Bu Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:
Hz. Ömer'in (R.A.) Kalbini Yumuşatan Âyetler
Kur'ân Sıkıntı Ve Zorluk Vermek İçin İndirilmemiştir
Kur'ân, Allah'tan Saygı İle Korkanlara En Güzel Öğüttür
Musa Peygamber'in Ateş Görmesi
Musa Peygamberin Ayakkaplarınl Çıkarması
Musa Peygamber'e İlk İnen Emir
Musa Peygamber'e Verilen İki Âyet
Asâ'nın Dönüştüğü Yılanın Üç Vasfı
Musa Peygamber'in Her Şeye Rağmen İlâhî Desteği Dilemesi
İsrail Oğulları'nın Çoğalmasının Önlenmesi
İlâhî İnayetlerin Hatırlatılması
Musa Peygamber'in Kıssasından Öğütler Ve İbretler
Musa (A.S.) İle Fir'avn Arasındaki Tartışma
Fir'avn'in Kendisine Gösterilen
Mu'cizeyi Sihir Sanması
Mu'cizenin Sihri Boşa Çıkartması
İslâmiyet Akıl Ve Bilgi Yoluyla Kalplere
Yerleşince
Hidâyet Nuru Kalpte Parıldayınca
Kâfirlerin Zulüm Ve Tecavüzünden Kurtulmak İçin Hicret Etmek
%' Hicret Ve Denizin Yol Vermesi
İsrail Oğullarına Peşpeşe Verilen Nimetler
Yahudilerin Maddeleştirilen İlâh Anlayışı
Samirî Bir De Bu Puta Kutsal Toprak Katmıştı
Kur'ân Ve Geçmişin Önemli Olayları
Kur'ân'dan Yüz Çevirenler Uyarılıyor
Çürüyen Bedenler Aynen Teşekkül Edecek Mi?
«Rabbım, İlmimi Artır» Dileğinin Anlamı
Peygamberimizin (A.S.) Vahyi
Telakkide Acele Etmesi
Âdem'in (A.S.) Karakterini
Tasvir
Âdem'in <A.S.) Memnu Ağacın Meyvasından Yemesi
Cennetten Çıkmak, Sıkıntıya Düşmek Demektir
Âdem (A.S.) İle İblis Birbirine Düşman Olarak Yeryüzüne İndiler
Yıkılıp Yok Edilen Milletlerin Ayakta Duran Kalıntılarını Gezip Görmek
Önlerinde Büyük Mu'cize Dururken Mu'cize İsteyen Şaşkınlar
Peygamber Gönderilmeden Azap Edilmez
Mekke'de inmiştir.
Önemli bir kısmı Hz. Ömer'in (R.A.) İslâm'a girmeden önceki döneme rastladığı
bilinmektedir.
İsmini, başındaki
şifre anlamında olan iki harften alır.
Âyet sayısı :
145
Kelime »
: 1641
Harf » :
5242[1]
Meryem süresiyle bu
sûre arasında mâna ve muhteva bakımından bir bağlantı mevcuttur. Şöyle ki:
Meryem sûresi, Kur'ân'ın Hz. Peygamber'in (A.S.) diliyle kolaylaştırıldığı
anlatılarak noktalanır. Tâ-Hâ sûresine, «Kur1-ân'ı sana sıkıntı çekesin (veya
mutsuz olasın) diye indirmedik» âyetiyle başlanır. Böylece iki sûrede yer alan
bu iki âyet şu noktada birleşiri Kur'ân her yönüyle insan hayatına düzen verip
rahat, huzurlu ve güvenli bir dünya oluşturmak için İndirilmiştir. İnsan
sağlığını koruyacak, ruhunun gıdasını dozajında verecek bütün yolları göstermekte
ve gereken bütün kolaylıkları beraberinde taşımaktadır.
Meryem sûresinde bazı
peygamberlerden ve kıssalarından kısaca bahsedilir. Tâ-Hâ sûresinde ise, Musa
(A.S.)ın kıssasına geniş yer verilir ve Âdem Peygamber'in kıssası anlatılır.
Nitekim İbn Abbas'a göre,
Tâ-Hâ sûresi, Meryem sûresinden hemen sonra inmiştir. [2]
1— Kur'ân'ın, Allah'tan korkup derin saygı
duyanlara bir öğüt ve hatırlatma anlamında indirildiği anlatılır.
2— Musa (A.S.) kıssası daha geniş ve ibretli
safhalarıyla nakledilir.
3— Kur'ân'dan yüz çevirenlerin uğrayacakları
azap hatırlatılır.
4— Müşriklerin kıyamet gününde dağların nasıl
olacağından sormaları konu edilir. Seslerin o gün nasıl kısılacağı, yüzlerin
Rablarının önünde eğileceği çok duyarlı bir anlatımla işlenir.
5— Kur'an'm açık ve net bir Arapça olduğuna
dikkatler çekilir.
6— Âdem (A.S.) kıssası daha geniş biçimde, daha
değişik hikmetle-riyle anlatılarak araştırıcılara hareket noktası belirlenir.
7— Allah'ı anmaktan yüz çevirenlerin kör olarak
haşrolunacaklan bir uyarı mahiyetinde haber verilir. Gelip geçen sapık, inkarcı
milletlerin sonlarının ne olduğuna atıf yapılarak üzerinde iyice düşünmemiz
önerilir.
8— Müşriklerin cezalarının belli bir süreye
erteleneceği, bu hususta acele etmenin bir yararı olmadığı açıklanır.
9— Resûlüllah'ın (A.S.) geee-gündüz Allah'ı
tesbîh edip hamd etmesi ve razı olacağı kadar Allah'ın Ona lûtufta bulunmasını
arzuladığı konu edilir.
10— Peygamberin (A.S.) kendi ev halkına namaz ile
emretmesi ve bu hususa sabırla devam etmesi emredilir.
11— Müşriklerin, Peygamber (A.S.) Efendimizden, daha önceki peygamberlerin
gösterdikleri mu'cizeler gibi mu'cizeler göstermesini istemeleri üzerinde
durulur.
12— Peygamberlerin gönderilmesinin, kitapların
indirilmesinin kıyamet gününde
özür beyânına imkân vermemeye yönelik bulunduğu hatırlatılır.
13— İyi, güzel ve mutlu sonucun kime ait
olacağına dikkatler çekilerek, hakkın mutlaka başarılı olacağına işaret
edilir. [3]
1— Tâ-Hâ.
2— Kur'ân'ı sana sıkıntı çekesin (veya mutsuz
olasın) diye indirmedik.
3— O'nu ancak saygı (dolu bir gönül) ile
korkanlara bir öğüt diye indirdik.
4— O, yeri ve yüce gökleri yaratan tarafından
parça parça indirilmiştir.
5— Rahman, Arş üzerinde istiva etmiş (hükümranlığını
ve yüce kudretini bütün haşmetiyle kurmuş)tur.
6— Göklerde olan da, yerde olan da, bu ikisi
arasında bulunan da ve toprağın altında olan da O'nundur.
7— Sözü açrk söylesen de, şüphesiz ki, O,
gizlisini ve daha gizlisini bilir.
8— Allah, O'ndan başka yoktur hiçbir ilâh. En
güzel isimler O'nundur.
Mekkeli
pupterestlerden Ebû Cehl ile Nadr b. Haris, Peygamber (A.S.) Efendimiz'in uzun
süre ibâdet ettiğini görünce, ona : «Sen bizim dinimizi terketmekle kendine
büyük sıkıntılar veriyorsun» dediler. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [4]
Diğer bir rivayet:
Peygamber (A.S.)
Efendimiz namaza durunca, bazan çok uzatır, o kadar ki, ayakları yorulur ve
vücudunun ağırlığını sırayla birer bacağına yükleyerek kıraati daha çok
uzatmaya çalışırdı. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [5]
«Allah kimin hakkında
hayır dilerse, onu dinde anlayışlı ve bilgili kılar.» [6]
«Şanı yüce Allah
kıyamet gününde kulları arasında hükmetmek için ilâhî saltanat tahtına oturur
ve ilim adamlarına der ki: «İlim ve hikmetimi size vermem sırf sizi bağışlamam
içindir, gerisine pek bakmam.» [7]
«Şüphesiz ki din
kolaylıktır. Kim kendini dinde zorlayıp sıkarsa, mutlaka (o yorulup kalır),
din ona üstün gelir. O halde ortalama gidin, ifratla tefrit arasını seçin,
müjdelenin. (Yola çıkarken de) sabah-akşam yolculuğundan, biraz da gece
yürüyüşünden (kısıp) yardım isteyiniz (kendinize yardım edip bedeninizi fazla
yorup sıkmayınız).» [8]«Dinin,
dindarlığın Allah yanında en çok sevileni, bâtıldan uzak, hakka yönelik koskolay
olanıdır.» [9]
Yukarıda da
belirttiğimiz gibi, bu sûre, Hz. Ömer (R.A.) İslâm'a girmeden önce inmiştir.
Ömer, Hz. Peygamber'i (A.S.) öldürmek niyetiyle yola çıkmıştı. Derken Nuaym b.
Abdullah ile karşılaştı. Kız kardeşiyle eniştesinin İslâm'a girdiklerini ondan
öğrenince, yolunu değiştirdi, doğruca eniştesinin evine geldi. Kapının önüne
gelince, kızkardeşinin Kur'ân okuduğunu işitti. Öfkesi büsbütün kabardı ve izin
istemeden içeri daldı. İçerde Muhacirlerden Habbab da bulunuyordu. Onlara sert
bir çıkış yapıp, «az önce okuduğunuzu getirin bir göreyim» diye gürledi:
Kızkardeşi ona: «Sen murdarsın, Kur'ân'a ancak temiz olanlar dokunabilir»
deyince, Ömer (R,A.) ona : «Peki dokunabilmem için ne yapmam gerekiyor?» diye
sordu. O da: «Azanı yıkaman gerekir. O takdirde sana verebilirim» dedi. Ömer
(R.A.) tarif edildiği şekilde azasını yıkadı ve kendisine verilen kâğıt veya
deri parçasına yazılı yukarıdaki âyetleri okudu. Bir anda yumuşayıverdi ve
vakit kaybetmeden İslâm'a girmeye karar verdi. [10]
Diğer bazı rivayetlerde, Ömer
(R.A.) içeri girince eniştesinin gizlendiği ve kızkardeşini burnunu kanatacak
şekilde tokatladığı belirtilir. Netice olarak, Tâ-Hâ sûresinin yukarıdaki sekiz
âyetini okuyan Ömer (R.A.) İslâm'ın hak, Kur'ân'ın Allah sözü, Hz. Muhammed'in
(A.S.) hak peygamber olduğunu anlamakta gecikmemiş ve kendini küfür kirlerinden
temizlemiştir. [11]
«Tâ-Hâ. Kur'ân'ı sana
sıkıntı çeke-sin {veya mutsuz olasın) diye indirmedik.»
Kur'ân-ı Kerîm hem
lafzı, hem de manasıyla ilâhîdir. İnsan aklına ışık tutmak, duygu ve
düşünceleri yönlendirmek, ruhuna muhtaç bulunduğu ebediyet zevkini aşılamak ve
bu doğrultuda insana yaratanını tanıtmak, ibâdetin feyizli yollarını göstermek;
toplum hayatını düzenlemek ve ilâhî emir ve tavsiyeleri; esas ve prensipleri
adalet ve güzel ahlâk ilkeleriyle birleştirip uygulama yöntemini göstermek;
ölüm ötesinden haber vermek, ikinci hayatın lüzumunu kalp ve kafalara
inandırıcı bir metotla işlemek üzere indirilmiştir.
Bütün bunlar insanı
sıkıntıya sokmak, birtakım zorluklarla yüzyüze getirmek için değil; onu
sıkıntıdan kurtarmak, işlerini kolay çözülür hale getirmek, ümit kapılarını
ardına kadar açmak, vicdanları geliştirip hayra müteveccih kılmak, kalplere
huzur ve güven havası estirmek; tek kelimeyle insanı Allah'a yaklaştırmak
suretiyle ıstıraplarını kökünden gidermek ve böylece onu hem dünyada, hem de
âhirette mutlu kılmak içindir.
Din sıkıntı ve üzüntü
aracı değil, rahmet ve umut kaynağıdır. Her emri hikmet, her prensibi rahmet,
her tavsiyesi feyiz ve berekettir ve bütün bunlar insan gücünün rahatlıkla
kaldırabileceği, amel ettiği takdirde zevk duyup mânevi sıkıntıları atabileceği
bir ölçüdedir.
O bakımdan Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz, az yukarıda naklettiğimiz gibi, şu sözleriyle dinin sıkıntı
değil, sıkıntıları giderici olduğunu ne güzel açıklamıştır: «Şüphesiz ki din
kolaylıktır. Kim kendini dinde zorlayıp sıkarsa, mutlaka (o yorulup kalır),
din ona üstün gelir. O halde ortalama gidin, ifratla tefrit arasını secin,
müjdelenin......»
Konunun zihinlerde iz
bırakması için birkaç misal verelim :
1) Beş vakit
namaz, günlük hayatımıza renk ve mana katar. Bizi biteviyelikten kurtarıp
maddeden mânaya yöneltir. Uyuşukluğu atmamıza, vücuda hareket sağlamamıza
yardımcı olur. Beş defa dış organlarımızı her türlü kir ve mikroptan temizleme
imkânını sağlar. Hayata daha canlı, daha şuurlu, daha dürüst ve daha ciddi
sarılmamızı ilham eder. Bizimle madde arasında bir mesafe meydana getirir.
Böylece daha disiplinli, daha düzenli ve kararlı bir hayat sürmemiz için
gereken enerjiyi verir.
Anlaşıldığı gibi,
namaz sıkıntı ve zorluk getirmiyor, mevcut sıkıntı ve zorlukların kalkmasını
sağlıyor. Bizi maddenin cenderesine girip ezilmekten kurtarıyor. Ruhumuza
gıda, bedenimize şifa ve rahmet oluyor.
2— Zekât,
sadaka, keffaret ve benzeri farz ve vacip veya sünnet ve müstehap olan
yardımlar, toplum yapısında din kardeşliğinin pekişmesine vesile oluyor.
Yardımlaşma şuurunu geliştirip sosyal adaletin gerçekleşmesine hız veriyor.
Böylece toplumu devamlı rahatsız eden sınıf kavgasını önlüyor; lüks ve
konforun önüne set çekip israftan kaçınmayı telkîn ediyor. Allah'a imân
edenlere şunu öğretiyor: Bir insan yalnız kendisi için yaşamaz ve çalışmaz. O
her bakımdan toplumun bir parçasıdır, oradaki yerini almak ve toplumu sağlıklı
ayakta tutmaya yardımcı olmakla görevlidir.
3— Yılda bir
ay oruç, hiç bir şekilde sıkıntı, rahatsızlık getirmiyor. Günlük hayatı
tersine çevirip yeknesaklıktan kurtarıyor. İnsanı maddî âlemden alıp melekler
âlemine yükselterek ruhen ve vicdanen huzura kavuşturuyor. Sindirim sistemini
düzeltip biriken fazla yağların erimesine yardımcı oluyor. Aynı zamanda
insanda çok sağlam bir iç disiplini meydana getiriyor. Bütün bunlar sıkıntı değil,
ferahlıktır; zorluk değil, kolaylıktır,
Bunun için Hz. Peygamber
(A.S.) kendisinden sonra din ve dindarlık adına uydurulup ortaya çıkarılan ve
dindenmiş gibi gösterilen her şeyi bid'at saymış ve her bid'atın dalâlet
(sapıklık), her sapıklığın da ateşte olduğunu açıklamıştır. Zira dinin her
emri ve tavsiyesi ilâhîdir. Ona insan kafasının ürünü olan hükümler, prensipler
sokulamaz. Aksi halde dine sokulan her bid'at bir sünnetin, hattâ bir hükmün
gitmesine sebep olur. [12]
«Onu, ancak saygı
{dolu bir gönül) ile korkanlara bir öğüt diye indirdik.»
Psikolojik olarak
insan daha çok saygı duyduğu kişileri dinler; inanıp güvendiği zatların sözüne,
öğütlerine kulak verir. Bunun aksi pek düşünülemez.
O bakımdan insan
hayatını ilâhî nizama uygulayan Kur'ân'ı dinleyip öğüt alabilmek için önce onu
indiren Cenâb-i Hakk'a gönülden inanıp bağlanmak, saygı ile korkup sevgisini
gönül boşluğuna doldurmak gerekir. Nitekim kendini iman ve irfanın bu düzeyine
getirmeyen inkarcı maddeciler, Kur'ân'ı dinledikten sonra, «Eskilerin
masalları» diyecek kadar şuursuz-laşmışlardır. Yine günümüzde sapık dinsizle,
«din afyondur», «Kur'ân ilkel Araplara indirilmiş.bir kitaptır», «Kur'ân'daki
hükümler çöl kanunudur» diyecek kadar ilme, tarihe, hakka ve gerçeğe karşı kör
ve sağır kesilmişlerdir.
İmân eden bahtiyarlar
ise, Kur'ân'! dinledikçe gözleri yaşarır; Allah'tan saygı ile korkmanın derin
anlamı, yüzlerindeki ifadeden çok rahat anlaşılır. Çünkü bunlar Kur'ân'ı, yeri
ve gökleri yaratan sonsuz kudretin, parça parça indirdiğini gönül
yatışkanlığıyla kabul ederler ve O'nun yüce huzurunda secdeye kapanırlar.
Bu hikmetlerdir ki, Cenâb-ı
Hak, «korkanlara bir öğüttür» buyurarak, kimlerin Allah kelâmından istifade
edebileceğine dikkatleri çekmiştir. [13]
«Rahman, Arş üzerinde
istiva etmiş (hükümranlığını ve yüce kudretini kurmuş)tur.»
Usûlcular şu kuralı
benimsemişlerdir: Âlimler cumhurunun aklıyla uyum sağlamayan, sahîh nakille
bağdaşamayan âyet ve hadîsleri te'vîl etmek, yani yorumda bulunmak caizdir.
Meselâ, «Allah'ın eli», tabirini dikkatle incelediğimizde karşımıza birtakım
sakıncalı sonuçlar çıkar. Çünkü Allah cismanî organlardan, maddî ölçü ve
kayıtlardan, beşerî sıfatlardan pâk ve münezzehtir. O halde, «Allah'ın eli»
denilince, bu O'nun kudretiyle yorumlanır, yani ona göre te'vîl edilir. Bunun
gibi, konumuzla ilgili âyette, «Rahman Arş üzerinde istiva etti»
buyurulmaktadır. Gerçi A'raf sûresinde bu konuyu açıklamış bulunuyoruz. Burada
farklı bir yanını ele almak istiyoruz. Şöyle ki ;
Önce «Arş» nedir?
Manevî bir taht mıdır, yoksa maddî bir variık mıdır? Tefsîrimizin birkaç
yerinde bu soruların cevabını hadîslerin ışığı altında belirtmiş bulunuyoruz.
Özetle diyebiliriz ki:
Arş, kelime olarak:
Yüksekçe çatısı olan çardak veya ev anlamına gelir. Bu manayla develerin
üzerine konulup tesbit edilen mahfeye de «arş» denilmiştir. Üstü kapalı bir
çardağı andırdığı için.. Hükümdarın meclisine de yükseklik ve yüceliği dikkate
alınarak yine «arş» denildiği vakidir.
Terim olarak : İlâhî
kudretin yüceliğini, sınırsızlığını yansıtan «taht» demektir. Nitekim sahîh
hadîste şöyle buyurulmuştur: «Yedi kat gökler ve yerler, Kürsî'nin yanında çöle
atılmış bir halka gibidir. Kursî ise, Arş'ın yanında böyledir.»
Diğer sahîh hadîslerde
ise, Arş ile ilgili şu bilgiler de verilmiştir:
«Şüphesiz ki Allah
Arş'ımn üstündedir; Arş'ı ise göklerinin üstündedir.» [14]
«Şüphesiz ki Arş,
Firdevs Cenneti'nin üstündedir.» [15]
«Allah Arş'ını su
üzerinde yarattı.» [16]
Bütün bu rivayetlerden
Arş'ın manevî değil de maddî bir cisim olduğu anlaşılıyor. O halde kâinatı bir
bütünlük içinde düşündüğümüz zaman, Arş merkez oluyor ve onun sınırsız
denilecek kadar üstün çekim kuvveti gökleri belli derecelerde tutuyor. Böylece
zincirleme olarak sistemler birbirine çekim kuvvetiyle bağlı olup, Arş'a kadar
dayanıyor.
Ayrıca Arş'ın su
üzerine kurulması ve aynı zamanda Firdevs Cenneti'nin üstünde bulunması,
gerçek hayatın orada olduğunu ve Cennet'in sınırsız sularının Arş'tan
sağlandığını göstermektedir. Allah daha iyisini bilir.
İstiva: Hükümranlığıyla
üstünlük sağlamak, hükümranlığı altında tutmak; kudretini bütün haşmetiyle
sergilemek ile yorumlanabilir. Çünkü Allah'ın hiçbir zaman mekâna ihtiyacı
yoktur. O, her bakımdan zaman ve mekân kavramlarından pâk ve münezzehtir. O
halde âyetin mânası şudur: Rahman kudret ve saltanatını Arş üzerine koymuş,
orada geniş çapta kudretini tecelli ettirmiştir. [17]
Kudretin üstünlüğü,
nüfuzun tesir alanının genişliğini ve kapsamlı bilgiyi gerektirir. İlâhî
kudret sınırsız olduğuna göre, mülk-ü saltanatı o nis-bette geniş, ilmi onun
gibi sonsuz ve sınırsızdır. Böylece Kur'ân, Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin nüfuz
alanını, genişliğini, bizim anlayabileceğimiz ve kavrayabileceğimiz bir
anlatımla kısmen açıklayarak şöyle belirtiyor: «Göklerde olan da, yerde olan
da, bu ikisi arasında bulunan da ve toprağın altında olan da O'nundur.»
İlminin her şeye nüfuz
ettiğini de belirterek şöyle açıklamada bulunuyor : «Sözü açık söylesen de,
şüphesiz ki O, gizlisini ve daha gizlisini de bilir.»
Zira O'nun varlığı
kendindendir. Hem de öncesiz ve sonrasızdır. O'nun bütün sıfatları da zati gibi
öncesiz ve sonrasızdır. Kudreti şuna yeter, buna yetmez; ilmi şunu kapsar, bunu
kapsamaz diye bir hüküm verilemez.
Kudretin yüceliği neyi
öğütlüyor?
Allah'ı belirtilen
sıfatlarıyla bilip imân edenler, O'nun kudret ve ilminin her zerreye nüfuz
ettiğini idrâk içindedirler. Böyle olunca da, içlerinde kötü niyet ve fena
düşünce tutmazlar; söz ve davranışlarını ilâhî nizama uydurmaya çalışırlar.
O halde Allah'ı en çok
bilen, O'ndan en çok saygı ile korkma ihtiyacını duyar. Arş'ın büyüklüğü
karşısında dünyanın bir nokta olduğunu ve bu noktada kendisinin ne olduğunu
düşünerek tam mahviyetle Allah'a yöne-lip arz-ı ubudiyet eyler. En güzel sıfat
ve isimlerin Allah'a ait olduğunu de-rinliğiyle anlar. Yaratmada eşsiz,
rızıklandırmada benzersiz, rahmette sınırsız, kurduğu düzeni yönetip
yönlendirmede emsalsiz, sanatında yardım-cısız, ilimde hudutsuz bulunduğunu
O'nun her eserinde görür ve okur.
Böylece Tevhîd'in,
yani Allah'ın varlığının, birliğinin söz götürmez olduğu ortaya çıkar. Bu
düzeye gelen insan, Tevhîd'in şu dört mertebesinin feyzine erişir:
1— Dil ile ikrar,
2— Kalp ile tasdik,
3— İmânı açık ve kesin delillerle sağlamlaştırıp
şüphe ve tereddütten uzak tutmak,
4— Her şeyde Tevhîd'in delilini; Cenab-ı Hakk'ın
kudret ve sanatının eşsizliğini görüp gönül yatışkanlığına ermek.. [18]
«Allah, O'ndan başka
yoktur hiçbir ilâh. En güzel isimler O'nundur.»
Kur'ân'da anılan ilâhî
isimleri üç grupta toplamak mümkündür:
1— Yalnız başına övgü anlamı taşıyanlar: Câil,
Fâlık, Hâljk ve Sâni' gibi. Câil: Var kılıp ortaya çıkaran; Fâlık: Yarıp, bölüp
vücuda getiren; Hâ-lık: Yoktan var kılan, varlıktan icat eden; Sâni': Örneksiz,
örnekli yapıp bir amaca yönelten demektir.
Bu isimler ikinci bir
isme izafe edilince, övgü manasına gelirler. Meselâ: Fâliku'l-ısbah =
Karanlığı yarıp sabahı ortaya çıkaran zat demektir ki, bu fiiliyle her an
övülmeğe lâyıktır. Câilü'I-leyli sekenen = Geceyi sükûnet bulmaya elverişli
kılan zat demektir ki, bu nîmetiyle hamd edilmeğe lâyıktır.
2— Yalnız başına olduğa zaman övgü anlamı
taşıyan isimler: «Hayy» sıfatı buna misaldir. Manası: «Allah hep diridir,
diriliğinin öncesi olmadığı gibi sonrası ve sonu da yoktur.» Bu kudrete-tıygun
bir övgüdür. Bu isim ikinci bir isme izafe edilir veya bir sıfatla beraber
andırsa, övgüyü artırır. Meselâ : «el-Hayyü'l-Kayyûm = O hep diridir, her şeyi
kudretiyle ayakta tutup yönetendir» denilince, övgü artırılmış oluyor. Bedi':
Örne*ksiz ve benzersiz vücuda getiren anlamına delâlet eden bu isim de
başlıbaşına bir övgüdür. Ama «Bedi'ü's-semavat = Gökleri örneksiz ve benzersiz
vücuda getiren» denilince övgü kat kat artırılmış oluyor.
3— Hem
yalnız başına, hem de ikinci bir isme eşlik ederek övgü ifade eden isimler:
Rahman ve Rahîm bunlardan ikisidir.
Dördüncü grup denilebilecek
anlamlarda birtakım ilâhî isimler de söz konusudur. Bunlar «En güzel» tabiriyle
vasıflanan isimlerdir ki, onların doksan dokuz olduğu sahîh hadîslerle
açıklanmıştır. Diğer gruplardan bazı isimler de bunlara dahildirler.[19]
Yukarıdaki âyetlerle,
Kur'ân'ın, inananların sıkıntı çekmesi için değil, kolay ve huzurlu, güvenli
bir hayat sürmeleri için indirildiği açıklandı. Aynı zamanda insan hayatıyla
içice olan bu ilâhî kitaptan ancak Allah'tan saygı ile korkanların öğüt
alabileceklerine dikkatler çekildi. Sonra da ilâhî kudretin yüceliği konu
edilerek eşi, ortağı, dengi ve benzeri olmayan Ce-nâb-ı Hakk'ın ilim ve kudretinin
her şeye nüfuz edip bütün varlığı kuşattığı üzerinde durularak aydınlatıcı
bilgiler verildi.
