ENBİYA SÜRESİ 2

Girîş. 2

Meal 2

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 2

Şiirin Genel Karakteri 3

Meal 5

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 5

Eğlence Allah İçin Muhaldir 6

Meal 8

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 9

«Melekler Allah'ın Kızlarıdır» Diyen Kimdir?. 9

Şefaat Meselesi 9

Gökler Ve Yer Bitişik Miydi?. 10

Her Canlı Sudan Yaratılmıştır 11

«Felek», Yörünge Demektir 12

Hızır Ölümlüdür?. 12

Meal 13

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 13

Haksızlığa Karşı Gelmek. 13

Yeryüzünün Eksiltmesi 15

Meal 15

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 15

Meal 18

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 19

Meal 21

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 21

Peygamber Îctihad Eder Mi?. 22

İlk Zırhı Yapan Davud'dur 23

Meal 24

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 24

Meal 26

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 27

Kafirler Cehennemde Birbirini Görürler Mi?. 30

Meal 31

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 31

Arşta Durulur Mu?. 32

Zebur'la Kastedilen Nedir?. 32

«Salihlerin Eline Geçecek Arz»Dan Kastedilen Nedir?. 32

Rasûlullah'ın Rahmet Olduğu Âlemlerden Ne Kastedilmektedir?. 33


ENBİYA SÜRESİ

 

Girîş

 

Bu sure îbn Merduveyh'in îbn Abbas ve îbn Zübeyr'den ri­vayet ettiğine göre Mekke'de nazil olmuştur.

El-Bahr'da «Bu surenin Mekke'de nazil olduğunda ittifak var. dır» denilmektedir. Fakat İmam Suyuti, El-îtkan'da, 44. ayet müs. tesna diğer ayetlerin hepsinin Mekke'de nazil olduğunu söylemek­tedir. Bu sure Kufî'lerin sayımına göre 112 ayettir. Başka sayım- 2 lara göre 111 ayettir. Bunu Tabersi ve Ed-dânî de ifade etmişler. ^ dir. Bu surenin Tâhâ Suresi'yle ilişkisi çok açıktır. Bu sure bü­yük bir suredir. Burada büyük mev'izeler vardır. Nitekim İbn | Merduveyh, Hilye'de Ebu Nuaym ve İbn Asakir, Amr bin Rebia' dan şöyle rivayet etmişlerdir: «Amr'ın evine misafir olarak bir Arap geldi. Amr ona çok ikramda bulundu ve onun hakkında Hz. Peygamberle konuştu. Bu hadiseden sonra o kişi tekrar Amr'a geldi ve şöyle dedi: «Ben Hz. Peygamberden bir arazi is­tedim —ki Arap memleketinde onun gibisi yoktur Onu ve ondan daha üstününü bana verdi. Ben o araziden bir kısmım ba­na yapmış olduğun iyiliğe karşılık sana vermek istiyorum. O se-nin ve senden sonra gelecek olan zürriyetinın de olacak.»

Bu sözleri dinleyen Amr, «Senin bana vereceğin araziye ihti. yactm yok. Bugün bir sure nazil oldu. O sure bizi dünyadan ta­mamen uzaklaştırdı» dedi ve bu sureyi sonuna kadar okudu.

Bu surenin kelimeleri 1168, harfleri ise 4890'dır. [1]

 

Meal

 

Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla

1- İnsanların hesapları yaklaştı. Onlar ise hâlâ gaflet için­deler ve aldırmıyorlar.

2- Rablerinden kendilerine gelen her yeni uyarıyı kesin­likle eğlenerek dinlerler.

3- Onların kalpleri gaflet içindedir. Zulmedenler; «Bu si­zin gibi bir beşer değil midir? Göz göre göre sihre mi geliyorsu­nuz?» şeklindeki fısıldanmalarını gizlediler.

4- (Peygamber) dedi ki: «Rabbim gökte ve yerde her söy­leneni bilir. O işiten ve hakkıyla bilendir».

5- (Kâfirler); «Hayır! Onun söyledikleri saçma sapan rü­yalardır. Hayır! Kur'an'ı o uydurmuştur. O şairdir. Önceki pey­gamberlerin gönderildikleri gibi, bize bir mucize getirsin» dediler.

6- Onlardan önce helak ettiğimiz kasaba (halkından) kim­se iman etmemişti. Şimdi onlar mı iman edecekler?

7 - Senden Önce peygamber olarak sadece erkekleri gönder­dik ki kendilerine vahyolunurdu. Bilmiyorsanız ehli kitaba sorun.

8- Biz peygamberleri yemek  yemeyen   cesedler kılmadık. Onlar dünyada ebedî de değillerdi.

9- Sonra onlara verdiğimiz vaade sadık olduk. Onlan ve di­lediklerimizi kurtardık.  (Küfürde) ileri gidenleri ise helak ettik.

10 - Andolsun ki size içinde zikrimiz (şeref ve şanımız) bu­lunan bir kitap indirdik. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız? [2]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(1) «İnsanların hesaplan yaklaştı. Onlar...» Su Ayetin Tefsiri

İnsanların hesabının yaklaşması, geçmişe nazarandır veya Allah katında böyledir. Çünkü Cenab-ı Hak başka bir ayette «On­lar uşak görüyorlar, biz onu yakın görüyoruz» diyor. Diğer bri ayette de «Onlar senden azabı acele istiyorlar. Allah vaadine mu­halefet etmez. Kesinlikle Allah katında bir gün sizin saydıklarınız­dan bir sene kadardır» buyuruyor.

«Her gelen yakındır» sözüne göre bu tabir kullanılmış da olabilir. Uzak, ancak inkıraza uğrayanlardır ve geçmiş olanlar­dır. Yani «İnsanların hesabı yaklaştı». Buradaki «İnsanlar» ile kâfirler kastedilmektedir. Çünkü ayetin sonunda «Onlar ise hâlâ bundan gafildirler ve yan çizip aldırmıyorlar» buyuruluyor. Yani düşünmekten yüz çevirmişlerdir.

Ebussuud Efendi, «Hesabın insanlardan uzak olmasından sonra onlara yaklaşmasından maksat, hesabın onlara her saatte bir evvelki saatten daha çok yaklaşması demektir» demiştir.

Onlar tam bir gaflet ve umumi bir cehalet içerisindedirler. Allah'ın birliğini, kitap ve peygamberlerine iman etmeyi, hesap ve sevabın, ıkabın varlığını ve Rasûlullah'ın getirdiği emirleri bil­memektedirler.

Allah'ın ayetlerinden, Allah'a imanı gerektiren mucizelerden, insanı tehlikeden kurtaran durumdan yüz çevirmişlerdir. Yani hem gafildirler hem de yüz çevirmektedirler. Tam manâsıyla gaf­lete dalmışlardır.

(2) «Rablerinden kendilerine gelen...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetteki «zıkir»den maksat, Kur'an'dan bu ayet ininceye kadar gelen kısımlardır. Çünkü bu ayetler onlara mükemmel bir öğüt sunmakla beraber, durumlarını da en açık şekilde kendile­rine belirtmektedir. İşte o ayetler adeta zikrin ta kendisi olmuş­lardır. «Min Rabbihim» tabiri ayetlerin faziletine, şerefine, bu ayetler karşısında kâfirlerin yaptıklarının şenaatine işaret etmek­tedir. «Rab» tabirinin kullanılması bu kötülüğü daha da şiddet­lendirmek içindir. Çünkü onlar gelen her zikri oynayarak, dinler­ler.

(3)  «Onların kalpleri gaflet...»Bu Ayetin Tefsiri

Kalpleri gafil olduğu halde onu dinlerler. Yani Rablerinden ihdas edilmiş zikir, herhangi bir halde değil de o zikir ile alay ettikleri ve kalpleri ondan gafil olduğu halde gelmiştir.

Ayetin başındaki «Lâhiyeten» kelimesi, ya bir şeyden uzak-

al İaşma, onu anmayı terketmek ve ondan yüz çevirmek veya on­dan gafil olup onu unutmak demektir. Evet, onlar bu zikir­den faydalanmadıkları için sanki hiç şuurları olmamıştır. Ondan hiç haberdar olmamışlardır. Ayetin metnindeki «muhdesin» keli­mesinden maksat, teceddüd (yenileme) dür. Bu ancak önünde yokluk varsa olur. Kur'anln bu kelime ile nitelendirilmesi, inişi itibanyladır. Yani Kur'an'ın inişi yenilenir. Bu zatı itibarıyla de­ğildir. Kur'an'ın zatı ise kadimdir. Şayet «zatın sıfatıdır» denilir­se bu kelâmı lafzîye göre olur.

Hasan bin Fadl «Bu ayetteki zikirden maksat Rasûtei Ekrem'­dir» dedi. Çünkü Hz. Peygamber'e başka bir ayette de «Zikir» de­nilmiştir: «Doğrusu Allah sizin için bir zikir indirmiştir. O size Al­lah'ın açık ayetlerini okuyan bir peygamberdim. (Talak: 10-11)

Metindeki «Necva», «Tenaci» kökünden gelen bir isimdir. Bu iş ancak gizlice olur. Cenab-ı Hak hem «Necva» kelimesini hem de «gizlice konuşmak» mânâsını ifade eden «eserru» fiilini kul­lanarak, mübalâğaya işaret etmektedir. Bu ayetin terkibi hususun-da birçok görüş ileri sürülmüştür. En kuvvetli görüş, ayetin met­nindeki «elleziyne» kelimesinin «eserru»daki «vav»m bedeli ol­ması şeklindeki görüştür. Veya o «vav»ın cem'i alâmeti, «elleziyne» nin de fiilin faili olmasıdır.

O zalimlerin gizlediği söz: «Bu kişi (RasûLii Ekrem) sizin gi­bi bir beşerden başka bir şey değildir. Artık göz göregöre sihre mi inanıyorsunuz?» sözüdür.

Yani onlar şunu kastediyorlar: Muhammed sizin gibi bir be­şerdir. Onun getirdiği bir sihirdir ve siz bunu biliyorsunuz. Buna rağmen ona varıp kendisine itaat etmek suretiyle nasıl huzurun-da bulunacaksınız? Oysa siz onun getirdiğinin sihir olduğunu açıkça görüyorsunuz... Tabii bu sözü inançlarında yerleşen bir noktaya bina ederek söylüyorlardı. O nokta da şuydu: Peygamber ancak melek olabilir. Beşer eliyle meydana gelen harikulade mu­cizeler sihir kabilindendir.

Onlar bu ayetteki «sihir» kelimesiyle Kur'an'ı kastetmekte­dirler. Böylece mübalâğalı bir şekilde Kur'an'ın hak olduğunu in­kâr etmektedirler. Zira onlar peygamberliğin yıkılmasına, Allah'in nurunun söndürülmesine dair birtakım çabalar içindeydiler. Onun için bunu söylediler. «Fakat Allah nurunu muhakkak ta­mamlayacaktır. Müşrikler istemeseler de».

(4) «(Peygamber) dedi ki: Rabhim gökte ve...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetin başındaki fiilin faili RüSûi-ü Ekrem'dir. Nitekim bazı kıraatlerde «Kale» yerine «Kul» kelimesi kullanılmıştır. O zaman emir peygambere veriliyor demektir. Yani Allah onların sırlarını peygamberine izhar ettikten sonra İlasûl kendilerine bu sözü söylemiştir: «Rabbim gökte ve yerde söylenen her sözü bi­lir»; yani gizlisini de açığım da bilir.

(5) «(Kâfirler): Hayır! Onun söyledikleri...» Bu Ayetin Tefsiri            :

Bu ayet onların daha önceki sözleriyle yetinmediklerini, Kur'-an'a sihir demekle kalmadıklarını, aksine ona «karışık rüyalar» dediklerini, «O nefsinden gelen bir iftiradır. Onun aslı astarı yok­tur» veya «O bir şairdir. Getirdiği de şiirdir. Dinleyene, hakikati olmayan birtakım mânâlar aşılamaktadır» şeklindeki sözler söyle­diklerini açıklamaktadır. Evet, aciz kalan bâtıl ehli mütereddid bir şekilde söz söylerlerdi. Zira onlar bâtıl ile efdal ve basit ile efdal arasında bocalayıp dururlardı.

Ayette kullanılan ilk «Bel» edatı Cenab-ı Hakk'm kelâmıdır. İkinci ve üçüncüsü ise Cenab-ı Hakk'ın onların konuşmalarından hikâye etmesidir. İkisi de daha önceki iddialarını iptal etmekte­dir. Çünkü onlar mütereddid ve iftiralarında şaşkın bir şekilde dolaşırlardı. [3]

 

Şiirin Genel Karakteri

 

Şiirin hayallerden meydana geldiği hususu ekseriyete göre­dir. Dolayısıyla bu Hz. Peygamber'in «Şiirin bir kısmî hikmettir» hadisiyle ters düşmemektedir. Çünkü bu azlık bakımından, diğe­ri de çokluk bakımındandır.

«Şair» kelimesi «yalancı» mânâsında kullanılmıştır. Hatta Rağib, Müfredat'mda, «Kur'an'daki şair kelimesi tab'an yalancı olan mânâsında kullanılır» demiştir. Bu tevile binaen onlar Hz. Peygamber'in (hâşâ) yalan uydurduğuna kaildirler.

«Bize mucize getirsin» cümlesi mukadder bir şartın cevabı­dır. Sanki şöyle denilmektedir: Eğer bizim dediğimiz gibi değilse ve kendisinin iddia ettiği gibi gerçekten Allah'ın elçisi ise bize   || bir mucize getirsin.

«Nitekim, daha öncekiler de bu şekilde gönderilmişlerdir» şeklindeki sözleriyle daha önceki elçilerin peygamberliklerini tas­dik ediyorlar demektir. Fakat samimiyetten gelen bir söz değil­dir bu. Ancak şaşkınlıkları sebebiyle böyle bir söz söylemişler­dir.

(6) «Onlardan önce helak ettiğimiz...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet genel bir kaide getirmektedir. Şöyle ki: Peygamber­lerinden mucize isteyen ümmetler, istedikleri mucize tahakkuk ettikten sonra iman etmemişlerdir. Bu sebeble de Cenab-ı Hak köklerini kazımış, nesillerini kesmiştir. Küfürde, nifakta, kibirde, gururda kat kat önce olan bu müşrikler mi yoksa Hz. Muham-med'in muhatabı olan kâfirler mi iman edeceklerdir? Onların is­tedikleri mucize verilse de iman etmezler.    Bu   bakımdan diğer

ümmetlere tatbik edilen sistem kendilerine de tatbik edilecektir. Ancak Cenab-ı Hak (daha önce de geçtiği gibi), onları temelden yok etmeyecek şekilde kendilerine azab vereceğini vaadetmiştir.

(7) «Senden önce peygamber olarak...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet «Peygamber ancak melek olabilir» iddiasının cevabı­nı teşkil etmekte ve aynı zamanda da Rasûlullah'a teselli vermek­tedir. Yani «Senden önce ancak insanlar peygamber olarak gön­derilmiştir.»

Bu ayetteki «ehlH zikirnden maksat, Tevrat ve İncil ehlidir ki Hz. Muhammed'e iman etmişlerdir. (Bu yorum Süfyan es-Sev-rî'ye aittir). Onlara «ehl-i zikir» denilmesi, peygamberlerin haber­lerini biliyor olmalarından ötürüdür. Ancak bu haberler Araplar nezdinde bilinmiyordu. Nitekim Kureyş kâfirleri Ehl-i Kitab'a müracaat ederek Hz. Muhammed'in durumunu soruyorlardı. İbn Zeyd; «Buradaki zikirden maksat Kur'an'dır» der. Yani Kur'-an ehli olan bilgin müminlerden sorun.

Cabir el Cafi'nin rivayet ettiğine göre, bu ayet nazil olduğu zaman Hz. Ali «zikir ehliyiz» buyurmuştur. Tevatürle sabit ol­muştur ki peygamberler hep insanlardan gelmiştir. Dolayısıyla mânâsı şudur: Ey müşrikler! Hemen inkâra başlamayın. «Pey­gamberin meleklerden olması uygundur» sözünü hemen söyleme­yin. Müminlerle münazara edin ki peygamberin insan olduğunu size açıklasınlar. Çünkü meleklere «erkek» denilmez. Zira erkek, ancak karşısında dişisi bulunan bir varlığa denir.

Bu ayet kadınlardan peygamber olmadığım tesbit etmekte ve dinde içtihad ve mezhebin varlığına delâlet etmektedir. Buradaki «rical» kelimesinden Ademogullan kastedilmektedir. Fakat her Ademoğlu değil, sadece kendisine vahy gelen Ademoğlu pey­gamber olabilir. Avam tabakası, alimleri taklid etmek mecburi­yetindedir. Çünkü Cenab-i Hakk'm «Eğer bilmiyorsanız ehl-i zi­kirden sorun» ayeti bunu ifade etmektedir. Alimler «Âmâ bir kim­senin, güvendiği, kıbleyi ayırd edebilecek bir kişiyi taklid etmesi zaruridir» demişlerdir. Böylece ilmi olmayan bir kimse güvendi­ği bir alimi taklid etmek mecburiyetindedir.

Bu ayetten anlaşılıyor ki avam tabakasının fetva vermesi caiz değildir. Çünkü onlar haram ve helâlleri ifade eden mânâları bi­lemezler.

İmamiyye mezhebine mensup olanlar da «ehl-i zikirden pey­gamberin âli kastedilmiştir» derler. Fakat İbn Atiyye, «İster ehli Kutlan, ister peygamberin âli zikredilmiş olsun, bu uygun bir tef­sir değildir. Çünkü Kur'an'a muhatab olan müşrikler, hem müs-lümanlan hem de ehl-i beyti hasım olarak tanıyorlardı. Bu bakım­dan nasıl olur da «Onlara sorun» diye emir verilebilir?» demiş­tir.

(8) «Biz peygamberleri yemek yemeyen...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet beşerî tabiatın hükümlerinde peygamberlerin diğer insanlara Örnek olduğunu açıklamaktadır. Metindeki «ceseden» kelimesi insanın, cirmin ve meleğin cismi demektir. Ragib, «Ce-sedt cisim gibidir. Fakat ondan daha Özeldir» demiştir. Halil, «Yeryüzünde yaratılmış veya yaratılmamış diğer varlıkların hiç­birisi için —insan müstesna cesed tabiri kullanılmaz» diyor. Yani biz onları yemeyen cesetler olarak yaratmadık. Onlar (pey-gamberler) yemek ve gıdaya muhtaçtırlar. Ebedî ve bakî değil­dirler. Ölüme mahkûmdurlar.

Ayetin zahirine bakılırsa müşrikler meleklerin ebedî olduk­larına inanıyorlardı. Tıpkı felsefecilerin de meleklerin ebedîliğine inanmaları gibi. Ancak filozoflar melekler için «mücerred akıllar» demektedirler.

(9) «Sonra onlara verdiğimiz vaade sadık...» Bu Ayetin Tefsiri

Cenab-ı Hak burada «Biz beşerden birtakım peygamberler gönderdik. Onlara vaadettiğimizde doğru davrandık. Muhammed de böyledir. O halde, ey müşrikler, Muhammed'i yalanlamaktan, ona muhalefet etmekten sakının!» demektedir.

Görüldüğü gibi bu ayetler hem müşriklerin cevabım içermek­tedir, hem de muhtevalarında tehdid taşımaktadır.

«Onları ve onlara iman eden kimselerden dilediğimizi kurtar­dık.» Bu yorum müfessirlerin çoğunun benimsediği bir yorum­dur. Bazı müfessirler ise «onlardan ve başkalarından dilediğimizi kurtardık demektir» dediler.

«Ve israfa düşenleri de helak ettik.» İsrafa kaçanlardan mak­sat kâfirlerdir. Çünkü Cenab-ı Hak başka bir ayette «kesinlikle israfçtlar ateşin arkadaşları (yani ateş ehli) dırlar» buyurur. Bu tefsir (yani kâfirlere «müsrif)} demek), «ateşin arkadaşlarıdır­lar» tabiri «ateşi bırakmazlar ve orada ebedi kalırlar» şeklinde mânâlandırılırsa böyledir. Zira ehl-i sünnete göre kâfirlerden baş­kaları ateşte ebedî değildir.

(10) «Andolsun ki size içinde zikriniz...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet kasem cevabı olan «lam»\a, başlamıştır ve bu husus bu ayette gelen hükmün gayet önemli olduğuna işaret etmekte­dir. Bu, mezkur ayete muhatap olanların küfrün en yüksek taba­kasında bulunduklarını ilan etmektedir. Buradaki hitap Kureyş' edir. Cenab-ı Hak burada Kur'an'm hak olduğunu tesbit ve tah­kik için bu kelâmı getirmektedir.

Bazıları «Hitap burada bütün Araplara veya bütün ümmete­dir» demişlerdir. «Size büyük ve azametli bir kitap indirdik. O kitapta sizin zikriniz vardır.» Beyhaki'nin ve İbn'ul-Munzir'in İbn Abbas'tan rivayet ettiklerine göre «onların zikrimden maksat, on­ların şöhret ve şerefleridir. Yani bu kitapta sizin için şerefi ge­rektiren bir durum vardır. Çünkü sizin dilinizle ve sizden olan bir peygambere inmiştir. Onun şerefiyle siz de şereflenirsiniz. O meşhur olursa siz de meşhur olursunuz. Çünkü siz o kitabın ha­millerisiniz. Onun müşkülatını halletmekte başvurulacak yerler­den birisiniz.

Süfyan es-Sevri şöyle der: «Buradaki zikirden maksat, güzel ahlâk ve güzel amellerdir.» Hasan Basri'den gelen rivayetlere gö­re ayetin mânâsı şudur: «O kitapta sizin muhtaç olduğunuz, dini­niz hususunda size gerekli olan her şey vardır.» Bazıları «Hem di­niniz hem de dünyanızla ilgili emirler, kitapta vardır» demişler­dir. Bazıları da «Zikir burada tezkir mânâsını ifade eder» görü­şündedirler. Yani o kitapta size vâz-u nasihat vardır. Bu son yo­rum tercih edilen bir görüştür. Kur'an'ın nazmına da uygun düş­mektedir.

«Acaba siz hâlâ akıl erdirmeyecek misiniz?» cümlesi «Bu ki­tap hakkında düşünmeyecek misiniz. Onun hükümleri konusunda tedebbür etmeyecek misiniz?» demektir.

Tahrir sahibi der ki:   «Ayetlerin   siyakından anlaşılan hususşudur: O kitapta sizin çirkinliğinizin zikri vardır. Kötü ahlâkınız ortaya serilmektedir. Allah'ın peygamberlerini yalanlamak ve on­lara karşı inat göstermek gibi davranışlarınız bildirilmektedir.» Fakat bu, uzak bir tevildir. [4]

 

Meal

 

11- Halkı zalim olan nice memleketleri kınp-geçirdik ve on­lardan sonra başka kavimler yarattık.

12- Bizim şiddetli azabımızı hissettikleri zaman, oradan hız­la uzaklaşıp kaçıyorlardı.

13- (Melekler)   onlara:  «Kaçmayın!  İçinde şımanp azdığı­nız refaha ve yurtlarınıza dönün.   Çünkü hesaba   çekileceksiniz

(dediler).»

14- (Kâfirler): «Yazıklar olsun bize! Biz gerçekten zalimlermişiz» dediler.

15- Biz onlan sönmüş kül yığını olarak biçilmiş bir ekin ha­line getirinceye kadar, sözleri hep bu feryad olmuştur.

16- Biz göğü, yeri ve ikisi arasındakiler! boş bir eğlence ola­rak yaratmadık.

17- Eğer biz bir oyun ve oyalanma edinmek isteseydik, bu­nu kendi katımızdan edinirdik. Yapacak olsaydık, böyle yapardık.

18- Bilâkis,  hakkı bâtılın  üstüne atarız da onun  beynini parçalarız. Derhal canı çıkar. Allah'a yakıştırdığınız niteliklerden dolayı vay halinize!

19- Göklerde ve yerde ne varsa   hepsi   Allah'ındır,  O'nun nezdindekiler, O'na ibadet etmekten ne büyüklenirler ne de gına getirirler.

20- Onlar gece gündüz teşbih ederler. Hiç ara vermezler.

21- Yoksa yerden birtakım mabudlar edindiler de onlar mı diriltecek?

22- Eğer o ikisinde (yerde ve gökte) Allah'tan başka ilâh­lar olsaydı, hiç kuşkusuz ikisi de bozulup giderdi. Arşın Rabbi olan Allah onların nitelendirmelerinden münezzehtir.

23- Allah yaptıklarından mesul değildir. Fakat onlar me­suldürler.

24- Yoksa O'ndan başka ilâhlar mı edindiler? De ki: «Ke­sin delilinizi getirin. İşte benimle birlikte olanların zikri ve ben­den Öncekilerin de zikri budur. Fakat onların çoğu hakkı bilmez. Bundan ötürü de ondan yüz çevirirler) [5]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(11) «Halkı zalim olan nice memleketleri...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet «Biz israfçîları helak ettik» cümlesini açmakta, onla­rın nasıl helak olduklarını beyan etmekte ve çokluklarına dikka­ti çekmektedir. Zira ayetin başındaki «Kem» kelimesi çokluğu ifade eder.

«O memleket zalimdi» ifadesi ehlinin zalim olduğu anlamına gelmektedir. «O memleket» ile de muayyen bir memleket kaste-dilmemiştir.

O memleket halkım helak ettikten sonra onların yerine baş­ka bir kavim getirdi ki bu kavmin onlarla hiç ilgisi yoktu. Yani daha öncekiler kökten helak edilmişlerdi, nesilleri kesilmişti.

(12-13) «Bizim şiddetli azabımızı hissettikleri zaman...» Bu Ayetlerin Tefsin

Ayetin metninde geçen «Ehassu» fiili duyuların birisiyle bir şeyi idrak etmek, hissetmek demektir. Yani onlar duyulanyla bi­zim şiddetli azabımızı idrak ettiklerinde ansızın o memleketten kaçmak için bineklerini hazırladılar.

Onlara gelen bu a2ap, muhtemelen zahiri duyuların birisiyle idrak edilebilecek nitelikteydi. Ayetin metnindeki «yerkudun» fi­ili, kişinin bindiği hayvanlara ayaklarıyla vurmak suretiyle onla­rı koşuşturması demektir. Burada ise kaçmaktan kinayedir. Yani onîar süratle hayvanlarını kamçılayarak, azaptan uzaklaşmak için çaba sarf ediyorlar di.

Onlara şöyle denildi: «Sakın bunu yapmayın, koşmayın». Bu sözü onlara söyleyen muhtemelen azap melekleridir veya orada bulunan müslümanlardır. Yani müslümanlar veya melekler bu sözü onlarla istihza etmek kabilinden söylemişlerdir.

«İçinde, hududu aştığınız nimet ve lezzetlere ve meskenleri­nize dönün. Hani siz meskenlerinizle iftihar ediyordunuz. Dönün, zira sorguya çekileceksiniz!»; yani sizden sorulacak, mühim me­selelerde sizinle istişare edilecek, tedbirlerinize başvurulacaktır. Veya başınızdan geçenler sizden sorulacak, ve siz de meskenleri, nize gelen şeyleri izah edeceksiniz. Bunu hem biliyorsunuz, hem de gözlerinizle gördünüz. Veya askerleriniz ve köleleriniz size; «Siz ne emrediyorsunuz? Bize hangi hedefi gösteriyor, çiziyorsu­nuz? Biz ne yapalım, neyi bırakalım?» diye soracaklardır.

