|
Bu sûre, 135 ayettir.
"Tâ Ha. Biz,
Kur'ân'ı sana, zahmet çekesin diye değil, ancak korkacak
kimselere bir öğüt ve yerle o yüce yüce gökleri
yaratandan bir "tenzil" olmak
üzere
indirdik. O Rahman Arş'a istiva etmiştir. Göklerde, yerde, bu ikisinin
arasında ve nemli
toprağın altında ne varsa (hepsi) O'nundur. Sen sesiniyükseksen de, hiç
şüphesiz O gizliyi de, gizlinin daha gizlisini de bilir.
Allah'dan başka ilah yoktur. En güzel isimler
O'nundur"
(Tahâ.
1-8).[1]
Bil ki
"Ta-ha" lafzı ile ilgili iki mesele bulunmaktadır:
Ebu Amr bunu tâ'nın
fethası, hâ'nın kesresi ile okumuştur.
Medineliler
ise, bu kelimeyi fetha ve kesre arasında: İbn
Kesir ve İbn Âmir, tâ ve hâ'nın fethası ile; Hamza ve Kisfiitâ ve
hâ'nın kesresi ile okumuşlardır. Zeccâc: "Bu, tâ'nın
fethası ve hâ'nın sukûnû ile de okunmuştur. Bütün
bunlar mümkün telaffuz şekilleridir" demiştir. Yine Zeccâc şöyle der:
"Tâ ve hâ'yı fethalı okuyan, elifden (harfi medden) Önceki harf meftun
olduğu için böyle okumuştur. Tâ ve hâ'yı meksûr okuyan da, harf,
"meksûr" olduğu için Kesreyi imale etmiştir. Çünkü meksûr olan elif,
genellikle imale edilir, yani kesreye çalacak şekilde okunur.
[2]
Müfessirlerin, Tâ-hâ
ile ilgili iki görüşleri bulunmaktadır:
1) Bunlar,
hecâ narfleridir. (Elifbanın iki harfidirler).
2) Bu,
manası olan bir kelimedir.
Birici görüşe göre
yapılan izahlar, Bakara sûresinin başında geçti. Burada, âlimler o izahlara şu
hususları ilave ederler:
a) Sa'lebi
şöyle demiştir: "Tâ, "Tuba ağacı", hâ da, (cehennemdeki)
"Haviye" vâdisidir. Binâenaleyh Cenâb-t Hak sanki bununla cennete ve
cehenneme yemin etmiştir."
b) Cafer
es-Sâdık (a.s)'dan nakledildiğine göre, "Tâ harfi, eht-i beytin
taharetine; hâ harfi de, hidayetlerine bir işarettir.
c) Bunun manası, "Ey ümmetine şefaat ümid
ettiren (mutammî) ve ey bütün insanları İslama "hidayet" eden"
şeklindedir.
d) Sa'id b. Cübeyr: "bunlar Cenab-ı Hakk'ın
tayyib, tahir ve hadi isimlerinin başlangıç harfleridir" demiştir.
e) Tâ,
taharetten, "hâ"da hidayetten bedeldir. Buna göre sanki şöyle
denilmiştir: "Ey günahlardan tâhir (temiz) olan ve ey gaybların âlimi
Allah'a insanları hidayet eden (Peygamber)."
f)Tâ, harfi
kurranm kalblerinde uyandırdığı heybet ve korkudur. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Kâfirlerin kalblerine korku atacağız" (aı-i Imran, ist) buyurmuştur.
g) Tâ, harfi
ebced'e göre dokuz, hâ ise beş eder. İkisinin toplamı ondörde ulaşır. Bu ise,
"Ey aytnondördü (gibi güzel Mühammed)" demektir.
Sen daha önceki
izahlarda da gördün ki, böylesi sözlere itimad etmek gerekmez.
İkinci görüşe göre,
yani bunun harf değil de tam manası olan bir kelime oMuğunu söyleyenlere göre,
iki izah şekli zikredilmiştir:
a) Bu (Ey Adam) manasındadır. Bu, İbn Abbas, Ha«an
el-Basrî, Mücâhid, Said b. Cübeyr, enin, ikrime ve Kelbî'den rivayet
edilmiştir. Sonra Sa'td b. Cübeyronin Naba»oa; Katâde, Süryanca ve İkrime, Habeşce
olduğunu; Kelbî ise uk cesi olduğunu
söylemişlerdir. Nite.kim Kelbî, uk'lu şairin şu şiirini okumuştur.
"Ev falanca (Tahâ),
sefihlik, sizin karakterinizde yer etmiştir; Allah, lanetlenmiş
kimselerin ruhlarını temizlemez, takdis etmez" Daha
sonra alimler bu görüş hakkında şu iki şekilde söz söylemişlerdir:
1) Bu
kelime, "Ey Adam" manasında olup, lügat
itibarıyta bu manaya
hamledilmiştir. Fakat, kelime bu manaya gelmiş ise, ancak Arapça'da caiz
olabilir. Çünkü Kur'ân Arapça olarak nazil olmuştur. Binâenaleyh bu lafız
konusunda Arapların kullanışının, yukarıda bahsettiğimiz dillere uygun düşmüş
olması muhtemeldir. Ama kelime hakkındaki diğer izaha göre, bu muhtemel ve
doğru değildir.
2) Keşşaf
Sahibi şöyle der: "Eğer, Tâhâ, uk lügatinde, "Ey Adam" {Yâ
Racül) manasında ise, muhtemelen o Araplar bu ifadede tasarrufda bulunup, yâ'yı
tâ'ya dönüştürerek Tâ" demişler. Sonra bunu da kısaltarak, çekerini (med
harfini), he'ye çevirerek, demişlerdir. Buna göre Tâ-hâ, "Yâ Hazâ"
"Ey falanca!" manasınadır. "Bazt alimler buna, itiraz etmişler
ve "Eğer bu böyle olsaydı, şeklinde, dört harfli olarak yazılması
gerekirdi" demişlerdir.
b) Mz.
Peygamber (s.a.s) teheccüd namazlarında bir ayağı üzerinde duruyordu. Cenâb-ı
Hak ona, iki ayağı üzerinde durmasını emretti. Bu emrin aslı, (iki ayağın üzere bas) idi. Böylece Araplar'ın,
(sana) manasında ve (akıttın) manasında
»iij* demeleri gibi, emirdeki bu hemzeyi hâ'ya çevirmişlerdir. Bu aslın,
hemzeli olan fiilinden olması mümkündür. Böylece "Tâ-hâ"mn aslı, 'Bas
ey adam" şeklinde olup, vakıftan dolayı buna "he" ilave
edilmiştir. Her iki izah şekiini de Zeccâc zikretmiştir.
[3]
Ayetteki, "Biz Kur'ân'ı sana zahmet çekesin diye
indirmedik"
cümlesi ile ilgili birkaç mesele vardır:
Keşşaf Sahibi
şöyle demiştir: "Eğer
"Tâhâ", hece
harflerini saymak için getirilmiş ise, o zaman bu bir
söz
başlangıcıdır. Ama sen bunu, bu sûrenin
adı kabul edersen,
ayetteki "Biz,
Kur'ân'ı sana zahmet
çekesin diye
indirmedik" cümlesinin, bunun haberi olması
muhtemeldir. Binâenaleyh o zaman tâhâ", mübtedâ mahaliinde olmuş otur.
Zahir isim olarak Kur'ân kelimesi, zamir yerine kullanılmıştır. Çünkü bu, 'Taha
(bu sûre)ki, Biz Kur'ân olan bu sûreyi sana zahmet çekesin diye indirmedik"
demektir. Yahut Tâhâ'nın yemin olup, sonraki cümlenin bunun (kasemin) cevabı
olması muhtemeldir.
[4]
Bu ifade, "bu
Kur'ân, sen zahmet çekesin diye inmedi" şeklinde de okunmuştur.
[5]
Alimler, bu ayetin sebeb-i
nüzulü ile ilgil birkaç vecih zikretmişlerdir:
1) Mukâtil
şöyle demiştir: Ebu cehil, Velİd b.
Muğire,
Mut'im b. Adiyy ve Nadr b. el- Haris, Hz.
Peygamber
(s.a.s)'e:
"şüphesiz ki sen, atalarının dinini terkettiğin için bir meşakkat ve
sıkıntı içindesin" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s),
"Aksine ben, alemlere rahmet olmak üzere gönderildim" dedi. Onlarda,
"Hayır, aksine sen zahmet çekiyor, zahmet veriyorsun" deyince, Cenâb-ı Hak, onları reddetmek ve Hz. Muhammed
(s.a.s)'e de, islâmın sırf barış ve esenlik olduğunu; bu Kur'ân'ın bütün kazançları elde etmeye götüren
bir selamet ve bütün mutlulukları elde etmeye bir sebeb olduğunu; kâfirlerin
içinde bulunduğu durumun ise pür bedbahtlık olduğunu bildirmek üzere, bu ayeti
indirdi.
2) Hz. Peygamber
(s.a.s), ayakları şişinceye kadar gece namazı kılmıştı. Bunun üzerine Cebrail
(a.s) ona, "{Biraz da) nefsine (zaman) bırak. Çünkü onun da, senin
üzerinde bir hakkı var" dedi. Buna göre ayetin manası, "Biz, Kur'ân'ı
sana, hep ibadet ede ede nefsini helak etmen ve ona büyük bir meşakkat vermen
için indirmedik. Sen ancak dosdoğru, lekesiz ve hoşgörülü bir din ile
gönderildin" şeklinde olur.
Yine Hz. Peygamber
(s.a.s)'in gece, namazma kalktığı zaman, uyumamak için göğsünü bir ipe
bağladığı rivayet edilmiştir.
Bazıları ise şöyle
demişlerdir: "O, tek bir ayağı üzerinde durup ibadet ederdi."
Diğer bazıları ise,
"O, bütün gece boyunca uykusuz kalırdı. İşte Cenâb-ı Hak, "Zahmet
çekesin diye" ifadesi ile bunu kastetmiştir" demişlerdir. Kâdi,
"Bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü Peygamber (s.a.s) birşeyi yaptığı zaman,
şüphesiz onu Allah'ın emri ile yapar. Hz. Peygamber (s.a.s) bunu, Allah'ın
emriyle yapınca, mutluluk babından birşey olmuş olur. Dolayısıyla da ona,
"Biz bunu sana emretmedik" denilmesi doğru olmaz" demiştir.
3) Bazı
alimler de şöyle demişlerdir: "Bu ayetten muradın, "Kendine eziyet
etme ve nefsine, şu kâfirlerin küfrüne üzülerek, azâb etme. Şüphesiz ki Biz,
Kur'ân'ı sana, ancak onunla öğüt veresin (uyarasın) diye indirdik. Binâenaleyh
kim iman eder ve kendisini düzeltirse,
kendisi içindir. Kim de inkâr ederse, onun
inkârı seni hüzünlendirmesin. Sana düşen ancak tebliğ etmektir"
manası olması muhtemeldir. Bu, "Onlar mümin olmayacaklar diye neredeyse
kendine kıyacaksın"(Şuara, 3) ve "Onların sözleri seni
hüzünİendirmesin" (Yûnus. 76) ayetlerinde anlatıldığı gibidir.
4) Ayet,
"Şüphesiz ki sen, kavminin küfründen ötürü kınanacak değilsin"
manasınadır. Bu, "Onların üzerine musallat (bir adam)
değilsin"(Gâşiye,22) ve "Sen onlar üzerine (görevli) bir vekil değilsin"{En'am,
ıo?) ayetlerinde olduğu gibidir. Yani, "Sen onlara tebliğ ettikten sonra,
onları küfürlerinden sorumlu değilsin, günahlarından dolayı
sorgulanmazsın" demektir.
5) Bu sûre
Mekke'de ilk nazil olan sûrelerdendir. Bu dönemde, Hz. Peygamber (s.a.s) de,
düşmanların eziyeti ve hükümranlığı altında idi. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki
ona, "Ebediyyen bu durumda kalacağını zannetme. Aksine peygamberliğin
galib gelecek, kadr-u kıymetin ortaya çıkacak. Çünkü bu Kur'ân'ı sana, o
müşrikler arasında mutsuz kalasın diye indirmedik. Aksine onunla yücelesin ve
şereflere nâit olasın diye indirdik" demektir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Ancak korkacak kimselere bîr öğüt olarak" ifadesi ile ilgili birkaç
mesele vardır:
[6]
Buradaki illâ (ancak)
kelimesi hakkında iki görüş vardır:
1)
Bu,
"Fakat"
manasında, bir istisnai
munkati'dir.
2) Bunun
takdiri, "Biz sana Kur'ân'ı ancak bir öğüt olsun
diye, tebliğ meşakkatlerine katlanman için
indirdik" şeklindedir ve ttpkt, "Senden başkaları da ibret alsın
diye, eziyetlere katlanman için sana bu sözü söyledik" denilmesi gibidir.
[7]
Ayette, öğüt almanın
ancak korkanlar için söz konuş olduğu belirtilmiştir. Çünkü bu, hernekadar
herkes hakkında umumi
herkese şamil ise de
netice itibariyle öğütten yararlananlar
bunlardır.
Bu Cenâb-ı Hakk'ın, "(Kur'ân) muttakiier için bir hidayettir"(Bakara,
2) ayeti gibidir. Yine Cenâb-ı Hak, "Furkânı (Kur'ân'ı), bütüne alemlere
bir uyana olsun diye kulu (Muhammed'e) indiren (A. 'ıh'ır) şanı ne
yücedir!"(Furkan. i) "Ataları azab ile korkutulmamış bir kavmi
korkutman için" (Yasin, e) ve "Mücâdele ve inâd edenleri korkutasm
d/ye" (Meryem. 97) ve "Hatırlat, va'z-u nasihatta bulun. Çünkü va'z-u
nasihat mü'minlere fayda verir"(Zariyat. 51) buyurmuştur.
[8]
Kur'ân'ı Kerim'in bir
öğüt olmasının izahı şöyledir: Hz.
Peygamber
(s.a.s), onu okuyarak ve açıklayarak onlara
öğüt veriyordu.
Binâenaleyh ayetteki "Korkacak kimseye"
ifadesine, Hz. Peygamber (s.a.s) de dahildir. Çünkü Peygamber (s.a.s)
haşyet veKur'ân'dan öğüt alma hususunda herkesten ileri idi.
[9]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Yeri ve o yüce yüce gökleri yaratandan bir "tenzil" olmak üzere
(indirdik)" buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır:
[10]
Alimler,
"tenzilen" kelimesinin mansûb olması hususunda birkaç izah
yapmışlardır:
a) Bunun
takdiri, ^İî jjî şeklindedir. Buna göre bu ketime, mahzûf fiilin i.(efûl-ü
mutlaki olarak mansubtur.
b) Kelime,
ayetteki lijJl fiili ile mansubtur. Çünkü "Biz onu sana ancak bir öğüt ve
tenzil olarak indirdik" demektir.
c) Bu ifade "medih ve ihtisâs"dan
ötürü mansubtur.
d) Bu ifade, mefûl-ü bih olarak, fiili ile
mansubtur, yani, "Allah onu,
Allah'ın
"tenzilinden" korkan kimseler için bir öğüt ve hatırlatma olarak
İndirdi" demektir. Bu güzel bir mana ve acık bir ifadedir. Yine bu kelime,
mahzûf bir mübtedânın hafceri olmak üzere, "O, tenzildir" manasında
merfû olarak da okunmuştur.
[11]
Tekellüm (hilab)
siğasından, gayb siğasına geçmenin pek çok hikmetleri vardır:
1) Bu
hususların zikredilmesi (anlatılması) ancak gayb siğası ile mümkün olabilir.
2) Cenâb-ı
Hak önce, "indirdik" buyurmuş, böylece indirme işini, kendisine itaat
olunan Tek Allah'a işaret eden azamet (Biz) zamirine isnâd ederek, bu işin
şanını yüceltti. Sonra da azamet ve yücelik sıfatları ile muttasıf olana (yani
yine Kendisine) nisbet etti ve böylece de, azamet ve yüceltme iki yoldan da
kuvvetlenip-katlandt.
3) Bu
ifadenin, Cebrail ve onunla İnen meleklerin sözünü nakletmek üzere,
"(Onlar) Biz indirdik" dediler" şeklinde olması da caizdir.
[12]
Allah Teâlâ onu, yeri
ve onca büyüklüğüne rağmen gökleri yaratandan bir "tenzil" olarak
belirtmek suretiyle, Kur'ân'ınsânını yüceltmiştir. Bunu şundan ötürü
söylemiştir: Çünkü Allah'ın azamet ve yüceliği, onun yaratık ve nimetlerinin
büyüklük ve yüceliğini ortaya koymakla zuhur eder. Cenâb-ı Allah, Kur'ân'ı
tefekküre, mana ve hakikatlerini düşünmeye teşvik etmek için onun yüceliğini
belirtmiştir. Bu durum görülen dünyamızda (şehadet âleminde)de genellikle
bilinen bir şeydir. Çünkü Mesaj gönderenin makamına göre, mesajına saygı
gösterilir. Böylelikle Elçinin sözünün i'-ieniımesı daha çok sağlanmış olur.
[13]
Arapça'da,
"Semâ-un ulyâ" "semâvâtun ulâ" (yüksek sema ve
semalar) denilir. Göklerin
yükseklikle
nitelenmesinin gayesi,
bunca yüceliklerine ve boyutlarının uzaklığına .ağmen, onları böyle yaratanın
kudretinin yüceliğine istidlal etmektir.
[14]
Cenâb-ı Hakk'ın
"O Rahman, Arşa istiva etmiştir" buyruğu ile ilgili birkaç mesele
vardır:
"Rahman"
kelimesi, yaratandan ifadesinin sıfatı
olmak
üzere mecrûr da okunmuştur. Merfû okunması daha
güzeldir. Çünkü bu
Curumda kelime, takdirinin"O, Rahmandır" şeklinde olması üzere,
medinden ötürü merfû olur. Yahut da, lâm-ı tarifi ile, yaratana işaret olunmuş
olan bir mübteda olarak merfû olur. Buna göre eğer "Kelimeyi mecrûr
okuduğumuz, yahut "medih" üzere merfû okuduğumuz zaman, cümlesinin
irabtaki mahalli nedir?" denilirse, biz deriz ki; Kelimeyi mecrûr okuduğun
zaman, o, mahzûf bir mübtedanın haberi olur, başka birşey olmaz. Merfû
okunduğunda da böyle olması mümkündür. Yine bunun mübteda olan Rahman
kelimesinin iki haberi olması da caizdir.
[15]
Müşebbihe,
ma'budlannın Arş'ın üzerine oturmuş olduğunu söyleyip, bu ayeti delil
getirmişlerdir. Bu, hem aklen, hem naklen birkaç bakımdan bâtıl ve yanlıştır:
1) Hak Teâlâ
Arş ve mekan yok iken de vardı. O, mahlû-
katı yarattığı zaman
bir mekanda olmaya ihtiyaç duymamıştı. Aksine O, mekandan münezzehtir ve böyle
olmakla hep (ezeli ve ebedi olarak) muttasıf olmuştur. Ancak, bâtıl bir iddiada
ve zanda bulunan kimse, Arş'ın hep Allah'la birlikte olduğunu zannetmiştir.
2) Arş
üzerinde oturanın bir cüzünün (parçasının), Arş'ın sol tarafında olan
parçasının aksine, Arşın sağ tarafında olmuş olması gerekir. O zaman oturan
kimse bizzat, te'lif ve terkib edilmiş (parçalardan meydana getirilmiş) bir
varlık olur. Böyle olan her varlık ise, bir te'lif ve terkib edene muhtaç olur.
Bu ise, Allah hakkında imkansızdır.
3) Arş
üzerinde oturan, biryerden biryere hareket edip geçmeye ya muktedirdir, yahut
onun için böyle birşey mümkün değildir. Eğer birinci ihtimal söz konusu ise, o
zaman o, hareket ve sükûnun mahalli haline gelmiş olur ve zorunlu olarak, muhdes
bir varlık olur. Eğer ikinci ihtimal söz konusu ise, o zaman o bağlanmış bir
varlık gibi olur, hatta kötürüm birisi gibidir, hatta bundan da kötüdür. Çünkü
kötürüm olan bir kimse, başını ve göz bebeklerini hareket ettirmek istediğinde,
bu onun için mümkündür. Fakat bu, müşebbihenın ma'bûdu için mümkün değildir.
4)
Müşebbihe'nin ma'bûdu, ya her mekanda vardır, ya da bir mekandadır. Eğer o her
mekanda ise, o zaman onlar o ma'bûdun, pislik ve necaset mekanlarında da
bulunduğunu kabul etmeleri gerekir ki hiçbir akıllı bunu söylemez. Eğer o,
bütün mekanlarda değil de bir mekanda bulunuyorsa, o zaman o kendisini bu
mekana yerleştirmiş olan bir varlığa muhtaç olmuş olur ve böylece de muhtaç bir
varlık olur. Bu ise Allah hakkında imkansızdır.
5) Cenâb-ı
Hakk'ın, "O (Allah'ın) benzeri gibisi yok"(Şûr», n) ayeti, bu ifadede
istisna yapılabilir olmasının delâlet ettiği gibi, O'nun için hiçbir yönden
benzerlik ve
eşitliğin olmadığı manasını ifade eder.
Çünkü meselâ, "Oturma, mikdar, renk.... hususları müstesna, O'nun benzeri
gibi yoktur" denilerek, bundan istisna yapılabilir. İstisnâ'nın
yapılabilmesi ise, bütün bu hususların bu ifadenin kapsamına girmesini
gerektirir. Binâenaleyh eğer Allah Teâlâ oturuyor olsaydı, oturma bakımından
ona benzeyen başkasının da olması gerekirdi. Diğer hususlar da böyledir. O
zaman da, ayetin manası kaybolurdu.
6) Cenâb-ı Hak, "O gün Rabbinin Arşını,
üstlerinde bulunan sekiz melek yü/c/enir" (Hftkka, X7] buyurmuştur.
Melekler Arşt taşıdıklarında, Arşda ma'budlarınm oturduğu mekan olunca, bu
durumda, meleklerin, müşebihenin ma'budunu da taşımış ofmafarı gerekir. Bu fse
ma'fcuf bırşey rfeflıftfır. Çünkü Hafik ve Ma'öücr, mahlûku koruyup gözetendir.
Mahlûk ise Hâlık'ı ne koruyup gözetebilir ne de taşıyabilir.
7) Şayet bir
mekanda karar kılan bir varlığın ilah olması caiz (mümkün) olsaydı, güneş ve
ayın da birer ilah olmadığı nasıl bilinebilecekti? Çünkü bizim güneş ve ayın
ilah olmadıklarını ortaya kor iken izlediğimiz (akli) yol, onların hareket ve
sükûn ile muttasıf oldukları, böyle olan varlığın ise muhdes olup, bir ilah
olmadıkları şeklindeki metoddur. Siz bu yolu ibtal edince, güneşin ve ayın
Hanlığını tenkid kapısı, sizin için kapanmış olur.
8) Âlem bir
küre şeklindedir. Bize nisbetle "üst" olan cihet, yeryüzünün diğer
tarafında oturan kimselere nisbetle "alf'dır. Bunun aksi bir cihetle
(yönle) kayıtlı ve sınırlı olsaydr, bu cihet, kimi insanlara göre üst olsa
bile, diğerlerine göre alt olurdu. Alimlerin ve akıllı kimselerin ittifakı ile
sabittir ki, ma'bûd'un eşyanın "alt" yönünde olduğunu söylemek caiz
değildir.
9) Ürnraet-i Muhammed (s.a.s), Cenâb-ı Hakk'ın
"De ki, "O, Allah'dtr birdir" (Ihias. i) ayetinin müteşâbih
ayetlerden değil de muhkem ayetlerden olduğu hususunda icmâ etmiştir.
Binâenaleyh eğer Cenâb-ı Hak, bir mekanda olsaydı, o 2aman O'nun sağ
tarafındaki izleyen şeylere bitişik tarafı, sol tarafındaki şeylere bitişik
tarafından başka olurdu. O zaman da o, mürekkeb (parçalardan meydana gelmiş) ve
kısımlara bölünebilecek bir varlık olmuş olurdu ve gerçekte "Tek"
olmamış olurdu. O zaman da, "De ki: "O, Allah'dir tektir"
(Ihias, i) ayeti, yanlış olmuş olurdu.
10) Hz.
İbrahim (a.s), "Ben, batıp kaybolan şeyleri sevmem "(En-am. 76)
demiştir. Buna göre eğer ma'bûd bir cisim olmuş olsaydı, o da ebedi olarak
batmış ve ebedi olarak kaybolmuş olurdu. Böylece de o, Hz. İbrahim'in
"Ben, batıp kaybolan şeyleri sevmem" sözünün kapsamına girmiş olur.
İşte bu deliller ile istikrar (bir mekanda karar kılma) kavramının Allah
hakkında imkansız olduğu gerçeği kesinleşir.
[16]
Bu gibi konularda
insanların iki farklı tutumları bulunmaktadır:
1) Bir
kısmı, "Biz müteşabih ayetleri te'vil etmeyiz. Aksine kesin olarak,
Allah'ın mekandan ve cihetten münezzeh olduğunu söyleriz ve ayetin te'vilini
yapmayız" diyenlerdir. Allâme Gazali, İmam-ı Ahmet b. Hanbel'in bazı
öğrencilerinden, onun
şu üç haberi te'vil
ettiğini rivayet etmiştir: Hz. Peygamber (s.a.s)'in "Hacer-i Esved, Allah'ın yeryüzündeki sağ
elidir"
[17]"Mü'minin kalbi,
Rahman'ın parmaklarından iki parmak arasındadır'[18]hadisi
ve
"Muhakkak ki ben. Rahmanin nefesini yemen
cihetinden hissediyorum"[19]
hadisi...
Bil ki bu görüş iki
yönden zayıftır:
a) Bu kimse
eğer Allah Teâlâ'nın mekan ve cihetten münezzeh olduğuna kati olarak
hükmediyorsa, aynı kat'iyyette Allah'ın bu ayetteki "istivâ"dan
muradının "oturmak" olmadığına da hükmetmiş olur. İşte buda bir
te'vildir. Ama o kat'î bir biçimde Allah'ın mekân ve cihetten münezzeh olduğunu
söylemeyip, bu konuda şüpheli ise, o zaman Allah'ı bilip tanımamş olur. Ancak
şöyle söylemesi müstesna: "Ben,
Allah Teâlâ'nın muradının,
ayetin lafzının zahirinin
hissettirdiği mana
olmadığını,bundan muradın başka birşey olduğunu; ama hata ederim korkusu ile,
bu muradı belirlemeye girişemediğimi kati olarak söylüyorum." İşte o zaman
bu sözü, doğruya yakın olabilir.
b) Bu görüş,
şu yönden de zayıftır. Çünkü Cenâb-ı Hak bizlere Arapların dili ile hitab
edince, O'nun bu lafızlarla ancak, bu lafızların Arapça olarak delâlet ettiği
manayı kastetmiş olması gerekir. İmdi "İstiva" kelimesinin Arapça'da,
"istikrar ve istilâ" dan başka manası olmayıp, ama ayette bunu
istikrar manasına hamletmek imkansız olunca "istila" manasına
hamletmek gerekir. Aksi halde, bu lafza hiçbir mana vermemiş olmak gerekir. Bu
ise caiz değildir.
2) Bu,
mutlaka te'vile yönelmek gerektiği hususunda kesin bir delildir. Bu da şudur:
Aklın delaleti, buna, İstikrar manasını vermenin imkansızlığını gösterip;
"istiva" lafzının zahiri de "istikrar" manasına delâlet
edince; bizim ya iki delilden herbiri ile amel etmemiz yahut ikisini birden
terketmemiz, ya da nakli olanı, akli olana tercih etmemiz; yahut da aklı tercih
edip, nakli te'vil etmemiz gerekir. Birincisi bâtıldır. Aksi halde o zaman,
birşeyin hem mekandan münezzeh olması, hem de mekanda bulunması gerekir. Bu ise
imkansızdır. İkincisi de imkansızdır. Çünkü bu, iki zıddı birlikte yok saymayı
gerektirir ki bu da yanlıştır. Üçüncüsü de batıldır. Çünkü akıl, naklin esası
(mihenki)dir. Zira yaratıcının varlığı, ilmi, kudreti ve peygamber gönderişi
akli delillerle sabit olmadıkça, nakille de sabit
olmaz. Dolayısıyla aklı tenkid etmek, hem aklın, onunla birlikte hem naklin
tenkidini gerektirir. Binâenaleyh geriye ancak, aklın doğru olduğuna kesin
olarak hükmetmemiz, naklin de teVili ile meşgul olmamız kalır. Bu, maksadı elde
etme hususunda kafi bir delildir. Bu sabit olunca diyoruz ki: Alimlerden
bazıları burdaki "istivâ"dan muradın "İstilâ" manası
olduğunu söylemişlerdir. Nitekim şâirde şöyle demiştir:
"Bişr, kılıç
kullanmadan ve kan da akıtmadan, Irak'ı istilâ etmiştir." Eğer denilirse ki:
"Bu te'vil şu bakımlardan caiz değildir:
1)
İstilâ'nın manası, acziyyet halinden sonra, gâlibiyyet elde etmektir. Bu ise
Allah hakkında imkansızdır.
2) Bir
kimsenin ancak onunla çekişen bir hasmı olduğu ve kendisine hâkim olunan
-istilâ edilen şey ondan önce bulunduğu zaman ancak, "Falanca şunu istilâ
etti" denilir. Bu, Allah hakkında imkansızdır. Çünkü Arş ancak Allah'ın
yaratması ve var etmesi ile varolmuştur.
3) Allah'ın
"istilâsı" bütün yaratıklara nisbetle söz konusudur. Binâenaleyh
burada sırf "Arş"ı, zikretmenin bir manası yoktur. Böyle denilirse
bunlara şu şekilde cevap verilir:
Biz "Allah'ın
istilâsını", kudreti manasına tefsir edersek, bütün bu tenkidler zail
olur. (Mesela) Keşşaf Sahibi şöyle demiştir: "İstiva Arş'ın üzerine
olunca, Arş da hükümdarın tahtı manasına olup, o da ancak hükümdarla birlikte
söz konusu olduğu için, Araplar istivayı "mülk, iktidar güç" manasına
kinaye yapmışlar ve "Hakim oldu" manasını kastederek, aslında hükümdar,
üzerine oturmamış ise de, "Falanca ülkeye hakim oldu" demişlerdir.
Kudret ve mülkün oluşunu Araplar böyle ifade etmişlerdir. Çünkü bu,
"Falanca melik oldu, sahib oldu" gibi ifadelerden, delâlet itibarıyla
daha beliğ ve daha kuvvetlidir. Bunun bir benzeri de, "Falancanın eli açık
(mebsût)tur" ve "Falancanın eli sıkıdır" diyerek, bunlarla
"O, cömerttir" ve "O, cimridir" manasını kastetmendir.
Söylediğin lafızlar farklı ama, bu iki ifadenin manası aynıdır. Öyle ki bir
kimse verme hususunda elini sıkı tutmasa, yahut hatta eli bile bulunmasa o
kimse hakkında yine "Eli açık (geniş)" denilir, Çünk Araplara göre bu
ifade ile, "cömert" ifadesi arasında bir fark yoktur. Cenâb-ı
Hakk'ın, "Yahudiler "Allah'ın eli bağlıdır (sıkıdır)" dediler.
Hay kendi elleri bağlanasıcalar!"(Mâie,64) ve "Hayır, O'nun iki eli
de açıktır"im mi ayeti bu manadadır, yani "Allah, hakkında eli
bağlanma, açık olma düşünülmeksizin, cömerttir" demektir. Bunun nimet
verme tekeffül etme manasına oluşu mecazidir.
Ben derim ki: Biz
şayet bu kapıyı açarsak bâtınîlerin tevillerine de kapı açılmış olur. Çünkü
onlar,"Pabuçlarını çıkar" çt aha, ta) ayetinden muradın, "bir
fiil tasavvur etmeksizin Allah'ın hizmetine dalmak" manasında ve "Ey
ateş, İbrahim'e karşı serinlik ve selâmet ol" (Enbiya. 69) ayetinden
muradın da, ortada hiçbir ateş ve ona
hitab
söz konusu olmaksızın. Allah'ın İbrahim (a s)'i kurtarması" manası
olduğunu söylerler. Allah'ın kitabında vârid olan herşey hakkındaki söz de
böyledir. Daha doğrusu bu hususta uyulacak kanun şudur- "Kendisinden
sarf-ı nazar etmeyi gerektiren, kafi ve akli bir delilin bulunması hariç,
Kur'ân'da vârid olan her lafzı hakiki manasına hamletmek gerekir." Keşke
bu gibi konularda birşey bilmeyen, bu konulara dalmasa. İşte ayet hakkındaki
sözün tamamı budur. Böyle müteşâbih ayet ve hadisler hakkında, daha tafsilatlı
bilgi edinmek isteyenlerin, "Te'sisü't-Takdis" adlı esere başvurması
gerekir. Muvaffakıyyet Allah'dandır.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Göklerde yerde, bu ikisinin arasında ve nemli toprağın altında ne varsa
(hepsi) Onundur" ayetine gelince bil ki: Allah Teâlâ, "O Rahman Ar$a
istiva etmiştir" buyurarak, mülkünü anlatınca, mülk de ancak ve ilimle
bulunup tam olunca, onun peşisıra önce kudretini, sonra ilmini zikretmiştir.
Kudreti, işte bu ayette anlatılandır. Bundan maksad şudur: Cenâb-ı Hak, burada
sayılan d<yt kısmın da mâlikidir. Binâenaleyh O, göklerde bulunan
meleklerin, yıldızların ve bunlar dıştndaki herşeyin; yerlerde bulunan
madenlerin ve boş sahraların, bu ikisi arasında bulunan havanın ve toprak
altında bulunan şeylerin mâlikidir.
İmdi eğer, "sera,
âlemin en son sathı, en alt tabakasıdır; onun altında birşey
oulunmaz. Öyleyse
nasıl olurda Allah onun altında bulunan şeyin de sahibidir"
denilebilir?"
diye sorulursa cevaben deriz ki: "Sera Arabca'da nemli toprak
demektir. Dolayısıyla,
onun altında bir şey bulunması muhtemeldir. O şey de, değişik
'ivayetlere göre öküz,
balık, kaya, deniz veya hava olabilir...
1)
Müfessirimiz Razî (r.a) dünyanın öküz veya balık üzerinde nasıl durduğu
konusunda bir açıklama yapmıyor. Birçok okuyucumuzun bunu bir problem olarak
göreceğini bildiğimizden, bu hususta muasır müfessirlerden B. Said Nursi
(r.h.a) tarafından yapılmış bir açıklamayı biraz kısaltıp sadeleştirerek
nakletmekte büyük fayda görmekteyiz:
Öküz ve balığın meşhur
kıssası, ravisiyle beraber İslâmiyet'e girmiş olan bir asalak parazit)
durumundadır. Hadis, olarak rivayetine gelince:
1) Hadis
olduğunu kabul etmiyoruz; zira İsrailiyat olduğuna dair alametler vardır.
2) Hadis
olsa bile senedi zaif olduğundan yalnız zan ifade eden nevidendir, axideye
girmez. Çünkü akideye dahil olması içm yakın (kesin ilim) şarttır.
3) Faraza
mütevatir ve metni kafi olsa bile, delâleti kafi değildir. Sadece görünüşe
çağlı olanları hayaller havalandığından, bu hadisi, mümkün manalarına yormayıp,
garip bu anlayış için girmişlerdir. Halbuki şu üç izah tarz mümkündür:
1)
Arş'ı-ilahiyi taşıyan {Hamele-i Arş) meleklerinin Sevr (öküz), Nesr (kartal),
İnsan gibi isimleri olduğu gibi buradaki öküz ve balık dünyaya müvekkel
melaikenin ismi
olabilir. Çünkü şeriat, her bir nev'e
mahsus ve o nev'e münasip müvekkel melek olduğunu bildirir. Şu münasebetten
ötürü, melaike aleminde onun suretiyle temsil edildiğinden, onların ismiyle
adlandırılmış olabilir. Nitekim bir hadis-i şerifte "Güneş, her akşam
Arş'ın altma gidip secde eder. Sonra izin alıp gelir" büyurulur. Bu, Güneşe
müvekkel olan meleğin böyle yaptığı anlamına gelir.
2) Ziraat
insan hayatının esasıdır. Öküz bunun sembolüdür. Dünyanın büyük bir kısmı ise
deniz olup, özellikle şahit ahalisinin temel gıdası da balıktır. Nasıl ki bir:
"Devlet ne üzerinde durur?" diye sorsa cevaben: "Kılıçla kalem
üzerinde" deriz. "Medeniyet ne ile kaimdir?" diye sorsa:
"Bilim, sanat ve ticaret ile" denir. Muhatap işin gerçek mahiyetini
anlayamayacağı zaman Fahr-ı kâinat (a.s), cevabı, sualin yönünü değiştirerek
verirdi: "Dünya neyin üstündedir?" diye sorana sanki şöyle
buyurmuştun
"Onun gerçeğini
anlamak henüz sizin kârınız değil, amma sizin anlayacağınız dünya hayatının iki
temel esası ziraat ve balıkçılık ile kaimdir."
3) Öküz ve
balık dünyanın yıllık yörüngesinde iki burç olabilir. Eski Astronomi burçları
gökte, yenisi ise yerküresinin yörüngesinde farzetmiştir. Rivayete göre soru
ayrı ayrı zamanlarda sorulmuştur. Bir seferinde Balık, bir seferinde öküz
üzerinde olduğu cevabı verilmiştir. Sual
sırasındaki bulunduğu burç ismi
bildirilmiştir (Muhakemât, İstanbul Envar neşriyat, tarihsiz, (.54-57)
[20]
Cenâb-ı Hak ilmini de,
"Sen sesini yükseksen de hiç şüphesiz O gizliyi de, gizlinin daha
gizlisini de bilir" ayetiyle beyan etmiştir. Bu ayetle ilgili iki görüş
bulunmaktadır:
1) Ahfâ,
mübalağa ifade eden ism-i tafdil sığasıdır. Bu görüşe göre diyoruz ki: Allah
Teâlâ eşyayı üçe ayırmıştır. Açık olanlar (cehr), gizli olanlar (sır) ve en
gizli olanlar (ahfâ). Binâenaleyh, açık olan (cehr)den muradın, açıkça
söylenilen o söz, her ne kadar bir kısmını söylese bile, içinden geçirdiği şey
ve, bazı alimlerin söylediğine göre, İnsanın hiç söylemeyip sadece
içinden*geçirdiği şey olması muhtemeldir. Yine, "sır" ve
"ahfâ" dan muradın, söz nevinden olmayan şeyler olması mümkündür. Bu
görüş, daha açıktır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, duyulmayan sırrı ve ondan
daha gizli olanı bildiğini binâenaleyh, açık olanı ise haydi haydi bileceğini
beyan edip açıklamıştır. Bundan maksadı mükellefi, ister açık isterse gizli
olsun, her türlü çirkin işlerden alıkoyup, zahir ve batıl her türlü tâate
teşvik etmektir. Bu izaha göre, "sır" ve "ahfâ"
kelimelerini kendisinde mükâfat veya azap bulunan şey manasına hamletmek
gerekir: Ssr, insanın yapmaya azmedip de gönlünden niyet ettiği şeyler;
"ahfâ" da, henüz azmetme derecesine ulaşmamış olan şeylerdir.
"Ahfâ" (en gizli olanın) kişinin azmettiği şeyler ile aynı şekilde
henüz azmetmemiş olup, sadece aklına gelmiş olan şeyler manasına tefsir
edilmesi muhtemel olduğu gibi; henüz gönlüne düşmemiş, böylece de gönlünden en
gizli ve uzak olan şey manasına, ve yine, Allah tarafından gelecek olup da,
henüz zuhur etmemiş olan şeyler diye tefsir edilmesi
de mümkündür. Ancak ne var ki, doğruya en yakın olant
yukarda açıklamış olduğumuz şekilde, bunun "terhib ve terğib" manası
ifade ettiğidir.
2) Ahfâ
kelimesi fiildir, yani, "Allah Teâlâ kullarının sırlarını bilir, ve,
bildiğini onlardan gizler" demektir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah,
onların önlerindekini ve arkalarmdakini bilir. (Mahlûkati) O'nun iiminden,
yalnız Kendisinin dilediği şeyi kavrayıp bilebilirler"(Bakara, 255) ayeti
gibidir. Eğer, "bu ceza cümlesi, şart cümlesine nasıl uygun düşer?"
denilirse, biz deriz ki: Bunun manası, "Eğer, duâ ve benzeri şeylerle
Allah'ı anarsan, bil ki O, senin açıkça zikretmene muhtaç değildir"
şeklindedir. Bu, ya, "Rabbini, içinden, yalvararak ve korkarak, yüksek
olmayan bir sesle ... an "(Arat 205) ayetinde olduğu, üzere yüksek sesle
zikirden nehydir, yahut, bu açıkça zikrin, Allah'ın duyabilmesi için değil,
ancak başka bir gayeden ötürü olabileceğini kullara öğretmektir.
[21]
Bil ki Allah Teâlâ,
zâtı gereği Alimdir ve o, aynı anda bütün malûmatı aynı ilimle bilir ve bu
ilim, değişmez. Yine bu ilim, "hudûs" ve "mümkin oluş" ile
nitelendirilmeksizin, Allah'ın zâtının zorunlu niteliklerindendir. Kul, Rabbine
ancak, ilk altıda birde[22]müşterektir
ki, bu da ancak bilme sıfatıdır. Sonra, Kendisiyle kulları arasında müşterek
olan ilim de, iki parçadan meydana gelir. Binâenaleyh, o tüm ilmin altıda beşi
ile, geriye kalan, yarısı (yani 6'dan beş buçuğu) Allah'a aittir; geriye kalan
o yarım ise, bütün kullarına aittir. Kerûbiyyin ve ruhani melekler hamele-i
Arş, göklerin sakinleri rahmet ve azâb meleklerinden oluşan bütün melaike ve
ruhaniyet alemi, bu mahlukat içindedir. İlkleri Hz. Adem (a.ş), sonları da Hz.
Muhammed (s.a.s) olan peygamberlerin hepsi yine bu mahlukata dahildir. Zaruri,
kesbi,sınai ve mesleki ilimleriyle diğer bütün insanlarda da böyledir. Yine,
anlamaları, idrak etmeleri ve gıdaları hususunda kendilerine faydalı olanları
alıp da zararlı olanlardan kaçınmaları hususunda bütün canlılar da böyledir. Bu
cüzden sana düşen ise, mürekkeb bir zerreden daha azdır. Sonra, buna rağmen sen
o zerrecikle, O'nun ulûhiyyetinin sırlarını, vâcib, caiz ve müstakil (imkansız)
olan sıfatlarını bilir ve anlarsın. Binâenaleyh sen bu zerre ile bu sırları
anlayıp tanıdığına göre, O'nun (temsilen) beşbuçuk ölçek olan ilmi ya nasıl
olur? O, bu ilmiyle, senin kulluğunun sırlarını bilemez mi? Bu Cenâb-; Hakkın,
"Sen sesini yükseksen de, hiç şüphesiz O, gizliyi de, gizlinin daha
gizlisini de bilir" ayetinin beyan ettiği hakikattir. Hatta, gerçek şudur
ki, dinann (tüm ilmin) hepsi O'nundur. Çünkü senin öğrendiğini sen, O'nun
öğretmesiyle öğrendin. Nitekim "O, onu ilmiyle indirdi" (Maide, 166)
ve "O, yarattığını bilmez mi?" <Müik, 14) buyurmuştur.
Bunun bir misali
vardır ki, bu da güneştir. Çünkü onun ışığı, bütün alemi aydınlatır, fakat buna
rağmen onun ışığından herhangi bir şey eksilmez. İşte, burada da böyledir.
Binâenaleyh O, daha nastl sırrı ve daha gizli olanı
bilemez? Cenâb-ı Hak ağaçları ve çeşitli bitkileri öylesi bir biçimde yaratıp
yönetir ki onların ağızları ve, gıda almaya yarayan başka uzuvları ve aletleri
yoktur... Hiç şüphesiz o ağaçların ve bitkilerin kökleri toprağın içindedir;
onlar bu kökler vasıtasıyla yerden gıda ve besinlerini alırlar ve bu gıda,
dallara, dallardan damarlara, damarlardan da yapraklara geçer... Sonra Allah
Teâlâ o bitkilerin damarlarını, tıpkı sayesinde çadırın ayakta durabildiği, o
çadırın ipleri gibi yapmıştır. Çadırın ayakta durabilmesi için, nasıl ki o
ipleri her taraftan çekip germek gerekiyorsa, aynen bunun gibi, ağacın da
ayakta durabilmesi için o damarlar her tarafa dağılarak nüfuz edip gider. Sonra
sen, gıdanın o yaprağın her tarafına ulaşabilmesi ve o yaprağın maddesini
besleyip kuvvetlendirebilmesi için yapraktaki, o yaygın kılcal damarlara ve
yaprağa baktığında onları hemencecik seçip ayırdedemezsin... Bunlar, bedeni
kuvvetlendirmek için, canlıların bedeninde bulunan ve kanın ve canın kanalları
olan damarlara benzerler. Sonra, ağaçlara bir bak. Bunların en güzel
görünümlüsü, çınar ağacıyla söğüt ağacıdır. Halbuki bunların meyveleri yoktur.
Onların, manzarası en kötü olan ise, incir ve üzüm ağacıdır, ama sen, birde
bunların faydasına bak! Bütün bunlar ve benzerleri, göklerde ve yerde zerre
miktarı herhangi birşeyin, Allah'ın ilminin dışında kalmadığını gösteriyor.
[23]
Ayetteki "Allah'dan başka ilah yoktur. En güzel
isimler O'nundur" cümlesine gelince, bu husustaki söz, iki kısma ayrılır:
Tevhid konusundaki söz. Bil ki, tevhidin delilleri, İnşaatları Cenab-ı Hakk'ın
H\ illi U^İ» JIT Jİ u.uil tül (Enbiya. 22) ayetinin tefsirinde gelecektir.
Cenâb-ı Hak tevhidi burada, daha önce bahsedildiği biçimde ilim ve kudretle tavsif
edilmiş olanın, ortağı olmayan tek ilah olduğunu, ibadete müstehak olanın,
başkası değil, O olduğunu beyan etmek için zikretmiştir. Biz burada, bu konuyla
alâkalı olan bir takım inceliklerden bahsedelim. Bu incelikler de birkaç
bahiste incelenebilir.
[24]
Birinci bahis: Bil ki,
tevhidin dereceleri dörttür.
a) Lisan ile ikrar.
b) Kalb ile tasdik (inanma)
c) Kalbin, bu inancını hüccetle tekid etmesi
d) Kulun,
hatırına, Ehad ve Samed olan Allah'ı tanımaktan başka herhangi birşey gelmeyecek
bir biçimde tevhid deryasına dalması...
Lisan ile ikrara
gelince, eğer bu dil ile ikrar, kalbin tasdikinden uzak bir ikrar olursa, bu
ikrarın sahibi münafıktır.
Kalbin tasdiki'ne
gelince, bu tasdik, dilin ikrarından uzak olursa, bu durumda birkaç durum
ortaya çıkabilir:
1) Tefekkür
edip Allah'ı tanıyan ama, bu tanımanın üzerinde, kelime-i şehâdeti telaffuz
edebileceği bir vakit geçmeksizin, bu tanıyışı üzere ölen kimseye gelince, bazı
kimseler bunun imanının tam olmadığını söylemişlerdir, ama gerçek olan onun
imanının tam olmasıdır. Çünkü o, mükellef olduğu şeyi yerine getirmiş, ama onu
lisanıyla ifade edememiştir. Binâenaleyh o, sorumlu olarak kalmaz. Kitabların
birisinde şunu gördüm: Ölüm meleğinin alnı üzerine, mümin kimse onu gördüğünde
kelime-i şehâdeti hatırlasın diye "Lâ ilahe illallah" yazılıdır.
Binâenaleyh, onun bunu hatırlaması, bizzat onun kendi ifadesinin yerini tutar.
2) Allah'ı
tanıyıp, fakat bu tanımanın üzerinden kefime-i şehâdeti telâffuz edecek bir
vakit de geçen, ancak ne var ki, bu ikrarda bulunmayan kimsenin durumu. Allâme
Gazali, bu hususta şöyle der: "Lisan, kalbin tercümanıdır"
denilebilir. Binâenaleyh, esas maksad kalbte tahakkuk edince, onun, o kelime-i
şehâdeti telâffuzdan imtina edişi, onun tıpkı namaz ve zekâttan imtina edişi
gibidir. Öyleyse, bu kimse daha nasıl, cehennemliklerden olabilir? Hz.
Peygamber (s.a.s) de
"Kalbinde, zerre
kadar iman bulunan kimse, cehennemden çıkar"[25]
buyurmuştur. Halbuki, bu adamın kalbi, imanla doludur. Diğer alimlerde şöyle
demişlerdir: îman ve küfür, serî hususlardır. Biz, bu kelimeyi (kelime-i
şehâdeti) söylemekten imtina edenin, kâfir olduğunu anlar, biliriz.
3) Delilsiz
olarak, dil ile ikrar edip kalb ile tasdik eden kimsenin durumu... Bu kimse,
mukallittir. Bu kimsenin imanının sıhhati hususundaki ihtilaf, oldukça
meşhurdur.
Üçüncü makama gelince
ki bu, inancın, delil ve burhanlarla tekid edilmesidir, ve biz, Cenâb-ı
Hakk'ın, (Enbiya, 22) ayetinin tefsirinde bu neticeyi akli ve semi delillerle
isbat etmenin mümkün olduğunu beyan etmiş ve bu hususta ayrıntılı bilgi
vermiştik.
Dördüncü makama
gelince ki bu, tevhid deryasına dalıp yok olmaktır, bu konuda
muhakkik ulema şöyle demiştir: irfan, bütün sıfatlar
hakkında düşünülebilen "tefrik",nakz", "terk" ve rafd
(red) 1 başlangıcı olup, bu doğruluğu dileyen zâtlar için Hakkınsıfatlarından
ve, tek ve kahhâr olan zâta götürendir. Sonra bu kelimelere vukufiyyet,Allah
Teâlâ'ya doğru seyredenlerin en son
dereceleriyle çepeçevre kuşatılmıştır.
[26]
İkinci bahis:
"Tenli!" (Lâ ilahe illallah deme) hakkında gelmiş olan haberler
hakkındadır.
1) Hz.
Peygamber (s.a.s)'ın
"Zikrin en
efdali, Lâ ilahe illallah; duanın en faziletlisi de, Estafirullah'dır"[27]
sonra da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'dan başka hiçbir Tanrı yoktur"
hakikatim bil, hem kendinin, hem erkek müminlerle kadm müminlerin günahının
bağışlanmasını iste..."(Muhammed, 19) ayetini okumuştur.
2) Hz.
Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah Teâlâ gökleri ve yeri
yaratmadan önce bir melek yaratmıştır. O, sesini uzatarak, kısmadan ve nefes de
almadan, "Eşhedu en lâ ilahe illallah.." der. O, henüz bunu
tamamlamamıştır. Bu tamamladığında ise, Cenâb-ı Hak İsrafil'e sûra üflemesini
emreder ve Aziz ve Celi! olan Allah'ı tazim için de, kıyamet koparır."
3) Enes İbn
Malik'ten Hz. Peygamber'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ben, Cenâb-ı
Hakka münacatımda şefaat talebimi sürdürdüm, o da bunu kabul etti. Yine şefat
talebinde bulundum, o da bunu kabul buyurdu. En sonunda 'Ya Rabbi, bana, Lâ
ilahe illallah diyenler hakkında şefaat müsadesi ver" dedim.. O, "Ey
Muhammed (s.a.s), bu, ne sana, ne da başka bir kimseye ait değildir. İzzetim ve
celâlime yemin ederim ki, Lâ ilahe illallah diyen hiç kimseyi, bu cehennemde
bırakmayacağım..." buyurdu...
4) Süfyan es-Sevri şöyle der: Cafer İbn
Muhammed'e Jİ* *>- m». ı-fi) ayetlerinin tefsirini sordum. Bunun üzerine o,
"Hâ, O'nun hükmü; mîm, mülkü; ayn azameti; sin, yüceliğirkaf ise,
kudretidir. Aziz ve Celil olan Allah, "Hükmün, mülkü azametim, yüceliğim
ve kudretime kasem ederim ki, Lâ ilahe illallah Muhammedun Resûlullah diyen
kimseye ateşte azâb etmem ... der" dedi.
5) Hz. Ömer
şöyle demektedir. Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurdu: "Her kim çarşıda
bulunur da, "Allah'dan başka ilâh yoktur; O birdir, O'nun şeriki yoktur;
mülk O'nundur.Hamd, O'na aittir; diriltir ve öldürür; O, ölmeyen Diridir. Bütün
iyilik ve hayırlar, O'nun elindedir; ve O, her şeye kadirdir' derse, Allah ona
milyonlarca mükafaat yazar onun, milyonlarca hatasını siler ve onun için
cennette bir ev yapar"[28]
Üçüncü bahis: Bu,
incelikler hakkındadır:
1) Lâ ilahe illallah diyenlerden olabilmeleri
için, bu kelimeyi söyleyenlerde şu dört şeyin bulunması gerekir.
a) Tasdik,
b) Tazim
c) Halâvet
d) Hürriyet.
Binâenaleyh, (bu kelimeyi söyleyip de) tasdiki bulunmayan kimse, münafık,
tazim'i olmayan kimse, ehl-i bid'at (mubtedi); halâveti, hazzı olmayan, mürai;
hürriyeti olmayan da, tacirdir.
2) Bazı kimseler, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Görmedin mi, Allah sana nasıl bir mesel :rad etmiştir. Güzel bir kelim?,
kökü sabit ve dalları semada olan güzel bir ağaç gibidir"(ibrahim, 2A),
"Güzel keümelet ancak O'na yükselir. Onu da iyi amel yükseltir"
patır. ıo), "... Ve birbirlerine Hakkı tavsiye
edenler"(Asr,3), "De ki: "Ben size... şu :ek şeyi va'z eder,
öğütlerim"(Sebe,46) "Onları hapsedin. Çünkü onlar mesuldürler"
saffât, 24), "Hayır, o hakkı getirmiş, bütün
peygamberleri de tasdik etmiştir" tsmı. 27) ve "Allah, iman edenlere
dünya hayatında da ahirette de, 6 sabit sözle-daima sebat ihsan eder. Allah
zalimleri şaşırtır. Allah ne dilerse yapar" î/etleriyle Lâ ilahe
illallah'ın kastedildiğini söylemişlerdir.
3)
Hz. Musa (a.s) "Ya Rabbi, bana seni
anarken söyleyeceğim bir şey öğret" sevince, Cenâb-ı Hak, "Lâ İlahe
illallah, de" buyurdu. Hz. Musa "Bütün kuiiann sunu söylüyor"
deyince de Cenâb-ı Allah yine, "Lâ ilahe illallah de" buyurdu. Bunun
-zerine Hz. Musa, "Ben, sırf bana tahsis edeceğin şeyi kastetmiştim"
deyince Allah "eâlâ, "Ey Musa, şayet yedi kat gök ve oradakiler bir
kefede. Lâ İlahe ıjiallah da : ' kefede bulunacak olsa, hiç şüphesiz Lâ İlahe
illallah ağır basar' buyurdu.
[29]
Dördüncü bahis: Bu
bahis, bu ifadenin irabı hakkındadır. Alimler şöyle demişlerdir: Bu cümlenin
başındaki Lâ kelimesi, herhangi bir mahiyetin başına gelip, : mahiyeti
nefyeder. Mahiyeti nefyedince de mahiyetin bütün fertleri nefyedilmiş olur. -
iah" lafzına gelince bu, o muayyen zâtın, ism-i alemidir, çünkü bu kelime,
ism-i î-em değil de ism-i mana olsaydı, o zaman onun tamamı, kesrete muhtemel
olurdu. =_ «elime de tevhidi ifade etmezdi. Alimler sözlerine devamla şöyle
demişlerdir: "Lâ, ki bakımdan, inne edatına benzediği için, amel
edebilmiştir.
a) Devamlı
olarak isimlerin başında bulunmaları;
b) İkisinin
de, tenakuz (nefy) ifade etmeleri. Çünkü bunlardan birisi sûbûtu, diğeri ae
nefyi (olumsuzluğu) tekid için getirilir. İki hükümleri zıt batıl iki şeyden
birini diğerine aenzetmek, Arapların adetidir. Bunun böyle olduğu sabit olunca,
şimdi biz diyoruz Araplar dediklerine göre, (zıddınt ifade için de) demeleri
gerekirdi (beklenirdi). Ancak ne var ki Arablar,
Lâ'nın müfret olan ismini, feth üzere mebni yapmışlardır. Lâ'nın müfret olan
isminin mebni olmasına gelince, bu harf-i nefyin, kendisinin başına geldiği
böylece de adeta, tek bir isim haline geldikleri kelime ile sıkı bir
münâsabetten dolayıdır. Onların, hareke olarak fethayı seçmelerine gelince,
irabı gerektiren delil ile mebnîliği gerektiren delilin arasını uzlaştırmak
için, bunu sağlayan harekeye göre mebnî kılma gayesine yönelmiş olmalarından dolayıdır.
Bir diğer husus da şudur: Bu kelimenin haberi mahzûf olup, bunun aslı, "la
ilahe fi'l-vücüdi" (Varlık âleminde, Allah'dan başka bir ilâh yoktur)
seklindedir. Yine meselâ, ifadeleri de, takdirinde olup, "Bizim gücümüz ve
kudretimiz yoktur (...)" şeklindedir. Bu durum ise, vücudun (varlığın),
mahiyyet üzerine zaid olduğuna delalet eder.
Beşinci bahis: Bazı
kimseler şöyle demişlerdir. Olumluyu tasavvur etmek, olumsuzu tasavvur etmekten
önce gelir. Çünkü olumsuz (selb), olumluya nisbet edilmediği müddetçe, tasavvur
olunamaz. Binâenaleyh, bu ifadede daha nasıl, olumsuz, olumludan önce
getirilmiştir? Buna şu şekilde cevap verilir. Bu olumsuz, olumluyu tekid eden
bir husus olunca, pek yerinde olarak ondan önce getirilmiştir.
[30]
İkinci kısım: Bu
kısım, Allah'ın isimleriyle ilgilidir. Bu hususta da şu bahisler bulunmaktadır.
Birinci bahis: Hz.
Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Kıyamet gününde, bir münadi şöyle
nida eder. Ey insanlar, ben size bir neseb tayin ettim. Halbuki sizler kendinize
başka bir neseb tayin ettiniz. Ben, sizin en keriminizin, benim nezdimde en
muttaki olanınız olduğunu bildirdim. Halbuki sizler, sizin en iyinizin en
zenginleriniz olduğunu kabul ettiniz. Binâenaleyh, şu anda ben, benim nesebimi
yüceltiyor, sizin nesebinizi de ayaklarımın altına alıyorum. Kendileri için
korku olmayan ve mahzun da olmayacak olan o müttakiler nerededirler?"
Bil ki, aklın
taksimatına göre eşya, şu üç kısma ayrılır:
a) Noksan olmayan, kâmil...
b) Kâmil olması muhtemel olmayan nakıs (noksan)...
c) Bu
ikisini de kabul edebilen... Noksan olmayan kâmil varlık, Allah Teâlâ'dır.
O'nun hakkındaki bu kâmillik, zâtı gereğidir. Bundan sonra melekler gelir.
Meleklerin, Allah'ın kendilerine emrettiği şeyleri asi olmamaları rrahnm.6)
onların kemalinden; ikrama mazhar kullar (Enbiya, 26) olmaları da, onların
sıfatlarındandır. Yine onların, iman eden kimselerin mağfiret talebinde
bulunmaları da, meleklerin vasıflarındandır. Kâmil olmayan, nakıs, cansız
varlıklar, bitkiler ve behaim (hayvanat...) dir. Her ikisine de muhtemel
olanlar ise, insanlardır. İnsan bazan, o denli terakki eder ki, kendisinden,
"Kudret sahibi, mutlak
hükümran Allah'ın hak meclisinde" (Kamer, 55) diye
bahsedilir. Bazan da o denli alçalır ki, hakkında,
"Sonra biz onu, aşağıların aşağısına ndirdik" çrm.s) denilir. Durum
böyle olunca, insanın, zâtı gereği kâmil ve mükemmel olması imkansız olur. Zâtı
gereği kâmil olmayanın ise, zâtı gereği kâmil olana intisâb edinceye kadar,
kemâl ile nitelenmesi imkansız olur. Ne var ki bu intisab da ikiye ayrılır:
1) Kendisine zeval arız olan kısım.
2) Kendisine
zeval arız olmayan kısım. Zeval bulanın, faydası yoktur. Bunun misali, sıhhati
mal ve güzelliktir. Zeval bulmayan ise, senin Allah Teâlâ'ya karşı olan
jbûdiyyetindir. Zira, ulûhhiyet sıfatı ondan zail olamayacağına göre, senden de
kulluk sıfatı zait olamaz. Binâenaleyh, bu kulluk nisbeti, zevali kabul etmez.
Kendisine nisbot olunulan Hak Subhânehû ve Teâlâ da kâmil olma sıfatını hiç
kaybetmez. Sonra, bir şehirden olduğunda, ya da bir kabileye nisbet edildiğinde
sen, bu arizî nisbet sebebiyle her zaman, o beldeyi ve o kabileyi medhedip
durursun. Binâenaleyh bu zâti nisbet sebebiyle senin Allah'ın zikri ve O'nun
kibriyâsının vasıflarıyla meşgul olman daha evlâ olur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı
Hak, "En güzel isimler Allah'ındır. O halde ona bunlarla hitab {dua}
edin" (Araf, teo) işte, ancak bundan dolayı,
Allah'dan başka ilâh
yoktur. En güzel isimler O'nund ur" çraba, e) buyurmuştur.
[31]
İkinci bahis: Bu
bahis, Allah'ın isimlerinin taksim hakkındadır. Bil ki, her şeyin smi, o isim
ona, ya zâtı gereği, yahut zâtının cüzlerinin gereği, veyahutta zâtıyia ilgili
: mayan şeyler münasebetiyle verilmiştir. Birinci kısma gelince, alimler Allah
'eâlâ'nın, bu tarzda kendisine verilen bir ismi olup olmadığı hususunda ihtilaf
etmişlerdir ki bu mesele, "Cenâb-ı Allah'ın hakikatinin insanlarca bilinip
-inemeyeceği meselesine dayanır. Bu hakikatin beşer için malum olmayacağını
söyleyenlere gelince onlar, Cenâb-ı Hakk'ın hususî zâtının bir İsmi olmadığını
söyleyerek şöyle demişlerdir: Çünkü isim koymanın maksadı, o isimle müsemmaya
saret etmektir. O'nun hususi zâtı bilinmeyince, O'na aklen işaret etmekde
imkânsız jr. Binâenaleyh böylece, O'nun
için bir isim koymak imkansızlaşır. Biz, bunun ~axikati hususunda lafzatullah'ı
tefsir ederken konuşmuştuk.
Zâtının parçalan
gereği O'na isim vermek de imkânsızdır. Çünkü O'nun zâtının herhangi bir cüzü
yoktur. Çünkü, mürekkeb varlık, mümkindir. Vâcibu'l-vücûd olan se.
'Tnümkin" varlık olamaz. Böylece de, mürekkeb olamaz.
Zâtının dışında kalan
sıfatları gereği verilecek olan isme gelince, sıfatlar ya hakiki Mbûti, ya
izafi sübûti; veya selbi sübûti, yahut selbi izafi, veyahut da, sübûti izafi ve
selbi olurlar. İzafi mümkin sıfatlar sonsuz olup, keza selb edilecek şeyler de
sonsuz : jnca, o zaman Cenâb-ı Hakk'a müteradif olmayan, mütebayin aynı değil
de r -birinden farklı) sınırsız isimler vermek mümkündür. İşte bu izahat, esas
kaynağa kat çekmek için yapılmıştır.
[32]
Üçüncü bahis: Allah
Teâlâ'nın dörtbin isminin olduğu söylenir. Binini sadece Kendisi bilir. Binini,
Kendisi ve melekler bilir. Binini, Kendisi, melekler ve peygamberler bilir.
Dördüncü bine gelince, onu müminler bilebilirler. Bunlardan ücyüzü Tevrat'la
üçyüzü İncil'de, üçyüzü Zebur'da, yüzü de rurkan'da, (Kur'ân'da)dır. Bu yüzün
doksandokuzu açıktır, aşikârdır, birisi ise gizli ve saklıdır. Binâenaleyh,
bunları kim zikrederek sayarsa, vird edinirse, cennete girer.
Dördüncü bahis:
Kur'ân'da geçen isimlerden bir kısmı, tek başlanna bir övgü ve medth ifade
etmezler. Bu meselâ, ve kelimeleri
gibidir. Ama meselâ "Sabah: yarıp çıkarandır O. Geceyi bir sükûn
kılandır" (En'âm, 96) denildiğinde, bu, medh ifade etmiş olur. Kendisi
medh ifade etmesine rağmen, başkasıyla beraber zikredildiğinde, daha fazla medh
ifade eden ismi.. Bu, birini meselâ , (Hayyun: Diri. şeklindeki sözümüz gibidir. Ama meselâ
(Bakara, 255) veya "ölmeyen hayy, diri" denildiğinde bu darıa beliğ
olmuş ve daha fazla medh ifade etmiş olur. Yine bu bizim, "O, eşsiz
yaratıcıdır" şeklindeki sözümüz gibidir. Çünkü sen, (Bakara, 117)
dediğinde, medh artmış olur. Kendisi medh ismi olduğu halde, tek başına
kullanılması caiz olmayan isimler de bu babtandır. Bu meselâ senin (delilun) ve (kâşifun) demen gibidir. Ama, "Ey
şaşkınların rehberi ve kılavuzu" "Ey sıkıntıları ve zararları açıp
gideren" denilirse, bu caiz olur. Bu isimlerden bir kısmı hem tek başına,
hem de başkasıyla birlikte kullanıldığında medh ifade eder. Bu meselâ bizim,
er-rahmâni'r-rahim "Rahman ve Rahim olan Allah" dememiz gibidir.
Beşinci bahis:
Allah'ın, başka kelimelerle kullanıldığında daha güzel manalar ifade eden
isimleri vardır. Bu senin, el-evvelu el-âhiru, el-mubdiu ei-muidu, ez-zâhiru
el-bâtın" demen gibidir. Bunun misali, Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. İsa'dan
naklettiği şu sözdür: "Eğer kendilerine azâb edersen, şüphe yok ki onlar
senin kullarındır. Eğer onlan bağışlarsan, mutlak galip ve yegane hüküm ve
hikmet sahibi olan da doğrusu ancak sensin" (Maide. 118) Geriye kalan
bahisler ise, besmelenin tefsirinde geçmiştir.
[33]
Altıncı bahis: Bu
ifadelerle ilgili birtakım nükteleri.
1)
Bişru'l-Hafi, üzerinde "Bismillahirrahmanirrahim" yazılı bir kağıt
görmüştü. Onu kaldırdı, onu miskle kokulandırdı ve yuttu. Rüyasında, birisinin
kendisine, "Ey Bİşr, benim ismimi güzelleştirdin, kokulandırdın. Biz de
senin ismini dünya ve ahirette güzel kılacağız" dediğini gördü.
2) Cenâb-ı
Hakk'ın, "En güzel isimler Allah'ındır" beyanına gelince, bilesin ki,
Allah'ın bu isimleri, zâtları gereği güzel değildir. Çünkü bunları bir takım
lafız ve seslerdir. Fam aksine, bunların güzel oluşları, manalarının
güzelliğinden dolayıdır. Sonra Allah Teala’nın isimlerinin güzel oluşu şekil ve
yaratılışla alâkalı bir güzellik değildir. Çünkü bütün bunlar cisim olmayan
(Allah) hakkında imkansızdırlar. Tam aksine bunlar mesela settar gaffar rahim isimleri gibi, lütuf ve ihsan manasına
varıp
dayanan güzellikten dolayı güzeldirler. Bunlar, ihsan manasına delâlet
ettikleri için, güzel olmuşlardır. Rivayet olunduğuna göre, bir feylesofa, hem
güzel, hem de çirkin
olan birisi gelir ve
ondan, kendilerine tavsiyede bulunmasını isterler. Bunun üzerine
feyisof güzel olanına, "sen güzelsin; güzel olana
ise, çirkin iş yapmak yakışmaz"
d'ğerine
de, "Sen çirkinsin, çirkin olan, çirkin iş yaptığında, kabahati ve
çirkinliği
artar" dedi Simdi biz de diyoruz ki:
Ey Rabbimiz, senin isimlerin de sıfatların da
güzel. Öyleyse sen bize o güzel isim ve sıfatlarından ancak ihsanını ve
lütfunu izhâr
et. Bizim fiilerımizin ve gidişatımızın
çirkinliği bize yeter. Ona, ikabın, kötülüğünü ve
azabın vahşetini ekleme.
3)
Hz. Peygamber (s.a.s) "İhtiyaçlarınızı,
yüzleri güzel ve nurlu olanlardan isteyiniz"[34]
buyurmuştu. Ey ilâhımız, yüz güzelliği gelip geçicidir; ama, senin sıfat ve
isimlerinin güzelliği ise, zâtidir. Öyleyse, sen bizi, senin ihsanından eli boş
olarak çevirme.
4) Rivayet
olunduğuna göre bir balıkçı, balık avlıyordu. Derken bir balık avladı. Yanında
da, kızı bulunuyordu. Kızt o balığı, tuttuğu gibi denize attı ve, "o, bu
tuzağa gaflet ettiği için düştü" dedi. Rabbimiz, o çocukcağız, o balığın
gafletinden dolayı ona acıdı da, onu yeniden denize attı. Bizi de, İblis'in
vesvesesi avladı. Böylece do bizi, senin rahmet deryandan çıkardı. Fakat sen
bize lütfunla merhamet et, bizi onun vesvesesinden kurtar ve bizi, yeniden
rahmetinin deryasına at!
5) Allah'ın
isimlerinin beşi, Fatiha da geçmektedir. Bunlar, Allah, Rabb, Rahman, Rahim ve
Melik (Mâlik) isimleridir. O'nun kahhâr oluşuna ve ululuğuna işaret için,
Allah'ın önce ulûhiyyetini ifade eden Allah lafzı getirilmiştir. Böylece de
ruhların, canlıların, O'nun kahrtna ve yüceliğine takat getiremeyeceği
bildirilmiştir. Cenâb*ı Hak bunun peşinden, lütfuna delâlet eden dört ismi
zikretmiştir ki, bunlardan Rabb ismi, O'nun terbiye etmesine delâlet eder.
Mutâd olan, bir başkasını terbiye eden •dmsenin, onun işini ihmal etmemesidir.
Daha sonra O, Rahman ve Rahim isimlerini getirmiştir ki bunlar, O'nun lütuf ve
merhametinin zirvesini ifade ederler. Daha sonra Cenâb-ı Hak bu işi, Melik
(mâlik) ismiyle hitama erdirmiştir. Halbuki, büyük olan Melik, aciz ve zayıf
olan kimseden intikam almaz. Bir de, Hz. Aişe, Hz. Ali'ye şöyle demiştir:
"Melik oldun... Öyleyse, yumuşak o!. Çünkü bu zayıfları ve acizleri
affetmek sana daha çok yakışır"
6) Muhammed
İbn Ka'b el-Kurazi'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hz. Musa,
"Allah'ım hangi canlı senin katında daha değerlidir?" deyince Cenâb-ı
Hak, benim zikrimden dolayı dilinin nemi
ve ıslaklığı kurumayan kimsedir" buyurdu. O, "Mahlûkatının hangisi
daha bilgindir?" deyince, Allah: "Başkasının ilmini araştırarak onu
kendi ilmine katandır" buyurdu. O, "Hangi kimse daha adildir?"
deyince, Cenâb-ı Hak, "Kendisi hakkında, insanlara hükmettiği gibi hüküm
verendir" buyurdu. O, "Hangi kimsenin suçu daha büyüktür?"
deyince, Allah, "beni itham eden şu kimsedir ki Benden talepde bulunur da,
sonra kendisi için hükmettiğine razı olmaz" buyurdu." Allah'ım, biz
şimdi şöyle diyoruz: Biz seni itham etmiyoruz, çünkü biz. senin ihsanda
bulunduğun herşeyin, senin fütfun olduğunu; yaptığın her şeyin mahza adâtet
olduğunu biliyoruz. Öyleyse, sen bizi, kötü amellerimizden dolayı muaheze etme.
7) Hasan
el-Basri şöyle demiştir: "Kıyamet günü olduğunda, bir münadi şöyle nida
eder: "Şimdi topluluk, kimin ikrama daha layık olduğunu bilecektir.
Yanlan, yataklarından uzak olanlar nerededir?" Bunun üzerine onlar
kalkarlar ve insanların boyunlarını çiğneye çiğneye geçerler. Daha sonra da,
"Ticaretleri ve alışverişleri, kendilerini Allah'ı anmaktan alıkoymayan
kimseler nerede?" denilir; daha sonrada her halükârda Allah'a hamdedenler
nerede?" diye nida edilir. Daha sonra kovuşturma ve hesaba çekilme işi,
geride kalanlara uygulanır..." Şimdi biz diyoruz ki: Ey Rabbimiz biz
gücümüze ve soy takatimize göre, sana hamdettik ve sana senada bulunduk. Öyleyse
sen de lütfün ve rahmetinle bizi bağışla, affet." Cenâb-ı Hakk'ın isim ve
sıfatlan hususunda ayrıntılı bilgi almak isteyenler "Levâmiu'l-beyyinât
fi'l-esmâi ve's-sıfat" isimli esere müracaat etsinler. Muvaffakiyyet,
ancak Allah'tandır.
[35]
"Sana Musa'nın
haberi geldi mi: Hani o bir ateş görmüştü ve ailesine "siz
(burada) durun. Ben bir ateş gördüm. Belki ondan size
bir kor getiririm yahut
ateşin yanında bir
doğru yol gösterici bulurum" demişti, işte ona gidince
Kendisine, (şöyle) nida edildi: "Ey Musa şüphesiz
Ben senin Rabbinim. Haydi pabuçlarını çıkar. Çünkü sen Mukaddes Tuvâ
vâdisindesin"
(Tâhâ, 9-12).
[36]
Bil ki, Cenâb-ı Hak,
Kur'ân'ı ve mükellef kıldığı şeyler hususunda Hz. Peygamber'in çok ağır bir mesuliyet
mevkiinde olduğunu bildirince bunun peşinden, tebliğ hususunda onun kalbini
takviye için, peygamber (s.a.s)'in hallerini zikretmek suretiyle Resulünün
kalbini pekiştirecek, kuvvetlendirecek şeyleri zikretmiştir. Bu, '.Okı Cenâb-ı
Hakk'ın, "Peygamberlerin haberlerinden, onunla kalbini tesbit edeceğimiz,
her çeşidini sana kıssa olarak anlatıyoruz"{Hûd, 120) ayeti gibidir.
Cenâb-ı tak bu işe, Hz. Musa'dan bahsederek başlamıştır. Çünkü Hz. Musa'nın
başına gelen srfcmtı ve belâlar daha büyük olup, bu da Hz. Peygamberin kalbini
daha fazla teselli ecıp, onu sıkıntılara bağlanmaya daha fazla teşvik edicidir.
İşte bu cümleden olmak üzere Cenâb-ı Hak, "Sana Musa'nın haberi geldi
mi?" Duyurmuştur. Burada birkaç mesele vardır:
[37]
Ayetteki ifadesinin,
Hz. Musa'ya dair Kur'ân'da verilen ilk haber olması muhtemeldir. İşte bundan
dolayı, Cenâb-ı Hak, buyurmuştur ki, bu, "sana şu ana «acar hiçbir haber
ulaşmadı; ancak şu anda geldi. Öyleyse, ona dikkat et" demektir. 3u.
Kelbi'nin izahıdır. Bu ifadenin manasının, "Bu haber ona eskiden
gelmişti" şefinde olması da muhtemeldir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki,
"Bu sana, daha evvel ae-nemiş miydi?" demiş gibi olur ki bu, Mukatil
ve Dahhak'in İbn Abbas'dan yapmış oklukları rivayete dayanan görüştür.
[38]
Bu ayetteki tabiri her
ne kadar Allah hakkında
caiz olmayan bir
istifham ile gelmiş ise de, ancak ne var
ki Cenâb-ı Hakk'ın bu
ifadeden maksadı, bunun cevabını
Hz.
Muhammed (s.a.s)'in kalbinde yerleştirip sağlamlaştırmaktır. Bu sığa, bu manayı
daha beliğ olarak ifade eder. Bu tıpkı, kişinin, sfcadaşına, "Falanca
haber sana ulaşmadı mı?" demesi gibidir. Böylece bunu duyan ise, kendisine
söyleneni anlamaya yönelmiş olur. Eğer, Cenâb-ı Hakk'ın bu sdesiyle gerçek
manada bir istiğnam kastedilmiş olsaydı, o zaman bunun cevabı K ah tarafından
değil, Hz. Peygamber tarafından verilmiş olurdu.
[39]
Cenâb-ı Hak,
"Hani o bir ateş görmüştü"
buyurmuştur. Yani, "O,
bir ateş gördüğünde,
onun
haberi sana geldi, değil mi?"
demektir. Müfessirler şöyle
demişlerdir:
"Hz. Musa (a.s), annesine dönmek için, Hz. Şuayb (a.s) dan müsade istedi,
o da müsaade etti. Derken, Hz. Musa (a.s) yola çıktı. <ariı kışlı bir
gecede, yolda bir oğlu oldu. O gece, Cuma gecesiydi. Derken, Hz. Musa şaşırdı,
ateş yakmak istediği, fakat çakmağı ateş çıkarmadı. O, bununla
uğraşırken, yolun sonunda, uzakta bir ateş gördü. Bu
noktada Süddi: "Hz. Musa (a.s), gördüğü o ateşin, çobanların ateşi
olduğunu sandı" derken, diğerleri Hz. Musa (a.s)'ı bu ateşi bir ağaçta
gördüğünü söylemişlerdir ki, Kur'ân'ın lafzında buna delâlet edecek herhangi
bir şey bulunmamaktadır. İşte, bu sebepten dolayı aiimîer ihtilaf etmişlerdir.
Bazıları, onun gördüğü şeyin ateş olmadığını, onun onu ateş sandığın
söylemişlerdir. Ama doğru olanı onun verdiği haberde sadık olabilmesi için,
onun bir ateş gördüğünü söylemektir. Çünkü, peygamberler yalan söylemezler.
Ateşin dört kısma
ayrıldığı ileri sürülmüştür. Yiyen, (yok eden), fakat içmeyen (suya dayanamayan)
ateş ki bu, dünya ateşidir. İçen, fakat yemeyen ateş ki, bu ağacın ateşidir.
Çünkü Cenâb-ı Hak, "O, yemyeşil ağaçtan sizi: 7/n bir ateş çıkarandır' 80)
buyurmuştur. Hem yiyen, hem de içen ateş. Bu, mide ateşidir. Yemeyen ve içmeyen
ateş, ki bu da Hz. Musa (a.s)'nın ateşidir. Yine ateşin (birbaşka açıdan) dört
kısma ayrıldığı da ileri sürülmüştür:
a) Nuru bulunan, fakat yakmayan ateş ki bu, Hz.
Musa'nın ateşidir.
b) Nuru olmayan, fakat yakan ateş. Bu, cehennem
ateşidir.
c) Hem nuru olan, hem de yakan ateş. Bu, dünya
ateşidir.
d) Yakmayan ve nuru olmayan ateş ki, bu da
ağaçlardaki (potansiyel) ateştir
Hz. Musa {a.s) o ateşi
görünce ona doğru yönefdi ve: 'Ve ailesine siz (burada) durun" dedi."
Bu hitabın, hem hanımına, hem çocuğuna, hem de hanımıyla birlikte bulunan
hizmetçiye müteveccih olması mümkün olduğu gibi, bunun sadece hanımına yapılmış
olması da mümkündür. Ancak ne varki bu ifade, "ehl' kelimesinin zahiri
manasından dolayı çoğul ("durun") getirilmiştir. Çünkü,
"ehl" kelimesi, topluluk hakkında da kullanılır. Ayrıca, işin halini
yüceltmek için de, tek kimseye, çoğul lafzıyla hitab edifmiş de olabilir. Yani,
"Olduğumuz yerde kalınız. Çünkü "Ben bir ateş gördüm" demektir. (Anese) fiili, görmek mar.as-tndadır.
"İnâs" kendisinde hiçbir şüphe olmayan, aşikarı apaçık görme
demektir, "İnsanu'l-ayn" (göz
bebeği) deyimi de bu anlamdadır. Zira bunun vasrteu'yla, eşya görülür. Cinlere,
görülmedikleri için "cin" denildiği gibi, insanlara da, görüldükleri
için "iris" denilmesi de böyledir. "Jntmı kendisiyle ünsiyyet
olunan şoy anlamına geldiği "e söylen mistir. Hz. Mu&a (a.s)'dan böyle
bir ûnsiyyet si'dur edip, hakikatte ise onlarda olmayınca, onların gönüllerini
yatıştırmak için ifadenin başına inni edatını getirmiş; ateş alma ve bir
kılavuz buima sşicie , umulan, beklenen ve gözetlenen bir şey olduğu için de,
bu husuftaki işi umma ve beklemeye bina ederek, "belki getiririm" demiş, ve kesin
konuşmamış; yerine getirilmesi kesin olmayan şeyi va'detmiş olmamak için de,
kesin konuşarak 'muhakkak getireceğim" dememiştir. Bu husustaki nüKte
şudur: Bir takım kimseler maslahattan doiayı Hz. İtrahim (a.s)'in yalan
söylediğini söylemişlerdir ki, bu imkansızdır. Çünkü Musa (a.s) daha peygamber
olmadan önce yafan söylemekten sakınmış, "getiririm, getireceğim" dememiş,
tam aksine, "belki getiririm" demiş.
ve kesin konuşmamış, yerine getirilmesi kati olmayan şeyi vadetmiş
olmamak için, "muhakkak size getireceğim" dememiştir.
Kabes kelimesi, ağacın
baş kısmında tutuşturulmuş olan ateş, veya fitil, vb. şeylerdir. Hz. Musa (a.s),
"Yahut ateşin yanında bir doğru yol gösterici bulurum" demiştir. Huda
kendisiyle yol bulunulan şey olup, masdardır. Buna göre Hz. Musa (a.s) sanki
"Ateşin yanında kendisiyle yol bulacağım bir kılavuz veya bir işaret
bulurum" demek istemiştir.
Nâr (ateş) kelimesinin
başına (âla-üzerinde) kelimesinin getirilmesinin hikmeti şudur: Çünkü, ateşin
yanındakiler, ona yakın olan bir yeri istilâ eder, kaplarlar. Birde, ateşle
ısınan kimseler, onun etrafını çepeçevre sardıklarında, o ateşle yüzyüze gelmiş
ve onun üzeinde olmuş gibi olurlar.
[40]
"işte ona
gidince" Yani, "ateşin yanına gelince" demektir. İbn Abbas bu
ifadeyi şu şekilde tefsir eder. "O, tepeden tırnağa bembeyaz bir ateş gibi
olan yeşil bir ağaç görünce, hem o ateşin ışığının, hem de o ağacın
yeşilliğinin şiddetinden dolayı şaşakaldı. Çünkü ne ateş, o ağacın yeşilliğini,
ne de o ağaçtaki suyun çokluğu, ateşin ışığını değiştirememişti... derken o,
meleklerin tesbihatını duydu ve büyük bir nur gördü."
Vehb ise şöyle der:
"Musa (a.s), o ateşin tutuşturulmuş bir ateş olduğunu sandı da, onun
alevinden istifade etmek için ağacın ince tarafından tuttu; bunun üzerine ateş,
adeta onu istiyormuşcasına, Hz. Musa (a.s)'a doğru meyletti. Bunun üzerine Hz.
Musa, ateşten geri durdu ve ondan ürktü. Ama, hem ateşin Hz. Musa (a.s)'a, hem
de Hz. Musa (a.s)'ın ateşe karşı olan arzusu devam etti. Sonra da, hiç yanmamış
ve olmamış gibi, aniden sönüverdi. Daha sonra Musa (a.s), bakışlarını o ağacın
dallarına doğru çevirdi. Bir de ne görsün; onun yeşilliği, adeta gökyüzüne
doğru yüklesiyor!.. Ve, gökle yer arasında bir nur ki, gözlerin kendisine
bakamadığı b r aydınlığı var. Hz. Musa (a.s), bunu görüp müşahede edince, elini
gözlerinin üstüne siper etti. derken, "Ey Musa (a.s)" diye nida
okundu"
Kadi şöyle der: "Çakmağın
ateş çıkarmadığına dair rivayet edilen şey, caizdir. Ama, Hz. Musa'nın ateş
bulamadığına dair rivayet edilen şey., caizdir. Ama, Hz. Musa'nın ateş
bulamadığına dair rivayete gelince, eğer bu nübüvvetten önce olan -, ı hadise
İse, bu mümkündür. Aksi halde, imkansızdır. Yine bunun, diğer :eygamberlerden
oian bir başkasına ait olan bir mucize olması durumu müstesna... lenâb-ı
Hakk'ın, "Be/7 seni seçüm. Şimdi vahy olunacak şeyleri dinle"(Taha,
13)
hitabında Allah Teâlâ'nın Hz. Musa
(a.s)'a o anda vahyettiğine ve onu peygamber
dığına dair bir delâlet bulunmaktadır. İşte, yapılan bu izaha göre,
onların, ateşin Hz. Musa (a.s)'dan gecikip onu yakamadığma dair ileri
sürdükleri şey uzak bir ihtimal
olmuş olur. Cenâb-ı
Hakk'ın, 'İşte oraya gidince kendisine (şöyle) nida edildi: "Ey
Musa.." hitabı da bunun yanlış olduğunu ortaya
kor. Eğer o ateş, Hz. Musa (a.s)'dan bir müddet gecikmiş olsaydı, bu doğru
olmaz ve bu ifadenin başındaki takibiyye fasının bir manası kalmazdı."
Biz deriz ki: Kadi, bu
itirazını, kendi mezheplerine bina etmiştir. Çünkü onlara göre
"irhâs" caiz değildir. Bu ise, bize göre batıldır. Binâenaleyh, onun
görüşü de (bize göre) batıl olur. Onun, takibbiye fasına tutunup onunla
istidlal etmesine gelince, aradaki zaman yakın olduğu için bu caizdir. Çünkü
"gelme" ile "nida" arasında bulunan azıcık bir zaman, fâ-ı
takibiyyeye zarar vermeye mani değildir.
[41]
Ebu Amr ve İbn Kesir,
fetha ile, enni, yani "Ben senin Rabinim diye nida olundu" şeklinde
okurlarken, diğer kıraat
imamları kesre ile,
innf şeklinde okumuşlardır. Yani, "Nida
olundu da, bunu müteakiben, "Ey Musa denildi" Veyahutta, nida
da bir tür söz demek olduğu için bu şekilde, kesre ile okundu.
[42]
İmam Eşari şöyle der:
"Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'a, harf
ve
ses olmayan, o kadim kelâmını duyurmuştur. Mu'tozile ise,
böyle bir kelâmın varlığını kabul etmeyerek şöyle demiştir:
"Allah Teâlâ, bu nidayı ağaç, vs. gibi herhangi bir maddede
yaratmıştır. Çünkü nida, kelâmullah'dır. Allah ise, buna kadirdir. O, istediği
zaman bunu yapabilir" Maverâünnehr alimlerinden, ehl-i sünnet görüşünü
benimseyenler, Cenâb-ı Hakk'ın, kelâm-ı kadimi olduğunu kabul etmişler, ancak
ne varki onlar, Hz. Musa (a.s)'ın duyduğu şeyin, Cenâb-i Hakk'ın o ağaçta yarattığı
bir ses olduğunu iddia etmişler, duyulan şeyin mundes bir ses olduğuna dair
ayetle istidlal ederek söyle demişlerdir: "Allah Teâlâ nida işini, Hz.
Musa (a.s)'ın ateşe gelmesi işine bağlamış, onun peşinden getirmiştir. Muhdese
dayanan şey de muhdestir. O halde nida da rnuhdestir."
[43]
Alimler, Hz. Musa
(a.s)'ın , kendisine nida edenin Allah Teâlâ olduğunu nasıl tanıdığı hususunda
ihtilaf etmişlerdir.
Bu cümleden olarak,
9hl-i sünnet alimleri: "Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Musa (a.s)'da, bunun Kendisi olduğuna
dair zaruri bir ilim yaratmasıyla olabileceği gibi, ona bunu mucizesiyle
bildirmiş olması da mümkündür" derken, Mu'tezile şöyle demiştir:
"Zaruri ilim meselesi caiz değildir. Çünkü o nidanın kelâmullah olduğuna
dair zaruri bir ilim meydana gelmiş olsaydı, hem sıfatın zaruri ilimle, hem de
zâtın istidlal ile malûm olması imkânsız olduğu için âlim ve kadir olan bir
yaratıcının varlığı, Hz. Musa (a.s)'a zaruri bir bilgi ile malum olmuş olsaydı,
o zaman Musa (a.s), mükellef tutulamazdı. Çünkü zaruri bilginin bulunması,
teklife aykırıdır. Halbuki, Hz. Musa (a.s)'ın da mükellef tutulduğu ittifakla
sabittir. Böylece biz, Allah'u Teâiâ'mn, bunu ona, mucize ile nitelendirdiğini
anlamış oluyoruz.
Sonra alimler, bu
mucizelerin ne olduğu hususunda, şu şekilde ihtilaf etmişlerdir:
1) Bazıları şöyle demiştir: "Biz, Allah
Teâlâ'nın, bunu ona mucize vasıtasıyla bildirdiğini kesinlikle biliyoruz. Ama
bizim, o mucizenin ne olduğunu bilmemize gerek yok.
2) Rivayet
olunduğuna göre Hz. Musa (a.s) o ağaçtan gökyüzüne doğru yükselen o nuru görüp,
meleklerin de tesbihatını duyunca, iki elini gözleri üzerine koydu ve bunu
müteakiben de, "Ey Musa (a.s)" diye hitaba muhatab oldu. Bunu üzerine
o, "Emrine amadeyim.. Sesini duyuyorum. Ama, seni göremiyorum. O halde,
sen nerdesin?" dedi. Bunun üzerine O, "Ben seninle beraberim,
önündeyim, arkandayım, seni kuşatmışım. Sana, senden daha yakınım"
buyurdu. Sonra İblis, onun kalbine bir şüphe attı da, ona, "sen, Allah'ın
kelâmını duyduğunu ve dinlediğini nereden biliyorsun?" dedi. Bunun üzerine
Hz. Musa (a.s), "Ben onu, üstümden,altımdan, arkamdan, sağımdan ve
solumdan, tıpkı önümden duyduğum gibi duyuyorum. Böylece ben, O'nun mahlûklara
ait bir kelâm olmadığını anlamış oluyorum" dedi. Hz. Musa (a.s)'nın bütün
bu yönleri sayıp dökmesinin manası, "Ben o sesi, bütün parçalarımla,
kısımlarımla, cüzlerimle duyuyorum. Öyleki, benim herbir uzvum, sanki bir kulak
kesilmiş gibidir" demektir.
3) Belki de
o, bu nidayı, tıpkı bir çakıl taşı, vs. gibi cansız şeylerden duymuştur.
Böylece bu, bir mucize olmuş olur.
4)
O, o ateşi, o yeşilliğin o ateşi söndürmeyen,
ateşin de, o yeşilliğe zarar vermeyecek bir şey olarak, yemyeşil bir ağaçta
gördü... Buna ise, Allah'dan başka hiç kimse kadir olamaz.
[44]
Alimler, "Ben
senin Rabbinim" ifadesindeki zamirlerin tekrar etmesinin, delili tekid ve
şüpheyi izale etmek için olduğunu söylemişlerdir.
[45]
Alimler, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Haydi pabuçlarını çıkar" hitabı hakkında şu izahları
yapmışlardır:
1) Bu
pabuçlar, ölmüş eşek derisinden idi... İşte bundan dolayı, Cenâb-ı Hak, o
mukaddes vadiyi korumak için, ona
pabuçtarını
çıkarmasını emretmiştir. İşte bundan dolayı da bunun peşinden, "Çünkü -en
mukaddes Tuvâ vadisindesin" buyurmuştur. Bu, Hz. Ali'nin, Mukatil, Kelbi,
Dahhâk, Katâde ve Sûddi'nin görüşüdür.
2) Onun iki ayağı, vadinin hereketiyle temasa
geçsin diye, Cenâb-ı Hak ona pabuçlarını çıkarmasını emretmiştir. Bu, Hasan
el-Basri, Said İbn Cübeyr ve Mücahidin görüşüdür.
3) Bu, o
toprak parçasının tazim edilmesi manasına hamledilebilir. Çünkü o, o «adiyi
tazim edebilmesi ve Rabbinin kelâmını dinlerken tam bir huzur içinde olabilmesi
çin, oraya yalınayak basması gerekir. Bunun delili, Allah Teâlâ'nın hemen bunun
peşinden "Çünkü sen mukaddes Tuvâ vadisindesin" buyurmuştur.
Çünkü bu ayet, "talil-sebep" ifade eder. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki,
"Pabuçlarını çıkar, çünkü sen, Mukaddes Tuvâ vadisindesin" demiştir.
[46]
Tasavvuf erbabı ise,
bu hususta şu izahları yapmışlardır:
a) Rüyada bir pabuç görüldüğünde bu, zevce,
hanım ve çocuk ile yorumlanır. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "pabuçlarını
çıkar" ifadesi, onun gönlünün hanımına ve çocuğuna iltifat etmemesine,
kalbinin onların işine takılıp kalmaması gerektiğine bir işarettir.
b) Pabuçların çıkarılmasından maksad, dünyaya ve
ahirete iltifatı terketmektir. Buna göre Cenâb-ı Hak, Hz. Musa (a.s)'a sanki,
"Kalbinin tamamiyle merifetullaha gark olmasını, gönlünün Allah'dan
başkasına iitifat etmemesini..." emretmiş olur. Mukaddes Vadî'den murat
ise, Celaiullah'ın kudsiyyeti ve O'nun izzetinin taharetidir. Yani, "Sen,
marifet deryasına ulaştığında, mahlûkata iltifat etme" demektir.
c) İnsanın,
bir yaratıcının varlığına dair istidlalde bulunduğunda, bunu ancak şu iki
mukaddime ile elde edebilir: O'nun meselâ, "Bu maddi alem, muhdestir veya
mümkin bir varlıktır. Böyle olan herşeyin, mutlaka bir müdebbiri, bir müessiri
ve bir sani'i vardır" demesi gibi. Bu iki mukaddime, adeta iki pabuca
benzer. Çünkü bu iki mukaddime sayesinde akıl, maksuduna ulaşır; halka bakmaktan,
Hâiık'ı tanımaya geçer. Hâiık'ı tanımaya ulaştıktan sonra onun, bu iki
mukaddimeye artık dönüp bakmaması gerekir. Çünkü başkasıyla, bu kadarcıkdahi
meşgul olmak, marifetullâha gark olmaktan alıkor. Buna göre, Hz. Musa (a.s)'a
sanki, kalbini ve gönlünü artık, bu iki mukaddimeyle meşgul etme. Çünkü sen,
Marifetullahın denizi ve O'nun ulûhiyyetini/ı ummanı, deryası demek olan,
mukaddes bir vadiye, noktaya ulaştın" denilmek istenmiştir.
[47]
Mu'tezile, Cenâb-ı
Hakk'ın, "pabuçlarım çıkar" ifadesiyle,
kolamullahın kadim olmadığı
hususunda istidlalde
bulunarak şöyie
demiştir. Çünkü, kelâmullah şayet kadim
olmuş
olsaydı, o zaman Cenâb-ı Allah daha Hz. Musa (a.s)
mevcut değilken. "Ey Musa (a.s) pabuçlarını çıkar"
demiş oturdu. Halbuki bunun, bir hafiflik ve akılsızlık olacağı malumdur.
Çünkü, bomboş evde bulunan bir kimse, Zeyd ie Amr, orada mevcut olmadıkları
halde, "Ey Zeyd, yap; ey Amr, yapma!" dediğinde, bu delililk ve
bunaklık sayılır. Şu halde böyle bir şey, Cenâb-ı Hakk'a nasıl uygun
düşer?"
Alimlerimiz,
Mu'tezile'nin görüşüne şu iki bakımdan cevap vermişlerdir:
1) Allah
teâlâ'nın kelâmı, her ne kadar kadim bir kelâm ise de, ancak ne var ki o,
ezelde, bir emir ve vahi/ değildi.
2) O,
"ezelde mevcut bir şey" manasında bir emir idi. Ama, o şey, la
yezale, doğru yol alınca, onda herhangi bir değişiklik meydana gelmeksizin, o
şahıs bununla emrolunmuş oldu. Bu, tıpkı kudretin, fiili iktizâ etmesi gibidir.
Ama, kudret ezelde mevcut iken, o fiil henüz yok idi. Kudret la yezale (ezeli
olmayana) doğru yol alınca, o zaman fiil meydana gelmiş oldu... İşte burada da
böyledir. Bu husustaki söz, anlaşılması zor, gizli ve incedir.
[48]
Ayette, pabuçlu olarak
namaz kılmanın ve tavaf etmenin kerahatine dair bir delâlet bulunmamaktadır.
Sahih olanı, kerahatin bulunmayışıdır. Bu böyledir, zira biz, pabuçları çıkarma
emrini, vadinin saygınlığına ve kelamullahın ululuğuna bağlarsak, bu emir
sadece buraya has bir emir olmuş olur. Yok eğer bunu, onların ölü eşeğin
derisinden olma işine bağlarsak, bu durumda, debbağlanmış olsa dahi, ölü eşeğin
derisini giymenin mahzurlu olabileceği söylenebilir. Eğer böyle olursa, bu da
Hz. Peygamber (a.s)'in, "Hangi deri debbağhnırsa, o rem/z olur"[49]mensûh
olmuş olur. Bir seferinde Hz. Peygamber (s.a.s) pabuçlu iken namaz kıldı, sonra
da namaz esnasında onları çıkardı. Bunun üzerine arkasında namaz kılanlar da
çıkardılar. O selâm verince, "Ne oldu da pabuçlarınızı çıkardınız?"
dedi. Onlar, "Sen çıkardın, biz de çıkardık" dediler. Bunun üzerine
Hz. Peygamber, "Cebrail bana pabuçlarımda pislik olduğunu haber
verdi" buyurdu. Bundan, Hz. Peygamber (s.a.s)'in pabuçlu iken namaz
Salmayı kerih görmediğini, pabuçlarını çıkaranların hareketlerini tasvib
etmediğini ve onlara, pabuçlarında pislik bulunduğu için onları çıkardığını
bildirdiğini görüyoruz.
