dediği doğrudur. Eğer onların sözlerini ku­lak ardı edersem, helak olabilirim» diye düşünür ve imana ge­lebilir.

44. ayetin başındaki «Lealle» kelimesi muhataplara göre «te~ recci»  (ummak) anlamındadır.

«Ey Harun ve Musa! Çalışmasının semeresini görmeyi uman ve didinmesinin hüsranla neticelenmemesini isteyen bir kimse­nin var kuvvetiyle çalışması gibi ikiniz de çalışın.»

Bazı müfessirler «Lealle kelimesi burada istifham içindir» demişlerdir. Yani, «Firavun hatırlar veya korkar mı?». (Bunlar, İbn'ul-Munzir ve İbn Ebi Hatim tarafından İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.)

Ferra, bu kelimenin burada niçin ve neden mânâsını ifade eden «Key» anlamında olduğunu söylemiştir. Bu, «Lealle»nin çe­şitli mânâlarından birisidir. Nitekim Ahfeş ve Kisai böyle söyle­mişlerdir. Hatta El-Beğavi, Vakidi'den Kur'an'da bulunan bütün ki «Lealle» müstesna, talil için olduğunu nakleder. Nitekim Sa-hih-i Buhari'de yer aldığına göre sözkonusu istisna teşbih için­dir.

Cenab-i Hakk'ın,    Firavun'un iman   etmediğini bildiği halde ona iki peygamber göndermesinin nedeni ve faidesi onu delille il­zam etmek ve mazeretinin sonuna getirmektir.

(45) «(Musa ve kardeşi): Ey Rabbimiz, dediler...»Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet mukadder bir sualin cevabım teşkil etmektedir. Sanki: «Hz. Musa ile Hz. Harun, Allah'ın bu emirlerini dinledikten sonra ne dediler?» diye sorulmakta ve cevap olarak da; «işte şöyle dediler» denilmektedir. Burada söz Hz. Musa ile Hz. Harun'a isnad edilmiştir. Oysa Hz. Harun orada yoktur. Bu yine tağlib yoluyladır. Yani Hz. Musa sanki orada hem kendisini hem de Hz. Harun'u temsil etmektedir. Hz. Harun'un Hz. Musa ile biraraya geldikten sonra bu sözü söylemiş olması da müm-gl kündür. Bu takdirde onun sözü Hz. Musa'nın ayet nazil olduğu  zamanki sözüyle birlikte hikâye edilmiş olur. Nitekim Cenab-l Hak başka bir ayette: «Ey Peygamberler! Tayyibelerden yeyin» buyurmuştur. Bu hitap bize cem'i (çoğul) sigasıyla hikâye edil­miştir. Halbuki muhatapların her biri sadece tek başına 1 itaba maruz kalmıştır. Hz. Musa ile Hz. Harun'un Tur Dağı yanında biraraya gelmiş olması da mümkündür. O zaman ikisi birden «Ey Rabbimiz!» diye başlayan sözü söylemiş olurlar.

Ayetin metnindeki «Yefruta» fiili ya «saldırmak» veya «için­de bulunulan gerginliği daha fazla artırmak» mânâsına gelir. Ya­ni o daveti tamamlamamızı, mucizeyi izhar edip kendisine gös­termemizi beklemeden bize saldırabilir. Veya içinde bulunduğu bu tuğyanı daha da ileri götürür ve senin hakkında uygun olma­yan şeyleri söyleyebilir. Çünkü o çok cüretkâr, katı kalpli, facir ve çok asîdir.

(46-48) «(Allah): Korkmayın, dedi. Çünkü...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Bu ayetler mukadder bir sualin cevabım teşkil etmektedir­ler. Sanki «Hz. Musa ile Hz. Harun, Allah'a yakardıklarmda Al­lah onlara ne gibi bir cevap verdi?» diye sorulmakta, bu ayetler de işte o cevabı içermektedir. Bu ayetler Cenab-ı Hakk'ın Hz. Musa ile Hz. Harun'a verdiği ilâhî bir teminattır. Bu ayetlerden «Cenab-ı Hak, kâinatta söylenen, fısıldanan ve meydana gelen her şeyi dinler ve görür» anlamı çıkar.

46. ayet aynı zamanda görmenin ve işitmenin ilimden ayrı bir sıfat olduğunu da ortaya koyar. Çünkü Cenab-ı Hak «Ben si­zinle beraberim» yani «ilmimle dinler görürüm» demektedir. Eğer ilim, dinlemek ve görmenin aynısı olsaydı, ayette tekrar ge­rekirdi. Tekrar da kelâmda aslın hilafıdır.

«Deyin ki biz senin Rabbinin elçileriyiz» tabirinden hem Fi-ravun'u yumuşatan hem de kendisini tahkir eden bir mânâ anlaşılır. Yumuşatır, çünkü senin de Rabbindir. Tahkir eder, çün­kü, «Sen Rab değilsin, senin Rabbin vardır» mânâsını ifade eder. [15]

 

İsrailoğulları'nın Gönderilmesinden Kastedilen

 

«Bizimle İsrailoğulları'm gönder» cümlesinin mânâsı, onları esirlikten azad et ve tasallutunu onların üzerinden kaldır demek­tir. Yoksa «Onları bizimle Şam'a gönder» demek değildir. Zira «Onlara azab etme» cümlesi, gönderilmelerinden maksadın on­ları esirlikten azad et demek olduğunu ifade eder. Onun ispati­dir. Yani Kıptîlerin tasallutu altında bırakma onları, onlara hür­riyet ver. Zira Kiptiler bir sene İsrailoğulları'nın çocuklarını öl­dürüyorlar, diğer bir sene de erkek çocuklarını serbest bırakıp, ha­nımlarını çalıştırıyorlardı. Bu ayetlerden anlaşılıyor ki Hz. Mu­sa ile Hz. Harun, Önce İsrailoğullan'na hürriyet bahsedilmesini istemişler, sonra Firavun'un imana gelmesini talep etmişlerdir. Bu davette tedriç usulü söz konusudur. Zira esirlere hürriyet vermek, inancı tebdil etmeksizin de olabilir. Bazıları da «Müslü­manları kâfirlerden kurtarmak, kâfirleri imana davet etmekten daha mühimdir. Ondan dolayı böyle olmuştur» dediler. Bu mânâ, burada İsrailoğulları'nın Hz, Musa'nın davetinden önce irıüslü-man oldukları hükmü kabul edilirse geçerlidir. Fakat bu yorumun delilinin olması gerekir. Halbuki böyle bir delil yoktur.

«Selâm hidayete tâbi olanlar üzerindedir» cümlesine gelin­ce, bu dünyada ve Ahiret'te azaptan sağlam kalanların onlar ol­duğu mânâsına gelir. Allah'ın hakka hidayet eden ayetlerini tas­dik edenler, sağlam kalırlar. Yani burada «selâm», Firavun ve orada bulunanlara selâm verildiği mânâsında değildir. Sadece ge­nel bir kaideyi Firavun'a ve orada bulunanlara tebliğ etmektedir­ler.

«Allah tarafından bize vahyedilmiştir ki dünya ve Ahiret aza­bı Allah'ın ayetlerini yalanlayan ve onları kabul etmekten kaçanın üzerinde olsun»  cümlesi  bunun hüküm  belirten  bir cümle olduğunun delilidir.

Zemahşeri; «Cennetin hizmetkârları ve koruyucuları olan melekler, hidayete ermiş ve cenneti kazanmış olanlara selâm ve­rirler» diyor. Ona göre ikinci cümlenin mânâsı; «Ateşin hazene. leri olan meleklerin kınanması ve onların azabı, dünyada, Allah' tan gelen ayetleri yalanlayanların üzerindedir» şeklindedir. Zemah-şeri buradaki selâmı, tahiyye olarak (selâm vermek) şeklinde ka­bul ediyor. Çünkü makam teşvik makamıdır. Neticenin güzelliği hususunda insanları tergib etmek makamıdır. O da peygamber­lerin tasdiki ve o tasdikin hilafından kaçınmak demektir. Eğer «selâm» burada «selâmet» mânâsına alınırsa, bu neticede böyle bir durumun olacağı anlamını ifade etmez.

Ebu7 Hayyan, «Zemahşeri'nin hu tefsiri gariptir» diyor. Zira «asap» tan dünya ve Ahiret azabı, «selâm»dan da o azaptan salim kalmak kastedilse de bundan insanları tasdiğe yönlendirmek anla­mı meydana gelir. [16]

 

Kâfirlere Verilen Selâm

 

Bu ayet kâfirlere selâm verilmesinin yasak olduğunun deli­lidir. Eğer bir insan hitap sırasında veya bir mektup içinde kâ­firlere selâm vermek mecburiyetinde kalırsa «selâm hidayete ta­bi olanların üzerinedir» cümlesini yazmalıdır. Zira Müslim ve Bu-hari'de Hz. Peygamber'in Heraklius'a yazmış olduğu mektupta şu ibareler yer almaktadır: «Allah'ın Rasûlü Muhammed'den Bizans' tn büyüğü (imparatoru) Heraklius'a. Selâm hidayete tâbi olanla­rın üzerine olsun...»

Abdurrezzak «ELMusannefinn.de, Beyhaki «Eş-Şuab»ında, Ka-tade'den şöyle rivayet  ediyorlar:   «Ehli Kitab'tn evlerine gittiğinizde «selâm hidayete tabi olanların üzerinde olsun» şeklinde se-îöm verin».

(49) (Firavun): «Rabbiniz de kim...» Bu Ayetin Tefsiri

Onlar Firavun'a vardıktan ve emir olarak aldıklarını tebliğ et­tikten sonra Firavun bu suali sormuştur. İbn Abbas'tan gelen ri­vayete göre onlar Allah'tan «Firavun'a gidin» emrini aldıktan sonra sarayın kapısına geldiler. Uzun bir zaman bekletildiler. Sonra çok sıkı bir şekilde kontrolden geçtikten sonra onlara içeri girme izni verildi. İçeri girdüer. Sonra da Cenab-ı Hakk'm bize bildirdiği muhavere onların arasında cereyan etti.

Dikkat edilirse Firavun burada Hz. Musa'ya «Sizin ikinizin Rabbi kimdir?» şeklinde sual sormaktadır. Bu onun ne derece gurura, küfre ve inada kapıldığının bir delilidir. Ve o bu suali sormak suretiyle Hz. Musa'yı hikâyelere çekip cemaatin dikka­tini dağıtmak istiyordu. Fakat Hz. Musa en kısa bir şekilde onu susturmayı becerdi. Firavun «Ey Musa! İkinizin Rabbi kimdir? diye soruyor, Hz. Harun'u meseleye dahil etmiyordu. Çünkü flz. Musa asildi, Hz. Harun onun veziriydi. Firavun bu şekilde hitap etmekle o Rabbin sadece Hz. Musa'nın Rabbi olduğunu, Hz. Ha­run'un Rabbinin ise kendisi olduğunu kastetmek istemiş te olabi­lir.

Bazı müfessirler; «Firavun, Hz. Musa'nın dilinde bir peltek­lik olduğunu biliyordu. Bu suali sormak suretiyle onu susturmak istemişti» demişlerdir.

(50) (Musa): «Rabbimiz her şeye... Bu Ayetin Tefsiri

Bazı müdekkikler; «Bu ayette bütün mahlûkat kastedilmiş­tir» demişlerdir. Ayetin zahirine bakılırsa burada fertlerin umu­mu kastedilmektedir. Yani eşyanın her bir ferdine, o ferdin hâl lisanıyla istediği emri, istediği şekli, yaran, zararı vermiştir. Veya ona uygun olan özellik ve kendisine uygun olan yararlardan mey­dana gelen ve onunla bağlı bulunan emri ona vermiştir.

Bazıları; «Halk burada mastardır. 'Varetmiş' demektir. Yani her şeye o şey hangi varlığa elverişli ise o varlığı vermiştir» de­mektedir. Yani Cenab-ı Hak her şeyi istidadına göre yaratmıştır.

Bazıları da; «Burada umum, çeşitlere aittir. Fertlerin değil­dim demişlerdir. Çünkü bazı fertlerin istidadına göre ona bazı şeyler verilmemiştir. Meselâ bir insanın istidadı, bedeninin düz­gün olmasını, azalarında sakatlık bulunmamasını, güzel olmasını, kısaca en iyi şekilde yaratılmasını istemektedir. Fakat bakıyor­sunuz ki kötürümdür, azaların tamamı değilse bile bir kısmı ek-siktir. İşte böyle bir şey lâzım gelmesin diye burada nevilerin umumunun kastedildiğini söylemişlerdir. Fakat hakikat şudur ki, ayetin mânâsı, Allah'ın yaratmış olduğu her şey hakkında bir hikmet gözetmiş olduğu şeklindedir. Her işte ve her rahmette bu hikmet gözetilmiştir. Fakat bu gözetilme Allah için vacip değil­dir. Bu onun bir lûtf-u ilâhîsidir. Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat bu hu­susta icma etmişlerdir.

Yani her şey kendi mertebesinde ,haddi zatında uygundur. Cenab-ı Hak ki o aziz ve rahimdir, her şeyin yaradılışını güzel kıl­dığını ve yarattıklarında bir tezad bulunmadığını bildirmiştir.

İbn Abbas, İbn Cübeyr ve Süddi'ye göre ayetin mânâsı; «Al­lah her diri erkeği ve yaradılış ve surette benzen olan bir dişiyi, yaratmıştır» şeklindedir. Anlaşılıyor ki bu zatlar ayetin metnin­deki «Kullu» kelimesini «teksir» mânâsına almışlardır. Çoğu böyledir. Çünkü mutlak umum bâtıldır.   Çok   diri erkek vardır ki karşılarında diri dişi yoktur.

Kıraat alimlerinden bazıları ayetin metnindeki «Hâlkahu» kelimesini «Halâkahu» şeklinde ve- fiil tarzında okumuşlardır. Yani Cenab-ı Hak yaratmış olduğu her şeye kendisini İslah ede­cek araçları veya muhtaç oldukları şeyleri vermiştir.

«Sonra ona hidayet etmiştir» tabiri de «onu irşad etmiştir» demektir. Bu tabir Cenab-ı Hakk'm varlığına olduğu kadar sa­havetine de delâlet eder. Çünkü bu yaratılanlara bakan ve onla­rın içindeki incelikleri nazarı itibara alan bir kimse, bunların va-cibulvücud ve cömertliği büyük olan bir yaratıcının eseri olduk­larını görür.

(51) (Firavun): «Öyleyse önceki nesilleri...» Bu Ayetin Tefsin

Bu ayet Firavun'un Allah'ı bilmek hususunda ne kadar cahil olduğunun delilidir. Onun cehaletinin keyfiyetinde ihtilâf vardır. Bu, bir yaratıcıyı kökten inkâr ettiğinin bir delili olabilir. O var­lığında mümkün olan bir şeyi varolmak için bir müessire muh­taç olmadığım savunmuş da olabilir. «Alemin varolması tesadüf eseridir» demiş de olabilir. Nitekim Demokritos ve etbaı böyle derlerdi. Muhtemel ki Firavun felsefeci bir kişidir, illeti mucibe gerektiren nedenin olduğuna hükmetmiş olabilir. Veya o yıldız­lara veya putlara tapan ya-da Allah'ı cisim olarak telakki eden kimselerdendir. [17]

 

Tebliğin En Güzel Metodu

 

Bu ayet hakka davet eden bir kimseye şaşırtmaca suallere başlamanın, kaba kuvvete başvurmanın gayet çirkin olduğunu sergilemektedir. Çünkü Firavun zalim bir diktatör olmasına rağ­men burada münazaraya başlamış, delil istemiş, zorbalık yap­mamıştır. Bu bakımdan «Ben müslümanım, ben ehli ilimdenim» diyen bir kimse Firavun'un kendi nefsi için razı olmadığı bir şe­ye razı olmamalıdır. Ehli ilim daima hüccet ve delil istemelidir. Hz. Musa'nın hedefi tayin etmek için delil ikamesine başvurma­sı, iman ile ilgili meselelerde taklidin ve Allah'ın marifeti ve pey­gamberin sözlerinden istifade etmeyenlerin söylediklerinin fasit olduğuna delâlet etmektedir.