Bazıları da «Onların meskenlerinden maksat ateştim demiş­lerdir. Bu takdirde «meskenlerinize dönünüz» ifadesiyle kastedi­len şey «ateşe girin» demektir. Evet, bunu bu şekilde, onlarla alay etmek için söylemektedir. Muhtemel ki «sorumdan maksat mecaz yoluyla amellerinden sormak veya azap etmektir. Yani cehen­nemde sizden sorulsun. Veya ayetleri inkâr ettiğiniz ve yalanla­dığınız için size azap edilsin! Fakat bu son tefsir, ayetin zahirine ters düşmektedir.

(14) «(Kâfirler); Yazıklar olsun bize...» Bu Ayetin Tefsiri

Onlar kaçarak bile kurtulamayacaklarını ve azabın kesinlik­le kendilerini istila edeceğini anladıklarında «Ey bizim helakimiz, hazır ol! Senin zamanındır. Kesinlikle "biz zalimler idik» derler. Evet, onlar burada zulümlerini ve azaba müstehak olduklarını ikrar ediyorlar. Pişmanlık duyuyorlar. Fakat artık pişmanlık bu zamanda fayda vermez.

Bazı kimseler, «Bu pişmanlık ve itiraf, kılıçlarla boyunları kesilirken kendilerinden sadır olacaktır» demişlerdir. Fakat me­lekler gökten «onlara merhamet etmeyin, peygamberlerin öcünü onlardan alın» diye bağırmışlar ve ordu onları Öldürmeye devam etmiştir.

(15) «Biz onları sönmüş kül yığını...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani «Ey helakimiz. Gel, hasır ol! Bu senin zamanındır. Biz zalimlerdendik» sözlerini durmadan tekrar ediyorlardı.

Ayetin metnindeki «Hâsid» kelimesi biçilmiş bitki «Hamid» kelimesi de sönmüş ateş anlamındadır. Yani helak hususunda on­ları biçilmiş bitkiler ve sönmüş ateş gibi yaptık.

(16-17) «Biz göğü, yeri ve...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Cenab-ı Hak bu ayetlerde «Biz bu tavan gibi görünen yüksek gökleri, beşiğe benzeyen yeri ve onların arasında bulunan mahlû-katt boş bir eğlence için yaratmadık. Ancak krallar tavan ve ta­banlarım ve diğer süslerini eğlence edinirler. Biz göğü, yeri ve aralanndakini dinî kaideler, rabbani hükümler için yarattık. İb­ret dersi, marifetin delili olsun diye yarattık. Bununla beraber onlarda sayılamayacak kadar menfaatler vardır. Neticesi alınmaya­cak kadar hikmetler vardır. Onları hikmet ve maslahattan boş olarak yaratmadık» demek istiyor.

Fahreddin Razi'nin söylediği gibi, bu ayetler nübüvveti ispat ve peygamberliğe yöneltilen tenkidlerin   hepsini bertaraf   etmek içindir. Zira Kur'an'da göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulu­nanların yaradıhşındaki hikmet, icabet ve marifettir. Onları yeri­ne getirenlerin mükâfatı, yerine getirmeyenlerin de cezası söz ko­nusu edilmektedir. Bu da ancak kitap indirmekle, peygamberler göndermekle mümkün olabilir. Binaenaleyh peygamberliği inkâr eden bir kimse yer ve göğün bir oyuncak ve eğlence olarak yara­tıldığını kabul ediyor demektir. Cenab-ı Hak böyle bir mânâdan yücedir, her noksanlıktan münezzehtir. Hz. Muhammed'in pey­gamberliğini  inkâr eden, onun eliyle meydana gelen mucizeleri eğlence ve oyuncak kabul ediyor demektir. Öyleyse bu ayet Ra-sûl-ü Ekrem'in peygamberliğini ispat ve ona gelen itirazları fa-sid olarak ortaya koymaktadır. [6]

 

Eğlence Allah İçin Muhaldir

 

17. ayetteki «Lehven» kelimesi 16. ayetin mânâsını pekiştir­mek ve takrir etmek için gelen bir ayettir. Yani Cenab-ı Hak eğer biz bir lehv (eğlence) edinmeyi irade etseydik bu bizim tarafımız­dan olurdu. Yani ilâhî bir lehv olurdu. Yani hikmet olurdu demek istiyor.

Siz bunu tarafımızdan bir lehv olarak edinmişsiniz. Bu ise ciddiyet ve hikmetin ta kendisidir ve eğer onu irade etseydik im­tina ederdik mânâsım ifade eder. Zemahşeri «katımızdan» mânâ­sını «kudretimizin cihetinden» şeklinde yorumlamaktadır. Yani Zemahşeri'nin yorumuna göre «eğer biz bunu irade etseydik onu edinirdik. Çünkü biz her şeye kadiriz. Ancak biz onu irade etmedik. Çünkü hikmet buna mânidir» şeklinde bir mânâ ortaya çık­maktadır.

Keşf sahibi, «Zemahşeri'nin tefsiri pek açık değildir» diyor. Ama Beyzavi de, bazı diğer müfessirler de bunu böyle tefsir et­mişlerdir. Bunun zahirinden lehv edinmenin Allah'ın kudretine dahil olduğu anlaşılmaktadır.

Alusi; «Eğlence eksiklik taşıdığından dolayı Cenaba Hak hakkında muhaldir. Onu Allah'tan uzaklaştırmak vaciptir» diyor.

(18) «Bilâkis hakkı bâtılın üzerine...» Bu Ayetin Tefsiri

Mücahid, «Hak Kur'an; bâtıl da şeytan demektir» diyor. Ya­ni Kur'sn'ı şeytanın tepesine atanz ve Kur'an onu paramparça eder.

Bazı müfessirlere göre «Hak» burada hüccet demektir. Bâtıl da onların irad ettiği şüpheler ve Allah'ın sıfatlarından olmayan vasıflan Allah'a isnad etmeleridir. Fakat burada umum daha ev­lâdır. Yani hak ne olursa olsun, bâtıl da ne olursa olsun, hak, bâ­tılı parçalar.

Ayetin metninde geçmekte olan «Nakzifu» fiili «gazaf» kö­künden gelir. Uzağa atmak, fırlatmak demektir. Bu, fırlatılan şe­yin sert olmasını gerektirir. Tabii burada istiare vardır. Yani biz hakkı bâtıl üzerine varid kılarız. Hak, bâtılı tamamen parçalar, yok eder. Nitekim şiddetli bir şekilde kasaba ahalisinin başına getirdiğimiz gibi.

Ayetin metnindeki «Zahikun» kelimesi tamamen yok olmak silinip gitmek demektir. Yani o bâtıl sanki hiç yokmuş gibi bir hale gelir.

«Allah'a isnad ettiğiniz vasıflardan ötürü size yazıklar olsun» cümlesi Kureyş'e veya bütün kâfirlere yöneltilmiş ilâhî bir tehdit­tir. Yani o kasabaların ahalisinin başından geçen sizin de başı­nızdan geçecektir. Siz Allah'a lâyık olmayan vasıfları Allah'a ver­diğinizden dolayı sizin için istikrar bulmuş bir veyl (helak) var­dır.

(19-20) «Göklerde ve yerde ne varsa...» Bu Ayetlerin Tefsiri

«Göklerde ve yerde olan O'nundur» cümlesi, daha önce «bü­tün mahlûkatı o halketmiştir» cümlesini takrir ve tesbit etmekte, pekiştirmektedir. Bazıları «Bu cümle 18. ayetin son cümlesine da­hildir» demişlerdir. Yani bütün mahlûkat, yaratmak, mülk, ted­bir, tasarruf, diriltmek, öldürmek, azap, cezalandırmak, sevap vermek yönünden Özel olarak Allah'a aittir. Ne başlıbaşına ne de başkasının uydusu olarak hiç kimse onlarda tasarruf edemez.

Cenab-ı Hak bu ayette azametinin genişliğini izah etmek is­tiyor. Bunun için «Semavat» kelimesini çoğul getirmiştir. Yani onların her birinde bulunan her şey onun mahlûku, onun mül­küdür. Onun tedbir ve tasarrufundadır.

îmam Suyuti «El-İtkan» adlı kitabında, «Sayı kastedildiği zaman «sema» çoğul olarak gelir. Cihet kastedilirse tekil olarak gelir» demektedir.

«Allah'ın katında olanlar»d&n maksat meleklerdir. Bu yorum Katade ve diğer tefsir alimlerinden rivayet   edilmiştir.   «Allah'ın katından» maksat ise şeref demektir. Yoksa mekândaki kat de­mek değildir. Çünkü Allah mekândan münezzehtir.

«Onlar ne Allah'a ibadetten çekinir ve mağrur olurlar, ne de yorulurlar. Onlar gece gündüz hep Allah'ı teşbih ederler» cümlesi mukadder bir suale cevap teşkil etmektedir. Sanki «Onlar ibadet­lerinde ne yapıyorlar, Allah'a nasıl ibadet ediyorlar?»; yani «sen yücesin, ortağın yoktur» diyorlar denilmektedir.

«Onlar gevşemezler», yani onlar Allah'ı durmadan tenzih ve tazim ederler. Bütün vakitlerde Allah'ı temcid ederler. Onlar teş­bihlerine hiçbir zaman aralık vermezler. Onlar için başka bir meşguliyet bahis konusu değildir.

Fakat eğer «Allah'ın katındaküer»den bütün melekler kaste-dilirse o vakit meleklerden bazıları Allah'a elçilik vazifesi görü­yorlar ve risaletini peygamberlere getiriyorlar. Tebliğ halinde on­lardan teşbih çıkmıyor demektir. Bazıları durmadan kâfirlere la­net okurlar. Nitekim başka bir ayette böyle gelmiştir.

Burada bir noktaya daha dikkat çekmek gerekir: Meleklerin gece ve gündüz teşbih etmeleri, gökte gece ve gündüz olmasını gerektirmez. Çünkü burada onların tesbihata devam ettikleri ifa­de edilmektedir.

(21) «Yoksa yerden birtakım mabudlar...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet o kâfirlerin suçlarından bir başkasını daha ortaya koymaktadır ki bu suçlan peygamberliği yalanlamalarından, on­lara tânetmelerinden daha korkunçtur. O da, taş ve madenler gibi yeryüzünün parçalarını ilâh edinmiş olmalarıdır. Onların iddia­larına göre ilâhları, Ölüleri kabirlerinde diriltip haşre göndereçektir. Bu ayette «ilâh edinme» değil, edinilen ilâhların insanları diriltip haşre gönderme gücü olduğu kanaati tenkid edilmekte­dir.

Çünkü bu husus tamamen gerçekleşmiştir. Yani onlar yer­den ilâhlar edinmişlerdir. O ilâhları hakir ve cansız olmalarına rağmen ölüleri diriltip haşre gönderecek vasıfta kabul etmişler­dir. Hayır! Bu olmaz. Çünkü onların mabudları böyle bir özelli­ğe sahip değildir. Burada, puta tapanların böyle bir şey söyleme­dikleri iddia olunabilir.

Bunun cevabı şudur: Açıkça söylemiyorlardı. Fakat madem ki «O putlar ilâhtır» diyorlardı, o halde onlar ölüleri de diriltir iddiasında bulunuyorlardı demektir. Çünkü böyle bir şey uluhi-yetin özelliklerindendir.

Ayetin sonunda gelen «yunşirne» fiili cumhura göre «hasre­derler» demek olan «Yeb'asune» mânâsmdadır. Bir alime göre «yaratırlar» mânâsına gelen «yehlukune» demektir.

(22) «Eğer o ikisinde...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet mabudların taddüdünü iptal eder. Yani tapılacak tek mabud vardır, birkaçı yoktur. «Onların ikisinde» tabirindeki za­mir, yer ile göklere racidir. Yer ve gökten maksat ulvî ve suflî âlemlerdir. Ulvî ve suflî âlemlerden maksat, orada tasarruf ede­bilir, onları tedbir edebilir demektir. Yoksa Gelenbevî'nin veh­mettiği gibi orada istikrar etmiş, tutunmuş demek değildir.

Ayetin metnindeki «illâ» kelimesi «Gayru» kelimesinin mânmı ifade eder. Yani ondan sonra gelen kendisinden önce geçene mugayirdir. Yani «Yer ve gökte Allah'tan gayri mabud olsaydı onlar bozulup gidecekti.»

(23) «Allah yaptıklarından mesul değildir. Fakat...» Bu Ayetin Tefsin

Mümkündür ki bu cümle mukadder bir sualin cevabı olsun. O sual şudur: Yaratmak ve tasarruf, bir olan Allah'ın birliğini içe­ren uluhiyetteki birliğinin ispatından meydana gelmiştir. Sanki şöyle soruluyor: Madem ki Allah yaratan ve mutasarrıf mabud-dur, niçin o peygamberleri yalanlayan, hakka karşı gelen kâfirle­ri yarattı? Niçin onları böyle yapmaktan caydırmadı? Bu soruya şöyle cevap verilebilir: «Allah yaptığından mesul değildir.» Yani hiç kimsenin hiçbir şeyde Cenab-ı Hakk'a itiraz hakkı yoktur. Zira o hakimdir, mutlaktır. İtiraza merkez olan bir şeyi yapmaz. Ama insanlar yaptıklarından dolayı sorguya çekilirler, onlara iti­raz edilebilir. Bu hüküm Allah hakkında bütün fiillerine göredir. Kâfirlerin yaradılışı vs. Allah'ın bütün fiillerini kapsamaktadır. Yani hiçbir fiili için, «Cenab-ı Bak bunu niçin yaptı?» denilemez. Bu icmali cevabın işaret ettiğine binaen daha önce bahsi geçen­den neşet eden sualin halledilmesinin vechi şudur: Allah kâfirle­ri, hatta bütün mükellefleri, onların haddi zatında neyin üzerin­de olduğunu bilmektedir. Çünkü yaradılışın önünde irade vardır. İradenin Önünde ilim vardır. İlim de malûma tabidir. Binaena­leyh ilim malûma birinci istidadın gerektirdiği ve kılınmayan gayriyetin subutunda olduğu gibi taalluk eder, bağlamr. AUah on­ları buna göre halkettikten sonra malûma tabi olan ilmin sebkat ettiği sırrı çıkarmak için onları mükellef kıldı. Taat mı ederler, taatten kaçarlar mı? Ki bunların ikisi de onların ezeli istidadın­da vardır. Cenab-ı Hak peygamberleri müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi ki onların isteklerini harekete geçirsin, helak olan, de­lili gördükten sonra helak olsun. İnanan da yine delilden ötürü inansın ve insanların Allah üzerinde bir hüccetleri kalmasın. Öy­leyse kâfiri yaratmak sebebiyle Cenab-ı Hakk'a herhangi bir iti­raz yöneltilemez. Ancak itiraz küfründen ötürü kâfirin üzerine yönelir. Çünkü onun küfrü, kendisinin kılınmayan gayriyetin su-butundan olan istidadının tâbilerindendir. Cenab-ı Hakk'm «Biz onlara zulmetmedik, onlar kendi kendilerine zulmettiler» mealin­deki ayeti de buna işarettir. Rasûl-ü Ekrem'in «Hayrı bulan bir insan Allah'a hamdetsin. Hayrdan başkasını bulan insan sadece kendisini kınasın» sözü de buna işarettir.

«Kullara gelince, onlardan işlediklerinin en incesine kadar hesap sondur.» Çünkü onlar Cenab-ı Hakk'ın mülküdürler. Onun kullarıdırlar. Bu ayet kâfirlere bir ilâhî tehdiddir. Yani Cenab-ı Hak hiçbir zamanda, hiçbir vakitte yaptıklarından sorulmaz.

(24) «Yoksa O'ndan başka ilâhlar mı...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet mabud edindikleri putların gerçekten bâtıl olduğunu ve mabudluğun özelliklerinden olan, ölüleri diriltmek gibi husu­siyetlerden mahrum olduklarını belirtmek suretiyle ilâhların ol­masının kesin delillerle muhal olduğunu ve onların uluhiyet özel­liklerinden mahrum bulunan putlar edinmelerinin bâtıl olduğunu tesbit etmeye geçmektir. Onları bâtıl davalarını ispat etmek için delil getirmeye zorlamaktır. Ayrıca bu ayet tüm semavi kitapla­rın Allah'ın tevhidini, hak ve şirk koşmanın bâtıl olduğunu söyle­diklerini ortaya koymaktadır. Bu ayet aynı zamanda yeryüzünde bulunan mabudlarm butlanını (bâtü olduğunu) belirttikten sonra mutlak şekilde (yani yerde, gökte ve nerede olursa olsun) mabu­dun varlığım iddia etmenin bâtıl olduğunu ilân etmeye geçiyor.

Başındaki hemze inkâr mânâsını ifade eden harftir. Yani on­ların edinmekte oldukları bâtıl mabudlan reddetmek, çirkin olduklarını göstermek ve bunun ne denli büyük bir suç olduğunu belirtmek içindir.

Ayetin metnindeki «min» kelimesi «edindiler» mânâsını ifade eden «ütehezu» fiiline bağlıdır. Ayetin mânâsı, uluhiyette tek ve şanının açık olmasına rağmen onlar Cenab-ı Hakk'ı aşıp uluhi-yetin özelliklerinden tamamen mahrum olan birtakım şeyleri ilâh edindiler.

Ey Rasûlüm! Onları susturmak için onlara de ki: Selim akıl veya sıhhatli nakil ile iddianızı ispat edecek olan delillerinizi ge­tirin.

Bazı müfessirler «zikirden maksat kitap yani Kur'an'dtr» de­mişlerdir. Yani bu ümmete inen Kur'an bir kitap olduğu gibi di­ğer ümmetlere inen üç kitap ve sahifeler de birer kitaptır. Ona mü­racaat edin ve bakın acaba onların herhangi birinde tevhidi emret­mekten, şirk koşmayı yasaklamaktan başka bir şey var mıdır?

Evet, bu cümle de onları susturmak için getirilen bir cümle­dir ve onların davalarını yıkmaktadır.

«Hayır! Onların çoğu hakkı bilmezler. Bundan onun için yüz çevirirler» cümlesi (yani ayetin bu son cümlesi) daha önce telkin edilen kelâma dahil değildir. Aksine Cenab-ı Hak tarafından de­lili mütalaa etmek suretiyle onları susturma emrinden sonra, «onlar için delil getirmek fayda vermez» açıklamasına bir geçiş­tir. Çünkü onlar hak üe bâtıl arasını ayırmayı iptal etmişlerdir. Böyle bir özellikleri yoktur. Bundan dolayı tevhidden daima yüz < çevirirler, peygambere tabi olmaktan çekinirler ve üzerinde bu­lundukları sapıklığın farkında olamazlar. Velev ki delilleri on­lara yüzbin defa getirmiş olasın. [7]

 

Meal

 

25- Senden önce hiçbir   peygamber   göndermedik   ki ona; «Benden başka mabud yoktur, bana kulluk edin» diye vahyetmiş olmayalım.

26- (Müşrikler); «Rahman çocuk edindi» dediler. Allah bun­dan münezzehtir. Melekler,  (Allah'ın çocukları değil) sadece ik­ram olunmuş kullardır.

27- Onlar,  O'ndan önce söz  söylemezler  ve sadece O'nun emriyle hareket ederler.

28- Allah  onların  önlerindekini  de,  arkalanndakini de bi­lir.   Allah'ın   rızasına  ulaşmış  olanlardan   başkasına  şefaat  ede­mezler. Onlar Allah korkusundan titrerler.

29- Onlardan,   «Mabud   o değil  benim»   diyen  kimseyi   biz cehennemle  cezalandırırız.  İşte  biz  zalimlere   böyle ceza veririz.

30- Kâfirler görmüyorlar mı ki   (başlangıçta)   göklerle yer bitişikken, biz onları ayırdık ve her canlıyı sudan yarattık. Yine de inanmayacaklar mı?

31- Yer onları sarsmasın diye onun üstünde dağlar yarat­tık ve yürüyebilsinler diye orada geniş yollar açtık.

32- Göğü   (düşmekten)   korunmuş bir tavan yaptık.  Onlar ise hâlâ O'nun delillerinden yüz çevirip ibret almazlar.

33- Geceyi, gündüzü, güneşi  ve ayı yaratan O'dur. Bunla­rın her biri bir yörüngede yüzüp durmaktadırlar.

34- (Ey Muhammedi)  Senden önce hiçbir insana Ölümsüz­lük vermedik. Şimdi sen Ölürsen, onlar ölümsüz mü olacaklar?

35- Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak kö­tülük ve iyilikle deniyoruz. (Sonunda) hepiniz bize döndürülecek­siniz. [8]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(25-26) «Senden önce hiçbir peygamber...»Bu Ayetlerin Tefsiri

Bu ayet daha önce geçen ve tevhidi tesbite çalışan ayetlerin bir nevi takriridir. Eğer «benden öncekinin zikridir» tabirinden Tevrat, İncil ve Zebur kabul edilirse bu ayette tahsisten sonra ta­mim vardır. Zira sadece «benden başka mabud yoktur, bana iba­det edin» hükmü Tevrat, İncil ve Zebur'u alan peygamberlere gel­memiş, aksine bütün peygamberlere gelmiştir. Bu ayet peygam­berimizden önce gelen bütün peygamberlerin de peygamberimi­zin daveti gibi davet aldıklarını, yani bütün peygamberlerin dava­sının bir olduğunu, temelde aynı olduklarını belirtmektedir. [9]

 

«Melekler Allah'ın Kızlarıdır» Diyen Kimdir?

 

«Onlar Rahman çocuk edindi dedüer» cümlesi müşriklerden bir grubun işlediği suçu ortaya toynaktadır. Çünkü bunun bâtü olduğu apaçıktır. Allah'ı daha önceki ayetlerde sozu edıler> or­taklardan tenzih ettikten sonra ösel olarak ileri sürülen ort* lardan da tenzih etmektedir. Bu iddianın sahiplen Huz*£aW* sinden bir boy idi. Onlar «Melekler Allah'ın ilandır» derieriU-Vahidi, tefsirinde, «Kureyş, diğer Araplardan Cuheyne, Bern Se-lame, Huma ve Beni Muleyh bu kanaatta idiler» diyor.

Îbn'ul-Munzir ve İbn Ebi Hatim, Katade'den şöyle rivayet ederler: «Yahudiler «Allah cinlerle musaheret kıldı. Yani onlarla (hâşâ) evlendi ve onlarla Allah arasından melekler doğup dünya­ya geldiler» derlerdi. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. Fakat en meşhuru birinci görüştür.»

Ayet, «İsa Allah'ın oğludur» diyen hiristiyanlarm ve «Üzeyr Allah'ın oğludur» diyen yahudilerin söylediklerinin gayet çirkin olduğunu ve Allah'ın bu gibi sözlerden münezzeh olduğunu orta­ya koyan ayetlerden birisidir.

«Subhanehu» kelimesi esasında «sebeha» fiilinin mastarıdır. Yani kendisine uygun düşen tenzih ile zatı bizzat münezzeh oldu­ğu gibi «onu teşbih ederim» demektir. Tabii bu mânâ bu kelime eğer teşbihin özel ismi ise böyledir ve Allah kulların diliyle böyle söylemiştir. Veya «O, zatını nasıl teşbih ediyorsa, onu öylece teş­bih edin» demektir.

Onların «Melekler Allah'ın kızlarıdır» şeklindeki izahları bâ­tıldır. Aksine melekler Allah'ın mahlûku olmak hasebiyle O'nun kullarıdırlar, O'nun mülküdürler. Çocuğun babasının mülkiyeti, ne geçmesi ise sahih değildir.

«Mukremun» tabiri Allah'ın katında yaklaştırılmış olanlar­dır. Bu lâfız «Melekler Allah'ın kızlarıdır» diyenlerin yanıldıkları noktayı tesbit eder. İkrime, kelimeyi «Mukerremun» (ikrama mazhar olanlar) şeklinde okumuştur.

(27) «Onlar, O'ndan önce söz söylemezler...» Bu Ayetin Tefsiri

Cenab-ı Hak bir şeyi söylemezden önce o şeyi söylemezler. Allah   onlara   bir şey emretmezse   onlar o şeyi yapmazlar.   Bu,edebli kulların adetidir ve bu da onların Allah'a kâmil bir şekil­de taat ettiklerine ve baş eğdiklerine dikkati çekmektedir.

«Onlar Allah'ın emriyle çalışırlar» cümlesi, onların ameller­de Allah'a tâbi olduklarım açıklayan bir ifadedir. Yani daha ön­ceki sözlerle onların Allah'a tâbi olduğu beyan edilmişti. Çalış­makta da ona tâbi oldukları ikinci kez belirtilmiştir. Yani onlar Allah'ın emriyle söylerler, O'nun emriyle çalışırlar, Allah'tan baş­ka hiç kimsenin direktifiyle çalışmazlar ve kendiliklerinden de bir şey yapamazlar.

(28) «Allah onların önlerindekini de...» Bu Ayetin Tefsiri

«Allah onların önlerinde olanı âa arkalarında olanı da bili­yor» cümlesi daha önceki cümlelerin nedenini teşkil ettiği gibi daha sonra gelecek cümleye de yer açar bir mukaddimedir. San­ki şöyle sorulmaktadır: «Niçin Allah'tan Önce söz söylemezler, emri olmadan çalışmazlar?» Bu tür bir soruya verilebilecek cevap şudur: «Çünkü Cenab-ı Hakk'a onların daha önce yaptıkları ve daha sonra yapacakları hiçbir şey gizli değildir. Binaenaleyh on­lar durmadan durumlarını murakabe ederler. Çünkü Allah'ın on­ların her şeyini bildiğini biliyorlar.» [10]

 

Şefaat Meselesi

 

Onlar ancak Allah'ın kendisine şefaat edilmesine razı olduğu bir kimseye şefaat ederler. İbn Cerir, Îbn'ul-Munzir, «elBahr»6a, Beyhaki ve İbn Ebi Hatim, İbn Abbas'tan şöyle rivayet ederler: «Onlar ancak «ha ilahe illallah» diyene şefaat ederler.» Onların «şefaat etmesi», onun için af dilemeleri demektir. Bu şefaat;, Sa-hih'te yer aldığı gibi dünyada da Ahiret'te de olabilir.

Bu ayette, Mutezile'nin «Şefaat büyük günah sahiplerine ol­maz» iddialarına herhangi bir delil yoktur. Çünkü bu ancak me­leklerin Allah'ın kendisine şefaat etmelerine razı olduğu bir kim­seye şefaat edebileceklerini ifade eder. Bununla beraber melekle­rin bir kimse hakkında şefaatlan yoksa, bu, o kimse hakkında başkasının şefaatinin olmadığını göstermez. Bununla beraber Allah azabımn korkusundan sakınmaktadırlar. Daima murakabe halindedirler, Allah'ın mekrinden emin değildirler.

Bazı müfessirler; «Burada ayetin mânâsı şöyle de olabilir: Onlar Allah'tan korkarlar. Bununla beraber Allah'tan korktukla­rında herhangi bîr eksiklik olacaktır diye de korkarlar» demiş­tir.