[50]
Kelime, tî'nin zammesi
ve kesresi ile, munsarıf ve gayr-ı
munsarıf olarak, şeklinde
okunmuştur. Binâenaleyh bu kelimeyi tenvin üa okuyan,
bunu vadinin ismi olduğu için böyle okumuştur. Bunu
tenvinsiz okuyan da, tıpkı kelimesinin, kelimesinden
"udûl" etmesi gibi, bu da, kelimesi udûl" etmiş olduğu için, bunu
gayr-ı munsarıf saymıştır. Bunun, o mübarek bek (toprak parçasının) adı olması
da mümkündür.
[51]
"Tuvâ"
hakkında şu izahlar yapılmıştır:
1) Bu, o
vadinin özel ismidir. İkrlme ve İbn Zeyd'in görüşü
budur.
2) Bu tıpkı,
"mesnâ" (iki kere, ikişerli) kelimesi gibi, "iki defa"
demektir, yani "Vadiyi iki kez takdis et" manasınadır. Yahut
"Musa (a.s)'a iki kez nida edildi" demektir. Nitekim Arapça'da
"Ona iki kez seslendim" denilir.
3)Tuvâ,
"Tayyen" demektir. İbn Abbas(r.a) şöyle der: "Hz. Musa"
(a.s), o vadiye gece vakti uğrayıp, orayı tayy etti, yani katetti." Buna
göre mana, "Sen katedıp, yolunu geçip, en ucuna ulaştığın mukaddes bir
vadidesin" şeklinde otur. Bu görüşü benimseyenler, "Tuvâ"
kelimesinin, fiille aynı lafızda olmayan bir mef'ûl-ü mutlak olduğunu
söylemişlerdir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, demiş olur. Bu tıpkı,
(Tam hidayete
erdi) denilmesi gibidir. Allah en iyi bilendir.
[52]
"Ben seni
(peygamberliğe) seçtim. Şimdi vahyolunacak şeyi dinle: şüphe yok
ki Ben Allah'ım. Benden başka hiçbir tanrı yok.
Öyleyse Bana ibadet et ve
Benim
"Zikrim" için dosdoğru namaz kıl"
(Tâhâ. 13-14).
Hamza bunu, (Biz seni
seçtik) şeklinde okurken, (şüphesiz Ben seni seçtim) şeklinde okumuştur. Bu
ayetle ilgili birkaç mesele var:
[53]
Bu, "Ben seni,
hem peygamberlik, hem de sana vereceğim
o
kelâmım için seçtim" demektir. Bu ayet, peygamberliğinçalışma ile elde
edilemeyeceğine delâlet eder. Çünkü
ayetteki,
"Ben seni seçtim" ifadesi, bu yüce makam ve
mevkiin o bunu hakettiği için değil, sırf Allah
Teâlâ'nın onu bu iş için seçtiğinden
dolayı
meydana geldiğine delâlet eder.
[54]
Hak Teâlâ'nın
"Şimdi vahyolunacak şeyi dinle "hitabında Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz
heybet ve Celâli
gözükmektedir. Buna
göre sanki Allah: "Yemin olsun ki sana büyük ve ağır bir iş geliyor.
Öyleyse ona hazırlan, aklını ve gönlünü bütünüyle ona ver" buyurmuştur.
Dolayısıyla, "Ben seni seçtim" ayeti Allah Teâlâ'nın sonsuz
lütuf ve rahmetini, "Şimdi vahyolunacak şeyi
dinle" buyruğu da O'nun sonsuz heybetini ifade eder. Böylece Hz. Musa
(a.s) için birinci ifadeden nihayetsiz ümid, ikincisinden de nihayetsiz korku
doğmuş olur.
[55]
Hak Teâlânın, "Ben Allah'ım.
Benden başka hiçbir tanrı yok. Öyleyse Bana ibadet
et" ayeti akâid ilminin (inanç ilminin), furû
(fıkıh) ilminden
daha önce geldiğine,
(daha önemli olduğuna) delâlet eder. Çünkü tevhid ilm-i usuldan (akâid
ilminden), ibadet ise ilm-i furûdandır. Hem ayetteki, "Öyleyse Bana ibadet
et" hitabındaki, fâ ("öyleyse" kelimesi), Allah'a ibadetin,
O'nun ulûhiyyetinden dolayı gerekli oluşuna delalet eder. İşte bu, âlimlerin
"Allah ibadete müstehaktır" şeklindeki sözünün özüdür.
[56]
Hak Subhânehû ve
Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'a önce
tevhidi, ikinci
olarak ibadet etmesini emredince; üçüncü
olarak da namazı
emretmiştir. Âlimlerimiz bu
ayete dayanarak, şu iki sebebten ötürü, (bir husustaki) açıklamanın,
ona ihtiyaç duyulan vakitten sonra olabileceğine delil getirmişlerdir:
1) Cenâb-ı
Hak, Hz. Musa (a-s)'a ibadet etmesini emretmiş, ama o ibadetin nasıl
yapılacağını belirtmemiştir. Böylece mücmel (kapalı) bir ifadenin,
mübeyyeninden (onu açıklayan ifadeden) ayrı olarak gelebileceği sabit olur.
2) Hak
Teâlâ, "Benim zikrim için dosdoğru namaz kâ" buyurmuş, ama bu namazın
nasıl kılınacağını açıklamamıştır. Kâdi şeyle der: "Hz. Musa (a.s)'mn,
Allah'a ibadet olarak kıldığı o namazı, Şuayb (a.s), ve diğer peygamberlerden
öğrenmiş olması, böylece de ayetteki bu hitabın bizzat Hz. Musa (a.s)'a yönelik
olması 'mkansız değildir. Her ne kadar Kur'ân'da nakledilen ifade bu kadarcık
kısa olsa da, Allah Teâlâ'nın namazı ona, bu esnada açıklamış olması da
muhtemeldir." Kadtye şu şekilde cevap verilir: Birinci delil olarak ileri
sürdüğünüz husus, ayetteki "Öyleyse Bana ibadet et" hitabından
çıkarılamaz. Hem sonra bu yüce hitabı, yeni bir manaya hamletmek, daha
evvel bilinen bir
manaya (bilinen bir
namaz manasına) hamletmekten
daha evlâdır. Çünkü Musa (a.s), Hz. Şuayb (a.s)'ın kıldığı namdın farziyyeti
hususunda şüphe etmiyordu. Binâenaleyh biz ayetteki, "Dosdoğru namaz
kıl" emrini, "Hz. Şuayb'ın kıldığı namaz" manasına alırsak, bu
yüce hitabtan yeni bir mana çıkmamış olur. Ama bunu, başka bir namaz manasına
alırsak, yeni bir mana çıkmış olur. Kâdinin, "Belki da Allah Teâlâ
Kur'ân'da bahsetmemiş olsa da, Hz. Musa a.s)'a
o namazı o esnada
açıklamıştır" şeklindeki deliline
karşı deriz ki: Açıklamanın, mücmel
(kapalı) bırakmaktan daha faydalı olduğunda şüphe yoktur.
Binâenaleyh eğer bu
husus o anda zikredilmiş olsaydı, ayette açıkça bahsedilmeye daha lâyık olurdu.
[57]
Ayetteki Benim zikrim
İçin..." ifadesi ile ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır:
a) Bu,
"beni hatırlaman için... Çünkü Benim hatırlanmam, bana ibadet olunması ve
namaz kılınması ile olur" demektir.
b)
"Beni, o namazda hatırlaman için...." demektir. Çünkü namaz çeşitli
zikirleri ihtiva etmektedir. Bu görüş Mücâhİd'dendir.
c) "Ben o namazı, kitablarda zikrettiğim ve
emrettiğin için, onu kıl."
d) Benim
seni medh-ü sena ile zikretmem (anmam) ve senin için bir yâd-ı cemii (güzel
nâm) kılmam için..."
e)
"İçine başka kimsenin zikrini (adını) karıştırmadığın bir zikirle, beni
zikretmek için..."
f) "Zikri Bana has kılman (yani sadece Beni
zikretmen) ve Benim rızamı taleb edip kazanmak için... Öyle ki bu namazınla
gösterişe kalkışmaz ve bununla başka birşeyi gaye edinmezsin."
g)
"Tıpkı ihlaslı kimselerin, Rab'erinin zikrini en başta gelen şey yapmaları
gibi, sen de Beni zikredip hatırlayasın ve unutmayasın diye..." Nitekim
Cenâb-ı Hak bu hususu, "Onlar ne bir ticaret, ne bir ahş-veriş Allah zikretmekten alıkoymaz..." (Nûr, 3/) diye
beyan buyurmuştur.
[58]
h)
"Benim zikir vakitlerinde..." demektir. Bunlar da namaz vakitleridir
Çünkü Allah Teâlâ' "Namaz mü'minler üzerine vakiileri belli bir farz
olmuştur" (Nisa, 103) buyurmuştur.
i)
"Zikrettiğinde (hatırladığında) namazını kıl. Yani "Bir namazı
unutursan, onu hatırladığında kaza et" demektir. Katâde, Enes (r.a)'den,
Hz. Peygamber-(s.a.s)'in "Kim bir namazı unutursa, onu hatırladığında
kılsın. Çünkü o namazın bundan başka kefareti yoktur"(671dediğini,
peşisıra da, ''Benim zikrim için dosdoğru namaz kıl" ayetini okuduğunu
rivayet etmiştir.
Hattabi şöyle der:
"Bu hadis şu iki manaya gelebilir:
a) Namazın keffâreti, ancak kaza edilmesidir.
b) Ramazan
orucunun (özürsüz olarak) terkediimesi hâlinde keffâretin gerekmesi; yine
ihramlt kimsenin hacctn emirlerinden birini terketmesi halinde, ceza olarak
fakirleri doyurması ve kurban kesmesi gerektiği gibi, namazın unutulması
halinde
bir zarar ödeme mecburiyetinin ve
keffâretinin olmayışıdır. Bunda sadece terkedilen namaz kaza edilir."
İmdi eğer, "Tıpkı
Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Onu hatırladığında kılsın" buyurması gibi,
ayetteki ifadenin de (müennes zamirle) şeklinde olması gerekmez miydi?"
denilirse, biz deriz ki: "Buradaki Benim zikrim için ifadesi. "Benim
yaratmamla olan zikirden dolayı..." demektir. Yahut da bu ifadede mahzûf
bir muzâf vardır ve takdiri, "Benim namazımı hatırladığın için
(zaman)" şeklindedir.
[59]
Bir kimse, birkaç
vakit namazını geçirdiğinde, bu namazları
tertib
(sıras) üzere kaza etmesi müstehabtır. Binâenaleyh
insan o namazları kaza ederken, tertibe (sıraya)
riâyet
etmezse, imâm-ı Şafii (r.h)'ye göre,
caizdir. Üzerinde
geçirmiş olduğu namaz
borcu bulunan kimseye, yeni bir farz namaz vakti girse, bakıiır, eğer o anda, bir
genişlik, yani her iki namazı da kılacak kadar geniş zaman varsa, önce
geçirdiği (borcu olan) namazı kılması müstehabtır. Ama işe, önce yeni girrtvş :
an namazı kılmakla başlarsa bu da caizdir. Eğer önce geçmiş namazını kaza
etmesi nalinde, vaktin çıkacağı kadar vakit dar ise, o zaman bu kimsenin, o
vakit namazını da kazaya bırakmamak için, önce bunu kılması gerekir. Eğer o,
vakit namazına başladıktan sonra, kazaya bıraktığı (unuttuğu) namazı
hatırlarsa, başlamış olduğu namazı tamamlar, sonra kazaya bıraktığı namazı ifâ
eder Onun kazaya bıraktığı "amazı kıldıktan sonra, daha önce kılmış olduğu
o vaktin namazını yeniden kılması -nüstehabtır, vâcib değildir.
Ebu Hanife (r.h) ise,
"Kişinin kazaya bıraktığı namazların sayısı, bir günlük namazdan (beş
vakitten) fazla olmadığı müddetçe, onun geçen (kaza kalan) 'namazlarını tertib
üzere kılması vâcibtir. Öyleki bir vakit namazı esnasında, insan o gün kazaya
bıraktığı bir namazı hatırladığında, kılmakta olduğu o vakit namazı batıl : ur.
O önce geçmiş namazlarını kaza eder, sonra o namazı yeniden kılar, Fakat o
vakit dâr ise, bu müstesna. Bu durumda kişinin kıldığı o vakit namazı bâtıl
olmaz" demiştir.
Ebu Hanife (r.h)'nın
ayet, hadis, eser ve kıyasdan delili vardır. Onun ayetten delili, -jradaki,
"Benim zikrim için dosdoğru namaz kıl" ifadesidir. Bu, "O namazı
-atırladığında, onu kıl" demektir. Buradaki, lâm. "inde"
(esnasında, o zaman) -anasınadır. Bu tıpkı, "Güneşin batması için namaz
kıl" *rt,78) ayetinde olduğu gibidir. Bu, "Güneş battığı zaman, o
esnada..." demektir. 5jna göre ayetin manası, "Hatırlanan o namazı,
hatırladığın esnada kıl" şeklinde otur. Bu, namazlarda tertibe riayet edilmesini
gerektirir.
Ebû Hanife'nin
hadisden delili, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Kim bir namazı
unutursa, onu
hatırladığında kılsın"[60] hadis-i
şerifidir. Buradaki 'Onu kılsın" ifadesindeki fâ edatı, fâ-i tâkibiyyedir
(hemen peşisıra yapılmayı ifâde eder.).
Câbir b. Abdullah'ı
şöyle dediği rivayet ediimiştir: Hendek savaşı günü Ömer b. Hattâb,Hz.
Peygamber (s.a.s)'in yanına geldi. Kureyş kâfirlerine sövüp saymaya başlayarak,
"Ey Allah'ın Resulü, ikindi namazını kılamadım ve derken (harble
uğraşırken) güneş battı" ded. Hz. Peygamber (s.a.s) de: "Vallahi
henüz ben de kılamadım" buyurdu ve Bathâya inerek ikindi namazını orada
güneş battıktan sonra kıldı. Akşam namazını da onun peşisıra kıldı. Bu hadis
Sahİheyn'de yer almaktadır.
Hanefiler şöyle
derler: "Bu hadis ile şu iki bakımdan istidlal edilir:
a) Hz.
Peygamber (s.a.s), "Benim nasıl namaz kıldığımı görüyorsanız, tıpkı o
şekilde namaz kılın[61] buyurmuştur.
Binâenaleyh o geçen namazını tertib üzere (giren vaktin namazından önce)
kıldığına göre, bizim de böyle yapmamız gerekir.
b) Hz. Peygamber
(s.a.s)'in fiilleri, mücmel (ayetleri) beyân (açıklama) sadedinde olunca,
hüccet olur. Onun bu fiili de, Cenâb-ı Hakk'ın mücmel olan, "Namazı
dosdoğru kılın"Çakara,43) ayetini açıklama sadedindedir. İşte bundan
ötürü, kazaya bırakılmış olan namazların sayısı az olduğunda, tertibin
gözetilmesi gerektiğini, çok olduğunda ise tertibi gözetmenin düşebileceğini
söylüyoruz."
Ebu Hanife'nin eserden
delili, İbn Ömer (r.a)'den rivayet edilen şu haberdir: "Kim bir namazı
kazaya bırakır (unutur) ve onu imamın arkasında (bir sonraki) namazı kılarken
hatırlarsa, kılmakta olduğu namazı sürdürsün. O namazı bitirince de, kazaya
bırakmış olduğu namazı kılsın. Daha sonra da imamla kıldığı o namazı iade
etsin, tekrar kılsın." Bu rivayetmerfû olarak, yani Hz. Peygamber (s.a.s)'in
sözü olarak nakledilir.
Ebu Hanife'nin
kıyasdan delili ise şudur: Bu iki namaz, bir gün ve gece esnasında, bir vaktin
biraraya getirdiği iki farz namazdır. Binâenaleyh bu iki namaz, tıpkı Arafat ve
Müzdelifede birlikte kılınan (öğle-ikindi, akşam-yatsı) namazları gibi olmuş
olur. Binâenaleyh nasıl bu namazlar kılınırken tertibe (sıraya) riayet
ediliyorsa, bir günlük namaz sayısından daha az olan kazaya kalmış namazlarda
da tertibin gözetilmesi gerekir."
İmâm-ı Şafii'nin
delili ise şudur: Ebu Katâde'nin hadisinde şu rivayet edilmiştir. "Ashâb
sabah namazını, uyuyup kalarak (vaktide kılamayıp), güneş doğduktan sonra
uyanınca Hz. Peygamber (s.a.s) onlara, önce
hayvanlarını gütmelerini (otlatmalarını), sonra o namazı kılmalarını
emretmiştir." Binâenaleyh (kazaya katan) namazın hatırlandığı (uyanıklığı)
o an, o namazın vakti olsaydı, Peygamberimizin böyle emretmesi mümkün olmazdı.
Böylece o vaktin, sıkıştırılmış bir şekilde değil, aksine geniş bir zamanda, o
kimseye farz olan şeyin yapılabileceği bir vakit oiduğunu anlıyoruz. Bunun
böyle olduğu sabit olunca diyoruz ki: Geçmiş namazların kaza edilmesinin farz
oluşu ile, vakti girmekte olan namazın farziyyetinin yerine getirilmesinin
gerekli oluşu, iki farz arasında muhayyer kalma gibi birşey olur. Böylece de
mükellefin, bunlardan istediğini önce kılmada muhayyer (serbest) olması
gerekir. Bir de geçmiş (kazaya kalmış) namazlarda tertibe riayet şart olsaydı,
unutma sebebi ile bu şart oluş düşmezdi. Baksana eğer bir kimse bulutlu bir
günde Arafat'da öğle ve ikindi namazlarını kılıp, sonra da öğle namazını
zevalden (öğle namazı vaktinden) önce, ikindi namazını da zevalden sonra
kıldığı anlaşılınca, onun bu iki namazı da tekrar kılması gerekir. Unutma (ve
yanılma) sebebiyle, tertib şartı düşmez. Çünkü bu iki namaz arasında şart olan
şey, diğerinde de (yani kazaya kalan namazlar İçin de) şart olmuş olsaydı,
bunlar arasındaki tertib şartı, unutma ile düşmezdi."
[62]
"Hiç şüphesiz o
saat (kıyamet) gelecektir. Herkes peşinde koştuğu şeyin
karşılığını bulsun diye, nerdeyse onu açıklayacağım.
Binâenaleyh ona
inanmayan ve hevâ-vü hevesine uyan
kimseler sakın seni bundan
ahkoymasn, yoksa heiâk
olursun"
(Tâhâ, 15-16).
Bil ki Allah Teâlâ,
Hz. Musa (a.s)'a "Öyleyse Bana ibadet et, Benim "zikrim" için dosdoğru
namaz ki!" (Tâhâ, ıs) deyince, bunun peşinden "Hiç şüphesiz o saat
gelecektir. Nerdeyse onu açıklayacağım" ayetini getirmiştir. Geçen
ayetteki, fâdesini, "seni emin ve kerim olarak anmam için" diye tevil
edenin izahına bu siyak ne kadar da uygun düşüyor! İşte Cenâb-ı Hak bundan
ötürü, onun peşinden: "Hiç şüphesiz o kıyamet gelecektir"
buyurmuştur. Çükü kıyamet mükâfaatlandırma ve cezalandırma zamanıdır.
[63]
Cenâb-ı Allah daha
sonra, buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili İki soru var:
Birinci soru: fiilinin
olumsuzundan olumlu, olumlusundan olumsuz mana anlaşılır. Bunun böyle oluşunun
delili, "Onlar neredeyse bunu yapmayacaklara]" (Bakara, rtj yani
"yaptılar ama neredeyse yapmayacaklardı" ayetidir. O halde, bu ayetteki
ifadesi, Allah Teâlâ'nm kıyameti gizlememesini gerektirir. Halbuki bu, şu iki
sebebten ötürü söz konusu değildir:
a) HakTeâlâ,
"Hiç şüphesiz saatin (kıyametin) bilgisi Allah katındadir"kokman, 24)
buyurmuştur.
b) Hak
Teâlâ'nın bu ayetteki, "Herkes neye çalışıyorsa, kendisine onunla mukabele
edilsin diye..." ifadesi, kıyametin zamanının açıklanması halinden çok,
gizlenmesi haline uygun düşer.
Bu soruya birkaç
açıdan cevab verilir:
1) Bu fiil,
olumluluğu veya olumsuzluğu beyân etmeksizin, sırf mukârebe
(yaklaşma) manasını
bildirmek için vaz edilmiştir. O halde ayetteki, tabiri, "Bu işin saklı
tutulması yaklaştı" manasındadır. Ama bu gizlemenin gerçekleşip
gerçekleşmediği hususu bu lafızdan çıkarılamaz, aksine Hak Teâlâ'nın, bunun
devamındaki "Herkes neye çalışıyorsa kendisine onunla mukabele edilsin
diye..." ayetinin karinesi (ipucu) üe anlaşılır. Çünkü bu ifâde, kıyametin
vaktinin açıklanmış olmasına değil, gizlenmiş olmasına daha uygun düşer.
2) Cenâbn
Hakk'ın sözü olarak kullanılan kâde fiili, gereklilik (mutlaka olacak) manasına
gelir. O halde ayetteki bu ifade, "Ben onu mahlûkâttan kesinlikle
gizledim" demektir. Bu tıpkı, "O yakındır" manasında, (İsra. 51)
ayeti gibidir. Bu izahı Hasan et-Basri yapmıştır.
3) Ebû
Müslim bu fiilin, irade etmek (istemek) manasına geldiğini söyler. Mesela,
" "İşte Yûsuf için Biz böyle murâd ettik"
(Yûsuf, 76) ayetinde bu manayadır. "Onu yapmak istemiyorum manasında
olarak, "Bunu yapmıyorum, yapmak da istemiyorum" şeklindeki cümle,
Arapların çok kullandıkları cümlelerdendir.
4) Bu,
"Neredeyse bunu kendimden bile gizleyecektim" demektir. Bunun Übeyy
(r.a)'in mushafında ve İbn Mes'ûd (r.a)Hjn kıraatinde bu şekilde yer aldığı
rivayet edilmiştir. Yani, "Onu Kendimden bile gizleyesim geliyor. Daha
nasıl size İlân ederim" demektir. Kâdi bu izahın uzak bir ihtimal olduğunu
ileri sürerek şöyle demiştir: "Gizleme işi, ancak kendisi için ortaya
koyma (bildirme) işi
uygun düşen kimseler
hakkında söz konusu olur. Halbuki böyle birşey Allah hakkında söz konusu
olamaz. Çünkü her bilinen şey Aüah için malumdur. O halde, O'ndan saklamak veya
O'na açıklamak gibi şeyler imkânsızdır." Kâdi'nin bu görüşüne şu şekilde
cevap verilebilir: "Bu, ifadede bir takdir düşünülerek yapılmış bir
izahtır. Yani, "Eğer onu kendimden gizlemem mümkün olsaydı, Kendimden bile
saklardım" demektir. Allah'ın, Kendinden birşeyi gizlemesi aslında
imkansız ise de, başkalarının o şeye muttali olamayacaklarını iyice belirtmek
için, bunu bu şekilde ifade etmede bir sakınca yoktur. Kutrub şöyle der:
"Bu, Araplar'm birbirlerine söyledikleri sözlerde de böyledir. Çünkü onlar
birşeyi iyice gizlemek istediklerini anlatmak için, "Onu kendimden bile
gizliyorum" derler. Binâenaleyh Allah Teâlâ da bu ayette kıyameti
gizlediğini iyice beyân etmiş ve bunu, Araplar'ın benzeri durumlar İçin kullanmayı
âdet edindikleri en ileri ü'slûb ile söylemiştir.
5) Burada
fiili sıla (zâid)dir ve mana, "Hiç şüphesiz o saat gelecektir. Ben onu
gizliyorum" şeklindedir. Zeydu'l-Hayl şu şiiri söylemiştir:
"Silahını
kuşanmış olarak, hızlıca savaşa dalar. Kendisi gibi cesur ve güçlü olan hasmı,
onun karşısında nefes bile alamaz." Bu, ifadesi "hasmı nefes
alamaz" manasındadır.
6) Ebu'l-Feth el-Mevsıli şöyle der:
"Ayetteki bu tabir, "Ben onu neredeyse açıklayacağım"
manasındadır. Bu ifadenin özü şudur. "Onun gizliliğini gidermem
yakındır" çünkü jüî vezni bazan, nefy ve olumsuzluk (yani füitn kök
anlamını giderme) manasını ifade eder. Mesela, "Kitaptaki ucmeyi
(anlaşmazlığı) giderdim" manasında ve "Falanın şikayetini
giderdim" manasında,
demen gibidir.
7) Bu ifade,
elifin fethası ile, ayeti şeklinde de okunmuştur ki bunun manası birşeyin izhâr
edilip, ortaya konduğu zaman söylenilen, (Onun izhâr etti) fiilinden olmak
üzere, "Onu neredeyse izhâr edeceğim, yani, onu açıklamam yakınlaştı"
şeklindedir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kıyamet yaklaştı" (Ysm,) ayeti
gibidir. İmrlü'l-Kays da şöyle demiştir:
"Eğer siz,
hastalığı gizler, gömerseniz, biz onu açığa çıkarmayız. Ama, eğer siz harbi
müdafaa eder, (savaş başlatırsanız) biz de oturmayız" Buradaki "Onu aığa
vurmayız" manasınadır. Zeccâc da şöyle demiştir: "Bu kıraat daha açık
ve tercihe şayandır. Çünkü "Onu neredeyse izhâr edeceğim" manası,
Cenâb-ı Hakk'ın kıyametin vaktini gizlemiş olduğunu ifade eder.
8) Cenâb-ı
Hak, ilsi buyurmuş. Bu söz tamamlanmış. Bundan sonra (yeni bir cümle olarak)
(Onu gizliyorum) buyurmuştur. Böylece ilk söz, "Her
nefis neyin peşinde koşuyorsa onun karşılığını bulsun
diye" kıyametin gizlenmesinin daha evlâ olduğunu ifade etmeye yönelmiştir.
Bu izah, uzak bir ihtimaldir. Allah en iyisini bilir.
[64]
İkinci soru: Kıyametin
ve ölüm vaktinin gizlenmesinin hikmeti nedir?
Cevab: Çünkü Hak Teâlâ
tövbelerini kabul edeceğini va*delmiştir. Kul şayet öleceği vakti bilebilseydi,
bu vakit yaklaşıncaya kadar günahlarla meşgul olur, sonra tevbe eder ve günahlarının
cezasından halas olup kurtulurdu. Böylece de ölümün zamanını bildirmek, günah
işlemeye bir teşvik gibi olmuş olurdu ki, bu caiz değildir
Cenâb-ı Hak,
"Herkes neyin peşinde koşuyorsa onun karşılığını bulsun diye"
buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[65]
Cenâb-ı Allah,
kıyamet gününün mutlaka geleceğini
bildirince, bunun delilini de zikretmiştir. Bu delil
şudur: Eğer
kıyamet olmasaydı, itaatkâr, âsiden;
iyilik yapan da kötülük
yapandan ayırdedilemezdi. Bu ise
caiz değildir. İşte
Cenâb-ı Hak, "Yoksa Biz iman edip de güzel güzel
amel edenleri, yeryüzünde (esad çıkaranlar gibi mi tutacağız? Yahut
muttakileri, sapıklar gibi mi sayacağız?" (su, 28) ayetiyle kastettiği de
budur.
[66]
Mu'tezüe bu ayeti
insanların kendi amelleri ile mükâfatı (cenneti) hakkettiklerine delil
getirmiştir. Çünkü onlara göre,
bâ
harf-i cerri "ilsâk" (bitiştirmek) içindir. Buna göre ayetteki (çalıştığı şey sebebiyle) ifadesi, mükafaat ve
cezada müessir olanın, insanın bu çalışması, sa'y-ü gayreti olduğunu gösterir.
[67]
Mu'tezile yine bu
ayeti, kulun fiilinin Allah tarafından yaratılmadığına delil getirmişlerdir.
Çünkü onlara göre bu
ayet, kula, fiilini ve
işini nisbet etmede çok açık bir ifadedir. Eğer bütün bu fiiller Allah'ın
yarattığı şeyler olsaydı, kulun bir işi ve fiili kesinlikle olmazdı.
Cenâb-ı Allah,
'"Binâenaleyh ona inanmayan kimseler sakın seni bundan alıkoymasın"
buyurmuştur. "Sadd", menetmek, alıkoymak manasındadır. Bu ifadede
birkaç mesele vardır:
[68]
Ayetteki iki
"hâ" (o) zamiri hakkında iki izah vardır:
1) Ebu
Müslim: Bunun, "Ona yani kıyamete inanmayan,
seni ondan, yani sana emrettiğimiz namazdan alıkoyup menetmesin"
şeklindedir. Buna göre birinci zamir "namaza", ikincisi de kıyamete
raci olmuş olur. Böylesi durumlar Arapça'da caizdir. Meselâ Araplar, peşpeşe
iki haber getirirler, sonra da bunları dinleyen her bir habere hakkını
(karşılığını) versin diye, her ikisinin cevabını tek cümle ile ifade ederler.
2) İbn Abbas
(r.a) şöyle elemiştir: Bu ifade, "seni onlar kıyametten, yani kıyamete
inanmayan, seni ona imandan alıkoymasın" manasındadır." Buna göre her
iki zamir de kıyamete râcidir. Kâdi de, "Bu görüş daha uygundur, çünkü
zamirin, kendinden önce zikredilen şeylerden kendisine en yakın olana râci
olması gerekir. Ayette, zamirlere en yakın olarak zikredilen ise kıyamettir.
Ebu Müslim'in görüşüne gelince, ona ancak bir zaruret halinde, başvurulur. Burada ise böyle bir zaruret yoktur.
[69]
"Seni alıkoymasın"
hitab Hz. Musa'ya yönelik olabileceği gibi, Hz. Muhammed'e de olabilir. Ama
doğruya daha
yakın olanı bu hitabın
Hz. Musa (a.s)'a olmasıdır. Çünkü bu
sözlerin
hepsi Hz. Musa'ya otan hitabdır. Her iki ihtimale göre de, Zecca6'ın görüşünün
bir manası yoktur. Çünkü onun söylediği mâna kastedilmemiş ve ancak bununla
oaşka bir mana kastedilmiştir. Bu böyledir. Çünkü, Zeccac Peygamberin,
peygamber olmasına rağmen, kendisini kıyamete imandan herhangi bir kimsenin
alıkoyamayacağınt sandığı için =>eygambere böyle hitab edilmeyeceği
kanaatine varmıştır. Halbuki durum onun sandığı gibi değildir. Zira Peygamber
de kıyameti inkâr fikrini hiç kimseden kabul etmemekle mükellef olup, buna da
kadir olunca, ona böyle hitap edilebilmiştir. Binâenaleyh bu ayetle kasd edilen,
hem Peygamber, hem diğer insanlar olmuş olur. Y'ne HakTeâlâ'nın, "Seni
bundan alıkoymasın" buyruğu ile kastedilen, Peygamberi onlara meyletmekten
ve yaklaşmaktan nehyetme manası olması da muhtemeldir.
[70]
Bu ayetin maksadı, Hz.
Musa (a.s)'ı, öldükten sonra dirilmeyi yalanlamaktan nehyetmektir. Fakat ayetin
zahiri, iman etmeyenlerin Hz. Musa (a.s)'t bundan alıkoymaktan -ehyetmeyi
gerektirir. Bu hususta şu iki izah yapılabilir:
a) Kâfirlerin kıyamete imandan alıkoymaları,
kıyameti yalanlamaya sebebtir. Binâenaleyh
burada, müsebbebi (neticeyi)
anlatmak için, (mecazen) sebeb zikredilmiştir.
b)
Kâfirlerin alıkoymaları, insanın dini
bakımdan gevşemesinin neticesidir. 3oylece, neticenin, insanı sebebe
götürdüğüne delâlet etsin diye, müsebbeb (netice) zikredilmiştir. Bu tıpkı,
insanın, birisini görmekten ve huzuruna gelmekten nehyetmek -aksadı ile,
"seni burada görmeyeyim" demesi gibidir. İşte burada da böyledir.
Sanki, "Gevşek olma. Dini hususlardan sebatlı, tavizsiz ve güçlü ol"
denilmek denmiştir.
[71]
Ayet, akaid ilmini
öğrenmenin farz olduğuna delâlet eder.
Çünkü
ayetteki, "Sen/ alıkoymasınlar" ifadesi, o Peygamberin dini
hususlarda taviz vermemesine vanp
dayanır.
Binâenaleyh bu salâbet-i diniyye ite, eğer taklide* kastedilmiş olursa, o, bu
hususta bâtıl yolda olan ile, hak yolda olanı birbirinden i. rdedemez.
Binâenaleyh bununla, hasmı Kendisini dini bakımdan yanıltmayıp.
aksine Kendisinin,
batılı savunanı batılından vazgeçirebilmesi için, delilleri ortaya koymada ve
şüpheleri bertaraf etmede salâbetli {güçlü ve tavizsiz) olması kastedilmiştir.
[72]
Kâdi şöyle der:
"Hak Teâlâ'nın, "seni alıkoymasın" buyruğu, alıkoyacak olanların
insanlar olduğunu
göstermektedir. Eğer o
kulların fiillerini yaratan da Allah
olsaydı,
o zaman aslında alıkoyan o insanlar değil, Allah'ın kendisi olmuş olurdu.
Binâenaleyh bu, cebriyenin[73]
görüşünün bâtıl olduğuna delâlet eder. Kâdl'nin bu görüşüne, "senin bu
görüşün "ilim ve dâi" meselesi ile çürütülür" diye cevap
veririz. Allah en iyi bilendir.
[74]
Cenâb-ı Allah'ın
hevesine uyan kimse" ifadesi, "öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden,
onu bir delilden ötürü değil, ancak havasına uyarak inkâr eder'' demektir. Bu
da, taklidin iyi bir şey olmadığını gösteren en büyük delillerdendir. Çünkü
mukallid, delile değil, hevâ-vû hevesine (arzularına) uyar.
Ayetteki, fe terdâ
"yoksa helak olursun" ifadesi, "Seni ondan alıkoymasınlar, aksi
halde helak olursun" takdirindedir, yani, "Eğer onlar seni alıkor,
sen de alıkoymayı kabul edersen, bu durumda cehenneme yuvarlanmaktan başka
birşey yoktur" demektir.
[75]
Bil ki marifetullah'ın
sırlarına dalanlar şöyle demişlerdir: "İki türlü makam vardır. Birisi,
Allah'ın dışındaki bütün varlıklardan ilgi ve alakayı kesme, yani (fenâfülah)
makamıdır. Diğeri de, Allah ile "bekâbulma" (Bekâbiilah) makamıdır.
Birincisi, ikincisindön önce yer alır. Çünkü üzerinde yazı yazılı bir levhaya,
birşeyler yazmak isteyen, ancak önceki yazıları silerse, bunu yapabilir. O
levhaya, ancak bu silmeden sonra, İkinciyi yazabilir. İşte Allah Subhânehû ve
Teâlâ, bu güzel sırayı burada göstermiştir. Çünkü O, Hz. Musa (a.s)'a önce
"Pabuçlarını çıkar" ti2. ayet) buyurmuştur ki bu, gönlü (kalbi),
Allah'ın dışında olan herşeyden, herşeyin sevgisinden temizlemeye bir
işarettir. Hak Teâlâ daha sonra Hz. Musa (a.s)'a, elde s;mesi gereken şeyleri
elde etmesini emretmiştir ki bunların temeli de şu üç şeye varıp dayanır:
1
1) Mebde
ilmi,
2) Vasat ilmi,
3) Me'ad ilmi...
Mebde ilmi, Hak
Teâlâ'yı tanımadır. Bu, bu sûrede, "Şüphe yok ki Ben Allah'ım. Benden
başka hiçbir tann yoktur"'(hm, u) ayeti ile kastedilmiştir. Vasat (orta)
ilmine
gelince, bu kulluk ilmi demek olup,
insanın bu maddi âlemde, dünyada işlemesi gerekli olan işlerle alakalıdır ve
Hak Teâlâ'nm "Öyleyse Bana ibadet et, Benim zikrim" için dosdoğru
namaz kıl" mıh. ') emriyle anlatılmıştır. Sonra bu ayette, şunu da
görüyoruz: ayetteki, "Bana ibadet et" ifadesi, maddi-bedeni amellere,
"zikrim için" ifadesi ise, ruhani amellere bir işarettir. Kulluğun
ilki maddi ameller, sonu da 'ühâni amellerdir. Me'âd ilmi ise, ayette "Hiç
şüphesiz o kıyamet gelecektir (...) nerdeyse onu açıklayacağım" ifadesi
ile anlatılmıştır.
Sonra Allah Teâlâ bu
mükellefiyetlere, lütfunu ifade ederek başlamış ve "Şüphesiz senin Rabbin
Benim" (Tâtıâ. 12) buyurmuştur. Mükellefiyetlerin sonunda da kahr-ı
lâhisini göstererek, "Binâenaleyh ona inanmayan ve hevâ-vû hevesine uyan
•Lmseler sakın seni bundan alıkoymasın" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak bunu,
-ahmetinin gazab ve kahrın,geçtiğine dikkat çekmek ve kulun, kulluğu esnasında
-utlaka arzu ve korku,ümid ve endişe arasında olması gerektiğine işaret etmek
için Doyle yapmıştır. Bu nokta üzerinde düşünüldüğünde, bu sıranın son derece
güzel ve mükemmel olduğu ve bunun ancak herşeyi bilen bir zât tarafından
olabileceği anlaşılır.
[76]
"Ey Musa, o sağ
elindeki ne?" (Musa) dedi ki: "O, benim asamdır. Ona
dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkelerim. Onda,
bana mahsus başka
açlar da
vardır." (Cenâb-ı Allah) "Ey Musa, onu yere bırak" buyurdu. O
da onu bıraktı. Bir de ne görsün: o, koşup duran bir
yılan (olmuş)! Allah
dedi ki: "Tut
onu, korkma. Biz onu. yine evvelki şekline çevireceğiz"
(Tâhâ, 17-21).
[77]
Bil ki ayetteki iki
lafızdan ibarettir. Binâenaleyh buradaki tilke kelimesi, asaya; kelimesi de Hz.
Musa'nın eline işarettir. Burada birkaç incelik vardır:
1) Allah
Teâlâ, bu iki şeye işaret edince, onlardan herbirini, kesin bir mucize ve net
akli bir delil kıldı ve o asayı, cansızlıktan, kerim olma (canlı olma) haline
taşıdt. Binâenaleyh tek bir nazarla, bir cansız varlık, canlı bir varlık
haline, katı bir cisim (olan el de), nurâni - latif bir varlık haline
dönüştüğüne göre, Allah, üçyüz altmış gün, kulunun kalbine nazar ettiğinde,
onun kalbinin ölüm demek olan isyandan, taat saadetine ve marifet nuruna
dönüşmesinde şaşılacak ne var?
2) Tek bir
nazar (bakış) ile, cansız bir varlık, sihirbazların sihirlerini yutabilecek bir
ejderhâ haline geldiğine göre, kalbin kendisine olan ilahi nazarın devamlı
oluşu ve yardımı sayesinde, hep kötülüğü emreden nefsin büyülerini yutabilecek,
yok edebilecek bir hale dönüşmesinde şaşılacak ne var?
3) O asâ,
Hz. Musa'nın sağ elinde idi. Sağ elde oluşunun bereketi sayesinde o, bir
ejderhaya, ve bir bürhân haline dönüşmüştür. Mü'minin kalbi de "Rahman'ın
iki parmağı arasındadır." Binâenaleyh Hz. Musa (a.s)'ın sağ eli için böyle bir bereket tahakkuk
ettiğine göre, mü'minin kalbinin, Rahman'ın iki parmağı arasında oluşunun
bereketi sayesinde, masiyet (günah) karanlığından, kulluk nûrûna geçmesinde
şaşılacak ne var?
Bu ayetle ilgili şöyle
birkaç soru sorulabilir:
[78]
Birinci soru:
Ayetteki, ıtEy Musa, o sağ elindeki ne?" ifadesi, bir soru cümlesidir. Soru
ise, bilgi edinmek için sorulur. Halbuki Allah Teâlâ'nın. soru sorması
imkânsızdır. Binâenaleyh bu sorunun hikmeti nedir?
Cevab: Bunun birkaç
hikmeti vardır: 1. Önemsiz birşeyden, çok kıymetli birşey meydana getirmek
isteyen kimse onu eline alıp, etrafındakilere göstererek: "Bu nedir?"
der. Onlar da: "O, falanca şeydir" derler. Daha sonra bu kimse, o
şeyin en belirgin vasfını belirledikten sonra, onlara, "Bundan şunu şunu
alın" der. Binâenaleyh Allah Teâlâ'da o asanın, meselâ yılana dönüşmesi;
denize vurulmasıyla denizin yarılması; taşa vurulmasr/la, taştan kaynakların
fışkırması gibi, o kıymetli mucizeleri ortaya koymak istediği için, asayı önce
Hz. Musa'ya sorup, sanki ona "Ey Musa, şu elindeki şeyin gerçeğinin ne
olduğunu ve ne zararı ne faydası olan bir ağaç olduğunu biliyor musun?"
dedi ve daha sonra da onu büyük bir ejderhaya çevirdi.
İşte böylece Allah
Teâlâ, bu şekilde, insanların akıllarını, kudretinin mükemmelliğine ve
azametinin sonsuzluğuna çevirdi. Çünkü O, insanlar nazarında en basit olan
birşeyden, en büyük mucizeleri ortaya koymuştur. İşte
Hak Teâlâ'nın, "Ey Musa, o sağ
elindeki ne?" buyurmasının hikmeti budur.
2) Allah
Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'ı (Tur dağındaki) o ağaçtan göğe doğru uzanan nurlara
muttali kılıp, ona meleklerin teşbihlerini ve Kendisinin Kelâmını duyurup
şittirip), sonra da
lütfunu kahrı ile karıştırıp verirken, ona ilk defa "Ben seni peygamber
olarak) seçtim" rrâhâ, 13) ifadesi ile lütufta bulunup, sonra ondan zor
nükellefiyetleri yerine getirmesini isteyip ona "mebde", "vasat"
ve "meâd" ilmini gerekli görüp, sonra da bütün bunları büyük bir
tehdid ile noktalayınca, Hz. Musa as) hayret ve dehşete düştü ve neredeyse
sağınt-solunu ayırdedemez hale geldi. şte bundan ötürü Musa (a.s)'ın, sağ
tarafının, asasının bulunduğu eli tarafı olduğunu -atırlamast için, "£y
Musa, o sağ elindeki ne?" diye hitab edildi. Yahut da Cenâb-ı Hak, Hz.
Musa (a.s)'a önce ilahi kelâmı ile konuşup, o da bundan dolayı dehşete korkuya) kapılınca, onun bu dehşet ve
hayretini giderip, onu teskin etmek için, onunla nsanların konuştuğu sözlerle
konuştu. Bunun hikmeti şudur: Hz. Musa {a,s), Allah'ın -^zurunda dehşete
kapılınca, Aziz olan Allah, onun bu dehşetini gidermek istedi ve Dna kolayca
cevab vereceği asasını sordu. İşte mü'minin durumu da böyle olur. O : up,
Rabbisinin huzuruna vardığında, dehşet ve korkuya düşecek ve utanma hissi,
konuşmasına engel olacaktır. İşte o zaman Allah Teâlâ
ona, dünyada iken çok iyi reliği şeyi, yani tevhidi sorar. Buna cevap
verebilince, o ürkekliği ve korkusu zail olur.
3) Allah Teâlâ,
Hz. Musa (a.s)'a ulûhiyyetinin
mükemmelliğini öğretince, bunun ^eşisıra ona beşeriyyetin noksanlığını gösterip
öğretmeyi istedi ve bundan dolayı ona,
elindeki
asanın faydalarını sordu. O da bunun bazı faydalarından bahsedince, Allah
"eâla insanların akıllarının o Peygamberin sıfat ve özelliklerini
tanımaktan âciz : duğuna dikkat çekmek için, Hz. Musa'ya o asada,
bahsettiklerinden daha büyük »e önemli özellikleri bulunduğunu öğretti.
Binâenaleyh eğer Cenâb-ı Hakkın muvaffak olması ve ismeti (muhafaza etmesi)
olmasaydı, o peygamberler, en büyük ve yüce şeyi, yani Allah'ı nasıl
bilebilirlerdi?
4) Bu
sorunun faydası, Hz. Musa'yı,
ejderhaya çevirildiğinde o asadan • orkmaması İçin, onun bir ağaç
olduğunu iyice anlatmaktır.
[79]
İkinci soru: Ayetteki,
"Ey Musa, o sağ elindeki ne?" ifadesi, Allah Teâlâ'nın -:. Musa
(a.s)'ya, vasıtasız bir hitabıdır. Halbuki böyle bir hitab, Hz. Muhammed s
a.s)'e yapılmamıştır. Buna göre Hz. Musa (a.s)'ın Hz. Muhammed (s.a.s)'de ra
üstün olması gerekir?
Buna şu iki açıdan
cevap verebiliriz:
a) Allah
Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'a hitab ettiği gibi, Hz. Muhammed (s.a.s)'e otab
etmiştir. Çünkü, "O, kuluna vahyettiğini vahy etti" (ncm, o)
buyurmuştur. Fafcar :. iki hitab ediş arasındaki fark şudur: Allah, Hz. Mu
»a (a.s)'a yaptığı
mahlûkatına ifşa etmiş, bildirmiştir; Hz. Muhammed
(s.a.s)'e yaptığı hitab ise bir sır olarak kalmış ve onu, hiçbir mahlûk
bilememiştir.
b) Eğer
Cenâb-ı Hak, Hz. Musa (a.s) ile, Hz. Musa (a.s) da Cenâb-ı Hak ile konuşmuş ise,
bilesin ki Ümmet-i Muhammed de, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Namaz kılan,
Rabbi ile fısıldaşır"[80]
hadis-i şerifinde anlatıldığı gibi, Allah'a hergün defalarca hitab ederler. Rab
Teâlâ 'YO gün) Rahim Rab'den sözlü bir selâm (vardır o mü'minlere...)"(ytoin,58)
ayetinde de belirtildiği gibi, kıyamet günü, Ümmet-i Muhammed'in her ferdine
selâm ile, ikram ile bizzat konuşur.
Üçüncü soru: Ayetteki
ifadesinin i'rabı nasıldır?
Cevap: Keşşaf sahibi
şöyle der: "Bu takrindedir ve tıpkı, işaret manasına olduğu için "hal"
olan kelimeyi nasbetme hususunda, (şu, ihtiyar olan kocamdır) (Hûd, ayetinde olduğu gibidir." Tilke
kelimesinin, ism-i mevsûl; bi yeminike ifadesinin onun sılası olması da
mümkündür. Zeccâc bunun manasının, "Elindeki nedir?" olduğunu
söylerken Ferrâ "Elinde olan bu şey nedir?" olduğunu söylemiştir.
[81]
Bil ki Hak Teâlâ, Hz.
Musa (a.s)'a bunu sorunca, o da şu dört hususu söyleyerek cevab vermiştir.
Bunların üçü açık ve tafsilatlı, birisi ise mücmel (kapalı) dır:
1) "O
benim asâmdır" ifadesi... İbn Ebİ İshâk bunu, şeklinde okumuştur. da böyle okunmuştur.
Hasan el-Basri ise bunu, yânın sükûnu ile, şeklinde okumuştur. Bu cümle ile
ilgili olarak, şu üç incelik vardır:
a)
Hz.
Musa (a.s), "O, benim asâmdtr" diyerek,
"asâ"yı açıkça söyledi. Binâenaleyh kalbi asâ ile ve onun
faydalarıyla meşgul olan kimse, nasıl Hak bilgisinin deryasına garkolabilir?
Halbuki Hz. Muhammed (a.a.s)'e cennet ve cehennem göstetirilince, o, hiçbirşeye
dönüp bakmamış, iltifat etmemiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "(Peygamberin)
gözü kaymadı, ve aşmadı da... "(Nacm, r/) buyurmuştur. Hz. Peygamber'e
Cenâb-ı Hak "Bizi öv" dediğinde, o,
"Sana yapılabilecek medh-ü senaları sayıp dökemem" dedi. Sonra
da hem kendini,hem de Allah'ı medh-ü senâyt unutarak, "Sen, kendini nasıl
övüp, medh-ü sena ettiysen öylesin!" dedi.[82]
b) Hz. Musa
(a.s) "Benim asam" deyince, Allah Teâlâ, "Onu yere bırak"
dedi. O da, Allah'ın dışında kalan herbir şeye iltifat edip, değer vermenin
Allah'dan alıkoyacağını ve o şeyin adeta kendisini öldürüp yok edecek bir yılan
gibi olduğunu
anlasın diye, o asâ, attığında birden
koşup duran (hızla hareket eden) bir yılan oluverdi. İşte bundan ötürü, Hz.
İbrahim (a.s): "Alemlerin Rabbi müstesna, onlann hepsi benim
düşmanım" dedi (Şuâra, 77),Hadisde de kıyamet gününde, malının zekâtını
roemeyen kimseye o malı, bir engerek yılanı olarak getirileceği
belirtilmiştir...
c) Hz. Musa
(a.s), "O, benim asâmdır" deyince cevab tamamlanmıştı, fakat o,
-abbisi ile konuşmaktan çok hoşlandığı (ve bu konuşmanın bitmesini istemediği)
zn, diğer hususları da saydı ve bunu, konuşmayı sürdürme maksadının vesilesi
kıldı.
2) "Ona dayanırım" ifadesi... Tevekkî
ve ittikâ, tıpkı tevekki ve ittıkâ ttıka
etmek, sakınmak) masdarlannda
olduğu gibi, aynı
manaya getip. Yorulduğumda ona
dayanırım, yahut ona dayanarak sürünün başında dururum,
anut da ona dayanarak, yani onu destek yaparak
sıçrarım" demektir. Hz. Musa as) böylece, kendisinin asaya dayandığını
söylemiştir. Halbuki Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)'e: "Ey Peygamber, Allah
sana ve sana tâbi olan mü'minlere .eter" (Tevbe, 64) ve: "Allah seni
insanlardan korur" (Mâide, 67) ifadeleri ile, "Benim ahmetime
dayan" demek istemiştir. Buna göre eğer, "O ayetteki "sana tâbi
olan -j minler" ifadesi, Hz. Peygamberin, o müminlere güvenip, dayanmış
olmasını gerektirmez mi?" denilirse, biz deriz ki: "Bu ifade, o
ayetteki, "Allah sana yeter" 'adesindeki, "Sana" lafzına
atıftır. Buna göre mana, "Allah sana ve müminlerden sana uyanlara
yeter" şeklindedir. (Yoksa, "Allah ve o mü'minler sana yeter"
şeklinde aeğildir.)
3)
"Onunla davarlarıma yaprak silkelerim" ifadesi... Bu, "O
asam ile, ve yaprakları düşsün, onları koyunları yesin
diye ağacın dallarına, «-apraklarına vururum" demektir. Dilciler şöyle
demişlerdir: Arapça'da denilir; {Adama sopa ile vurdum) ve (Yufkayı -tattım, kırdım) denilir. "Bu
izahı, Sa'leb yapmıştır. İkrime, bu kslimeyi, noktasız arak, sin ile,
(menetmek, sürmek) şeklinde okumuştur. "Hess", koyunları ayrılmaktan)
menetmek manasınadır.
Bil ki Hz. Musa'nın
koyunları, ona tabi olanlar demektir. Binâenaleyh o ilk önce,
Ona dayanırım" ifadesi ile, o asanın kendisine
olan faydasını anlatmış; "Onunla
koyunlarıma yaprak silkelerim" cümlesi ile de,
kendisine tabi olanlara ait faydas tefirtmiştir. Durum kıyamette de böyle
olacaktır. Hz. Musa önce kendi işine bakacak
v "Nefsi, nefsi" diyecektir. Hz. Muhammed (s.a.s) ise
dünyada, ancak ümmetinin
sterine bakmıştır.
Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah sen içlerinde iken, onlara azab
cnez"(Enfai,33) buyurmuş, Hz. Peygamber de:
''Allah'ım'
Kavmime hidayet et. Çünkü onlar
bilmiyorlar, cahildirler" buyurmuştur. Binâenaleyh
kıyamette de hiç şüphe yok ki ümmetinin işine bakacak,
ümmetini düşünecek ve
ümmeti, ümmeti"
(ümmetim ne olacak?" diyecektir.
4)
"Onda bana mahsus başka ihtiyaçlar da vardır" ifadesi... Bu,
"benim o asada çeşitli ihtiyaçlarım ve faydalarım var" demektir. "Me'ârlb"in
müfredi şeklindedir. İbnü'l-A'râbi ve Kutrub bunun, şeklinde olduğunu da söylemişlerdir. Râ'nın
fethası ile, ve elifin kesresi, rânın
sükunu ile kelimeleri de, "ihtiyaç" manasınadır. Hz. Musa (a.s),
sıfat olarak müennes (başka) kelimesini kullandı, çünkü "me'ârib",
çoğul olduğu için müennes sayılır. Buna göre sanki o, "Bu asada daha nice
başka ihtiyaçlarım var!" demek istemiştir. Binâenaleyh bu kelime
"Diğer günlerden, bunların sayısınca" {Bakara. 184) ayetinde olduğu
gibi, uher şeklinde gelseydi, bu da doğru olurdu.
[83]
Bu ifade ile ilgili
birkaç incelik vardır:
1) Hz. Musa (a.s), Allah'ın "Ey Musa, o sağ
elindeki ne?" şeklinde sözünü duyunca, Cenâb-ı Hakk'ın bunda önemli
incelikler olduğunu anladı, bundan dolayı bütün bildiklerini söyledi, geriye
kalan bilemediği şeyleri de tafsilatlı olarak değil de, özet olarak, "Onda
bana mahsus başka ihtiyaçlar da var" diyerek belirtti.
2) Hz. Musa
(a.s), Allah Teâlâ'nın, Kendisine o asada önemli bazı menfaatlar bulunduğu için
onu sorduğunu anladığından 'Allahım, bu da, diğer değnekler gibi bir değnek.
Fakat sen onu bana sorunca, benim onda (bilemediğim) başka ihtiyaçlarım
olduğunu anladım. Bunlardan birisi de, senin bu vesile ile bana hitab etmiş
olmandır. Binâenaleyh bu sebeble, bunun çok kıymetli ve önemli bir şey olduğunu
anladım" dedi.
3) Hz. Musa
(a.s), Rabbisinin o diğer ihtiyaçların neler olduğunu kendisine sormasını ve
böylece de yeniden Allah'ın kelâmını duyması, böylece bu konuşmanın devam
etmesini arzu ettiği için, bu sözünü mücmel (kapalı) olarak söyledi.
4) Cenâb-ı
Hakk'ın lütfü sayesinde, Hz. Musa (a.s)'ın, (şaşkınlığı geçip), dili çözüldü.
Sonra da Allah'ın huzurunda olmanın verdiği dehşet ve hayret kendisine galib
gelince, yine konuşamaz oldu. Ama bunu hoş görmediği için, mücmel (kapalı)
konuşmaya çalıştı.
Vehb b. Münebbih şöyle
demiştir: "Hz. Musa (a.s)'ın asası, tıpkı baston gibi,
iki çatallı idi. Binâenaleyh uzun dalları, o asasının
çatalı ile takıp eğerdi. Dallan kırmak
istediğinde
de, onu iki çatal arasına sıkıştırıp bükerdi. Yürürken onu koltuğunun altına
kor ve yayını,
ok kabını, fazla elbiselerini ona asardı. Çölde iken de onu yere diker,
üzerine elbiselerini gererek, gölgelik yapardı."
[84]
O asadan değişik
mucizelerin zuhur ettiği söylenmiştir. Mesela Hz. Musa (a.s), onunla kuyudan su
çıkarırdı. Bu durumda değnek, kuyunun derinliğine göre uzar ve o iki çatalı
kova şeklini alabilirdi. Yine geceleri, o iki çatal iki mum haline dönüşürdü.
Bir düşman ortaya çıktığında, onunla (kendi kendine) savaşırdı. Hz. Musa
(a.s)'ın gönlü bir meyve istediğinde, asasını yere diker ve böylece o,
yapraklanır, meyve -erirdi. Hz. Musa (a.s), onun üzerine yiyeceğini, içeceğini
yüklerdi ve o asâ, Musa as) ile birlikte yürürdü. Yine onu yere batırdığında,
oradan su fışkırırdı. Onu Kaldırdığında, dimdik dururdu. Hz. Musa (a.s)'ı
haşerâttan, yılan-çıyan vs'den korurdu.
Bil ki Hz. Musa (a.s)
bu cevapları verince, Allah Teâlâ ona,' "Ey Musa, onu yere bırak"
buyurarak asasını atmasını emretti. Bu ifade ile ilgili incelikler de
şunlardır:
1) Hz. Musa
(a.s), "Onda bana mahsus başka ihtiyaçlar da vardır" deyince Ailah
"eâlâ, Hz. Musa (a.s)'a o değnekte
Kendisinin bilemediği ve farkında olamadığı daha nice ihtiyaçları bulunduğunu
ve bu ihtiyaçların öbürlerinden daha büyük olduğunu anlatmak istedi ve "Ey
Musa, onu yere bırak" dedi. Hz. Musa da onu atınca bir de ne görsün: o,
koşup duran bir yılan (olmuş).
2) Hz. Musa'nın ayağında pabucu, elinde asası
vardı. Ayak kaçmanın, el ise stemenin aletidir. İşte bu sebeble Cenâb-t Hak, Hz.
Musa (a.s)'ın kaçmamasına bir işaret
olsun diye önce, "Pabuçlarını çıkar" demiş; sonra da "istemeyi
bırakmasına z-' işaret olsun diye, tıEy Musa onu bırak" buyurmuştur. Buna
göre sanki Hak Teâlâ,
Sen, kaçış ve isteyiş
makamında olduğun müddetçe, nefsinle (kendinle) meşgul olmuş, kendin için pay
aramış olursun. O zaman da marifetullah'a uygun olacak şekilde, helis ve saf,
sırf Benim için olmamış olursun. Binâenaleyh sırf Bana ait olman
için, kaçışı ve isteyişi bırak" demiş olur.
3) Hz. Musa,
derecesinin onca yüceliğine ve makamının mükemmelliğine rağmen, ıazır
olma" makamına ulaşamaytp, yanında da ancak iki pabuç ite asâ. Dernek
jununca, Cenâb-ı Hak ona, huzur makamına ulaşabilmesi
için bunları atmasını emretti. Binlerce günah yükü ve ağırlığıyla beraber, ya
senin, Allah'ın huzuruna Jaşman nasıl mümkün olabilir!
4) Hz. Muhammed, her şeyden bir tecerrüt
halindeydi; başart ve bakışları sapmadığı, kaymadığı sürece, mutlaka her şeyi
bulmuş, ulaşmıştı. Ömrüne yemin : ; jn ki, Musa (a.s)'a gelince o, yanında bu
asâ olduğu halde kalakalınca, şüphesiz 2enâb-t Hak ona, asâ'yı atmasını
emretmiştir. Bil ki Ka'bi, "istitâa"nın fiilden önce ;-duğu hususunda
bu ayete de tutunmuş ve şöyle demiştir: "Asâ'y atma kudreti, «a asâ onun
elinde olduğu halde, ya da asâ onun elinde olmadığı halde solunmaktadır. Şayet,
asâ onun elinde olduğu halde ona kudret gelmişse, işte bu
bizim görüşümüzdür ki, "Allah kullarına hiç
zulmedici değildir" &. imran, 182) Kudret ona, asâ elinde olmadığı bir
sırada gelmişse, o zaman o elinde olmayan bir şeyi atmaya muktedir olmuş olur
flstitâ'a) ki, bu imkansız bir şeydir."
Cenâb-ı Hakk'ın,
"O da bunu bıraktı. Birde ne görsün: o, koşup duran bir yılan olmuş!"
ifadesine gelince, burada birkaç soru bulunmaktadır.
[85]
Birinci soru: O
zamanda, asâ'nın yılana dönüşmesinin hikmeti neydi? Cevap: Buna birkaç bakımdan
cevap verilebilir:
1) Cenâb-ı
Hak kendisiyle nübüvvetinin doğruluğu bilinsin diye, Hz. Musa (a.s)'ın mucizesi
olması için asayı yılan haline getirmiştir. Bu böyledir, çünkü, Hz. Musa (a.s)
o zamanda ancak nida duymuştu. Nida ise, her ne kadar âdete aykırı ve muhalif
bir şey idiyse de, ancak ne var ki, bunun meleklerin ya da cinlerin işlerinden
ve adetlerinden olması ihtimalinden dolayı, mucize sayılamazdı. İşte bundan
dolayıdır ki Cenâb-ı Hak, kesin ve kahir bir delil olması için, asâ'yt yılan
haline getirmiştir.
İnsanı hayrette
bırakan ise şudur: Hz. Musa (a.s): "Ben ona dayanırım" dediğinde.
Allah da onu bu konuda doğruladı ve asâ'yı ona bir mucize vesilesi kılmak
suretiyle, onu ona bir dayanak ve istinâtgah yaptı.
2) Nida, Hz.
Musa (a.s)'a bir ikram idi; asâ'yı
ytlan haline getirmek ise, ikram ve lütufların ardarda gelmesi, kalbindeki
korku ve yalnızlığın yok olmasına vesile olsun diye ona olan ikram ve izzeti
arttırmak olmuştur.
3) Onu ilk
defa müşahede etmesi için, bu ona arzolundu, gösterildi. Daha sonra Firavn'ın
yanında gördüğü ise, ondan korkmayacaktı.
4) Musa (a.s), fakir bir çoban idi. Sonra ise
büyük bir makama nasbolundu. Muhtemelen onun kalbinde, buna dair bir taaccüb ve
şaşkınlık kaldı da, bundan dolayı, ona: "Ben buna kadir otunca, dini
yüceltme hususunda, senin gibilere yardım etmem nasıl imkânsız ve uzak olabilir?..."
tenbihatında bulunmak için, asayı yılan haline getirdi.
5) Hz. Musa (a.s): "O benim asamdır. Ona
dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkelerim. Onda, bana mahsus başka
ihtiyaçlar da vardır" deyince, ona "Onu yere bırak" denildi. O
da atıp, asası bir yılan haline günce, Hz. Musa (a.s) ondan korkup kaçtı.
Binâenaleyh ona sanki, "Sen onun asan olup onda senin bir takım
ihtiyaçlarının bulunduğunu iddia ediyorsun. O halde ondan niye
kaçıyorsun?" denilmiş ve Cenâb-ı Hakk'ın, ''Allah'a kaçınız"(Zanyat,
so) ve "Allah" de ve onlar: bırak" (Enam, 9i) ayetlerinin
sırrına tenbihatta bulunulmuştu.
İkinci soru: Allah
Teâlâ bu ayette başka ayette ise ve
kelimelerini lıandı, Hayyetu
kelimesi, hem müzekker, hem müennes; hem küçük,hem de büyük yilan) için kullanılan
bir cins isimdir. "es-Su'bân" ve "el-cannu" kelimeleri
arasında se, bir zıddiyet bulunur. Zira "su'bân", büyük yılanlar
hakkında kullanılır; "cânn" se. küçük ve hızlı yılanlar için
kullanılır.
Buna iki şekilde cevâp
verilir:
1) O, yılan
hafine geldiği anda küçük ve hızlı bir yılan oldu. Sonra, şişmanladı »e. büyük
bir yılan haline gelecek biçimde gelişti. Binâenaleyh "cânn"
keltmasiyle y-un ilk hali, "su'ban" kelimesiyle de onun ulaştığı son
hal kastedilmiştir.
2) O, bir
su'bân (ejderha) büyüklüğünde idi, ama küçük ve ince bir yılan gibi süratli
C Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Onu çevik bir yılan gibi hareket eder görünce arkasına dönüp kaçtı ve
geri dönmedi" (Nemi, 10) ayetidir.
[86]
Üçüncü soru: Bu yılan
vasfı ne idi?
Cevap: Onun, at yelesi
gibi bir yelesi vardı; iki yüzü'arasında kırk zira (dirsek mesâfesi) vardı.
Karşısına çıkan her kaya ve ağacı yutuyordu. Hatta Hz. Musa (a.s), yılanın
ağzındaki ve karnındaki taşların seslerini duyuyordu.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Allah dedi ki, "Tut onu,
oricma,
biz onu yine evvelki şekline döndüreceğiz" ifadesiyle ilgili birkaç soru
kınmaktadır;
[87]
Birinci soru: Musa
(a.s)'a nida edilince, bu büyük kerametler de ona verilince, :. ece kendisinin,
Allah tarafından insanlara gönderilmiş olduğunu da anlayınca, aha niye
korkmuştur? Buna birkaç şekilde cevap verilir:
1) Bu korku, yaratılıştan ileri gelen bir korku
kabilindendir. Çünkü, Musa (a.s) böyle
bir yılan görmemişti. Yine, bu tür şeylerin varlığı (korku, nefret, vb.) akılların
z eriyle
anlaşılır ve bilinir. Şiddetli bir korku esnasında insan, korku ve şaşkınlıktan
yapacağını
bilemez, bildiklerini de unutur. Şeyh Ebu'l-Kasım el-Ensari (r.h) şöyle
niştir: "Bu korku, Hz. Musa (a,s)'ın peygamberlik
iddiasında doğru olduğuna
m delillerin en
güçlülerindendir. Çünkü sihirbaz, yaptığı şeyin bir göz boyama
olduğunu bilir ve, ondan da kesinlikle korkmaz.
2) Bazıları
şöyle demiştir. "Hz. Musa (a.s) ondan korkmuştur, çünkü Hz. Adem'in Mşına
o yılan tarafından getirilmiş olan belâ ve musibetini bilmektedir."
3) Ayette
sırf "korkma" denilmesi, korkunun varlığını göstermez. Nitekim
"kâfirlere itaat etme" (Ahzâb. 48) ayeti de, bu tâatin mevcudiyetine
delâlet etmez. Fakat buna, "Onu çevik bir yılan gibi hareket eder görünce
arkasına dönüp kaçtı"'(Namı. ıo) ayeti delâlet eder. Fakat bu korku, ancak
Hz. Musa (a.s) ile Hz. Muhammed (s.a.s) arasındaki farkı göstermek için zuhur
etmiştir. Çünkü Hz. Musa (a.s), gönlünün asâ'ya bağlı olduğunu, yılandan ise
korktuğunu ifade etmiştir. Ama Muhammed (s.a.s), ne cennete rağbet ettiğini
göstermiş, ne de cehennemden korktuğunu ifade etmiştir.
İkinci soru: Musa
(a.s), o asayı ne zaman tekrar eline almıştır? Asâ haline geldikten sonra mı,
yoksa bundan önce mi?
Cevap: Rivayet
olunduğuna göre o, parmaklarını o yılanın dişleri arasına soktu, böylece de o
tekrar odun haline geldi. Kur'ân'da bunun böyle olduğuna, "Biz onu, yine
evvelki şekline çevireceğiz" ifadesiyle delâlet eder ki bu, gelecek zaman
da olacak olan bir şeydir. Bir de bu, keramet (mucize) olmaya daha uygundur.
Çünkü, nasıl o asâ'nın bir yılan haline dönüşmesi bir mucize ise, aynı şekilde
Musa (a.s)'ın hiçbir zarar uğramaksızın elini onun ağzını sokması dahi
mucizedir. Bunun gibi, o yılanın tekrar asâ haline dönüşmesi de başka bir
mucizedir. Binâenaleyh, bunda, mucizeler peşpeşe gelmiştir ve böylece de
delâleti daha güçlü olmuştur.
[88]
Üçüncü soru: Hz. Musa
(a.s) onu nasıl almıştır? Korkarak mı almıştır, korkusuzca mı almıştır?
Cevap: Hz. Musa
(a.s)'ın onu, korkarak aldığı rivayet edilmiştir, ama bu uzak bir ihtimaldir.
Çünkü delillerin ve mucizelerin peşpeşe gelmelerinden sonra, bunun korku ile
olması uzak bir ihtimaldir. Bir de, Musa (a.s), onu eline aldığı zaman Allah'ın
onu ilk şekline döndüreceğini bildiği halde, binâenaleyh, bu sözün doğruluğuna
da inandığına göre, onun korkusu hala daha nasıl devam eder? Bazı alimler şöyle
demişlerdir: Rabbi ona, "korkma" deyince, onun korkusunun gitmesi ve
kendisine duyduğu güven, etini o yılanın ağzına sokacağı ve çenesini tutacağı bir
dereceye varmıştır.
Dördüncü soru: O
asanın ilk şekline döndürülmesi ne demektir?
Keşşaf Sahibi şöyle
demektedir. Nasıl rükbet (diz) kelimesi "rükûb" (diz çökmek)
kelimesinden ise, aynı şekilde sîret kelimesi, seyr" kelimesindendir.
Arapça'da "Falanca, güzel bir sîretle yaşadı" denilir. Sonra bu
kelime mecazi olarak kullanıldı da, böylece mezheb ve yol, -tarikat anlamına
geldi.
Beşinci soru:
kelimesi, neden dolayı mansûbtur? Cevap: Bunda iki izah vardır:
1) Harf-i
cerrin hazfinden dolayı mansubtur. Yâni, takdirindedir.
2) ifadesi
bir cümle olup, kelimesi ona bağlı değildir. Bunun -nanası şudur: "O, daha
evvel bir asâ idi. Derken bir yılan oldu. Biz onu, tekrar daha önce de oluğu
gibi bir asaya çevireceğiz," Binâenaleyh, buradaki kelimesi "Böylece
o, ilk haline ve siretine gelecek..." takdirinde olmak üzere, mahzûf bir
fiil ile mansubtur. Yani, "Onu senin daha önce kendisine dayandığın ve kendisinde
senin için bildiğin birçok ihtiyaçlar bulunan o ilk şekline çevireceğiz... O da
öyle olacak" demektir.
[89]
"Bir de elini
koynuna sok: bir başka mucize olmak üzere o, kusursuz ve
bembeyaz bir halde çıkıversin. Takı sana (böylece) en
büyük ayetlerimizdengösterelim. Firavn'a git, çünkü o, hakikaten azdı"
(Tâhâ, 22-24).
Bil ki bu, ikinci bir
mucizedir. Bu ayetlerle ilgiti birkaç mesele bulunmaktadır.
[90]
Nasıl ki ordunun iki
yanına "cenah- kanat" deniliyorsa, iki yan içinde, "cenâhân- iki
cenah, iki kanat" denilir. İnsanın iki cenahı da, onun iki yanı, böğrüdür.
Bu mecazi badenin aslı, "Kuşun iki kanadı,cenâhr' ifadesinden alınmıştır.
Çünkü o, uçma esnasında onları, yanlarına vurur, kapatıp açar. İbn Abbas
(r.a)'dan rivayet Sunduğuna göre, ifadesi, "göğsüne sok"
anlamındadır. Birinci görüş saha doğrudur, çünkü insanın iki eli, kuşun iki
kanadına benzer. Bir de, Cenâb-ı Hak, "O, kusursuz ve bembeyaz bir halde
çiuversin"buyurmuştur. Eğer, "cenâh"dan Uurad "göğüs"
(sadr) olsaydı, buradaki "çıkıversin" sözünün bir manası olmazdı. ki
eli yanlara, koyunlara sokmanın manası, şu diğer "elini koynuna so/f
"{Nemi. iz) i.etinde ifade edilen şeydir. Çünkü o elini koynuna soktuğu
zaman, onu yanına r-t ştirmrş olur. Allah en iy bilendir.
[91]
(sû'un), herbir şeyde bulunan adilik ve çirkinlik
anlamındadır. Bununla, kinaye yoluyla "alaca,
sedef
hastalığı" kastedilmiştir. Tıpkı,
(es-sev'etu)
kelimesiyle avret
mahallinin kastedilmiş olması gibi. Alaca hastalığı, Arablar nezdinde çok kötü
bir şeydi. Binâenaleyh, "sû'en" kelimesiyle bunun kastediîmesi uygun
olmuştu. Rivayet olunduğuna göre Hz. Musa (a.s) çok esmer idi. Sağ elini
böğrüne sokup, onu yine sol koltuğu altına sokup çıkardığında tıpkı şimşek gib
parlardı. Bunun, kendisinde alaca bulunmaksızın, tıpkı bir güneş gibi olduğu da
söylenmiştir. Sonra Cenâb-ı Hak onu eski haline çevirdiğinde, eli ışıksız
olarak ilk halini alırdı.
[92]
"Beyza" ve
"ayet" kelimeleri "hal"; (kusursuz) ifadesi ise,
"beyzâ"nın "sıla"sıdır. Bu tıpkı
senin, "Kusursuz olarak beyaz oldu" demen
gibidir. "Ayet" kelimesinin mansub oluşunun bir başka sebebi de,
mukadder bir "(at) ve (tut) vb. fillerinin takdir edilmesidir. Bu fiiller,
sözden anlaşıldığı için hazfedilmiştir. deki lâm da, bu mahzûf (mukadder) fiile
taalluk eder, yani, "Asa'yı eski haline çevirdikten sonra, biz, bu iki ayetle,
büyük ayetlerimizin bir kısmını sana gösterebilmemiz için, bu ayeti de al"
demektir. Yahut ifadenin takdiri, "Biz sana, bu ikisi sebebi ile
ayetlerimizden büyüğünü veya büyük ayetlerimizi gösterelim diye, böyle
yaptık" şeklindedir.
Şayet,
"Kübrâ" lafzı, "âyât" lafzının sıfatıdır. O halde Cenâb-t
Hak niçin, (mevsûf cemi olduğuna göre) cemi olarak "kiber"
dememiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bu aksine, müfred olan
"ayet" kelimesinin sıfatıdır. Buna göre mana, "Sana büyük
ayetimizi gösterelim diye" şeklinde olur. Bu soruyu kabul etsek bile, bu
tıpkı ve (Araf. 180) ayetlerinde
yaptığımız İzah gibidir.
[93]
Hasan el-Basri şöyle
demektedir: "El, mucize olarak, asâ'dan daha ileridir.Çünkü Allah Teâlâ,
bunun peşinden,
"Takisana
(böylece) en büyük ayetlerimizden gösterelim"
ifadesini getirmiştir. Bu görüş zayıftır. Çünkü elde,
sadece onun renginin değişmesi söz konusudur. Asaya gelince, mucize olarak,
onun hem rengi değişmiş, hem cüssesi büyümüş; hem Cenâfcn Hak onda hayat,
kudret ve çeşitli uzuvlar yaratmıştır. O, taşları ve ağaçları yutabümiştir,
Daha sonra da tekrar asâ halini almıştır. Binâenaleyh asanın bütün bu
hallerinde, yeni bir değişikliğe uğraması söz konusudur. Dolayasıyla asâ daha
büyük bir mucizedir.
[94]
Allah Teâlâ, bu
mucizeyi de gösterince, peşisıra Musa
(a.s)'a
Firavun'a gitmesini emretmiş ve niçin gitmesi
gerektiğini
açıklamıştır. Bu sebeb, Firavunun azmastdır.
Hz. Musa (a.s)
bütün kavme peygamber
olarak gönderilmesine rağmen, özellikle Firavun'a gitmesini emretmiştir.
Çünkü Firavun,
ilahlık iddiasında bulunmuş, kibirlenmiş,
büyüklenmiş ve böylece kendisine uyulan birisi olmuştur. Binâenaleyh burada
Firavun'un zikredilmesi daha uygun olmuştur.
Vehb (b. Münebbih)
şöyle der: Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'a: "Sözümü dinle, tavsiyemi tut.
Peygamberlik görevini tebliğ et, yerine getir. Çünkü sen, Benim gözüm ve
kulağımsın. Benim etim ve gözüm seninle beraberdir. Sayesinde peygamberlikteki
gücün tam olsun diye, sana saltanat örtüsünü giydirdim. Seni nimetlerimle
şımarmış, mekr-i ilâhiye karşı kendini emin hisseden, hakkımı ve rubûbiyyetimi
inkâr edecek şekilde dünyaya aldanmış zayıf insanlarıma gönderiyorum. Celâlime
yemin ediyorum ki, kendimle mahlûkatım arasına koyduğum hüccet ve mazeretler olmasaydı,
onu bir Cebbar yakalayışıyla yakalardım. Bu bana kolaydır da... O, gözümden
düştü. Ona, peygamberliğini tebliğ et. Onu Bana ibadetle çağır, gazabımdan
sakındır ve ona sözü yumuşak olarak söyle. Dünyanın süsüne-püsüne aldanmasın.
Çünkü onun ipi Benim elindödir. Onun göz açıp kapamasını, nefes alıp vermesini
mutlaka bilirim..." Vehb'in bu sözü uzundur. Sözünün sonunda şöyle der:
"Hz. Musa (a.s), yedi gün sustu, konuşmadı. Sonra kendisine melek geldi ve
"Rabbinin sana, kullarına bildirmeni emrettiği işleri yerine getir"
dedi.
[95]
Musa) dedi ki:
"Rabbim göğsüme genişlik ver, işimi kolaylaştır, dilimden de düğümü çöz ki
sözümü iyi anlasınlar. Bana kendi ailemden bir de yardımcı ver: kardeşim
Hârûnu... onunla sırtımı kuvvetlendir. Onu işimde ortak kü. Tâki Seni çok
teşbih edelim, seni çok analım. Şüphe yok ki Sen bizi hakkıyla
görensin"
(Tâhâ,
25-35).
Bil ki Allah Teâlâ,
Hz. Musa (a.s)'a Firavuna gitmesini emredip, bu da zor ve ; jç bir teklif
olunca, o Rabbinden sekiz şeyi istemiş, sonra da bunları istemesinin etini
(sebebini) beyân eder gibi olan hususları zikrederek sözünü bitirmiştir.
[96]
Birinci Matlûb:
"Rabbim göğsüme genişlik ver" şeklindeki isteği... Bil ki Arapça'da
"Onu açıkladım" manasında, ve "onun göğsünü genişlettim,
rahatlattım" manasında, denilir. Bunun birinci manada olması daha
uygundur. Çünkü "sözün şerhi", ancak onun açıklanması ve
genişletilmesiyle mümkündür. Hz. Musa (a.s)'ın böyle istekte bulunmasının
sebebi, Kur'ân'ın bir başka ayetinde Allah'ın, Hz. Musa (a.s)'dan naklettiği,
"Benim göğsüm daralır dilim açılmaz" (Şuâra. 13) sözü ile ifade
edilmiştir. Böylece Hz. Musa (a.s) Allah'dan bu darlığı, genişliğe çevirmesini
istemiş ve "Ya Rabbi, göğsümü aç ki, bana indirilen vahiyleri arılayayım"
demiştir. Yine Hz. Musa(a.s)'ın, "Firavuna karşı koyabileceğim bir cesaret
ver" dediği de rivayet edilmiştir.
Şu hususlar da bu
sözle alakalıdır:
1) Duanın
faydası ve şartları,
2) İnsanın
duâ ederken, Allah'ın isimlerinden "Rabb" ismini anmasının lüzumu.
3) Göğsün açılmasının ne demek olduğu...
4) Göğsün ne ile açılacağı...
5) Bu iş, Hz. Musa(a.s)'da ve Hz. Muhammed
(s.a.s)'de nasıl olmuştur?
6) Hz. Musa
(a.s)'ın göğsü geniş miydi, değil
miydi? Eğer göğsü geniş idiyse, göğsünün açılmasını istemesi, "tahsil-i
hâsıl" (Zaten olan birşeyi) istemek olur ki bu imkansızdır. Açık olmamış
olması da şu iki hususdan ötürü söz konusu olamaz:
Birincisi: Cenâb-ı
Hak, daha Önce rubûbiyyetinin, kulluğun ve âhiretle ilgili şeylerin bilinmesine
dâir, bütün dini hususlar ile, dini konularda göğsün aç,:naşı ile ilgili
şeylerin hepsinin tamamlandığını beyân buyurmuştur. Hak Teâlâ sonra, "Ben
seni seçtim. Şimdi vahyoiunacak şeyleri dinle"(tu*. 13) diye, ona lütufta
bulunmuş; yine "Ey Musa, o sağ elindeki ne?"(raha. 17) lutufkâr bir
üslupla ona konuşmuş; daha sonra ona büyük mucize ve ikramlar vermiş; fakir
iken ona peygamberlik makamını vermiştir. Yine aziz ve kerim kılma nâmına ne
varsa hepsi, ona verilmiştir. Bu makamlardan en ufak parçası, en aşağı bir
insan için tahakkuk etse bile, onun göğsü açılmış olurdu. Binâenaleyh
"kelimullah" (Musa) (a.s) için bütün bu şeyler tahukkuk ettikten
sonra, göğsünün geniş ve rahat olmaması imkansızdır.
İkincisi: Bütün
bunlardan sonra, onun göğsü geniş ve rahat olamamış ise, Allah Teâlâ'nın
peygamberlik işini ona vermesi câız olmaz. Çünkü Hs. Peygamber (s.a.s)'in "Kadi (Hakim), öfkeli iken hüküm veremez
(vermemeli)"[97]
nadis-i şerifinde de beyân ettiği gibi, kalbi
sıkıntılı ve gönlü karışık olan kimse, hüküm .vermeye salahiyetli ve liyakatli
olmaz. Ya eri küçük mertebe ve işi, hükmetme olan peygamberliğe nasıl elverişli
olabilir. İşte bu ayetle ilgili olarak, bahsetmemiz gereken bütün konular
bunlardır:
[98]
Birinci Bahis: Bu,
duanın faydası ve şartları meselesidir ve (Bakara. 286) ayetinin tefsirinde
izah edilmiştir. Fakat yine de burada bu konuyla ilgili aazı faydalardan
(inceliklerden) bahsedelim:
[99]
Bil ki Kemalin
(olgunluğun) bir takım mertebe ve dereceleri vardır. Bunların en yücesi, kâmil
olanın zâtı itibârı ile kâmil ve başkasını kemale erdirici bir varlık
olmasıdır. Onun zâtı itibarı ile kâmil (tam ve mükemmel) olmasına gelince,
böyle olan varlığın «emali, zâtının gereği olur. Böyle olan da, ta ezelden beri
kâmil olmuş olur. Fakat onun, ezelde de başkasını kemale erdirmesi imkansızdır.
Çünkü kemale erdirmek, >rseyi kâmi! kılmak, tam ve mükemmel hâle getirmek
demektir. Bu ise, o şeyde kemal : -nadığı zaman söz konusudur. Binâenaleyh
şayet o şeydeki kemal ezelde mevcut »saydı, ona tesir etmek imkansız olurdu.
Çünkü "tahsil-i hâsıl" yani zaten mevcut olan birşeyi, yeniden
varetmek imkansızdır. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak her ne kadar ezelde kâmil ise de,
ne var ki la yezâlde de mükemmil, kemale erdiricidir.
İmdi eğer: "Kemâle
erdirme işi, kemal sıfatlarından biri olduğuna göre, Allah da ezelde bir
başkasını kemâle erdirici olmadığına göre, o zaman kemal sıfatlarından uzak bir
varlık olmuş olurdu. Bu ise imkansızdır?" denilirse, biz deriz ki:
"Bu, ancak •temale erdirme işinin ezelde mümkün olması halinde,
söylenebilecek bir sözdür. Halbuki Biz, bunda ezeli birşeyin imkansız olduğunu
beyân etmiştik, demek ki ezeli Dtr kemale erdirme imkansızdır. Binâenaleyh
bunun ezelde olmayışı, bir noksanlık olmaz. Bu tıpkı bizim, "O'nun Kendisi
gibisini yaratmaya kadir olamaması bir "oksanlık olmaz. Çünkü böyle birşey
zaten aslında imkansızdır" dememiz gibidir. Bu yine bizim, "Cennet
ehlininn hareketleri gibi, tafsilatlı sayıları bilmez. Çünkü kendisi için
tafsilatlı sayılar bulunan herşey sonludur. Halbuki cennetliklerin hareketleri
sonsuzdur. Binâenaleyh bunun için zaten tafsilatlı bir sayı söz konusu
değildir. 3öylece bu, Cenâb-ı Hakk'ın ilminde bir noksanlık olmasından dolayı
böyte olmamış, aksine bu zaten imkansız olduğu için böyle olur" dememiz
gibidir.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca, diyoruz ki: Allah Teâlâ, yaratmayı isteyip, yaratmasının maksadı
da nakıs (eksik) olanları kemale erdirmek olunca, çünkü •nümkin varlıklar var
olmayı kabul eden varlıklardır. Var oluş ise bir kemal sıfatıdır. Binâenaleyh
Cenâb-ı Hakk'ın, başkasını kemale erdirmeye kadir olması, mümkin arlıkların
Önüne kemal sofrasını koymasını gerektirmiş ve böylece ö sofranın kenarına şu
sebeblerden ötürü, yok olanların bir kısmını değil de, diğer bir kısmım oturttmustur:
1) Yok olan
şeyler sonsuzdur. Binâenaleyh onlartn hepsini varlık sofrasına oturtsaydı, o
zaman sınırsız şeylerin, var olmaları gerekirdi.
2) Eğer
Cenâb-ı Hak, ne kadar yok varsa, hepsini yaratmış olsaydı, Cenâb-ı Hak bundan
sonra, yaratmaya kadir olmaya devam edemezdi. Çünkü zaten mevcut olanı, yemden
varetmek imkansızdır. Binâenaleyh bu, her ne kadar nakıs olanı kemale erdirme
ise de, aslında kâmilin noksan olmasını gerektiren birşey olur. Çünkü o bu
durumda, kadir olmaktan, âciz olmaya geçmiş olur.
3) Eğer
herşey var olst, Jı, bu durumda "temyiz" işi ortada kalmazdı.
Binâenaleyh kadir olan, "mûcib"den (otomatikman yapandan)
ayırdedilemezdi. Halbuki kadir oluş bir kemal; îabiaten mûcib olmak, bir
noksanlıktır. İşte bu sebeDierden ötürü, Cenâb-ı Hak, mümkin varlıkların bir
kısmı var etmiştir.
[100]
İmdi, eğer, "Bu
durumda şu iki soru sorulabilir:
a) Varlıklar
sınırlı, var olmayan şeyler ise sınırsız-sonsuzdur. Sınırlı olan ise, sınırsız
oıanla mukayese edilemez. Hem sonra varlık sofrasındaki bu ziyafet, daha az
olanlara verilmiş olur. Bundan mahrum kalanların sayısı ise, sonsuzdur. Bu da
varlık olmaz.
b) Cenâb-ı
Hakk'ın bu ziyafeti nasib ettiği o azınlık, eğer bunu, başka birşeyden ötürü
değil, ancak kendilerindeki bir şeyden ötürü haketmışlerse, bu haketme işi,
mevcud birşeyden dolayı olur. Yok eğer bu ziyafet, bir hakedişden dolayı.değil
ise, o zaman da abes-saçma olur. Cenâb-ı Hakk'ın abes birşey yapması ise
imkansızdır, Su tıpkı, "O bir cömertlik veya cimrilik olmaksızın, verir
vermez" denilmesi gibi olur. Böyle birşey ise Ekremü'l-Ekremin Allah'a
uygun düşmez.
Bunlara şu şekilde
cevap verilir: Bu şüpheler, ancak akıllarda ve hayallerde dönüp
etme çabasındadır. Bu
yanlıştır. Çünkü Allah, yaptıklarından sorumlu değildir, halbuki insanlar
sorumludurlar (Dolayısıylabu ıXısı kıyas edilemez). ŞımÛ lâz dıyoruzlö. D' nun
rahmetinin nurundan bütün mümkinâta fışkıran bu varlık nimeti- r,ene\ bir
ziyafet ve şurnuüü bir sofradır. Bu da Hak Teâlâ'nın, "Rahmetim herşeyi
kuşatmıştır"(A'raf.iKt ayeti ile anlatılan husustur.
[101]
Scnra varlıklar: a)
Cansızlar, b) Canlılar diye ikiye ayrılır. Canlılara nisbetle, cansız
varlıklar, var olanlara nisbetle, yok olanlar gibidirler. Çünkü cansızlar
varlıklarından habersizdirler. Binâenaleyh onların varlıkları, kendilerine
nisbetfe yokluk, yoklukları da vartık gibidir. (Yani variıklanyla-yokJuklan
farksızdır) Canlılara gelince, bunlar varlığı ve yokluğu (arkedenferdir. Su
itası birbirlerine nisbette farkiıdirtar. Bir de cansızlar, canlılara nisbetle
atet-vastta durumundadırlar. Çünkü canlılar istekleri ve menfaatları
için, cansız varlıkları kullanırlar. O halde bu cansız
varlıklar, itaatkâr, hizmete âmâde bir köle; canlılar da ona hâkim ve sahib bir
efendi gibidirler. Binâenaleyh canlı olma, cansız olmadan daha üstündür.
Allah'ın ihsan ve rahmeti, varlık sofrasının, yok olanların şu kısmı için değil
de, bu kısmı için kurulmasını gerektirdiği gibi, var olanların şu kismına değil
de, bu kısmı için bir hayat sofrasının kurulmasını gerektirmiştir. Binâenaleyh,
pek yerinde olarak, Cenâb-ı Hak, varlıkların hepsini değil de, bir kısmını
canlı kılmıştır. Cansızlığa nisbetle hayat, karanlığa nisbetle aydınlık;
körlüğe nisbetle görme ve yokluğa nisbetle varlık gibidir. İşte bu noktada, var
olan bazıları kendilerine uygun olup-olmayanı, lezzeti-elemi, hayr-ı şerri
anlayıp bilen canlılar olmuşlardır. İşte bundan ötürü canlılar, bu noktada,
"Ey Rabbü'l-erbâb, her ne kadar sen bize varlık ve hayat elbisesini
giydirip, bizi böyle şereflendirdiysen de, ihtiyaçlarımız arttı. Çünkü biz
cansız iken, bize uygun ve münasib olanlara ihtiyaç duymuyor, ve bize eziyet
veren ve ters düşen şeylerden korkmuyorduk. Fakat var olup, hayat kazanınca,
uygun şeyleri arama, ters düşen şeyleri savuşturma ihtiyacı hissettik.
Binâenaleyh eğer sen bize, kaçma, isteme, savuşturma, elde etme kuvveti
vermezsen, biz yol üzerine oturmuş, çeşitli afetlere mâruz ve belâ oklarına
hedef, birer kötürüm gibi oturup kalmış oluruz. Binâenaleyh Rahmet
hazinelerinden bize, sayesinde bazan istemeye-elde etmeye bazan da kaçmaya
kadir olma kuvvet kudreti ver" derler. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın tam
rahmeti, canlıların bir kısmına, kudret de verilmesini gerektirmiştir. Bu
tıpkı, varlıkların bir ktsmına hayatın, varolmayan bir kısmına da varlığın verilmesi
gibidir.
Kadir olanlar bu nokta
da, "Ey Kerim (cömert) Rabbimiz! akılsız hayat ve kudret, ancak şu iki
kısımdan birisi olur: ya zincir ve kelepçelere vurulmuş deliler, yahut da ağır
yükleri taşıyan hayvanlar için... Bunlar ise noksanlıktır. Sen ise bizi,
noksanlık çukurundan kemalin zirvesine çıkardın. Öyleyse bize, mahlûkatının en
şereflisi ve, "(Ey akıl) senin yüzünden hor-hakir kılarım, senin yüzünden
mükâfat veya ceza veririm" diye şeref verdiğin en kıymetli mahlûkunu »yanı
akit) bize ver. Böylece biz, Rahmet hazinelerinden tam bir elbise ve kâmil bir
'azilet elde etmiş olalım" derler.
[102]
Bunun üzerine Allah
Teâtâ onlara aklı verdi ve ruhlarına basiret nuru ile hidayet revherini
gönderdi (yerleştirdi). İşte bu noktada oniar bu dört elbiseyi yani varlık,
nayat, kudret ve akıl elbiselerini elde etmiş oldular. Binâenaleyh akıl
bunların en sonuncusudur. Sonuncu olanın, en üstün olması gerekir. Baksana Hz.
Peygamber : a.s) de peygamberlerin sonuncusu olduğu için, çniarın en üstünü
olmuştur. İnsan da maddi varlıkların sonuncusu olduğu için, onların en üstünü
olmuştur. İşte tıpkı rd.nun gibi akıl da, celâlin huzurundan fışkıran
elbiselerin sonuncusu olduğu için, 7'Diselerin en üstünü ve mükemmeli olmuştur.
Sonra akıl. kendisine nazar etti ve - endisini, enfes cevherlerle dcpdoiu bir
tekne gibi gördü. Hatta o, pariak yıldızlarla oopdolu olan gökyüzü gibidir. Bu
yıldızlar da, aklın hedakesınde ve zihnin sarahatinde
yer alan, bedîhi ve zaruri ilimlerdir. Göklerde yer
alan yıldızlar, nasıl ki kara ve denizin zulûmatlarında kendileriyle yol
bulunan ip uçları ve alâmetler İse, aynen bunun gibi, aklın semasında yer alan
o cevherler de, maddeler aleminin zulûmatlarında ruhani alemin nurlarına,
göklerin alanlarına ve ışıklarına doğru hareket eden kimselerin, kendileriyle
yollarını tayin ettikleri bir takım parlak yıldızlardır. Binâenaleyh akıl, o
parlak yıldızlara ve o saf cevherlere nazar edince, o cevher ve o elbiseler
üzerinde hadis olma nişan emarelerini gördü de, işte böylece o, bu nişan ve
emarelerle bunları nişanlayan ve mühürleyene; o nakışlarla, o nakısı nakşeden
nakkaşa istidlalde bulundu. İşte bu noktada Nakkaşın, nakısın, süsün bizzat
kendisinden; bina edenin, binadan ayrı ve farklı şeyler olduğunu anladı.
Böylece akıl için, muhdesler aleminin en yüksek semasından, kadim olan alemin
parıltılarının ışıklarına pencereler açılır ve o böylece, ezele ve celâle ait
olan kadimtiği mütalâa eder, seyreyler.
[103]
Akıl, hudûs ve imkân
aleminin karanlıklarından, ezeli alemin ışıklarına nazar ettiğinde ona, ezeli
aleminin nurlarının ihtişamı baskın çıkar da, böylece onun iki gözü de kör olur
ve böylece de şaşakalır. Derken, tabii olarak o nurların kaynağına iltica
ederek "Rabbim, benim göğsüme genişlik ver" çünkü, deniz derin,
karanlıklar girift, yolda ise dahili ve harici düşman orduları var; ins ve cin
şeytanları ise çoktur. Binâenaleyh, eğer benim gönlüme ferahlık vermezsen ve
bütün işler hususunda benim yardımcım olmazsan, o zaman kesilir, biter kalırım,
ve bu nimetin de, dereceleri elde etmeye değil de, afetlere duçar olmaya bir
sebep olmuş olur" der ki, işte Musa (a.s)'ın "Ya Rabbi, benim göğsüme
genişlik ver" niyazından kastedilen budur.
[104]
Daha sonra o "işimi
kolaylaştır" demiştir. Bu böyledir, çünkü kuldan sudur eden fiil, söz,
hareket ve sekenât, kul onu istemediği müddetçe, onların faili olmaz.
Binâenaleyh bu isteme işi, muhdes bir sıfat olmuş olur. Ve bunun da, mutlaka
bir failinin bulunması gerekir. Bu muhdes sıfat olan "iradenin faili eğer
kul olursa, o, bu irâdeyi elde etmek için başka bir iradeye muhtaç olur.
Böylece de "teselsül" gerekir. O halde bu işin mutlaka, bu alemi
yöneten zâtın yarattığı bir iradeye varıp dayanması gerekir. Böylece işte
gerçekte bu zât, işleri kolaylaştıran ve her şeyi tamamlayan olmuş olur.
Sözün özü şudur:
Sıfatın hadis olması için mutlaka onu alıp kabullenenin (etkilenenin) ve bir
failin olması gerekir. Böylece Hz. Musa (a.s), onu alan ve kabullenenin
istidadını, "Rabbim, benim göğsüme genişlik ver", failin mevcudiyetini
de, "işimi koiaylaştır" sözleriyle beyan etmiştir ki bunda, kabul
eden, "kabiliyyet-kabul etme vasfını "faile de "failiyyet-yapma
vasfı"nı verenin Kendisi olduğuna dikkat çekmiştir. Bundan dolayı, selef
uleması (r.a), "Ey, hak edilmeden önce nimetleri veren" demişlerdir.
Bu iki cümlenin toplamı, bu alemde meydana gelen bütün hadiselerin, Allah'ın
kaza ve kaderi; hikmet ve kudretiyle meydana geldiğine dair kesin olan bir akli
delil gibidir.
Şöyle denebilir: Musa
(a.s) sanki, "Allah'ım, ben göğsümün genişletilmesiyle yetinmiyorum. Ben
senden, işimi geçerli kılmanı ve maksadımı gerçekleştirmeni tafeb
ediyorum" demiştir. İşte bundan dolayı da, "İşimi kolaylaştır"
demiştir.
Yahut da söyle
denilir: Allah (c.c) Hz. Musa (a.s)'a, o dört lütfü -ki bunlar vücud, hayat,
kudret ve akıldır- verince, ona sanki şöyle demek istemiştir: "Ey Musa
sana şu dört lütufta bulundum. Ve nimetime bir hizmetle mukabele edebilmen
için, buna mutlaka dört çeşit hizmetle mukabele etmen gerekir." Bunun
üzerine Hz. Musa (a.s), "O hizmetlerde nedir?" deyince Allah şöyle
buyurdu: "Beni anmak için namaz kıl. Çünkü, onda dört çeşit hizmet
bulunmaktadır. Kıyam, kıraat, rükû ve sücûd. Sen namaz kıldığında, muhakkak ki
her nimete, bir hizmetle mukabele etmiş olursun." Daha sonra Cenâb-ı Hak
ona beşinci hilatı ve nimeti verdiki, bu da, "risalet" peygamberlik
hilatı ve iütfudur. Musa (a.s) sonra "Rabbim göğsüme genişlik ver ki ben
de, bu nimete hangi hizmetle mukabele edileceğini bileyim" dedi. Bunun
üzerine ona, "Bu risaleti, arzulanan biçimde edâ etmeye çalışman
suretiyle..." denildi. Hz. Musa (a.s): "Ya Rabbi, ben bunu, aciz ve
zayıf olduğum, afet edavatımın azlığı,
hasmımın da kuvvetli
olması sebebiyle yerine getiremem... Binâenaleyn, "benim
göğsüme genişlik ver
ve işimi kolaylaştır" dedi.
İkinci fasıl: bu fasıl
da "Rabbim göğsüme genişlik ver" ifadesi hakkındadır Bil ki duâ,
Allah'a yaklaşma vesilesidir. Hz. Musa(a.s)'da, bu yaklaşmayı arzuladığı için,
böyle bir duada bulundu. Binâenaleyh biz, şu iki şeyi. yani duanın, yakınlaşma
sebebi olmasını, Musa (a.s)'ın da, bu duâ vesilesiyle yakınlaşmayı arzuladığını
beyan etmek zorundayız.
[105]
Duanın yakınlaşma
sebebi olduğunu beyan etmeye gelince, bunun böyle olduğuna'şunlar delâlet eder.
[106]
A) Allah Teâlâ,
kitabı Kur'ân-ı Kerim'in pek çok yerinde suâl ve cevaba yer vermiştir.
