20

 

 

Tâ Hâ Sûresi

indiği Yer

: Mekke

 

İniş Sırası

:45

 

Ayet Sayısı

: 135

 

 

Nüzulü

 

Mushaf'taki sıralamada yirminci, iniş sırasına göre kırk beşinci sûredir. Mer­yem sûresinden sonra, Vakıa sûresinden önce Mekke'de inmiştir. 130 ve 131. iyetlerin Medine'de nazil olduğuna dair bir rivayet de vardır.

Hz. Ömer'in İslâmiyet'i kabul edişiyle ilgili meşhur rivayette Ömer'in, kız iardeşi ve eniştesinin evine baskın yaptığında işittiği ve çok etkilendiği âyetlerin Fâhâ sûresinin âyetleri olduğu ve bu olayın peygamberliğin beşinci yılında cere­yan ettiği dikkate alınarak, genellikle Mekke döneminin ortalarına doğru indiği ka­bul edilir.

Kaynaklarda nüzulü için belirli bir sebepten söz edilmez. Geldiği donemin şartları ve sûrenin içeriği, Hz. Peygamber'e ve müminlere teselli verip onların mo­ralini yükseltmeyi amaçladığını göstermektedir.[1]

 

Adı

 

Adını -anlamı, yerinde açıklanacak olan- ilk âyetinden almaktadır. Bazı kay­naklarda "Sûretü'l-kelîm" ve "Sûretü Mûsâ" şeklinde de anılır. [2]

 

Konusu

 

Hz. Peygamber'in maneviyatını yükselten ve Allah'ın kudretine dikkat çeken ifadelerle başlanmış, ardından Hz. Musa'nın Firavunla mücadelesine, Cenâb-ı Hakk'ın İsrâiloğullan'na lütfettiği nimetlere ve onların hatalı tutumlarına geniş bir biçimde yer verilmiştir. Daha sonra Hz. Âdem'in yaratılışına ve şeytanın onları kandırıp cennetten çıkmalarına sebep oluşuna değinilmiş, inkarcıların karşılaşa­cakları akıbet hatırlatılmış ve ebedî mutluluğun Allah'a saygıda kusur etmekten sakınanların olacağı belirtilmiştir. [3]

 

Fazileti

 

Hz. Peygamber'den rivayet edilen bir hadiste anlatıldığına göre, Tâhâ ve Yâ-sîn sûrelerini işiten melekler şöyle demişlerdir: Bunların kendilerine gönderilece­ği ümmete ne mutlu, bunları taşıyan gönüllere ne mutlu, bunları okuyan dillere ne mutlu![4]

Birçok sûrede olduğu gibi âyetlerinin kısa ve sonlarının seçili olması sûrenin okunuşuna apayrı bir mûsiki katmaktadır. [5]

 

Meali

 

Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla... 1. Tâ-hâ. 2, Biz Kur'an'ı sana mutsuz olasın diye indirmedik. 3. Ancak Allah korkusu taşıyanlar için öğüt olsun diye indirdik. 4.0, yeri ve yüce gökleri yaratan Allah katından peyder­pey gönderilmiştir. 5. Rahman olan Allah arşa istiva etmiştir, 6. Göklerde, yerde, ikisinin arasında ve toprağın altında ne varsa hepsi O'nundur. 7. Sen sözü açığa vursan da (gizlesen de), O gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir. 8. Al­lah, O'ndan başka tanrı yoktur; en güzel isimler O'na aittir. [6]

 

Tefsiri

 

1. Müfessirler arasında, bu sûrenin ilk âyetini oluşturan ve "tâ-hâ" şeklinde okunan iki harfin mahiyeti ve anlamı hususunda iki yorum vardır, a) Bunlar bazı sûrelerin başında yer alan ve teker teker okunduğu için "hurûf-i mukattaa" diye adlandırılan harflerdendir. [7]  b) Bunlar ayrı iki harf değil, anlamı olan bir kelimedir. Bu eğilim içinde kuvvetli bulunan görüşe gö­re bu kelime Arapça'nın bazı lehçelerinde "ey kişi, ey insan!" mânasına gelmek­tedir. Bu görüşün sahipleri, İslâm öncesi Arap şiirinden bu anlamdaki kullanımı gösteren örnekleri zikrederler. Ayrıca bu kelimenin Allah'ın isimlerinden biri ol­duğu ve bu âyette o isme yemin edildiği görüşü de ileri sürülmüştür[8]

 

2-4. Resul ul lalı'in ve müslümanlarm çok zor şartlar altında bulundukları bir dönemde inen sûre. insanlık için bir lütuf olan Kur'an'ın ne yüce bir makiirrulîin geldiğine dikkat çeken, muhataplarına manevî huzur ve tatmin sağlayan, moral gücünü yükselten ifadelerle başlamaktadır. 2. âyetin "mutsuz olasın diye" şeklin­de çevirdiğimiz kısmını "eziyet, zahmet çekesin dîye" şeklinde tercüme etmek mümkündür. Her iki mânaya göre âyetten çıkan sonuç şu olmaktadır: Kur'an'm getirdiği ilâhî mesajın amacı, insanın yaşama sevincini kırmak veya yok etmek de­ğil, yaratılış amacına uygun bir sorumluluk bilinci taşıyanlara yol göstermek, ha­tırlatma ve uyarılarda bulunmaktır. Bazı müfessirler Resûlullah'ın tebliğ görevi esnasında çektiği sıkıntıları ve gece ibadetinden ötürü takatten düştüğünü anlatan rivayetlerle bağ kurarak ve ibadette maksadın meşakkat olmadığını belirtmek için âyete, Kur'arûn insanı güç yetiremeyeceği şeylerle sorumlu tutmak üzere gelme­diği mânasını vermişler; bazıları da burada, Hz. Peygamber'in hep bu sıkıntılı du­ruma mahkûm kalmayıp güçlü ve itibarlı olacağı ve değerinin bilineceği günlere de kavuşacağı yönünde müjde verildiği yorumunu yapmışlardır. [9]  Âyetlerin indiği dönemle ilgili rivayetler ışığında, hemşeh­rilerinin hakikatleri görmemekte ve elleriyle yaptıkları putları tanrı edinmekte di­renmeleri karşısında maneviyat kırıklığına uğrayan Hz. Peygamber'e teselli veril­diği, Kur'an'ın, ancak insan olmanın sorumluluğunu taşıyanlar ve bunun hakkını verememekten korkanlar için öğüt ve uyarı etkisi yapacağı bildirilerek bu bilinç­ten yoksun olanlar için kendisini helak etmemesi gerektiğine imada bulunulduğu anlaşılmaktadır. [10]

 

5-8. Bütün evren rahman olan Allah'ın hükümranlığı altında olduğuna göre, varlıklar âlemi O'nun merhametiyle kuşatılmış demektir, her varlık fark etse de fark etmese de O'nun rahmetinden payına düşeni almaktadır. [11]  Göklerde, yeryüzünde ve İkisi arasın­da bulunan her şeyin Allah'a ait olduğu birçok âyette ifade edilmiştir. Kur'an'ın sadece bu âyetinde, belirtilenlerin yanı sıra toprağın altındakilerin de O'na ait ol­duğu bildirilmiştir. Müfessirler genellikle bu ifadeyi yerin yedi kat altındakiler şeklinde açıklamışlardır; bu yaklaşıma göre insan için genellikle merak konusu olan bir alana işaret edilmiş olur. Âyette varlık ve olayların insan tarafından yakın­dan gözlemlenebilen bir kesitine özel bir vurgu yapılmış olduğu düşüncesinden hareketle, bu ifade "toprağın hemen altındakiler" şeklinde de yorumlanabilir. Her halükârda, bu unsura özel olarak yer verilmesiyle, hiçbir şeyin Cenâb-ı Hakk'ın mutlak egemenliği dışında düşünülemeyeceğine dikkat çekildiği açıktiT.

Belirtilen mutlak egemenliğin en açık göstergesi, Allah'ın kâinattaki her var­lık ve olayın bilgisine sahip olması ve hiçbir şeyin O'na gizli kalmamasıdır. İlâhî bilginin bütün inceliklere ve ayrıntılara nüfuz derecesini iyi kavramamız için, sa- dece saklananlara değinilmekle yetinilmeyip daha gizli olanlara ayrıca temas edil­miştir. 7. âyetteki "gizli" diye çevirdiğimiz sırr ve "gizlinin gizlisi" diye çevirdi­ğimiz ahfâ kelimeleri değişik biçimlerde yorumlanmıştır. Bazı müfessirlere göre "sırdan daha gizli olan"m anlamı "kişinin içinden geçirip dış dünyaya yansıtma-dıklan"dır. Taberî bu konudaki görüşleri verdikten sonra kendi tercih ettiği yoru­mu şöyle belirtir; "Sırdan daha gizli olan, Allah'ın kullarından sakladığı, var ol­ması İmkân dahilinde bulunmakla birlikte henüz varlıklar alanına çıkmamış olan­lar İçinden kulların bilmedikleridir; zira bunları ancak Allah ve sonra da O'nun kendilerine bildirdiği kullar bilebilir"[12] M. Esed ise âyetin bu kıs­mını "O sadece insanın dile getirilmeyen bilinçli düşüncelerini değil, bilinç altın­da olup bitenleri de bilmektedir" şeklinde açıklar. [13]

Tasavvufçular insanın mânevi varlığını derinliğe doğru "kalp, sır, ruh, hafi, ahfa" şeklinde sıralarken[14]  bu ke­limelerin geçtiği âyetlere dayanmışlardır, Buna göre Allah, kâinatın Özü olan insa­nın en derin ve en gizli boyutlarını da bilmektedir,

8. âyette geçen ve "en güzel isimler" diye çevirdiğimiz esmâ-i hüsnâ, "Allah Teâlâ'nın en güzel ve en mükemmel anlamlara ve niteliklerine delâlet eden isim­leri" anlamına gelir. [15]

 

Meâli

 

9, Mûsâ ile ilgili bilgi sunu erişti mi? 10. Hani o bir ateş görmüş ve aile­sine şöyle demişti: "Si/ bekleyin. (Şu uzakta) bir ateş bulunduğundan emi­nim, belki ondan s\k bir kor parçası getiririm veya ateşin başında bir kıla­vuz bulurum." 11. Onun yanına geldiğinde ise kendisine "ey Mûsâ!" diye seslenildi. 12. "İyi bil ki ben, evet yalnız ben senin rabbinim; artık pabuçla­rını çıkar, çünkü şu anda kutsal vadide, Tuvâ'dasın. 13. Ben seni seçtim, şimdi vahyedilecek olana kulak ver. 14. Kuşkusuz ben, yalnız ben Allah'ım. Benden hınktı tanrı yoktur. O halde bana kulluk et, beni hatırında tutmak için namım kıl. 15. Onu âdeta kendimden bile gizliyorsam da, herkesin ya­pıp etliğinin karşılığını görmesi için kıyamet mutlaka gelecektir. 16. Ona inanmayan ve kendi tutkularının peşinden gidenler sakın seni ona inanmak­tan alıkoymasın, sonra sen de helak olursun! 17. Nedir o sağ elindeki, ey Mû-sû?" 18. Dedi ki: "O benim asanıdır. Ona dayanırım, onunla koyunlarıma yaprak silkelerim, ona başkaca ihtiyaçlarım da var." 19. Allah buyurdu: "Onu yere at ey Mûsâ!" 20. Hemen attı. Bir de ne görsün, o akıp giden bir yılan oluvermiş! 21, Allah, "Tut onu ve korkma, biz onu hemen eski hâline döndüreceğiz" buyurdu. 22. "Şimdi de elini koynuna sok, bir hastalık yüzün­den olmaksızın, bir başka mucize olarak bembeyaz çıkacaktır. 23. Böylece sana büyük mucizelerimizden bir kısmını göstermiş olalım. 24. Firavun'a git, çünkü o sınırı çok aştı." [16]