Ayetin metnindeki «Bâlu» kelimesi esasında fikir mânâsını ifade eder. Fakat bu ayette önemsenen durum anlamına gelmek­tedir. Yani Firavun «Ey Musa; madem ki sen rasûlsün, bana da­ha önce geçen nesillerin halini, önceki milletlerin durumunu ha­ber ver. Çünkü onlar senin bahsettiğin Allah'a iman etmişlerdi. Onların başından geçen olayları bana haber ver» demiş olmak­tadır. [18]

 

Meal

 

52- (Musa): «Onlar (hakkındaki) bilgi Rab bi m in yanındaki bir kitaptadır. Rabbinı ne şaşırır ne de unutur» (dedi).

53- O size yeri beşik yapan ve onun üzerinde size yollar açan, gökten su indirendir. Onunla çeşitli bitkilerden çiftler çı­kardık.

54- Yeyin, hayvanlarınızı otlatın. Kuşkusuz ki bunda, akıl sahipleri için deliller vardır.

55- Sîzi yerden yarattık, yine oraya döndürecek ve sizi bir kez daha ondan çıkaracağız.

56- Andolsun ki ona (Firavun'a) delillerimizin hepsini gös­terdik. Yine de yalanladı ve kabul etmedi.

57- (Firavun): «Ey Musa! Yaptığın sihir ile bizi yurdumuz­dan çıkarmaya mı geldin?»

58- Şimdi biz de sana muhakkak onun gibi bir sihir getire­ceğiz. Seninle bizim aramızda bir vakit tayin et. Ne senin ne de bizim karşı çıkamayacağımız uygun bir yerde olsun» dedi.

59- (Musa):  «Buluşma zamanımız,   bayram   günü   kuşluk vaktinde insanların toplanacağı zaman olsun»  (dedi).

60- Bunun üzerine Firavun dönüp gitti. Hilesini  (sihirbaz­larını) topladıktan sonra geldi.

61- Musa onlara (sihirbazlara): «Yazıklar olsun. Allah'a ya­lan uydurmayın. Yoksa O bir azap ile kökünüzü keser. İftira eden muhakkak perişan olur, zarara uğrar» dedi.

62- Böylece onlar durumlarını kendi aralarında tartıştılar ve tartışmayı gizli tuttular.

63- Dediler ki:  «Bu ikisi, sizi sihideriyle yurdunuzdan çı­karmak ve sizin üstün oluşunuzu ortadan kaldırmak isteyen iki sihirbazdın>.

64- «Bu yüzden, hilelerinizi biraraya getirdikten sonra, sıra halinde gelin. Bugün üstün gelen kurtulmuştur».[19]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(52) «(Musa): Onlar (hakkvndaki) bilgi Rabbimtn...»Bu Ayetin Tefsiri

Hz. Musa, Firavun'a hitaben «Senin bu sordukların gaybi hususlara dahildir. Onları Allah'tan başka kimse bilemez. Ancak ben bir kulum. Allah'ın bana öğrettiğini ve peygamberlikle ilgili olanı bilirim. Geçmiş nesillerin durumlarına gelince, mufassal bir şekilde onların başlarından geçeni anlatmak Allah'a aittir. Bir peygamber bunları bilmiyor diye onun mertebesinde eksiklik meydana gelmez» dedi. Firavun bu soruyu Hz. Musa'nın peygam­ber olup olmadığını denemek maksadıyla sormuştur. Hz. Musa on. ların durumlarını Allah'ın ilmine havale etmiştir. Çünkü Tevrat o zaman nazil olmamıştı. Dolayısıyla o da onların haline muttali değildi. Tevrat'ın nüzulü Firavun'un helakinden sonradır.. Firavun buradaki sorusuyla «ilk kuşaklar»! tahsis etmektedir. Halbuki genel bir şekilde söylemiş olsaydı daha uygun ve daha kapsamlı olacaktı. Çünkü Firavun onların ancak bir kısmı hakkında bilgi sahibi idi. Ancak bununla Hz. Musa'nın doğru söyleyip söyleme­diğini anlayabilirdi.

Bazıları «Bu soru Hz. Musa'yı susturmak içindir» demişler­dir. Çünkü o bütün kâinatın durumunu sorsaydı Hz, Musa, Ce-nab-ı Hakk'm görünür eşya hakkındaki ilminin tafsilatına gire­cekti. Böylece müddet uzayacaktı. Bu da Hz. Musa'yı susturmak için uygun bir yol olmayacaktı.

Kısacası Hz. Musa «Bu durumun bilinmesi kaderin sırrıdır. Allah katındaki ilimdir. O ancak Allah bildirirse bilinir. Şu ana kadar da böyle bir şey bana bildirilmemiştir» demek istemiştir.

Ayetin metnindeki «Kitap» kelimesiyle kastedilen Levh-i Mah-fuz'dur. «Defter» mânâsına gelen «Kitap» da burada kastedilmiş olabilir. Bu Allah'ın ilminde onların başından geçenin tekerrür etmesine bir temsildir. [20]

 

Allah Unutmaz

 

«Rabbim onu kaybetmez ve unutmaz» cümlesi daha önceki cümleden vehmedilen ihtiyacı ortadan kaldırmaktadır. Yani Ön­ceki cümleyle sanki Allah unutmamak için bir deftere o hadise­leri yazmıştır vehmi ortaya çıkmaktadır. İşte bu ikinci cümle matufuyla beraber o vehmi ortadan kaldırır. Zira Allah unutkan­lıktan ve yanılmaktan münezzehtir. Levh-i Mahfuz'da ispat edilen o vaktin nedeni birtakım hikmet ve maslahatlardır. Bunları an­cak alim olanlar bilir. Yani ihtiyaç için değildir. Orada «unuta çaktır» diye yazmış değildir.

Ibn'ul-Munzir ve bir grup muhaddis Mücahid'den şöyle riva* yet etmektedirler: «Ayetin sonundaki «Rabbim ne şaşırır ne de unutur» cümleleri aynı mânâya gelirler». Fakat durum hiç bu ri. vayette belirtildiği gibi değildir. Hasan Basri, «Bu cümlenin mâ­nâsı, Cenab-n, Hak haşr vaktini şaşırmaz ve unutmaz demektir» diyor. İbn Abbas'tan gelen rivayete göre ayetin mânâsı, «Allah kendisini inkâr edeni bırakmaz. Çünkü ondan intikam alacaktır. Onu birleyeni de bırakmaz. Çünkü kendisine mükâfat verecektir» şeklindedir.

 (53) «O size yeri beşik yapan ve...» Bu Ayetin Tefsiri

İmam Razi'ye göre bu ayet Cenab-ı Hakk'm kelâmıdır. Hz. Musa'nın sözleri ise «O unutmaz» cümlesiyle tamamlanmıştır. Bu kelâm mukadder bir soruya cevap teşkil etmektedir. Cenab-ı Hak, Hz. Musa'nın «Onlar hakkındaki bilgi Rabbimin nezdindeki bir kitaptadır. Rabbim ne şaşırır, ne de unutur» dediğini hikâye ettiği zaman, sanki Hz. Musa'ya «Benim Rabbim» tabirinden ne­yi kastetmiş olduğu sorulmuş da, Allah Teâlâ bunu: «Yeryüzünü size beşik yapan, orada size yollar açan, gökten su indiren O'dur» şeklinde cevaplandırmıştır.

imam Razi, «Ayet bu mânâdan başka bir mânâya kesinlikle hamledüemez» demiştir.

Zemahşeri'ye göre bu Hz. Musa'nın kelâmmdandır, Hz. Mu­sa bunu Cenab-ı Hakk'tan dinlemiş ve aynen konuşmasına almış­tır. Bundan dolayı «sizin için» anlamındaki «lekum» tabirini kul­lanmış, «bizim için» mânâsını ifade eden «lena»yı kullanmamıştır. Yani bu, iktibas kabilinden bir konuşmadır.

Ayetteki mânâ bu iki ihtimalden hangisi olursa olsun, «Biz gökten indirdiğimiz su ile çeşitli bitkilerden çiftler çıkardık» cümlesi Allah'ın kelâmıdır. Bu ayette iltifat vardır. Bu cümle Hz. Musa'nın kelâmı da olabilir. Onu Allah'tan işitmemiştir. Fakat Hz. Musa, kelâmında «O su ile Cenab-ı Hak bitkileri çıkardı» şek­linde konuşmuş, fakat Allah onun konuşmasını hikâye ederken zatına ait olan zamire istinad ettirmiştir.

Bazı müfessirler; «Burada herhangi bir iltifat yoktur. Hz. Musa bunu kendiliğinden söylemiştir şeklinde bir durum da ba­his konusu değildir»   demişlerdir. Zira   «Biz çıkardık, bitirdik»

tabiri, kralın Özel adamlarının «Biz emrettik, biz tamir ettik, biz yaptık» tabirleri gibidir. Yani onlar bu sözleriyle o işi kralın yap­tığım kastetmektedirler. Bu fiil çoğul zamirine şu mânâdan Ötü­rü isnad edilmiş de olabilir: «Biz kullar olarak o inen su ile çift-çilik veya telkih yapmak suretiyle bitkiler bitirmeye sebebiyet ve­ririz».

Ayetin metninde geçmekte olan «Mehd» kelimesi aslında mastardır. Fakat sonradan çocuk beşiklerinin her çeşidine isim olmuştur. Yani «Cenab-ı Hak yeryüzünü size beşik gibi veya be­şik sahibi kılmıştır». Veyahut bu ayet, «Beşik gibi değil, bizzat onu size beşik kılmıştır» mânâsını ifade eder. Bu, mübalâğa ifa­de etsin diye gelmiştir. Veya mukadder  bir fiilin nıef'ulü olur. Yani yeryüzünü sizin için yaymış, onu üzerinde yürünebilecek, uyuyabilecek, iş yapabilecek halde yaratmıştır.

Sizin için orada yollar kılmıştır, dağlar ve vadiler arasında yol açmıştır. O yollarla bir bölgeden diğerine gidersiniz. İhtiyaç­larınızı böylece temin edersiniz ve o yolların yararlarından, ko­naklama yerlerinden istifade edersiniz. Bu yararlanma sadece in­sanın Özelliği olduğu içindir ki Cenab-ı Hak «sizin içimi mânâsını ifade eden «lekum» kelimesini ayette iki kez zikretmiştir. Önce bu tabiri burada maksudu bizzatm insan olduğu bilinsin diye kul­lanmış, sonra tekid ifade etsin diye bu kelimeyi tekrarlamıştır.

«Göklerden indirdi»; yani gökler cihetinden, bulutlardan in­dirdi. Veya «Göklerin bizzat kendisinden indirdi». Tabii bazı ha­disler bunu desteklemektedirler. Sudan maksat yağmurdur. Yağ­mur ve onun vasıtasıyla Cenab-ı Hak bitkiler bitirmiştir.

Allah o yağmurun içinde (Maturîdiler'in, selefin dediği gibi) bitkiyi bitirecek Özellikleri yaratmıştır. Fakat o, Allah'ın izni ol­madan diğer sebepler gibi herhangi bir etki yapmaz, öyleyse bu tabir «Cenab-ı Hak müessiri hakikidir» hakikatine muhalif düş­memektedir.

«Cenab-ı Hak bazı eşyayı vasıtasız yarattığı gibi bütün eş­yayı vasıtasız yaratacak kâmil kudrete sahib olmasına rağmen niçin birtakım vasıta ve sebepleri ortaya koymaktadır?» diye so­rulacak olursa, bunun cevabı şudur: Hikmeti gözetmek.

«Onunla» mânâsını ifade eden «Bihi» edatı bazı müfessirlere göre «onun yanında» demektir. Yani o yağmur olduğu anda Ce­nab-ı Hak onunla değil de o olduğu halde bitkileri yaratır. Eş'ari-ler bu görüştedirler. O zaman su, onların katında ateş gibidir. Yani o anda susuz insanı kandırmak mânâsı yoktur. Ateş de su gibi olur. Yani onda yakma kuvveti yoktur. Ateş ile su arasında­ki fark şudur: Cenab-ı Hakk'm âdetidir, su içildiği zaman insan­da kanma duygusu, ateşte de yakma özelliği yaratmıştır. Fark bu kadardır.

Eş'arüerin iddiasına göre «Sebeplerin herhangi birisinde te­sir edici bir kuvvet vardır ve bu kuvveti onlarda Allah yaratmış­tır» diyen bir kimse imandan daha fazla küfre yakındır. Alusi, bunun doğru olmadığını ifade etmiştir.

Ayetin metnindeki «şetta» kelimesi «şetit» kelimesinin çoğu­ludur. Yani müteferrik bitkileri Allah o su ile veya o suyun bu­lunduğu zamanda yaratmıştır. Yani o eşyanın yaran, tadı, rengi, kokusu şekli değişiktir. Bazıları insanlar bazıları da diğer canlı­lar için yararlıdır.

(54) «Yeyin, hayvanlarınızı otlatın. Kuşkusuz ki...»Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetin başındaki emir sigalan mukadder bir sözün ma.

mulüdürler. Yani «Biz yeyiniz dediğimiz halde size o su ile bit­kilerin sınıflarından çıkardık. Onu bizzat ve bilvasıta sizin yara­rınıza hazır bir şekilde yarattık».

«Onda» mânâsını ifade eden «zalike» kelimesi Cenab-ı Hakk7-ın şanına, fiillerine işaret eder. O şan ve fiillerin kemaldeki uzak­lıklarını, yüce rütbelerini iş'ar için bu tabir burada kullanılmış­tır. «Âyat» kelimesinden maksat kevn ve keyfiyet bakmamdan bü­yük olan mucize ve ayetler demektir. Yani Allah'ın şanına, zat ve sıfatlarının yüceliğine apaçık delâlet eden ayetler ve mucizeler, bu durumda vardır. Tabu bunlar da akıl sahipleri içindir.

Ayetin sonunda gelen «Nuha» kelimesi «Nuhye» kelimesinin çoğuludur. Bu tabir akla isim olarak verilmiştir. Çünkü akıl, sa­hibini bâtılın yoluna gitmekten alıkoyar. Çirkini yapmasına en­gel olur. Nitekim akla bağlayıcı mânâsına gelen bu tabirin veril­mesi bundandır.

îbn Abbas, «Uli'n-Nuha» ibaresini «akıl sahipleri», başka bir rivayette ise «takva sahipleri» diye tefsir etmiştir. Fakat ikinci tefsir lâzımın tefsiridir. Yani akıl sahibi bir kimse zaten takva sahibi demektir. Fakat müfessirlerin çoğu «ulu» lâfzının çoğul, «Nuha»nm da çoğul mânâsında olduğunu kabul etmişlerdir. Ya­ni bâtıla engel olan akıl sahipleri için burada mucizeler vardır. «Mucizeler akıl sahipleri içindir» tabiri delâlet eder ki Allah'ın şanına bu mucizelerin delâlet ettiğini ancak akıl sahipleri bilir. Bunun için bunların yararını insana kılarak şöyle buyurmuştur: «Onlardan yeyin ve hayvanlarınızı otlatın».

(55) «Sizi yerden yarattık, yine oraya...»Bu Ayetin Tefsiri

Cenab-ı Hak burada   «sizleri yerden yarattım»   diyor. Yani babanız Adem'in yaradılışı içinde sizin de yaradılışınız vardır. Adem'in yaradılışı topraktan olduğu gibi sizin yaradılışınız da topraktandır. Çünkü beşerin her ferdi Adem'den bir nasibe sa­hiptir. Zira Hz. Adem'in o garip ve engin fıtratı sadece kendi nef­sine ait değildir. Aksine insan cinsinin diğer fertlerinin fıtratını da içermektedir. Bu nedenle toprağın eserleri hepsinin üzerinde cereyan etmiştir. Adem'in ondan yaradılışı insan cinsinin her fer­dinin de ondan yaradılmış olması demektir. Bazıları ayete şöyle mânâ vermişlerdir:

«Sizin bedenlerinizi vasıtalarla topraktan meydana gelen gı­da maddelerinden oluşan meni nutfesinden yarattım. Böylece siz de topraktan yaratılmış oluyorsunuz.»