Bunlardan bir kısmı asli, temel ofan; bir kısmı da tâli, ikinci derecede
olanlardır. Asli olanların ilki, Bakara süresindeki (Ayet, 189) ayetidir.
İkincisi, Beni İsrail (İsra) süresindeki (İsra, 85) ayetidir. Üçüncüsü Tâhâ
süresindeki (Tahâ, 105) ayetidir. Dördüncüsü, Naziat süresindeki (Naziat, 42) ayetidir.
Feri, ikinci derecede
olanlara gelince, bunlardan altısı, Bakara sûresinde birbirini izlemektedir.
a) Bakara,
215) ayeti.
b) (Bakara,
217) ayeti.
c) (Bakara
219) ayeti
d) (Bakara,
219) ayeti.
e) (Bakara.
220) ayeti.
f) (Bakara.
222) ayeti.
Yedincisi (Enfal.
i)...ayeti.
Sekizincisi (Kehf, 83) ayeti.
Dokuzuncusu (Yunus,
53) ayeti.
Onuncusu (Nisa, 176)
ayeti
Onbirincisi (Bakara, 186)
ayetidir.
[107]
Bunu İyice kavradığın
zaman, şimdi biz diyoruz ki: Bu soru ve cevaplar değişik şekillerde gelmiştir.
Bu hususta genel olanı şudur: Cenâb-ı Hak, bir soru sormayı dileyince, Hz.
Muhammed, (s.a.s)'e kul "De..." der. Bir başka yerde ise cevap,
takıbiyye fası ile beraber fe kul "... öyleyse de" üslûbundan gelir.
Bir üçüncü yerde, Cenâb-ı Hak soruyu sormuş, cevabına getirmiştir. Bu da
Cenâb-ı Hakk'ın (N*ziat,42) ayetidir. Bir dördüncü şekilde, cevabı getirmiş,
fakat o cevapta ne kul ne de fekul lafzını zikretmemiştir. Bu da Cenâb-ı
Hakk'ın (Bakara, 186) ayetidir. Bu tür ifadelerin mutlaka hikmeti ve faydası
vardır. Buna göre biz diyoruz ki: Cevabın kul lafzıyla getirilmesinde bir
müşkilat bulunmamaktadır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın "kul" demesi, Hz.
Muhammed'in nübüvvetini sübûtu ve katiyyeti hususunda kesin bir kayıt ve not;
O'nun, vahy ve tebliği ifa etmek suretiyle Allah'ın muhatabı olması hususunda
onu teşrif etme gibidir.
(Nisa, 176} ayeti. ayetidir.
İkinci misale gelince,
ki bu Cenâb-ı Hakk'ın, "De ki Rabbim onlan, ufalayıp savuracak"
(Tahâ. 105) ayetidir, bunun sebebi, onların, "Sana dağları sorarlar"
şeklindeki sözlerinin ya, o dağın kadim oluşundan yahutta devamlılığının
gerekliliğinden ötürü sorulmuş bir soru olmasıdır... Bu mesele, akaid
meselelerinin temel meselelerindendir. İşte bu sebeple pek yerinde olarak
Cenâb-ı Hak Hz. Muhammed (s.a.s)'e, takibiyye manasını ifade eden
"fâ" ile cevap vermesini emretmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki,
"Ey Muhammed bu soruya anında cevap ver. Bu hususta kusur etme; zira,
bunda şüpheye düşmek küfürdür. Binâenaleyh, onların şek ve şüpheye düşmemeleri
için bu işi sakın ihmal etme!" demek istemiştir.
Bu hususa verilen
cevabın keyfiyyetine gelince, şüphesiz Cenâb-ı Hak, buyurmuştur.
"en-Nesf" (atma)'nın mümkün olduğunda şüphe yoktur. Çünkü bu iş,
dağın herbir parçası için mümkün oian bir iştir.Hissiyât (maddi durum) da bunun
böyle olduğunu gösterir. Binâenaleyh bunun, her dağ hakkında mümkün olması
gerekir. Böyle oluş, o dağın, kadim ve varlığı zorunlu olmadığına delâlet eder.
Çünkü kadim olanın değişmesi ve atılması (en-nesf) mümkün değildir.
İmdi, eğer onlar:
"Bize ilahını anlat; o, altın mıdır, gümüş müdür, yoksa demir midir?"
dediklerinde, Cenâb-ı Hak buna, "De ki: O, Allah'dır birdir"mas,
1) diye
cevap vermiş, fakat, bu meselede mühim meselelerden olmasına rağmen
dememiştir" denilirse, biz deriz ki: "Allah Teâlâ onların bu
meseledeki suâllerini zikretmemiştir. Fâ harfi ise, atıf harflerindendir.
Binâenaleyh, kendisinden önce kelâmın geçmesini gerektirir. Böyle bir şey
olmayınca da, fâ getirilmemiştir. Buradaki ise böyle değildir. Çünkü Allah
Teâlâ, onların suallerini de nakletmiştir. Bu sebeple de, cevabın soru üzerine
fâ harfiyle atfedilmiş olması güzel ve yerinde olur.
Üçüncü şekle gelince,
Allah Teâlâ, "Sana o saati, onun ne zaman demir atacağını sorarlar"
(Na»at. 42) ayetindeki, sorunun cevabını zikretmemiştir. Bunun hikmeti şudur:
kıyamet vaktini muayyen bir biçimde bilmek, daha önce de izah ettiğimiz bir
taktm mefsedetleri içine alır. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ, bunun cevabını
zikretmemiştir ki, bu da, bazı sorulara cevap verilmemesi gerektiğini gösterir,
Dördüncü şekle gelince
ki bu Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ben yakınım"pakan, 186) ayetidir ve
Cenâb-ı Hak bunun da cevabında "de" kelimesini getirmemiştir ki bu
hususta şu izahlar yapılabilir:
1) Bu,
duanın büyük bir şey olduğuna ve onun en büyük ibadetlerden birisi okluğuna
delâlet eder. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki şöyle demiştir: "Ey kulum, sen,
duanın haricindeki hususlarda vasıtaya muhtaçsın. Ama, duâ makamına gelince,
burada Benimle senin aranda bir vasıta yoktur..." Bu, meydana gelen
hâdieenin bilinmesinin mühim olmadığına delâlet eder. Nitekim Cenâb-ı Hak Hz.
Muhamned (s.a.s)'e, "Onlara o kıssayı anlat" demiştir. Bu Hak
Teâlâ'nın (Maide.zrç
(A'raf,
175) (Meryem, 51)
(Meryem, 54) (Meryem, 56) Ve ayetleri gibidir. Yine sonra Cenâb-ı Hak,
Hz. Yusuf kıssası hakkında (Yusuf, 3),
Ashâb-ı Kehf hakkında 13) buyurmuştur. Bu iki kıssada bulunan ilginçlik ve
harikuladeliklerden dolayıdır. (Diğerlerinin anlatımını peygambere bırakmış,
buralarda ise kendisi anlatmıştır). Netice olarak diyebiliriz ki: Cenâb-ı Hak
sanki şöyle demek istemiştir: "Ey Muhammed sana handen başkasını
sorduklarında bunu cevaplayacak sen ol. Beni sorduklarında ise, cevap veren ben
olabilmem için, sen sükût et!"
2)HakTeâlâ'nın,
"Kullarım sana Beni sorduklarında" ifadesi, kulun soru sorma hakkının
bulunduğuna, O'nun, "Muhakkak ben yakınım" ifadesi de, Rabbin, kuluna
yakın olduğuna delâlet eder.
3) Cenâb-ı
Hak, bu ayet-i kerimede "Kulum bana yakındır" dememiş, tam aksine,
"Muhakkak ben ona yakınım" buyurmuştur. Bunda çok güzel bir sır
bulunmaktadır. Çünkü kul, mümkinü'l-vücud (varlığı mümkin) olan bir varlıktır.
Binâenaleyh, o böyle olması itibariyle, yokluğun merkezinde ve onun
çukurundadır. Bu sebeple o, nasıl yakın olabilir? Tam aksine yakın olan,
Cenâb-ı Hak'tır. Çünkü O, lütfü ve ihsanı ile kulu var etmiş, ve onu kendisine
yaklaştırmıştır. Binâenaleyh, yaklaşma kul tarafından değil, Allah tarafından
olur. İşte bundan dolayı O, "Muhakkak ben yakınım" buyurmuştur.
4) Duâ eden
kimsenin gönlü, Allah'dan başkasıyla meşgul olduğu sürece, Allah'a dua etmiş
olmaz. Ama, Allah'ın dışında kalan şeylere dönüp bakmaz, Hak ve Ehad olan
marifetullaha gark olursa, onun, Allah'tan başkasına iltifat ettiği halde,
Allah'tan başkasından fani olma, uzak olma makamında kalması imkansızlaşır.
Böylece de, aradaki vasıta, muhakkakki kalkmış olur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı
Hak "öyleyse de ki: Ben yakınım" demedi, tam aksine buyurdu. Böylece,
bu anlatılanlarla, duanın fazileti ve onun en büyük ibâdetlerden olduğu sabit
olmuş olur.
Sonra kula düşen,
Mevtasına bir ithafta bulunmak istediğinde, Mevlâsına, en güzel ithaf ve
hediyelerde bulunmasıdır. İşte bu sebeple şüphesiz, Hz. Musa (a.s)'ın ilk
istediği şey, huzûr-ı ilahiye tâat ve itaat hediyelerini ithaf etmektir. O bu
ithafını duâ ile yapmıştır. Bu sebeple de, pek yerinde olarak "Rahbim
göğsüme genişlik ver" demiştir.
[108]
B) Duanın
faziletini izah hususundaki ikinci vecih ise şudur: Hz. Peygamber (s.a.s)
"Duâ, ibadetin özüdür, iliğidir"[109]
buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Musa (a.s)'ya emrettiği ilk şey, ibadettir.
Çünkü O'nun, "Şüphe yok ki, Allah benim, ben"(Taha, 14) cümlesi, emir
değil, bir ihbari cümledir. Emir ise, O'nun, "Öyleyse bana ibadet et"
(Taha, m) şeklindeki cümlesidir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Musa (a.s)'ya
ilk verdiği emir ibadet emr-i olunca, hiç şüphesiz Hz. Musa (a.s)'ın da,
ruboiyyet makamının huzuruna, ibadet hediyelerinden hediye ettiği ilk şey, dua
hediyyesi olmuştur. İşte bundan dolayı da, "Rabbim göğsüme genişlik
ver" demiştir.
C) Duâ, bir
çeşit ibadettir. Binâenaleyh, Allah Subhanehû ve Teâlâ namazı ve orucu
emrettiği gibi, duayı da emretmiştir. Bunun böyle olduğuna: (Bakara, 186)
(Mümin, 60) (Arfif, 56) (Arflf, 55)
(Mümin, 65), (İsrft, 110) ve (Araf. 205)
ayetleri
delâlet eder. Yine Hz. Peygamber (s.a.s) de: ikrâm diyerek duâ ediniz"[110]
buyurmuştu. Binâenaleyh, işte bu ayetlerle, duanın bir ibadet olduğunu anlamış
oluyoruz.
[111]
Bazı cahil kimseler şu
gerekçeleri ileri sürerek duâ etmenin akla ters düştüğünü söylemiştir.
a) Allah, Allâmu'l-guyûb'tur. O, gönüllerde
olanı ve kalblerde gizli olanı bilir. Binâenaleyh, bizim duâ etmemize ne gerek var?
b) Elde
edilmek istenen şeyin, eğer olacağı malûm ise, duaya gerek yok; eğer
olmayacağı, indellâh malûm ise dua etmenin bir faydası yok.
c) Duâ, bir
tür emir verme ve yasaklama gibidir. Bunun, Cenâb-ı Hakk'a karşı kul tarafından
söylenmesi, bir sû-i edebtir, edebe riayetsizliktir.
d) Duâ ile
elde edilmek istenen şey eğer kulun menfaatine olan birşey ise, zaten Hakim
olan Allah onu ihmal etmez. Yok eğer değil ise, onu taleb etmek uygun olmaz.
e)
Sıddîkların en büyük makamının, Allah'ın kaza ve kaderine razı olmak olduğu
rivayet edilmiştir. Ve bu iş de, bu şekilde önerilmiştir. Halbuki duâ etmek,
buna terstir. Çünkü duâ, isteme ve talepte bulunmakla meşgul olma demektir.
f) Hz.
Peygamber bir hadis-i kudside Cenâb-ı Hakk'ın şöyle dediğini söylemiştir:
"Kimi, beni
zikretmesi ve anması, benden istemesine engel olursa, ona, isteyenlere verdiklerinin
en iyisini veririm"
[112]
Böylece bu hadis-i kudsi, duayı terketmenin evlâ olduğuna, delâlet eder;
zikrettiğiniz ayetler ise, duântn gerekliliğini iktizâ eder,..
g) Hz.
İbrahim (a.s)'in, duayı terkedip, "Onun benim durumumu bilmesi, ondan
istekte bulunmama manidir" şeklindeki sözle yetinmesi sebebiyle, o, büyük
bir medhe mazhar olmuştur. Binâenaleyh bu da, duâ etmemenin evlâ olduğunu
gösterir.
Birincisine şu şekil
cevap verilir: Duanın maksadı, "bildirmek" değildir. Tam aksine duâ,
diğer yakarışlar gibi, bir yalvarış ve yakarıştır.
İkincisine de şu
şekilde cevap verilir. Sizin bu iddianızı bizim aç ve susuz olan kimseye
"eğer tokluk, Allah kattnda malum ise, sizin yemenize içmenize gerek
yoktur. Eğer malum değilse, bunda bir fayda yoktur" dememize benzer.
Üçüncüsüne de şöyle
cevap veririz: (Duada kullanılan) sığalar, her ne kadar emir sîğası ise de,
ancak ne var ki, duanın şeklinin tazarru ve niyaz olması, onu emir olma halinden
çıkarır.
Dördüncüsüne de şu
şekilde cevap verilir: Onun maslahat (hayır) olması, ondan önce dua edilmesi
şartına bağlanmış olabilir.
Beşincisine de şu
şekilde cevap verebiliriz: yalvarış ve yakarışını izhar etmek için duâ edip,
sonra da Allah'ın takdirine razı olması en büyük makamıdır. Bu, aynı zamanda
geriye kalanların da cevabıdır. Duanın ibadet olduğu sabit olup, Allah Teâlâ da
Hz. Musa (a.s)'a ibadet ve namazı, kısaca gelen bir emirle emredince, hiç
şüphesiz Hz. Musa (a.s) ibadetlerin en yücesine başvurmuştur ki, bu da duadır.
D) Allah
Teâlâ, duanın faziletini beyan ederken onu emretmekle yetinmemiş, tam aksine
başka bir ayetle, kendisinden talepte bulunulmadığında gazab ettiğini de beyân
ederek 'İşte onlar kendilerine bir azabımız gelip çattığı zaman olsun yalvarmak
değil miydiler? Fakat yürekleri katılaşmış, şeytan da yapmakta olduklarını
süsleyip püsiemiştir" (En'âm, 43) buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s)'de,
"Sizden birisi, "Allah'ım, eğer dilersen beni bağışla" demesin.
O, bunda kesin ifade kullanarak, "Allah'ım, beni bağışla, beni affet"
desin işte bu sırdan dolayı Hz. Musa (a.s), kesin ifadeler kullanarak duâ etmiş
ve, "Rabbim göğsüme genişlik ver" demiştir.
E) Cenâb-ı
Hakk'tn, "Rabbiniz (şöyle) buyurdu: "Bana duâ edin"(Mümin,60)
ayeti de, duanın fazileti hususundadır. Bu ifadede, Ümmet-i Muhammed için büyük
bir ikram vardır. Çünkü Cenâb-ı Hak, İsrailoğullarını büyük bir biçimde üstün
kılarak, onlar hakkında, "Ben sizi, (zamanınızdaki) alemlere
üstün kıldım" (Makte, 20)
buyurmuştu. Onların bu büyük derecelerine rağmen, yine onlar Hz. Musa (a.s)'a,
"Bizim için Rabbine duâ et de, onun ne olduğunu bize açıklasm"
(Bakara, 68) demişlerdir. Yine havariler, "Bizler, Allah'ın (dininin) yardımcılarıyız"(AMimrân. 52)
sözlerindeki celâletlerine rağmen, Hz. İsa (a.s)'dan, gök yüzünden indirilmiş
bir sofra istemişlerdir.
Sonra Cenâb-ı Hak
Ümmet-i Muhammed hakkında bu vasıtaları kaldırarak, onlara vasıtasız olarak
hitabta bulunmuş, "Bana duâ edin, kabul edeyim" <mü'mm, so) ve
"Allah'dan, O'nun lütfunu isteyiniz" (Nisa, 32) buyurmuştur. İşte bu
sebeblerden ötürü, Ümmet-i Muhammed için böyle bir fazilet tahakkuk ettiği için
ve Hz. Musa (a.s)'da bunun böyle olacağını bildiği için, "Allah'ım beni
ümmet-i Muhammet'den kıl" demiş ve bunda ötürü ellerini duâ için kaldırıp,
"Rabbim göğsüme genişlik ver"[113]
Bil ki Allah Teâlâ,
"Kullanın sana beni sorunca, işte Ben muhakkak yakınım" (Bakara, ise)
buyurmuş ve kullarını şu yedi Kısma ayırmıştır:
a) Masum
(günahsız) kullar... Nitekim Hak Teâlâ, "(Ey Ibüs) Benim kullarımın
üzerinde senin hiç bir tahakkümün yok"{a, 42) buyurmuştur. Allah Teâlâ en
büyük ismetini (masûmiyeti-ilâhi korumayı) Hz. Musa (a.s)'a vermiştir. Çünkü O,
"Ben seni Kendim için seçtim." (Tana, 41) buyurmuştur. İşte bundan
ötürü Hz. Musa (a.s) da, daha fazla "ismet" isteyerek, "Rabbim
göğsüme genişlik ver" demiştir.
b) Seçkin
kullar... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Selam, Allah'ın seçtiği kullar üzerine
olsun" (Nemi, 59) buyurmuştur. Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'a daha fazla seçkinlik vermiştir. Çünkü O,
"Ey Musa, Ben peygamberliğim ve kelâmım için seni seçtim" (A-raf,
144) buyurmuştur, İşte bu sebeble Hz. Musa (a.s) da, daha fazla seçkinlik
isteyerek, "Rabbim göğsüme genişlik ver" demiştir.
c)
Müjdelenmiş kullar... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sözü dinleyip en güzeline tâbi
olan kullarımı müjdele" (Zömer. ıs> buyurmuştur. Bu husus Hz. Musa
(a.s)'ya da verilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Ben seni seçtim. Şimdi
vahyolunacak şeyleri dinle." rrâhft, 13) buyurmuştur. Hz. Musa (a.s) da daha
fazfa müjde isteyerek, "Rabbim göğsüme genişlik ver" diye duâ
etmiştir.
d) İkrama
uğramış kullar... Nitekim Allah Teâlâ, "Ey kullarım size korku yok"
<zuhmf,68) buyurmuştur. Bu ikram Hz. Musa (a.s)'ya da yapılmıştır. Çünkü
Allah Teâlâ, "Korkmayın çünkü Ben sizinle beraberim "(Tahâ, 46)
buyurmuştur. Hz. Musa (a.s) da bunun artırılmasını isteyerek, "Rabbim
göğsüme genişlik ver" demiştir.
e) Mağfiret edilmiş kullar. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Kullarıma Benim gafur ve rahim olduğunu haber ver''(Hicr,49) buyurmuştur.
Hz. Musa (a.s)'ya da mağfiret et." (sad, 35) Cenâb-ı Hak da onu
bağışlamıştır. Hz. Musa (a.s), daha fazla mağfiret isteyerek, "Rabbim
göğsüme genişlik ver" diye duâ etmiştir.
f) Hizmet
eden kullar... Nitekim CenâfcH Allah, "Rabbinize ibadet
ediniz"(Bakara.21) buyurmuştur. Bu husus, Hz. Musa (a.s)'ya da nasib
edilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak ona, "Ben seni Kendim için seçtim"
çr&ba. 41) buyurmuştur. Hz. Musa (a.s) daha fazlasını isteyerek,
"Rabbim göğsüme genişlik ver" demiştir.
g) Allah'a
yakın (mukarreb) kullar... Nitekim Cenâb-ı Allah "Kullanm sana Beni
sorunca, işte Ben muhakkak ki yakınım"(Bakam, 186) buyurmuştur. Bu
yakınlık Hz. Musa (a.s)'ya da verilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ, "Biz ona
Tur (dağının) sağ tarafından nida ettik. Onu, çok münacât eden bir kimse olarak
yaklaştırdık" (Meryem, 52) buyurmuştur. Hz. Musa (a.s) da yakınlığın daha
tam olmasını istemiş ve "Rabbim göğsüme genişlik ver" diye duâ
etmiştir.
[114]
Üçüncü Fasıl: Ayetteki
"Rabbim göğsüme genişlik ver" ifadesi ile ilgili birkaç izah
bulunmaktadır:
1) Ailah Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'a altı şey ile yani,
a) "Şüphesiz Ben Allah'ım. Benden başka
hiçbir tanrı yok"çr&h&, u) ayeti ile, tevhid bilgisi;
b)
"Bana ibadet et, Benim zikrim için dosdoğru namaz kıl"n-&h&.
17) buyurarak, ibadet ve namaz emri;
c) "Çünkü o saat (kıyamet) şüphesiz
gelecektir" rrâhâ, 15) buyurarak, âhiret bilgisi,
d) "Ey Musa, o sağ elindeki ne?"
(Tahâ, 17) buyurarak, dünyadaki fiillerinin hikmeti,
e)
"Sana en büyük ayetlerimizden gösterelim diye "(Tana, 23) buyurarak,
apaçık çok net mucizeler arzetme;
f) Onu küfür
ve isyan bakımından insanların en azgını olan (Firavun'a) peygamber gönderme
ile hitâb edince, bu zor mükellefiyetler, Hz. Musa (a.s)'ın bunlar altında
ezilmesine sebeb olmuştur. Böylece Cenâb-ı Hak, Hz. Musa (a.s)'ın bu zorlanışını, mucizelerle gidermek
istedi ve ona, Kendisinden istekte bulunanların kendisine yakın olacağını
bildirdi (Öğretmek için), "Rabbim göğsüme genişlik ver" buyurdu. Hz.
Musa (a.s)'da, o mükellefiyetlerin zorluğunu, Allah'a yaklaşmak suretiyle,
hafifletmek istedi ve "Rabbim göğsüme genişlik ver" dedi.
Şöyle de denebilir:
Hz. Musa (a.s) insan ve cin şeytanlarından çekinme ve dûa ile, Cenâb-ı Hakk'a
yakın olma makamına ulaşıp, insan ve cin şeytanlarının gailelerinden emin olabilmek
için, bu duayı yaptı.
2) Bununla
şu kastedilmiştir: Cenâb-ı Hak, Hz. Musa (a.s)'ın Firavun ve kavmine gitmesini
isteyip, böylece de onun mahlûkat arzusunun Hz. Musa (a.s)'dan tamamen kesmek
istedi ve ona Rabbisine dua edenin Rabbe yaklaşıp, huzurunda bir yer
adineceğini bildirdi. Böylece de onun bütün arzuları sona erdi. O, işte bunun
için, "Rabbim göğsüme genişlik ver" demiştir.
3) Varlık, nûr; yokluk da zulmet gibidir.
Allah'ın dışında kalan herşey sırf bir yokluktur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın zâtı dışındaki
herşey yok olmaya mahkûmdur. Binâenaleyh onlar sanki yokluğun, maddeler ve
İmkanlar aleminin karanlıkları içindedirler. İşte bundan ötürü Hz. Musa (a.s),
"Kalbimin, marifetullah ışığının güzellikleri içine oturabilmesi için, Ya
Rabbi göğsüme genişlik ver" dedi. Göğsü açılan ve ilâhi nurun ışığı
altında oturan kimse, zulmetler (karanlıklar) içinde oturanları görmez. O,
göğsünün açıklığının kazandırdığı ışığa oturduğunda da, varlık alemindeki
hiç kimseyi göremez. İşte bundan ötürü bunun peşinden,
Hz. Musa (a.s): "İşimi kolaylaştır" demiştir. Çünkü kul böyle
"istiğrak makamında" bulunduğunda, başka hiçbirşey için vakit
bulamaz.
4) Hz. Musa
(a.s) "Ya Rabbi göğsüme genişlik ver" diye niyaz etmiş ve "Çünkü
insanın gözü kendi zâtında zayıftır, Allah'ım, herşeyi olduğu gibi görebilmem
için, bana muvaffakıyyet güneşini göster" demiştir ki bu, Hz. Muhammed
(s.a.s)'in "(Allah'ım), eşyanın hakikatini bize olduğu gibi göster"
şeklindeki duası manasındadır.
Bil ki göğsün
genişlemesi, ilâhi nurun kalbte parlamasının bir mukaddimesi (şartı)dır.
Dinleme, kulak verme işi de, sözün duyulması neticesi olan anlama işinin bir
mukaddimesidir. Binâenaleyh Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'a, "Şimdi
vahyolunacak şeyi dinie" buyurarak, ikinci mukaddimeyi bildirmiştir. İşte
bu sebeple Hz. Musa (a.s) da aynı şekilde davranarak, bir başka mukaddimeyi
isteyip, "Rabbim göğsüme genişlik ver" demiştir. İş, Hz. Muhammed
(s.a.s)'e varıp dayanınca, ona "Rabbim benim ilmimi artır"
çr&b&, m) demesi emredilmiştir. İlim, netice ve gayedir. Binâenaleyh
Allah Teâtâ Hz. Musa (a.s), Hz. Muhammed (s.a.s)'in gelişinin bir mukaddimesi,
bir habercisi gibi olunca, -ona, mukaddimeyi; Hz. Muhammed (s.a.s) de bir
netice gibi olunca, ona da netice olan ilmi vermiştir. Herşeydeki hikmeti
böylesine ince olan zâtı takdis ve tenzih ederiz.
5) Duâ edenin şu iki vasfı vardır:
a) Allah'ın
kulu olması... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kullarım sanı Beni sorunca, işte Ben
muhakkak ki yakınım"(Bakara. 186) buyurmuştur.
b) O kulun,
bir Rabbisinin olmast... Nitekim Allah Teâlâ, "Rabbiniz dedi ki:
"Bana duâ edin, ben de icabet edeyim " (Mü'min, 60) buyurmuştur.
Cenâb-ı Allah bu ayette kendisini kullarına izafe etmiş (Rabbiniz, demiş) amma
bizi (kullarını) kendisine izafe edip kullarım, dememiştir. Duâ eden kimse,
işte bu iki açıdan tam olmuş olur. Böylece Hz. Musa (a.s), bu bahçeden yemek
istedi ve "Rabbim göğsüme genişlik ver" dedi.
6) Allah
Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'ı, "Onu çok münacaat eden bir kimse olarak
yaklaştırdık" (Meryem. 52) buyurarak şereflendirmiştir. Böylece sanki Musa
(a.s) da,
"Onu çok münacaat
eden bir kimse olarak yaklaştırdık" buyurduğuna göre, ben sona yakın
oldum. Fakat ben, senin de bana yakın olmanı arzu ediyorum" dedi. Bunun
üzerine Cenâb-ı Allah, "Ey Musa (a.s), "Kullarım sana Beni sorunca,
işte Ben muhakkak ki yakınım... "(Bakara. ıse> buyurduğumu duymadın mı?
Binâenaleyh sana yakın olmam için, duâ et" buyurdu. İşte bu durumda Hz.
Musa (a.s), Rabbim göğsüme genişlik ver" dedi.
7) Hz. Musa
(a.s), "Rabbim göğsüme genişlik ver" demiştir. Halbuki Cenâb-ı Hak,
Hz. Muhammed (s.a.s)'e, "(Ey habibim) senin göğsünü genişletmedik
mi?" (inşirAh. d demiştir. O, Hz. Muhammed (s.a.s)'i bu halde de
bırakmamış ve "aydınlatan ve kandil"'(Ahrab.46) kılmıştır.
Binâenaleyh aradaki farka bir bak! Çünkü göğsün genişletilmesi, göğsün nuru
kabul edip alması demektir. Aydınlatan kandil ise, ışığı-nûru veren demektir.
Binâenaleyh Hz. Musa (a.s) ile Hz. Muhammed (s.a.s) arasındaki fark olan ile
veren arasındaki fark gibidir. Sonra biz deriz ki: Ey Rabbimiz, bizim dinimiz,
yani' Lâilâhe illallah" (Allah'dan başka ilah yoktur) kelimesi tevhidimiz
nûr, abdestimiz nûr, namazımız nûr, kabrimiz nûr, cennetimiz nurdur. Bize bu
dünyada verdiğin nurlar hakkı için, kıyamette bizi fazlının ve ikramının
nurlarından mahrum etme.
Dördüncü Fasıl:
Ayetteki, "Rabbim göğsüme genişlik ver" ifadesi, Hz. Peygamber
(s.a.s)'e sorulunca, "Bu (genişlik), kalbe ablan bir nurdur"
buyurmuştur. Bunun üzerine, "O'nun (atıldığının) emaresi nedir?" diye
sorulduğunda, Hz. Peygamber (s.a.s), "Aldanış yurdu olan bu dünya (sevgisin)den
uzaklaşıp, ebedi yurd (olan âhirete) yönelmek ve ölüm gelmezden önce ölüm için
hazırlanmaktır" buyurdu.
[115]
Kalbin genişlemesinin,
nur (lanması) manasına geldiğine, Hak Teâlâ'nın, "Öyle ya, Allah'ın
göğsünde müslümanlık için inşirah (genişlik) verip Rabbinden bir nûr üzere olan
kimse, hiç kalbi mühürlü olan kimse gibi olur mu? (Zümer, 22) ayeti de delâlet
eder. Bil ki Allah Teâlâ Kur'ân'da on şeyi "nur" diye tavsif
etmiştir:
a) Kendi
zât-ı İlâhiyyesini... Nitekim O, uAllah göklerin ve yerin nurudur" {Nw,
35) buyurmuştur.
b) Hz.
Peygamber (s.a.s)'L. Nitekim O, "Muhakkak ki size Allah'dan bir nûr (olan
o peygamber) ve apaçık o kitab gelmiştir" (Maide, 15) buyurmuştur.
c) Kur'ân'ı
Kerim'i... Nitekim O, "O (Muhammet'le) birlikte gönderilen Nûr'a tâbi
olunur" {Km, 157) buyurmuştur.
d) İmân...
Nitekim O, "O kâfirler, ağızlan ile Allah'ın nurunu söndürmzk
isterler" , 32) buyurmuştur.
e) Adl-i
ilâhisini... Nitekim O, "Yeryüzü Rabbinin nuru ile aydınlanmıştır"(
69) buyurmuştur.
f) Ay
ışığını... Nitekim Allah Teâlâ, "O (Allah), onlar arasında ayı nûr ıs)
buyurmuştur.
g)
Gündüzü... Nitekim Hak Teâlâ, "O, zulmetleri ve nuru
yaratandır"(En-am, buyurmuştur.
h)
Beyyineleri-delilleri... Nitekim Cenâb-ı Allah, "Biz, kendisinden hidayet
ve nûr bulunan Tevrat'ı indirdik" (uaide. 44) buyurmuştur.
1)
Peygamberlerini... Nitekim Allah Teâlâ, "Nûr üzerine nûr (bu
peygamberler...)" (Nûr, 35) buyurmuştur.
k)
Mârifetullah... Nitekim o, "O'nun nurunun sıfatı, sanki içinde bir lamba
bulunan bir hücre (yuva)dır..."(NOr, 35) buyurmuştur.
Sanki Musa (a.s),
"Allah'ım, senin celal ve kibriyâ nurlarının marifeti ve (bilgisi ile),
göğsümü aç."
2) "Peygamberlerin ve nebilerinin huy ve
ahlakları ile beni ahtaklandırmak suretiyle göğsüme genişlik ver."
3) "Senin
vahyine uymam, emir ve yasaklarına imtisal etmem suretiyle göğsüme genişlik
ver."
4) "Senin ulûhiyyetine iman etmemin ve
yakinen tasdikimin nuru ile göğsüme genişlik ver."
5)
"Kaza, kader ve hükümlerindeki adaletinin sırlarına muttali kılarak, göğsüme
genişlik ver."
6) "Tıpkı
Hz. İbrahim (a.s)'in yıldızlardan, aydan ve güneşden başlayıp senin izzetin
huzuruna ulaşması gibi, güneşinin ve ayının nurundan, izzetinin celalinin
nurlarına geçmem için, göğsüme genişlik ver."
7)
"Gündüzünü ve geceni görüp düşünmekten, fazlının gündüzünü ve adaletinin
gecesini düşünmeye geçebilmem için, Ya Rabbi göğsüme genişlik ver."
8)
"Senin yeryüzündeki ve göklerindeki beyyinelerinin düğümlerine,
ayetlerinin ana noktalarına muttali kılmak İçin, göğsüme genişlik ver."
9) "Önceki peygamberlerin şekillerinin
arkalarında, onların yolunda olabilmem ve Alemlerin Rabbinin hükmüne inkiyâd
etmede onlar gibi olabilmem için, göğsüme genişlik ver."
10)
"Kalbimde iman kandilini, tıpkı içinde bir lamba bulunan bir yuva gibi
kılmak suretiyle (marifet nurunu onun içinde yakarak), Ya Rabbi göğsüme
genişlik ver" demiştir.
Bil ki göğsün
açılması, kalbin tıpkı bir kandil gibi parlaması için, kalbto ışığın yakılması
demektir. Bu nûr, tıpkı bir ateş gibidir.
Bil ki bir kandil
yakmak isteyen, şu yedi şeye muhtaçtır:
a) Kav, b) Çakmak
taşı, c) Tutuşturularak şey, d) Kükürt, e) Kandil, f) Fitil, g) Yağ...
Binâenaleyh kul, göğsün açılması demek olan o nuru istediğinde, şu yedi şeye
muhtaçtır;
1) Kav
haline getirecek bir mücâhede... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Bizim uğrumuzda
mücâhede edenleri, yollarımıza iletiriz" (Ankebut, 69> buyurmuştur.
2) Tazarrû
taşı... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Rabbinize tazarrû (yalvara yakara) ve
gizlice duâ edin"(A'râf, 55) buyurmuştur.
3) Hevâ-û hevesi engelleme kavı... Nitekim Cenâb-ı
Hak, "Nefsini hevâ-ü hevesinden engelleyen kimse..." (Nâziât. 40)
buyurmuştur.
4) Allah'a
dönme kibriti (kükürdü)... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Bu odunları, Allah'a
tevbe kibriti ile yakarak, "Rabbinize dönünüz" (Zümer, 54)
buyurmuştur.
5) Sabır
kandili... Nitekim Allah Teâlâ, "Sabır ve namaz ile (Hak'dan) yardım
isteyin"(Bakara,45) buyurmuştur.
6) Şükür
fitili... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer şükrederseniz, (nimetlerimi) sizin
için artırırım"(İbrahim. 7) buyurmuştur.
7) Rıza
yağı... Nitekim Allah Teâlâ, "Rabbinin hükmüne sabret (razı
ol)"rrûr,4S) yani, "Rabbinin kaza ve kaderine razı ol"
buyurmuştur. Binâenaleyh bu alet ve edevat uygun ve tam olunca da onlara
güvenme. Aksine maksadı Rab Teâlâ'dan taleb et. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Allah'ın insanlara açacağı herhangi bir rahmeti tutacak kimse
yoktur" ?** 2) buyurmuştur. Sonra bu gayeyi, huşu ve huzûile O'ndan iste.
Nitekim O, "Rahman'm haşyetinden dolayı sesler kısılır. Artık bir
fısıltıdan başka birşey işitmezsin "çmâ, 108) buyurmuştur. İşte bu noktada
yalvarma-yakarma elini kaldırır ve "Ya Rabbi, göğsüme genişlik ver"
dersin. O zaman, "Ey Musa istediğin sana verilniiştir" F$b&. 36)
denildiğini duyarsın.
[116]
Sonra biz deriz ki:
Göğsün genişletilmesi demek olan bu manevi nûr, şu
sebeblerden ötürü güneşin nûr ıdan daha üstündür:
1) Güneşin
nurunu bulut engelleyebilir. Halbuki marifet güneşinin nurunu yedi kat pek bile
engelleyemez. Çünkü Hak Teâlâ, "Güzel kelimeler ancak O'na yükselir"
(Fatır. -,o) buyurmuştur.
2) Güneş
geceleri batar, gündüzleri çıkar. Nitekim Hz. İbrahim (a.s), "Ben
batanları sevmem" (En'am, 74) demiştir. Fakat marifet güneşi geceleri de
batmaz. Çünkü Allah Teâlâ,
"Gerçekten gece kalkan nefs,
uygunluk itibarıyla daha kuvvetlidir" (Münmmii. 6) ve "(Onlar)
seherlerde istiğfar ederler" (aı-i Imran, 17) buyurmuştur. Hatta ruhani
lutufiarın en mükemmeli, geceleri gerçekleşir. Nitekim
Cenâb-ı Hak, "Kulu (Muhammed'i) bir gece yürüten
(Allah'ın şâm ne yücedir!" (isra. i) buyurmuştur.
3) Güneş
fânidir. Nitekim Allah Teâlâ, "Güneş dürülüp sarıldığında..."(Tekvir,
1) buyurur. Marifet güneşi ise fâni değildir. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"(Sizlere) Rahim Rabbiniz tarafından sözlü selâm olsun"(Vâsin, 58)
buyurur.
4) Ay güneşin tam önüne geldiğinde güneş
tutulur. Fakat marifet nuru, yani "Eşhedü enlâ ilahe illallah" marifetidir, buna "Eşhedü enne
Muhammeden Resulullah" ayının nuru onun tam karşısında (yanında) yer
almadıkça, bunun nuru uzuvlar alemine ulaşamaz.
5) Güneş
yüzleri karartır, marifetullah ise onları parlatır. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"O gün kimi yüzler ağanr kimi yüzler mosmor kesilir" (an Imran, 106)
buyurmuştur.
6) Güneş yakar, marifetullahın nuru ise kişiyi
yanmaktan kurtarır. Nitekim cehennemin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Ey mü'min çabuk geç. Çünkü nurun ateşimi söndürüyor"
7) Güneş baş
ağrısı yapar. Marifetullah ise, yüceltir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Güzel
kelimeler ancak O'na yükselir" (Fâtır, 10) buyurmuştur.
8) Güneşin faydası dünyevidir. MarifetuHarTm
faydası ise uhrevidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Baki olan salih ameller ise
Rabb'min nezdinde mükâfat olarak daha hayırlıdır" (Kem, 46) buyurur.
9) Gökteki
güneş, yeryüzündekilerin; yeryüzündeki
marifetullah ise
gökyüzündekilerin zînetidir.
10) Güneş şekil itibarı ile üstte, mana ve değer
bakımından ise alttadır Bu, tekebbür 1le hasede delâlet eder. Marifetullah ise,
şekil itibarı ile altta, mana ve değerce üsttedir. Bu da, şeref ve tevâma
delâlet eder.
11) Güneş,
mahlûkatın hallerini ortaya çıkarır, gösterir. Marifetullah sayesinde ise kalb
yaratıcısına ulaşır.
12) Güneş,
dost-düşman herkes üzerine doğar. Marifetullah ise ancak Allah'ın dostları için
doğar. Binâenaleyh marifetullah böyte güzel sıfatlara sahib olduğu için, Hı.
Musa (a.s) "Va Rabbi. göğsüme genişlik ver" demiştir.
Bundaki nükteler
şunlardır:
[117]
1) Güneş
Allah'ın, sonunda yok olmak üzere tutuşturduğu bir kandildir. Nitekim Cenabı
Hak, ''Onun üzerinde olan herşey fanidir" (Rahman, 26) buyurur.
Marifetullah ateşini ise, hiç sönmemek üzere (baki olsun diye) yakmıştır.
Binâenaleyh fâni olmak üzere yarattığına, şeytan bife yaklaşsa yanar. Nitekim
o, "karşısında Jgözetip duran)
bir
şihâb (ateş parçası) bulur"(cm, 9). Sönmemek üzere yaratılan
Marifetullah'a ise şeytan nasıl yaklaşabilir? İşte bundan ötürü Hz. Musa (a.s)
"Rabbim göğsüme genişlik ver" demiştir.
2) Allah
Teâlâ, güneşi gökyüzünde yakmış ve tutuşturmuştur ki o, bunca uzak olmasına
rağmen evindeki karanlığı giderir. Allah marifet güneşini ise, kalbinde
tutuşturmuştur. Bu güneş sana bunca yakın olması ile, mâsiyet ve küfür
zulmetini oradan silip atamaz mı hiç?...
3) Bir lamba yakan, onu garanti eder ve ona
destek olur. Marifet lambasını tutuşturmuş olan da Allah'tır. Çünkü "Fakat
Allah imanı size sevdirdi" (Hücum, tj buyurmuştur. Binâenaleyh hiç O, bu
lambayı sürdürüp, «eteklemez olur mu? İşte, "Rabbim göğsüme genişlik
ver", bu manayadır.
4) Hırsız
evde bir lambanın yandığını gördüğünde oraya yaklaşmaz. Aîiah senin kalbinde
marifet kandilini yakınca, şeytan oraya nasıl yaklaşabilir? İşte bundan dolay;
Hz. Musa (a.s) "Rabbim göğsüme genişlik ver" demiştir.
5)
Mecusiler, bir ateş yakmışlardır. Binâenaleyh, onlar onu söndürmek istemezler,
el-Meİiku'l-Kuddüs olan Allah da, iman kandilini senin kalbinde yakmıştır,
artık onun sönmesine nasıl razı olur?
[118]
Bil ki Hak Teâlâ,
müminin kalbine şu dokuz ikram ve kerameti vermiştir.
1) Hayat... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Bir ölü
iken kendisini dirilttiğimiz (...) hiç karanlıklarda kalan kişi gibi olur
mu?"(Enam, 122) buyurmuştur. Musa (a.s), ruhani hayatiyyete arzu duyunca,
"Rabbim, göğsüme genişlik ver" dedi. Buradaki nükte şudur: Hz.
Peygamber (s.a.s) "Kim ölü bir araziyi (kimsenin mülkü olmayan boş
araziyi) ihya ederse, o arazi onun olur" buyurmuştur. Binâenaleyh kul, bir
araziyi ihya ettiği için, o arazi onun olmuştur. Allah Teâlâ kalbi yaratıp onu
iman nuruyla ihya edince, o kalbte nasıl, başkasının hissesi olabilir? Çünkü, Cenâb-i
Hak, Allah de; sonra da onları
bırak" (En1 im, 91) buyurmuştur. İman, kalbin hayat ve can daman olduğu
gibi, küfür de kalbin ölümü demektir. Nitekim Cenâb-ı Allah: "diriler
değil, ölülerdir" (HBm\, 21) buyurmuştur.
2) Şifâ...
Nitekim Allah Teâlâ "müminler zümresinin göğüslerini ferahlandırsın"
crevbe, 14) buyurmuştur. Hz. Musa (a.s) da şifâyı arzulaaşğ- için ellerini
kaldırdı ve, "Ya Rabbi. göğsüme genişlik ver" dedi. Bunun nüktesi fa
şudur: Allah Teâlâ, baldaki şifayı, ebedi kılmıştır. Binâenaleyh, O kalbe
şifayı koyunca, bu şiia nasıl ebedi kalmaz?
3) Taharet
(temizlik). Nitekim, Cenâb-ı Hak, "Onlar Allah'ın, takva için kalblerini
imtihan ettiği kimselerdir" (Hucurât. 3) buyurmuştur. Hz. Musa {a.s) da
tavkâ temizliğini elde etmek arzusunda olunca, "Rabbim, göğsüme genişlik
ver" dedi. Bundaki nükte de şudur: Dökümcü, kuyumcu, altını eritince,
artık onu bir daha ateşe tutmaz.
Binâenaleyh,
Cönâb-ı Hak, mü'minin kalbini imtihan edip, onu iman açısından saflaştınnca,
onu daha nasıl ikinci kez ateşe sokar? Ancak ne var ki Allah, kafirin kalbini
ateşe sokar. Çünkü O, "ki Allah, murdarı (posasını) temizinden (halis
olandan) ayırdetsin" (Entaı, 37) buyurmuştur.
4) Hidâyet... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kim
Allah'a iman ederse, (Allah) onun kalbine hidayet eder'' rreğabun. nj
buyurmuştur. Hz. Musa (a.s) hidâyetini arttırma talebi içinde olduğundan,
"Rabbim göğsüme genişlik ver" demiştir. Bundaki nükte de şudur:
Peygamber, senin nefsini; Kur'ân, ruhunu; Allah da kalbini hidayete erdirir.
Küfürden hidayete erdirme Hz. Muhammed (s.a.s)'den olunca, hiç şüphesiz bu,
bazan gerçekleşir, bazan da gerçekleşmez. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Sen, sevdiğin
kişiyi hidayete erdiremezsn. Fakat Allah'dır ki, bunu dilerse, ona hidayet
verir"{Kasas. 56) buyurmuştur.
Ruhun hidayeti Kur1 ân tarafından
olunca, buda bazan gerçekleşebilir,
bazan da gerçekleşmeyebilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onunla bir çoğunu
şaşırtır, yine onunla bir çoğunu yola getirir'1(Bakara, 26} buyurmuştu. Kalbin
hidayeti Allah'dan olunca, hidayete erdiren ezeli ve ebedi olduğu için bu
hidayet de son bulmaz. Nitekim O, "Allah selâm evine çağırır ve o, kimi
dilerse onu doğru yola iletir" (Yunus, 25) buyurmuştur.
5) Kitabet
(yan yazma). Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onlar, o kimselerdir ki (Allah), imanı
kalblerine yazmış"(Mücadele, 22) buyurmuştur. Hz. Musa o, kitabete
(yazmaya) arzu duyunca, Rabbim göğsüme genişlik ver" dedi. Bunda, (bir
değil) birkaç nükte vardır:
a) Kağıdın
bizatihi bir değeri yoktur. Ama ona, Kur'ân-ı Kerim yazıldığında, onu yakmak
caiz değildir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, kendisine, kendi zât ve
sıfatlarının durumlarını yazdığı müminin kalbini yakması, kerim olan O'na nastl
uygun düşebilir?
b)
Bişru'l-Hafi, üzerinde Allah'ın adının yazıldığı kağıda ihtimam gösterdiği
için, iki dünyanın saadetini elde etmiştir. İçinde marifetullâh bulunan kalb,
böyle bir ikrama daha layıktır.
c) Yazı
yazılmamış kağıda, Allah'ın İsm-i Azamı yazıldığında, onun kadr-ü kıymeti
yükselir. Öyle ki, cünüp ve hayızlı kimsenin ona dokunması bile caiz olmaz.
Daha ötesi, Şafii (r.h) mushafın kapağına dokunulamıyacağını söylemiştir. Çünkü
Cenâb-ı Hak, "Ona tam bir surette temizlenmiş olanlardan başkası el süremez"
(Vakıa, 79) buyurmuştur. Binâenaleyh, mahlûkatm en kerimi olan kalbi -ki
Cenâb-ı Hak, "Andolsun, Biz, adem oğullarını üsiün bir izzet ve şerefe
mazhar kılmışızdır" (isrs. 70) buyurmuştur- necis ve pis olan şeytanın
tutması, nasıl caiz olur? Allah, en iyisini bilendir.
6) Sekinet... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah,
müminlerin yüreklerine sekîneti indirendir"(Fetih, 4) buyurmuştur. Hz.
Musa (a.s)'da, sekineyi elde etme arzusu içinde olunca, "Rabbim, göğsüme
genişlik ver" buyurdu. Bundaki nüktede şudur: Hz. Ebu
Bekir (r.a)'ı, Hz. Peygamber (s.a.s) ile birlikteydi
ve korkuyordu. Sekine kendisine gelince, "Mahzun olma"(Tevt»,40)
buyurdu. Binâenaleyh, iman sekinesi nazil olunca, onlar Cenâb-ı Hakk'ın,
"Korkmayın, üzülmeyin"{Fussiiet, 30) hitabını duydukları zaman ferahladılar.
Hem, sekine kendisine nazil olup gelince, Hz. Ebu Bekir (r.a) "Allah,
içinizden iman edip de güzel güze! amelde bulunanlara yemin ile va'detti ki,
kendilerinden evvel gelenleri nasıl (kafirlerin) yerine getirdi ise, onlan da
yeryüzünde elbette (müşriklerin) yerine geçirecek" (Nür. 55), yani
"Onları, yeryüzünde halife kılacağını va'detti" ayetinde bahsedilen
kimselerden otdu.
7) Muhabbet
ve zinet... Nitekim Cenâb-ı Hak, 'Takat Allah size imanı sevdirdi. Onu
kalblerinizde süsledi"{Hucum. 7) buyurmuştur. Bundaki nükte de şudur. Yere
bir tohum atan kimsenin o tuhumu, yeri ifsad etmez ve onu yakmaz. Binâenaleyh,
Hak subhanehu ve Teâlâ, Muhabbet tanesini kalb arazisine atınca, o tane o
araziyi nasıl yakar?
8) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Ve kalblerinizin arasını uzlaştırdı" (aj-î Imran, 103S
ayetinin ifade ettiği ülfet. Bundaki nüktede şudur: Hz. Muhammed (s.a.s),
ashabının kalblerini uzlaştırdı. Sonra onları, ne gayb halinde, ne de yanında
iken yalnız başlarına bırakmadı. Çünkü o, "Bize ve, Allah'ın salih kullarına
selâm olsun buyurdu. Binâenaleyh, Rahim olan Allah onları nasıl terkeder,
yalnız basına bırakır?
9)
İtminan... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Haberiniz olsun ki, kalbler ancak
zikruüah ile mutmain olur" (Ra'd, 28) buyurmuştur. Hz. Musa (a.s) da,
itminan arzusunda olduğu için, "Rabbim göğsüme genişlik ver" dedi.
Bundaki nükte de şudur: Kulun ihtiyaçları sınırsızdır. Bundan dolayı, bu alemde
bulunan her şey ona verilecek olsa, bu ona yetmez. Çünkü, onun ihtiyaçları
sınırsızdır. Maddeler ise sınırlıdır. Sınırlı olan, sınırsız olana mukabele
edenler, onu karşılayamaz. Tam aksine sınırsız olan ihtiyaçlarda yeterli olacak
şey sınırsız olan kemâl ve mükemmelliktir. Böyle bir şey ise, sadece Cenâb-ı
Hakk'a aittir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah "Haberiniz olsun ki, kalbler
ancak zikrullah ile oturaklaşır" (Ra'd, 2a buyurmuştur.
[119]
Sen, müminlerin
göğüslerinin şerh edilmesinin ne demek olduğunu anlayınca, kâfirlerin
kalblerinin şu sıfatlarını da anla ve öğren:
1) Cenâb-ı
Hak, 'İşte onlar sapıp eğrildikleri zaman, Allah da onların kalblerini
döndürdü" (Sat, sy,
2)
"Sonra (sıvışıp) giderler. Allah da onların gönüllerini ters
çevirdi..."(Twt», 127),
3) "Kalblerinde hastalık vardır"
(Bakara, 10);
4) "Kalblerini kaskatı kıldık" (Maide,
ıa>
5)
"Onların kalblerine, (Kurân-ı) anlamasınlar diye, örtüler gerdik"
(En1am, 25);
6) "Allah kalbleri üzerine mühür
vurdu" (Bakara. 7;
7) "Yoksa onların kaJbleri üzerinde
kilitler mi var" (Muhammed, 24)
8)
"Hayır, doğrusu, irtikâb ettikleri günah onların kalblerine galebe
çalmıştır"
(Mutaffifin,
14)
9)
"işte o kimseler, Allah'ın,
kalbleri üzerine mühür vurduğu kimseler" (Muhammed, 16)
buyurmuştur. Ey Rabbimiz ve efendimiz, Sen lütuf ve ihsanınla bu dokuz
hizian kapısını bize kapa; bizi
ihsanınla tedavi et, sar ve bize, lütuf ve rahmetinle dokuz ihsan kapını aç.
Çünkü sen, dilediğin her şeye kadirsin...
[120]
Beşinci fasıl: Bu,
kalbin şerheditmesinin hakikatine dair bir fasıldır. Ulema bu hususta da iki
açıklama yapmıştır.
1) Kalbin ne rağbet ne de rehbet (korku)
açısından dünyaya yönelik herhangi bir iltifatının kalmaması demektir. Kalbin
dünyaya arzu duyması onun, aileye, çoluk çocuğa, onların faydasına olanları,
elde edip, zararlı olan şeyleri de onlardan savuşturmaya bağlanıp kalmasıdır...
Rehbet (korku) su ise, onun, düşmanlarından ve kendisiyle mücadele edip
çekişenlerden korkması demektir. Binâenaleyh Allah, kulunun kalbini
genişletince onun gözünde, dünyayla alâkalı olan her şey değerini yitirir;
böylece onlar bir sinek, karasinek, yada sivrisinek gibi görülürler. O, ne
onları arzuladığı için onları çağırır; ne de onlardan korktuğu için onları
engellemeye çalışır. Böylece bütün her şey, onun gözünde, adeta yok ve hiç gibi
olmuş olur. Bu durumda da kalbi tamamiyle, Allah'ın rızasını talep etmeye
yönelir.
Buna bir misal vermek
gerekirse denilebilir ki: Kafb, tıpkı bir su kaynağı gibidir. Beşeri kuvvet
zayıf olduğu için, küçük su kaynağına benzer. Binâenaleyh sen, tek bir kaynağın
suyunu pekçok, arka dağiîtığında, hepsindeki su azalır ve zayıf olur. Ama,
suyun tamamını tek bir arka bağladığında bu su, kuvvetli bir su olur. işte
bundan dolay Hz. Musa {a.s) Rabb:sinden, kalbinin dünya ve onunla ilgili
şeylerden uzak durur bir hale ge*ebilmes: için, onu, dünyayı ayıplamaya ve
dünyayla ilgiH olan şeyleri kabih ve değersiz germeye muvaffak kılması
suretiyle, göğsünü genişletmesini istemiştir. Binâenaleyh, böyle bir nefret
tahakkuk edince, ka!b, tamamıyle kudsi aleme ve ruhani makamlara doğru yönelir.
2) Hz. Musa
(as), bu büyük makama nasbedilince, bir takım zor mükellefiyetlere muhtaç oldu.
Vahyi kavramak, hakk'a hizmete devam etmek ve maddi alemi islâh etmek,
bunlardan birkaçıdır. Böylece, o sanki âlemi yönetmekle mükellef tutulmuş oldu.
Halbuki bunlaraan birisine iltifat etmek, diğeriyle meşgul olmaktan ahkor.
Baksana, bakmakla meşgul olan kimse, (gerçek anlamda) duymadan; duymayla meşgul
olan kimse de, görmekte;-: ve hayal etmekten a;ıkonuin-ıu3 ofur. Binâera eyh bu
kuvvetler, hem cezbeden her! de men eden kuvvetlerdir. Halbuki Musa [z.s), her
ikisine de muhtaçtır. Hakk'ın cemalıyle ünsiyyet kuran k;mse: Hakktn cemalinden
ürker ve ondan uzaklaşır. İşte bundan dolayı Hz. Musa
(a.s), kuvvetinin âlemi iyice zaptedip kavrayabilmesi için, ona mükemmel bir
kudret vermek suretiyle, Rabbinden göğsünün genişletilmesini istemiştir ki,
işte göğsünü genişletilmesinden maksat budur. Alimler bunun için birkaç misal
vermişlerdir.
[121]
Birinci Misal: Bil ki,
bedenin tamamı bir ülke gibidir. Göğüs onun kalesi, gönül köşkü, kalb tahtı;
ruh hükümdarı, akıl veziri; şehvet o beldeye nimetleri celbeden en büyük
görevli, memur; gazab devamlı dövme ve terbiye etmekle meşgul oian seyis; duyu
organları ise, onun gözcüleri; diğer kuvvetler ise, hizmetçiler, işçiler ve
sanatkârlar gibidirler. Şeytan, işte bu beldenin, bu kalenin ve bu hükümdarın
düşmanıdır. Şeytan, kıral; hevâ, hırs ve diğer kötü huylar ise, onun
ordularıdır... Ruhun (o memleketin hükümdarının) gönderdiği ilk şey, veziridir;
yani akıl. Şeytan da buna mukabil, hevâyı öne sürer. Böylece akıl, Allah'a;
hevâ ve heves de, şeytana davet etmeye başlar. Sonra rûh (hükümdar, akla
yardımcı olsun diye zekâyı öne sürer. Buna mukabil şeytan da, şehveti gönderir.
Binâenaleyh zekâ seni, dünyayı tenkide yöneltir, Şehvet ise, seni dünya lezzetlerine
karşı tahrik eder. Daha sonra rûh (o bedenin hükümdarı) zekâyı tefekkürle
kuvvetlendirmek için, onun yardımına tefekkürle koşar.
Böylece de tefekkür ve
zekâ, Hz. Peygamber (s.a.s)'in de "Bir saatlik tefekkür, bir yıllık
ibadetten hayırlıdır"[122] buyurduğu
gibi, mevcut olan ya da bulunmayan her türlü ayıp ve kusurlara muttali olur.
Bunun üzerine şeytan, tefekkürün karşısına gafleti çıkarır. Derken rûh, sabır
ve sebatı öne sürer. Çünkü "acele", güzeli çirkin; çirkini ise güzel
görür. Sabr ü sebat ise, akit, dünyanın değersizliğine vakıf kılar. Derken
şeytan, bunun karşısına da, aceleciliği ve çabukluğu çıkarır. İşte bundan
dolayı Hz. Peygamber (s.a.s) "Yumuşaklık ve şefkat bir şeyde bulunduğunda
onu tezyin eder. Bir şeye de cehalet ve ahmaklık arız olduğunda onun değerini
düşürür"[123] buyurmuştu. Bu sebeple
Cenâb-ı Hak, Kendisinden rıfk ve sebat öğrenilsin diye, gökleri ve yeri altı
günde yaratmıştır. İşte bu iki sınıf arasında bulunan düşmanlık böyledir.
Senin kalbin ve göğsün
bir kaledir. Sonra, o kalenin bir hendeği bulunur ki, bu da dünyada iken tatbik
edilen zühddür ve dünyaya aşırı rağbet etmemektir. Bunun bir sûru da vardır ki,
bu da ahirete arzu duymak ve Allah'ı sevmektir. Binâenaleyh eğer, hendek büyük
olur, sûr da kuvvetli olursa, şeytanın ordusu onu tahrib edemez ve böylece
gerisin geriye dönüp gider; kaleyi de olduğu gibi bırakırlar. Eğer zühd hendeği
derin olmaz, ahiret sevgisi sûru da kuvvetli olmazsa, düşman, göğüs kalesini
açar, oraya gider ve orada düşmanın orduları olan hevâ, kendini beğenme, kibir,
cimrilik, Allah hakkında sû-i zan dedikodu ve gıybet gibi şeyler oraya girer ve
orada geceler. Böylece hükümdar köşke sıkışıp kalır ve işi zorlaşır. Ama,
"tevfik" yardımı gelip, o düşman ordusunu o kaleden çıkarınca, ozaman
iş kolaylaşır
göğüs genişler; şeytanın karanlıkları
çıkar ve, Rabbûlaleminin hidayet nurları, içine dolar ki, işte Hz. Musa
(a.s)'nın, "Rabbim, göğsüme genişlik ver" niyazı ile kastedilen
budur.
İkinci misal: Bil ki,
nurun kaynağı kalbtir. İnsanın, zevcesiyle, çoluk çocuğuyla meşgul olması,
insanlarla arkadaşlık yapma arzusu duyması ve düşmanlarından korkması, kalb
güneşinin nurunun gönül sahrasına girmesine mani olur. Binâenaleyh, Cenâb-ı
Hak, kulunun basiretini kuvvetlendirip böylece de o, mahlukatın aciz olduğunu;
dareyndeki faydalarının azlığını görüp müşahede edince, onlar onun gözünde
küçülür. Şüphe yok ki onlar, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın Zâtı hariç, her
şey yok olucudur" (Kasas. 88) buyurduğu gibi, mahza yokiuk olmaları
açısından kul, Allah'ın dışında kalanların mahzâ yokluk olduklarını müşahede
edip durur. İşte bu noktada, onun kalbi ile Allah'ın celâl nurları arasındaki
perde kalkar. Perde kalkınca da o kalb nûr ile dolar ki, işte göğsün
genişlemesi budur.
[124]
Altıncı fasıl: Bu
fasıl "sadr" kelimesinin ne demek olduğu hakkındadır. Bil ki, bu
kelimeyle bazan, "kalb" murad edilir. Nitekim Cenâb-ı Hak
"Allah'ın göğsünü İslâm'la açtığı kimse..." (Zümer, zzy, "Rabbim
göğsüme genişlik ver" (Tâhâ, 25)
"Ve kalblerde olan şeyler saçılıp ortaya
döküldüğünde"(Acttyat, 10) ve "(Allah)
gözlerin hain bakışını, göğüslerin gizleyeceği her şeyi bilir" (Mûmm, 19)
buyurmuştur. Bazan da, bu kelimeyle, içinde kalbin
bulunduğu o mekan
kastedilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Fakat hakikat şudur ki, gözler kör
olması fakat sinelerin içindeki kalbler kör olur" (Hac, 46) buyurmuştur.
Alimler, aklın yerinin kalb mi yoksa beyin mi olduğu hususunda ihtilaf
etmişlerdir. Kelâmcıların ekserisi, onun mahallinin katb olduğu
kanaatindedirler ki, biz bu meseleyi Cenâb-ı Hakk'ın, "Onu senin kalbine,
Cibril-i emin indirdi"(Şuara, 193-194} ayetlerinin tefsirinde inceledik
Bazı kimseler de şöyle
demişlerdir: (Bu hususta) kullanılan şu dört kelime vardır. "Sadr",
"kalb", "fuâd" ve "lübb" kelimeleri
"Sadr", İslâm'ın karargâhıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah'ın,
göğsünü (sadrehû) islâm'la açtığı kimse"(Zumer,22) buyurmuştur.
"Kalb" imanın karargâhıdır. Nitekim Cenab-t Allah, "Fakat Allah
size imanı sevdirdi. Onu kalblerinizde süsledi" (Hucurât, 7) buyurmuştur.
Gönül (Fuâd), marifetullah'ın karargâhıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onun
gördüğünü kalb yalana' çıkarmadı" (Necm, 11) ve "Çünkü kulak, göz ve
kalb: Bunların herbiri bundan mesuldür"M, 36) buyurmuştur.
"Lübb" ise, tevhidin karargâhıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ancak
lübb (halis akıl) sahipleri öğüt alır"(Zümer, 9) buyurmuştu. Bil ki kalb,
bu aleme gönderilirken,'tıpkı bomboş bir levha, kağıt gibi, nakış ve yazılardan
hali ve beri, boş olarak gönderilmiştir. Binâenaleyh o, beden aleminde tıpkı
"Levh-i Mahfuz" gibidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak oraya, rahmet ve
azamet kalemiyle, mevcudatın nakışları ve mahiyetlerin şekillerine ait, aktl
alemini ilgilendiren her şeyi
yazmıştır ki bu, bu
küçük alemin kıyameti kopuncaya kadar tekbir satır gibidir ki bu da, mücerret
şekil ve tertemiz bir haldir.
Sonra akıl, tevfik
(muvaffakiyet) gemisine biner ve onu, makûlât alemiyle rûhaniyet alemlerinin
dalgalandığı denize atar. Böylece, bazan, azamet ve kibriya rüzgârlarının
estiği yerden, saadet ve mutluluk rehaveti; bazan da, helak edici olan
rüzgârlar eser. Derken, tefekkür gemisi çoğu kez, Celâl'in tecelli ettiği
tarafa ulaşır; böylece kendisine, ulûhiyyet nurları doğar ve akıl, dalâlet
zulmetlerinden kurtulur. Bazan da gemi, cehaletler cenubunda batar, kırılıp
parçalanır ve (içindekiler) boğulur. O gemi, izzetin dalgalarının çarpışması
arasında, gemiyi koruyana ve onun nûr ve hidayetlerinden almaya ihtiyaç duyar
da, işte o zaman, "Rabbim, göğsüme genişlik ver!" der. Bil ki akıl,
imkânlar aleminin süfliliğinden, vâcibu'l-vücüdun ulviyyetine doğru terakki etmeye
başladığında, mahiyetleri mütala üe, "mücerredât ve "mufarekât"
kesbetme ile olan meşguliyeti fazlalaşır. Her mahiyetin, ya onunla birlikte ya
da onun için olduğu malumdur. Binâenaleyh, eğer o mahiyet O'nunla birlikte
olursa, basiret, ulûhiyyetin izzet celalimi nûriarıyla dolar; böylece de, o
orada, diğer nurları mütalâa etmekle meşgul olmaz. Bunun dışında katan görme ve
basiret namına ne var ise onlar da yok olur, izmihlale uğrar. Yok eğer, bu
mütalâa, O'nun için olan şeyden dolayı ise işte bu noktada, söyleşi bir ilginç
hal meydana gelir. Şayet, billurdan meydana gelmiş olan bir küre ara yere
konulsa ve ona, güneşin ışınları düşse, böylece o ışınlar belli bir alana
yansırlar. Böylece de ışınların yansıdığı o alan, yanar. Binâenaleyh, bütün
mümkin varlıkların mahiyetleri, kudsiyyet güneşinin, azamet nurunun ve celâl
aydınlığı mukabiline konulmuş olan saf bir billur küre gibidirler. Eğer kaibte
bunlara doğru bir iltifat meydana gelirse, o kalbte bütün bunlara yönelik bir
nisbet oluşur, meydana gelir. Böylece de ulûhiyetin kibriya ışınları, bunların
herbirinden kalbe yansır, böylece de kalb, yanıp tutuşmaya başlar. Yakan şeyin
çokluğu nisbetinde o yanmanın da daha mükemmel olacağı malumdur. İşte bundan
dolayı Hz. Musa (a.s), "Mümkinât alemiyle ilgili dereceleri idrâk
edebilmem ve böylece de celâl nûriarıyla yanma makamına ulaşabilmem için,
"Rabbim göğsüme genişlik ver" demiştir ki bu, Hz. Peygamber ^ UT
tÇsV' Uj< "Bana eşyanın hakikatini, nasıl iseler öyle göster"
şeklindeki sözünden kastedilendir. Hz. Peygamber, eşyanın, Celâl nûriarıyla
yanıp tutuştuğunu müşahede edince, "Ben, seni medh ve sena etmekten
acizim, (bunu yapamam)''[125]
buyurdu.
[126]
Yedince fasıl: Bu
fasıl, geriye kalan bahislerle alâkalıdır. Hz. Musa (a.s), bu açıklamanın
faydasının, Allah'a değil de kendisine yönelik olduğunu ortaya koymak için,
"Ya Rabbi göğsümü aç" dememiş, "Ya Rabbi benim için, dememiş,
"Ya Rabbi, benim için, göğsünü aç" demiştir. Hz. Peygamberin göğsünün
açılması keyfiyetti
ile bu açılma ve Hz.
Musa (a.s)'nın göğsünün açılması arasındaki üstünlük derecelerini biz
inşaallah, (inşirah, ayetini tefsirinde
açıklayacağız. Allah doğruyu en iyi bilendir.
İkinci matlûb: Cenâb-ı
Hakk'ın "İşimi kolayİaştır" ayetidir. Ehl-İ Sünnete göre, bununla
Cenâb-ı Hakk'ın fiilleri yaratması kastedildiği halde, Mu'tezile'ye göre,
kolaylaştırıcı tütuf fiillerine tahrik edip sevketmek manası kastedilmiştir.
Buna göre şayet, "mümkün ofan her çeşit lütuf fiilini, Allah Teâlâ
yapmıştır. Binâenaleyh, böyle bir istekte bulunmanın faydası nedir?"
denilirse biz deriz ki, burada, ancak böyle bir istekten sonra yapılması güzel
olan lütuf fiillerinin bulunması muhtemeldir. Binâenaleyh, bu isteğin faydası,
o lütuf fiillerinin güzel olmasıdır.
[127]
Üçüncü matlûb: Hz.
Musa (a.s)'ın "dilimden de düğümü çöz ki, sözümü iyi anlasınlar" ifadesidir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele
vardır:
[128]
Bil ki konuşmak büyük
bir lütuftur. Bunun böyle olduğuna şunlar delâlet eder:
a) Cenâb-ı
Hak 'insanı yarattı;
ona, beyânı öğretti"
(Rahman. 3-4) buyurmuş, "ve ona, beyânı öğretti dememiştir. Çünkü Cenâb-ı
Hak şayet bu ifadeyi önceki ifadeye atfedecek olsaydı, bu ifade, ondan başka
olurdu. Ama Cenâb-ı Hak bu ifadenin başına atıf harfi getirmeyince, O'nun
"Ona beyanı öğrettf ifadesi, O'nun 'İnsanıyarattı" ifadesinin adeta
bir tefsiri gibi olmuş oldu. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, ona beyânı öğretmek
için, insanm Hakk'ı ve yaratıcısı olmuş olur ki, bu söz de, "İnsanın
mahiyeti, hayvân-ı nâtık olmasıdır" şeklindeki meşhur söze varıp dayanır,
b)
İnsanların, dilin büyük bir lütuf olduğu hususunda ittifak etmiş olmalarıdır.
Nitekim Züheyr
"Yiğidin dili, onun yansıdır; diğer
yarısı da kalbi... Geriye ise ancak, et ve kandan (mürekkeb) bir suret
kalmıştır" demiştir. Hz. Ali (r.a)'de şöyte demiştir: "Şayet dil
olmasaydı, insan, salıverilmiş bir hayvan, yahutta, sadece kalıba dökülmüş bir
şekil olurdu. Bu, "Biz, zihnin anlayışını ve lisanın konuşma kabiliyetini
(insandan) kaldıracak olsak, insanda geriye ancak, hayvanlarda bulunan şeyler,
(et parçaları) kalırdı" demektir. Yine ulemâ, "kişi, en küçük o iki
parçası, yani kalbi ve lisanıyla kişidir" demişlerdir. Hz peygamber
(s.a.s)*»^-! <^ yr* *J*N "kişi, lisanın altında saklıdır"
buyurmuştur.
c) Hz. Adem
(a.s)'in münakaşa sırasında, onun üstünlüğü ancak, nutku, konuşma sebebiyle
tahakkuk etmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak "Ey Adem onlara, o eşyanın
isimlerini bildir" demiş, Hz. Adem (a.s) de
onlara o eşyanın isimlerini haber verince Cenâb-ı Hak, "Ben size,
"Göklerin ve yerin gaybınt Ben bilirim"demedim mi?"
(Bakara, 33) demiştir.
d) İnsan,
rûh ve kalıbtan mürekkeb olan bir cevherdir. Onun ruhu, melekler alemindendir.
Binâenaleyh o rûh, devamlı olarak mugayyebâtın şekillerini, melekler aleminden
elde eden sonra da, bu istifâdeden sonra da o şekilleri, maddeler âlemine
aktarır... Onun bu istifâdedeki vasıtası, zihni tefekkürü ve konuşmasıdır. O
vasıta, "Bir saatlik tefekkür, bir yıllık ibadetten daha hayırlıdır"
da denildiği gibi, en büyük ibadet olunca, bunu ifade de vasıtanın da uzuvların
en şereflisi olması gerekir. Binâenaleyh, Hz. Musa (a.s)'nın, "Rabbim
göğsüme genişlik ver" sözü, ruhta meydana gelen nuru taleb etmeye; onun,
"işimi kolaylaştık' ifadesi de, bunu elde etmeye ve bu elde etmenin
kolaylaştırılmasına bir işaret olmuş olur ki, işte bu noktada, o ruhani
istifadede bir kemâl meydana gelmiş olur.
Bundan sonra da geriye
ancak, "beyân" makamı kalmış olur ki, bu da o kemâli başkasına
aktarmaktır. Bu ise ancak dil ile olur. İşte bundan dolayı Hz. Musa (a.s)
"dilimden de düğümü söz" demiştir.
e-) İtim, kesinleşmiş
olan bilgiye göre, yaratılan şeylerin en üstünüdür. Cömertlik ve bağış da,
tâatların en faziletlisidir. Uzuvlar içinde elden daha üstünü yoktur. El,
maddi bağışın vasıtası
olduğu için, "Yüksek, yani veren el; alçak, yani alan elden daha hayırlıdır"
denilmiştir. Maldan daha hayırlı olan ilim, lisan bağışının aleti, vasıtası
olunca, dilin, uzuvların en şereflisi olması gerekir. Bilgilerin verilmesinde
vasıta olan şeyin dil olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh dilin, uzuvların en
kıymetlisi olması gerekir.
[129]
Bazı kimseler, şu
sebeplerden dolayı susmayı övmüşlerdir:
1)
Hz. Peygamber (s.a.s) "Susmak hikmettir;
bunu yapan ise azdır"[130] buyurmuştur. Rivayet olunduğuna göre insanın
uzuvları dil hakkında tefekkür edip şu karara varmıştır: "Aramızda,
Allah'dan en çok sen kork! Çünkü sen, müstakim olursan, biz de müstakim
olursun. Eğer eğri büğrü olursan, biz de eğri büğrü olursun..."
2) Dört çeşit söz vardır:
a) Sırf zarar veyahutta zarar tarafı baskın;
b) Zararı faydası denk;
c) Fayda tarafı baskın;
d) Sırf fayda olan.
Sırf zarar veya zarar
tarafı baskın olana gelince, bunun terkedilmesi gerekir. Faydası ve zararı eşit
olan ise ayıbtır. Geriye son iki kısmı kalmış olur ki, bu iki kısmı da daha
fazla zarardan arındırmak zordur, çetindir. Binâenaleyh, evlâ olanı,
konuşmamaktır.
3) İster yaratıcı isterse yaratılmış, ister
malûm isterse mevhum (vehmî) hiçbir mevcut veya ma'dûm (olmayan) yoktur ki,
lisan onu ifade etmemiş ve ona, müsbet veya menfi manada değinmemiş olsun...
Çünkü kalbin içinde aldığı her şeyi, lisan, hak veya batıl olarak ifade eder.
Bu, diğer uzuvlarda bulunmayan bir özelliktir. Çünkü göz, renklerin ve
şekillerin kulak, seslerin ve harfin; el de, maddelerin ötesine geçemezler.
Diğer uzuvların günahlarının aksine, o kolayca, külfetsiz bir biçimde günah
işler ya da sevap elde eder. Çünkü, diğer uzuvlar isyan etme hususunda, genelde
elde edilmesi zor olan pekçok şeylere gerek duyarlar. İşte bundan dolayı evlâ
olan, konuşmamaktır.
4)
Konuşmamayı ifade için şu dört kelime kullanılır: samt, sükût, msât ve ısâhe
Samt" bunların genel olanıdır; çünkü bu kelime hem konuşabilen, hem de
konuşamayanlar hakkında kullanılır. İşte bundan dolayı, "Konuşan, yani
zahiri mal; susan, yani halkça bilinmeyen (altın, gümüş...) mal" denilmiştir.
"Sükût" ise, konuşabilenin konuşmaması demektir. "İnsât",
dinlemeyle birlikte susmaktır. Bunlardan biri diğerinden ayrıldığında, o durumu
ifade için, "insât" fiili
kullanılmaz.
Nitekim Cenâb-ı Hak da (her ikisini bir arada kullanarak), "...derhal onu
dinleyin, susun"(Araf,204) buyurmuştur. Isâha ise, mesela bir sır ve uzak
bir yerden gelen ses gibi, anlaşılması zor olan şeylere kulak vermek,
dinlemektir. Bil ki, "sumt", yokluktur. Yokluk da ise fazilet yoktur.
Bilakis bizzat nutkun, konuşmanın kendisinde fazilet vardır. Rezillik ise,
münakaşa etmededir. Şayet böyle olmasaydı, Hz. Musa (a.s), "dilimde de
düğümü çöz" diye istekte bulunmazdı.
[131]
Alimler, Hz Musa
(a.s)'mn lisanında bulunan, o düğümün
ne
olduğu hususunda şu iki görüş üzere ihtilaf etmişlerdir:
1) Bu düğüm,
Cenâb-t Hakk'ın onun lisanında yaratmış
olduğu
bir düğümdür. Bunun için o, Allah'dan, bunu
kaldırmasını istemiştir.
2) Bunun
sebebi şudur: Hz. Musa (a.s), çocuk iken, Firavun'un sakalını tutup onu yoldu.
Firavun da, onu öldürmeyi kafasına koyarak, "Elinde mülkümün ve kudretimin
zail olacağı kimse budur" dedi. Bunun üzerin Asiye: "o, akledemeyen
bir çocuktur. Bunun emaresi ise, senin ona hurma ve ateşi yaklaştırmanda"
dedi. Sonra da, bu iki şey onun Önüne konuldu; o, ateşi aldı ve ağzına koydu...
İşte bu fikri savunanlarda kendi aralarında ihtilaf etmişlerdir. Bazıları onun
elinin ve dilinin yanmadığım, çünkü elinin asayı tutma aleti -ki, bu da o
asanın hüccet olmasıdır-; lisanın da, zikir aleti olduğunu, dolayısıyla
yanmayacağını söylemişlerdir. Bunların bir delili de, İbrahim (a.s)'ın
Nemrut'un ateşiyle yanmamasıdır. Musa (a.s) da, tandıra atılınca yanmamıştır.
Binâenaleyh, daha nasıl burada yanabilir?
Diğer bazıları da
şöyle demiştir: "Onunla yeme içme hakkı doğmasın diye, dili değil de eli
yandı."
3) Eli değil de dili yandı. Çünkü, hücum ve
saldırma, eliyle olmuştu. Lisanına gelince o ona, "Babacığım" diye
hitab etmişti.
4) Hem yeme
içme, hem de konuşma hakkı doğmasın diye, her ikisi birden yandı...
Alimler, Hz. Musa
(a.s)'ntn o düğümün çözülmesini niçin taleb ettiği hususunda şu şekillerde
ihtilaf etmişlerdir;
[132]
1) Peygamberliği
ifa hususunda, kesinlikle
bir arıza meydana gelmesin diye.
2) Nefreti
izâle için. Çünkü, lisandaki tutukluk, bazan o kimseyi hafife alma ve ona
iltifat etmeme neticesine götürür,
3) Mucize
olsun diye Hz. Zekeriyya (a.s)'ın konuş amam ası kendisi hakkında nasıl bir
mucize olmuşsa, Hz. Musa (a.s)'ın lisanının çözülmesi de onun hakkında bir
mucize olmuştur.
4) Kolaylığı
talep etme ve temin atme. Çünkü, ceberûta ve kibrine bürünmüş olan Firavun
gibilerine karşı söz söylemeye teşebbüs etmek bayağı zordur. Bir de buna,
usanın tutukluğu eklenirse had safhaya çıkar. Böylece o, işi kolaylaştırmak ve
hafifletmek için, Rabbisinden o düğümün giderilmesini İstedi.
[133]
Hasan el-Basri Cenâb-ı
Hakk'ın, "ey Musa, istediğin sana
verilmiştir"
(Tâhâ, 36) ayetine dayanarak, o düğümün ve o
tutukluğun tamamiyle zail olduğunu söylemiştir ama bu
görüş zayıftır. Çünkü Hz. Musa (a.s)"Ukdeyi, onun
tamamını lisanından çöz" dememiş, tam aksine "Lisanımdan bir ukde çöz" demiştir.
Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, tek bir ukdeyi çözdüğünde, Hz. Musa (a.s)'a , isteğini
karşılamış olur. Gerçek şudur: Onun tisanındaki ukdelerin ekserisi çözülmüş,
ama onların azı kalmıştır. Bunun delili İse, Cenâb-ı Hakk'ın, Firavun'ın
söylediğini naklettiği, "Yoksa ben ondan hayırh değil miyim? O ki
hakirdir, (meramını) bile nerdeyse açkfayamıyor" (Zuhrui, 52) ayetidir.
Yani, "O nerdeyse meramını anlatamayacak" demektir. İşte bu ayette,
onun lisanında bir tür tutukluk bulunduğu halde açıklamada bulunduğuna dair bir
beyanat vardır. Buna da şu iki açıdan cevap verilmiştir:
a) (Zuhruf, 52) ifadesiyle "O, beyanatta
bulunmadı, hüccet de getiremez" manası kastedilmiştir.
b) Kâde
fiili karube (yakın oldu) manasındadır. Binâenaleyh, bu ifadeyle şayet, iisanen
yapılan bir açıklama kastedilmiş olsaydı, o zaman bunun manası, "O, beyâna
yaklaşamadı" şeklinde olurdu; böyle olması halinde de hiç beyanatta
bulunamamış olurdu ki, bu batıldır. Zira o, hem Firavun'a, hem de onun
yanındaki topluluğa hitab
etmiş, onlarda onun
sözünü dinlemiş ve anlamışlardı. Onun daha, hiç beyanatta bulunamadığı nastl
ileri sürülebilir? Tam aksine, belki de Firavun bunu,bakışları ondan
çevirebilmek için, göz boyamak için söylemiştir.
Ehl-i tasavvuf ise
şöyle demiştir: Hz. Musa (a.s), ''Dilimden de (bir) düğümü çöz" demiştir.
Çünkü, düğümlerin hepsinin çözülmesi, Hz. Muhammed (s.a.s)'in nasibi ve hissesidir.
Nitekim Cenâb-ı Hak, "Yetimin malına,... en güzel biçimde
yaklaşın"M.34) buyurmuştur. Binâenaleyh, bu da, Ebu Tallb (r.a)'in
yetiminin hakkı olunca, hiç şüphesiz ki Hz. Musa (a.s), bunun kıyısına
yaklaşmamıştır. Allah en iyisini bilendir.
[134]
Dördüncü matlub: Hz.
Musa (a.s)'nın "Bana kendi ailemden
bir de vezir ver" sözünün ifade ettiği husus. Bil ki, Hz. Musa (a.s)'nın
vezir talebinde bulunması, ya bizzat kendisinin bu işi hakkıyla yerine
getirmesinden endişe duyup böylece de bir yardımcı talebinde bulunmasından
dolayıdır; yahutta, samimiyetin tahakkuk edip hiçbir ithamın da bulunmaması
yanında, dini konularda yardımlaşmanın, Allah'a davet etme işi hususunda büyük
bir meziyyeti olduğunu görmesinden dolayıdır. İşte bundan dolayı Meryemoğlu
İsa, "Allah'a (doğru giden yolda) bana yardım edecekler kim?"
Havariler: "Biziz Allah'ın dininin yardımcıları'1 (Aiı
immn.52)demişlerdir.Cenâb-ı Hak Hz. Muhammed (s.a.s)'e de "Sana, Allah ve
sana tâbi
olan müminler yeter"(Enf\. e) demiştir.
Hz. Peygamber (s.a.s) "Benim hem gökte hem de yerde ikişer vezirim
bulunmaktadır. Göktekiler, Cebrail ve Mikail. Yerdekiler de Ebu Bekir ve
Ömer'dir"[135]
buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır.
[136]
Buradaki "vezir",
vizr (yük, ağırlık) kelimesinden alınmıştır.
Çünkü "vezir" Melik'in ve hükümdarın, bir tür yükünü
sırtlanır. Veyahutta ona, yardımcı ve destekçi olur.
Yahutta
bu kelime, "sığınak ve melce"
anlamına gelen kelimesinden
iştikak etmiştir ki,
bu "kendisiyle korunuian dağ" demektir. Çünkü kral idare ettiği
kimseler hakkında vezirine başvurur ve ona müracaat eder... Etbânın işlerini de
ona havale eder. Yahut bu kelime, yardımlaşma anlamına gelen
"muvâzere" masdarından türemiştir. Muvâzere kelimesi de, Arabların deyimlerinden
alınmıştır ki, bu da, bir kimsenin zor bir iş yapmaya hazırlandığında bağlayıp
takviye ettiği yer anlamındadır. Bu açıklamayı, el-Esmai yapmıştır. Normal
olarak bu kelimenin, "Ezîr" şeklinde olması gerekirdi; ancak ne varki
hemze vâva çevrilmiş ve "veztren" şeklinde olmuştur.
[137]
Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur:'"Cenâb-ı Hakk bir
idareciye hayrı murad ettiğinde ona,
salih
iyi ve uygun bir vezir bahşeder. Unuttuğunda, ona hatırlatır; hayrı yapmak
istediğinde ona destekçi olur; şerri düşündüğünde de ona mani olur"[138]
Enuşirvân da şöyle dermiş: "En iyi kılıç bile, ciladan müstağni olamaz. En
iyi hayvan da, kamçıdan müstağni olamaz... Ve, en bilgin kral ve yönetici de,
vezirden, yardımcıdan müstağni olamaz."
[139]
Şayet, "Vezirden medet
umma işine hükümdarlar
yöneticiler muhtaçtır. Ama, Allah'dan aldığı vahyi ve risaleti
belli bir topluma tebliğle mükellef olan peygambere
gelince, vezirin ona nefaydası olabilir? Hem, Hz. Musa
(a.s)
Rabbisinden, onu kendisine nübüvvet
hususunda ortak kılmasını istemiş, "Onu
işimde ortak kıl" (Tfthâ, 32) demiştir. Binâenaleyh o, daha nasıl
vezir olabilir?"denilirse, bunun birinci şıkkına şu şekilde cevap
verebiliriz: Samimiyetin bulunması,
töhmetin
de olmaması yanında dini konularda yardımlaşmanın, Allah'a davet
etmedeki tesiri hususunda büyük bir meziyyeti vardır.
Binâenaleyh, Hz. Musa (a.s)
da, kardeşi Harun
(a.s)'a güveniyordu, işte bundan dolayı, tebliğ hususundaki yüklerinbir kısmını
onun üstlenmesi için,
Rabbinden, Harun sayesinde
sırtının
kuvvetlendirilmesini istedi.
[140]
Beşinci matlub: O
vezirin, ehlinden, yani akrabalarından olması...
[141]
Altıncı matlub:
Ehlinden olan o vezirin, kardeşi Harun (a.s) olması. Hz. Musa (a.s), kardeşi
Harun (a.s)'ın veziri olmasını şu iki sebepten dolayı istemiştir:
1) Dini
konularda yardımlaşmanın büyük bir şerefi vardır, Binâenaleyh, Hz. Musa (a.s)
bu şerefin, kendi ehli için tahakkuk etmesini istemiştir.
2) Yahutta,
onlardan her biri diğerini son derece seviyor ve birbirleriyle de o nisbette
uyum sağlıyorlardı.
İfadedeki kelimesinin
mansûb olması hususunda da, şu iki izah yapılabilir:
a) Bu,
mukadder ca'l (yapmak) fiilinin mefûtü olup, ifadenin takdiri, "Kardeşim
Harunu, benim vezirim yap, kıl" şeklinde olur.
b) Bu
kelime, vezîren kelimesinden bedeldir. Ehî kelimesi de, Harun kelimesinin ya
sıfatı, ya da onun bedelidir. Bil ki, Hz. Harun (a.s)'a mahsup bir takım
hususiyetler vardı. Bunlardan birisi, onun fasih olmasıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak,
Hz. Musa (a.s)'dan naklen', "Kardeşim Harun, o, lisan bakımından benden
daha fasihtir" {Kasas, 34) buyurmuştur. O, yumuşak ve şefkatlidir...
Meselâ o, "Ey anamın oğlu, sakalımı, başımı tutma" rret\&, u)
demiştir. O, yaş bakımından daha büyük idi.
[142]
Yedinci matlub: Hz.
Musa (a.s)'nın "Onunla sırtımı kuvvetlendir" şeklindeki sözüdür. Bu
ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[143]
Kurrantn ekserisinin
okuyuş şekli, bir dua cümlesi olarak şeklindedir. Sadece İbn Amir, bir cevap
olmak üzere, Hz.
Musa (a.s)'dan
yapılmış olan bir nakilmiş gibi (Onunla
sırtımı kuvvetlendireyim ve onu kendime ortak kılayım...) şeklinde okumuştur.
Bu ifadeleri emir sığasında okuyanların, ehî kelimesini mübtedâ olarak merfû,
At kelimesini de onun haberi yapmaları ve Hârûne kelimesi üzerinde vakfetmeleri
de mümkündür.
[144]
Ezr kuvvet
anlamındadır. Arapça'da, "onu kuvvetlendirdi, destekledi"
manasında (Âzerehû) denilir. Nitekim
Cenâb-ı Hak(Fath, 29)"gitgide onu
kuvvetlendirmiş"
buyurmuştu. Yani,
"Onu destekledi" demektir. Ebu Ubeyde ise ezrî kelimesinin
"sırtım" anlamına geldiğini söylemiştir. Halil'in eserinde de
"ezr", "sırt" anlamındadır.
[145]
Hz. Musa fa.s),
kardeşi Harun (a.s) kendisine
vezir yapmasını Aİlah'dan dileyince, Allah'dan onunla kendi sırtını
kuvvetlendirmesini ve onu kendisine yardımcı ve destekçi kılmasını istemiştir.
Çünkü sırf akrabalığa güven olmaz.
[146]
Sekizinci matlub:
Onun, "Onu işimde ortak kıl" ifadesi. Buradaki "el-emru"
kelimesi "nübüwet"tir. Hz. Musa (a.s) böyle söylemiştir, çünkü o,
onun, kendi pazusunu kuvvetlerdireceğini (kendisini destekleyeceğini)
biliyordu; zira o, hem yaşça ondan büyükdü, hem de fasih idi.
Cenâb-ı Hak (c.c), Hz.
Musa (a.s)'ın niçin böyle dua ettiğim,
yine ondan
naklederek "Taki seni çok teşbih
edelim. Seni çok analım" buyurmuştur. "Tesbih"in, lisânen veya
itikâden olmuş olması muhtemeldir. Her iki takdire göre de teşbih, Allah
Teâlâ'yı, zâtı, sıfatları ve fiilleri hususunda kendisine
yakışmayan şeylerden tenzîh etmek ve tebrie etmek,
aklamaktır. "Zikr" ise, Cenâb-ı Hakkı cefâl ve kibriyâ sıfatlarıyla
vasfetmekten ibarettir. Olumsuzunun olumludan önce geldiğinde şüphe yoktur.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Şüphe yok ki Sen bizi hakkıyla görensin" buyruğuna gelince bu
hususta da şu izahlar yapılmıştır:
1) "Bizim, bu taatleri, ancak senin rızan
için yaptığımızı ve bunlarla Senden başkasını arzulamadığımızı, sadece seni
arzuladığımızı, şüphesiz ki sen biliyorsun."
2) "Bu
tür şeylerle yardım talebinde bulunmam, nübüvvet konusunda onlara olan
ihtiyacımdan dolayıdır. Sen bunu hakkıyla görüp biliyorsun.".
3)
"Sen, bizim faydamıza olan çeşitli
şeyleri bilip duruyorsun. Binâenaleyh, onlardan en uygununu bize ver." Hz.
Musa (a.s), yukardaki dualarını, Rabbim, kendisine hükmetmekten ve tahakkûmda
bulunmaktan tenzih etmek ve işi, büsbütün ve tamamiyle O'na havale etmek için
kayıtla kayıtlamıştır.
[147]
"Buyurdu:
"Ey Musa, istediğin sana verilmiştir. Andolsun ki, biz sana, diğer
bir zamanda da, arhna vahyolunacak olan şeyi; ilham
ettiğimiz vakitte de
lütfetmiş ve
(kendine) "Onu tâbuta koy da, denize at ki, deniz onu kıyıya
atsın, onu benim de kendisinin de düşmanı olan biri
alacak diye emretmiştik.
Sana karşı, (Ey
Musa), gözümüzün önünde yetiştirilmen İçin, Kendimden bir
sevgi bırakmıştım. Hani, kızkardeşin gidip şöyle
diyordu: Ona bakacak bir
kimse (temin etmek
için) size yol göstereyim mi? Böylece seni, tekrar annene
verdik ki, gözü aydın olsun ve tasalanmasın. Sen, bir
de adam öldürmüştün
de, biz seni o gamdan
kurtarmıştık. Seni, türlü türlü sınamalarla imtihan
etmiştik. Bunun için yıllarca Medyen halkı içinde
kaldın. Sonra da,
(hakkındaki) takdire
göre buraya geldin, ey Musa! Ben seni, Kendim için
seçtim. Sen, kardeşin de beraberinde olarak,
mucizelerimle git. ikini? de,
beni hatırlayıp
anmakda gevşeklik göstermeyin, Firavn'a gidin. Çünkü o,
hakikaten azdı. (Gidin de), ona yumuşak söz söyleyin,
Olur ki, nasihatdinler, yahut Allah'd an korkar"
(Taha, 36-44).
Bil ki, taleb etmek ve
istek anlamındadır. Bu kelime, hubz (ekmek) kelimesinin mahbûz (pişirilmiş) ve
eki (lokma) kelimesinin de me'kül (yenilmiş) anlamına gelmesi gibi, ism-i mefûl
anlamında olarak fu'l kalıbındadır. Yine bil ki, Hz. Musa (a.s), bu sekiz şeyi,
Rabbisinden talep edip, üzerine aldığı şeyin ancak O'nun kendisine icâbetiyle
kemâle girecek olan bir teklif olduğu malum olunca, hiç şüphesiz, mükellef
kılındığı tarzda tebliğde bulunmaya muktedir olabilmesi için, Allah Teâlâ
kendisine icabette bulunmuş da, "Ey Musa, istediğin sana verilmiştir"
buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, bunda çeşitli faydalar bulunduğu için, bunu büyük
nimetlerden addetmiş, bunun peşinden, "Andolsun ki, biz sana, diğer bir
zamanda da... lütfetmiştik" demiş, bununla şunlara dikkat çekmek
istemiştir.
a) Cenâb-ı
Hak sanki, "Ben, sen istekte bulunmadan önce de, senin maslahatına riâyet
ettim. İstekte bulunduktan sonraysa, daha nasıl senin muradını vermem?
b) Ben seni büyütüp terbiye ettim. Binâenaleyh,
şimdi Ben senin isteğini vermezsem, kabul ettikten sonra reddetme; iyilikte
bulunduktan sonra da kötülük etmek olur. Binâenaleyh, bu benim keremime nasıl
yaraşır?
c) Biz, eskiden sana ihtiyaç duyduğun her şeyi verip ve seni, hakir, aşağı durumdan
yüksek derecelere çıkardığımıza göre bu, bizim sana büyük bir makat? ve mühim
bir iş verdiğimize delâlet eder. Binâenaleyh, bu dereceye ulaşmış kimseyi,
isteğinden men etmek nasıl uygun düşer?
Burada şöyle iki soru
sorulabilir:
[148]
Birinci soru:
"Minnet" tabiri, eziyyet veren bir ifâde olup; makam da lütuf makamı
olmasına rağmen, verdiği bu nimetleri, Cenâb-ı Allah
niçin "minnet" lafzını getirerek zikretmiştir?
Cevap: Hak Teâlâ bunu,
Hz. Musa (a.s)'ın, kendisine ulaşıp geien o nimetleri hak ettiği için değil,
aksine Allah'ın lütfunun ve ihsanının gereği olarak ona tahsis ettiğini
anlaması için böyle buyurmuştur.
İkinci soru: Bu
ifadelerle, pekçok lütufta bulunduğunu bildirdiği halde, Cenâb-ı
Hak niçin, "diğer bir zamanda da"
buyurmuştur?
Cevâp: Allah Teâlâ
bununla, tek bir lütfü kastetmemiştir. Çünkü bu ifade, hem az hem de çok
olanlar hakkında kullanılabilir.
[149]
Bil ki burada ifade
edilen lütufların sayısı sekizdir:
Birinci lütuf: Cenâb-ı
Hakk'ın "Onu tabtuta koy da denize
at ki, deniz onu kıyıya atsın, onu benimde kendisininde düşmanı olan birisi
alacak..." ayetinin ifade ettiği husustur.
[150]
Ulemanın ekserisi, Hz.
Musa (a.s)'ın annesinin, nebi ve peygamber olmadığı hususunda ittifak
etmişlerdir. Binâenaleyh bu ayetten anlaşılan "vahiy" ile,
peygamberlere gelen o vahiy nasıl murad edilmiş olabilir. Hem kadın, hüküm
vermeye (hakim olmaya), imam (ve devlet başkanı) olmaya, hatta İmam-ı Şafii
(r.ah)'ye göre kendi kendini evlendirmeye bile salahiyetli değilken, biz bunu
nasıl söyleyebiliriz? Binâenaleyh kadın, peygamber olamaz. Buna, Hak Teâlâ'nın,
"Biz senden evvei de i kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını
(peygamber olarak) göndermedik" (Enbiya. 7) ayeti delâlet eder. Bu ayet,
konu hakkında çok açık bir ifadedir. Hem sonra Kur'ân'da "vahiy"
kelimesi, hep "peygamberlik" manasını da ifade etmez. Nitekim Cenâb-ı
Hak "Rabbin bal ansına da vahyetti u..." (Nahi, 68. buyurmuştur. Yine
Cenâb-ı Allah, "Hani havarilere şöyle vahyediyordum... (MM* m)
buyurmuştur.
[151]
Alimler bu ayette
geçen "vahiy" ile ne murad edildiği hususunda şu değişik izahları
yapmışlardır:
1) Bununla,
Hz. Musa (a.s)'nın annesinin gördüğü bir rüya kastedilmiştir. Bl rüyanın yorumu
Hz. Musa (a.s)'nın tabuta konulup, denize (Nile) bırakılması ve Allah Teâlâ'nın
onu tekrar annesine kavuşturması şeklinde idi.
2) Bununla,
Hz. Musa (a.s)'nın annesinin kalbine bir anda düşen kesin bir karar
kastedilmiştir. Binâenaleyh içine düştüğü bir durum hususunda düşünen herkes
için, o şeyden kurtulmaya en uygun fikir ortaya çıkar işte akla gele o fikre de
"vahiy" denir.
3) Bununla
"ilham" kastedilmiştir. Fakat ilhamdan bahsettiğimizde, bununla
"akla gelen, kalbe gâlib olan şey" manasını kastederiz. Binâenaleyh
bu da tıpkı ikinci izah gibi olmuş olur. '
Bu üç izaha, şu
şekilde itiraz edilmiştir: "Denize atmak da, onu helak etmek (öldürmek)
gibi bir şeydir. Binâenaleyh bu durum, Firavn'dan görülmeye alışılmış olan o
öldürme işinin korkusuna denk bir korkudur. Dolayısıyla, bunların ikincisinden
korunmak için birincisini yapmak nasıl caiz olabilir?
Buna şu şekilde cevap
verilir: Belki de Hz. Musa (a.s)'ın annesi, araştırma neticesinde rüyasının
doğruluğunu anlamıştır. Böylece de çocuğunun Firavun'un eline düşmesinden ise,
denize bırakmasının kurtulmasına nisbeten imkân vereceğini zann-ı gâlible
anlamış olur.
4) Belki de
bu husus o zaman mevcut olan, Şuayb (a.s) ve benzeri bir peygambere
vahyedilmişti. Daha sonra o peygamber bunu Hz. Musa (a.s)' m annesine, ya sözlü olarak (bizzat), ya haber
göndererek bildirmiştir.
