Yüzoniki ayet olup,
Mekkî'dir
"İnsanların
hesaplan yaklaştı. Böyleyken, onlar gaflet içindeler, yüz
çeviricidirler. Rablerinden kendilerine yeni bir ihtar
gelmeye dursun, onlar
bunu mutlaka istihza
ederek ve kalbleri oyuna dalarak dinlerler. Zalimler gizli
fısıltı ile (şöyle) konuştular: "Bu sizin gibi
(olan) bir insandan başka mıdır?
Kendiniz
görüp dururken, şimdi sihre mi geleceksiniz?"
(Enbiya, 1-3).
Bil ki Cenâb-ı
Hakk'ın "İnsanların hesapları
yaklaştı" ifadesiyle alâkalı birkaç mesele vardır:[1]
Yaklaşmak, ancak zaman
ve mekan itibariyle düşünülebilir.
Burada,
mekan açısından yaklaşmak imkansızdır. Böylece,
zaman açısından yaklaşmanın kastedildiği anlaşılmış olur.
Buna göre mana, "insanların hesaba çekilme
zamanları yaklaştı" şeklinde olur.
[2]
"Birisi şöyle
diyebilir. Bu ifadeden sonra, takriben altıyüz sene geçmesine rağmen hâlâ hesap
gelmediği halde nasıl olur da yaklaşmakla nitelenebilir?"
Buna şu üç açıdan
cevap verilebilir:
a) "Bu, Allah katında yakındır"
anlamındadır. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "senden azabın çabucak
gelmesini istiyorlar. Allah, vadinden asla caymaz. Doğrusu, Rabbinin indinde
bir gün sizin sayacaklarınızdan bin yıl gibidir" (Hac. 47) ayetidir.
b)
Görüleceği zaman her ne kadar uzak olsa dahi, her gelecek yakındır. Uzak olan,
olmuş bitmiş sona ermiş şeylerdir. Nitekim şair
"Daima
arzuladığın şey, sana yarından daha yakındır; kendisinden hep korka durduğun
şeyse, dünden daha uzaktır"
c) Bir
muamelenin süresi bir sene sonra dolacaksa, henüz bir ay geçtiğinde, "vade
yaklaştı" denilemez. Ama geçen müddet, kalandan çok olursa, "vade
yaklaştı" denilebilir. İşte bu izaha göre ulema, "Bunda, kıyametin
yaklaştığına bir delâlet vardır" demişlerdir. İşte bu sebepten dolayı Hz.
Peygamber de, Jft& üCJij üi c-W
"(Hz. Peygamber
iki parmağını göstererek) Ben ve kıyamet şu ikişey0bi (birbirimize yakın)
gönderildik" buyurmuştur. İşte, yine bu sebepten dolayı "Hz. Muhammed
(s.a.s) ile, nübüvvet meselesi son buldu" denilmiştir. Bütün bunlar,
geriye kalan mükellefiyet süresinin, dünyanın geçen ömründen daha az olmasından
dolayıdır.
[3]
Allah Teâlâ, bundan
mükellefler için bir fayda bulunduğu için bu yaklaşmadan bahsetmiştir. Böylece
bu, mükellefi, günahlarını telafi etmeye daha fazla yaklaştırmış, bundan daha
fazla korktuğu için de günahlardan daha fazla sakındırmış olur. Allah en iyi
bilendir.
[4]
Ölüm zamanını
gizlemenin mükellefler için daha faydalı olması gibi, kıyameti gizlemek de daha
faydalı olduğu için,
onun da zamanı tayin
edilmemiştir.
[5]
"Kıyamet
günü"ne "hesap günü" denilmesinin faydası şudur: Hesap, kişinin
durumunu ortaya koyar. Binâenaleyh, hesap kelimesinin sağlayacağı korku daha
büyük olur.
[6]
Ayetteki
"insanlar" sözüyle, hesapla alâkası olmayanlar değil, hesapla ilgisi
olanların kastedilmesi gerekir ki bunlar
da
mükelleflerdir. İbn Abbas (r.a) bu ifadeyle müşriklerin kastedildiğini
söylemiştir ki bu, müşriklerin sıfatlarına dair kendisini takib eden delilden
dolayı, cins ismin, muhtevasına girenlerin hepsine değil de bir kısmına
verilmesi (Ulak edilmesi kabilindendir.
[7]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Böyleyken, onlar gaflet
içindeler,
yüz çeviricidirler" ifadesine
gelince, bitki Allah Teâlâ onları şu iki şeyle, yani gaflet ve yüz çevirmekle
vasfetmiştir. Gaflete gelince bu, "onlar hesap vereceklerinden jaftdirier,
habersizdirler. Akıllarının iyilik ve kötülük yapanların mutlaka karşılıklarını
göreceğini bilmesine rağmen, akıbetlerinin nereye varacağını tefekkür etmezler.
Sonra onlar, kendilerine okunan ayetlerden ve peygamberlerden ötürü gaflet Tuşundan
ve cehalet dalgınlığından uyandıklarında, yine yüz çevirdiler ve, tabaklarını
tıkadılar" demektir.
Cenâb-ı Hak
"Rablerinden kendilerine yeni bir ihtar gtkneye dursun..." ifadesine
geline, bununla ilgili birkaç mesele vardır:
[8]
İbn Ebi Able, yi ifadesinin
mahallinden sıfat olmak üzere, ref ile
öi»J (muhdesun) şeklinde okumuştur.
[9]
Allah Teâlâ bunu,
onların yüz çevirici olduklarını beyan etmek
için zikretmiştir. Zira, Allah Teâlâ, belki Öğüt alırlar
diye, onların tekrar tekrar dikkatlerini çekmek ve
onla** aOût vermek için, zaman zaman zikr ve ihtarı yenilemiş, ayetten sonra
ayet, sûreden sonra süre getirmiştir. Bu ise onların, sadece oyun ve
istihzalarını, artırmıştır.
[10]
Mu'tezile, bu ayetle,
Kur'ân'ın muhdes olduğuna istidlal
ederek
şöyle demiştir: "Kur'ân zikirdir. Zikir ise, muhdestir.
O halde Kur'ân, muhdestir. Kur'ân'ın zikir olduğunun
delili,
Cenâb-ı Hakk'ın, Kur'ân'ı zikrederken
söylediği, "O ancak,
tiemler için bir
öğüttür, zikirdir" (Kalem, so), "Şüphesiz ki o, senin ve kavmin için
ar zikirdir, bir öğüttür" (Zutıruf, 44) "Zikirli, (şerefli) Kur'ân'a
yemin olsun" <s«j, i), "Şüphesiz ki, zikri (Kur'ân'ı) Biz
indirdik, Biz..." (hict, 9), "O ancak, bir zikir ve apaçık bir
tfur'ân'dır"çfsın, 69) ve "Bu, indirmiş olduğumuz mübarek bir
zikirdir" emin so) ayetleridir. Zikrin muhdes olmasının delili, hem
buradaki, "Rablerinden kendilerine yeni bir (muhdes) ihtar gelmeye
dursun" ayeti, hem de Şuara süresindeki "Kendilerine O Rahmandan yeni
bir öğüt gelmeye dursun^' (Şuara. 5) ayetleridir, işte bütün bunlar, Kur'ân'ın
muhdes olduğu hususunda, bir nas gibidirler."
Buna şu iki açıdan
cevap verebiliriz:
1) Cenâb-ı
Hakk'ın, "o ancak, alemler için bir öğüttür"(Kai»m, 52{ ayetiyle,
"Bu, ndirmiş olduğumuz mübarek bir zikirdir"{Enbiya, so) ayetleri,
harflerden ve seslerden ->eydana gelmeye bir işarettir. Binâenaleyh biz bu
ifadeye, bir de, Cenâb-ı Hakk'ın 'Rablerinden kendilerine yeni bir ihtar
gelmeye dursun" İfadesini ilave edersek, o zaman, harflerden ve seslerden
meydana gelen şeyin "hadis" oiması gerekir ki, 9u konuda münakaşa
yoktur, bilakis bunun hadis olduğu zaruri olarak bilenen bir --sustur. Münakaşa
ancak, kelâmullahın bir başka anlamda kadim olması, lususundadır.
2) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Rablerinden kendilerine yeni bir ihtar gelmeye dursun"
ifadesi, her zikir olanın "hadis" olduğuna değil, tam aksine, muhdes
olanın "zikr" olduğuna delâlet eder. Bu, tıpkı bir kimsenin, "Bu
beldeye, bu şehre, fazıl bir kimse gelmesin. Onlar ona mutlaka buğzederter"
demesi gibidir. Çünkü bu, her adamın faziletli olması gerektiğine delâlet
etmeyip, tam aksine, o adamlar içinde faziletli kimselerin bulunduğuna delâlet
eder. Durum böyle olunca da, ayet ancak, bazı "zikr"in muhdes
olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh ayetin nazmı şu şekilde olur: "Kur'ân.
zikirdir. Zikrin bazısı rnuhdestir." Bu ifade, hiçbir sonuç vermez. Bu,
hür kimsenin, "insan, hayvandır (canlıdır). Bazı hayvanlar ise,
attır" şeklindeki sözünün, hiçbir netice vermemesi gibidir. Böylece,
onların kesin diye zannettikleri bu şeyin, kesinlik şöyle dursun, zayıf bir
zannı dahi ifade etmediği ortaya çıkmış olur.
[11]
Cenâb-ı Hakk'ın
"... onlar bunu mutlaka istihza ederek ve kalbleri oyuna dalarak"
ifadesine gelince, bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır.
[12]
Bu, hem kâfirler için
bir zem, hem de başkalarını benzerini yapmaktan
mendir. Çünkü, duyulan şeyden istifâde, ancak
kalb ile ilgili olan tefekkür ve düşünce ile sağlanır. Onlar, onu
dinlediklerinde oyun ve eğlenceye dalmışlarsa, kendisinde hayvanların da
insanlara müşterek olduğu sırf dinlemeyi elde etmiş olurlar.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, onları kınayışını, "kalbleri oyuna dalarak" ifadesiyle de tekid
etmiştir. (lâhiye) kelime, bir kimse bir şeyden gaflet edip ondan habersiz
olduğunda söylenilen, (Lehâ anhu)
ifadesinden gelmektedir.
Lu'b kelimesi, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Dünya hayatı ancak, bir oyun ve eğlenceden ibarettir"
(Hadio. 20) ayetinde de olduğu gibi, onların, manası, "alay etmek ve
eğlenmek" demek olan lu'b (oyun) ile meşgul olmalarının, manası,
"gaflet etmek, habersiz olmak, oyalanmak" demek olan lehve bağlı
olduğuna dikkat çekmek için, "lehv" kelimesinden önce zikredilmiştir.
Çünkü onlar, hak'dan habersiz olup gafil oldukları için lu'b'e dalmışlardır. Doğruyu
en iyi bilen Allarıdır.
[13]
Keşşaf sahibi, ayet-i
kerimedeki ifadelerinin, "müteradif" veyahut, "mütedahil"
(birbiri
içinde düşünülen) olan iki hal ifadesi
olduğunu söylemiştir. Ref ile Lİhlyetun şeklinde okuyanlara göre, hâl bir tane
olmuş olur. Çünkü (bu okuyuşa göre), ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın fa ikinci
haberidir.
[14]
Cenâb-ı Hakk'ın "Zalimler gizli bir fısıltı ile (şöyle)
konuştular" ifadesine gelince, bu ifadeyle ilgili şu iki soru
bulunmaktadır:
Birinci toru: Necvâ
tenâcl(fısıldaşmak) masdarından bir isim olup, bu zaten,
ancak gizli olur. O
halde, daha Cenâb-ı Hakk'ın, ^j^1 'jj»^j "fısıltıyı gizlediler"
demesinin manası nedir?
Cevap: Bu "onlar,
onu gizleme hususunda çok gayret gösterdiler ve onu, hiç Kimsenin anlamayacağı
bir biçimde yaptılar" demektir.
İkinci soru: Burada denilmesi beklenirken, niçin cemi olarak
getirilmiştir?
Cevap: ifadesi,
onların, gizledikleri o şey hususunda aşırı ve haddi aşmış olan bir zulüm
damgasını yediklerini belirtmek için eserrû fiilinin faili olan ardan bedel tutulmuştur. Veyahutta tarzındaki kullanışı doğru bulan r-çe nazar-ı
itibara alınmıştır. Yahut bu ifade "zem" üzere mahallen mansuptur.
Veyahutta bu, haberi ifadesi olan ve kendisinden önce gelen, bir otedâdır. Buna
göre kelamın takdiri, "Bunlar, fısıltıyı gizlediler" seklinde olur.
Böylece, onların yaptıklarının bir zulüm olduğunu tescil ve kayıt için, zahir
isim, zamirin yerine konulmuş olur.
[15]
Ayetteki "Bu
sizin gibi (olan) z-insandan başka mıdır? Kendiniz görüp dururken, şimdi sihre
mi geleceksiniz?" adesine gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır.
[16]
Keşşaf sahibi şöyle
der: "Bu ifadenin tamamı, en-necva kelimesinden bedel olarak mahallen
mansûb olup kelamın takdiri, şeklindedir. Takdirin, "onlar fısıltıyı
gizlediler ve bu sözü gizlediler" şeklinde olması da muhtemeldir.
[17]
Onlar bu sözü şu iki
sebepten dolayı gizlemişlerdir:
a) Bu,
aralarındaki bir meşkeret ve, Hz. Peygamberin
işini yakmanın yollarını arama hususundaki görüşüp konuşma gibi bir
şeydir. Bir şeyi görüşenlerin örfü ve adeti ise, o şeyi, düşmanlarından gizleme
hususunda alabildiğince gayret göstermeleridir.
b) Onların,
bunu fısıldamaları, sonra da Allah'ın Resulüne ve müminlere, "Eğer ddia
ettiğimiz şey hak ise, bizim gizlediğimiz şeyin ne olduğunu bize haber verin
bakalım!" demiş olmaları da mümkündür.
[18]
Onlar, Hz,
Peygamberin, nübüvvetini şu iki şekilde tenkid etmişlerdir:
a) Onun,
kendileri gibi bir beşer olması.
b) Getirdiği
o şeyin, (iddialarınca) sihir olması... Bu iki tenkid
de yersizdir. Birincisine gelince, nübüvvetin
doğruluğu suret ve şekillere değil, mucize/ere ve delillere dayanır. Çünkü,
şayet onlara peygamber olarak melek gönderilmiş olsaydı, onun peygamber olduğu,
meleğin şeklinden ve kılığından, bilinemezdi. Bu bilme işi, özel bir bilgi
(itim) gerektirirdi. Aynı durum, "beşer" olan hakkında da böyle
olunca, beşerin peygamber olması gerekr.
Hatta beşere gûnderıtenjn, bir beşer ofrnası daha evfâdtr. Çünkü kişinin
kendi benzerlerinden bir şeyi alıp kabul etmesi daha uygun otur, o onunla daha
iyi ünsiyet kurar. İkincisine gelince, yani Hz. Peygamber (s.a.s)'in
getirdiğinin bir sihir olması ve onların onu bir sihir zannetmesine gelince, bu
da bir cehalettir. Çünkü peygamberin Kur'ân ve diğer şeylere dair getirdiği
herşeyin durumu gayet açık olup, bu hususta bir aldatma, göz boyama ve
karışıklık bulunmamaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s) de, onların da fesahat ve
belagat ehli ve erbabı olmalarına ve, nübüvvetini geçersiz kılma hususunda son
derece hırslı ve istekli olmalarına rağmen, onlara zaman zaman Kur'ân'la meydan
okumuştur. Onun nübüvvetini ibtâl etme hususunda yapılacak olan en tesirli şey,
Kur'ân'a muarazada bulunmaktır.
Binâenaleyh, onlar şayet
bu muârazayı yapabilselerdi,
onların bunu yapmamaları, bırakmaları düşünülemezdi. Çünkü, bir işin yapılması
için her türlü vasıta ve sebep bir araya gelir, her türlü engel de ortadan
kalkarsa, o iş
mutlaka yapılır ve meydana
gelir. Binâenaleyh, onlar
bunu yapamadıklarına göre, bu bize, Kur'ân'ın bizzat mucize olduğunu ve
onların da, Kur'ân'ın bu durumunu bilip anladıklarını gösterir. Binâenaleyh,
Kur'ân'ın durumu, bahsettiğimiz şekilde olunca.daha nasıl, "O, bir
sihirdir?" denilebilir. Bütün bunlar, onların, Kur'ân'ın doğru, hak kelâm
olduğunu bildiklerine; ancak ne var ki; bu konuda inâd ederek zayıf halklarına
karşı gerçeği örtbas etmek için böyle dediklerine delâlet eder.
[19]
"(Onlara) dedi
ki: Rabbim, gökteki, yerdeki (her) sözü bilir. O hakkıyla işidici, kemâliyle
bilicidir" Dediler: "Hayır, (bunlar) saçma sapan rüyalardır.
Hayır, onu kendisi uydurmuştur. Hayır, o, bir şairdir.
Bunlar değilse, o halde, evvelkilere gönderildiği gibi, o da bize bir mucize
getirsin." Onlardan önce helak ettiğimiz hiçbir memleket (halkı) iman
etmedi de, (şimdi) bunlar
mı iman
edecekler?"
(Enbiya, 4-6).
Hak Teâlâ'nın,
"(Onlara) dedi ki: "Rabbim, gökteki, yerdeki (her) sözü bilir. O,
hakkıyla işidici, kemâliyle bilicidir" ifadesi ile ilgili birkaç mesele
vardır:
[20]
Hz. Peygamber
(s.a.s)'in sözünün nakli manasında ayet Dedi ki
"Rabbim" şeklinde okunmuştur.
Bu,
Hamza, Kisâi ve Âsimin râvisi Hafs'ın
kıraatidir. Diğer aat imamları ise, Kâfin zammesi, elifin hazfı ve lamın sükûnu
ile, "De ki..." şeklinde okumuşlardır.
[21]
Allah Teâtâ, bu sözü,
onlardan naklettiği şeylerin peşinden getirdiğine göre, bunun, onların
söyledikleri şeylere bir
cevap gibi olması
gerekir. Buna göre Hz. Peygamber ıs.a.s) sanki şöyle demektedir: "Sizler
her ne kadar sözünüzü ve tenkidinizi gizlediyseniz de, bilin ki benim Rabbim
bütün bunları bilir ve O, bunların peşini
akmaz." Böylece onlar, aynı şeyi tekrar yapmasınlar diye şu şekilde
tehdid edilmişlerdir.
[22]
Keşşaf sahibi şöyle
der: "Eğersen, "Hak Teâlâ'nın, "Gizli
fısıltı ile (şöyle) konuştular" ifadesinden
ötürü, bu ayette
de, "sözü
bilir" yerine "sırrı bilir" denilmeli değil miydi?"
dersen, ben derim ki "söz" lafzı, hem
gizliyi, hem açığı içine alan genel bir ifadedir. Binâenaleyh, "sözü
bilme" tabirinde, "gizliyi fazlasıyla bilme" manası vardır. O
halde bu onların fısıldaşmalarını bildiğini anlatma hususunda Cenâb-ı Hakk'ın,
"sırrı bilir" demesinden âdeta daha te'kidli olmuş olur. Bu, Hak
Teâlâ'nın "sırrı bilen (Allah)" , e) demesinin, "onların sırrını
bilir" demesinden daha te'kidli olması gibidir.
İmdi, eğer: "Cenâb-ı Hak, Furkan sûresinde,
"De ki: "Ona göklerde ve yerdeki sim bilen indirdi''(6. ayet)
ayetinde, niçin daha te'kidli bir ifade getirmemiştir? dersen. Den derim ki:
"O'nun heryerde sözün daha te'kidlisini getirmesi vâcib değildir. O, bazan
te'kidli, bazan daha te'kidli ifadeyi kullanır. Diğer taraftan, fark şudur:
Cenâb-ı Hak burada, önce onların gizlice fısıldaştıktannı öne almıştır. Böylece
o, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Rabbim, onların gizlediklerini bilir"
demesini kastetmiş ve böylece de, kavi (sözü) lafzım, mübalağa için
"bunun" yerine koymuştur. Cenâb-ı Hak burada ise, "De ki,
"onu göklerde ve yerdeki sırrı bilen indirdi" (Furhan, 6) diyerek,
zâtım anlatmayı kastetmiştir. Bu tıpkı, "O, allamu'l-guyûbtur"
(gaybları
bi-hakkın bilendir) (Tevbe, 78) ve
"Gaybı bilen Rabbim hakkıçün... Ne göklerde ne yerde bir zevre mikdarı
Ondan kaçmaz11 ısebe.4) ayetten[23]
Cenâb-ı Hak bu ayette,
semi (işitici) oluşunu, "alim" (bilici)
oluşundan önce zikretmiştir. Çünkü önce sözü dinlemek, sonra onun
manasını anlayıp-bilmek gerekir.
Hak
Teâlâ (kâfirlerden naklen:) "Dediler: "Hayır, (bunlar)
saçmasapan rüyalardır. Hayır, onu kendisi uydurmuştur.
Hayır, o bir şâirdir. Bunlar değilse, o halde evvelkilere gönderildiği gibi, o
da bize bir ayet (mucize) getirsin " buyurmuştur. Bil ki o, tekrar onların
'Bu sizin gibi (olan) bir insandan başkası mıdır?" gibi sözlerini
nakletmeye başlamış ve sonra "(Onlar) dediler ki: Hayır, (bunlar)
saçmasapan rüyalardır. Hayır, onu kendisi uydurmuştur. Hayır, o bir
şâirdir" buyurmuş, böylece burada onların bu beş sözünü nakletmiştir.
Binâenaleyh onların sözlerinin sırası şöyledir: Onlar sanki, "Biz onun
insan olmasının, Allah'ın elçisi olmasına mani olduğunu iddia ediyoruz. Bunun
bir mâni teşkil ettiğini kabul etmesek bile, Kur'fln'ın bir mucize olduğunu
kabul etmiyoruz. Sonra Kur'ân'ın fesahatinin insanların kudreti dışında olduğu
söylenecek olsa dahi, biz diyoruz ki, bunun benzerinin getirilmesi mümkün
olmayan bir sihir olması niçin caiz olmasın? Binâenaleyh eğer o Kur'ân'ın, son
derece rekik (dolaşık karmaşık) olduğunu iddia edersek, saçmasapan rüyalar
olduğunu söyleriz. Yok onun, rekâket ile fesahat arası bir söz olduğunu iddia edersek,
Kur'ân'ı Muhammed (s.a.s)'in uydurduğunu söylemiş oluruz. Yok onun, fasih bir
kelâm olduğunu iddia edersek, o zaman da onun, diğer şâirlerin fasih sözleri
gibi bir söz olduğunu söylemiş oluruz. O halde, bütün bu ihtimallere göre de,
onun bir mucize olduğu sabit olmaz" demişlerdir.
Onlar bu ihtimalleri
sayıp döktükten sonra, "Bunlar değilse, o halde, evvelkilere gönderildiği
gibi, o da bize bir mucize getirsin " demişlerdir ki bununla, "Onlar,
Hz. Musa (a.s) ve Hz. İsa (a.s)'dan nakledilen mucizeler gibi, bu ihtimallerden
hiçbirinin söz konusu olamayacağı çok açık ve net bir mucize
istemişlerdir" manası kastedilmiştir.
[24]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, en son soruya (şüpheye), "Onlardan önce helak ettiğimiz hiçbir
memleket (halkı helak olup gitti), iman etmedi de şimdis bunlar mı iman
edecekler" diyerek cevap vermiştir ki bu, "Bunlar, peygamberlerinden
mucizeler isteyen, mucizeler geldiğinde iman edeceklerine söz veren ama o zaman
da sözlerinden dönüp, aksini yapan ve bundan dolayı Allah'ın helak ettiği
kavimlerden, daha âsidirler. Binâenaleyh eğer onlara istedikleri mucizeleri
gönderecek olsaydık, onlar sözlerinden, daha ileri bir şekilde dönerlerdi"
demektir.