 

Tefsiri

 

9-24. Gerek Kitâb-ı Mukaddes'te gerekse Kur'ân-ı Kerîm'de kendisinden en çok söz edilen peygamber Hz. Musa'dır. İlk inen sûrelerde Hz. Musa'ya verilen "sahifelef'e gönderme yapan ifadeler yer almış olmakla beraber, Kur'an âyetleri­nin kronolojik sıralamasına göre onun peygamberlikle onurtandırılmasma, Fira­vun'a gidip onu doğru yola çağırmakla görevlendirilmesine, bu arada kendisinin Allah'ın lütfuyla bizzat Firavun'un sarayında büyütülmüş olduğuna, Firavun'a ya­pılan nasihat ve gösterilen mucizelere rağmen inatçı tavrını sürdürdüğü için İsrâ-iloğullan'nın Musa'nın öncülüğünde kurtarılıp Firavun ve ordusunun boğulması­na, daha sonra Mûsâ vahiy almak üzere gittiğinde İsrâiloğulları'mn buzağı heyke­line taparak nankörlük ettiklerine geniş biçimde değinilen ilk yer bu âyet kümesi­nin başından 98. âyete kadarki bölümdür. [17]  Burada dikkat çeken husus, anlatımın Hz. Musa'nın doğumu ve yetiştirilmesiyle değil, hemen ona peygamberlik görevinin verilmesi ve tevhid mücadelesi içine sokulmasıyla başlamasıdır. Bu durumla, sûrenin tevhid mücadelesinin sıkıntılı dönemlerini yaşayan Resûlullah'a ve müminlere teselli ve moral desteği verme hedefi arasında sıkı bir bağ bulunduğu söylenebilir.

Kur'an'ın başka sûrelerinde verilen bilgilerle beraber değerlendirildiğinde 10. âyette, Hz. Musa'nın Medyen'de sekiz yıl kayınpederinin yanında çalıştıktan sonra ailesiyle birlikte Mısır'a gitmek üzere yola çıktığı günlerden söz edildiği an­laşılmaktadır. Tefsirlerde bu olayın soğuk bir kış gecesinde ve Musa'nın yolunu kaybettiği bir sırada meydana geldiği, ateş zannettiği ışığın gerçekte ilâhî nur ol­duğu belirtilir. [18] Burada önemli olan, onun bir ışık görmesinin sağlanması ve bunun ilâhî huzura çağırılmasına vesile kılınmasıdır. Hz. Mûsâ bu mazhariyete eriştikten sonra, (11-24. âyetlerde belirtildiği üzere) kendisine vahiy gelmiş, mucizelerle donatıldığı kendisine gösterilip Firavun'a gitmesi istenmiştir. Tevrat'ta Musa'nın ateş görmesi olayı şöyle anlatılır: "Ve rabbîn meleği bir çalı ortasında ateş alevinde ona göründü; ve gördü, ve çalı tükenmiyordu; ve Mûsâ de­di: Şimdi döneyim, ve bu büyük manzarayı göreyim, çalı niçin yanıp tükenmi­yor..." [19]

12. âyette Hz. Musa'dan niçin pabuçlarım çıkarmasının istendiği açıklanır­ken bazı müfessirler pabuçların yapıldığı malzeme üzerinde durmuşlarsa da, daha çok ayaklarının o kutsal mekâna doğrudan temas etmesinin ve bereketinden nasip­lenmesinin istendiği yorumu tercih edilmiştir. [20]Fakat burada ilâhî vahye muhatap olacak olan Musa'nın kendisini ruhen buna hazırla­masının amaçlandığı, dolayısıyla kendisine çeki düzen vermesi ve daha özel bir saygı göstermesi için uyarıldığı söylenebilir. İbn Atıyye de buna yakın bir yorum yapmaktadır. [21] Âyetin son kısmına "sen iki defa kutlu kılınmış vadidesin" mânasını veren Esed âyetteki "tuvâ" (diğer okunuşuyla "tıvâ") kelimesiyle ilgili olarak şu açıklamayı yapmaktadır: Ne var ki bazı müfessirler bu sözcüğün "kutlu kılınan vadi"nİn İsmi olduğunu söylemişlerdir. Oysa Zematışerî, "iki kere yapılan" anlamındaki tuvan yahut tıvan tabirinden yola çıkarak, sözcüğü "iki kere" anlamı­na yormuştur; yani "iki kere kutsanmış" yahut "iki kere kutlu kılınmış[22]  Halbuki Zemahşerî önce bu kelimenin yer adı olmasına ilişkin yoruma te­mas etmekte, daha sonra "iki defa anlamına geldiği de söylenmiştir" şeklinde ken­di yorum ve tercihi olmaksızın bu görüşe işaret etmekte, ayrıca bu mânayı "iki de­fa kutsanma" yorumuna hasretmeyip "iki defa seslenilmiş olduğu" yorumundan da söz etmektedir. [23] Kaldı ki genellikle müfessirler -tercih belirterek veya be­lirtmeden- her iki yorumu (vadi ismi olduğunu ve iki kere mânasına geldiğini) mıkk-linektedirler. [24]  

âyetin "beni hatırında tutmak için namazı kıl" şeklinde tercüme ettiğimiz kısmına "hatırladığında namazı kıl" mânası da verilmiş ve bu yorum Hz. Peygamber'in "Bir namazı unutan kimse hatırladığında onu kılsın" buyurduktan sonra bu âyeti okuduğu rivayetiyle[25]desteklenmeye çalışılmıştır.
Fakat Taberî âyetin lafzına göre ilk mânanın daha kuvvetli olduğunu belirtir. [26] âyetteki "onu âdeta kendimden bile gizliyorsam da" diye çevirdiğimiz kı­yamet günüyle ilgili yan cümle İçin değişik açıklamalar yapılmış, bu arada cümle­ye "onu neredeyse açıklayacağım" mânası da verilmiştir. Fakat müfessİrlerin ço­ğu, bu ifadenin Arap dilinde bilinen bir üslûp (mübalağa) olduğu, bizim tercih et­tiğimiz "âdeta kendimden dahi gizlemekteyim" anlamını taşıdığı ve Allah'ın bu bilgiyi kimseye vermediğini, o günün ansızın gelip çatacağını belirtmeyi hedefle­diği kanaatindedirler. [27] Bu âyetin "herkes yapıp ettiğinin karşılığını görsün diye" şeklinde çevirdiğimiz kısmıyla bi­ linçli çabaların kastedildiği ve dolayısıyla -ahlaken iyi ya da kötü olduğuna bakıl­maksızın- elde olmadan yapılan eylemlerle farkında olmadan yapılan ihmallerin hariç tutulduğu anlaşılmakladır. Bu ilkeyi Hz. Musa'nın kıssasını anlatırken telaf­fuz etmekle Kur'an, bütün gerçek dinlerin temelinde yatan ahlâkî kavram ve öğ­retilerin özde hep aynı olduğunu vurgulamaktadır. Esed bu inceliği daha belirgin hale getirme düşüncesiyle âyetin bu kısmına "herkese (hayatta iken) peşinden koş­tuğu şeylere göre hak ettiği karşılık verilebilsin diye" şeklinde mâna vermiştir. [28]

Kur'an'da değişik vesilelerle değinildiği üzere Hz. Mûsâ Firavun'a gönderi­lirken asasının yılana dönüşmesi ve elini koynuna sokunca -kendisi esmer tenli ol­duğu halde- hastalık vb. bir sebeple olmaksızın elinin bembeyaz çıkması şeklinde iki mucize ile desteklenmişti. [29]  19-22. âyetlerde bunlara temas edildikten sonra 23. âyette bununla öncelikle Hz. Mû­sâ'nın Allah'ın kudretine olan inancının pekiştirilmesinin amaçlandığı ifade edil­mektedir. [30]

 

Meali

 

25. Mûsâ "Rabbim!" dedi, "Gönlüme îerahhk ver. 26. İşimi bana kolay-laştır, 27. Dilimden düğümü çöz, 28. Ki sözümü iyi anlasınlar. 29. Yakınla­rımdan birini bana yardımcı ver. 30. Kardeşim Harun'u. 31. Onunla gücümü pekiştir. 32. Onu da görevime ortak et. 33. Tâ ki seni bol bol teşbih edelim. 34, Ve seni çok analım. 35> Kuşkusuz sen biri görmektesin." 36. Allah buyur­du: "Ey Mûsâ! Dileğin kabul edildi. 37. Zaten sana bir kere daha lütufta bu­lunmuştuk. 38. Hani annene verdiğimiz vahiyde şunu büdirnûştik: 39. Onu sandığa koy ve ırmağa bırak; böylece ırmak onu kıyıya çıkarsın ve benim de onun da düşmanı olan biri onu alsın. (Ey Mûsâ!) Senin üzerine kendimden bir sevgi bıraktım ki (sevilesin), nezâretim altmda büyütülüp yetiştirilesin. 40. Hani kız kardeşin onlara gidip de 'Ona bakabilecek birini size göstereyim mi?' diyordu. Nihayet gözü gönlü şen olsun ve kederlenmesin diye seni anne­ne kavuşturduk. Ve birisini öldürmüştün de seni tasadan kurtarmış, ardın­dan da seni ciddi smavlardan geçirmiştik. Bu sebeple yıllarca Medyen halkı­nın arasında kaldın, sonra mukadder olduğu üzere buraya geldin ey Mûsâ! 41. Ben seni kendim için seçip yetiştirdim. 42. Sen ve kardeşin mucizelerimle gidin; beni anmakta gevşeklik göstermeyin. 43. İkiniz beraber Firavun'a gi­din, çünkü o sınırı çok aştı. 44. Yine de ona söyleyeceklerinizi yumuşak bir üs­lûpla söyleyin, ola ki aklım başına toplar veya içine bir korku düşer." 45. "Ey rabbimiz! dediler, "doğrusu onun bize karşı ileri gitmesinden veya daha da azmasından endişe ediyoruz." 46. Allah buyurdu: "Korkmayın, bilin ki ben sizinle beraberim; işitirim, görürüm. 47. Ona gidip deyin ki: Biz senin rabbi-nin elçileriyiz. Artık İsrâiloğulları'm bizimle beraber yolla, onlara eziyet et­me. Sana rabbinden bir mucize getirdik. Esenlik doğru yolu izleyenlerin ola­caktır. 48. Bize vahyolunmuştur ki azap, asıl, yalanlayıp yüz çevirenlerin ba­şına gelecektir." 49. Firavun: "Sizin rabbiniz de kimmiş ey Mûsâ?" dedi. 50. Mûsâ: "Bizim rabbimiz her şeye özüyle ve biçimiyle varlık veren, sonra da işin yolunu yordamını gösterendir." diye cevap verdi. 51. Firavun "Peki" de­di, "gelip geçen nesillerin durumu ne olacak?" 52. Mûsâ, "Onlar hakkındaki bilgi rabbimin katındaki bir kitaptadır; rabbim ne yanılır ne unutur" dedi. 53. Yeryüzünü sizin için bir beşik yapan, onda size yollar açan ve gökten su indiren O'dur. Onunla her çeşitten çift çift bitkiler çıkardık. 54. Kendiniz yi­yin ve hayvanlarınızı da otlatın. Kuşkusuz bunlarda akıl sahiplerinin çıkara­cağı dersler vardır. 55, Sizi ondan yarattık, yine ona döndüreceğiz ve sonra oradan bir defa daha çıkaracağız. [31]