Ayette geçmekte olan «Haşyet» ve «işfak» tabirleri arasında­ki fark şudur: Haşyet, azametle karışıktır ve bundan ötürü şu ayette «Allah'ın kullarından ancak alimler Allah'tan haşyet eder­ler» denilerek bu vasıflar alimlere tahsis edilmiştir. İşfak ise iti­na ile beraber olan korku demektir. Sonra bu korku hem dünya­da hem de Ahiret'te meleklerin sıfatıdır. Nitekim isim olan cüm­le de bunu ifade etmektedir. Yani bu korku onlarda daimidir.

(29) «Onlardan, «Mabud o değil benim» diyen...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayetteki «onlardan» zamiri meleklere de, mahlûkata da raci olabilir. Meleklere raci olması daha evladır. Çünkü diğer ayetler melekleri söz konusu etmektedir. Melekler böyle bir iddiada bu­lunmazlar. Fakat Cenab-ı Hak bunu farazi bir şekilde ifade bu­yuruyor. Yani faraza onlardan birisi «Allah değil ben mabudum» dese, işte bu farazi sözü söyleyen bir kimseye diğer mücrimler gibi cehennem cezası veririz. Onun daha önceki parlak sıfatları, Allah'ı razı eden hareketleri kendisine hiçbir fayda sağlamaz.

Dahhak ve Katade, «Burada farazi bir şeye itibar edilmez. Bu ayet özellikle îblis hakkında inmiştir» diyorlar. Çünkü İblis kendisine ibadete çağırmış, böylece küfrü o başlatmıştır. Fakat ayetin zahirine bakılırsa ayetin genel olması daha kuvvetli görü­lür.

Bu ayet Cenab-ı Hakk'm hükmünün kuvvetine,, ceberrutunun izzetine delâlet eder ve meleklerin, kâfirlerin iddia ettiği sıfat­lara sahip olmadığı ve böyle bir şeyin onlar için muhal olduğu gerçeğini ortaya koyar.

(30) «Kâfirler görmüyorlar mı ki...9 Bu Ayetin Tefsiri

Cenab-ı Hak bu ve bunu izleyen ayetlerde, Allah'ın kevnî ayetlerine, kudretinin büyüklüğüne, tasarrufuna ve bütün masi-vanın onun mülkü altında bulunduğuna dair düşünce hatası iş­leyenleri techil etmektedir. [11]

 

Gökler Ve Yer Bitişik Miydi?

 

Ayetin metnindeki «Kaneta (oldular)» zamiri gökler ve yere racidir. Oysa bunlar çoğuldur. Burada çoğul zamirinin getirilme­si gerekirdi. Fakat Cenab-ı Hak «gökler»den gök taifesini kaste­diyor. O zaman tesniye olur. Yani bir gök bir de arz taifesi de­mektir. Bu sebeple bu aye"tte tesniye zamiri getirilmiştir. Nitekim başka bir ayette «Allah gökleri ve yeri zail olmaktan kesinlikle tutar» buyurmuştur ki burada da gökler ve yer için tesniye zami­ri getirilmiştir.

Ayetteki «Retkan» kelimesi tesniye olarak getirilmedi. Oysa kaide böyle olmasını gerektirir.  Fakat mastar   olduğundan dolayi tesniye, cemi, müfred gibi sığalar burada eşittir. Yani hepsi için kullanılabilir. Yani gökler ve yer retk sahibi idiler. Bu keli­menin esas mânâsı hilkat veya sanat yönünden iki şeyi birbirine bitiştirmek ve yapıştırmaktır. Ayetin mânâsı «Kâfirler bilmezler-mi ki gökler ve yer daha önce yoktu. Biz onları varettik» şeklin­dedir. Veya «onlar bitişikti, biz onları ayırdık» mânâsmdadır.

«Onlar bilmezlermi ki» ifadesinden maksat, bu ilme az bir düşünce ile de sahip olabilirler demektir. Çünkü yerler de gök­ler de mümkinattandır. Mümkün olan bir şey zatı itibarıyla yok­tur. Onun «varlıtoila, sifatlandınlması ise ancak Vacib'ul-Vücud tarafından olur.

îbn Abbas'tan İkrinıe, Hasan, Katade ve îbn Cübeyr'in riva­yet ettiklerine göre gökle yer bir tek şey idiler ve birbirlerine ya­pışık durumdaydılar. Cenab-ı Hak onların aralarını ayırdı. Gökle­ri dilediği yere yükseltti ve yeri de karar sahibi kıldı.

«Gökler»den maksat ölü taraftır veya dünyanın, yerin yakı­nında olan göktür. Veya afak itibarıyladır, onun ufukları çoktur. Bazıları «Gökler açıkta anlaşıldığı gibidir. Yani bütün gökler kastedilmiştir. Zira yağmurda hepsinin müdahalesi vardır» de­mişlerdir.

«Görmek»ten maksat ilimdir. Kâfirlerin bunu bilmesi açık bir keyfiyettir. Bazıları da «Göklerle arzın kapanmasından mak­sat, Hz. Peygamberin zuhurundan önce ilâhi vahyin bir müddet için inkıtaa uğramasıdır» demişlerdir. Gerçekten de Hz. Peygam-ber'den altı as:r kadar öncesine kadar bir peygamber gelmemişti ve yeryüzünü günahlar kaplamıştı. Gökler ve yerin açılmasından maksat ilâhî vahyin indirilmesine işaret olabilir. Nitekim tabiat âleminde de yağan yağmurların yeryüzünü açtığını görüyoruz.

Hasan Siddık Han; «Allah bu ayetle tam olan kudretine, büyük olan saltanatına ve bütün mahlûkatı kahredecek  kuvvetine dikkati çekiyor» demiştir. [12]

 

Her Canlı Sudan Yaratılmıştır

 

«Her canlıyı sudan yarattık» cümlesi, canlı olan her varlığın sudan yaratılmış olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır. (Bu tef­sir Kelbi ve bir cemaatten gelmiştir). «Allah her yürüyeni bir su­dan yarattı» ayeti de bunu desteklemektedir. Suyun hayatta olan­lara ve canlılara madde olması ve ayetin özellikle «sudan yarat­tık» şeklinde gelmesi, suyun canlının en büyük maddesini teşkil etmesinden, canlının ona şiddetle ihtiyacı olmasından ve ondan yararlanmasından dolayıdır. Burada    «âmmm    tahsis etmek ge­rek. Çünkü melekler ve cinler de hayat sahibidirler. Fakat su­dan yaratılmamışlardır, suya ihtiyaçları da yoktur.

Katade «Ayetin mânâsı her gelişeni sudan yarattık» diyor. Böylece bitkiler de hayatın kapsamına giriyor ve «hayat» ile can­lılık ve benzeri gelişmeler kastediliyor. Muhtemelen «Bitkilerde his ve şuur vardır» diyen kimseler de bu noktadan hareket et­mektedir.

Ayetin metnindeki «şey» kelimesi canlılara mahsustur. Çünkü canlılar hayatla sıfatlanmış olarak kabul edilir. Onu bitkilere ta­mim etmek de caizdir. Bu ayet madde âleminde görülegelen, ilim erbabınca ancak yeni anlaşılan ve Rasûl-ü Ekrem'in devrinde bi­linmeyen bir hakikati izah ediyor. O da şudur: Su, hayat menba-ıdır. Bununla beraber ayeti kerime ruhani bir hakikati izah et­mekte ve Kur'an'da nice defalar suya teşbih edilen ilâhî vahyin günah ve tereddi (düşüş) bataklıklarında boğulan insanlara hayat verdiğini göstermektedir.

(31 «Yer onları sarsmasın diye...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet yerin insanlarla sarsılmaması için koca dağların Al­lah tarafından yaratılmış olduğunu ortaya koymaktadır. Zira aye­tin metninde «Revasiye» şeklinde geçen tabir sabit dağlar demek­tir. Yani yerleşmiş, deprenmez, kıpırdanmaz dağlar yarattık. Dağların yaratılışı sadece bu hikmet için değildir. Belki bunun altında sayılamayacak kadar yararlar ve hikmetler vardır. Bu bakımdan ağırlığına nisbetle üzerindeki hareketli ve ağır cisim­lerin belirlememesi tarzında onu yaratsaydı dağlara ihtiyaç kal­mazdı şeklindeki itiraz yerinde değildir.

«Biz yeryüzünde veya o dağlarda geniş yollar yarattık». Ya­ni ayetin metnindeki «Fiha»daki zamir îbn Cerir ve İbn'ul-Mun-zir'in İbn Abbas'tan rivayet ettiklerine göre dağlara racidir. Di­ğer tefsircilere göre ise yeryüzüne racidir. Fakat dağın yola muh­taç olması îbn Abbas'tan gelen rivayeti takviye etmektedir,

«Feccac» kelimesi Zeccac'a göre iki dağ arasında açılan yol­dur. Ragıb'a göre «iki dağın kapladığı bir yar»dır. Bazılarına gö­re de mutlak genişlik ifade eder. İster yol olsun, isterse bu yol iki dağın arasındaki yol olsun veya olmasın.

Yeryüzünde veya dağlarda geniş yolların t kılınması ne de­mektir? Bu yollardan maksat bir bölgeden diğer bölgeye geçme­yi sağlayan yollardır. Yani Cenab-ı Hak dağlan yol vermeyecek şekilde de yaratabilirdi. Fakat insanların yararı nazarı itibara alınmış ve Allah Teâlâ tarafından tabii olarak dağlar arasında yer yer yollar açılmıştır.

(32) «Göğü (düşmekten) korunmuş...»Bu Ayetin Tefsiri

Cenab- Hak burada «Göğü korunmuş bir tavan yaptık» di­yor.   Yani çürümekten, uzun   zaman geçmesinden   dolayı bozul­maktan korunmuştur. (Bu yorum Katade'den rivayet ediliyor). Maksat o upuzun zamanın etkisinden onu mahfuz kılmaktır. Yok­sa burada daima böyle  olacaktır şeklinde bir mânâ yoktur.  Çün­kü Kıyamet Günü'nde Cenab-ı Hak gökleri kâğıt tomarları gibi dürecektir.   Ve gökler bozulacaktır,   paramparça olacaktır. Müs­lümanların çoğu bu kanaattedir. Felsefecilerin büyük bir grubu da aynı kanaati paylaşırlar.

Bazıları «onları düşmekten koruduk» anlamını vermiştir. Ferra, «Onları attığımız atışlarla şeytanların dinlemesinden koru­duk mânâsını taşımaktadır» demiştir.

îbn Abbas, Allah Rasûlü'nün göğe bakıp; «Gök yüksek bir tavandır. Tutulmuş bir dalgadır. Ok kovayı delip geçtiği gibi şey­tanlardan korunmuş olarak delip gidiyor» dediğini rivayet etmiş­tir. Eğer bu rivayet sahih ise ayetin mânâsında nesh olamaz.

«Onlar bizim ayetlerimizden yüz çevirirler»; yani bizim vah­daniyetimize, ilmimize, hikmetimize, kudretimize, irademize de­lâlet eden güneş gibi zahirde belli olan veya araştırmakla anla­şılan birtakım ayetler ve mucizelerden yüz çevirmişlerdir. Yani onlardan gafildirler. Bu güneş nedir, onu kim yaratmıştır, ne ya­pıyor diye düşünmezler. Tabir caiz ise, hayvan gibi yer, içer ve uyurlar.

(33) «Geceyi, gündüzü, güneşi ve...»Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet daha önce   «Onlar bizim ayetlerimizden gafildirler»

cümlesinin zımnında serdedilen ayetlerin bir kısmına misaldir. Güneş ile ay, gün ile gecenin alâmetleridirler. Güneş ve ayın her birisi bir merkezde, bir yörüngede akıp giderler.

Ayetin sonunda gelen «Yesbehune» fiili çoğul bir fiildir. «On­lar akıp gidiyorlar» demektir. Oysa biz ayetin metnine baktığı­mızda Öncelikle güneş ile ayın akıp gittiğini anlıyoruz. Bunun ne­deni şudur: Ya güneş ile ay diğer yıldızlardan daha üstün olduk­larından dolayı   onları da tağlib yoluyla zikretmiş olmak nokta­sından hareket ederek çoğul getirilmiştir veya akıp gitmek fulin-de olan zamir yıldızlara racidir. Her ne kadar burada yıldızlar görünürde zikredilmemişlerse de güneş ile ay onlara delâlet et­mektedir. Burada şayanı dikkat başka bir nokta vardır: «Akıp gi­diyorlar» zamiri ak    sahiplerine aittir. Ya hakikaten bazı müs-lümanların, felsefeciler gibi, «ay ile güneş akıl sahibidirler» sözü sebebiyledir, veya onlar onlara tapanların iddiasına göre akıllı­dırlar. Ondan Ötürü burada akıllılara mahsus olan çoğul sigası kul­lanılmıştır. [13]  

 

«Felek», Yörünge Demektir

 

«FeleJc» esasında dönen her şey demektir. Burada ise İbn Abbas ve Süddi'den gelen rivayete göre gök; yani onların yörün­gesi demektir. Dahhak, «felek cisim değil, sadece yıldızların deve­ran ettiği yerdir» diyor. Fakat meşhur rivayet İbn Abbas ve Süd­di'den gelendir. Ayetin    zahirinden   anlaşılıyor ki    «yüzmek»ten maksat zati harekettir. Fakat arızî hareketin de irade edilmiş ol­ması mümkündür. Hatta bazıları «Arızi hareketin irade edilmesi daha evlâdır. Çünkü zatî hareket bunun gibi görülmemektedir» der. Hatta halk tabakası zati hareketi bilmemektedirler. Bazıla­rı «Burada hem zati hem de arızi hareketler kastedilmiştin} de­mektedir. Bazılarına göre madem ki Cenab-ı Hak «yıldızlar yüzü­yor»    buyurmuştur, Öyleyse yıldızlan yürüten, yüklenip yürüten bir şey yoktur. Aksine o kendi kendine yörüngesinde hareket et­mektedir. Tıpkı suda hareket eden bir balık gibi. Zira bir sandı­ğın üzerine oturmuş veya bir kalasın üzerine çıkmış bir insan için «suda yüzüyor» denilemez. [14]

 

Hızır Ölümlüdür?

 

(34) «(Ey Muhammedi) Senden önce...»Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet hiç kimsenin dünyada ebedi kalmayacağını, çünkü  böyle kaldığı takdirde tekvini ve teşrii hikmete ters düşeceğini ortaya koymaktadır.

Bazı müfessirler buradaki «Huld» kelimesinden uzun zaman durmanın kastedildiğini söylemişlerdir. Yani senden önce hiçbir beşeri uzun zaman bu dünyada yaşatmadık. Bu ayette Hızır'ın Öldüğüne dair delil getirilmektedir. Alusi, «Bu delilde nazar var­dır» diyor. Fakat hadis âlimleri Hızır'ın ölmüş olduğunu söyle­yerek, Hz. Peygamber'in Buhari'de yer alan bir hadisine işaret ediyorlar: «Bu geceden sonra yüz seneye kadar bu gece diri olan hiç kimse kalmayacaktır» tarzındaki ifade de bunu takviye et­mektedir. Fakat tasavvuf erbabından bazıları Hızır'ın hayatta ol­duğunu söylemektedirler.

«Ey Rasûlüm! Eğer sen bizim hikmetimizin muktezası ola­rak ölürsen acaba onlar ebedî mi kalacaklardır?». Bu ayet kâfir­lerin «Biz peygamberin ölümünü bekliyoruz» dedikleri zaman in­miştir.

(35) «Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet onların ebedî kalmayacaklarının bir delilidir. Daha önceki ayetin de tekididir. Eş'ari'ye göre ölüm, vücudi bir kayfi-yettir, hayata ters düşer. El-İsferaini'ye göre ölüm,  bilfiil sânı. dirilik olandan hayatın yokluğudur, öyleyse bu hayatın ademi, gö­ren gözün üzerine sonradan gelen körlüktür, mutlak körlük de­ğildir. Binaenaleyh hayata müstaid olduğu anda ana rahmindeki ce­ninden hayatın ademi, ölümü gerekmez. Eş'ari Ölümün vücudî ol­duğuna dair şu ayetle delil getirmiştir: «Yücedir o Allah ki ölü­mü ve hayatı yaratmıştır» (Mülk: 1). Zira yaratmak, icad etmek, ademden çıkarmak ve bunun mümkün    olduğunu   belirtmektir. Mümkün olanın da bir faili vardır. Adem ise fiil işlemez fail ola­maz. Birinci delile (yani ayetle getirilen delile) göre burada ya­ratmanın takdir mânâsına    hamledilmesi    mümkündür.    Takdir icaddan daha geneldir. Eğer icad mânâsına olsa dahi ölümün ya­ratılmasından sebeplerin yaratılması kastedilebilir. Veya o ayet­te muzaf mukadderdir. Yani ayet ölümün sahibini, hayatın sa­hibini dirilten, icad eden Allah ortaktan  münezzehtir şeklinde yorumlanabilir. Üstad «ölümden maksat Ahiret, hayattan mak­sat da dünyadır» diyor ve İbn Abbas'ın onları bu şekilde tefsir ettiğini naklediyor.

Ayette bahsi geçen nefisten maksat hayvani nefistir. O insa­nî nefisten mutlak olarak daha geneldir. Nitekim hayvandan da mutlak hayat sahibi kastedilmiştir ve insandan daha geneldir.

«Sizi şer ve hayırla deniyoruz» cümlesindeki hitap, telvin yo­luyla bütün insanlaradır veya iltifat yoluyla kâfirleredir. Yani si­zi deneyen bir kimsenin muamelesi gibi sizinle muamele ederiz de­mektir. Zorluklarla, sevilen durumlarla, sabredip şükreder misi­niz diye sizi deneyeceğiz.

Şer ve hayrın hoşa giden ve gitmeyen şeylerle tefsir edilme­si İbn Zeyd'den rivayet edilmiştir. İbn Abbas'tan gelen rivayete göre onlar «şiddet ve genişlik» demektir.

Dahhak'ın rivayetine göre«fakirlik ve hastalık»^«zenginlik ve beden sıhhati» demektir. Fakat genelleştirme daha evladır. Ce-nab-ı Hak önce şerri zikretti. Çünkü şer inkâr edilenlere daha uygun düşer. Veya şer daha önce zikredilen ölüme daha yakın­dır.

Ragıb, «Cenab-ı Hak hazan kulları zenginlikle dener ki şük­retsinler, hazan da zararla dener ki sabretsinler» diyor. Öyleyse atiyye ile mihnet, hepsi de denemedir. Rahmet sabrı, atiyye de şükrü iktiza eder. Sabrın hukukunu yerine getirmek şükrün hu­kukunu yerine getirmekten daha kolaydır. Binaenaleyh atiyyeye kıymet vermek bu iki denemenin en büyüğüdür. Ve bu noktadan hareket ederek Hz. Ömer: «Biz zararla denendik, sabır gösterdik. Zenginlikle denendik, sabır göstermedik» demiştir. Hz. Ali de «Kimin dünyası kendisine genişletilirse ve amelde bulunmazsa o aldatılmıştır» der. Yani aklıyla aldatılmıştır. [15]

 

Meal

 

36- Küfre sapanlar seni gördükleri zaman, seninle sadece alay ederler: «Sizin mabudlarınızı diline dolayan bu mudur?» derler. Oysa kendileri Rahman'ı zikretmeyi reddediyorlar.

37- İnsan aceleci yaratılmıştır.   Size ayetlerimi   gösterece­ğim. O halde acele etmeyin.

38- «Eğer doğrulardan iseniz şu vaad ne zaman tahakkuk edecektir?» diyorlar.

39- Kâfirler ne yüzlerinden ne de  sırtlarından ateşi sava-mayacakları ve yardım da olunmayacakları zamanı bir bilselerdi.

40-  Aksine o onlara ansızın gelecektir. Onları şaşırtacaktır. Ne onu reddedebilecekler ne de kendilerine mühlet verilecektir.

41- Andolsun ki senden önceki peygamberlerle de alay edil­di. Fakat onlarla alay edenleri, o alay ettikleri kuşatıverdi.

42- (Ey Muhammed!)  De ki:  «Sizi gece-gündüz Rahman' dan (O'nun azabından) kim koruyacak?». Fakat onlar Rablerini anmaktan yüz çeviriyorlar.

43- Yoksa onları bizim katımızda koruyacak mabudlan mı var?  Kendi  nefislerine  bile  yardım edemezler.  Onlar bizden  de herhangi bir < dostluk bulamazlar.

44- Biz onları ve  atalarını yaşattık.  Sonunda kendilerine ömürleri uzun geldi. Bizim Arz'a gelip, onun etrafını eksilttiği­mizi görmüyorlar mı? Üstün gelen onlar mıdır? [16]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(36) «Küfre sapanlar seni gördükleri zaman...» Bu Ayetin Tefsiri

Onlar, Rasûl-ü Ekrem'in kendilerinin zarar ve yarar verme­yen putlarını kötülükle zikrettiğinden ötürü Hz. Peygamber'i ayıplamaktadırlar? Halbuki kendileri rahmet olarak indirilen Kur'an'ı inkâr ediyorlardı. Öyleyse kendileri ayıplanmaya daha uygundur ve onların bu yaptıklarına karşı çıkmak daha doğru­dur. Rahman'm zikrinden kastedilenin, Allah'ın tevhidi olması mümkündür. Çünkü onlar Allah'ın birliğini inkâr ediyorlardı. Bu­rada muhtemelen Cenab-i Hakk'm peygamberler göndermek, ki­tap indirmek suretiyle insanları irşad etmesi kastedilmektedir.

Bazıları «Rahman'm zikrinden maksat, Rasût-ü Ekrem'in bu lâfzı zikretmesidir» demişlerdir. (Yani rahman lâfzını zikretme­si). Ayet onların bunu inkâr etmeleri, «Biz Rahman'ı tanımıyo­ruz. Ancak Yemame Rahmanı'nı tanıyoruz» tarzında bir mânâyı ifade etmektedir. [17]

 

Haksızlığa Karşı Gelmek

 

Bu ayetin sebebi nüzulü, îbn Ebi Hatim'in Süddi'den rivayet ettiğine göre, şudur: Ebu Süfyan ve Ebu Cehil'in bulunduğu bir yerden Hz. Peygamber geçti. Aralarında konuşuyorlardı. Ebu Cehil, Rasûl-ü Ekrem'i gördüğünde güldü ve Ebu Süfyan'a «îşte bu, Abdimenaf oğullarının peygamberidir» dedi. Bu kabileye daha yakın olan Ebu Süfyan, Ebu Cehil'in bu sözünden öfkelendi ve ona: «Herhalde sen Abdimenaf oğullarının bir peygamberi olma­sını inkâr etmiyorsun» dedi ve bu sözü Rasûl-ü Ekrem işitti. Ebu Cehil'in yanma dönerek ona bir şeyler söyledi, onu korkuttu ve «Galiba amcan Muğire oğlu Velid'in başına gelen sana isabet et­medikçe uslu durmayacaksın» dedi. Ebu Süfyan'a da, «Sana ge­lince, bu sözü sadece akrabalık sebebiyle söyledin (yani iman et­tiğinden dolayı değil)» dedi.

(37) «İnsan aceleci yaratılmıştır...» Bu Ayetin Tefsiri

«İnsan aceleci yaratılmıştır»; yani bir şeyin zamanı gelme­den onu araştırır, bulmak ister. Buradaki «msan»dan maksat bü­tün insanlardır. Yani insanlar acelecilikte çok ileri gittikleri ve sabır hususunda da çok az başarı gösterdiklerinden dolayı sanki onlar aceleciğin ta kendisinden yaratılmışlardır. Yani onların ta­biatında bulunan ahlâk onlann şahsiyeti yerine kaim olmuştur. Böylece aceleciliğin onlarla beraber kalacağına ve kendilerinden ayrılmayacağına işaret edilmektedir.

Ebu Amr ve Ebu Ubeyde derler ki: «Bu ayette kalp (yer de­ğiştirmek) vardır». Zira ayetin takdiri «acelecilik insandan yara­tılmıştır» şeklindedir. Yani acelecilik insanın tabiatı, ahlâkı ol­muştur. Çünkü acelecilik insandan ayrılmaz. Nitekim Arapça'da insanda galib olan bir vasıf insanın ta kendisi gibi ifade edilir. Meselâ çok oynayan bir kimseye «sen oyundansın» (yani ondan yaratılmışsın) derler.»

Ayetin son cümlesindeki hitap, acele azap isteyen kâfirlere­dir, «Allah'ın ayetlerinnûen maksat ise onun cezalandır. «Onlara ayetlerimi göstereceğim» demek, cezalarımı, intikamımı göstere­ceğim demektir. Onlara intikamın gösterilmesinden maksat da onları o musibetlere maruz bırakmak demektir. Onlara intikam­ları göstermek Ahiret âleminde olacaktır. Nitekim bundan sonra gelen ayetler buna işaret etmektedir.

(38) «Eğer doğrulardan iseniz şu vaad.. m Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin metnindeki «vaad» Kıyamet'in koptuğu zamandır. Çünkü o, Allah tarafından vaadedilmiştir. Onlar «Kıyamet ne za­man kopacaktır?» demek suretiyle Kıyametin kopacağına inan­mıyor, bununla istihza ediyorlar ve «siz eğer doğru söyleyenler-seniz bu vaad (yani Kıyamet'in kopması) ne zamandır?» diyor­lardı. Kâfirlerin ayette zikredildiği şekildeki hitabı, Rasûl-ü Ek­rem ile Kur'an'm ayetlerini okuyan ve haşrden bahseden ayetlere iman eden müminlere yöneliktir. Şartın cevabı da mukadderdir. Yani siz doğru iseniz bize süratle Kıyamet'i getirin!

(39) «Kâfirler ne yüzlerinden ne de...» Bu Âyetin Tefsiri

Bu ayet, onların hemen istediği Kıyamet'in şiddetini açıkla­yan, oradaki fecaati sergileyen bir ayettir. Onlar Kıyamet'in du­rumunu bilmediklerinden dolayı onu hemen istiyorlardı. Eğer buseydiler böyle bir felâketi istemeye teşebbüs etmezlerdi. Onlar Kıyamet'te ne yüzlerinden ne de sırtlarından (yani bedenlerinin hiçbir yerinden) ateşi uzaklaştıramazlar. Cenab-ı Hak sadece yüz­leri ve arkalan zikretmektedir. Bu sözle ön ve arka yönler kaste­dilmektedir. Çünkü yönlerin en meşhuru ön ve arka yönlerdir. Sağ ve sol yönler meşhur değildir. Ön ile arkayı ihata etmek, insanın tamamım kapsamak demektir. Yani onlar o ateşi hangi taraftan olursa olsun kendilerinden uzaklaştıramazlar ve başkası tarafından onlara yardım da edilemez.

(40) «Aksine o onlara ansızın...» Bu Ayetin Tefsiri

Cenab-ı Hak bu ayette «Allah'ın ayetleri onların istedikleri mekânda değil ansızın başlarına gelecektir» diyor. Ayetin metnin­deki «Tebhetu» fiili onları dehşete sürükler, hayretler içerisinde bırakır veya onlara galib gelir, demektir. Onlar ansızın gelen bu musibeti kendilerinden asla uzaklaştıramazlar. Onlara göz açıp kapayıncaya kadar da olsa istirahat için mühlet verilmez. Ayetin son cümlesi «dünyada onlara verilen mühleti» hatırlatmaktadır.