Aşağıdaki âyetlerle, Tevhîd
İnancı'nı insanlara tebliğ ile görevlendirilen Musa'ya (A.S.) ilâhî vahyin ilk
tecellisi üzerinde duruluyor ve böylece ilâhî vahyin birkaç anlamda tecelli
ettiğine işaret ediliyor. Sonra da Musa Peygamber'e nasıl hareket edeceği,
nasıl bir teblîğ ve irşat metodu kullanacağının öğretildiği belirtiliyor. Aynı
zamanda Mekke'de hayli sıkıntılı günler geçiren mü'minler teselli edilecek,
hakkın er-geç başarıya erişeceği dolaylı şekilde ima ediliyor. [20]
9— Musa ile ilgili haber sana geldi mi?
10— Hani o bir ateş görmüştü de ailesine, «durun
demişti, doğrusu bir ateşe gözüm ilişti, ondan size bir kor getireceğimi veya
üzerinde bir yol gösterici bulabileceğimi ümit ederim».
11-12— Musa
ateşe varınca, «Ey Musa!» diye seslenildi: «Şüphesiz ki ben senin Rabbinim;
ayakkaplanni çıkar, çünkü sen gerçekten kutsal vadi Tûvâ'da bulunuyorsun.
13— Ben seni (peygamberlik için) seçip beğendim.
Artık vahyedilenj dinle.
14— Şüphesiz ben Allah'ım. Benden başka hiçbir
(hakiki) ilâh yoktur. Onun için bana ibâdet et; beni anmak için namaz kıl.
15— Kıyâmet(in kopuş saati) mutlaka gelecektir. Herkes işlediğinin karşılığını görsün diye,
onu neredeyse (açıklar gibi oluyorum, ama yine de) gizliyorum.
16— Kiyâmet'e inanmıyan ve kendi hevesine uyan
kimse seni ondan alıkoymasın; sonra yok olup gidersin.
Mekke'de son yıllarda
küfür ve tuğyanda gemi azıya alan müşriklerin Müslümanlara karşı çok çirkin
hareketlerde bulunmaları; Hz. Muhammed'i ve Kur'ân-ı Kerîm'i alay konusu
edinmeleri bardağı taşırmak üzere idi. Allah (C.C.), Musa Peygamber'in (A.S.)
başından geçen olayların teselli verecek önemli birkaç safhasını hatırlatarak
zaferin çok yakın olduğuna işarette bulunarak yukarıdaki âyetleri indirdi.
Öyle ki peygamberliğin bütün
ağırlığını, risâletin taşıdığı teklifleri yüklenen ve karşısına çıkan bütün
şirretlik ve şiddetlere sabreden Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in Allah yanında
gerçek kurtuluşa ve Makam-ı Mahmûd'a erişmesi söz konusu idi. O bakımdan böyle
bir dönemde hem ilâhî va'de, hem de teseliiye ihtiyacı vardı. [21]
«Sizden biriniz namaz
kılmadan uyur veya gaflet ederse, hatırlayınca hemen kılsın. Çünkü Allah, «Beni
hatırlamak için namaz kıl» buyuruyor.» [22]
«Kim namaz kılmadan uyur veya
unutup kılmazsa, onun keffaretî, hatırlayınca hemen kılınmasıdır.» [23]
«Musa ile ilgili haber
sana geldi mi? Hani o bir ateş görmüştü de......»
Peygamber (A.S.)
Efendimiz'in kalbine, büyük ruh Melek Cebrail'in ilâhî vahyi getirip manevî bir
akım anlamında aktarması için, Peygamber (A.S.) Efendimizin buna hazır duruma
gelmesi gerekiyordu. Fiziksel yapısının kaldıramıyacağı, ruhunun da müthiş
sarsıntı geçireceği vahiy olayına bu iki yapısını da mütehammil duruma
getirebilmesi rüya ile başladı. Altı aylık bir manevî eğitimden ve ruhî
gelişmeden sonra, bedenin kısmen, ya da tamamen gerektiğinde ruha dönüşmesi
imkân dahiline girdi ve sonra Melek Cebrâi! indi. Çünkü büyük ruhun hitabı
ancak ruh ve ona bağlı kalbe olabilir. İlâhî vahyin lâhutî ağırlığını yine o
âlemden gelen ve bedeni kendi tesir alanına sokan ruh kaldırabilir.
Bundan dolayı
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e vahyin başlaması ilk altı ayda rüya yoluyla olmuş
ve böylece O eğitilerek Allah kelâmını alıp taşıyabilme düzeyine
getirilmiştir.
Musa Peygambere gelince :
Büyük ruh Melek Cebrail ona ilk dönemde inmedi. Bunun için Peygamberimiz
hakkında uygulanan ilk hazırlık da söz konusu olmadı. Cenâb-ı Hakk'ın hitabı
önce surette tecelli etti. Ateş gibi görünen bu tecellinin nuru yeşil ağacı
bütünüyle sardı. Böylece Musa Pey-gamber'le inen vahiy arasında Melek Cebrail
değil, ağaç denilen suret ve onda tecelli eden nur bulunuyordu. O bakımdan
vahiy, suretten surete intikal ile gerçekleşti. Gelen sesi Musa Peygamber duyu
organıyla işitti. Bu sebeple surette tecelli eden vahyin hafiflemesi
gerçekleşti ve fazla bir ağırlık, ruhu sarsan, bedeni hareketsiz kılan durum
ortaya çıkmadı. Çünkü nûrP nar (ateş) görünümünde tezahür etti ve vahiy o
suretten diğer ikinci suret olan Musa Peygamber'e intikal sağladı. [24]
«Musa ateşe varınca,
«Ey Musa! diye seslenildi: Şüphesiz ki ben senin Rabbinim; ayakkaplarını çıkar,
çünkü sen gerçekten kutsal vadi Tûvâ'da bulunuyorsun.»
İlâhi vahiy Tûvâ
vadisinde surete yönelip tecelli edince, vahye refakat eden sayısı belirsiz
melekler bu vadiyi doldurmuş bulunuyordu. Özellikle ilâhî buyruğu yerine
getirmekle görevli olup işleri yöneten «Müdebbirat» adlı melekler, vadiyi
bereketlendirmiş bulunuyorlardı. O halde kutsallığa, feyiz ve berekete nail
olan vadi topraklarında, ilâhî vahyin tecellisi karşısında ayakkapları
çıkarmak edeptendi, Tâki beden toprakla temas kurup oradaki ilâhî feyiz ve akımı
kalbe ve kafaya iletme imkânına daha çok erişsin..
Bu kutsal vadide peygamberlik
görevi Musa'ya {A.S.) verildi. Bütün vücudu gelen sese kulak oldu. Dikkati tek
noktada toplandı. Gelen ses kulaktan kalbe intikal edip ruhu sardı. O
nedenledir ki, kutsal Kabe'de yalınayak bir vaziyette tavaf yapılır. [25]
Musa Peygamber'in soğuk bir
mevsimde ehlini alıp Medyen'den yola çıkması, hem sebepsiz, hem de rastgele
değildir. Aldığı ilham üzerine Med-yen'i terkedip Mısır'a İsrail oğullan'na gitmesi
gerekiyordu. Bilindiği gibi, daha önce Mısır'da yanlışlıkla bir adam öldürmesi
ve ortalığın onun aleyhine iyice karışması sebebiyle, yine kalbine doğan ilham
üzerine Mısır'ı terkedip Medyen'e gitmiş ve orada Şuayb Peygamber'in kızıyla
evlenmişti. On yıla yakın Medyen'de kalıp Şuayb Peygamber'in rahle-i tedrisinde
de iyice yetiştikten sonra onu bekleyen daha önemli ve büyük hizmetler bulunuyordu.
Her şeyden önce azıp sapıtan, İsrail oğullarına ikinci, hattâ üçüncü sınıf
vatandaş muamelesini reva gören, bu da yetmiyormuş gibi, kendini ilâhlaştıran
Fir'avn'ı doğru yola davet etmek ve özellikle İsrail oğullarını o zulüm ve
işkenceden kurtarmak gerekiyordu. İşte Musa Peygamber'in ailesiyle birlikte
Medyen'den çıkmasının ve bu arada Tûvâ vadisinden geçerken ilâhî hitaba mazhar
olmasının sebep ve hikmetlerinden biri de budur. [26]
Peygamberlik göreviyle
birlikte Musa'ya (A.S.) iki emir verilmiş bulunuyordu:
1— Allah'ın varlığını ve birliğini; O'ndan başka
ilâh olmadığını, bunun için ancak O'nun ibâdete lâyık olduğunu tebliğ etmek,
2— Allah'ı sık sık hatırlayıp anması için
de namaz kılmasının gerekli olduğunu bilmek ve
uygulamak..
Şüphesiz bu çok önemli bir
başlangıçtır. Birden fazla tanrılara tapıl-dığı bir çağda Allah'ın varlığının
ve birliğinin taşıdığı derin mana ve hükmün gönüllere işlenmesi ve Allah ile
kulları arasında en işlek yol olan, aynı zamanda kulu ilâhî terbiye düzeyinde
tutup iç disiplinine kavuşturan, insan hayatını bütünüyle düzenleyip fazîlet ve
hakseverlik düzeyine getiren «namaz» denilen kutsal ibâdetin yerine
getirilmesi; hak dinlerin temel felsefesini oluşturur. Bunun için Benî Teym
kabilesinden gelip namazsız bir İslâmiyet arzu ettiklerini bildiren heyete,
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz: «Namazsız din yoktur ve
olmaz» buyurmuştur. [27]
«Kıyâmefin kopuş saati
elbette gelecektir. Herkes işlediğinin karşılığını görsün diye onu neredeyse
{açıklar gibi oluyorum, ama yine de) gizliyorum.»
Bilindiği gibi, Kur'ân
tarih üzerinde değil, cereyan eden olaylar üzerinde durur. Önemli, ibretli
safhaları ve olayları yansıtır. Gelecekle ilgili bazı çok önemli olaylara
dikkatleri çeker ve aynı zamanda birtakım belirtilerden haber vermek suretiyle
daha uyanık ve daha hazırlıklı olmamızı sağlar. Bütün bunlarla beraber «Şu
tarihte meydana gelecek» veya «Şu olay şu tarihte meydana gelmiştir» demez.
Çünkü bazı konularda, özellikle gelecekle ilgili önemli olaylar hakkında kesin
tarih ortaya koymak insanların çalışma azmini kırar; hele yakın bir tarihse,
tansiyonları yükseltip birçok insanları tedirgin edebilir.
Bir de unutmamak
gerekir ki, Kur'ân bir tarih kitabı değildir. O bütünüyle insan hayatının her
parçasına yönelen ve ilâhî nizamı beraberinde getiren Allah'ın insanlara son mesajıdır.
Onun için Kur'ân ve
Sünnet'te kıyametin mutlaka kopacağı, kurulu düzenin bozulup yeni bir düzene
gireceği açıklanmakta ve bunun yaklaştığını bize haber verir mahiyette çok
yönlü alâmetlerden söz edilmektedir. Bununla, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, her
mü'minin her gün kendini kıyamete hazır duruma getirmesini tenbîh etmekte ve
dünyası ile âhireti arasında sağlam bir köprü kurmasını hatırlatmaktadır. Zira
bazı alâmetlerin çıkması, onun yakın olduğuna işarettir. Ölümünün geldiğini
bilen kimse nasıl ona teslimiyet gösterip hazırlanırsa, kıyametin geleceğinin
yakın olduğunu idrâk eden de yavaş yavaş ona hazırlanmak ve inecek ilâhî hükme
başeğmek zorundadır; aynı zamanda bu inanç son derece yönlendiricidir.
İlgili âyetle bu inceliğe
dikkatler çekilerek, herkes işlediğinin karşılığını görsün diye, neredeyse
kıyameti açıklar gibi oluyoruz, ama yine de gizliyoruz, buyurularak çıkan
alâmetleri gözden geçirmemiz isteniliyor. [28]
«Kıyamete inanmayan ve
kendi hevesine uyan kimse seni ondan alıkoymasın; sonra yok olup gidersin.»
Kıyamete inanmanın üç
yolu vardır:
1— Hiçbir delil ve belge aramadan, Allah'a
dosdoğru imân edenler, Allah kendi kitabında bu olaydan haber verdiği için ona
inanırlar. Bunlar delilsiz bir sonuca ulaştıkları için, kendilerini şüpheye
düşürecek başka bir delil de aramazlar. Yaşlı kadınlardan bir kısmının
kayıtsız, şartsız, delilsiz ve belgesiz Allah'a ve âhirete inanmaları bu
cümledendir.
2— Naklî delillere dayanıp Allah'a ve âhirete
imân edenler vardır. Onlar daha çok dindar bir aile ve çevre arasında doğup
büyüyen ve az da olsa dinî eğitim gören kişilerdir. Aile ve çevrenin onları
dinî potada eritip şe-killendirmesiyle bilimsel bir delil aramadan Kitap ve
Sünnet'in verdiği bilgilere ve haberlere kesinlikle inanırlar.
3— Daha çok aklî ve ilmî araştırmayı naklî
delillerle karşılaştırıp olumlu sonuçlar çıkararak aklın ve ilmin ışığında
Allah'a ve âhirete imân ederler.
Bunların hepsi de
sağlıklı olmakla beraber, daha çok makbul olanı, üçüncü grubun imânıdır ki,
aklî ve ilmî buluşları naklî delillerle birleştirip olumlu sonuç elde ederler.
Çünkü akıl ve iiim İslâm'ın hayatıdır. Kur'ân aklı harekete geçiren, bilimsel
araştırmalara ışık tutan, ana fikir ve temel bilgi veren bir kitaptır.
Bu üç grubun dışında kalıp
aksi istikamette nefsinin buyruğu altına giren, aklını nefsine uydu yapan
maddeciler, bütün güçleriyle kıyameti inkâr ederler. Zira bizatihi kıyamet
kavramı onların hayvanı duygularına ters düşmektedir. O bakımdan hem
kendilerini böyle bir inançtan uzak tutarlar, hem de başkalarını alıkoymaya
çalışırlar. Çoğu bunu bir görev sayar.
Kur'ân bu hususta uyarıda
bulunarak buyuruyor ki : «Kıyamete inanmayan ve kendi hevesine uyan kimse seni
ondan alıkoymasın; sonra yok olup gidersin.» [29]
Yukarıdaki âyetlerle,
Resûlüllah (A.S.) Efendimizi teselli mahiyetinde Musa Peygamber'in kıssasından
birkaç önemli safha anlatıldı ve arkasından kıyametin mutlaka kopacağı, aynı
zamanda bu olayın sanıldığı kadar uzak olmadığı belirtilerek, dünyada
çözülmeyen birçok meselelerin ve ihtilâfların orada çözülüp neticeye
bağlanacağına işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle, yine
Musa Peygamber kıssasına dönülüyor ve mü'minleri aydınlatan, yönlendiren birçok
safhaları nakledilerek konu genişletiliyor. [30]
17— Ey Musa! sağ elindeki nedir?
18— Musa, «o benim asam (değneğim)dir, ona
dayanırım; onunla davarlarıma yaprak sitkerim ve benim onu (kullanmamda) başka
ihtiyaçlarım do vardır» dedi.
19— Allah, «onu yere bırak Ya Musa!» buyurdu.
20— Musa da hemen onu yere bırakıverdi, derken
bir de ne görsün, sürünüp yol alan bir yılan o..
21— Allah dedi ki: Onu tut. korkma, biz onu ilk
şekline döndüreceğiz.
22— Elini koltuğuna sok, diğer bir mu'cize olarak
o, kusursuz bembeyaz işti işti olarak çıksın.
23— Tâ ki, bununla sana en büyük mu'cizelerimizi
gösterelim.
24— Artık Fir'avn'a git çünkü o iyice azılmıştır.
25-26-27-28—
Musa dedi ki: Ey Rabbimi benim göğsümü genişlet, işimi kolaylaştır,
dilimin düğümünü çöz ki sözümü anlayabilsinler.
29-30— Bana
ailemden kardeşim Harun'u vezir eyfe.
31— Onunla arkamı pekiştirip kuvvetlendir.
32— İşimde onu bana ortak kıl.
33— Kî seni çokça tesbîh edelim,
34— Ve seni çokça analım.
35— Şüphesiz ki sen bizi (her an) görmektesin.
36— AHah ona, «ey Musa! istediğin sana verildi»
dedi.
37— And olsun ki, biz bir başka defa da sana
minnette bulunup lütfetmiştik.
«Ey Musa! sağ elindeki
nedir?»
İlâhî kudret kelâm
sıfatıyla tecelli edip suretten surete geçiş sağlayarak Musa Peygamber'in
kalbine indi ve Allah'ın bir tek ilâh olduğunu bildirdi ve böylece Musa'nın
(A.S.) peygamber seçildiği haber verildi. Sonra da ağır ve o nisbette üstün
cesaret, azim, irâde ve sabır isteyen bir görev verildi. Bunun için de Allah
önce Musa'yı (A.S.) iki ayrı âyet (mu'cize) ile destekleyip gönül
yatışkanlığına eriştirdi. Cesaretini artırıp azmine azim, irâdesine irâde kattı
ve buyurdu:
— Ya Musa! sağ elindeki nedir?
— O benim değneğimdir; ona dayanırım; onunla
davarlarıma yaprak silkerim ve benim onu (kullanmamda) başka ihtiyaçlarım da
vardır.
Diye cevap verdi.
Neden böyle bir soruya
gerek görüldü?
İlâhî kudret ve
inayetin bir değneğe yönelmesi ve «kün=ol» emriyle tecelli etmesi, onda hayat
meydana getirir ve böylece değnek yılana dönüşür. Aynı kudret ve inayet
kayalara yönelince, pınarlar fışkırır ve içinden canlı deve zuhur eder. Ölülere
yönelince, dirilme olayı meydana gelir; ağaçlara yönelince, şuur ve idrâk
meydana getirip onların konuşmasını sağlar. İşte Cenâb-ı Hak, daha yeni
peygamberlik göreviyle şereflendirdiği Musa'ya (A.S.) önce bu kudret ve
inayetini göstermeyi diledi. Onun için ilk safhada Musa'nın (A.S.) elindeki
şeyi sordu, ona bir değnek olduğunu söyletti. Sonra da sözünü ettiğimiz
tecelliyle değnek büyük, fakat çok kıvrak bir yılana dönüştü. Böylece ilâhî
irâdenin her şeyde geçerli olduğunu ve olacağını; tecelli ettiği takdirde
eşyanın suret ve özelliğini değiştirebileceğini Musa Peygamber'e gösterdi.
Açıklama :
Cenâb-ı Hakk'ın kudret
sıfatı ezelîdir ve sonsuz enerji ve hayat kaynağıdır. Maddeye yönelince
elementlerini hücre yapısına dönüştürür ve onda canlılık vasfı meydana getirir.
Ölüye yönelince, onu diriltir. Ana rahmine yönelince, cenini oluşturur ve bu
kudreti temsîl eden Melek Cebrail de -ilâhî müsaadeyle-dokunduğu şeye hayat ve
enerji bahşeder. Nitekim onun nefhasıyla ana rahminde oluşan İsa Peygamber
bunun açık misallerinden biridir. O bakımdan İsa'ya kısmen geçen o kudretin
tecellisi, onda ayrı bir mu'cize kudreti meydana getirmiş ve hastalara
dokununca şifaya kavuşturmuş, ölüye işaret edip çağırınca ölü dirilip
kalkmıştır.
İlim henüz bize -kendi
müsbet alanında- bu tür tecelliler hakkında yeterli bir açıklama getirememiş
ve konuyu çözecek noktaya varamamıştır. Çünkü ilmin alanı, fizik âlemidir.
Sözünü ettiğimiz tecelliler ise, fizikötesi-ne aittir.
Böylece ilâhî kudretin
tecellisi fizikötesinden inip fizik âleminde biri genel, diğeri özel iki ayrı
tesir meydana getirmektedir. Canlılarda hücre yapısı, atomlar ve canlılık
vasfı; cansızlarda hareket halinde olan atomlar bu kudretin genel anlamda ve
aralıksız tecellileridir. Asâ'nm yılana dönüşmesi ve benzeri mu'cizeler ise,
onun özel tecellileridir. [31]
Asâ'nın dönüştüğü
yılan, Kur'ân'da üç değişik sıfatla anılmaktadır.
1— Hayye
2— Cann
3— Sü'ban [32]
Birincisi, dişi,
erkek, büyük, küçük her yılanı kapsayan cins isimdir. İkincisi, küçük fakat
hareketli, kıvrak yılana has bir isimdir. Üçüneüsü, uzun, büyükçe yılana has
bir isimdir ki, Arap şâirlerinden bazısı çok sevdikleri kadının saçlarını ona
benzetirler.
Kur'ân, Asâ'nın dönüştüğü
yılanı üç ayrı yerde, üç değişik vasıfla anlatırken, onun normal yılanlardan
farklı yanları bulunduğunu şöyle belirtir; Küçük, ince, kıvrak yılanlar kadar
hareketli; uzun, büyükçe yılanlar kadar korkunç ve heybetli.. Böylece Kur'ân
taşıdığı ilâhî üslûp gereği, hem Asâ'nın dönüştüğü yılanın önemli vasıflarını,
hem de üç yerde değişik ifadelerle tekrarlayarak hafızalarda silinmez iz
bırakmasını planlamıştır. [33]
«Elini koltuğuna sok,
diğer bir mu'cize olarak o, kusursuz bembeyaz ışıl ışıl olarak çıksın.»
Musa Peygamber'i
(A.S.), II. Ramses adıyla ün yapan Fir'avn gibi güçfü ve acımasız bir hükümdarı
doğru yola davet etmek üzere görevlendiren Allah, onu ikinci bir mu'cizeyle de
kuvvetlendirdi. Böylece Musa (A.S.) elini koynuna sokup çıkarınca, ışıl ışıl
nurönî bir beyazlık saçmaya başlıyordu.
Bu mu'cize neyi
anlatıyor veya neyi sembolize ediyordu? Şüphesiz ki, kutsallaştırılan Asâ'yı
tutacak sağ el, ilâhî kudreti sembolize ediyor, yani o kudretin tecellilerinden
biri Musa'nın elinde tezahür ediyordu. O bakımdan ilâhî kudret nurunun tecelli
ettiği el yıldız gibi parıldıyor, ışıl ışıl ışıldıyordu. Diğer bir yorumla,
kudretin tecelli nuru kolların altında bir kaynak oluşturuyor; el o kaynağa
dokununca bir anda çıra misali etrafı aydınlatıyordu.
Bu mu'cizenin hikmeti
ise, tanrılık iddiasında bulunan Fir'avn'j acze düşürmek; beşer kudretinin bu
gibi mu'cizeleri meydana getiremiyeceğini vurgulamaktı.
Şüphesiz sözünü ettiğimiz
mu'cize, daha büyük mu'cizelerin habercisi oluyordu. Kızıldeniz'in yol vermesi,
kudret helvasının inmesi, bulutun devamlı gölgelik yapması, taştan 12 pınarın
fışkırtılması onlardan bir kısmıdır. [34]
«Musa dedi ki: «Ey
Rabbim! Benim göğsü-mü genişlet...»
Peygamberlik derecesi
öyle bir uyanıklık arzeder ki, her şeye rağmen Allah'a yönelip O'nun desteğini
istemeyi telkîn eder. Musa Peygamber'in {A.S.) Asâ'sına kudret, eline hikmet ve
inayet sunulmuştu. O bununla yetinmedi; hepsini lütfeden kudrete yüz çevirmeyi
edep ve saygı bilerek el açtı ve O'ndan şu dört şeyi istedi:
1— Göğsünün genişletilerek hakkı bütün
haşmetiyle savunma gücüne kavuşturulmasını,
2— İlâhî emirleri teblîğ edebilmek için,
işlerinin kolaylaştırılmasını ve sebeplerin kendisinden yana oluşturulmasını,
3— Dilindeki hafif peltekliğin giderilmesini;
daha tesirli konuşma yapabilme imkânına eriştirîlmesini,
4_ Daha
pürüzsüz konuşabilen kardeşi Harun'un (A.S.) bu yüce davaya hizmette kendisine
yardımcı verilmesini..
Bu dört isteğin
gerçekleşmesiyle daha verimli hizmetlerde bulunabileceğini ve nimetleri,
başarıları lütfeden Cenâb-ı Hakk'ı daha çok anıp tes-bîhte bulunma kuvvet ve
imkânına kavuşabileceğini biliyor ve niyetinin bu fazîlete erişmek olduğunu
dile getiriyordu.
Amaç mukaddes, niyet iyi,
istek meşru olunca, Allah onun dileğini kabul buyurdu. Çünkü daha önce de ona
büyük lûtufta bulunmuş, Fİr'avn'ın onu öldürtmesine imkân verdirmemişti;
üstelik onu Fir'avn'a beslettirerek kudretini bir defa daha izhar etmişti. [35]
Yukarıdaki âyetlerle,
Musa Peygamber'in iki büyük mu'cizeyle desteklenerek Fir'avn'a gönderildiği
konu edildi. Sonra da M-usa Peygamber'in (A.S.) bu ağır görevi lâyıkıyla
yerine getirebilmek için Allah'tan dört şey istediği ve dileğinin kabul
edilerek ilâhî inayete mazhar kılındığı açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle,
Fir'avn'ın İsrail oğulları hakkında uygulamaya başladığı soy kırımı döneminde
Musa Peygamber'in o fırtınadan kurtarıldığı üzerinde duruluyor. Hazırlanan
ilâhî piân ve programın kusursuz olarak hedefine doğru ilerlediği anlatılıyor.
Sonra da Musa (A.S.) ile Harun (A.S.)m Fir'avn'ı Hakk'a davet etmek üzere
vazifelendirildikleri belirtilerek onlarla Fir'avn arasında geçen ilk safhaya
dikkatler çekiliyor. [36]
38-39— Hani
annene ilham edilecek şeyi ilham etmiştik: Musa'yı bir sandığa yerleştir de
suya at, su onu kıyıya bıraksın; hem bana, hem ona düşman biri onu alır. (Ey
Musa!) gözetimim altında yetiştiril esin diye kendi katımdan senin üzerine sevgimi
koydum.