Hasan eİ-Basri (r.h)
şöyle demiştir: "Onların istedikleri (mucize) verilmemiştir. Çünkü
Allah'ın kanunu (sünnetullah), istedikleri her mucizeyi verdikten sonra, yine
ae yalanlamaya kalkışanların üzerine, mutlaka kökü kazıma azabının ineceği
ş»khndedir. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın, özellikle Ümmet-i Muhammed hakkındaki vcnü
bunun aksinedir. İşte bundan Ötürü, onlara istedikleri mucizeleri
göndermemiştir."
[25]
Biz, senden evvel de,
kendilerine vahyettiğimiz bazı erkeklerden başkasını
peygamber) göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun.
Biz, onları
yemek yemeyen birer cesed olarak
yaratmadık. Onlar, ebedi de değillerdi. sonra
Biz onlara olan vadimizin doğruluğunu gösterdik de, hem kendilerini,
hem de dilediklerimizi
kurtardık, iftiracıları ise helak ettik. Andolsun, size öyle
bir kitab indirdik ki,
bütün şan ve şerefiniz ondadır. Hâlâ akıllanmayacak
mısınız?
(Enbiya, 7-10).
Bil ki Allah Teâlâ
onların, "Bu sizin gibi bir insandan başkası mıdır?" (Enbiya. 3)
şeklindeki ilk sorularına: "Biz, senden evvel de, kendilerine
vahyettiğimiz bazı erkeklerden başkasını (peygamber) göndermedik" diye
cevap vermiş ve böylece sunun, Hz. Muhammed (s.a.s)'den önceki peygamberler
hakkındaki örfü âdeti-sünneti) olduğunu ve bunun, onların elinden zuhur eden
mucizelerden ötürü, odların peygamber olmalarına mâni olmadığını, dolayısıyla
onlar hakkında bunun doğru olması halinde, Hz. Muhammed'in elinde de, onların
elinde zuhur eden -nucizelerin benzerleri zuhur ettiği için, bir insan oluşunun
dedikodusunun yapıtamıyacağını beyan buyurmuştur.
[26]
Ayetteki ifadesi şu
manayadır: Allah Teâlâ, onların, vahye -nazharolan peygamberlerinin melek değil
insan olduklarını anlamaları için, ehl-i zikre,
(bilenlere) yani ehl-i kitaba
sormalarını emrediyor. Cenâb-ı Hak, bunları onlara (sormaya) sevketmiştir.
Çünkü onlar, Hz. Peygamber e düşman olma hususunda müşriklerin yolunda idiler.
Nitekim Allah Teâlâ, "Sizden evvel kendilerin kitab verilenlerden ve
Allah'a eş tanıyanlardan da, mutlaka incitici birçok (laf) işiteceksiniz"
(Ai-j imran, işet buyurmuştur.
[27]
İmdi, eğer,
"Yahudi ve Hristiyanlar güvenilir olmadıkları halde Cenâb-ı Hak niçin,
müşriklere peygamberin durumunu onlardan sormalarını emretmiştir?"
denilirse, biz deriz ki: Onların haberleri mütevâtir derecesine varıp, tam
kesinlik noktasına ulaştığında, bu caizdir. Bu tıpkı mü'minlerin haberleri ile
amel edildiği şekilde, kâfirlerin mütevâtir olan haberleri ile bazan amel
edilmesi gibidir." Bazı kimseler, ayetteki, "ehl-i zikir" ite,
ehl-i Kur'ân'ın kastedildiğini söylemişlerdir ki bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü
bu ayette bahsedilen (müşrikler), Kur'ân'ı ve Hz. Peygamber'i tenkid eden,
reddeden kimselerdir.
Yine pek çok
fukahânın, halktan bir kimsenin, bir âlimin fetvasına başvurmasına ve
müctehidin bir başka müctehidin sözünü (fetvasını) alabileceğine bu ayeti delil
getirmesine gelince, bu da uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu ayet, şifahi bir hitab
olup, bilhassa bu hâdise hakkındadır ve sadece Yahudi ve Hristiyaniarla
ilgilidir.
[28]
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, Hz. Muhammed (s.as) den önce geçen peygamberleri, "yemek yemeyen
birer cesed kılmadığını "beyan buyurmuştur. Bu hususla ilgili birkaç bahis
vardır:
Birinci bahis:
Ayetteki, "yemek yemeyen" ifadesi, "cesed" kelimesinin sıfatı
olup, mana, "Biz o peygamberleri, yemek yemeyen birer cesed kılmadık"
şeklindedir.
İkinci bahis:
"Cesed" kelimesi, cins kasdedilerek müfret getirilmiştir. Buna göre
sanki, "Beden nevilerinden bir nevi kılmadık" denilmiştir,
Üçüncü bahis: Onlar,
"Bu nasıl peygamber, yemek yiyor, çarşılarda yürüyor. Ona bir melek
indirilip de, (böylece) onun yanında bir inzarcı bulunmalı değil miydi?"
(Purkân, 7) demişlerdi. İşte Cenâb-ı Hak, "Biz, onları yemek yemeyen birer
cesed olarak yaratmadık" buyurarak buna cevap vermiş ve böylece bunun,
daha önce geçen peygamberler hakkındaki âdeti (örfü) olduğunu, onları da
yemeyen bedenler kılmadığını, aksine yemek yiyen bedenler kıldığını ve dünyada
ebedi kalıcı olmayıp, onların da başkaları gibi ölüp gittiklerini beyan buyurmuştur.
Bununla O, onların peygamber olmalarına sebeb olan şeyin, bu durumları dışında
bir şey olduğuna, yani ellerinde mucizelerin zuhur edip, tebliği zedeleyen
sıfatlardan uzak ve beri oluşları olduğuna dikkat çekmiştir.
[29]
Ayetteki, "Sonra Biz onlara olan vaadimizin
doğruluğunu
gösterdik" ifadesine gelince, Keşşaf
Sahibi "bunun, tıpkı"
(Araf,
155) ayeti cjibi olduğunu ve bu ikisinin aslının şeklinde
olduğunu; "onlar, onları, o söz hususunda
doğruladılar" ifadesinin de böyle takdirinde) olduğunu" söylemiştir.
Ayetteki
"Dilediklerimizi" ifadesi ile, mü'minler kastedilmiştir. Müfessirler
şöyle demişlerdir: Bu ifade ile, daha önce bahsedilen, peygamberler ve onları
tasdik eoenler değil de, peygamberleri tekzib edenleri kökünü kazıma azabı ile
helak •oeceğine dâir olan va'dinin (va'idinin) kastedildiğini, doğruluğunu
ortaya koyması açsından, va'dettiği şeyi yerine getirmesini
"doğruluk" kıldığı kastedilmiştir.
Hak Teâlâ'nın "müsrifleriise helak ettik" ifadesi
ile, âhiret azabının tedilmeyip, bununla kökünü kazıma azabı kastedilmiştir.
Çünkü bu da, olup-biten «eyleri haber vermektedir.
[30]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, onlara gerek dini, gerek dünyevi hususlarda en büyük nimeti olan Kur'ân'ı
verdiğini, "Andolsun, size öyle bir kitab indirdik ki, bütün şan ve
şerefiniz (zikriniz) ondadır" ifadesiyle beyan buyurmuştur. İşte bundan
ötürü, "Sürün şan ve şerefiniz (zikriniz) ondadır" buyurmuştur. Bu
ifadeye şu üç manaartmıştır:
1) Zikriniz, şerefiniz, vasiyyetiniz (Sizin için
olan tavsiyeler ondadır). Nitekim GBnab-ı Hak, "O, (Kur'ân) senin ve
kavmin için bir zikirdir" (Zuhruf, 44) buyurmuştur.
2) "Bundan, hetâi olmayandan sakınmanız,
yapılması gerekli olan şeye arzu «aymanız için, size bir va'z-u nasihat
(tezkire) vardır." Bu manaya göre, buradaki "öar" ile, va'd ve
va'id kastedilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onlara hatırlat (va'z-u
maahatta bulan), çünkü
zikir (hatırlatma, vaz), mü'minlere fayda verir"(zanyet.55) SuyjTnuştur.
Sundan maksad şudur:
Bu Kur'ân'da, kendisine tutunduğunuzda, cenneti elde adBtalmeniz için,
dininizin, yani dinen gerekli olan ve olmayan şeylerin zikri fartatıiışı)
vardır." Bütün bu manalar ihtimal dahilindedir.
Hak Teâlâ'nm,
"Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" hitabı, Kur'ân'ı aüşj-ımeye, Kur'ân üzerinde
tefekküre teşvik gibidir. Çünkü o müşrikler, Kur'ân'a gafil (aldırmaz) idiler. Bir şeye alabildiğine
dalmak, gafletin ayrılmaz özelliği, aLçünüp-tefekkür etmek ise, o dalışı
savuşturup bertaraf eden birşeydir. İnsanın : nden zararı defetmesi, yapılması gerekli
şeylerdendir. Binâenaleyh kim wte*fcür ve tedebbürde bulunmazsa, sanki aklın
sınırları dışına çıkmış gibi olur.
[31]
"Biz, zulmeden
nice memleketi kırıp geçirdik. Sonra ardından diğer kavimleri yarattık. Evet,
onlar azabımızı hissettikleri zaman, hemen oraİardan alelacele kaçıyorlardı.
(Onlara): "Kaçmayın, içinde bulunduğunuz refaha ve yurtlarınıza dönün.
Çünkü sorguya çekileceksiniz" (denildi). (Onlar) dediler
ki: "Yazıklar olsun bize... Biz, gerçekten zâlimiz...
Nihayet biz onları biçilmiş bir ot, ocakları sönmüş (bir kül yığını) haline
getirinceye kadar, daima feryâd-ü figanları bu söz olmuştur" (Enbiya, 11-15).
Bil ki Allah Teâlâ, o
müşriklerin bu itirazlarını nakledip, Kur'&Vda mucizelik şarttan tastamam
olduğu için bu itirazlar son derece kıymetsiz ve düşük olunca, herkes Kur'ân'ın
bir mucize olduğunu anlamış ve bu noktada, onların bu itirazlarla meşgul
olmalarının, dünya ve dünyevi başkanlık sevgisinden ötürü olduğu ortaya
çıkmıştır. İşte Cenâb-ı Hak, onları bundan alabildiğine sakındırarak,
"Biz, zulmeden nice memleketi kmp geçirdik" buyurmuştur. Keşşaf
Sahibi şöyle der: "Kasm", "fasm"ın zıddına, eklemlerin
birbiriyle birleştiği yerlerin, birbirinden ayrılıp koparıldığı en feci bir
kırıp geçirme manasınadır. Cenâb-ı Hak, mecazi olarak, zalim olarak memleketi
tavsif etmiş, ama bu "zalim oluş ile, o memleketin halkının zâlim oluşunu
kastetmiştir. Çünkü memleketin (beldenin), zâlim ve mükellef olamayacağına, hem
akıl, hem de ayetteki, "sonra (onların) ardından diğer kavimler
yarattık" ifadesi delâlet etmektedir. Buna göre bu, "Biz bir kavmi
helak edip, sonra onların yerine başka bir kavim yarattık" demektir.
Cenâb-ı Hak, "Evet, onlar azabımızı hissettikleri zaman..." Yazıklar
olsun bize, Biz gerçekten zalimiz" dediler" buyurmuştur ki bütün
bunlar, peygamberi tasdik etmekle mükellef tutulan, ama onları tehzib eden o
beldeler ahalisi için uygundur. Binâenaleyh eğer bu deliller olmasaydı, yalanı
vehmettireceği (yalana benzediği için), Cenâb-ı Hakk'ın böyle mecazi bir ifade
kullanması caiz olmazdı.
Alimler bu helak
konusunda, değişik izahlarda bulunmuşlardır: Bu cümleden olarak İbn Abbas (r.a)
şöyle demiştir: "Bununla, kılıçlarla öldürme kastedilmiştir. Ayette geçen
"karye" (memleket) ile de, "Hadûr" kastedilmiştir. Hadûr ve
Sahûl, kendilerine elbise nisbet edilen (yani elbiseleri kumaşları ile meşhur)
iki yemen şehridir." Nitekim hadiste, "Hz. Peygamber (s.a.s) iki
sahül elbisesi (kumaşı) ile kefenlendi" diye vârid olmuştur. Yine şu da
rivayet edilmiştir: "Allah Hadûr'lulara peygamber gönderdi. Ama onlar onu
öldürdüler. Bunun üzerine Allah onlara, aynen Beyt-i Makdls'in ahalisine
musallat kıldığı gibi, Buhtunnasr'ı musallat kılıp, ylann kökünü kazıdı."
Rivayet edildiğine göre, onlar kılıçtan geçirilmeye başlayınca gökten bir ses,
"peygamberlerin intikamı için" diye nida etmeye başladı. Böylece
onlar pişman oldular ve hatalarını itiraf ettiler.
Hasan el-Basri de bu
ayette geçen helak ile, kökünü kazıma azabının murad «Miğini söylemiştir. Bil
ki bu, doğruya daha yakındır. Çünkü bu helakin Allah'a nisbet •dimesi, o
kılıçtan geçirenlere nisbet edilmesinden daha uygundur. Sonra bunun, .ı-ctan
geçirilme azabı manasına hamledilebileceği farzedilse bile, İbn Abbas'ın
görüşünün delili nedir? Belki de İbn Abbas, Hadûr'u, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetle
kastettiği "Karye"terden biri olarak kastetmiştir.
Hak Teâlâ'nın
"Evet, onlar azabımızı hissettikleri zaman, hemen oralardan alelacele
kaçıyorlardı" ifadesi, "Onların Bizim azabımızın Kıskıvrak yakalamamızın şiddetini, gözle
görülür, elle tutulur bir biçimde açıkça anlayınca, acelece memleketlerinden
kaçtılar" demektir. "Rekd", hayvanı -mahmuzlamak demektir. Hak
Teâlâ'nın, "Ayağınla vur" (Sâd,) ayeti de bu manadadır. Onların,
azabımızın emare ve işaretleri görününce hayvanlarına {atlarına) binip,
memleketlerinden kaçmak için onları mahmuzlamış olmaları da »ûmkündür. Yine
onların böyle alelacele kaçışlarının, hayvanlarına binip •^hmuzlayanlara,
teşbih edilmiş olması da mümkündür. Ayetteki 'Kaçmayın..." hitabına
gelince, Keşşaf Sahibi şöyle der: "Bunun başında mahzûf "kîle"
(denildi) kelimesi var." Buna göre eğer, "Bu sözü söyleyen kim?"
dersen, diz deriz ki: Bunu bazı melekler veya o beldedeki mü'minlerin söylemiş
olması ihtimal cahilindedir. Yahut da bu söz onlara bizzat söylenmemiş olsa da,
onlar böyle soytenilmeyi haketmişlerdi. Yahut bu sözü Cenâb-ı Hak söylemiş ve
dinleri hususunda kendilerine fayda versin diye, melekler onlara duyurmuştur.
Yahut Cenâb-ı Hak bunu oniara ilham etmiş ve böylece onlar bunu kendi
kendilerine söylemişierdir.
Ayetteki İçinde
bulunduğunuz refah ve yurdlarmıza dönün" hitabı, "Yaşayışınıza,
refahınıza ve müreffeh durumunuza dönün" demektir. "İtrâf",
nimetin (zenginliğin) verdiği şımarıklık ve refah demektir.
Ayetteki "Çünkü
sorguya çekileceksiniz" ifadesine gelince, bu onlara bir hakaret ve
azarlamadır. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:
1)
Nimetlerinize ve evlerinize dönünüz. Muhakkakki sizler, yarın başınıza ve
meskenlerinizi gidereceğiz ve siz soranlara, iyice bilen ve anlamış olan olarak
cevab vereceksiniz.
2) Daha evvel olduğunuz gibi meclislerinize
dönünüz. Böylece size köleleriniz ile emir ve yasağınız geçen kimseler size
sorsunlar ve size, tıpkı kendilerine hizmet edilenlere yapıldığı gibi, "Ne
buyurursunuz" desinler.
3) Belâların inmesi esnasında, kendilerine
yardım etmemiz, işleri hususunda sizinle istişare etme ve fikirlerinizden
yararlanmak için, insanlar meclislerinizde sizlere sorsun.
4) Size
gelen elçiler ve sizi görmek isteyenler, size sorsunlar. Bu, ya onlar mallarını
insanlar görsün ve böylece kendilerini övsünler diye infâk eden cömert
kimselere, yahut tam aksine cimri kimseler oldukları için, hakaret üstüne
hakaret, alay üstüne alay olarak söylenmiştir.[32]
Hak Teâlâ'nın
"(Onlar) dediler ki: "Yazıklar oisun bize... Biz, gerçekten
zâlimiz... Daima feryâd-u figanları bu söz olmuştur" ifadesine gelince,
Kaşşâf Sahibi şöyle der: Buradaki tllke (Bu söz) kelimesi, ya veylena
"Yazıklar olsun bize" sözüne işarettir. Çünkü bu söz bir çağrı
(feryâd-ü figan) dır. Buna göre sanki, "Bu feryâd-ü figan (çağrı) daima
onların çağrısı olmuştur" denilmek istenmiştir. Da'vâ, davet {dua,çağrı)
manasınadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onların son çağrılan (duaları),
"Elhamdülillahi Rabbi'l-alemin" (demektir)" (Yunus, ıo) buyurmuştur.
İmdi eğer, "Bu sözleri
niçin da'va (dua~cağrı) diye adlandırılmıştır?" dersen, ben derim ki:
çünkü onlar, kendileri aleyhine "veyl"i çağırmış ve
"Yâveylenâ" demişlerdir ki bu, "Eyveylgel, işte bu senin
vaktindir" demektir. Tilke, ya isim ya haber olarak, merfû veya mansubtur.
Da'vâhum kelimesi de böyledir. Müfessirller şöyle demişlerdir: "Bu
kâfirler, bunu hep söyleyip durmuşlardır, ama bu onlara fayda vermemiştir.
Nitekim Cenâb-ı Hak, "Fakat hışmımızı gördükleri zaman, imanları fâide
verecek değil"wm\n,6S) buyurmuştur.
Ayetteki "Nihayet
Biz onları biçilmiş bir ot, ocakları sönmüş (bir kül yığını) haline getirinceye
kadar" İfadesine gelince, "Hasid", biçilmiş ekin demektir, yani
"Biz onları, tıpkı biçilmiş bir ekin gibi kıldık" demektir. Cenâb-ı
Hak, onları, köklerinin kazınması hususunda, böyle biçilmiş ekine benzetmiştir.
Bu tıpkı, "Biz onlan kül kıkhk" demen gibidir. Buna göre ceale fiili
nasıl üç mef'ûl almıştır?" denilirse, ben derim ki: Son iki mel'ûlün
hükmü, birincinin hükmüdür. Buna göre mana, "Biz onları, bu iki vasfı
birlikte kendilerinde toplayan kıldık" demektir. Bununla da, "Onlar,
o azabla helak oldular. Böylece onlarda ne his, ne hareket kaldı. Ekinin
kuruması gibi kuruyup, ateşin sönmesi gibi söndüler" demektir.
[33]
"Biz göğü, yeri
ve ikisi arasında bulunan şeyleri oyuncuların (işi gibi, bir iş
olmak üzere) yaratmadık. Eğer biz bir eğlence ve oyun
edinmek isteseydik,
onu elbet kendi
tarafımızdan edinirdik. Biz böyle yapanlar değiliz. Hayır. Biz
hakkı batılın tepesine atarız da onun beynini
parçalar. Bir de görürsünüz ki o
(bâtıl)
yokolup gitmiştir. Vasfetmekte olduğunuzdan dolayı yazıklar olsun
size!"
Enbiya,
16-16).
Bri ki bu ayetle
ilgili birkaç mesele vardır:
[34]
Ayetin, önceki
ayetlerle münasebet ve ilgisi hususunda şu iki izah yapılmıştır.
1) Cenâb-ı
Mak, yalanladıkları için, o belde ahâlisini helak
ettiğini bildirince, bunun peşinden bu helakin bir adalet ve •ntarın
yaptıklarının bir cezası olduğunu ortaya koyan ifadeyi getirerek, "Biz
göğü yeri ve ikisi arasında bulunan şeyleri, oyuncuların (işi gibi bir iş olmak
üzere yaratmadık" buyurmuştur. Yani, "Tıpkı zorba ve zâlimlerin
evlerini, saraylarını, Mfruşatlarını, oyun ve eğlence için, zevk için
düzenlemeleri gibi, bir tavan gibi olan göğü ve bir döşeme gibi yeryüzünü ve bu
ikisi arasındaki hayranlık veren, harikulade fvyteri, işte aynı onlar gibi,
oyun ve eğlence için düzenlemedik. Biz bunları dini ve tffeyevi faydalardan
ötürü böyle yaptık. Bunların dini faydasi, onlar üzerinde tefekkür deklerin tefekkür
etmeleridir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onlar göklerin ve yerin yaratılışı
hususunda tefekkür ederler" (am imran, isi) buyurmuştur. Bunların dünyevi
taydalan ise, bunlarda sayısız ve rakamlara sığmaz birçok menfaatin
bulunmasıdır. 3- ayet tıpkı, "O göğü, o yeri ve bunlar arasında bulunan
şeyleri Biz boşuna jantmadık"(sw. 27) ve "Biz, (gökleri ve yeri),
ancak gerçek bir gaye ile yarattık"
39) ayetleri gibidir.
2) Bundan
maksad, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğini ortaya koyup, onu Mr edenlere
karşı bir reddir. Çünkü Cenâb-ı Hak, mucizelerini onun elinde ortaya
koymuştur. Dolayısıyla, eğer o yalancı olsaydı, onun
elinde mucize göstermek, oyun ve eğlence kabilinden olmuş olurdu. Halbuki oyun
ve eğlence Cenâb-ı Hak için asla söz konusu değildir. Yok eğer o sâdk ise, bu
durumda onların ileri sürdüğü her türlü tenkidleri fâsid olur. Zaten anlatmak
istediğimiz de budur.
[35]
Kâdi Abdul Cebbar
şöyle der: "Bu ayet, oyun ve eğlencenin Allah'dan olmadığına delâlet
etmektedir. Çünkü eğer
böyle olsaydı,
Cenâb-ı Hak iâib (oyuncu) olurdu. Arapça'da "lâib", oyun ve eğlence
işini yapana denir. Binâenaleyh fiil için konulan ismin (ism-i failin)
olmadığını söylemek, o fiilin olmadığını söylemek manasınadır." Buna şöyle
cevab verilir: ileri sürdüğün bu husus (Ey Kâdi), daha önce defalarca geçtiği
gibi, "Dâi" meselesi ile çürütülür.
Hak Teâlâ'nın
"Eğer Biz bir eğlence ve oyun edinmek isteseydik, onu eibet kendi
tarafımızdan edinirdik. Biz böyle yapanlar değiliz" buyruğuna gelince, bil
ki "Kendi tarafımızdan" ifadesi, "Kudretimiz tarafından"
manasınadır. Burada geçen "lehv" kelimesinin, Yemen Arapcasında
"çocuk" manasına geldiği söylendiği gibi, "kadın" manasına
geldiği de söylenmiştir. Hz. Mesih (İsâ) (a.s)'nın ve Hz. Üzeyr'in Allah'ın
oğlu olduklarını iddia edenlere bir red olsun diye, "Kendi
tarafımızdan" ifadesine, "İnsanlardan değil, meleklerden" manası
da verilmiştir.
Ayetteki, "Hayır,
Biz hakkı bâtılın tepesine atanz" tfadesindeki rji) Cenâb-ı Hakk'ı oynayıp
eğlenmekten tenzih etmek ve zatının bütün bunlardan beri olduğunu anlatmak
içindir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Biz oyun ve eğlence edinmeyiz.