«Başka bir zaman sizi tekrar oradan çıkaracağım» diyor Ce­nab-ı Hak. Yani haşre göndermek, cennet ve cehennemde yerleş­tirmek üzere sizi topraktan tekrar çıkaracağım.

Allah'ın Rasûlü bir cenazede hazır bulunuyordu, ölü defne­dildikten sonra topraktan bir avuç alan Hz, Peygamber onu kab­re attı ve «Topraktan sizi halkettik» ayetini okudu. İkinci kez yine bir avuç toprak aldı ve «Oraya sizi iade ettik» cümlesini okudu. Üçüncü kez toprağı avuçladı ve «Başka bir zamanda sizi oradan çıkaracağız» cümlesini okuyarak o toprağı da kabre attı.

Ebu Hureyre şu hadisi rivayet ediyor:

«Hiçbir çocuk yoktur ki onun üzerine kabrinin toprağından serpilmesin».

(56) «Andolsun ki ona (Firavun'a) delillerimizin...» Bu Ayetin Tefsiri

Cenab-ı Hak bu ayette Hz. Musa'nın peygamberliğine veya tevhide delâlet eden bütün mucizeleri kastetmektedir. Bu ayet Firavun'un inad yüzünden kâfir olduğuna delâlet eder. Çünkü o, Cenab-i Hakk'ın birliğine veya Musa'nın peygamberliğine delâlet eden mucizeleri gözüyle  görmüştü.

(57) «(Firavun): Ey Musa! Yaptığın sihir ile...» Bu Âyetin Tefsiri

Firavun, Hz. Musa'nın getirdiği mucizeleri gördüğünde «Bu sihirdir» dedi. Yani «Ey Musa.' Sen halka bir mucize getirdiğin' den dolayı sana tabi olmalarım, sana iman etmelerim sağlamak ve onlara emir vermek için mi geldin. Böylece bizim topraklan-miza ve bize hakim mi olacaksın?»

(58) «Şimdi biz de sana muhakkak onun gibi bir...» Bu Ayetin Tefsiri

Firavun burada Hz. Musa'ya «Seninle muaraza edeceğiz. Ge­tirdiğinin benzerini biz de getireceğiz ki halk senin getirdiğinin Allah katından gelmediğine kanaat etsin. O halde bizimle senin aranda bir söz veya bir yer kıl. Veya bir zaman tayin et. Yani bel­li bir gün (veya belli bir zaman) tayin et ki ne biz o söze muha­lefet edelim ne de sen.»

Kelbî'nin ifadesine göre, «suva» kelimesi «şu mekân» mânâ­sını ifade eder, İbn Zeyd «düz bir yer olsun ki bizim açıkladık­larımız insanlara açıkça görünsün demektir» demiştir. İbn Ab-bas «Adil bir yer olsun», Katade ise «Bizimle senin aranda adil olsun» anlamım vermişlerdir «Suva»nm adil olma mânâsına gel­diği hususu Hasan Basri'den ve Sibeveyh'den de rivayet edilmiş­tir. Zira;   «O evin suvasında oturmuş»   denildiğinde   «ortasındIroturmuş» anlamı kastedilir ki her şeyin ortası en adilidir. Ra-sûl-ü Ekrem «İşte böylece sizi vasat bir ümmet kıldık» ayetini «adil bir ümmet kıldık» şeklinde yorumlamıştır.

Ebu Ubeyde'ye göre iki grup arasında orta olsun demek­tir.

(59) «(Musa): Buluşma zamanımız bayram günü..m Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetteki «ziynet günü»nâen maksadın ne olduğuna daha önce kısaca temas etmiştik. Bazı kimselere göre «Onların bayram günüdür. O günde biraraya gelirler, süslenirler» anlamındadır. Bu görüş Katade, Süddi ve diğer arkadaşlarının görüşüdür.

îbn Abbas ile Said bin Cübeyr «Bugün aşure günüdür» de­mişlerdir.

Said bin Müseyyeb «Bugün Mısırlıların bir panayır günü idi, o zaman süsleniyorlardı» der. Katade de bu konuda Said bin Mü-seyyeb'e katılmaktadır.

Dahhak «Bugün cumartesi günüdür» diyor. Başkaları da Nevruz günü olduğunu söylemiştir.

Ayetin metnindeki «Duha» kelimesi, güneş çıktıktan sonraki kuşluk zamanıdır. Hz. Musa'nın günün bu saatini tahsis etmesi­nin nedeni, aralarındaki mücadelenin uzaması halinde günün kâ­fi gelmesine yöneliktir. Hz. Musa'nın o günü tayin etmesi Allah'ın hükmünün yüceliğini, dininin apaçık olduğunu, kâfirin susturulmasını ve bâtılın yok olmasını, şahidlerin gözü   önünde   ortaya koymak içindir.

(60) «Bunun üzerine Firavun...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin metnindeki «Keyd» kelimesi hile ve sihir demektir. «Firavun hile ve sihrini topladı» demek «sihirbazları topladı» de­mektir. İbn Abbas'ın rivayetine göre sihirbazlar 72 kişiydi. Her birisinin elinde ipler bastonlar vardı. Bazı rivayetlerde 400 ki­şi, bazılarında 12 bin kişi oldukları rivayet edilmiştir. İbn'ul-Munkedir «Seksenbin kişiydi» diyor. Allah hakikati daha iyi bi­lir. Rivayete göre sihirbazların önderlerinin ismi Şem'un'du.

(61) «Musa onlara (sihirbazlara): Yazıklar olsun...» Bu Ayetin Tefsiri

Hz. Musa bu sözünü Firavun'a ve sihirbazların hepsine söy­lemiştir. Ayetin metnindeki «veyl» kelimesi azap demektir. Hz. Musa onlara «Allah adına yalan uydurmayın. Ona hiç kimseyi or­tak koşmayın, mucizelere «bu sihirdir» demeyin. Aksi takdirde Allah katından gelecek bir azap sizin kökünüzü kazıyacaktır» de­mek istemiştir. «Yushüe» fiili, kökten, temelden kazımak mânâ­sını ifade eder.

«Kim iftira ederse o zarar etmiştir, helak olmuştur»; yani Allah'ın rahmet ve sevabına, Allah'ın izin vermediği bir şeyi ya­kıştırmaya çalışan bir kimse böyle olur.

(62-64) «Böylece onlar durumlarını kendi...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Bu ayet sihirbazların aralarında istişareye daldıklarını orta­ya koymaktadır. Katade'nin rivayet ettiğine göre, «Eğer Musa' nın getirdiği şey sihir ise biz onu mağlub edeceğiz. Eğer Allah katından getirmişse o galip gelecektim diye gizlice fısıldaşmışlar-dir. Bazı müfessirîere göre onların fısıltı halinde söyledikleri söz-ler; «Kesinlikle Musa ile Harun iki sihirbazdır. Sizi yurdunuzdan çıkarmak, sizin saltanatınıza son vermek istiyorlar» şeklindedir. Kelbî, «Eğer o bize galip gelirse biz ona tâbi oluruz» şeklinde fisıldaştiklarını söyler. Böyle fısıldaştiklarmm delili olayın neti­cesinden anlaşılmaktadır. Bazıları «Onların gizlice söyledikleri Hz. Musa'nın «Azab olasıcalar! Sakın Allah'a karşı yalan uydur­mayın» sözüdür. Onların aralarındaki bu söz sihirbazın sözü ola­maz» demişlerdir.

Ayetin metninde geçen «Necva» kelimesi bütün bu mânâlara hamledilebilir. Çünkü bu kelime istişare etmek, gizlice münaca-atta bulunmak demektir.

Ayetin metnindeki «tarikatı musla»d&n maksat, İbn Abbas'ın ifade buyurduğu gibi, mülkünüzü ve maişetinizi götürmek ister­ler demektir. Bazı müfessirler «Burada tarikat, mezhep mânâsını ifade ediyor» demişlerdir. O zaman ayetin mânâsı; «Sizin mezhe­binizin güzelliğini götürmek istiyorlar» demek olur. Yani ikisi si­zin önderlerinizi, başkanlarınızı, kalplerini yumuşatmak suretiy­le götürmek istiyorlar. Veya en üstün olan İsraüoğullan'nı gö­türmek istiyorlar. Onlar her ne kadar şu anda size hizmetçi ise­ler de peygamber soyundan geldikleri için en üstünlerinizdir.

Ayetin sonundaki «el-Musla» emsalin müennesidir. Tarikat kelimesi müennes olduğu için bu şekilde ism-i tafdil getirilmiştir. Kisaî'ye göre «tarikat» onların huyları ve adetleridir. Araplar dosdoğru hidayet üzerinde olan bir kimse için «tarikat-i muşla üzerindedir» derler.

«Hilenizi biraraya getirin» cümlesinden «var kuvvetinizle hi­lenizi işleyin» anlamı çıkmaktadır. «Sonra sıra halinde gelin»; Mukatil ve Kelbî «saf» kelimesinin «hepiniz» anlamına geldiğini söylemişlerdir. Yani «hepiniz birden gelin». Bazıları «Heybetiniz daha şiddetli görünsün. Saf halinde olun» anlamını vermişlerdir. Yani «bayram günü insanların toplandığı yere böyle gelin».

Zeccac, «İnsanlar saf halinde oldukları halde gelin» anlamını vermiştir. «Kim galip gelirse bugün o muzaffer olmuştur.»

Bütün bu cümleler sihirbazların birbirlerine söylediği cüm­lelerdir. Bazıları «Firavun'un onlara söylediği cümlelerdir» demiş­lerdir. [21]

 

Meal

 

65- Onlar: «Ey Musa! Ya sen  (asam önce)  at ya da önce atan biz olalım» dediler.

66- (Musa): «Hayır, siz atın!» dedi. Büyüleri sayesinde ip­leri ve sopalan Musa'ya sanki gerçekten koşuyormuş gibi görün­dü.

67- Musa birdenbire içinde bir korku hissetti.

68-  (Biz): «Korkma! Üstün gelecek olan kesinlikle sensin» dedik.

69- «Sağ elindekini at. Onların yaptıklarını yutsun. Yaptık­ları sadece bir sihirbazın hilesidir. Büyücü ise nerden gelirse gel­sin iflah olmaz!»

70- Bunun üzerine sihirbazlar secdeye kapanıp; «Harun'un ve Musa'nın Rabbine iman ettik» dediler.

71- (Firavun): «Ben size izin vermeden mi ona inandınız? O size sihir öğreten bir büyüğünüzdür. Şimdi ellerinizle ayakla­rınızı, (hiç tereddüd etmeden) çaprazlama keseceğim ve sizi hur­ma dallarına asacağım. Böylece hangimizin azabının daha şiddet­li ve daha sürekli olduğunu iyice anlayacaksınız».

72- (İman eden sihirbazlar): «Biz seni, bize gelen açık mu­cizelere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Yapacağım yap. Sen an­cak bu dünya hayatında hükmünü geçirebilirsin» dediler.

73- «Bize hatalarımızı ve senin bize zorla yaptırdığın büyü­yü  bağışlaması için Rabbimize iman ettik. Allah (in mükâfatı) daha hayırlı ve daha süreklidir».

74- Şurası kesindir ki kim Rabbine günahkâr olarak vanr-sa, onun için cehennem vardır. O orada ne ölür ne de yaşar.

75- Kim iyi davranışlarda bulunmuş bir mümin olarak O'na varırsa, işte üstün dereceler onlar içindir.

76- İçinde ebedî kalacakları,   (gölgelikleri)  altından ırmak­lar akan Adn cennetleri sadece onlar içindir. Bu arınanların mü­kâfatıdır! [22]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(65) «Onlar: Ey Musa! Ya sen...» Bu Ayetin Tefsiri

Sihirbazlar burada Allah'ın Peygamber'i Musa'ya edebli dav­randıkları içindir ki Allah onlara imanı nasip eyledi.

(66) «(Musa): Hayır siz atın! dedi...» Bu Ayetin Tefsiri

Onların yere attıkları iplerle bastonlar Hz. Musa'nın haya­linde sanki yürür gibi oldular.. Zira onlar bu aletleri zibak deni­len civa ile sıvamışlardı. Güneş ısısı bu civaya vurduktan sonra, ipler ve bastonlar hareket etmeye başlamışlardı.

Kelbi: «Hz, Musa yeryüzünün yılanla dolu olduğu ve bu yı­lanların karınlan üzerinde yürüdüğü hayaline kapıldı» demiş­tir.

(67) «Musa birdenbire içinde...»Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetin metnindeki   «Evcese»   fiili, içinde böyle bir hisse kapıldı veya hissetti demektir.   Korkusu   yılanlardan   ileri geliyordu. Zira yılanlardan korkmak beşerin tabiatı icabıdır. Bazı müfessirler; Hz. Musa asasını atmazdan önce bunların insanları fitnelendirmelerinden korktu» derken, bazıları da «Asayı at! di­yen vahyin gecikmesinden korktu» demişlerdir. O insanlar bu mu­cizeyi görmezden önce ayrılıp fitneye düşerler diye endişelenmiş-tir.

(68)  «(Biz): Korkma! Üstün gelecek olan...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani sen dünyada onlara galip geleceksin. Cennette de en yü­ce derecelerdesin. Çünkü sende peygamberlik ve Allah tarafından seçilmiş olma vasfı vardır.

(69) «Sağ elindekini at Onların...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet Cenab-ı Hakk'ın Hz. Musa'ya söylediklerinden bir kısmını belirtmektedir. Burada «Asanı yere at!» yerine «Sağ elin­dekini yere at!» denilmiştir. Bu, asayı küçültmek mânâsım ifade edebilir. Yani onların iplerinin ve bastonlarının çokluğuna perva etme. Senin sağında bulunan küçük cürümlü ağaççığı yere at. O, Allah'ın kudretiyle bir olmasına, onların çokluğuna, onun küçük diğerlerinin büyük olmasına rağmen onları yutacaktır.

Bu ayetin asayı tazim mânâsım taşıması da mümkündür. Ya­ni onların bu çok ve büyük cürümlerine önem verme. Çünkü se­nin sağındaki şey, onların hepsinden daha büyük bir şeydir. Bu ipler ve bastonlar çok olmakla beraber senin sağ elinde bulunana nisbet edildiklerinde az sayılırlar. Öyleyse onu yere at. O, Allah'ın izniyle onları yutar ve yok eder.

«Telkaf» fiili emrin cevabıdır. Sanki Cenab-ı Hak «Onu yere atarsan o hepsini tutar ve yutar» buyurmuştur.

Ayetin sonundaki «Haysu Ata», yeryüzünün neresinden gelir­se gelsin sihirbazlar muvaffak olamaz ve kurtulamazlar demektir. Bazı müfessirler «O nasıl bir hile yaparsa yapsın muvaffak ola­maz demektir» demişlerdir.

(70)   «Bunun üzerine sihirbazlar...» Bu Ayetin Tefsin

 Sihirbazlar işia büyüklüğünü ve harikuladeliğini müşahede ettiklerinde (çünkü baston onların ip ve bastonlarını yutmuştu, onların yere attıkları şey üçyüz deve yüküydü ve bunları yuttuk-tan sonra da eski haline dönmüştü, bu ip ve bastonların nereye §1 gittiğini Allah'tan başka hiç kimse bilmezdi) secdeye kapandılar ve iman ettiler: «Biz Harun'un ve Musa'nın Rabbine iman ettik» dediler.