40— Hani kızkardeşin (Fir'avn'ın evine) yürüyüp
giderken, «ona bakacak bir kimseyi size haber vereyim mi?» demişti. Böylece
gözü aydınlık olup üzülmesin diye seni annene çevirmiş olduk. Ve sen bîr kişiyi
öldürdün de biz seni üzüntü ve kederden kurtardık; seni türlü türlü
İmtihanlarla karşı karşıya getirdik. O sebeple Medyen halkı arasında yıllarca
kaldıktan sonra Ey Musa, bir kader (çizgisi gereği dönüp buraya) geldin.
41— Seni kendim için yetiştirip hazırladım.
42— Senle kardeşin açık belgelerimle gidin, beni
anmak hususunda gevşeklik göstermeyin.
43— Fir'avn'a gidin; çünkü gerçekten o azmıştır.
44— Ona yumuşak söz söyleyin; ola ki öğüt alır ya
da (âlemlerin Rab-bına saygı duyup) korkar,
45— Musa ile kardeşi, «Rabbimiz! doğrusu onun
bize azgınca saldırmasından veya zulüm ve tuğyanda bulunmasından korkarız»
dediler.
46— Allah onlara, «korkmayın. Şüphesiz ki ben
sizinle beraberim; işitir ve görürüm» dedi.
47— Ona gidin de deyin ki: «Biz şüphen olmasın ki
Rabbın elçileriyiz; artık İsrail oğulları'nı bizimle gönder de onlara azap
etme; gerçekten sana Rabbinden bir mu'cizeyle geldik. Selâm doğru yola uyana
olsun.
48— Şüphesiz ki bize şöyle vahyedildi: Azap
elbette (hakkı) yalanlayıp yüzçevirenleredir.»
«Sanatında hayır
umarak işleyen kimse, Musa'nın anasına benzer. O hem çocuğunu emziriyor, hem
de ona karşılık ücret alıyordu.» [37]
«Âdem Peygamber ile Musa
Peygamberin ruhları karşılaştı. Musa ona dedi ki: «Sen insanları bedbaht kılıp
onları Cennet'ten çıkarttın.» Bunun üzerine Âdem ona dedi ki: «Allah seni
peygamberlikle taltif ederek kendine seçip beğendi, Tevrat'ı sana indirdi
değil mi?» Musa da: «Evet öyledir» deyince, Âdem ona : «Ben yaratılmadan önce
bunun üzerime yazıldığını gördüm» dedi. Musa: «Evet öyledir» diye cevap verdi.
Böylece Âdem, Musa'ya karşı delil ve hüccet getirmiş oldu.» [38]
Mısır kralı Fir'avn (II.
Ramses) Mısır'ın yerlisi olmayan İsrail oğulları'-na karşı hiçbir zaman âdil
davranmadi; onlara hep ikinci sınıf vatandaş nazarıyla baktı. Gün geçtikçe
çoğalan İsrail oğulları, yerli halkı tedirgin etmeye başladı ve bu yüzden
Mısır'ın geleceğini ve asıl yerlilerinin sonlarının karanlık olacağını
görüyorlardı. Sonunda Fir'avn'! bu hususta iyice hazırlayıp onların
çoğalmasına karşı daha ciddi ve sert tedbir almaya ittiler. Çare olarak, da,
İsrail oğullan'ndan doğacak erkek çocukları imha etmeyi en uygun yol olarak
seçtiler.
İşte bu sırada
Musa'nın (A.S.) anası, Musa'yı doğurdu; fakat doğumunu gizli tutmaya
çalıştıysa da, bir gün duyulacağını ve diğer çocuklar gibi Musa'nın da
öldürüleceğini düşünmeye başladı. Başka bir kurtuluş yolu bulamayınca kararını
verdi: Musa'yı bir sandığa yerleştirip Nü ırmağına atmayı uygun gördü. Bu da
kendisine yapılan ilhamdan kaynaklanan bir çare idi. Çünkü Cenâb-ı Hak, Musa'yı
(A.S.) sözü edilen katliâmdan kurtarmayı dilemiş bulunuyordu. Kadıncağız
kalbine doğan ilhama uyup Musa'yı bir sandık içine iyice yerleştirip Nii'e
attı. Sandık Nil kenarında bulunan Fir'avn'ın sarayının önüne sürüklenip
gitti. Saraydakiler merak edip sandığı sudan alıp açtılar; nur topu gibi çok
sevimli bir çocukla karşılaştılar. Fir'avn'ın karısı ona karşı aşırı bir sevgi
duymaya başladı. Onu evlâtlık edinmeyi düşündü. Fir'avn'ın da hoşuna gitmiş olmalı
ki, eşinin düşünce ve görüşünü olumlu karşıladı.
Böylece Musa'nın (A.S.) ve
Allah'ın düşmanı olan kral, Musa'yı kendi sarayında besleyip büyütmeye özen
gösterdi. Ne var ki, Musa (A.S.) hiç bir kadının göğsünü emmedi. Olayı
tezgâhlayan Cenâb-ı Hak, yabancı kadınların göğüslerini ona haram kılmıştı.
Musa Peygamber'in kızkardeşi devreye girdi, çocuğa uygun bir sütanne
bulabileceğini söyledi. Saray halkı onun önerisini kabul edince, Musa'nın
(A.S.) annesi saraya çağrıldı. Böylece anne yavrusuna kavuşmuş oldu; hem en
azılı düşmanın evinde.. Ancak kadın bunu gizli tuttu. Göğsünü Musa'ya verince,
çocuk hiç yadırgamadan emmeye başladı. Saraydakiler buna çok sevindiler ve
Musa'nın öz annesini, sütanne olarak ücretle tuttular. [39]
İsrail oğullan'ndan doğan
erkek çocukları.acımasızca öldürten Fir'avn, sandıktan çıkan Musa'yı görünce
bir anda ona karşı derin bir sevgi duymuş ve eşinin «Onu evlât edinelim»
sözüne itiraz etmemişti. Zira Cenâb-ı Hak, Musa'ya Vedûd sıfatıyla tecelli
etmiş; böylece hem onu sevmiş, hem de sevdirmişti. Evet, o sonsuz kudret
sahibi, Fir'avn'ın yok edilmesini, tahtının yıkılıp isminin lanetle anılmasını
hazırlayacak olan peygamberi, yine Fir'avn'a hem de sarayında besletme
mu'cizesini ortaya koymuştu. [40]
Cenâb-ı Hak, Musa
Peygamber'e açtığı inayet kapılarını bir bir sıralıyor; Çocukluğundaki
kurtarılma plânını hatırlattıktan sonra Mısır'da inkarcı Kibtlardan birini
hatâ ile öldürmekle korku ve endişeye, üzüntü ve tedirginliğe kapıldığına ve
fırtınadan yakayı kurtardığına atıflar yapılıyor; sonra oradan kaçıp Medyen'e
gittiği, orada Şuayb Peygamberle buluşup onun kızıyla evlendiği; bütün bu
badirelerde üâhî yardımın hep ondan yana tecelli ettiği bir tablo misali
gözlerinin önüne seriliyor. Çetin rnücadele-lerden sonra Şuayb Peygamber'le
buluşup uzun yıllar onunla görüşmesi bir olgunlaşma dönemi olarak
vasıflandırılıyor.
Böylece Musa Peygamber'in
(A.S.) Allah'ın dinini tebliğ edip İsrâi! oğullarına uygulatmak için
yetiştirilip hazırlandığına dikkatler çekiliyor. Tam olgunluk çağına erişince
de Fir'avn ve avanesini uyarmak üzere görevlendiriliyor ve bu hususta
kendisine irşat ve uyarı metodu da öğretiliyor. [41]
1— Doğru yoldan sapmış, inkarcı bir toplum, ya da milleti
uyarıp irşat etmek, daha çok tecrübeli, kültürlü ve olgun mü'minlerin
görevidir.
2— Böyle bir uyarı ve irşat görevine başlarken -olgunluk
ve tecrübeyle birlikte- Allah'ın mutlaka yardımını dilemek gerekir.
3— İrşat yolunda bulunan mü'minler daha çok dört şeye
muhtaçtırlar:
a) Göğüslerinin imân cesaretiyle dolup genişlemesini, her
türlü ârizî korkuları yenme şuurunun kendilerinde geliştirilmesini,
b) İşleri yürütmek, irşadı amacına ulaştırmak için belli
bir plân ve programla hareket edebilme imkânına kavuşturulmalarını,
c) Yerinde çok güzel, tesirli konuşabilmek için hem
kendilerini yetiştirmelerini, hem de fırsatları değerlendirme idrâkine
eriştirilmelerini,
d) Kendilerine destek ve yardımcı olabilecek dost ve
yakınlarını seçebilme basiretini kullanabilmelerini Allah'tan istemeleri çok
lüzumludur.
4— Başarılı
olan her adımda Allah'ı daha çok tesbîh edip anmaları; Allah'ın her şeyi işitip
gördüğünü bir an olsun akıllarından çıkartmamaları gerekmektedir. O takdirde
Cenâb-ı Hak, sünnetullahı gereği mürşide yardım eder ve işlerini
kolaylaştırır.
5— Allah yardım etmeyi dilediği zaman kuluna ilhamda
bulunur; ona nasıl hareket etmesi gerektiğini hatırlatır.
6— Kendi dinini bir milletin bünyesinde yaşatmayı murat
ettiğinde, din düşmanlarını da farkında olmadıkları halde dine hizmete
sevkeder.
7— Kulunu başarılı
kılıp inkarcı azgınlardan kurtarmayı dilediği zaman, onu belli bir çevreye
sevdirir.
8— Kişinin imân derecesine, dine hizmet aşkına orantılı
olarak onu birtakım imtihanlardan geçirir. Bu insanı hem hayata daha iyi
hazırlar, hem de olaylar karşısında müsbet tavır almasını sağlar; aynı zamanda
mücadele azmini artırır.
9— Hakk'a davet, inkarcıları uyarmak, irşada devam
edebilmek hususlarında hiçbir zaman edep ve terbiye, nezaket ve nezahet
kaidelerini unutmamak; aynı zamanda yumuşak, çekici söz söylemek, kırıcı
olmaktan kaçınmak şarttır.
Nitekim Cenâb-ı Hak,
Musa ile Harun'a (selât-ü selâm ikisine de olsun) bu konuda şöyle emir verip
tavsiyede bulunmuştur; «Ona yumuşak söz söyleyin. Ola ki öğüt alır, ya da
(âlemlerin Rabbina saygı duyup) korkar.»
Zira hak, her yanıyla
edep, terbiye, vakar ve fazilettir. Anlatımında nezaket ve incelik hâkimdir.
Kişisel çıkarların ötesinde Allah ile kulları arasındaki engelleri,
incitmeden, kırmadan, tiksindirmeden, ürkütmeden bir bir ustaca kaldırmaktır.
O bakımdan mürşidin
veya teblîğatçının dilinde letafet, sözünde zerafet, kalbinde selâmet,
anlatımında helâvet şarttır. Allah'ın dinini beşerin kalbine ve kafasına işlerken
ve kalpleri Allah'ın solmaz boyasıyla renklendirirken, kullanacağımız fırçaya
çok dikkat etmek zorundayız. Hafif bir kayma veya gaflet her şeyi berbat
edebilir.
İlgili âyetle,
inkarcıların genellikle ölçüsüz, hırçın, kaba ve şarlatan olabilecekleri belirtilerek,
onların bu tutumlarının tam aksine bir tavır takınmanın, başarı sağlamak için
gerekli olduğuna işaret ediliyor.
Musa kissasıyla bize bu
mesajlar verilirken, Mekke'de ardı arkası kesilmeyen tecavüzlere uğrayan
mü'minler teselli ediliyor. Tarih boyunca hak ile bâtılın hep sürtüşme ve
tartışma halinde bulunduğu dolaylı şekilde hatırlatılıyor. [42]
Yukarıdaki âyetlerle,
büyük bir kurtarıcı olarak İsrail oğulları'nın başına geçirmek ve hak dini
tebliğ etmek için Cenâb-i Hakk'ın çok sıkıntılı bir dönemde Musa Peygamber'i
nasıl koruyup kurtardığı konu edildi.
Aşağıdaki âyetlerle aynı
konunun devamı işleniyor: Musa Peygamber ile Fir'avn arasında geçen konuşmadan
bir bölüm naklediliyor ve arkasından Cenâb-ı Hakk'ın kudretine delil olan beş
kadar belge sıralanıyor. [43]
49— Fir'avn, «ya Musa! Rabbınız kim?» diye sordu.
50— O da: «Rabbimiz her şeye hilkatini
(yaratılışta türünün özelliğini) veren, sonra da doğru yolu gösterendir» dedi.
51_ Fir'avn,
«ya öyle ise gelip geçen nesillerin durumu ne oluyor?» dedi.
52_ Musa,
«onlar hakkındaki bilgi Rabbimin katında bir kitapta yazılıdır. Rabbim
şaşırmaz da, unutmaz da» dedi,
53— O Rab ki
yeryüzünü size bir beşik yapmış, onda size yollar açmış, üzerinize gökten su
indirmiştir. Biz o su ile çeşit çeşit, çift çift bitkiler çıkarmiŞEzdır.
54_ Hem
onlardan yeyin, hem de davarlarınızı otlatın. Şüphesiz ki bu düzende sağduyu
sahipleri için nice belgeler vardır.
55— Sizi
topraktan yarattık; oraya döndüreceğiz ve oradan tekrar sizi çıkaracağız.
Peygamber (A.S.) Efendimiz
bir cenazenin teşyi'inde bulunuyordu. Defin işi yerine getirilirken bir avuç
toprak afıp kabre attı ve şöyle dedi; «Sizi topraktan yarattık.» Sonra bir avuç
toprak daha alıp kabre attı ve : «Sizi buraya döndüreceğiz» dedi ve sonra yine
bir avuç toprak alıp attı: «ve sizi tekrar buradan çıkaracağız..» dedi. [44]
İlâhlık iddiasında
bulunan Fir'avn, Musa (A.S.) ile Harun'un (A.S.) uyarısını dinledikten sonra onlarla
tartışma ihtiyacını duydu. Çünkü tek ilâh hakkında ciddi hiçbir bilgisi yoktu.
O nedenle sordu:
— Ya sizin Rabbınız kimdir? Musa (A.S.) cevap verdi;
— Her şeye hilkatini (yaratılışta türünün
özelliğini ye her birinin hangi amaca yönelik bulunduğunu) veren, sonra da
doğru yolu gösterendir.
Musa Peygamber bu
cevabıyla biyolojik kanuna dokunup insan aklını harekete geçirmeyi
amaçlamıştır. Sonra da dikkatleri binlerce bitkilere ve diğer canlılara çekmiş;
bunların bir su gibi akıp gittiğini, fakat gidenlerin yerine yenilerinin
gelmekte olduğunu belirterek kâinatta her olay ve harekette ilâhî kudretin
mutlak anlamda tasarruf ettiğini belirtmeye çalışmıştır. Gelişigüzel, gayesiz
ve amaçsız hiçbir şeyin yaratılmadığını dolaylı şekilde vurgularken insandan
başka her canlının taşıdığı iki önemli özelliğiyle sürüp gittiğine parmak
basmıştır: Bir özelliği, türünü devam ettirmek; diğeri ise, taşıdığı her türlü
faydayı insanlara cömertçe sunmaktır.
Musa Peygamber'in bu
hakimane cevabını anlayamayan Fir'avn sordu:
— Ya gelip geçen nesillerin durumu ne oluyor?
Yani eğer senin dediğin gibi bir ilâh varsa ve o da doğru yolu gösteriyorsa,
gelip geçen putperestler, inkarcılar neden doğru yolu bulamadılar ve onların
bu durumlarına nasıl bir cevap bulabilirsin?
Musa Peygamber (A.S.)
hayatın sadece dünya olmadığını, bir hesap ve ceza gününün geleceğini
hatırlatarak şöyle cevap verdi;
— Onların durumu
hakkındaki bilgi Allah yanında yazılıdır. Rabbım ne şaşırır, ne de unutur. Günü
gelince âdil bir sultan olarak hükmünü yürütür.
Onun bu cevabı biraz
olsun Fir'avn'ı düşünmeye itti. Musa (A.S.) bu ortamdan yararlanmayı fırsat
bilerek Allah'ın varlığına, birliğine delâlet eden kevnî belgeleri bir dizi
halinde şöyle sıraladı:
1— O Rab ki,
yeryüzünü bir beşik yapmıştır.
Musa Peygamber bununla
yeryüzünün boşlukta bir beşik gibi asrlı bulunduğunu, hareket halinde olduğunu
anlatmak istemiştir. Zira beşik, iki ucundan sehpaya asılı olup boşlukta
sallanmaya elverişli bir araç demektir. Yerkürenin buna benzetilmesi çok
düşündürücü ve anlamlıdır.
2— Yeryüzünde yollar ve geçitler açmıştır.
Bu, jeolojik
devirlerde meydana gelen değişmelerin cok düzenli ve amaçlı bulunduğuna;
dağların, tepelerin, ovaların insan hayatına elverişli ve yararlı ölçüde
yaratıldığına bir ana fikir olarak ortaya konulmuştur.
3— Gökten su indirmiştir.
Bu, bir tesadüf eseri
değildir. Yeryüzünün onda yedisinin denizlerle kaplı bulunması ancak onda üçünü
oluşturan kara parçasının su ihtiyacını karşılayabilmektedir. Aynı zamanda su
zerrelerinin biraraya gelip yağmur damlaları halinde çok ölçülü ve ahenkli
biçimde inmesi, yerçekim kanunu ile atmosferin hafifliği arasındaki denge ile
yakından ilgilidir, Fiziksel olarak böyle bir denge bulunmasaydı yağmur ve
dolunun düşüş şekli üzücü ve zararlı olurdu.
4— Tür tür,
çift çift bitkiler çıkarmışızdır.
Her bitki aynı suyu
emer, aynı toprakta yeşerir ve aynı güneşi alır, ama ayrı ayrı özellik taşır:
Rengi, kokusu, taşıdığı kimyasal madde ve vitaminler değişiktir. Aynı zamanda
biyolojik olarak devamlı aşılanma söz konusudur.
Bütün bu ameliyelerin
ve özelliklerin taşıdıkları yararlar kendileri için değil, insanlar içindir.
Yüce Yaratanın sanatının eşsizliğini, plânının mükemmelliğini, hikmetinin
yüceliğini kanıtlamaktadır.
Akıl ve sağduyu
sahipleri için açık belgelerdir bunlar.
5— Sizi
topraktan yarattık.
İlk insan Âdem (A.S.)
topraktan ayrı bir kanunla yaratıldığı gibi, onun soyu da bizim bildiğimiz
biyolojik kanunla yaratılmış, ama elde ettiği gıdaları yine topraktan alıp
yaşamakta, toprakla içice bulunmaktadır. Aynı zamanda yenilen gıda
maddelerinden baba sulbünde sperma oluşmakta ve bu açıdan insan yine topraktan
yaratılmaktadır. Kadının rahminde oluşan yumurta da öyle..
Bitkiler de buna
benzer bir üreme sistemi içindedir: Toprakta yeşerir-ler, bir süre sonra kuruyup
toprağa düşerler ve yine şartlar biraraya gelince o bitkilerin tohumlarından
veya köklerinden yenileri yeşerip çıkar.
İnsanlar da ölüp
toprağa dönüşecek. Sonra ikinci hayata kaldırılma emri tecelli edecek, bedenler
yeniden oluşacak ve ruhlar alemindeki, diğer bir tabirle Berzah alemindeki
ruhlar gelip kendilerine ait bedenlere yerleşecekler.
Ne var ki Fir'avn ve onun
paralelinde olanların bu ilâhî belgeleri görecek gözleri, işitecek kulakları,
anlayıp idrâk edecek kalpleri yoktu. [45]
Yukarıdaki âyetlerle,
Musa Peygamber ile Fir'avn arasında geçen konuşmadan bazı önemli parçalar
anlatıldı. Allah'ın varlığına, birliğine ve kudretinin eşsizliğine delâlet eden
belgeler sıralanarak beşer aklına ışık tutulmak istendi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Fir'avn'ın Musa'ya (A.S.) sihirbaz damgasını vurup ülkenin uzman
sihirbazlarıyla onu tesirsiz hale sokmayı plânladığı ve öylece Musa ile
sihirbazların karşılaştırılma safhaları üzerinde duruluyor. Hakk'ın mutlaka
üstün geleceğine misal verilerek hem Mekke'de zor günler geçiren ashab-ı
kiram, hem de yaşamakta olup din ve vicdan hürriyetlerine saldırılan mü'minler
teselli ediliyor ve müjdeler veriliyor. [46]
56— And olsun ki Fir'avn'a (gereken) bütün
belgelerimizi gösterdik, bununla beraber o yalanlayıp kabul etmekten kaçındı.
57— ((Ey Musa, dedi, bizi kendi toprağımızdan
sihir ve büyünle çıkarmak için mi geldin?
58— Herhalde biz de seninkinin benzeri bir sihir
sana getireceğiz. Artık bizimle kendi aranda bir yer ve vakit belirle ki bizim
de, senin de sözümüzden dönmeyeceğimiz (elverişli) düz bir yer olsun o..»
59— Musa: «Buluşma yerimiz ve zamanımız o şenlik
günü ve insanların toplanacağı kuşluk vaktidir» dedi.
60— Fir'avn ayrılıp gitti; hile ve düzenini
toplayıp hazırlandıktan sonra geldi.
61— Musa onlara dedi ki: «Yazıklar olsun size!
Allah'a karşı yalan uydurmayın, sonra bir azap ile kökünüzü kesip kurutur.
Allah'a iftira eden gerçekten hüsrana uğramıştır.»
62— Sihirbazlar durumlarını (ne yapacaklarını)
kendi aralarında tartıştılar ve konuştuklarını gizli tutmaya çalıştılar.
63— Dediler ki: «Bu ikisi (Musa ile Harun) iki
sihirbazdır ki sizi sihir-leriyle toprağınızdan çıkarmak ve örnek sayılan
yolumuzu, mezhebimizi (temelinden yıkıp) gidermek istiyorlar.
64— Onun için hile ve düzen adına neyiniz varsa
biraraya getirin, sonra birer dizi halinde gelin. Bugün üstün gelen herhalde kazanmış ve umduğuna ermiş (olacak).»
65— Sihirbazlar «Ey Musa! dediler, ya önce sen
(asanı ve hünerini ortaya) koy, ya da biz koyalım?»
66— Musa onlara: «siz koyun» dedi. Ansızın
urganları ve değnekleri sihirleriyle Musa'ya doğru sür'atle geliyormuş gibi
(hayalî şekilde) göründü.
67— O yüzden Musa, içinde bir korku duydu.
68— Biz ona, «korkma, bugün mutlaka üstün olan
sensin» dedik.
69— «Sağ elindekini yere bırakiver de onların yaptıklarını yalayıp yutsun. Yaptıkları,
sihirbazın hile ve düzeninden başkası değildir. Sihirbaz ise nereden gelirse
gelsin umduğuna erişip başarılı olamaz.»
Musa' dedi' bizi
kendi sihir ve büyünle çıkarmak için mi
geldin?...»
Bakara sûresi 102.
âyetin tefsirinde kısmen açıkladığımız gibi, sihir; bir bakıma gözbağcılık,
büyücülük anlamına gelir. Tarihi çok gerilere uzanır. Eski Çin'de,
Hindistan'da, Mısır'da, İran'da ve özellikle Keldanîlerde yaygınlaşıp gizli bir
meslek haline getirildiği bilinmektedir.
Mısır'da fir'avnlar
devrinde sihir ve büyüye cok önem verilirdi. Sihirbazlar halk arasında ve
sarayda büyük ilgi ve itibar görürler, âdeta halkın güzide insanları
sayılırlardı. O bakımdan Musa Peygamber'in (A.S.) peygamberliğini o devirde
kanıtlayabilmek için gösterdiği mu'cizeleri Fir'avn bir bakıma sihir zannedip
Musa'nın (A.S.) karşısına ülkenin en ünlü ve en uzman sihirbazlarını çıkartma
ihtiyacını duydu. Oysa sihirle mu'cize arasında temelde büyük farklar vardır.
Onları şöyle özetleyip sıralayabiliriz:
a) Sihir, gözbağcılıktır. Meydana getirilen
olayın aslında bir değişiklik olmadığı halde seyircilerin gözlerinde değişik
biçimde görünür.
Mu'cize : Meydana
gelen olayın temelinde de değişiklik söz konusudur. Mevcut tabiat kanunları
dışında olağanüstü bir olaydır. Ortaya çıkan şey, aynen vuku bulmuştur.
b) Sihirle ortaya konulan olağanüstü gibi
görünen olay, bir an için öyle görüntü verir ve sonra da ortada olağanüstü bir
durum kalmaz.
Mu'cize ise, çoğu zaman
göründüğü gibidir ve öylece kalır. Musa Peygamber'in Asâ'sıni kayaya vurup 12
pınar fışkırtması, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in parmaklarının arasında su
kaynayıp yüzlerce Ashab-ı Kirâm'-ın su ihtiyacını karşılaması bu cümledendir.
c) Sihrin temelinde hak yok, bâtıl vardır.
Allah'a imân yok, inkâr ve sapıklık mevcuttur. Mu'cize ise tamamen bunun aksine
bir olaydır ki ilâhî kudretin tecellisiyle iciçedir.
d) Sihirde olaylarla ilgili sebepler ve illetler
iptal edilmez. Mu'cizede bunlar iptal edilir; öyle ki, ortaya konan olağanüstü
olay, sebep ve illetten kopuk ve bağımsızdır.
Bilindiği gibi, sihrin
birçok türleri ve çeşitleri vardır. İslâm filozofu Râ-zî (841-926) sihri sekiz
ayrı bölüm halinde incelemiştir. Onları şöyle özet-liyebiliriz :
1— Eski Keldanîlerin yaptıkları sihir.
Bu, tapınmalarla,
yıldızların hareketleriyle ilgili bir sihirdir. Kaynağı tabiattır.
2— Ruhsal sihir.
Bu, insan nefsinin,
diğer bir tabirle ruhunun kendileri ve başkaları üstündeki tesirleriyle ilgili
sihirdir.
3— Cinler, periler ve ruhanîler gibi gizli
güçlerle yapılan sihir.
4— Seyircilerin gözlerini boyayarak, gözbağcılık
yaparak yapılan sihir.
Bu, bir bakıma
hokkabazlıktır. İnsanı, görmediği, yalnız sesini duyduğu birtakım olayların
tesiri altına bırakmasıyla ilgili bir sihirdir.
5— Kendi kendine işleyen veya başkalarına
sezdirmeden gizlice çalıştırılan araçlarla yapılan sihir.
Bunun özünü ve
temasını, insanı şaşırtmak, ilgisini başka tarafa çekerek birtakım hareketler
yapmak oluşturur.
6— Su, maden gibi çeşitli şeylerin bileşimi
sonucu hazırlanan ilâçlarla yapılan sihir.
Bunun esası, insanı
uyuşturmak ve derin düşlere daldırmaktır.