(41)  «Andolsun senden önceki peygamberlerle de...» Bu Ayetin Tefsiri

Cenab-ı Hak onların peygamberliğe karşı yaptıkları hücum­lara hikmetli cevaplar verdikten sonra onların peygamberlerle alay etmelerine bir teselli olsun diye bu ayeti indirmiştir. Bu ayet Hz. Peygamber'in kendisine düşen vazifeyi icra ettiğini, neticede muzafferin o olacağı hükmünü getirmektedir. Ayet kasem harfiy­le başlamıştır. Bu, cümlenin içeriğinin tahkikini daha da artırmak içindir.

Ayetin metnindeki «Rusulün» kelimesindeki tenvin, tazim ve teksir içindir. Yani, andolsun ki senden Önce de büyük şana sahip olan birçok peygamber istihzaya maruz kalmışlardı.

«Hâka» fiili kapsamak, inmek veya bir yere konmak mânâ­sını ifade eder. Bu fiil ekseriyetle şerr hakkında kullanılır. Yani o peygamberleri alaya alanlar bu çirkin fiilleri tarafından çepe­çevre sarılmışlar ve onun için helak olmuşlardır.

(42 «(Ey Muhammedi) De ki: Sizi...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin başındaki emir Easûl-ü Ekrem'edir. Cenab-i Hak «O peygamberlerle istihza edenlerden sor! Sizi gece-gündüz Rah~ man'ın azabından koruyan kimdir?» Evet. bu suali sor ki onlar kendilerine verilen ilâhi nimetler vasıtasıyla aldanmasınlar.

«Yekleu» fiili hıfzeder, korur demektir. Yani Rahman olan Allah'ın şiddetinden, azabından sizi koruyan kimdir, o değil mi­dir? Öyleyse onun peygamberleriyle niçin istihza ediyor, dinini alaya alıyorsunuz?

Ayette gece, gündüzden önce zikredilmiştir. Çünkü gecedeki felâketler daha fazla ve daha şiddetlidir.

Ayette kullanılan «er-Rahman» tabiri «Allah onları sadece merhametinden dolayı korumuştur. Başka bir şeyden ötürü de­ğil» mânâsını ifade eder.

Cenab-i Hak ayetin son cümlesiyle onların Kur'an'ı dinleye­cek kimselerden olmadıklarını, onların nimet verenden gafil kı­lınmış bir kavim olduklarını tescil etmektedir. Onlar Allah'ı an­mıyorlar, hatırlamıyorlar ki onun azabından korksunlar. Veya onlar içinde bulundukları emniyet ve refahı, korunma olarak ka­bul ederler. Daimi bir şekilde Allah'ın zikrinden yüz çevirmekte­dirler, îster kendilerine hatırlatılsın ister hatırlatılmasın. Durum­ları budur.

«Onlar Rablerinin zikrinden yüz çevirirler» ifadesi, red tabirinin burada kullanılarak onlara dönüşen zamire izafesi, onların Allah'ın saltanat ve tedbiri, terbiyesi altında olduklarını haber vermektedir. Böylece ifade onların sapıklıkta doruk noktaya var­dıklarını ortaya koymaktadır.

(43) «Yoksa onları bizim katımızda...» Bu Ayetin Tefsiri

Kurtubi, ayetin başındaki «em» edatının istifham harfi olduğunu söyler. «Dunina» kelimesi de azabımız demektir. Acaba on­ların bizim azabımıza mâni olacak mabudlan mı vardır? Oysa kâfirlerin «Bize yardım edeceklerdir» diye taptıkları putlar kendi nefislerine bile yardım etmekten acizdirler. Acaba kendilerine ta­panlara nasıl yardımda bulunacaklardır?

Ayetin sonundaki «Yushabune»   fiili îbn Abbas'a göre «menederler» demektir. Yine İbn Abbaş'tan gelen ikinci bir tefsire göre «korurlar» demektir. Taberi de bu yorumu tercih etmiştir. Yani onlar tarafımızdan korunmamakta, azaptan menedilmemek-tedirler.

(44) «Biz onları ve atalarını...»Bu Ayetin Tefsiri

îbn Abbas, tefsirinde, «Onlar» mânâsını ifade eden «Haulai»       kelimesi Mekke kâfirlerine işarettir» der. Yani Mekke kâfirlerine ve onların ecdadına nimet içinde yüzmeyi nasib ettik. Fakat ni­met içinde kalmaları oldukça uzun oldu ve onlar o nimet artık kendilerinden alınmayacak zannettiler. Böylece aldandılar ve Al­isi     lah'ın delillerinden, getirdiği tedbirlerden yüz çevirdiler.

Cenab-ı Hak bu ayette «zamir» yerine ism-i işaret kullanmıştır. Yani «Hum» yerine «Haulai» tabirini tercih etmiştir. Bu Mek­ke müşriklerinin ve sair kâfirlerin çok hakir kimseler oldukları­na işaret etmektedir.

«Onlar görmezler mi?»; yani bakıp ta dikkat ederek görmez­ler mi ki biz onların veya kâfirlerin elindeki topraklara vanp onu etrafından azaltırız. Yani müslümanlan oraya musallat kılmak ve müslümanlann eline geçirmek suretiyle onların arazisini azaltır, daraltırız. [18]

 

Yeryüzünün Eksiltmesi

 

Cenab-ı Hak burada «Biz yeryüzünü etrafından azaltırız» mâ­nâsını ifade eden tabir yerine «Biz onların arazisine veya o ara­ziye vanp etrafından onu azaltırız» tabirini kullanmıştır. Bunun nedeni o azaltmanın keyfiyetini beyan etmektir. Onların ellerin­den alınmayı beyan etmek içindir. Çünkü onların ellerindeki mal­ların alınması ve arazilerinin eksilmesi, daralması ancak müslü­manlann ordularının gelmesiyle ve o    arazileri istilâ    etmesiyle mümkündür. Aslında İslâm orduları onların arazisine gelmekte­dir. Fakat Cenab-ı Hak «Biz geliyoruz» diyor. Bu tabiri İslâm or­dularında cihad edenleri tazim etmek, büyütmek için kullanmış­tır. Bu işaret eder ki İslâm ordularının bu zaferi Allah'ın kudre­tiyle, nzasıyladır. Aynı zamanda bu tabir, mücahidlerin ne denli büyük kimseler olduklarını ortaya koymaktadır. Surenin başın­da da dediğimiz gibi bu ayet Medine'de (yani Hicret'ten sonra) nazil olmuştur. Başka bir deyişle cihadın farz oluşundan sonra. Dolayısıyla «Bu sure Mekki'dir, yani hicretten önce nazil olmuş­tur. Cihad ise hicretten sonra farz kılınmıştır» şeklinde bir itiraz bahis konusu değildir. Eğer böyle olsaydı Cenab-ı Hak burada is­tikbalden haber vermiş olurdu ki bunun da Kur'an'ın bir mu­cizesi olduğu söylenebilir.

Veya ayetin mânâsı   «Biz o yeryüzünün   bereketlerini götür-mek suretiyle onun bereketini eksiltiriz» demektir. Bu da İbn Abbas'tan gelen bir rivayettir. Veya «Onun köylerini tahrib etmek, o köy veya kasabalarda oturanları öldürmek suretiyle onu eksil­tiriz» demektir.

Bazı alimler de; «Âlimlerin ölümüyle onu eksiltiriz demek­tir» dediler. Eğer bu hadis Hz. Peygamber'den gelmişse söylene­bilecek herhangi bir şey yoktur. Aksi takdirde makama göre bu yorumun burada zikredilmesinde nazar vardır.

Bu ayet yağmurların, sellerin ve rüzgârların tesiriyle dağla­rın aşınmasına ve kutub bölgelerinin basıklığına da işaret ediyor olabilir.  

«O halde galip gelenler onlar mı?» cümlesi şöyle yorumlan­mıştır: Acaba zikredilen durumlar ortaya çıktıktan ve onlar da gözleriyle bunları gördükten sonra galib olacaklarını hâlâ veh­mederler mi?

«EUGalibun» kelimesindeki tarif harfi müslümanlara işaret etmektedir. Yani galebe için tesbit edilen müslümanlardır ve ga-liplikle bilinenler de onlardır. [19]

 

Meal

 

45- (Ey Muhammedi) De ki: «Ben sizi sadece vahiyle uya­rıyorum. Fakat uyarıldıklarında sağırlar çağrıyı işitmezler».

46- Onlara Rabbinin azabı biraz dokunsa; «Vay bizim ha­limize, biz gerçekten zalim kimselermişiz» derler.

47- Kıyamet Günü'nde hakkaniyet terazilerini kuracağız. Hiç kimse hiç bir hususta haksızlığa uğramayacaktır. Hardal da-nesi ağırlığında olsa da, biz onu yine de hesaba katacağız. He­sap görücü olarak biz kâfi geliriz.

48- Biz Musa'ya ve Harun'a hak ile bâtılı ayıran bir ziya, muttakilere öğüt ve ibret olan bir kitap vermiştik.

49- o sakınanlar kî Rablerinden gıyabında korkarlar. On­lar Kıyamet Günü'nden dolayı da korku içindedirler.

50- îşte bu indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Siz onu in­kâr ediyorsunuz öyle mi?

51- Biz daha önce İbrahim'e de (hayr) ve salah yolunu ver­miştik. Onun buna ehil olduğunu biliyorduk.

52- (Zikret o zamanı) ki (İbrahim) babasına ve kavmine; «Karşısında tapınıp durduğunuz bu heykeller de nedir?» demişti.

53 - Onlar; «Babalarımızı onlara tapar bulduk» dediler.

54- (İbrahim): «Siz de babalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz» dedi.

55- Onlar (hayretle): «Sen bunu ciddi olarak mı söylüyor­sun, yoksa lâtife mi yapıyorsun?» dediler.

56- (İbrahim): «Hayır ciddi söylüyorum. Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbi'dir.  Onları yaratandır. Ben de bu sözlere şahid olanlardanım».

57- «Allah'a andolsun ki,  sîz putlarınızı bırakıp  (bayram yerine)  gittikten sonra putlarınızı kırmak hususunda var kuv­vetimle çalışacağım» dedi. [20]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(45)   «(Ey Muhammedi) de ki: Ben sizi...» Su Ayetin Tefsiri

Ayetin başındaki emir Hz. Muhammed'edir. Yani kâfirlerin acilen istemekte oldukları Kıyamet'in korkunçluğu Allah tarafın­dan açıklandıktan ve o zamanki hallerinin kötülüğü sergilendik­ten sonra ona şöyle demesi emrolunmaktadır: «Acele olarak is­tediğiniz Kıyamet ile sizi sadece uyarırım. Yani benim ^vazifem uyarmaktır ve o da vahy suretiyle olur. Vahy, o istediğinizin sa­bit olduğunu ve ondaki dehşetlerin çok korkunç olduğunu ifade etmektedir. Benim vazifem vahiyle gelen haberleri size iletmek­tir, Kıyamet'i getirmek benim vazifem değildir.» Zira bu, kevni ve teşrii hikmetlere ters düşer. Zira iman delilledir, gözün gör­mesiyle değil. Yani evvelâ görülsün, sonra inanılsın şeklinde de­ğildir. Eğer bu şekilde olursa o zaman Ebu Bekir ile Ebu Leheb' in imanı arasında fark kalmaz.

«Sağır bir kimse çağrıyı işitmez» cümlesi daha önceki cüm­lenin tamamlayıcısıdır. Böylece Allah, peygamberine böyle deme­sini emretmekte, dolayısıyla onlan uyararak cehalet ve inadın en ileri noktasının kendilerinde mevcut olduğunu tescil etmektedir. Bu cümle Cenab-ı Hak tarafından «Hayır! Onlar Rablerinin zik­rinden yüz çeviricilerdin} tarzında gelen bir cümle de olabilir. Sanki Cenab-ı Hak tarafından Rasûl-ü Ekrem'e şöyle denilmektedir: «Ey Habibim! Bunu onlara anlat. Fakat onlar dinlemekten uzaktırlar.»

(46) «Onlara Rabbinin azabı...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin metnindeki «Nefhatun» kelimesi çok az bir şey demek­tir. Yani Allah'ın azabından çok az bir miktar bile onlara dokun­muş olsa, kesinlikle nefislerinin aleyhinde azap ve helâkla bed­duada bulunurlar ve zulümlerini hemen itiraf ederler. Zemahşe-ri, «messethum nefhatun» tabirinde üç mübalağa vardır» diyerek şunları söylüyor: «Cenab-ı Hak burada «tam vardı» mânâsına gelen bir kelimeyi kullanmamış da «azıcık dokundu» demek olan «mess» kelimesini kullanmıştır. Bu birinci mübalağadır. Yani on­lar Aliah'm yok denilecek kadar az olan bir azabına dahi taham­mül etmezler. Ayrıca «nefh» kelimesinde azlık mânâsı vardır. Çünkü bu kelimenin esas mânâsı herhangi bir şeyin kokusunun esmesi, yayılması demektir. Yani Allah'ın azabından en azı en az bir şekilde dahi onlara dokunsa onlar nefislerinin aleyhinde bedduaya kalkışacaklardır. Kaldı ki cehennem azabı dehşetli bir azaptır. «Nefhatun» kelimesi, binayı merredir. Yani bir defaya delâlet eden bir mastardır. Bu ismi taşıyan çok az mânâ ifade eder. Bazı alimler de «nefhatun» kelimesindeki tenvinin dördüncü mübalâğa olduğunu söylemişlerdir.»

(47) «Kıyamet Günü'nde hakkaniyet terazilerini...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet Kıyamet'in koptuğu anda neyin meydana geleceğini izah etmektedir. Yani «Biz amellerin defterlerini tartan adil terazileri orada bulundururuz». Nitekim Müslim'de zikredilen bir hadis bunu böyle izah etmektedir. Cenab-ı Hak burada çoğul ifa­de eden «Mevazin» kelimesini kullanmış olduğuna göre bu ifade mizanın bir tane olmadığına delâlet eder. Birçok mizan vardır. Nitekim birçok mizanın olduğu rivayet tefsirlerinde sabit olmuş­tur. Bazı müfessirler «her ümmetin bir mizam vardır» derken, bazıları da «her mükellef için bir mizan vardır» fikrindedir. Fa­kat en sahih ve en meşhur olanı mizanın tek oluşudur. Bütün milletler ve ameller için Allah tarafından kurulmuştur. Onun ke­feleri göklerin ve yerin tabakaları gibidir. Çünkü bu hususta sa­hih haberler varid olmuştur. Binaenaleyh burada çoğul mânâsını ifade eden tabirin kullanılması itibarîdir. Yani bazan biri ifade etmek için tabir cemedilir.

Mutezilîler «Hakiki mânâ ile bir mizan yoktur» dediler. Ya­ni bir terazi bahis konusu değildir. Kur'an'da mizan hakkında gelen ayetler sadece adalet ve insafın korunacağı mânâsına alın­malıdır. Mizanların konulması, onlara göre ameller hasebiyle dosdoğru hesap ve mükâfatı tesbit etmek için bir temsildir. Mu-tezile'nin bu yorumu aynı zamanda Dahhak ve A'meş'ten de riva­yet edilmiştir. Fakat ayetleri zahirlerinden kaydırmaya hiç gerek yoktur. Çünkü Cenab-ı Hak her şeye kadirdir.

Cenab-ı Hak ayette «mevazin» kelimesini çoğul, «eUKıst» ke­limesini ise tekil getirmektedir. Halbuki sıfat mevsufa tabidir. El-Kıst kelimesi mastar olduğundan dolayı o, mübalâğa yoluyla sıfat olur ve tesniyeyi de cem'i de ifade eder. Veya muzaf mu­kadderdir. Ayet «biz adalet sahipleri olan terazileri koyuyoruz» sekinde yorumlanır. Yani Kıyamet Günü'nde terazileri koyuyoruz. Bu da Kıyamet Günü hesabı veya bu hesabın sahipleri içindir.

«Hiç bir nefse zulmün ne çoğu ne de azı yapılmaz»; yani ona vaadedilen sevap eksiltilmez, bilinen azabı da artınlmaz. Azabın artırılmayacağı ayetin ifadesinden anlaşılmaktadır. Bazan ayet­ten «herkesin ameli tartılır}} mânâsı da anlaşılmaktadır.

«Eğer kişinin ameli hardal donesi miktarı olsa» cümlesinde­ki «mıskal» miktar demektir. «Hardal danesi» ise küçüklük için bir temsildir. Yani amel gayet az da olsa biz onu getiririz. Yani Kıyamet'te hazır bulundururuz. «Amelleri sayıcı olarak biz kâfi-yiz». Bu yorum Es-Süddi'den rivayet edilmiştir. Bunun mükâfat­landırma veya cezalandırmadan kinaye olması mümkündür.

(48) «Biz Musa'ya ve Harun'a...» Bu Ayetin Tefsiri

E,u ayet «senden önce herhangi bir kimseyi peygamber olarak göndermedik, ancak kendilerine vahyettiğimiz birtakım insanları gönderdik» mealindeki ayetin tafsilidir. Ayrıca onları nasıl kur­tardığına, düşmanları nasıl helak ettiğine işaret etmektedir.

Ayetin başında kasem harfi getirilmiştir. Çünkü ayetin muh­tevası tam bir itinayı gerektirir mahiyettedir. Ayette zikredilen «eU Furkan»dan maksat Tevrat'tır. Ayetteki ziya ve zikir de Tevrat' tan kinayedir. Ayetin mânâsı; «Andolsun ki biz Musa ile Harun'a hak ile bâtılın arasını ayıran, dalâlet ve cehalet karanlıklarında ziya olan, halk için vaz-u nasihat dolu, kapsayıcı bir kitap ver­dik» şeklindedir. Burada Cenab-ı Hak «muttakiler»i betahsis zik­rediyor. Çünkü onlar kitaptan yararlanırlar. Veya onlann muh­taç olduğu hükümler o kitapta vardır, veya o kitap kendileri için bir şereftir. Bazı kimseler «Furkannn yardım demek olduğunu söylemişlerdir.. Nitekim «Furkan Günü» (yardım günü) diye Kur' an'da başka bir ayet de vardır. Kıyamet Günü'nde Allah'ın dostu ile düşmanı ayırt edildiği için o güne «Furkan Günü» denilmiş­tir. Bu, İbn Abbas'tan gelen bir rivayette de böyledir. «Ziyandan maksat ya Tevrat, ya şeriat veya Hz. Musa'nın yed-i beyzasıdır. Zikir ise daha önce zikrettiğimiz mânâlardan birisini ifade eder.

(49) «O sakınanlar ki Rablerinden...» Bu Âyetin Tefsiri

Bu ayetin başındaki mevsul (yani «ellezîne») muttakilerin sı­fatıdır. O muttakiler ki Rablerinin azabından korkarlar. O azabı görmedikleri ve o azap onlardan gaib olduğu halde ondan kor­karlar. Çünkü kesinlikle onun varlığına iman ederler. Bu ayet, gözleriyle görmedikçe hiçbir uyarıyı dikkate almayan kâfirlere tariz etmektedir.

Zeccac «Onlar halkın gözünden gaib oldukları halde Allah'ın-azabından korkarlar» diyor. Yani korkulan yapmacık değildir. Bazı müfessirler de «Kalpleriyle Allah'ın azabından korkarlar de­mektir» diyorlar. Yani itina yoluyla korkarlar.

Ayetin sonunda isim olan bir cümlenin getirilmesi, onların Ahiret işinde daimi bir şekilde korktuklarını ifade etmek içindir.

(50) «İşte bu indirdiğimiz mübarek...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetin başındaki ism-u işaret Kur'an'a işaret etmektedir. Kur'an'ın zamanı yakın olduğundan ezberlenmesi, okunması kolay ve durumu da apaçık olduğundan dolayı, en yakın yere işaret vası­tası olan «Hazâ» kelimesiyle Kur'an'a işaret edilmiştir. «Mübarek» hayrı çok menfaati bol olmak demektir. Allah'a şükürler olsun, Kur'an'ın bereketinden bize tekrar be tekrar verilmiştir. Cenab-i Hak «Biz onu indirdik» demek suretiyle Kur'an'ın içindeki hü­kümlerin durumunun büyüklüğünü ifade etmek istemiştir. Yani Kur'an'ın Tevrat gibi olduğu ortaya çıktıktan sonra onların in-kârını Cenab-ı Hak bu ifade ile kınamaktadır. Sanki şöyle söylü­yor; «Acaba siz Kur'an'ın şanının da Tevrat'ın şanı gibi olduğunu bildikten sonra yine de onu inkâr mı edeceksiniz? Allah katından inmemiştir mi diyeceksiniz?» Tevrat'ın halini dikkatlice düşün­dükten sonra böyle yapmak asla caiz değildir.

(51) «Biz daha Önce İbrahim'e de...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin metnindeki «Rüşd» kelimesinden maksat, din ve dün­yada yararlı olan şeylere ulaşmak, onlara vakıf olmak demektir. İrşad olunmak, ilâhî kanun ve kaidelerledir. İbrahim'e ve İbra­him'in emsali olan peygamberlere lâyık olan rüşdü İbrahim'e ver­dik.

Bazıları «Rüşd burada suhuf manasınadır» demişlerdir. Ba­zıları «hikmet», bazıları ise «küçük iken hayrı işlemeye muvaffak olmak manasınadır» demişlerdir. Bazı müfessirler de burada ge­nellemeyi seçmiştir. Onlara göre tüm bunları kapsayan bir mânâ bahis konusudur.

«Daha önce»den maksat Musa ve Harun'dan veya İbrahim baliğ olmazdan önce, mağaradan annesi ve babası tarafından çı­karıldıktan daha önce veya daha doğmazdan önce veya Hz. Mu-hammed'den daha Önce demektir. Bütün bu ihtimaller ayette vardır.

Birinci tefsir îbn Abbas ve İbn Ömer'den rivayet edilmişLr. Lâfzen ve manen Kur'an'ın nazmına en uygun olan tefsir, birinci tefsirdir. lâfzen uygundur: Çünkü Musa ve Harun'dan bahseden  ayet hemen bu ayetin önündedir. Manen daha uygundur: Çünkü peygamber kıssaları örnek olsun diye getirilmiştir. Kıyasın gerektirdiği, evvela Nuh, sonra İbrahim ve sonra Musa'dan bahsedil, mesidir. Fakat ayette teselli ve numune noktası olmak nazarı iti­bara alınmıştır. Önce Musa zikredilmiştir. Çünkü onun hali, onun kavminden İsrailoğulları'nın çektikleri ve ona verilen mucizele­rin çokluğu ve ümmetinin kesafeti -Rasûl-ü Ekrem'in haline her­kesten daha fazla benzerlik göstermektedir.

«Biz İbrahim'i bilenleriz» cümlesinden maksat onun durum­larını, ondaki kemalatı biliyoruz demektir. Mümkündür ki bu cümle Allah'ın onu korumasından ve zayi etmemesinden kinaye olsun.

(52) «(Zikret o zamanı) ki...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetin başındaki «iz» edatı ya «Ateyna» fiiline bağlıdır ve­ya «Rüşd» kelimesinin zarfıdır. Ya da «Alimine» kelimesinin zar­fı veya mukadder bir fiilin mefuludur. Cenab-ı Hak «Önce baba­sına, sonra kavmine» tabirini kullandı. Çünkü İbrahim'in nez-dinde, nasihat ve sapıklıktan kurtulması noktasında babası da­ha mühimdir. Ayetin zahirine bakılırsa Hz. İbrahim, babası ve kavmiyle birarada iken bunu söylemiştir.

«Şu tapmakta olduğunuz heykeller nedir?» Yani bu putlar nedir? Bunlara «heykel» demesi tahkir içindir. Çünkü «Temasil» in tekili olan «Timsal» bir mahlûka benzer olarak yapılan hey­kel demektir. Hz. İbrahim'in kavminin tapmakta oldukları o put­lar inkıra-za uğramış bazı salih kimselerin suretleri idi.

Ayetin metninde geçmekte olan «Akifun» kelimesi bir şeye yönelip onu tazim etmek suretiyle eteğini bırakmamak mânâsına gelen «Akf» veya «Ukuf» kökünden gelmiştir. Bazıları «Bu kelime garazlardan birisi için bir kişiye daimi bir şekilde astlmak, on Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet, onların körü körüne taklitçi olduklarını ve aciz bir şekilde Hz. İbrahim'e cevap verdiklerini ortaya koymaktadır. Hz. İbrahim de gelecek ayette yemin ile başlayarak onların yolunun bâtıl olduğunu ispat etmektedir.

(54) «(İbrahim): Siz de, babalarınız da...»

dan ayrılmamak demektir» demiştir. Hangi tefsire tabi tutulur­sa tutulsun, bu, ibadetten eksik bir durumdur. Hz. İbrahim'in bu tabiri ibadet yerine kullanması onların ibadetinin korkunçluğu­nun derecesine işaret etmek içindir. Hz. İbrahim'in bu suali, ari­fin tecahülü kabilindendir. Yani bilen bir insan kendisini bilmi­yor gibi göstermektedir. Sanki Hz. İbrahim bu putların ne oldu­ğunu bilmiyormuş gibi soruyordu. Oysa Hz. İbrahim onların ha­kikatinin taş ve benzeri maddeler olduğunu elbette biliyordu.

(53) «Onlar; Babalarımızı onlara tapar...»

Bu Ayetin Tefsiri

Sizin bu putlara taptığını gördüğünüz ecdadınız da siz de apaçık bir sapıklık içerisindesiniz. Bu sapıklığın derecesini ancak Cenab-ı Hak bilir. Fakat aklı olan herkes bunun bir sapıklık ol­duğunu bilir. Çünkü, siz de o putlar da herhangi bir delile da­yanarak bu işi yapmıyorsunuz. Ancak işin içerisinde sizi arka­sına takıp çeken bir heva heves, itaat edilen bir şeytan vardır. Bu ayet bütün dünya bâtıla yapışsa dahi, bâtılın hak olamayacağına delildir. Bâtılın peşine takılanların çokluğu onu hakka çeviremez. Bâtü her zaman bâtıldır.

(55-57) «Onlar (hayretle): Sen bunu ciddi nû,.,»Bu Ayetlerin Tefsiri

Onlar Hz. İbrahim'in üzerinde bulundukları putperestlik hak­kındaki sözünü korkunç gördüklerinden dolayı ona sordular: «Sen bize hakkı, mı söylüyorsun? Yoksa bizimle alay edenlerden misin?»

Onlar esasen bu istifhamdan Hz. İbrahim'in söylediklerimin gerçekte çok uzak olduğunu kastediyor ve hayret ediyorlardı. Et-Tayyibi «El-Keşf»te «em» edatının munkatı olduğunu tercih ede­rek şöyle demiştir: «Onlar Hz. İbrahim'den mabudlannın ve ec~ dadlarının tahkir ve tadlilini en beliğ bir şekilde dinlediklerinde, ondaki ciddiyeti gördüklerinde kendisinden delil istediler ve san. ki şöyle dediler; «Ey İbrahim! Kabul edelim ki biz bu ibadetle­rimizde atalarımızı taklid ettik. Acaba beraberinde senin iddia et' tığini ispat eden bir delil var mıdır? Acaba sen bizi hakka mı götürdün? Hayır! Sen oynayanlardansın». Çünkü onlar Hz. İbra­him'in kendileriyle kesinlikle oyun oynadığına, hiçbir zaman hak­lı olmadığına inanıyorlardı. Bu yüzden onlar Hz. İbrahim'i oyna­yanlar cümlesine soktular.iy

Hz. İbrahim, «yerleri ve gökleri, içinde bulunanlarlyla bera­ber inşa eden sizin Rabbinizdir» diyerek onların putperestlikte yaptıkları ibadetlerin yanlışlığını tesbit ettikten sonra hakkın be­yanına geçti.