Buna da şu şekilde
itiraz edilmiştir. Eğer bu durum böyle olsaydı, Hz. Musa (a.s)'ın annesinin içine düştüğü o çeşit çeşit
korkular, ona gelmezdi.
Bu itiraza da şöyle
cevab verilebilir: Böylesi bir korku, insanlık gereğidir. Nitekim Hz. Musa
(a.s) da, Kendisine bizzat Cenâb-ı Hak, Firavuna gitmesini emretmesine rağmen,
Fİravun'dan korkmuştu.
5) Belki, de
Hz. İbrahim (a.s), Hz. İshak (a.s), Hz. Yakûb (a.s) gibi, daha önceki
peygamberler bunun böyle olacağını haber vermişlerdi. Bu haber de o kadına
ulaşmıştı.
6) Belki de
Cenâb-ı Hak, tıpkı Hz. Meryem'e, "O (Cebrail) (Meryem'in) kendisine hilkati
tam bir insan şeklinde görünmüştü" (Meryem, 17) ayetinde de belirttiği
gibi, Cebrail'i göndermesi şeklinde, peygamberlik söz konusu olmaksızın, Hz.
Musa (a.s)'ın annesine de bir melek göndermiştir. Ayetteki, "Annene
vahyedilmesi gerekti olan şeyi vahyettik" demektir. Bunun vahyedilmesi
gerekli olmuştur. Çünkü hâdise çok büyük ve önemlidir. Bu hususta doğru ve
faydalı olanı bilmek ancak vahiy ile mümkündür. Binâenaleyh bu vahiy
gereklidir.
[152]
HakTeâlânın, "Onu
denize at" diye "emir ile ilgili birkaç mesele vardır:
Bunun başındaki edat,
"en-i müfessire"dir. Çünkü bundan önce geçen "vahyettikî"
fiili, "dedik" manasınadır.
[153]
"Kazf",
atmak ve bırakmak manasınadır. Hak Teâlâ'nın, "Onların kalblerine korkuyu
kazfetti (attı) "(Haşr 2) (ayeti de bu manadadır.
[154]
Rivayet olunduğuna
göro Hz. Musa (a.s)'ın annesi, bir tabut yaptırıp tabanına atılmış (çırpılmış)
pamuk uöşedi ve içine
Musa (a.s)'ı
yerleştirdi. Sonra tabutun ağzını ve çatlaklarını zift ile ziftledi ve onu
Nil'e bıraktı. Nil'in Firavun'un sarayına doğru giden büyük bir kolu vardı.
Firavun, hanımı Âsiye ile birlikte o kol ile meydana getirdiği havuz kenarında
oturuyordu. Derken suyun taşıyıp getirdiği o tabuta rastladı. Firavun onu
görünce, kölelerine ve cariyelerine onu çıkarmalarını emretti. Oniar onu
çıkardılar ve kapağını açtılar. Bir de ne görsünler, nurtopu gibi bir çocuk!
Firavun onu görür görmez, onu sevdi. Bu kıssanın, tamamı, Kasas Sûresinde
gelecektir. Mukatil, o tûbutu yapanın, Firavun'un ailesinden (hanedanından),
iman etmiş Hlzkll olduğunu söyler.
[155]
"Yemm",
deniz demek olup, bununla, bütün müfessirlere
göre, Mısır'daki Nil Nehri kastedilmiştir. Çünkü "Yemm",
hem deniz, hem büyük nehir manasına kullanılır.
[156]
Kîsâi şöyle der:
Ayetteki, "sahil" kelimesi, "ism-i mef'ûl" (meshûl)
manasınadır. Çünkü su onun üstüne çıkmakta, sahil altta kalmaktadır.
[157]
Keşşaf sahibi şöyle
der: Ayetteki zamirlerin hepsi, Hz. Musa (a.s)'a râcidir. Çünkü bunların bir
kısmını Hz. Musa (a.s)'a,
bir kısmını da tabuta
vermek, ayetin nazmında bir tenâfür (uygunsuzluk) bulunduğu neticesine götürür.
Buna göre şayet, "Denize atılan da; sahile atılan da tâbuttur"
denilirse, biz deriz ki: Denize atılan tabutun içinde olarak yine Hz. Musa
(a.s) olduğunu söylemede bir sakınca yoktur. Binâenaleyh bütün zamirlerin
mercii farklı farklı olmamış ve böylece ayetin nazmında bir tenâfür olmamış
olur.
[158]
Allah'ın takdiri, o
denizin suyunun o tâbutu, sahi'? Götürüp atması şeklinde olunca, bunu anlatmak
için mecazi ifadeler
kutlanılmış ve sanki
denizin bir dOşünme (temyiz) kabiliyeti
varmış
gibi, sayılmış, emre itaat etmesi ve bunu yerine getirmesi için, ona bu
emredilmiş ve "Deniz onu kıyıya atsın" denilmiştir.
Hak Teâlâ'nın
"Onu Benim de kendisinin de düşmanı olacak birisi alacak" ifadesi ile
ilgili birkaç bahis vardır.
Birinci Bahis:
Ayetteki, ''Alacak" ifadesi, daha önce geçen, "Denize at"
emrinin cevabıdır.
İkici Bahis: Bu
"alma" işinin nasıl olduğu hususunda şu iki görüş iteri sürülmüştür:
a)
Firavun'un hanımı, cariyelerden su istedi ve o esnada bir tabut gördü. Onu alıp
getirmelerini emretti. Bunun üzerine o tâbut, çıkarılıp getirildi. Binâenaleyh
ayetteki "Firavun'un tabutu alması" şeklindeki ifade ile, Firavun'un
onu kabul etmesi ve gönlünün ona meyletmesi kastedilmiştir.
b) Deniz, o tâbutu Firavun'un havuzuna giden
kolun Nite açılan ağzının sahilindeki bir yere atmıştır. Sonra o kol onu,
Firavun'un havuzuna taşımtş ve Firavun da, onu görüp almıştır.
Üçüncü Bahis: Hak
Teâla'nın, "Onu Benim de, kendisinin de düşmanı olacak birisi alacak"
beyanında şöyle bir müşkillik vardır: Hz. Musa (a.s) henüz düşman olunacak bir
yaşta değildi.
Buna şu şekilde cevap
verilebilir. Firavun'un, küfrü ve isyanından dolayı Allah düşmanı oluşu
açıktır. Ama onun, Hz. Musa (a.s)'ın
düşmanı oluşu hususuna gelince, bunun durumunun o anda Firavun
tarafından anlaşılmış olması halinde, Firavun'un onu öldürecek olması
bakımından olabileceği gibi, Hz. Musa (a.s)'ın işinin, neticede düşmanlığa
varması bakımından olması da muhtemeldir.
[159]
İkinci lütuf: Bu, Hak
Teâla'nın "Sana karşı, kendimden bir sevgi bırakmıştım" ifadesi ile
anlatılan lütuftur. Bu ifade ile ilgili şu iki açıklama yapılır:
1)
"Üzerine, tarafımdan bir sevgi attım." Zamahşeri şöyle der:
"Bundaki minnî deki, harf-i cer, ya elkaytû fiiline mütealliktir ki buna
göre mana: "Ben seni sevdim. Allah'ın sevdiğini, bütün kalbier de
sever" şeklindedir. Yahut da bu harf-i cer, mahzûf bir fiile
mütealliktir/' İşte bu husustaki ikinci görüş de budur. O mahzûf şey, ayetteki
"muhabbet" kelimesinin sıfatı olup,
"Benim tarafımdan hasıl olan bir sevgi, yani Benim tarafımdan olan
ve Benim ycratmamla olan bir sevgiyi senin üzerine attım. Bundan ötürü
Firavun'un karısı, seni sevdi ve "Benim için de, senin için de bir göz
aydınlığı! Onu öldürmeyin" (Kasas, 9) dedi" demektir. Rivayet
olunduğuna göre, Hz. Musa (a.s)'ın yüzünde öyle bir güzellik, gözlerinde öyle
bir tatlı bakış vardı ki gören ona bakakalır, bundan kerdmi alamazdı. Bu tıpkı,
'Rahman onlar için (gönüllerde) bir sevgi verecektir '(«aryam. 96) ayetinde
olduğu gibidir.
Kâdi şöyle der:
"Bu izah doğruya daha yakındır. Çünkü Hz. Musa (a.s) daha küçük iken, dini
açıdan elde edeceği ilahi sevgi ile tavsif edilemez (yani Allah'ı razı
edecek meziyetleri taşıyamaz). Çünkü bu sevgi,
mükafaata müstehak olma manasında, mükellef olanlar için kullanılır. Halbuki
burada kastedilen, Hz. Musa (a.s)'ın yaratılış (güzellik) açısından gıbta
edilir ve beğenilir bir durumda olmasıdır. Hz. Musa (a.s)'ın , Firavun ve
karısına karşı durumu da böyledir. Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'a, daha fazlası
yapılamayacak şekilde, o iki tarafından bir terbiyeyi nasib etmiştir."
Şöyle de denebilir:
Aksine birinci ihtimal, daha tercihe şayandır. Çünkü ikinci izaha göre, bir
takdir yapma ve bu, "Ben, sana kendimden hâsıl olan ve yaratmamla meydana
gelen bir sevgi bıraktım" takdirindedir denilmeye ihtiyaç vardır. Halbuki
birinci manaya göre, böyle bir takdire ihtiyaç yoktur.
Geriye Kâdi'nin,
"O çocukken, Allah'ın sevgisi onun için söz konusu değildir"
şeklindeki fikri kalır. Buna şöyle cevap veririz: Biz bunu kabul etmiyoruz.
Çünkü Allah'ın sevmesinin manası, kullarına faydalı olan şeyleri vermesi,
ulaştırmasıdır. Bu mana ise, çocuk iken de Hz. Musa (a.s) hakkında söz
konusudur. Böylece Allah Teâlâ, bu işin, ömrünün sonuna kadar devam edeceğini
bildirmek istemiş ve bundan dolayı, bu hususta, "muhabbet" lafzını
kullanmıştır.
[160]
Üçüncü lütuf: Bu,
HakTeâlâ'nın "Gözümün önünde yetiştirilmesi için" ifadesi ile
anlatılandır. Kaffâl şöyle demiştir: "İrâdeme göre" yani "gözüm
önünde görülsün diye" manasınadır. Bunun mecazi manası şudur: Bir kimse
onun, gözü önünde bir başkasına ait işi yaparsa, o işi onun istediği ve arzu
ettiği bir şekilde yapar. Bu durmda, onun, arzu ettiği şekil dışında hareket
etmesi mümkün olmaz. Burada da böyledir.
Bu mecazın, ne çeşit
olduğu hususunda iki görüş vardır:
1) Buradaki
"göz" (ayn)'ı ile, bilme manası kastedilmiştir, yani, "Bilgimiz
dâhilinde olmak üzere" demektir. Birşeyi bilen, tıpkı ona bakıp, görenin
onu çeşitli afetlerden koruması gibi, onu afetlerden koruyacağı için, işte bu
açıdan bilme. İle görme arasındaki benzerlikten ötürü, göz (görme) lafzı, bilme
manasında kullanılmıştır.
2) Buradaki
"ayrı" (göz) ile, bakıp - gözetme manası kastedilmiştir. Çünkübirşeye
bakıp gözeten, onu eziyet ve zarar verici şeylerden koruyup gözetir.
Binâenaleyh ayetteki "ayn" (göz), adeta bakıp-gözetmenin sebebi
(vasıtası) gibidir. İşte bundan dolayı, mecazi olarak, sebeb, müsebbeb (netice)
manasında kullanılmıştır. Bu tıpkı, "Hiç şüphesiz Ben sizinİe beraberim,
işitir ve görürüm "rw*.46) ayeti gibidir. Yine birisi birisine, korunması
ve emin olması için duâ ettiğinde, "Allah'ın gözü, üzerinde olsun"
denilir.
Kâdİ şöyle der:
"Kur'ân'ın zahiri, Hak Teâlâ'nın "Gözümüz önünde yetiştirilmen
için" ayetinden kastedilen mananın, Allah'ın muhafazası ve
emin kılması olduğunu gösterir. Bu tıpkı, "Hani
kızkardeşin gidip şöyle diyordu: "Ona bakacak bir kimse (temin etmek için)
size yol göstereyim mi?" Böylece seni, tekrar annene verdik ki gözü aydın
olsun ve tasalanmasın" ayetinde anlatıldığı gibidir. Böylece bu ayet,
Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Musa (a.s)'ı hıfz-u emânına alışının bir tefsiri (izahı)
gibi olmuş olur.
Burada geriye şu iki
bahis kalır.
Birinci bahis cümlesinin başındaki vâv hakkında şu üç izah
yapılmıştır:
1) Bununla
sanki "Benim gözümün önünde olasın diye, tarafımdan üzerine bir sevgi
attım" denilmektedir. Daha sonra gelen, "Hani kızkardeşin gidip"
ifadesi, sözün başı ile yani, "Anana vahyettiğimizde ve kızkardeşin gidip
şöyle dediğinde de sana lütufda bulunmuştuk" ifadesi ile ilgili olmuş
olur.
2) Bu
ifadenin, kendisinden sonra gelen (Hani
kızkardeşin yürüyordu...) ifadesi ile ilgili olması da muhtemeldir. Biz bu iki
açıklamayı , 75) ayetinin tefsirinde zikrettik.
3) Bu vâvın,
sözün gelişine uymayan (fazladan olan) bir vâv olması da mümkündür, yani bu,
"Gözümüz Önünde yetiştirilmen için, sana, tarafımdan bir sevgi
bıraktım" demek olur. Bu görüş zayıftır.
[161]
İkinci Bahis: Bu
kelime, lamın kesresi ile veya sükûnu ve sonunu;- cezmi ile, bir emir olarak,
şeklinde de okunmuştur. Yine bu kelime, te harfinin fethası ile ve mensub
olarak, şeklinde de okunmuştur ki bu, "Amel ve tasarruflarını, gözüm
önünde yapasın diye" demek olur.
[162]
Dördüncü lütuf: Bu,
"Hani kızkardeşin gidip şöyle diyordu..." ayetiyle anlatılan
husustur. Bil ki bu cümlenin âmili, ya veya fiillerdir. Rivayet olunduğuna göre
bu haber Mısır'da, "Firavun Hanedanı, Nil'de bir çocuk yakalamış ve o
çocuk da, kendisine getirilen hiçbir kadının memesinden süt emmemiş" diye
yayılmıştı. Çünkü Allah Teâlâ, ona, anasından başkasını emmesini haram
kılmıştı. Bundan dolayı Firavun'un adamları, kadınları araştırmaya başladılar.
Bu durumu, Hz. Musa (a.s)'ın kızkardeşi öğrenince, bilmemezlikten gelerek,
gidip, "Ona bakacak bir kimse (temin etmek için) size yol göstereyim
mi?" dedi. Sonra da annesini getirdi ve Hz. Musa (a.s) onun memesini emdi.
Böylece Hz. Musa (a.s), Cenâb-ı Hakk'ın bu tedbir ve lutfu sayesinde, annesine
kavuşmuş oldu.
Ayetteki, ifadesi, "seni annene geri
döndürdük" demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, bir ayette, "biz onu
annesine döndürdük"(Kasas, ist buyurmuştur. Bu
tıpkı, "O dedi ki: "Ya Rabbi beni dünyaya
geri döndür"yani "dünyaya geri gönder" , 9) ayetinde oluğu
gibidir.
Ayetteki, "Gözü
aydın olsun ve tasalanmasın diye" cümlesine gelince, bununla şu
kastedilmiştir: "Senin annene döndürülmenden maksad, annenin sevinmesi ve
hüznünün gitmesidir." Buna göre eğer, "Eğer tasalanmaya ve gözü aydın
olsun diye..." denilseydi, daha manalı olurdu. Çünkü hüznün olmaması,
sevincin olmasını gerektirmez. Ama önce "gözü aydın olsun diye...'
denilince, bunun peşisıra getirilen, "ve tasalanmasın" ifadesi yersiz
olmuş olur. Çünkü sevinç (göz aydınlığı) olunca, şüphesiz tasa (hüzün) zaten
bulunmamış olur?" denilirse, biz deriz ki: Bununla şu kastedilmiştir:
"Annenin, sana kavuşmadan dolayı gözü aydın olsun ve kendisinden
başkasının sütünün senin midene girmemesi sebebi ile de, hüznü zail
olsun."
[163]
Beşinci lütuf: Bu,
"Sen birde adam öldürmüştün de, Biz seni o gamdan kurtarmıştık"
ifadesinin, anlattığı husustur. Bununla, "Sen büyüdükten sonra bir de bir
cana kıymıştın" demektir. O can, bir İsraillinin kendisinden imdat
istemesinden ötürü, gidip bir tokat ile hatâen öldürdüğü bir kıptı (Mısırlı)
idiJHz. Musa (a.s) bu hâdiseden şu iki açıdan gamlanmıştı:
a) Dünyevi
cezadan ötürü... Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Musa (a.s)'dan bahsettiği ve,
"(Musa) şehirde korkup-bekleyerek sabahladı..." (Kasas, 18-21) diye
anlattığı, Firavun'un onu kısas etmeyi isteyişidir.
b) Diğeri
ise, Allah'ın emri olmaksızın, onu öldürdüğü için, ilâhi cezadan ötürü duyduğu
gamdır. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, onu bu iki gamdan uzaklaştırdı: Firavun'dan,
onu Medyen'e hicret ettirerek: ahiret azabından da, onu bağışlayarak..
[164]
Altıncı lütuf: Bu,
"Seri türlü türlü sınamalarla imtihan etmiştik" ayetinin ifade ettiği
husustur. Bu hususta birkaç bahis var:
Birinci Bahis:
Buradaki (fitneler-sınamalar) ifadesi ile ilgili şu iki açıkla ma yapılmıştır:
1) Bu, tıpkı "ukûf" ve
"culûs" gibi bir masdardır. Buna göre mana, "Seni gerçekten
imtihan ettik" şeklindedir. Bu, Arapların (nahivcilerin) haber cümlelerini
mefûi-ü mutlak (masdar) ile te'kid etme usûllerine göredir ve tıpkı,
"Allah, Musa ile iyice konuştu"(Nisa, 164) ayetinde olduğu gibidir.
2) Bu
kelime, "hacze" ve "bedre" kelimelerinin cemilerinin
"hucûz" ve "budur" şeklinde olması gibi, fitne veya fiten
kelimelerinin cemîsidir, yani "Biz, seni çeşitli fitnelerle imtihan
ettik" demektir. Burada şöyle iki soru sorulabilir:
1) Allah
Teâlâ, burada Hz. Musa (a.s)'a verdiği çeşitli lütuf ve ihsanlardan
bahsetmiştir. Binâenaleyh burada, "Seni türlü türlü sınamalarla imtihan
etmiştik" demesi nasıl uygun düşer?
Buna şu iki şekilde cevap verilir:
a) Fitne, sıkıntıyı artırmak ve şiddetlendirmek
demektir. Nitekim bir kimse bir kimseye, dininden dönmesine sebeb olacak
derecede, sıkıntı verdiğinde denilir. Cenâb-ı Hak da bu manada, "Allah
uğrunda eziyete (dûçâr) edildiği zaman, İnsanların fitnesini Allah'ın azabı
gibi sayar" (Ankebut, 10)
"İnsanlar (inandık"
demeleriyle bırakıln enleceklerini mi sandılar. Andolsun ki, Biz onlardan
evvelkileri de imtihan etmiştik, Allah elbette sâdıkları da bilir, elbette
yalana olanları da..." (Ankebut, 2-3) ve "Yoksa siz, sizden evvel
geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara
öyle yoksulluk, ve sıkıntılar gelip çattı ve (çeşitli belâlarla) sarsıldılar ki,
hatta peygamber, beraberindeki mü'minlerle birlikte, "Allah'ın yardımı ne
zaman?" diyordu"(»akara. 214) buyurmuştur. Binâenaleyh bu (son)
ayette bahsedilen, o yoksulluk, sıkıntı ve sarsıntı, fitneler demektir.
Sıkıntının ileri derecede olanı, daha fazla mükafaat kazanma vesilesi olduğu
için, Cenâb-ı Hak bunu da nimetler sınıfına katmıştır.
b) Bunun
manası "Seni, tamamen kurtardık" demektir. Bu, Arapların altınla
gümüşü biribirinden ayırmak manasında söyledikleri (Attım gümüşden ayırdım)
deyiminden alınmıştır. Sa'id b. Cübeyr, İbn Abbas (r.a)'a, bu ayetteki
"fütun"un manasını sorduğunda İbn Abbas: " Ey İbn Cübeyr, buna
gündüz başlayalım" demiş. Sonra sabah olunca İbn Abbas, Hz. Musa (a.s)
hakkındaki bu ayetleri tâa başından başlayarak ona okumaya başlamış. Böylece
Firavun kıssasını, onun İsrâiloğullartnı öldürüşünü, Hz. Musa (a.s)'ın
(çocukken) denize atılmasını, Firavun 'Hânedanı'nın onu alıp himaye etmesini,
Hz. Musa (a.s)'ın annesinden başkasının
memesinden emmemesini, Hz. Musa (a.s)'ın, Firavun'un sakalını tutup yolmasını,
ağzına kor ateş koymasını, o kıptîyi (Mısırlıyı) öldürüp, Medyen'e kaçışını,
orada Şuayb (a.s)'ın çobanı oluşunu, daha sonra Mısır'a dönüşünü, dönerken
gecenin karanlığında yolunu şaşırmasını ve ateş sandığı bir ağaca varışın anlatıp,
bütün bunları bitirince, "Ey İbn Cübeyr işte bütün bunlar birtakım fitne
(sınama-imtihân)dır" dedi.
2)
HakTeâlâ'nın, "Seni türlü türlü fitnelerle imtihan ettik" ayetinden
hareketle, O'na "fettan" (fitneci) denebilir mi?
Cevab: Hayır, çünkü bu
sıfat, örfte zem (kınama) ifade eder. Halbuki Allah'ın isimleri tevkifidir.[165]Bilhassa
O'na uygun olmayan manaları vehmettiren isimler ve sıfatlar hiç verilmez.
[166]
Yedinci lütuf: Bu,
Cenâb-ı Hakk'ın "Bunun için
yıllarca Medyen halkı içinde kaldın. Sonra da bir takdire göre buraya
geldin" ayetiyle anlatılan husustur. Bil ki bu ifadenin takdiri,
"Seni türlü türlü fitnelerle imtihan ettik. Böylece Medyen Halkı'na gittin
ve onlar içinde yıllarca kaldın" şeklindedir. Bu kalışın ne kadar olduğu
hususunda, Ebu Müslim bunun, "Medyen tarafına yönelince dedi ki:
"Umarım, Rabbim beni doğru yola iletir". .Artık Musa (a.s) müddetini
bitirince ailesiyle yola çıktı..."(Kasas, 22-29) ayetlerinde açıklandığını
söylemiştir ki bu müddet, ya on veya sekiz yıldır. Çünkü Hak Teâlâ,
"(Şuayb (a.s) dedi ki: "Ben ski kızımdan birini, sen bana sekiz yıl
ücretli işçilik etmen üzere, sana nikahlamadı arzu ediyorum. Eğer bunu on yıla
tamamlarsan, o da senden "(Kasas, 27) buyurmuştur. Vehb b. Münebbib:
"Hz. Musa (a.s)'ın, Şuayb (a.s)'ın yanında 28 yıl kaldı bu süre on yılın
hanımının mehri olarak kaldı. Ayet onun, Şuayb (a.s) yanında on yıl kaldığına
delâlet etmektedir. Fakat ayette onun on yıldan fazla kalmadığını ifade eden
bir şey yoktur" demiştir. Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın, "Seni türlü türlü
fitnelerle imtihan ettik" dedikten sonra, "Bunun için yıllarca Medyen
halkı içinde kaldın" demesi, Hz. Musa (a.s)'ın, Medyen'de kalışının da bu
imtihanlardan biri olduğuna ve kalışının bu şekilde olduğuna delalet eder
gibidir. Çünkü Musa (a.s), fakirliği ve garibliği sebebiyle orada pek çok
mihnetlere katlanmış ve ücretle çalışmak zorunda kalmıştı.
Ayetteki, "Sonra
da bir takdire göre buraya geldin " ifadesinde mahzûf bir şeyin olması
gerekir. Çünkü o, işlerden bir işin takdirine göre böyle gelmişti. Alimler,
burada mahzuf olan şey hakkında birkaç izah yapmışlardır:
1) Bu,
"Benim kaza ve kaderimde seni, bunun için belirlemiş olduğum muayyen bir
vakitte Kendim için bir peygamber kılma hükmü yer almıştır. Binâenaleyh Önce
veya sonra değil, ancak bu takdir edilen zamana (kadere) göre geldin"
demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz ki Biz, herşeyi bir takdir (kader)
üzere yarattık" (Kamer, 49) ayetide bu manadadır.
2) Bu,
"Kendisinde peygamberlere vahiy indirilen bir 2aman miktarı üzere
geldin" demektir. Bu miktar da, her kırk senenin başıdır.
3) Kaderden
maksad, va'dolunan (gelme) zamanıdır. Şayet bu gelme zamanının daha önceden
olduğu kesin olursa, bu ifadeyi bu manaya hamletmek doğru olur. Şuayb (a.s)'in
ya da ondan başka bir peygamberin daha önceden bu sözleşmeyi (bu gelme
zamanını) belirtmiş olmaları ihtimalinden ötürü, bu imkansız değildir. Buna
göre eğer, "Allah Teâlâ, niçin Musa (a.s)'ın o vakitte gelmesini, ona olan lütuf ve
ihsanlarından saymıştır?" denilirse, biz deriz ki: Eğer Allah Teâlâ'nın
onu buna muvaffak kılması olmasaydı, bu hususta hiçbir şey kolay olmazdı.
[167]
Sekizinci lütuf: Bu,
"Ben seni kendim için seçtim" ayetiyle
ifade edilen husustur. "Istınâ", bir sanat edinme ve yapma
anlamında olup, "Sun" masdarından, "Ifti'âl" vezni
üzeredir. Arapça'da, "Falanca falancayı yetiştirip büyüttü" anlamında
denilir.
Eğer, "Allah
Teâlâ herşeyden müstağni olduğu halde, "Seni kendim için seçtim"
demesinin manası nedir?" denilirse, buna birkaç şekilde cevap verilir:
1) Bu, bir benzetmedir.
Çünkü Cenâb-t Hak ona, yaklaştırma, izzet ve ikramda bulunma ve onunla hususi
olarak konuşma gibi yüce mertebeler verince, onun durumunu, bir hükümdarın,
birçok hasletleri bulunan bir kimseyi insanlardan Kendisine en yakın mertebede
olmaya ehil görmesine benzetmiştir.
2) Mu'tezile
şöyle demiştir: Cenâb-ı Hak kullarını mükellef tutunca, Allah'a insanlar için
lütufta bulunması gerekmiştir. Bu lütuflardan bazıları ancak, duyulunca
bilinebilir. Buna göre eğer Cenâb-ı Hak, Hz. Musa (a.s)'yı peygamberlik için
seçmemiş olsaydı, bu sorumluluk, Allah'ın üzerinde kalmış olurdu. (Allah onu
peygamber olarak seçince), Musa (a.s), Allah üzerine gereken şeyleri yerine
getirme hususunda, Allah'ın vekili ohnuş oldu. İşte bundan ötürü, AHah Teâlâ,
"Seni kendim için (vekil) seçtim" demesi doğru olmuştur.
Kaffal da şöyle der:
"Bu ifadenin aslı, Arapların, birisine iyilik yaptp, kendisine yakın
kıldığı zaman söylenen, deyiminden alınmıştır. Yine bu manada Arapça'da
"Bu falancanın yaptığı şeydir" veya "Bu falancanın, yaraladığı
kimsedir" denilir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'm, "Kendim için"
sözü, "Seni, işlerimde, emrettiğimden başkasını yapasın diye
görevlendirmiyorum. Bu, benim hüccetimi ortaya koyman, risâletimi tebliğ etmen
ve her türlü hareketinde başkası için değil sırf benim için olmandır"
demektir.
[168]
Bil ki Cenâb-ı Hak,
Hz. Musa (a.s)'nın sekiz dileğine karşılık, bu sekiz lütuf ve nimeti verdiğini
sayıp-dökünce, bunların peşinden birer emir ve nehyini getirdi. Onun
emri, şudur: Cenâb-ı
Hak, ilk baştaki emrini tekrar edip, "Sen, kardeşin de beraberinde olarak,
mucizelerimle git" buyurmuştur. Bilesin ki Cenâb-ı Hak, "Sen; kendim
için seçtim " buyurunca, onun niçin seçtiğini belirtmiştir. Bu da, Hz.
Musa (a.s)'ın tebliğde bulunup, risâlet
görevini edâ etmesidir. Burada birkaç mesele vardır:
[169]
Buradaki bâ harf-i
çeri, "ile" "birlikle" manasınadır. Çünkü Musa (a.s) ve
Harun (a.s), Firavun'un yanına, yanlarındamucize olmaksızın
gitmiş olsalardı, Flravun'u imana
zorlayamazlardı.
Bu, taklidin yanlış bir yol olduğunu gösteren en kuvvetli delillerdendir.
[170]
Alimler, burada
zikredilen mucizeler hakkında şu üç görüşü belirtmişlerdir: Birinci görüş: 1)
Bunlar, yed-i beyzâ (beyaz el) ve "Asa"
mucizeleridir. Çünkü gerek burada, gerekse Allah Teâlâ'nın Hz. Musa
(a.s)'dan bahsettiği diğer sûre ve ayetlerde bu ikisinin adı geçmiştir. Çünkü
Cenâb-ı Hak bunlarla alakalı hiçbir yerde, Hz. Musa (a.s)'nın Firavun'a ne
gelmeden önce, ne de ona geldikten sonra bir mucize verdiğinden bahsetmemiştir.
Ama o, Firavunla karşılaştığı zaman, Flravun'un ondan bu iki mucizeyi
istediğini bildirmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak bu konuda, "{Firavun şöyle
dedi: "Eğer sen doğru söyleyenlerden isen, bir mucize getir." Bunun
üzerine Musa (a.s) asasını bıraktı, bir de ne görsünler o apaçık bir ejderhâ
olmuş! Elini çıkardı, ne görsünler: o da temaşa edenlere (ışık saçan) parıl
parıl bir etV'vtm. 106-108) ve "işte bu iki mucize, Firavun'a ve cemâtma
Rabbinden iki burhandır"(Kasas, 32) buyurmuştur. Eğer, "Cenâb-ı Hak,
bu iki şey için, niçin tesniye, değil de Cemî sîğası kullanmıştır?" diye
sorulursa, buna şu şekilde cevap verilebilir:
a) Asâ tek
bir mucize değil, birçok mucize sayılır. Çünkü onun, canlı bir varlık haline
dönüşmesi bir mucizedir. Sonra bu asâ işin başında küçüktü. Zira Cenâb-ı Hak,
"Bir cânn (küçük yılan) gibi kıvrılıyor" (Kasas, 31) buyurmuştur. Bu
sonra büyümüştür ki bu da bir başka mucizedir. Sonra bir ejderha (sü'bân)
halini almıştır ki bu da bir başka mucizedir. Sonra Musa (a.s), elini onun
ağzına sokuyordu, ama o ona zarar vermiyordu ki bu da bir başka mucizedir.
Sonra o yine bir ağaç haline geliyordu. Bu da bir mucizedir. Hz. Musa
(a.s)'ın eli de böyledir. Çünkü elinin
parlaklığı bir mucize: ışık saçması, bir diğer mucize; sonra ondan böylesi
harikulade haller gerçekleştikten sonra eski haline dönmesi de bir başka
mucizedir. Binâenaleyh bu ikisinin, iki mucize değil, birçok mucize oldukları
söylenebilir.
b) Farzet ki
asâ bir tek şeydir. Fakat onda birçok ayetler (mucizeler) vardır. Çünkü o
asanın yılana dönüşmesi, herşeye kadir, herşeyi bilen kudretli ve hikmetli bir
ilâhın varlığına delâlet eder. Yine bu asâ, Hz. Musa (a.s)'nın peygamber
olduğuna ve hasrın olabileceğine delalet eder. Çünkü cansız birşey canlı hale
gelivermiştir. Binâenaleyh bu, pek çok mucize (ayet) demektir. İşte bundan
dolayı Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz alemler için, çok feyizli ve hidayet olmak
üzere konulan ilk mabed, elbette Mekke'de olandır. Orada
apaçık alâmetler, ibrahim'in
makamı vardır" (am Imran.
96-971 buyurmuştur. Binâenaleyh burada da, bir tek şey alâmetler diye tavsif
edildiğine göre, iki şeyin "ayetler" diye tavsif edilmesi haydi haydi
uygundur.
c) Bazı
kimseler, usûl-ü fıkıh'ta da gördüğün gibi, cemi'nin (çoğulun) en az miktarının
iki olduğunu söylemişlerdir.
İkinci Görüş:
"Siz ikiniz mucizelerimle (ayetlerimle) gidin"(Şuara, 15) ayeti,
"ben sizi, ayetlerimle destekleyeceğim ve sizin elinizde, Fİravun'un ve
kavminin ileri süreceği her türlü mazereti bertaraf edecek mucizeler meydana
getireceğim. Öyleyse gidiniz, ayetlerim sizinle beraberdir" demektir. Bu
tıpkı, "Git, ordum yanındadır" yani, "ihtiyaç hissettiğinde
onlarla sana yardım edeceğim" denilmesi gibidir.
Üçüncü Görüş: Allah
Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'a, asâ'yı elini ve lisanın (kekemeliğinin) çözülmesini,
mucize olarak vermiştir. Bu üçüncüsü de mucizedir. Dolayısıyla bununla,
mucizeler üç olmuştur. İşte son emrin açıklaması budur.
[171]
Ayetteki nehyi ise,
"ikiniz de beni hatırlayıp anmakta gevşeklik göstermeyin" ifadesidir,
"Veny" gevşeklik göstermek, kusurlu olmak, eksik yapmak demektir. Bu
ifade, kendinden sona gelen kesreye uymadan (itbâ'dan) dolayı, şeklinde okunmuştur. Sonra bu ifade
hususunda görüşlerin olduğu söylendi:
1) Bu,
"Gevşemeyin, aksine Benim zikrimi, maksadınızı gerçekleştirme vesilesi
vasıtası edininiz ve hiçbir işin, Benim zikrim (adım) olmadan, kimseye müyesser
olmayacağına inanın" demektir. Bunun hikmeti şudur: Allah'ın celâlini
hatırlayan (anan), başkasını artık küçük görür ve kimseden korkmaz. Bir de
Allah'ın celâlini hatırlayanın ruhu, bu hatırlamadan dolayı güçlenir ve
gayesini gerçekleştirmede acziyete düşmez. Diğer bir hususda şudur: Allah'ı
zikreden (anan) kimsenin, mutlaka O'nun lutfunu hatırlar. Allah'ın lutfunu
hatırlayan ise, O'nun emirlerini ifâ hususunda gevşeklik göstermez.
2)
"İikir" den murad, risâleti tebliğdir. Çünkü zikir, her türlü ibadet
manasında kullanılır. Risâleti tebliğ, ibadetlerin en büyüklerindendir.
Binâenaleyh bu ibadet için, "zikir" denilmesi daha uygundur.
3) Hak
Teâlâ'nın bu buyruğu, "Beni Fİravun'un yanında anma hususunda gevşek
davranmayın" manasındadır. O ikisinin, Firavun ve adamlarına, Allah'ın
onfarın küfrüne razı olmadığını, sevâb ve ihâbı, terğib ve tevhibi (teşvik ve
korkutma) hatırlatmaları şeklinde olur.
4) O ikisi,
Fİravun'a Allah'ın ona hertürlü nimet ve lütufları verdiğini hatırlatırlar.
[172]
Cenâb-ı Hak bundan
sonra. "Firavuna gidin. Çünkü o hakikaten azdı" buyurdu. Bu ifade ile
ilgili birkaç soru bulunmaktadır:
1)
"Sen, kardeşin de beraberinde olarak mucizelerimle git" denildikten
sonra, yine "(Siz ikiniz) Firavuna gidin...'1 denilmesinin hikmeti
nedir?"
Kaffâl şöyle der:
"Bunda iki izah yapılabilir:
a) Önceki
ifade, bunların her birinin, tek tek gitmeleri manasına gelebilir. İşte bundan
ötürü Cenâb-ı Hak, kastının onların ayrı ayrı gitmeleri değil, bu işi birlikte
yapmaları olduğunu anlamaları için, yeniden,
"(Siz ikiniz) Firavun'a gidiniz" buyurmuştur.
b) Önceki ifade, onların, İsrâiloğullarının bütününe
ve Firavun'un kavmine (kıbtîlere) gidip, risâleti tebliğ etmelerini
emretmektedir. Bu ifade ise, onların Firavun'a gitmelerini emretmektedir.
2)
"Firavun'a gidiniz" emri hem Musa (a.s) hem Harun (a.s) için bir
hitabtır. Bu ise şöyle bir müşkil arzeder: Harun (a.s) bu hitab esnasında orada
değildir? Aynı durum, "(O ikisi) dediler ki: "Ey Rabbimiz, doğrusu
onun bize karşı aşın gitmesinden yahut azgınlığını artırmasından endişe
ediyoruz"rrâhâ, 45) ayetinde de söz konusudur.
Kaffâl buna birkaç
şekilde cevablamıştır:
Evet bu Hz. Musa
(a.s)'a hitaben söylenmiştir. Fakat Hz. Musa (a.s), Hz. Hânın (a.s)'m tâbi
olduğu kimsedir. Binâenaleyh Hz. Musa (a.s)'a yapılan hitab, Harun (a.s)'a da
yapılmış gibidir. Dolayısıyla bu andaki hitab, her ne kadar sadece Hz. Musa
(a.s)'a yapılmış ise de Cenâb-ı Hak, bunu her ikisine hitab olarak ifade
etmiştir. Bu Hak Teâlâ'nm "Hani siz bir adam öldürmüştünüz" (Bakara,
72) ve "Eğer Medine'ye dönersek, daha şerefli olanlar, daha düşük olanları
oradan çıkaracak" derler" (Munâiıkûn, 8) ayetlerinde de aynıdır. Bu
sözü sadece, Abdullah b. Übey'in söylediği rivayet edilmiştir, (ama ayette cemi
olarak gelmiştir).
Şu da söylenebilir:
Allah Teâlâ "Ey Musa, istediğin sana verilmiştir" buyurunca, kardeşi
Harun'la karşılaşıncaya kadar, Hz. Musa (a.s) sustu. Sonra da Allah Teâlâ o
ikisine, "(siz ikiniz) Firavun'a gidin" diye hitab etti.
c) İbn
Mes'ûd (r.a) ile Hafsa (r.ah)'nın mushafında ayetin, "(Musa) dedi ki:
"Ey Rabbimiz doğrusu endişe ediyoruz" (Tâhâ.45) şeklinde yer aldığı
nakledilmiştir. Yani, bu "Musa, "ben ve kardeşim, Firavun'un aşırı
gitmesinden... endişe ediyoruz" dedi" demektir.
[173]
Hak Teâlâ'nm "Ona
yumuşak söz söyleyin" ifadesi ile ilgili birkaç soru vardır:
Birinci soru: Cenâb-ı
Hak niçin Hz. Musa (a.s)'a, inkarcı ve inad bir kâfire karşı yumuşak
davranmasını emretmiştir.
Buna şu iki şekilde
cevap verilir:
1) Hz. Musa
(a-s)'ı, Firavun büyütmüştü. Bundan
ötürü Allah Teâlâ, Hz. Musa
(a.s)'a bu hukuku gözetmesi için, Firavuna yumuşak
konuşmasını emretmiştir ki bu, ana-baba hakkının çok büyük olduğuna dikkat
çekmektedir.
2)
Kendilerine ağır bir dil ile va'z-u nasihat
yapıldığında, azgınlık ve kibirlerini artırmaları, zorbaların adetidir. Hz.
Musa (a.s) ve kardeşini, Firavuna göndermesinin gayesi ise, ondaki zararı
(tuğyanı) artırmak değil, ona faydalı olmaktır. İşte Allah Teâlâ bundan ötürü,
yumuşaklığı emretmiştir.
[174]
İkinci soru: Yumuşak
söz, nasıl olur? Cevab: Alimler bu hususta şu izahları yapmışlardır:
a) Allah
Teâlâ, bunun Dir parçasını açıkça bildirerek, "(Küfürden, azgınlıktan)
arınmaya meylin var mı? (temiz olmak İstemez misin?" Gel Öyleyse, seni
Rabbİne irşâd edeyim de Sen de O'na saygı duyasm" de. "(Naziât,
18-19) buyurmuştur. Bir parçasını da bu surede, "Hemen gidin ve ona şöyle
deyin: "Biz, Rabbinin iki elçisiyiz: Artık İsrâiloğuIIannı bizimle
gönder. Onlara işkence etme. Biz sana
Rabbinden gerçek bir ayet getirdik.
Selâm, doğruya tâbi
olanlara" (Tahâ, 47) buyurarak ifade etmiştir.
b) "Siz onu, ölüm hariç, artık bundan sonra
ihtiyarlamayan bir genç ve mülkü elinden alınmayan bir padişah gibi sayıp,
ölümüne kadar yeme içme ve cinsi zevklerinin devam edeceğini bildirerek
konuşunuz."
c) Onu, şu üç lakabla anınız, "Ebu'l Abbas,
Ebu'l-Velid ve Ebu Murre "
d) Amr b.
Dinar'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bana gelen haberlere göre, Firavun'un
ömrü, 409 sene oldu. İşte bundan dolayı Musa (a.s) ona, "Eğer bana itaat
(ve iman) edersen, sana takdir edilen Ömrü yaşarsın, ölünce de cennete
girersin" demiştir.
Alimler, bu son üç
izaha şöyle itiraz etmişlerdir:
Birincisi hakkında şu
denir: Eğer onun için, bu müddet içerisinde bu üç şey tahakkuk etmiş olsaydı,
bu onu Allah'ı tanıyıp bilmeye mecbur bırakmak gibi birşey olurdu ki, bu da
mükellefiyet ile bağdaşmaz.
İkincisine gelince,
onu böyle künyelerle hitab etmek kolay birşeydir. Binâenaleyh, "Ona
yumuşak söyleyin" ifadesi ile sırf bunun kastedilmiş olması mümkün
değildir. Ama bu, kastedilenlerden biri olabilir.
Üçüncüsüne de,
birinciye yapılan itiraz gibi itiraz edilmiştir.
[175]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Olur ki nasihat dinler, yahut Aflah'dan korkar" buyruğu ile, Allah
Teâlâ'nın bu hususta haşa tereddütte olduğu manası kastedilmiş olamaz. Çünkü
bu, Allah hakkında düşünülemez. Aksine bu ifade ile kastedilen, "Firavunun
nasihat dinleyeceğini, yahut Allah'dan korkacağını umarak, yumuşak
konuşun" manasıdır.
Bil ki kalbin üç hali
vardır:
a) Hak'da sebat ve ısrar,
b) Bâtılda ısrar,
c) Her ikisi hususunda da tevakkuf etmesi (bir
karara sarmaması).
Firavun batılda
ısrarlı idi ki bu, bu üç halin en kötüsüdür. İşte Cenâb-ı Hak bundan ötürü,
"Ona yumuşak söyleyin olur ki nasihat dinler, yahut Aüah'dan korkar."
Böylece İnkârından, hakkı kabule gelir. İnkârından kabule dönmese bile, en
azından kalbinde bir korku meydana gelir de hiç olmazsa inkârını bırakır.
İkrara geçmese bile inkârını bırakması, inkarda ısrarından daha ehvendir"
buyurmuştur.
Bil ki bu mükellef
tutmanın (teklifin) sırrını ancak Allah bilir. Çünkü Allah Teâlâ, onun
kesinlikle iman etmeyeceğini bildiğine göre, Firavunun imân etmesi, Allah'ın
değişmez ilminin zıddına birşey olurdu. Binâenaleyh bu demektir ki Allah Teâlâ,
onun imanının imkansızlığını biliyordu. Bunu bildiğine göre, daha nasıl Hz.
Musa (a.s)'a böyle yumuşak davranmasını emretmiş ve Firavunda bunun
olmayacağını bile bile, onu Allah'a davet etmede alabildiğine iyi davranmasını
bildirmiştir? Sonra farzet ki Mu'tezile bu soru hususunda, bunu çürütecek bir
şüphe zikretmeksizin, bu imkansızlığı münakaşa etmiştir. Fakat onlarda, Allah'ın
Ffravun'dan bu imanın sâdır olmayacağını bildiğini, Firavunun Hz. Musa (a.s)'ın
kendisine gönderilmesiyle, ilâhi cezaya müstehak olmaktan başka istifâde
edemeyeceğini kabul etmişlerdir. Binâenaleyh onunla kendi karnını yarıp,
bağırsaklarını parçalayacağını bildiği bir kimsenin eline, bıçak vermek, sonra
da, "Ben bu bıçağı ona, iyilik olsun diye verdim" demek, rahim ve
kerim olan zâta nasıl uygun düşer? Kardeşim, akıllar bu sırları bilmeye güç
yetiremezler ve bunun teslim olmak (olduğu gibi kabul edip inanmaktan),
rakmaktan, kalben (düşünce bakımından) ve lisânen susmaktan başka yolu yoktur.
Ka'b'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ka'b'ın yemin ettiği zâta
(Allah'a) yemin olsun ki, bu husus Tevrat'ta "Ona yumuşak söz söyleyin,
ama Ben onun kalbini katılaştıracağsm ve o iman edemeyecek" şeklinde ifade
edilmiştir.
[176]
"Dediler ki: Ey
Rabbimiz doğrusu onun bize karşı aşın gitmesinden, yahut
azgınlığını artırmasından endişe ediyoruz biz."
(Allah) dedi ki: "Korkmayın.
Çünkü
Ben sizinle beraberim. Ben, işitirim, görürüm. Hemen gidin ve ona
(şöyle) deyin: "Biz, Rabbinin iki elçisiyiz.
Artık Isrâiloğullarmı bizimle gönder.
Onlara
işkence etme. Biz, sana Rabbinden gerçek bir ayet getirdik. Selam,
doğruya tâbi olanlara olsun. Bize şu vahyolundu ki:
şüphesiz azab,
yalanlayanların ve yüz çevirenlerin
tepesindedir"
(Tâhâ, 45-46).
Bil ki Hak Teâlâ'nın
"Dediler ki Ey Rabbimiz doğrusu... endişe ediyoruz biz" ifadesi ile
ilgili birkaç soru vardır.
Birinci soru: Bu
ifade, bu sözü söyleyenin, hem Musa (a.s), hem Harun (a.s) olduğuna delâlet
ediyor. Halbuki Harun (a.s), bu esnada orada değildi. Binâenaleyh bu nasıl
olabilir? Bu sorunun cevabı, biraz önce geçti.
İkinci soru: Hz. Musa
(a.s), "Rabbim göğsüme genişlik ver" demiş, Allah Teâlâ da onun bu
duasına, "Ey Musa, istediğin sana verildi" diye cevap vermiştir. İşte
bu durum, Hz. Musa (a.s)'ın göğsünün genişlediğine ve işinin
kolaylaştırıldığına delâlet eder. Binâenaleyh Hz. Musa (a.s) bundan sonra daha
nasıl, "Endişe ediyoruz biz" diyebilmiştir? Çünkü endişenin oluşu,
göğsün genişlemesine (rahatlamasına) terstir? Buna şöyle cevap verilir: Göğsün
genişlemesi, o emir ve yasakları kavrayıp, onları, unutulmaz ve tahrif edilmez
bir şekilde belleme hususunda kuvvetlendirilmesi demektir. Bu göğüste korku bulunmamasından
başka bir şeydir.
Üçüncü soru: Onlar
Cenâb-ı Hakk'ın onlara peygamberlik görevini yüklerken, Musa (a.s) ve Harun
(a.s)'a, bu görevi yerine getirmeye mâni olacak olan katledilme hususunda
onlara teminat verdiğini bilmiyorlar mıydı?
Cevap: Onlar,
kendilerine bu görevin ifâ edilmesinden önce veya sonra bir kötülüğün
gelebileceğini farzetseler bile, ölüm hususunda emin idiler. Hem onlar,
Rablerinden kalblerini Flravun'u dine çağırma hususunda daha fazla sebat
vermesini isteyerek, Cenâb-ı Hakk'dan yardım talebinde bulunmuş olabilirler.
Bu, itminanı
artırmak için, nakli delilin akli
delillerle desteklenmesi şeklinde olabilir. Bu tıpkı Hz. İbrahim (a.s)'in
"Fakat kalbim mutmain olsun diye" (Bakara, 260) deyişinde olduğu
gibidir.
Dördüncü soru: Cenâb-ı
Allah, "gidiniz" emrini tekrarladığına göre, gitmeme ve korkuyu
bahane etme, onlardan bir günah sâdır olduğu manasına gelir mi?
Cevab: Eğer emir,
hemen yapılmayı (fevrilik) gerektiriyorsa, bu onlardan bir günah sâdır olduğu
hususunda en kuvvetli bir delil olur. Hele hele Allah Teâlâ şeref verme, kalbi
kuvvetlendirme ve gamları giderme gibi pek çok nimet nasib etmiş ise... Fakat
emir, her zaman fevrilik gerektirmez. Böylece bu soru düşer. Buna bir de
peygamberlerden günah sâdır olmasının caiz olmamasına dâir deliller de
eklendiğinde, bu emrin fevrilik gerektirmez. Böylece bu soru düşer. Buna bir de
peygamberlerden günah sâdır olmasının caiz olmamasına dair deliller de
eklendiğinde, bu emrin fevriliği geretirmediği hususunda en güçlü delillerden
biri elde edilmiş olur.
Ayetteki "Onun
bize karşı aşın gitmesinden, yahut azgınlığını artırmasından" ifadesine
gelince, bil ki buradaki ifrat (aşırılık) ile ilgili şu izahlar yapılmıştır:
1) Arapça'da
farat fiili, öne geçti, yarıştı manasına gelir. Gelmekte olanı, arkasından
yetişip geçene "Fârıt" Öenilişi bu köktendir. Süvarilerini geçen ata,
"feresün fartun" denilir. Binâenaleyh ayetteki bu tabir "Bizi
hemen cezalandırmasından korkuyoruz" demektir.
2) Bu,
"Birisini acele ettirdi" manasındaki, deyimindendir. Binâenaleyh Musa
(a.s) ve Harun (a.s) birşeyin Firavun'u onları acelece cezalandırmaya
sevkedeceğinden endişelenmişlerdir. O şey, ya şeytandır, yahut Firavun'un
ilahtık iddiasında bulunuşu, yahut makamı-mevki aşkı, yahut da kavmi
(adamlarıdır. Bunlar Cenâb-ı Hakk'tn, "Onun kavminin mele'i (ileri
gelenleri)..." {Km^od) diye bahsettiği, bâtılda ısrarlı kıbtîlerdir.
3) Bu kelime, "eziyette aşırı gitme"
manasınadır.
Ayetteki, "Yahut
azgınlığını (tuğyanını) artırması" ifadesi, "sana karşı cüretkâr
oluşundan ötürü, senin hakkında uygun olmayan şeyletı söylemeye yeltenerek
azmasından" demektir.
Bil ki bir şey yapması
emrolunup arkasında bu emri, zikrettiği bazı mazeretlerle savuşturmaya çalışan
kimse, o mazeretlerin en kuvvetlisini sözünün mutlaka en sonunda söyier. Bu tıpkı,
Hûdhûd Kuşu'nun mazeretlerini sayarken sonunda, "Onu (Belkısı) ve kavmini
AHah'ı bırakıp güneşe secde ediyorlarken buldum"<Memi.a) demesi
gibidir. İşte burada da Musa (a.s), önce, "Bize karşı aşırı
gitmesinden" demiş, sonra da "yahut azgınlığını artırmasından"
demiştir. Çünkü Firavun'un Allah
hakkındaki
azgınlığı, Hz. Musa (a.s) ve Hz. Harun (a.s) hakkındaki aşırı gidişinden daha
büyük ve önemlidir.
Cenâb-ı Hak
"Korkmayın. Çünkü Ben sizinle beraberim. Ben işitirim, görürüm"
buyurmuştur. Bu ifade ile, "Aklınıza düşen, bu aşırılık ve azgınlıktan
korkmayın" manası kastedilmiştir. Çünkü sözden bu mana anlaşılmaktadır. Bu
tabir, Cenâb-ı Hakk'ın, o ikisine Firavun'un reddi ayetleri yalanlaması ve
sihirbazlarla karşılık vermesi hususlarında garanti vermediğini göstermektedir.
Ama, "Ben sizinle beraberim" ifadesi, onları koruyup, muhafaza
edeceğini göstermektedir. İşte bundan dolayı, duâ (ve temenni) olarak,
"Allah seninle beraberdir" denilir. Cenâb-ı Hak bunu, "Ben
işitirim, görürüm " diyerek te'kid etmiştir. Çünkü başkasına yardım edip,
koruyacak olanın, onun başına gelen herşeyi bilememesi mümkündür. Binâenaleyh
onu ancak bildiği şeyler hususunda koruyabilir. İşte bundan dolayı Hak Teâlâ,
onların başına gelecek her türlü şeyden, onları koruyup, muhafaza edeceğini ve
o şeyleri bildiğini beyân buyurmuştur. Bu korkuyu giderip, teskin etme
hususunda, en ileri derecede bir teminatın ifadesidir.
Kaffâl şöyle der:
"Cenâb-ı Hakk'ın, "Ben işitirim, görürüm" sözünün, "...
onun bize karşı aşırt gitmesinden, yahut azgınlığını artırmasından endişe
ediyoruz" sözüne mukabil olması muhtemeldir. Buna göre mana, "Bizi
dinlememek suretiyle, bize karşı aşırı gitmesinden yahutta, bizi öldürmek
suretiyle azgınlığının artırmasından korkuyoruz" şeklinde olur. Bunun üzerine
Allah Teâtâ "Ben sizinle beraberim. Onun sizinle olan konuşmasını işitirim
ve onu, sizi dinlemeye amade kılarım. Onun yaptıklarını da görürüm ve, onun
size, arzulamadığnız şeyleri yapmasına da imkan vermem" buyurmuştur.
Bilesin ki bu ayet, Allah'ın "Semî" ve "Basîr" olmasının,
O'nun ilim sıfatından ayrı, iki farklı sıfat olduğuna delâlet eder. Çünkü,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Ben sizinle beraberim" ifadesi "i(m"e
delâlet eder. "Ben işitirim, görürüm" ifadesi de, şayet ilme delâlet
etmiş olsaydı, bu bir tekrar olurdu ki bu hal, aslının hilâfına bir durumdur.
Sonra, muhakkak ki Cenâb-ı Hak bu teklifini tekrarlamış ve, "Hemen
gidin" buyurmuştur. Çünkü Cenâb-ı Allah daha önce, 'Ta ki sana en büyük
ayetlerimizden (birini daha) gösterelim. Firavun'a git"<jaba, 23-24»
ikinci seferde, "Sen, kardeşin de beraber olarak... git"çrh,42>;
üçüncüde, "Firavun'a gidin"(Taha 43) buyurmuş dördüncüde ise yani
burada, "Hemen gidin ona" buyurmuştur.
[177]
Bu imdi eğer, Cenâb-ı
Hak onlara, ikinci seferde, Firavun'a yumuşak söz söylemelerini emretmiş,
dördüncü kezde İse. Musa (a.s) üe Harun (a.s)'a: "Biz. Rabbinin iki
elçisiyiz. Artık Isrâibğullannı bizimle gönder..." demelerini emretmiştir.
Bunda ise şu birkaç bakımdan sertlik ve şiddet bulunmaktadır:
1) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Biz, Rabbinin iki
eiçisiyiz" ifadesi hakkında birkaç bahis vardır:
Birinci bahis:
Firavun'un onlara boyun eğip, onlara itaati kabul etmesi. Bu, bütün ülkeye
hükmeden bir krala çok ağır gelir.
İkinci bahis:
"Artık İsrâiloğullarını bizimle gönder" cümlesidir. Bunda, onun
mülkünü noksanlaştırma söz konusudur. Çünkü o, yapmayı istediği bina ve benzeri
şeylerin yapımında, İsrailoğullarına muhtaç idi.
Üçüncü bahis:
"Onlara işkence etme" ifadesidir.
Dördüncü bahis:
"Biz, sana Rabbinden gerçek bir ayet getirdik" ifadesidir.
Binâenaleyh "Allah'ın önce yumuşaklığı, sonrada sert davranılmasını
emretmesinin faydası nedir?" denilirse, biz deriz ki: Çünkü bir insanın
ısrar ve inadı ortaya çıkınca, o zaman ona sert davranmak gerekir.
Eğer, onların,
"Biz, Rabbinin iki peygamberiyiz. Sana bir ayet getirdik. Dolayısıyla
İsrâiloğullarını bizimle beraber gönder, onlara işkence etme" demeleri
gerekmez miydi? Çünkü mucizenin, risalet iddiasına bitişik zikredilmesi, ondan
sonraya bırakılmasından daha evlâdır" denilirse, biz deriz ki: Aksine,
bunun ondan sonra zikredilmesi daha evlâdır. Çünkü onlar, önce bütün
iddialarını zikrettiler, sonra da bütün bu iddialarına mucize ile delil
getirdiler.
[178]
Ayetteki, "sana
Rabbinden gerçek bir ayet getirdik" ifadesiyle alakalı şöyle bir soru
bulunmaktadır: Allah Teâlâ Musa (a.s)'a iki mucize vermiştir ki, bunlar
"asâ" ite "yed-i beyzâ"dır. Sonra, "Sen, beraberinde
kardeşin olduğu halde ayetlerimle git" (Tâhâ. 42} buyurmuştur. Bu ise, en
azından üç mucizenin varlığına delâlet eder. Burada ise, "...gerçek bir
ayet getirdik" denilmektedir. Bu da onun, tek bir ayet olduğunu gösterir.
Bunların arası nasıl uzlaştırılabilir? Kafffll buna şöyle cevap vermiştir:
"ayet" kel i meşinin anlamı, o ayet ve mucizelerin cinsine işaret
etmektedir. Sanki Musa ve Nârun (a.s), bu ifadeyle, "Biz sana Allah
katından bir beyân ve açıklama getirdik" demek istemişlerdir. Bunun, hem
tek bir hüccet, hem de birçok hüccet olması mümkündür.
[179]
Ayetteki, "Selâm,
doğruya tâbi olanlara olsun" ifadesine gelince, bazı alimler, bunun,
Allah'ın o ikisine söylemiş olduğu sözler cümlesinden olduğunu söylemişlerdir.
Buna göre, Allah Teâlâ sanki, "Siz ikiniz, "Biz, Rabbinin iki
elçisiyiz" deyin ve yine ona deyin ki, "Selâm, doğruya tâbi olanlara
olsun." Diğer müfessirler ise, "Aksine Allah'ın sözleri, "Biz,
sana Rabbinden gerçek bir ayet getirdik'' kısmında bitmektedir. Bundan sonra
gelen, "Selâm, doğruya tâbi olanlara olsun" cümlesi Musa ve Harun
(a.s) tarafından inananlara ve tasdik edenlere, dünya ve ahiret cezalarından
kurtuluş va'di ve müjdesidir.
"es-Setâm",
kelimesi, "selâmet esenlik" anlamındadır. Nitekim "Redâ"
kelimesi de, Redâ (emzirme) manasındadır. Buradaki alâ harf-i çeri, lâm harfi
cerri anlamındadır. Nitekim "Lanet onlara, yurdun kötüsü de onlara"
(Ra'd, 25) buyurulmuştur ki; bunun manası aleyhim "onların üzerine"
dir. Cenâb-ı Hak yine "Kimi iyi amel ederse, kendi enine; kimi de kötülük
ederse bu da kendi aleyhinedir" (Fussiiet. 46) buyurmuştur. Bir diğer yerde
de "Eğer iyilik yaparsanız, kendiniz için yapmış olursunuz. Eğer kötülük
yaparsanız, bu da onun aleyhinedir"h (isrâ. 7) buyurmuştur.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Bize şu vahyolundu ki: Şüphesiz azâb, yalanlayanların ve yüz çevirenlerin
tepesindedir" buyruğuna gelince, bil ki bu ayet, müminin cezasının devamlı
olmayacağı hususundaki en kuvvetli delillerdir. Çünkü, buradaki OiÎâiı
kelimesinin elif lamı, ya istiğrak (şümul) içindir, ya da mahiyet içindir. Her
iki takdire göre de, bu cins azabın, yalanlayan ve yüz çeviren kimseye has
olması gerekir. Binâenaleyh, azabın bu cinsinin, yalanlayıp yüz çevirenlerin
dışındakiler için kesinlikle bulunmaması gerekir. Ayetin zahiri, hiçbir
müminin, bazı vakitlerde bir ameli terketmesinden dolayı
cezalandırılmayacağını, kesin olarak ifade eder. Dolayısıyla da bu mana, mümin
için azabın devam etmeyeceği hususunda, bu aslî durumu üzere kalır. Çünkü sonlu
azâb, kendisinden sonra sonsuz bir esenlik ve selâmet bulununca, sanki bu hiç
tkâb olmamış gibi olur. Bundan dolayı da, bu kadarcık bir azabın hasıl olmasına
rağmen, o bir ikâb sayılmaz, denilmesi güzel olur. Bir de biz, "Selâm,
doğruya tâbi olanlara olsun" cümlesindeki "selâm" kelimesini,
"selâmet, kurtuluş" diye tefsir ettik. Binâenaleyh, bunun zahiri,
hidayete tâbi olan herkes hakkında bu kurtuluşun meydana geleceğini gösterir.
Arif-i biilah (Allah'ı tanıyan) hidâyete tâbi olmuştur. Binâenaleyh, onun da,
selâmete ermesi gerekir.
[180]
"(Firavun) dedi:
"O halde, ey Musa, sizin Rabbiniz kim?" O da, "Bizim
Rabbimiz her şeyi yaratan, sonra da onlara yol
gösterendir" dedi. (Firavun)
dedi
ki: "Öyleyse, evvelki asırların hali ve durumu nedir?" (Musa) dedi
ki:
"Onlar hakkındaki bilgi (Rabbimizin
nezdindeki bir kitâbtadır. Benim Rabbim,
ne
hata eder, ne de unutur. O, yeryüzünü size bir döşek yaptı. Orada sizin
için yollar açtı. Gökten su indirdi. İşte biz onunla,
türlü nebatlardan çiftler
çıkardık. Hem siz
yeyin, hem de davarlarınıza yedirin. Şüphe yok ki bunda,
salim akıl sahiplen için ibretler vardır. Sizi, ondan
yarattık. Yine ona döndüreceğiz. Sizi, bir kere daha ondan çıkaracağız"
(Tâha, 49-55).
Bil ki o ikisi,
Firavun'a, "Rabbinin iki elçisiyiz" dediklerinde, Firavun da onlara,
"ey Musa, sizin Rabbiniz kim?" dedi. Bununla alâkalı birkaç mesele
bulunmaktadır.
[181]
Firavun, çok kuvvetli,
kudreti fazla ve asken de bol idi. Musa (a.s) onu Allah'a davet edince, Hz.
Musa (a.s)'ı yakalayıp ona eziyyet etmedi, Aksine onunia münazaraya kalkıştı.
Eğer o, önce ona eziyyet etseydi, o takdirde, herkes
tarafından cahil ve şaşkın olduğu söylenirdi
Dolayısıyla bundan çekindi ve münazaraya başladı. Bu, hüccetsiz olarak sefiklik
ve hafiflik yapmanın, bunca cehalet ve küfrüne rağmen, Firavunun bile razı
olmadığı bir şey olduğuna delâlet eder, Öyleyse böylesi bir tutum, ilim ve
İslâm'ı iddia eden kimseye nasıl uygun düşer?
Sonra Firavun Musa
(a.s)'a, bu soruyu sorunca, Musa (a.s) onun sorusunu kabul edip, Yaratıcının
varlığına dair deliller ortaya koymak suretiyle cevap vermeye girişti. İşte bu
da, taklidin fasit ve batıl olduğuna delâlet etmiştir. Keza bu, "Biz
marifetullahı
peygamberin sözünden anlayıp
çıkarıyoruz..." diyen, Taümiyye fırkasının sözünün yanlışlığına da delâlet
eder. Çünkü Musa (a.s) burada, marifetullahın peygamberi bilip tanımadan önce
bulunması gerektiğini ifade etmiştir. Yine bu durum, "Biz marifetullahı ve
dini, ancak kitab ve sünnetten anlıyoruz" diyen Haşeviyyenin görüşünün de
yanlışlığına delâlet eder.
[182]
Ayet, batıldan yana
olan kimsenin sözünün nakledilmesinin
caiz
olduğuna delâlet eder. Çünkü Allah Teâlâ burada,
Firavun'un, ilahı inkar eden sözünü ve nübüvveti inkâr
edenlerin
şüphelerini aynt şekilde haşri inkâr edenlerin
şüphelerini nakletmiştir. Ancak, ne zaman böyle bir söz ve
soru nakledersen, Allah Teâlâ'nın böylesi yerlerde
yaptığı gibi şüphenin devam
etmemesi için bunun
peşisıra hemen cevabı getirmen gerekir.
[183]
Ayet, hakdan yana olan
kimsenin, batıldan olanın sözünü dinlemesi ve ona, eziyet vermeksizin ve
ürkütmeksizin cevap vermesi gerektiği ne delâlet eder. Nitekim Musa (a.s) da
burada, Firavun'a böyle davranmıştır. Aynı şekilde Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber
(s.a.s)'e, "Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır" (Nam, 125)
ve "Eğer müşriklerden birisi sana sığınırsa, onu himaye et ki, Allah'ın
kelâmım duysun" , buyurmuştur.
[184]
Alimler, Firavun'un
Allah'ı tanıyıp tanımadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları, "O
Yaratıcıyı biliyordu, ama kibrinden, büyüklük duygusu ve ceberütluğundan
dolayı,
bir yalan ve iftira olmak üzere, inkâr
eder görünüyordu" demişler ve buna altı bakımdan delil getirmişlerdir:
1)
(isra. 102) ayeti fiilindeki te harfini
mansub kılarsan o zaman bu, Musa (a.s)'ın Firavun'a bir hitabı olur ki manası:
"Andolsun ki, bunları ancak göklerin ve yerin Rabbinin indirdiğini muhakkak sende
bilirsin" demek olur ki, bu da Firavun'un bunu bildiğine delâlet eder.
Nitekim Cenâb-ı Hak, "Vicdanları da bunlara tam bir kanaat hasıl ettiği
halde, zulm ve kibr ile yine bunları inkâr ettiler" (Nemi, u)
buyurmuştur.
2) Firavun,
akıl sahibi idi, aksi halde, onun mükellef tutulması caiz olmazdı. Böyle akıllı
olan herkes, kendisinin yok iken var edildiğini ve böyle olan her varlığın da
bir müdebbire muhtaç olduğunu zaruri olarak bilir. Bu iki zaruri bilgi,
müdebbirin varlığını bilmeyi gerektirir.
3) Musa (a.s)'ın buradaki "Bizim Rabbimiz
her şeyi yaratıp sonra da yol gösterendir sözü Arapça da ellezi kelimesi,
marife olan bir mefhumu malum bir cümle İle tavsif
etmeyi ifade eder. Dolayısıyla bu cümlenin mutlaka, Firavun tarafından
bilindiğine hükmetmek gerekir.
4) Hz. Musa
(a.s)'nın, gerek Firavun'u, gerekse kavmini vasfederken söylemiş
olduğu, "Kendisi
de askerleri de... bize döndürülmeyeceklerini sandılar"(Kasas. 39)
ifadesi, onların, mebde'i} yaratılışı bildiklerine, ama meâdı, ahireti inkâr
ettiklerine delâlet eder.
5) Firavunun
mülkü ve krallığı, Kıbtîler'i, aşıp Şam'a ulaşmıyordu. Musa (a.s), kaçıp
Medyen'e gidince, Şuayb (a.s) ona: "korkma, o zalim topluluktan
kurtuldun" (Kasas. 25) demişti. Binâenaleyh, böyle olmasına rağmen,
Firavun, nasıl kendisinin bütün dünyanın ilahı olduğuna, inanabilirdi?
6)
"O, "Alemlerin Rabbi ne?"
deyince Musa (a.s), "O, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir" (Şuâra. 24) deyince, Firavun
da, "Size gönderilen
peygamberiniz şüphe yok ki bir deli" (Şuâra, 27) yani, "ben ondan
"Rabbln" mahiyetine soruyorum, o ise O'nun sıfatlarını sayıyor"
demiştir. Binâenaleyh Firavun, Hz. Musa (a.s) ile, Cenâb-t Hakk'ın mevcud
olması konusunda münakaşa etmemiş, aksine Allah'ın mahiyetini sormuştur.
Dolayısıyla bu, Firavun'un Allah'ın varlığını itiraf ettiğine delâlet eder.
[185]
Diğer alimler ise,
onun Hak Teâlâ'yı hiç kabul etmediğini söyleyerek şöyle demişlerdir: Alimler,
herhangi bir insanın kalkıp da kendisini, göklerin, yerin, güneşin ve ayın
yaratıcısı olduğunu hatta bizzat kendi kendisinin yaratıcısı olduğuna
inanmasının mümkün olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü insan
kendisinin bütün bunlardan aciz olduğunu zaruri ve kesin olarak bilir. Yine
insan, kendisinin daha önce mevcud olmadığını da zaruri olarak bilir. Böylece
de kendisinin bunların yaratıcısı ve var edicisi olmadığını kesin olarak bilir.
Alimler, Firavun'un Allah'ı
tanımayışının nasıl olduğu hususunda da ihtilaf etmişlerdir. Onun, bir
müessirin (yaratıcının) bulunmadığına inanan bir "dehri" olması
muhtemel olduğu gibi, bir illet-i mûcibiye (iradesiz, otomatik bir kudrete)
inanan felsefi bir düşünce taşıması da muhtemeldir. Yine onun, yıldızlara tapan
birisi olması muhtemel olduğu gibi, hulul (tenasüh) inancına sahib olan
Mücessime'den (ilahın cisimlere hulul ettiğine inanan kimse) biri olması da
muhtemeldir. Onun kendisinin Rab olduğunu iddia edişi, idare ettiği kimselerin,
kendisine itaat edip boyun eğmeleri ve başkasına itaat etmemeleri gerektiği
manasındadır.
[186]
Cenâb-ı Hak bu surede
Firavun'un, "Ey Musa, sizin
Rabbiniz
kim"dediğini, Şuara Sûresi'nde ise, "Alemlerin
Rabbi ne?" (Şuara. 23) dediğini nakletmıştir.
Binâenaleyh
burada, keyfiyetin sorulduğu
"kim" edatı ile, orada ise, mahiyetin sorulduğu "ne"
edatı ile soru sormuştur. Bu ikisi, birbirinden
farklıdır, ama sorulan hadise ve varlık
aynıdır.
Doğrusu, "Kim" edatı ile sorulanın, "ne" edatı ile
sorulandan Önce olmasıdır.
Çünkü Cenâb-ı Hak,
"Ben, Allah'ım ve Rabbim" diye cevap vermiştir. Firavun da:
"Sizin Rabbiniz kim" demişti. Bunun üzerine
Hz. Musa (a.s), Allah'ın varlığına deliller getirip, bu deliller çok açık ve
net olduğundan dolayı, Firavun bunlara cevap veremeyeceğini anlayınca, ikinci
hususa, yani "mahiyeti" sormaya geçmiştir. Bu da, onun Allah'ı
bildiğine dikkat çeken hususlardandır. Çünkü o, bunu çok açık ve net olarak
bildiği için, bu hususta münakaşa etmeyi bırakmış ve en zor konu olan
"Allah'ın mahiyeti" (ne olduğu) konusuna geçmiştir. Çünkü insan için,
Allah'ın mahiyetini bilmek mümkün değildir.
[187]
Firavun, "Sizin
ilahınız kim?" dememiş, "Rabbiniz kim?"
diye sormuş. Çünkü Hak Teâlâ'nın "(Firavun) dedi
ki: "Biz
seni yeni doğmuş bir çocuk iken içimizde
büyütüp terbiye
etmedik mi? Sen, ömrünün bir çok yılını
bizim aramızda
geçirmedin m/?"($uâra, ıs» ayetinde
de ifade edildiği gibi, kendisinin Musa {a.s)'ın Rabbi (terbiye edip büyüteni)
olduğunu kabul ediyordu. Bundan dolayı, "Rabbiniz kim?" ifadesini
(Ben değil miyim?) manasında, taaccüb için söylemiştir. Buna göre sanki Musa
(a.s)'a, "Senin Rabbin benim, ama sen başka bir Rabbin olduğunu
söylüyorsun?" Başka bir Rabbin olduğunu nasıl söylersin" demek
istemiştir. Bu söz Nemrud'un sözüne benzer. Hani, İbrahim (a.s) ona,
"Benim Rabbim, dirilten ve öldürendir" (Bakara, 258) deyince, Nemrud
da, "Ben de öldürür ve diriltirim" (Bakara. 258) demiştir. Halbuki
İbrahim (a.s)'in bahsettiği öldürme ve diriltme, Nemrud'un ancak lafız
itibarıyla karşılık verebildiği öldürme ve diriltmedir. İşte burada da
böyledir. Çünkü Hz. Musa (a.s) Cenâb-ı Hakk'ın, Rab olduğunu söyleyince^
Firavun'da bu soruyu sormuştur. Firavun'un bundan maksadı, "Ben de Rabbim.
Çünkü seni terbiye eden benim" manasıdır. Halbuki Hz. Musa (a.s)'ın Allah
hakkında bahsettiği rubûbiyyet,mana bakımındanFiravun'un kastettiği
rubûbiyyetten başkadır. Bu ikisi ancak lafız bakımından müşterektir.
[188]
Bil ki Musa (a.s), bir
yaratıcının varlığına, mahlûkatın
hallerinden
deliller getirmiştir. Bu, onun "Bizim Rabbimiz
her şeyi yaratıp sonra da yol gösterendir"
buyruğudur.
Bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Muhammed
(s.a.s)'e, "Rabbini teşbih et ki O, yaratıp, düzene koyan takdir eden, yol
gösterendir.., "(Aia, 1-3) diye bahsettiği delildir. Hz. İbrahim (a.s) de,
"işte onlar muhakkak ki benim düşmanlanmdır. Fakat alemlerin Rabbi böyle
değil. Beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren O'dur" <şuâra. 77-76)
demiştir. Musa (a.s) pek çok hususta, Hz. İbrahim (a.s)'in delillerine istinad
etmiş, ona dayanmıştır. Bunun izahı, inşaallah, Şuâra Sûresi'nde gelecektir.
Bil ki
"halk", kalıbları ve bedenleri terkib etmeye benzer birşeydir.
Hidayet (doğru yola iletme) ise, maddelerde hareket ve idrâk kuvvetini meydana
getirmedir. Buna göre "halk", hidayetten önce yer alır. İşte bundan
Ötürü Cenâb-ı Hak, "Onun (Adem'in) yaratılışını bitirip, ona ruhumdan
üflediğim zaman siz (Ey Melekler) derhal ona secdeye kapanın" (Hicr. 29)
buyurmuştur. Binâenaleyh tesviye (tam ahenkli bir tarzda kılma) kalıbla
(bedenle) ilgili bir ifade olup, rûh üfleme de hareket ve idrâk
kuvvetinin verilmesine bir işarettir. Nitekim Cenâb-ı
Hak, "Andolsun ki Biz insanı bir çamur hulâsasından (özünden) yarattık...
Sonra o insanı başka bir yaratılışla inşâ ettik" (mü-minun, 12-14)
buyurmuştur. Böylece yaratmanın hidayetten önce geldiği ortaya çıkmış otur.
[189]
Allah'ın yaratma ve
hidayetteki dikkate değer hikmetlerini izaha başlamak sahili olmayan bir
okyanusa dalmaktır. Biz bunlardan, anlayabileceğimiz bazı örnekler verelim:
1)
Tabıatcılar "Ağır olan şey aşağı doğru düşer. Hafif olan ise, yükselir.
Eşyanın en ağırı, önce toprak ve sonra sudur. En hafifi ise, ateş ve havadır.
Bundan ötürü ateşin, (dört ana) elementin en üstünde toprağın ise en altında
olması gerekir" derler. (Bakın) Cenâb-ı Hak ise insanın yaratılışında, bu
sırayı ters çevirmiş ve ondaki şeylerin en üstte olanını kemik ve kıllar
kılmıştır ki bunlar, bedendeki şeylerin en kuruşudur ve diğerlerine göre, (dört
elementteki) toprak mukabilidir. Sonra bunun altına su mukabili olan beyni
koyrr'jş, bunun altına da hava mukabili olan nefesi; onun altına da ateş
mukabili olan, tabii kalb sıcaklığın yerleştirmiştir. Böylece, bunun,
sebeblerin ve tabiatın gerektirmesiyle değil, Kadir, Hakim ve Rahim Allah'ın
düzenlemesi ve yaratması ile böyle olduğu anlaşılsın diye, toprağın yerini
bedenin üst tarafında, ateşin yerini ise bedenin alt tarafında kılmıştır.
2) Arının, peteğini altıgenler şeklinde,
yapışına ve örümceğin ve sineğin, faydalarına olan şeyleri bulmadaki enteresan
hallerine baktığında, bunun ancak herşeyi bilen ve yönetenin ilhamı (yol
göstermesi) ile olduğunu anlarsın.
3) Mahlûkata
yeme, içme, giyinme ve cinsi münasebet gibi, bedenî ihtiyaçlarını yerine
getirmeye vesile olacak şeyleri veren Allah Teâlâ'dır. Yine onlara, onlardan
nasıl istifâde edeceklerini
öğreten, dağlardan demiri
ve denizlerden inciyi, çıkarmalarını, ilaçlar yapmalarını ve
faydalı yakutlar ile incileri elde etmeyi, farklı şeyleri birbirine katarak
çeşitli tadlarda yemekler elde etmeyi öğreten de olur. Böyece bütün herşeyi
yaratan ve o şeylerden insanların nasıl istifade edeceklerini gösteren aklı
onlara verenin Allah Teâlâ olduğu anlaşılır. Bu sadece insanlar için böyle
olmayıp bütün canlılar hakkında da geçerlidir. İşte böylece erkeğe kadını,
eşeğe dişisini, deveye eşini verip, nesillerinin devamı için, erkeği dişiye
sevkeden, yavruları analarının memesinden tutturan O'dur. Hatta bu sadece
canlılara mahsus olmayıp, aksine onların herbir uzvunda da vardır. Çünkü Allah
Teâlâ mesele eli özel bir yapıda yaratıp, tutabilme gücünü vermiş; ayağı özel
bir yapıda yaratıp, yürüyebilme kuvvetini vermiştir. Göz, kulak ve benzeri
bütün uzuvlar da böyledir. Sonra da bunları, hepsinden bir bütün meydana gelecek
şekilde, birbirine tutturmuştur. İşte meydana gelen bu bütün, insandır.
Bütün bunlar bir
yaratıcının varlığına delâlet etmektedir. Çünkü bu maddelerden herbirini, bu
özeliklere, yani biraraya toplanması, terkib (bir bütün) meydana getirmesi, bu
kuvvetleri bulması ve doğruya ulaşması gibi şeylere sahib olması ya vâcib, ya
mümkin bir iştir. Vâcib olması imkansızdır. Çünkü o maddelerin, ölüm sonrasında
bu terkib ve kuvvetlerinden ayrıldığını görüyoruz. İşte bu, bu şeylerin vâcib
değil caiz (mümkin) olduğunu gösterir. Mümkin olanın, mutlaka bir müreccihinin
(onu var edeninin) bulunması gerekir. O müreccih ise, ne insanın kendisidir, ne
ana-babasıdır. Çünkü bunu yapmak, bu hususta bir kudrete sahib olmayı ve bu
husustaki bütün faydalı ve zararlı şeyleri bilmeyi gerektirir. Bu iki şey ise
insandan çok uzaktır. Çünkü insanın aklı tam kâmil olsa bile, insan bir tek
kılı değiştirmekten âcizdir. Teşrih (Anatomi ve fizyoloji) kitabları iyice
inceledikten sonra bile, bu uzuvların faydalarının ve fonksiyonlarının neler
olduğu konusunda, ancak pek az şey ortaya konabilir. Bu sebeble, mutlaka onları
idare eden ve düzene koyan bir başka varlığın olması gerekir. Bu varlığın,
madde olması mümkün değildir, Çünkü bütün maddeler, madde olması bakımından
aynıdırlar. Dolayısıyla o maddeye falan tesiri yapma işinin verilmesinin
mutlaka "mümkin" bir iş olması gerekir. Bu mümkin olunca da, başka
bir müessire muhtaçtır. "Devir11 ve "teselsül" ise
imkansızdırlar. Binâenaleyh bu işin, ihtiyaç zinciri içerisinde, ne cisim olan,
ne de cisim özelliği taşıyan, müessir ve müdebbir olan bir varlığa varıp
dayanması gerekir. Sonra bu müessirin tesiri, ya mahiyeti icabı (otomatik),
yahut ihtiyaridir. Mahiyeti icabı, olması imkansızdır. Çünkü böyle olan, falanı
filandan, bunu şundan, benzeyen iki şeyi birbirinden ayırdedemez. Halbuki bu
maddeler, madde olma bakımından eşittirler. Binâenaleyh bunların bir kısmına
felekiyyet (gökte olma, bir kısmına unsuriyyet (element olma), bir kısmına
nebâtiyyet (bitki olma), bir kısmına da hayvâniyyet (canlı olma) özelliği nasıl
verilebilmiştir? İşte böylece müessir ve müdebbirin; kadir olduğu; kadir olan
bu müessir ve müdebbirin, bu enteresan şeyleri yapmasının ise ancak âlim olması
halinde yapabileceği sabit olur.
Sonra ne cisim, ne de
cismâni olan bu müessirin mutlaka zâtı ve sıfatları bakımından, vâcibul vucûd
olması gerekir. Aksi halde bu iş, ondan önceki başka bir müdebbire varıp
dayanır. Bu da teselsül olur ve teselsül imkansızdır. O, kadir ve âlim oluşu
hususunda vâcibul-vucûd olup, zâtı gereği vâcib olan da, şu mümkini değil de şu
mümkini yapar diye, sımrlandırılamayacağına göre, onun herşeyi bilmesi, herşeye
kadir olması gerekir. Binâenaleyh Hz. Musa (a.s)'nın ortaya koyduğu ve âlemin
ne cisim, ne cismâni olan zâtı ve sıfatları hususunda vâcibu'l-vucûd bir
müdebbire varıp dayandığına dikkat çektiği deliller ile, bunun bütün herşeyi
bilen bir alim ve herşeye gücü yeten bir kadir olduğu ortaya çıkar.
[190]
Firavun,
"Sizikinizin Rabbikim?"diyerek, iki kişiye hitab etmiş, ama nidayı,
"Ey Musa" diyerek, sadece birine
yöneltmiştir. Çünkü bu
nübüvvette asıl olan, Hz. Musa (a.s) 'dır. Harun (a.s) ise, onu veziridir ve
ona tâbidir. Yahut da Firavun, Hz. Harun (a.s)'ın fasih (güzel konuşan) birisi
olduğunu, Hz. Musa'nın ise dilinin peltek (kekeme) olduğunu bildiği
için, hınzırlığından dolayı,
kardeşini değil de
Hz. Musa'yı
konuşturmak istemiştir. Bunun böyle olduğuna,
"Hem ben ondan daha üstün, daha hayırlı değil miyim? O ki hakirdir,
meramını bile neredeyse ifade edemiyor" t, 52) sözü de delâlet eder.
[191]
Hz. Musa
(a.s)'ın, "Bizim Rabbimiz herşeyı
yaratıp sonra da yol göterendir" şeklindeki sözü hakkında şu iki izah
yapılmıştır:
a) Bu
ifadede bir takdim-tehir vardır ve "Altah mahlükatına kendisine ihtiyaç
duydukları ve istifade edecekleri herşeyi vermiştir" demektir.
b) Ayette
geçen, "hilkat" ile, onların faydasına uygun şekil ve suretler
kastedilmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Ben herşeye, onun faydasına
ve maslahatına uygun olan şekil ve sureti verdim" demektir. Bu ifade,
muzaf ve muzâfun ileyh'İn (yani "kûl" veya "şey"
kelimesinin) sıfatı olarak, (ki onu O
yarattı) şeklindede okunmuştur. Buna göre mana, "Allah, yarattığı herşeye,
in'âm ve ihsanda bulunmuştur.
[192]
Ayetteki,
"(Firavun dedi ki:}" "Öyleyse, evvelki asırların hali ve durumu
nedir?" ifadesine gelince, bil ki bunun, geçen ifadelerle ilgisi hususunda
şu izahlar yapılmıştır:
1) Hz. Musa
(a.s) Firavuna, yaratılışı isbat böylesine açık ve kolay ise, ya evvelki asırların
hali nedir?" yani "Onlar, buna niçin inanmayıp, inkar
etmişlerdir" demiştir. Binâenaleyh Musa (a.s), yaratıcının yarlığına kesin
delililer getirince, Firavun bu delilleri, "Eğer iş, sizin dediğiniz gibi
böyle açık ve kolay olsaydı, geçmiş ümmetlerin hiçbirinin bundan gafil
olmamaları gerekirdi" diyerek o delillere gölge düşürmek istemiş ve
böylece de deüilere, taklidle karşılık vermiştir.
2) Hz. Musa
(a.s), "Bize şu vahyolundu ki şüphesiz azab, yalanlayanların ve yüz
çevirenlerin tepesindedir" fihâ,s) diyerek, önce Firavun'u azabla tehdid
etimşitr. Bunun üzerine Firavun da, "Öyieyse, evvelki asırların hali
durumu nedir?" yani "Onlar da tekztb ettiler ama azâb olunmadılar,
(ya buna ne dersin?)" demiştir.
3) En açık
izaha göre, Firavun, "O halde, Ey Musa, siz (ikinizin) Rabbi kim?"
deyince, Hz. Musa (a.s), söylemek istediği hususta çok net bir delil ve çok
açık bir bürhân getirerek, "Bizim Rabbimiz herşeyi yaratıp, sonra da yol
gösterendir" deyince, Firavun, Hz. Musa (a.s)'ın bu delili, iyice ortaya koyup, böylece de
insanların onun doğru, kendisinin yolunun yanlış olduğunu anlamalarından korktu
da, konuyu değiştirmek Hz. Muse(a.s)'ı
hikâyelerle oyalamak istedi ve "Öyleyse, evvelki asırların hâli ve
durumu nediı?" dedi, ama Hz. Musa (a.s) buna iltifat etmeyip, aksine,
"Onlar hakkındaki bilgi Rabbimin nezdindeki bir kitaptadır" yani,
onların durumları beni alâkadar etmez, onlarla meşgul olmam' dedi ve sonra o
önceki sözünü
tamamlamaya, Allah'ın birliğine dair açık
ve kesin deliller getirmeye tekrar dönerek, "O, yeryüzünü size bir döşek
yaptı. Orada sizin için yollar açtı..." dedi. İşte ifadenin, kendinden
önceki ayetlerle münasebeti hususunda, tercihe şayan izah budur.
[193]
Ayetteki bu ifade ile
ilgili birkaç mesele vardır:
Alimler, ayetteki
"Onların ilmi, Rabbimin nezdindeki bir kitabtadır" ifadesi hususunda,
değişik izahlarda bulunmuşlar ve şöyle demişlerdir:
"Rabbin
katında olan o ilim, o kitabta nastl
olur? Bu şu manayadır: Allah'ın ilmi, O'nun sıfatıdır. Birşeyin sıfatı ise
kendisi (zâtı) ile kâimdir. Dolayısıyla birşeyin sıfatının, bir kitabta olması
düşünülemez?" Alimler bu hususta şu iki izahı yapmışlardır:
a) Bu,
"Allah Teâlâ, o kitabta yazdığı şeylerin meleklerce görülebilmesi ve
böylece de bu durum ile, meleklerin Allah Teâlâ'ntn herşeyi bilen, yanılma ve
gâfıl olmadan münezzeh bir zât olduğuna iyice istidlal edebilmeleri için, bu
hükümleri katındaki bir kitaba yazmıştır. Birisi şöyle diyebilir:
"Ayetteki,
"kitabta" sözü, Allah Teâlâ'nın bu bilgi hususunda o kitaba muhtaç
olduğu zannını uyandırabilir. Bu, hiç şüphesiz gerekli olmasa bile, en azından
Hk nazarda bilhsassa kâfirlerde böyle bir zanna sebeb olabilir. Öyleyse Hz.
Musa (a.s)'ın Firavun gibi bir muannide karşı, onu dine davet ederken bunu
böyle söylemesi nasıl uygun düşer?"
b) Bunun
manası şudur: O bilgilerin, Allah'ın ilminde kalmaları, tıptt kitabta yazdan
şeylerin yazıldıkları gibi (değişmeden) kalmaları gibidir. Binâenaleyh Hz. Musa
(a.s)'ın bu sözden maksadı, herşeyin
sırrının Allah tarafından bilindiği, hiçbirşeyin O'nun ilini dışında
kalmadığını ve kaybolmadığını iyice belirtmektir. Bu izahı, hemen bu ifadenin
peşinden gelen, "'Benim Rabbim ne hata eder. ne de unutur" ifadesi
ile de destek bulur.
[194]
Alimler ayetteki
"Benim Rabbim ne hata
eder,
ne de unutur" ifadesini değişik şekillerde izah
etmişlerdir. Bu
cümleden olarak bazdan, bu iki fiilin de aynı
manaya geldiğini, yani
Allah'ın ilminden hiçbirşeyin
kaybolmayıp, hiçbirşeyin O'na saklı-gizli kalmadığı manasına geldiğini
söylemişlerdir. Bu, Mücâhidin görüşüdür. Alimlerin çoğu ise, bu iki ifade
arasında fark bulunduğu kanaatindedirler. Bu görüşte olanlar, şu izahları
yapmışlardır:
1)
Kafffll'ın yaptığı ve izahların en güzali olan izaha göre, bunun manas:,
"Rabbim eşyadan gafil olmaz ve onları bilmekte hata etmez. Bildiği şeyleri
ise unutmaz" şeklindedir. Binâenaleyh birinci fiil, Cenâb-ı Hakk'ın
herşeyi bildiğine, ikinci ifade ise, ilminin ezeli ve ebedi olduğuna işarettir.
Bu ayn' zamanda. Allah Teâlâ'nın ilminin değişmeyeceğine de bir işarettir.
2) Mukatİl
şöyle demiştir: "O kitab Rabbime hata ettirmez ve Rabbim de o kitabta
bulunanları unutmaz."
3) Hasan
el-Basri, "Allah Teâlâ diriliş zamanı hususunda şaşırmaz ve onu asla
unutmaz" demiştir.
4) Ebu Amr şöyle der: "Dalâl, asıl manası
itibarı ile gâib olmak, mevcut olmamaktır. Buna göre bu, "Cenâb-ı Hak
hiçbirşeyden, hiçbirşey de O'ndan gâib olmaz" demektir.
5) İbr Cerir
şöyle demiştir: "O, yönetmede hata etmez ki, doğru olmayan birşeyin doğru
olduğuna inansın. Bildiğinde, bildiği şeyi unutmaz." Bütün bunlar,
birbirine yakın izahlardır. En doğrusu birincisidir.
[195]
Firavun, Hz. Musa
(a.s)'a ilahını sorup, "Ey Musa siz (ikinizin) Rabbi kim?" deyip, bu
da hakkında delil getirilmesi gereken
konulardan
olunca, Hz. Musa (a.s), lafız itibarı ile çok veciz,
mana itibarı ile çok güzel doğru bir sözle cevap
verdi. Ama Firavun, Hz. Musa (a.s)'a geçmiş ümmetlerin halini sorup, bu konu da
habere (rivayete) dayanan bir konu olup, kendisine bu hususta bir haber (bir
vahiy) ulaşmamış olduğu için, bunu gaybı bilen Allah'a havale etmiştir. Bil ki
Hz. Musa (a.s), ilk delili zikredip, bu da insanları, canlıları, bütün bitki ve
cansızları kapsayan genel bir delil olunca, bunun peşisıra hususi delilleri
getirmiştir. Bunlar üç tanedir:
[196]
Birinci delil:
"O, yeryüzün size bir döşek yaptı" ayeti... Bununla ilgili birkaç
bahis vardır:
Birinci Bahis:
Kufeliler, hem burada hem de Zuhruf Suresi'nde (Ayet, ıo) kelimeyi mehd-en
şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları her iki yerde de mihad-en
okumuşlardır. Bu kelimeni mihad-en şeklinde okunmasını tercih eden Ebu Ubeyde,
bunun isim, mehd kelimesinin ise, fiilinin ismi olduğunu belirtir. Başkaları
ise mehd kelimesinin isim, mihad kelimesinin ise, tıpkı ferş ve firâş
kelimesinde olduğu gibi, çoğul olduğunu söylemişlerdir. Ebu Ubeyde
bunlara" firaş isim, ferş ise, fiilin ismidir" diyerek cevap
vermiştir. Mufaddal ise, bu iki kelimenin mehede (yaydı-döşedt) fiilinin masdarları
olduğunu söylemiştir. Bu kelime, birisi bir kimseye yatak yahut sergi yayıp
hazırladığında kullanılır. Nitekim Arapça'da
denilir.
İkinci bahis: Keşşaf
Sahibi şöyle der: ifadesi, ya mahzuf mübtedanın haberi, veyahutta, Rabbi
kelimesinin sıfatı olduğu için mahallen merfûdur. Yahud da, medh üzere
mansubtur ki, onun bu şekilde kullanılması, hem geneldir, hem de mecazidir. Bil
ki, bu ifadenin, mahzûf mübtedanın haberi olduğuna kesin olarak hükmetmek
gerekir. Çünkü, biz bu ifadeyi, diğer iki izaha hamledecek olursak, bunun, Hz.
Musa (a.s)'m sözü cümlesinden olması gerekir. Eğer böyle olacak olsa, inşallah
izahının ileride yapılacağı üzere, Cenâb-ı Hakk'ın,
"İşte biz onunla, îüiiü nebatlardan çiftler çıkardık" ifadesinden
dolayı nazm bozulmuş olur.
[197]
Üçüncü bahis: Yerin
bir döşek olması Allah Teâlâ'nın o yeri, hem kullarının hem de diğer
canlılarının, onun üzerinde oturup kalkmaları, uyumaları, ziraat yapmaları için
ve de diğer pekçok menfaatlerden dolayı yaratıp haketmesi demektir ki, biz bu
hususu, Bakara süresindeki (Bakara. 22)
ayetinin tefsirinde geniş bir biçimde ele almıştık.
İkinci delil: Ayetteki
''Orada sizin için yollar açtı" cümlesini izah için Keşşaf Sahibi şöyle
der: "Bu ayette geçen seleke kelimesi, "Sizi cehenneme sokan nedir?"
(Müddestr. 42) ve "Böylece biz onu, günahkârların kalblerine sokarız"
(mor, 12) ayetlerinde geçmekte olan seleke kelimesinin anlamındadır. Yani,
'Allah sizin için o yerde, yollar yarattı ve o yolları, dağların, vadilerin ve
sahraların aralarına yerleştirdi" demektir.
Üçüncü delil: Cenâb-ı Hakk'ın.
"Gökten su indirdi" ayetidir. Bu husustaki sözümüz, Bakara
süresindeki (Ayet. 22) ayetin tefsirinde geçmişti.
Cenâb-ı Hakk'ın
"işte biz, onunla türlü nebatlardan çiftler çıkardık" ayetine
gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır.
[198]
Cenâb-ı Hakk'tn
ehrecnâ "çıkardık" ifadesiyle ilgili şu izahlar yapılmıştır:
1) Bu ifade
de Hz. Musa(a.s)'ın sözlerindendir. Buna
göre
Hz. Musa (a.s) sanki,
"Benim Rabbim, sizin için şunları şunları yaratandır. Ve ey O'nun kullan
biz, bu su İle, çiftçilik yaparak, çeşitli bitkilerden çift çift
çıkarırız" demektir.
2) Hz. Musa
(a.s)'ın sözü, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Gökten su İndirdi" cümlesinde bitmiştir. Sonra ise, Allah Teâlâ, ilk
sözüne, yani, "Onunla çıkardık" sözüne bitişik olarak, kendisinin
vasıflarını bildirmeye devam etmiştir. Bunun böyle olabileceğine, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Hem siz yeyin, hem de davarlarınıza yedirin" ifadesi de
delâlet eder.
3) Keşşaf
Sahibi şöyle der: "Hz. Musa (a.s), Hak Subhanehû'nun, bütün eşyanın emrine
boyun eğdiği ve kendisine itaat edilen bir varlık olduğunu bildirmek için, gayb
sığasından mütekellim sigasına geçmiş, böylece söz, itaatin mutlak merciine
verilmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "O, gökten su indirendir. Sonra biz onunla
her şeyin (her nevin) nebatını çıkardık"(En'am,
Bil ki, ehrecnâ
ifadesi, ya Hz. Musa (a.s)'mn sözlerindendir, ya da Cenâb-ı Hakk'ın sözü...
Birincis^olamaz, çünkü:Cenâb-ı Hakk'ın bundan sonraki, "Hem siz yeyİn, hem
de davarlarınıza yedilin. Şüphe yok ki bunda, salim akıl sahipleri için
ibretler vardır. Sizi, ondan yarattık. Yine ona döndüreceğiz. Sizi, bir kere
daha ondan çıkaracağız" ifadeleri, Hz. Musa (a.s)'a uygun düşmez. O'nun,
"İşte biz cnunla, türlü nebatlardan çiftler çıkardık" ifadesi de, Hz.
Musa (a.s)'ya uygun düşmez. Çünkü Hz. Musa (a.s)'ın (bu hususta) en ileri
derecedeki kudreti, arazileri sulamaktır. Ama, çeşitli, renk, tad ve
karakterlerde bitkiler çıkarmak ise, Hz. Musa (a.s)'dan sadır olamaz. Böylece,
bu sözlerin Cenâb-ı Hakk'a ait ifadeler olduğu kesinleşir Cenâb-ı Hakk'ın
sözünün başlangıcı "İşte biz onunla, türlü nebatlardan çiftler
çıkardık" ayeti de olamaz. Çünkü, fâ harfi, kendisinden öncekilerle
alâkalıdır. Binâenaleyh, bunu Allah'ın sözü; bundan öncekileri de Hz. Musa
(a.s)'ın sözü kabul etmek caiz değildir. Bu sebeple geriye ancak, Hz. Musa
(a.s)'ın sözünün, "Benim Rabbim, ne hata eder, ne de unutur"
ifadesinde tamamlandığının, Allah'ın sözünün ise, "O, yeryüzünü size bir
döşek yaptı" ifadesinden itibaren başladığının denilmesi katır. Böylece
de, kelamın takdiri (mahzûf mübtedânın haberi olarak), "O, yeri sizin için
bir döşek yapan zâttır" şeklinde olur ki, bu durumda, ayetin başındaki
ellezi mahzûf mübtedânın haberi olur ve "iltifat" sanatından dolayı,
gayp sığasından hitaba geçilmiş olur.