7— Birtakım dualar okuyarak saf insanları,
dzellikle dinî konuları hiç düşünmeden kabullenen ve içten bağlanan, aynı
zamanda kolay aldanan veya kanan kimseleri kandırmak suretiyle yapılan sihir.
8— İnsanlar arasındaki anlaşmazlıkları,
çekişmeleri çoğaltarak, birtakım
gizlilikleri bildiklerini ileri sürmek suretiyle yapılan sihir. [47]
Sihrin çok yaygın
olduğu ve daha çok gözbağcılığa dayandığı Mısır da Musa Peygamber'in (A.S.)
gösterdiği mu'cizelerin sihir zannedilmesi pek yadırganacak bir olay değildir.
Ancak en ünlü sihirbazların, Musa (A.S.)ın gösterdiği mu'cize karşısında eğilmeleri
ve bunun kesinlikle sihir ve büyü olmadığını anlayarak Allah'a ve Peygamberine
imân etmeleri karşısında Fir'avn'ın hâlâ inkâr ve azgınlıkta ısrar etmesinin
makul ve mazur hiçbir yanı yoktur. Zira eğer Musa'nın (A.S.) gösterdiği
mu'cize, sihir türünden bir olay olsaydı, uzman sihirbazlar onu çok iyi anlar
ve karşılık vermek için bütün hünerlerini ve bildiklerini ortaya mutlaka
koyarlar, sonra da Allah'a ve Musa'ya inanma ihtiyacını duymazlardı, Oysa durum
tamamen aksine cereyan etmiştir.
O halde Fir'avn artık
bu konuda gerçeklen görmek ve kabullenmek istemiyor, otoritesinin sarsılmasına
kesinlikle kapı açmıyor ve ne pahasına olursa olsun Musa'yı tesirsiz hale
getirmeyi düşünüyordu.
O nedenle Cenâb-ı Hak bunca
açık delil ve belgelerden sonra büsbütün küfür ve azgınlığını artıran
Fir'avn'ı yok etmeyi irâde buyurmuş ve bunun için gereken emrini indirmiştir. [48]
Yukarıdaki âyetlerle
hak ile bâtılın tartışma ve mücadelesini yansıtan Musa {A.S.) ile Fir'avn
kıssasının mu'eize ve sihirle ilgili safhası konu edildi.
Aşağıdaki âyetlerle, Musa
Peygamber'in ortaya koyduğu mu'cizenin sihir olmadığını anlayan sihirbazların
secdeye kapanmaları üzerinde duruluyor, Fir'avn'ın bu gerçeği bile göremiyeeek
kadar kalp gözünün kör olduğuna işaretle, sihirbazların Cenâb-ı Hakk'a imân
etmekle kalmayıp bir anda mahviyetkâr bir tavırla O'na teslim oldukları çok
beliğ bir anlatımla işleniyor. Sonra da imânları uğruna sihirbazların ölümü
küçümsedikleri çok tesirli bir misal mahiyetinde anlatılarak Ashab-ı Kiram ve
sıkıntıda bulunan mü'minler teselli ediliyor.
[49]
70— (Hak ortaya çıkınca) sihirbazlar secdeye
kapandılar ve «biz Harun ile Musa'nın Rabbma imân ettik» dediler.
71— Fir'avn, «ben size izin vermeden imân mı
ettiniz? Şüphesiz ki size sihir öğreten elebaşınız odur. Yemin ederim ki
ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve sizi öylece hurma dallarına
asacağım ve işte (o zaman) hangimizin azabı daha şiddetli ve sürekli olduğunu
herhalde bileceksiniz» dedi.
72— İmân eden sihirbazlar ona dediler ki: «Seni,
bize gelen bunca açık belge ve mu'cizelere ve bizi yoktan var kılıp meydana
getirene elbette tercih etmiyeceğiz. Artık neye hükmedeceksen hükmet. Senin
ancak Dünya hayatına hükmün geçer.
73— Şüphesiz ki biz, suçlarımızı ve bizi
zorladığın sihre karşı (meydana gelen günahlarımızı) bağışlaması için
Rabbimize imân ettik. Allah en hayırlı ve baki olandır.»
74— Doğrusu kim Rabbine suçlu olarak gelirse,
şüphe edilmesin ki Cehennem onadır; orada ne ölür, ne de yaşar,
75— Kim de Rabbine mü'min olarak ve iyi-yararlı
amellerde bulunarak gelirse, işte onlar için en yüksek dereceler vardır.
76— Altından ırmaklar akan ADN CENNET'leri
vardır. Orada ebedî kalıcılardır. İşte bu, arınıp temizlenenlerin mükâfatıdır.
«Cehennem ehline
gelince: Onlar oranın ehlidirler, ne ölürler, ne de dirilirler. İnsanlardan bir
kısmına ise, günahları sebebiyle ateş dokunur da onları bir bakıma öldürür bir
duruma sokar. Öyle ki, kömürleşirler, derken onlar hakkında şefaate izin verilir
de gruplar halinde getirilirler ve Cennet ırmaklarına atılırlar. Sonra da
Cennet ehline: «Ey Cennet ehli! Bunların üzerine (cennet sularından) dökünüz»
denilir. Böylece sel yatağında süratle yeşeren bitki gibi yeşerip (terütaze
olurlar).» [50]
«Cennet yüz derecedir.
Her iki derece arası, gökle yer arasındaki mesafe gibidir, Firdevs onun yüksek
derecesidir. Cennetin dört ırmağı Fir-devs'ten kaynaklanıp çıkmaktadır. Arş
ise, Firdevs'in üstündedir. Allah'tan (cennet) istediğiniz zaman Firdevs'i
isteyiniz.» [51]
Urgan ve değneklerin
sihir yoluyla yılan görünümünde gözlere görünmesi ve Allah'ın Musa'ya (A.S.J
«Elindekini yere bırakıver» diye em-retmesiyle Asâ'nın büyük ve o nisbette
kıvrak bir yılan olup bütün urgan ve değnekleri yutarak bir anda yok etmesi,
sihirbazlarda büyük bir şaşkınlık ve telaş doğurmuş; Fir'avn'ın bütün
ümitlerini suya düşürmüştü. Sihirbazlar çok geçmeden kendilerini toparlayıp
olayı akıl ve sağduyu yoluyla incelemeye koyulmuşlar ve kesin olarak anlamışlar
ki, yapılacak hiçbir sihir bu ilâhî kudret karşısında bir anlam ve tesir icra
edemiyecektir. Sonra da urgan ve değneklerin bütünüyle yok oluvermesi, daha
sıhhatli ve doğru düşünmelerine imkân vermiş ve öylece Musa Peygamber'in
ortaya koyduğu olağanüstü şeyin sihir olmadığını daha iyi anlamışlardı. Çünkü
sergilenen olay sihir türünden olsaydı yutulan urgan ve değneklerin bir süre
sonra eski hallerinde görünmeleri gerekirdi, yani her şey eski halinde olduğu
gibi kalırdı. Oysa Asâ tarafından yutulan şeyler bütünüyle belirsiz hale
gelmiş, ortada hiçbir şey kalmamıştı. Hem sihirbazlar sanatları gereği, neyin
sihir olup olmadığını çok iyi bilirlerdi. Onun için ilâhî kudretin yüceliği
karşısında teslimiyet gösterip imân etmişlerdi. [52]
Kur'ân-ı Kerîm'de yer
alan genel bir kuralı her zaman gözönünde bulundurmamız; teblîğ ve irşat
görevini sürdürürken o kuraldan mutlaka yararlanmamız gerekmektedir. O da
aşağıda dört madde halinde sıraladığımız âyetlerle ifade edilen ve hepsinden
ortaklaşa çıkarılan şu kuraldır: «Hak gelmeyince bâtıl gitmez», «Doğru
getirilmedikçe yanlış ortadan kalkmaz.»
1— «De ki: Hak geldi, bâtıl yok oldu; çünkü
gerçekten bâtıl yok olmaya mahkûmdur.» [53]
2— «Suçlu günahkârlar hoşlanmasa bile
hakkı hak olarak ortaya koymayı,
bâtılı boşa çıkarıp hükümsüz kılmayı (Allah) murat ediyordu.» [54]
3— «Hayır, biz hakkı bâtılın üzerine fırlatırız
da onun beynini parçalar; bir de bakarsın ki bâtıl yok oluvermiştir.» [55]
4— «De ki: Hak geldi; bâtıl ise ne (bir şey)
başlatıp meydana getirebilir, ne de (onu) geri çevirebilir.» [56]
Ancak hak nasıl gelir?
Bunun yolu, yöntemi, metodu nedir? İşte önemli olan bu inceliği bilmek ve ona
göre bir programla işe başlamaya azmetmektir. Tabii hepsinden önce sağlam bir
imân söz konusudur. Çünkü imân, akıl, düşünce ve ilim yoluyla kalbe yerleşince,
bir anda orayı dolduruverir ve o takdirde inkâr, şüphe ve ümitsizliğe yer
kalmaz olur. Aynı zamanda kişi bu düzeye gelince, inandığı kutsal dava uğruna
feda etmiyeceği bir şey kalmaz. İşte sihirbazların da durumu böyle oldu. Yıllar
yılı bâtılı sergileyip büyük takdir ve tebrik toplarken, hakkın ortaya
çıkmasıyla bir anda övünüp avundukları bâtıl yok oluverdi, Hakikat güneşi
bütün parlaklığıyla onların kalbinde doğunca, her şey o güneşin karşısında
sönük ve önemsiz kaldı. Fir'avn onları ölümle tehdit edince, verdikleri cevap
her aklı eren için mükemmel bir misaldir. Mutlak bir ölümle burun buruna
geldikleri halde Fir'avn'a şu seslenişleri tarihte çok önemii bir olaydır:
«Seni, bize gelen
bunca açık belge ve mu'cizelere ve bizi yoktan var kılıp meydana getirene
elbette tercih etmeyeceğiz. Artık neye hükmede-ceksen hükmet. Senin ancak dünya
hayatına hükmün geçer....» [57]
Duygu düşünceyle, bu
ikisi akılia ve bunların hepsi Allah'ın gönüllere aksettireceği hidâyet nuruyla
birleşince, kâmil anlamaa imân ve irfan başlar. Bunun anlamı şudur: Kişi
duygularını yönlendirmek için onu düşünce süzgecinden geçirerek hakka çevirir
ve aklına malzeme verip onu duygu ve düşüncesine rehber kılar, bilgisini de ona
yardımcı olarak verirse, kendisiyle Allah arasındaki hidâyet sınırına gelmiş
olur. Artık Cenâb-ı Hak dilerse onun gönlüne hidâyet nurundan bir kıvılcım
atar, dilerse atmaz. Ne var ki, sünnetullah gereği, bu sınıra kendini
getirmesini becerip başaranlara hidâyet nurunun kapıları açılır. Gerisi
Allah'ın meşietine kalmış bir konudur..
İşte sihirbazlar da o
muhteşem olay karşısında hislerinden sıyrılıp kendilerini hidâyet sınırına
getirdiler. İlâhî sünnet meşietiyle birisşip onların ellerinden tuttu, hidâyet
ışığını kalplerine çevirdi. O andan itibaren onların içinde ne inkâr fırtınası,
ne bâtılın pis havası, ne de şüphenin esintisi kaldı. Bir anda kalpleri Allah
ve hak din sevgisiyle dolup taştı. Çok güzel bir arınma dönemi başladı. İçten
dışa vuran letafet, benliklerini sardı. [58]
Belirttiğimiz ölçüde
imân ruhu sarıp hücrelere sızınca; kalbi doldurup bâtıl ve şüpheleri yok
edince, dünya hayatından gerçek amacın ne olduğu bütün açıklığıyla ortaya
çıkar. Çıkınca da, dünya gözlerde küçülmeğe başlar, gönülleri istilâ eden
şatafat balon gibi söner. Bu düzeye erişen mü'min kesin olarak bilir ve inanır
ki, Allah en hayırlı ve en baki olandır. Ondan başka her şey fânidir. O'na suçlu
günahkâr olarak gitmek, alçaklık ve rlis-vaylıktır. Hele küfür ve azgınlıkla
gitmek, silinmeyen yüz karasidır.
-:-
Çünkü inkâr, yani
küfür hakkı gizlemek, onu karanlığa boğrWktır. İmân hakkı ve hakikati ortaya
çıkarmak, aydınlığa eriştirmektir.
Âhiret yurdu, kalp ve
kafalardaki karanlık ve aydınlığa göre, insana tahsis edilir. Şüphesiz ki
Cehennem karanlığı umutsuzluğun; Cennet aydınlığı mutlak mutluluğun değişmeyen
rengi ve ölçüsüdür.
İnsan şu geçici
hayatta kalbini, vicdanını ve ruhunu arındırdığı oranda kıyamet gününde
mükâfata lâyık olur, hak kazanır. Çünkü Allah ancak arınan kullarını sever ve
geniş rahmet ve gufranı onlardan yanadır.
75, .76. âyetlerle
ilâhî sevginin yöneldiği mü'minlerin varacakları yüksek dereceler tasvîr
edilirken şöyle buyuruluyor: «Kim de Rabbına mü'min olarak ve iyi-yararli
amellerde bulunarak gelirse, işte onlar için en yüksek dereceler vardır.
Altlarından ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Orada ebedî kalıcılardır. İşte
bu, arınıp temizlenenlerin mükâfatıdır.» [59]
Yukarıda geçen
âyetlerle; bâtılın, hakkın ortaya çıkmasıyla yok olduğuna dair çok açık bir
misal verildi. Hakkı anlamakta gecikmeyen sihirbazların ölüm pahasına da olsa,
hakka teslimiyeti dile getirmekten çekinmedikleri en ibretli yanlarıyla
anlatıldı. Sonra da imân temeli üzerinde iyi-yararlı amellerde bulunmak
suretiyle arınan mü'minler için âhirette hazırlanan yüksek derecelere
dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
hakkın bütün aydınlığıyla ortaya çıkmasına rağmen Fir'avn'ın küfür ve
tuğyanını artırdığı konu ediliyor ve o yüzden ilâhî emir üzerine Musa
Peygamber'in İsrail oğullan'nı alıp Mısır'ı terkettiği, ancak Fir'avn'ın
ordusuyla onları takibe koyulduğu konu edilerek olayın ibretli safhası
açıklanıyor. Hakkı gördükten sonra tevbe edip dönüş yapanlara ilâhî müjde
verilerek rahmet ve gufran kapısının her zaman açık tutulduğuna işaret
ediliyor. [60]
77— Şanıma and olsun ki, Musa'ya, kullarımı
geceleyin yürüt de denizde onlara kuru bir yol aç; (Fir'avn'.n size) yetişmesinden
korkma, (boğulacağız diye) endişe etme, diye vahyettik. \
78— Derken Fir'avn askerleriyle birlikte onları
tâkib etti. Deniz de onları nasıl kaplayıp içine aldıysa öylece kaplayıp aldı.
79— Fir'avn, kavmini (doğru yoldan) saptırdı ve
onlara (bir türlü) doa-ru yolu göstermedi.
80— Ey İsrail oğulları! sizi cidden düşmanınızdan
kurtardık; Tûr'un sağ tarafında size va'de verdik ve üzerinize kudret
helvasıyla bıldırcın kuşu indirdik.
81— Size rızık olarak verdiklerimizin
temizlerinden yeyin; bunda azgınhk ve taşkınlık etmeyin, sonra gazabım size
gerekli olur. Kimin üzerine gazabım gerekli olursa, şüphesiz ki o uçuruma
yuvarlanıp düşer.
82— Şüphesiz
ki ben tevbe edip inanan ve iyi-yararlı amelde bulunduktan sonra doğru yolu
bulanı çok bağışlayanım.
İbn Abbas (R.A.)
anlatıyor:
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz Medine'ye hicret ettiğinde, Yahudilerin Aşûrâ, yani Muharrem'in
onuncu günü oruç tuttuklarını gördü. Bunun sebebini onlardan sorunca, şu cevabı
aldı: «Bugün Allah'ın Musa Peygamber'! Fir'avn'a karşı zafere eriştirdiği
gündür..» Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz: «Biz Musa'ya daha yakınız
ve (dostluğuna) daha lâyıkız. Siz de ey Müslümanlar, o gün oruç tutun»
buyurdu.» [61]
Açıklama :
Resûlüllah (A.S.)
sonraları bu hadislerini tasrîh ederek, Muharremin 9, 10, 11. günlerinde veya
9, 10 ya da 10, 11. günlerinde oruç tutmayı tavsiye etmiş ve yalnız
Muharrem'in onuncu günü oruç tutmayı mekruh kılmıştır. [62]
Hicret olayı, bazı
peygamberlerin hayatında önemli bir dönem başlangıcı olarak görülmektedir.
Ancak hicret ne zaman mubah, ya da gerekli olur? Şüphesiz bunun birtakım
şartları vardır; onlar gerçekleşince hicret vacip olur. Şöyle ki:
a) İrşat ve tebliğin kusursuz yerine
getirilmesinin iyice zorlaşması,
b) İnkarcı sapıkların saldırılarının her geçen
gün artması; din ve vicdan hürriyetinin ortadan kaldırılması,
c) Allah'a dosdoğru imân edenlerin bu yüzden
zulüm ve işkenceye uğratılması ve yardımsız kalması.
d) Aynı zamanda mü'minlerin ekonomik abluka
altına alınması, bir çok haklarına e[ uzatılıp İkinci sınıf vatandaş
muamelesine tabi tutulmaları,
e) Mal, can
ve namus emniyetinin kalmaması sözü edilen şartların başta gelenleridir,
Bunlarla beraber, peygamberlerin hicret edebilmeleri için ilâhî iznin inmesi
gerekir.
O bakımdan gerek Musa
Peygamber'in (A.S.) İsrail oğulları ile Mısır'ı terkedip hicret etmesi, gerekse
Resûlüllah (A.S.) Efendimizin mü'minlerle birlikte Mekke'den Medine'ye hicret
etmesi, belirtilen şartlar ortaya çıkıp gerçekleştikten sonra ilâhî emrin
inmesiyle vuku bulmuştur. [63]
Mısır'ı gecenin
karanlığında terkeden Musa Peygamber (A.S.), İsrail oğullan'yla birlikte
Kızıldeniz'in kenarına geldiler. Onları denizin öbür kıyısına taşıyacak ne bir
gemi, ne de bir tekne veya mavna bulunuyordu, Allah'tan başka yardımcıları da
yoktu. Zulüm ve esaretten kaçıp bir olan Allah'ın kendilerine vereceği hürriyet
ve emniyet ülkesine doğru göç etmişlerdi. Mevcut imkânlarını bütünüyle ortaya
koymuşlardı. Ama bu imkânlar önlerinde engel olarak duran denizi aşmaya yeterli
değildi. Ne var ki, Musa (A.S.) sünnetullaha uymuş ve belli sınıra gelip dayanmıştı.
Bu durumda Allah'ın kudretinin onlardan yaru tecelli etmesinin vakti, saati
gelmiş bulunuyordu.
İlâhî kudret ve
inayetin sırrına mazhar kılınan Asâ, denize vurulacak, . o sayede deniz açılıp
yol verecekti. Zira Musa Peygamber'in sağ eli de aynı sırra mazhar bulunuyordu.
O bakımdan ilâhi emir inince Musa Peygamber Asâ'yı sağ eline aldı ve denize
vurdu. Bir anda mu'cize doğdu, Kızıldeniz ayrılıverdi. Geniş bir yol meydana
geldi, Musa (A.S.) İsrail oğullarıyla birlikte kale duvarların! andıran su şeddinin
arasından yürümeye başladılar. Onları takibe koyulan Fir'avn ve ordusu da
arkadan gelip denizin açılmış bulunan yolunu gördüler. Büyük bir şaşkınlık
içinde denizin kimler için, ne sebep ve hikmetle açıldığını düşünmeden
yürüdüler. Zira kaza gelince gözler kör olur; ecel gelince akıl ve mantık
çalışmaz olur. Tam denizin ortasına gelince su setleri yıkılmaya başladı,
derken Allah ve din düşmanları ilâhi azabın amansız dalgalan arasında can
verdiler.
Bu olayı med-cezir
(gel-git) olayıyla yorumlayanlar olmuşsa da, dinî ve ilmî hiçbir değer ve
anlamı yoktur. Zira mu'cize; tabii kanunlarla izah edilemez. Aksi halde mu'cize
olma vasfını ve özelliğini kaybeder.
Bu olay, Mekke'den
ayrılmayı düşünen ve ilâhî emri bekleyen mü'minlere kapalı şekilde müjde anlamını
taşıyordu. Yakında küfür diyarından ayrılmalarının mukadder olduğu iihâm
edilerek acele etmemeleri isteniliyordu.
Tevrat'ta bu tarihî
olay şöyle anlatılmaktadır:
«Musa deniz üzerine
elini uzattı ve Rab bütün gece kuvvetli şark yeli ile denizi geri çevirdi ve
denizi kara etti ve sular yarıldı. Ve İsrail oğullan kuru yerden denizin
ortasına girdiler ve sular sağlarında ve sollarında onlara duvar oldular. Ve
Mısırh'lar kovaladılar ve Fir'avn'un bütün atları ve eenk arabaları ve atlıları
arkalarından denizin ortasına girdiler. Ve sabah nöbetinde vaki oldu ki, Rab
ateş ve bulut direğinden Mısır'lıların ordusuna baktı ve Mısırlı'ların ordusunu
bozdu. Ve arabalarının tekerleklerini çıkardı ve onları güçiükle sürdüler ve
Mısırlılar dediler: İsrâilin önünden kaçalım, çünkü Rab onlar için Mısırlı'lara
karşı cenk ediyor.
Ve Rab Musa'ya dedi:
Elini deniz üzerine uzat, ta ki sular Mısırh'lar üzerine, cenk arabaları
üzerine ve atlıları üzerine dönsünler. Ve Musa elini deniz üzerine uzattı ve
sabaha karşı deniz kendi akınına döndü ve onun karşısında Mısırlılar kaçtılar
ve Rab Mısırlı'ları denizin ortasına silkip attı. Ve sular dönüp cenk
arabalarını ve atlıları; onların arkasından denize girmiş olan bütün
Fir'avn'un ordusunu örttü, onlardan bir nefer bile kalmadı. Fakat İsrail
oğulları denizin ortasında kuru yerden yürüdüler ve sular onlar için
sağlarında ve sollarında duvar oldu. Ve Rab o günde İsraili Mısırlı'ların
elinden kurtardı ve İsrail Mısırlı'ları deniz kenarında ölü olarak gördü. Ve
İsrail Rabbın Mısırh'lar üzerinde yapmış olduğu büyük işini gördü ve kavm
Rabden korktu ve Rabbe ve kulu Musa'ya inandılar.» [64]
Tevrat'ın bu böiümüne
de insan sözü karıştığından konu aslından biraz saptırılmıştır. Kur'ân-ı
Kerîm'deki ilgili âyetlerle Tevrat'ın bu kısmı da tashih edilmekte ve olayın
gerçek yanı açıklanmaktadır. [65]
Sıkıntıdan sonra
genişlik, esaretten sonra hürriyet, işkenceden sonra refah ve huzur eğer
hazmedilmez ve kıymeti bilinmez, şükrü edâ edilmezse, insanı nankörlük ve
azgınlığa itebilir. Herkes nimetin külfetten sonra geldiğini; ona nankörlük
edildiği takdirde nimetin yerini tekrar dert ve felâketin, sıkıntı ve
üzüntünün alacağını düşünemez. Zillet ve meskenet kapıyı çalınca iş işten
geçmiş olur.
İşte Cenâb-ı Hak,
İsrail oğulları'na bu gerçeği hatırlatmakta, felâket gelmeden erişilen
nimetlerin kıymetinin bilinmesini tavsiye etmektedir. Onlara bu konuda yapılan
uyarı üç madde halinde şöyle açıklanmıştır:
1— Düşmanın
kahrından kurtarılmaları,
2— Tûr'un
sağ yanında, yani o cihette yer alıp kendilerine va'dedile-nin verileceği,
3—
Üzerlerine çölde kudret helvası ve bıldırcın kuşlarının indirilmesi..
Ne yazık ki, İsrail
oğulları bu nimetleri bir süre sonra unutup temiz rı-zıkları bırakarak faiz
yemeğe, insan haklarına el uzatmaya, Tevrat'ın bazı hükümlerini değiştirmeye,
âhiretle ilgili hükümleri Tevrat'tan çıkarmaya, altından buzağı yaptırarak
Allah'ı maddeleştirmeye başladılar. Denge bozuldu, sözler unutuldu, geçmiş
günler birer masal oldu; derken sünnetul-lah bir defa daha hükmünü yürüttü;
ilâhî gazap indi, Babil esareti başgös-terdi. [66]
Yukarıdaki âyetlerle,
bütün irşat, uyarı ve çağrılara; göstc len mu'ci-ze ve âyetlere rağmen inkâr ve
zulümde ısrar eden Fir'avn'ın u._ atıldığı feci âkibet, ibretli yanlarıyla
açıklandı. Dönüş yapıp imân temeli üzerinde salih amellerde bulunanlara
verilecek mükâfatlara dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
İsrail oğulları önemli sayılan tehlikeleri geride bırakıp selâmete erdikten
sonra, Musa Peygamber'in Tevrat'ı telâkki etmek üzere Tur dağında belirlenen
yere ayrılıp gitmesi ve 40 gün onlardan ayrı kalmasıyla otoritenin sarsıldığı
belirtiliyor. Bu süre içinde İsrail oğullan'nm maddî bir ilâha tapma
arzularının doğduğu ve Samirî'nin altından yaptığı buzağıyı ilâh edindikleri
konu ediliyor. Böylece insanoğlunun ve özellikle Yahudilerin ne kadar nankör
olduklarına işaretle mü'minier bu konuda uyarılıyor. [67]
83— «Ey Musa! seni kavminden önce acele ettirip
getiren nedir?»
84— Musa dedi ki: «Onlar, işte onlar izim
üzerinde geliyorlar. Rab-bim! sana (gelmekte) acele ettim, razı olasın diye.»
85— Rabbı ona : «doğrusu biz senden sonra kavmini
imtihan ettik; Sâmirî onları saptırdı.»
86— Bunun üzerine Musa, öfkeli ve üzgün olarak
kavmine döndü de, «ey kavmim, dedi. Rabbınız size güzel bir va'dde bulunmadı
mı? Yoksa ayrılışım, va'dedilen süreden size uzun mu geldi? Yoksa Rabbınızın
gazabının size gerekli olmasını mı arzu ettiniz de bana verdiğiniz sözden caydınız?»
87— Onlar dediler ki ; «Sana verdiğimiz sözden
kendiliğimizden caymadik; ama o kavmin zînetinden ağırlıklar yüklenmiştik,
onları (ateşe) attık, Sâmirî de bizim gibi (taşıdığını) ateşe attı.»