(71) «(Firavun): Ben size izin vermeden mi...» Bu Ayetin Tefsiri

Firavun bu sözüyle halkı şüpheye düşürmek istiyordu ki halk sihirbazlar gibi iman etmesin. Çünkü Firavun, sihirbazların Hz. Musa'dan herhangi bir şekilde sihirbazlık dersi almadıklarını, Hz. Musa gelmezden, hatta doğmadan Önce de onların sihirbazlık yaptıklarını biliyordu. Böylece Firavun onların el ve ayaklarını çaprazvari kesti ve onları astı. Hepsi şehit olarak Allah'a kavuş-M     tular.

(72-76) «(İman eden sihirbazlar): Biz seni...»Bu Ayetlerin Tefsiri

Bu ayetler Hz. Musa'ya iman eden sihirbazların söyledikleri­ni nakletmektedir. İbn Abbas'a göre 72. ayetteki «beyyinat»tm maksat «yakın ve ilimdir». İkrime ve başka müfessirler «Onlar Allah'a secde ettiklerinde Allah kendilerine cennetteki konakları­nı gösterdi. Bunun için onlar Firavun'a «seni değil Allah'ı seçe­riz» dediler» demişlerdir. Firavun'un hanımı Asiye daima «Kim galip geldi?» diye soruyordu. Ona «Musa ve Harun galip geldiler» müjdesi verilince «Ben Musa'nın ve Harun'un Rabbine iman et­tim» dedi. Bu haberi alan Firavun ona bir grup adamım gönder­di ve «Büyük bir taş alın ve eğer o bu fikrinden dönmezse ona o taşla vurun» diye emretti. Onlar Asiye'ye geldiklerinde Asiye göz­lerini göklere çevirerek cennetteki mertebesini olduğu gibi gör­dü. Ve sözünde sebat gösterdi. Cenab-ı Hak «Ona taş değmezden önce» ruhunu kabzetti. Böylece taş ruhsuz bir cesede isabet et­ti ve dolayısıyla acısı duyulmadı.

«Kim mücrim olarak Rabbine gelirse» cümlesi sihirbazların sözüdür. Bazı müfessirler «Bu cümleden itibaren sarfedilen söz­ler sihirbazların değil Cenabı Hakk'ın sözüdür» demişlerdir. «Mücrim»den maksat kâfirdir. Bazıları ise «mücrim, günah işle. yen kimse demektir» demişlerdir. Fakat burada «mücrim»in kâ­fir anlaimna geldiğine, «Kesinlikle onun için cehennem vardır, o orada ne ölür ne dirilir» cümlesi delâlet etmektedir. Çünkü bu cümle Allah'ı inkâr eden, ayetleri yalanlayan kâfirlerin sıfatını açıklamaktadır.

Bazıları «Cehennemde olan kâfirin ruhu hançeresine kadar gelmiştir, ne ayrılmak suretiyle ölür, ne de istikrar bularak diri­lir» demişlerdir. [23]

 

«Allah'a Gelmek» Ne Demektir?

 

«Kim Rabbine mücrim olarak gelirse» sözünden maksat, Rabbirnn vaadettiği zaman ve mekânda mücrim olarak gelirse de­mektir. «Kim Rabbine mümin olarak gelirse» ifadesinden maksat ise, kim iman üzerinde ölürse ve Allah'ı tasdik edici olduğu hal­de Allah'ın huzuruna varırsa, salih ameller işlemiş ve emir ve yasaları gözetmişse işte onlar için dille vasıflandırılması müm­kün olmayan yüce dereceler vardır. O yüce dereceler Adn cennet-leridir. Bu cennetin (köşklerinin) altından nehirler akar. Bu ne­hirlerin kimisi şarap, kimisi bal, kimisi süt, kimisi de sudur. On­lar orada daimi olarak kalırlar. İşte küfür ve günahtan arman bir kimsenin mükâfatı budur. Bu sözlerin sihirbazlara ait olması ha­linde onların bu sözleri Hz. Musa'dan veya daha önce Beni İsra­il'den duymuş olabilecekleri tahmin edilebilir. [24]

 

Meal

 

77- Andolsun ki biz Musa'ya:  «Kullarımı geceleyin yürüt. Onlara denizde kuru bir yol aç. Yetişilmekten korkma,  (boğul­maktan) endişe etme» diye vahyetmiştik.

78- Böylece Firavun, askerleriyle onları takip etti. Deniz on­ları (Firavun ve ordusunu) korkunç bir şekilde kapladı.

79- Firavun kavmini saptırdı. Onları doğru yola iletmedi.

80- Ey İsrailoğullan, biz sizi düşmanınızdan kurtardık ve Tur'un sağ tarafında size vaad eyledik. Size kudret helvasiyla bıl­dırcın indirdik.

81- Size nzık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından ye-yin. Bu hususta aşırı gitmeyin (nankörlük etmeyin). Sonra size gazabım çarpar. Gazabım kime çarparsa, gerçekten o yıkılıp git­miştir.

82- Ben tevbe eden, iman eden ve salih amel işleyen sonra da doğru yola gelen kimseye karşı elbette çok bağışl yıcıyım.

83- (Allah): «Ey Musa, seni acele ile kavminden ayrılmaya

sevkeden nedir?» (dedi). S

84- (Musa):  «Onlar ardımdan geliyorlar Ya Babbi  (Ben­den) razı olasın diye acele ettim» dedi-

85- (Allah): «Biz senden sonra kavmini imtihan ettik. Sa-§      miri onları yoldan çıkardı» dedi.

86- Bunun üzerine Musa çok kızgın ve müteessir bir halde kavmine döndü: «Ey kavmim, Rabbûıiz size güzel bir vaadde bu­lunmamış mıydı? Şu halde size zaman mı çok uzun geldi? Yoksa üstünüze Rabbinizden trazabın inmesini mi istediniz ki bana ver­diğiniz vaadden döndünüz?» dedi.

87- Onlar şöyle cevap verdiler: «Sana verdiğimiz sözden ken di başımıza caymadık. O milletin ziynet eşyasından bize yükler dolusu taşıtıldı. Biz onları (ateşe) attık. Aynı şekilde Samiri de attı.» [25]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(77-82) «Andolsun ki biz Musa'ya...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Bu ayetler daha önce Bakara, Al-i İmran, A'raf, Enfal, Yu­nus, Hud, İbrahim ve îsra surelerinde geçtiğinden dolayı tafsil­lerini tekrarlamakta fayda mülâhaza edilmemiştir.

«Yebesen» kelimesi çamursuz, susuz, kupkuru demektir. On­lar için denizde böyle yollar açılmıştır.

Ayet metnindeki «Dereken» kelimesi yetişmek mânâsını ifa­de eder. Cenab-ı Hak «Firavun ve ordusunun yetişmesinden kork­ma» dedi. İbn Cüreyc, «Hz. Musa'nın arkadaşları Firavün'u uzak­tan gördüklerinde: «İşte Firavun bize yetişiyor. Deniz de önü­müzde» dediler ve Cenab-ı Hak o zaman bu ayeti indirdi. Yani o Firavun'un yetişmesinden korkmuyor, denizde boğulmaktan da haşyet duymuyordu.

İsrailoğullan'nın düşmanı Firavun'dur. Cenab-ı Hak onları Firavun'dan kurtarmıştır. O'na teşekkür etsinler diye bunu hatır­latıyor. Cenab-i Hak, Firavün'u boğduktan sonra ondan Tur Da-ğı'nın sağ tarafına gelmesini istedi ve orada kendisine Tevrat'ı vereceğini vaadetti. Bu vaad esasen sadece Hz. Musa'ya aitti. Fa­kat ayette «Bu vaadin bütün İsrailoğullan'na yapıldığı» bildiril­mektedir. Çünkü bu vaad onlar içindir.

«Sağ taraf» mânâsına gelen «eleymen» kelimesi «taraf»m sı­fatıdır, «dağ»m değil. Çünkü dağın sağı solu olmaz. Yani müna-caat esnasında dağ, Musa'nın sağında kalırdı.

Ayette «Size rtzık olarak verdiğimizin temizlerinden yeyin» denilmektedir. Yani lezzetlilerinden, helâlinden. Zira bıldırcın ku­şu ve kudret helvasında herhangi bir insanın müdahalesi yoktur. Kesinlikle helâldirler. Bunda şüphe yoktur. Bu hususta haddi aş­mayın veya nimeti inkâr etmeyin. Ona karşı şükretmeyi unutma­yın veya onu başka bir şeyle değiştirmeye kalkışmayın. [26]

 

«Allah'ın gazabından kastedilen şey nedir?

 

«Allah'ın gazabı», Allah'ın verdiği ceza, icra ettiği intikam ve azabı demektir. Bu azap kimin üzerine inerse veya kime vacib olursa o helak olmuştur.

Ayetin metnindeki «Heva» fiili «helak olmuş» anlamına ge­lir. Bazan bu fiil «öldü» mânâsına kullanılıyor. Esas mânâsı «yüksekten aşağıya düşmek» demektir.

Cenab-ı Hak şirkten dönen, iman eden, salih amel işleyen, onlardan sonra hidayet bulan kimsenin bütün günahlarını affede­ceğim diyor. Yani ölünceye kadar iman üzerinde durursa affedi­lecektir. Bu tevil Süfyan-ı Sevrî ve Katade'ye aittir. İbn Abbas, «Sonra hidayet bulursa ifadesinin mânâsı, ölünceye kadar imanın­da şüphe etmezse demektir» diyor. Bunu Maverdî nakletmekte­dir. Sehl bin Abdullah et-Tusteri'den İbn Abbas'ın sünnet ve ce­maat üzerinde durursa mânâsını burada verdiği rivayet edili­yor. Bunu Salebi rivayet etmiştir. Enes, «Allah Rasûlü'nün sün­netine yapışırsa demektir» diyor. Bunu El-Mehdevi rivayet etmiş­tir. Burada beşinci bir yorum daha vardır: Ameli hedefe isabet ederse demektir. Bunu   da İbn Zeyd rivayet ediyor. İbn Zeyd'den «îlim Öğrenip nasıl işleyeceğini biten kimse demektir» rivayeti de gelmiştir. Birinci tevili Mehdevî, ikincisini Salebi rivayet etmiş­tir. Şabî, Mukatil ve Kelbî de «sonra hidayet ederse» ifadesinin mânâsı «salih amelin sevabı, onu terkin cezayı gerektirdiğini bi­lirse demektir» demişlerdir. Bunu Perra da söylemiştir.

(83-87) «Allah: Ey Musa! Seni acele...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Bu ayetlerin tamamı birkaç defa geçmiştir. Fakat biz bu ayetlerdeki bazı kelime ve deyimlerin izahına çalışacağız.

«Ey Musa! Kavminden önce gelmenin nedeni nedir?» cüm­lesindeki «kavim» ile bütün İsrailoğulları kastedilmektedir. Hz. Musa rnikata onlardan sadece yetmiş kişiyle beraber gelmiştir. «Onlar ardımdan geliyorlar» cümlesinden maksat, «onlar benim arkamdan sana yönelerek geliyorlar» demek değildir. «Onlar ya-kınımdadır, onlara dönmemi bekliyorlar» demektir.

Bazı müfessirler «Ayetin metnindeki kavim ile maksat, Hz. Mu- , sa'nın seçip beraberinde götürdüğü yetmiş kişidir» demişlerdir. Hz. Musa Tur Dağı'na yaklaştığında Allah'ın kelâmını dinlemek aşkıyla onlardan önce tayin edilen noktaya vardı.

İbn Abbas der ki: «Cenab-i Hak, Hz. Musa'nın niçin önde geldiğini bildiği halde bu suali Hz. Musa'ya merhamet etmek, onunla konuşmak suretiyle ona ikramda bulunmak ve kalbini teskin etmek için sordu. Hz. Musa da cevap olarak «Varmamı em­rettiğin noktaya benden razı olasın diye acele geldim» dedi.» [27]

 

Samiri'nin Kimliği

 

îbn Abbas, «Samiri, aslen İsrailoğulları'ndan değildi. Sığıra tapmakta olan bir kavimdendi. Mısır'a vardı, zahiren İsraüoğul-ları'nm dinine girdi. Fakat kalbinde sığıra ibadetin aslı mevcuttu. Samiri'nin Kıptiler'den olup, iman ettiğini söyleyenler de İsrail­oğulları'ndan bir lider olduğunu söyleyenler de vardır. İsrailli ise «Samiri» diye bilinen ve Şam'da maruf bir kabiledendir. Said bin Cübeyr «Kirman ehündendi» diyor.

Ayetin metnindeki «Melkina», Mücahid ve Süddi'ye göre «ta-katımızla» demektir. Yani seninle sözleşmemizi kendi gücümüzle, takatımızla değiştirmedik. Veya nefsimize hakim olmadık veya mecbur kaldık mânâsını ifade eder.

Böylece İsrailoğulları hataya düştüklerini itiraf ettiler.

«Kavmin ziynetbmûen maksat şudur: İsrailoğulları Hz. Mu­sa ile beraber çıkmak istediklerinde bir bayramda veya bir dü­ğünde biraraya gelmek mânâsım verdirmek için İsrailoğullan'nın bu süs eşyalarını ariyet yoluyla almışlardır.

Bazı müfessirler «Denizde boğulan Firavun ordusundan bun­ları edinmişlerdi» diyorlar. Deniz o boğulanları sahile atmıştı. Onlar da onların üzerinde bulunan altın ve ziynet eşyalarını al­mışlardı. Bu takdirde ona günah demenin mânâsı ganimetin ken­dilerine helâl olmadığı anlamındadır. Bu mesele daha önce A'raf Suresi'nde geçtiği için bu kadarla yetinilmiştir. [28]

 

Meal

 

88- (Samiri) onlara böğüren bir buzağı heykeli yaptı. Bu­nun üzerine onlar dediler ki: «Bu sizin ilâhınız ve Musa'nın da ilâhıdır». Fakat o unuttu (da aramaya gitti).

89- Onun kendilerine bir sözle mukabele edemeyeceğini, ken­dilerine ne bir zarar ne de bir yarar veremeyeceğini görmüyorlar mı?

90- Daha önce Harun onlara: «Ey kavmim, siz bunun (bu­zağı) yüzünden fitneye düşürüldünüz. Rabbiniz Rahman olan Al­lah'tır. Bana tabi olun, emrime itaat edin» demişti.

91- Onlar: «Musa bize dönünceye kadar buzağıya tapmayı terketmeyeceğiz» dediler.

92- (Musa): «Ey Harun, onların saptıklarım gördüğün za­man sana ne engel oldu?» dedi.

93- «Neden bana uymadın? Yoksa emrime karşı mı geldin?» dedi.

94- (Harun):  «Ey anamın oğlu, hiddetle saçıma sakalıma yapışma. Ben, bilahare bana: «İsrailoğulları arasında tefrika çı­kardın, sözümü gözetmedin» demenden korktum» dedi.

95- (Musa): «Ey Samiri, ya senin amacın neydi?» dedi.

96- (Samiri): «Ben onların görmediğini gördüm. Böylece o elçinin izinden bir nebze aldım ve onu attım. Nefsim işte bana böyle (yapmayı) hoş gösterdi» dedi.

97- (Musa): «Defol, git! Hayat boyunca bana dokunmayın diyeceksin. Sana vaadedilen bir ceza var ki o cezadan asla kaça­mazsın. Şimdi dönüp, taptığın mabuduna bak. Biz onu yakacağız. Sonra onu ufalayıp denize savuracağız» dedi.

98- İlâhınız kendisinden başka ilâh olmayan Allah'tır. O'nun ilmi her şeyi ihata etmiştir. [29]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(88) «(Samiri) onlara böğüren bir...» Bu Ayetin Tefsiri

Samiri ve ona tabi olanlar teşbihe meyyal idiler. Zira daha önce Hz. Musa'ya «Onların bir mabudu olduğu gibi bize de bir mabud kıl» demişlerdir.

Onlar İsrailoğulları'na «İşte bu buzağı hem sizin hem de Mu­sa'nın mabududur. Musa onu kaybetmiştir. Onu aramaktadır. Daha yerini bulamadı ve onu ararken yolunu şaşırıp Rabbine var­dı (veya Musa onu burada bıraktı, çıkıp'onu aramaktadır)» dedi. ler.