[199]
Ayetin zahiri,
Cenâb-ı Hakk'ın, yeryüzünde bitkileri,
indirmiş olduğu su vasıtasıyla çıkardığına delâlet
eder.
Böylece bitkilerin
çıkarılmasında, suyun da bir tesiri olmuş
olur.
Böyle olduğunun farzedilmesi, İslâm'ın akidelerinden
herhangi birini zedelemez. Çünkü ona, bu karakteri ve
bu özelliği veren, ancak Allah Teâlâ'dır. Ne var ki, mütekaddtmûn kefamcilar,
bunu kabul etmemiş suyun bu konuda kesinlikle bir tesiri bulunmadığını
söylemişlerdir.
[200]
Ayetteki ezvac asnâf
(sınıf sınıf...) demektir. Bu şekilde isimlendirilmiştir, çünkü
bunları herbiri diğeriyle çiftlenmiştir. Ezvac-en şetta
kelimesi ise, kelimesinin sıfatı olup, şetît kelimesinin çoğuludur. Bu tıpkı,
merdâ'nın îd'in (hasta) kelimesinin çoğulu olması gibidir. Bu kelimenin, nebat
kelimesinin sıfatı olması da mümkündür. Çünkü nebat, nâbtt (biten) anlamında
bir masdardır. Bu keümininmüfredi ve çoğulu eşitti. Yani, "O bitkiler
çeşit çeşittir; faydaları, tadları ve karakterleri farkî: farklıdır. Bazıları
insanlara, bazıları ise, hayvanlara elverişlidir" demektir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Hem sizyeyin, hem davarlarınıza yedirin" buyruğuna gelince, bu
ifade, ehrecnâ ifadesindeki mütekellim zamirinden hal olup, buna göre mana,
"Biz, kendilerinden istifade etmemiz hususunda rnüsade ediciler, bir
kısmını sizin yemeniz, bir kısmını da hayvanlarınıza yedirmenizi mubah
kılıcılar olarak, çeşitli bitkileri çıkardık..." şeklinde olur. Cenâb-ı
Hakk'ın, "yeyin" emri başka
faydaları
da kapsar. Bu, tıpkı, "Aranızda mallarınızı haksız sebeplerle
yemeyin..." (Bakara, 188) ve, "Gerçekten, yetimlerin mallarını haksız
olarak yiyenler, karınlarına ancak bir ateş (doldurarak) yemiş
olurlar"(N.sa, 10) ayetleri gibi olup, bu emir ibâha ifade eden bir
emirdir.
Cenâb-ı Hak,
buyurmuştur. Yani, "Bahsettiğim bu nimetlerde, akıl sahipleri için
ayetler, yani delâletler vardır" demektir. Nuhye "akıl"
demektir. Ebu Ali el-Farisi, "bu kelime, tıpkı hudâ gibi masdar olabileceği
gibi, cemi de olabilir" demiştir.
Canâb-ı Hakk'ın
"Sizi, ondan yarattık" ifadesine gelince, bil ki, Cenâb-ı Hak,
yerlerin ve göklerin yararlarından bahsedince, bunların, zâtları gereği matiûb
ve arzuların olmadıklarını, tam aksine ahiret menfaatlerini elde etmesinin
birer vesilesi oldukları için matlub olduklarını beyân buyurarak, "Sizi,
ondan yarattık" buyurmuştur. Bu hususta iki soru bulunmaktadır.
[201]
Birinci soru: Cenâb-ı
Hak, bizi diğer ayetlerinde de beyân ettiği üzere, "nutfe" den
yarattığına göre, O'nun burada, "Sizi, ondan (yani topraktan)
yarattık" demesinin manası nedir? Buna şu iki açıdan cevap verebiliriz:
a) Cenâb-ı
Hak, aslımız olan Adem (a.s), "Adem'in hali gibidir, onu topraktan
yarafft"(A.imrân,59) ayetinde de belirttiği gibi, topraktan yaratınca pek
yerinde olarak mefhumu burada bizim hakkımızda da kullandı.
b) İnsan, erkeğin nutfesi ile kadının kanından
meydana gelmiştir. Bunlar da, gıdalardan oluşmuştur. Gıdalar da, ya hayvansal,
ya da bitkisel oiui. Hayvansal gıdalar, bitkilere varıp uzanır. Bitkiler de,
suyun ve toprağın karışımından meydana gelir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın,
"Sizi ondan yarattık" demesi doğru ve yerinde olur ki, bu bizim,
nutfeden yaratılmış olmamıza aykırı düşmez.
c) Biz, Cenâb-ı Hakk'ın, "Döl yataklarında
size nasıl dilerse öyle biçim veren O'dur" (aıi imran, 6) ayetinin
tefsirinde, İbn Mesûd'dan gelen şu haberi zikretmiştik: "Allah, rahimlerin
meleğine, o çocuğun ecelini rızkını ve, defn olunacağı yeri yazmasını; o
bölgenin toprağından alıp, o nutfenin üzerine serpmesini, sonra da o nutfeyi o
rahme koymasını emreder."
İkinci soru: Ayetin
zahiri, bir şeyin, bazan diğer bir şeyden yaratılıp meydana geldiğine delâlet
etmektedir. Halbuki, kelamctların görüşlerinin zahiri, buna karşı kor
durumdadır. (Ne dersiniz?),
Buna şu şekilde cevap
verilir: Eğer, bir şeyin diğer bir şeyden yaratılması ile, evvelki şeyin
sıfatının o zâttan (cevherden) giderilmesi ve ikinci şeyin sıfatının o zâtta
(cevherde) meydana getirilmesi kastediliyorsa, bu caizdir. Çünkü, bunda bir
aykırılık yoktur.
Cenâb-ı Hakk'ın,''Yine
ona döndüreceğiz" ifadesine gelince, bundan murad edilenin, Allah'ın
gökyüzüne kaldırmış oldukları müstesna, yerin, ölen herkes için bir mekânı ve
zarfı olabilmesi için, kabirlere döndürüp sokma olduğunda şüphe yoktur. Göğe
yükseltilmiş olanın da, öldükten sonra oraya döndürülmesi muhtemeldir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Sizi bir kere daha ondan çıkaracağız" ifadesine gelince, bu hususta
da şu izahlar yapılmıştır:
a) Doğruya en yakın olan bu görüşe göre, bu
ifadenin manası, "Haşr ve ba's gününde sizi oradan çıkaracağız"
şeklindedir.
b) Biz sizi oradan, bir toprak ve çamur halinde
çıkarırız. Sonra da, bunu müteakiben, size can veririz. Bu mana, bazı
haberlerde de zikredilmiştir.
c) Bununla,
kabir azabı murad edilmiştir. Berft İbn Azib'in şöyle dediği rivayet
edilmiştir: " Hz. Peygamber (s.a.s) ile birlikte, ensardan birinin
cenazesine gitmek üzere yola çıktık. Derken, Hz. Peygamber kabir azabından,
mümin ve kafire yapılan hitabtan, ruhun cesedine dönmesinden, yeryüzüne
gönderilmesinden ve Allah Teâlâ'nın, onları yeryüzüne iade ederken, "Ben
onlara, onları topraktan yarattığımı; ona döndüreceğimi ve ondan yeniden
çıkaracağımı va'detmiştim" demesinden bahsetti.
Bil ki Allah Teâlâ bu
ayetlerde, yerin pekcok faydasından bahsetmiştir ki bu da Cenâb-ı Hakk'ın o
yeri canlılar için, üzerinde gidip geldikleri bir döşek ve yatak (gibi)
yapması; onlara o yeryüzünde, istedikleri zaman gidip gelecekleri yollar
yapması ve orada, hem kendilerinin azıkları hem de hayvanlarının yiyecekleri
olacak olan çeşitli bitkiler yaratmasıdır ki bu, onların, kendisinden neşet
ettikleri temeldir, asıldır... Sonra bu yer, öldükleri zaman da toplanıp bir
araya getirildikleri bir mekândır. İşte bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.s), "Yere,
iyi davranın; çünkü o da size iyi davranır" buyurmuştur.
[202]
"Celalim hakkı
için, Biz ona, ayetlerimizin hepsini gösterdik de o, yine yalanladı ve dayattı.
Dedi ki: "Ey Musa, sen sihrinle bizi yerimizden çıkarmak
için mi geldin bize? Şimdi biz de sana, onun gibi bir
sihir yapacağız, şimdi
sen kendinle bizim
aramızda bir buluşma yeri ve zamanı tayin et kî, ne senin
ne de bizim cayamayacağımız düz (geniş) bir yer
olsun"
(Tâhâ, 56-58).
[203]
Bilesin ki Allah
Teâlâ, Firavun'a bütün ayetlerini gösterdiğini, sonra da onun, buna rağmen
onları kabul etmediğini beyan buyurmuştur. Alimler, bu ifadede geçen,
"ayetlerimiz" sözüyle neyin kastedildiği hususunda ihtilaf
etmişlerdir. Bazıları, Cenâb-ı Hakk'ın bununla, tevhid ve nübüvvet ile ilgili
bütün delilleri kastettiğini söyleyerek şöyle demişlerdir: "Tevhidle
ilgili delillere gelince, bunları Allah Teâlâ'nın bu suredeki "Bizim
Rabbimiz her şeyi yaratıp sonra da yol gösterendir"', "O, yeryüzünü
size bir döşek yaptı" ayetleriyle, Şuâra Suresi'nde zikrettiği,
"Firavun dedi ki: "Alemlerin Rabbi nedir?" (Musa),
"Göklerin, yerin ve bunların arasında bulunan şeylerin Rabbidir... (Şuâra,
23-24) ayetleridir.
Nübüvvetle ilgili
olanlara gelince, bunlar da, Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Musa (a.s)'a tahsis ettiği şu
dokuz mucizedir: 1) Asa, 2) Yed-i Beyzâ, 3) Denizin yarılması, 4) Suyun
fışkırdığı taş, 6) Çekirge, bit ve kene istilası 7) Kurbağa istilası, 8)
Suların kana dönüşmesi ve, 9) Dağın kökünden sökülerek kaldırılması. Bu izaha
göre, ayetteki ereynâhu kelimesinin manası, "Biz o Firavun'a, bu
mucizelerin doğruluğunu anlattık, bunlardaki delâlet vecihlerini izah
ettik" şeklinde olur... Bazıları da bunu, nübüvvetle ilgili mucizeler
manasına almışlardır ki, bunlar da, az önce saydığımız mucizelerdir. Cenâb-ı
Hak, Hz. Musa (a.s)'ın elinde zuhur etmesine ve onları izhâr eden de olmasına
rağmen, ayetleri kendisine nisbet etmiştir. Çünkü, o mucizeleri onun elinde
meydana getiren O'dur. Bu, tıpkı, üfleyen Cebrail olmasına rağmen, rûh üfleme
işini kendisine nisbet ederek, "Biz ona ruhunuzdan üfledik" (Enbiya,
91) demesi gibidir.
İmdi şayet,
"ayetteki küllehâ lafzı, umumiliği ifade eder. Halbuki Allah'u Teâlâ
Firavun'a bütün mucizeleri göstermemiştir. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Musa (a.s)'dan
önce ve ondan sonra gslen bütün peygamberlerin elinde izhâr ettiği mucizeleri
de O'nun ayet ve mucizeleri cümlesindendir" denilirse, biz deriz ki: KÛM
lafzı, her ne kadar umumilik ifade etse dahi, ancak ne var ki bu bazan, karine
bulunduğunda, hususi manada da kullanılabilir. Bu, meselâ, "Pazara girdim,
her şeyi aldım" denilmesine benzer. Şöyle de denilebilir: Hz. Musa (a.s),
Firavun'a, Cenâb-ı Hakk'ın mucizelerini gösterdi. Ona, diğer peygamberlerin
mucizelerini de sayıp döktü, ama o (buna rağmen) hepsini sayıp döktü.
Ya da şöyle
denilebilir: mucizelerin bir kısmını yalanlamak, hepsini yalanlamak demektir.
İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu gerekliliğe göre, (yani netice itibariyle)
bundan bahsetmiş, daha sonra da, o Firavunun yalanlayıp direttiğini beyan
buyurmuştur.
Kadi şöyle der: eba
fiilinin delâlet ettiği ibâ masdarı, kabul etmemek demektir. Halbuki, bununla
ancak yapmak veya yapmamak gücü elinde olan kimse nitelenebilir. Bir de,
Allah'u Teâiâ, onun yalanlayıp ve diretmesinden dolayı, Firavun u kınamıştır.
Binâenaleyh o, o şeylere kadir olmasaydı, böyle bir kınama doğru olmazdı."
Bil ki bu soru Cenâb-ı Hakk'ın Bakara Sûresi'ndeki, "İblis müstesna o
diretti ve büyüktendi" (Bakara. 34) ayetinin tefsirinde, cevabtyla beraber
geçmişti.
Cenâb-ı Hak, daha
sonra Firavun'un, "Ey Musa, sen sihrinle bizi yerimizden çıkarmak için mi
geldin?" şeklindeki şüphesini nakletmiştir ki, bu şüphenin terkibi son
derece ilginçtir. Bu böyledir, zira Firavun onların kulaklarına, sayesinde, Hz.
Musa (a.s)'a cidden öfke duyacakları bir şeyi işittirmiştir ki, bu da, uEy
Musa, sen sihrinle bizi yerimizden çıkarmak için mi geldin?" ayetidir.
Çünkü bu, insana son derece zor gelen şeyler cümlesindendir. İşte bundan dolayı
Cenâb-ı Hak, yurttan çıkarılma işini "Kendinizi öldürün, yahut
yurtlarınızdan çıkın"(Nisa, 66) ayetinde, öldürülmeye denk saymıştır.
Sonra onlar Hz. Musa (a.s)'a çok buğz ettikleri için, Firavun, Hz. Musa
(a.s)'ın nübüvvetini zedeleyecek bu şüpheyi getirerek, "Senin bize
getirdiğin, mucize değil sihirdir" demek istemiştir. Mucizenin, karşı
konulması imkansız birşey, sihrin ise karşı konulabilecek birşey olmasından
ötürü, Firavun mucizenin sihirden ayırdedilebileceğini bildiği için,
"Şimdi biz sana onun gibi bir sihir yapacağız" demiştir.
[204]
Ayetteki "Şimdi
sen kendinle bizim aramızda bir buluşma yeri ve zamanı tayin et ki, ne senin ne
de bizim cayamayacağımız düz (geniş) bir yer olsun..." ifadesine gelince,
bil ki buradaki "mev'id" kelimesi masdar-ı mimi olabileceği gibi,
ismi mekan da olabilir. Bu tıpkı, (Hicr, 43) ayetindeki kelime gibidir. Bunun,
(Hüd. si) ayetindeki kelime gibi, ism-i zaman olması da mümkündür. Bu ayette
ise, kelime masdar mimidir, yani, "Bizimle aranda, cayamayacağımız bir
va'dde (sözde) bulun" manasındadır. Çünkü cayma ancak va'd (söz verme)
masdarı için söz konusu olur. Ama ism-i zaman ismi mekan olan
"mev'id" için, "cayma" ile nitelenmesi doğru olmaz. Hasan
el-Basri'nin, ayetteki "yevm" kelimesini nasb ile okuması da, bunun böyle
olduğunu te'kid eder. Çünkü bu kelime böyle nasb ile okunursa, mev'id
kelimesinin ism-i zaman ve mekan olması uygun olmaz. Ayetteki "mekan"
kelimesi, ic'al fiilinin ikinci mef'ulü olduğu için mansub kılınmıştır. Buna
göre kelamın takdiri, "Cayamayacağımız o randevu yerini, dümdüz bir yer
kıl (seç)" şeklindedir.
[205]
Ayetteki suvâ
kelimesini, Âsim, Hamza ve İbn Amir Sin'in zammesi ile okurlarken, diğerleri
sinin kesresi ile sivâ şeklinde okumuşlardır. Her iki okuyuşta,
aynı manaya gelen, iKi değişik kullanıştır. Bu tıpkı,
kelimesi gibidir. Yine bu kelime, tenvinli olarak da tenvinsiz olarak da
okunmuştur.
Âlimler, bu kelimenin
ne manaya geldiği hususunda şu izahları yapmışlardır:
1) Ebu Ali,
"Bu, her iki tarafa da aynı uzaklıkta olan bir yer manasınadır"
demiştir. Mücâhidin sözünden kastedilen de budur." Kstâde, buna "adil
olarak" manasını vermiştir.
2) İbn Zeyd buna, üzerindeki yüksek ve alçak
yerler, görüşümüze mani olmayacak derecede, mümkün olduğu kadar düz yer"
manasını vermiştir. Kelime, birinci izaha göre, mesafenin; ikinci izaha göre o
yerin sıfatı olmuş olur ki, onların maksadları
herkesin, orada olacak şeyleri
görebilecekleri, çukur ve
tepeler bulunmayan, dümdüz bir yer bulmaktır.
3) Bu, "Kendisine sizin de, bizim de aynı
şekilde razı olacağımız bir yer..." demektir.
4)
Kelbi, "Bu, şu anda bulunduğumuz yerden
başka bir yer" demektir" der.
[206]
"(Musa)
"Sizinle buluşma, zinet (bayram) günü ve insanların toplanacağı
kuşluk vaktidir" dedi. Bunun üzerine Firavun
dönüp gitti. Sonra bütün
hilesini toplayıp
geldi. Musa. onlara dedi ki: "Yaııklar olsun size, Allah'a
karşı yalan
düzmeyin. Yoksa Allah azab ile sizin
kökünüzü kurutur. Allah'a
karış yalan uyduran
herkes, muhakkak hüsrana uğramıştır." Böylece onlar
aralarında, işlerini, çekişe çekişe görüşürler, sonra da gizlice müşavere
ettiler"
(Tâha,
59-62),
[207]
Bil ki ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
Ayetteki, "sizin bulaşma vakti" ifadesinin,
Firavunun sözü olması, yani bu vakti ve yeri belirleyenin onun olması muhtemel
olduğu gibi, bunun Hz. Musa (a.s)'ın sözü olması da muhtemeldir. Kâdi
birincisinin daha açık
olduğunu, çünkü bu
toplanmayı isteyenin Musa (a.s) değil, Firavun olduğunu
söylemiştir.
Ama bana göre, daha
tercihe şayan olan, bunun Hz. Musa (a.s)'a
ait olması gerekir. Bu şu sebeblerden dolayıdır:
1) Firavun
"Şimdi sen kendinle bizim aramızda bir buluşma yeri ve zamanı tayin
et" demiş ve bu söz ona cevaben söylenmiştir.
2) Zaman
olarak zinet (bayram) gününün belirlenmesi, yapılacak şeyi herkesin görmesini
sağlar. Binâenaleyh zaman olarak bu günü seçmek ancak işinin göz boyamaktan
ibaret olduğunu bilen batıl taraftarı kimseye değil, kudret-i ilâhiyyenin
kendisi ile birlikte olduğunu bilen hak taraftan kimseye uygun düşer.
3)
Ayetteki, "Sizin mev'idiniz"
ifadesi, bir topluluğa hitabtır. Eğer biz bunu, Firavunun Musa (a.s) ve Harun
(a.s)'a karşı söylediğini kabul edersek, o zaman bu durumda, ya bir ta'zim
(saygı) dan dolayı bunun böyle söylendiğini kabul etmemiz gerekir ki bu,
Firavun'un Hz. Musa (a.s) ve Hz. Harun'a karşı tutumuna uygun düşmez. Yahut da
bunu, "Cem'inin (çoğulun) en azı, iki kişidir" şeklindeki görüşe göre
böyle saymamız gerekir ki bu da caiz değildir. Fakat bu sözü, Musa (a.s)'ın
Firavun ve adamlarına söylenmiş kabul edersek, o zaman doğru olur.
[208]
Bazı kimseler,
"yevm" kelimesini mim'in zammesi ileokurlarken, Hasan ei-Basri,
mim'in nasbi ile okumuştur.
Zeccâc şöyle der:
"Bu kelime merfû (zammeli) kılınırsa,
(mahzûf)
mübtedanm haberi olur ve manası, "O randevu vaktiniz, zinet günüdür"
şeklinde olur. Ama mansub (fethaJı) okuyan, bunu zarf
yapmış olur ve manası, "sizin
o
randevunuz, zinet günü olacaktır" şeklinde olur.
Ayetteki ifadesi
"Randevu vaktiniz insanlarm kuşluk vakti toplanmalarıdır" demektir.
Buna göre, buradaki sn-i masdariyye (ve cümlesi) mahallen merfû olmuş olur.
Bununr"zinet" kelimesi \e atfedilerek, mahellen mecrûr olması da
mümkündür. Buna göre, Hz. Musa (a.s) sanki, "Sizin randevu vaktiniz, zinet
(bayram) günü ve insanların kuşluk vakti toplandığı gündür" demiştir.
Buna göre eğer,
"Ayetteki, "Şimdi sen kendinle bizim aramızda bir buluşma yeri ve
zamanı tayin et" ifadesini tefsir ederken, bunun manasının,
"Cayamayacağımız o buluşma yerini, dümdüz bir yer kıl" şeklinde
olduğunu
söylememiş miydiniz? Öyleyse buna, zaman
zikredilerek cevab vermesi nasıl uygun düşer?" denilirse, biz deriz ki:
Bu, her ne kadar lafzan bir uygunluk arzetmiyorsa da, mana bakımından bir
uygunluk bulunmaktadır. Çünkü onları mutlaka zinet (bayram) gününde, insanların
toplandığı bir günde ve belli bir yerde toplanıyor olmaları gerekir.
Binâenaleyh bu zaman, randevu vakti olarak belirlenince, yerde belirlenmiş
oldu.
[209]
Müfessirler, "zinet
günü" hususunda şu
izahları yapmışlardır:
1) Bu,
onları giyinip kuşandıkları bayram günleridir.
2) Mukâtil
bunun Nevruz Günü olduğunu söylemiştir.
3) Sa'id b.
Cübeyr, bu günün onların pazar kurma günleri olduğunu söyler.
4) İbn Abbas
(r.a), bunun, aşure günü olduğunu söylemiştir. Cenâb-ı Hak, onlar o günde,
kendilerini toplayan birisi olmaksızın, kendiliklerinden toplandıkları için,
"toplanma"
tabirini kullanmıştır. Bu kelime.yâ ile ve tâ ile, (Firavun'un insanları
toplayacağı gün) şeklinde ve (senin insanları toplayacağın o gün) şeklinde de
okunmuştur. Yine yâ ile okunup, bunun "İnsanları toplayan o gün"
manasında olması da mümkündür. Bu fiilin, gâib siğası ile okunarak, failin
Firavun olması da mümkündür. Bu, ya örfen padişahlara karşı yapılan (saygı)
hitabına göre beyle olmuş olur yahut da, "Sizin buluşma yer ve zamanınız
bayram vaktidir" ve (yahşûre fiilinin faili Firavun olarak) Firavun'un
halkı topladığı bayram günüdür" demek olur. Hz. Musa (a.s) onlara büyük
bir kalabalığın huzurunda, binlerce şahidin gözü önünde, Allah'ın sözlerinin
yüceliği görülsün ve Allah'ın dini ortaya çıkıp üstünlüğünü göstersin, böylece
kâfirler, rezil; bâtıl, zail olsun ve bu iş, yolcu olan olmayan, göçebe-yerli
herkes arasında çokça söylenip, meşhur olsun ve yayılsın diye, o günü, randevu
günü olarak belirlemiştir.
Kâdİ şöyle der:
"Hz. Musa (a.s) o günü, "zinet günü" sözüyle, o gündeki o belli
vakti de "İnsanların toplandıkları kuşluk vakti" diye belirlemiştir.
Hak Teâlâ'nın ''Bunun
üzerine Firavun dönüp gitti, sonra Bütün hilesini toplayıp geldi"
ifadesine gelince, bil ki "tevelli" (yüz çevirme, dönme) bazan kabul
etmeme, bazan da dönüp savuşma manasında olur. Burada, zahir olan bu kelimenin,
dönüp gitme manasında olmasıdır ki bu, Firavun'un Musa (a.s)'yı, biraraya
gelmek üzere randevu taştığı o yerde bırakıp gitmesidir. Mukâtil, buna, "O
yüz çevirdi, ve hakdan yüz çevirişini sürdürdü" manasını vermiştir.
Ayetteki "Bütün hilesini topladı" ifadesinin içine, sihirbazlar, bu
hadise için toplanan insanlar, sihirbazların alet ve edevatı ile sihirbazların
getirip yaptıkları herşey girer. "Sonra geldi" ifadesinin muhtevasına
da, Firavun'un, sihirbazları kavmini ve bütün alet-edevâtını getirişi girer.
İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Sihirbazlar yetmişiki tane idi ve
herbirinin urganları vedeğnekleri vardı. "Bunların sayısının dörtyüz,
hatta daha fazla olduğu da ileri sürülmüştür.
Sonra Firavun için
Kubbeli bir seyir yeri yapıldı. Böylece o bunları seyretmek için oraya oturdu.
O kubbeli yerin genişliği yetmiş zira idi.
[210]
Cenâb-ı Hak, Hz. Musa
(a.s)'ın herşeyden önce bir ilâhi va'idi (tehdidi) ve onları söyleyip
yapacakları her şeyden onları
sakındıran bir tahziri ifade
ederek,
"Yazıklar olsun size, Allah'a karşı
yalan düzmeyin" yani "Getirdiğim şeyin (mucizenin) hak olmayıp, bir
sihir olduğunu iddia ederek, Allah'a karşı yalan düzmüş olmaytn ki bana muâraza
etmeniz mümkün olsun" dediğini beyan etmiştir. Zeccâc "Veyla"
kelimesinin nasbi caizdir. Çünkü manası, "Eğer onlar Allah'a karşı bir
yalan uydururlarsa, Allah onlar veyli (o azabt) gerekli kılar
"şeklindedir"
demiştir. Bu kelimenin, tıpkı "Vay, kendim bir koca kan, şu
zevcim de bir ihtiyar iken..."(hm72) ve "Eyvah bize, bizi kim
diriltti" (vasin. 52) ayetlerinde olduğu gibi,
bir manâda olarak, mansub olması da mümkündür.
Cenâb-ı Allah,
"Yoksa Allah azab ile sizin kökünüzü kurutur" yani. "O sizi,
sizi tamamen yok edip, kökünüzü kurutacak bir azab verir" demiştir. Hamza,
Âsim ve Kisâi yâ'nın ref'i ile, ifal babından olarak bunu, fe yüshitekum
şeklinde; diğer kıraat imamları ise, sülâsiden olarak, fe yeshitekûm şeklinde
okumuşlardır. Bu kelimeyi, if al babı üzere kullanma, Necid ve Beni Temim
lehçesi; sülâsiden kullanma ise, Hicaz Lehcesi'dir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak
sanki, "Kim Allah adına bir yalan uydurursa, onun için şu iki şey
olur" demiştir. Birinci ya dünyada iken köklerinin kazınması, yahut da
ahirette şiddetli azaba dûcâr olmalarıdır ki bu ikisi de, "Yoksa Allah
azab ile sizin kökünüzü kurutur" ifadesiyle anlatılmıştır. İkincisi,
onların maksadlarına nail olamayıp, bundan mahrum kalmalarıdır. Bu da, ayetteki
"(Allah'a karşı) yalan uyduran herkes, muhakkak hüsrana uğramıştır"
ifadesi İle anlatılmıştır.
Cenâb-ı Allah, Hz.
Musa (a.s)'ın, bunu söylediği zaman, sihirbazların onun bu sözüne aldırmayıp,
kendi aralarında çekişe çekişe görüştüklerini beyân buyurmuştur. Bu münazaanın
(çekişmenin) ne olduğu hususunda şu iki görüş belirtilmiştir: a) Onlar, tek bir
şey üzerinde karar kılmak, ittifak etmek için, meseleyi aralarında müzâkere
ettiler, b) Mukâtil "Onlar, aralarında ihtilafa düştüler" demiştir.
Bazı alimler bu çekişme işine, Firavun ve adamlarının da dahil olduğunu
söylerlerken, diğer bazılar, "Hayır, çekişenler sadece o sihirbazlar
idi" demişlerdir. Ayet, her iki görüşe de muhtemeldir, zahirinde bunlardan
birini tercihe götürecek bir şey yoktur.
Alimler, ayetteki "Sonra da gizlice müşavere ettiler"
ifadesi hakkında da şu izahları yapmışlardır:
a) Onlar, bu
müşavereyi Firavun'dan gizlice yaptılar. Bunun böyle olmasına göre şu izahlar
yapılmıştır:
1) İbn Abbas
(r.a): "Onlar kendi aralarında gizlice fısıldaşlarak, "Eğer Musa bize
galib gelirse, ona tâbi oluruz" dediler" demiştir.
2) Kâtade
şöyle der: "Onlar, "Eğer Musa bizim gibi bir sihirbaz ise, onu
altederiz. yok eğer bu iş gerçekten ona gökten gelen birşey ise, o galib
gelir" dediler.
3) Vehb b.
Münebbih şöyle demiştir: "Hz. Musa, "Yazıklar olsun size, Allah'a
karşı yalan düzmeyin" deyince, onlar, kendi aralarında, "Bu, bir
sihirbaz sözü değil" derler."
b)Onlar, Musa
(a.s)'dan ve Firavun'dan
gizlice, birbiriyle fısıldaştılar. Fısıtdaşmaları da, "Bu
iki sihirbaz (yani Musa ile Harun), sizi yurdunuzdan çıkarmak
istiyorlar"(j&h&. &3) şeklindeki konuşmalarıdır. Bu görüş
Süddi'ye aittir.
c) Onlar,
fısıldaşmalarını Musa
(a.s)'dan Harun (a.s)'dan ve Firavun ile adamlarından gizlice yaptılar ve bu
fısıldaşma sihirli ipleri ile değneklerini şlerini nasıl yapmaları gerektiği
hususunda idi, yani hangi tarzda yaparsak galib geliriz ve kalblere tesir edip,
inandırıcı oluruz ve
Musa nınkini kusurunu
ortaya koyabiliriz.
hususunda idi. Bu görüş de Dahhâk'ındir.
[211]
"Dediler ki:
"Bunlar, herhalde, büyüleriyle sizi yerinizden yurdunuzdan
çıkarmak ve en şerefli-emsalsiz yolunuzu-dininizi
gidermek isteyen iki
sihirbazdır. Onun
için bütün tuzaklarınızı bir araya toplayın. Sonra saf halinde
hep birden gelin. Bugün galib olan muhakkak umduğuna
erer"
(Tâhâ, 634
Bu ayette ilgili
birkaç mesel vardır:
[212]
Meşhur kıraate göre bu
ifâde, şeklinde okunur. Bazı kıraat âlimleri bu şekilde okumamış ve bu hususta
şu değişik izahları yapmışlardır.
1) Ebu Amr
ve Isâ b. Ömer, bunun şeklinde
okuyarak, "Bu,
Saîd b. Cübeylr'in ve Hasan el-Basrî'nin kıraatidir" demişlerdir. Ebu Amr
ve İsâ b. Ömer, bu kıraatlerine, Hişam b. Urve'nin babasından, babasının da Hz.
Aişe'den rivayet ettiği şu hadisi delil getirmişlerdir: Hz. Aişe'ye, bu ayet ve
(Mâide,69) (Nisa, 163) ayetleri sorulduğunda o Urve'ye: "Ey kardeşim oğlu,
buniarın (böyle yazılmış olması) kâtib hatasıdır" demiştir. Yine Hz. Osman
(r.a)'ın, Mushaf'a bakarak: "Ben bunda (kraat-yazı) hataları görüyorum.
Arap, dili (selikası) ile onları düzgün okur" dediği rivayet edilmiştir.
Yine Ebu Amr'ın, "Ben, bu ayeti şeklinde okumaktan haya eder,
çekinirim" dediği rivayet edilmiştir.
2) İbn Kesir
bunu, in-i muhaffefe ve şeddesiz nün ile ve
deki nönu şeddeliyerek şeklinde okumuştur.
3) Âsım'ın
râvisi Hafs, her iki nûnu da şeddesiz olarak, şeklinde okumuştur.
4) Abdullah
b. Mes'ûd (Meftuh elif ile) şeklinde sonraki kelimeyi de lâmsız olarak şeklinde
okumuş.
5) Ahfeş'in, ilk lafzı (ii[) manasında olmak
üzere, şeddesiz olarak okuduğu rivayet edilmiştir. Böyle okuma bu edatı, amel
ettirmeksizin okuyanların lehcesidir ki onlar böyle olan ile, manasında olan
edatının arasını ayırmak için, haberinin başına lâm getirirler.
6)
Ubeyy İbn Ka'b'ın şeklinde okuduğu rivayet
edilmiştir... Ondan yine şeklinde okuduğu da rivayet edilmiştir... Halil'den de
aynısı rivayet edilmiştir. Ubeyy İbn Ka'b'dan şeklinde okuduğu da rivayet
edilmiştir. İşte, bu ayette zikredilen şaz kıraatler bunlardır.
[213]
Bil ki, muhakkik ulema
şöyle demiştir: "Bu kıraatlerin doğru olduklarını kabul etme caiz
değildir. Çünkü bunları, "âhâd" yollarla nakledilmişlerdir. Halbuki
Kur'ân'ın, tevatür yoluyla nakledilmiş olması gerekir. Çünkü biz, âhâd yollarla
Kur'ân'a ilavede bulunmayı caiz görecek olursak, elimizde olan şeyin tamamının
Kur'ân olduğuna katiyetle hükmetmemiz mümkün olmaz. Çünkü bu kıraattar,
tevâtûren nakledilmedikleri halde, Kur'ân'dan addedilirse, başka yerde de aynt
şeyin yapılması mümkün olur. Binâenaleyh bu kıraatların Kur'ân'dan olduğunu
tecviz etmemiz halinde ilave de bulunma, ondan bazı şeyleri çıkarma ve
değiştirme gibi şeylerin Kur'ân'a
yol
bulması mümkün olur ki, bu da Kur'ân'ı hüccet olmaktan çıkanr. Bu yanJış
olduğuna göre, bu neticeye götüren her şeyde batıldır.
Meşhur kıraati tenkit
etmek, daha önce de geçtiği gibi şu sebeplerden doiayı çok kötü olan bir
şeydir:
1) Bu kıraatin nakli, şöhret bulması ve yaygın
olması itibariyle, tıpkı, bütün Kur'ân'ın nakli gibidir. Binâenaleyh, biz bu
kıraatin batıl olduğuna karar verecek olursak, aynısının bütün Kur'ân hakkında
da olması mümkün olur ki, bu da, hem tevatürü, hem de bütün Kur'ân'ı ta'n etme
sonucunu verir ki, bu olamaz! Bu böyle sabit olunca, bazı sahabeden nakledilen
haber-i vâhidle ona muarazada bulunmak imkansızdır.
2)
Müslümanlar, Mushaf'ın iki kapağı
bulunan şeyin, kelâmullah oldî hususunda ittifak etmişlerdir. Kelamullahın ise,
bir kıraat hatası (lahn) ve galat (y okuyuş) ihtiva etmesi mümkün değildir.
Böylece, Hz. Osman ve Aişe {r.b, eten, o Kur'ân'da bir hatanın bulunduğuna
dalir nakledifen sözün asit olmayan bir söz o kesinlik kazanmış olur.
3)
İbnil-Enbari şöyle der: "(Bu) hususta, "muktedâ bih" ve örnek
olan, sahabe (r.a)'dır. Binâenaleyh, onlar şayet mushafta bir hata bir lahn
bulmuş oisalardı, bid'atlerden sakındırdıkları ve ittibaya teşvik ettikleri
halde, bu işin düzeltilmesini kendilerinden sonra gelen başkalarına kesinlikle
bırakmazlardı. Öyle ki onlardan bir kısmı, "Uyunuz; bidat çıkarmayınız, bu
size yeter" demişlerdir. Binâenaleyh, meşhur kıraatin mutlaka doğru
olduğunun sabit olması gerekir.
[214]
Nahivciler bu hususta
ihtilaf etmiş ve şu izahları yapmışlardır.
1) En
kuvvetli olan bu görüşe göre, bu okuyuş, bazı Arab kabilelerinin fehçesid-r.
Bazıları bunun Haris İbn Ka'b Oğulları nm lehçesi olduğunu söylemişlerdir.
Zeccâc bu okuyuşu Kinâne'ye, Kutrub da, Haris İbn Ka'b, Murâd, Haş'am ve Benu
Üzre Oğullarının bir kısmına nisbet ederken, İbn Cinnî bunu aynı zamanda Rebia
Oğulları'nın bazısına nisbet etmiştir. Ferrâ bu lehçeye binâen şu beyti
nakletmiştir.
"Cesur bir kimse
gibi, başını uzattı; cesur kimse, şayet, dişlerini geçirebilir bir yer görse, hemen ısırırdı"
Başkaları da
"Bizden, iki kulağı arasına (yüzüne)
öyle bir darbe aldı (tam olarak: aziklandı) ki, bu darbe onu, mukabil bir şey
yapamadığı halde, yerlere kapattı" beytini nakletmişlerdir.
Ferrâ şöyle
demektedir: "Esed Oğullarından birisi, (muzafun ileh olan yedâ kelimesini
mecrur kılmaksızın) dediKlerini nakleder." Kutrub
da şöyle der: "Bununla, (mesela), "iki adam
gördüm" "iki elbise aldım" derler, (nasb alameti olarak ya nûn
getiremezler). Cahiliyye döneminde Dabbe oğullarından birisi de
"Ben o (sevgili)nin
omuzu iki gözünü ve. birer ceylana benzeyen iki burun deliğini tanırım"
demiştir, (et-aynân deyip, el-ayneyn dememiştir.) Bu kimsenin bu beyitteki
ifadesi, yaygın lehçeye göredir. Bunun dışında kalanlar ise, bunların, Dabbe
oğullarının lehçesine göredir.
Bir başkası da
"Onun üzerinde
uçtular, binâenaleyh, onun üzerinde sen de uç, ve iki tarafını onun, iki kat
iple bağla" demiştir. Yine bir başkası
(demiş, nâbeyhi yerine nâbâhu kullanmıştır.) Manası: "Onlara
emredip, (Çiğnemeye başladığı zaman), azıdişlerinin çıkardığı ses,
(kanatlarında yeşillik bulunan) Ahtabân
kuşunun çıkardığı ses
gibi olur" Bazıları, bu beyitte gelen kelimesi, dilin altında bulunan
damar, kelimesinin yerini tutar, demişler; böylece bu iki kelimeyi, tek bir
kelime kabul etmişlerdir. Böylece bu beyitte geriye, sadece (azı dişlerinin
çıkardığı ses) ifadesiyle istidlal etmek kalmıştır. Yine bunlar, şöyle
demişlerdir: "Bana, Yunus Haris Oğullarına ait olan şu beyit nakletmiştir:
Burada da Ke ennenin
ismi olarak "yeminey denilmiştir. Beytin anlamı: Sanki vadinin iki kolu ve
arkı kan akıp gidiyor, ve sanki bu kan ebediyyen kalacak gibi görünüyor."
Yine
"Muhakkak ki onun babası ile,
babasının babası, şeref ve yüceliğin zirvelerine ulaşmışlardır"
demişlerdir. İbn Cinni, "Bize, Kutrub'dan şu rivayet edildi:
Bu beyrte yedeyn
yerine yedâni denilmiştir.
Daha sonra Ferrâ şöyle
der: "Bu, az olsa dahi, kıyasidir. Çünkü tesniye harfinden önceki harfin
harekesi fethadır. Binâenaleyh ondan sonra elifin bulunması gerekir. Şayet
ondan sonra yâ gelecek olsa, mâ kabli meftûh olduğu için, elife çevrilmesi
gerekir." Kutıub şunu anlatmıştır: "Onlar bunu, med harflerinin en
hafifi olan elife yönelerek yaparlar." İşte bu husus, bu ayet hakkında
yapılan izahların en kuvvetlisidir. Şöyle de denilebilir: nın elifi, kelimenin
aslındadındır. Kelimenin aslından olan harfin, tesniye ve cemi olma sebebiyle
değiştirilmesi caiz değildir. Çünkü zati
olan
şey, arızi olanla zail olamaz. Binâenaleyh bu delil, denilmesinin caiz
olmamasını gerektirir. Binâenaleyh, biz bunu caiz görünce, bunun yanı sıra en
azından denilmesi caiz olur.
2) Şöyle de denilebilir: "Buradaki Ö* fö (evet)
anlamındadır. Nitekim şair
"O kadınlar
derler ki: Seni aklık bürümüş. Yaşlanmışsın gerçekten. Ben de, "Evet"
dedim" demiştir. Binâenaleyh ifadesindeki hâ, (Hakka. 29) ayetinde olduğu
gibi, sekte hâsıdır. Ebu Züeyb de şöyle demiştir
"Saç ayrımlarına
ak düştü. Evet kafamızdaki saçın sakallarımızla birlikte ağarması, muhakkak ki
en şiddetli belalardan birisidir." Yani, "Evet, belâlardan birisi
de..., dır" demektir. Böylece bu kelime "evet" anlamında ö}
(inne) olmuştur. Buna göre Cenâb-ı Hak, (onların sözünü naklederek),
"Evet, bu ikisi iki sihirbazdırfar" buyurmuştur. Onlar buna itiraz
ederek şöyle demişlerdir: öl in mübtedâran başına gelmesi durumu hariç, normal
olarak haberin başına (âm gelmez. Ama mübteriânın başına üt gelmediği zaman,
lâm'ın başına geldiği kelime, mahallen mert'üdur,
mübtedâdır. Çünkü
"Zeyd, Amr'dan daha bilgilidir" denilir, fakat, denilmez." Karşı taraf bu itiraza şu iki
şekilde cevap vermiştir:
a) Biz,
"Haberin başına lâm'ın gelmesi güzel olmaz" görüşünü kabul etmiyoruz.
Bunun delili, şairin
"Ummü Huleys,
acuze ve yaşlı bir kadındır. Koyunun etinden, boyun kemiğine razıdır"
şeklindeki sözüdür. Bir başkası da
"Benimdayım
sensin sen! Eğer Cerîr kimin dayisıysa, o yücelir ve, dayılara da ikram da
bulunur" demiştir. Kutrub da şu beyti nakletmiştir;
"Sene, yüce
Allah'ın adına, sizin bineklerimizin, en hayırlı bineklerden olduğuna dair
yemin etmedin mi? (ettin)"
Eğer bu şiirdeki İnne
kesre ile rivayet edilecek olursa bununla istidlal edilemez. Ancak ne var ki
Kutrub, şöyle demiştir. "Biz bunu, hemzenin fethasiyla işittik. Hem,
jjl-*' fiilinin haberine de lâm bitişir. Nitekim İbn Cinni şöyle der: "Ebu
Ali bize şu beytini okudu:
"Süratle uğrayıp
"arkadaşınız nasıl oldu?" diye sordular. Oda "soranlara:
"Bitkin
ve yorgun!" dedi. Kutrub şöyle der:
Biz, Arablarrn bazısının şöyle dediğini duyduk:
"Senin barışçı olduğunu görüyorum" "Ben onun, bir yaşlı
olduğunu
gördüm" "Allah'a andolsun
kizeyd sana güveniyor" Şair Kuseyyir de şöyle damiştir:
"O sevgiliyi
tanıdıktan sonra, gecemi hep, tıpkı uzak
diyarlara gitmiş şaşkm bir kimse gibi geçirdim" Bir başkası da
"Ama ben, onun sevgi ve muhabbetinden ötürü, onu
arzuluyor, onu diliyorum"
demiştir.
İtiraz edenler, ise
şöyle demiştir: "Bu şiirler şaz kabilinden olup, onlar şiir zaruretinden
dolayı bu şekilde kullanılmışlardır. Halbuki, Cenâb-ı Hakk'ın kelâmı, böylesi
zaruretlerden münezzehtir. Bu izah ancak, biz, mübtedânın başına ti\ gelmediği
zaman, haberine değil de mübtedâ olan kelimeye lâm'ın bitişmesi vacib
olur" dediğimizde ancak, takarrür edip kesinleşmiş olur. Sözün özü şudur:
Lâm harfi, mübtedânın haberle tavsif edilmesinin tekidini belirtir. O halde
lâm, mübtedânın hallerinden, sıfatlarından birisine delâlet ediyor demektir.
Binâenaleyh lâm harfinin mübtedâya bitişmesi gerekir. Çünkü, bir yerde hükmü
gerektiren illetin, mutlaka o yere tahsis edilmiş olması gerekir. Şu da
denilemez: "Bu, mübtedântn başına W geldiğinde, problem arzeder... Çünkü
bu durumda, bahsettiğimiz şeyin (yani, lamın, mübtedânın haberle tavsif
edilmesinin tekidi...) yanısıra lamın haberin başına getirilmesi gerekir. Çünkü
biz bunun, bir zaruret olduğunu söylüyoruz. Bu böyledir, zira hem
onun haberinin başına
getiriyoruz. Ama, mübtedânın başına i>\ getirilmediğinde bu imkansızlık
ortadan kalkmış olur, bu durumda da mübtedânın başına lamın getirilmesi vacib
olur. "Maksat, nefyi tekid etmek olduğu halde, şairin:
"Beni, kendini
beğenmiş uyuzlu birinin istediği gün gibisini, ne gördüm, ne de duydum"
şeklindeki beytinde nefy harfi, nefy harfinin başına getirildiğine göre,
maksadımız, nisbeti tekid etmek olduğu halde, tekid harfini tekid harfinin
başına getirmek niçin caiz olmasın?" da denilemez. Çünkü biz diyoruz ki:
Bu ikisi arasındaki fark şudur: Senin "Zeyd ayaktadır" şeklindeki
sözün, Zeyd'in ayakta olmakla nitelendiğine delâlet eder. Ama sen
"Muhakkak ki Zeyd ayaktadır" dediğinde, bu ifadedeki inne.bu hükmün
kuvvetlendirildiğini ifade eder. Binâenaleyh, şayet sen inne edatt ile
birlikte, bir başka tekid edici kelime zikredecek olsan, bu
gereksiz ve abes olur. Ama sen, "Falancayı
gördüm" dediğimde, bu olumlu bir cümledir. Ama bunun başına sen nefy
harfini getirdiğinde, o zaman o nefy harfi olumsuzluk ifade eder, tekid ifade
etmez. Çünkü bu, sadece asli manayı ifade eder. Binâenaleyh, daha nasıl
ziyadeliği, (tekidi) ifade etsin? Bu sebeple buna, başka bir nefy harfini
eklediğinde, ikinci harf, birincisini tekid etmiş olur, böylece de abes olmaz.
İşte, bu iki konu arasındaki fark budur. Yapılan itiraz da burada biter."
Buna göre bu itiraz,
zayıftır. Çünkü, nakl ile kaide (kıyas) bir araya gelip (tezâd teşkil
ettiğinde), naklin daha evlâ olacağı hususunda herkes ittifak etmiştir. Bir de
bu ileri sürülen şeyler, son derece zayıftır. Binâenaleyh, bunlarla, apaçık
olan bir nakil nasıl savuşturulabilir?
b) Onların,
"Mübtedânın başına nin gelmesi
durumu hariç, mübtedânın
haberinin başına lamın
gelmesi uygun olmaz" şeklindeki görüşlerine verilen cevaba gelince; Zeccâc
bu hususu zikretmiş ve şöyle demiştir: "Buradaki inne, neam (evet) yerinde
kullanılmış bir kelimedir. Lâm da neam (evet)li cümlelerde getirilen lamdır,
Buna göre ifadenin takdiri, "Evet, bunlar, şüphesiz bu ikisi, iki sihirbazdırlar"
şeklindedir. Buna göre lâm, habere değil, mübtedâdın başına gelmiş olur."
Zeccâc sözüne devamlı şöyle der: "Ben bu görüşü, Muhammed İbn Yezid ile
İsmail İbn İshak'a arzettimde, onlar bunu beğendiler ve bunun, bu hususta
duydukları izahların en iyisi ve en güzeli olduğunu ifade ettiler."
İbn Cİnni, bu görüşün
şu sebeplerden dolayı, doğru olmadığını söylemiştir:
a) Aslolan, mübtedâ şayet malûm ve çok belli bir
iş olursa, ancak o zaman hazfedilebilmesidir. Eğer böyle olmazsa, o zaman,
bunun hazfinde, onu bilmemenin yanısıra, muhataba bir tür;gaybı bilmeyi teklif
bulunmaktadır. Ama mübtedâ malum olursa, onu lâm ile tekid etmeye gerek kalmaz.
Çünkü tekide ancak, mübtedâ İyi bilinmediğinde gerek duyulur.
b) Hazf,
ihtisar (kısaltma); tekid ise itnâb (detaylandırma) babındandır. Binâenaleyh
(aynı cümlede), onları bir arada bulundurmak caiz değildir. Bir de, tekid
edileni zikredip, tekidi hazfetmek, aklen, aksini yapmaktan daha güzeldir.
c) Ashabımız olan Basralıların,
mesela sözünde olduğu
gibi, mübtedâya ait olan mahzûf zamiri, tekid etmekten kaçınırlar da,
"Bizzat Zeyd'i dövdüm"
ifadesinde,
"nefs" kelimesi,
ilekelimesinde mukadder ve tekid edilmiş olan (çünkü bu, o (darabtuhu
takdirindedir) hâ zamirini tekid etmeyi uygun görmezler. Çünkü hazf ancak,
tahkikten ve onu bildikten sonra mümkündür. Böyle olunca da onu tekid etmeye
gerek kalmaz. İşte burada da böyledir.
d) Bütün
nahivciler, şairin, ifadesini, onun, zaruretten dolayı haberinin başına lamı
getirdiği anlamına hamletmişierdir. Binâenleyh, şayet
Zeccâc'ın benimsediği görüş caiz olmuş olsaydı,
nahivler bundan dönmez ve sözü, (hususiyle) zahiri bir izah buldukları zaman,
zarurete hamletmezlerdi."
İbn Cinni'nin bu
itirazına şu şekilde cevap verilebilir: Mübtedânın lafızda kendisine delâlet
eden birşey bulunduğu zaman hazfedilmesi yerinde ve güzel olur ki bu da, ayet-i
kerimedeki kelimesidir. Ama, lafızda buna delâlet eden herhangi birşey olmadığı
halde tekidin hazfedil meşine gelince hiç şüphesiz (bu durumda) mübtedâyı
hazfetmek, tekidi hazfetmekten daha evlâ olur. Basralıların, "Bizzat
Zeyd'i dövdüm" şeklindeki sözlerinde zamiri tekid etmekten kaçınmalarına
gelince, bu, fiilin ism-i zahire isnâd edilmesinin, onun, zamire isnâd
edilmesinde daha evlâ olmasından dolayıdır. Ama biz, dediğimizde, o zaman il-ü
kelimesi mefûl olmuş olur. Böylece de onun, zamiri tekid için zikretmiş olmak
mümkün olmaz. Binâenaleyh burada, hazfedilen! tekid etmek, mutlak manada
hazfediimesi tekid etmek imkansız olduğu için değil de, bu sebepten dolayı
imkansız olmuş olur. Ama onun, "Nahivciler, şairin şeklindeki sözünü,
"O, zaruretten dolayı haberin başına lâm getirilmiştir binâenaleyh, şayet
Zeccâc'ın söylediği şey doğru olmuş olsaydı, nahivciler bundan
dönmezlerdi..." şeklindeki ifadesine gelince, bu son derece düşük bir itirazdır.
Çünkü, öncekilerin bundan gafil ve habersiz olmaları, onun batıl olmasını
gerektirmez. Öncekilerin nice gaflet ettiği şeyler vardır ki, sonrakiler onu
anlamışlardır. İşte bu hususun izahı için söylenecek sözün tamamı budur.
3) Inne
edatı amel bakımından zabıttır, çünkü o, fiile benzemesi sebebiyle amel eder.
Binâenaleyh onun, amelde zayıf olması gerekir. O amelde zayıf olunca da,
mübtedânın asli irabı üzere -ki bu da merfû olma hâlidir- kalması caizdir.
Birinci mukaddime, ki
bu, onun fiile benzer olmasıdır. Bu benzerlik ise, hem lafız, hem de manada
bulunmaktadır. Lafzi benzerlik, bu kelimenin üç harften meydana gelmesi,
sonunun fetha olması ve fiiller gibi isimlerden ayrılmaması itibariyledir. Mana
bakımından benzerliğine gelince, bu kendisinin isminde bulunan üir manay:
(hususu), ifade etmesidir ki, bu da o isminin haberiyle tavsif edilmesinin
tekid edilmesidir. Bu senin tıpkı dediğinde,sözünün, isimdet yani, Zeyd'de
bulunan bir manayı ifade etmesi gibidir.
İkinci mukaddime: Bu
kelime fiillere benzeytnce, onun amelde ona benzemesi gerekir. Bu da,
"deveran" kaidesinden dolayı, açık ve anlaşılırdır.
üçüncü mukaddime: Bu,
onun niçin ismini nasb, haberini de ref ettiği hususudur. Bunu şu şekilde
açabiliriz. Bu kelime, amil olduğuna göre, ya hem mübtedâyı hem de haberi ref
edecek, yahut her ikisini nasbedecek, yahut mübtedâyt ref, haberi nasb edecek,
veyahutta mübtedâyı nasb, haberi ref edecek. Birincisi batıldır, çünkü irine
edatı, mübtedâ haber olan bu iki kelimenin başına
gelmeden önce, bu kelimeler merfû idiler. Binâenaleyh eğer bunlar, bu kelime
kendilerine dahil olduktan sonra da aynı hal üzere kalmış olsalardı, inne nin
bir tesiri, kesinlikle zuhur etmemiş olur. Bir de bu kelime, fiile benzediği
için amel etmektedir. Halbuki fiil, iki ismi ref etmez. Binâenaleyh, eğer bu
iki ismi birden ref edecek olsaydı, o zaman benzerlik bulunmuş olmazdı. İkinci
kısım batıldır. Çünkü bu da, fiilin ameline muhaliftir. Çünkü fiil, merfûsu
bulunmadan herhangi bir şeyi nasbetmez. Üçüncü kısım da batıldır, çünkü bir asıl
ile ferin eşit olması neticesine götürür. Zira fiil, önce faili ref eder, sonra
da mefûlü nasb eder. Binâenaleyh, nasb işi burada aynen fiilin ameline benzer
bir biçimde yani bu da önce ref edip sonra nasbetmiş olsaydı, o zaman asi ile
fer'in arasında fark kalmamış olurdu. Bu üç kısım imkansız olunca, geriye
dördüncü kısım kalmış olur ki bu da, inne'nin, ismini nasb, haberini ref
etmesidir ki, bütün bunlar, bu harflerin amel etmelerinin aslî değil, ferî
olduğuna dikkat çekmektedir. Çünkü, amel mevzuunda mansûbu merfûdan önce
getirmek, asi olandan udûl etmek yani dönmektir ki, bu da, bu harflerin
amelinin asalet yoluyla değil, arızî bir yolla sabit olduğuna delâlet eder.
Dördüncü mukaddime:
kelimesinin ismini nasb etmesi hususundaki etkinliğinin, fiile benzemesinden
dolayı olduğu sabit olunca, onun merfû olabileceğinin de vâcib olması gerektiği
sabit olmuş olur. Bu böyledir, zira isminin mübtedâ oluşu, merfû olmasını
gerektirir. Halbuki inne edatının mübtedâ üzerine dahil olması, ondan mübtedâ
olma vasfını izâle edemez. Çünkü inne mevcut olan şeyin yok olmasını değil,
mevcud olan şeyi tekid etmeyi ifade eder. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna
göre, şimdi biz diyoruz ki, inne'nin İsminin mübtedâ olma vasfı, merfû
olmasını, İnne edatı da mansûb olmasını gerektiriyor. Ancak ne var ki ilk
gerektiren, şu sebepten dolayı gerektirmeye daha layıktır:
a) Onun
mübtedâ olması, mübtedânın aslî vasfıdır. Halbuki inne'nin mübtedâ olan
kelimenin başına gelmesi arızîdir. Aslolan, arızi olana üstündür.
b) Mübtedâ vasfının merfû olmayı gerektirmesi,
aslidir. Halbuki # inne
edatının, fiile
benzemesinden dolayı, nasbi gerektirmesi arızidir. Binâenaleyh, birincisi daha
evlâ olur. Bu anlattıklarımızın tamamından, merfû okumanın mansûb okumaktan
daha evlâ olduğu sabit olmuş olur. Evlâ olmasa bile, en azından caizdir. Bir
başka sebep de, inne'nin haberini getirip, sonra da ismi üzerine bir başka ismi
atfettiğinde, o atfettiğin ismi hem merfu hem de mansûb olarak atfedebilirsin.
[215]
4) Ferrâ
şöyle der: nın aslı, dır. Hâ ilave edilmiştir. Çünkü ıh kelimesi,nakıs bir
kelimedir. Binâenaleyh, dikkat çekmek için, hâ ile tamamlanmış olur. Sonundaki
elif ise, tesniye için getirilmiş olup böylece de, şeklinde olmuş oldu. Derken,
aynı cinsten iki sakin bir araya gelmiş oldu. Böylece de, birisini hazfetme
acı doğdu. Asi olan elifi hazfetmek mümkün değildir.
Çünkü bu kelime aslında noksandır; binâenaleyh onu daha noksan kılmak mümkün
değildir; bu sebeple, kendisine nün delâlet ettiği için, tesniye elifi
hazfedilmiş oldu. İşte bu sebeple de
stimesl
amel edemedi. Çünkü onun ameli, tesniye elifinde idi. Bir başkası ise şöyle
demiştir: nın sonunda bulunan elif, ya asıl olan eliftir, veya tesmiye
elifidir. Eğer mevcut olan elif, asıl elif ise, hazfedilemez. Çünkü, harici
amil, kelimenin zâtında tasarruf edemez. Yok, eğer mevcut olan elif tesniye
elifi ise, onların bu elifi, asıl elif yerine koyduklarında, öyle kabul
ettiklerinde şüphe yoktur. Aslın yerine geçen
şüphesiz asıldır. Binâenaleyh, bu elif asıldır. Bu sebeple, hazfedilemez.
Bu izahın neticesi de, önceki cevâba varıp dayanır.
5) Zeccâc,
önceki nahivcilerden şunu nakletmiştir: Burada bir mukadder hâ nup, ifadenin
takdiri, şeklindedir. Buradaki hâ, şan zamiridir. Bu kcnuda söylenilenlerin
tamamı bundan ibarettir.
Bu kelimeyi şeddesiz,
şeklinde okuyanların kıraati de güzeldir.
şeddesiz
olan in edatından sonra gelen kelime merfû olarak irab edilir. Tahfıfienen in
ile olumsuzluk ifade eden in edatlarını ayırd etmek için, in habere
ichil olması şarttır.
Şeddeli olan öl nın tahfif edilmesi halinde bu lâm caiz ise de, demin
zikredilen durumda getirilmesi gereklidir. Nitekim şair
"Harp değirmeni
işlese, belâlar üstüme sökün etse de, senin malın, uman kimse için
amadedir" demiştir. Bir başkası da
''Benim de
kendilerinden olduğumu o kabile ve topluluk, yüce makamlar, koyunlar, develer
sahibidir" demiştir. Câmil, cemel (deve) kelimesinin çoğuludur.
Sonra bazı arablar, yi
nazar-ı dikkate alarak, şeddeli olması durumunda amel ettirdikleri gibi, nakıs
olduğunda da amel ettirirler. Çünkü tahfifiendiğinde,
her ne kadar fiile lafzı benzerliği kalmasa ve, kendisinde tekid manası
bulunmasa dahi, amel eder. Çünkü, manaya itibar edilir. Bu şekilde kullanış,
amel ettirme konusunda nazar-ı dikkate alınan şeyin, fiile manevi bakımdan
benzeme olduğuna delâlet eder ki bu da, lafzi benzerliğin değil de, tekidin
sürdürülmesidir. Bu tıpkı, mahzâ fiil olduğu için, babında, onun lafzında değil
de manasına itibâr edilmesi gibidir. "İnne" den tahfiflenen in amel ettirilmemesi demek olan zahir lügate
gelince, bu şeddeli olan âl deki lafzı benzerliğin, onun amel etmesini temin
eden illetin iki parçasından birisi olduğuna delâlet eder. Tahfiflendiğinde
ise, benzerlik kalkar, dolayısıyla da in amel edemez. Ama kâne böyle değildir,
çünkü o, mahza fiil olduğu için, manası itibariyle âmildir; lafzına itibar
edilmez.
[216]
Bil ki,
Cenâb-ı Hak, onların gizli konuştuklarını,
fısıldaştıklarını belirtince, onların açıktan söylediklerini de
belirtmiştir ki, bu
ikisi onların hem Hz. Musa (a.s)'dan hem de onun dinine tâbi olmaktan nefret
ettiklerini gösterir. Onların açıktan ifade ettikleri sözlerinden birisi,
onların, "Bunlar herhalde... iki sihirbazdır" şeklindeki sözleridir.
Bu, onların Hz. Musa (a.s)'ın mucizelerini tenkid etmeleridir. Sonra da, Hz. Musa
(a.s)'dan alabildiğine nefret ettirme çabasıdır. Çünkü, her salim fıtratlı
kimse, sihirden ve sihirbazı görmekten nefret eder. İnsanın, sihrin devamlı
olmadığını bilmesi ve, o şeyin bir sihir olduğuna inanması halinde, "Biz
ona nasıl uyarız? Çünkü onun bekası; dinin
ve icraatının
devamlılığı söz konusu değildir" der. İkincisi, onların "Size
yerinizden yurdunuzdan çıkarmak isteyen sihirbazlardır" şeklindeki
sözleridir. Çünkü, bu söz de alabildiğince nefret uyandıran bir sözdür. Zira,
insanın doğup büyüdüğü yerden ayrılması, kalblere zor gelen bir şeydir ki, işte
bu, Cenâb-ı Hakk'ın, Rravun'dan, "Ey Musa, sen sihrinle bizi yerimizden
çıkarmak için mi geldin bize?" rrâhft, 57) şeklinde naklettiği şeyin
aynısıdır. Sanki sihirbazlar, bu şüpheyi
firavun'dan
öğrenmiş, sonra da onu tekrarlamışlardır. Üçüncüsü "en şerefli, emsalsiz
yolunuzu, dininizi gidermek istiyorlar" şeklindeki sözleridir. Bunun da,
kalblerde alabildiğince olumsuz tesiri vardı. Çünkü, düşman gelip bütün herşeyi
istilâ ettiğinde, işte bu kalbiere alabildiğince zor ve ağır gelen birşey olmuş
olur ki, onlar bu sözleri, Hz. Musa (a.s)'dan iyice nefret ettirmek ve ona,
karşı koymaya, işini geçersiz kılmaya, (halkı) teşvik etmek için
söylemişlerdir. Burada iki bahis bulunmaktadır.
Birinci bahis: Ferrâ
şöyle der: "Ayette geçen Tarikatu başkalarına muktedâbih olan, ileri gelen
kıymetli kimseler anlamındadır. Nitekim Arabça'da "Onlar kavimlerinin
önderidirler" denilir.Yine, bir tek kimse için de, "O, kavminin
önderidir, yoludur" denilir" Zeccâc ise bu ayeti, muzafın
hazfedilmesi kabilinden kabul etmiştir. Buna göre ayetin takdiri, "en
şerefli -emsalsiz yolunun hakkını gidermek isteyen" şeklindedir. İki
takdire göre de, bu ifadeden maksad, her iki takdirde de maksadları şunu
bildirmektir: "onlar, Hz. Musa (a.s) ile Hz. Harun (a.s) sizin en seçkin
kişilerinizi, yani İsrailoğullarını alıp götürmek istiyorlar." Zira
İsrailoğulları o dönemde, en fazla servet sahibi olan kimseler idi. Hz. Musa
(a.s) ise Firavuna "İsrailoğullarını bırak, benimle gelsinler"
demiştir. Bazı müfessirier de
ayetteki ifadesini
"din" diye tefsir etmişler ve onların, dinlerine bu adı verdiklerini
söylemişlerdir. Çünkü Cenâb-t Hak, "...her fırka kendi ellerindeki ile
böbürlenirler" {Mominun, 53) buyurmuştur. Bazı alimlerse bunu, makam, mevki
ve riyaset ile tefsir etmişlerdir.
İkinci bahis: kelimesi
kelimesi müennes olduğu için, müennestir. Alimler, güzel, efdal iyi olan şeye
niçin, denildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, bazıları,
"Emsei, hakka, doğruya ve gerçeğe ençok benzeyendir" demişlerdir. Bu
kelimenin, "daha açık. daha net" anlamına geldiği de ileri
sürülmüştür.
Cenâb-ı Hak onların,
Hz. Musa (a.s)'dan alabildiğince nefret ettirmeye ve onun nübüvetini ibtal
etmeye alabildiğince teşvik ettiklerini nakledince, onların "Onun için
bütün tuzaklarınızı bir araya toplayın, Sonra saf halinde hep birden
gelin" dediklerini de nakletmiştir. Ebu Amr, bu kelimeyi, vasıl elifi ve
mim'in fethasıyla ecmeû şeklinde okumuştur. Bu kelime, sûlasînin emri olmuş
olur "hilenize dair ne varsa hiçbir şey bırakmayıp ellerinden gelen her
şeyi yaptılar" demektir. Bunun böyle olduğunun delili; cemea keydehu
''Bütün hilesini topladı" (Tahâ. 60) ayetidir.
Diğer kıraat imamları
ise, hemzenin kat ve mim'in de kesresiyii şeklinde okumuşlardır ki, bunun iki
izahı yapılabilir:
a) Ferrâ şöyle der: fiili, birşeyi muhkem yapıp
bir şeye azmetmek ve kastetmek anlamındadır. Nitekim Arapça'da, "çıkmaya
azmettim" denilmektedir. Bu kelimenin kullanılışı fiilinin kullanılışı gibidir.
b) Bu kelime, toplamak
anlamındadır. Bu husustaki sözümüz, Cenâb-ı Hakk'ın, (Yunus, 71) ayetinin
tefsirinde geçmişti. Zeccâc, "Hepimizin azmi
tek el gibi olsun... İttifak ediniz, ihtilafa düşmeyiniz, sonra da saf
halinde geliniz..." manasındadır, demiştir. Ebu Ubeyde ve Zeccâc ifadesiyle
ilgili olarak şu iki izahı yapmışlardır:
a)
"es-Saffu, toplanma yeri demektir. Buna göre mana, "Bayram ve
namazlarınız için, biraraya geldiğiniz o yere geliniz" şeklinde olur ki bu
da, namazgahlarınızdan birisine geliniz" demektir, Veyahutta saff kelimesi,
bizzat namaz kılınan o yerin adıdır. Böylece onlar, adı saff olan yere gelmekle
emrolunmuş olurlar.
b) Bu
kelimenin masdar olması. Buna göre, mana, "işiniz daha muntazam, siz de
daha heybetli olmanız için, saf halinde, saf olarak, sıra sıra birlikte geliniz"
şeklinde olur. Bu, müfessirlerin umûmunun görüşüdür. Onun: "Bu gün galib
olan muhakkak umduğuna erer" ifadesi ise, itirazı bir cümledir. Yani,
"Galib olanlar, baskın çıkanlar kurtulur" demektir. Böylece onlar,
ortaya koyacakları ve sayesinde galib gelecekleri sihir ile, bunu
yapabileceklerine inanıyorlardı.
[217]
"Dediler:
"Ey Musa, ya sen at, yahut önce atan kişiler biz olalım" (Musa)
dedi: "Hayır, siz atm." Bir de ne görsün:
onların ipleri ve değnekleri, sihirleri
yüzünden,
kendisine gerçekten koşuyormuş hayalini verdi. Onun için Musa,
içinde bir nevi korku hissetti. Biz, "korkma,
dedik, çünkü üstün (gelecek)
muhakkak ki sen
olacaksın. Elindekini bırakıver. Bu, onların yaptıklarını
yutar. Çünkü onların sanat diye ortaya attıklan, ancak
bir büyücü durağıdır.
Büyücü ise, nerede
olsa felah bulmaz"
(Tâhâ, 65-69).
Bil ki daha önce,
sözleşme zamanından bahsedilip, -ki bu da, kelimesiyle ifade edilmiştir- burada
da, "sonra saf saf gelin" denilince, bu iki ifade, "onlar oraya
geldiler, toplandılar" demelerine gerek bırakmamıştır. Onların,
ifadelerinin manası. "Ya sen, yanında olanı bizden önce atasın, yahut da
biz yanımızda olant senden önce atanz" şeklindedir. Hz. Musa (a.s)'ın önce
zikredilmesiyle beraber bu muhayyerlik, onlar tarafından gözetilen güzel bir
davranış ve Hz. Musa (a.s)'a karşı bir tevazudur. Binâenaleyh şüphesiz ki
Cenâb-ı Hak sonra, bunun bereketi sebebiyle, imanı nasib etti. Hz. Musa (a.s)
da onların bu güzel davranışlarına nezaketle mukabele de bulunarak, "Hayır,
siz atın" dedi. Hz. Musa (a.s)'ın ,, "Hayır siz atın" ifadesine
Gelince, bu hususta şu şekilde iki soru bulunmaktadır.
Birinci soru: Hz. Musa
(a.s)'ın : "Hayır, siz atın" deyip de, o sihirbazlara, sihir ve küfür
öten şeyi emretmesi naşı! uygun olabilir? Zira onları bu yaptıkları şeyle Hz.
Musa (a.s)'i tekzıb etmeyi düşünmüşlerse, bu küfü* olur. Buna birkaç yönden
cevap verilir:
1) Biz,
bizzat atma işinin, bir masiyet ve küfür olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü onlar,
atarken, gayeleri, bu atma ile, peygamber olan Musa (a.s)'ın mucizesi
arasındaki farkı ortaya koymak olursa, bu atış bir
iman (ifadesi) olmuş olur. Küfür ise, Hz. Musa (a.s)'ı yalanlamaya
kastetmektir. Musa (a.s)'da onlara, o atma işini, kendisini yalanlasınlar diye
emretmemiştir. Böylece, bu soru zail olmuş olur.
2) Bu emir
şarta bağlı bir emir olup, ifadenin takdiri, "Eğer haktan yana iseniz,
atacağınız şeyi atınız!" şeklindedir. Bu, Cehâb-ı Hakk'ın tıpkı,
"Eğer do$ru sözlü iseniz, yani eğer bunu yapabilecekseniz, onun sûreleri
gibisinden bir sûre getiriniz" (Bakara. 23) ayeti gibidir.
3) O şüpheyi
gidermenin yolu, sadece bu iş olunca, bu caiz olmuş olur. Bu, hakkı müdafaa
eden şu kimsenin işine benzer. Bu kimse birinin kalbinde bir şüphe olduğunu
bilir o kimsenin o şüphesini anlatmasını ve gücünün yettiğince de o şüpheyi
açıklayıp gidermeyi dilemez, bunun peşine düşmezse, o şüphe o kimsenin kalbinde
kök salar da, o şüpheden dolayı dinden çıkar. Çünkü hakkı savunan kimsenin,
şüphe içinde bulunan kimseden şüphesini en iyi biçimde anlatmasını isteme hakkı
vardır. Onun bundan maksadı, o şüpheye cevap vermesi, onun tesirini de o
kişinin kalbinden silmesidir. Binâenaleyh bu kimsenin, işte bu amaçla, şüphe
içinde bulunan kimseden şüphesini anlatmasını taleb etmesi, caiz olur. İşte
burada da böyledir.
4) Bu ifadenin,
bir emir olarak kabul edilmeyip, aksine bunun manasının, "Eğer siz bunu
yapmak istiyorsanız, hakkın ortaya çıkması için, buna maddi bir mania
yoktur" şeklinde olmasıdır.
5) Hz. Musa (a.s)'ın, bunu hoş görmediğinde
şüphe yoktur. Yine onun, o sihirbazları bu işten, "Yazıklar olsun size.
Allah'a karşı yalan düzmeyin. Sonra azâb ile sizin kökünüzü kurutur"
rrahâ, 61) ifadesiyle nehyettiğinde de, hiç şüphe yoktur. Durum böyle olunca
da, Hz. Musa (a.s)'ın bu sözünün onlara onu emreden bir ifade olması muhal ve
imkansız olur. Çünkü onun, aynı anda, bir şeyi hem emretmesi hem de nehyetmesi
imkansızdır. İşte bu sebeple, Hz. Musa (a.s)'ın bu sözünün, zahiri manasına
hamledilemiyeceğini anlamış oluyoruz, işte bu durumda da, bu problem çözülmüş
olur.
İkinci soru: Şüpheyi
dinlemeyi delili dinlemeden önce zikretmek caiz olmadığı halde, Öyleyse niçin
Hz. Musa (a.s), atma işinde onları, kendisinden önce zikr etmiştir? Yine, çoğu
kez, şüpheyi anlama sebebiyle, gerçeği anlamaya yer kalmayacağı böylece de
küfürde ve sapıklıkta kalakalma ihtimalinden dolayı, şüpheyi zikretmenin caiz
olmaması gerekir.
Birisi şöyle de
diyemez: "Bu, o sihirbazların Hz. Musa (a.s)'ı kendilerine takdim etmek
istemeleri sebebiyle, Hz. Musa (a.s)'m ı da onları kendine takdim etmek
istemesi suretiyle bir mukabelede bulunması sebebiyle olmuştur." Zira bu
gibi şeyler ancak, nefsin haz duymasına varıp dayanan şeyler hakkında güzel
olur. Ama, delile ve şüphelerin hallerine gelince, bu caiz değildir.
Cevap: Hz. Musa (a.s),
bir kere mucize izhar etmişti. Onun, o mucizeyi yeniden ortaya koymaya ihtiyacı
yoktu. Halbuki orada bulunanlar, Hz. Musa (a.s)'ya karşı koymak ve muarazada
bulunmak için gelmişlerdi. İşte bu sebeple Hz. Musa (a.s) sanki şöyle
düşünmüştür: "Şayet, mucize izhar etme* suretiyle ise ilk Önce başlayacak
olursam ben, onların sihirlerini ortaya koyup mucizeyi ibtat etmeye yönelme
hususunda bir sebep gibi olmuş olurum... Halbuki bu caiz değildir. Ne var ki
ben, işi onlara bırakayım, böylece onlar kendi irade ve tercihleriyle o sihri
izhâr etsinler, daha sonra ben, onların sihirlerini çürütecek olan mucizeyi
göstereyim. Böylece de bu iş, o şüphenin izâle edilmesine bir sebep olmuş
olsun... Ama birinci duruma göre bu, o şüphenin meydana gelmesine bir sebep
teşkil edebilir. Binâenaleyh bu berikisi daha evlâ olur..."
[218]
Cenâb-ı Hakk'ın
görsün: onların ipleri ve değnekleri, sihirleri yüzünden, kendisine gerçekten
koşuyormuş hayalini verdi" ifadesine gelince, bu hususta birkaç mesele
vardır.
[219]
İbn Abbas (r.a):
"Onlar iplerini ve değneklerini, sağa sola ve çeşitli yönlere hareket ve
meyleder bir durumda attılar
da, böylece Hz. Musa
(a.s) yeryüzünün tamamının, koşup duran yılanla dolu olduğu vehmine ve hayaline
kapıldı da, korktu. Ama kendisine, "Elindeki™ bırakıver. Bu, onların
yaptıklarım yutar..." denilince, Hz. Musa (a.s) asasını attı. Bir de ne
görsün, o asa onların yılanlarından daha büyük, derken, giderek daha da büyüdü.
Vadiyi doldurdu. Sonra da kabarıp yükseldi, hatta kuyruğunu (Firavun'un
yaptırdığ) kulenin üzerine değdi, sonra da, indi, ve onların, iki mit mesafe
içinde yaptıkları her şeyi, insanların gözü önünde yutuverdi. İnsanlar onun
ancak bir sihir olduğu zannına kapıldılar; sonra da kendisini yutmak için
ağzını seksen zira (dirsek boyu) açmış olarak Ffravn'a doğru yöneldi, derken,
Flravn, Hz. Musa (a.s)'a bağırdı. Hz. Musa (a.s) onu eline atınca, o, eskiden
olduğu gibi, bir değnek haline geldi. Sihirbazlar, bir de baktılar ki o, kendi
değnek ve urganlarına dair hiçbir şey bırakmamış da yeyip yutmuş! Böylece bunun
bir sihir olmadığını anladılar da, "Bizim değneklerimiz ve iplerimiz
nerede? Eğer bizim iplerimiz ve değneklerimiz bir sihir ve büyü olmasaydı,
onlar da kalırlar, yutulmazlardı" dediler de, secdeye kapanarak,
"Biz, alemlerin Rabbini, Musa'nın ve Harun'un Rabbini tasdik ve O'na iman
ettik" dediler.
[220]
Alimler, sihirbazların
sayısı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Kasım İbn Sellâm. herbirini yanında
değnek ve ipler
bulunduğu halde,
sayılarının yetmişbin olduğunu söylerken,
Süddf
yine her birinin yanında değnek ve ipler olduğu halde bu sayının, otuzbin küsur
olduğunu söylemiştir. Vehb İbn Münebbih, bunların sayısının onbeşbin olduğunu
ileri sürerken, İbn Cüreye ve İkrime, bunların dokuzyüz kadar olduğunu, üçyüzün
Farisi, Dçyüzünün Rûm, (içyüzünün de İskenderiyeden
olduğunu söylemişlerdir. Kelbİ, bunların sayısının yetmiş iki olduğunu,
ikincisinin kıbtîlerden, yetmişinin de Firavunun bu işe zorladığı
İsrailoğullarından olduğunu belirtmiştir. Bil ki, bu ihtilaf ve farklılık,
sayıdadır ve çoktur. Kur'ân'ın zahiri, bunlardan hiçbirine delâlet
etmemektedir. Görüşler birbiriyle taaruz ettiğinde, hepsi de sakıt olur.
[221]
Keşşaf Sahibi, bu
ayetin başındaki izâ edatının, mufâce'e iza'sı olduğunu söylemiştir, ama bu
hususta hakikat olan,
onun kendisini
nasbeden, kendisine muzaf olduğu bir cümleyi, gerektiren ve zaman ifade eden
izâ olduğudur. Kendisini nasbeden, hususi bir fiil olduğu için, bu, bazı
misallerde görülmektedir. Bu fiil de, (fâcee) fiilidir. O halde cümle, mübtedâ
cümlesi olup, başka birşey değildir. Buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesinin
takdiri, ansızın, onların değnek ve iplerinin koşup durduğunu tahayyül zamamyla
yüzyüze geldi" şeklindedir.
Bu, bir temsil olup,
"Hz. Musa (a.s) onların, değnek ve ipleriyle ansızın, karşı karşıya
gelince, onların koşup duran bir takım şeyler olduğunu zannetti"
anlamındadır.
[222]
Bu ifade, damme ile
usıyyühüm şeklinde okunmuştur ki,
aslolan
da budur. İtbâ'dan, yani sâd'ın kesresine tâbi
olmasından dolayı da
kesre ile okunmuştur. Bu tıpkt,
veya
kovalar) ve veya (yaylar, kavisler) kelimeleri gibidir.
Fiili ve kelimelerine isnâd edip (onları
fiilin nâib-i faili yapmak) suretiyle, tâ ile Tuhayyelu şeklinde okunduğu gibi,
ve kelimelerine isnâd etmek suretiyle,
yâ ile yuhayyelu şeklinde de okunur. Ferrâ, bu şekilde okunması halinde bunun
naibi failinin tes'â fiilinin delâlet ettiği sa'y masdarı olduğunu söylemiştir.
[223]
İleyhi kelimesindeki
zamir Hz. Musa (a.s)'a râci olup, bundan maksad "onlar, o sihirlerinde,
Hz. Musa (a.s)'a yeryüzündeki
yılanların koşup
durması gibi koşup duran yılanlar olduğunu zannettirecek bir dereceye
ulaştılar'' demektir. Yoksa onların gerçekten yılan haline gelmeleri sözkonusu
değildir. Onların, değneklerin içine, üzerine güneş vurduğunda canlanan ve
hareket edebilen (cıva gibi bir) şey koydukları da ileri sürülmüştür. Onlar çok
olup birbirlerine girdiklerinde, onları gören herkes, onların koşup durduğu
vehmine kapılırdı.
[224]
Cenâb-ı Hakk'tn,
'Vaktaki attlar, halkın gözlerini büyülediler"<Ar»t, ne) ve "...
onların ipleri ve değnekleri, sihirleri yüzünden, kendisine gerçekten
koşuyormuş hayalini verdi" ifadeleriyle istidlalde bulunarak, Vehb Ibn
Münebblh'ten, "Onlar insanların ve Musa (a.s)'ın gözünü boyadıîar da, Musa
(a.s) ve insanlar da böylesi bir vehme kapıldı" şeklinde rivayet edilen
habere gelince, bu caiz değildir. Çünkü
o
vakit, mucizeler ve deliller izhâr edip şüpheyi izâle etme vaktidir.
Binâenaleyh, şayet Hz, Musa (a.s), mevcut olanı, fasit olan hayâlden
ayırdedemiyecek olsaydı, o mucizeyi izhar edemezdi; bu şekilde de gayesine
ulaşamazdı. Buna göre ayetten kastedilen mana, "Hz. Musa (a.s) öylesi bir
şey gördü ki şayet o şeyin hakikatte o şeyin mevcudiyetinin olmadığını bitmemiş
olsaydı, onun koşup duran bir şey olduğu zannına kapılırdı..." şeklinde
olur.
[225]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Onun için Musa, içinde bir nevi korku hissetti" ifadesine gelince,
Evcese kelimesi, "korku duymak" anlamındadır. Yani, "O, içinde
bir korku duydu" demektir. "Hz. Musa (a.s)'ın kalbindeki korkuyu
giderme hususunda, Allah'ın, Hz. Musa (a.s) hakkında yaptığından daha fazlası
yapılamaz, çünkü o, onunla her şeyden önce konuşmuş, sonra da ona, değnek ve
yed-i beyzâ gibi çok net mucizeler vermiş daha sonra o değneğini bir ejderha
olduktan sonra eski haline dönüşmüş derken ona istediği sekiz mucizeyi vermiş
ve bundan önce de Hz. Musa (a.s)'a vermiş olduğu sekiz lütfü dile getirmiş.
Bütün bunlardan sonra da, "Muhakkak ki ben sizlerle beraberim, duyar ve
görürüm..."<rınâ, 46) demiştir... Binâenaleyh, bu kadar mukaddimeden
sonra, onun kalbine nasıl korku düşebilir?" denilirse, buna birkaç
bakımdan cevap verilebilir:
1) Her ne
kadar Hz. Musa (a.s) onların kendisine ulaşamayacaklarını ve Allah Teâlâ'nın,
kendisine yardımcı olduğunu bilse dahi, bu korku, insan oğlunun zayıftık üzere
yaratılmış olmasından dolayıdır. Bu, Hasan el-Basri'nin görüşüdür.
2) Hz. Musa
(a.s), insanların, gördükleri
şeyler hususunda şüpheye düşmelerinden ve böylece de onların,
kendisinin yaptığı şeyi diğerlerinin yaptığı şeyle bir tutmalarından, böylece
de işi birbirine karıştıracakları zannına kapıldığından ötürü korkmuştur ki bu
izah, Cenâb-ı Hakk'ın, "Korkma, çünkü üstün (gelecek) muhakkak sen
olacaksın" ifadesiyle de desteklenir. Bu da, Mukâtil'in görüşüdür.
3) Hz. Musa
(a.s), atma işine önce onların başlayıp daha sonra da kendisinin başlayacak
olmasından dolayı, oradaki kimselerin bir kısmının, atacağı şeyi müşahede
etmeden önce, çekip gitmeleri ve böylece de battl inançlarını sürdürmelerinden
korkmuştur.
4) Belki de
Hz. Musa (a.s), vahiy gelmeden, herhangi bir şey yapmamakla emrolunmuştu.
Binâenaleyh, o zaman kendisine vahyin gelmesi gecikince, o vakitte kendisine
vahyin gelmemesinden, netice de mahcûb olacağından korkmuştur.
5) Belki de
Hz. Musa (a.s), orada bulunan sihirbazların sihrini ibtâl etmesi halinde,
Flravun'un, diğer bir takım topluluklar hazırlayıp da ona getirmesinden;
böylece de, onların sihirlerini yeniden ibtâl etme zorunda kalacağından, bu
şekilde de işin bitmeyeceğinden ye, gayenin tamamlanarak maksada
ulaşılamayacağından endişe duymuştur.
[226]
Sonra Allah Teâlâ, bu
korkuyu önce icmâlen, sonra da tafsilatlı bir biçimde gidermiştir. Genel olarak
izalesine gelince, bu Cenâb-ı Hakk'ın,
"Biz, "Korkma dedik, çünkü üstün (gelecek) muhakkak ki sensin,
sen "ifadesidir. Bu ayet, onun korkusunun, işinin o topluluk tarafından
anlaşılamayacağı bir hale vanp dayanacağı endişesiyle olduğuna delâlet eder.
Böylece Allah Teâlâ, "Çünkü üstün (gelecek), muhakkak sen olacaksın "
buyurarak ona güvence vermiştir. Bu ifade de, pek çok çeşit mübalağa ve tekid
çeşitleri bulunmaktadır:
a) Tekid
edatı olan "inne" nin getirilmesi.
b)
Zamirlerin tekrarlanması.
c) Haberde, eliflâmın gelmiş olması.
d) Yücelik
lafzının getirilmesi, ki "ulûv" (maddi üttünlüğü) ifade eder.
Tafsilatlı olanına
gelince, bu da Cenâb-ı Hakk'tn, "Elindekini bırakıver..." emridir.
Bu ifade hakkında
şöyle bir soru bulunmaktadır: "Cenâb-ı Mak niçin, bu ifade yerine,
"Asanı at" dememiştir?"
Cevap: Bunun, o asayı
küçük görmeden ötürü olması mümkündür. Yani, "onların değnek ve iplerinin
çokluğuna aldırma; sen, elindeki o, kütlesi küçük olan değnekçiği at. Çünkü o,
Allah'ın kudreti ile, kendisinin tek; onların ise çok; kendisini küçük, onların
ise büyük olmasına rağmen, onları yutacaktır" demektir.
Bunun, o asâyt büyük
görmeden dolayı olmuş olması da muhtemeldir. Yani, "Sen, o pekcokt)lan
şeylere ve yığınlara aldırma. Çünkü senin elinde, onların hepsinden daha büyük
olan bir şey vardır. Bütün bunlar çok olmalarına rağmen, senin elindekinin
yanında önemsiz ve az mesâbesindedirler. Binâenaleyh, sen onu at; o, onları,
Allah'ın izniyle yutar ve mahveder.
Ayetteki telkaf
(yutar) ifadesine gelince, bu, "Sen bunu attığında, o, onların
yaptıklarını yutar" anlamındadır. Amme'nin kıraati cezm ve şedde ile
(Telakkaf) şeklindedir Yani, "onları yutar" demektir. İbn Amir ise,
hâl cümlesi olmak üzere, fânin dammesi ve şedde ile şeklinde okunmuştur. Yani
"sen onu, onlarınkileri yutar olduğu halde atıver" demektir. Ya da,
bir istinkaf cümlesi olmak üzere ref ile telkafu şeklinde okunmuştur. Âsım'ın
râvlsi Hafs bu kelimeyi, lamın sükûnu İle ve şeddesiz olarak, şeklinde okumuştur ki buna göre mana,
"O, ağzıyla hızlıca onları yutsun" demek olur. "Teiakkuf"
ve "lakf", aynı manadadırlar. Buradaki, lafzı, "uydurdular ve
göz boyadılar" manasınadır. Araplar, yalan söz hakkında "masnû ve
mevzu kelâm" ifadesini kullanırlar.
Ayetteki
"yutar" ifadesi, "Hz. Musa (a.s), asasını attığında, o asâ yılan
olup, sihirbazların yaptığı o uydurma ve aldatmaca şeyleri yutar"
demektir.
[227]
Hak Teâlâ'mn,
"Neticede sihirbazlar secdeye kapandı" rrâhâ, 70) ayetinde, Hz. Musa
(a.s)'ın asasını atıp, onun da bir yılan olduğuna ve sihirbazların attıkları
şeyleri yuttuğuna bir işaret vardır. "Telakkuf" (yutma işinde) de,
sihirbazların attığı şeylerin hepsini, Hz. Musa (a.s)'ın asasını yuttuğuna bir
delalet vardır. Bu ancak o asadan olan yılanın, iri cüsseli ve çok kuvvetli
olması ile mümkündür. Sihirbazların iplerini ve değneklerinin yutulmasından
sonra, Hz. Musa (a.s)'ın yaptığı işin, insanın yapabileceği birşey olmadığını
şu birkaç açıdan anlayıp, kesin olarak İnandıkları nakledilmiştir:
1) O asadan
böylesi bir işin zuhur etmesi,.hile ve desise ile olamaz.
2) O, hile ve desise ile olamayacak şekilde iri
cüsseli idi.
3) Onun
üzerinde, göz, burun delikleri ve ağız gibi uzuvların ortaya çıkması da, hile
ve desise ile olamaz.
4) Onun, bu
kadar çok sayıda atılan şeylerin hepsini yutması da, hile ve desise ile olacak
şey değil.
5) Onun,
eski haline, yani küçük bir değnek haline dönüşmesi... Bunlardan hiçbiri, hile
ve desise ile olacak şey değildir.
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, onların yaptıkları şeylerin, sihirbaz hilesi olduğunu Deyan buyurmuştur.
Buna göre mana: "Ey Musa (a.s), sende olan (asâ) ilâhi bir mucizedir.
Onlarınki ise, aslı esâsı olmayan bir göz boyamadır. Binâenaleyh bu ikisi
masında, bir karşı koyma nasıl sözkonusu olur" demektir. "Keyd"
kelimesi hem ref, hem de nasb ile okunmuştur. Bunu merfû okuyanlar, ifadenin
başındaki mâ edatını, ism-i mevsûl; mansub okuyanlar ise bunu, "mâ-ı
kâffe" kabul etmişlerdir. "Sâhir" kelimesi, "sihr"
şeklinde de okunmuştur. Buna göre bu "sihirli <eyd (hile)" demek
olur, Yahut "onlar, yapttkları sihre kendilerini öyle kaptırmışlardı yaptıkları o şey bizzat sihir gibi
geldi" demek olur. Yahut, "sihr" kelimesi, "keycTİn
beyaniyyesidir. Çünkü "keyd" sihirde olabilir, başka bir şey de
olabilir. Bu, tıpkı, kelimesinin
"dirhemun" kelimesiyle beyân edilmesi gibidir. Bunun bir benzeri
(Ftkıh ilmi) (nahiv ilmi) ifadeleridir.
Geriye ise birkaç soru
kalmıştır.
[228]
Birinci soru:
"Sâhir" kelimesi niçin, cemi değilde, müfred getirilmiştir?
Cevap: Çünkü bununla,
adet manası değil, cins manası kastedilmiştir. eğer kelime cemi kılınacak
olsaydı, bundan maksadın sayıyı belirtmek olduğu zannedilirdi. Ayetteki,
"Büyücü, nerede olsa felah bulmaz" ifadesine baksana. Bu "bu
cins insanlar, felah bulmaz" demektir.
İkinci soru: Bu
kelime, niçin önce nekire sonra marife olarak getirilmiştir?
Cevab: Cenâb-ı Hak,
bununla sanki şöyle demek istemiştir: "Onların yaptıkları bu şey, büyünün
sadece bir çeşididir. Aslında büyünün hiçbir çeşidinde fayda yoktur.
"Sözün böyle ifade edilişinin daha beliğ olduğunda şüphe yoktur.
Üçüncü soru: Ayetteki,
"Büyücü (sâhir), nerede olsa felah bulmaz" ifadesi, sihirbazın ister
hayır, ister şer olsun, hiçbir maksadını sihri ile etde edemeyeceğini gösterir.
Bu da sihrin, büsbütün yok sayılmasını gerektirir?
Cevab: Sihir ve sihrin
ne demek olduğu hususundaki açıklamalarımız, Bakara sûresinde geçmişti. Onları
burada tekrar etmeye gerek yok. Allah en iyi bilendir.
[229]
"Neticede
sihirbazlar secdeye kapandı ve "Harun ile Musa'nın Rabbine imân
ettik" dediler. (Firavun) dedi ki: "Ben size
izin vermeden, ona iman mı
ettiniz? Demek ki o
size sihri öğreten büyüğünüzdür. öyleyse ben de,
mutlaka sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kesip, sizi hurma
dallarında
asacağım. Siz o zaman, hangimizin
azabının daha çetin ve devamlı olduğunu
anlayacaksın
iz"
(Tâhâ, 70-71).
Bil ki ayetteki,
"Neticede sihirbazlar secdeye kapandı" ifadesinde, Hz. Musa (a.s)'ın
elindeki asasını attığına, onun, sihirbazların bütün yaptıklarını yutan bir
yılan haline geldiğine, hakikatin ortaya çıktığına ve böylece de sihirbazların
secdeye kapandıklarına bir işaret vardır. Çünkü onlar, yüksek tabakadan olan
sihirbazlardı. Binâenaleyh onlar Hz. Musa (a.s)'ın yaptığı şeyin, kendi yaptıklarından farklı
olduğunu gördüklerinde, kesinlikle bir sihir
olmadığını anladılar. Sihirbazların başkanlarının şöyle dediği rivayet edilir:
"Biz büyümüzle insanlara gâlib oluyorduk ve alet ve edevatımız elimizde
kalıyordu. Eğer bu sefer de gâlib olsaydık ve Musa (a.s)'ın yaptığı da bir büyü
olsaydı, ya bizim attığımız şeyler hani, nerede?" Böylece o sihirbazlar,
cisimlerin hallerinin değişmesinden (var iken yok olmasından) hareket ederek,
kadir ve alim bir yaratıcının varlığına; ve bu değişikliğin Hz. Musa (a.s')ın
elinde meydana gelmesi ile de, onun Allah katından gönderilmiş, doğru bir
peygamber olduğuna istidlal ettiler. Böylece tevbe ettiler, iman ettiler ve
huşûları ile huzûlarını tam ortaya koyan secdeye kapandılar.
Ayetteki,
"Neticede sihirbazlar secdeye kapandı" (atıldı)" ifadesi ile,
onların, secde etmeye mecbur bırakıldıkları manası kastedilmemiştir. Onlar, bu
ifade ile övüldüklerine göre, bunun esas te'vili (tefsiri) Ahfeş'in yaptğı şu
izahtır: Onlar sanki (başkaları onları) secdeye atmış gibi, hızlı bir şekilde
secde ettiler. "Keşşât sahibi şöyle der: " Onların işi (durumu) ne
enteresan! çünkü onlar önce değnek veiplerini, küfür ve inkar için attılar. Ama
kısa bir müddet sonra, bu sefer de başlarını, şükür ve secde için yere atıp,
secdeye kapandılar. Binâenaleyh bu iki atma arasındaki fark ne büyüktür!
"Rivayet olunduğuna göre onlar, cenneti, cehennemi ve cennetlikleri
görünceye kadar başlarını secdeden kaldırmamışlardır. Ikrime'nin: "Onlar,
secde için yere kapandıklarında, Cenâb-ı Hak o esnada, cennette ulaşacakları
makamlarını onlara göstermiştir." dediği rivayet edilmiştir. Kfldi şöyle
der: "bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü eğer Allah Teâlâ onlara bunu açıkça
göstermiş olsaydı, onlar imâna icbar edilmiş (mecbur bırakılmış) olurlardı.
Halbuki bu, onların, "Biz günahlarımızı affetmesi için Rabbimize iman
ettik" rrâhâ. 73) deyişlerine uygun düşmez." Kâdİ'nin bu görüşüne
şöyle cevap veririz: Hz. İbrahim (a.s), kendisinin bağışlanmış olduğunu kesin
olarak bildiği halde, "O (Allah'ın), ceza günü kusurîanmı affedeceğini
umarım" (Şuâra, 82) demiş olduğuna göre, aynı şeyin sihirbazları içinde de
söz konusu olması niçin düşünülmesin?
Bil ki bu kıssa,
meydana gelen her iş ve hadisede, Allah'ın kaza ve kaderinin geçerli olduğuna,
rubûbiyyet işlerinin hayret uyandıran sırlarına dikkat çekmektedir. Çünkü bu
deliller, herkesin müşahede edip duyduğu bir yerde meydana gelmiştir.
Binâenaleyh bu husustaki istidlal çok vazih ve açıktır. O istidlal de şudur:
Ortada olup biten bir takım şeyler var. Bunların mutlaka bir müessiri
(olmalarına tesir eden birşey) bulunması gerekir. Bunun böyle olduğunu bilmek
zaruri ve kesindir. Bu müessir ya mahlûkattır, yahut başkalarıdır. Bunun
mahlukât olamayacağı bedihi (çok açık)tır. Çünkü her insan, kendisinin,
canlıları yaratmaya, onların cüsselerini istediği zaman büyütmeye, istediği
zaman eski haline getirmek için küçültmeye gücü yetmeyeceğini ister istemez
bilir. Bu çok açık ve net bilgilere ne zaman akılaa meydana gelirse, bu alemin
mutlaka bir müdebbiri bulunduğu hususunda kesin bflgî ifade eder. Binâenaleyh
insan ne diyebilir? Ne dersin, o münkirlerin r-mukaddimelerin doğruluğunu bilmediklerini
söyleyebilir misin? Bu ihtimal, son derece akıldan uzaktır. Zira biz,
mukaddimelerden her birinin, akıt sahibi hiç kimsenin hakkında şüphe
edemeyeceği derecede aşikâr olduğunu açıklamıştık. Onlar bunun doğruluğunu
biliyorlardı. Ama cehaletlerinde ısrar ediyor, kendileri için ilim ve
mutluluğun (saadetin) meydana gelmesini değil, cehalet ve şekâvetin meydana
gelmesini istiyorlardı. Herhangi bir insanın, buna asla razı olmayacağını
zannederim. Binâenaleyh geriye şöyle demek kalır: "(Bu hususta) akıl ve
delil yetmez. Aksine kalblerde, bu mukaddimelerin (bilgisini) ve bunların nasıl
sıraya konulup, netice elde edileceği (şuurunu) yaratan böylece de bunu yaptığı
her zaman, kalblerde neticeleri tahakkuk ettiren bir müdebbirin var olması
gerekir. Bütün bunlar, herşeyin Allah'ın kaza ve kaderi ile olduğunu
gösteriyor. Çünkü akıllara ve gönüllere nasıl hareket edip, nasıl tasarrufta
bulunacakları hususunda güven olmaz. Kim, kalbinden taassubu atar da, fikir ve
düşüncelerinin mecrası (gidişi-akışı) hususunda, kendi hallerine bakarsa, bizim
söylediğimiz bu şeylere güveni artar.
Hak Teâlânın,
"Harun ile Musa'nın Rabbine iman ettik" dediler" ifadesine
gelince, bil ki "Ta'limiyye" bu ayeti delil getirerek şöyle
demişlerdir: "Onlar, Hz. Harun ve Hz. Musa (a.s) vasıtasıyla tanıyıp,
öğrendikleri Allah'a iman etmişlerdir. Binâenaleyh bu, Allah'ı tanımanın ancak
imam (önder alim) vasıtasıyla olabileceğine delildir." Bu görüş zayıftır
Aksine sihirbazların, "Biz, Harun ile Musa'nın Rabbine iman ettik"
şeklindeki sözlerinde, "Talimiyye"nin ileri sürdükleri şeyin dışında,
iki hikmet (incelik) vardır.