 

Tefsiri

 

25-55. Bu âyetlerde, başta Resûl-i Ekrem olmak üzere Allah'ın birliği inan­cına çağrıda bulunacak bütün tebliğ adamlarına, hangi şartlar altında olursa olsun, Allah'a olan güveni bir an bile yitirmemek gerektiği fikri, Hz. Musa'nın hayatın­dan kesitler verilerek telkin edilmektedir. Nitekim Hz. Mûsâ kendisine verilen gö­rev in ağırlığı karşısında başarısız olmaktan endişelenmiş, ama yine rabbinin engin liitl'uııu sığınmıştı. Allah da ona, bu vazifeyi başarıyla yerine getirebilmesi için fonlunun ferahlatılması, zihninin açılması, işinin kolaylaştırılması, diline açıklık vı-rilmcsi ve yakınlarından bir yardımcıyla desteklenmesi hususundaki dilekleri- nin kabul edildiğini bildirmiş, hemen ardından da kendisinin bu günlere nasıl gel­diğini hatırlatmıştır. Gerçekten, İsrâiloğulları'nın bütün erkek çocuklarının katle­dildiği bir ortamda Musa'nın bizzat bu karan alan Firavun'un sarayında büyütül­mesi akıl alacak bir şey değildi. Yetişkinlik çağına geldiğinde hata ile adam öldür­me olayına karışması da onun hayatına mal olabilirdi; fakat ilâhî lütuf sayesinde bundan da kurtulmuş, nihayet beklenen an gelmişti: Mûsâ, kendisini en ulu varlık olarak görmeye başlayan Firavun'u imana çağıracak ve İsrâiloğulları'nı Allah'ın yardımıyla onun zulmünden kurtaracaktı. [32]  Firavun gibi kendisini insanların tan­rısı sayacak kadar onları küçümseyen bir kibir âbidesinin yanına yaklaşıp diyalog kurabilmek kolay değildi, Cenâb-ı Allah Musa'nın Firavun ailesi içinde yetişme­sini sağlamak suretiyle ona bu imkânı çok önceden hazırlamıştı. Buna rağmen Hz, Mûsâ yüklendiği görevin ne kadar ağır olduğunun bilinci içinde endişelerini ifade etmekten ve rabbinden yardım dilemekten geri durmadı.

Tefsirlerde Hz. Musa'nın duasında yer alan "dilimden düğümü çöz" ifadesiy­le neyin kastedildiği açıklanırken genellikle şu olay aktarılır: Mûsâ henüz küçük­ken, eşi Firavun'dan onu kucağına alıp sevmesini ister, Firavun bunu yapar, fakat Mûsâ onun sakalını yolar. Bunun üzerine Firavun "bu bana düşman!" diye haykı-np cellâtlarını çağırır. Karısı Firavun'un öfkesini yatıştırmak için onun henüz ak­lının ermediğini söyler ve bunu ispat için önüne, birinde mücevher diğerinde ateş bulunan iki kap koymasını önerir. Bu öneri uygulanır. Mûsâ elini içinde ateş bu­lunan kaba uzatıp bir kor parçasını ağzına götürür, böylece öldürülmekten kurtu­lur. Bu rivayeti aktaran müfessirler, 27. âyette, bu olaydan sonra Musa'nın dilin­de meydana gelen arızaya ve bunun yol açtığı konuşma zorluğuna işaret bulundu­ğunu kaydederler. [33]  Başka bir âyette belirtildiğine göre Mû­sâ bu görevde kardeşi Harun'la desteklenmesini isterken onun kendisinden daha iyi konuştuğunu ifade ediyordu  [34]Yine bu bilgi ile paralellik taşıyan bir Tevrat âyetine göre Harun iyi bir hatip idi [35] Fakat Hz. Musa'nın bu dileği 28. âyette belirtilen gerekçe ve Musa'nın yanı sıra Harun'un da Firavun'a tebliğde bulunmanın zorluklarıyla ilgili kaygılar taşıdığını gösteren 45. âyet ışığın­da incelendiğinde, onun kendisindeki fizyolojik bir arızaya değil, üstlendiği göre­vin ağırlığı karşısında duyduğu sorumluluk duygusunun oluşturduğu psikolojik duruma ve bu konudaki endişelerine İşaret etmek istediği anlaşılmaktadır. Zira 28. âyette belirtildiği üzere Hz. Mûsâ, "sözünün iyi anlaşılmasını" arzu etmektedir. Bu cümlenin yüklemini oluşturan "fekuhe" fiili Arap dilinde sıradan bir anlamayı de­ğil, konunun inceliklerine inerek anlamayı ve derin bir idraki ifade etmek için kul- lanıhr. Şu halde burada sırf fonetik bir kusura ve bunun yo) açacağı işitsel bir so­runa değinildiğini söylemek isabetli olmaz. Öte yandan Hz. Musa'nın bu dileği, büyünün ve göz boyama usullerinin çok revaçta olduğu bir toplumun ileri gelen­lerini dahi akla ve idrak yeteneğine hitap eden delillerle ikna etme görevi üstlen­miş olduğunu, daha sonra halkın huzurunda sihirbazlara karşı ortaya konacak mu­cizelerin ise tevhid çağrısının temel kanıtları olmayıp insanları kandırma aracı ola­rak kullanılan bu usullerin ne kadar temelsiz olduğunu gözler önüne sermeyi he­deflediğini göstermektedir.

24 ve 43. âyetlerde Firavun'a uyarıcı gönderilme gerekçesi olarak "onun sı­nırı çok aşlığı" ifade edildiği halde 44. âyette "Yine de ona söyleyeceklerinizi yu­muşak bir üslûpla söyleyiniz, ola ki aklını başına toplar veya içine bir korku dü­şer" buyurulması özellikle dinin tebliği görevinde başarılı olabilmek için izlene­cek metodun ve kullanılacak üslûbun ne kadar önemli olduğunu ortaya koyması açısından oldukça dikkat çekicidir.

Hz. Musa'nın kardeşi Harun'la birlikte Firavun'a gidip ona bütün evrenin ya­ratıcısı olan Allah tarafından gönderilmiş elçiler olduklarım söylemeleri üzerine aralarında geçen diyalog ve Firavun'ım kendini tanrı ilân ettiğine ilişkin İfadeler Kur'an'ın değişik yerlerinde farklı bağlamlar içinde özetlenir. [36]  Burada 49-53. âyetlerde de bu diyalogdan bir kesit verilmektedir: Firavun'un Musa'ya alaycı bir ifadeyle "Sizin rabbiniz de kimmiş?'1 diye sorması üzerine, Mûsâ O'nun evrendeki her şeyi özüyle ve biçi­miyle var eden sonra da her varlığa yolunu yordamını gösteren Allah olduğunu söylemiş, böylece Firavun da dahil olmak üzere her şeyin varlığını O'na borçlu ol­duğuna dikkat çekmişti. Ardından Firavun gelip geçen nesillerin durumunu sora­rak muhtemelen, dünyada güç sahiplerinin yaptıklarının yanına kâr kaldığına işa­ret etmiş ve Musa'dan buna açıklık getirmesini istemişti. Hz. Mûsâ onların da rab-binin bilgisi dışında olmadığını ve her şeyin Allah katında kayıtlı bulunduğunu ifade etmiş, Allah'ın ilminin ilâhî hikmet gereği yapılan bu kayıtlara bağlı olma­dığını hatırlatmak üzere de O'nun asla yanılmaz ve unutmaz olduğunu sözlerine eklemişti. Râzî'nin tercihe şayan gördüğü yoruma göre ise, Firavun'un gelip ge­çen nesillere dair soru sorması konuyu değiştirme ve Hz. Musa'yı hikâye türü açıklamalara çekip meşgul etme amacı taşıyordu; zira Mûsâ bir önceki soruya güç­lü ve kuşatıcı bir cevap vermişti, Musa'nın o konudaki ikna edici konuşmaya de­vam etmesinden ve çevresindeki insanların bundan etkilenmelerinden endişe duy­du. Hz. Mûsâ da bunu anladığı için yeni soruya pek iltifat etmedi ve genel bir ce­vap vererek geçiştirmeyi yeğledi. [37]

55. âyette Kur'an'ın değişik vesilelerle dikkat çektiği bir hususa, insanın top­raktan geldiği yine oraya döndürüleceği, sonra da oradan tekrar hayata kavuşturu­lacağı yani öldükten sonra diriltileceği gerçeği hatırlatılmaktadır. Bazı kimselerce reenkarnasyon iddiasını güçlendirmek için bu ve benzeri âyetlerden de destek alın­maya çalışılır. [38]

 

Meali

 

56. AndoİMiıı onu İHitiiıı kımıl lurımı/ı gösterdik; fakat o yalan saydı ve kabule yanaşmadı. Yaptığın sihirle bizi yurdumuzdan çıkarmak  mi tiridin? benzeri bir sihirle mutlaka karşılık vereceği., sen senin de bizim de caymayacağımız- uygun bir yerde bir hıılıı^mıı /ııınnnı belirle." 59, Mûsâ "Buluşma zamanınız şenlik gü­nü ve amilinin Inplımııt'ağı kuşluk vakti otsun" dedi. 60. Bunun üzerine Fira­vun  bütün tedbirlerini aldı, sonra (sihirbazları}la) geldi. 61. Mû­onlum yiylt- dedi: "Yazıklar olsun size! Allah'a karşı yalan uydurmayın, yoksıı ııgır bir ceza ile kökünüzü kazır; iftira eden mutlaka perişan olur." 62. Bunun ii/crine yapacakları işi aralarında tartıştılar ve konuşmalarını gizli tutmaya çalıştılar. 63. Şöyle diyorlardı: "Bunlar sizi sihirlerimle yurdunuzdan çıkarmak ve tuttuğunuz örnek yolu orsadan kaldırmak isteyen iki sihirbaz­dan başka bir şey değil! 64.0 halde siz de bütün hilelerinizi birleştiriri ve saf düzeninde gelin. Bugün üstün gelen kendini kurtarmış olacaktır." 65. Dediler ki: "Ey Mûsâ! Ya sen at, yahut ilk atan biz olalım." 66. O 'Hayır, siz atın" dedi. Çok geçmeden bir de baktı ki, onların ipleri ve sopalan yaptıktan sihir­den ötürü kendisine doğru akıp geliyor gibi görünüyor! 67. Mûsâ birden için­de bir korku duydu. 68. "Korkma!" dedik, "üstün gelecek olan kesinlikle sen­sin. 69. Sağ elindekini at da onların yaptıklarını yalayıp yutsun; onların yap­tığı sihirbaz hilesinden ibaret. Sihirbaz ise amacı ne olursa olsun ona ulaşa­maz." 70. Sonunda sihirbazlar secdeye kapandılar ve "Biz Mûsâ ile Harun'un rabbine iman ettik" dediler. 71. Firavun şöyle çıkıştı: "Ben size izin vermeden ona inandınız öyle mi? Anlaşılıyor ki o size siniri Öğreten büyüğünüzdür. Ama ahdim olsun ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım! Böylece hangimizin cezasının daha şiddet­li ve kalıcı olduğunu anlayacaksınız!" 72. Onlar şu cevabı verdiler: "Seni bi­ze gelen apaçık kanıtlara ve bizi yaratana asla tercih edemeyiz. Artık sen ne­ye hükmedecekken et; ama sen ancak bu dünya hayatında hükmünü geçire­bilirsin. 73. Biz, hatalarımızdan ve bize zorla yaptırdığın sihirden ötürü bizi bağışlaması için rabbimize kesin olarak iman ettik. Hayırlı ve sürekli olan Al­lah'tır." 74. Kim rabbine günahkâr haliyle varırsa, bilsin ki cehennem onu beklemektedir; orada ne ölür ne de düzgün yaşar. 75. İyi işler yapmış bir mü­min olarak onun huzuruna çıkan kimseler için ise üstün dereceler vardır. 76. İçinde ebedî olarak kalacaktan, altlarından ırmaklar akan adn cennetleri! İş­te günahlardan arınanların nıükâfaatı budur. [39]