88— Derken Sâmirî onlara böğüren bir buzağı
heykeli (döküp) çıkardı. Sâmirî ve arkadaşfarı, «işte bu sizin de tanrınızdır,
Musa'nın da tanrı-sıdır, ne var ki o bunu unuttu» dediler.
89— Onlar görüp bilmiyorlar mıydı ki, o (buzağı)
kendilerine hiçbir söz ile cevap vermiyor ve onlar için ne bir zarar, ne de bir
yarara sahip olamıyordu.
90— And olsun ki Harun da onlara daha önce, «ey
kavmim, demişti, siz ancak bu buzağıyla çetin bir imtihana tabi
tutulmuşsunuzdur. Şüphesiz ki Rabbınız Rahmân'dır. Artık bana uyun ve emrime
itaat edin.»
91— Onlar, «Musa bize dönünceye kadar buna,
üstüne kapanırcasına ibâdet edeceğiz» demişlerdi.
92-93— Musa:
«Ey Harun! dedi, onların sapıttığını gördüğün zaman bana uymandan (yolumu takip
etmekten) seni alıkoyan neydi? Yoksa emrime karşı mt geldin?»
94— Harun ona: «Ey anamın oğlu! sakalımı ve
başımı tutup (çekme); çünkü senin bana, İsrail oğulları'nın arasını açtın,
onları böldün, sözüme dikkat etmedin, diyeceğinden korktum» dedi.
95— Musa: «Ey Sâmirî! ya senin derdin ve amacın
neydi?» diye sordu.
96— Sâmirî: «onların görmediği şeyi gördüm; o
(Tanrı) elçisinin izinden bir avuç (toprak) alıp onu (potanın içine) attım;
işte böylece nefsim bunu bana hoş gösterdi» dedi.
97— Musa ona dedi ki: «defol git; artık hayatta
senin ölçü ve anlayışın «benimle hiç temasta bulunmayın!» demen olacak ve
senin için asiâ kurtulamıyacağın bir ceza va'desi daha var. Üstüne kapanıp
durduğun tanrına bak! Onu önce yakacağız, sonra da kül-kütük halinde mutlaka
denize atacağız.»
98— Sizin ilâhınız kendisinden başka (hak) hiçbir
ilâh olmayan Allah'tır. O, ilmiyle her şeyi kapsayıp kuşatmıştır.
<Ev Musa! seni
kavminden önce acele ettirip getiren nedir?»
Sonunda Hz. Musa
(A.S.) va'dedilen topraklara geldi. Köklü ve imanlı bir millet olmanın hayat
temelini oluşturmak gerekiyordu. Bunun için din ve dünya işlerini düzene koyup
disipline edecek geniş bir yasaya ihtiyaç vardı. A'raf sûresi 143-145.
âyetlerde ve tefsirinde açıklandığı gibi, Cenâb-ı Hak, Musa'ya (A.S.) -ileride
lüzumsuz ve can sıkıcı bir itiraz ve iftiraya yer vermemek için- kavminden
yetmiş kişi seçerek Tûr dağına, belli kesime gelmesini ve orada indireceği
Tevrat'ı almasını emretti. Musa (A.S.) aynı şeyi yaptı. Ne var ki, sevincinden
sabırsızlandı, bir an önce ilâhî tecelliye mazhar olma; ilâhî kelâmın kutsal
havasına erişme duygusuyla o yetmiş kişiye: «Siz arkamdan beni takip edin, ben
hemen va'dedilen yere gitmeliyim» diyerek çok acele Tûr dağında belirlenen
yere çıktı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak ona : «Ey Musa! seni kavminden önce acele
ettirip getiren nedir?» diye sordu. Musa (A.S.) şu cevabı verdi: «Onlar, işte
onlar izim üzerinde geliyorlar. Rabbım! sana (gelmekte) acele ettim, razı
olasın diye..»
Böylece -yine A'raf
sûresi ilgili âyetlerin tefsîrinde açıklandığı gibi-k;rk gün bîr beklemeden
sonra Tevrat levhalar halinde indi veya inen Tevrat hükümleri önceden
hazırlanan levhalara yazıldı. Yine A'raf sûresi 150. âyette belirtildiği gibi,
Musa Peygamber levhaları alıp belli kesimde yakın bir mesafede beklemekte olan
yetmiş kişiyle birlikte döndü.
Ancak Cenâb-ı Hak,
aradan geçen kırk gün içinde kavminin çetin bir sınavdan geçirildiğini Musa'ya
(A.S.) hatırlatarak, Samiri'nin onları saptırdığını, altından buzağı yapıp
putperestliğe özendirdiğini haber verdi.
Levhalar yazılı halde
mi indirilmişti?
Levhaların yazılı
halde mi indirildiği, hazırlanan levhalar üzerine Allah tarafından mı
yazıldığı, yoksa Musa (A.S.) tarafından inen vahye göre mi yazılıp hazırlandığı
hakkında Kur'ân'da kesin bir açıklama yoktur. Tevrat'ta ise bu konuya şu
cümlelerle yer verilmiştir:
«Ve Musa döndü ve
şehadetin iki levhası elinde olarak dağdan indi. Levhaların iki tarafı yazılı
idi; bir yüzü ve öbür yüzü yazılı idi. Ve levhalar Allah'ın işi idiler ve
levhalar üzerine oyulmuş yazı, Allah'ın yazısı idi.» [68]
«Ve vaki oldu ki, Musa
ordugâha yaklaşınca buzağıyı ve oyunlarını gördü. Ve Musa'nın öfkesi alevlendi
ve elinden levhaları attı ve dağın eteğinde onları kırdı. Ve yaptıkları
buzağıyı attı ve ateşte yaktı ve toz oluncaya kadar ezdi ve suyun yüzüne saçıp
İsrail oğulları'na içirdi.» [69]
«Ve Musa, Harun'a
dedi: Bu kavm sana ne yaptı ki onun üzerine büyük suç getirdin? Ve Harun dedi:
Efendimin öfkesi alevlenmesin; kavmi sen bilirsin, o kötülüğe amadedir. Çünkü
bana dediler: Bizim için önümüzden gidecek ilâh yap.» [70]
Birinci paragrafta
«Levhalar Allah'ın işi idi» cümlesinden, onların Allah tarafından hazırlanıp
yazılı bir halde indirildiği anlaşılıyor. Ancak bu, sünnetullaha pek uygun
görülmüyor. Çünkü peygamberlere indirilen sahife ve kitaplar yazılı bir
vaziyette indirilmemiş; ya suretten surete intikal ettirilerek, ya da meleğin
kalbe ilka etmesiyle gerçekleşmiştir. Musa Pey-gamber'e indirilen kitabın bu
genel kuralın dışında bir istisna teşkil ettiği pek düşünülemez. Musa (A.S.)
tarafından hazırlanan levhalara «kün» emriyle yazıldığı sözkonusu olabilir.
Nitekim 115-123. âyetlerle ilgili hadîsten böyle bir yorum çıkarmak mümkün
görülmektedir.
İkinci paragrafta Musa
Peygamber'in öfkelendiği ve elindeki levhaları attığı, sonra da dağın eteğinde
onları kırdığı belirtilmektedir, Bu da çok yanlış bir anlatım tarzıdır ki,
Allah sözü değildir. Çünkü bir peygamber ne kadar öfkelense bile, Allah
kelâmını tutup yere fırlatmaz ve kırıp parçalamaz. Kur'ân'da Musa'nın bu
hareketi çok nezih bir anlatımla belirtilmekte, «ilka» kökünden gelen «elka»
fiili kullanılmaktadır ki bu «yere bırakmak, bir tarafa koymak» anlamına da
gelir. [71]
Ayrıca son paragrafın
son kısımlarında altın buzağıyı Harun Peygamber'in yaptığı belirtiliyor ki, bu
da cok yanlıştır. Çünkü Harun peygamberdir. Hiçbir peygamber put yapmaz,
Allah'tan başka ilâh edinip tapın demez. Kur'ân-ı Kerîm, Tevrat'ta meydana
gelen bu yanlışı da düzeltir ve altından yapılan buzağının Samirî adında bir
yahudî tarafından imal edildiğini, Harun Peygamber'in ona engel olmaya
çalıştığını, ancak muvaffak olamadığını açıklar. [72]
«Derken Samirî onlara
böğüren bir buzağı heykeli (döküp) çıkardı. Samirî ve arkadaşları: «İşte bu
sizin de tanrınızdır, Musa'nın da tanrısıdır, ne var ki o bunu unuttu»
dediler.»
Kur'ân'ın bu
tabirinden, Musa Peygamber'in yaşadığı çağda sihirbazlık nasıl ilerlemiş,
geniş ilgi ve takdir toplamışsa; kuyumculuk ve heykelciliğin; süs eşyası imal
etmenin de gelişmiş ve ilgi toplamış olduğu anlaşılıyor. Aynı zamanda imal
edilen buzağının rüzgâra karşı konulunca böğürür gibi ses çıkarması da bu
konuda sanatın hayli gelişmiş olduğunu gösteriyor,
Tevrat'ta da buzağıdan
çok geniş şekilde bahsedilir, ancak böğürür bir özellik taşıdığı açıklanmaz.
Kur'ân, altın buzağının dilsiz, akılsız bir cisim olduğuna, başka bir özellik
taşımadığına da bilhassa dikkatleri çeker. [73]
Yahudiler genellikle
paraya ve dünya saltanatına cok önem veren ve onu tek amaç seçen bir millettir.
O yüzden Tevrat'ta geçen âhiretle ilgili bütün sözler ve kavramları
çıkarmışlardır. Tûr dağında Tevrat'ı telakki için kırk gün bekleyen Musa
Peygamber'in ayrılışından yararlanarak tapınmak, ilâh edinmek için altından
buzağı imal ettirmeleri, onların tanrı anlayışını simgeler. ;Millî tanrılarını
maddeleştirmek, akıldan, sağduyudan çok hisse ve dünyalıktan yana aşırı eğilime
dayanır. Öyle ki, onlar tanrıyı gözleriyle görmek, elleriyle dokunmak hayaliyle
düşünüyorlardı. Uzun bir süre Musa Peygamber aradan çekilince, onlar bu
hayallerini gerçekleştirmişlerdir. [74]
Rivayete göre, İsrail
oğullarının Kızıldeniz'i geçmelerini ve Fir'avn ile ordusunun boğulmasını
sağlamak için Melek Cebrail insan suretine girip bir ata binerek yeryüzüne
inmişti. Musa Peygamber'in o atlı ile görüşmesini ve ona saygı göstermesini
Samirî görmüş ve anlamıştı. Bu sebeple Cebrail'in atının bastığı topraktan bir
avuç alıp yanında taşımış ve korumuştu. Altınları potada eritip
şekillendirirken bu toprağı ona katmıştı.
Nitekim Musa
Peygamber'in (A.S.) ona «Ey Samirî! ya senin derdin ve amacın neydi?» diye
sorması, onun da: «Onların görmediği şeyi gördüm; o (Tanrt) elçisinin izinden
bir avuç (toprak) alıp onu (potanın içine) attım. İşte böylece nefsim bunu bana
hoş gösterdi» demesi, bu rivayeti kuvvetlendirmektedir. [75]
Bu isim üzerinde hayli
duranlar olmuştur. Müfessirlerimiz birtakım rivayetler ve yorumlar
getirmişlerdir. Onları şöyle özetleyebiliriz :
a) İbn Abbas'a göre : Samirî, aslen Hindistanlı
olup İneğe tapan bir kavimdendir. Mısır'a gelip İsrail oğullan'nın dinine
zahiren girmişse de kalbinde ineğe tapma duygusu bulunuyordu. [76]
b) Mısır'ın yerlisi sayılan Kıbt'îan olduğu
söylenir. [77]
c) İsrail oğullan'nın ileri gelenlerinden biri
idi. Şam dolaylarında yaşadıkları söylenen Samire veya Samere kabilesindendir.
Nitekim ismin sonundaki nisbet (ya)sı, onun böyle bir kabileye mensup olduğunu
gösterir. [78]
d} Tabiînden
Saîd b. Cübeyr'e göre : Samirî aslen Kirman halkından-dır. [79] Bilindiği
gibi. Kirman, Destilût'un güneyinde, yüksek bir vadide bir şehir olup, İran'ın
güneydoğusunda büyük bir ticaret merkezi durumunda-
dır.
Batılı bazı
tarihçiler, Kur'ân'da geçen Samirî ismi üzerinde durup, bunun doğru olmadığını,
çünkü İsrail oğülları'nın bu olaydan çok sonra kurdukları Samiriye şehrine
mensup bir anlam ifade ettiğini belirtirler. Oysa bu iddianın sağlam hiçbir
dayanağı yoktur. Samirî doğrudan bir isim de olabilir, Samiriye veya Samire
veya Samere şenrine mensup bir kimse de olabilir. Tarihte kimbilir bu isimde
nice kimseler gelip geçmiştir. Diğer bir ihtimal ise, adı geçen sanatkârın,
M.Ö. 4000 yıllarında Mezopotamya'da, bugünkü Irak'ın güney kesiminde yaşamış
olan Sümerlere de mensup bir kişi olabilmesidir.
Bilindiği gibi
Kur'ân-ı Kerîm genellikle tarih ve yer üzerinde durmaz, olayın ibretli
safhalarını, öğüt_ alınacak bölümlerini anlatmakla yetinir. [80]
Musa Peygamber, ruhen
putperest olan ve aynı zamanda bozgunculuk yapan bu sanatkâr adamın her zaman
tehlikeli olabileceğini düşünerek onu toplumdan koparıp yalnız başına
bırakmayı uygun buldu ve ona toplumdan devamlı kaçan bir duygu verilmesi için
Allah'a duâ etti. Rivayete göre, Musa Peygamber'in (A.S.) duası kabul olunmuş
ve Samirî bir ruh hastası olup toplumdan devamlı tiksinip kaçmıştır. Kur'ân-ı
Kerîm'de ilgili 97. âyetle bu konu şöyle açıklanıyor: «Defol git; artık hayatta
senin ölçü ve anlayışın, «benimle hiç temasta bulunmayın» demen olacak ve
senin için asla kurtulamıyacağin bir ceza va'desi daha var..»
Sonra Musa Peygamber,
onun imal ettiği altın buzağıda hiçbir kutsallık ve kudret bulunmadığını;
Sâmirî'nin, Allah Resûl'ünü (Cebrail veya Musa) görüp onun ayağının veya
atının ayağının izinden kutsallaşan toprağı alıp buzağının hamuruna
karıştırdığı iddiasının uydurma ve aldatmaya yönelik olduğunu isbat için de
onu ateşe atıp yaktı ve kül-kütük haline sokarak denize fırlattı. Böylece
altın buzağıyı ilâh sananlara en güzel öğüt ve ibret verilmiş oldu.
Arkasından Musa,
İsrail oğuları'na dönerek Tevhîd İnancı'nı bir daha ilân ederek şöyle seslendi:
«Sizin ilâhınız, kendisinden başka (hak olarak) hiç bir ilâh olmayan Allah'tır.
O, ilmiyle her şeyi kapsayıp kuşatmıştır.» [81]
1— Musa Peygamber'in (A.S.) kavmiyle birlikte,
din ve vicdan hürriyetine yer verilmeyen; Allah'a imân edenlere, bu yüzden
işkence edilen Mısır'dan hicret ettiği gibi, Mekke'de aynı durumda olan Hz.
Muhammed (A.S.) ile arkadaşlarının da yakında Medine'ye hicret edeceklerine
işaret edilmektedir.
2— Allah yolunda, din ve vicdan uğrunda hicret
edenlere, Allah mutlaka yardımcıdır. Onları hicrete mecbur edenlerin ise
zevali elbette yakındır.
3— Allah'ı ve kutsal değerleri inkâr edip bunu
zulüm ve azgınlıkla birleştiren bir kavim veya milletin zevali pek yakındır.
Fir'avn'ın feci âki-beti bunun ibretli misallerinden biridir.
Zalim hükümdara
uyanların, onun inkâr ve tuğyanına alet olanların er-geç onun ateşinde yanmaya
mahkûm olacakları kesindir.
5— Sıkıntılı günleri geride bırakıp huzurlu,
güvenli günlere ulaşınca, Allah'ı unutmamak, O'na devamlı hamd-u senada
bulunmak; şükretmek vaciptir. Aksi halde tarih tekerrür eder, yine sıkıntılı ve
üzüntülü günler dönebilir.
6— Refah ve bolluğun verdiği rehavet hic kimseyi
şımartmamahdır. Her şey insan için bir sınavdır. Sıkıntılı günlerde Allah'a
yöneldiğimiz gibi, bolluk ve refah günlerinde de yönelmemiz, O'nu hep
hatırlayıp kulluk görevimizi yerine getirmemiz şarttır.
7— Allah'ı bırakıp putlara, fanilere kul olmak,
zillet ve meskenetin; aşağılık ve şerefsizliğin en kötüsüdür. Putperestlik
hiçbir millete rahmet ve ebedilik kapısını açmamıştır. Sonları mutlaka hüsran
olmuştur.
8— Başka milletlerin kültürüne, inancına özenip
kendi öz değerlerini bir tarafa itmek; Allah'ı bırakıp yabancıların bâtıl
inancına heveslenmek, yıkılıp yok olmanın ilk belirtisidir.
9— Allah'a kul olmak, yalnız O'na ibâdet etmek
şereflerin en üstünüdür. [82]
Yukarıdaki âyetlerle,
İsrail oğullan'nın dönek ve kararsız tutumları konu edildi. Uzun süre Mısır'da
kalıp ora halkının ineğe tapmalarının tesiri altında kaldıkları ve bu duyguyu
tamamıyla içlerinden söküp atamadıkları üzerinde duruldu. Musa Peygamber'in
kararlı tutumuyla İsrail oğullan'nın putperestliğin eşiğinden döndürüldüğüne
atıflar yapıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
mü'minler için ibretli ve öğütlü kıssalar nakledildiği belirtiliyor. Sonra da
Kur'ân'ın indirildiğine dikkatler çekilerek ondan yüz çevirmenin taşınması zor
bir günah ve vebal doğuracağı açıklanıyor. Arkasından kıyamet gününün ibretli
ve düşündürücü safhalarından birkaçına yer verilerek dünya hayatını ona göre
değerlendirmemiz isteniliyor. [83]
99— İşte
böyfece geçmişin önemli haberlerinden bir .kısmını sana anlatıyoruz. Katımızdan
sana da bir zikir (Kur'ân) verdik.
100— Kim bundan yüzçevirirse, şüphesiz ki o
Kıyamet günü ağır bir günah yüklenecek.
101— O günah taşıma (azabı) içinde devamlı
kalacaklar. Bu da Kıyamet günü onlar için ne kötü bir yüktür!
102— O gün
S û r 'a üfrülecek, o gün suçlu
günahkârları, gözleri (korku ve heyecandan) gömgök olarak biraraya
toplayacağız.
103— Kendi aralarında, «ancak on (gün veya geoe)
eyleştiniz» diye fısıldaşacaklar.
104— Aralarında neler konuştuklarını biz daha iyi
biliriz. Onların en mutedil ve gidişçe en akıllıları ise, «sadece bir gün
eyleştiniz» diyecekler.
«Peygamber (A.S.)
Efendimiz'den:
— Sur nedir? diye
sorulunca, şu cevabı verdi:
— İçine üflenen bir
boynuzdur.» [84]
«Sur, büyük bir
boynuzdur. Ondaki da i rem s i genişlik göklerle yer kadardır. İsrafil ona
üfleyecek..» [85]
Açıklama :
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz Kıyâmet'îe İsrafil'in üfleyeceği veya üfü-receği Sur'u tarif ederken,
ümmetinin anlayacağı şekilde bir benzetmede bulunmuştur. Yoksa fizikötesiyle
ilgili bir emrin, bir olayın tarifini yapmak çok zordur. [86]
«'Şte böylece geçmişin
önemli haberlerinden bir kısmını sana anlatıyoruz. Katımızdan sana da bir zikir
(Kur'ân) verdik.»
Kur'ân çok yönlü bir
kitaptır ve bütünüyle ilâhîdir. İnsanın muhtaç bulunduğu dünya ve âhiretle
ilgili bilgilerin bir kısmını ana fikir ölçüsünde, bir kısmını temel bilgi
mahiyetinde, bir kısmını da açıklayıcı özellikte verir. Öğüt ve ibret alınacak
önemli sayılan geçmiş olayları yeri geldikçe can ahaı noktalarıyla perde perde
yansıtır. Bu konuda hem insan elinin bilinçsiz dokunmasıyla değiştirilen
Kitab-ı Mukaddes'i, hem yanlış tesbit ve yorumlarda bulunan tarihçilerin
rivayetlerini düzeltir.
Cenâb-ı Hak bu hususu
belirterek buyuruyor ki: «İşte böylece geçmişin önemli haberlerinden bir
kısmını sana anlatıyoruz.»
Nitekim bugüne kadar
geçmiş olaylarla, kıssalarla ilgili Kur'ân'in verdiği bilgilerin yanlış
olduğunu iddia edip iddiasını sağlam belgelerle isbat eden bir kimse
çıkmamıştır. Bazı Batılı Oryantalistlerin ortaya attıkları görüş ve iddialar,
indî olmaktan öteye geçememiş ve ciddi araştırmalar neticesinde iddiaları
çürütülerek Kur'ân'ın yanlış bir haber nakletmediği kesinlik kazanmıştır. [87]
«Kim bundan yüz
çevirirse, şüphesiz ki kıyamet günü ağır bir günah yüklenecek..»
Kur'ân'dan yüz
çevirmek, ruhun varlığını inkâr, hayat kanunlarını red, Allah'ın en ince
hesaplarla kurmuş olduğu düzeni anlamamak; yüce kudreti ve O'nun mükemmel
plânından gafil olmak demektir. Kısacası, Allah'ın en büyük eseri olan insanın
ne olduğunu, nasıl bir damga taşıdığını idrâk etmemektir.
Oysa insan kafasının
ürünü olan her kitap, insan kadar noksanlık ve ihtiyaç içindedir ve insan gibi
eskimeye, yıpranmaya, unutulmaya, hiç değilse tazeliğini kaybetmeye mahkûmdur.
Allah'ın kudret kaleminden çıkan Kur'ân ise, her yönüyle mükemmeldir,
doyurucudur. Okundukça tazelenir, incelendikçe cilalanır. Zaman aşımıyla
aşınmaz; ilim ilerledikçe onu tasdik eder.
O halde bu ilâhî
kitaptan yüz çevirmek, ilâhî nizamı görmemek, niçin yaratıldığını anlamamak
demektir. Bunun için kıyamet günü öylesinin ağır bir günah ve taşınması zor bir
vebal yüklenmiş olarak kalkması söz konusudur. [88]
Sur'a üfürülecek, o
gün suçlu günahkârları, gözleri (korku ve heyecandan) gömgök olarak biraraya
toplayacağız.»
Sûr'a üfürülüp
insanlar toprak altından kalkıp mahşer alanına sevke-dilince, suçlu
günahkârlar, inanmadıkları kıyamet günüyle karşılaşıp gözleri dönecek, korku
ve dehşetten gömgök olacak. Derin bir dalgınlık ve şaşkınlık içinde gözler
semaya dikilip kalacak. Geçmiş günler, imkânlar, elde edilen fırsatlar
hatırlanacak, hatirlandıkça hayıflanma başlayacak, pişmanlık duyulacak ve
hilkat kanununa ters bir hayat sürdüklerini anlayarak üzüntülerinden kahrolacaklar.
Kıyametin dehşeti,
ilâhî adaletin haşmeti ve sonsuz bir hayatın başlaması karşısında, dünyada, ya
da kabir âleminde sadece on gün kadar ey-leştiklerini sanacaklar. Aklı erenler
ise, «sadece bir gün eyleştiniz,» diyecekler.
Aslında insan ömrü çok
kısadır. İki ağlamak arasında bir tebessümden ibarettir. Mevlâna'nın dediği
gibi : «Tevbesiz ömür, baştanbaşa can çekişmedir.»
Kabir âlemi ise,
ruhanî bir âlemdir; zanian ve mekân kavramları bir bakıma orada söz konusu
değildir. O nedenle kabirdeki eyleşme çok kısa geçecektir.
Dünya hayatı, gece ile
gündüzün birbirini izleyip tekrarlanmasından ibarettir. Her gün aynı filmi veya
bir benzerini seyretmekteyiz. Bütün bunlar sun'î zamanla ilgili bir
düzenlemedir. Âhiret ise, böylesine sun'î bir zaman düzenlemesinin dışında
tutulmuştur. Zira orada gece, uyku, gün, hafta, ay ve yıl; yaşlılık, hastalık
gibi arızî şeyler yoktur. Sonsuz, sınırsız, ölümsüz bir hayat vardır.
Bıkkınlık, usanmak, nefret duymak, sıkılmak gibi haller de yoktur. Çünkü
Allah'ın tecellilerine bir sınır olmadığına göre, Cennet'te insanları
dinlendirecek, ruhlarını şad edecek, zevklerini artıracak, isteklerini hemen
karşılayacak lûtufları da sınırsızdır. [89]
Yukarıdaki âyetlerle,
hayatımızı yönlendirecek birçok kıssaların anlatıldığı bildirildi. Sonra da
bize en sağlam, en doyurucu bilgileri veren Kur'ân'dan yüz çevirmenin büyük
bir günah ve vebal olduğuna dikkatler çekildi. Arkasından âhirette meydana
gelecek birkaç düşündürücü safhaya yer verilerek hayatımızı ilâhî düzene
uydurmamız ilham edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
kıyamet olayında dağların darmadağın olup yerkürenin bir yumurta misali dümdüz
kesileceği konu ediliyor. Kıyamet gününde herkesin gelen sese uymak zorunda
olacağı, ortada fısıltı ve hışıltıdan başka, bir ses duyulmayacağı; ancak
Allah'ın emirlerinin zaman zaman duyulacağı hatırlatılıyor. O gün Allah izin
vermedikçe hiç kimsenin şefaat edemiyeceği, eden olsa bile hiçbir yarar
sağlamayacağı; ancak Allah'ın müsaade ettikleri kimselerin şefaat edebileceği
haber veriliyor. O gün gelmeden imânla birlikte salih amelde bulunmamız tavsiye
edilerek hayatımızı en iyi şekilde değerlendirmemiz isteniliyor. [90]
105-106-107—
(Kıyâmet'in meydana geldiği vakit) dağların (nasıl olacağını) sana soruyorlar.
De ki: Rabbım onları darmadağın edecek, ufalayıp savuracak; yerlerini dümdüz
pürüzsüz boş olarak bırakacak; artık onda ne bir eğrilik, ne de bir tümsektik
göreceksin.
108— O gün çağmaya -hiçbir tarafa sapmadan-
uyarlar. Rahmân'-dan (kudret ve azametinin heybetinden) sesler kısılmıştır;
fısıltı ve hışıltıdan başka bir şey duymazsın.