Birinci incelik:
Firavun'un "Ben sizin en büyük Rabbinizim"(Nâzıat,24) sözünün
izahında belirtildiği gibi, Firavun hem rab olduğunu; hem de f'Ben, sizin
benden başka ilahınız olduğunu bitmiyorum" tKasas, 38) sözü ile ilah
(tanrt) olduğunu iddia etmiştir. Binâenaleyh şayet sihirbazlar, "Biz
alemlerin Rabbine inandık" demiş olsalardı, o zaman Firavun: "Onlar
başkasına değil, bana iman ediyorlar" derdi. İşte böyle bir zannı (yanılgıyı)
bertaraf etmek için onlar, böyle söylemeyi tercih ettiler. Bunun böyle
olduğunun delil, onların bu ifadede Harun (a.s), Hz. Musa (a.s)'dan önce
zikretmiş olmalarıdır. Çünkü Firavun, "Biz, seni yeni doğmuşken içimizde
büyütüp terbiye etmedik rr.:?'\$u&ra. ıb) ifadesi ile belirttiği gibi, onu
büyütüp terbiye eden olduğu için, Musa (a.s)'ın rabbi (mürebbisi) olduğunu
söylüyordu. Binâenaleyh sihirbazlar, Firavun'un bu vehme kapılmasından kaçınmak
ve böyle bir yanılgıyı tamamen ortadan kaldırmak için pek yerinde olarak Hz.
Harun'u, Hz. Musa (a.s)'dan önce zikretmişlerdir.
İkinci incelik: Onlar,
Hak Teâlâ'mn, Hz. Musa (a.s) ve Hz. Harun (a.s)'a böylesine büyük mucizeler ve
şerefli makamlar verdiğini gördükleri için, "Harun ile Musa'nın Rabbine
inandık" demişlerdir.
[230]
Sonra Firavun, onların
secdeye kapanıp, Allah'a iman ettiklerini görünce, bu işin Allah'a ve O'nun
peygamberine iman etmede diğer insanların da sihirbazlara
uymalarına sebeb olmasından korkup, hemen Hz. Musa
(a.s)'ın peygamber oluşu hususunda bir başka şüphe ortaya atarak, "Ben
size izin vermeden, ona iman mı ettiniz? Şüphesiz o size sihri öğreten
büyüğünüzdür" demiştir. Bu söz, şu iki şüpheyi ihtiva eder:
1)
Firavun'un "Sen size İzin vermeden, ona iman mı ettiniz" şeklindeki
sözü... Bunun izahı şöyledir: Bu, "Akla ilk gelen şeye güvenmek doğru
değildir, aksine o hususta araştırmak, münakaşa etmek, akla gelebilecek diğer
şeylerden istifâde etmek gerekir. Binâenaleyh siz bunları yapmayıp, hemen
acelece o anda, "Ona inandık" dediğinize göre bu, imanınızın
basiretten kaynaklanmayıp, aksine başka bir sebebten olduğuna delâlet
eder" demektir.
2)
Firavun'un, "Demek ki o size sihri öğreten büyüğünüzdür" şeklindeki
sözü... Bu, "Sizler, sihir hususunda onun talebelerisiniz. Binâenaleyh
onun işini geçerli kılmak, revaçta tutmak ve durumunu yüceltmek için,
kendinizin aciz olduğunu ortaya koyma hususunda onunla gizlice anlaştınız"
demektir.
Firavun bu şüpheleri
ortaya attıktan sonra, sihirbazları imandan, diğer insanları da bu yolda onlara
uymaktan alıkoymak için, tehdide başlayarak "Öyleyse ben de, mutlaka sizin
ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim... sizi asacağım" dedi.
Buradaki fiiller, şeddesi? Olarak, ve Şimşeklinde de okunmuştur. Çaprazlama
kesme, sağ el ile birlikte sol ayağın kesilmesidir. Çünkü bu iki uzuvdan
herbiri diğerinin aksidir. Çünkü bu el, öbürü ayaktır; bu sağ, diğeri ise
soldur. Ayetteki (çaprazlama olarak) ifadesi, haldir, mahallen mansubtur, yani,
"Ben onları "muhtelif" olarak keserim" demektir. Çünkü
onların biri diğerine muhalif (çapraz) olunca, "muhtelif" olarak
tavsif edilebilirler.
Firavun sonra da,
"Sizi hurma dallarında asacağım" demiş ve dallara asılan şeylerin
orada durmasını, kabında muhafaza edilen şeyin durmasına benzetmiştir. İşte
bundan ötürü "hurma
dallarında" demiştir. Bu harf-i cerrin, manasına geldiğinin genel olarak
kabul edilişine gelince, aslında bu görüş zayıftır.
Sonra o, "Siz o
zaman, hangimizin azabının deha çetin ve devamlı olduğunu anlayacaksınız"
demiştir. Mel'un Firavun "hangimiz" sözü ile kendisini kastetmiştir.
Çünkü onun bu (hangimiz) sözü, Musa (a.s) ile kendisini kastettiğini ihsas
ettirmektedir. Bunun delili ise, "Ona iman mı ettiniz" demiş
olmasıdır. Bu ifadede, kendisinin güçlü, ezici ve insanlara çeşitli işkenceleri
yapabilir oluşu ile övünmesi ve Hz. Musa (a.s) ile alay etmesinin yanısıra, onu
zayıf görmesi vardır. Çünkü Hz. Musa (a.s) azab etmemiştir.
[231]
İmdi eğer,
"Firavun'un çok yakın zamanda, sizin de açıkladığınız gibi, asasının öyle
büyük bir ejderhaya dönüşmesini görmesine, yine sizin de bahsettiğiniz gibi o
yılanın, Firavun'un köşkünü yutmaya yöneldiği ve nihayet işin, Firavun'un Hz.
Musa (a.s)'dan bu ejderhanın şerrinden yardım istemesine kadar varıp
dayanmasına rağmen ve bu işin çok yakın bir zamanda olmasına, Firavun'un da
bunu savuşturamamasına rağmen, Firavun'un o sihirbazları tehdid etmesi ve
onları bu derecede cezalandıracağını söylemesi, "Hangimizin azabının daha
çetin ve devamlı olduğunu anlayacaksınız" diye, Hz. Musa (a.s) ile
böylesine alay etmesi nasıl düşünülebilir?" denilirse, biz deriz ki: Niçin
şöyle demlemesin: "Firavun, kalben çok korkuyordu. Ama haysiyet ve
şerefini kurtarıp, işini revaçta tutabilmek için, bu celâdeti (sertliği)
göstermiş ve bu utanmazlığı (yüzsüzlüğü) yapmıştır. Kim, bu alemdekilerin
hallerini incelerse, aciz kimselerin bile böyle şeyler yaptığını görür. Her
akıllının, Allah'ın azabının, insanların azab ve işkencelerinden daha şiddetli
ve çetin olduğunu açıkça bilmesine rağmen, kalkıp bu azabı inkâr etmesi bunun
doğru olduğuna delâlet eder. Hem sonra Firavun, "Demek ki o size sihri
öğreten büyüğünüzdür" derken, yalan söylediğini biliyordu. Çünkü o, Hz.
Musa (a.s)'ın, sihirbazlarla oturup kalkmadığını onlarla daha önce
karşılaşmadığını, sihirbazların herbirinin hocasının kim olduğunu ve bu ilmin
nasıl öğrenildiğini çok iyi biliyordu, ama buna rağmen böyle söyleyebiliyordu.
Binâenaleyh Firavun'un böyle durumlardaki adetinin, bu şekilde davranmak olduğu
sabit olur. İbn Abbas (r.a) da "sihirbazlar o günün başında sihirbaz
idiler, ama sonunda şehid oldular" demiştir.
[232]
"(Sihirbazlar)
dediler ki: Seni, bize gelen şu apaçık mucizelere ve bizi
yaratana kesinlikle tercih edemeyiz. Artık neye
hükmediyorsan, hükmet.
Sen, hükmünü ancak bu
dünya hayatında yürütürsün. Biz, günahlarımızı ve
bizi yapmaya zorladığın bu sihri bağışlaması için, Rabbimize iman
ettik. Allah
daha hayırlı ve daha bakidir. Hakikat
şudur: Kim Rabbine suçlu olarak
gelirse,
şüphesiz ona cehennem var. O orada ne ölür, ne dirilir. Kim de O'na
iman etmiş ve salih ameller işlemiş olarak gelirse,
işte bunlar... Bunlar için en
yüksek dereceler,
altlarından ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Onlar
orada ebedi kalıcıdırlar, işte temizlenenlerin
mükafaatı"
72-76).
Bil ki Allah Teâlâ,
Firavunun o sihirbazlara olan tehdidini nakledince, inanç hususunda onlarda tam
bir "yakirTin ve mükemmel bir basiretin tahakkuk ettiğini gösteren tabiri
kullanmak suretiyle, onların Firavuna verdikleri cevabı haber vermiştir. Çünkü
onlar, "Seni, bize gelen şu apaçık mucizelere kesinlikle tercih
edemeyiz" demişlerdir ki bu, Firavun'un onlardan, bu imandan dönmelerini
istediğine, aksi halde başlarına tehdid ettiği işi getireceğini söylediğine
delalet eder. Çünkü onlar, Firavun'un söylediğine bir cevab olarak, "Seni
kesinlikle tercih etmeyeceğimiz" demişler ve bunun sebebini
açıklamışlardır. Bu sebeb de, kendilerine bir takım beyyinâtın (mucize ve
delillerin) gelmiş ofması, Firavun'un teklif ettiği şeylerin sırf dünyevi oluşu
ve dünyevi fayda ve zararlarının, ahiret fayda ve zararları yanında bir kıymet
ifade etmeyişidir.
Sihirbazların (Bizi
yaratan) ifadesi hakkanda şu iki izah yapılmıştır:
1) Bunun
takdiri, "Ey Firavun, biz seni kesinlikle, bize gelen beyyinelere ve bizi
yaratana, yani bizi yaratana ibadet ve itaat etmeye tercih etmeyeceğiz"
şeklindedir.
2) Bu
cümlenin, bir kasem (yemin) cümlesi olarak, mahallen mecrur olması da
mümkündür. (Yani, "bizi yaratana yemin ederiz ki...)
Bil ki onlar,
imanlarında ısrar ettikleri sürece Firavun'un kendilerini tehdit ettiği şeyi
yapacağını biliyorlardı. İşte bu sebeble, "Artık neye A hükmediyorsan,
hükmet" demişlerdir. Onlar bu sözü, Firavun'un Bunu yapmasını emretme
manasında söylememişlerdi. Fakat onlar Firavun'un bu tehdidinin kendilerinin kesinlikle
imandan ve gerek itim gerek amel olarak bildikleri hakdan çeviremeyeceğint
belirttiler.
Daha sonra onlar, bu
işi yapmanın kolay olmasının sebebini de açıklayarak, "Sen hükmünü ancak
bu dünya hayatında yürütürsün" demişlerdir. Buradaki fiil nakdi (Biz,
dünya hayatını geçiririz) şeklinde de okunmuştur. Bunu söyle izah ederiz;
Meşhur kıraate göre, "hayat" kelimesi, zarf olarak mansubtur.
Zarfların sahası geniştir. Dolayısıyla kendisine "meful-ü bin" rotu
verilebilir. Mesela,
"Cuma günü oruç tuttum" ifadesinin Cuma günü oruç
tutuldu." Şekline dönüşebilmesi gibi,.. Buna göre mana, "Senin hükmün
ancak bu dünya hayatında yürür. Bu dünya hayatı ise, nasıl olursa olsun,
fânidir. Bizim gayemiz, ahiret mutluluğunu elde etmektir. Ahiret mutluluğu
devamlıdır. Akıl, ebedi mutluluğa ulaşma vesilesi olacak olan geçici zarar ve
belâlara katlanmayı gerektirir" şeklindedir.
[233]
Sonra onlar, "Biz, günahlarımızı... bağışlaması için, Rabbimize iman ettik"
dediler. Onların zaman bakımından en yakın günah ve hataları ortaya koydukları o sihir olduğu için de, "ve bizi yapmaya zorladığın bu sihri
bağışlaması için..." dediler. Bu zorlama hususunda alimler, birkaç izah
zikretmişlerdir:
'
1) O dönemde
krallar raiyyelerinden bir kısmını alıp, (seçip), sihir öğrenmeye mecbur
ediyorlardı. İhtiyarladığında, onlar onlara, her zaman bu işi güzel yapanlar
bulunsun diye, onlar onlara, genç muallimler gönderirlerdi. İşte onlar bu sözü,
bundan dolayı söylemişlerdi. Yani, "Biz, mecburî olarak önce öğrenimde,
sonra da öğretimde bulunduk..." demektir. Bu izahı, İbn Abbas yapmıştır.
2)
Sihirbazların elebaşlarının sayısı, yetmiş iki idi... Bunların ikisi
Kıbtîlerden, geriye kalanları ise, İsrailoğullarındandı. İşte bunun üzerine
onlar Firavuna, "Bize, Musa (a.s)'ı
uyurken göster" dediler. Derken onu, gördüler. Ve onu, asasının
beklediğini îarkettiler de, bunun üzerine, "Bu siharbaz değildir, çünkü,
sihirbaz uyuduğu zaman sihri batıl olur, sona erer" dediler ama Firavun,
ille de, o sihirbazların Musa (a.s.)'a muarazada bulunmaları hususunda diretti.
3) Hasan eİ-Basrî şöyle demiştir:
"Sihirbazlar, Hz. Musa (a.s)'a
muarazada bulunmak için şehirlerden toplanıp gelmişlerdi. Dolayısıyle
onlar, bu toplanma. konusunda gönüllü değillerdi, zorla toplanmışlardı. Ve
onlar, sihirlerini izhâr etme hususunda da mecbur edilmişlerdi."
4) Amr İbn
Ubeyd, "Sultanın çağrısı, mecburîük İfâde eder (el-ikrâh)" demiştir.
Ama bu, zayıftır; çünkü, sultanın çağrısı korku ihtiva etmezse, ikrah olmaz.
Daha sonra onlar,
"Allah, kendisine itaat edenlere mükafaat vermesi açısından en hayırlı;
isyan edenlere de ceza vermesi bakımından en baki olanoır" dediler ki, bu,
Firavun'un, "Siz de hangimizin azabı daha çetin ve sürekli olduğunu elbet
bileceksiniz..."rrahâ.71) şeklinde ki sözüne bir cevaptır.
[234]
Hasan el-Basrî şöyle
demiştir: "Subhanellah! Sihirbazlar kafirdiler, hatta küfür
yönünden kafirlerin en şedidleri idiler. Göz açıp
kapama zamanı içinde kalblerinde
iman
kökleleşti de, Allah uğrunda, "artık neye hükmediyorsan, hükmet"
demeleri, onlara zor olmadı.. Allaha yemin ederim ki, hiç şüphesiz bu gün
sizden biriniz Kur'ân'la altmış yıl arkadaşlık eder, ona göre yaşar, sonra da
kalkar dinini, önemsiz bir bahâya satıverir."
Daha sonra onlar,
sözlerini, kıyamet meydanında müminlerin ve mücrimlerin uğrayacakları, halleri
açıklamayla bitirerek, mücrimler hakkında, "Hakikat şudur: Kim Rabbine
suçlu olarak gelirse şüphesiz ona cehennem var. O orada ne ölür ne
dirilir." demişlerdir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[235]
ifâdesindeki hâ şân
zamiri olup, mana, "Durum ve iş şöyle şöyledir..." şeklindedir.
[236]
Mutezile, büyük günah
sahiplerinin cehenneme girecekleri ve orada kalacaklarına dair bu ayetle
istidlal ederek, şöyle
demişlerdir:
"Büyük günah sahibi mücrimdir. Mücrim için
ise, Cenâb-t Hakk'ın, "Hakikat şudur: Kim Rabbine suçlu olarak
gelirse..." ayetinden dolayı cehennem vardır. Şart sadedinde getirilen men
edatı umûm ifade eder. Bunun delili, bunlardan istisnanın yapılabilmesidir.
İstisna İse, yazılmaması halinde cümleye dahil olacakları, sözden çıkarmaktır.
Alimlerimizden, bir
kısım kelamcılar bu söze itiraz ederek şöyle demişlerdir: 'Biz, büyük günah
sahibinin "mücrim" olduğunu kabul etmiyoruz. Bunun delili, Hak Teâlâ'nın,
"mücrim"i, "mümin" mukabilinde zikrederek "Kim Rabbine
suçlu (mücrim) olarak gelirse, şüphesiz ona cehennem var... Kim de Ona iman
etmiş (mümin)... olarak gelirse (...)" ve "Mücrimler, iman edenlerden
kimine gülerlerdi" {Mutamın, 29) buyurmuştur. Hem sonra Cenâb-ı Hak,
ayette "O (mücrim) orada ne ölür, ne dirilir" buyurmuştur. Halbuki
büyük günah sahibi olan mümin cehennemde azab görse bile, bu şekilde olmaz.
Yine sahih bir haberde (hadisde), "Kalbinde zerre kadar iman olan, mutlaka
cehennemden çıkacaktır"
[237]
buyrulmuştur."
Bil ki bu İtiraz
tutarsızdır. Mu'tezile'nin "Allah mücrimi, mü'min mukabili
zikretmiştir" şeklindeki sözü doğrudur. Fakaî bu, büyük günah sahibinin
mü'min olduğu sabit olursa geçerlidir. Ama mu'tezile'ye göre, büyük günah
işlemiş olan, mü'min sayılmaz. Bu itirazcı, sanki bu itirazını kendi görüşüne
bina etmiştir. Bu ise sakıt olur (düşer). Onun, ikinci olarak söylediği,
"Büyük günah sahibi hakkında, "O orada (cehennemde) ne ölür, ne
dirilir" denilmesi uygun düşmez" şeklindeki sözüne gelince, biz deriz
ki: Bunu kabul etmiyoruz. Çünkü cehennem azabı çok şiddetlidir. Nitekim,
"Ey Rabbimiz, gerçekten, Sen kimi o ateşe sokarsan, şüphesiz onu hor ve
hakir edersin" (AJ-i İmran, 192) buyrulmuştur. Onun zikrettiği hadis için
de, "Kuran
mütevatirdir. Binâenaleyh haber-i vâhid
ona karşı koyamaz" denilir. Şöyle de denebilir: Usûl-ü fıkıhda
"Kur'ân'ı, haber-İ vahid ile tahsis etmek (umûmi ifadesini sınırlandırmak)
caizdir" hükmü vardır. Karşı taraf buna şu şekilde cevap verebilir: Haber-i
vâhid, zann ifade eder. Binâenaleyh ameli konularda (ahkâm hususunda) buna
başvurulabilir. Ama bizim bu konumuz, ameli (hüküm) olmayıp, itikad ile
ilgilidir. İtikâdi konularda ise haber-i vahide başvurulmaz."
Bir başkası da şu
şekilde itiraz edebilir: "Biz, bu ayetin, o kimsenin tevbe etmemesi ve
taatının mükafaatlannı cezasının yok etmemesi şartına bağlı olduğu hususunda
ittifak ettik. Bu iki şey arasındaki müşterek nokta, o ikabı (cezayı) yok
edecek btrşeyin bulunmamasıdır. Fakat bize göre af, cezayı kaldırıp yokeder.
Yine bize göre affolunmayan mücrimin mutlaka cehenneme girmesi gerekir."
Bil ki bu itirazlar da
tutarsızdır. Tevbenin olması şartına hacet yoktur. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Kim
Rabbine mücrim olarak getirse" buyurmuştur. Halbuki tevbe etmiş kimse
için, "O, Rabbine mücrim olarak geldi" denilemez. Küçük günah
sahibine de "mücrim" denilmez. Çünkü "mücrim", kınama ifade
eden bir lafızdır. Binâenaleyh bu lafız, küçük günah sahibi hakkında da
kullanılmaz. Aksine burada yapılacak en tutarlı itiraz şöyle dememizdir: Ayetteki
bu tehdidin umûmi (genel) oluşu, hemen sonra gelen, ilahi va'd ve mükafaatın da
umûmi olduğunu bildiren "Kim de O'na iman etmiş ve salih ameller işlemiş
olarak gelirse, işte bunlar, için en yüksek dereceler vardır" ifadesi ile
çelişir. Halbuki bizim konumuz, iman edip, salih ameller işleyen bunun yanısıra
bazı büyük günah yapanlarla ilgilidir. Buna göre şayet, "Günahın cezası,
insanın taatının mükafaatını yok eder" denilirse, biz deriz ki:
"imanın mükafaatının da, günahın cezasını defedeceği niçin söylenmesin?"
Şayet onlar,
"Eğer böyle olsaydı, böylesi kimseye lanet etmenin ve ceza uygulamanın
caiz olmaması gerekirdi" derlerse, biz deriz ki: Bize göre, başkasına
lanet okumak caiz değildir. Fakat bu günahkâr kimseye, ceza uygulama, tevbe
edenler hakkında olduğu gibi, bazan mihnet (kınama-aytplama) cinsinden, bazan
da tenkil (başkasına ders olacak) şeklinde olur.
Mu'tezile şöyie der:
"Cenâb-ı Hak, "irtikab ettiklerine (işlediklerine) bir karşılık ve
ceza, Allah'dan ibret verici bir ukubet olmak üzere (hırsızların) ellerini
kesiniz" (Mâide.38) buyurmuştur. Hak Teâlâ o kimseye, ibret verici bir
ceza (tenkil) olsun diye, bir cezanın uygulanması gerektiğini açıkça ifade
etmiştir. Dolayısıyla bu duruma düşen bir kimsenin, övülmeye ve saygı duyulmaya
müstehak olması imkansızdır. Bunlar o insan için kalmadığına göre, daha evvel
de dediğimiz gibi, onun için sevab da söz konusu değildir. Binâenaleyh bu bize,
büyük günah sahibinin cezasının, daha Önce yapmış olduğu amellerine karşılık
kazandığı sevabı giderip yok etmesi, sonradan yapmış olduğu bu büyük günahın
cezasını savuşturmasından daha evlâ olduğunu gösterir." İşte va'id
meselesinde, Mu'tezile'nin sözünün özü budur.
Biz eleriz ki:
Velhasıl söz, o kimseye ibret vermek maksadıyla ceza uygulanması gerektiğini
gösteren naslar (ayetler), o kimsenin mükafaata müstehak olduğuna delalet eden
naslaıia, çelişir. Binâenaleyh niçin bunlardan bir tarafı diğer tarafa tercih
etmek, aksini tercih etmekten daha evlâ olmasın? Çünkü mü'min, hırsız olan ve
olmayan diye ikiye ayrılabilir. Hırsızlar da, mü'min olan ve olmayan diye ikiye
ayrılır. Binâenaleyh gerek "umûm" gerek "husus" açısından,
bu iki taksimatın birinin diğerine üstünlüğü (farkı) yoktur. Dolayısıyla bunlar
birbiriyle çeliştiğinde, ikisi ide sakıt otur. Sonra biz deriz ki: Men (her
kim) kelimesinin umûmi (manayı) ifade etme hususunda kesin olduğunu kabul
etmiyoruz. Aksine bu "zannî" dir. Bizim meselemiz ise, hakkında
kesinlik olması gereken (itikâdi) bir meseledir. Dolayısıyla senin söylediğin
şeye dayanmak caiz değildir. Bu husustaki daha geniş izah,
"Kltabu'l-Mahsûl fi'l-usû!" adlı (fıkıh usulü) kitabımızda yer
almıştır.
[238]
Mücessime, ayetteki
"Kim Rabbine suçlu (mücrim) olarak gelirse" ifadesini delil
getirerek, "Maddi olan şey, ancak Rab Teâlâ bir mekanda yer almış olursa
O'na gelebilir" demişlerdir.
Buna şu şekilde cevap
verilir: "Allah Teâlâ, onların randevu yeri (olan mahşere) gelişlerini,
mecazi olarak "Allah'a geliş" diye ifade etmiştir. Bu tıpkı İbrahim
(a.s)'in, "Ben Rabbime gidiyorum. O bana hidayet edecek" (snat, 99)
demesi gibidir.
[239]
Canlı olan maddenin
mutlaka, ya canlı olarak baki kalması,
yahut
da ölmesi gerekir. Dolayısıyla onun bu iki vasıftan
uzak olması imkansızdır. Buna göre ayetin manası,
"O kimse cehennemde en kötü durumda olur, ne onu herşeyden kurtarıp rahata
erdirecek bir ölüme ulaşır, ne de istifade sağlayan bir hayata erer"
şeklindedir.
Daha sonra mü'minler
hakkında da onlar "O'na iman etmiş ve saüh ameller işlemiş olarak gelirse,
işte bunlar, bunlar için en yüksek dereceler var" demişlerdir. Bil ki
ayetteki, "salih amel işlemiş olarak" ifadesi, bu kimsenin her türlü
sâlih ameli işlemiş olmasını gerektirir. Halbuki bu, ittifakla imkansızdır ve
nazar-ı itibara alınmaz. Binâenaleyh bunun, kişinin farzları yerine getirmesi
manasına hamledilmesi gerekir.
Cenâb-ı Hak sonra, kim
iman ile birlikte sâfih ameller işlerse, onun için yüksek dereceler olduğunu
bildirmiş ve sonra bu yüksek deteceleri açıklayarak, "Altlarından ırmaklar
akan Adn cennetleri vardır" buyurmuştur Bu ayette, büyük günah
sahihlerinin affolunabilecek! eri ne bir dikkat çekme vardır. Çünkü Allah
Teâlâ, cennetteki o yüksek dereceleri, Rabbine iman edip, saüh ameller işleyen
için olduğunu belirtmiştir. Dolayısıyla yüksek olmayan diğer derecelerin de,
mutlaka bunlardan başkalarına aid olması gerekir. Bu başkaları da ancak,
günahkâr ve asi mü'minlerdir.
Hak Teâlâ'nın
"işte temizlenenlerin mükafaatı" ifadesi hakkında İbn Abbas (r.a),
"Allah Teâlâ "temizlenenler" sözü ile, "Lâilâhe
illallah" diyenleri kastetmiştir" demiştir. Ben derim ki: Bu ayet, o
yüksek derecelerin, temizlenenlerin, yani günahlardan arınanların mükafaatı
olduğuna delâlet ettiğine göre, bu hitabın hükmü gereği, yüksek olmayan
derecelerin de, bu temizlenenlere aid bir mükafaat olmaması gerekir. Dolayısıyla
bu dereceler onların dışındaki, günahkâr olup, Allah'ın lütuf ve merhameti
sayesinde bağışlanan mü'minlere aiddir. Bil ki Kur'ân'da, Firavunun, o iman
eden sihirbazlara karşı tehdidini uyguladığı, açıkça ifade edilmemiştir. Fakat
bu, haberlerde (rivayetlerde) yer almıştır.
[240]
"Andolsun ki Biz,
Musa'ya, "Kullarımla geceleyin yola çık, yetişilmekten
korkmayıp, çekinmeyip, onlara denizde kuru bir yol
aç" diye vahyettik.
Derken Firavun
orduları ile birlikte arkalarına düştü. Deniz kendilerini nasıl
kapladıysa, işte öyle kapladı. Firavun kavmini
saptırdı ve hidayete erdirmedi"
(Tâhft,
77-79).
Bil ki ayetteki,
"Andolsun ki Biz, Musa'ya "Kullarımla geceleyin yola çık..."
diye vahyettik" ifadesinde, bu hadisede Hz. Musa (a.s)'a icabet eden
(inananların) çok olduğuna bir işaret vardır. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ,
onları Fİravun'un adamlarından kurtarıp ayırmayı istemiş ve Hz. Musa (a.s)'a
onları geceleyin yola çıkarmasını vahyetmiştir.[241]
Gece .yolculuk etmeye,
"sery" denilir. "İsrâ"a da aynı manayadır. Buna göre eğer,
"Hz. Musa (a.s)'nın onları gece yola çıkarmasındaki hikmet nedir?"
denilirse, biz deriz ki, bunun böyle bazı sebebleri vardır:
1) Onların,
düşmanın gözü önünde toplanmamaları ve böylece de düşmanın, bunların
istediklerini yapmalarına mâni olmamalarını temin etmek için...
2) Bu Firavun ve adamlarını, onların peşine
düşmesine mâni olması için...
3) İki ordu
birbirine yaklaştığında, Musa (a.s)'ın ordusunun, Firavunun (kalabalık)
ordusunu görüp, dehşete kapılmamaları için...
Ayetteki, "Onlara
denizde kuru bir yol aç"ifadesine
gelince, bu hususta şu
iki izah yapılabilir:
1) Buradaki
"darb" (vurma) fiili, "ca'l" (kılma, yapma) manasınadır.
Bu, Arapların, "O, ona malından bir hisse "darbetti" yani
"ayırdı" ve "Darbu lebin (kerpiç dökmek) onun işidir"
sözlerinden alınmadır.
2) O, onlar
için, asası ile denize vurarak bir yol açtı. Bu, "Hz. Musa (a.s) denize
asası ile vurdu ve deniz yarıldı" demektir. Bu manaya göre, buradaki
"darb" (vurma) fiili, "tarik" (yol) kelimesini mef'ûl
olarak almıştır. Velhasıl ayetteki yol vurma (yol açma) ifadesi ile, Hz. Musa
(a.s)'ın, vurarak yolu kurutması manası kastedilmiştir.
[242]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, o yolda hertürlü emniyet unsurlarının mevcut olduğunu, şunlarla beyân
buyurmuştur:
1) Yolun
kuru olduğunu belirterek... Kuru manastndaki yebesan kelimesi, yablsen ve
yebsen şeklinde de okunmuştur. Bunu
yâbisen şeklinde okuyan
"yol" manasına almış olur. Bunun bâ'nın herekesi ile yebesen
şeklînde okunuşuna gelince bil ki,
yebes ve yabis aynı manaya olup,
"Kupkuru yol" demektir. Bu kelimenin, bâ'nın sükûnu ile okunmasına
gelince, bu da, bunun harekeli şeklinin hafifleştirilmişidir. Buna göre mana,
"O yolda, su bulunması şöyle dursun, ne cıvık çamur, ne de bir ıslaklık
olmasın" şeklindedir.
2) Ayetteki,
'Yetişilmekten korkmayıp, çekinme" ifadesi ile belirtilen husus... Bu,
"Sen, Firavun'un sana yetişmesinden korkma. Çünkü ben, onu oyalamak ve
geriye bırakmak suretiyle, seninle onun arasındayım" demektir.
Sibeveyh şöyle der:
Ayetteki şu iki sebebten ötürü, merfûdur
a) Hal cümlesi olduğu için... Bu, mesela
"Korkmaksızın, endişe etmeksizin" demen gibidir.
b) Yeni bir
cümle başlangıcı olarak... Yani, "sen, korkmazsın" demek olur.
"Bu, aynı zaman Ferrâ'nın görüşüdür. Ahfeş ve Zeccâc. bunun tıpkı, (Bakara, 48) ayetinin, takdirinde olması gibi "O gün
korkma" manasında olduğunu söylemişlerdir.
Hamza bunu (korkma)
şeklinde okumuştur. Bu okuyuşun şu iki izahı yapılır:
a) Bu, bir
nehiydir.
b) Ebu Ali
bunu, "Eğer o yolu vurursan, korkma" manasında olmak üzere, şartın
cevabı kabul etmiştir.
Bu kıraata göre
alimler, ayetteki ifadesi hususunda şu dört izahı yapmışlardır:
1) Bu,
müste'nef (yeni) bir cümledir. Buna göre sanki, "sen korkma, yani sana yakışan
korkmak değil kendini emin hissetmektir" denilmiştir.
2) Bu fiilin
sonundaki elif, Lâme'l-fiili olan yâ'dan çevrilme bir elif değildir. Fakat bu,
fâsıla'dan ötürü getirilmiş, "zâid" bir eliftir. Bu tıpkı, (Atızab,
67) ve
(Ahzâb. 10) ayetierindeki, son elifler
gibidir.
3) Bu, tıpkı
''Sanki benden önce
hiç Yemenli bir esir görmemiş gibi, cılız ve zayıf, yaşlı bir kadın bana
güler" şiirinde olduğu gibidir.
4) Bunun
manası, "sen Firavun'un yetişmesinden korkma ve suda boğulmaktan endişe
etme" şeklindedir.
Hâk Teâlâ'nın "Derken Firavun ordularıyla birlikte,
arkalarına düştü" ifadesi hakkında, Ebu Müslim şöyle der: "Dilciler,
ve kelimelerinin aynı manaya olduğunu söylemişlerdir ki, bu muhtemeldir. Yine bu
ifadedeki bâ harf-i ceninin zâid olma ihtimali de vardır. Buna göre mana,
"Firavun,
ordusunu onların arkasına düşürdü"
şeklinde olur. Bu tıpkı, "(Ey
Musa), sakalımı ve başımı tutma"
ile, (isra, i) ayetlerinde olduğu
gibidir. Zeccâc bu ifadenin, Firavun ve onunla birlikte ordusu onların peşine
düştü" şeklinde okunduğunu söylemiştir. Yine bu şeklinde okunmuştur. Buna göre manası,
"Firavun ordusunu onlara yetiştirdi" seklindedir. Bu bâ harf-i
cerrinin, (birlikte) manasına olması da
mümkündür.
[243]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Deniz kendilerini nasıl kapladıysa işte öyle kapladı" ifadesi
"O deniz Firavun ile ordusunun üzerine çıktı ve üzerlerini örttü"
demektir. Buradaki, "Nasıl kapladıysa" ifadesi, bunun çok dehşetengiz
birşey olduğunu bildirmek içindir, yani, "Onları, künhünü, ne olduğunu
ancak Allah'ın bilebileceği birşey kapladı" demektir. Bu ifade, şeklinde
de okunmuştur. Buna göre fiilin faili ya Allah'tır, yahut "kaplayan o
şey"dirt yahut da Firavundur. Çünkü ordusunun bu belaya salan ve helakine
sebeb olan odur.
Hak Teâlâ, "Firavun
kavmini'saptırdı, hidayete erdirmedi" buyurmuştur. Kâdi bunu delil
getirerek şöyle der: "Eğer insanların sapması, Allah'ın yaratmasıyla
olsaydı, burada, "Firavun kavmini saptırdı" denilmeyip, aksine,
"Allah onları saptırdı" denilmesi gerekirdi. Bir de Allah Teâlâ,
Firavunu, onları saptırdığı için kınamıştır. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın küfrü
yaratmış olması nasıl düşünülebilir? Çünkü, başkasını bir şeyle zemmeden
(kınayan) kimsenin, o işi hiç yapmaması gerekir. Aksi halde, kendisi bu zemme
müstahak olmuş olur." Ayetteki "hidayete erdirmedi" ifadesi,
yine Firavun'un "Sizi doğru yoldan başkasına İletmiyorum (hidayet
etmiyorum}"{Mû'nun.») demiş olmasından ötürü, Firavunla alay etmedir.
Biz bu hadiseyi, bu
husustaki konuları anlatalım: İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Allah
Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'a, kavmi ite birlikte denizi geçip gitmesini emredip,
Musa (a.s) ve İsrailoğulları da, kutlamakta oldukları bir bayramdan ötürü
Firavunun kavminden, zinetler ve binek hayvanlarını ödünç almış olunca, Hz. Musa
(a.s) onları geceleyin yola çıkardı. Sayıları, altıyüzûçbin küsur kişi idi.
İçlerinde altmış yaşından yukarı, yirim yaşından aşağı kimse yoktu. Yusuf (a.s)
ölürken İsrailoğullarına, Mısır'dan ayırtacakları zaman kendisinin kemiklerini
de (mezarından) çıkarıp götürmelerini vasiyet etmişti. Fakat onlar, bunu bulup
çıkaramadılar, ve ne yapacaklarını şaşırdılar. Derken onlara (Hz. Yusuf
(a.s)'ın) kemiklerinin yerini (mezarını) bir ihtiyar kadın gösterdi. Böylece
onları çıkarıp alabildiler. Bunun üzerine Hz. Musa (a.s), o ihtiyar kadına:
"Dile benden ne dilersen" dedi. Kadın, "Cennete seninle
olayım" dedil.
Yine ibn Abbas (r.a)
şunu rivayet etmiştir: "Hz. Muhammed (s.a.s) ile, Hz. Ebu Bekir (r.a),
araplardan bir karı-koca yanına girerler. Onların, bir dişi keçiden başka
hiçbirşeyleri yoktur. Onlar keçilerini, bu iki misafirleri için keserler. Bunun
üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) o adama "Medine'de bir adamın (peygamber
olarak) zuhur ettiğini duyduğunda, ona git. Belki Allah, sana bu keçiden daha
hayırlısın verir" dedi. O, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, peygamber olarak
ortaya çıktığın duyunca, hanımı ile birlikte, ona gitti ve: "Beni tanıdın
mı?" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s): "Evet tanıdım" deyip ona:
"Ne istersen iste..." dedi. O da, "seksen keçi" dedi. Hz.
Peygamber ona seksen keçi verip: "tsrai loğ ul I arından olan o ihtiyar
kadın senden daha hayırlı (akıllı)..." buyurdu.
[244]
Firavun, Hz. Musa
(a.s)'ı yakalamak için peşine düştü. Ordusunun sağ-sol iki cenahı ve merkezinde
bulunanlar hariç, sırf önünde (Öncü kuvvetler olarak), birbu-çuk milyon insan
vardı. Hz. Musa (a.s), (Kızıl) denizin kenarına ulaşınca: "İşte burada
emrolundum" dedi. Daha sonra denize, "Haydi ayrıl, ayrıl"
dediyse de, deniz ayrılmadı. Derken Allah Teâlâ ona, denize asâ ile vurmasını
vahyetti. O da ona vurdu ve deniz açılıverdi. Daha sonra adamlarına, haydi
girin" dedi. Ama onlar, "Nasıl girelim, orası çamur" dediler.
Bunun üzerine Hz. Musa (a.s) (Allah'a) dua etti ve oraya saba rüzgarı esti.
Böylece ora kurudu. Onlar: "Biz, bazılarımızn boğulmasından
korkuyoruz" dediler. Bunun üzerine, Hz. Musa (a.s), onların yolları
arasına, birbirlerini görebilecekleri delikler (pencereler) yaptı. Sonra denize
girip, (bu yollardan) geçtiler. Firavun da o yollara yöneldi. Adamları ona: "Musa
(a.s), denizi büyülemiş, sen sanki deniz yarılmış gibi görüyorsun"
dediler. Firavun bir erkek ata binmişti. Derken Cebrail (a.s), bir kısrak at
üzerine binmiş olarak, otuzüç melekle geliverdi ve Flravun'un önüne geçti.
Böylece Firavun'un atı, kısrağı görüp Flravun'u onun peşinden çekip götürdü.
Melekler de Flravun'un ordusu arasına girerek, "Kralınızı takibedin"
diye bağırmaya başladılar. Böylece en sonda olanlar bile denize girdiğinde, ilk
girenler neredeyse denizden çıkmak üzere idiler. Derken deniz onların (hepsinin)
üzerine kapandı ve
böylece boğulup
gittiler, fsrailoğultan, denizin onların üzerine kapanışının sesini duyup:
"Ey Musa, bu da ne?" dediler. Hz. Musa (a.s): "Allah, Firavunu
ve ordusunu suya garketti" buyurdu. Bunun üzerine onları seyretmek için geri
döndüler ve: "Ey Musa onları bizim görmemiz için çıkarması hususunda
Allah'a dua et" dediler. Hz. Musa (a.s) dua edince, deniz onları kıyıya
attı ve İsrailoğulları onların silahlarını (ganimet olarak) aldılar." İbn
Abbas (r.a) şunu da rivayet etmiştir: 'Cebrail (a.s): "Ey Muhammed, keşke
benim, tevbe eder korkusundan ötürü Firavunu o su ve çamur içerisinde nasıl
çiğnediğimi görseydin" dedi. İşte bu ayette, "Deniz kendilerini
nasılkapladıysa işte öyle kapladı" ifadesi ile anlatılan husustur. Bu
kıssa ile ilgili birkaç bahis var:
Birinci bahis: Rivayet
edilen haberlere göre Musa (a.s), asâsıyla denize vurunca, geçilmesi kolay olan
kuru oniki yol meydana geliyor, yollar arasında da, adeta büyük dağlar gibi, su
duvarları oluşur. Bunun üzerine İsrailoğullarından herbir boy, bu yollardan bir
yol tutar... Kimi alimler de şöyle demiştir: "Aksine, tek yot meydana
gelmiştir" Birinci görüşün delili, haberler ile, Cenâb-ı Hakk'ın,
"... her parça kocaman dağ gibi o/du"(Şuâra, 63)ayetidir. İkinci
görüşün delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "... onlara denizde kuru bir yo!
aç" ayetidir. Bu ifadenin, her ne kadar cinse nisbetle "yollar"a
hamledilmesi mümkün ise de, tek bir yolu kapsar.
İkinci bahis: Rivayet
edildiğine göre, Musa (a.s) onlara yol açıp, bu yolu da onlara gösterdikten
sonra İsrailoğulları, yine serkeşlik yapmışlar ve: "Biz, birbirimizi görmek
istiyoruz (oradaki su duvarlarını kaldır)" elemişlerdir ki, bu akıldan
uzak gibi görünmektedirler. Çünkü onlar, Firavunun geldiğini gördüklerinde çok
korkmuşlardı. Korkan kimse, bir kaçış ve kurtuluş yolu bulunca, anlamsız bir
serkeşliğe nasıl zaman ayırabilir ki?...
Üçüncü bahis: Firavun
zeki bir kimse idi; Hatta, deha derecesinde.,. O halde o, kendisini tehlikeye
atmayı nasıl seçebilmiştir? Kendisi de biliyordu ki, denizin. yarılması onun
emriyle olmamıştı... İşte alimler bu hususta iki izah şekli zikretmişlerdir:
1) O sırada
Cebrail (a.s), aygır bir atın üzerinde bulunuyordu, Firavun'un kısrağı da,
bunun üzerine onu takib etti. Ancak bir kimse çıkıp şöyle diyebilir: "Bu
uzak bir ihtimaldir, çünkü kralın bu gibi (tehlikeli) yerlere, bütün
askerlerden önce kalması uzak bir ihtimal görünmektedir. Alimlerin yaptığı
açıklamalar ise ancak, durum böyle olduğu zaman tam olabilir. Bir de, durum
şayet onların dediği gibi olsaydı, girmesi konusunda Firavun mecbur gibi olmuş
olurdu. Bu ise, onun korkusunu daha da artırır ve onu, girmemeye gayret etmeye
sevkederdi: Diğer taraftan, Cebrail (a.s) daha işin başında, Firavun'u kavmiyle
birlikte olarak yakalayıp onları denize atmaya muktedir olduğu halde, Cebrail
bu çareye başvurmaya niçin ihtiyaç duymuş olsun?
2) Doğru olan şöyle denilmesidir: Firavun, önde
giden askerlerine denize girmelerini emredince, onlar da girdiler ve
boğulmadılar. Bunun üzerine firavun,
kurtulacağı
zannına kapıldı. Askerlerin tamamı girinceyse, Allah'u Teâlâ onları
boğdu..." diyebilir.
Dördüncü bahis:
Cebrail (a.s) hakkında, onun, Firavun'u, iman eder korkusuyla su ve çamura
batırdığına dair rivayet edilen haber akıldan uzak olup isnadı zayıftır. Çünkü,
meleklerin ve peygamberlerin, imana mani olmaya çalışmaları düşünülemez.
Beşinci bahis: Yine,
Musa (a.s)'ın denizle konuşup ona: "Benim için yarıl da, senin içinden
yürüyüp geçeyim" dediği, denizin de ona: "Benim üzerimden hiçbir asi
yürüyemez" şeklinde cevap verdiği şeklindeki rivayet, bizim
prensiplerimize göre imkansız değildir. Çünkü bize göre, hayat için, bir beden
ve bünye şart değildir. Mu'tezileye göreyse, bu bizzat sözle değil, lisân-ı hâl
ile söylenmiştir. Allah en iyi bilendir.
[245]
"Ey
îsrailoğulları, sizi düşmanınızdan kurtardık; Tûr'un sağ yanında sizinle
va'dleştik, sözleşiik ve sizin üstünüze kudret heivasıyla, bıldırcın indirdik.
Sizi nzıklandırdığırmz şeylerin en temizlerinden yeyin. Bu hususta haddi
aşmayın. Sonra üzerinize gazabım vacib olur. Benim gazabım da kimin üzerine
vacib
olmuşsa, muhakkak ki o, (uçuruma)
yuvarlanmıştır. (Bununla beraber),
şüphesiz
ki ben, tevbe ve iman edip salih âmellerde bulunan, sonra da doğru
yolda sebat edenleri çok bağışlayıcıyım"
(â. 80-82).
Bilesin ki, Allah
Teâlâ Musa (a.s)'ın kavmine, çeşitli nimetler inam ettiği için, onlara bu
nimeti hatırlattı. Şüphe yok ki, zararı gidermenin menfaat temininden daha önce
ve daha önemli olması gerekir. Ve yine şüphe yok ki, dini menfaatlere
ulaştırmak, nimet olma bakımından, dünyevi nimetlere ulaştırmaktan daha
büyüktür. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Sizj düşmanlarınızdan
kurtardık" sözüyle başlamıştır ki bu, zararın izale edilmesine işarettir.
Çünkü Firavun onlara, öldürme,
hor hakir kılma,
yurtlarından çıkarma ve onları ağır işlerde çalıştırma gibi, zulüm nevinden
pekçok şey reva görüyor ve yapıyordu. Cenâb-ı Hak ikinci sırada menfaati
zikretmiştir ki, bu da "Tur'un sağ
yanında sizinle
vaadleştik, sözleştik" ifadesidir.
Bunun bir menfaat ve fayda olma sebebi şudur: "Cenâb-ı Hak onlara o zaman,
içinde dinlerinin beyânı ve şeriatlerinin izah ve şerhi bulunan bir kitab
indirmiştir. Cenâb-ı Hak üçüncü olarak, dünyevi menfaati zikretmiştir
ki, bu da 'Ve sizin, üstünüze kudret helvasıyla,
bıldırcın indirdik. Sizi rızıklandırdığımsz şeylerin en temizlerinden
yeyin" ifadesidir. Cenâb-ı Hak onları daha sonra, "Bu hususta haddi
aşmayın. Sonra üzerinize gazabım vacib olur" sözüyle asi olmaktan men
etmiSjSonra da, "Şüphesiz ki ben... edenleri çok bağışlayacağım"
ifadesiyle, isyan edip sonra da tevbe eden kimsenin tevbesinin, Allah katında
makbul olduğunu beyan etti. İşte, ayetten kastedilen şeyin izahı budur. Sonra
burada birkaç mesele bulunmaktadır:
[246]
Hamza ve kisai bu
ayetteki fiillerin hepsini tâ ile olmak üzere, sizi kurtardım; size
va'dettim;
sizi rızıklandırdım) şeklinde okumuşlardı. Sadece fiilini, nün ile şeklinde okumuşlardı. Diğer
kıraat imamları ise, hepsini (azamet) nûnu ile okumuşlardır. Nâfl ve Ânun,
şeklinde; Hamza ve Kisai ise, şeklinde de okumuşlardır.
[247]
Kelbi şöyle
demiştir: "Hz. Musa (a.s),
israiloğullarınıdenizden geçirdiği zaman, onlar da ona: "Bize, içinde
farzlar ve hükümler bulunan bir kitabı, Rabbin katından getirmeye söz vermemiş
miydin?" dediler. Hz. Musa (a.s): "Evet" dedi ve sonra, onlara
bu kitabı getirmek için acele Rabbine yöneldi ve gidişinden kırk gün içinde
onlara geri döneceğine söz verdi. Cenâb-ı Hak bu ayette, (İTuJtet jj buyurdu;
çünkü Cenâb-ı Hak ancak, kavmi için Musa (a.s)'ya Tevrâtı vermek üzere
va'dleşti. Mukattl: "Allah'u Teâlâ böyle buyurdu, çünkü bu hitab Hz. Musa
(a.s) ile, onun beraberinde olan seçilmiş yetmiş kişiye yöneliktir"
demiştir. Allah en iyisini bilendir.
[248]
Müfessirler şöyle
demişlerdir: "Dağın, sağı solu olmaz.
Aksine,
ayetteki bu ifadeden murat, Mısır'dan Şam'a giden
kimsenin sağma düşen Sina dağıdır" Eymen kelimesi
yakınlıktan (civar) dolayı, mecrûr (eymeni) okunmuştu.
Bu tıpkı, Harab bir keler yuvası) ifadesinde olduğu gibidir. İnsanların tûr Dağı'ndan
yararlanmasının izahı şudur: Onların bundan yararlanması, ya Allah Teâlâ'nın
onlara, içinde dinlerinin izahı bulunan Tevrâtı
indirmesinden dolayıdır; yahut da, Allah Teâlâ TÛr Dağı üzerinde Hz. Musa (a.s)
ile konuştuğu için, bundan ötürü İsrailoğulları hakkında meydana gelen büyük
şereften dolayıdır.
[249]
Ayetteki,
"yeyin" ifadesi, vücub ifade eden bir emir değil,
"... ihramdan çıktığınız zaman avlanınız"
{müm, 2 ayetinde
olduğu gibi mübahlık
ifade eden bir emirdir.
Tayyibat hakkında iki
görüş bulunmaktadır;
[250]
1) Bundan
maksad, leziz şeylerdir. Çünkü, kudret helvası ve bıldırcın eti, çok leziz
yemeklerdendir.
2) Bu, Kelbî
ve Mukatil'in görüşü olup, buna göre, "tayyibat" helâl şeyler
demektir. Çünkü bunlar Allah Teâlâ'nın onlara indirdiği ve hiç bir insan elinin
dokunmadığı nimetlerdir. Bu İki manayı cem etmek mümkündür, zira ikisi arasında
müşterek bir nokta bulunmaktadır. Bu kıssayla ilgili açıklamanın tamamı, Bakara
sûresinde geçmişti.
[251]
Ayetteki "Bu
hususta haddi aşmayın" ifadesiyle ilgili birkaç izah bulunmaktadır:
1) İbn Abbas
(r.a): "Bu, "birbirinize zulmetmeyin, yoksa Allah o haksızlığı
zulmedenden çıkarır" anlamındadır" der:
2) Mukatil ve Dahhak: "Bu, "Bu
hususta, mubahtık sınırı aşmak suretiyle kendinize zulmetmeyin"
demektir" derler.
3) Ketbî:
"Bu "Allah'ın nimetini inkâr etmeyin, yani, "Nimetimi, bana
muhalefet için kullanmayın; şükrümden yüz çevirmeyin ve helâlden harama
sapmayın" demektir" der.
[252]
A'meş ve Kisaî, her
iki fiili de damme İle ve şeklinde okumuşlardır. A'meş Abdullah İbn Mesüd'un
talebelerinden, birincisini kesre ile ikincisini de
ref ile şeklinde bir kıraat rivayet etmiştir. Ekseri imamların kıraati ise, her
iki kelimeyi de kesre ile okumaktır. Bunları kesre ile okuyana göre bunların
manası, "vâcib oldu" şeklindedir. Bu, "Borcun ödenmesi vakti
geldi" anlamındaki ifadesinden alınmadır Cenâb-ı Hakk'ın, kurban, kurban
yerine varıncaya kadar" (Bakara, 196) ifadesi de bundandır. Fiili damme
ile okursak, o zaman indi, nazil oldu, başa geldi anlamında olur.
Ayetteki
"(Uçuruma) yuvarlanmıştır" ifadesi "şaki oldu" demektir.
Bunun "uçuruma yuvarlandı" manasına tefsir edilmesi de söz konusudur.
Nitekim Arapça'da, birşey yüksekten aşağı doğru düştüğünde, denilir.
[253]
Bil ki Allah Teâlâ,
kendisini gâfir, gafur, gaffar, gufran ve mağfiretti sözleri ile tavsif etmiş
ve bunu kimini mazi, kimini muzari, kimini de emir siğası ile kullanmıştır.
Allah'ın kendisini "gâfir" diye tavsif edişi bu, "Gâfiru'z zenbi"(Mü'min,
3); ayetinde; "gafur" diye tavsif edişi, {Keht. 58) ayetinde;
"gaffar tavsif edişi, jUA) J'j -»^ İ*J (Tâhâ.82) ayetinde;
"gufran" diye tavsif edişi, (Bakara. 235) ayetinde; "mağfiretli
diye tavsif edişi,(Rad.6)ayetindedir. Bunun mazi sigasıyla anlatılışı, Hz.
Davûd (a.s) hakkındaki, "Bunun, onun için mağfiret ettik"(Sad. 25)
ayetinde; muzâri siğasiyta anlatılışı "Allah, kendisine şirk koşulmasını
mağfiret etmez, bunun dışındakileri, dilediği kimseler için mağfiret eder"
(Nisa, 48) Allah günahları tamamen bağışlar" (Zümer, 53) ve Hz. Muhammed
(s.a.s) hakkındaki "Allah sana mağfiret etsin diye" (Fetih, 2)
ayetlerinde; emir sigasıyla anlatılışı da, "Günahına, ve mü'min ile
mû'minelere istiğfar et"(Muhammed, ıs) Hz. Nûh (a.s) hakkındaki
"Dedim ki: Rabbinizden mağfiret isteyiniz" (Nûh, 10) ve melekler
hakkındaki "Yeryüzünde olanlar için istiğfar ederler"(Şur)
ayetlerinde okluğu gibidir. Bil ki bütün peygamberler, Allah'dan mağfiret
istemişlerdir: Mesela Hz. Adem: "Eğer bize mağfiret ve merhamet etmezsen,
hüsrana uğrayanlardan oluruz" (ATaf, 23) demiş; Nûh (a.s): "Eğer bana
mağfiret ve rahmet etmezsen, hüsrana uğrayanlardan olurum" (hûü, 47)
demiş; Hz. İbrahim (a.s), "O'nun, ceza günü kusurlarımı mağfiret etmesini
umuyorum " (Sura, 82) demiştir. Hz. İbrahim (a.s), Dabası için mağfiret
istemiş ve "Senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim" i»eryem, 47}
demiştir. Hz. Yusuf (a.s), kardeşleri hakkında, "Size bugün hiçbir başa
kakma yoktur. Size Allah mağfiret etsin"(Yusuf, 92) demiş; Hz. Musa (a.s),
(hataen) öldürdüğü kıbti hadisesinde: "Allah'ım bana ve kardeşime mağfiret
et"[Ant, W) demiştir. Davud (a.s) da, Rabbisinden mağfiret istedi. (Sâd,
24) Süleyman (a.s): "Rabbim bana mağfiret et ve bir mülk nasib
e?"(s*d. 35) dedi. Hz. İsa (a.s): "Eğer onlara mağfiret edersen,
(edersin). Çünkü sen, aziz ve hakimsin"(Mâide, ns) demiş, Hz. Muhammed
(s.a.s)'a da Cenâb-ı Hak: "Günahına ve mü'min ile mû'minelere istiğfar
€f" (Muhammed. 19) diye emretmiştir. Ümmet-İ Muhammed ise şöyle der:
"Ey Rabbimiz bizi ve iman ile daha önden bizi geçmiş olan (din)
kardeşlerimizi mağfiret et" (Hav, 10).
Bil ki burada sözü,
önce mağfiretin ne demek olduğunu açıklayıp,sonra Hak Teâlâ'nın gâfir, gafur ve
gaffar oluşu hususunda konuşarak, sonra O'nun mağfiretinin umûmi olduğunu
anlatıp, günahsız oldukları halde, peygamberler için nasıl mağfiret
düşünülebileceğini beyan ederek sürdürelim.
Alimlerimiz bu hususa,
istidlali olarak affın varlığını isbatı da dayandırmışlardır. Bunu şöyle izah
edebiliriz: Günah, ya küçük ya büyüktür. Ya tövbeden sonra olur veya tevbeden
önce olur. Bunların ilklerinden (yani küçük ve tevbeden sonra olanlardan) ötürü
Allah'ın azab etmesi kabih (çirkin) olur. Allah'ın bunları affetmesi gerekir.
Kabih olanı yapmamaya gufran (mağfiret) denilmez. Binâenaleyh gufrân'ın ancak,
üçüncü kısım için söz konusu olması, açtk hale gelir ki utaşmak istediğimiz
netice budur.
İmdi eğer: "Bu,
ayetin açık ifadesine ters düşer. Çünkü ayet, şu dört şeyi birarada yapan kimse
için mağfiretin söz konusu olduğunu anlatır: a) Tevbe, b) İman; c) amel-i
salih, d) İhtida..." denirse, biz deriz ki: Tevbe edip, iman eden ve salih
ameller işleyen, hidayette sebat eden kimse, bütün bunlardan sonra eğer günah
işlerse, "tevbe eden" mümin", "salih amel işleyen" ve
"hidayette sebat eden" bir kimse olmuş olur. Ama buna rağmen o, aynı
zamanda günahkârdır. İşte bu noktada bizim sözümüz doğru olur. Burada şöyle bir
nükte var: "Kulun üç (menfi) ismi vardır: zâlim, zalûm ve zallâm. Zâlim,
"o (insanlardan), kendisine zalim olanlar vardır"(Fatır, 32)
ayetinde; zalûm, "O (insan) zalûm ve çok câhildir" (Ahzâb. 72)
ayetinde geçer. Bu manada zulüm insandan çokça sâdır olursa, ona
"zallâm" denilir. Allah'ın, bu isimlerin herbirine mukabil bir ismi
vardır: Buna göre Cenâb-ı Hak sanki kula: "eğer zâlim olursan, Ben gâfirim;
eğer zalûm olursan, ben gafurum, eğer zallâm olursan, Ben gaffar'ım" demek
istemiştir. İşte bundan ötürü, "(Bununla beraber) şüphesiz ki, tevbe ve
iman edenlere... gaffarım, çok bağışlayıcıyım" buyurmuştur.
[254]
Müfessirler ayetteki
"Sonra doğru yolda sebat
eden" ifadesi
hakkında çok değişik
görüşler
belirtmişlerdir. Bunun
sebebi şudur: Tevbe ve iman edip,
sâlih
ameller işleyenlerin mutlaka "muhtedi" (hidayete
ulaşmış ve onda sebat
etmiş) kimselerden olmaları gerekir. Dolayısıyla bütün bunlara
rağmen Cenâb-ı Hakk'ın "Sonra doğru yolda sebat
eden" buyurmasının hikmeti
nedir?
Bu hususta, özetle verilebilecek şu üç izah vardır:
a) Bununla, hidayette oluşun sürdürülmesi
kastedilmiştir. Çünkü hidayeti elde eden kimseye, kurtuluşu elde etme
hususunda, şimdi üzerinde bulunduğu hidayet yetmez. Aynı zamanda onun bunu
ölünceye kadar sürdürmesi gerekir. Bunu Hak Teâlâ'nın, "Rabbimiz
"Allah'1 deyip, sonra dosdoğru olan yok mu"{Fussiiet,30) ayeti de
te'kid eder. Bu ayetteki "Sonra" kelimesi, terâhi (sonradan oluşu)
gösterir. Bu, iki şeyin derecesinin farklılığını değil, zamanlarının
farklılığını ifade eder. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek istemiştir:
"Tevbe ve iman etmek ve salih ameller işlemek, herkes için mümkündür. Bunda
bir zorluk yoktur. Zorluk ancak bunu sürdürme ve devam ettirmededir."
b) Bu ifade
ile, "O kimse bunun Allah'ın hidayet vermesi ve muvaffak kılmasıyla
olduğunu bilir ve bunun devamı için, hiç kusur edip, noksan yapmadan hep
Allah'ın yardımını ister" manası kastedilmiştir. Bu görüş İbn Abbas'a
aittir.
[255]
c) İmandan
maksad, delile dayalı olan itikaddır. Amel-i sâlih de, uzuvların amellerine
şarettir. Geriye kalbi kötü huylardan temizlenme işi kalmıştır. İşte bu da
sûfilerin dünde "tarikat" diye adlandırılan şeydir. Sonra sûfiye,
eşyanın hakikatinin gözükmesi, yine sûfilerin dilinde, "hakikat" diye
adlandırılır, işte ayetteki, "Sonra doğru yolda sebat eden" ifadesi
ile, bu İki mertebe kastedilmiştir.
[256]
Onlardan bazıları:
"Kişinin önce küfürden tevbe etmesi,
sonra
ikinci olarak iman etmesi gerekir" demektir, bu
görüşlerine de bu
ayeti delil getirerek; "Çünkü Allah Teâlâ
bu ayette tevbeyi imandan önce zikretmiştir" demişlerdir.
Alimlerimiz, amel-i salihin,
imandan başka bir şey
olduğuna bu ayetle de istidlal ederek,*çünkü. Cenâb-ı Hak,
salih ameli, imana atfetmiştir. Matuf ise, matufun
afeyh'den başkadır" demişlerdir.
[257]
"Ey Musa, seni
kavminden (ayınp böyle) acele ettiren nedir? Dedi: onlar, işte onlar da benim
ardımca geliyorlar). Ben sana yönelerek acele ettim ki, Yâ
Rab hoşnut olasın"
(Tâhâ, 6344).
Bil ki, Cenâb-ı
Hakk'ın, "£y Musa, seni kavminden (ayırıp böyle) acele ettiren
nedir?" ifadesinde, Hz. Musa (a.s)'nın o yere, kavminden önce gittiğine
dair bir delâlet bulunmaktadır. Bununla kastedilenin, Cenâb-ı Hakk'ın, hem bu
sûredeki, ''Turun sağ yanında sizinle va'dleştik, sözleşük"(tah*. eoj
ifadesinde, hem de diğer sûrelerde, mesela "Musa ile otuz gece sözîeştik"(Taha,
80) ifadesinde kendisine dikkat çektiği şeyin olması gerekir ki, Cenâb-ı Hak,
bu ifadelerle, Tûr'daki mikatı kastetmiştir. Ayetle ilgili birkaç soru vardır:
[258]
Birinci soru: Cenâb-ı
Hakk'ın, ifadesi, bir istifhamdır.
Halbuki Allah hakkında istifham, imkansızdır.
Cevap: Buradaki
istifham "istifhâm-ı inkârı" olup, bunda bir sakınca yoktur.
İkinci Soru: Hz. Musa
(a.s)'a önden gitme işi, ya yasaklanmıştı, veya yasaklanmamıştı. Eğer
yasaklanmış ise, bu acelesi, ma'siyet, günâh olmuş olur. Böylece de peygamberlerden
ma'siyet sudur etmiş olur. Yok, eğer biz, bu işin yasaklanmamış olduğunu
söylersek, bu ifadedeki istifham, istifham-ı inkarı olamaz.
Cevap: Belki de, Hz.
Musa (a.s), bu hususta bir nas bulamadı, ancak ne var ki o, içtihâdda
bulunarak, önden gitmeye karar verdi. Derken, içtihadında yanıldığı için de, bu
itaba muhatab oldu.
Üçüncü Soru: Hz. Musa
(a.s) "acele ettim" demiştir. Halbuki, acele etmek, kınanmış olan
birşeydir.
Cevap: Dini konularda
acele etmek, medhe değer birşeydir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Rabbinizin
mağfiretine ve... cennete koşuşun"(A. Imran, 133> buyurmuştur.
Dördüncü soru: Hz.
Musa (a.s)'ın, ifadesi, onun bu işi, Allah'a, "razı olma vasffnı
kazandırmak için yaptığına delâlet eder. Bu ise, şu iki açıdan olamaz:
1) Bu, Allah Teâla'nın sıfatında yenilenme
meydana gelmesini gerektirir.
2) Bu rıza meydana gelmeden önce, Allah
Teâla'nın, Hz. Musa (a.s)'dan razı olmadığının söylenilmesi gerekir. Çünkü, var
olanı yeniden elde etmek, imkansızdır. Eğer, Allah Hz. Musa (a.s)'dan razı
olmamış olsaydı, o zaman onun ona gazab etmiş olması gerekirdi. Bu ise,
peygamberlerin vasfına uymaz.
Cevap: Bu ifadeyle
(razı olma işini yeniden icad ve ihdas değil de), razı oluşun devamını sağlama
kastedilmiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, ifadesinde olduğu gibidir ki,
bununla hidayet üzre olmanın devamlılığı kastedilmiştir.
Beşinci soru: Hz. Musa
(a.s)'mn ifadesi, onun, söz kesilen yere, Cenâb-ı Hakk'ın kendisine tayin edip
belirlediği vakitten önce gittiğine delâlet eder. Aksi halde bu ise,
"acele" vasfı verilemez. Sonra Hz. Musa (a.s), Allah'ın emrine
muhafelet etmenin, O'nun rızasını elde etmenin sebebi olduğunu sanmıştır ki,
bu, Kelimullah olan Hz. Musa (a.s) şöyle dursun, insanların en cahiline bile
yakışmaz.
Cevap: Bu, daha önce
bahsettiğimiz cevaptır ki, bu da şudur: Bu husus, içtihâd-la vuku bulmuştur.
İçtihadında ise, hata etmiştir.
Altıncı soru: Hz. Musa
(a.s)'nın ileyke (sana) demesi, Allah Teâla nın bir yerde (mekanda) olmasını
gerektirir. Çünkü ilâ (harf-i cerh), intiha-i gayeyi yani bir mesafenin sonunu
bildirir.
Cevap: Biz, Allah'ın o
dağda olmadığı hususunda aynı fikirdeyiz. Binâenaleyh buradaki "Sana"
ifadesi ile, sözleşilen yer kastedilmiştir.
Yedinci soru:
Ayetteki, "Acele ettiren nedir?" ifadesi, bu acelenin sebebi ile ilgili
bir sorudur. Dolayısıyla buna uygun düşecek cevap, Hz. Musa (a.s)'ın,
"Senin daha fazla rızanı elde etmek istediğim ve
senin sözünü duymayı arzu ettiğim için" demesi idi. Ama onun, ''Onlar,
işte onlar da benim ardımca geliyorlar" diye cevap vermesi, gördüğün gibi,
bu soruya uygun değildir?
Buna şu iki şekilde
cevap verilir:
1) Allah
Teâlâ'nın bu sorusu, şu iki hususu kapsar:
a) Bizzat bu acele edişi yadırgama,
b) Acele
etmenin sebebini sorma. Binâenaleyh, Hz. Musa (a.s)'a göre, bu iki lususdan
cevap verilmesi gereken en önemlisi, ikincisidir. Dolayısıyla o, "benden
ancak, örfte fazla önemli olmayan bir acele ediş, sâdır olmuştur. Binâenaleyh
benimle, cenditerini ileri geçtiğim kimseler arasında, kavimlerin elçi
heyetlerinde görülen, önemsiz bir ileri oluş söz konusudur" demek
istemiştir, daha sonra da, niçin acele •o^nin cevabını vererek, "Ben sana
yönelerek acele ettim ki, Yâ Rab, hoşnut (razı)
demiştir,
2) Hz. Musa
(a.s), başına belen bu ilahi itab sebebiyle soruya uygun ve söylenene nutabık
cevab veremedi.
Bil ki ayetteki,
"£y Musa, seni kavminden (ayırıp böyle) acele ettiren nedir?"
sorusunda Allah Teâlâ'nın Hz. Musa (a.s)'a o sözleşme yerinde, belli bir
cemaatla b*l «te bulunmasını emrettiğine bir işaret vardır. Alimler bu cemaatin
kimler olduu hususunda, çeşitli görüşler belirtmişler ve bazı alimler, bunların
Hz. Musa (a.s) ite >^ı«te Tür Dağıha gitmeleri için Allah'ın seçtiği
(belirlediği) o yetmiş temsilci : cuğunu, dolayısıyla, Hz. Musa (a.s)'ın,
Rabbisine iştiyakından ötürü, işte bunları geçip ileri gittiğini
söylemişlerdir. Diğer alimler ise, "Bu belli cemaat İsrai loğu Harın in
-epsidir. Bunlar, Hz. Musa (a.s)'ın Harun (a.s) ile birlikte geride bıraktığı
ve Allah "eâlâ'nın o, yetmiş kişi ile dönünceye kadar, içlerinde
kendisinin adına hareket edecek bir halife belirlemesini emrettiği kimselerdir.
İşte bundan ötürü, Hz. Musa *a.s) "İşte onlar benim ardımca
(geliyorlar)" yani bana yakın olan, beni bekleyenlerdir"
demiştir" demişlerdir. Ebu Amr ve Ya'kûb, hemzenin Kesresi ile, isrî
şeklinde; İsâ b. Ömer hemzenin zammesi ile üsrî şeklinde okumuşlardır. Yine İsa
b. Ömer'in kelimesini, kasr ile şeklinde okuduğu da rivayet edilmiştir.
Kelimeyi eseri şeklinde okumak, üsrî şeklinde okumaktan daha fasihtir, çünkü
"İsr" lafzını Arap, kılıcın cilası manasında kullanır ki, bunun
"iz" manasına alınması garibtir.
[259]
"(Allah) dedi ki:
"Biz senden sonra kavmini imtihan ettik. Sâmiri onları
saptırdı" Derhal Musa öfkeli ve tasalı olarak
kavmine döndü ve dedi ki: "Ey
kavmim,
Rabbiniz size güze! bir va'd ile söz vermedi mi? Yoksa zaman size
uzun mu geldi? Yahut Rabbinizden size bir azabın vâcib
olmasını istediniz de,
onun için mi bana
verdiğiniz sözden döndünüz? (Onlar) dediler ki: "Biz sana
verdiğimiz sözden, kendimize mâlik olarak caymadık.
Fakat o (Mısırdaki)
kavmin zinet
eşyalarından bir takım ağırlıklar yüklenmiştik ve onları ateşe
attık. Sâmiri de aynı şekilde attı." Sonunda o
(Sâmiri), kendilerine böğüren
bir buzağı heykeli
yaptı" işte sizinde, Musa'nın da tanrısı budur. Fakat o
(bunu) unuttu" dediler." Bilmiyorlar mıydı
ki, o (heykel), kendilerine hiçbir
sözle
karşılık veremiyor, onlara ne bir zarar, ne de bir fayda verme kudretine
mâlik olamıyordu"
(Tâhâ, 85-89).
Bil ki Allah Teâlâ,
Hz. Musa (a.s)'a "Seni kavminden (ayırıp böyle) acele ettiren nedir?"rrahft,
83) deyip Musa (a.s) da buna: "Ben sana yönelerek acele ettim ki, Yâ Rab,
hoşnut olasın" diye cevap verince, Allah Teâlâ onun, kavmini
terketmesinden sonra, onun onlar için bulunması halinde meydana gelmesi uzak
ihtimal olan birtakım hadiselerin, meydana geldiğini bildirerek, "Biz
senden sonra kavmini imtihan ettik. Sâmiri onların saptırdı" buyurdu. Bu
ifade ile ilgili birkaç mesele var:
[260]
Mu'tezile şöyle der:
"Onlardaki küfrü Allah'ın yaratmış
olması,
şu iki sebebten ötürü caiz (mümkün) değildir: 1) Akli
deliller,
Allah Teâlâ'nın böyle
yapmasının caiz
olmayacağına delâlet ediyor. 2) Cenâb-ı
Hak, ayette
Sâmiri onları
saptırdı" buyurmuştur. Eğer onların sapıklığını (dalâleti) Cenâb-ı Hak yaratmış
olsaydı, Sâmiri'nin bu hususta bir tesiri olmazdı ve o zaman da Cenâb-ı Hakk'ın
böyle demesi doğru olmazdı. Hem sonra Musa (a.s), kavminden bu fitnenin
sebebini sorduğunda, "Yoksa zaman size uzun mu geldi? Yahut Rabbinizden
size azabın vâcib olmasını istediniz de, onun için mi bana verdiğiniz sözden
döndünüz?" dedi. Binâenaleyh eğer bu dalâlet Allah'ın yaratmasıyla meydana
gelmiş oJsaydı, o zaman onların, "Bunun sebebi senin söylediğin şeyler
değil, Allah Teâlâ'nın bu (dalâleti) bizde yaratmasıdır" demeleri
gerekirdi. Böyle olunca da, Hz. Musa (a.s)'ın "şu mu, bu mu?" diye
ihtimalleri sıralayıp, "... Yahut Rabbinizden size bir azabın vacib
olmasını mı istediniz" demesi bâtıl olurdu. Eğer bu, Cenâb-ı Hakk'in
yaratmasıyla olmuş olsaydı, yarattığı şeyden dolayı o kavme Allah'ın gazab
etmesi de imkansız olurdu. Bütün bunlar olamayacağına göre, ayetteki fetennâ
sizi fitneye jğrattık" kelimesinin bir başka manası olması gerekir. Çünkü
"fitne" kelimesi bazan, "imtihan
etmek, (ayırdetmek)" manasına gelir. Nitekim Arapça'da, cevherini
posasından, iyisini kötüsünden ayırmak için altını ateşte erittiğinde ;
dersin. İşte bu "Allah onlara çetin mükellefiyetler yüklemiştir"
manasınadır. Çünkü Sâmiri, onlar için bu buzağıyı yaptığında onlar, bütün
alemin ve alemdeki herşeyin "hadis" oluşundan hareketle, alemdeki
herşeyin, cisim olmayan bir ilahı bulunduğunu istidlal etmek ve böylece de o
buzağının ilah olmaya elverişli olmadığını anlamakla mükellef oldular.
Binâenaleyh bu şekilde kullukla mükellef tutulma, mükellefiyetteki şiddeti
gösterir. Dolayısıyla bu iş bir "fitne" (imtihan) olmuş olur.
Mükellefiyette şiddet (zorluk) vardır. Nitekim Cenâb-ı Hak, 'İnsanlar inandık
demekle kurtulup, kendilerinin imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar"
(Ankebût, 2) buyurmuştur. İşte Mu'tezüe'nin sözünün tamamı budur.
(Ehl-i sünnet)
alimlerimiz şöyle demişlerdir: "Altından yapılan bir buzağından ses
çıkmasında, güneşde ve ayda bulunan (özelliklerden) daha büyük, (ilah mı değil
mi) şüphesini çekecek birşey yoktur. Güneşin ve ayın ilah olmadığını gösteren
delil, buzağının ilah olmadığını haydi haydi gösterir. Binâenaleyh bu durumda,
böyle bir buzağının yapılması, mükellefiyeti zorlaştıran birşey değildir.
Dolayısıyla ayeti bu manaya hamletmek doğru olmaz. Bu sebeble de ayeti, "Allah
onlarda dalâleti yarattı" manasına hamletmek gerekir.
Onların, "Cenâb-ı
Hak, sapıtmak işini Sâmiri'ye nisbet etmiştir" şeklindeki sözlerine
gelince, biz diyoruz ki: Yaratıcısı her ne kadar Allah olsa dahi, normal olarak
meydana gelen herşey, zahirde sebeplerine nisbet edilmemiş midir? İşte, burada
da böyledir. "Onların en şiddetlisi, Sâmiri'nin
sapıklığıdır".anlamında olmak üzere,
(edaHühüm) şeklinde de okunmuştur, böyle
okunması durumunda
da Mu'tezile bu
ayette istidlal edemez. Esasen, kavgayı, nizâyı kökünden kaldıracak olan şey,
izaht bu kitabta defalarca geçtiği gibi, "Dâi" (sebep) meselesine
tutunmaktır.
[261]
Bu ayette bahsedilen
"kavm" den murat, Hz. Musa (a.s)'ın, denizin kıyısında kendilerine
halife olduğu kimseler olup, sayılan altıyüzbin idi. Onikibini hariç, hepsi de,
o buzağı vesilesiyle yoldan çıkmışlardı.
[262]
Said Ibn Cübeyr'in
rivayetine İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir:
"Samirl, ihyan bir
adam olup, Kirmam
hatkındandı. Mısır'a
gelip yerleşmişti. Ve,
sığıra
tapanlardan idi." Ekseri ulemanın
görüşü ise: "Bu, kendine Sâmire denilen, kabileden olup, İsrailoğullannın
ileri gelenlerinden idi." Zeccâc ve İbn Abbas'dan rivayette Atâ,
"Hayır, tam aksine o, kıbtîlerden birisi olup, Hz. Musa (a.s)'ın komşusu
ve ona iman etmişti" demişlerdir.
[263]
Bu olayla İlgili
olarak şunlar anlatılmıştır: "Onlar, Hz. Musa
(a.s)'ın ayrılmasından sonra, yirmi gece
beklemişlerdi.
Sonra, bu yirmi geceyi, gündüzüyle
beraber kırk olarak hesaplamış, "Biz, sayıyı tamamladık" demişlerdi.
İşte, buzağı hadisesi bundan sonra vuku bulmuştu. Bununla, geldikten sonra
O'nun Hz. Musa (a.s)'a: "Biz senden sonra kavmini imtihan ettik"
şeklindeki sözünün arasını, şu bakımdan telif etmek mümkündür:
1) Allah
Teâlâ, beklenen ve olacak olan fitneyi, adeti olduğu üzere, olmuş bitmişliği
ifade eden lafızla belirtmiştir.
2)
Sâmiri, bu işi kurmaya başlamıştı. Hz. Musa
(a.s) ayrılıp, o da Hz. Musa (as)' m ayrıldığı esnada onları saptırmaya
azmedince, Cenâb-ı Hak o fitne ve imtihanı olmuş bitmiş gibi addetti.
[264]
Hz. Musa (a.s), ancak,
Zilkade ve Zilkicce'nin on gününü tamamladıktan sonra dönmüştür.
[265]
Alimler, ayette geçen
eslfen kelimesi hususunda şu izahları yapmışlardır:
1) Bu, aşırt
öfkelenme manasındadır. Böyle olması halinde,
ayette bir tekrardan
bahsedilemez. Çünkü gadbân kelimesi, gazabın aslını, esifen kelimesi ise, onun
doruk noktasını teşkil eder.
2) Ekseri ulema, bunun, "mahzun olma,
çığlık atma", manalarına geldiğini söylemişlerdir. Nitekim, Arabca'da, bir
kimse mahzun olduğunda denilir.
3) Bazı
kimseler de şu izahı yapmışlardır: "Aslfun", kindar demektir. Buna
göre, bu görüşte olanlar, gayz ile gazab kavramlarını şu şekilde ayırmaya
çalışmışlardı:
Alah Teâlâ, gayz ile
tavsif edilemez, ama gazâb ile vasfedilebilir. Çünkü gazab, gazab editene zarar
vermeyi irade etmek demektir. Gayz ise, gayzlanan kimsede meydana gelen bir
değişikliktir, bu ise ancak gülmek, ağlamak, vb. gibi, maddeler hakkında söz
konusu olabilir.
[266]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Hz. Musa (a.s)'ın kavminin yanına dönmesini müteakiben, onları
azarladığını, kınadığını nakletmiştir. Mu'tezile bu noktada şöyle der:
"Buda, Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz senden sonra kavmini imtihan ettik"
ifadesinin, Aftah Teâlâ'nın onlarda, küfrü yaratmadığını gösterir. Aksi halde,
Hz. Musa (a.s) onları değil, aksine Allah'ı kınaması gerekirdi."
Alimlerimiz, Cenâb-ı Hakk'ın bunu yaptığını 'Zaten o da senin imtihanından
başka (birşey) değildir" (Araf, 1K) ifadesine dayanarak söylemişlerdir. Bu
itabların tamamı şunlardır.
1) Hz. Musa
(a.s)'ın "Ey kavmim, Rabbiniz size
güzel bir va'd ile söz vermedi mi?" şeklindeki sözü. Bu ifadeyle ilgili şu
iki soru sorulabilir:
Birinci soru: Onun,
"Rabbiniz size... va'd ile söz vermedi mi?" sözü, onlara, onların
buzağının dışında başka bir ilâhın varlığını kabul etmeleri halinde
yöneltilebillr. Ama onların, Cenâb-ı Hakk'ın da, "İşte, sizin de Musa'nın
da tanrısı budur" seklinde haber verdiği üzere, buzağının dışında bir ilah
olmadığına inanmaları halinde, bu söz onlara nastl yöneltilebilir?
Cevap: Onlar, Allah'ın
varlığını kabul ediyorlardı. Ancak* ne var ki onlar, o buzağıya, put
perestlerin ileri sürdüğü manada (şefaatçi ve aracı olmak üzere) tapıyorlardı.
İkinci soru: Bu
ifadedeki, "güzel va'd" ile ne kast edilmiştir? Cevap: Alimler, bu
hususta da şu izahları yapmışlardır:
1) Bununla,
Cenâb-ı Hakk'ın onlara, seri kanun ve hükümlere vakıf olmaları, bu sayede de
insanlar arasında bir imtiyaz elde etmeleri için, Tevrat'ı indirme va'di
kastedilmiştir
ki, işte bu,
Cenâb-ı Hakk'ın ayetinde bahsettiği husustur.
2) Bu ayette bahsedilen "güzel va'd",
yaptıkları taatlere mukabil, mükâfaat verileceğine dair olan sâdık ve doğru
va'ddir.
3) Va'd,
"ahid" anlamındadır. Bu, Mücahid'in görüşü olup o şöyle demiştir:
"O and, Cenâb-ı Hakk'ın, "... bu hususta taşkınlık etmeyin sonra
üstünüze gazabım vacib olur (...) Sonra da doğru yolda sebat edenleri..."
(Tâha. 8’-8i) ifadesinde bahsedilen husustur. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın
bundan sonraki, "Yoksa, sizce çok zaman mı (geçip) müddet uzadı? Yahud
Rabbimizden size bir gazab vâcib
olmasını mı
istediniz?" (Taha, 86) ifadeleridir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki Allah'ın
Size, "... bu hususta taşkınlık etmeyin" dediği o şeyi, o ahdi
unuttunuz mu?" demek istemiştir.
4) Bu ayette
bahsedilen güzel va'din, hem dinî hem de dünyevî menfaatler hususunda güzel bir
va'd olması da muhtemeldir. Dinî menfaatlere gelince bu, şer'î hüküm ve
kanunlara ileten o kıymetli kitabın indirilmesini ve ahirette büyük bir
mükafaatın tahakkuk edeceğini va'ddir. Dünyevî menfaatlere gelince bu da,
Cenâb-ı Hakk'ın, Firavunu helak etmeden önce, İsrailoğullarına, Firavun'un ve
kibtîlerin arazilerini ve memleketlerini va'detmiş olmasıdır ki Allah, bunu
tahakkuk ettirmiştir.
2) Daha
sonra Hz. Musa, {a.s) "Yoksa zaman size uzun mu geldi? Yahut Rabbinizden
size bir azabın vacib olmasını istediniz de'..." demiştir ki bu,
"Siz, o sözü mü unuttunuz; yoksa, doğrudan doğruya günah işlemeyi mi
kastettiniz?" demektir. Bil ki, zamanın uzaması şu anlamlara gelebilir:
a)
"Cenâb-ı Hakk'ın sizi, Firavun'dan kurtarması ve, Bakara sûresinin baş
kısımlarında zikredilen diğer nimetler üzerinden çok zaman mı geçti?... Ne
çabuk unuttunuz?" demektir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "...
üzerlerinden uzun zaman geçmiş" (Hadiü. 16) ayeti gibidir.
b) Rivayet olunduğuna göre onlar, o müddetin
kırk gece olduğunu biliyorlardı, (sanıyorlardı). Böylece onlar, her gecenin
mukabilinde bir gündüz hesaplayarak, bu müddeti yirmi güne indirgemişlerdi.
Kadî, "Bu, zayıf bir görüştür. Çünkü bu, neredeyse, hiçkimsenin
kanştıramayacağı bir husustur" demiştir.
c) Hz. Musa
(a.s) onlarla, otuz gün üzerinden anlaşmıştı. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak bu
müddete on gün daha ilave edince, işte bu hadise, "zamanın uzaması"
diye addedildi...
Hz. Musa (a.s)'ın,
"Yahut Rabbinizden size bir azabın vacib olmasını istediniz de...'1
ifadesine gelince, bunu zahiri manasına hamletmek mümkün değildir. Zira, kimse
bunu istemez. Ancak ne var ki, masiyyet bunu gerektirip sebebi murad etmek de,
netice itibariyle müsebbibi (sonucu) murad etmeyi gerektirince, bu söz doğru
olmuştur. Alimler işte bu ifadeye dayanarak, "gazab"ın, Cenâb-ı
Hakk'ın zatî sıfatlarından değil, fiilî sıfatlarından olduğunu; çünkü,
Allah'ın zatî sıfatlarının hiçbir maddeye inemeyeceğini söylemişlerdir.
3) Hz. Musa
(a.s)'nın, "Onun için mi bana
verdiğiniz sözden döndünüz?" ifadesidir. Bu ifade, Hz. Musa (a.s)'ın,
kavmiyle sözleştiğine delâlet eder. Bu hususta şu iki izah yapılmıştır: a)
Bununla, onların, Hz. Musa (a.s)'a katılacaklarına ve onun izinden gideceklerine
dair vermiş oldukları söz kastedilmiştir, b) Bununla onların, Hz. Musa (a.s.)’a o, Tûr'dan yanlanna dönünceye kadar
onun dini üzerinde Kalacaklanna dair vermiş
söz kastedilmiştir. İşte bundan dolayı, "Biz sana madiğimiz sözden,
kendimize malik olarak caymadık" demişlerdir. Bu cevâbı n kim olduğu
hususunda şu iki açıklama yapılmıştır:
a) Bunlar,
buzağıya tapmayanlardır. Buna göre onlar sanki, "Biz senin randevuna,
irademizle muhalefet etmedik." Yani, "kendi başımıza bırakılmış
olduğumuz muhalefet etmedik" demek istemişlerdir. Çünkü kişi, bazan,
yakınlarının yaptığı de kendisine nisbet
edebilir. Bu, mesela, Cenâb-ı Hakk'ın, "Hani biz, sizin için, i
yarmıştık" (Bakara, 50), yine, bu işin faili, onlar değil de ataları
olduğu halde, "Hani siz bir cana kıymıştınız" (Bakara. 72) buyurması
gibidir. Buna göre onlar sanki fûyte demişlerdir: "Buzağıya tapanların
şüphesi, çok kuvvetli idi. Biz onları ondan doyamadık. Biz onlardan da
ayrıtamadık. Çünkü biz, onları terketmemizin, bir ayrılık fitnenin meydana gelmesinden ve fitnenin
artmasından korkpıuş ve Jlenmiştik."
2) Bu,
buzağıya tapanların sözüdür. Buna göre bu ifadeyle, "Bu şüpheyi bizim
toimize başkaları düşürdü. Sebebin faili, müsebbebin de faili demektir. Bu
randevuya muhalefet eden, bu şüpheyi ortaya atan kimsedir. Çünkü o. tpızim
adeta Mukimiz gibi olmuştur" manası kastedilmiştir.
[267]
Buna göre şayet,
"Altıyüzbine yakın sayıdaki mükellef bir kitlenin,ıhak dinden aynı anda,
bozukluğu ve batıl olduğu zorunlu olarak açık bir biçimde bilinjen buzağıya
açmaya rücû etmeleri nasıl düşünülebilir? Sonra bu topluluk, o kimseleri
bırakıp tcüfrü izhâr ettiklerinde, Hz. Musa (a.s)'ın sadece kendilerine dönmedi
sebebiyle, nasıl olur da aynı anda o batıl dinden tekrar o dine geri dönebilirler?"
denilirse, biz Seriz ki: Bu, aptal insanlar için düşünülmesi imkansız olmayan
bir şeyidir.
Bil ki, ifadesi
hakkında üç kıraat bulunmaktadır: Hamza, Kisfii mimin cammesiyle; Nâfi, Asım
mim'in fethasıyla; Ebu Amr, İbn Amir ve İbn Kesir]de, mim'in «esresiyle
okumuşlardır. Bu kelimenin fetha ve kesre ile okunması, ttpkı ve (rıtıl, tartı birimi) kelimelerinde olduğu
gibi aynı manaya gelen iki kullanıştır. Ama, damme ile okunduğunda bu kelimenin
manası, "sultan, güç, hükümranlıkları, yetki" şeklindedir.
[268]
Daha sonra o topluluk,
o kısaca ifade ettikleri mazereti genişleterek, "Fakat o (Mısır'daki)
kavmin zinet eşyalarından bir takım ağırlıklar yüklenmiştik" demişlerdir.
Hamza, Kisai, Ebu Amr ve Ebu Bekir'in rivayetine göre Asım, "hami"
mastarından şeddesiz olarak Lflîfr (Hamelnâ); İbn Kesir, Nâfi, Hafs ve İbn Amir
şeddeli olarak şeklinde
okumuşlardır.
Şeddesiz kıraatin manası, "biz kıbtîlerden emanet aldığımız o şeyi
beraberimizde taşıdık" şeklinde olur. Ama şeddeli kıraata gelince, bu
hususta şu izahlar yapılmıştır:
a) Hz. Musa,
onları buna şevketti. Yani onlara o zinetleri emanet almalarını ve onu
götürmelerini emretti. Yani, onlara bunu vacib kıldı, gerekli gördü.
b) "Biz, onu Allah'ın emrettiği yere
götürüp teslim edinceye kadar, onun kefili kılındık"
c) Onları
buna sevkeden, Cenâb-ı Hak'tır. Yani, "Allah, bu hususta ona ganimet hükmü
vererek, bunu onlara verdi" demektir.
Ayette geçen evzaren
kelimesine gelince, bu, "ağırlıklar" anlamındadır. Günaha da, bu ad
verilmiştir, zira günah da ağırlıktır. Sonra bu hususta şu ihtimaller
düşünülebilir:
a) O, çok olduğu için "ağırlıklar"
diye nitelenmiştir.
b) Ganimet
alma, onlara haram kılınmıştı. Binâenaleyh, onların onu koruması, kendilerine
bir fayda temin etmeyecekti. Dolayısıyla o, (gereksiz) ağırlıklar, yükler
olarak kabul edilmiştir.
c) Buradaki evzar kelimesiyle,
"günahkar" manası kastedilmiştir. Buna göre, "Bize günahlar
yüklendi; günahlar yüklendik..." denilmek istenmiştir. Haberde varid
olduğuna göre, Harun (a.s), "O, pistir, binâenaleyh ondan temizlenin"
demiştir. Samiri de, "Musa (a.s),
onu, onunla cezalandırmak için alıkoydu" demişti. Binâenaleyh onları, işte
bu söz ile, Sâmiri'nin bu ifadesini kastetmiş olmaları da mümkündür, insan
bazan, geri vermek istediği şeye, "Bunun hepsi günahtır, bir
pisliktir" der.
d) Bu
zinetle, kıbtîler, kendisinde küfürlerin irtikâb edildiği toplantılarda
zinetlenir, süslen itlerdi, tşte bundan dolayı pek yerinde olarak evzâren diye
nitelenmiştir. Bu, aynı sözün, günahın vasıtaları olan şeyler hakkında
söylenilmesi gibidir.
Ayetteki 'Ve onları
ateşe attık" sözüne gelince alimler, onların bunu nereye attıkları
hususunda şu açıklamaları yapmışlardır:
a) Onlar
bunun, Hz. Musa (a.s)'ın dönüşünü beklemek maksadıyla, Hz. Harun (a.s)'ın
kendilerine zinetlerin toplanmasını emrettiği bir çukura atmışlardı.
b) Onlar
bunu, Sâmiri'nin kendilerine emrettiği yere, atmışlardı.
c) Onlar
bunu, ateş bulunan bir yere atmışlardı. Sonrada, "İşte, Samiri de aynı
şekilde attı" demişlerdir. Yani, "Samiri de bizim yaptığmız gibi
yaptı" demek istemişlerdir.
[269]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Sonunda o (Sâmiri) kendilerine söğüren bir buzağı heykeli yaptı"
ifadesine gelince, alimler, o cesedin diri olup olmadığı hususunda ihtilaf
etmişlerdir.
Birinci görüş: Hayır,
diri değildi. Çünkü sapık bir kimsenin elinde harikulade "erin zuhur
etmesi caiz değildir. Tam aksine Sâmiri, buzağı şeklinde bir heykel yaptı ve o
heykele, rüzgarın gireceği, böylece de buzağı sesine benzer bir ses ç*aracağı
bir biçimde delikler, kanalcıklar koydu.
İkinci görüş: Evet o,
diriydi; o tıpkı buzağının böğürmesi gibi böğürdü... Bu görüşte olanlar,
görüşlerine şu delilleri getirmişlerdir:
a) Onun,
"Binâenaleyh o peygamberin izinden bir avuç (toprak) alıp onu attım"
(tm. 96) ifadesidir. Binâenaleyh, eğer o diri olmasaydı, bu sözün bir anlamı
olmazdı.
b) O onu,
"buzağı" diye adlandırmıştır. Bu kelime ise canlılar için hakikat
ifade eder. Yine o ona, "cesed" (beden) adını vermiştir. Bu ifade de
ancak, canlıları içine
c) Onun
böğürdüğünü söylemiştir. Bu görüşte olanlar, birincilerin görüşüne de şu
şekilde cevap vermişlerdir. Uluhiyyeî iddiasında bulunan kimsenin elinden
harikulade hallerin zuhur etmesi caizdir Çünkü, bu iş karışıklığa sebebiyyet
vermez. İşte burada da böyledir. Binâenaleyh, imkansız olmaması gerekir.
İkrime, İbn Abbas'ın
şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Harun (a.s), Sâmiri buzağıyı yaptığı bir
sırada ona uğrar ve ona, "Ne yapıyorsun?" dediğinde o, "Ben, ne
faydası ne de zararı olmayan bir şey yapıyorum. Binâenaleyh, bana dua et"
der. Bunun üzerine Hz. Harun (a.s) da, "Allah'ım ona, istediğini ver"
der. Hz. Harun (a.s) çekip gidince Sâmiri, Allah'ım, senden onun böğürmesini
istiyorum" der, o da böğürür. Böyle olması halinde bu, Harun (a.s)'ın bir
mucizesi olmuş olur.
"işte sizin de,
Musa'nın da tanrısr budur" ifadesine gelince, bu hususta şöyle bir problem
bulunmaktadır: "O kavim, eğer,o anda yapılan o buzağının, göklerin ve
yerin yaratıcısı olduğuna inanacak kadar cahil idiyseler onlar deli demektirler
ki, dolayısıyla da mükellef olmazlar! Halbuki bu kadar kalabalık bir kitlenin
deli ve cahil olması da imkansızdır. Yok, eğer onlar bunun böyle olduğuna
inanmıyor idiyseler, daha nasıl, 'işte sizin de, Musa'nın da tanrısı
budur" diyebilmişlerdir. Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Onlar, belki
de "hulul" inancına sahib idiler. Binâenaleyh, böğürme işi, ulûhiyete
münasib düşmediğinden her ne kadar bu da uzak bir şey ise de, ilahın veya onun
herhangi bir sıfatının o maddeye hulul ettiğini düşündüler. O topluluk belki
de, son derece ahmak ve aptal idiler.
Ayetteki "Fakat o (bunu) unuttu" ifadesine
gelince, bu hususta şu izahlar yapılmıştır:
1) Bu söz,
Allah'a ait bir sözdür. Buna göre Genâb-ı Hak Samiri'nin, maddelerin hadis
oluşundan ve ilahın, herhangi bir şeye; herhangi bir şeyin de ilaha hulul
edemeyeceğinden hareketle, istidlalde bulunmayı unuttuğunu haber vermiştir.
[270]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
istidlal edilmesi gerekli olan şeyi de belirtip "Bilmiyorlar mıydı ki, o
(heykel) kendilerine hiçbir sözle karşılık veremiyor, onlara ne bir zarar, ne
de bir fayda verme kudretine malik olamıyordu" buyurmuştur. "Onların
akıllarına, konuşmayanın, zarar ve fayda veremeyenin ilah olamayacağı ve ilâhın
hâlliyet-mahalliyet (hulul) ile ilgisinin bulunmayacağı gelmiyor mu?"
demektir.
2) Bu söz,
Sâmiri'ye ait olup, o, Hz. Musa (a.s)'yı böyle tavsif etmiştir. Bunu göre mana,
"Bu sizin ve Musa (a.s)'ın ilahıdır. Fakat Musa (a.s) bunu unutup, bunu
başka yerde aramaya gitmiştir" şeklindedir. Bu ekseri alimlerin görüşüdür.
3) Bu,
"Musa (a.s) dönüş vaktini unuttu" demektir. Ayetteki,
"Kendilerine hiçbir sözle karşılık vermiyor" ifadesi, konuşmayan,
fayda ve zararı dokunmayan şeyin ilah olamayacağına bir istidlal olup, gerçek
ilâhın mutlaka bu vasıfları taşıması gerektiğini gösterir. Bu, Hak Teâlâ'nın,
Hz. İbrahim (a.s) kıssasındaki "Babacığım, işitmez, görmez, sana faydası
olmaz şeylere niçin tapıyorsun" (Meryem. 42) ayeti
gibidir. Hz. Musa
(a.s), çoğu işlerinde, Hz. İbrahim (a.s)'in kullandığı delillere başvurmuştur.
Burada geriye şu iki
bahis katmıştır.
Birinci bahis: Zeccâc,
"Tercihe şayan görüş bunun takdirinde olarak, fiilin ref ile okunmasıdır.
Bu tıpkı, (Mâwe. I) ayetinde
olduğu gibidir. Bu
kelime, başındaki edatını, en-i nâsıba kabul edilerek, nasb ile şeklinde de okunmuştur" demiştir.
İkinci bahis: Bu ayet,
marifetulah (Allah'ı bulup tanıma) hususunda tefekkür etmenin vâcib olduğunu
gösterir. Nitekim Cenâb-ı Hak, bir başka ayetinde, "(Onlar) o (buzağı
heykelinin) kendileriyle konuşmayacağını ve onlara bir yol göstermeyeceğini
görmediler mi?"(Arat, 148) buyurmuştur ki bu, mana bakımından, putları
zemmetme hususundaki, "Onların yürüyecekleri ayakları mı, yoksa
tutunacakları eüeri mi, yahut görecekleri gözleri mi... var" (Araf, 195)
ayetine yakındır. Bununla, "Buzağı eğer onlara konuşabilseydi, ilah
olurdu" denilmek istenmemiştir. Çünkü birşeyin aynı anda birçok şartı
bulunabilir. Binâenaleyh bu şartlardan sadece birisinin bile bulunmaması, o
şeyin fevt olmasına (gerçekleşmemesine) yol açar. Fakat bu şartlardan tek birinin
bulunması da yine, meşrutun (şart koşulan şeyin) bulunmasını gerektirmez.
Üçüncü bahis: Bir
Yahudi, Hz. Ali'ye: "Daha peygamberinizin cenazesini «aldırmadan, ihtilafa
düştünüz" deyince, Hz. Ali: "Biz, onun için ihtilaf ettik, yoksa onun
hakkında ihtilaf etmedik. Sizler ayaklarınızda (mucizevi şekilde geçtiğiniz,
Kızı I deniz'in) suyu kurumadan, peygemberinize: "O Mısırlıların ilahları
gibi, bize de ..ahlar yap" dediniz" (A'raf. 138) demiştir.
[271]
"Andolsun Harun
onlara daha evvel, "Ey kavmim siz bu (buzağı) ile ancak
imtihana çekildiniz. Sizin hakiki Rabbiniz Rahmandır.