 

Tefsiri

 

56-76. Isrâiloğultan'nın Mısır'daki varlığının ve Hz. Mûsâ tarafından ana yurtlarına götürülmeleri için ortaya konan girişimin Firavun yönetimi nezdİnde oluşturduğu siyasî kaygılar, psikolojik bir harp ortamı doğurmuştu. Böyle bir or­tamda, o günün şartları içinde geniş kitleleri derinden etkilemekte olan ve dinî bir hüviyet de taşıyan sihir olgusunu ön plana çıkaran bir mücadele metodu Hz. Mû-sâ'nın peygamberliğini ve liderliğini kabul ettirmesini kolaylaştırabilecekti. Çün­kü Firavun ve çevresindeki ileri gelenler de sihiri tevhid çağrısına karşı kullanabi­lecekleri en etkili silâh olarak görüyorlar ve sihirbazlara bir taraftan baskı, bir ta­raftan da teşvik uygulayarak bu mücadeleden mutlak zaferle çıkacaklarını sanıyor­lardı. İlâhî irade böyle bir atmosferde Hz. Musa'yı sihirbazların bütün hünerlerini boşa çıkaracak mucizelerle donatıp Firavun ve çevresindekilere bir imtihan fırsatı daha vermek şeklinde tecelli etmişti. Bu âyetlerde ve Kur'an'ın başka yerlerinde açıklandığı üzere, bizzat bu silâhı kullanan sihirbazlar dahi apaçık hakikati gör­dükleri için imana geldikleri halde Firavun ve adamları inkarcılıktaki inatlarım sürdürdüler, Firavun bununla da yetinmeyip iman eden sihirbazları çok ağır ceza ve işkencelerle tehdit etme yoluna girdi. Fakat birkaç saat öncesine kadar Fira-vun'un gözüne girip ödül almak için yanşan bu insanlar imanın lezzetim tattıktan sonra âhiret mutluluğunun -hayatın bağışlanması tarzında bile olsa- dünyadaki hiçbir ödülle deği sikmeyeceğini idrak edip bunu açıkça ifade etme cesaretini gös­terdiler. [40]

Tefsirlerde 56. âyette Firavun'a gösterildiği ifade edilen kanıtların neler ol­duğu açıklanırken genellikle tevhide (Allah'ın birliğine) ilişkin deliller ve Hz. Mû­sâ1 nın peygamberliğini ortaya koyan mucizeler üzerinde durulur, Ayrıca, bunlar­dan "bütün kanıtlarımızı" şeklinde söz edilmiş olmakla beraber Arap dilindeki kullanımlar dikkate alınarak bu ifadenin "pek çok âyetimizi kanıtımızı, bunca âyetimizi kanıtımızı"şeklinde anlaşılmasının uygun olacağı belirtilir. [41]

âyetin "uygun bir yer" şeklinde tercüme ettiğimiz kısmı, "iki tarafa eşit uzaklıkta bir yer, seyircilerin görüşünü engellemeyecek düz bir alan, iki tarafın da rızâ göstereceği bîr yer, şu anda bulunduğumuz mekân" gibi mânalarla açıklan­mıştır. [42]

âyette "şenlik günü" diye çevrilen "yevmü'z-zîne" tamlaması hakkında değişik açıklamalar yapılmıştır; bunların ortak noktası, Hz. Musa'nın o toplumda şenlik veya kutlama amacı taşıyan ve halkı bir araya getiren belirli bir güne atıfta bulunmuş olduğudur. Bu ifadenin Firavun'a ait olduğu yoruma da yapılmıştır. [43]

63. âyetin "tuttuğunuz örnek yolu" şeklinde tercüme ettiğimiz kısmına "sa­hip olduğunuz onurlu ve seçkin konumu" şeklinde mâna vermek de mümkündür. [44]

67-68. âyetlerden, sihirbazların halkın gözünü bağlayan bir büyü ortaya koy­ması karşısında Hz. Musa'nın dahi bir an için etkilenip insanların buna kapılmala­rından endişe duyduğu[45] fakat Allah'ın gerçeği bildirme-siyle maneviyatının yükseltildiği anlaşılmaktadır. Bununla birlikte 69. âyet onun üstün gelmesinin sihir yarışını kazanma anlamında alınmaması için sihirbazların ortaya koydukları çabanın dinen asla tasvip edilmediğine de dikkat çekilmiştir. [46]

 

Meali

 

77. Musa'ya şöyle vahyetmiştik: "Kullarımla geceleyin yola çık, yetişe­cekler diye korku ve endişe duymaksızın onlara denizde kupkuru bir yol aç." 78. Derken Firavun askerleriyle onların peşine düştü, ama deniz onları aman-sızca sarıverdi. 79. Firavun kavmim saptırmış, doğru yolu göstermemişti. 80. Ey İsrâiloğulları! Böylece sizi düşmanınızdan kurtardık ve Tûr'un sağ tara­fında sizinle sözleştik; size kudret helvası ve bıldırcın gönderdik. 81. Size rı-zık olarak verdiğimiz iyi ve temiz şeylerden yiyiniz ama bunda ölçüyü aşma­yınız, yoksa gazabıma uğrarsınız; kim gazabıma uğrarsa artık uçuruma yu­varlanmış demektir. 82. Şu da bilinmeli ki, ben tövbe edip yürekten inanan ve iyi işler yapan, sonra da doğru yolda sebat eden kimselere karşı çok bağışla­yıcıyım. [47]

 

Tefsiri

 

77-79. Hz. Musa'nın Allah'ın lütfuylaİsrâiloğulları'nı Firavun'un zulmünden kurtarması ve bunun için denizin ortasından yol açılması mucizesine Kur'ân-ı Ke-rîm'in değişik, yerlerinde farklı ifadelerle değinilmiştir. [48]

 

80-82. Cenâb-ı Allah'ın İsrâiloğııllari'na verdiği özel nimetler, onların nan­kör tavırları ve Tûr'daki sözleşme Kur'an'ın değişik yerlerinde hatırlatılmıştır. [49] Burada bu hatırlatmayı takiben, bütün insanlara, ölçüyü kaçırmadan Allah'ın verdiği nimetlerden yararlanmaları, -yap­tıkları nankörlük ne kadar büyük olursa olsun- Allah'ın rahmetinden ümit kesme­meleri gerektiği mesajı verilmekte ve herkes Allah'tan bağışlanma dileğinde bu­lunmaya çağınlmaktadır. [50]

 

Meali

 

83. "Seni halkından aceleyle ayrılmaya sevkeden neydi ey Mûsâ!" 84. Şöyle cevap verdi: "Onlar da benim izimdeler; benden hoşnut olasın diye sa­na gelmekte acele ettim ey rabbim." 85. Allah, "Fakat, dedi, biz senden son­ra kavmini sınadık ve Sâmiri onları yoldan çıkardı." 86. Bunun üzerine Mû­sâ öfkeli halde ve hayıflanarak kavmine döndü. Şöyle dedi: "Ey kavmim! Rabhiniz size güzel bir vaadde bulunmamış mıydı? Peki size bu süre çok mu uzun geldi, yoksa rabbinizin gazabına uğramak istediniz de onun için mi ba­na verdiğiniz sözden döndünüz!" 87. Şöyle cevap verdiler: "Sana verdiğimiz söze bilerek ve isteyerek aykırı davranmış değiliz; fakat o kavmin ziynet eş­yalarından bazı ağırlıklar yüklenmiştik, onları (ateşe) attık; çünkü Sâmirî de aynı şekilde atmıştı." 88. Derken onlara böğürebilen bir buzağı heykeli yap­tı. (Ona uyanlar) "İşte bu sizin de tanrınız, Musa'nın da tanrısıdır. fakat o bu­nu unuttu" dediler. 89. Peki görmüyorlar mıydı ki o (heykel) kendilerine bir sözle karşılık veremiyordu, onlara zarar veremediği gibi fayda da sağlayamı­yor du! 90. Gerçek şu ki daha önce Hârûn onlara "Ey kavmim! Siz bununla sınanmaktasınız; kuşkusuz sizin rabbiniz o rahmandır. O halde bana uyun ve emrime itaat edin" demişti. 91. Onlar ise şöyle cevap vermişlerdi: "Mûsâ ya­nımıza dönünceye kadar ona tapmaktan asla vazgeçmeyeceğiz." 92-93. (Mû­sâ dönünce) şöyle dedi: "Ey Hârûn! Onların saptıklarım gördüğünde beni iz­lemekten seni alıkoyan neydi? Yoksa benim emrime isyan mı ettin?" 94. O şöyle cevap verdi: "Ey anamın oğlu! Sakalımı saçımı çekme. Emin ol ki ben senin 'Sözüme riayet etmedin de İsrâiloğulları'nm arasına ayrılık soktun!' di-yeceğinden endişelenmiştim." 95. Musa sordu: "Peki senin zorun neydi ey Sâ-miri?" 96. "Ben onların görmediklerini gördüm, bu yüzden elçinin izinden bir avuç avuçladım ve onu attım. Nefsim beni böyle yapmaya itti" diye cevap verdi. 97, (Mûsâ) şöyle dedi: "Haydi git! Artık hayatın boyunca sana düşen 'Bana dokunmak yok!' demekten ibarettir. Ve bil ki asla kurtulamayacağın bir hesap günü de seni beklemektedir. Şimdi şu tapıp durmakta olduğun tan­rına bir bak; biz onu yakacağız sonra da kül edip denize savuracağız!" 98. Si­zin yegâne tanrınız o Allah'tır ki O'ndaiı başka ilâh yoktur. O ilmiyle her şe­yi kuşatmıştır. 99. İşte böylece geçmiştekilerin haberlerinden bir kısmını sa­na anlatıyoruz. Kuşkusuz sana katımızdan bir zikir (Kur'an) verdik. 100. Kim ondan yüz çevirirse bilsin ki kıyamet günü sırtında ağır bir yükle huzurumu­za gelecektir. 101. Ebedî olarak o yükün altında kalacaklardır. Kıyamet gü­nü bu onlar için ne kötü bir yüktür! 102.0 gün sûra üfürülür ve günahkâr­ları o gün gözleri göğermiş olarak toplarız. 103. "On günden fazla kalmadı­nız" diyerek aralarında fısıldaşırlar. 104. İçlerinden en aklı başmda olanı "Hayır, ancak bir gün kaldınız" derken söyledikleri şeyi en iyi biz biliriz. [51]