İsrail, Semmak'tan, o İkrime'den o da İbn Abbas'tan şöyle rivayet ediyor: «Musa size bunun mabud olduğunu söylemeyi unuttu demektir» demiştir.

Bazı müfessirler «Buradaki hitap Samiri'den haber verme­ye yöneliktir» dediler. Yani Samiri, Hz. Musa'nın iman emrini unuttu ve sapıttı.

(89) «Onun kendilerine bir sözle...» Bu Ayetin Tefsiri

Cenab-ı Hak bu ayette mabud olmanın birtakım Özelliklerin­den bahsetmektedir. Mabud zarar verebilir, yarar verebilir, sevap verebilir, alabilir. Onlar buzağıda bu Özelliklerin var olup olma­dığını veya buzağının konuşamayacağını düşünemiyorlar mı?

(90) «Daha önce Harun onlara...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu hadiseden sonra, Hz. Musa gelmezden önce, Hz. Harun onlara: «Ey kavmim siz buzağıya tapmak suretiyle dalâlete düş­tüğünüz. Oysa sizin Rabbiniz Rahman'dır, buzağı değildir. Rah-man'a ibadet etmek hususunda bana tâbi olun, Samiri'ye değil. Benim emrime itaat edin,» yani «buzağıyı bırakıp benimle bera. ber Hz. Musa'ya gelin» dedi fakat onlar isyan ettiler.

(91) «Onlar :   Musa bize dönünceye...» Bu Ayetin Tefsiri

Onlar Musa dönünceye kadar buzağıya ibadet etmeye devam edeceklerini söylediler ve «Musa döndüğünde bizim buzağıya tap­tığımız gibi ona tapıp tapmayacağına dikkat edeceğiz» dediler. Çünkü, Hz. Musa'nın da kendileri gibi buzağıya taptığı kanaatini taşıyorlardı. Böylece Harun buzağıya tapmadan, onikibin kişiy­le birlikte onlardan ayrıldı. Hz. Musa döndüğünde çığlıkları işit­ti ve beraberinde bulunan 70 kişiye «Bu fitne sesidir» dedi. Zira onlar buzağının etrafında durmadan raksedip çığlık atıyorlardı.

(92-93) «(Musa): Ey Harun, onların...»Bu Ayetlerin Tefsiri

Hz. Musa,  Hz. Harun'u  gördüğünde  sağ eliyle onun saçını, sol eliyle de mübarek sakalını tuttu. Öfkeliydi. Hz. Harun'a şöyle dedi:

«Ey Harun onların yolu şaşırdıklarını ve kâfir olduklarını gördüğün halde niçin emrime ve vasiyetime tâbi olmadın? Niçin onlarla savaşmadın? Üstelik ben aralarında olduğum zaman bunu yapmış olsaydılar, onlarla savaşmaktan kaçınmayacağımı da çok iyi biliyorsun. Niçin bir an evvel bana gelip yetişmedin, onların fitnelerinden bahsetmedin, yoksa emrime isyan mı ettin?» dedi. Yani «senin onların arasında kalman senden sadır olanlara karşı bir isyan -mıdır?» Bazı müfessirler bunu «Niçin onlardan ayrılma­dın? Oysa ayrılmakla, onlara (buzağıya tapmamaları konusunda) önlem almalarını sağlayabilecek önemli bir hatırlatmada bulunmuş olabilirdin» şeklinde yorumlamışlardır.

Hz. Musa'nın emri hakkında ihtilaf vardır. Bazıları, Hz. Mu­sa'nın kardeşi Harun'a; «Kavmin içinde bana halife (yardımcı) ol. İslah et (düzelt), ifsad edenlerle (bozgunculuk yapanlarla) birlikte olma» dediğini belirtmişler ve «İşte Hz. Musa'nın emri budum şeklinde bir açıklama getirmişlerdir. Harun onlarla be­raber kaldığında, onların küfre sapmalarına şiddetli bir şekilde tepki göstermediğinden dolayı Hz. Musa onun kendisine karşı is­yan ettiğini zannetmiş ve bu sözleri söylemiştir. [30]

 

Önemli Bir Mesele

 

Bu ayetlerin tamamı, emri bilmaruf ve nehyi anilmunkeri bozmak, münkeri işleyenlerden ayrılmak ve onların arasında oturanlar hakkında bazı kaideleri içermektedir. Onların arasında oturan kişi onların yaptıklarına razı ise hükmü tamamen onların hükmü gibidir. Bu ayet münasebetiyle Maliki alimi Ebu Bekir ed Turtuşî'ye şöyle sorulur: «Biraraya gelen bir grup erkek Allah'ı çokça zikreder ve Hz. Muhammed'i anarlar. Sonra deriden yaptU

mış bir davula çomakla vururlar, onlardan bazı kimseler kalkıp bayüıncaya kadar raks eder ve secde kapılırlar. Sonra bir sof­ra kurarlar ve yerler. Acaba bu sufilerin beraberinde bulunmak caiz midir? Ayrıca bu sufiler meclisinde şu şiirleri okuyorlar:

«Ey ihtiyar paramparça olmadan önce günahtan men oldun.

Nefsin için salih amel işle.

Bu da amelin fayda verdiği zamanda olsun.

Gençliğe gelince, o geçti.

Senin başındaki kırlar ise, o da gelmiştir.»

Bu soruya verilen cevap şöyledir: «Bu sufilerin mezhebi tem­bellik, cehalet ve dalâlettir. îslâm sadece Allah'ın kitabı ve Râ-sûlullah'm. sünnetidir. Raks ve vecde kapılmaya gelince, onu ilk önce Samiri'nin arkadaşları icad etmişlerdir. Zira Samiri onlara bir buzağı yaptığı zaman onlar kalkıp buzağının etrafında raks ettiler, vecde kapıldılar.   Binaenaleyh   bu kâfirlerin  dini buzağı-perestlerin adetidir. Def çalmaya gelince; müslümanlan Allah'ın kitabından  uzaklaştırabilmek amacıyla, ilk kez zındıklar tarafın­dan uygulanan bir âdettir. Rasûl-ü Ekrem   sahabelerle   beraber olduğu zaman sahabeler sanki başlarının üzerinde bir kuş var­mış gibi otururlardı. Biraz sesli konuşsalar kuşu uçuracakmış en. dişesiyle otururlardı. Binaenaleyh sultana ve sultanın vekillerine, idarecilerine, bu dervişlerin mescidlerde ve diğer ibadet yerle­rinde hazır bulunup bu işi yapmaktan onları menetmek gerekir. Allah'a ve Ahiret'e iman eden bir kimse için onlarla beraber bu­lunmak helâl değildir. Onların bu bâtıl mesleklerine yardım ek mek de helâl değildir. îşte bu görüş hem îmam Malik'in, hem Ebu Hanife'nin hem Şafii'nin, hem İmam Ahmed bin Hambel'in ve hem de diğer müslüman imamların görüşüdürv [31]

 (94) (Harun): «Ey anamın oğlu, hiddetle...» Bu Ayetin Tefsiri

Daha önce de zikrettiğimiz gibi, Hz. Musa sağ eliyle Hz. Ha­run'un saçını, sol eliyle de mübarek sakalını tuttu. Çünkü Allah yolundaki gayret Hz. Musa'yı tamamen zaptu rapt altına almıştı. Hz. Harun ona: «Bunu yapma! İsrailoğullan beni önemsemedi­ğin veya bana bir ceza tatbik ettiğin zehabına kapılacaklardır» demişti. Zira Hz. Musa bunu ne bir hafiflikten ne de bir cezadan ötürü yapmıştır. Tıpkı insanın böyle anlarda kendi sakalını tut­tuğu gibi ağabeyinin sakalını tutmuştur.

Bu ayet Hz. Harun'un mazeretini beyan etmektedir. Ayetteki «Benim sözümü gözetmedin» cümlesi «benim vasiyetimle amel etmedin» demektir. Bu yorum Mukatil'e aittir. Ebu Ubeyde'ye göre «Benim ahdime dikkat etmedin. Dönüp gelmemi bekleme­din» demektir. Bunun üzerine Musa, Harun'un sakalını bıraktı.

(95-96) «(Musa): Ey Samiri, ya senin...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Daha önce de geçtiği gibi Samiri, Samira kabilesindendi. İs-railoğullan nezdinde büyük bir mevki sahibi idi. Fakat Allah'ın düşmanıydı. Münafıktı. Hz. Musa ile denizden çıktıktan sonra İsrailoğullan, Amalikalılar'ın puta taptıklarını görünce: «Ey Mu­sa, onların bir mabudu olduğu gibi bize de bir mabud kıl!» dedi­ler. Samiri bu fırsatı değerlendirdi ve İsrailoğulları'nın buzağı­ya tapmaya meyyal olduklarım öğrenerek buzağıyı yaptı. Samiri «Onların görmediğini gördüm. Cebrail'i gördüm, hayat atı üze­rindeydi. Benim nefsime o atın bastığı yerden bir avuç toprak almak düştü ve onu aldım. Herhangi bir şeyin üzerine onu attı­ğımda o şey ruh, et ve kan sahibi oldu, dirildi. Bunlar «Bize bir mabud edin» dediklerinde nefsim bana bunu yapmayı hoş gös­terdi» dedi.

(97-98) «(Musa): Defol, git! dedi...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Hasan Basri, «Cenab-ı Hak, Samiri'yi herhangi bir kimsenin elini sıkmak veya eli herhangi bir kimse tarafından sıkılmaktan menetmek suretiyle cezalandırdı» demiştir. Bazı müfessirler ise «o, vesvese hastalığına giriftar oldu» dediler. Bazıları da «Hz. Musa, Samiri'yi öldürmek istediğinde Cenab-ı Hak kendisine onun cömert olduğunu, onu öldürmemesini buyurdu» dediler. Bir de şöyle deniliyor; Hz. Musa ona «Haydi git! Sen hayatın bo­yunca «bana dokunmayın» diyeceksin» dediğinde Samiri korktu ve kaçtı. Çöllerde yırtıcı hayvanlarla beraber oldu. Artık onun elini sıkacak bir kimse yoktu. O tıpkı «el sıkmak yoktur» diyen bir kimse gibi olmuştu. Çünkü o halktan, halk da ondan uzaktı. [32]

 

Bid'atçılar Sürgün Edilebilir

 

Bu ayet, bid'at ehlinin, günahkârları sürgün etmenin, hicrete mecbur bırakmanın, ihtilattan menedümenin esasını getirir. Hz. Peygamber bu hususu Kâb bin Malik ve iki arkadaşına tatbik et­miştir. Çünkü onlar mazeretsiz olarak Tebük seferinden geri kal­mışlardı. Kim Harem'e iltica ederse ve onun boynunda bir kısas varsa, bazı fakihlere göre o öldürülmez. Fakat kendisiyle ilişki de kurulmaz. Ondan bir şey satm alınmaz, kendisine bir şey satıi maz. Bu durum onu Harem'den çıkmaya mecbur edecektir.

97. ayetin metninde geçmekte olan «Nuharrikennehu» fiili «Nehrikennehu» şeklinde de okunur, tki kıraatin mânâsı da i<onu ateşle yakacağız» demektir.

İbn Mes'ud, «Kesinlikle onu keser sonra yakarız» tarzında okumuştur. Zira et ile kan yakıldıktan sonra kül olurlar. Külün denize atılması mümkündür. Altına gelince, o kül olmaz. Bazı müfessirler «Hz. Musa altını kül haline getirecek öir ilacı biliyor, du. Onunla yaptı» demişlerdir. Bu, Hz. Musa'nın mücizelerinden-dir. [33]

 

Meal

 

99- İşte böylece sana geçmiş (hadiseler) e ait bazı haberler anlatıyoruz. Hiç kuşkusuz sana katımızdan bir zikir verdik.

100- Kim ondan yüz   çevirirse   kuşkusuz o Kıyamet Günü (ağır)  bir günah yüklenecektir.

101- O yükün altında daimi kalırlar. Bu Kıyamet Günü'nde onlar için ne fena bir yüktür.

102- Sûr'a üflendiği günde biz mücrimleri o gün mosmor ola­rak hasrederiz.

103- Onlar aralarında: «Kabirde sadece on gün kaldınız» di­ye gizli gizli söyleşirler.

104- Biz onların aralarında ne konuştuklarını iyi biliriz. En akıllıları: «Sadece bir gün kaldınız» der.

105- (Ey Muhammed)   Sana dağlardan   soruyorlar.   De ki «Rabbim onları (toz gibi)  ufalayıp savuracaktir.

106- «Yerlerini boş ve dümdüz bırakacaktım.

107- «Orada ne bir eğrilik ne de bir tümsek göremezsin».

108- O gün (tüm mahlûkati) davet edenin davetine hiç bir tarafa sapmadan uyarlar. Rahman'in karşısında sesler kısılacak-tir. O gün ayak seslerinden başka bir şey duyamazsın.

109- O gün Rahman'ın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefaati hiç bir yarar vermez.

110- Allah onların  (mahlûkatm)  geçmiş ve gelecek ahvali­ni bilir.  (Kullarından) kimse O'nu ilmen ihata edemez.

111- Bütün yüzler diri  (Hayy) ve yöneticiye (Kayyum) bo­yun eğmiştir. Zulüm yüklenen ise perişan olmuştur.

112- Kim mümin olarak salih amellerde bulunursa, artık o ne zulümden ne de hakkının zayi olmasından korkar.

113- İşte böylece onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik ve (günahlardan)  sakınırlar veya kendileri için bir öğüt olur diye tehditleri türlü biçimlerde tekrar ettik. [34]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(99) «İşte böylece sana geçmiş...» Bu Ayetin Tefsiri

Cenab-i Hak bu ayette «Musa'nın haberini sana gönderdiği-Titiz gibi diğer peygamberlerin haberlerini de sana veriyoruz ki senin için hem teselli, hem de doğruluğuna delil olsun» buyuru­yor.

Bu ayetin metninde geçen «zikr» kelimesi «Kur'an» demek­tir. Kur'an'a zikir denilmesi, onda zikrin olması sebebiyledir. Ni­tekim Rasûl-ü Ekrem'e de «zikny denilmiştir. Çünkü zikr onun üzerine inmektedir. Bazı müfessirler «Zikir burada şeref mânâsı, nadir» demişlerdir. Yani «Biz katımızdan sana şeref verdik. Nü tekim kesinlikle o senin için bir zikirdir (yani şereftir)» ayetinde-«zikir» bu anlamda kullanılmıştır.

(100-104) «Kim ondan yüz çevirirse...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Bu ayetler Kur'an'a iman etmeyen ve   Kur'an'in   içeriğiyle, amel etmeyen kimselerin Kıyamet'teki durumlarını belirtmekte­dir. Bu ayette bahis konusu edilen İsrafil'in «Sur»a üfürüşü En'am-Suresi'nde mufassal bir şekilde geçmiştir.

Bu ayetlerde bahsi geçen mücrimlerden maksat müşrikler­dir. «Zürkan» kelimesi mücrimlerin halini belirtmektedir. Yani onların gözleri masmavi kesilmiş veya gözleri donakalmış ve­ya gözleri kör olmuştur. El-Ezheri'nin tefsirine bakılırsa «Zür­kan» kelimesi çokça susamış mânâsını ifade eder. Yani mücrim­leri, çok susadıkları, gözleri susuzluktan çukurlaşarak içeri bat tığı kötü hallerde hasrederiz. Zeccac da söz konusu kelimenin bu mânâda olduğunu söylemiştir. Ç^inkü gözün siyahlığı susuz­luk sebebiyle gider, bambaşka bir renk alır.

Bazı müfessirler de bu kelimenin «yalancı tamahkârlık» mânâsını ifade ettiği kanaatindedir. Bazıları «Bu kelimenin mâ­nâsı, gözler korkunun şiddetinden dışarı fırladığı halde onları hasrederiz demektir» demişlerdir.