Aksine bizim adetimiz ve hikmetimizin gereği, oyunu ciddiyet ile mağlub etmek
ve bâtılı hak ile ezip geçmektir" demektedir. Allah Teâlâ bunu ifade için
ve bunu ibtal ettiğini gözler önüne sermek için, "kazf" ve
"demğ" (atmak ve parçalamak) fiillerini kullanmıştır. Buna göre
Cenâb-ı Hak bunu, sanki kaya gibi katı ve sert bir cismi, yumuşak bir madde
üzerine atıp onu ezmesine benzetmiştir.
Hak Teâlâ'nın,
"Vasfetmekte olduğunuzdan dolayı yazıklar olsun size" ifadesi,
"Kim, peygamberi yalanlamaya yeltenir, Kur'ân'ı bir sihir, saçma sapan bir
söz gibi batıl bir şeye benzetirse, ona yazıklar olsun" demektir. İşte
Cenâb-ı Hak bu hususa, "Vasfetmekte olduğunuz" sözü ile anlatmıştır.
[36]
'Göklerde ve yerde
bulunan kişiler O'nundur. O'nun huzurundaki kişiler
kendisine ibadet etmekten asla kibirlenmezler ve
yorulmazlar. Onlar gece
gündüz ara vermeyerek
(Onu) teşbih ediyorlar"
(Enbiya, 19-20).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[37]
Bu ayetin daha önceki
ayetlerle münasebeti hususunda şu iki izah yapılmıştır:
1) Allah
Teâlâ, kendisinden nefyi de, ancak ihtiyaçtan azade olmakla mümkün olup,
ihtiyaçtan âzâde olmak da tam bir kudret ile mümkün olunca, hiç şüphesiz o
ayetin peşinden, Allah'ın ıün ve kudretinin mükemmelliğine delâlet etsin
(anlatsın) diye, "Göklerde ve bulunan kişiler O'nundur"
Doğruya daha yakın
olan izaha göre, Allah Teâlâ peygamberliği tenkid rin sözlerini nakledip,
bunlara gerekli cevabı verip, onların bu tenkidlerden larından maksadlannın
sırf inad ve hakka boyun eğmemek olduğunu beyân , bu ayette de, Kendisinin
onların taatfanndan münezzeh olduğunu, çünkü mahlûkatın sahibinin Kendisi
olduğunu, mevkilerinin büyük olmasına rağmen rin bile O'na itaat edip
korktuklarını, binâenaleyh insanların, bunca zayıflıkları la, Kendisine haydi
haydi itaat etmeferi gerektiğini beyân etmiştir.
[38]
Ayetteki,.
"Göklerde ve yerde bulunan kişiler O'nundur" ifadesi, "Gökteki
ve yerdeki mükelleflerin hepsi, O'nun
kuludur. O, onların
yaratanı ve onlara her türlü nimeti ••rendir. Binâenaleyh herkesin O'na itaat
etmesi hükmüne boyun eğmesi gerekir"[39]
Ayetteki, "O'nun
huzurundak kişiler kendisine ibadet etmekten asla kibirlenmezler"
ifadesinin, meleklerin üç bakımdan
insandan efdal olduğuna delâlet edişinin izahı Bakara sûresinde geçmişti.
[40]
Ayetteki, "O'nun
huzurundaki" ifadesi ile meleklerin kastedildiği hususunda ümmetin icmâı
vardır. Bir de Allah
Teâlâ bunları,
"Onlar, gece gündüz ara vermeyerek teşbih
ederler" diye tavsif etmiştir ki bu ancak meleklere uygun düşer,
insanlara değil... Ayetteki "huzur" ile, mekan ve cihet açısında bir
huzurda oluş değil, şeref ve rütbe açısından bir huzurda oluş (yücelik)
kastedilmiştir. Buna göre Cenâb-t Hak sanki, "melekler, yüce şereflerine
ve sonsuz celâllerine rağmen, Bana itaat etme hususunda kibir göstermezler. O
halde o zayıf insana, bana itaatla kibir göstermesi nasıl uygun düşer"
demiştir.
[41]
Zeccâc şöyle der:
ifadesi, "yorulmazlar, bıkmazlar, üşenmezler" manasınadır. Keşşaf
Sahibi de
şöyle der: "Eğer sen,
"istihsâr, "hasûr" masdannın mübalağası (ileri derece olanıdır).
Dolayısıyla o melekleri vasfetmede daha beliğ olanı, onlardan bu
"hasûr" (yorulma-bikma) işinin en ufacığını bile nefyetmek idi"
dersen, ben derim ki: "İstihsâr"da, onların içinde bulundukları
halin, "hasûr"un en ileri şekli olmasını gerektiren ve onların yaptıkları
(tesbihatta) yorulmak suretiyle o zor ibadetlerine layık oldukları manası
vardır.
[42]
Hak Teâlâ'nın
"Onlar gece gündüz ara vermeyerek (O'nu) teşbih ediyorlar" ifadesi,
"Onların teşbihleri her zaman devam eder. O teşbihi, hiçbir şeyte meşgul
olmaları zedelemez, engellemez" demektir. Abdullah b. Hars b. Nevfel'den
şu rivayet edilmiştir: "Ben Ka'b'a: "Baksana, Cenâb-ı Hak, burada
"onlar gece gündüz ara vermeyerek (Onu) teşbih ediyorlar" buyururken,
(bir başka ayetinde de) "(Allah) melekleri elçiler kılmıştır" (fitor,
t) buyurmuştur. Bu elçilik onların teşbihlerine mâni olmaz mı? Hem sonra
Cenâb-ı Hak yine, "Allah'ı, meleklerin ve bütün insanların laneti o
(kâfirleredir)" (Bakara, ıei) buyurmuştur. Binâenaleyh onlar, bir taraftan
teşbih ile meşgul iken, öbür taraftan lanetle nasıl meşgul olabilirler?"
dedim. Ka'bu'l-Ahbâr şöyle cevab verdi: "Teşbih, melekler için, tıpkı
bizim nefes alıp vermemiz gibidir. Dolayısıyla nasıl bizim nefes alıp-vermemiz
konuşmamızı engellemiyorsa, onların teşbihi de onları diğer isterden
engellemez."
İmdi, şayet, "Bu
kıyas doğru değil. Çünkü nefes alıp verme organt, konuşma organından başka
olduğu için, nefes alıp-verme konuşmayı engellemez. Teşbih ve lanete gelince,
bu ikisi de konuşma cinsindendir. Binâenaleyh bunların aynı anda yapılması
imkansızdır" denilirse, şöyle cevab verilir: Cenâb-ı Hakk'ın, o
meleklerde, kimi ile Allah'ı düşmanlarını lanetleyecekleri bir çok dil yaratmış
olmasında uzak görülecek ne var? Yahut da ayetteki, ifadesinin, "Onlar, bu
teşbihi uygun zamanlarında yerine getirmeye azmetmekde gevşeklik
göstermezler" manasında olduğu söylenebilir. Bu tıpkı, "Falanca
cemaata-câmiye devam eder. Bu hususta gevşeklik göstermez" demek gibidir.
Bu sözle, o insanın hep bu işle meşgul olduğu değil, namazları hep vakitlerinde
kılmaya azmetmiş olduğu manası kastedilmiştir.
[43]
"Yoksa onlar,
yerden bir takım tanrıları edindiler de, (ölüleri), onlar mı
diriltecekler? Eğer gökte ve yerde Allah'dan başka
tanrılar olsaydı, onları tös de, muhakkak ki harap olup gitmişti. Demek ki,
Arşın Rabbi olan Allah,
onların niteledikleri
şeylerden yücedir, münezzehtir. O, yapacağından mesul
oimaz Fakat
onlar, mesul olurlar. O'ndan başka tanrılar edindiler (Öyle mi?).
Sen (onlara) de ki: "Delillerinizi getirin. İşte
benimle beraber olan müslümanların, kitabı (işte), benden evvel gelenlerin
kitabı (da meydanda)". Hayır onların çoğu, hak bilmezler de, bunun için
yüz çevirirler... Biz senden
evvel hiç bir
peygamber göndermedik ki, ona şu hakikati vahyetmiş olmayalım: "Ben'den
başka hiçbir Tanrı yok. O halde, bana ibâdet edin"
(Enbiya, 21-25).
Bil ki, sûrenin
başından buraya kadar olan söz, nübüvvet konusunda ve suâl ve cevap gibi onunla
alâkalı konular hakkındaydı. Ama, bu ayetler ise, tevhidin beyanı, Cenâb-ı
Hakk'ın eşi ve benzerinin bulunmadığı hususundadır.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Yoksa onlar, yerden bir takım tanrılar edindiler de, (ölüleri), onlar mı
diriltecekler?" ifadesine gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır:
[44]
Keşşaf Sahibi şöyle
der: "8u ayetin başındaki em edatı bel (daha doğrusu) anlamına gelen,
munkatıa denilen
(em)dir. Hemze, bazan,
kendisinden önceki ifadenin idrâbını (ondan vaz geçildiğini) bazan da
kendisinden sonraki ifadenin inkârını ifade eder. Bu ayette yadırganan şey,
onların, yerden, Ölüleri dirilteceklerini iddia ettikleri ilâhlar
edinmeleridir. Vallahi en batıl bir şey varsa o da o cansızların, ölüleri
dirilteceklerini söylemektir.[45]
İmdi, eğer derseniz
ki: "onlar tanrılarının böyle bir şey yapacağını iddia etmedikleri niçin
bunu reddetme ihtiyacı duyulmuştur? Halbuki onlar böylesi bir iddiadan çok
uzakta idiler?" Çünkü onlar, Allah'ı kabul edip, O'nun, göklerin ve yerin
yaratıcısı olduğunu ikrar etmelerine rağmen O'nun ölüleri dirilteceğini kabul
etmeyip "Çürümüş oldukları halde, kemikleri diriltecek?"(Yasın,78)
diyorlardı. Binâenaleyh, daha nasıl, olur da, onlar bu diriltme kudretini,
kudretle asla nitelenemeyen cansız varlıklar için iddia edebilirler?" bu
soruya karşı ben derim ki: Onlar, o putlara ibâdetle meşgul olup, ibâdetin de
mutlaka bir mükafaat bulununca, onların o putlara ibâdete yönelmeleri, o
putların hasra, neşre; mükafaat ve cezaya kadir olduklarını ikrar etmiş
olmalarını iktizâ etmiştir. Binâenaleyh, bu ifade, onları tahkir edip onları
cehalete nisbet etmek için getirilmiştir. Yani, "Onlar, diriltip
öldürmeye, zarar verip faydalı olmaya kadir olamadıklarına göre, hangi akıl
onların ilâh edinilmelerini makûl görür?" demektir.
[46]
Ayetteki
"yerden" ifadesi, senin tıpkı, Mekkell
veya Medineli birini kasdedereki demen gibidir. Çünkü
o putların yere nisbet
edilmesinin manası, onların, yeryüzünde kendisine
tapılan
putlar olduğunu
bildirmektir. Çünkü ilâhlar, yersel ve göksel olmak üzere ikiye ayrılır.
Ayette bahsedilen
ilâhlar ile yer cinsinden olan ilâhların
kastedilmiş olması
mümkündür. Çünkü bu
putlar, bir kısım taşlardan yontulmuş veyahutta yerdeki bazı
madenlerden imâl edilmiş şeylerdir.
[47]
lafzının ifade ettiği
incelik hususilik manasını ifade etmiştir. Buna göre, sanki, "Yoksa onlar,
yerden, sadece kendilerinin
yaratmaya kadir olacakları
ilâhlar mı edindiler?"
denilmek istenmiştir.
[48]
Hasan el-Basri
(Yenşurûne) şeklinde okumuştur ki, bu ikisi de, aynı manada olan değişik iki kutlanıştır.
Nitekim Arapça'da
"diriltme" anlamında, hem hem de denilmektedir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Gökte ve yerde AJlah'dan başka tanrılar olsaydı, onların ikisi de,
muhakkak ki harap olup gitmişti" ifadesine gelince, bununla ilgili iki
mesele vardır.
[49]
Nahivciler şöyle
demektedir: Buradaki illâ, gayr
anlamındadır. Buna göre ifadenin anlamı, şayet onların
idaresini üzerine alan
ve onları yöneten, onların yaratıcısı
olan o Tek olan Allah'dan başkası olsaydı, her ikisi
de
munakkak ki harap olup gitmişti"
şeklinde olur. Buradaki illâ'nın istisna anlamında r«-nası caiz değildir. Çünkü
biz bunu istisna anlamına alacak olsaydık, o zaman mâna, Şayet o yer ile gökte,
yanlarında Allah'ın bulunmadığı ilâhlar olsaydı, o zaman o ver ile gök, fesada
uğrardı" şeklinde olurdu ki, yanlarında Allah'ın da bulunduğu lahiar
olsaydı, bir fesat meydana gelmezdi" demek olur ki, bu yanlıştır. Çünkü,
şayet o yerle gökte başka izahlar bulunmuş olsaydı, beraberlerinde Alfah ister
bulunsun, öterse bulunmasın, fesat kaçınılmaz olurdu. Binâenaleyh bu ifadeyi
istisna anlamına nıamletmek batıl olunca, kastedilenin bizim bahsettiğimiz şey
olduğu sabit olmuş olur.
[50]
Kelâmcılar şöyle
demişlerdir: İki ilâhın varlığını kabul etmek,
imkansızlığa götürür. Binâenaleyh, iki ilâhın bulunduğunu
söylemenin,
imkansız olmas! gerekir.
Biz bunun,
imkânsızlığa götürdüğünü söyledik. Çünkü biz, iki
ilahın
varlığını varsayacak olsak, bu durumda
onların herbtrerlerinin, ayrı ayrı, mutlaka bütün -Akdûrata kadir olmaları
gerekir. Şayet böyle olsaydı, o zaman onların her biri, -*eselâ), Zeyd'i
hareket ettirmeye ya da durdurmaya muktedir olurdu. Binâenaleyh, az onlardan
birinin, Zeyd'i hareket ettirmeyi, diğerinin ise onu durdurmayı istediğini
"iarzetsek, bu durumda, ya her ikisinin isteği yerine gelir ki bu
imkansızdır; çünkü, to zıddı birleştirmek muhaldir. Veyahutta onlardan
birisinin isteği yerine gelmez ki, 3u da imkansızdır. Çünkü, onlardan her
birinin isteğinin yerine gelmesine mani olan, Eğerinin isteğidir. Binâenaleyh,
berikinin isteğinin yerine gelmesinin imkânsız olması, ancak diğerinin
isteğinin yerine gelmesi durumunda söz konusu olur. Veyahut ta, :x«-un aksi
düşünülebilir. Binâenaleyh, şayet her ikisinin isteğinin de yerine gelmesi
f-<ânsız olsa, o zaman her ikisi de aynı anda bulunmuş olurdu ki, bu
imkansızdır. Vtyahutta, onlardan berikinin değil de diğerinin isteği yerine
gelmiş olur ki, bu da iki sebepten
dolayı imkânsızdır.
a) Şayet,
onlardan her biri, sonsuz kudrete sahip olsalardı, o zaman, onlardan annin
diğerinden daha muktedir olması imkânsız olurdu. Tam aksine, her ikisinin de,
kudret açısından mutlaka eşit olmaları gerekir. Onlar, kudret açısından eşit olduklarındaysa, meydana
gelme bakımından, birinin isteğinin diğerinin isteğinden •vtâ olması imkansız
olurdu. Aksi halde, mümkün olan şeyin, bir müreccihi lOjnmaksızın, tercihi
gerekmiş olur.
b) Onlardan birinin isteği yerine gelip,
diğerininki gelmediğinde, isteği yerine gelen, kadir; gelmeyen ise, âciz olmuş
olur. Acizlik ise noksanlıktır. Böyle bir şeyse, ian (olacak varlık) için
imkânsızdır. Buna göre şayet, "Bu, "fesada uğrama (bozulma) oı.
onların isteklerinin farklı farklı olması halinde söz konusudur. Siz de,
onların «eklerinin farklı farklı olmasının vücubiyyetini iddia etmiyorsunuz.
Tam aksine, sizin ddia ettiğimiz şey, onların İsteklerinin farklı farklı
olmasının mümkün olduğudur. B-nâenaleyh "fesat" iradedeki farklılığa
bina edilip, farklılık mümkün olup mümküne r-nâ edilen şey de (zorunlu değil)
mümkün olunca, o zaman da fesat zorunlu değil,
mümkün olmuş olur. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak daha nasıl, bu fesâtın
muhakkak olacağına hükmetmiştir?" denilirse, biz deriz ki:
Buna şu iki açıdan
cevâp verebiliriz:
1) Belki de, Allah Teâlâ aralarında meydana
gelebilecek olan baskın çıkma duygusundan dolayı, iki hükümdarın idaresi
altında bulunan halkın idaresi altında bulunan halkın fesada uğramasının
muhakkak olması itibariyle, durumu zahire bina ederek, olması mümkün olanı,
olması muhakkak ve kaçınılmaz olan yerine koymuştur.
2) En güçlü olan bu görüşe göre, biz bu fesadın
kaçınılmazlığını, bahsetmiş olduğunun açıdan değil de başka bir açıdan izah
edip de, şöyle dememizdir: Biz, iki ilâhın varlığını, varsayacak olsaydık, o
zamanı onlardan her biri, "makdûratın tamamına kadir olmuş olurdu."
Böylece de bu ise, bir makdûrun, aynt cihetten iki bağımsız kadirden ötürü
meydana gelmesi neticesine götürürdü ki, bu imkansızdır. Çünkü fiilin failine
isnadı, onun mümkün olmasından dolayıdır. Binâenaleyh, bunlardan her biri, yaratma
hususunda müstakil olunca, fiil ve iş, meselâ birinci ilâh tarafından meydana
geldiği için, meydana gelmesi vâcib olur. Binâenaleyh o işin, berikine isnat
edilmesi o fiilin her ikisinden meydana gelmesi gerektireceğinden, imkânsız
olur. Böylece de o fiilin, aynı anda, ya her ikisinden müstağni olması,
veyahutta aynı anda her ikisine muhtaç olması gerekir ki, bu imkânsızdır. İşte
bu, tevhid meselesinde, tam bir hüccet ve delildir.
Buna göre, şimdi biz
diyoruz ki: iki ilâhın varlığını kabul etmek, o meydana gelecek şeyin, onlardan
biri için imkansız olduğu neticesine götürür. Durum böyle olunca da, onun
kesinlikle meydana gelmemesi gerekir. Bu durumda da, kesinlikle fesadın meydana
gelmesi söz konusu olur.
Veyahutta şöyle
diyebiliriz: şayet biz, iki ilâhın bulunduğunu söyleyecek olsak, bu durumda
onlar, ya ittifak ederler, ya da ihtilâf. Eğer onlar, tek bir şeyde ittifak
sağlayacak olurlarsa, bir tek şey, her ikisinin makdûru ve her ikisinin isteği
olmuş olur. Ve böylece de, onun meydana gelmesi, her ikisiyle meydana gelmiş
olur. Yok eğer, ihtiiaf ederlerse, bu durumda ya her ikisinin isteği meydana
gelir, veyahut hiçbiri meydana gelmez veyahutta, onlardan birisinin isteği
meydana gelir, diğerinin gelmez. Halbuki, bunların hepsi de imkansızdır.
Böylece, her türlü takdire göre, fesadın kaçınılmazlığı sabit olmuş olur.
İmdi eğer, sen,
"onların tek bir şey üzerinde ittifak etmeleri niçin mümkün olmasın? O
zaman, ittifak olduğu için de fesat da gerekmez. Çünkü fesat ancak, onlardan
herbirinin, "Bunu ben yaratacağım demesi durumunda gerekir ki işte ihtilaf
budur. Ama onlardan herbiri, ayrı ayrı şeylerin yaratıcısının bizzat kendisi
olmasını istediğinde, bu durumda o yaratılan şey, iki yaratıcı tarafından
yaratılmış olmaz dersen, ben derim ki: Onun, onun yaratıcısı olması, ya kudret
ve iradenin bizzat kendisi, ya o eserin bizzat kendisi, veyahutta bir üçüncü
şey olmuş olur. Binâenaleyh, mgayet birinci
ihtimal söz konusu olursa, o zaman, kudrette, irâdede ve icâdda müştereklik
meydana gelmiş olur. Yok, eğer ikincisi olursa, o şeyin, onlardan birisinin
rade ve kudretiyle meydana gelmesi, diğerinin irâde ve kudretiyle meydana
gelmesinden daha evlâ olmaz. Çünkü onlardan herbirinin, tesir bakımından
müstakil atan irâdeleri vardır. Eğer üçüncüsü, yani onun mucidinin üçüncü bir
şey olması söz «cnusu olursa, o üçüncü şey, eğer kadim ise, onun, iradenin
alanı ve sahası olması imkansız olur. Yok eğer, hadis olursa, eserin bizzat
kendisi o olmuş olur. Ve böylece 3e bu kısım, bahsettiğimiz ikinci kısma dahil
olmuş olur.
Bil ki sen, bu
delâletlerin hakikatine vakıf olduğunda, ulvi ve süfli alemdeki ve mahlûk
varlıkların tamamının Allah'ın birliğinin delili olduğunu, hatta ve araz namına
ne varsa, her şeyin varlığının, bahsettiğimiz açılardan, tevhide tam bir delil
olduğunu anlamış olursun. Bu delâlet Cenâb-ı Hakk'ın, kitabının ıçok yerinde
zikretmiş olduğu delâlettir.
[51]
ki burada, Allah'ın
birliğine dair olan başka deliller de bulunmaktadır:
1)En kuvvetlisi olan
bu delile göre şöyle denilebilir: Biz, zâtlan gereği abu'l-vücûd olan iki
varlığın bulunduğunu kabul etsek, bu durumda onların varlık bakımından müşterek
olmaları gerekir. Yine onlardan herbirinin bizzat kendisi sebebiyle, (harici
bir şeye ihtiyaç kalmaksızın) diğerinden >ı gerekir. Halbuki, kendisi
sayesinde müşterekliğin sağlandığı şey, farklılığın edildiği şeyden başkadır.
Böylece, onlardan herbiri, sayesinde diğerine müşterek şeylerle, yine sayesinde
diğerlerinden ayrılmış olduğu şeylerden mürekkeb bir varlık olmuş olur.
Halbuki, her mürekkeb varlık, cüz'üne, parçalarına muhtaçtır, jki, cüz'ü,
kendisinden başkadır. O halde, her mürekkeb varlık, başkasına :açtır. Başkasına
muhtaç olan her varlık da zatı gereği mümkin varlıktır, laleyh (netice
itibariyle), zâtı gereği vâcibu'l-vücûd olan, zâtı gereği ûrıkünü'l-vücüd olmuş
olur ki, bu bir "hulf'dur. O halde, vacibu'l-vücüd, sadece ı'dır. O'nun
dışında kalan her şey ise, mümkin varlıktır ve O'na muhtaçtır. Halbuki,
hususunda başkasına muhtaç olan, muhdestir. O halde, Allah'ın dışında kalan şey
muhdestir. Bu delili, bu ayetin tefsiri kabul etmek mümkündür. Çünkü biz, j
l-vücüd olan iki varlığın farzedilmesi halinde, onlardan hiçbirinin
vâcibu'l-vücüd lyacağına; vâcibu'l-vücüd bulunmadığında da, mümkin varlıklardan
hiçbirinin Artmayacağına ve bu durumda da, "fesat" in gerekli
olacağına delillerle işarette sunmuştuk. Böylece, iki ilâhın bulunması halinde,
bütün âlemde fesadın meydana fatoceği
kesinleşmiş olur.