Haydi bana tabi olun,
benim emrime itaat
edin. Onlar ise, "Biz, Musa bize dönüp gelinceye kadar,
ona kâim ve dâim olmaktan katiyyen
ayrılmayacağız" dediler"
(Tâhâ,
90-91).
Bil ki Harun* (a.s)
bunu, hem kendisine hem de o insanlara acıdığı için söylemiştir. Onun kendisine
acıması şöyledir: "emr-i ma'rûf nehyi münker" yapmakla, hem Allah
:arafından, hem de "Kavmimin içinde benim yerime geç, (onları) ıslah et, fesadcılarm
yolunu tutma"(ATai, m» diye kardeşi Musa (a.s) tarafından emrolunduğu
»çin, bunu yapmaması durumunda ise hem Allah'ın, hem de Musa (a.s)'nm emrine
muhafelet etmiş olacağından dolayıdır ki, bu muhalefet caiz olmaz.
[272]
Cenâb-ı Hak, Yuşâ b.
Nûn (a.s)'a: "Ben, senin kavminin iyilerinden kırkbinini, kötülerinden de
altmışbinini heiak edeceğim" diye vahyetmişti. Bunun üzerine, Yuşfl ı
a.s): "Ya Rabbî, şunlar kötüler, ama iyilerin ne suçu var?" deyince,
Cenâb-ı Hak: 'Onlar, benim gazab ettiğim (kızdığım) kimselere kızmadıkları için
(helak ediliyorlar)" buyurdu. Sabit el-Benâni şöyle demiştir: Enes (r.a)
Hz. Peygamber (s.a.s)'in
"Kim. Allah'dan
başkasını düşünerek sabahlarsa, Allah katında bir değeri olmaz. Kim de
müslümanlann dertleriyle dertlenmezse onlardan değildir. "[273]
buyurduğunu rivayet etmiştir. Şâbi, Nu'man b. Beşir'in
Hz. Peygamber (s.a.s)'den şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Müminlerin birbirlerini sevmede, birbirlerine
acımada ve birbirlerine şefkat duymadaki misalleri (halleri),
tıpkı bir bedenin hah gibidir: Nasıl o bedenin herhangi bir uzvu
hastalandığında, diğer,kısımları (uzuvları), ona uyuyamama ve ateşlenme ile
iştirak ederlerse (müminler de böyledir)"
[274]
Ebu Ali el-Hasan
el-Gavrl şöyle der: "Bir yerde idim. Derken içinde, üzerlerinde
"latif" yazılı fıçılan bulunan bir kayık gördüm. Kayıkçıya: "Bu
nedir?" dedim, O da: "Ne lüzumsuz bir sofusun. Bu, (Halife)
Mutedid'in içkileridir" dedi. Bunun üzerine ona: "Bana şu taş
tarağını ver" dedim. O, uşağına: "Onu ona ver, bakalım ne
yapacak!" dedi. Böylece tarağı alıp, kayığa çıktım, onunla fıçılan kırmaya
başladım. Kayıkçı, bağırıp-çağırmaya başladı. Sonunda tek sağlam fıçı kaldı ve
ben durdum. Geminin sahibi geldi, beni yakaladı ve Mu'tedid'in huzuruna
götürdü. Mu'tedid'in kılıcı, konuşmasından önce, harekete geçti. Gözü bana
ilişince: "Kimsin?" dedi. Ben: "bir hisbeci?" dedim. O:
"Seni "hisbe"
[275]
işine tayin eden kim?" dedi. Ben, "Seni halife tayin eden
(Allah)" dedim. O, "Niçin bu fıçıları kırdın" deyince de, Senin
elin, kötülüğü uzaklaştırmaktan aciz olunca "sana acıdığımdan ötürü"
dedim. Bunun üzerine o, "Peki o bir taneyi niçin bıraktın" deyince,
"O fıçıları kırdığımda, Allah'ın dinini korumak, o hususta dikkat
göstermek için kırdım. Ama sıra ona gelince, kalbime bir ucub (kendini beğenme)
hissi geldiği için onu kırmadım. Eğer'eski durumum (niyetim) devam etseydi onu
da kırardım" dedim. O da: "Ey ihtiyar adam, haydi git, seni hisbe
işine tayin ettim" dedi. Bunun üzerine, ben: "Bu işi Allah rızası
için yapmıştım..Şartlı hareket etmeyi sevmem" dedim.
Müslümanlara şefkat
duyup acımaya gelince, insanın kalbinin kendi cinsinden olanlara karşı müşfik
ve duyarlı olması gerekir. Ateşe koşuşan bir topluluk görüp de, onlara engel
olmaya çalışandan daha şefkatli kimdir. Ebu Sa'id el-Hudri Hz. Peygamber
(s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet edilmiştir:
"Allah Teâlâ
buyurur ki: Fazlı, himayelerinde yaşadığınız merhametli kullarımın yanında
arayınız. Çünkü rahmetimi onların içine (kalbine) yerleştirdim. Onu kalbleri
katı olanların yanında aramayın. Çünkü onların içinde gazabım vardır."
[276]
Abdullah b. Ebi
Evfâ'nın da şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s)'e
gitmek niyetiyle evden çıkmıştım. Bir de ne göreyim: Ebu Bekir ve Ömer yanında
olduğu halde O... Derken küçük bir erkek çocuk ağlayarak geldi. Hz. Peygamber
(s.a.s), Hz. Ömer'e: "Onu yanına at, çünkü o yitmiş" dedi. Hz. Ömer
de onu tuttu. Derken ortalığı velveleye veren, başı açık, çocuğu için ağlayıp
sızlayan
bir kadın çtkageldi. Bunun üzerin, Hz.
Peygamber (s.a.s) "Kadının imdadına yetiş" dedi. Hz. Ömer ona
seslendi ve kadın da glip çocuğu aldı. Çocuğunu bağrına basıp, ttevinçten)
ağlamaya başladı. Dönüp peygamberi görünce utandı. İşte o zaman Hz. Peygamber
(s.a.s) "Ne dersiniz, bu kadın, çocuğuna karşı, şefkatli midir?"
dedi. Onlar, "Ey Allah'ın Resulü, "Elbette, o oldukça şefkatli"
deyince, Hz Peygamber (s.a.s) "Hayatım elinde olan zâta yamin ederim ki,
Allah mü'minlere bu kadının çocuğuna olan şefkatinden daha merhametlidir"
[277] buyurdu.
Şu da rivayet
edilmiştir: "Bir gün, Hz. Peygamber (s.a.s) ashabi ile birlikte duruyordu.
Derken, Mescid'in kapısında duran bir gence gözü ilişti: "kim ser.ennemljk
birisini görmek isterse, şuna baksın" dedi.
[278]
genç bunu duydu ve geriye dönerek, "Allah'ım, Ey efendim, senin peyga
mberin benim cehennemliklerden juğuma şahadet etti. Ben onun doğru olduğunu
biliyorum. Durum böyle olduğuna göre, senden beni ümmet-i Muhammed'e fidye
kılmanı (saymanı) diliyorum; Peygamber sözünde doğru çıksın diye, cehennemi
(sırf) benimle tutuştur, o ateşi tutuşturmada bir başkasını kullanma"
dedi. Bunun üzerine Cebrail (a.s) inerek, "Ey Muhammed, o gence, seni
tasdik ettiği, canını senin ümmetine feda ettiği ve insanlara acıdığı için, onu
(Allah'ın emri ile) cehennemden kurtardığımı müjdele" dedi. Bunun böyle
olduğu sabit olunca bil ki, Emr-i ma'rûf yapıp, müslümaniara şefkat duymak
vacibtir.
Sonra Harun (a.s),
İsrailoğullarının cehenneme adeta üşüştüklerini görünce, onların sayıca çok ve
kuvvetli oluşlarına aldırmadan, hakkt açıkça söyleyerek, "Ey kavmim siz bu
(buzağı) ile ancak imtihana çekildiniz" aemiştir. Burada şöyle bir incelik
vardır: "Rafiziler, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, Hz. Ali'ye, "Harun
Musa'ya göre ne idiyse, sen de bana r.isbetle aynı durumdasın"
[279]
hadisini delil getirmeye meraklıdırlar. Halbuki "Harun (a.s), onca
kalabalık içinde "takiyye" etmeyip, aksine minbere çıkmış ve hakkı
haykırmış ve insanları kendisine uymaya davet etmiş, başkasına uymaktan
menetmiştir. Binâenaleyh peygamber (s.a.s)'in ashabi hata üzerinde olmuş
olsalardı, Hz. Ali'ye tıpkı Hz. Harun'un yaptığı gibi yapması, korkmadan
minbere çıkıp, "Bana uyun, benim emrime itaat edin" demesi gerekirdi.
O bunu yapmadığına göre, biz ashabın hak üzerine olduğunu anlarız.
Bil ki Harun (a.s), bu
va'z-u nasihatında en güzel yolu takib etmiştir. Çünkü önce, "Siz bu
(buzağı) ile ancak imtihana çekildiniz" diyerek, onları bâtıldan menetmiş;
ikinci olarak, "Sizin hakîki Rabbiniz Rahmandır" diyerek, Allah'ı
tanımaya davet etmiş; üçüncü olarak, "Haydi bana tâbi olun" diyerek,
peygamberliği tanıyıp kabul etmeye çağırmış ve dördüncü olarak, "Benim
emrime itaat edin" diyerek, onlan şeriata davet etmiştir ki en güzel
tertib budur. Çünkü herşeyden önce şüpheleri izâle
etmek demek olan, "Yoldan eziyet verici şeyleri
gidermek" sonra asıl ve temel olan marifetullah, sonra nübüvvet sonra ela
şeriat gelir. Binâenaleyh bu tertibin, en güzel bir bira olduğu sabit olur. Hz.
Harun (a.s), özellikle, "sizin hakiki Rabbiniz Rahmandır" demiş ve
burada, Allah'ın "Rahman" adını zikretmiştir. Çünkü o onlara, ne
zaman tevbe ederlerse Allah'ın tevbelerini kabul edeceğini, çünkü O'nun rahman
ve rahim olduğunu haber vermiştir. Allah'ın onları Firavun'un belâlarından
kurtarışı da rahmetinin eseridir.
Sonra onlar,
cahilliklerinden dolayı, Harun (a.s)'ın, istidlâlindeki bu güzel tertibine, taklid
ve inkâr ile karşılık vererek, "Musa bize dönüp gelinceye kadar, o
(buzağıya) kâim ve daim olmaktan katiyyen ayrılmayacağız" dediler. Böylece
sanki, "senin delillerini kabul etmeyiz, ancak Musa (a.s)'ntn sözünü
dinleriz" demiş oldular. Taklidcilerin adeti zaten hep böyledir.
[280]
"(Musa) Dedi ki:
"Ey Harun, bunların saptıklarını gördüğün zaman, bana tabi olmaktan seni
ne alıkoydu? Benim emrime isyan mı ettin" (Harun) dedi ki:
"Ey anamın oğlu, sakalıma ve başıma yapışma.
Gerçekten ben senin, "İsrailoğuliarı arasında ayrılık çıkardın. Sözüme
aldırış etmedin" demenden
korktum"
(Tâhâ, 92-94).
Bil ki peygamberlerin
"ismet" sahibi olduğunu kabul etmeyenler, bu ayeti şu birkaç yönden
delil getirmişlerdir:
1) Hz. Musa
(a.s) Harun (a.s) kendisine tâbi olmasını (yolunca gitmesini) ya emretmiş, ya
emretmemiştir. Eğer o bunu ona emretmiş ise, Harun (a.s) bu emre ya uymuş, ya
uymamıştır. Eğer o buna uymuş ise, Hz. Harun (a.s)'ın onu böyle kınaması günah
ve haksızlık olur. Çünkü suçsuz yere kınamak günahtır. Yok eğer o bu emre
uymadıysa, Hz. Harun (a.s) görevini yapmamış demektir. Dolayısıyla günah
istemiş olur. Ama Musa (a.s)'ın ona, bunu emretmemiş
olduğunu söylersek, o zaman Hz. Harun (a.s)'ı, emretmediği halde, bundan dolayı
kınaması günahtır. Böylece her halükârda, ya Musa (a.s) için, ya Harun (a.s)
için bir günahın söz konusu olduğu sabit olur.
2) Hz. Musa
(a.s), bir istifham-ı inkârî üslûbu ile, "Benim emrime isyan mı
ettin?" ^emiştir. B'nâenaleyh bundan, Harun (a.s)'ın ona isyan etmiş
olduğu ve bunun yadırganacak bir isyan olduğu neticesi çıkar. Aksi halde, Hz.
Musa (a.s) böyle söylemekle, yalan söylemiş olur ve bu günahtır. Binâenaleyh
Hz. Harun (a.s) bunu yaptığına göre günah istemiş olur.
3) Hz. Harun (a.s)'ın, "Ey anamın oğlu,
sakalıma ve başıma yapışma" sözü oe, bir günahı ifade eder. Çünkü o,
elinden geldiği kadar kavmine va'zu nasihatta culunup, onları alıkoymaya
çalışmıştır. Binâenaleyh Hz. Musa (a.s), hadiseyi incelemiş ve Harun (a.s)'ın
elinden geleni yaptığını anladıktan sonra onun saçma- başına yapışmış ise, bu
günahtır. Yok eğer bunu, işin aslını anlamadan yapmış ise, böyle yapmak da
günahtır.
4) Harun
(a.s),"sakalıma ve başıma yapışma" demiştir. Eğer onun saçına-başına
böyle yapışıp çekmek caiz olsaydı, Hz. Harun (a.s)'m "yapışma"
ifadesi, Hz. Musa ;a.s)'yı, yapması gereken bir işten nehyetme olurdu ki bu bir
günahtır. Yok eğer bu iş caiz değil ise, o zaman Musa (a.s) bu günahın sahibi
olmuş olur. İşte bütün bunlar bu konuda çok güzel misallerdir.
Bunların hepsine şöyle
cevap veririz: Bakara sûresinde (Bakara, 36) ayetinin tefsirinde,
peygamberlerden günahın sâdır olmasının caiz olmayacağı hususunda, açık her
türlü delili getirip izah ettik. Bütün bu izahların özü, te'vil edilebilecek
şeylerle karşı çıkmak caiz değildir. Bu mukaddime (prensib) sabit olunca bil
ki, bu müşkillere bir kaç şekilde cevap veririz:
1) Her ne
kadar peygamberlerin günah işleyebilecekleri hususunda biz ihtilaf etmişsek de,
onların evlâ olanı terkedebilecekleri hususunda müttefikiz, durum böyle olunca,
bu iki peygamberden, yani Musa (a.s) ile Harun (a.s) dan birini yapıp,
diğerinin yapmadığı fiile gelince, belki de bunlardan birisi yapılması daha
evlâ, diğeri ise evlâyı
terkdir. İşte bundan
ötürü belki onlardan biri bunu yapmış diğeri, ise o evlâ olanı terketmiştir.
İmdi şayet, "Bu
açıklama, caiz değildir. Çünkü, onlardan her biri, ister yapmak isterse
yapmamak olsun, yaptığı şey hususunda, azimli ve kesin kararlıydı. Halbuki,
mendûbu yapıp yapmamada kesin karar söz konusu olmaz" denilirse, biz deriz
ki: Mutlakı delil ile teyid etmek, imkânsız değildir. Binâenaleyh biz, o işi
yapıp yapmama hususundaki o katılık ve kesin kararlılığı, "Eğer en
uygununu yapmak istiyorsan, onu ister yap ister yapma" manasına
hamlediyoruz. Onların, ona riayet etmenin malûm ve yapılması gerekli olan
birşey olduğuna dair ittifak etmeleri halinde, o şart terk edilebilir.
2) Musa
(a.s), kavmine kızmış olarak döndü de, insanın, gazablı ve öfkeli iken
kendisine yapabileceği işi ona, Harun (a.s)'a yaparak, onun başını tuttu ve onu
kendisine çekti. Çünkü, mütefekkir ve öfkeli kimse bazan dudaklarını ısırır,
parmaklarını eğip büker ve sakalını tutar. Binâenaleyh, Hz. Musa {a.s) da, Hz.
Harun (a.s)'ı kardeşi ve yardımcısı olduğu için kendisi yerine koymuş ve ona,
tıpkı bir kimsenin, tefekkür ve gazab halinde kendisine yapmış olduğu şekilde
davranmıştır. Harun (a.s)'ın, "Sakalıma ve başıma yapışma" şeklindeki
sözüne gelince, Harun (a.s)'ın, İsrailoğullarının, Hz. Musa (a.s)'ın kendisine
göz açtırmadığı ve yardımcı olmadığı sû-i zanntna kapılmalarından endişe etmiş
olması, imkansız değildir. Daha sonra, olayı iyice izaha başlayarak,
''Gerçekten ben senin, "îsraitoğullan arasında ayrılık çıkardın..."
demenden korktum" demiştir.
3)
İsrailoğutları, Hz. Musa (a.s)'a karşı son derece sû-i zan içinde
bulunuyorlardı. Hatta Harun (a.s), bir ara görünmez olunca, onlar Musa (a.s)'a,
"Onu sen öldürdün" dediler. Cenâb-ı Hak, Hz. Musa (a.s) ile otuz
geceliğine sözleşmek.o otuz geceyi on ile tamamlayıp: Hz. Musa (a.s) için levhalara
herşeyi yazıp sonra Musa (a.s) dönüp de,
kavmi içinde görerek,
vakıanın keyfiyyetini iyice incelemesi için yanına yaklaştırmak amacıyla kardeşinin
başından tutunca, Harun (a.s) İsrailoğullarının kalbine aslı esası olmayan bir
şeyin âriz olmasından ve endişelenerek, Hz. Musa (a.s)'a acıdı da ''Sakalımı,
saçımı tutma. Tutma ki halk senin hakkında yakışıksız şeyler düşünmesin"
dedi.
4) Keşşaf
Sahibi şöyle demiştir: "Hz. Musa (a.s), Allah ve onun dini için, çok
öfkeli, her şeyde ciddi ve sertlik üzerine yaratılmış olan haşin mizaçlı bir
kimse idi. Binâenaleyh, onca büyük mucizeleri görmelerine rağmen, kavminin,
Allah'ı bırakıp da buzağıya tapdıklarını görünce, Allah için gazaplanıp O'nun
dinini koruma hususunda taassub ve titizlik gösterdiği için, zihnini alabildiğine
büyük bir hiddet kapladığından kendine hakim olamadı da, Tevrat levhalarını
fırlattı ve kavmine halife bırakmış olduğu kardeşine sert davrandı da, hasmına
diş gösteren düşmanın atılması gibi, onun üzerine atıldı."
Bil ki , bu cevap
düşüktür, değersizdir. Çünkü (ona) şöyle, denilebilir: "Farzet ki, Hz.
Musa (a.s) alabildiğine öfkelenmiş olsun. Ancak ne var ki, bu alabildiğine
öfkesinin yanında, mükellef ve aklı başında olarak kalabilmiş midir, yoksa
kalamamış mıdır? Eğer o, mükellef ve akıllı olarak kalmışsa, o zaman, sorulan
sorular aynen devam etmektedir. Bu konuda söylenebilecek ençok şey şudur:
"Sen, onun çok aşırı bir öfkeyle geldiğini söylersen, -ki bu da masiyetler
cümlesinden otur-, böylece o zaman, ortaya yani bir problem çıkarmış olursun.
Yok eğer sen (siz), Hz. Musa (a.s)'ın bu öfke halindeyken, akıllı ve mükellef
olarak kalmadığını, (bu vasfını yitirdiğini) söylerseniz, bu hiçbir müslümanın
kesinlikle razı olmayacağı şeyler cinsinden olmuş olur. Bütün bunlar,
peygamberlerin küçük günah işlemelerinin caiz olamayacağını ileri sürenlerin
verdiği cevaplardır. Ama bunu caiz görenlere gelince, bu sorunun sakıt olduğu
hususunda şüphe yoktur. Allah en İyisini bilendir.
Onun,
"...bunların saptıklarını gördüğün zaman, j tâbi olmaktan seni ne
alıkoydu" şeklindeki sözüne gelince, bu hususta iki izah bulunur:
1)B8u
ifadenin başındaki zâid olup, ifadenin manası, "Seni bana tâbi oimaktan ne
alıkoydu?" şeklindedir.
2) İfadenin
manası, "Hangi şey, seni bana uymamaya şevketti?" şeklindedir.
Böylece o, fiilini fiili yerinde kullanmış olur.
Ayette bahsedilen
ittibâ hakkında da şu iki açıklama yapılmıştır.
a) Bu,
"Seni, sana itaat edenlerle birlikte bana tâbi olmaktan, bana katılmaktan
ve onların arasında bulunmamaktan alıkoyan nedir?" anlamındadır. Bu,
AtA'nın - .ayetine göre İbn Abbas'ın görüşüdür.
b) Bu,
"Sana, "Kavmimin içinde benim yerime geç. (onları) ıslâh et,
fesatçıların yoluna uyma"(Ant, 142) dediğimde seni, benim vaziyyetime ve
emre uymaktan hangi şey men etti? Niçin onlarla savaşmadın, onları terbiye etmeyi
devam ettirmedin?" oemektir. Bu da, Mukatil'in görüşüdür.
Daha sonra, Hz. Musa
(a.s) "Benim emrime isyan mı ettin?" demiştir ki, bunun ne demek
olduğu açıktır. Bu, emrolunduğu şeyi yapmayanın, asi olduğuna delâlet eder. Asi
ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim de Allah 'a ve peygamberine isyan eder,
(Allah'ın) sınırlarını geçerse onu da, içinde daimi kalıcı olmak üzere, ateşe
koyar" (nim. U) ve "Kim Allah'a ve peygamberine isyan ederse,
şüphesiz onun için cehennem ateşi vardır" (cm, 23) ayetlerinde de
belirtildiği gibi, cezaya müstehaktır. Bu iki ayetin ikisi de, emrin vücub
ifade ettiğine delâlet eder.
Harun (a.s), Hz. Musa
(a.s)'a cevap vererek, "Ey anamın oğlu, sakalıma ve başıma yapışma"
demiştir. Hz. Harun {a.s)'un, "Ey anamın oğlu..." demesinin sebebi
olarak da:
a) o, Hz.
Musa (a.s)'ı kendisinden savuşturup elinden kurtulmak için böyle hitab
etmiştir.
b) O, onun
ana bir kardeşi olduğu için böyle denilmiştir, şeklinde iki açıklama
yapılmıştır.
Bil ki Kur'ân'da, onun
bunu yapmış olduğuna dair bir delâlet yoktur. Çünkü, bir şeyden nehy,
nehyedilenin, kendisinden nehyedileni yapmış olduğuna delâlet etmez. Bu mesela,
Cenâb-ı Hakk'ın, "(Ey nebi), kafirlere ve münafıklara itaat etme"
(Ahzâb. i) ve "Eğer şirk koşarsan, amelm boşa gider"(Zumer. 65)
ayetlerinde de böyledir. Kur'ân'da zikredilen husus, sadecee, Hz. Musa (a.s)'ın
kardeşinin saçından tutup, onu kendisine doğru çekmesidir. Bu kadarcık şey de,
Hz. Musa (a.s)'ın kardeşi
Harun (a.s)'ı hafife
aldığını göstermez. Tam aksine bu onu, yukarda da belirttiğimiz gibi, başka
maksadlardan dolayı yapmıştı. Bazı kimseler, Hz. Musa (a.s)'ın, sağ eliyle
Harun (a.s)'ın iki örüğünden, sol eliyle de sakalından tuttuğunu söylemiştir.
[281]
Daha sonra Harun (a.s)
"Gerçekten
ben senin, "Israiloğullan arasında ayrılık çıkardın, sözüme aldırış
etmedin"demenden korktum" demiştir. Birisi şöyie diyebilir: "Hz.
Musa (a.s)'nın, "... bunların saptıklarını gördüğün zaman, bana tâbi
olmaktan seni ne alıkoydu? Benim emrine isyan mı ettin?" ifadesi, onun,
Hz. Harun (a.s)'a birşeyi emrettiğine delâlet eder. Binâenaleyh, artık nasıl
olur da bunun cevabı olarak, "Ben senin sözüne, "sözüme aldırış
etmedin" demenden korktuğum için uymadım" denilmesi, nasıl uygun
olabilir? Böyle bir sözü, aklı başında olan bir kimse nasıl söyleyebilir?"
Cevap: Musa (a.s)
belki de, Hz. Harun (a.s)'a, bu işin İsrailoğulları arasında bir bozgunculuğa
yol açmaması şartıyla emretmiştir. Binâenaleyh Hz. Musa (a.s), "bana tâbi
olmaktan seni ne alıkoydu?" deyince, o, "sen bana bir bozgunculuk
meydana gelmediği zaman sana uymamı emrettin. Binâenaleyh ben sana, bir
bozgunculuk çıkmış olduğu halde gelmiş olsaydım, o zaman senin süzünü
gözetmemiş olurdum" diye cevap vermiştir.
İmâm Ebu'l-Kasım
el-Ensari şöyle demiştir: "Hidâyet, delâletten daha faydalıdır. Çünkü
sihirbazlar, imandan çok çok uzak idiler. Onlar tek bir mucize gördüler, bunun
üzerine de îman ederek, dünyadaki o şiddetli azaba katlandılar, bir daha da
imanlarından dönmediler. Ama, İsrailoğullarına gelince onlar, asanın, büyük bir
ejderhaya dönüştüğünü; sihirbazların toplayıp getirdikleri herşeyi yuttuğunu;
sonra yeniden değnek haline geldiğini gördüler; yine onlar, sihirbazların, Hz.
Musa (a.s)'ın yaptığının bir sihir olmadığını, onun ilahi bir emir olduğunu
itiraf ettiklerini de gördüler. Yine onlar, aralıklarla o dokuz mucizeyi de
müşahede ettiler. Sonra onlar, denizin oniki yola ayrıldığını, Allah Teâlâ'nın,
kendilerini boğulmaktan kurtardığını, onca sayıda olmalarına rağmen
düşmanlarını da helak ettiğini gördüler. Sonraysa onlar, bu kadar mucizeyi
görüp müşahade etmelerine rağmen, denizden çıkıp sığıra tapan bir topluluk
gördüklerinde, "Bize, onların ilahları gibi ilahlar yap..." (Araf,
138) dediler. Buzağıdan bir ses duyunca da, hemencecik ona itaat ve ibadete koşuştular,
buna devam ettiler. İşte bütün bunlar maksadın, delillerle değil, hidayetle
meydana geldiğini gösterir. Hamza ve Kisai, mim'in kesresi ve izafetle şeklinde
okumuşlardır ki, buna göre mim'in kesresi, (muzafın ileyhi durumunda olan)
yâ'ya delâlet eder.Diğer kıraat imamları da fetha ile şeklinde okumuşlardır ki,
bunun takdiri de şeklindedir. Allah en
iyisini bilendir.
[282]
"(Musa), "Ya
senin zorun ne idi, ey Sâmiri?" dedi. o da şöyle dedi: "Ben
onların görmediklerini gördüm. O peygamberin izinden
bir avuç (toprak) alıp,
onu attım. Bunu bana
nefsim, böyle hoş gösterdi." Musa, "Haydi, (defol) git.
Çünkü senin hayatın boyunca, (nasibin, Benimle) temas
etmeyin" demendir.
Sana, senin için,
şüphesiz asla vazgeçilemeyecek olan bir ceza günü dahi
vardır. Üstüne düşüp tapdığm tanrına bak. Biz onu
cayır cayır yakacağız.
Sonra onu parça parça
edip denize atacağız. Sizin Tanrınız ancak kendisinden başka hiçbir tanrı
bulunmayan Allah'dır. O'nun ilmi her şeyi
kuşatmıştır"
(Tâhâ, 95-96).
Bil ki, Hz. Musa
(a.s), Harun (a.s)'a hitap etmesini bitirip ve onun bu gecikmedeki mazeretini
anlayınca Sâmiri'ye döndü. Sâmiri'nin, Hânın (a.s)'la birlikte orada bulunması,
dolayısıyla Hz. Musa (a.s) Harun (a.s) ile konuşmasını bitirince Sâmiri'yle
nonuşmaya başlaması söz konusu olabileceği gibi, Sâmiri'nin uzakta olması,
bundan sonra gelmiş olması; yahutta, kendisiyle konuşmak için Hz. Musa (a.s)'ın
onun yanına çrtmiş ve "Ya senin zorun ney idi Sâmiri?" demiş olması
da mümkündür. Hatbu bir kimse bir şey taleb ettiğinde kullanılan
(Hatabe'l-emre) cjmlesindeki fiilin masdarıdır. Binâenaleyh, birşey yapan
kimseye denildiğinde, bunun manası, "sıkıntın ne isteğin ne?" demek
olup, bundan maksat ise, o kimsenin yaptığını yadırgamak ve, onun yaptığı şeyin
büyük kabahat olduğunu belirtmektir.
[283]
Sâmiri, bundan sonra
bu husustaki mazeretini belirterek, "Ben onların görmediklerini
gördüm" demiştir. Bununla ilgili iki mesele bulunmaktadır.
[284]
Bu ifadeler kesre ile
şeklinde de okunmuştur. Hamza ve Kisai, tâ ile "sizin görmediğiniz"
anlamında şeklinde okurlarken, diğer kıraat
imamları şeklinde okumuşlardır ki, bu,
"İsrailoğullarının görmediği" anlamındadır.
[285]
Ayette bahsedilen
"görme"nin ne manaya geldiği hususunda iki görüş bulunmaktadır:
a) Ebu
Ubeyde "onların bilmediklerini bildi, öğrendim" manasını vermiştir.
Arabların, "alim" anlamında Reculun basîrun demeleri de. bu
anlamdadır. Bu, İbn Abbas (r.a)'ın görüşüdür. Zeccâc bu ifadeyi izah ederken
şöyle demiştir: (Ebsartuhû), onu gördüm, anlamındadır. Ama, (Basurtu bihî), onu
gören ve bilen birisi oldum, demektir."
b) Başkaları
da şöyle demiştir: "Bu, "onların görmediğini gördüm"
anlamındadır. Binâenaleyh, ** öj^ ifadesi, "Onu gördüm" demektir.
"O, bununla, Cebrail (a.s)'in bineğini gördüğünü kastetmiştir."
Böylece o, onun
hayvanının tırnağının bastığı yerden bir avuç toprak almış, bunu o peygamberin
izinden bir avuç (toprak) alıp, onu attım" ifadesiyle belirtmiştir.
Bununla ilgili birkaç mesele vardır:
[286]
Hasan el-Basri
tıpkı (avuçlanan şey)
ve kelimelerinde olduğu, ele
alınan şeyin adı olarak, kâfin
dammesiyle şeklinde
okumuştur. Bu kelimenin kabdatan şeklinde okunmasına gelince, bu kabd
masdarının, binâ-i merre ifade eden masdarı olup, bunun, ism-i mefûl anlamına
alınması, ttpkı (Emirin dövdüğü) deyiminde olduğu gibi, mefûlun masdar ile
adlandırılması kabiiindendir. Yine bu kelime hem sâd ile hem de dâd ile olarak
bu da kabastu kabsatan şeklinde okunmuştur ki, dâd ile okunanı, "avucun
tamamı" manasında; sâd ile okunanı da "parmakların ucuyla
alınan" anlamındadır. Bunların bir benzeri de, (el-hadm) ve (el-kadm)
kelimeleridir. Ha ile olanı, ağzın tamamıyla, kaf ile olanı da, ağzın ön
kısmıyla yemek anlamlarına gelir. İbn Mesûd, Peygamberin atının izinden"
şeklinde okunmuştur.
[287]
Bütün müfessirler
şöyle demişlerdir: "Bu ayetteki Resul
sözüyle,
Cebrail (a.s), eser kelimesiyle de, Sâmiri'nin,
Cebrail (a.s)'in
bineğinin tırnağının bastığı yerden aldığı
toprak
kastedilmiştir.
Daha sonra alimler,
Sâmiri'nin Cebrail (a.s)'ı ne zaman gördüğü hususunda ihtilaf «Mistir. Ekseri
ulema, Sâmiri'nin onu, denizin yarıldığı gün gördüğünü söylemiştir. Hz. Ati
(a.s)'ın, de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Cebrail (a.s), Hz. Musa
(a.s)'ı "İra götürmek için indiğinde, insanlar içinden sadece Sâmiri onu
görmüştü..."
[288]
Alimler, Sâmiri'nin,
diğer insanlar içinden seçilerek, Cebrail (a.s)'ı görme ve onu an na şerefine
nasıl nail olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. 8u cümleden olarak, KafcTnin
rivayetine göre, İbn Abbas şöyle demiştir: "O onu küçüklüğünde Firavun,
hrailoğullarının çocuklarının boğazlanmasını emrettiğinde kendisini
öldürülmekten «cumuş olması sebebiyle görüp tanımıştı. Şöyle ki: Kadınlar
doğuruyor ve çocuklarını, Firavun hanedanının hissedemeyeceği bir yere
bırakıyorlardı. Böylece melekler o çocukları alıyor, büyüyüp insanlara
kanşıncaya kadar, bakıp büyütüyorlardı. Sâmiri 3e Cebrail (a.s)'ın aldığı ve
avucunun içini ağzına koyduğu, derken oradan bal ve süt emdiği çocuklardan idi.
Cebrail (a.s) onun yanına gidip geliyordu. Derken, bu arada da o onu tanımıştı.
İşte, o onu görünce, hemen tanıdı.. İbn Cüreye şöyle dedi: Buna göre ifadesinin anlamı, "onların göremediğini
gördüm" şeklindedir. Bu tabiri "bilmek" anlamında tefsir
edenlerin tefsiri doğrudur. Buna göre mana, "Cebrail (a.s)'in atının
ayağının bastığı toprağın diriltme özelliği olduğunu bildim, biliyordum"
şeklinde olur.
[289]
Ebu Müslim el-İsfehani
şöyle der: "Kur'ân'da, müfessirlerin bahsettiği bu hususa dair, sarih bir
açıklama bulunmamaktadır. Burada yapılabilecek başka bir izah da şudur:
Ayetteki "resul" sözüyle, Hz. Musa (a.s); "eser"
kelimesiyle de, onun sünneti ve kendisiyle emrolunduğu şeyler (resm) kastedilmiştir.
Nitekim bir kimse bazan, onun resmini temsil ettiğinde, "Falanca,
falancanın izinde 3 diyor veya onun yaptığını yapmaya kalkışıyor" denilir.
Buna göre ifadenin takdiri, Hz. Musa (a.s), Sâmlri'yi kınamaya ve buzağı
Konusunda kendisini kavimini saptırmaya sevkeden şeyi sormaya yönelince, Sâmiri
"Ben onların görmediklerini gördüm "demiştir. Yani, üzerinde olduğun
şeyin, hak olmadığını bildim ve anladım. Ey Resul, senin eserinden, yani senin
sünnetinden ve dininden bir şeyler kaptım. Ve onu attım" demek istemiştir.
İşte bu durumda, Hz. Musa (a.s) ona, dünya ve ahirette başına gelecek azabı
bildirmiştir. Bazan, hazır (muhatab) için, gayb sigası kullanılabilir. Mesela
bir kimsenin, yüz yüze olduğu başkanına, "Başkan bu hususta ne buyururlar
ve neyi emrederler" demes gibi... Sâmiri'nin, Hz. Musa (a.s)'ı,
inanmadığı ve kabut etmediği halde, "Resul"
diye çağırması, tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın kendilerinden bahsettiği kimseler
hakkında, inzale (vahye) inanmadıkları halde, söylemiş oldukları "Ey
kendisine kitab inzal edilen, sen muhakkak ki bir mecnunsun"(Hicr, 6)
şeklindeki sözdeki üslûba göredir.
[290]
Bil ki Ebu Müslim'in
ileri sürdüğü bu görüş, müfessirlerin izahlarına açıkça aykırıdır. Fakat şu
sebeblerden dolayı, bu görüş doğruya daha yakındır:
1) Cebrail
(a.s)'in, "Resul" ismi ile anılması yaygın değildir. Hem sonra, daha
önce ondan bahsedilmemiştir ki, "er-resûl" kelimesinin başındaki
lam-ı tarif, ona işaret sayılabilsin. Dolayısıyla burada, Cebrail (a.s)
kastedilerek, "resul" lafzının kullanılması sanki muhataba gaybt
bilmeyi teklif gibi birşey olur.
2) Burada mutlaka şöyle bir takdir yapmak
gerekir: "O, Cibril (a.s)'in atının tırnağının izinden (bastığı yerden)
aldı." Halbuki böyle takdir yapmak, asıl değildir.
3) Diğer
insanlar arasından sadece Sâmih'nin Cibrif (a.s)'i görüp tantyabitme şerefine
nasıl nail olduğunu, sonra Cibril (a.s)'in atının tırnağının bastığı yerin
toprağının böyle bir tesiri olduğunu nasıl bilebildiğini izah için, mutlaka
zorlanmak gerekir. Müfessirlerin, Hz. Cebrail'in Sâmiri'yi çocukken büyütüp
terbiye ettiği şeklindeki rivayetleri doğru olmaktan uzak birşeydir. Çünkü
Sâmiri, eğer Cibril (a.s)'i âkil-bâliğ iken tanımış ise, Hz. Musa (a.s)'nın
gerçek bir peygamber olduğunu kesinlikle anlaması gerekir. Binâenaleyh o daha nasıl
insanları saptırma çabasına girebilirdi? Yok eğer o onu, buluğa ererken
tanımadı ise o tanımanın meydana gelişinde, Cibril (a.s)'in onu çocukken
büyütmüş olmasının ne faydası olabilirdi?
4) Eğer bazı
kâfirlerin, Cibril (a.s)'in atının ayağının bastığı toprağın böyle bir özelliği
olduğunu bilebilecekleri söylenirse, buna karşı "Belki de Musa (a.s), buna
benzer başka birşeye muttali olmuş ve bu sayede, o mucizeleri
yapabilmiştir?" denilebilir. Bunun neticesi de mucizeleri tenkid edenlerin
ve "o peygamberler mucizelerin meydana gelmesini sağlayan bir takım
alet-edevât ve çareleri bilmeleri sayesinde, bu mucizeleri getirmişlerdir"
denilmesi niçin caiz olmasın" diyenlerin sorusuna varıp dayanır. Bu
durumda da mucize kapıları tamamen tıkanmış olur.
[291]
Sâmiri'nın ''Bunu bana
nefsim böyle hoş gösterdi"
şeklindeki
sözü,"ben, nefsimin davet edip, bana süslü gösterdiği şeyi yaptım"
demektir. Buradaki kelimesi, su'al (istemek) masdarındandır. Buna göre mana,
"Yaptığım şeye beni, başkası çağırmadı, aksine bu hususta ben kendi istek
ve arzuma uydum" şeklindedir.
Daha sonra Musa {a.s),
Sâmiri'den bunları duyunca ona, hem dünya hem ahiret açısından onun ve ilahının
halini beyân ederek cevab vermiştir. Onun dünyadaki halini
"Haydi (defol) git. Çünkü senin hayatın . ;j nasibin, "Benimle) temas
etmeyin" demendir" ifadesi ile beyan etmiştir. taoe ile ilgili şu izahlar yapılmıştır;
1) Bununla,
"Ben dokunmam ve dokunulmam" manası kastedilmiştir. Müfesstrler
ır ki: Birisi ona dokunduğunda, hem dokunan
hem dokunulan ateşleniyordu, dolayı
birisi ona dokunmak istediğinde o, kendisinin ateşleneceğinden tartarak,
"Dokunma" diye bağırıyordu.
2) Bu sözler kastedilen, onun hiç kimseye, hiç
kimsenin de ona karışmaması, ayn
durmasıdır. Mu kati I şöyle
demiştir: "Musa (a.s)
onu İsrailoğullarının - i- i
esinden çıkarıp sürmüş ve ona, "Sen ve ailen buradan defolun"
demiştir. "Bir afave tardedildiğinde,"Lâ misâs" (dokunmayın)
demez, aksine ona, böyle denilir. 'Be tiraz zayıftır. Çünkü koğulmuş ve tek
başına bırakılmış olursa, ona "Nasılsın?" tiye sorulduğunda "Lâ
misâs" yani, "ne bana kimse dokunsun, ne de ben lanseye..."
diyebilir. Buna göre bu, "Ey Sâmiri ben seni koğulmuşlardan sayıyorum.
Çünkü sen, başkasına durumunu haber vermek istediğinde ancak "Lâ
Misâs" yeceksin" demektir. Bu
izah, sözün (cümlenin) münasebetine
(yukarısı ile jygunluğuna), birincisinden daha güzet ve daha yakındır.
3) Ebu
Müslim şunu söylemiştir: "Bu kelimeyi, kadınların döl tutmaması manasına
hamletmek de mümkündür. Binâenaleyh bu, Allah'ın ona, soyunu kurutması şeklinde
br azabı olmuş olur. Dolayısıyla onu, kendisini sevecek hiçbir çocuğu
olmamıştır. Çünkü Hak Teâlâ onu, "Mal ve oğullar, dünya hayatının
süsüdür" (Keht, 46) diye İade buyurduğu bu iki dünya süsünden mahrum
bırakmıştır." Bu kelime, "fecâri" «zninde, ı*mess"
kökünden, "Lâ mesâsi" şeklinde bir kadının özel ismi (alemi) oiarak
da okunmuştur.
Sâmiri'nin ahiretteki
halinin izahı da Hz. Musa (a.s)'ın ona söylediği şu sözdedir: ''Sana, senin
İçin şüphesiz asla vazgeçilmeyecek olan bir randevu (ceza günü) de var"
Buradaki "mev'id" "va'd" manasınadır, yani, "Bu senin
dünyevi cezan... sana bir de ahirette cehenneme girdirme va'di var. O halde
sen, hem dünya, hem ahirette zarara uğrayanlardan olacaksın. Bu ise, apaçık bir
hüsran, bir zarar-ziyandır. Medine ve Küfe Kurrası bunu, lâmin fethası ile
şeklinde
okumuşlardır. Bu, "O va'd, asla vazgeçilmeyecek olan bir va'ddir, yani
Allah onu mutlaka senin başına getirecek ve o seni bulacak" demektir. İbn
Kesir, Ebu Amr ve Hasan el-Basri ise bu fiili, lâmin kesresi ile şeklinde
okumuşlardır, yani, "Sen ona mutlaka ulaşacaksın, onu başından
savuşturamayacak, ondan kurtulamayacaksın" demektir. Bu fiilin, lâm'ın
fethası ile okunan şekli, Ebu Ubeyd'in tercihidir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki,
"Bu, asla caytlamayacak gerçek bir va'ddir" denilmiştir. İbn Mes'ûd
(r.a)'un bu fiili, nün ile (kesinlikle caymayacağımız bir va'd...) şeklinde
okuduğu rivayet edilmiştir. Buna göre, daha önce, (Meryem, 19) ayetinde de izah edildiği gibi,
sanki Hz. Musa (a.s), Allah'ın sözünü aynen nakletmiştir.
Sâmiri'nin ilahının
(putunun) halinin izahı da, Üstüne düşüp taptığın tanrına bak" şeklindeki
ifadesindedir. Mufaddal şöyle demiştir: "Bu fiil, hem zî'nin fethası, hem
de kesresi ile, ve şeklinde okunur. (Vaka, 65) ayetinde de durum böyledir. Bu
fiilin aslı, cife dir Bunda birinci lâm hazfeditmiştir. Bu, ancka, ikinci lâm
sakin olduğunda, Araplar birincisini atmayı güzel gördükleri için böyle
olmuştur. Binâenayelh zî'yi kesreti okuyanlar, işte hazfedilen bu lamın
kesresini zî'ya vermişlerdir. Onu fethalı okuyanlar ise, zî'yı olduğu gibi
bırakmış, harekesini değiştirmemişlerdir. Araplar, muzaaf fiillerde böyle
yaparlar ve meselâ veya (ona dokundum)
derler.
[292]
Daha Cenâb-ı Hak,
"Biz onu cayır cayır yakacağız. Sonra onu parça parça edip denize
atacağız" buyurmuştur. Ayetteki, "Onu cayır cayır yakacağız"
ifadesi ile ilgili olarak şu iki izah yapılmıştır:
a) Bununla, o putun cehennemde yakılması murad
edilmiştir ki bu o buzağı heykelinin, et ve kemik olduğuna delâlet eden
şeylerden birisidir. Çünkü altının ateşte yakılması mümkün değildir. İşte bu
hususta Süddi şöyle demiştir: "Hz. Musa (a.s) o buzağının kesilmesini
emretti. Buzağı kesildi ve ondan kan aktt. Sonra onu yaktı ve külünü göğe
savurdu." İbn Mes'ud (r.a) bunu "Biz onu keseceğiz cayır cayır
yakacağız" şeklinde okumuştur.
b) Bu,
"Biz onu, eğe ile eğeledik" manasınadır. Çünkü birisi birşeyi
eğelediğinde, denilir. Bu kıraat, o buzağının et ve kemiğe dönüşemediğini gösterir.
Çünkü et ve kemiğin eğelenmesi doğru olmaz. Şöyle de denebilir: Buzağı et ve
kemikten idi. Sonra kesildi, sonra kemikleri, parça parça edilebilmesi için,
eğe ile (testere ile) kesildi. "Ekseri kıraat alimlerinin okuyuşu, bunu
nün'un zammesi ve ra'nın şeddesi ile, "Onu cayır cayır yakacağız"
şeklindedir. Ebu Cafer ve İbn Muhaysen, "Onu eğeledik" manasında bu
kelimeyi, nûn'un fethası ve şeddesiz ra'nın zammesi ile, şeklinde okumuşlardır.
Bil ki Hz. Musa (a.s),
Sâmiri'nin yolunun yanlışlığını anlatınca, hak dini anlatmaya başlayarak
"Sizin tanrınız, yani ibadet ve saygıya gerçekten müstehak olan ilahınız,
kendisinden başka hiçbir tanrı bulunmayan Allahdır. O'nun ilmi herşeyi
kuşatmıştır" buyurmuştur. Mukatil bu son cümleye, "O kendisine ibadet
edeni ve etmeyeni bilir" manası vermiştir.
[293]
Sana geçmiş ümmetlerin
haberlerinden bir kısmını işte böylece anlatıyoruz.
Şüphe yok ki sana tarafımızdan bir "zikir"
verdik. Kim ondan yüz çevirirse,
hiç
şüphesiz kıyamet günü ağır bir günah yükü yüklenecektir. O günahın
zezası içinde', onlar ebedi kalıcıdırlar. Bu, kıyamet
günü onlar için ne kötü bir
ktür. Sûrun
üfleneceği günde ki biz o gün günahkârları gözleri gömgök masmavi) bir şekilde
mahşerde toplayacağız. Onlar aralarında "Dünyada on
günden fazla kalmadınız" diye gizli gizli
hsıldaşacaklar. Aralarında ne
konuştuklarını biz
daha iyi biliriz. Onlardan gidişi ve aklı daha üstün olanlar o
zaman, "(Dünyada) bir günden fazla
eğlenmediniz" diyecek"
(Tâhâ,
99-104).
Bi! ki Allah Teâlâ,
Hz. Musa (a.s)'ın ilk önce Firavun ite olan hadisesini, sonra za Sâmiri ile
olan hadisesini nakledince, bunun peşinden, "Sana geçmiş ümmetlerin
rierinden bir kısmını işte böylece anlatıyoruz" yani "Biz sana,
sânını yüceltmek, -^cızelerini artırmak ve böylece de dinî konularda insanların
mükellef olduğu - puslarda daha çok düşünüp ibret almaları için, diğer (geçmiş)
ümmetlerin hallerini ve haberlerini
haber veriyoruz. Sana tarafımızdan-"zikri" "yani Kur'ân'ı verdik"
Duyurmuştur. Bu tıpkı, "Bu, (Kuran) indirdiğimiz mübarek bir
zikirdir" (Enbiya, so), "Hiç şüphesiz o Kur'ân. senin için bir zikir
(hatırlatma, bir va'z-u nasihattir)"(Zunruf.44> ve Zikirli Kur'ân a
yemin olsun " (Sâd. i) "Onlara ne zaman bir zikir gelse..."
{Enbiya. 2) ve "Ey kendisine zikir indirilmiş olan (peygamber)"
(Hicr. e> ayetlerinde olduğu gibidir.
[294]
Diğer taraftan,
Kur'ân'ın "zikir" diye adlandırılması hususunda, şu izahlar
yapılmıştır:
a) Bu,
insanların gerek dinî, gerek dünyevi hususlarda, muhtaç oldukları her türlü zikrin
(hatırlatma ve va'z-u nasihatin) bulunduğu bir kitabtır.
b) Kur'an, Allah'ın her türlü nimet ve
lutuflarıhı zikreden (sayan) bir kitabtır. Binâenaleyh o Kur'ân'da, hem bir
tezkir (hatırlatma), hem de bir va'z-u nasihat vardır.
c) Kur'ân'da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz o
Kur'ân senin ve kavmin için" bir zikirdir"pubrvt,«) ayetinde de beyan
edildiği gibi, Hz. Muhammed ve ümmeti için bir zikir, bir şan-şeref vardır. Bil
ki Allah Teâlâ, bütün kitablarını "zikir" diye adlandırılmış ve
"Zikir ehli olanlara sorun..."(Nahi,«) buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak, Kur'an'ın
böyle büyük bir nimet olduğunu beyan buyurduğu gibi, ona iman etmeyip, ondan
yüzçevirenler için çok şiddetti bir va'id bulunduğunu, şu birkaç şekilde beyan
etmiştir.
[295]
1) ''Kim ondan yüzçevirirse, hiç şüphesiz
kıyamet günü ağır bir günah yükü yüklenecektir" "Vizr", ağır
ceza demektir. Ağır cezaya "vizr" denilmesi, onu yüklenecek ve
çekecek olana ağır gelmesi ve o kimsenin belini neredeyse çatır çatır kıracak
gibi olduğu için, böyle ağır bir yük taşıyana benzetilerek verilmiştir. Yahut
o, vizrin yani günahın cezası olduğu için böyle denilmiştir. Yahmilü (taşır)
fiili, yuhmelü (taşınır) şeklinde de okunmuştur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bu günahın vasfını şu iki şekilde açıklamıştır:
a) Ebedi ve devamlı oluşu,
b) Kıyamet
günü, onlar (işleyenler) için kötü bir oluşu... Yani bu günah taşınılması
bakımından ne kötü! Bu ifadedeki hımlen kelimesi, temyiz olarak mansubtur.
2)"Sûrun
üfleneceği gün...." Bununla, kıyamet gününün, sûra üflendiği gün olduğunun
anlatılması murad edilmiştir. Bununla ilgili birkaç mesele vardır:
[296]
Ebu Amr, tıpkı nahşuru
kelimesi gibi, buradaki fiili de
nûn'un
fethası ile nenfuhu (Biz üîleriz) şeklinde okurken,
diğer kıraat imamları,
bunu meçhul siğasında, yunfehu
(üflenir), (bundan
sonra gelen) diğer fiili ise, nûn ile nahşuru (toplarız) şeklinde okumuşlardır.
Çünkü sûru alıp üfleyen, melek İsrafil (a.s)'dır, haşir insanları mahşerde
toplayan) ise, Allah Teâlâ'dır. Fiil, yâ'nın fethası ile gâib sığasında yenfuhu
(üfler) şeklinde okunmuştur. Buna göre fail ya Allah TeâJâ'dır yahut İsrafil
(a.s)'dır. Diğer fiili yahşuru (toplar) şeklinde okuyan ise, sadece Hasan
el-Basrt dir. Sûr kelimesi, vâv'ın fethası ile suver şeklinde de okunmuştur, ki
bu durumda bu "suret" (şekil) kelimesinin çoğulu olur.
[297]
Ayette geçen "Sûr" ile ilgili olarak şu iki açıklama
yapılmıştır:
a) Bu,
üflenerek insanların mahşere çağırıldığı boynuz
(şeklindeki borazan) demektir.
b) Bu,
"Suret"m çoğuludur. Nefh (üflenme) ise, ruhların bu suretlere
üflenmesi üşmektir. Bunun böyle olduğuna, kelimeyi suver" şeklinde
okuyanların kıraati delalet •dar. Fakat birinci mana daha uygundur. Çünkü Hak
Teâlâ, "Çünkü o boruya ââenince" (Müöasûr, ) buyurmuştur. Allah
Teâlâ, tıpkı bu dünyada görülüp, bilinen şeylerin benleri şeylerle, insanlara
ahiret işlerinin başladığını haber verecektir.
Nitekim dünyada, yolculuk ve askerlikte, borazana üflemek insanların
adetidir.
[298]
Ayetle bahsedilen sûra
üfleniş ile, ikinci üfleniş kastedilmistir. Çünkü Allah Teâlâ'nin. bunun hemen
peşisıra gelen, "Biz o günahkârları gözleri gömgök (masmavi)
bir şekilde mahşerde toplayacağız" ifadesi, sûra
üflemenin, bu hasrın sanki bir sebebi olacağını gösterir. Bunun bir benzeri
ifade de, "Sûra üflendiği gün onlar bölük bölük gelirler.” (Nebe, 19) ayetidir.
[299]
Cenâb-ı Hak, "Biz
o gün günahkârları gözleri gömgök
ğmasmavi)
bir şekilde mahşerde toplayacağız" buyurmuştur. Bununla ilgili birkaç
mesele vardır:
[300]
Mu'tezile: "Bu
ayetteki "mücrimler" ifadesi, kâfirleri ve
günahkârları içine alır. Dolayısıyla bu, büyük günah
sahibi
asi kulların affedilmediklerini
gösterir" demiştir. İbn Abbas
curadaki
'"mücrimler" ile, Allah'a başka ilahları ortak koşanların
kastedildiğini
söylemiştir ki bu sözü, daha önce de
geçmişti.
[301]
Alimler ayette geçen
"masmavi"likle ne kastedildiği
hususunda, şu değişik izahları yapmışlardır:
a) Dahhâk ve
mukâtil, "Bu, "Gözleri masmavi, yüzleri
simsiyah oldukları halde
onları toplarız" demektir"
demişlerdir ki bu,
insanların yaratılışlarının (şekillerinin) çirkinleştiği bir maviliktir.
Araplar böyle maviliği uğursuzluk sayar. Buna göre eğer, "Allah
Teâlâ, o
günahkârlarm kıyamet günü kör olarak haşroiunacakiannı
haber vermemiş midir?"
(-a -s) Binâenaleyh
daha onlar hem kör, hem mavi gözlü nasıl olurlar?" denilirse,
biz deriz ki:
Belki de onlar, bir durumda kördürler, bir durumda mavi gözlüdürler.
b) Buradaki
mavilikle, körlük kastedilmiştir. Nitekim Kelbi, "zurkâ" kelimesinin,
""kör olarak" manasına geldiğini söylemiştir. Zeccâc da:
"Onlar başlangıçta görür ocukları halde kabirlerinden çıkarılırlar. Ama
mahşerde kör olurlar. Gözün siyahlığı bolduğunda göz mavileşir" demiştir.
Buna göre şayet, "Allah Teâlâ, ''Allah İm/arı, gözlerinin belerip kalacağı
birgün için geciktirmektedir" (İbrahim, 42) r<-yurduğuna göre bunlar
mahşerde, nasıl kör olurlar? Çünkü körün gözlerinin Mermesi imkansızdır. Yine
Cenâb-ı Hak onlar hakkında, "Kitabım (amel defterini)
."(iwa,i4)buyurucaktır. Ama kör nasıl okuyabilir?" denilirse, buna
cevaben deriz İr Oranın durumları farklı farklıdır, değişir."
c) Ebu Müslim şöyle demiştir: "Ayette
bahsedilen mavilikten murad, onların gözlerinin belermesidir. Mavi gözler
belerir. Çünkü böyle insanların gözlerinin görme gücü zaytf olduğu için,
baktığı şeyi iyice görebilmek maksadı ite, ona gözünü iyice dikip bakar. Böyle
bir durum ise, başına hoşlanmadığı birşeyın gelmesinden korkan kimsenin halidir.
Bu tıpkı, "O (Allah) bunları, gözlerinin belerip kalacağı bir gün için
geciktirmektedir" (İbrahım, A2) ayetinde olduğu gibidir.
d) Bu
kelime, "susamış olarak" manasınadır. Bu
görüşü, Sa'leb,
İbnu'l-A'râbi'den rivayet etmiştir.
İbnü'l-A'râbi şöyie demiştir:
"Mücrimlerin mahşerde alabildiğine susamış olmalarından ötürü,
gözlerinin siyahı değişir ve masmavi
hale gelir." Bu tefsire, Cenâb-ı Hakk'ın, "(Biz) mücrimleri,
cehenneme susuz olarak süreceğiz" (Meryem, esi ayeti de delâlet eder.
e) Sa'leb,
yine İbnu'l-A'rabi'nin buna onlar, elde edemeyecekleri birşeyin arzusu
(beklentisi) içinde oldukları halde" manasını verdiğini nakletmiştir.
[302]
3)
"Onlar aralarında, "Dünyada o
günden fazla kalmadınız" diye gizli gizli fısıldaşırlaşır..." Bu
ifade ile ilgili birkaç mesele vardır.
[303]
"gizli
konuşmak" demektir. Nitekim Arapça'da, ve - (gizli konuştu, fısıldaştı)
denilir. "Tehâfüt", gizlice, yavaşça
konuşmak, sır vermek
manasınadır. Bu,
HakTeâlâ'nın, "Artık (orada) bir fısıltıdan başka birşey işitmesin"
(Taha, ıoö) ayetinin bir benzeridir. Çünkü ya onların gönülleri korku ve
dehşetle dolu olduğu için, yahut da bu korku sebebi ile son derece zayıf düşmüş
olup, sesti olarak söyleme gücünü bulamadıktan için onlar işte böyle fısıltı
ile, konuşmuşlardır.
[304]
Alimler, (kaldınız)
ifadesi ile ne murad edildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu kalma, ya
dünyadaki kalış, ya kabirdeki kalıştır.
a) İşte bu
sebeble bazı alimler, onların bu sözle, dünyada kalışlarını kastettiklerini
söylemişlerdir. Bu görüş, Hasan el-Basri, Katade ve Dahhâk indir. Bunlar
görüşlerine, HakTeâlâ'nın, "(Allah) buyuracak kî: "Yerde kaç yıl
kaldınız?" (Onlar), "Birgün yahut, bir günün bir kısmı (kadar)
kaldık" diyecekler. Şimdi sayanlara sor"(Mü'minûn. 112-113) ifadesini
delil getirmişlerdir. Buna göre eğer, "Onların, dünyada ne kadar
kaldıklarını unuttukları veya unutmadıkları söylenebilir. Bunu unutmuş olmaları
mümkün değil. Çünkü eğer bu mümkün olsaydı, o zaman insanın bir yerde elli yıl
yaşayıp, sonra bunu unutması da mümkün olurdu. İkincisi de mümkün değildir.
Çünkü bu bir yalan
olur. Halbuki ahirettekiler yalan söylemezler. Özelllikle böyle falanların
onlara bir faydası yoktur" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta şu izahlar
yapılabilir:
a) Belki de
onlar ilk defa mahşere toplanıp, o dehşetengiz halleri görüp müşahede sr Kieri
için, bu dehşetin ağırlığından ötürü, dünyada ne kadar yaşamış olduklarını
biemedüer ve "çok az" olduğunu söyleyerek, "Keşke dünyada o azıcık
günleri hiç «aşamamış olsaydık da bu, korkunç şeylerle yüzyüze
gelmeseydik" dediler. İnsan, böylesi dehşetler esnasında bazan en açık
şeyleri bile görüp bilemez, onları hatırlayanı az. Bunun geniş izahı, En'âm
süresindeki…(En’am 23) ayetinin tefsirinde geçti.
b) Onlar,
dünyada nekadar yaşadıklarını biliyorlardı. Fakat dünyadaki ömürlerini, anıret
ömrü ile karşılaştırınca, bazıları, "Dünyada on gün kadar yaşamışız"
derken, en akıllıları, "Hayır, tek bir gün yaşamışız" yani,
"Dünya hayatımız, ankette kalışımızın nıktarına kıyasla, tıpkı on gün veya
bir tek gün, hatta hiç yok hükmündedir" demiştir. Ayette on gün ve bir gün
ifadeleri zikredilmiştir. Çünkü bu gibi yerlerde azlık, "on" veya
"bir" ile ifade edilir.
c) Onlar, o
dehşetli kıyamet hallerini müşahede ettiklerinde, (dünyadaki) nimet ve sürür
(sevinç) günlerini hatırladılar ve bunlara üzülerek, o günleri, kısa olarak -
relediler. Çünkü sevinç günleri, insana kısa gelir, çabuk geçer.
d) Dünya günleri gelip geçmiştir. Ahiret günleri
ise gelecektir. GeHp geçen, ne • adar uzun süreli de olsa, gelene göre gelen ne
kadar az olursa olsun kısadır. Halbuki Durada durum aksinedir (yani gelen daha
uzundur) İşte bundan ötürü, Cenâb-ı Hak, bu dünya hayatını iyice az olarak
ifade edenlerin sözünü daha doğru bularak, "Onların, gidişi ve aklı daha
üstün olanlar o zaman, "(Dünyada) bir günden fazla eğlenmediniz"
diyecek" buyurmuştur.
2) Ayetteki
bu "kalış" İle, onların kabirdeki kalma müddetleri kastedilmiştir.
Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın, "Kıyametin kopacağı gün, mücrimler, bir saatten
fazla kalmadıklarına yemin ederler. İşte onlar böyle döndürülüyor,
(saptırılıyorlar). Kendilerine ilim ve iman verilenler ise, "Andolsun ki
Allah'ın yazgısında, siz o tekrar diriliş gününe kadar kaldınız"
derler"(Rûm, 55-56) ayeti de bunu destekler.
Kıyamettekiierin yalan
söyleyebilecekleri görüşünde olanlara göre, bu ayette bir problem yoktur. Fakat
bunun mümkün olmadığını söyleyenler, (ortaya çıkan problemi) şöyle izah
etmişlerdir: "Allah Teâlâ, onları kabirde iken diriltip, (kabir azabı) verip,
sonra da onları yeniden öldürüp, daha sonra kıyamet günü diriltince, onlar
kabirde ne kadar kalmış olduklarını bilememişlerdir. Onlardan bazılarının
hatırına bu miktarın on gün olduğu gelirken, bazıları bunun birgün olduğunu
söylemişlerdir. Binâenaleyh onlar, ahirette yeniaen azaba dûçâr olunca,
başlarına gelen bu yeni azabın dehşetinden ötürü, buna nazaran kurtuluş zamanı
sayılabilecek otan o ölüm dönemini arzulayacaklardır.
[305]
Ekseri alimler,
ayetteki "On" ifadesinin,
"On gün"
takdirinde olduğu görüşündedirler. Böylece, "Bir
günden
fazla eğlenmediniz" diyenlerin sözü,
buna göre daha az
olmuş olur. Mukâtil.
bu kelimenin, "On saat" takdirinde olduğunu söylemiştir. Bu da, tıpkı
"Onlar bunu görecekleri gün sanki (günün) bir akşamından, yahut bir
kuşluğundan başka durmamışlardır" (nazmı, 46) ayetinde ifade edildiği
gibidir. Bu izaha göre, "bir gün" daha fazla olmuş olur. Allah en iyi
bilendir, Bit ki Hak Subhanehû ve Teâlâ', bu ayeti ile, onları böyle
fısıldaşmaya sevkeden şeyin, başlarına gelen en büyük dehşet olduğunu beyan
buyurmuştur.
[306]
"Sana dağlan (m)
halini sorarlar. De ki; "Rabbim onları ufalayıp, (savuracak)
ve yerlerini dümdüz bir toprak halinde bırakacak. (O
zaman) onlarda ne bir
iniş, ne bir yokuş görürsün.
O gün, (onlar) o davetciye "-kendisine muhalefet
etmeksizin uyup izinden gidecekler. Rahmanın
(heybetinden) dolayı
sesler kısılmıştır.
Artık bir fısıltıdan başka birşey işitmezsin. O gün Rahman'm
İzin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimselerden başkasının
şefaati fayda
vermez. O, onların önlerindekini de,
arkalanndakini de bilir. Onların ilmi ise
asla O'nu kavrayamaz.
Artık bütün yüzler, hay (diri) ve kayyûm (her şeye
hakkıyla hâkim) olan Allah'a baş eğmiştir. Zulüm yükü
taşıyanlar ise.
hakikaten hüsrana uğramıştır. Kim mü'min
olarak salih ameller işlerse, ne
haksızlık
yapılmasından, ne de eksiltilmesinden korkmaz"
(Tâhâ, 105-112).
[307]
Bil ki Allah Teala
kıyametin halini anlatınca, haşre iman etmeyenlerin sorusuna (şüphelerine) yer vererek,
“Sana dağların halini sorarlar” buyurmuştur.Bu sormasının izahı sadedinde şu
açıklamalar yapılır:
a) Bir önceki ayetteki yer alan,
"Aralarında... gizli gizli fıstldaşırlar" ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın,
bütün günahkârları bu şekilde tavsif ettiğini göstermektedir. Buna göre sanki
onlar "Aradaki, dağlar böyle gizli konuşmaya engef olduğu halde, bu nasıl
olabilir?" diye sormuşlardır.
b) Bu ayet,
Mekke müşrikleri hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar, alay etmek
-na<sadıyla, "Ey Muhammed, kıyamet günü dağlar nasıl olur?"
demişlerdi.
c) Belki de o müşrikler, "Ey Muhammed sen,
dünyanın sona ereceğini iddia •ctyorsun. Eğer senin dediğin doğru olsa,
dünyanın önce noksanlaşmaya başlaması, sonra bu noksanlaşmanın, yok olmaya
kadar varması gerekirdi. Ama alemin hali, s-- başında olduğu gibi, aynen
sürmekte. Dolayısıyla senin, birgün dünyanın harab
olacağı (yok olacağı)
şeklindeki sözün nasıl doğru olabilir?" demişlerdir. Bu, Calinos'un,
göklerin hiç yok olmayacağı hususunda dayandığı şüphe (delil) olup, o şöyle demiştir:
"Çünkü eğer gökler birgün yok olacak olsaydı, önce noksanlaşmaya Daşlar ve
bu noksanlaşma gide gide, tamamen yok olmaya varıp dayanırdı. Göklerde br
noksanlaşma olmadığına göre, göklerin yok olmayacağını anlıyoruz.
Cenâb-ı Hak,
Peygamberine (a.s), hem bu soruya cevab vermesini emretmiş hem se bu cevabın
peşisıra, kıyametin hallerini ve dehşetlerini anlatan şeyleri ilave etmiştir.
Birinci sıfat:
Ayetteki, "Rabbim onları ufalayıp, (savuracak)" : jmlesinin ifade
ettiği husustur. Bu cümle ile ilgili birkaç mesele vardır.
[308]
Takibiyye fâ'sı ile
fekul buyurulmuştur. Çünkü, onların bu soru ile maksatları, haşr ve neşri
meselesini tenkit etmektir.
İşte bundan dolayı,
hiç şüphesiz Cenâb-ı Hak, buna cevap teşkil eden emrini, takibiyye fası ile
getirmiştir. Çünkü, bu gibi akaidle ilgili meselelerde, açıklamayı tehir etmek
caiz değildir. Ama, fer'î meselelerde, ise, bu fâ'sız getirilebilir. Bundan
dolayı, Cenâb-ı Hak fer'T meselelerde kul kelimesini, takibiyye fâ’sı
olmaksızın zikretmiştir.
[309]
Yensifuhâ ifadesindeki
hâ zamiri, "dağlar"a racidir. Nesf savurmak demektir.
Yani, "O dağlar,
tıpkı saçılmış,
savrulmuş, darmadağın edilmiş toz zerrecikleri gibi
olurlar
demektir. Binâenaleyh, dağlar aradan
kalkınca, engeller de kalkmış olur. Böylece de, Cenâb-ı Hakk'ın,
"birbirleriyle fısıldaşırlar" sözü, yerinde olmuş olur. Halil
yensifuhâ kelimesinin manasının, "o onları giderir, uçurur" şeklinde
olduğunu söylemiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, yezeruhâ ifadesindeki hâ zamirine
gelince bu, "yeryüzü"ne racidir. Bu kelimenin, önceden zikredilmesi
şart değildir. Bu tıpkı, insanların,
"yeryüzü" nü, zamirlerle ifade etmeleri gibidir. Nitekim, Arablar,
"Onun üzerinde, yani yeryüzünde falancadan daha
cömerti
yoktur"derler. Nitekim Kur'ân'dada,
(yerüstünde) hiçbir canlı mahluk bırakmazdı"(Naht.ei) buyurulmuştur.
Cenâb-ı Hak, o dağfarın bir yerden bir yere taşınmaları durumunda orada,
engeller oluşturabileceği düşünülmesin diye, bu saçıp savurmanın, yeryüzünün
dümdüz olmasını ortadan kaldırmayacağını beyan etmek için de, "... ve
yerlerini dümdüz bir toprak halinde bırakacak" buyurmuştur. Bütün bunlar,
onların bu sualleriyle maksatlarının, gizli konuşmanın keyfiyyetine itiraz
etmeleri olması halinde söz konusudur. Ama, eğer onfarın bu sorularından
maksatları o, daha evvel de bahsettiğimiz gibi, "yeryüzünün hallerinde bir
noksanlık yoktur, binâenaleyh onların hallerinin butlana (yok olmaya) varıp
dayanmaması gerekir" şeklinde olursa, bu cevabın izahı şu şekilde olur.
Bir şeyin batıl, yok oluşu bazan, birbirine sebep teşkil eden bir yok oluşla
olur. Bu durumda, noksaniaşmanın, yok oluştan önce olması gerekir. Bazan da bu
yok oluş, bir anda oluverir ki, bu durumda noksaniaşmanın yok oluştan önce
olması gerekmez. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu maddi alemin bileşimini,
kudret ve meşietiyle, bir anda çözüp ayrıştıracağını beyan etmiştir.
Binâenaleyh burada, noksanfaşmanın yok oluştan önce olmasına gerek yoktur.
[310]
Allah Teâlâ,
o zaman yeryüzünü,
şu birkaç sıfatla nitelemiştir:
a) Onun,
teli (kâ'an) olması. Bu kelime, "dümdüz, arazi,
ova" anlamına
gelir. Yine bunun, "suyun birikmiş olduğu yer" anlamına geldiği de
söylenmiştir.
b)
Onun, (safsaf) olması...
Bu kelime, üzerinde
bitki bulunmayan yer" anlamındadır. Ebu Müslim hem kaen hem de safsafen
kelimelerinin, dümdüz ve pürüzsüz yer anlamına geldiğini söylemiştir.
c) Cenâb-ı
Hakk'ın, "(O zaman) onlardan ne bir
iniş ne de bir yokuş görürsün" cümlesinin ifade ettiği husus Keşşaf Sahibi
şöyle der: "Araplar, ivac ile avec kelimelerinin, farklı farklı şeyler
olduğunu belirterek şöyle derler: Aynın kesresiyle ıvac olanı, manalarda;
fethasıyla avec olanı da zâtlarda, cevherlerde kullanılır..." Buna göre
şayet, "Yeryüzü", ayın (cevher) dir, öyleyse nasıl olur da onun hakkında,
aynın kesresiyle ıvac kelimesi kullanılmıştır?" denilirse, biz deriz ki:
Bu lafzın seçilmesinde, yeryüzün dümdüz olma ve eğri büğrülüğün bulunmaması ile
tavsif etmede çok eşsiz ve orijinal bir durum vardır. Bu böyledir, zira sen,
yeryüzünün herhangi bir parçasına yönetip, onu düzlemeye çalışarak, onu dümdüz
etmek istediğinde, ve bunu da geometrik ölçülerle yapmaya çalıştığında onda,
gözle görülmesi mümkün olmayan eğrilikler olduğunu görürsün (anlarsın). İşte,
bu kadarcık eğrilik cidden, çok ince ve çok belirsiz olduğu için, müşahhas
durum manevi (mücerret) duruma ilhak edilmiş ve manevi durumlarda olduğu üzere
kesre ile ıvacen kelimesi kullanılmıştır. Bil ki bu ayet, yerin o günde, gerçek
anlamda küre
bacağına delâlet eder. Zira kenarlı
(köşeli) olan cismin, bazı satıhları bazıları ile —utlaka bitişir ve fakat bu
bitişme düz olarak değil de, eğri olarak gerçekleşir. Bu se ayetin zahirinin
hilafınadır (eğrilik) olmayacağına göre küre durumu vardır.
d) Emt
kelimesi, hafif çıkıntı, tümsek, demektir. Nitekim Arabça'da "o ipini,
ondan çıkıntılar kalmayıncaya kadar gerip uzattı" denilir.
Bu dört sıfattan, yeryüzünün o gün, yükseklikten
alçaklıktan, çeşitli değişim ve eğri en uzak ve beri olan, düz bir yer olacağı
neticesi çıkar.
İkinci stfat: Cenâb-ı
Hakk'tn . "O gün onlar, o :
-etçiye, kendisine muhalefet etmeksizin uyup izinden gidecekler" ayetinin
ifade esç husustur. Burada geçen "ed-dâi" (davetçi) nin ne demek
olduğu hususunda açıklama yapılmıştır.
a) "Dâİ" sûra üfleme işidir. Cenâb-ı
Hakk'ın, Ü ^jt**} ifadesinin manası ise, -"»çor kimse o çağrıdan yüz
çeviremez. Tam aksine, hepsi toplanır" şeklindedir.
b) Bu,
Beyt-i Makdis'in taşı üzerinde duran ve "Ey çürümüş kemikler, ey ayrılmış
^-saılar. Ey param parça olmuş etler. Hesap vermek ve karşılığını almak için,
ze doğru kalkın" diye seslenen melektir. Bunun
üzerine onlar, o çağıranın
sescuyar da, ona
uyarlar. Bunun İsrafil (a.s) olduğu ve ayağım
o kaya üzerine
acağı da ileri sürülmüştür. Buna göre eğer,
"Bu çağırma işi, diriltmeden önce
sa
sonra mı olacaktır?" denilirse, biz deriz ki: Eğer bu çağrıdan maksat,
onlara
Âm ve bildiri ise, bunun diriltilmeden
sonra olması gerekir; zira, ölüyü çağırmak,
np çağırmak abestir. Yok eğer maksat, onlara ilâm değil de, meselâ,
bunun
ı -eklere bir lütuf ve onlar için bir
maslahat olması kabilinden başka bir gaye ve
«afcsat ise, bu, diriltilmenden önce de mümkündür.
[311]
Üçüncü sıfat: Cenâb-ı
Hakk'ın,
Rahmanm (heybetinden) dolayı, sesler
kısılmıştır. Artık bir fısıltıdan başka birşey in" ayetinin ifade ettiği
husustr. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:
i O günün dehşetinin
şiddetinden dolayı sesler kısılmış, alcalmış ve gizlenmiştir, sadece bir
fısıltı duyarsın." "Hems", "gizlice anma, sessizce
zikretme" mdadır.
Ebu Müslim şöyle der:
"İnsanlar ve cinler, O'nun dışında kendilerinin sahibi ve olmadığını
bilmişlerdi. Binâenaleyh onlardan, fısıltıdan öteye bir ses 3lvj maz."
"Hems" kelimesi, en gizli olan ses demektir. Çok sessiz olduğu için,
ımereceyse sadece dudakların hareketinden anlaşılan bir söz almış olur.
Muhasipleri, tjlhesaca çekenleri) Allah olanların, gözlerinin süzülmesi,
seslerinin kısılması, sözlerinin
ne
karışması ve hüküm ve gamlarının uzayıp artması, haklarıdır."
b) İbn Abbas
(r.a), Hasan el-Basri, İkrime ve İbn Zeyd: "Hems, ayakların basması, yeri
çiğnemesi demektir" demişlerdir. Buna göre mana, "Sen, ayakların
çıkardığı gizli seslerden ve mahşere gelişlerinden başka birşey duymazsın"
şeklinde olur.
[312]
Dördüncü sıfat:
Cenâb-ı Hakk'ın, "Ogün Rahman 'm izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu
kimselerden başkasının şefaati fayda vermez" ayetinin ifade ettiği
husustur. Keşşaf Sahibi şöyle der: "Ayetteki men edatının, hem merfû, hem
de mansûb olması muhtemeldir. Merfû oluşu, muzâfın takdiri ite,
"şefaat" kelimesinden bedel otup, ifadenin takdiri, "Rahmanın
kendisine izin verdiği kimsenin şefaati hariç, şefaat fayda vermez"
şeklindedir. Mansûb olması ise, mefûl olması hasebiyledir. Ben derim ki, şu
sebeplerden dolayı ikinci ihtimal daha uygundur.
1) Birinci
ihtimalde, hem bir takdir yapmaya, hem de irabı değiştirmeye ihtiyaç vardır.
İkincisinde ise, böyle birşeye ihtiyaç yoktur.
2) Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesiyle, şefaat eden
kimseler kastediflir Halbuki istisna da, onlara varıp dayanır. Buna göre
Cenâb-ı Hak sanki, "Şefaat kendilerinden hoşnut olunmuş şahıslar hariç,
hiçbir kimseye fayda vermez..." demek istemiştir.
3) Şefaat
edenin derecesinin, yüksek bir derece olduğu, zorunlu olarak bilinen bir
husustur. Dolayısıyla şefaat işi ancak, Allah'ın bu hususta kendilerine müsaade
ettiği ve Allah katında hoşnut olunmuş kimseler için söz konusu olur. Şu halde
ayeti biz bu manaya hamledecek olursak, o zaman bu, açık olanı yeniden izah
etme gibi olmuş olur. Ama ayeti, kendisine şefaat olunanlar anlamına alacak
olursak, bu açık olanı yeniden izah etmek olmaz. Binâenaleyh, bu daha evlâdır.
Bunun böyle olduğu sabit olunca biz diyoruz ki:
Mu'tezile şöyle
demektedir: "Fasık, Allah indinde hoşnut olunmuş kimse değildir.
Binâenaleyh, Resulün, fasık kimseler için şefaat etmemesi gerekir. Çünkü bu
ayet, kendisine şefaat edilen kimsenin, Allah indinde mutlaka kendisinden
hoşnut olunmuş olan kimse olduğuna delâlet eder."
Bil ki bu ayet, fastk
kimselere şefaat olunacağına delâlet eden delillerin en kuvvetlilerindendir.
Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın, "... sözünden hoşnut oldu" ifadesinin
doğruluğu, (yani yerinde olmast) için, Allah Teâlâ'nın, o kimsenin sözlerinden
tek bir sözünü beğenmiş olması yeterlidir. Allah, fasıkın sözlerinden tek bir
sözüne razı olmuştur ki, bu da onun, "Allah'dan başka ilâh yoktur"
diyerek, şehâdette bulunmasıdır. Şu halde, şefaatin ona da faydalı olması
gerekir. Çünkü, olumsuz cümleden yapılan istisna olumludur. Buna göre şayet,
"Cenâb-ı Hak, burada
'mevzu bahs ayette)
olumsuz cümleden, şu iki şarta bağlı olarak istisnada Dulunmuştur.
a) Onun için, iznin tahakkuk etmesi...
b) Onun
sözünün beğenilmiş olması. Şimdi farzedelim ki, fasık hakkında, o iki şarttan
birisi, yani Allah Teâlâ'nın onun tekbir sözünü beğenmesi tahakkuk etmiş
oısun... Ancak ne var ki, siz daha niçin, "Onun için şefaat izni
verildi..." dediniz... halbuki bu, meselenin başıydı" denilirse, biz
deriz ki: Bu kayıt, yani, Cenâb-ı Hakk'ın onun tekbir sözüne razı olması,
istisnântn tahakkuk etmesi için, yeterli bir kayıttır.
Bunun delili Cenâb-ı
Hakk'ın "Onlar ancak Allah'ın razı z.duğu kimseler için şefaat
ederler" (Enbiya. 2B> ayetidir. Cenâb-ı Hak burada, bu oyitla
yetinmiştir. Bu ayet, ona mutlaka izin ve müsade çıktığına delâlet eder.
Binâenaleyh, bu iki ayetin toplamından, Cenâb-ı Hakk'ın, onun tek bir sözünü beğendiğinde,
ona şefaat edilmesi için iznin verilmiş olacağı neticesi ortaya çıkmış oiur. Bu
iki kayıt tahakkuk edince de, istisna tahakkuk etmiş ve maksat tamamlanmıştir.
[313]
Beşinci sıfat: Cenâb-ı
Hakk'ın, "O onların önlerindekini de, arkalanndakini de bilir. Onların
ilmi ise asla onu kavrayamaz" ayetinin ifade ettiği husustur. Bununla
ilgili birkaç mesele vardır.
[314]
Ayetteki eydihim
kelimesindeki hum zamiri, "dâi"ye uyan kimselere racidir. Cenâb-ı
Hakk'ın, "Ogün Rahman'ın izin
verdiği
kimseler" ifadesi ile, şefaat edenler kastedilmiştir" tfyenler, bu
zamirin, şefaat edene raci olduğunu söylemişlerdir ki, buna göre mana;
Meleklerin ve peygamberlerin şefaatleri ancak, Rahman'ın, kendisi hakkında
«eleklerin ve peygamberlerin şefaat etmesi için izin verdiği kimselere fayda
verir" şeklinde olur. Daha sonra da Cenâb-ı Hak, ''Onların önlerindekini
de... bilir" doyurmuştur ki bu, tıpkı Ayetel-kürsi de buyurduğu gibi,
"Meleklerin önlerindekini..." anlamındadır. Bu, Kelbî ve Mukâtil'in
görüşü olup, bu ifadede, kendisine şefaat etmeleri için meleklere ibadet
edenleri kınama ve başlarına vurma söz konusudur. Mukatil şöyle der:
"Yani, "Cenâb-t Hak, melekleri yaratmadan önce olanı da, onların
.adattıktan sonra onlardan sâdır olanı da bitir" demektir.
[315]
Alimler Cenâb-ı
Hakk'ın, ifadesi hakkında şu
açıklamaları yapmışlardır.
a) Kelbİ,
yani "ahiret işlerine" yani,
"dünya işlerine müteallik olanları bilir" demiştir.
b) Mücahid
"dünya işlerine ve kullarının amellerine, ahiret işlerine, mükafaat ve
cezaya müteallik şeyleri bilir" demektir" demiştir.
c) Dahhâk:
"Cenâb-ı Hak, geçeni, kalanı ve kıyametin ne zaman kopacağını bilir"
demiştir.
[316]
Alimler Cenâb-ı
Hakk'ın, ifadesi hakkında, şu iki açıklamayı yapmışlardır:
a) Allah
Teâlâ, Kendisinin, kullarının önünde ve arkalarında
olanları bildiğini
beyân buyurmuş, sonra da "Onların timi ise asla O'nu kavrayamaz"
buyurmuştur. Yani, "Kullarım, önlerinde ve arkalarında olanları ilim cihetinden
kuşatamazlar" demektir.
b) Bununla,
"Onlar, (kullar), Allah'ı, ilimce kuşatamaz ve kavrayamazIar" manası
kastedilmiştir.
Birincisi, şu iki
sebepten dolayı daha uygundur.
1) Zamirin,
daha önce bahsedilenlerden en yakınına raci olması gerekir. Burada en yakın
olan ise, Cenâb-ı Hakk'ın, ifadeleridir.
2) Allah
Teâlâ, kullarının yaptıkları ve böylece de, karşılığını hak ettikleri şeylerin,
kendisine malûm olduğunu bildirmek İçin, bunu bir zecr, yani nehy ve onları
alıkoymak lüzere getirmiştir.
[317]
Altıncı Sıfat: Cenâb-ı
Hakk'ın "Artık bütün yüzler, bay (diri) ve kayyum (herşeye hakkıyla hakim)
olan Allah'a bdş eğmiştir. Zulüm yükü taşıyanlar İse, hakikaten hüsrana
uğramıştır" ayetinin ifade ettiği husus olup bu, "O günde yüzler
zelil olur. Mülk ve kahr, başkasına değil, ancak Allah'a ait oıur"
demektir. Dilciler, "esir" anlamtna gelen el-ânî kelimesini, zelil
olmak, lafzından türetmişlerdir. Nitekim Arapça'da, bir kimse esir olduğunda,
denilir. Allah Teâlâ, burada "yüzler" ifadesini zikretmiş, bununla
mükelleflerin kendisini kastetmiştir. Çünkü »i~*j kelimesi, yüzlerin sıfatı
değil, mükelleflerin vasfıdır. Bu, tıpkı 'Yüzler o gün güzeldir; çalıştığından
dolayı hoşnuttur"Şasiye, s-9) ayeti gibidir. Cenâb-ı Hak burada, hasseten
"yüzler'i zikretmiştir, çünkü huzû ve huşu, yüzde ortaya çıkarır, orada
belirir "hay ve kayyûm" ifadesinin tefsiri daha öne geçmişti. Ebu
Umâme el-BahlIİ, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Cenâb-ı Hakk'm, 'İsm-iazam"mışu üç surede araştırınız; Bakara, Al-i
İmrân ve Tâhâ"[318]
Ravi şöyle der: "Biz bu üç sûrede ifadesinin müşterek olduğunu
gördük." Böylece Cenâb-ı Hak sakındırma üslubuyla bu günün, kişinin başına
gelecek olanlardan kaçınmasının ve o günün durumunun, kendisinde isyan ve günahı
tercih edip tâattan kaçındığı dünyanın haline benzemediğini beyan buyurmuştur.
[319]
Cenâb-i Hakk'ın,
"Zulüm yükü taşıyanlar ise, hakikaten kusana uğramıştır" ifadesine
gelince, burada hâbe fiili ile mahrum kastedilmiş olup,
ıü irtikâb edenler, mükâfaatten mahrum oldu"
demektir ki bununla da, atabildiğine zalim olup zulmünden tevbe etmeyenler
kastedilmiştir. Mu'teziie, affın olamayacağına dair bu ayetle istidlal ederek
şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hakk'ın, "Zulüm .jkü taşıyanlar ise, hakikaten
hüsrana uğramıştır" ifadesi, her zalimi içine alır. Halbuki Allah Teâlâ,
zalim hakkında "mahrum olma" ile hükmetmiştir. Onun affı ise, Duna
ters düşer. Tehdit ifade eden ayetlerin umûm olduğuna dair açıklamalarımız,
aefatarca geçmişti.
Bil ki Allah Teâlâ,
kıyametin hallerini anlatınca, müminlerin kıyametteki durumlarını zan etmek
sureti t 3 sözü bitirerek mümi.ı olarak salih ameller işlerse, ne haksızlık
yapılmasından, ne de ekşitilmesinden korkmaz" buyurmuştur. Yani,
"Kim, salihlerden, farzlardan yana Dtrşey yapar onun bu ameli de imanla iç
içe olursa, -ki bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim de O'na iman etmiş iyi
amellerde bulunmuş olarak gelirse, işte onlar İçin de en yüksek dereceler"
(rg,h 75) "ne haksızlık yapılmasından, ne de eksiltilmekten
Korkmaz" demektir.
O halde Cenâb-ı Hakk'ın, Mh
"Korkmaz ifadesi, şartın cevabı mahallinde bulunduğu için, meczûm
konumundadır. Çünkü ifadenin takdiri,
işte o, korkmaz" şeklindedir. Bunun bir benzeri de, (Cin, 13)
ayetleridir. İbn Kesir, nehy sığasında olarak "korkmasın" şeklinde
okumuştur ki, bu da güzeldir. Çünkü mana, "korkmasın, emin olsun"
demektir. Korkudan nehyetmek emin olmayı emretmek demektir. "Zulüm",
haksız yere ceza vermek veya, tâatının mükafaatmı vermemektir. (Hadmen) ise,
mükafaatının eksiltilmesi demektir. (el-hadîmetu), "eksiltilmiş"
anlamındadır. Yine, "karnı sırtına yapışmış olan" anlamındaki
(Hadimu'l-keşhı) ile, Cenâb-ı
Hakk'ın, "... tomurcuklan üst üste binmiş, birbirine yapışmış"
ayeti ışuâra, 14e) böyledir. "Yiyeceğim eridi, midemde hazmolundu"
ifadesi de, bu köktendir. Ebu Müslim ise şöyle demiştir: "Zulüm,
mükafaatın eksiltilmesi, "hadm" ise, mükafaat etde edene,
gösterilmesi gereken tazim ve saygıyı göstermemektir. Zira, mükafaat, hoş ve
güzel olmasının yanısıra, onunla birlikte tazim ve saygı bulunduğunda ancak
mükafaat olur. Çünkü noksanlaştırma, bazan mükafaatın kendisinde,bazan da,
onunla içice bulunması gerekli olan tazimde olabilir. Böylece, Cenâb-ı Hak,
müminlerden, bu iki durumu da nefyetmiş demektir.
[320]
"Biz onu böylece,
Arabça bir Kur'ân olarak indirdik. Onda, tehditlerden nicelerini tekrar tekrar
açıkladık. Olur ki, ittikâ ederler. Yahut Or kendilerinde
yeni bir ibret meydana getirir... Yegâne melik ve
hakkı olan Allah, çok
yücedir. Sana O'nun
vahyi tamamlanmadan evvel, Kur'ân'da acele etme.
"Rabbim, benim ilmimi arttır" de."
(Tâhâ, 113-114).
Bil ki adetteki
kezalike kelimesi(Tam 99) ifadesine atıftır. Yani, Aynen o İnzal gibi ve o
tarzda Kur'ân da indirdik" demektir. Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ı şu iki şeyle
vasfetmiştir.
a) Arabların
anlaması, onun i'cazına nazmına ve beşer kelâmı olmadığına vakıf olabilmeleri
için, Arapça olması...
tehditlerden
nicelerini tekrar tekrar açıkladık" cümlesinin beyan ettiği husus... Yani,
"Biz o tehditleri, tekrarladık ve tafsilatlı biçimde izah ettik"
demektir. Buradaki "vâid" içine, farzların ve haramların açıklanması
da dahildir. Çünkü tehdit, onlara taalluk eden bir iş olup, tekrar edilmesi
hükümlerin açıklanmasını gerektirir.[321]
Binâenaleyh, onun tekrar edilmesi, hükümlerin beyan edilmesini gerektirir. İşte
bundan dolayı da Cenâb-ı Hak, bunun hemen peşinden, "Olur ki, ittika
ederler" buyurmuştur ki, bununla
"haram kılınmış olan şeylerden ve farzları yerine
getirmemeden korunma, ittika" kastedilmiştir.
Lealle kelimesinin izahı, Bakara süresindeki (Bakara, 21) ayetinin tefsirinde
geçmişti.
Ayetteki, "Yahut
O, kendilerinde yeni bir ibret meydana getirir" flKtesine gelince, bu
hususta şu iki izah yapılmıştır:
Birinci izah: Mana,
"Biz Kur'ân'ı ancak, onların muttaki olmaları, yani uygun reayan şeyden
sakınmaları, yahutta Kur'ân'ın onlarda, kendilerini tâata ve uygun ?aı şeyleri
yapmaya davet eden bir zikir ve ibret meydana getirmesi için indirdik"
şeklindedir. Bu ifadeyle ilgili birkaç soru vardır:
Birinci soru:
"Kur'ân nasıl zikrin meydana getiricisi (muhdis) olur?"
Cevap: Kur'ân okurken
zikr ve ibret tahakkuk ettiği için, ihdas etme işi ona nisbet bniştir.
İkinci soru:
"Zikir, niçin Kur'ân'a nisbet edilmiş de, niye takva, yine ona nisbet
dHmemiş?"
Cevap: Takva, kabîh
(çirkin) olan şeyleri yapmama demektir ki bu, aslen bulunan yokluğa (yapmamaya)
devam etmek, onu sürdürmektir. Binâenaleyh, bu asli yolduğunu, yapmama halini
Kur'ân'a isnâd edilmesi caiz değildir. Ama, zikrin -oeydana gelmesi ise yok
iken meydana gelen yeni bir şeydir. Bu sebeple, onun Kur'ân'a nisbet edilmesi
caiz olmuştur.
Üçüncü soru: (veya)
lafzı "münafât" (zıtlık, farklılık) için kullanılır. Halbuki, takva
ite zikrin nasıl olması, arasında bir zıtlık yoktur, bundan da Öte, ittika
ancak zıkr" ile meydana gelir. O halde, bu kelimelerin arasında (veya)
edâtını-kullanılmasının hikmeti nedir?"
Cevap: Bu, Arabların,
"Ya Hasan yahutta İbn Şirin ile otur Kalk" yani "ikisinden
birinden uzak kalma" demeleri gibidir. İşte burada da böyledir.
İkinci İzah: Şöyle de
denilebilir: "Biz Kur'ân'ı, ittika etmeleri için indirdik. Binâenaleyh,
eğer bu ittika tahakkuk etmezse, Kur'ân, onlarda en azından, bir zikir, öğüt,
bir şeref ve güzel bir hatıra meydana getirir." Binâenaleyh, her İki
takdire göre de, Kur'ân'ın indirilmesi takva, yani takva vesilesi olmuş olur.
Hak Teâlâ, Kur'ân'ın
şanını ululayınca, bunun peşinden kendisini ululamış ve, mahiûkatının da,
Kendisini ululayıp tebcil etmeleri gerektiğine dikkat çekmek için, "Yegane
melik ve hakkı olan Allah, çok yücedir" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak,
kendisini (gerçek hükümdar) Hakk melik" diye vaafetmistir. Çünkü O'nun
mülkü son bulmaz, değişmez, başkasından elde edilmiş değildir; başkası o mülke
layık da değildir. İşte bundan dolayı, bu şekilde nitelemiştir kendisini...
Tefttâ "uluvv" (yücelik) masdarının
"tefâül" babıdır. O'nun,
yüceliği, azameti ve
rubûbiyyetinin
aynı anlamda olduğu sabittir ki bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, calâl sıfatlarıyla
muttasrf olması, vehimlerin kendisini anlayamaması, akılların takdirden aciz
kalması, fayda ve zarara uğramaktan münezzeh olmasıdır. O halde bu demektir ki
Cenâb-ı Hak Kur'ân'ı ancak, kulların uygun olmayan şeylerden sakınmaları uygun
olanları da yapmaları için göndermiştir. Allah Teâlâ, onların tâatleriyte
kemâle ermekten, isyanlarından da zarara uğramaktan münezzehtir. O halde
tâatlar, ancak O'nun muvaffak kılması ve kolaylaştırmasıyla meydana gelirler.
Günahların (cezası da), kendisinde bir adalet olarak tahakkuk eder. Herkese, ne
için yaratılmışsa o şey kolaylaştırılır.
[322]
Cenâb-ı Hakk'ın, "Sana onun vahyi
tamamlanmadan evvel, Kur'ân'da acele etme"
ifadesine gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır.
[323]
Bu ifadenin kendinden
Öncekilerle münasebeti hususunda şu iki izah yapılmıştır:
1) Ebu
Müslim şöyle demiştir:
"Cenâb-ı Hakk'ın,
ifadesinden
başlayarak buraya
kadar, söz tamamlanmış
ve sona ermiştir. &Ji\t J*«ft j "... Kur'ân'da acele etme" ayeti
ise, müstenef bir hitâb olup, buna göre Cenâb-ı Hak sanki, J»>ülı j£iî Vj
iJUjlu^j "Onlar sana (...) soruyorlar. Kur'ân'da acele etme..." demek
istemiştir.
2) Rivayet
olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.s), Kur'ân'dan herhangi bir şeyi
kaçıracağından endişe ediyor, bundan ötürü de, vahiy esnasında, Cebrail ile
birlikte
oluyordu. İşte bu
sebeple Cenâb-ı Hak ona, Cebrail okurken susmasını; o bitirdikten sonra,
okumaya başlamasını emretmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, Kur'an'm
mükellefler için nasıl faydalı birşey olduğunu açıklamış, kendisinin de, uygun
olmayan herşeyden münezzeh olup, iman ve rahmetle tavsif edilmiş bir zât
olduğunu beyan etmiştir. Böyle olan zâtın elçisinin de, vahiy hususunda unutma
ve yanılmadan uzak olması gerekir. Unutma ve yanılma hususunda emniyet ve
garanti tahakkuk edince de, "Kur'ân'da acele etme" buyurmuştur.
[324]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Kur'an'da acele etme" ifadesiyle, "onu kendi kendine okumada
acele etme"; "onu başkasına
okumada
acele etme"; onun zahirine itikad edip inanmada
acele etme" ve "onun zahirini iktiza ettiği
şeyi başkasına anlatmada acele etme!" manalarının kastedilmiş olması
muhtemeldir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Sana onun vahyi tamamlanmadan evvel" ifadesine gelince bununla da,
"onun tamamı sana gelmeden evvel" ve "Onun tamamının beyânı sana
gelmezden önce" manalarının kastedilmiş olması muhtemeldir. Çünkü bu iki
husus, ancak vahiy ile elde edilir. Halbuki, Hz. Peygamber (s.a.s)'tn, onu
ezberlemesi ve
onu başkasına okuması için, onu okumaktan
nehyedilmediği malumdur. O halde, txj durumda bununla kastedilen,
"Kur'ân'ın tamamı veya beyânı yahutta her ikisi şirden vahiyle ortaya
çtkıncaya kadar, ne kendisini ne de başkasını o Kur'ân'ın
yöneltmemesi..."dir. Çünkü, söz tamamlanmadığı müddetçe, sözün manası
konusunda tavakkuf etmek, beklemek gerekir. Zira, bunun peşinden, tahsis etme
özelliğine sahip olan bir istisnanın, veya bir şartın, ya da bunlardan başka
birşeyin gelmesi muhtemeldir. İşte, bu ayetin tefsiri hususundaki açıklama
budur.
Şimdi biz,
müfessirlerin bu husustaki görüşlerini verelim:
a) Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "O'nda acele
etmek için dilini hareket ettirme" j*y*m«. i6) ayeti gibidir. Hz.
Peygamber (s.a.s), Kur'ân't Cebrail'den alma hususunda çok gayretli ve
iştiyaktı idi. Dolayısıyla, "unuturum" korkusundan dolayı, Cebrail
tamamlamadan önce, onu okumada acele ediyordu. İşte bu sebepten dolayı,
kendisine, "Onun vahyedilmesi tamamlanıncaya kadar, acele et! Senin onu
alman, ağırbaşlılık ve sükûnet içinde olsun. Çünkü Allah Teâlâ, senin ilmini ve
anlayışını saracaktır" denilmiştir. Bu, Mukâtİl ve Sûddî'nin görüşüdür.