Said bin Cübeyr, İbn Abbas'tan: «Cenab-ı Hak burada müc­rimleri o gün gözleri yuvalarından fırlamış veya donmuş olarak hasredeceğiz» demektedir» dediğini nakletmektedir. Başka bir ayette «Onları Kıyamet Günü'nde yüzleri üzerine kör, dilsiz ve sağır olarak hasredeceğiz» denilmiştir. Bu iki ayet arasında te­zat yok mudur diye sorulursa cevap olarak şöyle denir: «Kıya­met Günü'nün değişik halleri vardır. Onun bir halinde haşre ge­lenlerin gözleri mosmor kesilir bir halde kör olur. Yani iki aye­tin yorumu değişik hallere göredir».

103. ayetin metninde geçmekte olan «Yetehafetun» fiili «ara­larında fısıltılı, gizlice konuşurlar» demektir. Bu yorum Müca-hid'e aittir. Veya biri diğerine, mahşer yerinde, gizlice «Siz dün­yada veya kabirlerde ancak on gece kalmışsınız» şeklinde fısıldar. Bazı müfessirlere göre «Sis iki Sur üfürülüşü arasında —ki kırk senelik bir mesafedir— ancak on gün kalmışsınız» derler. Yani o müddeti kısa bulurlar. Çünkü o müddet içinde kâfirlerden bile azap kalkar. Veyahut onlar dünya müddetinin bu kadar kısa ol­duğunu söylerler. Çünkü Kıyamet'in   dehşetinden,   şiddetli   bir manzara, korkunç bir durum görmektedirler. îşte o gün onların en akıllılarına ancak bir tek gün kaldıkları hayali gelir.

Bazı müfessirler «KıyameVin dehşetinden dünya nimetlerini unuturlar. Onu sanki bir gün gibi görürler» demişlerdir.

(105-110) «(Ey Muhammed) sana...» Bu Ayetlerin Tefsiri

O günde dağlar paramparça olarak kasırga haline gelir. Ve o günde insanlardan sesler ancak fısıltı şeklinde çıkar. O günde Allah'ın izin verdikleri müstesna, şefaat hiç kimseye fayda ver­mez.

«Sana dağların Kıyamet Günü'ndeki halini sorarlar veya sor­muşlar», Kur'an-ı Kerim'de sorsalar/sormuşların cevabında ge­len emir daima «fe» harfi olmaksızın zikredilir. Fakat burada «fe» getirilmiştir. Çünkü burada mânâ şöyledir: «Eğer Kıyamet Gü­nü'nde dağların halini senden sorarlarsa sen onlara şunları söy­le». Yani cümlede bir şart vardır. Şartın cevabı bu tarzda gelir­se «fe» harfi üzerinde olarak gelir. Cenab-ı Hak onların, dağların halini peygamberinden soracaklarını bilmiştir. Onlar daha bu­nu sormazdan önce bu suallerin cevaplarını peygamberden iste­mişlerdi ve cevaplar suallerin arkasından gelmişti. Bu sebeple orada suallerin cevabı «fe» harfi olmaksızın gelmişti. Fakat bu­rada mesele değişiktir.

Ayetin metnindeki «yensifu» fiili «uçurtur» demektir. Yani Cenab-ı Hak dağlan temellerinden, köklerinden kaldırır, sonra onları akan bir kum haline, sonra da atı.mış bir yün haline geti­rir. Rüzgârlar onları sağa sola uçurtur. Ve o dağların yerlerini dümdüz kılar. Orada ne bitki ne de bina bulunur.

Cevheri, ayetin metnindeki «Ka'an» kelimesinin dümdüz olan yere denildiğini söyler. Ferra «Bu kelime suyun biriktiği yer de­mektir» diyor. Kelbî'ye göre bu kelimenin mânâsı bitkisiz yer demektir.

Ayetin metnindeki «safsaf» kelimesi kaygan, üzerinde hiçbir şey olmayan ve dümdüz yer demektir.

«İvecen» kelimesi, İbn'ul-Arabi'nin tefsirine göre girintili-çı-kıntılı demektir. «Emten» kelimesi ise küçük tepeler anlamında­dır. Yani o dağlar dümdüz bir hale gelir, orada ne girinti ve çı­kıntılar vardır ne de küçük tepeler kalmıştır.

Bazıları «emten» kelimesinin yerdeki yarıklar olduğunu söy­lemiştir. Bazılarına göre ise, bir kısmı enli ve kalın, bir kısmı in­ce dağ ve sahralara «emt» denilmektedir.

«Ed-Dai» ile maksat Hz. İsrafil'dir. Zira o Sur'a üfürdüğü zaman insanları çağırır. Onu dinleyen herkes yan çizmeksizin ona tâbi olurlar.

«Hemsen» kelimesi Mücahid'e göre «gizli ses», İbn Abbas'a göre «gizli his», Hasan ve İbn Cerir'e göre ise «mahşere gelirken birbirine dolanan ayak takırtıları}} demektir. Bazıları, «Bu keli­me dudakların ve dilin kıpırdanması demektim demiştir. Yani onların ne konuşmalarını, ne kelâmlarım, ne de ayak seslerini du­yamazsın. Öylece kalakalmış olurlar. Ve o günde Allah tarafın­dan izin alan kimseden başkasının şefaati kabul edilmez. Şefaat hususunda bir söz söylemesinden Allah'ın razı olduğu kimsenin şefaati kabul edilir. îbn Abbas «Allah'ın razı olduğu söz Lâ İla­he İllallah'tır» demiştir. Katade ise «Allah onların ellerinin önündekini (yani Kıyamet'in durumunu) onların arkasında olam (yani dünyadaki durumlarını da) biliyor demektir» demiştir. Ve­ya Cenab-ı Hak onların gelecekte nail olacakları sevap ve cezayı bilir. Veya onlar dünyada neyi arkalarında bırakmışlarsa onla-rı da bilir demektir. Bazı müfessirler buradaki zamirlerin bütün mahlûkata raci olduğunu, bazıları da İsrafil'e tâbi olanlara raci olduğunu söylemişlerdir.

«Ve hiç kimse ilim yönünden Allah'ı ihata edemez», çünkü ihata, hududu gerekli kılar. Cenab-ı Hak ise tahditten münezzeh­tir. Bazıları «Bihi» zamirinin Allah'ın ilmine raci olduğunu söy­lemişlerdir. Yani hiç kimse Allah'ın bilgisini ihata edemez.

Taberi, tefsirinde, «Eydihim» «Halfehum» ve «Yuhitune» ke­limelerindeki zamirlerin meleklere raci olduğunu kaydetmiştir. Yani Cenab-ı Hak meleklere tapanlara: «Melekler önlerinde ve arkalarında olanları bilmezler. Binaenaleyh onlar tapılmaya uy. gun değildirler» demektedir.

(111) «Bütün yüzler diri...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetteki «Anite» fiili, İbn'ul-Arabi'nin dediğine   göre «ze­lil oldu, eğildi» mânâsına gelmektedir. İbn Abbas, «zelil oldu de­mektir» diyor. Mücahid'e göre ise «korktu» anlamındadır. Yani yüzler o gün zelil olurlar veya korkarlar. El Ufi «Bu fiil teslim oldu mânâsına gelmektedir» eliyor.

«Vucuh» (yüzler) kelimesi insanlardan kinayedir. Yani in­sanlar Allah'a baş eğerler,-zillet gösterirler. Çünkü insanların yüz­lerinde zillet eseri görüldüğünde «yüz» tabiri kullanılmıştır. El-Kayyum kelimesinde şu üç yorum vardır: a) Halkın tedbiri ile kâim olan Allah, b) Her nefsin kesbini bilmek yönünden ona kâim olan Allah, c) Hiç yok olmayan ve daim olan Allah. Bu kelimenin izahı Bakara Suresi'nde, Ayet'el-Kürsi'nin tefsirinde geç­mişti.

(112) «Kim mümin olarak salih amellerde...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetten anlaşılıyor ki salih amellerin makbul olması için iman şarttır. Ayetin sonunda gelen «Hedmen» kelimesi «eksiklik» demektir. Yani biz onun hakkında bir eksiklik, bir kırpma yap­mayız. Onun hakkını tam veririz.

(113) «işte böylece onu Arapça bir Kur'an...»Bu Ayetin Tefsiri                                                                        

Yani biz bu surede teselli ve tasdik edilmen için açıklamalar yaptığımız gibi sana indirdiğimiz Kur'an'ı da Arapça kıldık. Ya­ni Arap lisanıyla indirdik ki senin etrafındaki ilk muhataplar bu Kur'an'da açıklanan korkutma, tehdid, sevap ve cezadan ibret alıp Allah'tan korksunlar ve günahtan çekinsinler. Onlarda belki bir nasihat meydana getirir. Katade, «Bir sakınma, bir takva mey­dana getirir» diyor. Bazıları da «Bir şeref meydana getirir» diye­rek, zikri- burada «şeref» mânâsında kullanmışlardır. Nitekim Cenab-J. Hak başka bir ayette «Kesinlikle o hem senin için hem de kavmin için bir zikirdir (bir şereftir)» buyurmuştur. [35]

 

Meal

 

114- Hak hükümdar olan Allah  (tüm eksikliklerden)  yüce­dir. (Ey Muhammed)  sana onun vahyi tamamlanmadan evvel, Kur'an'ı okumakta acele etme. «Rabbim benim ilmimi artın» di­ye dua et.

115- Andolsun biz daha önce Adem'e de tavsiye etmiştik. Fa­kat o unuttu. Biz onda bir sabır (ve sebat) bulamadık.

116- Meleklere: «Adem'e secde edin» demiştik. Hepsi etti, sa­dece İblis büyüklendi.

117- Dedik ki «Ey Adem, bu İblis sana ve eşine düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın. Sonra zahmet çekersin».

118- «Sen şimdi burada acıkmıyor, çıplak kalmıyorsun».

119- Ve burada susamıyor, güneşten yanmıyorsun».

120- Sonunda şeytan ona vesvese verdi ve «Ey Adem, sana ebedilik ağacını ve son bulmayacak bir hükümranlığı göstereyim mi?» dedi.

121- Bunun üzerine ikisi de o ağaçtan yediler. Hemen ayıp yerleri kendilerine göründü. Üzerlerine cennet yaprağından  ört­meye başladılar. Adem Rabbine asi oldu da şaşırdı.

122 - Sonra Rabbi Adem'i seçti. Tevbesini kabul etti ve onu doğru yola iletti.

123- Dedik ki:  «Bir kısmınız bir kısmınıza düşman olarak hepiniz birden buradan inin. Artık size benden bir yol gösterici geldiğinde, kim benim yol göstericime uyarsa o dalâlete düşmez, mutsuz da olmaz».

124- «Ama kim de benim zikrimden yüz çevirirse ona dar bir geçim vardır. Kıyamet Günü onu kör olarak hasrederiz».

125- O söyle der: «Rabbim, niçin benî Vör olarak hasrettin? Oysa ben  (dünyada)  gören biriydim».[36]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(114) «Hak hükümdar olan Allah...» Bu Ayetin Tefsin

Allah kullarına olan nimetinin büyüklüğünü ve Kur'an'ı gön­dermesinin hikmetini bildirdikten sonra nefsini çocuk edinmek­ten ve benzeri olmaktan tenzih ederek şöyle buyurdu:

«Allah âli'dir». Yani ortaktan münezzehtir. Padişahlar padi­şahıdır, hakk sahibidir. Bu esnada Cenab-ı Hak, peygamberine de Kur'an'ı nasıl telakki edeceğini öğretti. İbn Abbas'm rivayeti­ne göre Hz. Peygamber, Cebrail bitirmezden önce, indirilen ayet­leri okumaya başlıyor ve onları zikretmek istiyordu. Kur'an'ı unutmak korkusundan bunu yapıyordu. Cenab-ı Hak böyle yap­masını yasakladı. Ve «Sakın Kur'an hususunda acele etme» aye­tini indirdi.

İbn Ebi Nucehy'in Mücahid'den rivayet ettiğine göre «Vahyi tam manâsıyla anlamazdan önce sakın okuma demektir.» «Sana vahy gelmezden önce sakın Kur'an'ın indirilmesini isteme» mâ­nâsında olduğunu söyleyenler de vardır. Bazıları «Sana tevili (açıklaması) gelmezden önce sakın onu insanlara telkin etme» demektir demişlerdir. Hasan Basri, «Bu ayet hanımının suratına bir yumruk indiren ve hanımı Rasûlullah'a gelerek kısas isteyen bir kişi hakkında nazil oldun demiştir. Rasûl-ü Ekrem «Ona kısas gerekir» dedi. Onun üzerine «Erkekler kadınlar üzerinde sorumlu (yönetici)dutlar» (Nisa: 34) ayeti indi. Bunun için Cenab-ı Hak bu ayetin sonunda peygamberine: «De ki: Ey Rabbim benim ilmimi artır» ayetini inzal etti. Çünkü Rasûl-ü Ekrem kısas hük­münü vermiş, Cenab-ı Hak da «Kısas hükmü yoktur» diye ayet göndermiştir.

(115) «Andolsun biz daha önce...» Bu Ayetin Tefsiri

Hatib eş-Şirbini «Sirac'ul-Münir» adlı tefsirinde «Adem'den maksat beşerin babasıdır. Ahd'den maksat ağaca yaklaşmaması için ona tavsiyede bulunmasıdır» demiştir. Bu ayetin «Biz Kur'-an'da tehdidi tekrar ettik» tarzındaki ayet üzerine atfedilmesinin nedeni Ademoğulları'nm esasının isyan üzerine bina edilmiş ol­masıdır.

Onların unutkanlıkta yerleşen damarı vardır. «Daha ön-ce»den maksat geçmiş zamanların yani bu sure inmezden ön­ceki zamanların birisinde demektir. «Adem unuttu» yani bu va­siyeti, ahdi unuttu ve ağaçtaki meyveden yedi. «Biz onda bir azim bulamadık». Yani bir iş üzerinde sebat etmesini bulmadık. Zira eğer sebatı olsaydı şeytan kendisini kaydırmazdı. Beyzavi; «umulur ki şeytanın kaydırması Adem'in başlangıç zamanında olmuştur. Yani emirleri tecrübe etmezden önce ve emirlerin tat­lısını acısını zevkefmeden önce şeytan bunu yapmıştır» der. Ebu Umame el-Bahilî şöyle dedi: Eğer Adem'in hilmi, neslinden ge­lenlerin hilmiyle tartılsa onun hilmi bütün beşerin hilminden da­ha ağır gelir. Buna rağmen Cenab-ı Hak «Biz onun herhangi bir azmini, yani bir iş üzerindeki sebatını görmedik» diyor.

Buradaki «nisyan» hatırlamanın tersi olan unutkanlıktır. Ya­ni Hz. Adem, Allah'ın tavsiyesine gereken itinayı göstermedi. Kal­bini üzerine bağlamak suretiyle kuvvetlendirmedi ve o durumdan nisyan doğup meydana geldi. Halbuki o zaman nisyandan ötürü olan hareketlerin cezası insanlardan kaldırılmamıştı. Nisyan şekliy­le yapılan bir kötülüğün cezası ancak Ümmet-i Muhammed'den kaldırılmıştır.

Hasan Basri, «hiç kimse yoktur ki isyanı nisyandan ötürü iş­lemesin» demiştir. Eğer nisyandan maksat terk ise, Hz. Adem Allah tarafından «Ağaçtaki meyveden yeme» diye yapılan tavsi­yeyi terketti ve onun meyvesini yedi demektir.

Bazıları «O, Allah'ın cezası olduğunu unuttu. Bu yasak ten­zihi bir yasaktır diye düşündü. Yani yesem ne olur? Fakat yeme-sem daha iyi olur tarzında onu telakki etti» demişlerdir.

Bu ayetle Hz. Adem'in meselesi Kur'an'da beş defa tekrar edilmiş oluyor. Önce Bakara'da, sonra A'raf'ta, Hicr, Kehf ve ni­hayet burada.