«Onları inşa etti» tabirindeki zamir ya gökler ile yere raci-dir veya timsallere raci olur. Ve bu zamir akıllı müenneslere mah­sus olan bir zamir değildir. İbn Atiyye böyle bir zamir olduğunu sandığı için akıl almaz tevillere girmiştir.

«Ben de bunun üzerine şahitlik edenlerdenim» cümlesi onla­rın Hz. İbrahim'i oyun ve istihza etmeye nisbet etmelerinin red­dini içermektedir. Ayetin mânâsı: Ben size söylediğim hususunda onu bilenlerdenim ve bunu hakikat yoluyla size söylemiştim. Onu delille ispat edenlerdenim. Oyun oynayanlardan değilim. Zi­ra bir şeyin şahidi, onu tahakkuk ettiren kişidir. Hz. İbrahim'in bu husustaki şehadeti onların aleyhinde getirdiği hüccet ve bu durumu ispata çalışması demektir.

Ayetin metninde geçmekte olan «Ekiddenne» fiili o putları kırmak hususunda var kuvvetimle çalışacağım demektir. Fiil «Keyd» kökünden gelir. Bu esasında, zarar veren bir şeyi icad etmek hususunda tersini göstermek suretiyle kurnazlık yapmak demektir ve bu da çalışmayı gerektirir. Bu tabirde onları kır­manın çok zor olduğuna ve büyük tuzaklar kurulmasına muhtaç   bulunduğuna işaret vardır. Hz. İbrahim bu sözüyle onların sa­pıklığının mevcudiyetini başka bir çeşitle ortaya koymak istiyor. Katade'nin söylemiş olduğu «Biz Hz. İbrahim'in bu sözü onların işitmediği bir yerde söylediği kanaatindeyiz» şeklindeki söz buna ters düşmemektedir. Bazıları «Hz. İbrahim bu sözü söylediğinde onlardan biri bunu işittin der.

Muaz bin Cebel ve Ahmed ibn Hanbel ayetteki «Tallahi» ibaresini «Billahi» olarak okumuşlardır. Zira «Ba» hece harfle­rinin ikincisi, kasem harflerinin de aslıdır. Çünkü «Ba» hem ismi zahire hem de zamire dahil olur. «Ba» ile beraber fiili kasem ge­lir ve hazf de edilebilir. «Tallahi» ibaresinin başındaki «ta» vavın bedelidir. Orada «Ba»ya uygun olduğu için onun yerine kaim olur. Çünkü «Vav» da «Ba» da dudak harfidir. Ayrıca «vav», «Ba»nm yapışmak mânâsmdaki anlamına yakın bir mânâ ifade eder. Ebu Hayyan, «Ba'nın kasem harflerinin kökeni olduğu hususunun de­lili yoktur» diyor. Dikkatle bakıldığında bu harflerin hiçbirinin diğerine asıl olmadığı hakikati ortaya çıkar.

Onlar putlara ibadeti bırakıp bayrama gittiklerinde Hz. İb­rahim icraatına başlamıştı. [21]

 

Meal

 

58- Bunun üzerine (İbrahim)  onları paramparça edip, sa­dece içlerinden en büyüğünü  ona baş vururlar diye  sağlam  bıraktı.                                                                                                  

59- Onlar:  «Mabudlarımıza bunu kim yaptı? Doğrusu bu­nu yapan zalimlerden biridir» dediler.

60- «İbrahim denilen bir gencin onlara dil uzattığını işit-miştik» dediler.

61- Bunun üzerine kavmin ileri  gelenleri),  «Öyleyse İb rahim'i insanların gözü Önüne getirin. Olur da şahitlik ederler» dediler.                                                                                                %

62- (İbrahim gelince), «Ey İbrahim! Bunu mabudlarımıza sen mi yaptın?» diye sordular.

63- (İbrahim), «Aksine onu şu büyükleri yapmıştır. Konu-şabilirlerse onlara sorun» dedi.

64- (İbrahim'in bu sözü üzerine) kendilerine gelip: «Aslın­da sizler zalimlersiniz»  dediler.

65- Sonra mahcubiyetlerinden ötürü başlarını eğdiler. (Fa­kat buna rağmen hırslarım almak için): «Andolsun sen de bunlarin konuşmayacağını biliyorsun» dediler.

66- (İbrahim):  «Öyleyse sizler Allah'ı bırakıp da size ne yarar ne de zarar verecek durumda olmayan putlara mı tapıyor­sunuz?» dedi.                                                                                       §

67- «Size de, Allah'ı bırakıp taptıklarınıza da yuh olsun. Hiç düşünmüyor musunuz?»

68- Dediler ki: «Bir şey yapacaksanız şunu (İbrahim'i) ya­kın da mabudlannıza yardım edin».

69- Biz: «Ey Ateş! İbrahim'e serin ve zararsız ol» dedik.

70- Onlar İbrahim'e tuzak kurmak istediler. Ama biz onlan hüsrana uğrattık.

71- İbrahim'i de, Lut'u da âlemlere bereketli kıldığımız top­raklara ulaştırıp kurtardık.

72- Biz İbrahim'e İshak'ı (ve torun olarak) Yakub'u verdik. Hepsini salih kullar kıldık. [22]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(58) «Bunun üzerine (İbrahim) onları...» Bu Ayetin Tefsiri

Onlar bayram yerine çıkmak üzere dönüp gittiler. Hz. İbra­him putlara varıp parça parça etti. «Cuzazen» kelimesi parça par­ça veya hurdahaş yaptı demektir. Bazı rivayetlere göre, Azer, Hz. İbrahim'i bayramlarına katılsın diye beraberinde götürdü. Bay­rama evvela puthaneden başladılar. Hz. İbrahim'i de beraberle­rinde oraya götürdüler. Onlar putlara secde ettiler. İbrahim ço­cuk olduğu için onları seyretti. Putların önüne yemek koydular ve İbrahim'i puthaneden çıkararak    beraberlerinde    götürdüler. «Biz bayramdan dönünceye kadar putlar,    bizim   nimetlerimize bereket verirler, ondan sonra yemek yeriz»   dediler. Böylece bay­ram yerine doğru gittiler. Hz. İbrahim yolun üzerinde onlarla be­raber gitmekten cayma karan verdi ve bir yere oturdu. «Ben has­tayım, yürüyemiyorumn dedi. Dolayısıyla geriye döndü. Puthane-ye girdi. Putlar saf halinde duruyorlardı. Büyük bir put da tam kapının karşısına konulmuştu. Altından   yapılmıştı.    Gözlerinde iki cevher vardı, geceleyin parlıyorlardi. Balta ile putların tama­mım kırdı. Ancak o büyük put kaldı. Baltayı onun boynuna astı (veya eline verdi). Nitekim Cenab-ı Hak «Onların büyüğü müs­tesnadır}} diyor.

«Onların» zamiri putlara racidir. Putlar akıl sahibi olmama­larına rağmen akıl sahiplerine raci olan zamiri onlara irca etmek.putlara tapanların iddialarına göredir. Çünkü onların iddiasına göre putlar akıl sahibidir. Büyük putun büyüklüğü, ya onların iddiasına göre manevi mertebesinin büyüklüğünden veya cüsse-sinin diğerlerinden büyük olmasından ileri gelmektedir. Ebu Hayyan'a göre «Onların» zamiri muhtemelen puta tapanlara ra­cidir.

«Olur ki onlar ona başvururlar» cümlesindeki «ona» zamiri cumhura göre Hz. İbrahim'e racidir. Yani onlar İbrahim'e döne­cekler, başkasına gitmeyecekler, dolayısıyla İbrahim onları de­lil getirmek suretiyle susturacak ve putların bâtıl olduğunu orta­ya koyacaktı.

Bazı müfessirler «Bu zamir Allah'a racidir» derler. Yani umulur ki onlar Allah'a, Allah'ın tevhidine dönerler. Çünkü on­lar dönünce Hz. İbrahim'den «putları kimin kırdığım» soracak­lar, İbrahim, putların da bâtıl olduğunu tesbit edecek şekilde bir cevap verecektir. Böylece onların aciz olduklarını ortaya koymuş olacaktır.

Kelbi «Ona zamiri büyük puta racidir» der. Yani umulur ki onlar müşkülâtlarım halletmek için büyük puta dönüş yapacak­lar. Nitekim müşkülât sahiplerinin alimlere dönüş yaptıkları gi­bi, «Bu putlar niçin kırılmıştır?» diye soracaklar, «Seni niçin kır. madılar? Niçin balta senin elinde veya boynundadır?» diyecek^ lerdir. İşte o zaman cevap alamadıkları için onun da aciz olduğu, ne yarar ne de zarar veremeyeceği ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla onların ona tapmaktaki büyük cehaletleri de sergilenmiş olacak­tır.

Muhtemelen aynı zamir Hz. İbrahim'e racidir. Fakat Hz. İb­rahim onların kendisine müracaat etmeyeceklerini biliyordu. Fa­kat böyle yapması, onların mabudlannı hiçe saymak, onlarla istih­za etmek ve onları cehaletle damgalamak içindir. Büyük putun halı onlara görünsün diyedir. Çünkü, kendisine secde edilenin hali müşkülâtlan halletmektir. Bu büyük put ise herhangi bir müşkü­lâtı halletmediği gibi ne bir şey biliyor, ne de cevap verebiliyordu.

(59) «Onlar; Mabudlanmıza bunu kim...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayette «Bizim mabudlanmız» mânâsına gelen «Alihetina» tabiri kullanılmıştır. Bu onlann şenaatinin, cehaletlerinin doruk noktasında olduğunu belirtmek içindir. Zira putlar paramparça olduğu halde yine «bizim mabudlanmız» diyorlardı.

«Kim bunu mabudlanmıza yapmışsa (yani onları parçala-mışsa) o kesinlikle zalimler cümlesinden sayılır». Zalimliği ya cesaretinden —ki putları bu şekilde rezil etmiştir, buna cüret et­mesinden— ileri geliyor. Oysa onların iddialarına göre putlar hürmete lâyıktırlar. Veya nefsini helake arzetmesinden ileri gel-mektedir. Çünkü bunu yapan öldürülecekti. Veya parçalamakta çok ileri gidip onları hurdahaş haline getirmesinden kaynaklan­maktadır.

(60) «İbrahim denilen bir gencin...» Bu Ayetin Tefsiri

«Onlar dedüemden maksat onlardan bir kısmının bunları söylediğidir. Onlar da (yani bu sözü söyleyenler de) Hz. İbra­him'in «Allah'a yemin ederim, sizin putlarınızı kıracağım» dedi­ğini işitenlerdir. «Putlarımızı zikreden» sözü, onları yeren, ayıp­layan, onlara hakaret eden bir genci dinledik, anlamındadır. Ya­ni onun sözünü dinledik. Kırmışsa o kırmıştır. «Feta» kelimesi genç erkek demektir. Karşıtı olan «Fetat» da genç kız demek­tir.

(61) «(Bunun üzerine kavmin ileri gelenleri): Öyleyse...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin metnindeki «İnsanların gözü önüne» tabiri herkes ta­rafından görülebilecek bir yere getirin, demektir. Ayetin sonun­daki «yeşhedune» fiili «hazır bulunurlar, bizim ona tatbik edece-ğimiz cezayı seyrederler» demektir. Bazıları da «Onun yaptığına şahid olurlar» anlamında olduğunu söylemiştir. Veya «onun ik­rarına şahid olurlar» anlamındadır. Bu takdirde zamir bütün in­sanlara değil insanların belli olmayan veya bilinen bir kısmına raci olur. İnsanların belli olmayan bir kısmına raci olduğu şeklin­deki yorum İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir. İkinci yorum ise Hasan Basri ve Katade'den nakledümiştir.

(62-63) «(İbrahim gelince): Ey İbrahim! Bunu...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Bu ayet mukadder bir suale cevap teşkil etmektedir. Sanki şöyle sorulmaktadır: «Acaba onlar bu sözlerden sonra İbrahim'e ne yaptılar? Onu getirdiler mi getirmediler mi?»

Sorulması muhtemel olan bu soruya verilen cevap ise şöyle­dir: «Onlar; Ey İbrahim! Bunu bizim mabudlanmıza sen mi yap­tın?» dediler. Bu cevap onların İbrahim'i süratle götürdüklerinin apaçık bir durum olduğunu, yeni bir açıklamaya gerek bulunma­dığını ortaya koymaktadır.

Ayetin başındaki «hemze» Taftazani'nin de dediği gibi faili takrir etmek içindir. Zira kâfirler Hz. İbrahim'in «putları ben kırdım» demesini istemiyorlar. Belki put kırılmasının failinin o olduğunun ikrar edilmesi üzerinde duruyorlar. Onun işlediğine de «Bunu sen mi işledin?» cümlesiyle işaret ettiler. Hz. İbrahimin «Hayır! Ben değil de onların büyükleri bu işi yapmıştır» d©-mesi de buna işarettir. Eğer takrir, fiil için olsaydı Hz. İbrahim . «işledim» veya «işlemedim» şeklinde cevap verecekti.

Hatib'e göre istifham burada takrir için değildir, esas mânâ­sında kullanılmıştır. Zira ayetin siyakında {(Onların bu işi Hz, ibrahim'in işlediğini bildiklerine» dair herhangi bir emare yok­tur. Ki istifham değil de takrir için bu suali sormuş olsunlar. Fa­kat Hatib'e şu cevap verilmiştir: «Bir evvelki ayet buna delâlet et­mektedir. Çünkü orada Hz. İbrahim'in «Allah'a yemin ederim, si­zin putlarınızı kıracağım» sözü vardır. Bunu işitenler vardır. Sonra putların kırıldığım gördüklerinde «Bunu kim yaptı?» de­diler. Ayetin zahirinden anlaşılıyor ki İbrahim'in daha önceki ye­mininden ve putların aleyhinde konuşmasından ötürü kendisinin kırıcı olduğunu bilmekteydiler.-

«Eğer onlar konuşurlarsa onlardan sorunuz.»   Yani o büyük putun bu işi yaptığının anlaşılması diğerlerinin konuşmasına bağ­lıdır.   Bu söz inançlarının saçma olduğuna   dikkatlerini  çekmek için Hz. İbrahim'den sadır olmuştur. Sanki İbrahim   «Hayır! Bu işi yapan ben değilim. Eğer bunlar konuşurlarsa o işi yapanın bu büyük put olduğu anlaşılacaktır» demiştir. Bu tevile binaen ke­lâmda takdim vardır. Bazı müfessirler «Eğer bunlar konuşurlar­sa bu fiili onların büyüğünün yaptığı anlaşılacaktır demektir» de­diler. Böylece   Hz. İbrahim, konuşmayan,   bilmeyen bir varlığın ibadete müstehak olmadığını ortaya koymuştur. Hz. İbrahim'in bu sözü tarizlerdendir. Tarizleri kullanmak insanları yalan söyle­mekten kurtarır. Yani «Onlar konuşurlarsa kendilerinden sorun. Kesinlikle onlar doğru söyleyeceklerdir. Eğer onlar söylemiyor­lar ve konuşmuyorlarsa o büyük put onları  kırmış değildir.» de­miştir. Bu sözün içeriğinde Hz. İbrahim'in bu işi yaptığını ikrar ettiği hakikati de vardır. Ve sahih olan görüş de budur. Yani İb­rahim bu sözü (hâşâ) yalan söylemek maksadıyla değil, onları mağlub etmek için söylemiştir.

Bu söz tarizdir. Çünkü onlar putlara tapıyorlardı. Onları Al­lah'tan başka ilâh edinmişlerdi. Nitekim İbrahim, babası Azer'e: «Ey babam! Niçin işitmeyen ve görmeyen bir puta tapıyorsun?» demiştir. Hz. İbrahim bu sözü «bu putlar konuşmuyorlar, yarar, lan ve zararları yoktur» desinler diye söyledi ki o da onlara «öy­leyse niçin bunlara tapıyorsunuz» desin, böylece onları mağlub etsin. İşte bu noktadan ötürü müslümanlar için hasımla bâtılı fa-razî olarak kullanmaları (bâtıl kendiliğinden hakka dönüş yap­sın diye) caizdir. Çünkü bu, hasmı mağlub etmek ve şüpheyi or­tadan kaldırmak için en yakın yoldur.

(64-65 «(İbrahim'in bu sözü üzerine) kendilerine gelip...» Bu Ayetlerin Tefsiri

«Onlar nefislerine döndüler»in mânâsı, bir kısmı diğerine sordu, birbirlerine baktılar demektir. Zira hasımlarının doğru ol­duğunu anladılar. Ve birbirlerine «Siz bir tek kelime bile konuşa­mayan, nefsine bir tek fayda sağlamayan, bir lahza dahi yararlı olmayan nesnelere nasıl tapıyorsunuz? Onlar kendilerine tapan-lara nasıl fayda verebilirler veya şiddeti defedebilirler?» dediler. Başını baltadan kurtaramayan bir varlık bu işi nasıl yapabilir?

«Sonra başları üzerine eğildiler»; yani cehalet ve inatlarına döndüler ve İbrahim'e «Bunların konuşmadığını sen de biliyor­sun» dediler.

(66-67)  «(İbrahim): Öyleyse sizler...»Bu Ayetlerin Tefsiri

67. ayetin metnindeki «Uffin» kelimesi Ragıb'ın ifade ettiğine göre pis bir şeyden gelen kokudan rahatsız olanın sesidir. Sonra ismi fiil olmuştur. Yani «ben rahatsız oluyorum» mânâsını ifade

etmektedir.

«Akıl etmez misiniz?» cümlesi düşünüp de yaptığınız çirkin­likleri görmez misiniz demektir.

(68) «Dediler ki: Bir şey yapacaksanız...»

Bu ayette ateşin söndüğü belirtiliyor. Yani Cenab-ı Hak ateBu Ayetin Tefsiri

Onlar «Eğer siz mabudlarımza kuvvetli bir şekilde yardım edici iseniz İbrahim'i yakın ve böylece mabudlarımza yardımcı olun. Aksi takdirde mabudlarımza yardım hususunda kusurlu davranmış olursunuz. Bunun haricinde azaba ne şekilde duçar3 ederseniz edin, sanki hiçbir şey yapmamışsınız demektir» dedi­ler. Bu sözü meşhur rivayete göre Nemrud söylemiş ve onun mil­leti de bu fikri benimsemiştir.

EI-Bahr; «Bu kişinin isminde ihtilaf vardır. Onun hakikatini bilmek mümkün değildir» demiştir.

El-Bahr adlı tefsirde şunlar yazılıdır: «Tefsirdler kelerden, katırdan, kırlangıçtan, kurbağa ve kelerden daha büyük olan bir hayvandan sadır olmuş birtakım şeyler zikretmektedirler. Fakat Cenab-ı Hak bunların doğru olup olmadığını herkesten daha iyi bilir.»

(69)  «Biz, Ey Ateş! İbrahim'e serin ve...»Bu Ayetin Tefsiri

«Soğuk ol!» (Yani öldürücü bir soğuk değil, İbrahim'e sağlık bahşeden bir «soğuk ol») dedi.

(70-72) «Onlar İbrahim'e tuzak kurmak...» Bu Ayetlerin Tefsiri

«Onlar hile yapmayı kastettiler» cümlesindeki «onlar» zami­ri Nemrud ve arkadaşlarına racidir. Fakat Cenab-ı Hak «Bu yap­tıklarında onları zarar ediciler olarak kıldık» eliyor.

Cenab-ı Hakk'm bereketli kıldığı yer Şam arazisidir. Zira on­lar daha önce Irak'taydılar. Bazı kimselere göre o arazinin mü barek olması, çok meyve vermesi,  bitki bitirmesi ve nehirlerin orada akması demektir. Ayrıca orası peygamberler şehridir.

«BerekeUten   maksat   haynn sabit   olmasıdır.   İbn Abbas, «Mübarek arazi   Mekke arazisidir.»   demiştir.   Bazılarına   göre Beyt-i Makdis'in arazisidir.   Çünkü   peygamberlerin çoğu   Beyt-i Makdis'ten çıkmıştır. Şam arazisine gelince, oranın da bitkileri a      çoktur. Neşvüneması vardır. Suyu   tatlıdır.    Bazıları • «Mübarek rf      arazi» ile Mısır arazisinin kastedildiğini söylemişlerdir.

Ayetin metnindeki «Nafileten» kelimesinin mânâsı «fazladan» ^      demektir. Çünkü Hz. İbrahim İshak hususunda Allah'a yalvardı. m     Cenab-ı Hak duası olmaksızın Yakub'u torun olarak ona verdi. Zira Hz. İbrahim,   duasında,   «Ey Rabbim! Bana salihlerden bir evlât hibe et» demiştir. Arapça'da toruna «nafile» denilmektedir. Çünkü o Öz çocuktan gelen bir fazlalıktır.

Cenab-ı Hak, Hz. İbrahim'i, Hz. İshak'ı, Hz. Yakub'u salih kullarından eyledi. Yani onları din ve dünyanın yararına muvat Sl     fak kıldı. Onlar kâmil insan oldular. [23]

 

Meal

 

73- Biz onları emrimizle doğruyu gösteren önderler kıldık. Onlara hayırlı işleri yapmayı, namazı dosdoğru kılmayı, zekâtı vermeyi vahyettik. Onlar sadece bize ibadet eden kimselerdi.

74- Lut'a da hüküm ve ilim verdik. Onu, halkı çirkin işler yapan bir ülkeden kurtardık. Doğrusu (onlar) kötü ve fasık bir kavimdiler.

75- Biz onu  (Lut'u)  rahmetimize daldırdık. Kuşkusuz ki o sal i İllerdendi.

76- Nuh da daha önce bize yalvarmış ve onun da duasını kabul etmiştik.  Kendisini ve ailesini büyük bir sıkıntıdan kur­tarmıştık.

77- Biz, ayetlerimizi yalanlayan kavmine karşı ona yardım ettik. Kuşkusuz ki onlar fena bir kavimdiler ve biz de hepsini su­da boğduk.

78- Davud ve Süleyman  da kavminin koyunlarının yayıl­dığı bir ekin hakkında hüküm veriyorlarken, biz onlann hükmü­ne şahittik.

79- Biz  Süleyman'a  bu  meselenin  hükmünü   bildirmiştik. İkisine de hüküm ve ilim verdik. Davud'la beraber teşbih etsin­ler diye dağları ve kuşları ona boyun eğdirdik. Bunları biz yap­mıştık.

80- Biz Davud'a, sizi savaşta korusun diye zırh yapma sa­natını öğretmiştik. Acaba siz şükredenlerden misiniz?

81- Biz Süleyman'a da şiddetli esen rüzgârı musannar kıl­dık. Rüzgâr onun emriyle bereketli kıldığımız yere doğru akıp gi­diyordu. Biz her şeyi düzenleriz. [24]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(73) «Biz onları emrimizle doğruyu...»Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet açıkça daha önceki ümmetlerde de namaz ve zekât emrinin varlığını ortaya koymaktadır. Nitekim bu hususta nas-lar pek çoktur. Ancak o ümmetlerin namazları ve zekâtı, bizim namaz ve zekâtımız gibi değildi. «Onlar bize ibadet edici idiler» cümlesi bu bahsi geçen zatların ubudiyetin gereklerini yerine ge­tirdiklerini ifade ediyor.

(74)   «Lut'a da hüküm ve ilim...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin başındaki «Lut» kelimesi mukadder bir fiilin mef'ulü-dür. Lut'a verilen hükümden maksat hikmet, yani hikmeti işle­mektir. Veya peygamberliktir. Çünkü peygamber ümmetinin ha­kimi sayılır. Veya hükümden maksat, hasımlar arasında verilen karar demektir.

Ayetin metninde geçmekte olan «Habais» keUmesi fiil-i liva­ta demektir. Cenab-ı Hakk'ın bu kelimeyi çoğul olarak getirme­sinin sebebi, bu hadisenin çokça tekrar edilmiş olmasındandır. Bazıları «Habaisden maksat, pis işlerdir. İster livata olsun, is. terse başkası» demiştir. Fakat bu pis işlerin en şenii livatadır.

Nitekim Ibn Asakir'in Hasan Basri'den rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «On haslet vardır. Lut kavmi on. lan işlediklerinden dolayı helak olmuştur:

1. Livata,

2. Ce-layih denilen keman taşı atmaları,

3. Kazaf denilen parmaklar arasından taşı atmaları,

4. Güvercinlerle oynamaları,

5. Da­vul çalmaları,

6. İçki içmeleri,

7. Sakallan kısaltıp bıyıkları uzatmaları,

8. Islık çalmalar^,

9. El çırpmaları, alkış tutma­ları,

10. İpekli giymeleri. Benim ümmetimde bunlardan başka diğer bir haslet daha olacaktır, o da kadının kadına varması-dır.»

Bu çirkinlikleri köye isnad ediyor. Fakat burada köy sakin­leri kastedilmektedir. Köyün ismi, daha önce de geçtiği gibi So-dom'dur. Bazılarına göre bunlar yedi köy idi. En meşhurları So-dom olduğu için onların köyü bu işi işledi, denilmiştir. Bahr sa­hibi, «Bütün o yedi köy halfa aynı işi yaptıklarından dolayı bir tek köy gibi sayıldılar» der. Rivayetlere göre bütün o köylerin al­tı üstüne geldi. Ancak Hz. Lut ile iman edenlerin oturdukları Ze-gare adlı köy müstesnadır. Fakat meşhura göre bütün köylerin altı üstüne getirilmiştir.

(75) «Biz onu (Lut'uJ rahmetimize...» Bu Ayetin Tefsiri

«Allah'ın Rahmetimden maksat, Hz. Lut'u o rahmet ehline dahil edip yüceltmektir. Veya rahmetten maksat Allah'ın cenne­tidir. Zira Müslim ve Buhari'de yeralan bir hadis-i kudside Ce­nab-ı Hak cennete «rahmet» diyor: «Sen benim rahmetimsin. Se­ninle kullarımdan dilediğime merhamet edeceğim.»

Rahmetten maksat peygamberlik ele olabilir,.

(76) «Nuh da daha önce bize...m Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin başındaki «Nuh» kelimesi mukadder bir fiilin mefu-lüdür. Yani «Nuh'un haberini zikret.» Nuh, Arapların babası olan Hz. İbrahim'den sonra zikredilmiştir. Çünkü insanlığın ikinci ba­basıdır. Nitekim Adem de insanlığın birinci babasıdır. Zira meş­hur rivayete göre tufandan sonra kalan insanların hepsi Hz. Nuh' un zürriyetindendir. Ve Hz. Nuh peygamberlerin hepsinden da­ha uzun yaşamıştır.

Ayetin metnindeki «Kerb» kelimesi tufan demektir. Yani «Biz Nuh'u ve zürriyetini tufandan kurtardık.»

(77) «Biz, ayetlerimizi yalanlayan...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin başındaki «Nasarnahu» ibaresi helak etmek suretiyle onu, onların şerrinden koruduk veya onu onlara galib getirdik, demektir.

Ayetin metninde geçmekte olan «Sev'in» kelimesi şer ve kö­tülük demektir.

Ayetin son cümlesinden anlaşılıyor ki hakkı inkâr eden ve şerre dalanların hepsi helak olmuştur.