 

Tefsiri

 

83-94. A'râf sûresinde belirtildiği üzere Hz, Mûsâ kırk gece sürecek bir bu­luşma için Allah Teâlâ'nın huzuruna çağırılmış, Mûsâ bu amaçk kavminden ayrı­lırken kardeşi Harun'u vekil olarak bırakmış ve ona şöyle demişti: "Kavmimin içinde benîm yerime geç; onları ıslah et; bozguncuların yoluna uyma" (7/142). Bu süre içinde Sâmirî isimli bir kuyumcu, altından bir buzağı yaparak İsrâiloğulla-n'nın ona tapmalarını sağlamış, Hz. Hârûn bunu önlemeye çalışmakla beraber ba­şarılı olamamıştı, Kavminin Sâmirî tarafından saptırıldığını vahiy yoluyla öğrenen Hz. Mûsâ son derece kızgın ve üzgün bir biçimde geri dönüp ağabeyi Harun'a çı-kışmıştı, çünkü onun görevini yerine getirmede kusurlu olduğunu düşünüyordu. Oysa Hârûn bu sapkın hareketi engelleme çabalarında ısrarcı davrandığı takdirde kardeşi Mûsâ tarafından kavmi içinde bozgunculuğa yol açmakla itham edilebile­ceğinden endişe ediyordu, Bu durumu ona açıklayınca Musa'nın öfkesi yatıştı. [52]

84. âyetin "onlar da benim izimdeler" şeklinde tercüme edilen kısmı genel­likle "onlar ardımdan geliyorlar ve yakınımdalar" anlamıyla açıklanmıştır.[53]  Bazı müfessirler bu ifadede, Hz. Mû­sâ' mu seçkin bir grupla Allah'ın huzuruna çağırılmış ve kendisinin onları bekle­meksizin ilâhî huzura koşmuş olduğuna delâlet bulunduğunu belirtirler. [54] Fakat burada Hz. Mûsâ onların kendilerine bildirilen hak din ve tevhid inancı üzere olduklarına işaret etmek istemiş olmalıdır. Zira 85. âyette onların tâbi tutuldukları sınavda başarılı olamadıktan ve hak yoldan saptık­ları, dolayısıyla, durumun Musa'nın düşündüğü gibi olmadığı bildirilmiştir.

Bugünkü Tevrat metninde buzağı heykelinin yapımıyla ilgili olarak verilen bilgi şöyledir: "Ve dağdan inmek için Musa'nın geciktiğini kavmi görünce, kavmi Harun'un yanında toplandı, ve ona dediler: Kalk, bizim için ilâh yap, önümüzden gitsinler; çünkü Musa'ya, bizi Mısır'dan çıkaran bu adama, ne oldu bilmiyoruz. Ve Hârûn onlara dedi: Karılarınızın, oğullarınızın, ve kızlarınızın kulaklanndaki altın küpeleri kırıp çıkarın, ve onları bana getirin. Ve bütün kavmi kendi kulakla­nndaki altın küpeleri kırıp çıkardılar, ve onları Harun'a getirdiler. Ve onu ellerin­den aldı, ve oymacı aletiyle ona biçim verdi, ve onu dökme bir buzağı yaptı.... Ve Rab kavmi vurdu, çünkü Harun'un yaptığı buzağıyı yaptılar. [55] Bu konu, Brill tarafından uzun bir süredir hazırlıkları sürdürülen ve "bir Batı di­linde Kur'an hakkında yayımlanan ilk çok ciltli ve kapsamlı müracaat eseri" ola­rak tanıtılan Kur'an ansiklopedisinin örnek fasikülünde "Altın Buzağı" başlığı al­tında özel olarak incelenmekte, fakat Çıkış bölümünde (32/2-3) bu buzağının "al­tın yüzüklerden" yapıldığı bilgisinin verildiği ileri sürülmektedir. Oysa yazarın be­lirttiği üzere orijinal metindeki tamlama "nizmey ha zahab" şeklindedir ki bu "al­tın küpeler" anlamına gelmektedir. [56]

Put yapıp toplumun ona tapmasını sağlamanın bir peygamber için asla düşü­nülemeyeceği ortada olmakla beraber, bugünkü Tevrat metninde bu iddianın yer tutabilmiş olması bu kutsal metnin tahrife uğramış olduğunun açık kanıtlanndan-dır. 85, 87 ve 95. âyetlerde, buzağı heykelini yapan kişinin adı belirtilerek bu iddianın bir iftira olduğu ayrıca ortaya konmuş olmaktadır.

87. âyette işaret edilen kavmin Mısırlılar olması muhtemeldir. Kitâb-ı Mu­kaddes'te de Mısır'dan çıkış tasvir edilirken şu ifadelere yer verilmiştir: "Ve İsrâ-iloğulları Musa'nın sözüne göre yaptılar; ve Mısırlılar'dan gümüş şeyler ve altın şeyler ve esvap istediler; ve Rab Mısırlılar'in gözünde kavme lütuf verdi, ve istediklerini verdiler. Ve Mısırlılar'ı soydular. [57] Tevrat'ın buradaki açıklaması ile Kur'an'm bu konudaki ifadesi arasında bir paralellik görünmekle birlikte, yukarıda aktarılan anlatım, heykel yapımında kullanılan malzemeye iliş­kin bilgi açısından da eleştiriye açık görünmektedir. Zira Kur'an İsrâiloğullan'nın o kavmin ziynet eşyalarından yüklendiklerini, Tevrat da onların Mısrrlılar'dan ("soydular" ifadesine bakılırsa muhtemelen ödünç adı altında fakat iade etmemek niyetiyle) gümüş şeyler ve altın şeyler istediklerini belirtmektedir. Yukarıda nak- ledilen buzağı yapımı tasvirinde ise sadece kulaklardaki altın küpelerin kırılıp or­taya konmasından söz edilmektedir.

88. âyetin sonundaki "fakat o unuttu" anlamındaki cümlede unutulanın ne ol­duğu konusunda farklı açıklamalar yapılmıştır. Bir görüşe göre burada Sâmirî'nin Hz. Musa'nın tebliğ ettiği dinî bir tarafa bıraktığından ve gerçek Tann'yı unuttu­ğundan söz edilmektedir. Taberî'nin de kuvvetli bulduğu yoruma göre ise bu, Sâ­mirî'nin Hz. Mûsâ hakkındaki sözüdür. Sâmirî bu ifadesiyle Hz. Musa'nın Tûr'da aramaya gittiği asıl tanrının işte bu buzağı olduğunu ama Musa'nın bunu dikkat­ten kaçırdığını iddia ederek toplumu İkna etmeye çalışmıştır. [58]Bu yorum esas alındığında söz konusu ifadede Hz. Mû-sâ'nın Firavun'un sarayında tam bir Mısırlı olarak yetiştiğine dair bir ima bulun­duğu söylenebilir. [59]

 

95-104 .85,87 ve 95. âyetlerde Sâmİrî dîye sözü edilen şahsın kökeniyle il­gili olarak klasik tefsir kitaplarında değişik bilgilere yer verilmiştir; kimi rivayet­lere göre o İsrail kökenli, hatta Hz. Musa'nın dayısının oğludur, kimilerine göre komşusu bir Kıbtî olup kendisiyle birlikte Mısır'dan çıkanlar arasında yer almış­tır, kimilerine göre aslen Kirman'lıdır. [60]

96. âyette geçen ve "elçi" diye tercüme ettiğimiz resul kelimesi müfessirler tarafından genellikle Cebrail olarak anlaşılmış ve âyetin diğer kısımlarına da buna göre mâna verilmiştir. Bu açıklamaların özeti Sâmirî denen şahsın Cebrail'i gör­düğü ve onun bineğinin ayak bastığı yerden bir miktar toprak alıp attığı şeklinde­dir. Bu yoruma göre "onların görmediklerini gördüm" cümlesinin anlamı, Sâmi­rî'nin Cebrail'i gördüğünü ileri sürmüş olmasıdır. Râgıb el-İsfahânî'nin açıklama­larına göre ise "besura" fiilinin Arap dilinde kalbî (zihnî) bir idrak anlamıyla bir­likte olmaksızın sırf görme organının algılamasını belirtmek için kullanımı nâdir­dir. Bu fiil daha çok "bir şeyin künhüne vâkıf olmayı, bilinçli bilgiyi" ifade eder. [61] Râzî. İsfahânî'nin bu izahından yola çıkarak Cebrail merkezli yorumları eleştirir ve burada "elçi" kelimesi ile Hz. Musa'nın kastedil­miş olduğu yorumunu yapar. Râzî'ntn yorumuna göre Sâmirî'nin âyette aktarılan sözünün anlamı şudur: "Ben onların göremediklerini gördüm yani sizin izlediğiniz yolun doğru olmadığını anladım ve ey elçi senin dininden ve sünnetinden bir kıs­mım çıkarıp attım[62] Esed Râzî'nin bu yorumunu esas alan açıklama­larında önce Sâmirî'nin, müteâl ve görünmeyen Tanrı ya da Allah fikrine karşı çıktığına ve halkın 'görünen, elle dokunulabilen somut' bir tanrıya inanması ^e- rektİğini düşündüğüne dikkat çekmekte, "elçinin İzinden bir avuç avuçladım ve onu attım" ifadesini de "Resulün öğretisinden bir tutam (yani onun bir kısmını) al­dım ve onu (öğretinin muhtevasından) çıkarıp attım" şeklinde izah etmektedir. Kur'an'da yer alan bu kıssanın teması ile ilgili olarak Esed'in daha sonra ortaya koyduğu şu açıklama da dikkat çekicidir: "Kanaatimizce, Sâmirî'nin Hz. Mû-sâ'nın Öğretisinden bir kısmını reddetmesi, onun putperestliğe ve Allah'tan başka nesnelere ya da varlıklara tanrısal nitelikler yakıştırmaya ilişkin bilinç altı eğilim­lerini açığa vurmaktadır: Tanrısal varlığın yahut en azından onun 'tecellisi' olarak tasarlanabildi şeyin somut bir imajını ortaya koyarak (koymaya kalkışmak) kav-ranamaz, tasarlanamaz olanı insanın sınırlı algı ve duyu alanına yaklaştırmayı amaçlayan boş ve aldatıcı bir hayalcilikten ibarettir, bu yoldaki tüm çabalar insa­nın Allah'a ilişkin kavrayışını aydınlatacağına daha da bulanık bir hale soktuğun­dan, bu yönde atılan her adım en başta kendi amacını baltalamakta ve böylece çık­maz bir yola sokulmuş olan dindar eğilimli kişinin manevî potansiyeli büsbütün ziyan edilmektedir: Kur'an'daki veriliş tarzı itibariyle, altın buzağı kıssasıyla an­latılmak istenen gerçek de, şüphesiz budur. [63]