Ayetin metnindeki «daha önce» tabirinden maksat, ağaçtaki meyveden yemezden öncedir. Çünkü Hz. Adem ağaçtaki meyve­den yemekten nehyedilmişti. Bu ayet Rasûlullah'a bir tesellidir. Ademoğulları'nın şeytana itaat etmeleri eski bir emirdir. Bunlar Allah'a vermiş olduğu ahdi bozarlarsa Adem de kendisi ile yaptı­ğımız ahdi unuttu. Bu tarzdaki bir tevil El-Kuşeyrî ile Taberî'den hikaye edilmektedir. İbn Atiyye bu tevilin zayıf olduğunu söyle­mektedir. Çünkü Hz. Adem'i Allah'ı inkâr eden kafirlere misal kılmak hiç de hoş bir şey değildir. Zira Adem'in isyan etmesi ancak bir tevilden meydana geliyordu. Onu bu şekilde misal gös­termek onun  kıymetini düşürmektir.

Ayetin zahirinde iki şık görülmektedir.

1) Bu yepyeni bir kıs­sadır. Daha öncekilerle ilgisi yoktur.

2) Bu, Rasûl-ü Ekrem ile yapılan ahde bağlıdır. Çünkü Hz. Peygamber'e   «Kur'an'da acele etme» ahdi verildi ve kendisine ahd verilen ve o ahdi unutup da ceza gören bir peygamber misal gösterildi. Ta ki Rasûl-ü Ekrem bu hususta daha çok sakınsın, daha çok çekinsin. Ahd burada, daha önce de geçtiği gibi vasiyet demektir. Azim hangi şeyde olursa olsun inanılan nokta üzerinde devam etmek demektir. Adem o ağaçtaki meyveden yememeyi azmediyordu. Fakat şeytan ona vesvese verdiğinde o inancı üzerinde devam edemedi, İbn Abbas ve Katade'ye göre «Biz onda bir azim bulamadık» cümle­sinin tefsiri «o ağaçtan yemek hususunda sabrettiğini görmedik, emre yapışmasının devamım görmedik», şeklindedir. Yine İbn Abbas ve Atiyye el-Ufi'den gelen bir tefsirde «kendisine verilen emri korumasını görmedik» şeklinde bir ifade yer almaktadır.

îbn Zeyd «Azim, Allah'ın emrini korumak demektir» der. tbn Kisan, «ısrar ve ikinci kez günaha dönmeme arzusunu kalbinde tutmayı onda görmedik demektir» diyor. El Kuşeyri «Birinci te­vil kelâmın teviline daha yakındır» diyor. Bunun için bir gruba göre Adem, peygamberlerin ululazmlerinden değildi. Çünkü Ce-nab-ı Hak «Biz onda herhangi bir azim görmedik» diyor. El Mül-zem adlı müfessir «Bütün peygamberler ululazmdir» diyor. Bir haberde «Hiçbir peygamber yoktur ki hata etmesin. Veya bir ha­tayı işlemeye kastetmesin. Ancak Zekeriyya oğlu Yahya bundan müstesnadır. Eğer Adem hatası (zellesi) yüzünden ululazm pey­gamberlerin zümresinden çıkarsa o vakit Hz. Yahya'nın dışındaki bütün peygamberlerin ululazmliktan çıkmaları gerekir.»

(116) «Meleklere; Adem'e secde edin...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetin tefsiri Bakara Suresi'nde yapılmıştır. Dolayısıyla, burada tekrar etmekte bir yarar yoktur.

(117)    «Dedik ki; Ey Adem   bu iblis...»Bu Ayetin Tefsiri

Cenab-ı Hak bu ayette îblis'in Adem'e, eşi Havva'ya ve dola­yısıyla onların soyundan gelen bütün insanlara düşman olduğu­nu bildiriyor. Eğer ona itaat ederlerse cennetten çıkacaklar ve meşakkatlere maruz kalacaklardır. Cenab-ı Hak «Feteşka» fiilin­de sadece Hz. Adem'e hitap etmektedir. Çünkü esas muhatap ve maksudu bizzat Adem'dir. Zira Havva'nın nafakasını temin et­mek için zorluklara katlanan odur. Bunun için burada Cenab-ı Hak ona hitap etmektedir. Bazı kimseler «İkisi de cennetten çı­kacaklar, fakat bu takdirde dünyadaki zorluklan Adem çekecek­tir» demişlerdir.

Buradaki «şekavet»ten maksat bedenin zorluk çekmesidir. Çünkü Cenab-ı Hak bunu takib eden ayetlerde «Cennetle acık­mayacaksın ve güneşin hararetine maruz bırakılmayacaksın» di­yor. Böylece anlaşıldı M bütün bunlar cennette Adem için vardır. Eğer Allah'ın vasiyetini zayi ederse ve düşmanlarına itaatte bu­lunursa işte çalışmak bakımından zorluk çekecektir. Yani acıka­cak, elbisesiz kalacak, susayacak, güneşin hararetine maruz kala­caktır. Zira cennetten çıkarsa dünyaya gelecektir.

Bu ayet bize zevcenin nafakasının kocasının boynunda oldu­ğu hükmünü getirmektedir. İşte o günden bugüne kadar kocala­rın hanımlarına nafaka vermesi âdeti meydana gelmiştir. Ayrıca bu ayetten anlaşılmıştır ki kocanın boynundaki nafaka, yiyecek, içecek ve meskendir. Koca bunların dördünü hanımına verdiği takdirde nafakasını vermiş demektir. Eğer bunların ötesinde de bir şeyler verirse o zaman ecr olur. Fakat bunların dördünü ver­mek zorundadır.

Hasan Basri «Feteşka'dan maksat dünya şekavetidir» diyor. Zira Adem oğlu ancak yorgun ve bitkin olarak görünür. Ferra «Bu fiilin mânâsı «sen ancak elinin kalanından yiyeceksin» demektir»  dedi.

(118-119) «Sen şimdi burada...»  Bu Ayetlerin Tefsin

Bu ayetler cennette acıkmak, elbisesiz kalmak, susuz kalmak,  güneşe maruz bulunmak yoktur ifadesini getiriyor. Zira cennette  güneş yoktur ki hararet olsun. O upuzun bir gölgeliktir. Tıpkı  fecrin doğuşundan güneşin doğuşuna kadar olan zaman gibidir. Ebu'l-Aliye «Müslümanların sabah namazlarına işaret ederek «Cennet'in gündüzü böyledir» demiştir.

Bu ayetlerden anlaşılıyor ki Adem'in dünyada çekeceği şeka­vet aç, susuz, elbisesiz ve güneşin hararetine maruz kalmaktır.

(120) «Sonunda şeytan ona..,». Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet şeytanın vesvesesinin Allah'ın Adem'e yapmış olduğu vasiyetin hemen arkasında cereyan ettiğini göstermektedir. Bu ayetin tefsiri A'raf Suresi'nde geçti. Bu ayetteki «O ağacın key~ fiyeti» Bakara Suresi'nde açıklanmıştır. Şeytanın cennete nasıl girdiği, ne şekilde vesvese verdiği de orada açık1anmıştır.

(121-123) «Bunun ürerine ikisi de...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Bu ayetlerin tefsiri Bakara ve A'raf surelerinde geçmiş ol­masına rağmen, biz «Adem Rabbine isyan etti ve hak yolu şaşırdin şeklinde Kur'an'da varid olan cümle üzerinde yapılan bazı ko­nuşmaları nakletmek istiyoruz.

tbn Kuteybe, «Adem isyan etti tabiri kullanılır, çünkü Kur'-an bu kelimeleri kullanmaktadır» demiştir. Fakat «Adem asidir» tabiri kullanılmaz. Yani peygamberler hakkında Kur'an ve sün­nette kullanılan peygamberlik makamına uygun olmayan tabir­leri ancak Kur'an ve sünnette okumak suretiyle kullanabiliriz. Kendiliğimizden bir şey ekleyenleyiz.

Bazı alimler şöyle dediler: Bu ayet iki yönden büyük güna­hın Hz. Adem'den sadır olduğunu gösterir: a) Asi kelimesi yeri­len bir insana verilen bir vasıftır. Bu ancak büyük günah işleyen bir kimseye verilir. Çünkü Cenab-ı Hak Kur'an'da «Kim Allah'a ve Allah'ın Rasûlü'ne isyan ederse kesinlikle onun için cehennem ateşi vardır ve orada ebediyen kalır» buyurmuştur. Zaten bu tür cezalan gerektiren bir fül işleyen kimseye «büyük günah sahibi» denir.

b) Ayetin metnindeki «Gava» fiili dalâlet mânâsım taşıyan «Gavayet» kökünden gelir. Bu reşitliğin tam tersidir.-Böyle bir isim ancak fıska dalan fasık bir kimse için kullanılır.

Cevap olarak şöyle denilir: Masiyet, esasında emrin muha­lefetidir. Emir bazen vaciptir, bazen menduptur. Çünkü «Ben ona emrettim, bana isyan etti. Ben ona ilaç iç diye emrettim, o bana isyan etti» denilir. Emir böyle olduğu zaman bu mânâ ile Hz. Adem'e isyan vasfı verilmiş olur. Yani mendup olan bir emre kar­şı isyan etmiştir. Haddizatında mendup bir emre karşı isyan meca-zendir, hakiki isyan değildir.

Ebu Müslim el-îsfehani; «Adem tekliflerle ilgili konularda değil, dünya maslahatları bahsinde isyan etti» der. «Gava» fülin-deki yorum da bu şekildedir. Fahreddin Bazi, tefsirinde: «Beni znezdimde bu hususta en uygun olan, bu hadisenin Hz. Adem peygamber olmadan önce olmasıdır» demiştir. Bazı kimselere göre Hz. Ömer o ağacın meyvelerinden tevil yaparak yemiştir. O, Al­lah'ın kendisine yasakladığı ağacın özel bir ağaç olduğunu bil­miyordu. Bunun için Hz. Adem'in tevbesi, Allah'ın emrine muha­lefet etmekten değil sakınmayı terk etmesinden ileri gelmiştir. Bu tıpkı «Ebrarın hasenatı mukarrerlerin seyyiatıdır» şeklindeki söze benzer. Yani ebrar mertebelerinin yüceliğine izafe edildikle­ri zaman onların hasenatı, seyyiat gibi olur.

«İkiniz cennetten birlikte inin» hitabı ya Adem ile Havva'ya­dır, veya Adem ile İblis'edir. Birinci tefsire göre «Bir kısmınız diğerinize düşman olarak» cümlesinin mânâsı «zürriyetinizin bir kısmı diğerine düşman olacaktır» demektir. İkinci tefsire göre ise Adem ile zürriyeti, İblis ile zürriyetine, onlar da Adem'le zürri-yetine düşman olacaklardır.    

îbn Abbas 124. ayetin tefsirinde «Allah Kur'an'ı okuyup içindekilerle amel eden bir kimseyi dünyada saptırmayacağına, Ahiret'te de şaki olmayacağına dair teminat verdi» demiştir. Yi­ne îbn Abbas'tan şöyle rivayet edilmiştir: «Kim Kur'an'ı okur, içindeki hükümlere tabi olursa Allah onu sapıklıktan hidayete iletir. Kıyamet Günü'nde kötü hesaptan onu korur.»

(124-125) «Ama kim de benim zikrimden...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Buradaki «Zikir»den maksat Cenab-ı Hakk'm gönderdiği dindir. Yani İslâm dinidir, Kur'an'm okunmasıdır. Kur'an'm için­dekilerle amel etmektir veya Cenab-ı Hakk'in indirmiş olduğu de­liller veya Allah'ın peygamberi demektir.

«Kim benim zikrimden yüz çevirirse kesinlikle onun için dadirilirler. bir geçim vardır». Bu dar geçim hususunda değişik fikirler belir­tilmiştir. Ebu Hureyre, Ebu Said el Hudri ve İbn Mesud «Bun- dan maksat kabir azabıdır» demişlerdir. Ebu Hureyre'nin diğer  bir rivayetine göre «Kabir azabı kâfir içindir. Zira Hz. Peygam­ber nefsimi yed-i kudretinde tutan Allah'a yemin ederim. Onun  üzerine kabrinde doksandokuz tinin musallat edilecektir. Tininin ne olduğunu biliyor musunuz? Doksandokuz yılan demektir. Her birinin dokuz başı vardır. Onu sokarlar, ısırırlar. Kıyamet) Günü'ne kadar onun cismine üfürüp dururlar» buyurmuştur.

Hasan Basri ve Kelbî, «Bu dar geçim Ahiret'te ve cehennem­dedir» demişlerdir. Çünkü cehennemliklerin yemeği diriğ ve zak­kumdur. İçkileri, irin ve gıslındır. Onlar orada ne ölürler, ne de

İbn Abbas'ın tefsirine göre dar geçimden maksat, hayır ka­pılarının insanın önünde daralmasıdır. Hayır kapılarının hiç bi­risini görmez.

Ata, «Dar geçimden maksat kâfirin geçimidir» diyor. Çünkü o sevap ve cezayı ummamaktadır, Hz. Ali'nin rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber: «Masiyetin üç cezası vardır; 1) Dar ge­çim, 2) Şiddetli darlık, 3) Allah'ın huzuruna isyan suretiyle var­mak» buyurmuştur. Bunun nedeni şudur: Dinle beraber Allah'a teslim olmak, rızka kanaat etmek, Allah'a ve ona verdiği kısmete tevekkül etmek. Böyle bir insan Allah'ın rızık olarak verdiklerin­den kolaylıkla ikramda bulunur, yüce bir hayat yaşar. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette «Onu tayyib bir hayatla hayatlandıraca-ğız» buyurmuştur. Dinden yüz çeviren kimseyi ise hırs kaplamış­tır. Hırs kendisini daima dünyayı (dünya kazancını) artırmaya iteler. Onu şehvet kaplar. O infak etmekten elini çeker. Onun ma­işeti dar bir maişettir ve hali de karanlık bir haldir. Hz. Peygam-

ber (S.A.V.) «Eğer Ademoğlu'na altın dolu bir vadi verilse'ikin­cisini isteyecektir.   Altın dolu iki vadi  verilse üçüncüsünü isteyeçektir. Ademoğlu'nun karnını (gözünü) ancak toprak doyurur. Kim tevbe ederse Allah onun tevbesini kabul edem buyurmuştur. (Müslim ve Buharı)

«Onu Kıyamet Günü'nde kör olarak hasredeceğiz»; yani bir durumda kör, bir durumda da görür olacaktır. Bazıları «Hüccet-leri (delilleri) görmek hususunda», bazıları da «Hayr cihetlerinde kördürler. Onların hiç birisini bulamaz» demişlerdir. Bazıları da «azabı nefsinden def etmek hususunda kördürler» demişlerdir. O» hangi günahtan ötürü kendisini körlük cezasına çarptırdığını Allah Teâlâ'ya sorar. «Oysa benim dünyada gözlerim vardı» der. Yani o günahının olmadığını sanır.

îbn Abbas ve Mücahid, «Buradaki körlük göz körlüğüdür» demişlerdir. Bazıları da «Hücceti görmemektir» şeklinde yorum getirmişlerdir. [37]

 

Meal

 

126- (Allah)  «İşte böyle, çünkü sana ayetlerimiz geldi. Fa­kat sen onlan unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyor­sun» dedi.

127- İsraf eden ve Rabbinin ayetlerine inanmayan kimseyi işte böyle cezalandırırız. Ahiret azabı kesinlikle daha şiddetli ve daha süreklidir.

128- Onlardan önce nice nesilleri yok etmiş olmamız onları yola getirmedi mi? Üstelik onların yurtlarında gezip dolaşırlar. Kuşkusuz ki bunda akıl sahipleri için birçok ibretler vardır.

129- Eğer Rabbinden bir hüküm geçmiş olmasaydı, onlara muhakkak  (azap verilmesi)   gerekli olurdu.   Fakat   onun tayin edilmiş bir zamanı vardır.