2) Biz, iki
ilahın varlığını kabul etmemiz halinde, o zaman, onlardan herbirinin, jC^iyette
diğerine müşterek olması gerekir. Bu durumda da, herhangi bir şey abebiyle
onlardan herbirinin diğerinden ayırdedilmesı gerekir. Aksi halde, ikilikten
Bahsedilmez. Binâenaleyh, kendisiyle farklılığın ve seçilmenin meydana geldiği
şey,
ya kemâl sıfatı olur,
veya olmaz. Eğer bu, kemâl sıfatı olursa, bu vasfı taşımayan (taraf) kemâl
vasfından uzak olmuş olur. Böylece de nakıs olur. Nakıs olan ise, ilâh olmaz.
Yok eğer ulûhiyyette, bu nazar-ı dikkate alınmazsa, bununla nitelenmek vacib
değildir. Böylece bu, bir tahsis ediciye muhtaç olmuş olur. O halde bu demektir
ki, bununla tahsis edilmiş olan, başkasına muhtaç olmuş otur.
3) Şöyle de denilebilir: Biz iki ilâhın
bulunduğunu farzetsek, o ikisi arasında mutlaka, onları birbirinden ayırdedecek
bir farklılığın bulunması gerekirdi. Ancak ne var ki, bize göre, bu başkalık,
ancak ya mekân, ya zaman, ya vâciu'l-vücüd olma veyahutta mümkinü'l-vücüd olma
açısından meydana gelir. Bütün bunlar ise, ilâh hakkında imkânsızdır. Böylece,
bir başkalığın bulunması imkansız olur.
4) İki ilâhtan birisi, âlemi idare etmede ya
yeterli olur, veya olmaz. Eğer yeterli olursa, ikincisi gereksiz ve kendisine
ihtiyaç duyufmayan olmuş olurdu ki, bu bir noksanlıktır. Noksan olan ise, ilâh
olamaz.
5) Akıl,
muhdes varlıkların bir faile muhtaç olmasını iktizâ eder. Tek bir failin bütün
âlemin müdebbiri olmasında bir imkânsızlık yoktur. Ama, bu Bir'in ötesinde
olması
düşünülebilen fail ve
müdebbirlere gelince bu hususta herhangi bir rakamla bir başka rakam arasında
fark yoktur: Bu da, sonsuz sayıların meydana gelmesi neticesine götürür ki, bu
imkânsızdır. O halde, birden fazla ilâhın mevcudiyetine hükmetmek, imkansızdır.
6) İki ilâhtan biri, kendisine delâlet eden
başkasına delâlet etmeyen bir delili kendisine tahsis etmeye ya muktedir
olabilir veya olmaz. Birincisi imkansızdır. Çünkü, yaratıcıya delâlet eden
delil, ancak muhdesler ile sağlanır. Halbuki, muhdeslerin meydana gelmesinde,
berikine değil de bizzat diğerine delâlet edecek delil yoktur. İkincisi de
muhaldir, çünkü bu, O'nun, bizzat kendisini tanıtmaktan ve izhâr etmekten aciz
olduğu sonucuna varır götürür. Halbuki aciz olansa ilâh olamaz.
7) İki
ilâhtan biri, yaptığı işlerden herhangi birisini diğerinden gizlemeye, ya kadir
olabilir veya olamaz. Eğer kadir olursa, o zaman kendisinden gizli tutulan
taraf, cahil olmuş olur. Eğer kadir olamazsa, aciz olması gerek.
8) Şayet
biz, iki ilahın bulunduğun farzetsek, o ikisinin kudretlerinin toplamı, yalnız
başına herbirinin kudretinden daha güçlü olur. Fakat herbirinin kudreti
sonludur. Toplam, sonlu olan kudretlerin katlanmış biçimidir. Binâenaleyh,
hepsi de sonlu olur.
9) Sayı,
bire muhtaç olduğu için, noksandır. Cinsinden noksan sayı bulunan bir ise,
noksandır. Çünkü sayı, birden fazladır. Nakıs olan ise, ilâh olamaz. O halde
ilahı mutlaka tektir.
10) Biz,
varlığı mümkün olan bir yok farzedip, sonra da, iki ilâhın bulunduğunu
varsayarak, bu durumda eğer onlardan
birisi, o varlığı mümkün olan yok'u yaratamazsa, o zaman onlardan her biri aciz
olmuş olur. Aciz olan ise, ilâh olamaz.
Eğer onlardan biri
kadir oisa, diğeri olamasa, kadir olan, ilâh olur. Eğer her ikisi de feftdir
olursa, bu durumda onlar onu, ya yardımlaşarak var etmişlerdir; bu durumda
>j da demektir ki, onlardan her biri diğerinin yardımına muhtaç olmuşlardır.
Yok, ağar onlardan her biri yalnız başına onu icâd etmeye kadir olup, onlardan
birisi de 3tü icâd ettiğinde, bu durumda ikincisi, onun icâd etmeye kadir
olmaya devam eder «. ou imkânsızdır. Çünkü, mevcut olanı yeniden icad etmek
(var etmek) imkansızdır. E$tr beriki, onu icada kadir olmayı sürdüremezse, bu
durumda birincisi, ikincisinin oyetini silmiş ve onu acze düşürmüş olur;
böylece de onun tasarrufu altında ezilmiş ofcr Dolayısıyla da ilâh olamaz. Bu
durumda, şayet, "Bir, yaratacağı şeyi icad >, kudreti ondan zâti olur.
Bu durumda da, sizin, onun aciz olduğunu eniz gerekir" denilirse, biz
deriz ki: Bir o yaratacağı şeyi yarattığında, kudreti olmuş, ona kudreti
intikâl etmiştir. Kudretin geçmesi ise acizlik olamaz. Ama olana gelince, onun
kudreti etkili olduğunuda, ortağı için, kesinlikle kudret :. Tam aksine,
birincinin kudretinden dolayı onun kudreti zail olmuş olur. Ve arş; tarafı acze
düşürme olmuş olur.
11) Biz bu delili bir başka şekilde de şöyle
ifade edebiliriz: Belli bir cisim ele
diyelim ki: O iki
ilâhtan birisi, o cisimde hareketi, diğeri ise sükunu; ya da, bunun )i yapmaya
kadir olabilir mi? Eğer kadir olamazlarsa, aciz olurlar. Eğer kadir «Marsa, bu
durumda delili biz şu noktaya yöneltiriz: Onlardan biri, o cisimde hareketi
l^atttğında, ikincisinin, onda sükunu yaratması imkânsız olur. Bu durumda
birincisi, reisinin kudretini silmiş ve onu acze düşürmüş olur. Böylece de o,
ilâh olamaz. ıklama biçimi her ikisini kudretine nazaran, acziyyet'ı ifade
ederler. Birinci maiı da, her ikisinin iradesine nisbetle acziyyeti ifade
ederler.
12) İki ilâh da bütün malûmatı bildiklerinde, o
zaman her birinin ilmi, bizzat içerinin ilmi olmuş olur. Böylece de, iki ilmin
denk olması gerekir, iki denklikten Snsini kabul eden zât, diğer denkliği de
kabul eder. O halde, bunlardan herbirine, aedel yoluyla, diğeriyle de
vasıflanması mümkün iken, o sıfatın tahsis edilmesi, bunların herbirine ilmi ve
kudreti, sayesinde bu vasfı tahsis eden bir muhassisin masını gerektirir.
Böylece de bunların herbiri fakir, muhtaç ve noksan bir mahlûk olur.
13) Bu
alemde ortaklık, kusur ve noksanlık, tek başına bulunma, kendine yetme
se mükemmelik kabul
edilir. Nitekim, biz bu alemde kıratların o basit ve sonlu hakimiyetleri
hususunda, ortaklıktan alabildiğince uzak durduklarını görmekteyiz. Yine ac.
hükümdarın, iktidarı ne kadar büyük olursa, ortaklıktan nefret etmesinin de o
«adar büyük olduğunu müşahede ediyoruz. O halde, Aziz ve Celil olan Allah'ın
mülkü we melekûtu hakkındaki kanaatin nasıl olabilir? Binâenaleyh, onlardan
birisi, bu «dikliği sadece kendisine tahsis etmek istese ve bunu da yapsa,
yapamayan, fakir ve aciz olmuş olur ki, böylece de ilâh olamaz. Bunu yapamasa,
o zaman son derece üzülür ve nefret duygusu içinde olur ki, yine ilâh olamaz.
14) Biz, iki
ilâhın bulunduğunu farzetsek, bu durumda onlardan herbiri, ya diğerine muhtaç
olur veyahut herbiri diğerinden müstağni bulunur muhtaç olmaz, veyahutta,
onlardan biri diğerine muhtaç olurken, diğeri ona muhtaç olmaz. Bu durumda sen
bak, eğer birincisi olursa, herbiri de noksan olmuş olur. Çünkü muhtaç olan
noksandır, "Eğer ikincisi olursa, onlardan herbiri, kendisine ihtiyaç
duyulmayan şeyler olmuş olurlar. Kendisine ihtiyaç hissedilmeyen şeyde
noksandır. Baksana, bir beldenin bir başkası ve yöneticisi olsa, o beldenin
halkı da, o başkana müracaat etmeyip ona iltifat etmeksizin kendi işlerini
yapsalar, o başkan, eksik ve noksan kabul edilir. Halbu ki ilâh olan,
kendisinden istifade edilen ve, kendisinden müstağni olunamayandı. Eğer
onlardan birisi, aksi düşünülmeksizin diğerine muhtaç olursa, muhtaç olan
herkes kendisine muhtaç olunan ise, ilâh olmuş olur. Bil ki, bütün bu izahlar
ikna etmeye yönelik ve zannî ilahlardır. Esas olan ise, önceki ilahlardır.
[52]
Bu konudaki nakli
delillere gelince, bunlar pekçok çeşittir:
1) Cenâb-ı
Hakk'ın, "O, hem evveldir, hem ahirdir, hem zahirdir, hem batındır"
(Hadid.3) ayetidir, "Evvel", ilk tekdir. İşte bundan dolayı hür
kimse, "Satın aldığım ilk köle hürdür" dese ve iki köte birden satın
alsa, yeminini bozmuş olmaz. Çünkü "ilklik"in şartı, tek olmaktır.
Halbuki, köleler tek değildir. Binâenaleyh, bundan sonra da bir köle daha satın
alsa, yine sözünü bozmuş olmaz. Çünkü, tekliğin şartı, ilk olmaktır. Halbuki bu
köle ilk değildir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak Kendisi'ni "ilk" olmakla
vasfedince, O'nun ilk-tek olmast gerekir. Böylece de O'nu ortağının bulunmaması
gerekir.
2) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Gaybm anahtarları O'nun yanındadır. Kendisinden başkası bunları
bilemez"(Enam,59) ayetidir. Binâenaleyh bu ayet, O'nun dışında, gaybi
bilen başka bir kimsenin olmamasını gerektirir. Şayet O'nun ortağı olsaydı, o
da gaybı bilirdi. Halbuki bu durum, bu ayetin ifade ettiğinin aksinedir.
3) Allah
Teâlâ, kitabı Kur'ân-ı Kerimin otuzyedi yerinde, "Lâ ilahe illâ hû"
"O'ndan başka Tanrı yoktur" ifadesini açıkça zikretmiş, pekçok
yerinde de, "Sizin ilâhınız, tek bir olan ilâhtır"(Bakara. 163)
"De ki Allah birdir"(m*, gayetlerinde de olduğu gibi, vahdâniyyetini
açıkça belirtmiştir ki, bütün bunlar, bu konuda sarih beyanlardır.
4) Cenâb-ı
Hakk'ın, "O'nun zâtı hariç, her şey yok olacaktır'1 (Kasas.eaı ayetidir.
Allah, Kendisi dışında kalan herşeyin helak olacağını söylemiştir. Var olduktan
sonra yok olan, kadîm olamaz. Kadim olmayan ise, ilâh olamaz.
5) "Eğer gökte ve yerde Ailah'dan başka
Tanrılar olsaydı, onların ikisi de muhakkak ki harap olup
gitmişti"(Enbiyâ.22) ayetidir. Bu Cenâb-ı Hakk'ın, "... bir kısım,
bir kısmına gaiib gelirdi"(Muminun, 91) ve "... o zaman onlar arşın
sahibine elbet bir yol ararlardı"<isra, 42) ayetleri gibidir.
6-)
"Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa onu Kendinden başka hiçbir açıci m
giderici yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse O'nun fazlını geri çevirici hiçbir
(kuvvet) de yoktur"(yunus, 107) ayetidir. Cenâb-ı Hak bir başka ayetinde
de, "De ki: O halde bana haber verin: Allah bana herhangi bir zarar
dilerse, sizin Allah'ı bırakıp da andıklarınız O'nun bu zararını giderebilirler
mi? Yahut bana bir rahmet dilerse, onlar O'nun bu rahmetini tutabilirler
mi?" (Zümer, 38» buyurmuştu.
7)
"Bana haber verin: Eğer Allah kulağınızı, gözlerinizi alırsa, kalblerinizin
üstüne bir de mühür vurursa, Allah'dan başka onları size getirecek tanrı
kimdir" =- bu, 46) ayetidir. Buradaki nasr, Cenâb-ı Hakk'ın bir ortağının
olmadığını gösterir.
8)
"Allah, her şeyin yaratıcısıdır"'(Ba'd, 16) ayetidir. Binâenaleyh,
Cenâb-ı Hakk'ın şayet bir ortağı bulunmuş olsaydı, o Hakk, (yaratıcı) olamazdı.
Böylece de, bu ayetin D<r manası olmazdı.
Peygamberlerin
doğruluğunu bitmeye bağlı olmayan her meselenin nakil yoluyla soatı mümkündür.
Fakat vahdaniyeti bilmek ise, peygamberlerin doğruluğunu bimeye bağlı değildir.
Dolayısıyla, onu nakli delillerle isbatlamak mümkündür.
Bil ki,
"temânu" delilini tenkid edenler, ayeti şu şekilde tefsir
etmişlerdir. "Şayet gökte ve yerde, putperestlerin ilah olduğunu iddia
ettiği başka ilâhlar olsaydı, o zaman âlemin fesada uğraması gerekirdi. Çünkü
bunlar, âlemi idare edemeyen, cansız •arlıklardır. Binâenaleyh, böylece âlemin
fesadı gerekmiş olurdu." Bu görüşte olanlar, Du açıklamanın daha uygun
olduğunu söyleyerek şöyle demişlerdir: "Çünkü Allah Teâlâ, ilk önce
onların, "Yoksa onlar, yerden bir takım tanrılar edindiler de, (ölüleri),
onlar mı diriltecekier?" şeklindeki sözlerini nakletmiş, sonra da bunun
yanlışlığına oair delil getirmiştir. Binâenaleyh, delilin bu hususa tahsis
edilmiş olması gerekir. Muvaffakiyet Allah'tandır.
[53]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Demek ki, Arşın Rabbi olan Allah, onların niteleyecekleri şeylerden
yücedir, münezzehtir" ifadesine gelince, bununla ilgili iki mesele vardır:
[54]
Cenâb-ı Hak (c.c)
Kendi vahdaniyyetine dair kesin deliller
getirince,
bununda akabinde, "Arşın Rabbi olan Allah.
onların niteleyecekleri şeylerden yücedir, münezzehtir"
buyurmuştu. Yani, "O, işte bu delillerden dolayı,
onların,
"O'nunla birlikte başka ilâh da
vardır" demelerinden münezzeh ve yücedir. İşte, (ayetin bu tertibi),
Cenâb-ı Hakk'ı tenzihle meşgul olmanın, O'nun her şeyden münezzeh olduğuna dair
delil getirdikten sonra ancak faydalı olacağına ve, taklid yolunun terkedilmesi
gereken bir yol olduğuna dikkat çekmektedir.
[55]
Birisi, "Cenâb-ı
Hakk'ın, "Arşın Rabbi olan Allah, onların niteleyecekleri şeylerden
yücedir, münezzehtir" ifadesinin ne faydası vardtr? O, niçin lıAIIah,
onların niteleyecekleri şeylerden yücedir, münezzehtir" ifadesiyle yetinmemiştir?"
diyebilir.
Buna şu şekilde cevap
veririz. Bu münazara, aslında putperestlere karşı yapılmış otan bir
münazaradır. Ancak ne var ki, Cenâb-ı Hakk'ın öne sürdüğü bu delil, bütün
muhalifleri içine alan bir delildir. Daha sonra, Cenâb-ı Hak, bu genel delili
zikrettikten sonra, put perestlere has olan şu inceliğe dikkat çekmiştir: O da
şudur: Nasıl olur da aklı olan insan, akledemeyen ve hissedemeyen bir cansızı,
büyük olan Arşın yaratıcısı; göklerin ve yerin halikı; nûr, zulmet, Levh-i
mahfuz, kalem, cansızlar, bitkiler ve bütün canlı türlerinin müdebbiri olan
Zâta, ulûhiyyet vasfında ortak kılabilir?
[56]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"O, yapacağından mesul olmaz. Fakat onlar, mesul olurlar" ifadesine
gelince, bil ki, bu ifade şu iki hususu ihtiva eder:
a) Allah
Teâlâ. yaptığı herhangi bir şeyden sorumlu tutulamaz ve O'na. "Niçin
yaptın?" denilemez.
b)
Mahlûkatın tamamı, yaptıklarından
sorumludurlar. Birincisine gelince, bu hususta iki mesele vardır:
[57]
Bu ayetin, kendinden
önceki ifadelerle münasebeti şu şekilde yapılabilir: Allah'a ortak koşanların
dayanağı, Allah'ın fiilleri hususunda, "Niçin?" denilebilmesini ileri
sürmeleridir. Bu
böyledir. Çünkü
Seneviyye ve Mecûsi'ler, Allah'a ortak koşan kimselerdir. Onlar şöyle derler:
"Bu alemde biz, hayır-şer, lezzet-elem, hayat-ölüm, sıhhat-hastalık,
zenginlik-fakirlik gibi şeyler görmekteyiz. Halbuki, hayrı yapan hayırlı;
şerrin faili de şerlidir. Tek bir failin, aynı anda hem hayırlı hem de şerli olması
imkânsızdır. Binâenaleyh, biri hayrın, diğeri de şerrin faili olabilmesi için,
mutlaka iki failin bulunması gerekir." İleri sürülen bu şüphenin neticesi
şuna varıp dayanır: "Alemin müdebbiri şayet tek olsaydı, şuna hayat,
sıhhat, zenginliği, berikine ölümü* acıyı ve fakirliği tahsis edemezdi."
Bunun neticesi de, Allah'ın fiilleri hususunda, "niçinlik, sebep"
aramaya varıp dayanır. Allah'ın ortakları bulunduğunu söyleyenlerin işi,
Allah'ın fiilleri hususunda sebep ve nedensellik aramaya varıp dayanınca, pek
yerinde olarak, Cenâb-ı Hak, Kendi birliğine dair olan delili zikrettikten
sonra, Allah'ın ortakları olduğunu ileri sürenlerin şüphesine cevap verme
hususunda işte bu asıl nükteyi getirmiştir. Çünkü, münazarada en güzel sıra ve
tertip, ise neticeyi ve gayeyi isbatlayan delilleri zikretmekle başlayıp, daha
sonra da, karşı tarafın şüphelerine cevap teşkil edecek şeyleri getirmektir.
[58]
Bu mesele,
Hak Teâlâ'nın yaptığından
sorumlu olmayacağına dair deliller getirme hakkındadır:
Bu Hususta Ehl-i
Sünnetin Delilleri Ehl-i sünnet bu hususta pekçok biçimde istidlalde
bulunmuşlardır:
1) Şayet her
şey, bir sebebe bağlanmış olsaydı, o zaman, o sebebin sebep olması 3a. diğer
bir sebebe bağlanmış olurdu ve böylece de, teselsül gerekirdi. Binâenaleyh,
&r teselsülü sona erdirme hususunda mutlaka, sebepten müstağni ve münezzeh
yan bir şeye varıp dayanmak gerekir Buna ise, Cenâb-ı Hakk'ın zât ve sıfatlan,
"*erşeyden daha çok layıktır. O'nun zâtı, bir müessir ve sebebe muhtaç
olmaktan —tınezzeh olduğu gibi, sıfattan da, bir mûcid ve muhassise muhtaç
olmaktan -^nezzeh olduğu gibi, aynen bunun gibi, O'nun fail oluşu da, bir mücib
(gerektirici, zorunlu kılıcı) ve müessire varıp dayanmaktan münezzehdir.
2) O'nun
fail oluşu, şayet bir sebebe bağlı olmuş olsaydı, o sebep, ya vâcib ya de
mümkin olurdu. Eğer vâcib olsaydı, sebebin vâcib olmasından, O'nun fail
olmasının •Acib olması gerekirdi. Bu durumda da, Cenâb-ı Hak, Fail-i Muhtar
değil, o Mûclb >zzât (zorunlu olarak, otomatik olarak yapan) olurdu. Eğer
mümkün olsaydı, o sebep, AJiah'ın bir fiili oturdu. Dolayısıyla, O'nun, o
illetin faili oluşu, başka bir illete muhtaç olurdu. Ve böylece de teselsül
gerekirdi ki, teselsül imkânsızdır.
3) Cenâb-ı
Hakk'ın, âlemin faili olmasının illet ve sebebi, eğer kadîm ise, o zaman,
Cenâb-ı Hak'ın bu âlemin faili olması gerekir. Böylece, alemin de kadîm olması
gerekir. Bu illet eğer muhdes ise, başka bir illete muhtaç olur. Böylece de
teselsül gvekir.
4) Herhangi
bir maksada mebnî olarak bir iş yapan kimse, O maksadını ya bir .asıta
bulunmaksızın gerçekleştirebilir, ya da bunu gerçekleştiremez. Eğer, bunu
vasıta olmaksızın gerçekleştirebilirse, O zaman o vasıta, boşuna olmuş olur.
Eğer gerçekleştiremezse, o zaman da aciz olmuş olur. Halbuki Allah'ın aciz
olması Tikansızdır. Ama bizim aciz olmamız imkansız değildir. İşte bundan
dolayı bizim "ilerimiz çeşitli gaye ve maksatlara mebnidir. Halbuki bütün
bunlar, Allah hakkında mkansızdır.
5) Şayet,
Cenâb-ı Hakk'ın fiili bir maksada mebni olsaydı, bu gaye ve maksat, ya Allah'ın
Kendisine, ya da kullarına yönelik olmuş olurdu. Birincisi imkânsızdır. Çünkü
o, bir fayda elde etmekten ya da kendisine bir zararın dokunmasından
münezzehdir. Bu temelsiz olunca, bu maksadın mutlaka kullarına yönelik olması
gerekir. Kullarının gaye ve maksatları ise, lezzetler elde etmek ve elemlerden
kaçınmaktır. Halbuki Allah Teâtâ, bütün bunları vastta olmaksızın yar-.îmaya
kadirdir. Durum böyte olunca, Cenâb-ı Hakk'ın, herhangi bir şeyden dolayı bit
$ey, yaratması düşünülemez.
6) Cenâb-ı
Hak şayet, herhangi bir şeyi herhangi bir maksattan dolayı yaratmış olsaydı,
Kendisine nisbette o şeyin varlığı ile yokluğu, ya eşit olurdu veya olmazdı.
Eğer eşit olsaydı, onun bir gaye ve maksat olması imkansız olurdu. Eğer eşit
olmasaydı, o zaman
Cenâb-ı Hakk'ın, zâtı
gereği noksan ve
başkasıyla mükemmelleşen bir varlık olması gerekirdi ki, bu olamaz,
imkânsızdır.
İmdi, şayet sen,
"O gayenin varlığı ile yokluğu, her ne kadar O'na nisbetle müsavi ise de,
kullarına nisbetle varlığı yokluğundan daha evlâdır" dersen, biz deriz ki:
Kulları için, evlâ oluşu meydana getirmek veya getirmemek, Kendisine nisbetle
ya eşit otur, ya da olmaz. Böylece de önceki taksim yeniden sözkonusu olur.
7) Mevcut
olan, ya Cenâb-ı Hakk'ın (c.c) Kendisidir, veyahutta O'nun mülkü ve milkidir.
Kendi mülkünde ve milkinde tasarruf eden kimseye de, "Bunu niçin
yaptın?" denilemez.