(78-79) «Davud ve Süleyman'a da kavminin...Bu Ayetlerin Tefsiri

Ayetin başındaki Davud kelimesi de mukadder bir fiilin mefuludur. Davud, İsa'nın oğludur ve Hz. Yakub'un oğlu olan Ye-huza'nın soyundan gelir.

Ayetin metninde gegmekte olan «el-Hars» ile kastedilen zira­attır. Bir cemaat îbn Mesud'tan «El-'Hars'tan maksat üzüm bağı­dır» diye nakletmişlerdir. Bazı kimseler de «El-Hars kelimesi bu iki mânâda da kullanıhr» demişlerdir. Ancak ziraat için daha faz­la kullanılır.

«Nefeşet» fiili, geceleyin koyunların çobansız iken herhangi bir yerde otlamaları demektir. Yani o koyunlar dağıldılar ve baş­kasının ziraatine girdiler. Ziraati ezmek suretiyle ifsad ettiler.

Ayetin metnindeki «hum» zamiri çoğuldur. Oysa bu hadise Hz. Davud ile Hz. Süleyman arasında cereyan ettiğine göre tes-niye (ikil) zamiri getirilmeliydi. Ancak Cenab-ı Hak burada ta­zim için bu tabiri kullanmıştır.

Ayetin sonundaki, «Şahidine» kelimesi «ilmen biz orada ha< ztrdık» demektir. Bazı kimseler «Bu zamir hükmedenlerle hakla, nnda hükmedilenlere raci olduğu için çoğul getirilmiştir» dedi­ler. O zaman ayetin mânâsı «Biz onların aralarında vaki olan hükme ilmen hazır bulunup bakıyorduk» şeklinde olur. Ayetin, «Biz onların hükmünü murakabe ederdik. Onları yanlışlık üze-rinde bırakmazdık» tarzında yorumlanması ve Hz. Davud ile Hz.Süleyman'a bir Övgü mahiyetinde olması da mümkündür. [25]

 

Peygamber Îctihad Eder Mi?

 

Birçok alime göre Hz. Süleyman ile Hz. Davud'un hükmü ictihadlaydı. Zira usul ilminde de belirtildiğine göre bir peygam­ber için ictihad etmek caizdir. Çünkü Hz. Süleyman'ın «Bu hü­kümden başkası daha güzel olurdu, daha şefkatli olurdu» demesi, sonra koyunların tarla sahibine verilmesini söylemesi bu hükmün vahy yoluyla verilmediğini açıkça ortaya koymaktadır. Eğer vahy yoluyla olsaydı Hz. Süleyman böyle bir şey söylemeye yetkili ol­mazdı. Ayrıca Hz. Davud yanındaki hükmü izhar etmesi için ona yemin teklif etmezdi. Aksine onun üzerine o yanındaki vahyi iz­har etmek farz, gizlemek ise haram olurdu. Bununla beraber za­hirden anlaşılıyor ki Hz. Süleyman o zaman peygamber de de­ğildi. Hz. Davud'un vermiş olduğu hükmün de ictihad yoluyla ol­duğu muhakkaktı. Zira vahy/nass, ictihadla nakzedilemez.

El-Keşf'te «İki hüküm de ictihadla olmuştur» şeklindeki gö­rüşün bâtıl olduğu söyleniyor. Çünkü Hz. Süleyman'ın hükmü Hz. Davud'unkini nakzetmiştir. İctihad ise başka bir içtihadı ke­sinlikle nakzetmez. Böylece anlaşılıyor ki Hz. Süleyman da Da­vud da vahyle hükmetmişlerdir. Bu da Hz, Süleyman'a gelen vahyin Hz. Davud'a gelen hükmü neshettiğini belirtmektedir. Ve­ya «Sadece Hz. Süleyman'ın hükmü vahydir, Hz. Davud'unki ise ictihadladtr» denilebilir. «Zira biz ona fehmettirdik» tarzındaki ayet bu hükmün ictihad olduğuna delâlet etmez.

El-Keşf'e şu cevap verilmiştir: Bir kişinin daha Önceki içti­hadı aynı kişinin ikinci içtihadıyla nakzedilemez. Çünkü ikinci İctihad, başka bir delilin ortaya çıkmasından ötürü birincisinin tağyirinden ibarettir. Bu ise bâtıl değildir. Çünkü bir müctehid-den aynı mesele hakkında iki görüş nakledilebilir. Meselâ İmam Şafii'nin «kadim» ve «cedid» mezhebi gibi sahabelerin büyükle­rinin de ictihadlarmdan cayıp başkasının içtihadına yapıştıkları vâki olmuştur. Halbuki onlar da müctehid idiler.

Bu iki hükmün de ictihad yoluyla geldiğini tercih edenler arasında Şeyhülislâm Ebussuud Efendi de vardır. O, bu görüşü arzettikten sonra: «Allah hakikati daha iyi bilir. Ben derim ki, Hz. Süleyman'ın görüşü istihsandır.   Nitekim Hz,    Süleyman'ın  «iki taraf için daha merhametli olurdu» sözü bunu ifade etmek­tedir. Hz. Davud'un verdiği hüküm de kıyastır.»

Cenab-ı Hak «Hem Davud'a, hem Süleyman'a hüküm ve ilim verdim» diyor. Yani çok ilim verdim demektir. İctihad yoluyla gelen ilim de Allah'ın verdikleri cümlesindendir. Bu cümle «ilim sadece Hst Süleyman'a verilmiştim vehmini bertaraf etmek için­dir. Bu ayet delâlet eder ki müctehidin yanılması onun müctehid-liğine herhangi bir zarar getirmez.

Davud'la beraber teshir edilen dağların teşbihi «kal» diliyle Allah'ı takdis etmeleridir. Nasıl ki çakıllar Cenab-ı Peygamber'in elinde Allah'ı teşbih etmişler ve halk da onların sesini işitmişse dağlar da böyledir. Dağların teşbihi, tefsircilerin nezdinde, «Sub-hanallahi Teâlâ» (yüce olan Allah'ı ortaklıktan tenzih eder, nok­sanlıklardan uzak tutarız) demektir.

Yahya bin Selâm'm rivayetine göre sadece Hz. Davud o dağ­ların teşbihini işitiyordu. Bazı müfessirler ise «Herkes işitiyordu» demişlerdir. Bazıları da «dağların teşbih etmeleri Hz. Davud'un dağ tarafından kulağına gelen yankılardı, dağdan değildi» demiş­lerdir. Fakat bu yorum Kur'an'm zahirine ters düşmektedir. Bi­rinci tefsirde olan keramet burada bahis konusu değildir. Hatta bu sesler yankı ise, herhangi bir mânâ ifade etmemektedir. Bazı­ları «Hâl diliyle onları teşbih ederlerdi» demekteyseler de, bu Kur'an'm zahirine ters düşmektedir. Zira hâl ile teşbih etmek her şeyde vardır.

Rivayetlerde açıkça kuşların da dağlarla beraber Hz. Davud' la birlikte teşbih ettikleri söylenilmektedir. [26]

 

İlk Zırhı Yapan Davud'dur

 

(80) «Biz Davud'a, sizi savaşta korusun...»Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetin metnindeki «Lebûs» kelimesi zırh demektir. Esa­sında giyilen bir şeye «lebûs» denilir. Bazı kimseler «Bu bütün silahların adıdır. İster zırh, isterse başka silahlar olsun» demiş­lerdir. Tabersi de bu yorumu tercih etmiştir. Katade: «Zırhlar Hz. Davud'dan önce levhalar şeklinde yapılıyordu. Onları tel ha­line getirip ören, halka yapıp birbirine geçiren Davud'dur. Böy­lece hem levhalar insanı koruyordu hem de hafif idi» demiştir.

Ayetin metnindeki «Be's». kelimesi düşmanın savaşı demek­tir. «Sizi be'si'nizden korusun diye»; yani düşmanınızla yaptığı­nız savaştan korusun diye. Veya savaşta vaki olan hadiselerden veya savaş aletlerinden sizi korur manasınadır. Bu ayet Hz. Da­vud'a verilen özellikleri belirttiği gibi bunu takibeden ayet de Hz. Süleyman'a verilen özellikleri dile getirmektedir.

«Acaba siz şükredenler misiniz?» cümlesi aslında emirdir, istifham suretinde getirilmiştir. Bunun nedeni şükür hususunda insanların kusurlu oluşudur ve emir olmasa dahi «şükür gerek­lidir» hakikatini ortaya koymaktadır. Cenab-ı Hak acaba bu lü­zumlu olan vazife yerine getirilmiş midir, getirilmemiş midir di­ye sormaktadır.

(81) «Biz Süleyman'a da şiddetli esen...» Bu Ayetin Tefsiri

Cenab-ı Hak rüzgârı Süleyman'ın emrine verdiğini ifade edi­yor. Hz. Davud'un meselesinde «Sahhara» fiili «mea» kelimesiyle, burada ise «lama harfiyle tabir edilmiştir. Çünkü iki tasvir arasında fark vardır. Zira dağlar ve kuşların Hz. Davud'la birlik­te teşbih etmeleri tebaiyyet yoluyladır. Yani Allah'a ibadette ona uydular, demektir. Fakat rüzgârın Süleyman'a teshir edilmesi tam bir itaat yoluyladır. Onun emrini yerine getirir, yasaklarına riayet ederdi.

Cenab-ı Hak bu ayette «Asifeten» tabirini kullanmıştır ki bu, şiddetli esen rüzgâr demektir. Başka bir ayette aynı konuda «Ru-haen» (yumuşak, tatlı mânâsını ifade eden) tabiri kullanılır. İki ayet arasında acaba bir çelişki bahis konusu olabilir mi? Ola­maz, çünkü yumuşaklık rüzgârın kendisine göre, ona vasfedil-miştir. Şiddet ise uzun mesafeyi kısa bir devrede katetmesine gö­redir. Bu tıpkı asife gibidir. Öyleyse rüzgâr yumuşak olmasına reğmen «asife»nin yaptığını yapar.

«Rüzgâr onun emriyle akardı»; yani Süleyman'ın emriyle, onun iradesine göre eserdi. Hz. Süleyman'ın gerçekten rüzgâra emretmesi mümkündür. Cenab-ı Hak Hz. Süleyman'ın emrini an­lama yeteneğini rüzgâra vermişti. Tıpkı Rasûl-ü Ekrem'in çağır­masıyla ağacın kendisine gelmesindeki durum gibi. Cenab-ı Hak ağaçta Hz. Muhammed'in sesini, emrini anlamayı yarattı ve ağaç­ta Rasûlullah'm emrine itaat etti.

«Mübarek arazinden maksat Şam havalisidir. Nitekim bu durumu İbn Asakir, Es-Süddi'den rivayet etmiştir. Şam'da Hz. Süleyman'ın meskeni vardı. Ayetten maksat sabahleyin esip Hz. Süleyman'ı başka yere götüren rüzgârın akşamüstü onu Şam'da­ki meskenine getirmesidir. Bazı müfessirler «bu yerin Şam'dan daha genel olması da muhtemeldir» demişlerdir. Yerin «bereket» le vasıflan di rılması, bazılarına göre Hz. Süleyman'm bir yere git­tiği zaman oradaki Allah'ı inkâr edenlerin öldürülmesini emret­mesi, iman ve adaleti yaymasıdır. İşte bereket budur, bundan da­ha büyük bir bereket olmaz. Fakat bu tefsir uzak bir ihtimaldir.

Çünkü yerin ancak Hz. Süleyman oraya gittikten sonra bereket­lenmesi ayetten ilk bakışta anlaşılmamaktadır. Üstelik ayetin za­hirinden belli olmaktadır ki burada rüzgârdan maksat onun bü­tün çeşitleridir. [27]

 

Meal

 

82- Bir de, şeytanlardan Süleyman için   (denizden inci ve mercan çıkarsınlar diye) dalgıçlık eden ve başka işler yapan kim­seleri müsahhar kıldık. (Süleyman'ın emrinden çıkmasınlar diye) onları koruyan bizdik.

83- Eyyüb'ü de zikret. Hani o Babbine:  «Bana gerçekten hastalık isabet etti. Sen merhamet edenlerin en merhameti isisin» diye yalvarmıştı.

84- Biz de onun duasını kabul edip, hemen ondaki hastalı­ğı giderdik. Tarafımızdan bir rahmet ve ibadet edenler için de Öğüt olarak Eyyüb'e hem ailesini hem de onlarla beraber bir ka­tını daha verdik.

85- İsmail, İdris ve Zülkifl'i de zikret. Bu kimselerin hepsi de sabredenlerdi.

86- Onlan rahmetimize soktuk. Kuşkusuz onlar salih kim­selerdendi.

87- Zünnûn'u  (Yunus'u) da zikret. Hani o öfkelenerek git­mişti de kendisini hiç sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Böylece ka­ranlıklar içinde, «Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni her tür­lü noksanlıklardan tenzih ederim. Gerçekten ben haksızlık eden­lerden oldum» diye dua etmişti.

88- Bunun üzerine duasına icabet ettik ve onu üzüntüden kurtardık. İşte biz iman edenleri böyle kurtarırız.

89- Zekeriyya'yı da zikret. O Rabbine: «Ey Rabbinı! Beni yalnız bırakma. Sen varislerin en hayırhsısın» diye dua etmişti.

90- Biz Zekeriyya'nın da duasını kabul ettik. Kendisine (oğul olarak)   Yahya'yı hibe ettik ve eşini de çocuk doğurabilir hâle getirdik. Gerçekten onlar hayırlarda yansırlardı. Umarak ve kor­karak bize yakarırlardı. Onlar bize itaatkârdılar. [28]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(82) ((Bir de şeytanlardan Süleyman için...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin metninde geçmekte olan «Yegûsûne» fiili suyun altına dalıp bir şey çıkarmak mânâsını taşıyan «Gavs» kökünden gel­mektedir. Dalgıç bazen kendisi bazen de başkası için su altından bir şeyler çıkarır. Bunun için Cenab-ı Hak «Süleyman için dalar* lardı» tabirini kullanmıştır. Hz. Süleyman şeytanlara —ki bu şey­tanlar ile denizde çok mahir olan Fenikelilerin kastedildiği de söy­lenmiştir— dalıp denizden güzel şeyler çıkarmalarını emrediyor­du. Onlar bundan başka daha birçok işler yaparlardı. Meselâ şe­hirleri bina etmek, köşkler yapmak, garip sanatları icad etmek gibi. Çünkü Cenab-ı Hak başka bir ayette «Onlar Süleyman'ın di­lediği şekilde kaleler veya mihrablar veya güzel evler, heykeller, havuz büyüklüğünde çanaklar ve yerinden sökülemeyen kazanlar yaparlardı» (Sebe Sûresi, ayet 13) buyurmuştur.

Bazı kimseler «Hamamlar yapmak, eldeğirmeni, şişeler ve sabun yapmak onların icadlarıdır» demişlerdir. Fakat sabunun bunlar tarafından icad edildiğinde ihtilaf vardır.

Hz. Süleyman'a bu işleri yapanlar ya daha önce dalgıçlık ya­pan şeytanlar veya başkalarıdır. Şeytanlar lâtif ve ateşten yara­tılmış cisimlerdir. Akıllıdırlar. Zor işleri yapmaya güç yetirmeleri uzak bir gerçek değildir. Zira hava cismi lâtif olmakla beraber birçok ağır şeyleri yerden kaldırabilir, göklere yükseltebilir, dü­şürür, atar.

Ayetin zahirinden anlaşılıyor k'i bu dalgıçlar ve diğer işleri yapanlar kâfir idiler. Çünkü «Şeytan» kelimesi çoğu zaman kâfir için ıtlak olunur. Bazı rivayetlerde «Şeytan ancak kâfirler için kullanılır» ifadesi de vardır.

«Biz onları koruyorduk» cümlesi de bunu takviye etmekte­dir. Yani Hz. Süleyman'ın emrinden çıkmalarını veya ifsad et­melerini biz engelliyorduk.

Hz. Davud ile Hz. Süleyman'ın kıssalarında Allah'ın kudret ve azametine delâlet eden noktalar çoktur.

(83) «Eyyüb'ü de zikret Hani o...» Su Ayetin Tefsiri

Yani Eyyüb'ü de hatırlat. Ayetin metnindeki «ed-Durru» ke­limesi nefiste meydana gelen hastalık, zayıflık ve benzeri arazlar­dır. Eğer «eddar» şeklinde okunursa bu kelime, ister nefiste is­ter başka yerlerde olsun, «her zarar» mânâsını ifade eder.

«Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin»; yani rahmet ile, az da olsa, sıfatlanan herkesten daha büyük merhamete sa­hipsin. Zira hakikatte Allah'tan başka merhamete sahip kimse yoktur.

El-Meraği, Hz. E^yüb'e isabet eden hastalığın şiddetinin, Hz. Eyyüb'ten nefret edilecek derecede arttığı ve bütün insanların Hz. Eyyüb'ten uzaklaşıp onu şehrin kenarında, çöplerin döküldüğü bir yere attıkları ve Hz. Eyyüb'ün yanına hanımından başkasının gidip gelmediği şeklindeki bütün rivayetlerin İsrailiyat olduğunu söylemektedir. Bütün bu rivayetlerin yalan olduğuna inanmak gerekir. Çünkü bunların takviye edici sahih bir senedleri yoktur. Ayrıca bir peygamberde insanların kendisinden kaçmasına sebep olacak hastalık ve dertlerin olmaması, peygamberliğin şartlann-dandır. Eğer Hz. Eyyüb böyle olsaydı, insanlarla biraraya g^lip şeriat ve ahkâmı onlara tebliğ etme gücüne sahip olamazdı.  [29]

İbn-ul-Arabi «Ahkâm'ul-Kur'an»da, Hz. Eyyüb'ün o bela için­de kaldığı müddet hakkında ve bu kıssa konusunda herhangi bir sahih haber varid olmamıştır demektedir.

(84) «Biz de onun duasını kabul edip...» Bu Ayetin Tefsiri

İbn Merduveyh, İbn Asakir, Cüveybir ve Dahhak, İbn Ab-bas'tan şöyle rivayet ederler: «Allah'ın Rasûlü'nden bu ayetin mâ. nâsını sordum, şöyle buyurdular: «Cenaba Hak ona hanımım ge­ri vererek gençliğini daha da artırdı. Hanımı Hz. Eyyüb'e yirmi-altı erkek çocuk doğurdu.»

Bu rivayete binaen ayetin mânâsı «Adet yönünden dünyada, ona ölen aile efradının bir mislini, hatta daha fazlasını verdik» şeklindedir.

Kur'an'ın zahirine bakılırsa onların bir misli Hz. Eyyüb'ün sulbünden gelmiştir. Fakat bazı tefsir alimleri «Torunlarından onların bir misli gelmiştir» şeklinde yorum yapmışlardır.

(85) «İsmail, idris ve Zülkifl'i de...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani bu peygamberleri de zikret. Cenab-ı Hak Zülkifl'i bura­da peygamberler arasında sayıyor. Bundan anlaşılıyor ki o da peygamberlerdendir. Tefsircilerin çoğu bu görüştedir. Fakat Zül-kifl lâkabtır. Onun öz isminin ne olduğu hususunda ihtilaf var­dır. Bazıları «Hz. Eyyüb'ün oğlu Büşr» olduğunu söylemektedir. Cenab-ı Hak babasından sonra onu peygamber kılmıştır. Ona «Zülkifl» Zâkabmı vermiş ve insanları Allah'ın tevhidine davet et­mesini emretmiştir. O, Şam'da ikâmet ediyordu. Hayatı boyunca orada kaldı. Yetmişbeş yaşındayken vefat etti. Kendisinden son­ra oğlu Abdan'ı vasi olarak tayin etmiştir. Hakim, Vehb'ten şunu rivayet ediyor: «Zülkifl, İlyas bin Yasin bin Fenhas bin Ayzar bin Harun'dur.» Yani Hz. Musa'nın kardeşi Harun'un soyundan gel­mektedir.

Ebu Musa el-Eş'ari ve Mücahid ((Zülkifl, peygamber değil salih bir kuldur. Onu EUYasa, yerine halife seçmiştir. Fakat ona bütün günlerini oruçlu ve gecelerini de ibadetle geçirmesini şart koşmuştur. Öfkelenmemesini emretmiştir. O da bunları yapmış­tır.» Fakat Mücahid isminin ne olduğunu söylememiştir.

Hulâsa cumhura göre bu zat peygamber değildir. Hasan Bas-ri ise «îlyas'tan önce gelen bir peygamber): olduğunu söylemek­tedir. Bazı rivayetler ise «Hz. Zekeriyya'nın lâkabıdır. Çünkü o, Meryem'e bakmayı tekeffül etmişti» şeklindedir. [30]

(86)  «Onları rahmetimize soktuk. Kuşkusuz...» Bu Ayetin Tefsiri

Cenab-ı Hak peygamberleri günahtan masum kıldığından do­layı peygamberler salihlik vasfında zirveye çıkarlar. Bu ayetin son cümlesi birinci cümlesinin nedenidir. Yani «Onları rahmetimize niçin dahil vttik? Çünkü onlar salihlerdendiler.»

(87) «Zünnûn'u (Yunus'u) da zikret...» Bu Ayetin Tefsiri

Cenab-ı Hak bu ayette «balık sahibi olan Metta oğlu Yunus'u da zikret» diyor. Metta, Sahih-i Buhari'de varid olduğuna göre Hz. Yunus'un babasının adıdır. İbn'ul-Esir'e göre ise Yunus'un annesinin ismidir. Peygamberlerden annesine nisbet edilen Yunus ile Hz. İsa'dır. Yahudi kaynaklarında Metta'nm baba olduğu geç­mektedir. Bazı kaynaklarda da «Yunus» yerine «Yunan», «Metta» yerine de «Amasi» isimleri yer almaktadır. Ayetteki «Nun» balık demektir.

«Zikret o zamanı ki öfkeli olduğu halde Yunus gitmişti-»; ya­ni kavminden, şiddetle isyana daldıkları için öfkelenerek ayrıldı. Uzun zaman onları Allah'a çağırdı. Fakat onlar isyanda ısrar edince kendilerine Öfkelendi ve onları terketti. Onun gidişi on­ları bırakıp hicret etmekti. Fakat bu hicret emrini Allah'tan al­mamıştı.

Bazı müfessirler ayeti «Rabbinden Öfkeli olduğu halde gitti» şeklinde yorumlamışlardır. Fakat Ebu Hayyan «El-Bahmda şöy­le der: «Bu söz atılır. Çünkü bu, peygamberlik mertebesine uy­gun bir söz değildir». Dolayısıyla bu sözü söyleyen Hasan Basri, ŞaTsi, îbri Cübeyr ve diğer tabiinler ve sahabilerden İbn Mesud gibi zatların sözlerini de tevil etmek gerekir. Yani kastedilen «O, Rabbinden öfkelenerek gitti» demek değildir. «Rabbi için, dininin korunması için öfkelenip gitti» demek daha uygun olur. Bu tak­dirde «la» harfi ta'lil (illet) harfi olur.

Ayetin metninde yer alan «Nakdire» fiili ya hükmetmek de­mektir veya darlığa sokmak manasınadır. Yoksa kudretsizlik mâ­nâsını taşımaz. Zira değil Hz. Yunus hemen hemen hiçbir akıl sa­hibi Cenab-ı Hakk'ın kudretsiz olacağını sanmaz.

Muaviye bu fiilin kudret kökünden geldiğini sanarak ayetin mânâsını bir türlü çözemiyordu. Zira değil bir peygamber hiç kimse Cenab-ı Hak için «güç yetiremez» tabirini kullanmaz. Bunun üzerine meseleyi İbn Abbas'a yazdı. İbn Abbas, bizim söylediğimiz şekilde ona cevap verdi. Fakat kudret kökünden de olabilir. O za­man «onu işlemek» mânâsına gelir. Yani Yunus biz onun hakkında kudretimizi işletmeyeceğiz zannetti. Veya bu kelâm temsil kabilin-dendir. Yani Yunus bizim kendisine güç yetiremeyeceğimiz bir kimsenin yaptığını yaptı, bizim emrimizi beklemeden hicrete çıktı.

Ayetin metnindeki «karanlıklar» mânâsım ifade eden «Zulû--rnat» kelimesi çoğul olarak kullanılmıştır. Balık karnındaki üst üste yığılmış şiddetli karanlığı temsil etmek içindir. Yani o karan­lık şiddetli olduğundan sanki birkaç karanlıkmış gibi tabir edil­miştir.

Veyahut olduğu gibidir. O zaman «karanlıklar» dan maksat balığın karnındaki karanlık, denizin ve gecenin karanlıklarıdır. Ba­zı müfessirlere göre Hz. Yunus'u yutan balığı daha büyük başka bir balık yutmuştur. Böylece Hz. Yunus iki balığın karnındaki ka­ranlık ile deniz ve gecenin karanlıkları, yani dört karanlık içerisin­deyken şu meşhur duasını okudu: «Senden başka mdbud yoktur. Seni tenzih ediyorum. Kesinlikle ben nefsime zulmedenlerdenim. Nefsimi helake arzetmek ve Allah'ın emri gelmezden Önce hicret etmeye başlamak, böylece peygamberlerin âdetlerinin hilâfına ha­reket etmek şeklinde nefsime zulmetmiş oluyorum» dedi. Bu cüm­le Hz. Yunus'tan günahını (zellesini) itiraf etmesini, tevbesini açı­ğa vurmasını ve üzüntüsünün giderilmesini böylece istemek de­mektir.

(88) «Bunun üzerine duasına icabet...» Bu Ayetin Tefsiri

Cenab-ı Hak günahını itiraf etmek zımnında yapmış olduğu duayı Hz. Yunus'tan kabul ettiğini bu ayetle ifade buyuruyor. îmam Ahmed, Tirmizi, Nesei ve Hakim-i Tirmizi «Nevadir'ul-Usulbünde, Hakim, îbn Cerir, Beyhaki Sa'd bin Ebi Vakkas'tan şöyle rivayet ediyorlar:

«Allah'ın Rasûlü şöyle buyurdu: «Balık sahibinin (yani Hz. Yu-nus'un) balığın karnında İken duası Lâilâhe illâ ente subhaneke ınni kuntu minezzalimin {Senden başka mabud yok. Seni her tür­lü şirkten ve eksiklikten tenzih ediyorum. Kesinlikle ben nefsine zulmedenlerdenim) dir.» Bu duayı herhangi bir müslüman herhan­gi bir şey hakkında yaparsa Cenab-ı Hak onun duasını kabul eder.»

İbn Ebi Hatim, Ebu Malik'ten şöyle rivayet ediyor: «Yunus ba­lığının karnında kırk gün kaldı.» Bazı müfessirler «üzüntüden maksat, hata işlemesi sebebiyle gelen üzüntüydü» diyorlar. Fakat önceki tefsir daha açıktır.

îşte biz Yunus'u kurtardığımız gibi ihlâsla dua eden ve biz­den isteyen müslümanları da üzüntüden kurtarırız.

(89) «Zekerriya'yı da zikret...»Bu Ayetin Tefsiri

«Zekeriyya'yı da zikret»; yani onun haberini zikret. Ayetin metnindeki «Ferden» kelimeskbeni tek başıma, çocuksuz, evlatsız bırakma» demektir.