130- (Ey Muhamnıed)  onların  dediklerine sabret. Hem gü­neşin doğmasından hem de batmasından önce Rabbini hamd ile teşbih et. Gecenin bir kısım vakitlerinde ve gündüzün etrafında da onu teşbih et ki Allah'ın rızasına nail olasın.

131- Kâfirlerden bir kısmına, kendilerini denemek için ver­diğimiz dünya hayatının süsüne gözlerini dikme. Rabbinin rızkı hem daha hayırlıdır hem de daha sürekli.

132- Ailene namazı emret. Kendin de namaza sabır göster. Biz senden herhangi bir nzik istemiyoruz. Seni biz rızıklandırı-yoruz. Sonuç, takva içindir.

133- Onlar: (Muhammed)  bize rabbinden bir mucize getir­meli değil miydi?» dediler. Onlara önceki kitaplarda bulunan ap­açık deliller gelmedi mi?

134- Eğer biz onlan ondan önce bir azapla helak etseydik, muhakkak:  «Rabbimiz bize bir peygamber gön d erseydi de rezil ve rüsvay olmazdan Önce ayetlerine uysaydık» derlerdi.

135- (Ey Muhammed) De ki: «Herkes ak i be tini beklemekte­dir. Siz de bekleyin. Yakın bir zamanda kimin doğru yolun yol­cusu olduğunu ve kimin hidayete erdiğini bileceksiniz».[38]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(126) «(Allah): İşte böyle, çünkü...»Bu Ayetin Tefsiri

Cenab-i Hak "bu ayette onun körlük sebebini izah ediyor. Ya­ni bu ayetten, sana gelen mucize ve ayetleri terkettin. Onlardan yüz çevirdin. İşte sen de bugün ateşte terkedileceksin, hayr konusun­da unutulacaksın, rahmet sana nail olmayacaktır şeklinde bir anlam çıkarmak mümkündür.

(127) «İsraf eden ve Rabbinin ayetlerine...»Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetteki israf, şehvetlere dalmak, Allah'ın ayetlerinden yüz çevirmek suretiyle yapılan israftır. Böyle yapan ve Allah'ın ayetlerine iman etmeyen bir kimse bu şekilde azap görür. Ahiret azabı ise, kör olarak haşredilmektir. Veya ateşle olan azaptır. Yani bu körlükten sonraki ateş, daha şiddetli ve sıkıntılı hayat­tan daha devamlıdır. Kör. olarak hasredilen bu kişi cehenneme girdikten sonra körlüğü ortadan kalkar ki yerini ve halini gör­sün, bilsin. Veyahut ta ayetleri terk etmenin cezasının ne olduğunu görüp, anlayabilsin.

(128) «Onlardan önce nice nesilleri...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetin başındaki «Yehdi» fiilinin faili ya Allah'tır veya Al­lah'ın Rasûlü'dür. Yahut ta Kur'an'dir. Yani Allah veya Easûlü yahut Kur'an: Onlara (Mekke kâfirlerine), onlardan önce nice nesilleri helak ettiğimizi açıklamadılar mı ki Mekke kafirleri o nesillerin meskenlerinde dolaşıp duruyorlar. Yani Şam'a, Ye-men'e gittiklerinde, sefer yaptıklarında helak olan kuşakların di­yarından geçerler. Şam'a giderken, Hicr ehlinin, Semud'un, Lut' un köy ve mekânlarından geçerler. Yemen'e giderken de başka nesillerin kalıntılarını görürler. Bu durumda akıl sahipleri için birçok ibretler vardır.

(129) «Eğer Rabbinden bir hüküm geçmiş.,.» Bu Ayetin Tefsiri

Burada «Kelime» Cenab-i Hakk'ın Muhammed ümmetinin azabını Kıyamet'e kadar tehir edeceğinin vaadidir. Yani eğer bu hak sebkad etmeseydi helak onların yakasına yapışacaktı. Âd ve Semud'un başına gelen bunların da başına gelecekti. Ayetin met­nindeki «Lizamen» kelimesi mastardır. Mübalağa için vasfolmuş-tur. Veya ism-i alettir. Bu takdirde bu azap onlraın yakalarına çok­ça yapışmış olduğundan dolayı kendilerinden ayrılmaz mânâsını ifade eder. Bu hal, bu tabirle ifade edilmiştir. Ayrıca «Belirtilen bir ecel» vardır, bundan dolayı Cenab-ı Hak ,Âd ve Semud'un ba­şına gelenleri onların başına getirmemiştir. Yani azabın tehiri hususundaki ilahi vaad, ömürleri veya azapları için tayin edilen zaman —ki o da Kıyamet Günü veya Bedir Günü'dür— olmasaydı azap onların yakasına yapışacaktı.

(130) «(Ey Muhammed) onların dediklerine...»Bu Ayetin Tefsiri

Cenab-ı Hak burada Hz. Muhammed'e kâfirlerin sözlerine karşı sabır göstermesini, güneşin doğuşundan ve batışından önce ve gecenin bazı saatlerinde Allah'ın hamü ile onu teşbih etmesini emretmektedir. Bu ayet aynı zamanda beş vakit namaz emrini de getirmektedir. Zira güneşin doğuşundan önceki zaman sabah na­mazının zamanıdır. Batışından önceki zaman da öğle ile ikindi namazının vaktidir. Veya sadece ikindi vaktinin zamanıdır. Gece. nin saatleriyle ise akşam ve yatsı namazları kastedilmektedir. Ce­nab-ı Hak önce sabah namazım zikretmiştir, çünkü onun fazileti daha fazladır. Zira kalp o zaman daha fazla huşu içindedir. Ne­fis istirahate o zaman daha meyillidir. Buna rağmen insan kalkıp namaz kılarsa daha faydalı olur. Cenab-ı Hak bunun için başka bir ayette «Şüphesiz gecenin naşiesi tesir bakımından daha şid­detli, söz bakımından daha kuvvetlidir» buyurmaktadır.

«Gündüzün etrafı»ndan maksat sabah ve akşam namazları­dır. Bunlar daha önce zikredilmesine rağmen Cenab-ı Hak önem­lerini belirtmek bakımından tekrar etmektedir. Gündüzün iki ta­rafı olmasına rağmen çoğul şeklinde, «Etraf» denilmektedir. Çün­kü burada tesniye ile çoğulun iltibası (karışması) bahis konusu değildir. Veya Allah burada, gündüzün etrafında öğle namazını kastetmektedir. Çünkü öğle birinci yarının sonu, ikinci yarının da başlangıcıdır. «Etraf» kelimesinin çoğul şeklinde getirilmesi iki yarının bahis konusu edilmesindendir. Veya gündüz cins olarak kabul edilmiştir. Veya gündüzün parçalarında yapılan nafile iba-|    detler nazarı itibara alınmıştır.

Allah'ın hamdiyle, hidayetinden dolayı Allah'a hamdedici ol-îjjl   düğün halde namazı kıl. Senin muvaffak ettiğinden dolayı, ham­il   dedici olduğun halde onu tenzih et. Şirkten uzak tut. Bunu ya­parsan umulur ki Allah'ı razı edersin. Bu vakitlerde «Allah'ı razetmek» veya «Allah'ı razı eden bir harekette bulunmak ümidiyle» namaz kıl.

Ayetin sonundaki «Terda» kelimesi «Turda» şeklinde okun­muştur ki o zaman «Umulur ki sen onun sevabını alırsın» veya «Rabbin senden razı olur» demektir. Müslim ve Buhari'nin itti­fakla Cerir bin Abdullah'tan rivayet ettikleri bir hadiste şöyle de­niliyor: «Biz Rasûlullah'm yarımdaydık. Ondördünde olan aya bak­tı ve şöyle buyurdu:

«Şüphesiz siz rabbinizi gözünüzle şu ayı gördüğünüz gibi gö­receksiniz. Size onun görünmesinde herhangi bir zulüm yapıl­mayacaktır. Eğer güneşin doğuşundan önceki namazları kılmak hususunda elinizden mağlûp olmamak geliyorsa onu yapın» de­dikten sonra bu ayeti sonuna kadar okudu.»

İmam Ahmed şöyle rivayet ediyor: «Allah'ın Rasûlü «Güne­şin doğuşundan ve batışından önce namaz kılan bir kimse ebedi­yen cehenneme girmez» demiştir. (Hadisi Müslim ve Abdülmelik

bin Umeyr hadisinden bu senetle rivayet etmiştir).

Müsned ve Sünen'de İbn Ömer'den şöyle bir rivayet geliyor: «Cennet ehlinin mertebece en düşüğü o kimsedir ki mülküne iki bin senelik bir mesafeden bakar (Yani mülkü normal yürüyüşle ikibin senede katedilebilecek bir mesafededir) o en yakınına bak­tığı gibi en uzak yerine de bakar. Berece bakımından cennetlikle­rin en yücesi günde iki defa Allah'ın cemalini gören kimsedir.»

(131) «Kâfirlerden bir kısmına kendilerini...» Bu Ayetin Tefsiri

Burada Cenab-ı Hak habibine «Bu servet içerisinde yüzen kâfirler ile onların benzerlerine bakma» diyor. Çünkü onların bu serveti dünyanın geçici metaı ve perde şeklindeki nimetidir. On­ları bununla denemek için vermiştir. Kullarından nimete karşı hakkıyla şükredenler pek azdır.

Mücahid; «Onlardan» zamiri zenginlere gider. Zenginlere ve. rilen çifte servetlere bakma. Çünkü sana verilen onların serve­tinden daha hayırlıdır demiştir. Nitekim Cenab-ı Hak başka bir ayette: «Andolsun, biz sana tekrarlananlardan yediyi ve büyük Kur'an'ı verdik. Sakın gözlerini onların elindeki servetlere dikme» buyurmuştur. Böylece Allah'ın peygamberleri için Ahiret'te sakladı­ğı azık çok büyüktür, ne hududu belirtilebilir, ne de kimse onu vasıflandırabilir. Çünkü Cenab-ı Hak, bu ayetin sonunda «Rab-binin rızkı daha hayırlı ve daha devamlıdır» demiştir.

(132) «Ailene namazı emret. Kendin de...» Bu Ayetin Tefsiri

Cenab-ı Hak burada Rasûl-ü Ekrem'e    «Aile efradına namaz kılmayı emret ve bunun üzerinde ısrar et» emrini veriyor. Bu hi-tab her ne kadar Rasûlullah'a yönelik ise de buna bütün ümmeti dahildir.   Ehl-i beyti ise hususi olarak bu sözün muhatabıdırlar. Hz. Peygamber bu ayet indikten sonra her sabah namazında Hz. Ali ile Hz. Fatma'nın hanesine gidip «Namaza kalkın» diye haber veriyordu. Rivayet ediliyor ki, Hz. Zubeyr'in oğlu Urve, sultanla­rın haberlerinden veya durumlarından bir şey gördüğünde sürat­le evine giderek «kâfirlerden bir kısmına dünya hayatının ziyneti olarak verdiğimiz» ayetini sonuna kadar okur, sonra namaz için nida eder;  «Allah'ın rahmeti sizin üzerinize olsun. Namaza kal­kın» der ve namaz kılardı. Hz. Ömer de aile efradını gece nama­zına kaldırırdı ve bu ayeti delil olarak okurdu. Cenab-ı Hak bu ayette Rasul-ü Ekrem'e «Biz senden kendine ve onlara rızık ver­meni istemiyoruz. Ö riski elde etmek için namazı bırakman ge­rekmez.  Biz hem senin hem. de onların rızkına kefiliz» buyurmaktadır. Rasûl-ü Ekrem'in ailesi bir tarlaya girdiğinde bu yüz­den onlara namaz kılmalarını emrederdi. Zira Cenab-ı Hak baş­ka bir ayette «Cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler di­ye yarattım. Onlardan herhangi bir rızık istemiyorum. Bana bir şey yedirsinler istemiyorum. Kesinlikle Allah rezzaktır» buyur­muştur.

Ayetin sonundaki «Akıbet takva içindir» cümlesindeki «Akı­bet» cennet demektir. Yani cennet takva ehline aittir. En güzel so­nuç ehl-i takvanındır.

(133) «Onlar; (Muhammed) bize Babbinden...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayette «îlk sahifeler» şeklinde geçen sözden maksat Tev­rat, İncil ve peygamberlere gönderilen sahifelerdir. Rasûl-ü Ek­rem'in o kitapların muhtevasından haber vermesi peygamberli­ğinin en büyük mucizesidir. Çünkü o ümmiydi. Ne yazı biliyor ne de herhangi bir kitap okuyabiliyordu. Bazı müfessirler de «O kitaplarda Peygamber'in peygamberliğine dair müjdeler vardı.» «O müjdeler onlara gelmedi mi? O müjde Peygamber'in büyük mucizelerinden birisiydi» demişlerdir.

Bazıları da ayetin yorumu «İnkâra kaçan ümmetleri helak ettiğimizin haberi onlara gelmedi mi?» demişlerdir. Bazıları ise ayeti «peygamberlerinden ulu orta mucizeler isteyenleri yok etti­ğimizin haberi kendilerine gelmedi mi? şeklinde yorumlamışlar­dır.

(134) Eğer biz onları ondan önce,..»Bu Ayetin Tefsiri

Eğer Hz. Muhammed peygamber olmadan ve kendisine Kur an inmeden önce Mekke müşriklerini azap ile helak etmiş olsay­dı «Ey Rabbimiz ne olurdu bize Peygamber gönderseydin de biz zelil ve rüsvay olmazdan evvel ayetlerine uysaydık» diyeceklerdi.

(135) «(Ey Muhammed) De ki: Herkes akıbetini...»Bu Ayetin Tefsiri

Bu hitap Hz. Muhammed'edir. «Ey Muhammed sen onlara de ki, mümin-kâfir herkes zamanın neticesini bekler. Zamanın İçimin aleyhinde tecelli edeceğini, kime yardımcı olacağım siz de bekleyiniz.»

Ayetin metninde geçmekte olan «Es->Seviye» kalimesi müsta-kim demektir. Müstakim yoldan maksat da müstakim din ve hidayet olan   İslâm dinidir.

«Siz yardımla hak dine hidayet olanın kim olduğunu bile-çeksiniz» veya «Kıyamet Günü'nde kim cennet yoluna hidayet ol­muştur bileceksiniz.» Burada tehdit ve korkutma vardır. Cenab-ı Hak bu ayette sureyi neticelendirmiştir. Yani gelecekte dosdoğru yolun sahipleri biz miyiz, siz misiniz bunu göreceksiniz ve bile-

çeksiniz.

Zemahşerî «Keşşaf »ıtığsl «Bu kelime «Es-Sevai» şeklinde de ra okunmuştur» der. Bu takdirde lâfız orta ve adil veya dümdüz an- lamına gelir. Beyzavî, «Bu kelime «Es-Sui» şeklinde de okunmuş- tur» diyor. O zaman şer mânâsını ifade eder. Anlamı ise şöyle olur: «Şer yolun ashabının kimler olduğunu bileceksiniz. Doğru gû  den kimseyi ve doğru giden kimsenin arkadaşlarının da kimler oU  duğunu bileceksiniz.» [39]

TÂHÂ SÛRESİ'NİN SONU

 

 



[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 189.

[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 191.

[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 192-210.

[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 211-213.

[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 215.

[6] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 246.

[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 217-218.

[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 218-219.

[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 219-223.

[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 223-229.

[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 229-230.

[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 220-231.

[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 233.

[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 234-235.

[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 235-240.

[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 241-242.

[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 242-245.

[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 246.

[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 248.

[20] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 249-250.

[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 250-260.

[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 262.

[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 263-266.

[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/267.

[25] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 269.

[26] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 270-271.

[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 271-272.

[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 273.

[29] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 275.

[30] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 276-278.

[31] Kurtubi, Ahkam'ul-Kur'an, cilt: 11, sh: 237-238

[32] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 278-281.

[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 281-282.

[34] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 284.

[35] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 285-290.

[36] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 292.

[37] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 293-302.

[38] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 304.

[39] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 305-311.