Bunu, Ata", İbn Abbas'tan da rivayet etmiştir.
b) "Kur'ân hususunda
acele edip de.sana
onun manalarının beyânı .ahyedilmezden evvel, on ashabına
okuma" demektir. Bu Mücahid ve katâde'nin görüşüdür.
c)
Dahhâk şöyle demektedir: "Mekkeliler ve
Necrftn Piskoposu: "Ey Mu-hammed (s.a.s), bize şunu söyle. Biz sana üç gün
mühlet tanıyoruz" demişlerdir. Derken, vahiy gecikir. Bunun üzerine
etrafta, "Yahudiler,[325] Muhammedi
mağlup etti" şayiası
yayılır. Bu sebepten
dolayı, "... Kur'ân'da
acele etme" ayeti nazil oldu, bu "Onun, levh-i mahfuzdan
İsrafil'e; İsrafi'Iden Cebrail'e, Cebrail'den sana vahyi tamamlanmazdan önce,
onun inmesi hususunda acele etmede, "Ey Rabbim, ilmimi arttır"
demektir.
d) Hasan
el-Basri: "bir kadın Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelerek, "kocam yüzüme
tokat attı' dedi. Bunun üzerine de Hz. Peygamber (s.a.s) "Aranızda kısas
uygulanır" buyurdu. İşte bunun üzerine, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kur'ân'da
acele etme" hitabı nazil oldu da, Hz. Peygamber (s.a.s) kısas uygulamadan
vaz geçti, derken Cenâb-ı Hakk'ın, (Nisa,34) ayeti iniverdi" demiştir. Bu
uzak bir ihtimaldir. İtimada şayan olanı ise, ilk izahtır.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Rabbim, benim ilmimi arttır' de" ifadesinde gelince, bu, "Allah
Subhanehû ve Teâtâ, Hz. Peygamber'e, Kur'ân'm tamamlanması veyahutta, kendisine
inen vahyin beyânı ile ortaya çıkacak olan ilminin artması hususunda,
kendisine, Allah'a sığınmasını emretmiştir..." demiştir.
[326]
Burada nehyedilen
acele etme işini o peygamber, şayet vahye müstenit olarak yapmışsa, o bundan
daha nasıl nehyedilir?
Cevap: Belki de, Hz.
Peygamber bunu, içtihadıyla yapmıştır. Evlâ olanı ise, acele etmemesidir. İşte
bundan dolayı nehyedilmiştir.
[327]
"Andolsun ki,
Biz, bundan evvel Adem'e de vahyetmişizdir. fakat unuttu o.
Biz, onda bir azm
bulumadık. Hani meleklere, "Adem için secde edin" demiştik de,
îblis'ten başkaları, secde etmişti. O ise, dayatmıştı. Biz de: "Ey
Adem, demiştik, hiç şüphesiz ki bu, senin de zevcenin
de düşmanıdır.
Bundan dolayı, sakın sizi cennetten
çıkarmasın o. Sonra zahmete düşersin.
Çünkü
senin, acıkmaman, çıplak kalmaman, hep oradadır, Ve sen,
"hakikaten, burada susamayacaksın, sıcak altında
da kalmayacaksın"
(fTâh*, 115-119).
[328]
Bil ki bu Hz. Adem
(a.s) kıssasının Kur'ân'da altıncı kez yer alışıdır. Banların itki Bakara
sûresinde, ikincisi A'raf'da; üçüncüsü Hicr'de, dördüncüsü larâ'da, beşincisi
Kehf'de, altıncısı da bu sûrededir. Bil ki bu ayetin kendinden öncekilerle
münasebeti hususnda şu izahlar yapılmıştır:
1) Hak
Teâlâ, "Sana geçmiş (ümmet)lerin haberlerinden bir kısmını işte böylece
anlatıyoruz" çnhk, 99) buyurup, sonra Kur'ân'ı uluiayıp, bunu iyice te'kid
edince, bu kıssayı, "işte böylece anlatyoruz" diye yaptığı va'di
yerine getirmek İçin zikretmiştir.
2) Cenâb-ı
Allah, "O (Kur'ân) da tehdidlerden nicelerini tekrar tekrar
açıkladık." Olur ki ittikâ ederler, yahut o kendilerinde yeni bir ibret
meydana getirir" (tma, umu) buyurunca, bunun peşinden Hz. Adem (a.s)
kıssasını getirmiş ve sanki, "İnsanoğlunun şeytana boyun eğmesi ve onun
vesveselerinden korunamaması çok
eskilere
dayanır. Nitekim biz bundan önce, yani, kendilerine nice nice tehditlerimizi
açıladığımız kimselerden Önce, Adem (a.s)'a vahyetmiş ve ona sıkı sıkı tenbih
etmiştik. Çünkü biz, "H/ç şüphesiz ki bu, senin de zevcenin de
düşmanıdır" demiştik. Ama o, buna rağmen yine unuttu ve o ahdi (vahyile
yapılan tavsiyeyi) terketti. O halde, insanın şeytandan korunamaması işi çok
eskilere dayanır" demek istemiştir.
3)
Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed (s.a.s)'e: "Ya
Rabbi ilmimi artır" rr«h*. ıwj aemesini emredince, bundan sonra Hz. Âdem
(a.s) kıssasını getirmiştir. Çünkü Hz. Âdem
(a.s), kendisine Allah
Teâlâ'nın vahyetmesine ve
vahyini tekrarlayıp düşmanından sakındırmasına
rağmen bütün bunları unuttu. Binâenaleyh insan jûcûnün, şeytandan korunmaktan
aciz kaldığına delâlet eder. Bu durumda da insan, *m elde etmeye, unutmaktan ve
yanılmaktan uzak kalmaya muvaffak kılması hususunda Rabbisinden medet ummaya
muhtaçtır.
4) Hz.
Muhammed (s.a.s)'e "Onun vahyi tamamlanmadan evvel, Kur'ân'da acele
etme"(T&n&, ıuj denilince bu, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
vazifesinden fazlasını yapmak suretiyle dini hususlarda gayret gösterdiğine
delalet eder. Binâenaleyh Hak
Teâlâ, Hz. Muhammed
(s.a.s)'ı, bu hususta ileri gitmekle (ifratla) niteleyince, Hz. Âdem (a.s)'i de
gereğinden az yapmakla (tefritle) nitelemiştir. Çünkü o, bu hususta f mal
göstermiş, bunu aklında tutamamış ve derken unutuvermiştir. Böylece insanın
zelleden (hatadan) kesinlikle kurtulamayacağını, her halükârda bir hata yapacağını
Delirtmek için, Hz. Âdem (a.s)'i tefrit, Hz. Muhammed (s.a.s)'i de ifrat ile
tavsif etmiştir.
5) Hz.
Muhammed (s.a.s)'e, "Acele etme" denilince, bundan canı sıkdmış ve
«endi kendisine, "Uygun olmayan bir şey yapmamış olsaydım, bana bu nehiy
gelmezdi" demiş. İşte bunun üzerine ona: "Eğer nehyedildiğin şeyi
yaptıysan, sen Dunu ancak ibadete olan düşkünlüğünden ve vahyi yerine getirme
aşkından ötürü yaptın. Atan Âdem (a.s) ise ihmalkârlığından ve kendisini
koruyamamasından ötürü, -ygun olmayan bir şey yapmıştı. Binâenaleyh senin
hatan, onun hatasından daha güzeldir" denilmek istenmiştir.
[329]
Hak Teâlâ'nın "Andolsunki Biz, bundan evve! Âdem'e
vahyetmişük" cümlesindeki "ahd" ile, Allah'ın bir emri veya bir
yasağının •kastedildiğinde bir şüphe yoktur. Nitekim kralların emir ve
tavsiyeleri hususunda, denilir. Müfessirler bu ayette, "Biz Ad«m (a.s)'e,
o ağaçtan yememesini ve ona yaklaşmamasını vahyettik, emrettik, tavsiye
ettik" manasını vermişlerdir.
Ayetteki "bundan
evvel" ifadesi ile ilgili olarak da şu izahlar yapılmıştır.
1)
Kendilerine Kur'ân'da tekrar tekrar tehditlerde bulunduğumuz o kimselerden
evvel.
2) İbn Abbas (r.a): "Âdem (a.s), o ağaçtan
yemezden evvel, Allah Teâlâ ona, ondan yememesini vahyetmişti" demiştir.
3) Bu,
"Hz. Muhammed (s.a.s) ve Kur'ân'dan önce..." demektir. Bu görüş,
Hasan el-Basri'nindir.
Ayetteki ''Fakat
unuttu" ifadesine gelince, bu husustaki geniş açıklamayı Bakara Sûresin'de
yapmıştık. Burada, bu hususta pek az birşeyi tekrar edeceğiz:
"Nisyân"ın manası hususunda şu iki izah yapılmıştır.
a) Bu, hatırlamanın zıddı olan şeydir, yani
"unutma"dır. Hz. Âdem (a.s), ezberlemediği ve iyice zabtetmediği,
dolayısıyla, unuttuğu için itâb olunmuştur. Hasan el-Basri (r.h), "Allah'a
yemin olsun ki, Hz. Âdem (a.s) unutması dışında asla asi olmadı" derdi.
b) Buradaki
"nisyan", yapmamak manasınadır. Çünkü Âdem (a.s), kendisine
ağaçtan ve onun
meyvesini yemekten sakınması
hususundaki emri yerine getirmemişti. Bu
kelime nüssiye şeklinde
de okunmuştur ki
anlamı: "unutturuldu", yani şeytan ona unutturdu"
demektir. Bu takdiri (manaya) göre, şöyle denilebilir: Hz.
Âdem (a.s)'in bu
günaha hiç yorum yapmadan
yöneldiği söylenebileceği gibi, yorum yapıp yöneldiği de söylenebilir.
Bu husustaki izahımız Bakara Sûresi'nde geçti.
[330]
Hak Teâlâ'nın
"Biz onda bir azm bulamadık" ifadesi ile ilgili birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis:
"Bulma" fiili, "bilme" manasına gelebilir. İşte bu ayette,
"bitme" manasındadır. Bunun, "yokluğun" zıddı olan
"bulma" manasında olması da mümkündür. Buna göre bu, "Onda bir
azim bulamadık" manasında olur.
İkinci Bahis:
"Azm", kararlı ve sebatlı olmak, ısrar etmek demektir. Hak Teâlâ'nın,
"Biz onda bir azm bulamadık" cümlesi "Onda günahı sürdürme
hususunda bir azim bulamadık" manasında olabileceği gibi ki bu bir övgü
olmaya daha uygundur. "Onda günahı "terketme", gafletten
korunma" ve "sakınma" hususunda bir azim bulamadık"
manasında da olabilir. Biz, Hz. Âdem (a.s)'ın içtihadında hata ettiğini
söylediğimiz takdirde bu, "Onda, ictihadda ihtiyatı olma hususunda bir
azim bulamadık" demek olabilir.
[331]
Cenâb-ı Hak "Hani
meleklere, "Âdem için secde edîn" demiştik de, îblis'den başkalan
secde etmişti. O ise dayatmıştı" buyurmuştur Bu, birkaç mesele ihtiva
eder:
1) Meleklerin hepsi mi, yoksa bir kısmı mı secde
ile emrolunmuşlardı?
2) Bu secde ne demektir?
3) İblis,
meleklerden midir, değil midir? Eğer değil ise, bu istisna niçin yapılmıştır «e
neden dolayı secde ile emrolunmuştu?
4) Bu, Hz.
Âdem (a.s)'in, Hz. Muhammed (s.a.s)'den daha üstün olduğuna delâlet mi, etmez
mi?
5) Cenâb-ı
Hakk'ın İblis hakkında, "O ise dayatmıştı" demesinden, onun kâfir
olduğu manası nasıl çıkarılır? O, tâa baştan beri mi kâfir idi, yoksa bu işten
dolayt —. kâfir oldu? Bil ki bütün bu soruların cevabı, Bakara sûresinde
ayrıntılı bir şekilde geçti.
Hak Teâlâ "Biz de, "Ey Âdem, hiç şüphesiz ki
bu, senin de zevcenin de düşmanıdır. Öyleyse, sakm mâ cennetten çıkarmasın o.
Sonra zahmete düzersin" demiştik" buyurmuştur. Bu iade ile ilgili
birkaç soru vardır.
[332]
Birinci soru: Bu
düşmanlığın sebebi nedir? Cevab: Buna birkaç açıdan cevab verilir:
a) İblis,
çok kıskanç idi. O Allah Teâlâ'ntn Hz. Âdem (a.s)'deki nimetlerini
görünce, kıskandı ve ona düşman oldu.
b) Hz. Âdem, genç ve bilgili idi. çünkü Cenâb-ı
Hak, onun hakkında, "(Allah) Adem'e bütün isimleri öğretti" (Bakara.
Aı) buyurmuştur İblis ise cahil bir ihtiyardı.
j o, kendisinin üstün
oluşunu, yaratıldığı şeyin üstün oluşunu delil getirerek Er ala kalkışmıştır.
Bu ise, bir cahilliktir. Cahil olan ihtiyar her zaman genç ve alim dan kimseye
düşman olur.
c) İblis,
ateşten, Âdem (a.s) ise, su ve topraktan yaratılmıştır. Bu iki asıl unsur
a/asında düşmanlık (terslik) vardır. Binâenaleyh bu, o düşmanlığın neticesi ve
oevamıdır.
[333]
İkinci soru: Onları
cennetten çıkaran Allah Teâlâ kendisi olduğu halde, "Sakın sizi (O iblis)
cennetten çıkarmasın" buyurmuştur?
Cevab: Bu çıkarılma
işi neticede, şeytanın yapmış olduğu vesvese yüzünden olduğu için, bunun böyle
ifade edilmesi makul olur.
Üçüncü soru: Bu fiili
birlikte yaptıkları halde, niçin zahmet çekme işi, Hz. Havva'ya da değilde,
sadece Hz. Âdem (a.s)'e isnâd edilmiştir?
Cevab; Buna iki
şekilde cevap verilir:
a) Hz. Âdem
(a.s), ailesinin (eşinin) amiri ve reisi durumunda olduğu için, onun zahmet
çekmesi zımnında, ailesinin de zahmet çekeceği manası vardır. Bu tıpkı, onun
mutluluğunun içinde ailesinin mutluluğunun da
yatmasına benzer. Binâenaleyh, ayette aynı zamanda fasılaya, ayet
sonlarının ahengine) riayet de söz konusu olduğu için, bu zahmet çekme işi,
Hz. Havva'ya değil, sadece Hz. Adem (a.s)'a nisbet edilmiştir.
b)
Bu fiil ile, "azık (geçim) elde etmedeki
yorulma, zahmet çekme" manası kastedilmiştir. Bu ise, kadına değil, erkeğe
aittir. Rivayet olunduğuna göre, Hz. Âdem (a.s)'e, kırmızı bir öküz indirilip
verildi ve o, bununla çiftçilik yapıyor, terliyor ve alnının terini siliyordu.
[334]
Cenâb-ı Hak, Çünkü
senin acıkmaman, çıplak kalmaman hep oradadır ve sen hakikaten burada
susamayacaksm, (güneşte) kalmayacaksın" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili
birkaç mesele vardır:
[335]
Ayetekı böyle fethalı
okunduğu gibi, kesreli olara şeklinde de okunmuştur. Fethalı okunuşu, üzerine
atfedilmeğinden dolayıdır. İmdi, şayet: eğer edatı üzerine gelmez. Mesela
denilemez. Habuki ifadesinin başındaki vav, en edatının yerini tutmaktadır.
Dolayısıyla bu vav nasıl, onun üzerine dahil edilebilir?" denilirse, biz
deriz ki: Vav, her zaman en'İn yerini tutmak için kullanılmaz. O her amilin
yerini tutabilir. Binâenaleyh enne, özellikle tahkik (hiç şüphesiz) manasına
kullanılan bir harf olmadığında, tıpkı en ve enne'nin yanyana gelmelerinin
imkansız oluşu gibi, vâv İle yanyana gelişi imkansız değildir.
[336]
Doymak, suya kanmak,
giyim, gölgede oturmak, insanların
işlerinin
hep dayandığı merkezlerdir. Bundan dolayı Allah
Teâlâ, bu şeylerin kazanmaya ve araştırmaya gerek
olmaksızın cennette insanoğlu için mevcud olacağını
bildirmiştir. Bunların da, olumsuz
cümlelerle
ifade edilmeleri, zıdlan olan açlık ve çıplaklıktan ötürüdür. Ayette susama
ve gölgeden bahsedilişi, insanın kulağına, ve bunların
sebeb olduğu sakındığı çeşitli
zahmetli şeyleri
çıtlatmak içindir. Böylece insan, böyle zahmetlere düşmesine sebeb
olacak şeylerden sakınır. Bütün bunların hepsi, sanki
ayetteki, "Sonra zahmete
düşersin"
ifadesini tefsir için getirilmiştir.
[337]
"Nihayet şeytan
onu fitledi: "Ey Âdem seni ebedilik ağacına ve zeval
bulmayacak bir mülke götüreyim mi?" dedi. işte
bunun üzerine ikisi de,
ondan yediler. Hemen
kötü yerleri açıhverdi. Üstlerini cennet yaprağından
(alıp) örtmeye
başladılar. Adem Rabbine karşı gelmiş oldu ve şaşıp kaldı.
Sonra Rabbi yine onu seçti, tevbesini kabul etti ve
ona doğru yolu gösterdi"
(Tâhâ, 120-122).
[338]
Bil ki Hak Teâlâ,
melekleri Hz. Âdem (a.s)'e secde ettirmek suretiyle onu yücelttiğini, İblis'in
hem ona, hem de eşi (Havva'ya) Çok aşırı düşman olduğunu, bu düşmanlığı
yüzünden, onları, içine düştüklerinde ellerindeki bütün nimetlerin yok olacağı
bir masiyete çağırdığını beyan buyurmuştur. Buna rağmen Hz. Âdem (a.s) ve
Havva'dan, o zelle sadır olmuştu.
Ebu Umâme
el-Bâhili'den rivayet edilen şu şey ne kadar dikkat çekicidir: "Eğer
insanoğlunun kıyamete kadarki sabrı ve düşleri terazinin bir kefesine, Hz. Âdem
(a.s)'in sabrı ve düşleri de diğer gözüne konulacak olsaydı, mutlaka Hz. Âdem
(a.s)'in nadisesi çok enteresandır. Çünkü Allah Teâlâ, "Sakın (İblis) sizi
cennetten çıkarmasın. Sonra zahmete düşersin. Çünkü sen burada acıkmayacak
çıplak kalmayacaksın, burada susuzluk çekmeyeceksin. Güneş (in sıcağında)
kalmayacaksın" rrâhâ. 117-119) ifadeleri ile Hz. Âdem (a.s)'i sürekli bu
rahatlığa muntazam bir geçime teşvik etmiş, İblis de, onu "Seni ebedilik
ağacına götüreyim mi?" ifadesi ile, sürekli bir rahata, "ve zeval
bulmayacak bir mülke götüreyim mi?" ifadesi ile muntazam bir geçime teşvik
etmiştir. Binâenaleyh Allah'ın onu teşvik ettiği şey ile, İblis'in teşvik ettiği
şey aynıdır. Fakat Cenâb-ı Hak böyle bir hayatı, onun o ağaçtan uzak durması
şartına, İblis ise bunu, onun o ağaçtan yemesi şartına bağlamıştır. Sonra Âdem
(a.s), aklının mükemmel olması ve İblisin kendisine secde etmeyip,
düşmanlığından dolayı kendisini hataya sürüklemiş olması sebebiyle, Allah
Teâlâ'nın İblis'in kendisinin düşmanı olduğunu bildirmesini bilmesine ve ancak
Allah'ın onun mevlâsı, yardımcısı ve Rabbi olduğunu bilmesine rağmen, daha
nasıl
aynı hadisede ve aynı maksad hususunda,
İblis'in kendisinin alabildiğine düşmanı olduğunu bilmesine rağmen, onun sözünü
kabul etmiş, ama Allah'ın, kendisinin yardımcısı ve mürebbisi olduğunu
bilmesine rağmen, O'nun sözünden yüz çevirmiştir. Kim bu konuda iyice
düşünürse, şaşkınlığı ve hayreti artar, en sonunda bu hadisenin, Allah'ın kaza
ve kaderinden kurtuluşun olmadığına, ona hiç birşeyin engel olmayacağına ve
delilin çok açık ve kuvvetli olmasına rağmen, ancak Allah'ın takdiri ile fayda
vereceğine bir dikkat çekme gibi olduğunu anlar.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Nihayet şeytan onu fitledi, ona vesvese verdi" ifadesine gelince,
onun nasıl vesvese verdiği ve ne ile vesvese verdiği meselesi Bakara Sûresi'nde
geçmişti. Buna göre şayet, "Vesvese fiili, nasıl (A'raf,2O) ayetinde
olduğu gibi bazan lâm ile, bazan da bu ayette olduğu gibi ilâ harf-i cerri ile
müteaddi oluyor?" denilirse, biz deriz ki: şekli, "Ondan ötürü
vesvese verdi, şekli ise, "Ona vesvese verdi" demektir. Bu tıpkt,
(Ona konuştu) ve (Ona fısıldadı) ifadelerinde olduğu gibidir.
[339]
Daha sonra Cenâb-t
Hak, o vesvesenin, şeytanın Hz. Âdem (a.s)'i şu iki şeye arzulandırmak
hususunda olduğunu beyan etmiştir:
a) "Seni ebedilik ağacına götüreyim
mi?" ifadesi... İblis bu ifadesinde, ağacı ebediliğe nisbet etmiştir, onun
iddiasına göre ondan yiyen herkes ebedileşirmiş.
b)
"Zeval bulmayacak bir mülke"
ifadesi... Bu, "Kim bu ağaçtan yerse, mülkü devam eder, eskimez,
bitmez" demektir. Kâdi şöyle der: Ayetin zahirinde Hz. Âdem (a.s)'in
şeytanın bu sözünü kabul ettiğine dair herhangi bir şey yoktur. Aksine, bu
vesvese Hz. Âdem (a.s)'in Peygamber olduğu sırada cereyan etmiş olsaydı, Hz.
Âdem (a.s)'in şeytanın bu vesvesesini kabul etmesi imkansız olurdu. Zira
mükellef olma hali ile karşılık alma hali arasında mutlaka bir fasıla olması
gerekir. Bu fasıla ölüm ile olabilir, yahut bu bulut ile (?) olabilir. Hz. Âdem
(a.s) peygamber olduğuna göre, bunu bilmemesi düşünülemez.[340]
Biz deriz ki:
Mükellefiyet ile mücazaat arasında mutlaka böyle bir fasılanın (boşluğun)
olması gerektiğini kabul etmiyoruz. Niçin şöyle denilmesin: "Böyle bir
boşluğa kesinlikle ihtiyaç yoktur. Olsa dahi mutlaka bir uyuklama veya baygınlık
gibi bir durum ile böyle kısa bir fasılanın meydana gelmesi yeterlidir. Hem
sonra Ölüm sebebi ile mutlaka böyle bir fasılanın bulunması gerekli ise de, daha
niçin sen, "peygamberin mutlaka bunu bilmesi gereklidir" diyorsun (Ey
Kâdi). . Siz (Mu'tezile'den) bazıları "Hz. Musa (a.s), "Allah'ın
görülmesinin imkansız olduğunu bilmediği için, O'nu görmeyi istemiştir"
dememiş midir? Bu bilmeme caiz olunca, beriki niçin caiz olmasın? Sonra o zaman
Hz. Âdem (a.s)'in peygamber olduğuna dair delil nedir? Çünkü bize göre, bu
zelle (hata), Hz. Âdem (a.s)'in peygamber olmasından sonra değil, önce
olmuştur. Sonra Hz. Âdem (a.s)'in, şeytandan gelen bu vesveseyi kabul atiğinin
delili, Cenâb-ı Hakk'ın vesveseyi haber verdiği ayetin peşinden, l£U ^Tİı *İfte
bunun üzerine ikisi de ondan yediler" ifadesini getirmesidir. Ayetteki bu
sıra, bu vesvesenin.o yemenin sebebi olduğunu göstermektedir. Bu tıpkı liftiz
zina etti de recmolundu. "Hz. Peygamber (namazda) •-anıldı da secde (-i
sehv) yaptı" denilmesi gibidir. Çünkü bunlardaki fâ-i ta'kibiyyeler, üu
recmin o zinanın; bu secdenin de o sehvin (yanılmanın) neticesi olduğunu
gösterir. tfte burada da bu yemînin, İblis'in "Seni ebedilik ağacına ve
zeval bulmayacak bt mülke götüreyim mi?" şeklindeki sözüne Hz. Âdem
(a.s)'in kulak vermesi neticesi : naşı gerekir. Bu netice ise ancak, Hz. Âdem
(a.s)'in bu vesveseyi kabul etmesi -alinde söz konuşudur. Çünkü Âdem (a.s),
eğer İblis'in bu sözünü kabul etmeseydi, onun sözüne binâen yeme işine
yeltenmezdi. Binâenaleyh Hz. Âdem (a.s)'in, îblis'den gelen bu vesveseyi kabul
ettiği sabit olur.
[341]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, o ikisinin, bu ağaçtan yeyince, hemen kötü yerlerinin açıldığını
bildirmiştir. İbn Abbas (r.a), o ikisinin, Cenâb-ı Hakk'ın kendilerine
giydirmiş otdukları nurdan elbiselerden soyulduklarını ve böylece avret
mahallerinin açıldığını söylemiştir. Ayetteki "sev'âtü" kelimesi cemi
olarak getirilmiştir. Bu tıpkı, "Siz ikinizin kalbleri kaymıştır"
(Tahrim, 4) ayetinde olduğu gibidir. Buna göre şayet, onların edeb yerlerinin
açılması, sanki işledikleri günaha bir ceza gibi midir?" aenilirse, biz
deriz ki: "Bunun, o yeme işine bağlı gibi olduğunda bir şüphe yok. Fakat
Dunun bir ceza olmama ihtimali de olup, bir başka faydaya vesile olmak üzere, o
ise bina edilen bir durum olma ihtimali de mevcuttur.
Ayetteki '
"üstlerini, cennet yaprağından (alıp) örtmeye başladılar" ifadesi ile
ilgili birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis: Keşşaf
Sahibi şöyle der: ifadesi tıpkı (şöyle yapmaya başladı) ifadeleri gibi olup,
fiilinin hükmü, haberinin müzari olması hususunda, tıpkı fiili gibidir. Fakat
aralarında çok ufak bir mesafe vardır: bir işe başlandığını bildirir, ise
başlanmak üzere olduğunu bildirir.
İkinci Bahis: Fiil,
teksir ve tekrir (çok ve tekrar tekrar yapmayı göstermek için), şeklinde de
okunmuştur ki bu, Arapların "Ayakkabıyı iyice dikti" deyimlerinden
gelir. Bu da, "hassâf'ın (ayakkabı dikicisinin), ayakkabıyı dikmesi,
yamaması demektir. Buna göre bu ifade, "O ikisi örtünmek için, edeb
yerlerine cennet yapraklarını yamadılar" demektir.
[342]
Hak Teâlâ, "Âdem
Rabbine karşı gelmiş oldu ve şaşıp kaldı" buyurmuştur. Bazı kimseler,
böylece Hz. Âdem (a.s)'dan büyük bir günah sadır
olmuş olduğunu söyleyerek, bu ayeti şu iki şekilde buna delil
getirmişlerdir:
a) Âsi
(karşı gelen), kınama için kullanılan bir lafızdır. Binâenaleyh bu ancak, büyük
günah işleyenler için kullanılır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Kim Allah'a ve
peygamberine âsi olur, sınırlarını geçerse, onu da (Allah), içinde ebedi kalıcı
olarak cehenneme Aoyar"(Nisa, H) buyurmuştur. Büyük günah sahibi demek,
cezaya müstehak olacağı bir işi yapan demektir.
b) Azgınlık
ve sapıklık (gavâye ve dalalet), eşanlamlı iki isimdirler. Gayy,
"rüşd"ün zıddıdır. Böylesi isimler, ancak fıska (günaha) iyice dalmış
fasıklar için kullanılır.
Bazıları birinci
delife, şöyle diyerek cevap vermişlerdir: Masiyet, emre muhalefet etmek, emri
dinlememektir. Emir ise bazan vücûb ifade eder, bazan "nedb"
(mendubluk)... Çünkü Araplar, "Falancaya çocuğunun işi hususunda şu fikri
verdim de bana isyan etti" yine "Falancaya ilaç içmesini emrettim de
bana isyan etti" derler. Durum böyle olunca da, "isyân"ın, Hz.
Âdem (a.s) hakkında kullanılması imkansız olmaz. Bu, onun vacibi terketmesinden
ötürü değil, aksine mendûbu terkedtşinden ötürüdür.
Bu itiraza, o görüş
sahibi şu şekilde cevap vermiştir: "Biz, Kur'ân'ın zahirinin, âsi'nin
ikaba müstehak olduğuna delâlet ettiğini; örfün de bu kelimenin kınamada
kullanılan bir laıfız olduğunu gösterdiğini beyân etmiştik. Binâenaleyh âsi
isminin, vacibi yerine getirmeyen için kullanılması gerekir. Bir de eğer
mendûbu yapmayana "âsi" denilebilseydi, o zaman bütün peygamberlerin
de "âsi" diye nitelendirilmeleri gerekirdi. Çünkü onlar da (bazı)
mendubları yapmamışlardır. Buna göre eğer, "mendûbu yapmayanın
"âsi" diye nitelendirilmesi mecazidir. Mecaz ise muttand (devamlı)
değildir, (her yerde geçerli olmaz) denilirse, biz deriz ki: Onun bir mecaz
olduğunu kabul ettiğine göre, aslolan bu durumun olmamasıdır. Bize itiraz eden
kimsenin, "Falancaya çocuğunun işi hususunda şu fikri verdim de bana isyan
etti" ve "Falancaya ilaç içmesini emrettim de bana isyan etti"
şeklindeki cümlelerine karşı da deriz ki: Biz, Arapların bunu böyle
kullandıklarını kabul etmiyoruz. Bunu kabul etsek bile, Araplar bu ifadeyi,
istişarede bulunan kimsenin mutlaka o işi yapacağına, o işi ihlal etmesinin
mümkün olmadığına kesin gözüyle baktıklarında kullanırlar. Bu durumda da bir
"vâciblik" olmasa bile, sanki manen bir vaciblik meydana gelmiş olur
ki bu da, isyan'ın (asiliğin), ancak vâciblik söz konusu olduğunda
kullanılacağına delâlet eder. Fakat biz, Allah tarafından olan icâbın (vâcib
kıtısın) vucûbu gerektirdiği hususunda ittifak ettik. Binâenaleyh isyan sözünün
Hz. Âdem (a.s) hakkında kullanılmasının, onun vacibi terketmesinden dolayt
olması gerekir.
Hem sonra bazı
kimseler, ayetin, Hz. Âdem (a.s)'den bir masiyetin sâdır olduğuna delâlet
ettiğini kabul etmişlerdir. Fakat bunlar, bu masiyetin büyük değil, küçük
günahlardan olduğunu iddia etmişlerdir. İşte bu, genel olarak Mu'tezile'nin
hepsinin görüşüdür. Bu da zayıftır, çünkü biz, "âsi" isminin, kınama
için kullanıldığını; Kur'ân'ın zahirinin Hz. Âdem (a.s)'in ikaba müstehak
olduğunu ve bunun ise küçük günahlara daha uygun düşmeyeceğini beyan etmiştik.
Ebu Müslim
el-ısfehâni, buna karşı şöyle cevap vermiştir: "Hz. Âdem (a.s),
Mükellefiyetlerinde değil, dünyevi bir hususta isyan
etmiştir. "Gavâ" fiili ile ilgili -u<um de böyledir. " Ebu
Müslim'in bu görüşü de akıldan uzaktır. Çünkü dünya asıahatları (dünyevi
işler), mubahtır. Onları yapan kınama için kullanılan "âsi" fsyan)
lafzı ile nitelenemez ve onlar için, ''Onları şeytan aldatt/"(Afraf.22)
denilemez.
Ayetteki (azdı-şaştı)
ifadesine tutunmak isteyenlere karşı, alimler birkaç jönden cevab vermişlerdir:
a) Bu,
"O cennet nimetlerinden mahrum kaldı" demektir. Çünkü Hz. Âdem (a.s)
eoedi mülke sahib olmak için o ağaçtan yeyip, neticede mülkünün devam etmesi föyfe
dursun, elindeki mülk tamamen zail olup, bu gayreti neticesiz kalıp, başarıya _
aşmayınca, "o şaştı" >Jjü denilmiştir. Bunun manası şudur:
"Gayy", rüşdün recidir. Rüşd ise. birşey vasıtasıyla gayeye ulaşılan
şeye ulaşmak, onu elde etmek demektir. Binâenaleyh kim bir vasıta ile bir
gayeye ulaşmak ister ama neticede gayesinin zıddı meydana gelirse bu durumu
ifade için gayy tabiri kullanılır.
b) Bazıları da gavâ fiili, burada beşeme yani
"usandı" anlamına gelir, yani Adem. çok yemekten ötürü usandı, tıkandı"
demektir. Keşşat sahibi şöyle der. Bu, her ne kadar
ânablı meksur olan yayı elife kalbedip de,
mesela, ve kelimelerinde
ve diyenlerin lehçesine, yani Tayy kabilesi lehçesine göre doğru olsada.
bu değersiz bir açıklamadır.
Bil ki bence bu konuda
en evla olan ve gürültüyü kesecek şey, şöyle denilmesidir; 5- hâdise, onun
peygamberliğinden önce meydana gelmiştir ki biz bunu Bakara Suesi'nde enine
boyuna açıklamıştık. Burada mutlaka araştırılması gerekli bir hususdur:
Kur'ân'ın zahiri her ne kadar Hz. Âdem (a.s)'in isyan edip şaştığına delalet
erse de, hiç kimse Hz. Âdem (a.s)'in asi ve gâvi olduğunu söylemez. Sözümüzün
Doğruluğuna şunlar delâlet eder:
1) Utbi
şöyle der: Bir elbiseyi biçip diken kimseye, "O, onu kesti, dikti"
denilir. tana, bu iş onun sanatı olmadığı ve o bu sanatla tanınmadığı müddetçe,
onun için,
Kesici, biçici,
terzi" kelimeleri kullanılmaz. Bu zellenin Hz. Âdem (a.s)'den tek bir sefa
sâdır olduğu malûmdur. Binâenaleyh bu ismin onun hakkında kullanılmaması
gerekir.
2) Bu
hadisenin, onun peygamberliğinden önce sâdır olmuş olduğu kabul edilmesi
-alinde, artık Allah Teâlâ'nın onun tevbesini kabul edip, onu risâtet ve
nübüvvetle şereflendirmesinden sonra, bu ismin onun hakkında kullanılması caiz
olmaz. Bu, tıpkı <âfir olduktan sonra, Müslüman olan kimse hakkında: "O
kâfirdir" manasında, kâfir /S JtT denilmemesi gibidir. Hatta, bu hâdisenin
peygamber olduktan sonra sâdır : muş olsa bile, onun hakkında şu vasıfların
kullanılması caiz değildir. Çünkü Hz.
Âdem
(a.s), bu işten tevbe etmiştir. Bu da tıpkı müslüman bir kimsenin, içki içip
veya zina edip, sonra bunlardan iyice tevbe ederse, artık onun hakkında, içkici
veya zinakâr denilmemesi gibidir. İşte burada da böyledir.
3) "Asi-gâvi" şeklindeki sözlerimiz,
Hz. Âdem (a.s)'in pek çok hususta, âsi ve Allah'ı tanımada şaşkın olduğu
vehmini verir. Halbuki bu iki lafız Kur'an'da mutlak olarak değil, Hz. Âdem
(a.s)'in âsi olduğu o hadise ile kayıttı olarak zikredilir. Buna göre Cenâb-ı
Hak sanki, "O, şu hususta âsi oldu" demiş olur. Bu ise, biraz önce bahsettiğimiz
o yanlış vehme engel olur.
4) Allah
Teâlâ'nın, başkasının söyleyemeceği-kullanamayacağı şeyi Hz. Âdem (a.s)
hakkında kullanması caizdir. Bu tıpkı, efendinin kölesi ve çocuğu hakkında, âsi
olmaları halinde, o
efendiden başkasının o köle ve
çocuk hakkında
söyleyemeyecekleri şeyleri söylemesi gibidir.
[343]
Cenâb-ı Hak, "Sonra Rabbiyine onu seçti, tevbesini
kabul etti ve ona doğru yolu gösterdi"
buyurmuştur. Bu, "Sonra Allah onu seçti, onun tevbesini kabul etti, yani
af ve mağfiretini ona yöneltti. Onu doğruya iletti ve böylece o, pişmanlığa,
istiğfarda bulunmaya başladı. Allah da bunu kabul etti" demektir. Hz.
Peygamber (s.a.s)'in söylediği rivayet edilmiştir:
Şayet büfün
dünyadakiierin ağlaması, Hz. Davud'un ağlamasına eklenseydi, (onunla mukayese
edilseydi), Davud'un ağlaması daha çok olurdu. Bütün bunlar da, Hz. Nuh'un
ağlamasına eklenseydi, Nuh'un ağlaması da bundan daha çok olurdu. Nûh adı, onat
çok ağladığı için verilmiştir. Bütün bunlarda, Hz. Adem'in ağlamasına eklenip
onunla mukayese edilseydi, Hz. Âdem'in hatasından Ötürü ağlaması da, bunlardan
daha çok olurdu."
Vehb İbn Münebbih
şöyle demektedir: "Hz. Âdem çok çok ağlayınca, Allah Teâlâ ona vahyetti de
ona, ''Senden başka ilâh yoktur. Seni tenzih eder ve sana hamdederiz.
Bir kötülük işledim, böylece nefsime zulmettim. O
halde beni bağışla. Çünkü sen, bağışlayanların en hayırlısısın" demesini
emretmiş, daha sonra da Cenâb-ı Hak ona, "Senden başka ilah yoktur. Seni
tenzih eder ve sana hamdederiz. Bir kötülük işledim, böylece nefsime zulmettim.
O halde bana merhamet et, acı. Çünkü, merhamet edenlerin en merhametlisi
sensin, sen" de!" demiş, daha sonra da, ona yine "Senden başka
ilah yoktur. Seni tenzih eder ve sana hamdederiz Bir kötülük işledim, böylece
nefsime zulmettim. Bent tevbeye muvaffak kıl. Çünkü sen. tevbeleri çok kabul
eden ve merhametli olansın" de!" demiştir.
İbn Abbas (r.a),
"Hz. Âdem (a.s)'ın, Rabbinden aldığı kelimeler" işte
bunlardır" demiştir.
[344]
"Allah şöyle
buyurdu; "kimimiz kimimize düşman olarak, hepiniz oradan
inin. Artık ne zaman benden size hidayet gelir de, kim
benim hidayetime
uyarsa, o sapmaz,
bedbaht olmaz" Kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun
hakkı da. dar bir geçimdir. Ve biz onu, kıyamet
gününde, kör olarak hasrederiz, (Artık o zaman o), "Rabbim, beni niçin kör
hasrettin? Halbuki ben, gören biri idim" demiştir. Allah da şöyle
buyurmuştur: Öyledir, sana
ayetlerimiz geldi de,
sen onları terkettin. işte bu gün de sen, öylece
terkediliyorsun. İşte, israfa sapan ve Rabbinin ayetlerine
inanmayanları biz
böyle cezalandırırız.
Ahiretin azabı ise. elbette daha çetin ve daha süreklidir"
(Tâhâ, 123-127).
[345]
Bil ki bu ayetlerin
başında yer alan ifadeyle ilgili şöyle bir soru sorulabilir: ifadesi, ya iki
şahsa, ya da daha fazlasına yapılmış olan bir hitabtır. Binâenaleyh, eğer bu
iki şahsa yapılan bir hitab ise, Cenâb-ı Hak daha nasıl bundan sonra, cemaata
bir hitab olan, "Artık ne zaman benden sizlere hidayet gelir de"
ifadesini söylemiştir? Yok eğer bu, ikiden fazla kimselere bir hitab ise, o
zaman nasıl olup da tesniye ile
"ikiniz inin" demiştir?
Alimler, bu sorunun
cevabı hususunda şu izahları yapmışlardır:
a) Ebu
Müslim: "Hitâb, hem zürriyetiyle birlikte Hz. Âdem'e, hem de, zürriyeti
ile birlikte, İblis'edir. Hz. Âdem'le İblis, ayrı iki cins oldukları için,
"ikiniz ininiz" denilmesi, bu her bir cinsin Kafabafıfc kimseleri
ihtiva etmiş olmasından dolayı da, denilmesi doğru olmuştur. '
b) Keşşaf
Sahibi şöyle demiştir: Hz. Âdem ve Havva <a.s), beşerin astı ve beşerin
kendilerinden çıkıp dallanıp budaklandığı sebep ve kök oldukları için, o ikisi,
beşerin tamamı gibi kabul edilmiş ve onlara, tıpkı beşerin tamamına yapılan
hitabla hitab edilmiş de böylece, çoğul olarak, denilmiştir.
Allah Teâlâ'nın
"Kiminiz kiminize düşman olarak" ifadesine gelince Kadi şöyle der:
"Bu ifadenin zahiri manasının bihakkın gerçekleşmesi hususunda, İblis'in
ve şeytanların, insanların düşmanları; insanların da onların düşmanları olması
yeter. Binâenaleyh buna, iki fırka içindekilerin birbirlerine karşı düşmanlığı
da eklenirse, bunun da bu ifadenin içine girmesi imkansız olmaz."
Ayetteki "Artık
ne zaman benden size hidayet gelir de, kim benim hidayetime uyarsa"
ifadesinde, bununla zürriyetin kastedildiğine dair bir delâlet bulunmaktadır.
Alimler bu ayette geçen "hidayef'ten maksadın ne olduğu hususunda ihtilaf
etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları bunun, "peygamber";
bazıları "ayetler
[346]ve
deliller", diğer bazıları da, "Kur'ân'dır" demişlerdir. Esasen
bu husustaki hakikatse şudur: "Huda, hidayet rehberi'1 delâlet etmek,
kılavuzlamak demektir. Dolayısıyla bu ifadenin içine, yapılan bu izahların
hepsi girer.
[347]
Ayetteki "O
sapmaz, bedbaht olmaz" ifadesinde Cenâb-ı Hakk'ın, kendisine tâbi olanlara
karşı kefil olduğu o hidayetle kastedilenin, delillere tâbi olma olduğuna dair,
bir delâlet bulunmaktadır. Delillere tâbi olmak ise ancak, kendileriyle
istidlal ve amel edilmek suretiyle mükemmeileşir. Durumu böyle olan kimseye,
şaşmayacağı ve bedbaht olmayacağı konusunda kefil olmuştur. Bu hususta şu üç
izah yapılmıştır.
a) "Bu kimse, dünyada sapmaz, ahirette
bedbaht olmaz"
b) "Bu kimse, ahirette sapmaz ve bedbaht
olmaz" Çünkü Allah onu cennete iletecek ve onu orada karar kıldıracaktır.
c) Bu kimse, dünyada sapıp, bedbaht olmaz.
Şayet, "Allah'ın
hidayetine tâbi olan kimselerin başına da, dünyada bazen
bedbahtlık geliyor" denilirse, biz deriz ki:
"Bu ifadeyle murad edilen, "O, dini konularda sapıtmaz ve din
sebebiyle bedbaht olmaz" manasıdır. Binâenaleyh, eğer bedbahtlık bir başka
sebepten dolayı meydana getirse, bunda bir sakınca yoktur.
[348]
Allah Teâlâ,
hidayetine tâbi olanlarına, va'dde bulununca, bunun peşinden, "davetinden
yüz çevirenler hakkındaki vaidini ve tehdidini getirerek 'Kim benim zikrimden
yüz çevirirse,.." buyurmuştur, "ez. Zikr" ifadesi, daha önce de
beyân edildiği gibi, ilahi kitabları içine alabilir. Bu ifadeyle, "deliller"in
murad edilmiş olması da mümkündür. "Onun hakkı da bir geçimdir"
cümlesindeki dank kelimesi, aslında, "darlık ve sıkıntı" demek olup,
bu masdardır. Daha sonra bu, bir başka kelimenin sıfatı olarak getirilir de,
meselâ "Dar geçim" denilir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki,
"sıkıntılık bir yaşayış ve hayat vardır" demek istemiştir.
Bil ki, kendisiyle
tehdit edilen bu darlık, ya dünyada, ya kabir de, ya ahirette, ya dinde, yahut
her şeyde veyahutta, her şeyin ekserisinde olabilir.
[349]
Birincisine gelince,
bu hususta bir ktsım müfessir şöyle demiştir: Bu böyledir, çünkü müslüman,
Allah'a tevekkül ettiği için, güzel bir yaşayışla yaşar. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"onu güzel bir yaşayışla yaşatırız" (Nam, 97) buyurmuştur. Kâfir ise,
dünyaya düşkün olduğu ve devamlı bir şekilde daha fazlasını istediği için, onun
layatı dar ve sıkıntılıdır, hali karanlıktır. Hem, Cenâb-ı Hak bazı kâfirlere,
küfürlerinden molayı zillet ve meskenet damgasını vurmuştur. Nitekim O:
"Onların üzerine horluk ve yoksulluk damgası vuruldu. Allah'dan bir gazaba
da uğradılar'
İkincisine, yani bunun
kabirde olmasına, kabir azabına gelince, bu Abdullah İbn Mesûd'un, Ebu Said
el-Hudri'nin, Abdullah İbn Abbas'ın görüşüdür. Ebu Hureyre bunu, Hz. Peygamber
reT ederek, merfû bir hadisle şöyle demiştir: "Kabir azabı, kafirleredir
O, hayatım elinde olan Zâta, AllaH\yemin ederim ki, şunu iyi biliniz: Kâfire
kabrinde doksandokuz ejderha musallat edip.[351]
" İbn Abbas (r.a), şöyle der: "Bu ayet, Esved İbn Abduluzzâ
ei-Mahzumi hakkında nazil olmuştur ki, bununla kabrin sıkması kastedilmiştir
ki, orada onun kaburgaları birbirine girer..."
[352]
Üçüncüsüne, yani bunun
ahiretteki, cehennemdeki sıkıntı olmasına gelince, bu onların oradaki
yiyeceklerinin, "darîc devenin yediği diken" zakkum olması,
içeceklerinin de alabildiğine kaynar su ile, cehennemliklerin vücutlarından
akan irin ve kan olmasıdır ki onlar orada, ne ölürler, ne yaşarlar. Bu, Hasan
el-Basri, Katâde ve Kelbİ'nin görüşüdür.
[353]
Dördüncüsüne, yani
bunun dini haller hususundaki sıkıntı olmasına geline, İbn Abbas şöyle
demiştir: "Sıkıntılı hayat, kişiye, hayır kapılarının daralması ve kişinin
onlardan hiçbirine yol bulamaması demektir,"
Şiblî'ye Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, "Belâya duçar olmuş kimseleri gördüğünüz de, Ailah'dan
afiyetini talep ediniz"
[354]hadisi
sorulduğunda o şöyle demiştir: (Gerçek) Ehl-i belâ, Ailah'dan habersiz olan
kimselerdir. Binâenaleyh onların cezaları, Allah'ın onları, kendi nefisleriyle
başbaşa bırakmasıdır. İnsanların kendisine bırakılmasından daha dar ve daha
sıkıntılı olan hayat ne olabilir ki?."
Atâ'nın da şöyle
dediği rivayet edilmiştir: "Ayette bahsedilen sıkıntılı hayat kâfirin
hayatıdır. Çünkü o, ne mükâfaata, ne de cezaya inanmamıştır."
[355]
Beşincisine, yani bu
darlığın herşeyde veya her şeyin ekserisinde olmasına gelince, Hz. Ali'den Hz.
Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Masiyetin cezası üçtür. Geçim darlığı,
sıkmtüardaki zorluk ve, kişinin yiyeceğine ancak, Allah'a isyan ederek
ulaşması"[356]
Cenâb-ı Hakk'ın, biz onu, kıyamet gününde, kör olarak
hasrederiz" buyruğuna gelince, bu hususta şu izahlar yapılmıştır:
a) Bu,
Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Biz onları kıyamet günü körler, dilsizler,
sağırlar olarak yüzükoyun hasredeceğiz" (ta. 97) ve Tâhâ 102 ayetindeki
zurkan "gözleri gömgök bir halde" kelimesinin körlükle tefsir
edilmesi gibidir. Onun, "Görür bir
vaziyette
diriltileceği, ama mahşere sürüldüğünde kör olacağı da" ileri sürülmüştür
ki bu husustaki leh ve aleyhteki açıklamamız, (Tâhâ 102 ayetinin tefsirinde)
geçmişti.
b) Mücahfd,
Dahhâk ve Mukâtil "Hüccetleri görmekten kör olma" manasını
vermişlerdir ki bu, aynı zamanda, Said İbn Cübeyr'in, İbn Abbas (r.a)'dan
yapmış olduğu bir rivayettir. Kadl şöyle der: "8u görüş zayıftır. Çünkü,
kıyamette kendilerine,
nakkı batıldan
ayrıldığının zuhur etmesi için, Allah Teâlâ'nın onlara mutlaka, özerlerinde
oldukları, yaptıkları şeyin batıl olduğunu bildirmesi gerekir. Durumu böyle :
an kimse ise ancak, mecazi olarak böyle vasfedilebilir ki, bundan maksat, onun,
- yametten önceki hayatının böyle olduğunun vurgulanmasıdır. Hem bu ifadeyle, o
dünyada iken bu şekilde olmazsa, onun, "Halbuki ben, gören biri idim"
ifadesi de bağdaşmaz. Bu itirazı, Cenâb-ı Hakk'ın, bu körlüğü, mükellefin
dünyada iken, delilleri -tutmasına bağlaması da destekler. Binâenaleyh şayet,
ahirette meydana gelecek o körlük, bu unutma esnasında olmuş olsaydı, bunun, bu
sebeple dünyada iken bir zararı olmayacağı gibi, mükellefe bu sebepten dolayı
da, ahirette, bir zarar dokunmazdı."
Bil ki, bu itiraza
karşı verilecek olan gerçek cevâp, bir başka delilden elde edilir ki o da
şudur: Dünyada iken cahil olan ve o cehaletleri üzere bedenlerini terkeden
'ûhlar, ahirette de aynı cehaletlerini sürdürür. Bir de, o cehalet, orada,
ruhani elemlerinin en büyüğüne bir sebep haline dönüşür... Binâenaleyh, bu
yolla, Kadi'nin Mu'tezili usûllere dayamış olduğu yol arasında, son derece
büyük bir mesafe ve «zaklık vardır.
Cübbai şöyle demiştir:
"onun amâ olarak haşredilmesinden murat, onun, kıyamet gününde, kendisiyle
hayra nâit olacağı bir yola ulaşamaması; aksine, herhangi bir şeye varamayan ve
yolunu bulamayan amâ, kör gibi; şaşkın kaiakalmasıdır.
Cenâb-ı Hakk'ın
"(Artık d zaman o), "Rabbim, beni niçin kör hasrettin? Halbuki ben,
gören biri idim" demiştir. (Allah da şöyle buyurmuştur:) öyledir, fakat
sana
ayetlerimiz geldi de sen onlan terkettin.
işte bu gün de sen, öylece terkediliyorsun" buyruğuna gelince, buradaki
cevâbın ortaya konulması hususunda iki izah şekli bulunmaktadır:
1) Hidâyete
uymayı terketmesi ve ondan yüz çevirmesine bir ceza olmak üzere, Cenâb-ı Hak
onun başına bu körlüğü getirmiştir.
2) Beşerî ruhlar, cahil ve ruhani hakikatler ile
münasebet kurmaktan uzak ve sapkın olduktan vaziyette bedenlerini
terkederlerse, bu ayrılıştan sonra da aynı hal üzere kalakalırlar ve ruhani
olan ve acıları büyür. İşte bundan dolayı da Cenâb-t Hak, ahirette bu körlüğün
meydana gelmesini, dünyada delillerden yüz çevirmiş olmaya bağlamıştır.
"Dar bir
geçim" ifadesini, "dünyadaki darlık" la tefsir eden kimse ise
şöyle demektedir: "Allah dünyada zikrinden yüz çeviren kimse için, bu
dünyada dar bir geçim, ahirette de körlük olduğunu beyân etmiştir."
Ayetteki İşte israfa
sapan ve Rabbinin ayetlerine inanmayanları biz böyle cezalandırırız"
buyruğu hakkında âlimler ihtilaf etmiştir. Bazıları: "şirk koştu ve kâfir
oldu" manasını verirken, bazıları da, "Allah'a isyan etme konusunda
haddi aştı ve israf etti" manasını vermiştir. Cenâb-ı Hak bundan neyin
murad edildiğini, 'Ve Rabbinin ayetlerine inanmayanlar1' ifadesiyle beyân
etmiştir. Zira bu ifade, "israf etti" ifadesinin bir tefsiri gibidir.
Böylece Cenâb-ı Hak, durumu böyle o/an bir kimseyi daha önce zikredilmiş olan "dar
geçim" ve körlükle cezalandıracağını beyan etmiştir. Bundan sonra da,
"ahiretin azabının, daha çetin ve daha sürekli olduğu" nu beyan
etmiştir. Onun daha çetin olması, azamet ve büyüklüğündendir; daha kalıcı
olması ise, onun kesiksiz ve inkitâstz olması sebebiyledir.
[357]
"Biz onlardan
evvel nice nesilleri helak ettik. Bu onları bidayete sevketmedi
mi? Halbuki kendileri de onların yollarında yürüyüp
duruyorlar. Bunda salim
akıl sahibleri için
elbette ibret verici ayetler vardır.
Eğer Rabbinden. Önceden
verilmiş bir söz ve
belirlenmiş bir müddet olmasaydı, (muhakkak onlara da
azab gelip çatardı) o halde sen, onların dediklerine
sabret. Güneşin doğmasından evvel de, batmasından evvel de Rabbini hamd ile
teşbih et. Gecenin bir kısım saatlerinde ve gündüzün etrafında da teşbih et ki.
Rızayı
ilâhiye eresin''
128-130).
Bil ki Altah Teâlâ,
zikrinden yüz çevirenleri kıyamet günü nasıl hasredeceğini beyan edince, bunun
peşinden mükelleflerin ibret almaları gayesiyle dünyada peygamberleri
yalanlayanların başlarına gelen halleri zikrederek,
"Bu onları
hidayete sevketmedi mi?" buyurmuştur. Ekseri imamların kıraati, yâ ile
şeklinde olup, bu kıraata göre, hidayet fiilinin faili, "onlardan evvel
nice asırları helak etmemiz..." ifadesidir. Kaffâl şöyle der; "Bu
kötülükten a'*oyan bir sebeb kabul edildiği gibi, geçmiş ümmetlerden pek çok
kimsenin helak ı, muhatablar için bir açıklayıcı kabul edilmiştir." Ebu
Abdurrahman es-Sülemi, ii, nün ile ...ojî
fö hidayete sevketmedik mi?" şeklinde okumuştur. Zeccâc, göre mananın, "Onlara, düşünmeleri ve
tefekkür etmeleri halinde, sayesinde yd bulacakları bir beyanda bulunmadık
mı?" şeklinde olduğunu söylemiştir. Ayetteki, "TNıce nesilleri helak
ettik" ifadesi ite, Cenâb-ı Hakk'ın geçmiş ümmetlerden helak îrinin çok
olduğu anlatılmak istenmiştir.
Cenâb-ı Allah,
"Halbuki kendileri de onların yollarında Tüyüp duruyorlar" ifâdesi
ile de şunu murad etmiştir: "Kureyş, geçmiş ümmetlerin " oldukları
nimetlere ve başlarına gelen çeşitli helâklara delâlet eden o büyük âyetleri
müşahede ediyorlar. Bunları görüp müşahede edenin, herkesten fazla ibret Anası
gerekir."
[358]
Cenâb-ı Hak, o
ayetlerde, salim akıl sahibleri için birer ibret olduğunu beyan
Duyurmuştur. "Ulû
'n-nühâ", akıl sahibleri demektir. Daha doğrusu, nehy, aklın
ziyyetine delâlet eder. Çünkü nehy (birşeyden geri
durma ve geri durdurma),
sayesinde kötülükten
vazgeçen akıllı kimseler
için söz konusudur. Bu
tıpkı
l-azm" (azim sahibi) şeklindeki
sözümüzün, ihtiyatlı ve temkinli olan kimseler
çın, bir meziyet ve üstünlük ifade etmesi gibidir. İşte bundan ötürü
bazı kimseler,
ehlü'l-verâ, ehlü't-takva" (verâ
sahibi, takva sahibi) gibi tabirler kullanmışlardır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Hz. Muhammed (s.a.s)'i yalanlayıp, inkâr edenlere niçin peşin (hemen) azab
verilmediğini beyan buyararak "Eğer Rabbinden, önceden verilmiş bir söz
(hüküm) ve belirlenmiş Tir zaman olmasaydı, (muhakkak onlara da azab gelip
yapışırdı" demiştir. Bu •adede, takdim-tehir olup, takdiri, şeklindedir.
Ayette geçen
"kelime" nin, (sözün, hükmün)
Allah Teâlâ'nın meleklerine bildirdiği ve Levh-i mahfuz'da yazmış olduğu şu
husus olduğunda şüphe yoktur: Hz. Muhammed (s.a.s)'in ümmeti, yalanlasatar bile
onların cezası ertelenecek, geçmiş ümmetlerin oaşına getdiği gibi, onların
başına "kökünü" kazıma" azabı gelmeyecektir. Alimler, ou azabın
niçin, Muhammed Ümmetinin başına getmeyeceği hususunda, değişik zahlar
yapmışlardır: Bazıları: "Çünkü Allah, onlar içinde (yani Kureyşliler, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in ilk muhatabları içinde), iman edeceklerin olduğunu
bitiyordu" derken, bazıları: "Allah, onların neslinden iman edecek
kimseler bulunacağını biliyordu. Şayet onlara azab indirecek olsa, bu azab
hepsini içine almış olurdu demiştir. Diğer bazıları da: "Bu husustaki
hikmet gizlidir. Onu sadece Allah bilir"
demişlerdir. Ehl-i sünnet şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hakk'ın
mâlikiyyet hükmü vardır: O, hiçbir sebeb olmaksızın, dilediğine fazlını,
dilediğine azabını verir. Çünkü eğer O'nun fiili, bir sebeb ve illetten dolayı
olmuş olsaydı, o zaman o illet ve sebeb kadim ise, bu fiil de kadim olurdu;
eğer hadis ise, o zaman o illet de, başka bir illete muhtaç olurdu ve teselsül
gerekirdi. İşte bundan ötürü, muhakkik âlimler: "Herşey, hiçbir illet ve
sebebe bağlı olmaksızın, Allah'ın yaptığı ve yarattığıdır" demişlerdir.
[359]
Ayette bahsedilen
"ecel-i müsemmâ1' (belirlenmiş bir ecel, bir zaman) hususunda, şu iki
görüş ileri sürülmüştür:
a) Bu,
"Eğer o azab için, yani Bedir Günü için belirlenmiş bir zaman
olmasaydı..." demektir.
b) Bu,
"Eğer âhirette o azab için belirlenmiş bir zaman olmasaydı" demektir
ki bu ikinci görüş, doğruya daha yakındır. Buna göre ayetin manası, "Eğer
bu azabın âhirete bırakılması şeklinde önceden verilmiş bir hüküm
bulunmasaydt" şeklindedir. Bu tıpkı, "Daha doğrusu, onlara va'dolunan
asıi (azabın) vakti, o saattir (kıyamettir)" (Kamer, 46) ayetinde ifade
edildiği gibidir. İşte geçmişte verilmiş böyle ilâhi bir hüküm olmasaydı, o
zaman onların Hz. Peygamber (s.a.s)'i yalanlayıp, eziyet etmelerine karşılık,
onlar için ilâhi ceza hemen verilirdi.
Allah Teâlâ daha
sonra, eceline ulaşmadan hiç kimsenin helak olmayacağını haber verince,
Peygamberine, onların dediklerine sabretmesini emretmiştir. Bununla, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in, onların sözlerinden, hoşlanmadıklarına sabretmesinin
kastedildiğinde şüphe yoktur. Yine bunun, bazı müşriklerin, "Muhammed
sihirbazdır, veya delidir veya şâirdir" gibi sözleri olması da
muhmeteldir. Yine bununla, onların Hz. Peygamber (s.a.s)'i, iddia ettiği
nübüvvet hususunda yalanlamalarının kastedilmiş olması muhtemel olduğu gibi, bu
iddiasını kabul etmeleri de muhtemeldir. Çünkü bütün bunlar, Hz. Peygamber
(s.a.s)'i üzen, kederlendiren ve eziyet veren hususlardandır. Böylece Cenâb-ı
Hak onu sabretmeye, Allah'ın dinine davet etmeyi sürdürmeye, üzerindeki risalet
görevini ifâya ve müşriklerin ona karşı yaptıkları şeylerin, onu bundan
vazgeçirmemesine teşvik etmiştir. Kelbî ve Mukâtil, bu ayetin kitâl (cihad)
ayetleriyle mensûh olduğunu söylemişlerdir.
[360]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Rabbini hamd ile teşbih et" buyurmuştur. Bu tıpkı "Sabır
ile,namaz ile (ASlah'dan) yardım isteyin"(Bakara. 153) ayeti gibidir. Bu
ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:
[361]
ifadesi hal
mahallinde olup, "Rabbin
seni
teşbihe muvaffak kılıp, sana yardım
ettiği için, Rabbine hamdedicisin" demektir.
[362]
Cenâb-f Hak, sabrın
hemen peşisıra teşbihi emretmiştir. Çünkü Allah'ı zikretmek teselli ve rahatlık
sağlar. Zira mü'minin Allah'a kavuşmaktan başka rahatı yoktur.
[363]
Alimler, bu
"teşbih"m ne demek olduğu hususunda şu iki
şekilde
ihtilaf etmişlerdir: Ekseri
alimler, bununla
namazın murad edildiği kanaatindedirler. Bu görüşte
olanlar, şu üç değişik görüş belirtmişlerdir:
a) Ayet, beş
vakit namaza delâlet eder, fazlasına ve noksanına değil... Buna göre İbn Abbas
(r.a): "Beş vakit namaz bu ayette mündemiçtir. "Güneşin doğmasından
evvel" ifadesi, sabah namazına, "(Güneşin) batmasından evvel"
ifadesi de öğle ve ikindi namazına delâlet eder. Çünkü bu ikisi, güneşin
batmasından evveldir. Ayetteki, "Gecenin bir kısım saatlerinde... teşbih
et" ifadesi akşam ve en son olan yatsı namazını içine alır. "Gündüzün
etrafında" ifadesi de, gündüzün iki tarafında olan sabah ve akşam namazlarını,
te'kid eden bir ifade olmuş olur. Bu tıpkı, "Namazlara; bilhassa salat-ı
vusta'ya devam edin"(Bakara, 238) ayetindeki, "salat-ı \rusta" ifadesi
gibi (te'kiddir).
b) Ayet, beş
vakit namaza ve fazlasına delalet eder. Ayetin beş vakit namaza aelalet edişi
şöyledir: Zaman, ya güneşin doğuşundan evvel veya batışından evveldir. O halde,
gece ile gündüz bu iki ifadeye dahildir. Dolayısıyla farz namazların vakitleri,
bu iki ifâde ile anlatılmıştır. Ayette geriye, "Gecenin bir kısım saatleri"
ve "Gündüzün etrafı" ifadeleri kalır. "Gündüzün etrafı"
ifadesi, nafile namazlara aittir.
c) Ayet, beş vakit namazın bir kısmına delâlet
eder. Buna göre, "güneşin doğmasından evvel" ifadesi, sabah namazına;
"batmasından evvel" ifadesi, ikindi namazına, "gecenin bir kısım
saatleri" ifadesi, akşam ve yatsı namazına aittir. Binâenaleyh öğle
namazı, hâriçte kalmış olur.
Birinci görüş daha
kuvvetli olup, nazar-t dikkâte alınması daha uygundur. Bütün bu görüşler,
ayetteki "teşbih et" ifadesini "namaz kıl" manasına aldığımızda
söz
konusudur.
Ebu Müslim: "Teşbih et" ifadesini, Cenâb-ı
Hakk'ı tenzih et" mânasına
hamletmek
uzak bir ihtimal değildir. Buna göre ayet, "Bu sayılan vakitlerde Allah'ı
tenzih et" demektir" der, Bu görüş, ayetin zahirine ve bahsi geçen
şeylere daha uygun bir görüştür. Çünkü Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)'e
önce, onların ileri sürdükleri yalanlama, şirk ve küfürlerine sabretmesini
emretmiştir. Buna uygun olan ise, peygamberliğinin devam etmesi, onu ortaya
koyabilmesi ve ona çağırabilmesi için, Allah'ı tenzihi emretmesidir. İşte
bundan ötürü, Cenâb-ı Hakk, bütün vakitleri kapsayacak genel bir ifade
kullanmıştır.
[364]
Zikrin en efdâli
geceleyin olanıdır. Çünkü insan zihninin en
fazla derli toptu olduğu vakit o vakittir. Zira bu vakitlerde
insanların hepsi, sessiz, sakin, hareketsiz ve insanın
duyguları,
diğer insanların hareket
ve işlerinden
kurtulmuştur. İşte bundan ötürü Cenâb--ı Hak,
''Gerçekten, gece kalkan nefis (yok mu), işte o, hem uygunluk itibariyle daha
kuvvetli, hem kıraatçe daha sağlamdır" (Müzemmii, 6) ve "Yoksa o,
âhiretten korkarak, Rabbinin rahmetini umarak gecenin saatlerinde secdeye
kapanan, kıyamda durur bir halde taat ve ibadet eden kimse hiç böyle olmayan
gibi olur mu? (zcmer. 9) buyurmuştur. Bir de gece, sükûnet ve rahat vaktidir.
Binâenaleyh o esnada, insan kendisini ibadete verdiğinde, ibadet nefse zor,
bedene ağır gelir. İşte bundan dolayı, daha fazla ecre ve sevaba müstehak olur.
[365]
Birisi gündüzün, iki
tarafı (ucu) vardır. Öyleyse Cenâb-ı Hak
niçin,
"Gündüzün etrafında (taraflarında)" buyurmuştur.
Halbuki evlâ olan, tıpkı, "Gündüzün iki tarafında
namaz
"(Hûd, 114) ayetinde buyurduğu gibi,
buyurması idi?" diyebilir. Buna, bazıları şöyle diyerek cevab
vermişlerdir: "Ceminin (çoğulun) en azı ikidir. Binâenaleyh bu soru
düşer." Bazı kimseler de, "Bu iş, yani gündüzün iki tarafının oluşu,
her gündüzde tekrar ettiği için, böyle cemi ifade edilmiştir" demişlerdir.
Hak Teâlânm, "Ta
ki rıza 'yi ilâhiye eresin" ifadesi ile ilgili şu İ2ahlar yapılmıştır:
a) Bu, tıpkı
büyük bir padişahın, "Ey falanca, hizmetimle meşgul ol. Belki bundan,
istifâde edersin" demesi gibidir. O, bu sözüyle, seni, nimet hususunda
yüksek derecelere çıkaracağım" manasını kasteder. Dolayısıyla, Hak
Teâlâ'nın bu ifadesi, "Rabbin sana (bol bol) verecek ve böylece sen hoşnûd
olacaksın"(Dun*.5) ayetiyle, "Ümid edebilirsin, Rabbin seni bir
makam-ı mahmûda gönderecektir" (I**. 79) ayetlerine bir işaret olmuş olur.
b) Böylece sen, elde ettiğin sevaba razı olur,
hoşnud olursun..."
c) Böylece
sen, elde ettiğin şefaat hakkıyla hoşnud olursun" Kİsaî ve Asım, tâ'nın
dammesiyle şeklinde okumuşlardır ki, mâna değişmez.
Çünkü Allah Teâlâ onu memnun etti mi, peygamber O'ndan razı olmuş; o o'na razı
olunca da, Allah'ı hoşnud etmiş olur.,
[366]
"Onlardan bir
sınıfa, kendilerini fitneye düşürmemiz için faydalandırdığınız
dünya hayatına ait zinetlere ve debdebelere sakın
gözlerini dikme! Rabbinin
nzkı, hem daha
hayırlı, hem daha süreklidir. Ailene namazı emret, kendin de,
ona sebat ederek devam eyle. Biz, senden bir rızık
istemiyoruz. Seni Biz,
nzıklandmnz. Akıbet, takva erbabmındır. Dediler ki:
"O, bize Rabbinden bir
mucize getirmeli
değil miydi?" Evvelki kitablardakinden apaçık burhan gelmedi
mi ki onlara? Eğer biz onları daha önce, azâb ile
helak etmiş olsaydık,
muhakkak diyeceklerdi
ki, "Ey Rabbimiz, bize bir peygamber gönderseydin
de, şu zillet ve rüsvayhğa uğramadan evvel, ayetlerine
tâbi olsaydık ya!" De
ki: "Hepimiz,
beklemedeyiz. Siz de, gözetleye durun. Çünkü, dümdüz bir
yolun sahipleri ve ehli kimlermiş, hidayete erenler
kimlermiş, yakında
bileceksiniz"
(Tâhft. 131-135).
Bil ki, Allah Teâlâ,
peygamberine o müşriklerin söylediklerine sabretmesini ve kendisini teşbih edip
anmaya yönelmesini emredince, bunun peşinden de, iki gözünü, müşriklerin
yararlandığı şeylere yöneltip dikmekten nehyetmesini zikrederek, "Sakın
iki gözünü dikme" buyurmuştur. Bu ifadeyle itgili birkaç mesele vardır:
[367]
Cenâb-ı Hakk'ın bu
hitabı ile ilgili şu iki açıklama yapılmıştır.
a) Bununla,
gözün bakması kastedilmiştir. Bu görüşte
olanlar şöyle
demişlerdir: "Gözün bakışının
manası,
yönelmesi, bakılan
şey. güzel görüldüğü ve beğenıldiği için, ona uzun uzadıya bakmak ve bakışları
ondan döndürmemek demektir. Bu tıpkı, Karun'un gözcülerinin yaptığına benzer.
Çünkü onlar, "Nolurdu, Karun'a verilen (şu servet) gibi bizim de olsaydı.
O. hakikaten büyük bir pay, sahibidir" (Kasas. 75) demişler, ilim ve iman
sahibi kimseler de bunlara, "Yazıklar olsun size. Allah'ın sevabı iman ve
iyi amel eden
kimseler için daha hayırlıdır"
(Kasas. so) şeklinde mukabele etmişlerdir. Bu ifadede, uzatılmayan ve uzun uzun
dikilmeyen bakışların afvedildiği, neticesi bulunmaktadır. Bu tıpkı bir
kimsenin, bir defa bir şeye bakıp, sonra o şeyden sarf-ı nazar ederek gözünü
yumması gibidir. Güzel ve süslü şeylere bakma, insanların tabiatına yerleşmiş
olan bir şey gibi olunca, "sahn iki gözünü dikme" denilmiştir ki,
yani, "sen, normal olarak yaptığın şeyleri yapma" demektir. Muttaki
kimseler, zalimlerin yaptıkları binalara ve köşklere, fasıkların, giyim kuşam,
binit, vs. gibi hususlardaki imkanlarına karşı göz yummanın, iltifat etmemenin
vücûbiyyeti hususunda çok şiddet göstermişlerdir. Çünkü onlar bu şeyleri,
bakanların gözleri için, yani onlar baksınlar diye edinmişlerdir. Binâenaleyh,
onlara bakan onların gayelerine alet olmuş ve onların bu şekilde davranmalarını
desteklemiş gibi olur.
b) Ebu
Müslim: "Hz. Peygamber'in, "sahn gözlerini dikme" nehyedildiği
şey bakmak değil, üzülmektir, yani, onların sahip olduğu dünyalıları elde
edemediğin için, üzülme" demektir demiştir.
[368]
Ebu Râfi şöyle der:
"Hz. Peygamber'e bir misafir geldi. Derken, beni bir yahudiye satmam ya da
ödünç para almam için yolladı. Yahudi de: "Allah'a yemin olsun ki, ben
bunu rehinsiz yapmam" dedi. Ben onun sözünü Hz. Peygamber'e haber verince,
o bana, zırhını götürmemi emretti de, işte bunun üzerine Cenâb-ı Hakk'ın,
"sakın gözlerini dikme" ayeti nazil oldu. Hz. Peygamber (s.a.s) de,
"Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz. Fakat o. kalblerinize ve
amellerinize nazar eder"[369]
buyurmuştur. "Ebu'd-Derdâ da: "Dünya, yurdu olmayanların yurdu ve
malı olmayanların malıdır. Bunları, aklı olmayan biriktirir" demiştir.
Hasan el-Basri'de: "Ahmak insanlar olmasaydı, dünya harab olurdu"
derken, Hz. İsa {a.s.)'da: "Dünyayı rab edinmeyiniz; eğer edinirseniz, o
sizi kul haline getirir" demiştir. Urve İbn ez-Zübeyr'in de hükümdarların
yanında olan debdebeyi gördüğünde bu ayeti okuduğu, ve: "Namaza! Namaza!
Allah size merhamet etsin" dediği rivayet edilmiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın
ifadesine gelince bu, "kendisiyle lezzetlendirdiğimiz şeye gözlerini
dikme" anlamındadır. İmta': idrak edilen, tadılan güzel bir manzara:
duyuian ve coşturan bir ses; kokfanan güzel bir koku ve giyim kuşam ve evlilik
gibi şeylerle lezzetlendirmek, faydalandırmak anlamındadır. Nitekim
Arapça'da "Falancayı faydalandırdı,
denilir. Tefil sîğası, çokluk ve kesret ifade eder.Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesine
gelince bu, "O kafirlerden birbirlerine benzeyen ve benzer olan bir
topluluğa" demek olup, buradaki ezvac kelimesi, eşya için söz konusu olan,
"benzerlik ve birbirine benzeme..." anlamından
alınmıştır. Bu böyledir, zira o kâfirler, doğrudan
uzaklaşma hususunda birbirlerinin benzerleridirler. İbn Abbas (r.a), bu
ifadeye, "onlardan bazı gruplara" anlamını verirken, Kelbl ve Zeccâc
"onlardan bazı adamlara" anlamını vermişlerdir.
Ayet-i kerimedeki
"dünya hayatına ait zinetlere" ifadesine gelince, bu Kelimenin mansub
olmasına dair şu dört açıklama yapılmıştır:
a) Burada bir zem olduğu için, yani
"ihtisas" tan dolayı mansûbtur.
b) tinsi fiilinin, "verdik" manasını
ihtiva etmesinden ve bu kelimenin onun ikinci mefûlü olmasından dolayı...
c) Bihi zamirinin mahallinden bedel olması
sebebiyle...
d) Zevî kelimesinin takdiriyle, ezvacen
kelimesinden bedel olarak...
Buna göre şayet,
"insanlar hakkında "zehre" kelimesinin kullanılması ne
demektir?" denilirse, biz deriz ki: "Zehre" kelimesinin manası,
süs ve alımlılık aemektir. Nitekim bu kelime tıpkı, (Nisa. 153) ifadesinde
olduğu gibi, nasdar sîğasındadır. Bu kelimenin, salih kimselerin giyim
kuşamlarına önem »ermemeleri ve benizlerinin uçuk olmasına mukabil, berikilerin
yüzlerinin parlak ve ? melerinin güzel olması sebebiyle, dünyanın süs ve
zinetleri diye nitelendirilerek, rfhir kelimesinin çoğulu olması da
muhtemeldir.
Ayetteki ''kendilerini fitneye düşürmemiz
için..," ifadesine gelince, alimler bu hususta da şu izahları
yapmışlardır:
a) "Biz
onları bununla azâblandıralım... diye", Bu da Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı,
"Artık onların ne malları, ne evlâtları seni imredirmesin. Allah bunlar
sebebiyle ancak kendilerini dünya hayatında azaba çarpdırmayı diler"
(Ttvte, 55) ayeti gibidir.
b) İbn Abbas
(r.a): "Bu, "Tarafımdan onları saptırmak için"
anlamındadır"
demiştir.
c) Kelbî ve
Mukâtfl: "onların mükellefiyetlerini ağırlaştırmak için"
anlamındadır. Çünkü; dünya ve dünyalık şeyler mevcutken, elde edilmişken, ondan
yüz çevirerek
Allah'a yönelmek,
bunlar mevcut değilken bu işi yapmadan daha zordur. İşte bundan molayı, fakirlerin
Allah'ın hizmetine yönelmeleri, ona ibadet etmeleri, yalvarıp yakarmaları,
zenginlerinkinden daha çoktur. Bir de, dünyalık elde edenler üzerinde oekçok
çeşi mükellefiyetler butunmasaydı, onlara o mükellefiyetler de gerekli olmazdı.
Bir de, isyan edebileceklerin, o isyanlardan kaçınmaları, bundan âciz olup o
şeyi yapabilecek durumda olmayanlarınkinden daha zordur, işte bütün bu
açılardan, 'azla dünyalık elde etmek, mükellefiyette de zorluklara sebeb olur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Resulüne, "Rabbinin rızkı, hem daha hayırlı, hem daha
süreklidir" demiştir. "Bundan muradın "senin mükafata dair elde
edeceğin matlûb ve netice, onların elde ettiklerinden daha hayırlı ve daha
kalıcıdır. Çünkü bu devam edecek ve kesilmeyecektir. Halbuki onlara verilen
dünyalığın hali böyle değildir" şeklinde olduğu gayet açıktır. Bu
ifadeyle, "elde ettiğin o azıcık dünyalığı tâat ile birleştirdiğinde, bu
senin için, netice açısından, daha hayırlı ve daha kalıcıdır" şeklinde
olması da muhtemeldir. Böylece Cenâb-ı Hak, dünya hususundaki nzkı zikretmiş ve
kişi o hususta razı olup katlandığında, neticesinin güzel olacağını
belirtmiştir. Bununla, Peygambere verilmiş olan nübüvvet ve yüce derecelerin
kastedilmiş olması da muhtemeldir.
[370]
Cenâb-ı Hakk'tn
"Ehline namazı emret..," ifadesine gelince, bazıları bunu, onu
akrabalarına hamlederken, bazıları da bunu, "dinine mensup oian
herkese" manasına almışlardır ki, bu manaya daha yakındır. Her ne kadar
"ehl" sözüyle, kişinin meskeninde bulunanların kastedilmesi muhtemel
ise de, tıpkı "o ehline namazı ve zekâtı emrederdi"(Msryem, 55) ayeti
gibidir. Çünkü, namaza dikkat çekmek ve namazı, vakitleri içinde emretmen,
ümmetten diğer kimseler için değil de, ancak ailesi için mümkündür... Yani,
"Biz, sana nasıl namazı emretmişsek, sen de onu kavmine emret"
demektir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"ona sebat ederek devam eyle" buyruğuna gelince, bununla, "Sen
onlara emrettiğin gibi, bu işe bilfiil kendin de devam et... Çünkü, yapmak
suretiyle va'zu nasihatta bulunmak,söylemek suretiyle nasihatta bulunmaktan
daha mükemmel ve daha etkilidir. Hz. Peygamber (s.a.s), bu ayet nazil olduktan
sonra her sabah Hz. Ali (r.a) ve Fatma (r.anhâ)'ya giderek, "Namaza!"
derdi. O bunu aylarca sürdürdü.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bunu onlara kendi menfaatlanndan dolayı emrettiğini ve kendisinin,
menfaatlardan uzak ve beri olduğunu, "Biz, senden bir rıztk istemiyoruz.
Seni biz, rızıklandınm" beyan etmiştir. Bu ifade ile ilgili olarak birkaç
açıklama yapılmıştır:
1) Ebu
Müslim şöyle demiştir: "Bu, Allah Teâlâ'nın, hem peygamberden, hem de
ümmetinden ibadeti isteyip onlardan, tıpkı efendilerin kölelerinden haraç (kâr)
istemeleri gibi, kendisine rızık vermelerini istemediğini gösterir. Bu tıpkı,
"cinleri ve insanları, ancak bana kulluk
etsinler diye yarattım. Ben
onlardan bir rızık istemiyorum. Bana
yedirmelerini de istemiyorum" (ztrfyat, 56-57) ayetinde ifâde edildiği
gibidir.
2) Ayetteki,
"senden rızık istemiyoruz" ifadesi, "senden ne kendin, ne de
ailen
için rızık istemiyoruz. Aksine seni de,
ehlini de biz rıziklandırıyoruz. Binâenaleyh gönlünü âhiret işlerine ver"
demektir. İnsanların, "Allah'ın işinde olanların Allah da şınde olur'
şeklindeki sözleri de bu manadadır.
3) Bu:
"Biz sana namazı emredince, bu emir, biz senin namazından istifâde edelim
diye değildir" demektir. İşte bu mana, "Biz, senden bir rızık
istemiyoruz" Aksine Biz seni dünyada çeşitli nimetlerle, âhirette
mükafaatla rızıklandırtrız" diye ;ade edilmiştir. Abdullah b. Selâm (r.a)
şöyle der: "Hz. Peygamber (s.a.s), ailesinin Daşına bir darlık ve sıkıntı
geldiğinde, onlara namaz kılmalarını emreder ve bu ayeti okurdu."
Bil ki ayette,
çalışıp-çabalamayı bırakmaya bir ruhsat ve izin manası yoktur. Çünkü Cenâb-ı
Hak, müttakileri anlatırken, "(Onlar), ticaret ve ahş-verişin, kendilerini
Allah'ı zikirden, namazlarını dosdoğru kılmaktan ve zekâtlarını (bi-hakkm)
vermekten alıkoyamadığı yiğitlerdir" (M-, 37) buyurmuştur.
Hak Teâlâ'nın
"Akıbet takva erbabınındır" ifadesi, "En güzel sonuç, takva
erbabının, yani Allah'dan ittikâ eden, korkup çekinen kimselerindir" Semektir.
Cenâb-ı Allah bu tavsiyenin peşisıra kâfirlerin şüphelerine yer vererek. Sanki
daha önce geçen, "Sen, onların dediklerine sabret" (Tâhâ, 130)
buyruğunun bir tamamlayıcısı olmak üzere, onların, "Bize, o, Rabbinden bir
mucize getirmeli değil miydi?" dediklerini nakletmiştir. Yahut da onlar;
bu sözleri ie, Peygamberin, kendilerine bir mucize getirmeden, kendilerini iman
etmekle •nükellef tuttuğunu anlatmak istemişlerdir. Çünkü onlar, bir başka
ayette de, "Evvelki 'peygamberlere) gönderildiği gibi, o da bize bîr
mucize getirsin" (Enbiya, 5) cemişlerdir. Cenâb-ı Hak onların bu
sözlerine, "Evvelki kitablannkinden apaçık bir burhan gelmedi mi ki
onlara?" diye cevab vermiştir. Bu ifade ile ilgili şu izahlar yapılmıştır:
a) Peygamber
<a.s), eğitim ve öğretim görmediği, hiçbir hocadan ders almadığı halde,
Kur'ân'da anlatılanlar, onların kitablarındakilerle uyum sağladığına göre, bu
bir gaybtan haber vermedir, dolayısıyla bir mucizedir.
b) Evvelki kitablardaki beyyineler
(açıklamalar) o kitablarda bulunan, Hz. Muhammed
(s.a.s)'in geleceğine ve
peygamber olarak gönderileceğine dâir müjdelerdir.
c) İbn Cerh-
(et-Taberi) ve Kaffâl şöyle demişlerdir: "bu, "Helak ettiğimiz
evvelki (geçmiş) ümmetlerin haberlerinden, evvelki kitablarda yer alan şeylerin
delilleri oniara gelmedi mi?" demektir. Çünkü o ümmetler, çeşitli
mucizeler isteyip, mucizeler geldiğinde de bunları kabul etmeyince, onların
azablarını nasıl hemen (peşin peşin) veriyorduk, (bunu bilmiyorlar mı?)
Binâenaleyh bu kâfirlerin, çeşitli mucizeler
istemelerinden ötürü başlarına gelecek halin, onların başlarına gelen
haller gibi olmayacağını onlara Kur'ân'da yapıldığı için, Kur'ân-ı Kerim
"geçmiş kitablarda olanların beyyinesi" diye tavsif edilmiştir. Bil
ki, "beyyıneye" râci olan zamir, bu kelime "burhan" ve
"delil" manasına olduğu için müzekker getirilmiştir.
[371]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bu mükellefiyet hususunda, onların her türlü mazeret ve sebebini
(engelini) ortadan kaldırdığını beyan ederek, Biz onlan daha önce azab ile
helak etmiş
olsaydık muhakkak diyeceklerdi ki:
"Ey Rabbimiz, bize bir peygamber gönderseydin ya..." buyurmuştur.
Bundan maksad şudur: "Onların işte böyle söylemeleri ve bunun onlar için
bir mazeret sayılması mümkündü. Fakat artık seni onlara peygamber olarak
gönderdik ve senin dilinle onların lehlerine -aleyhlerine herşeyi açıkladık.
Dolayısıyla kendileri için hüccet getirebilecekleri hiçbirşey kalmamıştır.
Aksine bütün deliller ateyhlerinedir."
Ayetteki "daha
önce" ifadesi ile, "Hz. Muhammed'i peygamber olarak göndermenden
önce..." manası kasteditebileceği gibi, "Onun beyyineleri ortaya
koymasından önce..." manası da kastedilmiş olabilir. Buna göre şayet,
"Helak edecek olanın böyle demesi doğru olmadığı halde, Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer
biz onlan daha önce azâb ile helak etmiş olsaydık muhakkak diyeceklerdi
ki..." demiş olmasının hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bu,
"Onlar kıyamet günü böyle diyeceklerdi" demektir. İşte bundan ötürü
Cenâb-ı Hak, "Şu zillet ve rüsvaylığa uğramadan evvel" buyurmuştur. Bu
ise, ancak âhiret azabı için kullanılır.
[372]
Ebu Sâ'îd el-Hudri
(r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Kıyamet günü, şu
üç (kısım) kimse Allah a karşı hüccet getirir: 1) Fetret devrinde (peygamber
gönderilmemiş olduğu bir dönemde) yaşamış ve Ölüp gitmiş olanlar. Bu kimse,
"bana hiçbir peygamber gelmedi- Yoksa kulların içinde sana en itaatli
kimse olurdum " der ve Hak Teâlâ 'nın, "Bize bir peygamber
gönderseydin..." ayetini okur. 2) Deli olanlar. Bunlar, "Ey Rabbimiz,
bize istifâde edeceğimiz bir akıl vermedin" derler. 3) Çocuk (iken
ölenler). Bunlar da: "Ben küçüktüm, aklım ermez
bir yaşta öldüm" derler. Bunlar için cehennemin
kapılan açthr ve "Haydi girin" ;e- t Oraya, Allah'ın, ezeli ilmi ile
şaki (cehennemlik) olduklarını bildikleri girer. İte ezeli ilmi ile sa'id
(cennetlik) olduklarını bildikleri (dışarıda) kalır. Cenâb-t Hak
"Bu gün siz Bana
bile asi oldunuz. Ya peygamberlerim size gelmiş olsaydı
yapacağınızı bir Ben
bilirim."
Kadi, bu hadisi tenkid eder ve "Aktı olmayanlara, Cenâb-ı Hakk'm azab etmesi jygun düşmez yakışık almaz" der. [373]
Bil ki bu ayetle
ilgili birkaç mesele vardır:
Cübbâî: "Bu ayet,
Allah Teâlâ'nın, kullan için lütulerini yaratmasının vâcib olduğuna delalet
eder. Çünkü bununla, Cenâb-ı Hakk'ın, kullan için, iman etmelerine Me olacak
şeyleri yapmasının vâcib olduğu manası kastedilmiştir. Eğer o boy-ttpoıasaydı
kulları, "Ey Rabbimiz, iman edebilmemiz için bize şunu yapmalı miydin?
veya "Şayet bize peygamber gönderseydin biz de senin ayetlerine
o«urduk" diyebilirlerdi. Eğer onlara peygamber gönderilmesi halinde dahi
onların etmeyecekleri malum olmuş olsaydı, bu takdirde bir hüccet olmazdı.
Dolayısıyla,
iman edecekleri ve peygambere itaat
edecekleri, malum olması (ilm-i ilahide bilinmiş olması) halinde ancak bunun
bir hüccet teşkil edebileceği meydana çıkmış olur.
[374]
Ka'bt şöyle def:
Ayetteki "Ey Rabbimiz bize bir peygamber
gönderseydin biz de senin ayetlerine tabi olurduk" ifadesi,
Allah Teâlâ'nın kulların (karşı) delillerini kabul
edeceğine
"O (Allah) yapacağından mes'Ûl
olmaz" (Entuyı, 23) ayetinin, Cebriyenin
anladığı gıbi. "Allah'tan gelen haksızlık da adalettir"
manasında olmadığına aksine bunun "Allah'dân sadece adalet sudur eder.
Binâenaleyh Allah Teâlâ'mn, kulların
xccetterini
kabul ettiği sabit olmuştur. Şayet insanlar, kendilerine emredilen şeyleri
kac-aya kadir olmasa idiler, bu durumda ellerine en
büyük bir koz geçmiş olurdu."
[375]
Alimlerimiz şöyle
derler: "Bu ayet vCıcûbun (farziyetin), ancak şeriat ile tahakkuk ettiğini
gösterir. Çünkü eğer, şeriat gelmeksizin, bir ceza söz konusu olsaydı, o
zaman ceza, şeriat gelmezden önce
bulunmuş olurdu.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, sûreyi bir tehdid ile bitererek, "De ki:
tiepimiz beklemedeyiz" yani "siz de biz de işin neticesinin ne
olacağını
I gltetliyoruz" buyurmuştur. Bu
gözetlemenin, ya cihâd emrini, yahut da İslam için
net ve kudretin zuhur etmesini bekleme şeklinde,
ölümden önce olması muhtemel
aduğu gibi, ölümü
gözetleme şeklinde olması da muhtemeldir. Çünkü iki taraf da,
karşı tarafın ölümünü gözler. Yine bunun ölümden
sonrası için olması da muhtemeldir.
Bu da (kıyametle)
mükafaat ve cezanın verilişidir. Çünkü ahirette hak taraftarı, batıl
taraftarından, haklıya Allah'ın çeşitli ikramlarda bulunup, batıicıya çeşitli
horluk, hakirlik ve rüsvaylık vermesi suretiyle ayirdedilecektir. İşte o zaman
"Dümdüz bir yolun sahihleri ve ehli kimlermiş, hidayete erenler kimlermiş,
yakında bileceksiniz" Bu, şek manasında olmayıp, aksine kâfirleri zecr ve
tehdid üslûbundadır. Allah en iyi bilendir.
[376]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/417
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/417-418
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/418-419
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/419
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/419
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/420-421
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/421
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/421
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/421
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/421
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/421-422
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/422
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/422
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/422
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/422-423
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/423-424
[17] Keşu'l-Hafâ, 1/348.
[18] Tirmizi, kader. 7 (4/449): Müslim, Kader, 17 (4/2045).
[19] Kenzül-Ummal, 16/33951.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/424-428
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/428-429
[22] Razi daha ünce gecen altılı taksimine göre söylüyor.
Esvayı cehr. sır ve ahfâ diye üçe ayırmıştı, bu üç bölümün her birinin iki
parçası düşünülmektedir, (ç.).
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/429-430
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/430
[25] Müslim, iman, 148 (1/93); Buhari, tevhid. 24.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/430-431
[27] İbn Mace, edeb, 55 (2/1249)
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/432
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/432-433
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/433-434
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/434-435
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/435
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/436
[34] Bu sözün mevzu hadis olduğu bildirilir (ç.).
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/436-438
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/438-439
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/439
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/439
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/439
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/439-441
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/441-442
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/442
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/442
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/442-443
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/443
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/443-444
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/444
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/444-445
[49] Ebu Davud, Libas. 38 (4/66).
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/445
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/445
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/445-446
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/446
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/446
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/446-447
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/447
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/447
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/448
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/448-449
[60] Buhâri, Mevâkif, 37.
[61]Buhari, ezan, 18.
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/449-451
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/451
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/452-454
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/454
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/454
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/454
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/454
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/454-455
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/455
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/455
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/455-456
[73] Kadi
Abdülcebbar burada, Cebriyye tabirinden Ehl-i Sünneti kasdetmektedir
(ç).
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/456
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/456
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/456-457
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/457
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/458
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/458-459
[80]Müsned2,67.
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/459-460
[82] Müslim, Saiat, 222.
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/460-462
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/462
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/463-464
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/464-465
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/465
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/465-466
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/466-467
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/467
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/467
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/468
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/468
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/468
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/468-469
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/469
[97] Benzeri hadis: Buharı, Ahkâm, 13.
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/470-471
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/471
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/471-472
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/472
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/472-473
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/473-474
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/474
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/474-475
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/475
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/475-476
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/476-478
[109] Tirmizi, Zarvat. 1.
[110] Tirmizi, Daavat, 91 (benzeri hadis).
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/478-479
[112] Tirmizi, Fezallu'l-Kur'an, 25.
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/479-480
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/481
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/482-484
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/484-486
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/486-487
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/487-488
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/488-490
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/490-491
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/491-492
[122] Kaffu'1-Hafa, 1.310.
[123] Müslim, Birr. 78.
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/492-493
[125] Müslim, Salat 222.
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/493-494
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/494-495
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/495
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/495-496
[130] Deylemİ, 3851
[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/496-497
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/497-498
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/498
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/498-499
[135] Kenzu’l-Ummal 11,32661
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/499
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 15/499
[138] Es-Sünenü’l-Kübra, 10, 112.
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/500
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/500
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/500
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/500-501
[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/501
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/501
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/501
[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/501
[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/501-502
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/502-503
[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/503-504
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/504
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/504
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/504-505
[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/506
[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/506
[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/506
[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/506
[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/506
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/506
[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/506-507
[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/507-508
[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/508-509
[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/509
[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/509-510
[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/510
[165] Terekifl Nasda varid olanla sınırlı olmak" olup.
bunun zıddı "içtıhadi"dir (ç.).
[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/510-511
[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/512
[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/513
[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/513
[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/514
[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/514-515
[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/515
[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/515-516
[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/516-517
[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/517
[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/518
[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/519-521
[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/521-522
[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/522
[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/522-523
[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/524
[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/524-525
[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/525
[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/525
[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/525-526
[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/526
[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/526-527
[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/527
[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/527-528
[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/528-529
[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/529-530
[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/530
[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/530-531
[194] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/531
[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/531-532
[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/532
[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/532-533
[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/533
[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/533-534
[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/534
[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/534-535
[202] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/535-536
[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/536-537
[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/537-538
[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/538
[206] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/538-539
[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/539
[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/540
[209] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/540-541
[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/541-542
[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/542-543
[212] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/543-544
[213] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/544-545
[214] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/544-545
[215] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/545-551
[216] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/551-552
[217] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/553-554
[218] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/555-557
[219] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/557
[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/557
[221] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/557-558
[222] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/558
[223] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/558
[224] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/558
[225] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/558-559
[226] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/559
[227] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/560-561
[228] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/561
[229] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/561-562
[230] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/562-564
[231] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/564-565
[232] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/566
[233] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/566-568
[234] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/568
[235] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/568-569
[236] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/569
[237] Kenzu'l-Ummal, 1.284.
[238] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/569-571
[239] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/571
[240] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 15/571-572
[241] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/5
[242] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/5-6
[243] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/6-7
[244] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/7-8
[245] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/8-10
[246] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/10-11
[247] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/11
[248] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/11
[249] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/11-12
[250] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/12
[251] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/12
[252] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/12
[253] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/12
[254] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/13-14
[255] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/14
[256] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/15
[257] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/15
[258] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/15
[259] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/15-17
[260] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/18
[261] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/19-20
[262] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/20
[263] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/20
[264] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/20
[265] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/20
[266] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/20-21
[267] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/21-23
[268] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/23
[269] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/23-24
[270] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/25-26
[271] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/26-27
[272] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/27
[273] Keşfu'l-Hafa, 2/227.
[274] Buharı Edeb 27; Müslim, B.rr, 66 (4/1999).
[275] islâmi kaidelerin tatbikini kontrol ile vazifeli
teşkilât <C).
[276]Camiüs-Sağir, 1/44.
[277] Buhari, Edeb 18; Müslim, Tevbe 22 (4/2109)
[278] Buhari, Rikak, 33.
[279] Buhari, Fezailü’l-Ashab 9
[280] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/27-30
[281] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/30-34
[282] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/34
[283] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/35
[284] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/36
[285] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/36
[286] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/36
[287] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/36
[288] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/37
[289] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/37
[290] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/37-38
[291] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/38
[292] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/38-40
[293] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/40
[294] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/41
[295] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/41-42
[296] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/42
[297] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/42
[298] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/42-43
[299] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/43
[300] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/43
[301] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/43
[302] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/43-44
[303] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/44
[304] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/44
[305] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/44-45
[306] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/46
[307] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/46
[308] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/46-47
[309] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/47
[310] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/47-48
[311] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/48-49
[312] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/49-50
[313] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/50-51
[314] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/51
[315] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/51
[316] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/51-52
[317] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/52
[318] İbn Mace, Dua, 9 (2/1267) Darimi, Fezailü’l-Kur’an, 15
(2/451) benzer hadis
[319] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/52
[320] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/53
[321] Bu kısım matbu nüshamızda şöyledir: Noksan Ur kolim
okluğunu düşünerek bazı yazma nüshalara bakınca tereddüt daha da
fazialaştı.Şoyle Ki: Sütoymanty» (Fatih) No: 306 nüshasında »öyledir: (v. 225
b) (Dw»d IbraMm) No: 139 nüshasında şöyledir; (v. 172a) öyle zannertyoruz ki doğrusu bunlardan
hiçbiri olmayıp, matbu nüshamızdan sadece (Oamad nüshasında yer alan)
bihim kelimesi düşmüştür. Tercüme buna
göre verilmiştir (Ç).
[322] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/54-56
[323] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/56
[324] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/56
[325] Soruyu soran Mecran Piskoposu olduğundan,
"yahudiler" yerine "hıristiyanlar" denilmesi beklenirdi.
Fakat metinde böyledir (ç).
[326] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/56-57
[327] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/58
[328] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/58
[329] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/58-59
[330] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/59-60
[331] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/60
[332] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/60-61
[333] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/61
[334] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/61-62
[335] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/62
[336] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/62
[337] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/62
[338] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/63
[339] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/63-64
[340] Matbu nüshamızda, burada bir kaç katime tereddüde
sebeb oklu. SOlaymantyv Damad ibrahim No: i39 nüshasından
da yararlandık ki. onun metni
şöyledir: Fakat tercümede, her iki
metin birlikte değerlendirilerek (hiç birine tam bağlı kalmaksızın) mana
vermeye çalıştık (ç).
[341] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/64-65
[342] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/65
[343] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/65-68
[344] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/68-69
[345] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/69
[346] Bu kelime matbu nüshamızda «l-ahıru şeklindedir. Fakat
SÜleymanlye Damad İbrahim ve Fatih nüshalarında el-ayat şeklindedir ki mana
buna göre verildi (ç).
[347] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/69-70
[348] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/70-71
[349] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/71
[350] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/71
[351] (12/a) Tirmizi Kıyame,
26 (4/M9); Müsned 3/38 (Benzer hadis).
[352] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/71-72
[353] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/72
[354](12/b) (12/b): Müsned 5/231.235.
[355] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/72
[356] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/72
[357] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/72-74
[358] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/74-75
[359] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/75-76
[360] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/76
[361] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/76
[362] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/76
[363] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/77
[364] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/77
[365] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/78
[366] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/78
[367] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/79
[368] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/79-80
[369] Müslim, Birr, 34 (4/1067); İbn Mace, Zühd, 9 (2/1388)
[370] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/80-82
[371] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/82-84
[372] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/84
[373] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/84-85
[374] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 16/85
[375] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/85
[376] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/85-86