«Sen varislerin en hayırlmsın» cümlesi «mirasçı olan bir çocuğu bana vermemek suretiyle beni tek bırakma» şeklindeki te­vili doğrulamaktadır. Eğer bu, «Beni bana sohbet arkadaşı olacak, yardımcı olacak bir çocuktan bırakman demek olsaydı, «Sen va­rislerin en hayırlısısın» yerine «Sen yardım edenlerin en hayırlı-sisin» tabirini kullanırdı. «Varislerin en hayırlısısın» demek, sen daima hayırlısın, dirisin, her ölüden sonra sen varsın anlamında­dır. Bu cümle Cenab-ı Hakk'm medh-u senasını ifade ediyor.

Bazıları «Hz. Zekeriyya bu cümleyi söylemek suretiyle duru­munu tamamen Allah'a havale etmiş oluyor» demişlerdir. Yani sanki eğer sen bana mirasçım olacak bir çocuk vermesen bile en hayırlı varissin, sen bana yetersin, diyor. Fakat bu tefsire, fdua makamına uygun düşmez gerekçesiyle) itiraz edilmiştir. Zira dua edenin edeblerinden birisi ciddiyetle, var kuvvetle, samimiyetle dua etmektir.

Müslim ve Buhari Rasûl-ü Ekrem'den şu hadisi rivayet etmiş­lerdir; «Herhangi biriniz dua ettiği zaman şakın «Yarabbi! Eğer di­lersen beni affet», «Yarabbi! Eğer dilersen bana rızık ver», «eğer dilersen şunu yap» şeklinde dua etmesin. «Yarab! Kesinlikle sen­den bunu istiyorum» desin. Çünkü Cenab-ı Hak dilediğini yapar. Onu zorlayacak hiç kimse yoktur.»

Sahihi Müslim'in rivayetinde «Lâkin istediğini ciddiyetle iste­sin. Rağbetini ciddiyetle yapsın. Çünkü Allah'a ,verdiği hiçbir şey büyük gelmez. O her şeye kadirdir» denilmektedir.

(90) «Biz Zekeriyya'nın da duasını...» Bu Ayetin Tefsiri

«Biz onun için onun eşini ıslah eyledik», yani eşinin ahlâkını güzelleştirmek suretiyle muaşeretini ıslah ettik demektir. Zira Hz. Zekeriyya'nın hanımı sert ahlâklı, uzun dilli bir kadındı. (Bu yo­rum İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir).

Ata bin Ebi Rebah, Muhammed bin Kâb'ul-Kurezi ve Avn bin Abdullah'a göre ayetin mânâsı şöyle de olabilir: «Biz onun eşini onun için ıslah ettik. Yani eşine tekrar gençlik verdik. Onu, doğu-racak hale getirdik.» Çünkü daha önce kısırdı. Doğum yapamıyor­du. Nitekim bu yorum İbn Cübeyr ve Katade'den de rivayet edil­miştir.

«Onlar hayırlarda yarışırlardı», yani Hz. Zekeriyya, hanımı ve oğlu Yahya veya bahsi geçen bütün peygamberler. Bu cümle, ke­lâmdan anlaşılan yakınlık ve yüce mertebelerin nedenidir. Niçin peygamberlere yakınlık ve yüce mertebeler verdik? Veya niçin Ze­keriyya ve hanımına ve Yahya'ya bunları verdik? Çünkü onlar ha­yırlarda yarışırlar, koşuşurlardı. Yani ciddi bir şekilde güzel amel­ler yapar ve güzel amelleri yapmaya daima rağbet gösterirlerdi. Nimetlerimizi dileyerek, azabımızdan korkarak veya amellerini kabul etmemiz hususunda bizden dilekte bulunarak, amellerini kabul etmememizden korkarak dua ederlerdi.

Mecma'ul-Beyan'da «Dua, rağbet oldu mu ellerin ayası gökte-re doğru açılır, rağbet olmadığı zaman da onların sırtlan göklere doğru çevrilir» denilmektedir. Ehli sünnetin bazı alimleri de böyle demişlerdir. [31]

 

Meal                                                     

 

91- Irzını koruyan Meryem'i de zikret. Biz ona ruhumuzdan üfledik. Onu da çocuğunu da insanlığa bir ayet kıldık.                        

92- Kuşkusuz ki şu ümmetinizdir. Bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde sadece bana ibadet edin I

93- Onlar dinlerini aralannda paramparça ettiler. Hepsi bi­ze döneceklerdir.

94- Kim  mümin  olduğu halde  salih  ameller işlerse onun ameli zayi olmaz. Kuşkusuz ki biz onu yazmaktayız.                          

95- Helak ettiğimiz bir ülke fhalkı) nın Kıyamet Günü bize dönmemesi mümkün değildir.

96 - Yecüc ve Mecüc(ün sedleri) açıldığında onlar her tepe­den akın ederler.

97- Hak olan vaad yaklaşmıştır. O zaman küfre sapanların gözleri yuvalarından fırlayacaktır. «Eyvanlar olsun bize! Biz bun­dan gafilmişiz. Biz doğrusu zalim I ermiş iz» derler.                               

98- Kesinlikle sizler ve Allah'ın dışında taptıklarınız cehen­nemin odunusunuz. Siz oraya varacaksınız.

99- Eğer onlar gerçek mabudlar olsaydılar, cehenneme gir­mezlerdi. Oysa onların hepsi de orada ebedi kalacaklardır.

100- Orada onlara kemikleri çatırdatan inlemeler vardır. Onlar orada işitmezler.

101- Fakat tarafımızdan kendilerine en güzel sevap vaadedlen kimseler, işte onlar cehennemden uzaklaştırılacaklardır. [32]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(91) «Irzını koruyan Meryem'i de...»Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet Hz. İsa'nın annesi Hz. Meryem'in masumiyetini tes-bit eden ayetlerdendir.

Meryem'in peygamberler sırasında zikredilmesinden Ötürü ba­zı alimler onun da peygamber olduğunu söylemişlerdir. Bu alim­lere göre kadınlardan da peygamber olabilir hükmü ortaya çık­mıştır. Fakat cumhura göre kadınlardan peygamber olmaz. Çünkü kadın erkekler gibi her yerde tebliğ vazifesini ifa etmekten acizdir veya onun ortaya çıkması mahzurludur.

Ayetin başındaki mevsul Hz. Meryem'den kinayedir. Ayetin metninde bulunan «Ahsenet» fiili «korudu» mânâsına gelmektedir. «Fere» kelimesi aslında iki şey arasında açılan yank anlamındadır ve bu tabir hem erkekler hem de kadınlar için tenasül organından kinaye olarak kullanılır. Hatta bu mânâda çokça kullanıldığı için sarahaten bu mânâya delâlet ediyormuş gibi bir durum ortaya çıkmıştır. Yani Hz. Meryem'e ne nikâhla ne de nikâhın gayrisiyle herhangi bir erkek dokunmamıştır. Bu ayet Meryem'i zinadan beri kılan bir ayettir. Buna rağmen« Meryem zina etti» diyen bir kimse bu ayetin hükmünü inkâr ettiğinden dolayı dinden çıkmış olur.

«Ruh»tan maksat, bizim bildiğimiz ruhtur, Cenab-ı Hakk'ın zamirine izafe edilmesi (yani «bizim ruhumuzdan» denilmesi) şe­reflendirmek içindir. Yani Cenab-ı Hak, Hz. İsa'ya verilen ruhu ta­zim ve onu şereflendirmek için bu tabiri kullanmaktadır. Ruhun üfürülmesi ise diriltmekten kinayedir. Çünkü orada gerçek bir üfürme bahis konusu değildir. Sonra bu dirilme Hz. İsa içindir. Fakat Hz. İsa, Meryem'in karnında olduğu için «Biz Meryem'e üfürdük» şeklindeki tabirin doğruluğu ortaya çıkıyor. Çünkü ka­rında olan bir şeye üfürmek karma üfürmektir. Yoksa ayetten «Biz Meryem'in karnım dirilttik» mânâsı çıkmaz. Ebu Hayyan «Muzaf mukadderdir» diyor. Yani biz onun oğluna üfürdük, ona ruhu üfür­dük demektir. Ruh'tan Hz. Cebrail de kastedilebilir. Nitekim başka bir ayette Cenab-ı Hak «Biz Meryem'e ruhumuzu gönderdik» bu­yurmaktadır. Eğer «ruh»tan maksat Cebrail ise o vakit gerçekten mânâda «üfürmek» vardır. Fakat Cenab-ı Hak değil de onun gön­derdiği elçi üfürmüştür. «Biz onu ve oğlunu (Yani İsa'yı) âlem­ler için mucize kıldık.» Yani onların kıssalarını ve hallerini âlemle­re mucize yaptık. Çünkü Hz. Meryem ile Hz. İsa'nın halini azıcık düşünen bir kimse Cenab-ı Hakk'ın kudretinin kemâlini hemen tasdik eder. öyleyse ayetten maksat, Hz. Meryem'le, Hz. İsa'da meydana gelen tam kudretin alâmetidir. Bununla beraber hem Hz. Meryem'den hem de Hz. İsa'dan birçok mucizeler sadır ol­muştur.

Hz. Meryem ile Hz. İsa'dan burada bahsedilmesi Hz. Zeke-riyya ve hanımının ve oğulları Hz. Yahya'nın kıssasına da uygun düştüğü içindir. Çünkü aralarında akrabalık vardır.

(92) «Kuşkusuz ki ümmetiniz bir tek...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetteki hitap bütün insanlaradır. «Hazini» kelimesiyle tevhid ve İslâm milletine işaret edilir. Esas ümmet bir dil üzerin­de toplanan kavim demektir. Sonra «ümmet», «din» mânâsında da

kullanılmıştır. Nitekim burada din demektir. Fakat en meşhuru bir iş üzerine toplanan veya bir zamanda biraraya gelen topluluk demektir. Din için mecazi mânâda kullanılır. Fakat Ragıb'ın kelâ­mından anlaşılıyor ki ümmet, böyle, bir kavme denildiği gibi din için de hakikaten kullanılır. Burada da maksat budur. Ayetin mâ­nâsı «İslâm dini sizin dininizdir ki onun hudutlarını korumak, hak­larım gözetmek sisin vazifenizdir. Öyleyse bunu yapın» demektir.

«Ümmetin birliğimden maksat, bütün peygamberlerin bu üm­met üzerinde ittifak etmeleri demektir. Yani bu din sizin dininiz-dir ve bu hususta peygamberler arasında hiçbir ihtilaf yoktur. Bütün peygamberler bu din üzerinde biraraya gelmişlerdir. Asıl ve fer'i meselelerin değişmesi gibi dinin esasları değiştirilmemiş­tir.

«Hazihimin peygamberlerin, bahsi   geçen   rasullerin   yoluna raci olması da mümkündür. O yoldan maksat tevhiddir. Bazı mü-fessirler «Bu, Hz. İbrahim'in yoluna işarettir» demiştir. Fakat bu yorum uzaktır.    Bazıları da bunun peygamberler cemaatine raci olduğunu söylemişlerdir. Yani şu peygamberler cemaati sizin üm-metinizdir, o tek ümmettir. O zaman ümmet kelimesi cemaat mâ­nâsına geliyor. Yani şu peygamberler sizin cemaatinizdir ki onlara uymak mecburiyetindesiniz. Onlar hak üzerinde biraraya gelmiş­lerdir ve aralarında ihtilaf yoktur. Bu son yorum güzeldir. Fakat birinci yorum, tefsircilerin cumhuru tarafından tercih edilmiştir. İbn Abbas, Mücahid ve Katade'den de birinci yorum rivayet edil­miştir.

Hulasa din birdir. Allah, Rab birdir. Peygamberler bu husus­ta ittifak etmişlerdir. Şu uzak olanlar bir olan dinin emrini ara­larında parçalamışlardır. Tıpkı bir tek şeyi parçalayan bir cema­at gibi. Fakat hitabın bütün insanlık âlemine olması daha açık ve daha kuvvetlidir.

«Ben sizin Rabbinizim. Bana kulluk edin»; yani ben sizin bi­ricik mabudunuzum. Hassaten bana ibadet edin, başkasına değil. Bu ayette «Rab», ilâh ile (mabud ile) tefsir edildi. Çünkü görüldü­ğü gibi Rabbin üzerine ibadet atfedilmiştir. İlâh kelimesini bırakıp Rab kelimesini kullanması Cenab-ı Hakk'ın rahmet tarafını ter­cih ettiğine işarettir. Allah teşvik ve tergib diliyle onları ibadete davet etmektedir.

(93) «Onlar dinlerini aralarında...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani onlar dinlerinin emrini aralarında paramparça etmişler­dir. Ebu'1-Beka «Onlar dinlerini parçalamışlar, yani dinlerinde gruplara ayrılmışlardır demektir» dedi. Sanki şöyle denilmekte­dir: Siz görmüyor musunuz, şu kişilerin Allah'ın dini konusunda irtikab ettikleri korkunç hareketleri? O din ki bütün peygamberler onun üzerinde ittifak halindedirler.

Evet, bu ayet dinin esaslarında ihtilaf etmenin verilmesidir. Bu fırkaların ve dini parçalayan grupların her biri bize dönecek-lerdir. Yani onları haşre gönderip huzurumuza çıkaracağız. Baş­kasına gitmeyecekler. İşte o zaman amellerine göre onlara ya se­vap veya ceza vereceğiz.

(94) «Kim mümin olduğu halde,..» Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin metnindeki «es-Salihaty>ta.n maksat salih amellerdir. Yani kim salih amellerden bir kısmını işlerse ve kendisi de mü­min olduğu halde bunu yaparsa, onun çalışması katiyyen karşı­lıksız kalmayacaktır. Yani amelinin sevabından mahrum olmaya­caktır. Zira ayetin metnindeki   «Küfran»   kelimesi nimeti Örtmek ve inkâr etmek demektir. Bu ayet ilâhî nezahatm kemâlim açık­lamaktadır.

«Biz onun için yazıcılarız»; yani onun çalışmasını tesbit ede­riz ve amelinin sahifelerine onu yerleştiririz. Bizim katımızda hiç bir şey zayi olmaz. Bu ayette salih amelin mutlaka kabul edilmesi iman şartına bağlanmaktadır. Bazı alimler amelden niyete muhtaç olanın kabulüne şart demişlerdir.

(95) «Helak ettiğimiz bir ülke ( halkı )nın...» Bu Ayetin Tefsiri

Cenab-ı Hak «Helak edilmesini takdir ettiğimiz veya ezelde he­lak edileceğine hükmettiğimiz bir köyün veya kasabanın (veya o köy veya kasaba halkının) tevbe etmeleri memnudur» buyuruyor. Çünkü onlar tuğyanın zirvesine çıkmışlar ve daima hakka karşı gelmişlerdir.

Ebu Utbe, «Ayetin mânâsı, helak edilmesini takdir buyurdu­ğumuz veya helak edilmesine hükmettiğimiz bir kasaba halkının bize dönmeleri, (yani tevbe etmeleri) mümkün değildir demek­tir» diyor.

Bazı müfessirlere göre ayetin başındaki «Haram» kelimesi va-cib demektir. Yani helak edilmesini takdir ettiğimiz ve buna hük­mettiğimiz bir kasabanın halkının yollarından dönmeleri, tevbe etmeleri vacibtir. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette «De ki: Gelin! Rabbinizin size haram kıldığım okuyayım. O da Allah'a ortak koş­mamak...» buyurmaktadır. Şirkin terki vacib değildir. Haram bu­rada vacib mânâsını ifade eder. Bu yoruma binaen Mücahid ve Hasan Basri «La yerciune ibaresinin mânâsı şirkten tevbe etmez-ler anlamına gelir» demişlerdir.

(96) «Yecuc ve Mecucfun sedleri)..,» Bu Ayetin Tefsiri

O helak ettiğimiz kasabanın tevbeye dönmeleri ta Yecuc ve Mecuc'un çıkışma kadar; yani Kıyametin kopmasına kadar de. vam edecektir. O zaman tevbe etseler de onlara hiçbir fayda te­min etmez. Yani bu küfürden Kıyamet kopuncaya kadar dönmez­ler. Kıyamet koptuktan sonraki dönüşleri cie zaten hiçbir fayda temin etmez.

Hulâsa onlar hak din üzerinde biraraya gelmezler, daima ih­tilâfa devam ederler. Ta ki Kıyamet'in en yakın zamanına kadar... Kıyamet geldiğinde bu ihtilaf ortadan kalkar. Hepsi de hak olan Mevlâlarim, kurtaran dinin tevhid dini olduğunu bilirler. Ancak artık fayda yoktur.

«Yecuc ve Mecuc açılıncaya kadar» tabiri mecazîdir. Yecuc ve Mecuc'un Önündeki sed açılıncaya kadar demektir.

(Yecuc ve Mecuc'un kimliği, keyfiyeti, daha önce Kehf Suresi' nin 94. ayetinin tefsirinde geçtiği için oraya bakabilirsiniz).

«Onlar» zamiri ya Yecuc ve Mecuc'a veya bütün insanlara ra-cidir. «Bütün insanlara raci olduğu» şeklindeki yorum Mücahid' den nakledilmiştir.

Ayetin metnindeki «Hadab» kelimesi dağ, tepe demektir. Ya­ni onlar her dağdan, her tepeden akın akın gelirler. İbn Abbas «Hadabin» kelimesini «Cedesin» şeklinde okumuştur. Bu da «ka­bir» demektir. O takdirde «Bunlar her kabirden çıkarak akın akın gelecektir» demektir. İbn Abbas'tan gelen bu kıraat, zamirin in­sanlara raci olduğunu teyid etmektedir.

Ayetin metnindeki «Yensilune» fiili «süratle gelirler» demefc. tir.

(97) «Hak olan vaad yaklaşmış tır...» Bu Ayetin Tefsiri

«Hak olan vaad»den maksat, sûra ikinci üfürülüşte meydana gelen haşr, hesap ve cezadır. Yecuc ve Mecuc'un çıkışı Hz. İsa'nın nüzul zamanıdır.. Hz. îsa nazil olacak, Deccal'i öldürecek, o zaman Yecuc ve Mecuc'un suru açılacaktır. Nitekim Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei ve İbn Mace bu konuda uzun bir hadis rivayet et­mişlerdir. Bu hadis bunu doğrulamaktadır.

«Gösterin yuvalarından fırlaması»nüan maksat, üst kapakla­rının kaldırılıp yukarıya bakar duruma getirilmeleri, donakalma­ları ve bir daha aşağıya inmemeleridir. Bu durum Kıyanıet'in deh­şetinden dolayı kâfirlerin başına gelecektir.

«Vay halimize» sözlerinden maksat, hasret çekmeleridir. San­ki «Ey helakimiz! Gel, bu senin hazır olma zamanındır» derler.

«Biz gafletteydik» sözü dünyadaki gaflete delâlet eder. Aye­tin metnindeki «Hâşâ» kelimesi Kıyamet manzarasından kinayedir veyahutta o güne racidir. Yani bu günün dünyada ve Ahiret'te hak olduğunu bilmiyorduk. «Hatta biz zalimdik»: Yani biz bu günün dehşetinden gafil değildik. Bu hususta uyarılmıştık. Mucizelerle ve diğer delillerle... Fakat biz ayetleri ve mucizeleri yalanlamak suretiyle nefislerimize zulmettik, kendimizi ebedî azaba maruz bıraktık.

(98) «Kesinlikle sizler ve Allah'ın...» Bu Ayetin Tefsiri

Cenab-ı Hak bu ayette Mekke kâfirlerine «Siz ve tapmakta ol­duğunuz putlar cehennem yakıtısınız» diyor. Ayetin metnindeki «ma» edatı meşhur tefsire göre aklı olmayan nesnelerden kinaye­dir. Öyleyse Hz. İsa, Hz. Üzeyr ve meleklere tapılmakla onlar ce­hennem yakıtı olamazlar. Çünkü onlar akıl sahibidirler. «Ma» on­ları kapsamaz.

Şayi olmuştur ki Kureyşli Zeba'ri'nin oğlu Abdullah müslü-nıan olmazdan evvel bu sual ile Hz. Peygamber'e itiraz etmişti. Yani eğer insanların taptıkları cehennem yakıtı ise, İsa, Üzeyr ve meleklerin de yakıt olması gerekir demek istemişti. Hz. Peygam­ber «Ey genç! Sen milletinin dilini amma da bilmez birisin. Ben «siz ve tapmakta olduğunuz» tabirini kullandım. (Yani «ma» edatını kullandım). Biliyorsunuz ki «ma» aklı olmayan nesneler için kullanılır. «Siz ve taptıklarınız» tabirinde «Men» kullanmadım» buyurmuştur.

îbn Hacer, bu meşhur görüş ile ilgili olarak Keşşafın hadis­lerini tahriç eden kitabında; «Bu Acem alimlerinin çoğunun dilin­de şöhret bulmuştur. Onların kitaplarında vardır. Meselâ Şerh'ul-Mevakif ve benzeri kitaplarda vardır. Halbuki bunun aslı astan yoktur. Hadis kitaplarının hiçbirisinde, ne müsned ne de gayri müsned olarak varid değildir. Bu hadisin mevzu olduğu açıktır. Fakat muhaddisler içinde bunu nakleden kimselere hayret ediyo­rum» der.

Eğer «ma» akılsızlar için kullanılmıyorsa o zaman Ebu Da­vud'un Nesih'inde, İbn Munzir, îbn Merduveyh ve Tabarani'nin İbn Abbas'tan rivayet ettikleri şu yorumu çözümlemek müşkül olur: «Siz ve tapmakta olduklarınız cehennem yakıtısınız» ayeti Indiği zaman Mekkeliler'e bu çok ağır geldi. Onlar Rasûl-ü Ekrem'e sordular: «Sen bizim mabudlanmıza küfür mü ediyorsun?» O es­nada Zeba'ri'nin oğlu: «Ben sizin yerinize Muhammed'le tartışa-cağım. Onu bana çağırın» dedi. Bunun üzerine Rasûlullah çağırıl­dı. Abdullah bin Zeba'ri: «Ey Muhammed, bu ayet sadece bizim mabudlarımız için mi yoksa Allah'tan başka tapılan her şey için mi inmiştir?» dedi. Hz. Peygamber: «Allah'tan başka tapılan her şey buna dahildir» dedi. O zaman Zeba'ri'nin oğlu: «Şu Kabe'nin Rab. bine yemin ederim ki sen mağlûp oldun» dedi ve şöyle devam etti: «Ey Muhammed! Senin iddiana göre İsa bir abd-i salih değil mi­dir? Uzeyr değil midir? Melekler salih değil midirler?» dedi. Hz. Peygamber: «Evet» dedi. İbn Zeba'ri: «İşte bu hıristiyanlar İsa'ya, yahudiler (yani bir kısmı) Üzeyr'e tapıyorlar. İşte Huzaa kabilesi­nin Beni Muleyh boyu meleklere tapmaktadır. Bunlar da mı cehen­nem atehidirler» der. Bunu işiten Mekkeliler sevinçlerinden çığlıklar attılar. Bunun üzerine Cenab-ı Hak şu ayeti gönderdi: «Şüphesiz ki kendilerine bizden saadet icabetmiş olanlar, işte bunlar cehennem­den uzaklaştırılmışlardır.» (Enbiya Sûresi, ayet 101). Ve şu ayet de indi: «Meryemoğlu bir misal olarak anlatılınca hemen kavmin ondan (Kendilerini haklı çıkaran bir delil bulduklarını zannede­rek) bağrışmaya başladılar: «Bizim mabudlarımız mı hayırlıdır yoksa o mu?» dediler. Bunu sadece tartışmak için ortaya attılar. Doğrusu onlar kavgacı bir toplumdur. O sadece kendisine nimet verdiğimiz ve İsrailoğulları'na örnek kıldığımız bir kuldur. Eğer isteseydik sizden melekler yapardık. Sizden sonra dünyada yerini, ze geçerlerdi» (Zuhruf Sûresi, ayet 57-60).

Bu rivayeti destekleyen daha niceleri vardır. İşte bunlardan açıkça anlaşılır ki «ma» edatı burada hem akıllılar hem de akıl­sızları kapsamaktadır.

Cevap olarak deriz ki: «Ma» edatının akıllıları kapsaması —ki Hz. Peygamber de böyle buyurmuştur— ancak nass tarikiyle olur. Yani mabudiyette Allah'tan başka mabud edinmek hususunda Hz. İsa, Hz, Uzeyr ve melekler de putlarla müşterek bir vasfa sahip­tirler. Fakat Hz. Peygamber ayetin umumuna delâlet tarikiyle işa­ret buyurunca İbn Zeba'ri o zaman itirazda bulundu ve hedefe 1     isabet ettiğini zannetti. Fakat Cenab-ı Hak bizzat peygamberine bu j     surenin 101. ayetini indirdi. Hulâsa nassın delâletinden anlaşılmak-ta olan husus şudur: Peygamber Allah tarafından kendilerine hüsna sebkat eden zatları istisna etmek suretiyle tahsis etmiştir. O vakit, Allah'tan başka ibadet edilen şeytanlar bu hükmün dahilindedir-ler. Çünkü nass bunları kapsamaktadır. Nassın bundan sonrası |    ibadet ve delâlet yönünden put ve şeytanların hükmünü ifade bu­yurur ve itiraz da böylece uzaklaştırılmış olur.

Eğer «ma» edatı hakikaten akıllılara da kullanılıyor denilse bile tahsisin ayetle beraber açıklanmamasını kabul etmeyiz. Çünkü akıl delili tahsise elverişlidir. Akıl, başkasının suçundan ötürü her-hangi bir kimsenin ceza görmeyeceğine delâlet eder. Ancak o kim­se de o suçlunun suçuna razı ise o zaman görür. Hiçbir akıllı yok­tur ki Hz. İsa, Hz. Üzeyr ve meleklerin kendilerine tapmakta olan­ların ibadetlerinden razı olduklarını söyleyebilsin. Bu aklî delilin benzerinin ayetle mukarin (yakın olmak) olmamasını kabul etme­yiz. Cenab-ı Hakk'm bu suredeki 101. ayeti ise şer'i delilin aklî delile inzimam etmesi (bağlanması) için gelmiştir. Hz. Peygamber' in aklî delile başvurmaması o delilin peygamberin yanında olma­dığı anlamına gelmez. Aksine Hz. Peygamber Mekke müşrikleri­nin kendisine bakmadığını veya aklî delile iltifat etmediklerini gö­rünce bu aklî delili destekleyecek sem'î delili beklemeye koyuldu. Veya vahy, delili getirmezden önce inmişti. Bu konudaki rivayetle­rin arası şu şekilde telif edilebilir:

Rasûl-ü Ekrem, İbn Zeba'ri'ye ayetin genel olduğunu, Allah'­tan başka kime ibadet edilirse nassın delaletiyle onu kapsadığını söyleyince İbn Zeba'ri, «Yahudilerin Uzeyr'e, hıristiyanlarm da İsa'ya, bir kabilenin de meleklere tapması da mı buna dahildir?» deyince Hz. Peygamber onların dahil olmadığını, çünkü onların Allah'tan başka mabudiyet hususunda putlara ortak olmadıkları­nı onların «bize ibadet edin» demediklerini ve kâfirlerin yaptığına rızalarının da olmadığım söyledi. Böylece onların muaheze edil­meyeceklerine dair olan akli delile işaret etti. Sonra bu ayet bu hu­susu tekid için inmiştir. Fakat gizli değildir ki eğer bu rivayet sa­hih ise o vakit putların da ateşe girmemeleri gerekir. Çünkü onlar da «bize tapılsın» dememiştir. Öyleyse edat mutlak değildir, sade­ce şeytanları kapsamaktadır. Çünkü şeytanlar «mabud olarak bize tapın» derler ve bundan razı olurlar. Nitekim puta tapan babası Azer'e Hz. İbrahim «Ey baba! Şeytana tapma» demiştir. Halbuki Azer zahirde putlara tapıyordu. Demek ki gerçekte şeytana tap­maktaydı.