8) Bir kimse
başkasına, "Bunu niçin yaptın?" dese, bu soru, ancak soran kimsenin
kendisine soru sorulanı o fiilden men etmeye kadir olduğu zaman yerinde bir iş
olur. Binâenaleyh, bu sorunun, kulları tarafından Allah'a yöneltilmesi
imkansızdır. Çünkü Cenâb-ı Hak istediği herhangi bir fiili yaptığında, kulu
O'nu o fiilden naşı menedebilir? Kul, Allah'ı ya ceza ile yahut elemle tehdid
ederek bunu yapmak isteyecektir, ama bu Allah hakkında imkansızdır. Yahut da
zemmedilmeye müstehak olma, hikmet dışı kalma ve, mu'tezile'nin dediği gibi,
sefihlikle (akılsızlıkla) tavsif ederek tehdid edecektir ki bu da imkansızdır.
Çünkü Allah Teâlâ'nın medhe müstehak oluşu, hikmet ve celâl sıfatları ile
muttasıf oluşu, O'nun zâtı gereği olan şeylerdir. "Zâtı gereği olan şeyin
ise, hârici ve arızî (sonradan) sıfatların değişmesi İle değişmesi imkânsızdır.
Bütün bu izahlarla,
Allah'ın fiilleri hakkında, O'na "Bunu niçin yaptın?" denilemeyeceği
sabit olur. Çünkü herşey O'nun fiilidir. O'nun fiillerinin de (zorlayıcı,
gerektirici bir).illeti yoktur.
Mu'tezile de Allah
Teâlâ'ya, "Bu fiili niçin yaptın?" denilemeyeceğini kabul
etmişlerdir. Ama bunu başka bir asla (prensibe) bağlamışlardır. O prensib de
şudur: Allah Teâlâ, kötülük (ve çirkinliklerin), kötü olduğunu bilir. O,
kendisinin bütün bunlardan (kötülüklerden), müstağni (ve uzak) olduğunu da
bilir. Böyle olan bir zâtın, "kabin" (çirkin) ve şer (kötü) otan şeyi
yapması imkansızdır. Biz bunun böyle olduğunu anladığımızda, kısaca, Allah
Teâlâ'nın yaptığı herşeyin hikmet ve doğru olduğunu anlamış oluruz. Bu da böyle
olunca kulun, Allah hakkında "Bunu niçin yaptın?" demesi caiz olmaz.
[59]
İkincisine gelince,
yani Hak Teâlâ'nın "Fakat onlar mesul olurlar" ifadesine gelince, bu
mükelleflerin yaptıkları şeylerden mes'ûl olduklarını gösterir. Bu ifade ile
ilgili iki mesele vardır:
[60]
Bu mes'ûliyetle ilgili
söz, ya aklen mümkin olup olmadığı,
yahut
naklen vaki olup olmadığı şeklindedir. Bunun aklen
mümkün olması hususundaki ihtilafı mükellefiyeti hiç
kabul
etmeyenlerledir. Mükellefiyeti kabul
etmeyenler görüşlerine şu delilleri getirmişlerdir:
1) Kula yapılan teklif, ya o işi yapmaya veya
yapmamaya götüren sebebler ne denk olarak olur, yahut bunlardan bir taraf diğer
tarafa ağır basar olduğu
olur. Birinci ihtimal imkansızdır. Çünkü yapma
ve yapmama tarafındaki sebebler DO-nne denk iken, bir tarafı tercih etmek
imkansız olur. Tercih yapmama durumunda,•mrz h yapmayı teklif etmek, (kulu
bununla mükellef tutmak), imkansız olanı teklif t-tek olur. İkinci ihtimal de
imkansızdır. Çünkü bir tarafın diğer tarafa baskın çıktığı ar surumda, baskın
çıkan tarafın meydana gelmesi, vacib hafif tarafın meydana pinesi imkansız
olur. Meydana gelmesi vâcib olan şeyi meydana getirmeyi teklif «-ek abes;
meydana gelmesi imkansız olanı meydana getirmeyi teklif de "teklif-i r-â-â
yutak" (güç yetirilemez şeyi teklifjtir.
2) Allah
Teâlâ'nın, meydana geleceğini bildiği bir şeyin meydana gelmesi vâcibtir
^orunludur). Binâenaleyh böyle bir şeyi teklif etmek (zaten meydana geleceği
için) »es olur. Allah Teâlâ'nın, meydana gelmeyeceğini bildiği herbir şeyin de,
meydana
gelmesi imkansızdır. Binâenaleyh bunu
teklif etmek ise, "teklif-i mâla yutak" olur.
3) Kulun
mes'ûl tutulması, ya bir faydadan dolayıdır, yahut böyle değildir. Eğer a. otr
faydadın ötürü ise, bu durumda eğer o Cenâb-ı Hakk için olan bir fayda olursa,
muhtaç bir varlık olmuş olur. Halbuki O'nun böyle olması imkansızdır. Yok
eğertayda kul için ise, bu da imkansızdır. Çünkü kulu mes'ul tutmak, eğer ona
neticede tor ceza vermeye sebeb olursa, bu kulun faydasına değil, aksine
zararına olmuş olur. eğer bUnda hiçbir fayda yok ise, o zaman bu abes olur.
Halbuki abes, Hakim için caiz değildir. Hatta bu bir zarara uğratma olur. Böyle
olması da Rahim ah için düşünülemez.
Bu delillere şu iki
açıdan cevab verilir:
1) Sizin,
mükellefiyetin olmadığını isbata yönelik bu şüpheleri ortaya atmaktan
-^«şadınız, bizim de mükellefiyetin bulunmadığını söylememizi ve kabul etmemizi
wnn etmek ise, o zaman siz bizi, mükellefiyetin olmadığını kabul etmekle
mükellef Mmuş olursunuz ki bu bir çelişkidir.
2) Sizin, bu
şüphelerdeki ifadeleriniz, "Mükellefiyetlerin tamamı, "teklif-i mâla
•utak"dır. Binâenaleyh hakim olanın, kullarına bunu yüklemesi caiz
değildir" se*ündeki tek düşüncenize dayanır. Dolayısıyla da bu
şüphelerinizin neticesi, Cenâb-ı -taKk'a, "Kullarını niçin mükellef
tuttun?" denilmesini gerektirir. Fakat biz Hak SoOhânehû ve Teâlâ'nın,
"O yapacağından mes'ul olmaz. Fakat onlar (insanlar), -es'ûi olurlar"
olduğunu beyân ettik. Binâenaleyh bununla, Cenâb-ı Hakk'ın, "O
yapacağından mes'ul olmaz" ayetinin, "Fakat
onlar mes'ul olurlar" ifadesinin bir aslı ve temeli gibi olduğu ortaya çıkar.
Bu sebeble, Kur'ân ilminin sırlarından bir nebzesine vâkıf olmak için, bu
enteresan incelik üzerinde iyi düşün.
[61]
Mükellefiyetin naklen
bildirilişine gelince, bu hususta birisi şöyle.diyebilir: "Hak Teâlâ'nın,
"Fakat onlar mes'ul olurlar" ifadesi, her ne kadar Allah'ın
"Rabbine yemin olsun ki, muhakkak onların hepsini hesaba çekeceğim"
(«er, 92) ve "On/an durdurun. Çünkü onlar hesaba çekilecek"(Saftat,
24) ayetleri ile desteklense bile, "O gün ne bir insan, ne de bir cin
hesaba çekilmez, mes'ûl olmaz" (Rahman, 39) ayeti ile çekişir, müşkillik
arzeder. Buna şu şekilde cevap verilir: Kıyamet, uzun bir gündür ve o günde pek
çok duraklar vardır. Binâenaleyh bu çelişkiyi izah için, olumlu ve olumsuz
olanları (yani sorulma ve sorulmama durumlarını) ayrı ayrı duraklara hamletmek
gerekir.
[62]
Mu'tezile şöyle der:
"Bu hususta şu izahlar yapılabilir:
1) Allah
Teâlâ eğer, hüsün ve kubûh'un (iyi ve kötünün) yaratıcısı olsaydı, yaptığı
şeylerden dolayı mes'ûl olması
gerekirdi. Hatta zemmi
gerektiren fiili yapmasından dolayı zemmediimesi, övgüyü gerektiren fiili
yapmasından dolayı da medhedilmesi gerekirdi.
2) Allah'ın,
Kendisi dışında hiçbir fail (yaratıcı) olmadığını söylediğimiz takdirde,
yaptıklarından mes'ûl olmaması gerekirdi.
3) İnsanlar
için (kendi yarattıkları bir amel) olmadığı takdirde, onların amellerinden
mes'ul tutulmaları caiz değildir.
4) Cenâb-ı Hakk'ın yarattığının söylenmesi
durumunda, insanların, fiillerinden dönmeleri mümkün değildir.
5) Allah Teâlâ,
kitabı Kur'ân'ın pekçok yerinde, kullarının Kendine karşı getirecekleri
delilleri kabul edeceğini açıkça bildirmiştir. Mesela, (Biz) peygamberleri
müjdeciler ve (azab) habercileri olarak (gönderdik). Tâ ki peygamberlerden
sonra insanların, Allah'a karşı bir hüccetleri olmasın (kalmasın)"(Nisa.
165) buyurmuştur. Bu ayet, insanların eğer kendilerine peygamber gönderilmez
ise, Allah'a karşı hüccet getirebileceklerini gösterir. Yine Cenâb-ı Hak,
"Eğer onları daha evvel azabla helak etmiş olsaydık, muhakkak diyeceklerdi
ki, "Ey Rabbimiz. bize bir peygamber göndermeli değil miydin? O zaman biz
şu zillete ve rüsvaylığa uğramadan evvel ayetlerine tâbi olurduk"(Ta-hâ,
134) buyurmuştur. Kur'ân'da bunların benzeri ayetler çok olup, hepsi de kulun
Allah'a karşı hüccetinin olabileceğini gösterir.
6) Sümâme
şöyle der: "Kıyamet günü kul, bir durakta beklerken, Allah Teâlâ ona,
"seni Bana isyan etmeye sevkeden nedir?" der. Kul da, Cebriye inancı
çerçevesinde, "Ya Rabbi, beni sen kâfir olarak yarattın, bana gücümün
yetmediği
(yapamayacağım) şeyleri emrettin. Dolayısıyla
bu benimle, emrettiklerin arasına girdin (beni engelledin) der. Bu kimsenin,
cebriye mezhebine göre, doğru söylediğinde şüphe yok. Cenâb-ı Hak, "Bu,
doğrulara doğruluklarının fayda verdiği bir gündür" Mâide, ıi9) buyurur.
Binâenleyh bu kimseye, bu sözünün bir fayda sağlaması gerekir. Bunun üzerine
Sümâme'ye, "Onun böyle söylemesine kim fırsat verir ki?"
denildiğinde, Sümâme: "Eğer Allah, onu konuşmaktan ve hüccet getirmekten menederse,
onu gerekçesi bulunan, haklı bir savunma imkânından mahrum bırakmış olmaz mı?
Bu ise, alabildiğine (haksız) bir menedişdir" dedi. Bütün bu izahlara,
"Bunlar dâi ve ilim meselesi ile reddedilir" diye cevab verilir.
Ayrıca, biraz önce sıraladığımız o sekiz izah da, Allah'ın fiil ve hükümlerinin
"niçin"liğini araştırıp sormanın imkansız olduğunu beyân eder.
Hak Teâlâ ''Ondan
başka tanrılar edindiler (öyle mi?) Sen (onlara) de ki: "Delillerinizi
getirin " buyurmuştur. Bil ki Hak Teâlâ, onlartn küfre düşüşlerinin, çok
hayret edilecek birşey olduğunu belirtmek için, tekrar "O'ndan başka
tanrılar edindiler (öyle mi?)" buyurmuştur. Bu, "Siz, Allah'ın
ortaklan olduğunu iddia ediyorsunuz. Öyle ise haydi bu husustaki, aklî veya
naklî delillerinizi getirin" demektir. Çünkü Allah Teâlâ, önce Kendisinin
birliğine dâir delillerini zikredip, sonra birden fazla ilah olduğunu
söyleyenlerin şüphelerini ber taraf edecek temel prensipleri ortaya koyunca,
üçüncü olarak şüphelerini zikredip onları hesaba çekmeye başlamıştır.
[63]
Hak Teâlâ'nın
"hte bu, benimle beraber olan
(müslümanlann)
zikri ve benden öncekilerin zikridir" ifadesi ile ilgili iki mesele
vardtr:
[64]
Bu mesele, ifadenin
tefsin hususûndadır. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:
1) "Bu,
benimle beraber olanların zikridir" ifadesi, "Bu Kur'ân benimle
beraber olan müslümanlara
indirilen
kitabtır" demek;
"Benden öncekilerin zikridir" ifadesi de, "Benden Önce geçen
peygamberlere indirilen kitabtır. Bu kitabtar, Tevrat, İncil, Zebur ve
Suhuf'lar olup, bunların herbirinde Allah'ın size, Allah dışında ilah
edinmenize müsade ettiği gibi birşey yer almamış, aksine hepsinde de,
"ilah benim Benden başka ilah yoktur. Sadece Ben varım" ifadesi yer
almıştır" demektir. Bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'tn, bu ayetten sonraki,
"Biz senden evvel hiçbir peygamber göndermedik ki, ona şu hakikati
vahyetmiş olmayalım: "Benden başka hiçbir tanrı yok. O halde. Bana ibadet
edin" ifadesinde olduğu gibidir. Bu, İbn Abbas'ın görüşü olup, Kaffâl ve
Zeccâc'ın tercihidir.
2) Sa'id b.
Cübeyr, Kâtâde, Mukâtil ve Süddf nin görüşüne göre, ayetteki
"Benden
öncekilerin zikridir" ifadesi de, Kür'ân ile alakalıdır. Çünkü Kur'ân-ı
Kerim, Ümmet-i Muhammed'in çeşitli hallerini zikrettiği gibi, geçmiş ümmetlerin
hallerini de zikreder.
3) Kaffâl şu
izahı yapar: "Bu, "onlara de ki: Size getirdiğim bu kitab, hem bana
muhalif, hem de bana muvafık kimselerin hallerini anlattığı, zikrettiği gibi,
benden önceki (peygamberlere) muhalif ve muvafıkların hallerini de
zikretmektedir. Binâenaleyh kendiniz için (bir tarafı) seçin" demektir.
Sanki bundan murad, tehdid-i ilâhidir.
[65]
Keşşaf Sahibi buradaki
"zikr" kelimesinin tenvin ile şeklinde okunduğunu, edatlarının
"zikr" masdarlarının (mefûlü olarak) mahallen mansub olduklarını ve
bunun tıpkt (B»ı«d, 14) ayetindeki gibi olduğunu, bu şekildeki kıraatin asıl
olduğunu; izafet şeklindeki okunuşun da, masdarın, mefûlüne muzaf kıtınışt,
kabilinden olduğunu; bunun da {Rum, 3) ayetindeki gibi olduğunu söylemiştir.
Yine bu kıraata göre, ayetteki men edatlarının, miminin, izâfetsiz olarak kesre
ile min şeklinde de okunmuştur. Halbuki
üzerine harf-i cerrin getirilmesi, garibtir. Bu husustaki mazeret, onun
bir isim olup, tıpkı Jİ ve & gibi bir zarf oluşudur. Binâenaleyh min harf-i
cerrinin diğerlerine getirilmesi gibi, bunun üzerine de min gelmiştir. Bu
ifade, şeklinde de okunmuştur.
[66]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Hayır onların çoğu, hakkı bilmezler de, bunun için yüz çevirirler"
ifadesi ile ilgili birkaç mesele vardır:
[67]
Allah Teâlâ,
birliğinin delillerini zikredip, o kâfirlerden,
iddialarının delillerini getirmelerini isteyip, onların ne aklî,
ne de naklî hiçbir delillerinin bulunmadığını beyan
edince,
bundan sonra, onların bu sapık inançlara
düşüşlerinin,
kendilerini bunlara sevkeden bir delilden
ötürü olmayıp, aksine kendilerindeki bütün
şer ve fesadın temeli
olan şeyden, yani cehaletten dolayı olduğunu, sonra hakkı
dinlemek ve onu araştırmaktan yüz çevirişlerinin de bu
cehalete dayandığını beyan
etmiştir.
[68]
Keşşaf Sahibi şöyle
der: "Ayetteki "hak" kelimesi, sebeb ile müsebbeb (netice)
arasına bir te'kidin girmesi açısından ref ile de okunmuştur. Buna göre mana,
"onların cehaletleri sebebiyle yüz çevirişleri, batıl değil
normaldir" şeklinde olur.
Cenâb-ı Hakk'ın Ç
"Biz senden evvel hiçbir peygamber göndermedik ki ona şu hakikati
vahyetmiş olmayalım: "Ben'den başka hiçbir tanrı yok. O halde, bana ibadet
edin" emrine gelince bi! ki, bu ifadedeki "vahy" kelimesinin
yûhî (Allah vahyeder) nûht (Biz-Allah-vahyederiz) şekillerinde okunuşu iki
meşhur kıraattir. Bu ayet, tevhidi anlatan avetlerden olduöu için. daha Önce
izah edilmişti.
[69]
"(Onlar)
"Rahman, evlad edindi" dediler Halbuki O'nun sânı bundan cedir. Hayır
onlar, ikrama mazhar edilmiş kullardır. Bunlar, sözde asla O'nun önüne
geçemezler. Bunlar O'nun emirleriyle hareket ederler, önlerindekini de,
arkalarmdakini de O bilir. Bunlar. O'nun rızasına ermiş dondan başkası hakkında
şefaat etmezler. Bunlar, O'nun korkusundan tirtir :rter. Bunlardan kim,
"Ben de O'nun dûnunda bir tanrıyım" derse onu cehennemle
cezalandırırız. Biz o zalimleri de böylece cezalandıracağız"
(Enbiya, 26-29).
Bil ki Allah subhânehû
ve Teâlâ, apaçık delillerle kendisinin ortaklardan, ztdlardan *• benzerlerden
münezzeh olduğunu beyân edince, bunun peşisıra, kendisinin çocuk •inmekten beri
olduğunu da beyân'etmek üzere "(Onlar), "Rahman, evlâd edindi"
dediler. Halbuki O'nun sânı bundan yücedir" buyurmuştur. Bu ayet, Huzaa
Kabilesi hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar, "melekler, Allah'ın
kızlarıdır" diyorlardı ve tama, Allah Teâlâ'nın da, "(Onlar) o
(Allah) ile cinler arasında bir hısımlık mydurdular" (Sâffat. 158)
ayetiyle işaret ettiği gibi, Allah'ın evlenmek suretiyle cinlerle Araba
olduğunu ekliyorlardı. Cenâb-ı Hak, Kendisini, "Subhânehû" {O'nun
sânı sundan münezzehtir) diyerek, bundan tenzih etmiştir. Çünkü çocuğun,
babasına »nzemesi gerekir. Binâenaleyh eğer Allah'ın bir çocuğu olmuş olsaydı,
mutlaka bazı takımlardan ona benzemesi gerekirdi. Yine bazı bakımlardan da
mutlaka O'ndan arklt olması gerekirdi. Halbuki sayesinde benzerlik (ortaklık)
sağlanan şey, sayesinde, iartdiJfğın (benzememenin) sağlandığı şeyden başkadır.
Binâenaleyh o zaman Cenâb-ı Hakk'ın, zâtında bir mürekkeblik söz konusu olmuş
olur. Halbuki her mürekkeb varlık,
-nkin" varlıktır.
Binâenaleyh Allah'ın evlad (çocuk) edinmesi kendisinin cibu'l-vucüd değil,
mümkinü'l-yucüd olmasını gerektirir ki bu, O'nu İlah olmaktan çıkarıp, kulluk
sınırına sokar. İşte bundan ötürü O, kendisinin bundan münezzeh :i3uğunu bildirmiştir.
[70]
Ayetteki "Hayır,
onlar ikrama mazhar edilmiş kullardır"
ifadesine gelince, bil ki Hak Teâlâ, çocuğu
bulunmaktan tenzih edince, (kendisine çocuk olarak nisbet edilenlerin) kullar
olduklarını ve kulluğun (ilah'dan) doğmasına ters olduğunu beyân buyurmuştur.
Fakat o kullar, diğer kullardan üstün, ilâhi ikrama mazhar kimselerdir
(meleklerdir). Bu ayet mükrimûn (ikram eden kullar) şeklinde ve
"sebk" fiili bablarından olmak üzere, şekillerinde de okunmuştur. Buna
göre mana, "Onlar, Allah'a sözü hususunda uyarlar. O söylemedikçe
(sormadıkça), bir şey söylemezler ve Cenâb-ı Hak'dan önce söz söylemezler"
demektir. Bu tıpkı onların sözünün, Cenâb-ı Hakk'ın sözün tâbi olması (peşisıra
gelmesi) gibidir. Binâenaleyh onların bütün amel ve işleri, Allah'ın emrine
bağlıdır. Onlar emrolunmadıkları hiçbir şeyi yapmazlar.
Daha sonra Allah Teâlâ
bu taatın sebebini anlatan ifadeyi zikrederek, "Önlerindekini de
arkalanndakini de O bilir" buyurmuştur. Bu, "Onlar Allah Teâlâ'nın
herşeyi bildiğini bildikleri için, O'nun içlerindekini ve dışlarındakini
bildiğini de bilirler. Böylece bu, onları son derece huzu, huşu ve mükemmel bir
kulluğa sevketmiştir. Müfessirler bu hususta şu izahları yapmışlardır:
1) Ibn Abbas
(r.a) şöyle demiştir: "Bu, "Allah onların yaptıkları ve yapmadıkları
amellerini bilir"
demektir."
2)
"Önlerindekini" ifadesi, "ahireti",
"arkalanndakini" ifadesi dünya" manası veya, bunun aksi manaya
olduğu söylenmiştir.
3) Mukâtil şöyle der: "Allah, onları
yaratmazdan önceki şeyleri ve yarattıktan sonraki şeyleri bilir."
Gerçek mana şudur:
Onlar, O'nun melekûtunda, kudreti altında dönüp dolaşırlar ve O, onları
çepeçevre kuşatmıştır. Onların durumu böyle olunca, daha nasıl ibadete müstehak
olabilir ve Allah'ın Önüne geçebilirler de böylece Allah'ın müsade etmediği
kimselere şefaat edebilirler?
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bu hususu iyice açıklamak üzere: "Bunlar, O'nun rızasına ermiş
olandan başkasına şefaat etmezler. Bunlar O'nun korkusundan tirtir
titrerler" buyurmuştur. Bu ifadede "haşyet", masdarı, mef'ûlüne
muzaaf olmuştur. "Müşfİkûn", "korkanlar ve Allah'ın mekrinden
emin olmayanlar"dır demektir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s)'İn Miraç
gecesi Cibril'i, Allah'ın korkusundan ötürü, tıpkı bir çul gibi porsumuş düşmüş
olarak gördüğü, kendisinden rivayet edilmiştir. Bunun bir benzeri de, ''Rahman
(Allah'ın) kendilerine izin verdiğinden başkalar} (o gün) konuşmazlar"
(nmm. 38) ayetidir.
Hak Teâlâ'nın
"Bunlardan kim, "Ben de O'ndan başka bir tannyım" derse, onu
cehennemle cezalandırırız" ifadesi, "meleklerden böyle bir söz
söyleyen herkese, sözünün cezasını veririz" demektir. Bu, onların
söylediklerine de söylemediklerine de delâlet etmez. Bu, Hak Teâlâ'nın Hz.
(s.a.s)'e karşı, "Eğer müşrik olursan, amellerin
boşa gider" (zümm, 65) ayeti gibi bir ifadedir. Bunda birkaç mesele
vardır:
[71]
Bu sıfatlar, şöyle pek
çok cihetten meleklerin Allah'ın kulu olup, çocukları olmadığına delâlet eder:
1) Onlar,
taatta öyle ileridirler ki Cenâb-ı Hakk'ın emri :-~adan ne bir söz söylerler,
ne bir iş yaparlar. Böyle olmak, evlat olmanın değil, kj olmanın özelliğidir.