109— O gün şefaat yarar sağlamaz; meğer ki
Rahmân'm izin verdiği ve sözüne razı olduğu kimse şefaat etmiş olsun.
110— Allah onların önlerindekini de,
arkalarındakini de bilir; onların ilmi ise, O'nu kuşatamaz, kavrayamaz.
111— Artık bütün yüzler, O hep diri olan ve kendi
zatiyle duran ve her şeyi belli kanunla tutan kudrete baş eğmiştir. Zulüm
taşıyanlar ise cidden hüsrana uğramıştır.
112— Mü'min iken iyi-yararh amellerde bulunan
kimse ne haksızlığa uğramaktan, ne de (sevabının) eksilmesinden korkar.
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki :
«Benî Sakîf
kabilesinden bir adam Peygamber (A.S.) Efendimize kıyamette dağların
durumundan, ne olacağından sordu. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi.»
Veya Kureyş
kabilesinden bazı kimselerin böyle bir sorusu üzerine ilgili âyetler inmiştir.
[91]
«Kıyamet gününde
Arş'ın altına gelerek Allah'a secde edip yere kapanırım. Şu anda sayamıyacağım
kadar övgüler bana fethedilir (Rabbımı birçok övgülerle överim). Rabbım beni o
vaziyette dilediği kadar bırakır. Sonra
«Ya Muhammedi başını
kaldır, işitilecek (bir tonla dilediğin) kadar söyle. Şefaatin makbul
tutulacaktır.» denilir. Bana bir sınır çizilir, (şefaat ettiklerim) kimseleri
Cennet'e koyduktan sonra o sınırdan dönerim.» [92]
Kudsî Hadîs Cenâb-ı
Hak buyuruyor: «İzzet ve Celâlim hakkı için bugün zâlimin zulmü beni
aşamıyacaktır.» Yani adaletimi engellemeyecektir. [93]
«Zulümden sakının.
Çünkü zulüm kıyamet gününde birtakım karanlıklardır. Hüsran, bütün hüsran o
kimseye ki, müşrik olduğu halde Allah'a
kavuşur. Zira Allah :
«Şüphesiz ki, şirk, büyük bir zulümdür» buyurmuştur.» [94]
«(Kıyametin meydana
geldiği vakit) dağların (nasıl olacağını) sana soruyorlar. De ki: Rabbım onları
darmadağın edecek, ufalayıp savuracak..»
Mevcut düzen ve
taşıdığı sistemlerin bozulup alt-üst olması, yerkürenin müthiş bir sarsıntı
geçirerek dağların hallaç pamuğu gibi atılıp darmadağın hale gelmesi,
yeryüzünün iniş, yokuş; çukur, tümsek diye bir pürüz kalmayıp dümdüz bir durum
alması, kıyametin meydana gelmesiyle ilgili tablolardan biridir. Nitekim Hac
sûresinde bu olay, müthiş bir deprem olarak vasıflandırılmaktadır. Yerin
altındakiler üstüne çıkar, üstündekiler altına batar da canlı adına bir şey
kalmaz.
Bugünkü düzeni belli
kanunlarla kurup sürdüren Cenâb-ı Hak, günü, saati gelince diğer bir kanununu
harekete geçirip düzeni bozacak, yeni bir düzen meydana getirecektir. Güneş
sistemi çok değişik bir durum alacak, artık gece diye bir kavram kalmayacak,
her şey yeni düzendeki yerini alıp yepyeni, fakat sonsuz bir hayat
başlayacaktır.
Gece ile gündüzü,
dünyanın hem kendi ekseni etrafında, hem de güneşin çevresinde dönmekle
sağlayan Yüce Kudret, ayrı bir plânla bunu değiştirecek ve sonra da Cennet'te
güneş sistemi diye bir şey de olmayacak, ilâhî Cemal'in tecellisiyle daha
huzur verici bir aydınlık hâkim olacaktır.
Yeniden oluşan
bedenler bu ikinci düzenin şartlarıyla uyum sağlayacak bir yapı özelliği
taşıyacak; sindirim sistemi değişik bir biçim alacak; vücut hastalanmadan,
yıpranmadan hep kendini belli bir ölçüye göre yenileyecek, ölümsüz bir hayat
başlayacaktır. [95]
Dünya hayatında
bedenimiz devamlı bir değişiklik arzetmektedir; öyle ki, her gün milyonlarca
hücre ölmekte, yerlerini başka hücreler almaktadır. Şu demektir ki, 60-70
yıllık bir ömür süresince bedenimiz birkaç defa yenilenmekte, bunun farkına
bile varmamaktayız. O halde kıyamet olayıyla yeniden dirilme çürüyen hücrelerle
değil, yeni ve daha değişik hücrelerle oluşacak; Allah'ın «ol!» emriyle vücut
yapısını, diğer bir tabirle hücreleri oluşturacak elementler bir araya gelecek
ve toprak altından filizlenen bitki misali insanlar filizlenip çıkacak; vücut
yapısı tam teşekkül edince, Berzah âleminde beklemekte olan ruhlar kendilerine
ait bedenlere gelip yerleşecekler. Şekil ve biçimde, yani fizyonomide bir
değişiklik olmayacak; dünyada birbirlerini tanıyanlar o âlemde de birbirlerini
rahatlıkla tanıyacaklar.
Diğer bir yoruma göre,
insan ölüp toprağa, karışınca, her ne kadar mevcut hücreleri yok olsa da,
kıyamette Cenâb-ı Hak kendi kudretini izhar edip o yok olan hücreleri yeniden
birarayagetirip bedenleri oluşturacaktır. Allah daha iyisini bilir. [96]
Sur'a üfürülmesi, bir
bakıma görevli meleklerin işbaşı etmesidir. Birinci üfürme ile bütün canlılar
yok olacak; ikinci üfürmeyle ruhlar gelip kendilerine ait bedenlere yerleşecek.
Üçüncü bir üfürme ile dirilenler kalkıp mahşer alanında toplanacak.
Bundan da anlaşılıyor
ki, gelişigüzel hiçbir olay olmayacak, her şey önceden planlandığı gibi
yürütülecek ve görevli melekler o plâna kusursuz şekilde uyup hizmetlerini
sürdürecekler.
Melek Cebrail'in Hz.
Meryem'e üflemesiyte nasıl İsa (A.S.) ana rahminde oluşmuşsa, İsa Peygamber
çamurdan yaptığı kuşa üfleyip onun canlanıp uçmasını sağlamışsa; kıyamet
gününde de İsrafil (A.S.)ın Sur denilen şeye üflemesiyle hayat başlayacak.
Çünkü ilâhî kudreti temsîl eden melekler ve Sur, hayat kaynağıdırlar;
nefhalannın dokunduğu eşyada canlılık başlar, ama bu rastgele değil de,
programlandığı şekilde üflemenin, diğer bir deyimle nefha'nın filizlenen
bedenlere doğru yönelmesi şeklinde olur.
İbrahim Peygamber'in
(A.S.) dört tane kuşu yakalayıp kesmesi ve sonra da onları ufalayıp çevreye
serpmesi; arkasından dilinde tecelli eden ilâhî kudretin nefhasıyla onları
çağırması ve bu nefhayla birlikte dirilmeleri en açık misallerden biridir;
yani âhiretteki dirilme olayına ışık tutan açık bir belgedir. [97]
__ Orada herkes
davetçiye uyar; hiç kimse bir sapma ve itaatsizlikte
bulunmaz. Bütün
dikkatler tek noktada toplanır.
__ Günün önemi ve
bıraktığı tesir ve aynı zamanda Rahman olan Allah'ın kudretiyle, adalet ve
rahmetiyle tecelli etmesinden meydana gelen heybet karşısında sesler iyice
kısılır; sadece bir fısıltı ve hafif bir hışıltı duyulur.
— Herkes kendi derdine düşer, kimse şefaat etme
cesaretini kendinde bulamaz. Allah'ın izin verdikleri müstesna..
— Mağrur başlar, keskin bakışlar, küçümseyici
tavırlar eğilir. O hep diri olan, her şeyi gözetip ayakta tutan yüce kudretin
karşısında boyunlar bükülür; zalim zorbalar alçaldıkça alçalır; azgınlar
küçüldükçe küçülür..
— Gerçek mü'minlerin önünde sâlih amelleri
bir ümit ışıği
olarak durur. Hiç biri haksızlığa uğratılmaz; kimsede böyle bir endişe
duygusu da vücut bulmaz. Amellerin karşılığı noksansız verilir; kimsenin
itirazı olmaz.
Kur'ân bu tabloyu
tasvîr ederken şöyle noktalıyor: «Artık bütün yüzler, O hep diri olan ve kendi
zatıyla duran ve her şeyi belli kanunla tutan kudrete başeğmiştir. Zulüm
taşıyanlar ise, cidden hüsrana uğramıştır.» [98]
Yukarıdaki âyetlerle,
kıyamet olayından önemü bîr safha açıklandı. İkinci hayata kalkışa dikkatler
çekilerek aydınlatıcı bilgiler verildi. Orada mutlak adaletin tecelli edeceği
belirtilerek herkesin kendi ameline ve niyetine göre karşılık göreceğine
işaret edildi. Böylece hayatını berbat eden ahlâksızlar ve doğru yoldan sapan
inkarcılar bir defa daya uyarıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
bütün bu konuları ve başka yönlendirici misalleri tekrar tekrar açıklayıp kalp
ve kafalara en doğruyu işleyen Kur'ân'ın Arapça dili üzerine indirildiği konu
ediliyor. Kur'ân üzerinde insafla duranların kendilerini ilâhî düzene uydurma
ihtiyacı duyacaklarına işaret ediliyor. Sonra da Kur'ân'ı hemen belleyip
hafızasına nakşetmek için, vahiy henüz tamamlanmadan acele eden Peygamber
(A.S.) Efendimiz'e bu hususta acele etmemesi tavsiye ediliyor. Arkasından ilmin
feyizli havasına parmak basılarak «Rabbım, ilmimi artır» şeklinde duâ etmesi
emrediliyor. [99]
113— İşte böylece onu, Arapça Kur'ân olarak
indirdik ve tehditle ilgili bölümleri (ve belgeleri) değişik tekrarlarla
açıkladık; ola ki Allah'tan korkup fenalıklardan sakınırlar veya O, onlara yeni
bir hatırlama ve idrâk uyanıklığı sağlar.
114— Hak olan yegâne hükümdar Allah çok yücedir.
Vahiy sana henüz tamamlanmadan Kur'ân'ı (hemen okuyayım diye) acele etme ve de
ki: Rabbim! ilmimi artır.
«Allahım, bana
öğrettiğinle beni yararlandır. Bana yarar verecek şeyi öğret ve ilmimi artır.
Her hâl-ü kârda Allah'a hamd olsun.» [100]
«İlim tahsil edip
peşinde koşmak her müslümana farzdır.» [101]
«İlim İslâm'ın hayatı,
imânın direğidir. Kim (başkasına) ilim öğretirse, Allah onun mükâfatını
tamamlayıp noksansız verir. Kim de İlim öğrenir ve onunla amel ederse, Allah
ona bilmediklerini de öğretir.» [102]
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki:
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz inen vahyi hemen ezberleyebilmek için kendini sıkar ve dilini hareket
ettirirdi. Cenâb-ı Hak Ona bu hususta acele etmemesini bildirdi.» [103]
'?te böylece onu Arapça Kur'ân olarak indirdik..»
Kur'ân'ın Arapça
indirilmesinin birçok sebepleri vardır. Bunları sırası ve yeri geldikçe ilgili
âyetlerin tefsirinde yeterince açıkladık. Burada ise, hafızalardaki izi
derinleştirmesi bakımından bir özetini vermeyi uygun gördük :
a) Önce Arapça çok zengin bir dildir.
b) Çölün engin havası, insan muhayyilesini
genişletmesi bakımından daha çok kelime üretmeye imkân vermiştir.
c) Şiir ve edebiyatı günün geçerli sanatı kabul
eden Araplar, diyebiliriz ki o çağda edebiyatın doruğuna yükselmiş ve söz
söyleme sanatında çok ileri gitmişlerdi.
d) Edebiyat, tabiat güzelliği bulunmayınca
insan ruhuna yönelmiş, onun çok
çeşitli tezahürleri üzerinde durarak ruhun bütün inceliklerini kelime kalıbına
dökebilecek bir noktaya ulaşmıştı.
e) Az kelimeyle çok mâna ve hüküm ifade etmek
ise, ediplerin, hatiplerin başlıca uğraşısı haline gelmişti. Böylece belagatı
vecizlik doğrultusunda geliştirmeyi başarmışlardı.
Allah sözüne gelince :
O, hem insan ruhuna, duygusuna ve duyarlığına seslenmekte, hem de onun aklını
muhatap alarak malzeme sunmakta; aynı zamanda ilâhî isim ve sıfatların varlık
âlemine yönelme hikmet ve kudretini yansıtmakta; fizikle fizikötesini harman yapıp
insanoğluna her konuda geniş ve zengin malzeme vermektedir.
İlâhî kelâmın bunca
özelliğini, inceliğini; genişlik ve derinliğini başka bir dil ile yeterince
ifade etmek, açıklayıp sadra şifa olacak bir düzeye getirmek çok zor, hattâ
bazan imkânsızdır. Oünkü Cenâb-ı Hak bir milletin dilini ne değiştirir, ne de
ona yeni kelimeler ilâve eder. Böyle bir müdahale ilâhî hikmete, ters düşer. O
sebeple kendi sözünü yansıtmaya en elverişli dil olarak Arapcayı seçmiştir.
Kur'ân bu dilin özelliklerini en yüksek düzeyde kendinde taşımakta ve en ünlü
şâir ve ediplere başeğdirmektedir.
Onun bu özelliğine
bir-iki misal verelim :
a) Kur'ân'ın birinci sûresini ele alalım ve
ondan birkaç kelime veya cümle hatırlatalım:
«Rahmân-Hamd-Rab» kelimelerinin hiçbir dilde
tam karşılığını bulup vermek mümkün değildir. Bu kelimelerden her
birinin taşıdığı manayı ancak beş-on cümleyle anlatmak mümkündür..
Rahman : Rahm kökünden
türetilen bir sıfattır. Sözlük manası: Kalp yufkalığı ve onun tabii neticesi
olan acıma ve koruma, esirgeme ve bağışlamadır. Terim olarak, Allah'ın bugünkü
âleme yönelik geniş rahmet ve şefkatim sembolize eder. O bakımdan insanlara
iyilik, ihsan ve yardımını kusursuz vermiş ve böylece herkes kendi yeteneğine
ve özelliğine göre O'nun bu rahmetinden payını almıştır ve almaktadır. O halde
bu rahmet herkes için umumidir. Buna güneşi misal verebiliriz. O ışık ve
enerjisini seyyanen göndermektedir. Varlık alemindeki canlı ve cansızlar kendi
özelliklerine ve yeteneklerine göre, ondan yararlanmaktadırlar. İşte Rahman
sıfatı veya ismi bu kadar geniş mânalara delâlet ettiğine göre, başka dillerdeki
hangi isim veya sıfat bu manalara delâlet edebilir?
Rab sıfatının ne kadar
geniş ve kapsamlı mana taşıdığını, ne kadar çok hüküm ifade ettiğini Fatiha
sûresinde yeterince açıklamış bulunuyoruz. Meraklıların oraya bakmalarını
tavsiye ederiz.
b) (Berat sûresi müstesna) her sûrenin başına
konulan Besmele, bir oilt kitap meydana getirecek kadar şümullü ve kapsamlıdır!
Hiç bir dilde onun yerini alacak bir övgü cümlesi düşünemiyoruz.
Görüldüğü gibi, bu
kelimelerin bizim dilimizde de karşıhğı yoktur. Onun için «Kur'ân terceme
edilmez, meali verilir» diyoruz. Yine onun için «Kur1-ân'ı anlayabilmek, ilâhî
muradı idrâk edebilmek için mutlaka tefsîre ihtiyaç söz konusudur» diyerek
gerçeği yansıtmaya çalışıyoruz. [104]
«Ve tehditle ilgili
bölümleri (ve belgeleri) değişik tekrarlarla açıkladık; ola ki Allah'tan korkup
fenalıklardan sakınırlar veya O, onlara yeni bir hatırlama ve idrâk uyanıklığı
sağlar.»
İlâhî metotlardan biri
de, uyarı niteliğinde ve geçmiş milletlerin kıssalarından öğüt ve ibret
mahiyetinde olan âyetleri, belli ölçülere göre farklı kelime ve anlatımla
tekrarlamaktır. Kur'ân'daki bu tekrarlar, bıkkınlık veren türden değildir.
Zira genellikle insan kafasının ürünü oian bir kitapta aynı konu veya meseleye
birkaç yerde dokunulur ve bu yüzden birtakım tekrarlar meydana gelirse,
okuyucuyu sıkar ve çok geçmeden .bıkkınlık verir. İşte Kur'ân her zaman bu
genellemenin dışında kalmıştır ve kalmaya devam edecektir. Öyle ki, aynı olayın
Bakara sûresinde bir-iki önemli safhası misal olarak anlatılırken, A'raf
sûresinde bu defa onun diğer bazı önemli safhalarına dikkatler çekilir. Bir
bakıma Bakara süresindeki safhaları açıklar ve tamamlar; yeni öğütler,
ibretler ve mesajlar sergiler. O nedenle hem hafızalardaki izi derinleştirir,
hem de konuya, ya da kıssaya karşı idrâkleri uyanık tutar. Bundan başka
Kur'ân'da uygulanan bu metodun iki ayrı illet yani sebebi daha söz konusudur
ki, ilgili âyet onları şöyle belirtmektedir:
1—•
Allah'tan korkup kötülüklerden sakınmayı
sağlamak,
2— Yeni bir
hatırlama ve uyanıklığa imkân vermek.
Bunun içindir ki
Kur'ân'da okuyanların hafızalarında derin iz bırakan âyetler, daha çok az bir
farkla tekrar edilenleridir. Meselâ, Kur'ân'ı anlayarak okuyanların
hafızalarında Fir'avn ile Musa kıssasının, silinmeyecek şekilde iz bıraktığını
görmekteyiz. [105]
«De ki: Rabbim! İlmimi
artır.»
İlim, İslâm'ın hayatı,
imânın direği, Kur'ân'ın mayasıdır ve insanlığın önünü aydınlatan mutluluk
meşalesidir. Peygamber (A.S.) Efendimizin insanlığa, Allah'a imandan sonra
sunduğu en büyük armağanı, ilimle içice olan hükümler, esaslar ve
prensiplerdir. Onun için Allah ona: «Deki: Rab-bım! ilmimi artır» buyurarak,
ilim için bir durak ve vatan olmadığını öğütlemektedir. O da bu âyetin ışığı
altında ilimle ilgili yüzün üstünde hadîs söyleyerek başta ümmeti olmak üzere
insanların dikkatini bu hususa çekmiştir.
Kur'ân'ı inceleyen,
aklı başında ilim adamı, şu hakikati, sesini yükselterek dile getirmiştir:
— Varlık âlemi hakkında bilimsel yönden ana
fikir ve bu husustaki ilmî konularda ipucu elde etmek isteyen, Kur'ân'ı
araştırsın.
— Fizik ve fizikötesiyle ilgili bilgiler öğrenmek isteyen
de Kur'ân üzerinde inceleme
yapsın.
— Edebiyatla ciddi biçimde uğraşmak isteyenler, Kur'ân âyetlerine ve âyetlerde yer alan
cümlelere, kelime konumlarına baksınlar.
— Hukuk ilminde derinleşmek, bu
ilimle ilgili ana kaideleri
öğrenmek isteyen, Kur'ân'ın o çok mükemmel ve düzenli hukuk sistemine
yö-nelsin.
— Psikolojide derinleşmek ve hareket noktasını
belirlemek arzusunda olan, Kur'ân'a baksın.
— Sosyolojide temel felsefe ve temel bilgi
edinmek hevesinde olanlar, Kur'ân'ın naklettiği kıssaları iyice gözden
geçirsinler.
— Tıp, anatomi ve astronomi'de bazı temel
kurallardan yararlanmak isteyenler, Kur'ân'ı iyice okusunlar.
Bu konuda, son
yıllarda İslâmiyeti kendine din olarak seçen Fransa'nın isim yapmış doktorlarından
Prof. Dr. Maurice Bucaille'in şu veciz itirafını misal vermekte yarar
görüyoruz:
«Kur'ân'ın çok bariz
özelliği olan bu bilimsel tarafları, başlangıçta beni derinden derine hayrete
düşürdü. Zira on üç asırdan fazla bir zaman önce kaleme alınan bir metinde,
çağdaş bilimsel verilere tamamen uygun olarak, son derece çeşitli konulara
ilişkin bilgilerin keşfedilebileceğine, o zamana kadar hiç mi hiç
inanmamıştım...» [106]
«Vahiy sana henüz tamamlanmadan
Kur'ân'ı (hemen okuyayım diye) acele etme..»
Vahiy esnasında
Kur'ân'ı bellemek için acele etmeğe gerek olmadığı belirtiliyor ve aynı zamanda
dudakları kıpırdatmanın vahyin kural ve hikmetine pek uygun düşmediği kapalı
bir anlatımla hatırlatılıyor. Çünkü inen vahyi Melek Cebrail Resûlüllah'ın
(A.S.) kalbine ilka ederken, onu ancak Resûlüllah'ın ruhu duyuyor, işitme
organı duymuyordu. O halde acele edip dili hareket ettirmeye gerek yoktu. Melek
Cebrail'in dilinden akıp Resû-lüilah'ın (A.S.) kalbine inerken silinmeyecek bir
iz bırakıyor, bir daha unu-tu'mamasıya bir tesir meydana getiriyordu.
Nitekim Kıyamet
sûresinde: «İnen vahyi acele (belleyip ezber) etmek için dilini kıpırdatma.
Şüphesiz ki, onu toplayıp okutmak bize aittir. O halde biz onu (Cebrail'in
diliyle) okuduğumuzda sen de onun okuyuşunu izleyerek Ona uy. Sonra da onun
açıklaması bize aittir.»[107]
buyurulurken, A'lâ sûresinde de şöyle bildiriliyor: «(Kur'ân'ı) sana okuyacağız
ve sen de unutmayacaksın..» [108]
Yukarıdaki âyetlerle, kalp
ve kafalara her konunun en doğrusunu işleyen ve hafızalarda derin iz bırakmak
için bazı misalleri tekrar tekrar anlatan Kur'ân'ın Arapça olarak indirildiği
belirtildi. Sonra da Resûlüİlah (A.S.) Efendimizin vahiy esnasında hemen
belleyeyim diye acele etmemesi tavsiye edilerek, Kur'ân'ın indiği gibi O'nun
kalbine ilka edildiği, bir unutma veya yanlışlığın söz konusu olamıyacağı
belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
ilâhî emri unutan Âdem Peygamber kıssasına dönülüyor. Şeytanın insana ebedî
düşman olduğuna dikkat çekilerek ondan, onun vesvese ve sinyallerinden
sakınmamız isteniliyor. Âdem'in (A.S.) memnu meyva ağacından yemesi üzerinde
durularak Cennet'ten çıkarılma olayının bazı bölümleri işleniyor. [109]
115— And
olsun ki daha önce Âdem'e de emrimizi vermiştik, ama o unuttu, onda bir azim de
görmedik.
116— Hani biz meleklere: «Âdem'e secde edin» demiştik de onlar secde
etmişlerdi; ancak İblis dayatmış, secde etmemişti.
117— O sebeple, «Ya Âdem, dedik, şüphesiz ki bu
hem sana hem de eşine düşmandır; sakın sizi Cennet'ten çıkarmasın, sonra
sıkıntıya düşersin.
118— Şüphesiz ki senin acıkmaman ve çıplak
kalmaman Cennet'te-dir.
119— Ve sen orada susamazsın, güneşte de
yanmazsın.»
120— Bununla beraber, Şeytan ona vesvese verdi de
«ey Âdem, dedi, sana ebedîlik ağacını, çürüyüp yok olmayacak bir mülkü salık
vereyim mi?»
121— Bunun üzerine Âdem'le eşi o ağaçtan yediler.
Bu sebeple edep yerleri açılıverdi.
Üzerlerini Cennet yapraklarıyla örtmeğe başladılar ve böylece Âdem,
Rabbına karşı geldi de şaşırıp kaldı.
122— Sonra yine Rabbı onu seçti de tevbesini kabui buyurdu ve doğru yola iletti.
123— Onlara dedi ki: «Haydi ikiniz de birbirinize
düşman olarak hep birlikte inin buradan; ne zaman benden size doğru yol
gösteren biri gelir de kim benim gösterdiğim doğru yola uyarsa, artık ne
sapıtır, ne de bedbaht olup şaşırır.»
«Âdem ile Musa
tartışıp karşılıklı delil getirdiler. Musa ona dedi ki: «Ya Âdem! Sen bizim
(ilk) babamızsın. Bizi Cennet'ten çıkardın.» Âdem ona dedi ki: «Ya Musa! Allah
seni kelâmiyle seçip beğendi, Tevrat'ı sana kendi kudret eliyle yazdı. Sen,
henüz Allah beni yaratmadan kırk yıl önce takdir ettiği bir emirden dolayı
kınıyorsun?» Böylece Âdem (A.S.), Musa'ya (A.S.) (susturucu) delil ve belge
getirmiş oldu.» [110]
«Şüphesiz ki Cennet'te
bir ağaç vardır ki süvari bir kimse onun gölgesinde yüz yıl yürürse, yine de
bitiremez. İşte o ebedilik ağacıdır.» [111]
Açıklama :
Allah'ın Tevrat'ı
kendi kudret eliyle yazması, üç ayrı yorumu gerektirmektedir. Birincisi,
Allah'ın onu Levh-i Mahfuz'a kudret kalemiyle yazmış olmasıdır. İkincisi, Tûr
dağında daha önce Musa Peygamber tarafından hazırlanan kilden levhalar üzerine
ilâhî gözetim altında Musa Pey-gamber'in yazması olayıdır. Üçüncüsü, doğrudan
Allah'ın levhaları hazırlayıp üzerine Tevrat'ı yazdıktan sonra indirmesi
olabilir. Bir dördüncüsü de, hazırlanan levhalara «kün» emrinin tecellisiyle
yazılmasıdır.