Hz. Mûsâ, Sâmirî'yi yanından uzaklaştırırken İsrâiloğullarf nm onunla aynı ortamı paylaşmalarım yasaklamış, böylece Sâmirî'ye toplumdan tecrit (bir çeşit aforoz) edilme şeklinde çok ağır bir ceza verilmişti. 97. âyette bu hususa işaret edildiği anlaşılmaktadır. [64] Bunun yanı sıra, Allah tarafından Sâ­mirî'nin insanlardan uzak durmaya mecbur eden veya zürriyet sahibi olmasını en­gelleyen fiziksel bir hastalık verilerek cezalandırıldığı yorumlan da yapılmıştır. [65]

102. âyetin "gözleri göğermiş olarak" şeklinde tercüme ettiğimiz kısmı, gü­nahkârların o günün dehşeti karşısındaki durumunu tasvir etmektedir. Bunu, onla­rın gözlerinin korku ve şaşkınlıktan donuklaşmış bir halde olacağı şeklinde anla­mak mümkündür. Bazı müfessirler burada, böyle kimselerin gözlerinin haşir günü şiddetli susuzluk sebebiyle mavimtrak bir renk alacağına işaret bulunduğunu, di­ğer bazı müfessirler de -İsrâ sûresinin 97. âyetinden hareketle- bunların kıyamet günü kör olarak hasredilecekler!nin kastedildiğini belirtmişlerdir. [66]

103 ve 104. âyetlerde, öldükten sonra dirilmeyi İnkâr edenlerin mahşerde kendi aralarındaki konuşmalarına dair bir anlatım yer almaktadır. Kur'an'da baş­ka pek çok yerde rastlandığı gibi burada da, insanın "zaman" algısının aldatıcı ka­rakterine ve buna bağlı olarak böyle bir "zaman" kavramının izafîliğine işaret edil­mektedir. [67]  İbn Âşûr, müfessirlerin "Hayır, ancak bir gün kaldınız"

sözünü söyleyen kişinin âyette en aklı başında olan şeklinde nitelenmesine dair doyurucu bir açıklama yapamadıklarını İfade ettikten sonra, bunun gerek hakikat gerekse mecaz anlamına göre anlaşılabileceğini belirtir ve kendi görüşünü şöyle açıklar: Hakikat mânası esas alınırsa, bahse konu olan inkarcıların yaptıkları hata için mazeret üretme çabası içinde oldukları, anılan sözün sahibinin de isabetli bir tahmin yaptığına değil mazeret üretmede başarılı olduğuna işaret edildiği söylene­bilir. Zira onlar kendi hallerini gözden geçirirlerken paradoksal bir durumla karşı karşıya bulunmaktadırlar: Bir taraftan yeniden dirilişin yeryüzünde cesetlerin çü-rüyüp yok olacağı bir süre kaldıktan sonra gerçekleşeceği anlayışı, diğer taraftan da bedenlerinin aynen dünyada olduğu gibi durduğunu görmeleri. Böyle bir du­rumda "on günden fazla kalmadınız" tarzında bir izahla kendilerini avuturlarken, -bu kadar bir sürede de vücutta değişikliklerin olabileceği dikkate alınınca- "Ha­yır, ancak bir gün kaldınız" sözünü söyleyen kişi daha iyi bir mazeret üretmiş ol­maktadır. Bunun mecazi bir anlatım olduğu kabul edilirse, her iki tahminin ger­çeklerden ne kadar uzak olduğuna dikkat çekilmek istendiği, "Hayır, ancak bir gün kaldınız" sözünü söyleyenin İse özel biçimde hicvedildiği yorumu yapılabilir. [68]  Bir başka açıdan bakılarak, bu sözün diğerleriyle alay etme ama­cı taşıdığı da düşünülebilir. [69]

 

Meali

 

105. Sana dağları soruyorlar, De ki: "Rabbitn onları un ufak edip savu-racak. 106. Yerlerini dümdüz, bomboş bırakacak. 107. Orada artık ne bir kıvrım ne de bîr tümsek görürsün. 108. O gün herkes çağrıcıya uyar; ondan yan çizme yoktur. Rahman'in heybetinden sesler kısılmıştır; artık çok hatif sesler dışında bir şey işitemezsin. 109.0 gün -Rahmân'ın izin verdiği Ye sö­zünden hoşnut olduğu kimseler müstesna- şefaatin bir yaran olmaz. 110. On­ların önlerinde ve arkalarında olanı O bilir. Onların bilgisi ise O'nu kuşata-maz. 111. Diri ve her şeyin varlığı kendine bağlı olan Allah'ın huzurunda yüz­ler hicapla eğilmiştir; zulmü yüklenmiş olan ise hüsrana uğramıştır. 112. İmanlı olarak iyi işler yapan kimseye gelince, o ne büsbütün, hatta ne de kıs­men haksızlığa uğramaktan korkar. 113. İşte, sakınsınlar yahut hatırlamala­rını sağlasın diye onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik ve onda uyarıları­mıza tekrar tekrar yer verdik. 114. Gerçekliğinde şüphe bulunmayan, her şe­ye hükümran olan Allah yüceler yücesidir. Sana vahyi tamamlanmadan Kur'an hakkında aceleci davranma ve "Rabbim! İlmimi arttır" de. [70]

 

Tefsiri

 

105-112. İnsanlara dünya hayatının sonlu olduğunu ve kendilerini bekleyen bir hesap gününün kaçınılmazlığını anlatan Hz. Peygamber'e kıyametle ilgili so­mlar yöneltiliyordu, 105. âyette bu çerçevede Resûlullah'a yöneltilmiş veya zihin­leri kurcalayan bir soruya değinilip kıyamet tasviri yapılmaktadır. [71] Burada yeryüzünde ilk göze çarpan, en belirgin yükselti unsurları olan dağların ne olacağı sorusuna cevap verilerek, bugünkü tasavvurları­mıza sığmayacak bir değişimin söz konusu olacağı belirtilmekte, fakat ardından asıl önemli olan şeyin insanın kendi göreceği muamele olduğuna dikkat çekilmek­tedir, âyette geçen iki kelimenin Arap dilindeki anlamlan dikkate alınarak âyet, "Orada artık ne bir kıvrım ne de bir tümsek görürsün" şeklinde tercüme edi­lebileceği gibi, âyete "Orada artık iniş-yokuş  eğrilik-yumruluk eğrilİk-pürüz gö­remezsin" mânaları da verilebilir. [72]

âyetin "... çağmaya uyar; ondan yan çizme yoktur" şeklinde çevirdiği­miz kısmına "kendisinden kaçıp kurtulmanın mümkün olmadığı, hemen kendisine uyacakları davetçi" mânalarının yanı sıra[73] "eğip bükmeyen, pürüzsüz bir çağrıda bulunan davetçi" anlamı da verilmiştir; bazı müfessirler da-
vetçiden maksadın kıyametin kopmasında özel görevi bulunan meleğin İsrafil ol­
duğunu söylemişlerdir. [74] Kamer sûresinin 8. âyetinin de delaletiyle bu âyeti "O gün bütün varlıklar karşı konamaz ilâhî çağrı­ya uymak ve mahşerde toplanmak zorunda kalacaklardır" şeklinde anlamak uygun görünmektedir. [75] Aynı âyette geçen ve "çok hafif sesler" diye tercüme ettiğimiz "hems" kelimesinin "hışırtı, fısıltı, ayak sesi, alçak sesle konuş­ma1' gibi anlamları da vardır. [76]

109. âyette, böylesine dehşetli bir günden söz edilince insanın hatırına gele­bilecek ilk ihtimal olan başkalarından medet umma eğilimine işaret edilerek, şefa­atin de ancak Allah'ın izni ve rızâsına bağlı olduğu hatırlatılmaktadır. [77]

112. âyette geçen ve dilimizde "hazım" şeklinde telaffuz edilen "hadm" ke­limesi tefsirlerde genellikle, midenin yiyeceği sindirmesi sırasında onda meydana getirdiği eksiltmeden hareketle "eksiltme, zayi etme" veya eylemin mahiyetine ba­karak "çiğneme, gaspetme" gibi mânalarla açıklanmıştır. [78] Râgıb et-İsfahânî bu âyeti delil göstererek hadm kelimesinin isti­are yoluyla "zulüm" anlamında kullanıldığını belirtir. [79] Fakat âyette her iki kelimenin (zulm ve hadm) yer aldığı ve iki farklı durumu an­latan bir yapı içinde kullanıldığı dikkate alınırsa, burada hadm'ı zulmün eş anlam­lısı olarak çevirmek cümlenin manasını daraltır. Bu sebeple ve iki kelime arasın­daki nüansı [80] dikkate alarak âyetin son kısmına "o ne büs­bütün, hatta ne de kısmen haksızlığa uğramaktan korkar" şeklinde mâna vermeyi uygun bulduk. [81]

 

113-114. Kur'ân-ı Kerîm'in ilk hitap ettiği çevrenin Araplar olması dolayı­sıyla onun Arap dilinde indirilmiş olması tabii olmakla beraber son ilâhî mesajın bu ortamda ve bu dille tebliğ edilmesi de kuşkusuz birçok hikmet taşımaktadır. [82] Konuya ilişkin rivayetler ışı­ğında 114. âyet genellikle, Hz. Peygamber'in vahyi alırken onu gerektiği gibi ko­ruyamama endişesi taşıdığı ve ezberlemek için hemen tekrar etmeye yöneldiği bi­çiminde açıklanmıştır. M. Esed bu âyetin öncelikle Hz. Muhamnıed'e hitap etmek­le birlikte, bütün çağlarda Kur'an okuyan herkesi ilgilendirdiğini belirterek şöyle bir yorum yapmaktadır: Kur'an Allah'ın sözü olduğuna göre, onu oluşturan parça­ların hepsi -ibareler, cümleler, âyet ve sûreler- bir arada ve birbiriyle tutarlı ve bağ­lantılı tam bir bütün meydana getirmektedir. Bunun içindir ki, Kur'an mesajım tam olarak anlamak isteyen kimse, "aceleci yaklaşımlardan", yani âyetleri ait ol­dukları umumi anlam örgüsünden soyutlayarak onlardan aceleci sonuçlar çıkar­maktan sakınmalı, Kur'an'ı "bir bütün olarak" ele almalı, münferit meseleleri bu bütün içinde değerlendirmelidir. [83]Âyetin sonunda Resûlullah'a "Rab-bim! İlmimi arttır" diye dua etmesinin emrolunnıası şöyle açıklanabilir: Aceleci davranmamasının istenmesi Kur'an'in vahyi ile ilgilidir; onu bu tutuma sevkeden (emaneti korumada duyarlılık gösterme gibi) âmiller ise kötülenmem iştir. Söz ko­nusu yasak ifadesinin Resûl-i Ekrem'i kınama anlamında alınmaması için bu ifa­denin hemen ardından böyle bir buyruğa yer verilerek hem ona iltifat edilmiş hem -Kur'an vahyi dışındaki hususlarda- bilgisini attırma çabası içinde olması Özendi­rilmiş, ufkunu açması için de rabbine dua etmesi istenmiştir. [84]