2) Allah
Teâlâ meleklerin sırlarını bilip, onlar Allah'ın sırlarını bilmediğine göre,
feadete müstehak ilahın meleklerin değil, Allah'ın olması gerekir. İşte bu
delil, Hz. sa a.s)'nın "Sen bendekini bilirsin. Ama ben sendekini
bilemem"(MâkJe. Ne ifadesi
belirttiği hususun aynısıdır.
3) Onlar,
ancak Cenâb-ı Hakk'ın izin verdiği kimseler için şefaat ederler. İlah olan «•ya
ilahın çocuğu olan böyle olmaz.
4) Onlar,
son derece ürkek ve korkaktırlar. Bu ise ancak kullarda olan bir özelliktir.
5) Cenâb-ı
Allah, "Bunlardan kim, 'Ben de O'nun dûnunda bir tanrıyım" derse, dtü
cehennem ile cezalandırırız" ifadesi ile, meleklerin halinin va'd ve va'id
hususunda tıpkı diğer mükelleflerin hali gibi olduğunu dikkat çekmiştir.
Binâenaleyh =r*ann ilah olmaları daha nasıl söz konusu olabilir?
[72]
Mu'tezile, Ayetteki
"Bunlar, O'nun rızasına ermiş olandan
başkası
hakkında şefaat etmezler" ifadesini delil getirerek,
ahiretteki şefaatin büyük günah sahibteri için
olmayacağını,
çünkü büyük günah sahibleri hakkında.
"Allah'ın rızasına
erş kimseler"
den ilemeyeceğin i söylemişlerdir. Buna söyle cevab verilir: İbn Abbas * = ve
Dahhâk, ayetteki bu ifadeye "yani İâilahe illallah diyen kimselerden
başkasına şefaat etmezler" manasını vermişlerdir. Bil ki bu ayet, şefaatin
büyük günah sahibi c n olacağı hususunda en kuvvetli delillerimizdendir. Bunu
şöyle izah edebiliriz: -âilahe illallah" (Allah'dan başka tanrı yoktur)
diyen herkesten, Allah bu sözden :: ayı razı olmuştur. O kimse için, "Bu
hususta Allah ondan razı olmuştur" yenilebildiği zaman, onun hakkında,
(kayıtsız olarak) "Allah ondan razı olmuştur" •adesi de doğru olur.
Çünkü mürekkeb (parçalardan olan bütünün) genef olarak, şeçerli ve doğru
olduğunda, her bir parçası da geçerli ve doğru olur. Allah'ın o mseden razı olduğu sabit olunca,
"Lâilahe illallah" diyen kimsenin, bu ayetin hükmüne dâhil olması
gerekir. İşte böylece, izaha çatıştığımız ve İbn Abbas (r.a)'ın *ade ettiği
gibi, bu ayetin biz (ehl-i sünnet) için en güçlü delillerden olduğu sabit olur.
[73]
Bu ayet şu üç şeye
delâlet eder:
1) Ayetteki,
"Bunlar, sözde asla O'nun önüne geçmezler. Bunlar, O'nun emirleriyle
hareket ederler" ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın sözü olması bakımından, meleklerin
mükellef olduğuna,
"Bunlar, O'nun
korkusundan tirtir titrerler"
cümlesi de, meleklerin ilahî va'd ve va'ide dâhil olduklarına delâlet eder.
2) Bu, aynı
zamanda onların masum (günahsız) olduklarını gösterir. Çünkü Cenâb-ı Hak,
"Bunlar, O'nun emriyle hareket ederler" buyurmuştur. Kâdi Abdul
cebbar, Ayetteki, "Öte o zalimleri de böylece cezalandıracağız"
ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın, melekleri tehdid ettiği şekilde, her zalimi
cehennemle cezalandıracağına delalet eder. Bu da Allah Teâlâ'nın, âhirette
büyük günah sahiplerini bağışlamamasını kesinkes ortaya kor" der. Buna
şöyle cevab veririz; Bu konuda söylenecek en son söz şudur: "Ayetteki bu
genet ifade tehdide konu teşkil eden cehennemi gösterir ki bu da tehdid bildiren
diğer genel ayetlerin maksadlarının sınırlı olması gibi, bu gayretin maksadının
da sınırlı olduğunu gösterir.
[74]
"Göklerle yer
ikisi bitişik bir halde iken, Bizim onları birbirinden yarıp
ayırdığımızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı o
kâfirler bilmezler mi, hala
inanmayacaklar mı?
Yeryüzü onları çalkalar diye, sabit sabit dağlar yarattık ve
aralarında bol bol yollar açtık, ta ki maksadlarına
ersinler. Biz, gökyüzünü de
korunmuş bir tavan
yaptık. Onlar ise, bunun ayetlerinden yüzçevirirler. O,
geceyi gündüzü, güneşi ve ayı yaratanlar ve bunlardan
herbiri kendi
yörüngesinde yüzmektedirler"
(Enbiya, 30-33).
Bil ki Allah Teâlâ, şu
anda bir yaratıcının varlığına delil olan şeyleri serdetmeye başlamıştır. Bu
deliller, aynı zamanda O'nun ortaklardan münezzeh olduğuna da delâlet
etmektedir. Çünkü bu deliller, alemde çok dikkate değer bir tertibin mevcud
olduğunu göstermektedir. Halbuki iki ilahın aynı anda var olması, âlemin
düzeninin bozulmasına yol açar. Binâenaleyh bu deliller, işte bu açıdan O'nun
birliğine de delâlet
ettiği için, daha
önce geçen ayetlerin bir te'kidi gibidirler. Hem sonra bu ayetlerde, bu kadar
kıymetli şeylere kadir olan bir ilâha ibadet etmekten yüz çevirip, hiçbir zarar
ve faydası olmayan taşlara (putlara) ibadetle yönelmek, aklen mümkün olmadığı
için, put perestlere bir reddiye vardır. Bu ayetin, kendinden öncekilerle
münasebeti işte sudur. Bil ki Allah Teâlâ burada şu altı çeşit delili
zikretmiştir:
[75]
Birinci çeşid
"Göklerle yer, İkisi bitişik bir halde iken. Bizim onları birbirinden
yarıp ayırdığımızı d kâfirler bilmezler mi?" ayetidir. Bu ifade ile
ilgili, birkaç mesele bulunmaktadır:
[76]
İbn Kesir, vavsız
olarak şeklinde okurken, diğer
kıraat imamları vâv
ile şeklinde okumuşlardır. Bu vav, bu sözün daha önce geçen bir ifade üzerine
atfedildiğini göstermek için getirilmiştir. Keşşaf Sahibi, tâ'nın fethası ile
kelimenin, retekan diye okunduğunu söylemiştir. Her iki şekil de, tıpkı
halk" ve "nefd" masdarlarının ism-i mef'ul olarak
(mahluk-menfûd) manasına gelişi ; Di. ism-i mef'ûl yani "bitişmiş"
manasınadır. Buna göre eğer sen, "Ratk" kelimesi, mertûk"
manasına gelebilir. Çünkü masdardır. Fakat niçin"mcrtûk" değil de
"ratk" oiarak gelmiştir?" dersen, ben derim ki: "Bu, bir
mukadder mevsûfu olduğu için Doyledir ve takdiri, "şey'en ratkan"
"bitişmiş bir şey" şeklindedir.
[77]
Birisi şöyle
diyebilir: "Ayetteki "Görmediler mi?"
ifadesindeki,
"görme" ile, ya
bizzat görmek, yahut
bilip-anlamak
manası kastedilmiştir. Birinci mananın söz
konusu
olması zordur. Çünkü herşeyden önce o (Mekke'li) Kafirler, yer'ile göğün bu
halini kesinlikle görmemişlerdir. İkinci olarak da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ben
ne göklerin ne yerin yaratılışında, ne de kendilerinin yaratılışında onları
şâhid tutmadım"(kbm.sıj buyurmuştur. Bu "görme" nin
"bilme" manasına olması da müşkildir. Çünkü maddeler, aslında
bitişebilir ve ayrılabilirler. Binâenaleyh yer ile gökte önce bitişmenin, sonra
ayrılmanın olduğunu bilmenin yolu ancak nakil (vahiy) d ir. Halbuki bu
münakaşa, peygamberliği inkâr eden kâfirlerle yapılmaktadır. Binâenaleyh böyle
bir istidlale (delile) tutunmak nasıl caiz olabilir?"
Buna şu şekilde cevab
verilir: Bu ifadedeki "görme" ile, "bilme" manası
kastedilmiştir. İleri sürülen bu soruyu şu şekillerde cevablamak mümkündür:
a) Biz, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğini, diğer mucizeleri ile isbat ediyor, daha
sonra artık onun sözleri ile istidlal ediyor, sözlerini delil kabul ediyor,
sonra da bunları kâinatta (evvelden beri) bir nizam ve intizamın mevcûd olup,
fesadın (bozukluğun) olmadığına delil kabul ediyoruz. Bu da, tevhid konusunda
getirilen delilleri te'kid eder.
b) Ayette
bahsedilen bitişme ve ayrılmanın, "mümkin" bir şey utarak görülmesi manasına
hamledilebilir. Buna akıl da delalet eder. Çünkü maddelerin bitişmeleri ve
ayrılmaları 'rnümkin"dir. Binâenaleyh bunlara bitişme ve ayrılmayı tahsis
etmek (yani bitiştirme sonra ayırma) veya aksini yapma, bir muhassisin (yani
bunu yapan birisinin) olmasını gerektirir.
c) Yahudi ve
hristiyanlar, yer ile göğün bu halini biliyorlardı. Çünkü Tevrat'da şu bilgi
yer almaktadır: "Allah bir cevher (öz) yarattı. Sonra ona heybet gözü ile
nazar etti de, böylece o, bir su oluverdi. Sonra ondan gökleri ve yeri yaratıp,
onları birbirinden ayırdı." O putperestler ile yahûdiler arasında, Hz.
Muhammed (s.a.s)'e düşman olma bakımından müşterek oldukları için, bir nevi
dostluk vardı. Allah Teâlâ işte bundan dolayı o putperestlere, bu hususta
yahûdilerin sözierini kabul edecekleri için, bu delili getirmiş
("görmediler mi?" buyurmuştur).
[78]
Cenâb-ı Hak,
"Onlar bitişik" dememiş, "İkisi bitişik bir
halde idi" demiştir. Çünkü "gökler"
(semâvat) lafzı cemidir,
ama bununla cins isme
delâlet eden "bir gök" manası
kastedilmiştir.
Nitekim Ahfeş, "Semâvât, bir çeşid (cins),
yer de bir çeşittir" demiştir. Hak Teâlâ'nın, "Şüphesiz ki
Allah gökleri ve yeri, o ikisi zeval bulmasın (yıkılmasın) diye,
tutmaktadır" (Fatır, 4i) ayetinde de böyledir. Arapların, "iki kavmin
arasını bulduk"; "Bize iki siyah sürü uğradı" demeleri de
böyledir. Çünkü biri bir sürü, diğeri bir sürüdür.
[79]
Arapça'da
"ratk", tıkamak, tutmak, bendlemek" demektir. Nitekim, "O
şeyi tıkadım, o da tıkandı" manasında jsjiı ijiji ciîj denilir.
"Feth" ise, bitişik-yapışık iki şeyin arasını, yarıp-ayırmaktır.
Zeccac şöyle demektedir: "Ratk masdar olup, ayetin manasını "O, ikisi
ayrılan oldular" demektir. Mufaddal da, "Cenâb-ı Hak burada
"ratkaynl" dememiştir. Bu tıpkı Biz onları yemek yemez birer beden
olarak yaratmadık" {Enbiya. 8) ayetinde olduğu gibidir. Çünkü nasıl
onların herbiri bir "beden" ise, burada bahsedilen yer ile göğün her
biri de bir "ratk" (bitişik şey) dir.
[80]
Müfessirler, bu
"ratk" ve "fetk" ile ne kasd edildiği hususunda şu değişik
izahları yapmışlardır:
1)Hasan
el-Basrî, Katâde, Sa'id b. Cübeyr ve İkrime'nin İbn Abbas'dan rivayet ettikleri
görüşe göre, mana "O ikisi birbirine yapışık tek şey idi. Allah onları
birbirinden yarıp ayırdı. Göğü yerine kaldırdı ve yeri öylece bıraktı"
şeklindedir. Bu görüş, yerin gökten önce yaratılmış olmasını gerektirir. Çünkü
Allah Teâtâ bunları birbirinden ayırınca, yeri olduğu gibi bırakmış, gökleri
yükseltmiştir. Ka'b İse, "Allah Teâtâ gökleri ve yeri bitişik olarak
yarattı, sonra onların ortasındabir rüzgar yaratarak, bununla onları
birbirinden ayırdı" demiştir.
2) Ebu Salih ve Mücâhidin görüşüne göre mana,
"Gökler bitişikti. Derken Cenâb-ı Hak, gökleri yedi kat olarak ayırdı.
Yeri de böyle yaptı" şeklindedir.
3) fbn Abbas
(r.a), Hasan el-Basri ve ekseri müfessirin görüşüne göre, gökler ve yerler,
aynı seviyede ve aynı katılıkta idiler. Derken Allah Teâlâ gökleri yağmur
e yeri de bitki ve
ağaçlarla yarıp ayırdı. Bunun bir benzeri de, Hak Teâlâ'nın, Andolsun o dönüş
sahibi olar) göğe ve o nebat ile yanlan yere"(r&nh, ım2) ayetidir.
A.ımler bu izahı, ayetteki bundan sonra gelen, "Her canlıyı sudan
yarattık" ifadesine dayanarak, diğer izahlara tercih etmişlerdir. Çünkü bu
suyun ancak, kendinden öncekilerle münasebeti söz konusudur. Bu münasebet ise,
mananın bahsettiğimiz du mana olması halinde mümkündür.
Buna göre eğer,
"Bu izah tercihe şayan izah değildir. Çünkü yağmur göklerin hepsinden
değil, sadece bir gökten yağar. O gök de, yere en yakın göktür?"
denilirse, deriz ki: Göğün herbir yeri,
gökyüzü olduğu için, böyle "gökler" denilmiştir. Bu tıpkı, "Eski
eblise" "Taş kazan" ifadelerinde olduğu 5«bidir. Bil ki bu izaha
göre, ayetteki O "ru'yeti" (görmeyi), bizzat görme manasına atmak
mümkün olur.
4) Ebu
Müslim el-lsfehâni şöyle der: "Ayetteki "feth" ile yaratıp
ortaya koyma -manası kastedilmiş
olabilir. Bu tıpkı, "O, göklerin ve yerin fitindir" (Fatır, i) ve
"Hayır, sizin Rabbiniz hem göklerin, hem yerin Rabbidir, bunları o
"fatr" etmiştir
.aratmıştır)
(Enbfya,56) ayetleri gibidir. Binâenaleyh Cenâb-ı Allah, yaratmasını
"fetk" e. yaratmazdan önceki durumu da "ratk" ile ifade
etmiştir. "Ben derim ki işin özü şudur: Yokluk (adem), sırf yokluktur.
Yoklukta, birbirinden ayrılan ve birbirine zıd olan zatlar (varlıklar) ve
cevherler yoktur. Aksine hepsi, sanki birbiri içinde, birbirine benzer tek bir
şeydirler. Binâenaleyh eşya meydana geldiğinde, varlık ve oluşum tahakkuk
ettiğinde, bunlar birbirinden seçilir ve birbirlerinden ayrı olurlar. İşte bu yolla
"ratk", yokluk manasına "fetk"i var oluş manasına mecaz
kılmak güzel olmuştur.
5) Gece,
gündüzden öncedir. Çünkü, Cenâb-ı Hak, "Gece de onlar için bir ayettir.
Biz ondan gündüzü sıyınp çıkarırız" (Vasin, 37) buyurmuştur. Gökler ve
yerler, ilkönce •oranlıktı. Derken Allah
onları, aydınlatan gündüzü ortaya koymak suretiyle, birbirinden yarıp
ayırmıştır. İmdi şayet, "Bu görüşlerinden hangisi, ayetin zahirine daha
uygundur?" denilirse, biz deriz ki: Ayetin zahiri, semanın olduğu hal
üzere; yerin de, olduğu hal üzere birbirine bitişik olduklarını iktizâ eder.
Onların bu şekilde otmalan da, ancak her ikisinin mevcut ve var olmalan halinde
mümkündür. Ratk, fatk'm zıddıdır. Binâenaleyh, "fetk",
"ayırmak" anlamında olduğuna göre, "retk"ın da bitişmek ve
yapışmak, anlamında olması gerekir. İşte yapılan bu izaha göre, dördüncü ve
beşinci izahların "mercûh" olması gerekir. Böylece, birinci izah,
açıklamaların en iyisi olur, ikinci izah da onu izler. İkinci izah da şudur: O
yerle gökten her birinin, birbirine bitişik olup, Cenâb-ı Hak, onlardan
herbirini yedi tabaka kılarak, birbirinden ayırmıştır.
Bunu, üçüncü izah
izler ki, bu da şu şekildedir: Yerle gök, herhangi bir yarık, boşluk ve çatlak
olmaksızın, katı halde idiler. Derken Cenâb-ı Hak gökten yağmuru yağdırmak,
yerden de bitkiler bitirmek için, onları birbirinden ayırmıştır.
[81]
Bu izahların, bir
Yaratıcı'nın varlığına ve O'nun birliğine delâlet ettikleri açıktır. Çünkü,
hiçkimse, böyle bir şeye
muktedir olamaz.
Doğruya en yakın olan şöyle denilmesidir: Hak Subhanehû ve Teâlâ, yerle göğü,
meleklerin maslahatı ve faydasına olduğu için bitişik olarak yaratmış; sonra da
Cenâb-ı Hak, yeryüzündekiieri, orada iskân ettireceği ve, kullarının menfaati
de bu şekilde yapmada olduğu için, gökle yeri birbirinden yarıp ayırmıştır.
[82]
Cenâb-ı Hakk'ın
"ve her canlıyı sudan yarattığımızı o kâfirler görmediler mi, hâlâ
inanmayacaklar mı?" ayetidir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[83]
Keşşaf Sahibi şöyle
der. "Cenâb-i Hakk'ın buradaki lafzı, Lîttif bir
mefûl de alabilir,
iki mefûl de...
Binâenaleyh, eğer bir mefûl alırsa, buna göre mana, "Biz, sudan,
her canlıyı yarattık" şeklinde olur ki, bu
durumda bu ayet, tıpkı "Allah her hayvanı sudan yarattı"(Nûr,45) ayeti
gibi olmuş olur. Yahut mana, "Biz, mahlûkatın suya otan aşırı
ihtiyacından, onu sevdiğinden ve ona karşı da çok sabırsız olduğundan, o
mahlûkatı sudan yaratmış gibiyizdir" şeklindedir. Bu durumda ayet, Cenâb-ı
Hakk'ın, "insan aceleden yaratılmıştır" (Enbiya. 37) ayeti gibi olmuş
olur. Eğer iki mefûl alırsa, buna göre mans, "Biz, her şeyi, su sebebiyle
canlı kıldık; binâenaleyh, her ccnlı için, mutlaka su lâzımdır" şeklinde
olur. Hz. Peygamber'in, "Ben, oyun eğlenceden, oyun eğlence de benden
değildir' ifadesindeki min harf-i çerleri de bu anlamdadır. Kelime, ikinci
mefûl olarak, (hayyan) şeklinde de okunmuştur.
[84]
Bir kimse şöyle
diyebilir: "Cenâb-ı Hak, "Cânn'ı da, daha
önce çok zehirleyici ateşten yarattık" (Hicr, 27)
buyurmuş;
hadiste de, "Allah Teâlâ, melekleri
nurdan yaratmıştır"
ifadesi yer almışken;
Hz. İsa (a.s) hakkında, "Hani benim
iznimle
bir kuş suretinin benzerini tasarlıyordun, içine üfürüyordun da benim iznimle
bir kuş oluveriyordu"(M«de, -ııo> buyurmuş ve, Hz. Adem (a.s) hakkında
da, "Onu, topraktan yarattı"(K. imran,59) demişken, daha nasıl,
"Biz her canlıyı sudan yarattık" diyebilmiştir?"
Cevap: Ayet-i
kerimenin lafzı her ne kadar umumi ise de, ancak ne var ki burada, ayetin bu
umumiliğini tahsis edecek karineler mevcuttur. Çünkü, delilin maksada daha
yakın olabilmesi için mutlaka, görülür ve hissedilir cinsten olması gerekir.
İşte
bu izahla, melekler, cinler, Hz. Adem ve
Hz. İsa'nın durumu ayetin bu umumi adesinln dışında kalır. Çünkü o kafirler, bunlardan
hiçbiri görmemişlerdir.
[85]
Müfessirler ihtilaf
etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları,
Cenâb-ı
Hakk'ın ifadesinden sadece canlıların kastedildiğini söylerken, diğer bazıları,
"Hayır, bu ifadenin
cine bitkiler ve
ağaçlar da girer; çünkü bunlar da su sayesinde büyüyor ve, bunlardaki nem,
yeşillik, tomurcuk ve meyveler de sudandır" demişlerdir. Bu görüş
kastedilen •nanaya daha uygundur. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, yağmur yağdırmak
ve o .ağmurdan yeryüzündeki bitki vs. şeyler gibi her şeyi canlı kılmamız için
semayı, • erden yarıp ayırdık" demek istemiştir. Birincilerin delili,
bitkiye "hayy" oenilemeyişidir. Ama, biz bunu kabul etmiyoruz. Ona da
böyle denilebileceğinin delili, 'Ölümünden sonra yeri naşı! diriltir"
(Rûm, 50) ayetidir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
ifadesine gelince, bu, "Onları, bu delilleri düşünmeleri
ve bu sayede, başkasına benzemeyen Hakkı tanımaları ve
şirk yolunu terketmeleri suretiyle imana gelmezler mi?" manasındadır.
Üçüncü çeşit delil,
Cenâb-t Hakk'ın "Yeryüzü onları sarsar diye, sabit sabit dağlar
yerleştirdik" ayetidir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[86]
deyimi ya için
veyahutta "onları sarsması hoş olmayacağı için, onları çalkalamasın diye"
takdirindedir. İkinci takdire
göre
ifadenin baş kısmından, hem tâ, hem de
birinci lâm (-H) hazfedilmiştir. Bir karışıklık onadığı içjn, bu lâ hazfedilir.
Nitekim sen, Cenâb-ı Hakk'ın Ehi-i kitab
bilmesin diye" (Hadid, 29)
ayetinin başına, bu
lafzın geldiğini de görmektesin.
[87]
(fevâsi), dağlar demektir. er-Râsi. aslında
yere giren, yere çakılan demektir.
[88]
İbn Abbas (r.a) şöyle
der: "Yeryüzü, su üstüne serilmişti.
Böylece,
tıpkı geminin, içindekileri sallaması gibi, yeryüzü de su
üzerine serilip döşendiği
için, üzertndekileri
yakalayıp durmaya başladı. Bunun üzerine Allah Teâlâ, o yeryüzünü ağır dağlarla oerçi
nledi."
[89]
Dördüncü çeşit delil,
Cenâb-ı Hakk'ın "ve aralarında bol bol yollar açtık, ta ki maksatlarına
ersinler" ayetidir. Bununla ilgili bir kaç mesele vardır:
[90]
Keşşaf Sahibi şöyle
der: "el-feccu, "geniş yol" anlamındadır. Buna göre şayet sen,
"ei-ficâc kelimesinde
sıfat anlamı vardır.