Birinci ve ikinci
yorumlarda isabet vardır. Üçüncü yorum isabetli sayılmaz. Çünkü imkân alanında
Cenâb-ı Hak, insanların yapabileceği şeyleri onlara bırakır, yapamıyacakiannı
kendisi meydana getirir. O bakımdan kilden levha yapmak ve inen tevrat
parçalarını onun üzerine yazmak beşer kudreti dahilindeair. Hem sünnetullah'ın
süregelen anlam ve hikmeti de bunu böyle gerektirmektedir. Allah daha iyisini
bilir. Dördüncü yorum ise, 115-123. âyetlerle ilgili hadîsten
kaynaklanmaktadır. [112]
Kur'ân-ı Kerîm burada,
diğer sûrelerde gecen Âdem kıssasının bir başka yönünü açıklıyor ve Âdem ismi
altında insanın iki önemli huyu üzerinde durarak, psikologlara ve pedagoglara
temel bilgi veriyor:
1— İnsan
genellikle unutkandır; bazı
olayları, tavsiye ve
öğütleri unutabilir. Âdem
Peygamber'in ilâhi emir ve
tavsiyeyi unutması bunun ilk mayasını oluşturur. Aynı huy,
genetik yoldan bizlere kadar gelip ulaşır ve kıyamete kadar gelecek olan
insanlarda da kendini hissettirir.
2— Hazıra
konan insan genellikle mevcut nîmeti koruyup şükrünü yerine getirme konusunda pek
azimli değildir, Ancak nîmet elden gittikten sonra çoğu uyanır. Nitekim ilk
insan Âdem (A.S.)ın Cennet'teki davranışı bunun açık misallerinden biridir.
O halde önemli konulan
unutmamak için, onların değişik safha ve bölümlerini fasılalarla anlatmakta
büyük yarar vardır. Çünkü her tekrar, hafızadaki izi biraz daha aerinleştirir.
Sonra çocuklarımızı hazıra konan birer tüketici veya asalak olma durumuna
düşürmemek için, onlarda çalışma azmini ve gayretini uyandırmamız; her nimetin
ancak külfetle elde edilebileceği gerçeğini kafa ve kalplerine ustaca işlememiz
gerekmektedir. [113]
Aynı kıssaya Bakara,
A'raf, Hicr, İsra ve Kehf sûrelerinde az değişik farkla ve farklı safhalarıyla
yer verilmiş, böylece olayın ibret ve öğüt alınacak yanları bir bütünlük
arzedecek şekilde yansıtılmıştır. İleride bu safhaların birbirini nasıl
tamamladığını ve nasıl değişik öğütler ve mesajlar yansıttığını belirteceğiz. O
bakımdan önce şunu belirtelim ki: Yüksek nimetlerin kıymetini, aşağı nimetler
pazarında çileli bir ömür tüketenler daha iyi anlar ve bilirler. Âdem
Peygamber (A,S.) Dünya'ya indirilmeden, yani çileli bir ömür geçirmeden;
hayatın tadını, anlam ve hikmetini kavramadan Cennet'e konuldu. Bu yüksek
nimetin gerçek mahiyetini pek anlayamadı, anlaması da o gün için pek mümkün
değildi. Çünkü aksini bilmiyordu veya görmemişti.
Bu olay, insanoğluna,
«Neden Cennet gibi geniş ve sonsuz bir saadet yurdu varken Allah bizi bu fani
ve çileü dünyaya getirdi?» şeklinde itirazda bulunma kapısını kapatıyor.
Neden ölümlü dünya?
Önce ölüm, hayatın ne
kadar tatlı ve yüksek bir nimet olduğunun en gerçekçi ölçü ve kıstasıdır. Ölüm
olmasaydı, hayatın değeri anlaşılmazdı. Sonra da Âhiret alemindeki hayat
şartları tamamen değişiktir. Orada acıkma, susama, çıplak kalma, hastalanma,
ölme diye ârızrşeyler yoktur, yani bu konularda herhangi bir sıkıntı söz
konusu değildir. Hava, güneş şartları da bütünüyle farklıdır. Gece ve uyku
yoktur. Dünyadaki bedenimiz an-çak dünyadaki hayat şartlarına göre yaratılmış
ve ancak onlarla uyum sağlayacak özelliktedir. Âhiret'teki hayat şartlarıyla
uyum sağlaması mümkün değildir. Çünkü mevcut beden yapımızın orada yaşama şansı
yoktur. Cennet sonsuzluk yurdudur. Ona göre bir beden yapısına ihtiyaç vardır.
İşte ölmemiz ve bir süre sonra Âhiret şartlarına uygun bir bedenle dirilip
kalkmamızın sebeplerinden biri budur. [114]
«O sebeple ya Âdem,
dedik, şüphesiz ki bu hem sana, hem de eşine düşmandır. Sakın sizi Cennet'ten
çıkarmasın, sonra sıkıntıya düşersin.»
Kur'ân-ı Kerîm bu
arada çok önemli bir noktaya parmak basıp dikkatimizi çekiyor: Gerçek anlamda
dinlenecek, huzur duyulacak, selâmete erişilecek ve mutlu olunacak yer
Cennet'tir. Ondan başkası sıkıntı, çile,
tartışma, sürtüşme, didişme, mücadele, endişe, korku ve üzüntüdür.
Onun için Âdem'e
(A.S.) gereken emir verilip tavsiye yapıldıktan sonra bu husus hakkında o
uyarılmış ve iyice düşünebilmesi için kendisine bir bakıma imkân verilmiştir. [115]
«Bunun laberaber
şeytan ona vesvese verdi de, ey Âdem, dedi: Sana ebedilik ağacını, çürüyüp yok
olmayacak bîr mülkü salık vereyim mi?..»
Cennetteki yiyecekler
ve giyecekler dünyadakilerle kıyas bile edilemez. Oradaki yiyeceklerin posası,
giyeceklerin de eskime, yıpranma özelliği yoktur. Âdem Peygambere yasaklanan
ağacın meyvası ise, birçok âlimlerin yorumuna göre, dünya nimeti türündendir.
Nitekim Âdem (A.S.) ondan yiyince, hem sindirim sisteminde değişiklik meydana
gelmiş, hem de verdiği sıkıntıdan ve salgıladığı terden, Âdem ile eşinin
üzerlerindeki cennet elbisesi bir anda buharlaşıp yok olmuştur. O durumda
Âdem'in artık Cennet'te eyleşme şansı kalmamış bulunuyordu. Nitekim Cenâb-ı
Hak, onu bu olaydan sonra Dünya denilen aşağı âleme indirmiştir. Böylece Âdem
için sıkıntılı bir hayat başlamış ve o zaman Cennet'in nasıl bir nimet olduğunu
çok daha iyi anlayabilmiştir.
Ancak âyetin anlatım
tarzından Âdem'in ebedilik yurdu hakkında birtakım bilgilerinin olduğu ve o
bakımdan ebediyen Cennet'te kalmak istediği anlaşılıyor. İblis onun bu
eğilimini bildiğinden, «sana ebedîlik ağacını, çürüyüp yok olmayacak bir mülkü
salık vereyim mi?» diyerek Âdem'in bu duygusuna tercüman olmaya çalışmış ve
sonunda muvaffak da olmuştur.
Memnu meyva ağacı
hakkında birçok yorumlar yapılmış, birtakım senetsiz rivayetler nakledilmiştir.
[116]
Tevrat'ta ise, konuyla
ilgili ilâhi vahyin beyânı tamamen değiştirilmiş ve Âdem'in konulduğu Cennet'in
Aden'deki güzel bahçeler olduğu belirtilmiştir. Tevrat'taki o sözleri aynen
nakletmeyi uygun gördük:
«Ve Rab Allah yerin
toprağından adamı yaptı ve onun burnuna hayat nefesini üfledi ve adam
yaşayan can oldu. Ve Rab Allah şarka
doğru Aden'de bir bahçe dikdi ve yaptığı adamı oraya koydu. Ve Rab Allah görünüşü
güze! ve yenilmesi iyi olan her ağacı ve bahçenin ortasında hayat
ağacını ve iyilik ve
kötülüğü bilme ağacını yerden bitirdi......... Ve Rab Allah adama emredip dedi:
Bahçenin her ağacından istediğin gibi yer; fakat iyilik ve kötülüğü bilme
ağacından yemiyeceksin; çünkü ondan yediğin günde mutlaka ölürsün.» [117]
İndiği şekilde korunan
Kur'ân, bu konuda da Tevrat'taki vaki hatayı düzeltmekte ve olayın gerçek
yüzünü göstermektedir. [118]
«Onlara dedi ki:
«Haydi ikiniz de birbirinize düşman olarak hep birlikte inin buradan...»
Bu düşmanlık, hayata
canlılık kazandırır, mücadele azmini artırır; insanı hilkat kanunundaki
hikmete çevirip olgunlaştırır. İblis olmasaydı, insanlar bir bakıma meleklesin
ihtirasları çok sınırlı kalırdı. Böyle olunca da dünya bayındır hale gelmez,
bugünkü medeniyet olmazdı. Yarı âtıl bir hayat başlar, dünyaya getiriliş
hikmeti hedefinden sapardı.
O nedenle dünya
hayatına renk ve mana, ilgi ve bilgi katmak için ilâhî plân ve o plâna bağlı
bulunan kader çizgisi zıtları karşılaştırdı; İblîs'i insana baş düşman kıldı;
nefsi onun fısıltılarına kulak verip sinyallerine hedef haline getirdi. Ruha
da imân cevherini sunma yollarını açıp geliştirdi. Yardımcı olarak da kitap
indirdi, peygamber gönderdi. Diğer yandan insanı hem şeytanların, hem de
cinlerin aralıksız saldırılarından korumak için de birtakım melekleri
görevlendirdi. Ancak kişi o meleklerin defettiği kötülüklere azimle
yönelmedikçe ve şerri davet etmek için bütün yeteneklerini kullanmadıkça,
melekler görevlerini yerine getirirler. Aksine bir tutum ve davranış,
meleklerden bir kısmının tuttukları yolların kapılarını açık bırakıp
çekilmelerine ve kişiyle kötülükleri, diğer bir tabirle cin ve şeytanları
başbaşa bırakmalarına sebep olur. Bunu bir misal ile açıklayacak olursak,
şöyle diyebiliriz: İnsanı kâfir cinlerden, azgın ifritlerden koruyan melek
vardır. Ama insan durmadan cinlerle irtibat kurmak ister, birtakım yollara
başvurur ve bu hususta azimli olursa, görevli melek ara-yerden çekilir;
çekilince de o insanla cinler başbaşa kalır. [119]
Âdem (A.S.) ile İblîs
olayı Kur'ân'da yedi yerde az değişik kelimelerle; farklı öğüt, hikmet, hüküm
ve mesajlarla tekrarlanır. Bu tekrar, şüphesiz konu hakkında çok yararlı
bilgiler vermekle kalmaz, dünya hayatının hikmet ve amacını belirler; insanın
kâinat planındaki yerini gösterir ve ölüm, kabir, kıyamet, hesap, ceza ve
mükâfat; sonra da Cennet ve Ce-hennem'den maksadın ne olduğunu öğretir. Bir
diğer faydası da, insan idrâkini uyanık tutar ve hafıza arşivindeki olayın
yerini hemen hatırlama imkânını doğurur.
O halde yedi yerde
tekrarlanan kıssanın her yerde mü'minlere verdiği mesajı belirtmemizde yarar
vardır. Şöyle ki:
1— Bakara sûresinde : Âdem'e secde etmeleri
emrine karşı İblîs'in büyüklük tasladığı, topraktan yaratılan Âdem'e secde
etmeyi gururuna yediremediği açıklanır.
Böylece insana gururun
ve büyüklük taslama duygusunun şeytandan gefdiğine, yani ondan kaynaklandığına
dikkatler çekilir. O yüzden Ce-nâb-ı Hakk'ın büyüklük taslayanları sevmiyeceğine
atıflar ve işaretler yapılır. Sonra da Cennet'te ebedî kalma umuduyla
yasaklanan ağacın mey-vasından yiyerek ilâhî emre muhalefet eden Âdem'e,
işlediği bu günahtan kurtulma yolu gösterilir. Böylece günahtan hemen sonra
Allah'a yö-nelip tevbe etmenin, bağışlanma dilemenin gereği belirtilir.
2— A'raf sûresinde ; Âdem'e secde etmeyen İblîs'in
iki sebep ileri sürdüğü, böylece ilk hatalı kıyası onun yaptığı konu
edilir. Öyle ki: İblis secde etmemekte kendini haklı görüyor ve neden olarak
da kendisinin ateşten, Âdem'in ise balçıktan
yaratıldığını gösteriyor. Sonra
da Adem'in başdüşmanı olan İblîs'e kıyamete kadar süre verildiği haber
verilerek mü'minlerin bu düşmana karşı her zaman dikkatli olmaları ilham
ediliyor.
3— Isrâ sûresinde : Olay kısaca anlatıldıktan
sonra, İblîs'in gerçek mü'minler üzerinde tesirli bir hâkimiyeti olmayacağı
açıklanır ve imânın
,üstün değeri
tanıtılarak bu büyük nîmete sahi,
olanların bahtiyar olduklarına işaret edilir.
4— Kehf sûresinde: Kıssanın
bir bölümüne değinilir, İblîs'in
oinler-den olduğu anlatılır. Böylece cinlerin de ateşten yaratıldığı,
şeytanlarla mayalarının aynı şey olduğu, ancak ruhî yapıları itibariyle az
farklılık ar-zettikleri yarı açık, yarı kapalı şekilde ifade edilir.
Ayrıca İblîs'in üreme
düzeyinde bulunduğu, soyunun çoğalıp yeryüzüne yayıldığı hatırlatılır.
5— Tâ-Hâ sûresinde ; Yine kıssanın ayrı bir
safhası ele alınır. Ebediyet ağacından söz edilir. Ağacın meyvasını yiyen Âdem
ve eşinin üzerlerindeki cennet elbisesinin giderildiği konu edilir.
6— Hicr sûresinde : Olay biraz daha geniş
anlatılır. Âdem'in balçıktan, işlenebilir bir topraktan yaratıldığına temas
edilir. İblis'in, balçıktan, işlenebilir bir topraktan yaratılan Âdem'e secde
etmediği üzerinde durulur; buna sebep olarak da İblîs'in, Âdem'in topraktan
yaratıldığını göstermesine atıf yapılır. Ayrıca İsrâ sûresinde kısaca
belirtildiği gibi, burada İblîs'in, Allah'a ıhlâs üzere kulluk edip ibâdette
bulunan mü'minler üzerinde saltanat ve sultası bulunmadığına yer verilerek İsrâ
süresindeki bölüm biraz daha açıklanmış olur.
7— Sad sûresinde : Kıssa daha detaylı olarak
anlatılır. Yine İblîs'in büyüklük tasladığı sebebiyle lanetlendiği açıklanır ve
kendini savunmak için İblîs'in fasit bir kıyas yaptığına temas edilerek Hiçr süresindeki
ifade daha da genişletilir. Sonra da Cehennem'in İblîs ve ona uyanlarla doldurulacağı
haber verilir.
Görüldüğü gibi her
tekrar ayrı bir hüküm ve öğüt taşımakta; değişik bir mana ortaya koyup olayın
gerçek yüzünü ortaya çıkartmaktadır. [120]
Yukarıdaki âyetlerle,
Âdem (A.S.) ile İblîs kıssasının önemli safhalarından bir kısmı konu edildi.
Böylece insanın hilkat kanununa dikkatler çekildi. Dünyaya getiriliş hikmetine
işaret edildi. İblîs'in kıyamete kadar insana düşmanlık edeceği haber verilerek
ona göre dikkatli olmamız istendi.
Aşağıdaki âyetlerle,
sözü edilen hikmeti dikkate almayan ve hakikate karşı kalbini ve kafasını
açmayan inkarcı nankörlerin âhirette kör olarak kabirlerinden kaldırılacakları
ve kör olarak haşredilecekleri konu edilir. Sonra da onlar gibi daha önoe
Hakk'a karşı gelip azıp sapıtan-lann yerle bir edildiği hatırlatılarak
geçmişten ders ve ibret almaları öğütlenir. Hemen arkasından Mekke müşrikleri
uyarılır ve yaşamakta olan inkarcıların dikkati çekilir. [121]
124— Kim de beni anmaktan (indirdiğim kitaptan)
yüzçevirirse, şüphesiz ki onun için sıkıntılı bir geçim vardır. Kıyamet günü
onu kör olarak hasrederiz.
125— «Rabbım! beni neden kör olarak hasrettin?
Halbuki ben (Dün-ya'da) gören bir kimseydim» der.
126— Allah ona: «Bu böyledir. Âyetlerimiz sana
geldi, ama sen onları unuttun (bir tarafa itip terkettin). Bugün de sen öylece
unutulur da (Cehennem'e) terkedilirsin» buyurur.
127— (İşte günah ve haksızlıkta) ileri gidenleri,
haddini aşanları ve Rablarının âyetlerine inanmayanları da böylece
cezalandıracağız. Âhiret azabı ise daha şiddetli ve daha süreklidir.
128— Kendilerinden önce nice nesilleri yok etmemiz
bunları doğru yola getirmiyor mu? Oysa yok edilenlerin oturdukları yerlerde
yürüyüp dolaşmaktadırlar (hiç de ibret almazlar mı?). Şüphesiz ki bunda
sağduyu sahipleri için nice açık belgeler ve ibretler vardır.
129— Eğer
Rabbinden bir söz ve belirlenmiş bir
va'de geçmemiş olsaydı, şüphesiz ki
(azap onlara) gerekli olurdu.
«Kim de beni anmaktan
(indirdiğim kitaptan) yüz çevirirse, şüphesiz ki onun için sıkıntılı bir geçim
vardır. Kıyamet günü onu kör olarak hasrederiz.»
Kur'ân bütünüyle umut
kaynağı, hayat nizamı, huzur ve güven anahtarıdır. O bakımdan Allah'a, Kur'ân'a
ve tek kelimeyle İslâm'a inanan mü'minlerdir ki, yeryüzüne huzur ve güvenlik
havası estirirler; insanlardan aynı şekilde imân edenleri kardeş edinip
bulundukları bölgeye sulh ve selâmet getirirler.
Bunun için diyebiliriz
ki : İmân kalp yatışkanlığı sağlar, umut ve huzur havasını iç âlemimize
doldurur ve bizi bahtiyar kılar. İnkâr ise, umutsuzluk doğurur, ruhu sıkar,
kalbe yük olur, zihni bulandırır, toplum yapısında onarılması zor gedikler
meydana getirir.
O halde fert, aile ve
toplum için İslâm'ın tanımladığı imân şarttır. Bunu ancak Kur'ân'ı tanıtıp
öğretmekle kişilerin kalbine ve kafasına enjekte edebiliriz. Bunun için Kur'ân,
imânı besleyip geliştirmenin gerçek kaynağı, ruhu doyurmanın gıdası, vicdanı
serinletmenin mayasıdır. Allah'ı sık sık, her konuda ve her işte anmak ise,
içimizdeki manevî boşluğu doldurur; açılan gedikleri kapatır, ümitleri
artırır, sıkıntıları giderir ve tek kelimeyle Kur'ân ve zikir kalp gözünü
açar, ruhu cilalar. Onun için: İnanan kimse hep mutludur ve umutludur. İnanmayan
kimse hep kararsız ve şüphecidir; aynı zamanda umutsuzdur, İnanan
kanaatkardır; inanmayan aç gözlü ve ihtiraslıdır. İnanan kaosre teslimiyet,
kazaya rıza gösterir; inanmayan ise başına gelen bir dert veya sıkıntı
sebebiyle inkâr ve tuğyanını artırır.
Allah ilgili âyetle,
Hakk'ı anmaktan ve Kur'ân'dan yüz çevirenlerin dar ve sıkıntılı bir hayat
geçireceklerini haber veriyor. Bu, maddî alanda bir sıkıntı değil, daha çok iç
huzursuzluğu, tatminsizlik, açgözlülük, umutsuzluk, ölümün hatırlattığı yok olma
nağmesi; silinip unutulma üzüntüsüdür. Aynı zamanda önünde kendi anlayış ve
düşüncesine veya felsefesine göre, mutlak yokluk ve karanlık içine düşeceğinin
verdiği derunî sıkıntıdır.
O bakımdan haklı
olarak deniliyor ki : «Allah'ını bulan ve bilen ne kaybetmiştir? O'nu kaybeden
ne bulmuştur?» Şüphesiz O'nu bulan her şeyi bulmuştur.
Böyle olunca da bir iç
körlüğü meydana gelir; binlerce ilâhî belgeleri ve kanıtları göremez olur.
Kıyamet gününde bu körlük içten dışa vurur ve inkarcı kişi nasıl kör bir hayat
yaşadığını ancak anlayabilir. O yüzden amelinin cinsine uygun bir ceza olsun
diye kör olarak hasredilir. [122]
Âdem (A.S.) topraktan,
İblîs ateşten yaratılmıştır. Toprak umut ve güven kaynağıdır. Ona yakın
oldukça, onunla uğraştıkça, umut ve güvenler boşa çıkmaz. Çünkü toprak kendi
içinde feyiz ve bereket taşır. Ateş ise, az bir umut verir,-fakat güven
vermez.. Kendisine yaklaşanı yakar. İçinde feyiz ve bereket yoktur.
O haMe insan
insanlığını, topraktan yaratıldığını bildiği ve inandığı ölçüde ümit ve huzur
duyar. Buna inanmadığı takdirde İblîs'ten yana bir kapı daha açar; az bir
umut,"fakat güvensizlik doğurur. Böylesinin dünya hayatı, benzetme caizse,
tam bir Bermuda Üçgeni içindedir. Bu üçgeni şöyle belirtebiliriz: Günah ve
haksızlıkta ileri gitme, haddini aşma ve Allah'ın âyetlerine inanmama..
Hayatı bu üçgen içine
girenin kalp gözü kör; kulağı sağır, ruhu bitkin ve vicdanı siliktir. Bir insan
için dünyada en kötü azap böyle bir üçgen içine sıkışıp kalmaktır. Âhiret azabı ise daha şiddetli ve üzücüdür. [123]
Kendilerinden önce
nice nesilleri yok etmemiz bunları doğru yola getirmiyor mu? Oysa yok
edilenlerin oturdukları yerlerde yürüyüp dolaşmaktadırlar, (hiç de ibret almazlar
mı?) Şüphesiz ki bunda sağduyu sahipleri için nice belgeler ve ibretler
vardır.»
Kur'ân-ı Kerîm
dikkatleri arkeolojik eserlere, toprak altında gömülü kalan ve ayakta duran
kalıntılara çekmektedir. Bununla Kur'ân, hem geçmisten ders ve ibret almamızı,
hem de tarihî bilgimizi genişletmemizi emrediyor. Yıkılıp yok edilen ülkeler
ve medeniyetlerin yıkılma sebeplerini araştırıp bulmamızı tavsiye ediyor.
Tarihin tekerrür ettiğini ve edeceğini hatırlatarak hayatımızı ona göre
düzenlememize işarette bulunuyor. Zira milletler daha cok tarihten ders ve
ibret alarak yollarını çizmek ve geleceklerini ona göre hazırlamak
zorundadırlar. Aksi halde ilâhî sünnet yolunu değiştirmez, şaşmadan hedefine
doğru ilerler ve sırası gelince, vakti saati dolunca hükmünü kusursuz şekilde
yerine getirir.
Sağduyu sahiplen için
gelip geçen milletlerin hayatında ve geriye kalan kalıntılarında birçok
belgeler, ibretler ve öğütler vardır.
Âyette, «Rabbından
verilen söz»den maksat, O'nun hayat kanunuyla ilgili değişmeyen sünnetidir.
Şüphesiz ki, az önce de belirttiğimiz gibi, onun belirli va'desi vardır, o
noktaya, ya da çizgiye gelindiğinde hükmünü uygular. O bakımdan Cenâb-ı Hak,
inkâra sapan bir milleti hemen yok etmez, uyanıp dönüş yapar diye ona mühlet
verir. Bu hususta koyduğu kanunu değiştirmez. Bu nedenle inkarcı millet azıp
zulüm yapmadıkça, ahlâkî bunalım geçirmedikçe Cenâb-ı Hak aleyhlerine bir hüküm
indirmez. [124]
Yukarıdaki âyetlerle,
dünyada kalplerini hakikate karşı kapalı tutan ve bâtılın peşine takılıp
sapıtan kimselerin âhirette kör olarak haşredile-çekleri hatırlatıldı. Bu çizgi
üzerinde yürürken yıkılıp yok olan milletferin ayakta duran kalıntılarına bakıp
ibret ve öğüt alınması emredildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
kâfirlerin şirretliklerine karşı sabretmemiz emrediliyor. Sonra da ruhumuzu
dolduran beş vakit namaza devam etmemize değinilerek bu ibâdetin lüzumu
üzerinde duruluyor. Birkaç günlük zevklerini tatmine çalışan müşriklerin,
maddeci sapıkların şatafatlı hayatlarının imrenilecek bir ölçü ve değer
olmadığı hatırlatılıyor. Nefsin bu gibi hayata heveslenmesini frenleyip
ruhumuzu ilâhî zînetle dolduracak namaz ibâdetine tekrar dönülüyor ve aile
fertlerinin bu ibâdete devam etmeleri tavsiye edilerek, bu açıdan dünya
hayatıyla bir ilgi ve bağlantı kurmanın yararlı olacağına işarette
bulunuluyor. [125]
130— Onların dediklerine karşı sabret. Güneşin
doğmasından ve batmasından önce Rabbını hamd ile tesbîh et; gece saatlerinde
ve gündüzün etrafında da O'nu teşbih et ki ilâhî hoşnutluğa eresin.
131— O inkarcılardan kendilerini denemek için
dünya hayatının benzer süsleriyle yararlandırdığımız kimselere (içinde
bulundukları geçici şatafata) gözlerini dikme. Rabbın rızkı daha hayırlı ve
daha süreklidir.
132— Ehline,
(ümmetine ve yakınlarına)
namazı emret! Kendin de (buna) sabır gösterip devam et; biz
senden rizık (için çalışmanı) istemiyoruz. (Senin çok daha önemli görevlerin,
hizmet amaçların vardır). Biz seni rizıklandırinz. İyi sonuç, Allah'tan korkup
fenalıklardan sakınmaya mahsustur.