 

Meali

 

115. Biz daha önce Âdem'den söz almıştık, fakat o unuttu; biz onda ye­terli bir kararlılık görmedik. 116. Şöyle olmuştu: Biz meleklere "Âdem'e sec­de edin" dedik, onlar da secde ettiler, sadece İblîs direndi. 117. Bunun üzeri­ne "Ey Âdem!" dedik, "Bil ki bu senin de eşinin de düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, yoksa mutluluğunu yitirirsin! 118. Burada sana acık­mak da çıplak kalmak da yok. 119. Yine burada susuzluk çekmezsin ve sıcak­tan bunalmazsın." 120. Derken, şeytan şöyle diyerek onun kafasını karıştırdı:

"Ey Âdem! Sana sonsuzluk ağacının ve son bulmayacak bir hükümranlığın yolunu göstereyim mi?" 121. Nihayet ikisi de o ağaçtan yediler. Bunun üzeri­ne mahrem yerleri kendilerine göründü, üstlerini cennet yaprağıyla örtmeye çalıştılar. Böylece Adem rabbine karşı gelmiş ve yolunu şaşırmıştı. 122, Son­ra rabbi onu seçkin kıldı, tövbesini kabul etti ve doğru yola yöneltti. 123. Şöy­le buyurdu: "İkiniz birden inin oradan, birbirinize düşman olarak. Size ben­den bir hidayet geldiğinde bilesiniz ki hidayetime uyan artık ne sapar ne de bedbaht olur. 124. Kim de beni anmaktan yüz çevirirse mutlaka sıkıntılı bir hayatı olacaktır ve onu kıyamet günü kör olarak hasrederiz." 125.0 der ki: "Ey rabbim! Beni niçin kör olarak hasrettin? Halbuki daha önce gören biriy­dim." 126. Allah buyurur: "İşte böyle! Sana âyetlerimiz geldiğinde onları unutmuştun, bu gün de aynı şekilde sen unutuluyorsun! 127. Haktan sapan ve rabbinin âyetlerine inanmayanlan işte böyle cezalandırırız. Hiç kuşkusuz âhiretteki ceza daha şiddetli ve daha kalıcıdır. 128. Kendilerinden önceki ni­ce nesilleri helak etmiş olmamız onları hâlâ yola getirmedi mi? Oysa onlann yurtlarında dolaşıp duruyorlar! Kuşkusuz bunlarda akıl sahiplerinin çıkara­cağı dersler vardır. [85]

 

Tefsiri

 

115-128. Genellikle müfessirler bu âyetlerle Kur'an'da uyanlara tekrar tek­rar yer verildiğini bildiren 113. âyet arasında bağ kurarlar; burada, insanoğlunun ilâhî uyanlar karşısındaki hatalı tutumunun ilk atasından beri görülen bir durum olduğuna işaret bulunduğunu belirtirler. [86] Bu sûreden önce inen Sâd ve A'râf sûrelerinde Âdem'in yaratılması ve İblîs'in ilâhî buyruğa karşı gelmesi olayına geniş yer verilmiştir. Yine A'râf sûresinde Âdem'e -yasak ağaca yaklaşmamdan koşuluyla- eşiyle birlikte cennette kalma imkânı ve­rildiğinden, fakat şeytanın kışkırtması sonucu buradan çıkarıldık!anndan. ardın­dan da yaptıkları yüzünden derin pişmanlık duyduklarından söz edilmiştir. Aynı konulara farklı bağlamlarda ve farklı üslûplarla değinilmesi, Kur'an'in hususiyet­leri hakkında bilgi sahibi olanlar için yabancı bir durum değildir. Burada önceki değinilerden farklı olarak Âdem'in tövbesinin kabul edildiğinden hatta onun seç­kin kılındığından yani peygamber olarak görevlendirildiğinden[87] söz edilmektedir. Bu bağlamdan şu sonucu çıkarmak mümkündür: Her ne kadar insanoğlunun ilâhî uyarı ve bildirimler karşısındaki hatalı tutumu ilk atasından be­ri görülen bir durum ise de, insanlar -htristiyan inancında kabul edildiğinin aksi­ne- dünyaya İlk atalannın işlediği günah sebebiyle günahkar olarak gelmezler; Âdem işlediği günahtan sonra tövbe etmiş ve tövbesi kabul edilmiştir. Şu halde Hz. Âdem'den sonra da her insan bir taraftan günah işlemeye yatkm bir ortamda ve iyiliğe de kötülüğe de kullanılabilecek yeteneklerle donatılmış olarak sınava tâ­bi olacak, bir taraftan da işlediği günahlardan arınmak için aracı koymaksızın, biz­zat rabbine yalvarıp, af dileyecektir. Bu ilkeden yola çıkıldığında ise Hıristiyanlı­ğın temel akîde esaslarından olan rabbîn insanlığı bu aslî günahtan arındırmak için isa'yı kurban ettiği iddiası temelden yoksun kalmaktadır. Dolayısıyla, burada Hz. Âdem hakkında bu bilgiye yer verilmesi ile bu sûrenin Hz. îsâ'nın nasıl dünyaya geldiğini açıklayan ve bu konudaki yanlış kabulleri mahkûm eden Meryem sûre­sinden sonra inmiş olması arasında bir anlam örgüsü bulunduğunu söylemek mümkündür. [88]

115. âyetin "Âdem'den söz almıştık" şeklinde çevirdiğimiz kısmını "Âdem'e buyruğumuzu bildirmiştik" şeklinde anlayanlar da vardır. Bu yorumda söz konu­su olan buyruk, kendisinin ve eşinin düşmanı olan şeytana uymamasıyla İlgili uya­rı olup 117. âyette ayrıca açıklanmıştır.

Aynı âyetin "Biz onda yeterli bir kararlılık görmedik1' şeklinde çevirdiğimiz kısmı değişik şekillerde tefsir edilmiştir. Bir yoruma göre, burada Âdem'in önce yasak ağaçtan yememeye karar vermişken şeytanın kışkırtması karşısında kararlı davranamadığı veya yapılan cazip öneriye karşı direnemediği anlatılmaktadır. Di­ğer bir yoruma göre ise burada maksat. Âdem' in günah işlemede ısrarlı davranma­mış olduğudur. [89]  Bu âyetteki laf zan "unuttu" anlamına gelen fi­il daha çok "Rabbinin buyruğunu terketti" şeklinde açıklanmıştır. [90] 124. âyette ifadesini bulan "Allah'ı anmaktan yüz çevirme", Allah'ı inkâr et­me, O'nun gösterdiği yolu beğenmeme, öğütlerine kulak asmama gibi mânalarla açıklanmıştır. Aynı âyette söz konusu edilen "sıkıntılı hayat"ın mahiyeti ve nere­de olacağı hususunda ise ilk dönem müteessirlerinden farktı rivayet ve yorumlar nakledilmiştir, Burada sözü edilen sıkıntılı yaşantının kabir hayatı aşamasıyla ilgi­li olduğu veya âhirette yaşanacak sıkıntılara işaret edildiği rivayetlerinin yanı sıra dünya hayatındaki sıkıntılar anlamına ağırlık veren rivayet ve izahlar da vardır. Dünya hayatındaki sıkıntı, bu tür kimselerin maddî açıdan bolluk içinde olsalar bi­le, inançsızlığın, yanlış hedeflere yönelmenin, haram yollardan kazanmanın verdi­ği psikolojik baskı altında büyük bir darlık ve sıkıntı hissedecekleri, Allah'ın hoş­nutluğunu kazanma amacının mutluluğundan yoksun kalmanın ıstırabını tadacak­ları şeklinde yorumlanabilir. [91]  Allah'a ve âhirete inan-mayanların, inananlara göre çok daha dar bir maddî-mânevî alan tasavvuru ve bu tasavvura hağlı darlık içinde yaşayacakları da ayrı bir gerçektir. [92]

 

Meali

 

129, Eğer rabbin tarafından daha önce söylenmiş bir söz ve belirlenmiş bir vade olmasaydı, hemen yakalarına yapışılırdı. 130. Sen onların söyledik­lerine sabret. Güneşin doğmasından önce de batmasından önce de rabbini övgüyle teşbih et; yine gecenin bazı vakitlerinde ve gündüzün iki ucunda da teş­bih et ki hoşnutluğa ensesin. 131. Sakın kendilerini sınamak için onların bir kesimini yararlandırdığımız dünya hayatının çekiciliğine göz dikme! Rabbi-nin sana verdiği nimetler daha hayırlı ve daha kalıcıdır. 132. Aile fertlerine namazı emret, sen de bunda kararlı ol. Senden rızık istemiyoruz; asıl biz se­ni rızıklandırryomz. Mutlu gelecek, günahlardan sakınanların olacaktır. 133. "O, rabbinden bize bir mucize getirseydi ya!" dediler. Peki önceki sahifeler-de bulunan açık kanıt onlara gelmiş değil mi? 134. Eğer biz bundan önce on­ları bir azapta helak etmiş olsaydık mutlaka şöyle diyeceklerdi: "Ey rabbi-miz! Bize bir peygamber gönderseydin de şu zillet ve rezillik başımıza gelme­den önce ona uymuş olsaydık." 135. De ki: "Herkes beklemekte, siz de bekle­yin bakalım. Dosdoğru yolda yürüyenler kimmiş ve hidayete erenler kimmiş, yakında anlayacaksınız!" [93]

 

Tefsiri

 

129-135. Hz. Peygamber'in ve ona inananların büyük sıkıntılar çektiği hii dönemde inmiş olan bu sûre, -ilk âyetlerinde olduğu gibi- Resûlullah'ın ve mü­minlerin moral gücünü arttıran açıklamalarla sona ermektedir. Birçok âyette inkar­cı kavimlerin başlarına gelen felâketlerden söz edilip bunlardan ibret alınması is­tenirken, Kur'an'ın ilk muhatapları arasında da artık bir ilâhî ceza gelmesi konu­sunun zihinleri kurcalaması tabii idi. Zira o sıralarda müşrikler müminlere karşı baskı ve işkencelerini gitgide arttırıyor ve gerçek peygamber olmadığına insanla­rı inandırmak üzere Resûluilah hakkında küstahça nitelemelerde bulunuyorlardı. Bu durum inkarcı kesim açısından bir meydan okuma anlamı taşıdığı gibi, İnanç­lı kesimde de Allah katından onlara ağır bir şamar inmesi beklentisini doğuruyoT-dıı. Bu âyetlerde yine ilâhî irade ile belirlenmiş vade dolmadıkça bu inkarcıların kökünü kazıyan bîr ceza gelmeyeceği bildirilmekte; müminlerin İslâm mesajının hedefine ulaşması için bu tür beklentilere bel bağlamak yerine karşılaştıkları zor-iuklara katlanmaları, sürekli bir ibadet bilinci ve disiplini içinde mücadeleye de­vam etmeleri istenmekte; Allah yolunda eziyete katlanmalarına ve çalışıp çabala­malarına Allah'ın ihtiyacı olmayıp bunu asıl kendi iyilikleri için yapmış olacakla­rına dikkat çekilmektedir. Mutlu geleceğe ancak Allah'a saygı şuuru içinde yaşa­yanların erişebileceği hatırlatılmaktadır.