Ayetin metninde geçmekte olan ve «yakıt» mânâsına alınan «Hasab» kelimesi ateşi alevlendirmek için ateşin içerisine önceden atılan küçücük yakıtlardır. İbn Abbas, «Bu kelime Habeşçe'dir ve odun demektir» demiştir. Hz. Ali ve Hz. Aişe, İbn Zübeyr, Ubeyy, Zeyd bin Ali bu kelimeyi «Hasab» yerine «Hatab» şeklinde oku­muştur. Bazı kıraatlarda da «Hadad» okunmuştur. Yani «noktalı sad»la okunmuştur. Bütün bunların mânâsı yakıtın küçüğü de­mektir. Yani o Allah'tan başkasına tapanlar ile-tapılanlar, cehen­nem ateşinin en küçük yakıtları olacaklar, ateş onlarla tutuşturu­lacaktır.

Bu ayetin son cümlesi yani «Siz oraya varacaksınız» hitabı, kâfirlere ve onların tapmakta oldukları putlaradır. Varid olmaktan maksat, «oraya gideceksiniz» demektir.

(99) «Eğer onlar gerçek mabudlar...» Bu Ayetin Tefsiri

Ey puta tapanlar! Eğer putlar sizin iddia ettiğiniz gibi mabud olsaydılar cehenneme yakıt olmazlardı. Madem ki cehenneme yakıt oldukları en mükemmel bir şekilde ortaya çıkmıştır, artık on­lar mabud olamazlar.

Tapanlar ile tapılanlann hepsi cehennemde ebedî kalırlar.

(100) «Orada onlara kemikleri çatırdatan...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin metnindeki «Zefiyr» üzüntülü bir insanın karnının en üst noktasından çıkan ses demektir. Esasında camların şişirilme­si için alıp verilen nefes anlamındadır. Zamir hem tapanlara hem de tapılanlara racidir. Ve akıllılar başkasına tağlib edildiği için akıllı varlıklar için kullanılan zamir getirilmiştir.

«Onlar orada dinlemezler», yani bir kısmı diğerinin zefiy-rini dinlemez. Çünkü şiddetli bir korku vardır, azap da çok feci­dir. Veya onlar çağınlsalar da zefiyrlerinin şiddetinden dolayı ku­lakları bir şey duymaz. Veya onları sevindirecek bir konuşmayı dinlemezler, Çünkü orada daima onları kızdıracak, yerecek konuş­malar olur. Veya Cenabı Hak onları sağır kılar. Nitekim Cenab-ı Hak başka bir ayette «Biz onları Kıyamet Giinü'nde yüzleri üze­rinde, kör, dilsiz ve sağır olarak hasredeceğiz» buyurmuştur.

Müşriklerin putlarıyla beraber ateşe girmesinin hikmeti, put-larını görmeleriyle üzüntülerinin daha fazla artması içindir. Çünkü bu putların şefaatini umarken onların kendileri gibi ateşte olduk­larını görünce daha fazla üzülürler. [33]

 

Kafirler Cehennemde Birbirini Görürler Mi?

 

Haberlerin  bir, kısmının zahirinden  anlaşılıyor ki ebediyyen

cehennemde kalanların akibeti, bir kısmının diğerini göremez ol­masıdır. Zira îbn Cerir ve bir grup İbn Mesud'tan şöyle rivayet et­mişlerdir: «Ateşte ebedî olarak kalan bîr kimse demirden yapılmış tabutlara konur. Tabutlar demirden çivilerle kapatılır. Sonra da onlar yine demirden ikinci bir tabuta konur. Sonra cehennemin dibine atılırlar. Hiç kimse onun azap gördüğünü görmez, o da kim­seyi görmez.» Bunu söyledikten sonra İbn Mesud bu ayeti oku­muştur.

(101) «Fakat tarafımızdan kendilerine...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin metnindeki «el-Husna» kelimesi güzellikte üstün olan haslet demektir. O da saadettir. Veya ibadete muvaffak olmaktır. «Allah'ın katında hüsna sebkat edenler»den maksat, onların sevap­larının müjdesini, amellerinin şükrünü kapsayan kelimelerin on­lara denmesi demektir. Yani «Kim salih bir amel işlerse, o da mü­min ise onun say'ı boşa gitmez. Kesinlikle biz onun için yazıcıla­rız» ayetinde tekaddüm eden kimseler ateşten uzaktırlar. Bazı ri­vayetlerde «Kendilerine Allah katından hüsna sebkat edenler»den maksat, İsa, Üzeyr ve meleklerdir» denilmektedir. Bu tarzdaki tef­sir genel olan mânâsının birtakım fertlerini almak kabilinderıdir. Çünkü sebebi nüzul bunlar idiler. Fakat bu esasında geneldir. [34]

 

Meal

 

102- Onlar cehennemin uğultusunu   duymazlar.   Canlarının istediği şeyler içinde ebedi kalırlar.

103- Onlan en büyük korku bile üzmez. Kendilerini melek­ler; «Size söz verilen gün işte bu gündür» diye karşılarlar.

104- (Ey Muhammedi) zikret o günü ki, kitapların sayfala­rını dürer gibi gökleri düreriz. Onları ilk defa nasıl yaratmışsak, sonra da öyle diriltiriz. Bu bizim vaadimizdir. Muhakkak ki biz vaadimizi yerine getiririz.

105- Andolsun ki biz Zikir'den  (Tevrat'tan) sonra Zebur'da da: «Yeryüzüne mutlaka salih kullar varis olurlar» diye yazmıştık.

106- Kuşkusuz ki bunda  (Kur'an'da veya anlatılan olaylar­da) kulluk eden kimseler için bir mesaj vardır.

107- (Ey Muhammedi) Biz seni ancak alemlere rahmet ola­rak gönderdik.

108- De ki: «Bana sizin mabudunuzun bir tek mabud oldu­ğu vahyolunuyor. Artık siz müslüman olacak mısınız?

109- Eğer yüz çevirirlerse de ki:  «Ben size  eşit bir şekilde tebliğ ettim. Vaadolunduğunuz şeyler yakın mı uzak mı, o husus­ta bir bilgim yoktur!»

110- Kuşkusuz ki O (Allah) açığa vurulan sözleri de, gizle­diklerinizi de bilir.

111- De ki:  «Bilmem, belki bu gecikme sizi denemek ve bir süreye kadar sizi geçindirmek içindir.

112- (Peygamber):  «Ey Rabbim!   (Aramızda)   hak ile hük­met Rabbimiz rahman ve müstean  (her türlü nitelendirilmelere karşı yardımına sığınılan) Allah'tır».[35]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(102 «Onlar cehennemin uğultusunu...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayet metninde geçen«Hasîs» kelimesi cehennemin hareketin­den dolayı işitilen ses demektir. Bu cümle, daha önceki ayetin son cümlesinin bedelidir. Onun tekididir. Çünkü birinci cümle onların cehennemden uzaklaştırılmalarım ifade ediyor. Bu uzaklaştırma da yaklaşmadan sonra ancak tasavvur edilebilir. Bundan anlaşılı­yor ki onlar evvelâ cehenneme varmışlar, sonra Cenab-i Hak ce­hennemin sesini işitemeyecek kadar onları uzaklaştırmıştır.

Bazıları da «Onlar köprü üzerinden geçerken bu sesi işitmez­ler» der. Çünkü (bazı rivayetlerde geldiği gibi) onlar köprüyü ge­çerken cehennemin ateşi söner ve hareketsiz kalır. Hatta onlar cennette oldukları halde cehennem köprüsü üzerinden geçmemiş olduklarını sanırlar.

Bazıları da «Süratle cehennem üzerinden geçip gittikleri için onun sesini işitmiyorlar demektir» derler. Çünkü onlar Cenab-ı Hakk'ın dostlarıdır.

(103) «Onlan en büyük korku bile...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayette geçen ve «en büyük korkun, «en büyük dehşet» an­lamına gelen «el-Fezeu'l-Ekber» Kıyamet Günü'nün dehşetleri ve neşrin korkunç manzaralarıdır. îbn.Abbas'tan böyle rivayet edil­miştir. Hasan Basri «Bu en büyük korku kulların cehenneme doğ­ru gitmelerinin emredilmesidir» der.

Melekler müslümanları kabirlerinden çıktıkları anda rah­metle karşılarlar. Bazıları, «onlara selâm vermek suretiyle on~ tart karşılarlar» demiştir. İşte dünyada size gelmesi vaadedilen ve imandan ötürü sizin sevaplarınıza zaman teşkil eden gününüz bu­dur.

İbn Ebi Hatim, Mücahid'den şöyle rivayet ediyor: Bu müs­lümanları karşılayan melektir. Dünyada müslümanlarla beraber oranın melekleridir. Onlar «Biz dünyada sisin yardtmcılarınızdık. Ahiret'te de sizden ayrılmayacağız. Ta ki cennete gidinceye kadar» derler.

Bazı müfessirler «Cennet kapısında hediyeler ve selâmla onla­rı karşılarlar demektir» dediler.

(104) «(Ey Muhammedi) Zikret o günü...» Bu Ayetin Tefsiri

«Zikret o günü ki biz göğü, kitapların sahibelerini dürer gibi düreceğiz.»

«Dürmek», «yayma»mn tersidir. Bazıları «dürmek, yok etmek ve ortadan kaldırmak demektir» demişlerdir. İbn Kayyım, sema-nın yok olmasına ve katıksız bir şeküde yokluğa taraftar değildir, iddiasına göre nasslar ancak göklerin değiştirileceğine, bugünkü heyetlerinin bozulacağı, bir halden başka bir hale geçeceklerine de­lâlet ederler. Göklerin yok olması meselesinin kâtibin kitapların sahifesini dürmesi gibi tabir edilmesinin uzak bir ihtimal olduğu­nu kaydetmektedir.

Ayetin metnindeki «sidla» kelimesi sahife demektir. Nitekim İbn Cerir bunu Mücahid'den rivayet etmiştir. Tabersi, Mecma'ul-Beyan'ında bu tefsiri İbn Abbas'a nisbet etmektedir. Katade ve Kelbi de böyle demişlerdir. Bazıları sicili «sözleşme sahifesi de­mektir» şeklinde tahsis etmişlerdir.

Bu ayet-i celile göklerin dürülmesi hakkında bir nass, kesin bir hükümdür. Bu hüküm felsefecilerden gelen meşhur görüşe ters düşmektedir. Ancak Sadreddin Şirazî «El-Esfar» adlı eserinde «Felsefecilerin büyüklerinin mezhebi göklerin dürülmesi, parça­lanması istikametindedir. Bunun aksi olan iddia sonraki dönem felsefecilerinden gelmiştir ki bu da ancak ilimlerinin azlığından, zamirlerinin safahatı olmadığındandır» demiştir. Sen Kur'an'm söylediğine veya emin olan, doğru olan peygamberden gelene ku­lak ver. Bu konuda felsefecilerin görüşlerine muhalif düşersen se­nin hiçbir zararın olmaz. Çünkü felsefecilerin getirdikleri fikirle­rin çoğu cehalettir, hamakattır. Nitekim birçok insan felsefecile­rin sözleri nedeniyle dalâlete gitmiştir, onların göğüslerinde şey­tanın vesveseleri türemiştir. Felsefecilerin sözleri unsuz değirme­nin takırtısı gibidir. [36]

 

Arşta Durulur Mu?

 

Sahih haberlerin zahirinden anlaşılıyor ki Arş, göklerin dü­rülmesi gibi dürülmez. Ayetin zahiri de bunu iş'ar ediyor. Çünkü ayette Cenab-ı Hak sadece «Gök dürülecektir» diyor. Göğün «arşn mânâsında olmaması daha şâyidir. Bu dürülme sadece bir göğe mahsus değildir. Bütün göklere mahsustur. Çünkü Cenab-ı Hak «Gökler durulmuş, sağındadırlar» diyor. Cenab-ı Hakk'ın zerrele­ri tamamen yok ettikten sonra onları tekrar icad edeceği, hem eh-li sünnetin, hem de Mutezile'nin görüşüdür. Çünkü Mutezüe alim­leri «Cisimlerin yok olması muhakkaktır» derler. Zerkeşi ve El-Amidi bunun sahih olduğunu söylemişlerdir.

«İade etmek sadece bir ayrılıktandır}) şeklindeki iddia azınlı­ğa aittir. Bunu bir cemaat alim temrid sigasıyla «denildi, rivayet edildi» şeklinde rivayet etmişlerdir. El-Mevakif şerhinde şu hüküm yer almaktadır: «Acaba Cenab-ı Hak bedenin bütün parçalarını evvela yok edecek sonra iade mi edecektir? Yoksa onları parçala-yıp, onlardaki telifi yeniden iade mi edecektir?» Hak şudur ki bu hususta herhangi bir delil sabit olmamıştır. Biz ne evet, ne de ha­yır diyebiliriz. Çünkü iki tarafın da delili yoktur.

Hüccetul-İslâm El-Gazali «El-İhtisab» adlı eserinde şunları söyler: «Eğer; cevher ve arazlar yok olur, sonra da ikisi beraber tekrar iade olunur mu veya arazlar yok olur, cevherler olmaz, araz­lar iade olunur mu şeklinde bir sual sorulursa, biz cevap olarak bütün bunlar mümkündür deriz. Hakikat şudur ki şeriatta bu mümkünlerin herhangi birini tayin edici kesin bir delil yoktur.»

106-107)    «Andolsun ki biz Zikir'den..,» Bu Ayetlerin Tefsiri

«Zebur» kelimesiyle zahire göre Hz. Davud'un Zebur'u kaste­dilmektedir. Şa'bi, bu ayetin tefsirinde «Davud'un Zebur'u» demiş­tir. İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre «Zebur, kitaplar» demek­tir. Bu ayette gelen kitap veya zikir kelimesi ise Tevrat demektir. Zikri Tevrat ile tefsir etmek, Dahhak'tan da rivayet edilmiştir.

Dahhak, Zebur hakkında «Tevrat'tan sonra gelen Kitap'tır» demiş­tir. [37]

 

Zebur'la Kastedilen Nedir?

 

îbn Cübeyr, «Zikir burada Tevrat'tır. Zebur'dan maksat da Kur'an'dır» demiştir. İbn Zeyd'den gelen rivayete göre Zebur, burada, peygamberler Üzerine inen kitaplar, «zikir» de Umm'ul-Kitap olan Levh'il-Mahfuz'dur. Zeccac da bu ayeti bu şekilde tef­sir etmiştir. Fakat Levh'il-Mahfuz'a «zikir» denilmesi mecaz yoluy­ladır. Bazıları «Zebur sadece aklî hikmetleri kapsayan, şer'i ahkâ­mı kapsamayan kitabîn adıdır. Onun için Hz. Davud'a inen ve sa­dece aklî hikmetleri kapsayan kitaba Zebur denilmiştir» diyorlar. Çünkü o kitapta ahkâmdan hiçbir şey yoktu. Zira Hz. Davud, Tev­rat'ın ahkâmıyla amel ederdi. Zahire göre bu kelime Arapça'dır ve gı «Yazılmış» demektir. Hamza'ya göre ise Süryanice'dir. İster Arap­ça, isterse Süryanice olsun, bundan kitaplar kastedilmiştir. [38]

 

«Salihlerin Eline Geçecek Arz»Dan Kastedilen Nedir?

 

«Yeryüzüne mutlaka salih kullar varis olurlar» cümlesindeki «yer» den maksat, cennet yeridir. Fahreddin Razi'ye göre «Biz on­lara yeri miras olarak verdik ve cennette dilediğimiz yerde karar kılarız» ayeti bunu teyid ediyor. Cennet ancak özel olarak salihle-re verilen yerdir. Çünkü cennet onlar için yaratılmıştır. Onlardan || başkasının cennete girmesi de onlara tâbi olmalarından ileri gel-mektedir.

Bu ayet iade hükmü getiren ayetten sonra nazil olmuştur. Za­ten haşre gönderildikten sonra salihlerin üzerinde duracağı her­hangi bir yer yoktur. Sadece o zaman cennet vardır. (Bu görüş Mücahid, İbn Cübeyr, İkrime, Süddi ve Ebu'l Aliye'nin görüşü dür).

İbn Abbas'tan gelen diğer bir rivayete göre bu yerden maksat, dünyadır. Müminler onu miras olarak elde ederler. (Bu Kelbi' nin de tefsiridir). «Kesinlikte onları yeryüzünde halife kılacağız» ayeti de bunu teyid etmektedir.

Cenab-ı Hakk'ın dini galip getireceği ve yeryüzünün çoğuna müminleri hakim kılacağı vaadedilmiş bir gerçektir. Tabii bu yer­yüzünden maksat, yolcuların gidip geldiği yerlerdir. Aksi takdir­de yeryüzünde öyle yerler vardır ki müslümanlar oraya ayak bile basmamışlardır.

Bazıları buradaki «Arz» ile mukaddes toprakların kastedildi­ğini, bazıları ise bunun Şam topraklan olduğunu söylemişlerdir. Fakat ahir zamanda kâfirlerin yeryüzünde kalmaları (haberlerde geldiği gibi) bu veraset meselesine zarar getirmez. Çünkü onların müstakil olarak arzda yaşamalanyla Kıyamet'in kopması arasın­da ufak bir zaman vardır ki ona itibar edilmez. O, Kıyamet Günü' nün en yakın başlangıcı olarak kabul edilmiştir. En uygunu bu­radaki «yer»i, «cennet yeri» ile tevil etmektir. Nitekim ekseri müfessir bu hükme kail olmuşlardır ve makama en uygun olan da budur.

«Bunda» yani bu surette zikredilen haber ve Allah'ın tevhidi­ne delâlet eden deliller de, peygamberliğin sıhhatini sergileyen burhanlarda veya bütün Kur'an'da ibadet eden bir kavim için ye­terli bir öğüt vardır. Yani hedefleri, âdet değil de ibadet olan bir kavim için bu Kur'an'da yeterli derecede vaz-u nasihat vardır. [39]

 

Rasûlullah'ın Rahmet Olduğu Âlemlerden Ne Kastedilmektedir?

 

Biz bu zikredilenlerle ve bunların benzeri olan sistem ve ah­kâmlarla ve diğer özelliklerinle —ki onların hepsi dünya ve Ahiret saadetinin bağlaç noktalarıdır seni göndermedik; ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik. Yani bu söylenenlerle seni ancak herhangi bir nedenden Ötürü değil de ancak âlemlere senin gön­derilmenle rahmet edilsin diye gönderdik. Veya seni hallerin hiç­bir halinde göndermedik, ancak rahmet olduğun halde veya rah­met sahibi bulunduğun veya onlara rahmet edici olduğun halde, bunu da sana verilen vazifeyi açıklamak suretiyle gönderdik.

Ayetin zahirine bakılırsa «âlemlemâen maksat, kâfirleri de müslümanları da kapsayan bütün varlıklardır. Kâfirlere peygam­ber nasıl rahmet olur? Peygamber dünya ve Ahiret saadetine sebep olan bir vazife ile gönderilmiştir. Ancak kâfir bu saadeti kendi elinden kendisi almıştır. Bundan yararlanamamıştır. Bu hususta­ki istidadı fasid olduğundan dolayı yüz çevirmiştir. Bu, Rasûl-ü Ekrem'in kâfire rahmet olarak gönderilmiş olmasına herhangi bir zarar getirmez. Nitekim tatlı çeşmenin yararlı olmasına, tembe^ lin istifade etmemesinin zarar vermediği gibi.

Acaba «âlemler»e melekler de dahil midir? Bu, Rasûl-ü Ek-rem'in peygamberliğinin genelliği hususundaki ihtilafa binaen tar­tışma konusudur.

Bazı kimseler «Peygamber onlara gönderilmemişse dahi onlar «âlemiyn» kelimesinin genelliğine dahildir» derler. Çünkü onlar peygamberin gönderilmesinden ötürü birçok ilimlere vakıf oldu­lar, birçok sırları elde ettiler. Bunlar da peygambere gönderilen kitapta derlenmiştir. Acaba ilim süsüyle süslenmekten daha büyük saadet var mıdır?

Bazıları «Âlemlerden maksat bütün mahlûkattır» şeklinde yo­rum getirmiştir. Çünkü âlem, Allah'tan başka, Allah'tan ve sıfatla­rından başka her şeye denir. «Âlemiyn» kelimesi akıllıların cem'iy-le cem olunmuştur. Akıllıların en şerefli olmaları sebebiyle bu kelimede tağlib vardır. Peygamberin hepsine rahmet olması şu nok­tadan ileri geliyor; Peygamber, ilâhî feyzin mümkünat üzerine ak­masının vasıtasıdır. Bunun için Rasûl-ü Ekrem'in nuru mahlûka-tm ilkidir. Zira bir haberde «Cendb-ı Hakk'tn evvelâ yarattığı, se­nin peygamberinin ruhudur, ey Cabir» denilmektedir.

(108) «De ki: Bana sizin mabudunuzun...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayette iki hasr vardır:

a) Ancak bana vahyedilir,

b) An­cak sizin mabudunuz tek mabuddur, Yani bana Allah'ın vahdaniye­te ihtisasından başka bir şey vahyedilmez. Fakat vahy nasıl sade­ce vahdaniyet üzerine hasredilebiHr? Hz. Peygamber'e vahdaniyet meselesinden başka birçok emirler vahyedilmiştir. Meselâ ibadet­lerin teklifleri, peygamberlerin kıssaları gibi. Burada iki cevap ve­rilmiştir:

1) Bunun üzerine olan kasr, yani vahdaniyet asılların aslı­dır. Vahdaniyetten sonra diğer meseleler ona raci olduğundan ve­yahut da vahdaniyet varken onlara bakılmadığından bu kasr id-diai bir kasr olur.

2) Bu   kalbedilen bir kasrdır.   Kâfirlerden sadır olan şirke nisbetendir.

(109)    «Eğer yüz- çevirirlerse de ki...» Bu Ayetin Tefsiri

Eğer onlar İslâm'dan yüz çevirirlerse, İslâm'ın gereklerine il­tifat etmezlerse onlara de ki: Size, bana emredileni bildirdim! Zi­ra ayetin metnindeki «Azentu» fiili if'al kökünden gelir. Bunun esası, herhangi bir şeyde verilen müsaade demektir. Herhangi bir şeyi işlemeye ruhsat vermek demektir. Sonra mecazen mutlak bil­dirmek hususunda da kullanılmıştır. Yani hepiniz bu ilâmda eşit­siniz. Herhangi birinizi tahsis etmiyor. Hepinizi eşit olarak ilân ediyor.

Ben müslümanlarm size galip gelmesinin, İslâm dininin sizin dinlerinizi silip süpürmesinin veya hasrın gelmesinin ne zaman ol­duğunu bilmiyorum.

(110) «Kuşkusuz ki O (Allah) açığa...»Bu Ayetin Tefsiri

Cenab-ı Hak «Sözün açığım biliyor». Yani İslâm'a açıkça yö­nelttiğiniz tenkidleri, ayetleri yalanlamanızı Cenab-ı Hak bilir. Ve kalbinizde müslümanlara karşı gizlemekte olduğunuz kini de Al­lah bilir ve ona göre size ceza verecektir.

(111)    «De ki: Bilmem, belki bu gecikme...» Bu Ayetin Tefsiri

Ben sizin cezanızın geciktirilmesinin sebebinin sizi aldatmak veya imtihan edilmeniz için olup olmadığım, bilmiyorum. (Belki) nasıl davranacağınızın görülmesi içindir. Sizin için bu bir nimet-lendirme, mukadder bir ecele kadar sizi geciktirmedir. Onun en büyük hikmetleri kapsayan dilemesi bunu iktiza etmektedir.

Bazıları «Bir süreye kadar» ifadesi Bedir Günü'nden kinaye, dir» demiştir. Bazıları da «Kıyamet'ten kinayedir» şeklinde yo­rum yapmışlardır.

 (112)     «(Peygamber): Ey Rabbim! (Aramızda)...» Bu Ayetin Tefsiri

Hüküm, kaza demektir. Yani bir meselede hüküm vermek gi­bi, Hak ise adalet manasınadır. «Ey Rabbim! Bizim aramızda ve Mekke ahalisi arasında azabın acele gelmesini ve şiddetlenme­sini isteyen adaletle hükmet» şeklindeki dua Hz. Peygamber'in on­lar hakkındaki bedduasıdır. Aksi takdirde Cenab-ı Hakk'm bütün kazası ve hükmü haktır. Cenab-ı Hak, Hz. Peygamber'in bu duasını onları Bedir Günü'nde azaba duçar etmek suretiyle kabul etmiş olduğunu ortaya koymaktadır.

«Bizim Rabbimiz Rahman'dır», yani kullarına çok rahmet eden zattır. Bizim Rabbimiz kendisinden yardım talep edilen El-Mustean'dir. Bizim Rabbimiz kendisinden yardım istenilen Rah­man'dır, Daha Önce Rabb kelimesi sadece peygamber zamirine izafe edildi. Burada ise bütün müslümanlann zamirine izafe edil­mektedir. Çünkü yardım müslümanlar için genel, dua da Rasûl-ü Ekrem'e mahsus olan özel vazifelerdendir.

Onlar neticenin kendilerinin olacağı, İslâm'ın bayrağının ev­velâ dalgalanacağı, fakat sonradan duracağı, eğer Peygamber ta-rafından kendilerine vaadedilen tehdidler doğru olsaydı, vuku bu­lurdu şeklinde hayal kuruyorlardı. Cenab-ı Hak Peygamber'in on­ların aleyhindeki bedduasını kabul eyledi. Onları isteklerinden mahrum etti ve hallerini değiştirdi. Dostlarına yardımda bulundu, Bedir Günü'nde de onlann başına getirilen getirildi.

Hz. Peygamber ve onunla ilgili meselelerin Enbiya Sûresi'nin sonunda getirilmesi bu sureye güzel bir hatime olmuştur. Nitekim Tayyibî'nin dediği gibi ondan hitamın miski yayılmaktadır. [40]

ENBİYA SÛRESİ'NİN SONU

 



[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 315.

[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/317

[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 318-321.

[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 322-327.

[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 329.

[6] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 330-333.

[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 333-340.

[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 342.

[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 343.

[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 343-345.

[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 345-347.

[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 347-349.

[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 349-352.

[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 352-353.

[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 353-355.

[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/357.

[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 358.

[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 358-364.

[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 364-365.

[20] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 367.

[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 368-377.

[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 379.

[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 380-387.

[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 389.

[25] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 390-393.

[26] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 393-395.

[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 396-398.

[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/400.

[29] El-Meraği, Tefsir, cilt: 17, sh: 61

[30] Kurtubi, Ahkâm'ul-Kur'an, cilt. 11, sh. 326-328

[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 401-409.

[32] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 411.

[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 412-423.

[34] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 423-424.

[35] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 426.

[36] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 427-429.

[37] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 429-430.

[38] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 431.

[39] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 431-432.

[40] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 432-436.