Ashab-ı Kirâm'dan
Cerîr b. Abdullah (R.A.) anlatıyor:
Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin yanında bulunuyordum. Dolunaya bakıp şöyle buyurdu: «Şüphesiz ki
siz şu ayı gördüğünüz gibi, Rabbınızı da öylece apaçık göreceksiniz; O'nu
görme hususunda haksızlığa uğramıya-caksınız, (yani bir kalabalık, izdiham
sıkıntısına uğramadan O'nu görme bahtiyarlığına erişeceksiniz). Güneş doğmadan
ve batmadan önce namazdan alıkonmamak elinizden geliyorsa, öyle yapın (namazı
kaçırmayın).» [126]
«Güneş doğmadan önce
ve güneş batmadan namaz kılan kimse ateşe girmez.» [127]
«Cennefte konak ve yer
bakımından en aşağı olan, mülküne iki bin yıllık mesafeden bakıp en alt kısmına
baktığı gibi, en son sınırına da öylece bakar. Cennet'te makamı en yüksek olan
kimse ise, günde iki defa Allah'a bakıp O'nu görebilir.» [128]
«Kıyamet gününde Allah
Cennet ehline: «Ey Cennet ehli! diye seslenir.» Onlar da: «Buyur Rabbımız,
emrine hazırız» derler, Allah onlara: «Razı oldunuz mu?» diye sorar. Onlar da :
«Ya Rabbİ, neden razı olmayalım ki, halkın hiçbirine vermediğini bize verdin»
derler. Allah: «Doğrusu size bundan üstününü vereceğim» buyurur. Onlar da: «Ne
gibi şey bundan daha üstündür?» derler. Allah : «Size rızamı helâl kıldım, bir
daha size gazap etm iveceği m» buyurur.» [129]
Cenab-ı Hak âhirette
herkes yerini alınca şöyle buyurur:
«Ey Cennet ehli! Sîzin
için Allah yanında verilmiş bir söz vardır. Allah onu yerine getirmek ister.»
Bunun üzerine Cennet ehli, «o nedir? Yüzümüz ak-pak olmadı mı, terazimiz ağır
basmadı mı, ateşten uzak tutulmadık mı ve Cennet'e konulmadık mı?» diye
verilen nimetleri sayarlar. Derken perde kalkar, Allah'a bakarlar. And olsun
ki, onlara, Allah'a bakmaktan daha hayırlı bir şey veriimemiştir. Bu, nîmet
üzerine bir artıkfıktır.» [130]
«Onların dediklerine
karşı sabret..»
İnkâr akıl ve idrâkten
ziyade duygulara seslenir. Ümitleri kalmamış, hayalleri yıkılmış ve o sebeple
manevî boşluk içinde bocalayan, hilkatin hedefinden sapıp sendeleyen kişilere
bir can simidi gibi görünür. Ama hiç kimseyi doyurmaz, peşine takılanların
içlerindeki boşluğu derinleştirmekten başka bir şeye yaramaz. Böylece
inkarcılar, kâinattaki ilâhî nizamı ve O'nun kudret damgasını görmeye,
akıllarını kullanıp gerçeği araştırmaya yönelmedikleri takdirde, içine düştükleri
inkâr fırtınasında kaybolup giderler.
İman her yönüyle hem
akla, hem sağduyuya, hem de düşünce ve duyguya hitap eder. Ümit verir, boş
hayalleri kaldırır, hakikati getirir. Kişinin içindeki boşluğu en ölçülü
şekilde doldurur.
İşte bu birbirine karşıt
iki kavram ve onlara bağlı olanlar sürekli bir tartışma ve sürtüşme
içindedirler. Mücadeleleri devam eder. Ne var ki.inkâr alabildiğine şirrettir,
patavatsızdır, hızlıdır ve saldırgandır. Onun aksine imân mütevazidir, vakarlı
ve edeplidir; sabırlı ve sakindir.
O halde mü'minler
münkirlerin şirretlik ve azgınlığına sabırla, vakarla ve edeple karşı koyup
kendi seviye ve meziyetlerini korumalıdırlar. Bunun için de, içlerini feyiz ve
rahmetle, inayet ve sabırla dolduracak beş vakit namaz gereklidir ve bu ibâdet
mü'minler için en büyük destektir. Çünkü namaz üç ayrı, fakat köklü yarar
sağlamaktadır:
1— Kişiyi günde beş defa dünya dağdağasından,
hayat cenderesinden uzaklaştırıp âlemlerin Rabbının terbiye ve edep huzurunda
şekillendirir; ruhunu cilalar, sıkıntı ve üzüntülerini atar, sabırlı, temkinli
olmasını telkîn eder.
2— Kişiyle Allah arasında en işlek yolu açık
tutar. Allah sevgi ve korkusunu bütün sevgi ve korkuların üstüne çıkartır.
Böylece kişiye fazilet, kahramanlık, cömertlik, af, hoşgörü ve tevazu
duygusunu aşılar. Aşılanmış olanı devamlı geliştirir.
3— Fertleri toplum hayatına iter; mü'minleri
biraraya getirip yüce dava birliğine hazırlar; cemaatleşme şuurunu enjekte
edip, ferdi toplumun kopmaz parçası yapar ve böylece kardeşlik duygusunu
kalplerde pekiştirir.
Bunun için Allah, başta Hz.
Peygamber (A.S.) olmak üzere bütün mü'minlere şöyle seslenmektedir:
«İnkarcıların dediklerine karşı sabret. Güneşin doğmasından önce de,
batmasından önce de Rabbını hamd ile tesbîh et. Gecenin bazı saatlerinde de,
gündüzün etrafında da O'nu tesbîh et ki hoşnutluğa eresin.»
Bu âyet, ikinci bir
yorumla beş vakit namazı emretmektedir. Şöyle ki: Güneş doğmadan önce sabah
namazı; güneş batmadan önce ikindi namazı; gecenin bazı saatleri akşam ve
yatsı namazları; gündüzün etrafı öğle namazı ile yorumlanır.
Beş vakit namaz :
Kur'ân'da dört yerde
açık, üç yerde kapalı olmak üzere yedi yerde beş vakit namazdan söz edilmekte
ve namaz vakitleri hakkında genel bilgi verilmektedir. [131]
Her varlık ne için
yaratılmış; ilâhî sünnetlerden hangisine bağlanmışsa, ona uymakta ve öyleee
Cenâb-ı Hakk'ın buyruğuna boyun eğmektedir. Güneş ve etrafındaki gezegenlerin,
sonra da diğer sistemlerin belli ölçüde hareketlerini sürdürmeleri; atom
çekirdeğinin etrafında elektronların baş döndürücü hızla dönmesi; karıncanın
kollektif çalışması, arının sistemli çalışıp şifa toplaması hep kendilerine
has tesbîhlerdir. Öyle ki, varlık âlemi bir baştan bir başa hareket halindedir
ve hepsi de Hakk'ı tesbîh ve tenzih etmektedir. İnsan ise, daha şuurlu ve
bilgili olarak kendine has bir ölçü ve anlamda Hakk'ı tesbîh etmeli değil
midir? Başta namaz olmak üzere Allah'a yapılan kulluk görevinin her çeşidi ayrı
ayrı tesbîh ve tenzihlerdir. Hem insan en şerefli ve saygıdeğer yaratıldığı
için tesbîhini «hamd» ile yapmalıdır. Yani Yaratana hamd edip O'nun kudretinin
yüceliğini, saltanatının rakipsizliğini, nimetinin sınırsızlığını idrâk
ettiğini kalpten dile getirmelidir. [132]
«Ehline (ümmetine ve
yakınlarına) namazı emret! Kendin de sabır gösterip (buna) devam et..»
Bu âyet indikten sonra
her sabah namaz vakti olunca Resûlüllah (A.S.) Efendimiz kızı Hz. Fatima'nın
evine uğrar ve «Namaza hazırlanın» diye seslenirdi.
Hz. Ömer (R.A.) de bu
ilâhî emre uyarak, her sabah ev halkını namaza kaldırırdı. Hz. Zübeyir'in
(R.A.) oğlu Urve (R.A.) de lüks ve konfor içinde debdebeli hayat süren birini
görünce, evine döner ve ilgili âyeti okuduktan sonra eşine: «Haydi namaz kılalım!»
derdi. [133]
Buradaki emir, zorlama
anlamına değil; hatırlatma, tavsiye ve namazın yararını anlatma, devamını
sağlama, gerekirse eğitip alıştırma an-lamınadır. Çünkü zorla ve tehditle
kılınan bir namazda hayır yoktur. Öylesine bir namaz Allah için değil,
zorlayan veya tehdit eden için kılınmış olur. Hem dinde zorlama yoktur. İrşat,
uyarı, eğitme ve öğretme vardır. Özellikle ve öncelikle aile reisinin, yani
ana-babanın ibâdet hususunda örnek olmaları ve namazı aksatmadan sürdürmeleri
şarttır. Nitekim âyetteki ikinci emir buna yönelik bir anlam taşımaktadır.
Ancak on yaşına
girdiği halde namaza bir türlü ısınmayan çocuklara sert davranmakta, gerekirse,
fazla incitmeden, yara-bere açmadan dayak atmakta fayda vardır. Aynı zamanda
Resûlüllah'ın (A.S.) bu husustaki sünnetini yerine getirme söz konusudur.
Tabiatıyla ergen olan çocuğa ne bundan dolayı dayak atılır, ne de zorlama
yapılır. İkna edici bir metot uygulanarak sonuç alınmaya çalışılır. [134]
«İV' sonuç, Allah'tan
korkup fenalıklardan sakınmaya mahsustur.»
İyi sonuç, övülmeğe
lâyık netice, takvayla bağlantılıdır.
Takva nedir? Bakara
sûresi 2. âyetin tefsirinde bunu yeterince açıklamış bulunuyoruz. Ancak
münasebet düştüğü için kısaca bir hatırlatmada bulunmamızda fayda vardır.
Takva : Kök mana
olarak «vikaye»den türetilmedir ki, bir kimseyi zararlı ve eziyet veren
şeylerden korumak demektir. Takva bu manayla, kendini endişe edilen tehlikeli
şeylerden korumakla açıklanabilir. Dinî terim olarak: Allah'tan korkup günah
ve isyanı gerektiren her şeyden kaçınıp korunmak anlamına gelir. Şüphesiz ki,
bu manayla takva, imânın en güzel ve feyizli ürünüdür ki iyi bir sonuç
hazırlar. [135]
Yukarıdaki âyetlerle,
inkarcı sapıkların şirretliklerine karşı sabretmemiz tavsiye edildi. Namazın
insanı olgunlaştırma konusunda çok tesirli bir ibâdet olduğuna işaretle, ona
devam etmemiz emredildi. Gerçek saadetin ve iyi sonucun şatafat, lüks ve
konforda olmadığı belirtilerek, inkarcıların bu yoldaki yaşayışlarına
imrenitmemesine dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
müşriklerin, «Muhammed Rabbından bize bir mu'çize getirse ya» demeleri konu
ediliyor ve arkasından daha önce gelip geçen peygamberlerden de bu gibi ölçüsüz
isteklerde bulunulduğu belirtilerek üzerinde durulmaya değer olmadığı, yani
onların isteğine uygun mu'cize indirilmiyeceği belirtiliyor. Sonra da Kur'ân'ın
indirilme sebep ve hikmetlerinden biri
üzerinde durularak aydınlatıcı bilgi verilyor. [136]
133— (İnkarcı sapıklar) «O (Muhammed), Rabbından
bize bir mu'cize getirse ya» dediler. Önceki sahifelerde geçen belgeler,
deliller onlara gelmedi mi? (Kur'ân o mu'cize ve belgeleri onlara açıklamadı
mı?)
134— Eğer biz onları (Kur'ân'ı indirmeden,
peygamber göndermeden) önce bir azap ile yok etmiş olsaydık, (Kıyamet günü
onlar): «Ey Rabbi-miz! bize bir peygamber gönderseydin de alçalıp zillete
uğramadan âyetlerine uysaydık (olmaz mıydı?)» diyeceklerdi.
135— De ki: hep beklemekte(yiz), siz de bekleyin,
bakalım; yakında kimlerin doğru yolun yakınları (adamları) olduğunu, kimlerin
de doğru yolda bulunduğunu bileceksiniz.
«Hiçbir peygamber
yoktur ki ona verilen (mu'cize ve â,yet)lerle, devrindeki insanlardan bir
kısmı) imân etmiş olmasın. Bana verilen (mu'cize ve âyet) ise, Allah'ın bana
vahyettiği (Kur'ân)dır. Umarım ki ben kıyamet gününde bütün peygamberlerden
daha çok kendisine uyulan bir peygamber olarak bulunurum.» [137]
«(İnkarcı sapıklar) O
(Muhammed), Rabbından bize bir mu'cize getirse ya, derler,.»
Tevrat ve İncil son
peygamber Hz. Muhammed'in (A.S.) geleceğini, ona kitap indirileceğini
açık-seçik haber vermişlerdir. Şüphesiz ki bu, aynı zamanda büyük bir mu'cize
sayılır. Şöyle ki : Resûlüllah (A.S.) Efendi-miz'in gönderilmesi ve Kur'ân'ın
indirilmesi iki önemli mu'cize mahiyetinde ortada bulunuyor. Kaldı ki,
Kur'ân'da gelip geçen milletlerin mu'cizeler istedikleri, mu'cize tecelli
edince de yine İnkârlarında ısrar ettikleri ve o yüzden ilâhî hışma uğrayarak
yok edildikleri yer yer anlatılmaktadır.
Bu kadar açık
belgeleri, yaşayan mu'cizeleri görmeyen ve anlayarru- yan körlere başka mu'cize
getirmenin ne anlamı olabilir veya ne gibi bir yarar sağlanabilir?
Bunun için Kur'ân
ilgili âyetle bu inceliğe dikkatleri çekiyor ve tam bir nankörlük içinde
hayatını bir hiç uğruna heder eden müşriklerin inanmayacaklarına işaret
ediyor. [138]
(Kur'ân'ı indirmeden, peygamber göndermeden) önce
bir azap ile yok etmiş olsaydık, (kıyamet günü onlar): Ey Rabbımız! Bize bir
peygamber gönderseydin de alçalıp zillete uğramadan âyetlerine uysaydık (olmaz
mıydı?) diyecekler..»
Bu, Cenâb-ı Hakk'ın
sünnetlerinden biridir. İnsan aklı, mantığı, bilgi ve yeteneği; Allah'ı bütün
isim ve sıfatlarıyla, ruhu asıl maya ve cevheriy-le, ölümü ve ondan sonraki
hayatı hikmet ve derinliğiyle anlamaya yeterli değildir. Bunun için peygamber
gönderilir, kitap indirilir. Peygamber gönderilmeden inkâr ve sapıklıktan
dolayı azap edilmez. O nedenle tarih boyunca her millete ve kavime uyarıcı peygamberler
gönderilmiştir.
İlgili âyetle de bu
husus açıklanıyor. Son peygamber gönderilmeden müşrikler, putperestler, inkâr
ve azgınlıklarından dolayı yok edilselerdi, kıyamet gününde çok masum bir eda
ile şöyle itirazda bulunacaklardı: «Ey Rabbımız! Bize bir peygamber
gönderseydin de alçalıp zillete uğramadan âyetlerine uysaydık (olmaz mıydı?).»
Şüphesiz peygamberden
ve kitaptan tümüyle habersiz bir topluluğun kıyamette böyle bir itirazı veya
özür beyân etmeleri haklı sayılabilir ve özürleri makbul tutulabilir. Ne var
ki, Cenâb-ı Hak bu tür itiraz ve özürleri beyâna gerek bırakmamak için ardarda
peygamberler göndermiştir. Çünkü amaç azap etmek değil, rahmet ve inayet
indirmek ve insanları her iki âlemde de, akıl, beceri ve yeteneklerini
kullandıkları nisbette mutlu etmektir.
Kur'ân-ı Kerîm'de,
peygamber göndermedikçe Cenâb-ı Hakk'ın azap etmiyeceği ve her kavim veya
millete uyarıcı peygamberlerin peşpeşe gönderildiği birkaç yerde
açıklanmaktadır. Şöyle ki:
«Ve biz bir peygamber
göndermedikçe azap ediciler de değiliz.» [139]
«Rabbın kasabaların
ana yerleşim yerlerine peygamber göndermedikçe o kasabaları yok edici
değildir..» [140]
«Hiçbir millet yoktur
ki, içlerinden (gelecek felâkete, inkâr ve sapık-lıklarındaki inatlarına karşı)
bir uyarıcı peygamber gelip geçmiş olmasın.» [141]
«De ki: Hep
beklemekteniz), siz de bekleyin..»
Allah'ın beşer için
koyduğu hayat kanunlarına uyup Ona karşı kulluk görevini imân ve şuur
ölçülerine göre yerine getirenlerin, nasıl doğru bir yolda bulunduklarını;
inkarcı sapıkların da karanlığa nasıl taş attıklarını zaman gösterecektir. Onun
için sonucu sabırla, vakarla, ümitle ve kararlılıkla beklemek gerekir. Nitekim
Mekke'de hak ile bâtılın çetin mücadele verdiği yıllarda, inkarcılar azgınlık
ve saldırılarını iyice artırmışlar ve tehdit edildikleri azabın hemen
gelmesini alaylı bir ağızla istemeğe başlamışlardı. Başta Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz olmak üzere mü'minler ilgili âyetten aldıkları bilgi ve ilhama uyup
neticeyi sabırla beklemeyi uygun görmüşlerdi. Böylece çok geçmeden hicret olayı
meydana geidi. Bu, İslâm'ın artık saadet burcuna yükselmesinin en açık
belirtisi idi. Arkasından peşpeşe zaferler, şehir devleti, yazılı anayasa
derken Mekke'nin fethi gerçekleşti ve kutsal Kabe asıl sahiplerinin eline
geçti. Şirkten, puttan temizlendi. Doğru yolda, imânla, irfanla, birlik ve
dirlikle, ümit ve iştiyakla yürüyenlerin hem dünyada, hem de âhirette başarıya
erişecekleri kesinlik kazandı. Şüphesiz bu öyle bir kanundur ki, hedefinden
sapmadan yoluna devam eder. Ona uyanlar mutlu, uymayanlar mutsuz olurlar.
Böylece âyetin açık
delâletinden anlıyoruz ki: Her devirde ve çağda hak ile bâtılın sürtüşme ve
tartışması olmuştur ve olacaktır. Hak'tan yana olan mü'minler ilim ve ahlâkı,
fazîlet ve sabrı kendilerine rehber edinirler de bilerek yollarında yürümeye
devam ederlerse, zafer mutlaka onlardan yana tecelli eder ve mutlu sonuç
onların yüzüne güler.
Tâ-Hâ Sûresinin
tefsirini burada noktalarken bizi başarılı kılan Ce-nâb-ı Hakk'a hamd-u senalar
olsun. O, bize yeter ve O ne güzel vekildir! Salât-ü selâm da sevgili
peygamberimiz Hz. Muhammed'e (A.S.) ve Onun ehline, ashabına ve dostlarına
olsun.. Amin. [142]
[1] Lübabu't-te'vîl :
3/233
[2] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3781.
[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3781-3782.
[4] Esbab-ı Nüzul - İbn Kesîr : 3/141
[5] »
» » »
» »
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3784.
[6] Buharî/ilim:
10, humus: 7, i'tisam : 10- Müslim/imaret: 175, zekât:
98, 100- Tirmizî/ilim: 4- İbn Mâce/mukaddeme: 17- Dâremî/mukaddeme:
24-Ahmed: 1/306-2/234-4/92- 101
[7] Taberânî: İsnad-i ceyyid ile..
[8] Buharî/imân:
29- Nesâî/imân: 28- Ahmed: 5/69
[9] Buharî/imân:
30- Tirmizî/menakıb: 32, 64-
Ahmed: 1/236
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3784-3785.
[10] Hz. Ömer'in
(R.A.) bu olayını hemen bütün
siyer sahipleri nakletmiş-lerdir. Ayrıca Beyhakî ve Kurtubî de özet mahiyetinde
buna yer vermişlerdir.
[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3785.
[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3785-3787.
[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3787-3788.
[14] Ebû Dâvud/sünnet:
18
[15] İbn Mâce:
zühd: 39
[16] Tirmizî:tefsîr/l-9/ll- İbn
Mâce /mukaddeme : 13- Ahmed:
4/11, 12
[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3788-3789.
[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3789-3790.
[19] Bilgi için bak : A'raf Sûresi: 180, îsrâ Sûresi: 110,
Haşır Sûresi: 24. âyetlerin tefsirine
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3790-3791.
[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3791.
[21] Bilgi için bak : Lübabu't-te'vîl ; 3/234
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3793.
[22] Müslira/mesacid:
316- Taberânî/vükût: 26-
Ahmed: 3/184, 216
[23] Ebû Dâvud/salât:
11- Nesâî/mevakiyt: 53- İbn Mâce/salât:
10- Dâremî/ salat: 26
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3793.
[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 7/3793-3794.
[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3794-3795.
[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3795.
[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 7/3795-3796.
[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3796.
[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3797.
[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3797-3798.
[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3800-3801.
[32] Tâ-Hâ Sûresi :
20- Nemi Sûresi: 10- A'raf Sûresi: 107
[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3801.
[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3801-3802.
[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3802-3803.
[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3803.
[37] Hafız tbn Kesîr/Tefsîrü'1-Kur'ânTl-Azîm: 3/148
[38] Buharî/tefsîr:
1/20 - Ahmed; 2/287, 44Ö
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3805-3806.
[39] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3806-3807.
[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3807.
[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3807.
[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3807-3809.
[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3809.
[44] Müsned-i
Ahmed: 1/303, 368
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3811.
[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3811-3813.
[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3813.
[47] Mefatihü'l-gayb:
1/637, 638
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3816-3817.
[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3817-3818.
[49] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3818.
[50] Müsned-i Ahmed :
3/48, 255
[51] »
» : 3/5
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3820.
[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3820-3821.
[53] tsrâ Sûresi : 81
[54] Enfâl Sûresi: 8
[55] Enbiyâ Sûresi:
18
[56] Sebe' Sûresi: 49
[57] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 7/3821-3822.
[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3822.
[59] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3822-3823.
[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 7/3823.
[61] Buharı/menakıb-i ansâr : 52
[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3825.
[63] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3825-3826.
[64] Tevrat/Çıkış :
14/21-31
[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3826-3827.
[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3827-3828.
[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 7/3828.
[68] Tevrat/Çıkış: 32/15-18
[69] s>
» : 32/20
[70] Tevrat/Çıkış :
32/21-23
[71] Melek Cebrail'in İndirdiği vahyi, Hz. Muhammed'in (A.S.)
kalbine aktarması da «ilka» kökünden gelen «elka» fiiliyle ifade
edilir.
[72] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3831-3833.
[73] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3833-3834.
[74] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3834.
[75] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3834.
[76] Tefsîr-i Kurtubl :
U/233
[77] »
» ; >
>
[78] »
» : 11/234
[79] »
> ; » »
[80] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3835.
[81] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3835-3836.
[82] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3836-3837.
[83] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3837.
[84] Tirmizî/kıyâmet:
8, tefsir: 39-
Dâremî/rikak: 79- Ahmed:
2/162, 192
[85] Ahmed b. Hanbel : Ebû Hüreyre (R.A.)den
[86] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3838-3839.
[87] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3839.
[88] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3840.
[89] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3840-3841.
[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3841.
[91] Lübabu't-te'vîl:
3/247 - Esbab-i Nüzûl/Süyûtl
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3843.
[92] Buharî/tefsîr: 1/2, tevhîd: 19,24- Müslim/imân: 322-
îbn Mâce/zühd: 37
[93] Taberani
[94] Buharî/mezâlim:
8- Tifmizî/birr: 83
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3843-3844.
[95] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3844.
[96] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3844-3845.
[97] Bilgi için bak :
Bakara sûresi ; 260- Âl-i tmrân
Sûresi: 49- Mâide Sûresi : no.
âyetlerin tefsiri
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3845.
[98] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3846.
[99] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3846.
[100] Tirmizî/daavat:
128- îbn Mâce/mukaddeme: 23,
duâ: 2
[101] ibn Mâce/mukaddeme:
17
[102] Ebu'ş-Şeyh :
ibn Abbas (R.A.)dan - Camiussağîr: 1/69
[103] Tefsîr-i
Kurtubî: 11/250
Fazla bilgi için bak:
Kıyamet sûresi: 16-19. âyetlerin tefsiri
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3847-3848.
[104] Bilgi için bak : Nahl süresi: 103, Şuârâ sûresi: 195,
Yusuf sûresi: 2, Ra'd sûresi: 37, Zümer sûresi: 28, Fussilet sûresi: 3, Şûra
sûresi: 7, Zührûf sûresi: 3, Ahkaf sûresi:
12. âyetlerin tefsiri
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3848-3849.
[105] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3849-3850.
[106] Kitab-ı Mukaddes, Kur'ân ve Silim:
179
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3850-3851.
[107] Kıyamet sûresi:
16-19
[108] A'lâ sûresi: 6
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3851-3852.
[109] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3852.
[110] Buharî/bed'-i halk: 8, tefsir: 56, rikak: 51- Müslim/cennet: 6. 8- Tirmi-zî/ cennet: 1, tefsîr:
1/56- İbn Mâce/zühd: 39-
Dâremî/rikak: 114- Ahmed:
2/ 257, 404, 418, 438, 452, 455, 469, 487- 3/110,
135, 164, 185, 207, 234
[111] Buhari/tefsîr:
3/20- Tirmizî/kader: 2-
Ahmed: 2/287, 314
[112] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 8/3854-3855.
[113] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3855.
[114] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3856.
[115] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3856-3857.
[116] Bu konuda bilgi için bak ; el-İbriz/Celâl Yıldırım tercümesi
[117] Tevrat/Tekvin:
2/7-17
[118] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3857-3858.
[119] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3858.
[120] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3859-3860.
[121] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3860.
[122] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 8/3862-3863.
[123] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3863.
[124] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3863-3864.
[125] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 8/3864.
[126] Buhari/mevakiyt: 16, 26, ezan: 129, tefsir: 50, rikak:
52, tevhîd: 24- Ebû Dâvud/sünnet:
19- Tirmlzî/cennet: 16-
Ahmed: 3/16, 17,
26, 27
[127] Müslim/salât:
13, 21, mesacid: 213, 214-
Ebû Dâvud/salât: 9-
Ahmed: 4/136, 261
[128] Buharî/rikak:
51- Müslim/iman: 308,
311, 314- Tirmizî/cennet: 17,
23, tefsir: 3/32, 2/75- İbn Mâce/zühd:
39- Ahmed: 2/13. 64-3/27
[129] Buharî/rikak:
51, tevhîd: 38-
Müslim/cennet: 9- Tirmizî/cennet: 18-Ahmed:
3/88, 95
[130] Tirmizî/cennet:
16, tefsir: 1/10-
İbn Mâce/mukaddeme: 13- Ahmed: 4/332, 333- 6/16
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3866.
[131] Bilgi için bak : Hud sûresi: 114, Rum sûresi : 18, îsrâ Sûresi: 78, Mü'min sûresi: 55, Kaf
sûresi: 39, Âl-i îrarân sûresi: 41. âyetlerin tefsirine
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3867-3868.
[132] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3868.
[133] Bu konuda bilgi için bak : Tefsîr-i Kurtubî: 11/263
[134] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3868-3869.
[135] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3869-3870.
[136] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3870.
[137] Saiıîh-i
Buharı: 11/226
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3871.
[138] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3871-3872.
[139] İsrâ Sûresi :
15
[140] Kasas Sûresi:
59
[141] Fâtır Sûresi:
24
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3872-3873.
[142] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/3873-3874.