129. âyette sözü edilen vade ve zamanı geldiğinde verilecek ceza hakkında şöyle yorumlar yapılmıştır: Vade kıyamet günü, ceza cehennem azabıdır; vade her bir inkarcının ölüm vakti, ceza kabir azabıdır; vade Bedir Savaşı, ceza o gün azılı birçok inkarcının öldürülmesidir. [94]

Tefsirlerde 130. âyette beş vakit namazın kastedildiğini İspatlamaya çalışan yorumlar yer almakla beraber, -bu sûrenin indiği dönemde henüz beş vakit namaz farz kılınnıadığına göre- burada asıl amacın müminleri Allah'ı teşbih etmeye yani O'nun yüceler yücesi olduğunu ve her türlü eksiklikten uzak bulunduğunu daima hatırlarında tutup her fırsatta söz ve eylemleriyle bu inancı ortaya koymaya teşvik etmek olduğu, bunun da bireyi mânevi doyuma ve iç huzura kavuşturmayı hedef­lediği anlaşılmaktadır.

131. âyette Resûlullah'ın şahsında müminlere yapılan uyan, 129. âyette işa­ret edilen beklentinin bir başka türünü, yani bazı müminlerin Allah'ın birliğini in­kâr edenlerin ferah fahur yaşantısına özenmiş olabilecekleri ihtimalini hatıra getir­mektedir. Bu ve benzeri birçok âyette belirtildiği üzere, dünya hayatındaki refah düzeyi ebedî mutluluğun ve hele Allah'ın hoşnutluğunun göstergesi değildir; bu hayat bir sınavdan ibarettir. Fakat bu yaklaşım, Allah'ın hoşnutluğunu kazanma­nın dünya hayatını fakru zaruret içinde geçirmeye bağlandığı gibi ters bir mantık işletilmesine de izin vermez; aksine âyette sadece, Allah'a ve O'nun dinine sırt çe- virip kendilerini geçici dünya nimetlerinin debdebesine kaptırmış olanların bu ha­line aldan ılmaması ve onlara özeniLmemesi istenmiş, Allah'ın hoşnutluğuna uy­gun olarak elde edilen maddî ve manevî imkânların ise en iyi ve sonuçlan itiba­riyle en kalıcı olduğu belirtilmiştir. Mümin helâlinden elde ettiği dünya nimetle­rinden yararlanır, başkalarına da yardım eder; yokluk ve yoksulluk halinde çök-mez, ayakta kalmasını, rabbine güvenmesini ve O'nun rızâsını elde etme bilinci içinde mutlu olmasını bilir.

130 ve 131. âyetlerin içeriği ve sûrenin anlam örgüsüne sıkı biçimde bağlı ol­duğu dikkate alındığında bunların Medine'de indiğine dair rivayeti tereddütle kar­şılamak gerekir; özellikle üslûp açısından bunların Mekkî âyet özelliği taşıdığı gö­rülmektedir. [95]

âyette "Peki önceki sahifelerde bulunan açık kanıt onlara gelmiş değil mi?" buyurularak, Kur'an'ın önceki peygamberlere indirilenlerle aynı temel ger­çekleri dile getirdiği hatırlatılmakta, aynı zamanda önceki kitaplarda Muhammed aleyhisselâmın geleceğini haber veren işaretlere ilişkin bir imada bulunulmaktadır. Eski kutsal kitaplarda Hz. Muhammed'in peygamberliğini müjdeleyen bu bilgiler İslâm kaynaklarında "beşâirü'n-nübüvve" veya kısaca "beşâir" diye anılır. [96]  âyette, ilâhî çağrıya uymamakta direndikleri ayan beyan görülen ve Al­lah'ın ezelî ilminde öyle davranacakları belli olan bir topluluktan söz edilirken da­hi, "Eğer gerekli tebligat yapılmadan cezaya çarptırılmış olsalardı haklı konuma gelebilirlerdi" biçiminde bir anlatıma yer verilerek, Kur'an'da değişik şekillerde ifade edilen "bildirimde bulunmadan sorumlu tutmama" İlkesine vurgu yapılmak­tadır.

âyette sûrenin başındaki hitabın amacıyla bağlantılı olarak Resûlullah'a ve ona gönülden bağlananlara şöyle bir mesaj verildiği anlaşılmaktadır: Müminle­rin âhİrette bütün hakikatlerin ortaya çıkacağına İnanarak beklemelerine mukabil, kendini kişisel arzularının veya çevresel etkilerin anaforuna bırakmış insanlar da onların iddialarının boşa çıkacağı gibi bir beklenti içindedirler; tebliğ görevi hak­kıyla yerine getirildikten sonra onlar bu tavırlarında ısrar ediyorlarsa, dünya haya­tında insana verilen seçim özgürlüğünün bir sonucu olarak bu kuruntularıyla başbaşa bırakılmalıdırlar, ama bir gün gerçekleri bütün çıplaklığıyla görüp anlayacaklardır. [97]

 

 



[1] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/533.

[2] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/533

[3] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/533.

[4] Dârimî, "Fezâilü'l-Kur'ân", 20

[5] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/533-534.

[6] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/534.

[7] bu konuda bilgi için bk. Bakara 2/1

[8] bk. Taberî, XVI, 135-137; İbn ÂşÛr, XVI, 182-183

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/534.

[9] bk. Taberî, XVI, 137; Râzî, XXII, 3-4

[10] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/534-535.

[11] arş" ve "İstiva" ke­limelerinin açıklaması için bk. A'râf 7/54

[12] XVI, 139-141

[13] II, 624

[14] bk. H. Kâmil Yılmaz, İslâm Tasavvufu, s. 460

[15] bilgi için bk. A'râf 7/180

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/535-536.

[16] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/537.

[17] Hz. Mûsâ'nm hayatı hakkında Kur'an'da ve Kitâb-ı Mukaddes'te verilen bilgiler ve karşılaştırılması için bk. Ba­kara 2/49-59; Kasas 28/3 vd

[18] Taberî, XVI, 142

[19] Çıkış, 3/2-3

[20] bk. Taberî, XVI, 143-144

[21] IV, 39

[22] II, 624, 625

[23] II, 429

[24] meselâ bk. Taberî, XVI, 145-147; tbn Atıyye, TV, 39

[25] Buhârî, "Mevâkît", 37

[26] XVI, 147-148

[27] bk. Taberî, XVI, 148-153; İbrı Atıyye, IV, 40

[28] E, 626-627

[29] ayrıca bk. A'râf 7/106-108; Kasas 28/31-32

[30] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/537-539.

[31] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/540-541.

[32] Hz. Musa'nın başından geçen bu olay­lar hakkında Kur'an'da ve Kitâb-ı Mukaddes'te verilen bilgiler ve karşılaştırılma­sı için bk. Bakara 2/49-59; Kasas 28/3 vd.

[33] bk, Taberî, XVI, 159

[34] Kasas 28/34

[35] Çıkış, 4/14

[36] meselâ bk. Şuarâ 26/23-29; Kasas 28/38; Nâziât 79/24

[37] XXII, 66-67. Firavun hakkında bilgi için bk. A'râf 7/103

[38] bu konuda bk. Bakara 2/28

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/541-544.

[39] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/545.

[40] bu olayla ilgili bilgilerin Kitâb-ı Mukaddes'tekilerle karşılaştırılması İçin bk.A'râf 7/103-126

[41] bk. Râzî, XXII, 70-71

[42] bk. Râzî, XXII, 71-72

[43] Ze-mahşerî, II, 438; Râzî, XXII, 72-73

[44] bk.Taberî, XVI, 182-183; İbn Atıyye, IV, 51

[45] İbn Atıyye, IV, 51-52

[46] si­hir konusunda bilgi için bk. Bakara 2/102

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/546-547.

[47] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/547.

[48] Firavun'un kimliği, boğul­ması, âyetteki "deniz" ile nerenin kastedildiği hakkında bk, A'râf 7/135-136; Yû­nus, 12/90-93; Ömer Faruk Harman, "Firavun", Dİ A, XIII, 118-121

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/548.

[49] bu hususlarda bilgi için bk. Bakara 2/57-63

[50] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/548.

[51] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/549-550.

[52] bu konuda ayrıca bk, A'râf 7/148

[53] bk. Ta-berî, XVI, 195-196; Râzî, XXII, 98-99

[54] Râzî, XXII, 99; Şevkânî, III, 427

[55] Çıkış, 32/1-4,35

[56] bk. Geral R. Hawting, "Calf of Gold", Encyc-lopedia ofthe Qur'an,, Volume A-D [Preview], s. 16

[57] Çıkış, 12/35-36

[58] Taberî, XVI, 200-201; Zemahşerî, II, 444

[59] Esed, II, 637

 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/550-552.

[60] bk. İbn Atıyye, IV, 57-58; Zemahşerî, II, 443-444; Râzî, XXII, 101; bunlar hakkında değerlendirme için bk. Derveze, III, 84-85; Esed, II, 635

[61] el-Müfredat, "bsr" md

[62] XXII, 111

[63] 11.638

[64] Taberî, XVI, 206

[65] Râzî, XXII, 112

[66] Taberî, XVI, 210; "sûr" ve sûra üfürülmenin anlamı hakkında bk. En'âm 6/73

[67] Esed, II, 640

[68] XVI, 305-306

[69] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/552-554.

[70] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/554-555.

[71] kıyamet hak­kında bk. A'râf 7/187

[72] Taberî, XVI, 212-213; Şevkânî, III, 435

[73] Taberî, XVI, 214

[74] Râzî, XXII. 118; Şevkânî, III, 435

[75] İbn Âtıyye, IV, 64

[76] Taberî, XVI, 215

[77] şefaat ve 110. âyette değinilen Allah'ın ilminin kuşatılamazlığı hakkında bk. Bakara 2/48, 255

[78] Taberî, XVI, 218; Şev-kânî, III, 436

[79] el-Müfredât, "hdm" md.

[80] bk. İbn Âşûr, XVI, 313

[81] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/555-556.

[82] bu konuda bk. Yûsuf 12/2; Ra'd 13/37; Nahl 16/103

[83] II, 641-642

[84] İbn Âşûr, XVI, 317

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/556-557.

[85] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/557-558.

[86] Taberî, XVI, 220; Râzî, XXII, 123

[87] Şevkânî, III, 439

[88] Derveze, III, 92-93; Âdem'in yaratılışı, İblîs'in Allah'a isyan etme­si; kendisiyle birlikte, aldattığı Âdem ve eşinin cennetten çıkarılmaları hakkında bilgi için bk. Bakara 2/30 vd.; A'râf 7/11 vd.

[89] Şevkânî, 111,438

[90] Taberî, XVI, 220; Râzî, XXII, 124

[91] bk. Taberî, XVI, 225-227

[92] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/558-560.

[93] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/560.

[94] İbn Attyye, IV, 69

[95] Derveze, III, 95

[96] bilgi ve örnek için bk. A'râf 7/157; Esed, II, 644

[97] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:III/560-562.