Binâenaleyh, daha nasıl, o şubuten kelimesinden önce getirilmiş de, sonra
bırakılmamıştır? Nitekim bu hususa Cenâb-ı Hakk'ın "Onun geniş yollarından
gezip dolaşasmız diye" (Hat. 20) ayetinde riâyet edilmiştir" dersen,
ben derim ki: Bu kelime, sıfat anlamını taşıdığı halele öne geçmemiştir. Bu,
terklb içinde hâl mevkiindedir. Bu, şairin meselâ "Şimdi yapayalnız olan o
izzet ve şerefe dair, eski izler ve kalıntılar var" sözünde olduğu
gibidir. Bu iki ifade arasında, mana bakımından şöyle bir fark bulunmaktadır.
Cenâb-t Hakk'ın ifadesi, O'nun o yeryüzünde geniş yollar meydana getirmiş
olduğunu bildirir. Ama ayetteki "ficacen sübülen" kelimesine gelince,
bu da O'nun, o yollan yaratırken bu vasıf üzere yaratmış olduğunu
bildirmektedir. Binâenaleyh bu ifade, önceki cümlede müphem bırakılan şeyi izah
etmiş olur."
[91]
Ayetteki fihâ
"orada" lafzıyla ilgili şu iki görüş bulunmaktadır:
a) Bu
İfadedeki zahir, "dağiar"a râcidir. Yani, "Biz, perçinler gibi
olan o dağlarda, geniş yollar yarattık" demektir. Bu, Mukâtil ve Dahhâk'ın
görüşü olup, Atâ'nın İbn Abbas'tan yapmış olduğu bir rivayettir. İbn Ömer'in de
şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Dağlar birbirlerine bitişik idi.
Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, Nûh Kavmini suda boğunca, o dağları birbirinden
ayırdı ve böylece, aralarında geniş geniş yollar meydana getirdi."
b) Bu
ifadedeki zamir, yeryüzüne (ard) kelimesine râcidir. Yani, "Biz o
yeryüzünde geniş geniş yollar yarattık" demektir. Bu da, Kelbi'nin
görüşüdür.
[92]
Cenâb-ı Hakk'ın i)j$%
fö& ifadesini takdiri, "hidayete ermeleri için" demektir. Çünkü
Allah hakkında şekkin ve şüphenin düşünülmesi mümkün değildir.
[93]
Bu ifadeyle ilgili şu
iki açıklama yapılmıştır:
a) "Şehirlerine, beldelerine
ulaşsınlar... diye"
manasındadır.
b)
"İstidlal yapmak suretiyle, Allah'ın bir olduğu neticesine ulaşsınlar...
diye" anlamındadır.
Mu'tezile şöyle der:
"Bu açıklama, Allah Teâiâ'nın bütün mükelleflerin, hidâyete ermelerini
istediğini gösterir." Bu konudaki sözümüz daha önce geçmişti.
[94]
Bu ifadeyle ilgili bir
üçüncü açıklama da şudur: "Beldelerine ulaşma" ve "Allah'ın
birliğine ulaşma" ifadeleri, aynı manada müşterek olup, bu da, bir şeye
vasıl olma
ve ulaşma"dır. Binâenaleyh lafız, bu
müşterek manaya hamledilebilir ve bu durumda da ayet, her iki hususu da içine
almış olur. Bundan da, müşterek lafzın, aynı anda iki anlamda kullanılmış
olması sonucu çıkmaz.
[95]
Beşinci ç*ştt delil,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz gökyüzünü de, korunmuş bir tavan yaptık. Onlar ise,
bunun ayetlerinden yüzçevirirler" ayetidir. Bununla ilgili birkaç mesele
vardır[96]:
"Semâ", yere
nisbetle, tıpkı, evin tavanı gibi olduğu için, ona sakf denilmiştir.
[97]
Bu ifadede yer alan
"mahfûzen" kelimesi hakkında şu iki görüş ileri sürülmüştür:
a) "O
diğer tavanlar için sözkonusu olabilen düşmekten ve çökmekten korunmuştur"
demektir. Bu, "Semâyı, izni olmadıkça, yerin üzerine düşmekten o
tutuyor" (Hac. 65) ayeti gibidir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Göğün ve
yerin, O'nun emriyle durması da, yine O'nun ayetlerindendir"(Rûm, 25»
"Şüphesiz "*Jc/ Allah, gökleri ve yeri zeval bulmalarından (korumak
İçin bizzat) tutmaktadır" fmr, 4i) ve "Bunların muhafazası O'na ağır
gelmez" (Bakar*, 255) buyurfnuştur.
b) O
Şeytanlardan korunmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Biz onları taşlanan her
şeytandan koruduk" (h«t, 17) buyurmuştur. Burada bu noktada şu iki
açıklama yapılabilir:
1)
"Gökyüzü, melekler vasıtasıyla şeytanlardan korunmuştur." Birincisi
daha kuvvetlidir, çünkü ayeti bu manaya hamletmek, bu nimete yücelik vasfını
kazandırır. Çünkü Cenâb-ı Hak (c.c) o gökyüzünü mükelleflerin üzerine
düşürmemeyi ve onu korumayı tekeffül etmiş gibidir. İkinci görüş ise, böyle
değildir, çünkü, semâ'dan cinlerin kulak hırsızlığı yapmasından endişe edilmez.
[98]
Cenab-ı Hakk'tn ifadesinin manası, "Onlar, Allah Teâlâ'nın
o semâya, koymuş olduğu delillerden, o semânın hareketlerinden; hareketlerinin
keyfiyyet ve cihetlerinden, gök cisimlerinin doğuş ve batış mevkilerinden ve, o
semâ'nın birbirleriyle bitişip ve birbirlerinden ayrılmalarının, Cenâb-ı
Hakk'ın çok üstün hikmetine ve açık kudretine delâlet eden çok ilginç bir
tertib ve güçlü bir hesap üzere olmasından ibret alma işinden yüz
çeviricidirler" şeklindedir.
[99]
Ayetteki "Onun
ayetinden" şeklinde de okunmuştur ki, buna göre mana, "onlar, onun Cenâb-ı
Hakk'ın, birliğine delâlet etmesinden yüz çeviricidirler" şeklinde olur
ki, bu müfret kelime ile cins mana kastedilmiş olur. Yani "Onlar, o
semâdan kendilerine gelen, meselâ ay ile aydınlanma; yıldızlarla yol bulma,
yağmurlarla yeryüzünün hayat bulması gibi... dünyevî menfaatları gayet iyi
bilmektedirler. Buna rağmen onlar, o semânın, bir Yaratıcı'ntn varlığına ve
O'nun birliğine dair açık bir delil olmasından yüz çeviricidirler"
demektir.
[100]
Altıncı çeşit delil,
Cenâb-ı Hakk'ın "O, geceyi, gündüzü,güneşi ve ayı yaratandır ve bunlardan
her biri kendi yörüngesinde yüzmektedirler" ayetidir. Bu ifadeyle ilgili
birkaç mesele vardır.
[101]
Bil ki Allah
"Onlar ise, bunun ayetlerinden yüz çevirirler" buyurunca, burada ise
o ayetleri tafsilatlı bir biçimde
anlatmıştır. Çünkü
Cenâb-ı Hak, şayet gökyüzüyle yeryüzünü yaratıp, sayelerinde gece ife gündüzün
ve sıcaklıkla soğukluğun herbirini izlemesi gibi bir takım faydaları izhar
etmek için güneş ile ayt yaratmasaydı, Allah'ın kulları üzerindeki nimetleri
kemâle ermiş olamazdı; tam aksine bu, ancak onların kendi yörüngeleri
üzerindeki hareketleri sebebiyle olmuş olurdu. İşte bundan dolayıdır ki Allah,
"bunlardan her biri kendi yörüngesinde yüzmektedirler" buyurmuştur.
Bunu şöyle izah edebiliriz. Gözlemler neticesinde, kevâkib (yıldızlar,
seyyarelerin farklı farklı hareketi olduğu sabit olmuştur. Bu hareketlerin bir
kısmı, doğudan batıya olmak üzere, "kevâkib"in tamamını içine alır
ki, bu güneşin günlük hareketidir. Diğer taraftan, felsefecilerin ve
astronomların ekserisi şöyle derler: "Burada, batıdan doğuya doğru olan
diğer bir hareket daha vardır ki, bu hareket yedi gezegende açık, sabit
olanlarda da ise, adeta gizli ve görünmez haldedir." Bunlar görüşlerin şu
şekilde istidlalde bulunmuşlardır: "Biz gezegen yıldızları şu şekilde
görmekteyiz: Bunlar ne zaman hızlıca hareket ettiğinde, kendilerine, daha yavaş
hareket diğeri yaklaştığında, o bu yaklaşmadan sonra, doğu tarafına doğru onun
önüne geçer. Bu hareket tarzı, ayda çok açık biçimde görülmektedir. Çünkü ay,
batı tarafında güneşten uzak bir yerde bir veya iki gün süreyle görünmezken,
sonra ortaya çıkar. Sonra o ay, her gece, yaklaşık onbeş gün müddet içinde
güneşin tam karşısına geçinceye kadar güneşten uzaklaşmasını sürdürür. Ay, burç
noktalarında yoluna devam ederken, onun doğusunda olan her yıldız da, her gece,
sürekli olarak ona yaklaşır. O yıldızlar, aya yetişip ulaşttğında, o ayı doğu
tarafından örter. Böylece o yıldızlar da, ayın batı tarafıyla örtülmüş,
gözükmez hale gelmiş olur. Böylece biz, bu gezegen yıldızların, batı'dan doğuya
doğru bir hareketini olduğunu anlamış olduk. Aynen bunun gibi, burçlar
birbirlerini takib edip izlerken, sabit yıldızların da yavaş hareketlerinin
olduğunu görmekteyiz. Böylece de biz, o sabit yıldızların da batıdan doğuya
doğru bir hareketlerinin bulunduğunu anlamış oluyoruz." İşte
felsefecilerin ve astronomların ileri sürdükleri görüş budur.
Biz bu hususta onlara
muhalefet ediyor ve şöyfe diyoruz: Bu imkansızdır. Çünkü, mesela güneş şayet
zâtı gereği batıdan doğuya doğru yavaş bir biçimde hareket etmiş olsaydı,
-güneşin günlük hareketi sebebiyle batıdan doğuya doğru hareket ettiğinde de
şüphe yoktur, o zaman tek bir kütlenin, aynı anda iki farklı yöne doğru iki
türlü *ıareket etmesi gerekirdi ki, bu imkansızdır. Çünkü bir tarafa doğru olan
hareket, o tarafa doğru hareket edenin, o cihetle bulunmasını gerektirir.
Binâenaleyh, şayet aynı anda tek bir cisim, iki farklı cihete doğru hareket
etmiş olsaydı, o zaman onun aynı anda iki farklı yerde olması gerekirdi ki, bu
imkansızdır.
İmdi, şayet denirse
ki: "Güneş batıya doğru harekelettiğinde, onun hareketinin tarafında son bulduğunun ileri sürülmesi
niçin caiz olmasın? Hem, sizin r-ahsettiiniz şey, üzerinde aksi tarafa doğru
hareket eden karıncanın bulunduğu değirmen taşıyla bir tenakuz teşkil
eder!" cevaben biz deriz ki: Birincisi, sizin usûl ve kaidelerinize göre
doğru olmaz. Çünkü, size göre feleklerin hareketi, son -j maktan korunmuştur
(devamlıdır, son bulmaz.) İkincisine gelince, bu olması - jhtemel olan bir
misâldir. Ama bizim zikrettiğimiz şey ise, kesin ve net bir delildir. B
nâenaleyh bu ona karşı koyamaz.
Felsefecilerin ve
astronomların, yıldızların batıdan doğuya doğru hareket eriklerine dair
getirdikleri delillere gelince, bunlar zayrftır. Çünkü niçin, "Bütün
yıldızlar aoğudan batıya, doğru hareket etmektedirler. Ancak ne var ki, onların
bir kısmı diğer Dr kısmından daha yavaş hareket etmektedir. Böylece onların bir
kısmı bir kısmından geri kalır da onun aksi istikamete doğru hareket ettiği
zannedilir" denilmesin? Mesela, en büyü feleğin, bir günün başlangıcından
ikinci günün başlangıcına kadar olan devri, am bir devirdir. Yine, sabit
feleğin, bir günü başlangıcından ikinci günün başlangıcına adar olan devri de,
tam bir devirdir.
Ancak ne var ki bu,
ikinci bir miktardır, durumdur. Böylece, bu ikinci mikdar ve auruma göre, sabit
feleğin, başka bir cihete doğru hareket ettiği zannedilmiştir. walbuki, aslında
böyle değildir. Tam aksine bu, ikinci mikdara göre geri kalmıştır. Bu takdire
göre, hepsinin yönü, doğudur ve bunların en hızlısı da günlük olarak
hareketlerini tamamlayanlardır. Hızlılık bakımından bunları, sabit felekler
izler. Sabit feleklerin peşine zuhal gelir. Ve bu iş, Ay feleğine gelinceye
değin, böyle devam eder. Ay feleği ise, feleklerin en yavaş hareket edenidir.
Kendisini, bahsettiğimiz akli delilin de desteklediği bu husus, var oluştaki
tertibe daha yakındır. Çünkü bu takdire göre, en hızlı hareket eden, Felek-i
muhit olmuş olur ki, bu en büyük felektir. En yavaş olanı ise, bu Felek-i
Muhit'e en uzak olan kütledir ki, bu da yeryüzüdür. Sonra, Felek-i Muhit'e en
yakın olan, en hıziı hareket eden; en uzak olan da, en yavaş hareket edendir.
Bizim bu söylediğimiz şey, feleklerin boylamlarına göre hareketleridir.
Bunların enlemlerine göre olan hareketlerine gelince, bunlar açık olup bu,
onların kuzeye ve güneye doğru meyil ve eğimlerinin farklılığı sebebiyle olur.
Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, şimdi biz diyoruz ki: şayet,
yıldızların eğim ve meyil (itibariyle) bir hareketleri olmasaydı, o zaman tesir
(tabiat olayları) tek bir bölgeye tahsis edilmiş olur, diğer taraflarda, bundan
elde edilecek olan faydalardan hali olmuş olurdu. Bu mantıkaya yakın olanların
halleri, birbirine benzer olur ve buradaki kuvvet ve tesir de, tek bir
keyfiyyetin ifadesi olmuş olur. Binâenaleyh, o tek keyfiyyet, sıcaklık ise, o
bütün rutubet ve nemleri yok eder ve onların hepsini kurutur ve sıcağa
dönüştürür. Netice olarak diyebiliriz ki: Yıldızların
geçiş noktalarının hizasında bulunan bölgeler bir keyfiyyet üzere, onun
hizasında olmayan yerler, başka bir keyfiyyet, bu ikisi arasında bulunan yerler
ise, diğer bir keyfiyyet üzere olurlar. Böylece de bir yerde devamlı kış olur
ve orada fırtınalar eser, başka bir yerde de, ortalığın yanıp kavrulmasını doğuran devamlı yaz olur, bir
yer devamlı ilk bahar bir yerde, devamlı surette, kendisinde bitki ve
meyvelerin olgunlaşmadığı bir sonbahar mevsimi yasardı. Şayet, birbirini
izleyen dönüşler (mevsimler) olmasaydı, yıldız da yavaş biçimde hareket eder
olsaydı, o zaman o eğimin faydası az, tesiri ise, son derece fazla olurdu.
Böylece, eğim olmaması durumunda meydana gelecek olan şeye yakın bir şey arız
olur, meydana gelirdi. Şayet, yıldızların hareketi şu anda olduğundan daha
hızlı olsaydı, şu anda elde edilen menfaatler, tam ve mükemmel olarak elde
edilemezdi. Ama burada, bir müddet bir yöne doğru hareketi muhafaza eden, sonra
da, İhtiyaca göre, başka bir cihete geçen ve her cihette belli bir müddet kalan
bir eğim bulunsaydı, bu sebeple onun tesiri, ifrat ve tefrit taraflarından uzak
olduğu halde, tam olarak bulunmuş olurdu, (ki, durum da böyledir) Netice olarak
diyebiliriz ki, akıllar Cenâb-ı Hakk'ın sırlarından pek azına vakıf
olabilmektedirler. Üstün hikmeti ve sonsuz kudretiyle, âlemi yaratıp İrâde eden
Allah'ı (c.c) takdis ve tenzih ederiz:
[102]
Cemiyyet ve küllilik
manasının meydana gelebilmesi için,
ifadesine
güneş, ay ve yıldızlar dahil olur. Binâenaleyh, her ne kadar bu ayette,
"yıldızlar"
ifadesi geçmemiş ise
de, fiildeki zamirin bunları da içine almasından dolayı, onlar da zikredilmiş
gibidir.
[103]
Arapça'da
"felek" dönen bir şey demek olup, bunun
çoğulu eflâkdur. Alimler bu hususta farklı farklı görüşler
ileri sürmüşlerdir.
Bazıları, feleğin, bir cisim (maddi bir şey)
olmadığını, bunun o yıldızların, döndüğü mahal ve yer
(yörünge) anlamına geldiğini söylemişlerdir ki, bu
Dahhâk'ın görüşüdür. Ekseri ulemâ
İse,
"Hayır, bunlar yıldızların, üzerinde dönmüş oldukları maddî
şeylerdir" demişlerdir
ki, bu Kur'ân'ın
nassına daha yakındır. Bu görüşte olanlar da, kendi aralarında, bunun
keyfiyyeti hususunda İhtilâf etmişlerdir.
Bu cümleden olarak
bazıları, "Felek, güneşin, ayın ve yıldızların içinde ve kendisinde
hareket ettiği çevrelenmiş bir dairedir" derken, Kelbî, "Bu,
kendisinde, yıldızların akıp gittiği, bir su kütlesidir" demiş ve
görüşünü, "çünkü yüzmek ancak su içinde olur" demiştir. Biz diyoruz
ki: Biz bunu kabul edemeyiz. Çünkü, yarışırken ve koşarken, ayaklarını iyice
gererek atan ata, "(Adetâ) yüzüyor!" denilir. Felsefecilerin ve
astronomların ekseri ise şöyle demişlerdir: "Felek, ağır ve hafif olmayan;
delinmeyi, yapışmayı, büyümeyi, solmayı kabul etmeyen, katı kütledir."
Felfesecilerin görüşlerine karşı olan sözler ve açıklamalar, ilgili kitablarda
ele
alınmıştır. Doğru olan ise, göklerin
vasıflarını bilmenin yolunun ancak nakilden geçtiğidir.
[104]
İnsanlar, yıldızların
hareketleri hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu hususta mümkün olan izah tarzı
üçtür:
a) Çünkü, ya
felek sakin olur, kendisindeki yıldız ise, tıpkı
durgun sudaki balığın hareketi gibi hareket eder.
b) Hem felek
hem de yıldız, hareket halindedir. Bunların hareketi, ya birbirlerine m*br,ya
da aynt istikamette olup, hareketleri, hız ve yavaş olma açısından birbirlerine eşittirler, ya da farklıdırlar.
c) Felek,
hareket halinde, yıldızsa durgun ve hareketsiz. Birinci görüşe gelince,
tttaefeciler, bunun temelsiz olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu, feleklerin
delinmesini
eder. Bu ise, imkansızdır. İkinci görüşe
gelince, bu durumda, yıldızın hareketi eğm hareketine aykırı olarak
düşünülürse, bu da, yanılmayı ve delinmeyi gerektirir. • r«. yıldızın hareketi,
feleğin hareketi istikametinde olur, ama hız yavaşlılık açısından o-a aykırı
olursa, yine delinme söz konusu olur. Yok eğer, hem cihet, hem de yiMşlılık ve
sürat açısından da denk olurlarsa, yine delinme söz konusudur. Çünkü, »tazın
hareketi, feleğin hareketi sebebiyle arz? bir hareket olup, böylece onun zatî
•fen hareketi, artmaya devam eder, bu sebeple de delinme söz konusu olmuş olur.
fcaenaleyh, geriye sadece üçüncü kısım kalır ki, bu da yıldızın feleğe
gömülmesi m onun içinde hareketsiz olması, feleğin ise, hareket etmesi ve
feleğin bu hareketi sebebiyle yıldızın hareket etmesidir.
Bil ki bu görüşlerin
dayanağı, feleklerin delinmesinin imkansızlığıdır. Halbuki bu, aettdır. Tam
aksine gerçek olan, bu üç kısmın da ihtimâl dahilinde olması ve Allah Teeia'nın
da her türlü mümkinata kadir olmasıdır. Kur'ân'ın kendisine delâlet etitği us
ise, feleklerin durgunluğu, yıldızların ise o feleklerde, tıpkı balığın suda
yüzmesi yüzüyor olduklarıdır.
[105]
Keşşaf Sahibi şöyle
demiştir: kelimesindaki tenvin,
muzâf ileyh'den bedel olup, ifadenin takdiri, "onların hepsi" şeklindedir. Allah
en iyisini bilendir.
[106]
Ebu Ali İbn Sfnâ,
Cenâb-ı Hakk'ın, "yüzerler
ifadesine dayanarak, yıldızların "nâtık"
oldukları (konuşan
varlıklar) olduklarına
istidlalde bulunmuş, ve şöyle demiştir:
vâv-nûn
ile çoğul olma, ancak akıllı varlıklar için düşünülebilir. Bir de, Cenâb-ı Hak,
Güneşi ve ayı, onları bana secde eder halde
gördü"(Yusuf, 4) buyurmuştur.
Buna
şöyle cevap verilebilir: Vâv zamiri, akıllı varlıklar için, onların fiillerini
.asfetmek için kullanılmaktadır ki, bu fiil de yüzme
işidir. Keşşaf sahibi söyle der:
sen
şayet" cümlenin irâbtaki mahalli nedir?" diye soracak olursan, ben
derim ki,
Ya, "Şems" (güneş) ve
"kamer" (ay) kelimelerinden hâl olarak mansûbtur, yahut da, müstenef
bir cümle olduğu için irâbta mahalli yoktur. Buna göre sen şayet, "Güneş
ile ay'dan her biri, başlı başına bir felektir; daha nasıl, "onların hepsi
bir felekte yüzüyorlar denilmiştir?" dersen, ben derim ki: Bu ifade,
Arabların tıpkı, "Herbirini" manasında olarak, "Emir onlara
elbise giydirdi ve onlara kılıç kuşandırdı" demeleri gibidir..."
[107]
"Biz senden evvel
de, hiçbir beşere ebedilik vermedik. Şimdi sen ölürsen, (sanki) onlar baki
midirler? Her can ölümü tadıcıdır. Sizi bir imtihan olarak,
hayır ile de şer ile de deniyoruz. Ancak bize
döndürüleceksiniz. O küfredenler seni gördükleri zaman, seni, alay konusu
yapanlar "Sizin
tanrılarınızı diline
dolayan bu mu?" derler. Halbuki onlar, Rahmanın zikrini inkâr ile, kâfir
olanların ta kendileridir"(Enbiya, 34-36).
Bil ki, Cenâb-ı Hak,
bir önceki kısımda ve ayetlerde, izaha çalıştığımız gibi, bu altı şeyle
istidlalde bulunup ve o şeylerde dünyevi nimetlerin temellerini teşkil edince,
bunun peşinden, dünyayı, baki kalması ve devam etmesi veyahutta dünyanın
kendileri için yaratıldığı varlıkların orada ebedi kalmaları için değil, tam
aksine onu, bir imtihan ve denemek için, sayesinde de, ebedi yurt olan âhirete
nail olabilmek için yarattığına dikkatleri yöneltecek olan şeyi getirmiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Biz senden evvel de, hiçbir beşere ebedilik vermedik" buyruğuna
gelince, bu hususta şu üç izah yapılmıştır:
a) Mukatll
şöyle der: "Bir takım kimseler, "Hz. Muhammed (s.a.s) ölmez"
diyorlardı. İşte bunun üzerine bu ayet nazil oldu.
b) Onlar,
"Hz. Muhammed'in öleceğini ve onun ölümüyle de sevineceklerini Myyül
ediyor düşünüyorlardı. Böylece, Cenâb-ı
Hak o kimselerin, bununla elerini
nefyetmiştir. Yani, "Allah Teâlâ, dünyada, hiçbir beşerin ebedi acağına,
senin ve onların, ölüme maruz kalacağına hükmetmiştir. Şimdi sen öleceksin de,
ontar baki mi kalacaklar? Hayır, böyle değil" demek istemiştir. Şairin
Bizim başımıza gelenlerden ötürü sevinenlere de ki, Uyanın ve kendinize gelin.
ete sevinenler de bir gün bizim karşılaştığımızla karşılaşacaklar"
şeklindeki de, bu anlamdadır.
c) Şu da
muhtemeldir: Hz. Peygamber (s.a.s)'in Hatemu'l-Enbiyâ olduğu ortaya a. birisi
onun ölmeyeceğini, çünkü ölmesi halinde şeriatının değişeceğini ımüş olabilir.
İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak ölüm konusunda, onun durumunun, : ger peygamberler
gibi olduğuna dikkat çekmiştir.
Ayetteki "Her can
ölümü tadıcıdır" buyruğuna gelince, bu hususta birkaç bahis vardır:
[108]
Birinci bahis: Ayetin
umumiliği, tahsis edilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak da, bir "dir. Çünkü
Cenâb-ı Hak, "Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ama ben senin ssmcte olanı
bilemem" (Mâide. ne> buyurmuştur. Zira Cenâb-ı Hakk'ın ölmesi _ün
değildir. Cansız varlıklar da birer "nefis"dir. Halbuki onlar için de
ölme söz - -su değildir. Tahsis edilen âmm ifade; hüccet olmaya devam eder.
Binâenaleyh ı ayetle, bu sayılan şeylerin (tahsise uğrayan kısımlarının)
dışında amel edilmeye Mam edilir ki bu da felfesecilerin, "Beşerî ruhlar,
bedeni terkeden akıllar (canlar), e<: nefisler ölmezler" şeklindeki
görüşlerini ibtâl eder.
[109]
İkinci bahis: Ayetteki
"zevk"i (tadı) zahirî manasına almak mümkün değildir. !r«ü ölüm,
yenilecek şeyden birşey değildir ki tadılsın. Aksine zevk (tadma), belli '
algılamadır. Binâenaleyh bu ifadeyi, mecazî bir algılama saymak caizdir. Ayette
dilen "ölüm" ile de, ölümün işaret emareleri olan, büyük acılar
kastedilmiştir, inkü ölümden önce, onu tadmak imkansızdır. Ölüm meydana
geldiğinde ise insan ~ölmüş olur. Ölü ise, hiçbir şeyi idrâk edemez.
Üçüncü bahis:
"Zâikatü'l-mevti" (ölümü tadıcı) ifadesindeki izafet, lafzı bir
ıtettır. Çünkü bu, tıpkı o£a)1 Jp* j£ "Avı helal sayıcı olmaksızın"
(Mâkie, i) ve "Kabeye ulaşan bir kurban olarak" (Mâıoe. 95) ifadeleri
gibi, gelecekte ıcak bir işe aittir.
[110]
Hak Teâlâ 'nın bir imtihan oiarak, hayır ile de, şer ile de
deniyoruz. Ancak bize döndürüleceksiniz" ifadesi ile ilgili birkaç mesele
vardır:
[111]
Deneme, ancak mükellef
tutma var ise olur. O halde bu ayet insanlar için bir mükellefiyetin olduğuna
delâlet ediyor.
Yine bu ayet, Hak SubhânehÛ ve Teâlâ'nın,
bir zorluğu bulunsa bile emrettiği ve nehyettiği şeylerle mükellef tutmayla
yetinmeyip, aksine insanı şu iki şeyle denediğine de delâlet ediyor:
a) "Hayır" dediği şeylerle... Bunlar,
dünyadaki sıhhat, lezzet (tad), sevinç ve insanın umduğunu elde etmesi gibi dünyevi
nimetlerdir.
b)
"Şer" dediği şeyler... Bunlar, fakirlik, elemler ve mükellefin başına
gelen diğer sıkıntılar gibi dünyevî zararlardır. Böylece Allah Teâlâ
mükellefin, kendisine verilenlere şükretmesi ve sıkıntılara sabretmesi İçin, bu
iki şey arasında mekik dokuduğunu ve vazifesini yaptığında, mükafaatının büyük
olacağını beyân etmiştir.
[112]
Cenâb-ı Hak, henüz
onlar daha gelmezden Önce, insanlann nasıl amel edip davranacaklarını bildiği
halde, şekil itibarıyla imtihana benzediği için, bu (mükellefiyete mecazen),
ibtita (imtihan) demiştir.
[113]
Keşşaf Sahibi,
ayetteki "fitne" kelimesinin
(deneriz) fiilin lafzından olmayan.te'kidî bir mef'ûl-ü mutlak olduğunu
söylemiştir.
[114]
Tenâsühcüler, görüşlerinin doğru olduğuna, ayetteki,
"Ancak Bize döndürüleceksiniz" ifadesini delil getirerek,
"Bir yere dönme, önceden o yerde bulunmuş olmayı
gösterir" demişlerdir. Buna biz: "Bu ifade,
mecazî bir ifadedir" diyerek cevab veririz.
[115]
Ayetteki, "Ancak
Bize döndürüleceksiniz" ifadesi ile,"onlar, Allah'ın hükmüne,
hesabına ve amellerine göre
karşılık vermesine
dönüp varacaklardır" manası kastedilmiştir. Binâenaleyh Allah Teâlâ, bu
ifadesi ile, tenâsühcülerin, öldükten sonra dirilmeyi ve ahireti kabul etmeyen
görüşlerinin bâtıl olduğunu beyân etmiştir. Tenâsühcüler bu ayeti delil
getirerek şöyle demişlerdir: "Ayette bahsedilen dönme, daha Önce
kendisinde bulunulmuş olan bir yere olur. Demek ki biz, bu âleme gelmezden önce
orada imişiz" demişlerdir. Mücessime de, "biz, cisimiz. Binâenaleyh
Allah'a döndürülecek olmamız, Allah'ın da cisim olmasını gerektiir"
diyerek istidlal etmişlerdir. Bunlara verilecek cevablar, bu kitabın (tefsirin)
pek çok yerinde geçmiştir.
[116]
Hak Teâlâ,"O
küfredenler seni gördükleri an. sen; feWhzâ (mevzûundan) başka bir şey
edinmezler" buyurmuştur. Süddf m Mukatil bu ifadenin EbO Cehil hakkında
nazil olduğunu söylemişlerdir: Hz. :r (s.a.s) Ebû Süfyan ile birlikte iken, Ebû
Cehil'e rastladı. Ebû Cehil, Süfyan'a: "Bu, Abdumenaf oğulların m
peygamberidir" deyince, Ebû Süfyan: onun Abdumenâfoğu Harın in peygamberi
oluşunun yadırgamıyorsun (öyle mi?)" derken Hz. Peygamber (s.a.s), onların
sözünü duydu ve Ebu Cehil'e: "Ben, amcan VelkJ b. Muğire'nin basına gelen
belanın, senin de başına geleceğini lrüyorum. Ey Ebû Süfyan, sana gelince, sen
bu sözü hamiyyetinden taassubundan, sülaleni müdafaa gayretinden) dolayı
söyledin" dedi. İşte bu ayet jzerine
nazil oldu.
Cenâb-ı Hak sonfa bu
hususu, tâ "Sizin tanrılarınızı diline *a.an bu mu?" (derler)"
ifadesi ile açıklamıştır. Zikretme (anma, diline dolama), "ayır ile, ya aksi ile olur. Binâenaleyh
durum, bu ikisine de delâlet ettiği için, ifade
(genel kullanılıp, takyid edilmemiş (sınırlandırılmamıştır). Bu tıpkı
bir kimseye, Tîatancanın senden bahsettiğini duydum" demen gibidir.
Binâenaleyh o bahseden «§ar. bu kimsenin dostu ise, bu bahsetme bir övgüdür,
eğer düşmanı ise, bir zemm avama, tenkid) olmuş olur. Hak Teâlâ'nın,
"fbrahim denilen bir gencin o (putlardan) bûoemğini duyduk" (Enbiya,
eo) ifadesi de böyledir. Bu, "İbrahim (a.s) o putların ıra Dud
olmadıklarını söylüyor ve onlara ibadet etmenin saçmalık olduğundan
Bahsediyor" demektir.
Hak Teâlâ'nın
"Halbuki Rahman'm zikrini inkar ile, olanlar onlardır" ifadesi,
"onlar, kendilerini yaratan, nzıklandıran, öldüren, Rahman'ı zikretmeyi
kabul etmemelerinin yanı sıra, kendilerine hiçbir fayda zararı olmayan
ilahlarını zikrederek, o peygamberi ayıplıyorlar. Halbuki bundan na çirkin ve
saçma bir şey yoktur" demektir. Bu manaya göre, onların istihza, alay, ve
kınamaları, şuursuzluklarından dolayı olmuş olur. "Rahman'm zikri"
ile, ^tS'ftn'ın ve ilâhî kitabların kastedilmiş olması da muhtemeldir. Buna
göre, ayette aan (onlar) zamirinin iki kere getirilmesindeki hikmet şudur:
"Birincisi, böyle yapan »re bir işarettir. İkincisi ise, bu işin onlara
has olduğunu gösteren bir ifadedir, sonra bu zamirin tekrar edilmiş olmasında,
onların böyle yaptıklarını iyice ve yaptıkları bu işin çok vahim olduğunu belirtme
yatmaktadır.
[117]
"insan aceleden
yaratıldı. Size ayetlerimi göstereceğim. Benden onu acele
istemeyin. "Eğer sâdıklar iseniz, va'id ne
zaman?" derler. O kâfirler
yüzlerinden
ve arkalarından, ateşi kesinlikle menedemeyecekleri ve
kendilerinin yardım göremeyecekleri zamanı bir
bilselerdi! Belki bu, onlara
ansızın gelecek ve
kendilerini şaşırtacaktır. Artık onu geri çevirmeye güç
yetiremeyeceklerdir. Onlara mühlet de verilmeyecek.
Andolsun senden
evvelki peygamberlerle de istihza edildi,
fakat alay etmekte oldukları şeyler,
istihza
eden o maskaraların kendilerini kuşattı"
(Enbiya J7-41).
[118]
Hak Teâlâ'nm,
"İnsan aceleden yaratıldı" ifadesi ile ilgili birkaç mesele
bulunmaktadır:
Ayetteki "insan"
ile ne kastedildiği hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür:
Birinci Görüş:
a) Bununla insan türü kastedilmiştir.
b) Bununla belli bir şahıs kastedilmiştir.
Birinci görüşü şöyle
izah ederiz: Bu insanlar, kendilerini Allah'ı bilmeye ve tanımaya mecbur eden,
Allah'ın azabının ve ayetlerin hemen gelmesini istiyor ve "Bu va'id ne
zaman?" diyorlardı. İşte bu ifade ile Cenâb-ı Hak, onları bundan
vazgeçirmeyi istemiş ve önce insan türünü çok aceleci oluşundan dolayı kınamış,
sonra onları bu işlerinden menetmiştir. Buna göre Cenâb- Hak sanki, "Sizin
aceleci oluşunuz, uzak görülecek bir ihtimal değil. Çünkü siz zaten böyle
yaratıldınız. Bu
sizin huyunuz ve
karakterinizdir" demek istemiştir. Buna göre eğer, ''Sözün önünün mutlaka
sonu ile uygun olması gerekir. Ama insanın aceleden (aceleci) yaratılmış aması,
bu hususta mazur sayılmasını gerektirir. Binâenaleyh sözün başı böyle iken,
Cenâb-ı Hak niçin, (sözün devamında), "Benden onu acele istemeyin'
buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki: "Engelleyen şey ne kadar güçlü
ve kuvvetli , ona muhalefet de o nisbetle güçlü olur. Binâenaleyh Allah Teâlâ
bu ifadesi ve aceleciliği bırakmanın, kıymetli, yüce ve arzulanan bir şey
olduğuna dikkat
İkinci Görüş: Ayetteki
"insan" ile, belli bir şahıs kasd edilmiştir. Bu hususta iki gönjş
söylenmiştir:
a) Bu
"insan" ile, Hz. Âdem (a.s) kastedilmiştir. Bu Mücâhid, Sa'id b.
Cübeyr, Itrime, Süddî, Kelbî, Mukâtii ve Dahhâk'in görüşüdür. İbn Cüreyc ve
Leys b. Ebî Suteym, Mücâhidin şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Allah
Teâlâ, Hz. Âdem (a.s)'i, -ıe^eyi yarattıktan sonra, Cuma gününün sonuna doğru
yaratmıştır. Ruh (can) henüz Dnjn kafasına girip, bedenin aşağılarına ulaşmadan
ö.ıce, "Ya Rabbî, beni güneş kalmadan önce yaratıp tamamlaman hususunda
acele etmeni istiyorum" demiştir" uvfs, "işte ayetteki
"insan aceleden yaratıldı" ifadesi, bu manayadır" der. Süddî'nin
ae şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allah Teâlâ, Âdem (a.s)'in bedenine
ruhu (canı) iaeyip, rûh (önce) kafasını sardığında hapşurdu. Bunun üzerine
melekler ona,
Elhamdülillah" de" dediler O
da, böyle söyledi. Bunun üzerine, Allah Teâlâ ona
Yerhamüke Allahu" (Rabbin sana rahmet etsin) dedi. Ruh, gözlerine
ulaşınca,
cennet meyvelerini gördü. Derken rûh,
karnına ulaşınca, yeme arzusu duydu. Böylece
ae, rûh daha ayaklarına ulaşmadan, cennetin meyvelerini yemeye başladı.
İşt
Âdemoğlunda aceleci olma özelliğini
bırakan, Hz. Âdem (a.s)'dir.'
b) Atâ'nın
rivayetine göre, İbn Abbas (r.a) şöyle der: "Bu ayet, Nadr b. Haris âri
hakkında nazil olmuş olup, ayetteki "insan" lafzı ile o kastedilmiştir.
'
Bil ki birinci görüş,
daha uygundur. Çünkü ayetin maksadı, o insanları zemmetmektir. Bu da ancak,
ayetteki "insan" lafzını, bütün insan (türü) manasına çığımızda, söz
konusu olur.
[119]
Müfessirlerin bir
kısmı ayeti zahirî manası ile alırlarken, bazıları ayette bir kalb (takdim-tehirin)
olduğunu ileri
sürmüşlerdir.
Birincilerin bu husustaki izahları şunlardır:
1) Muhakkik
âlimlere göre, ayetteki, "İnsan aceleden yaratıldı" ifadesi,
"insan, aceleci olarak yaratıldı" manasındadır. Bu, mübalağatı olsun
diye (yani çok aceleci olduğunu göstersin diye) böyle ifade edilmiştir. Bu.
tıpk. zeki bir kimseye, "O, yanan, parıldayan bir ateştir"
denilmesine benzer. Vaplar, sazan insanı, ondan çokça sâdır olan iş ile
adlandırırak, mesela, "Sen, sırf yeme
ve
uyumasın", "O, ancak gitme ve gelmedir" derler. Nitekim şâir de
şöyle demiştir:
"O, gaflet
ettiğinde hatırlamalı değil miydi? (Böyledir, işte). O ancak, bir yönelme ve
sırt çevirmedir. (Bazan yüzüne güler, bazan arka döner)" Bu izah, Hak
Teâlâ'ntn, "İnsan çok acelecidir" (in, nj ayeti ile de desteklenir.
Müberred bu ifadeye, "Acele etmek, insanın özelliğidir" manasını
verir. Bu da, tıpkı "Allah sizi bir za'fdan yarattı" yani "zayıf
ve âciz olarak yarattı" (Rum, 54) ayeti gibidir.
2) Ebû
Ubeyd, "acele" lafzı, Himyer lügatına göre, "çamur"
demektir. Nrtekim
şâir,
"Hurma su ile
çamur arasında olur" demiştir.
3) Ahfeş,
"Ayetteki"İfadesi, "hemen (birçırpıda) söylenen bir (kün-ol)
emrinden (emri ile) yaratılmıştır" manasınadır" der.
4) Hasan
el-Basrî, "Bu"zayıflıktan, zayıf olarak" manasınadır"
demiştir.
Ayette bir kalb
(takdim-tehir) olduğunu söyleyenler bu ifadenin, "Acele, insandan
yaratıldı (çıktı)" takdirinde olduğunu ve tıpkı,
''Kafirlerin cehenneme sunuldukları gün"(Ahkaf.
34) ayeti gibi olduğunu, bu ayetin, 'Cehennemin kâfirlere sunulduğu gün"
manasında olduğunu söylemişlerdir.
Doğruya en yakın görüş
birincisi, en uzağı bu sonuncusudur. Çünkü sözü, olduğu sıra (dizi) üzere doğru
bir manaya hamletmek mümkün ise, "Kalb" (takdim-tehir) ile elde edilecek
bir manaya hamletmekten, bu daha uygundur. Hem sonra, "Acele insandan
yaratıldı" demede, birçok mecazî manalar vardır. Binâenaleyh ayetin
nazmını (normal sırasını) değiştirip, mecazî olacak bir cümle haline getirmenin
manası yoktur.
[120]
Birisi çıkıp şöyle
diyebilir: "O insanlar, bu tehdidi (va'idi), geleceğine inanmadıkları için,
acele getirilmesini istemişlerdi.
Bu şekilde olan için, hakikatte "aceleci" denilmez.
Buna şöyle cevab
veririz: Onların bu şekilde acele etmeleri, daha fazla kınamayı gerektirir.
Çünkü kişinin, belli bir işte acele etmesi zemmedilince, bilmediği bir hususta
acele etmesi daha çok zemmi gerektirir. Hem, onların uhrevî ceza ve dünyevî
helak gibi, tehdid edildikleri şeyleri acele tarafından istemeleri, ölümü acele
istemeleri manasına gelir ve onlar ölümü biliyorlar. Dolayısıyla onlar gerçek
manada aceleci olmuş olurlar.
Cenâb-ı Allah'ın, "Size ayetlerimi göstereceğim. Benden
onu acele istemeyin " ayetine gelince, (bil ki) âlimler burada geçen
"ayetler" ve ne murad edildiği hususunda şu değişik izahları
yapmışlardır:
1) Bunlar,
peşin dünyevî helak ve âhiretteki azabtır. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak,
"Acele etmeyin" yani, "Onlar, hiç şüphesiz vaktinde
gelecektir" demiştir.
2) Bunlar,
Allah Teâlâ'nın vahdaniyyetinin (birliğinin) ve, Hz. Muhammed (s.a.s)'in
doğruluğunun delilleridir.
3) Bunlar,
Şam ve Yemen de daha önce yaşamış olan ümmetlerin eser ve izleridir. Birinci
mana, ayetin nazmına (siyak-sibakına) daha uygundur.
Cenâb-ı Hak "Eğer
sadıklar iseniz, bu va'id ne zaman?" derler" buyurmuştur. Bil ki bu
istihza üslûbu ile zikredilen kınanan acele ediş, tıpkı Hak Teâiâ'nın,
"Sen o azabı acele (getirmeni) istiyorlar. Eğer (onun) belirlenmiş
(mukadder) bir zamanı olmasaydı, mutlaka o azab onlara gelirdi" wet>ut.
53) ayetinde belirtilen acele ediş gibidir. Bil ki Allah Teâlâ, onların bu
sözü, cahillikleri ve gafletlerinden ötürü söylediklerini beyan buyurmuş,
peşisıra da bundan doğacak üzüntüyü Hz. Peygamber (s.a.s)'in kalbinden gidermek
için şu iki şeyi zikretmiştir:
1) Bu
istihzayı yapanların başına, çok şiddetli bir azabın geleceğini beyân ederek,
"O kâfirler yüzlerinden ve arkalarından, ateşi kesinlikle
menedemeyecekleri ve kendilerinin yardım göremeyecekleri zamanı bir
bilselerdi!" buyurmuştur. Keşşaf Sahibi şöyle der: "Ayetteki Lev
(Eğer) edatının cevabı mahzuftur ve J^ (o zaman) kelimesi fiilin mef'ulü
bihidir, yani "Eğer onlar, "Bu va'id ne zaman?" diye sordukları
o zamanın, kendilerini arkadan ve önden ateşin kuşatacağı çetin bir zaman olduğunu,
o azabı, savuşturmaya kadir olmayacaklarını ve "Allah'ın hışmı bize gelip
çatarsa, kim bize yardım edebilir?"m1 mm, 29) ayetinde de belirtildiği
gibi, kendilerine yardım edecek hiç kimsenin bulunmayacağını bilselerdi, bu
inkar, alay ve azabı acele isteme vasıflarına sahib olmazlardı. Fakat onların
bunu bilmeyişleri, işte bu işi kendilerine basit ve önemsiz göstermiştir. Bu
cümlenin cevabına delâlet edecek husus ayette saha önce geçtiği için, burada
cevabın böylece hazfedilmesi. güzel ve yerinde olmuştur. Bu, daha beliğ bir
üslubtur. Hak Teâlâ'nın, "Eğer o zalimler görseydiler" ama, 165)
"Sen, melekler o kâfirlerin canını alırken bir görseydin "(Entai. 50)
ve "Eğer Kur'ân ile dağlar yürütülseydi"(fd, 31) ayetleri de
böyledir. Ayette özellikle "yüzleri" «e "arkaları" zikredilmiştir.
Çünkü azabın bu yerleri tutuşu daha şiddetli olur. Bir m bu iki yer, insanın
kendisinden zararı defetmesinde çokça
kullanılır.
[121]
Sonra Cenâb-ı Hak, bu
azabın şiddetini beyan edince, onun gelme vaktinin,
insanlarca bilinemediğini, aksine onlara o azabın, hiç
ummadıkları, hesab etmedikleri ve hazırlıklı olmadıktan bir zamanda geleceğini
beyan buyurmuştur.
Ayetteki, ifadesi,
"O, onları hayretle bırakır. Onu reddetmeye (savuşturmaya) hiçbir çare
bulamazlar ve başlarına gelen hususunda bir çıkış yotu elde edemezler"
demektir ise, "Onlara tevbe etmeleri ve mazeret beyan etmeleri için mühlet
de tanınmaz" demektir. Bil ki Allah Teâlâ, böyle olmasında fayda olduğu
için, mükelleflere ölüm ve kıyamet vaktini bildirmemiştir. Çünkü kişi, bunların
gizli olması durumunda, daha çok çekinir ve günahlarını telâfi etmeye daha çok
uğraşır.
[122]
Cenâb-ı Allah, sonra
Peygamber (s.a.s)'in kalbindeki hüznü giderecek, ikinci şeyi ifade ederek,(Ey
Muhammed.nasıi kavmin seninle alay ve istihza ediyorsa), "andolsun, senden
evvelki peygamberlerle de istihza edildi" "Fakat alay etmekte
oldukları şeyler, yani bu alayın cezası, istihza eden bu maskaraların
kendilerini kuşatmış, yani başlarına inmiştir" buyurmuştur, fiilleri aynen
ve fiillerinin aynı manaya olması gibi, bir manayadır. Bu ayette, Hz. Peygamber
(s.a.s)'i teselli vardır. Buna göre, mana "Onların başına, istihzalarının
cezası gelip, onları çepeçevre kuşatacaktır.
[123]
"De ki:
(Allah'ın) geceleyin ve gündüzün (gelebilecek) azabına karşı, Rahman 'dan başka
sizi kim koruyabilir? Hayır, onlar Rablerini zikirden yüz
çevirmektedirler. Yoksa onların Bize karşı müdafaa
edebilecek tanrıları mı var? Kendi kendilerine bile yardım etmeye güç
yetiremezler. Biz, onları da.
atalarını da
yaşattık, nihayet kendilerine ömürleri uzun geldi. Ama şimdi
görmüyorlar mı ki Biz o arza gelip, etrafından
tedricen eksiltip duruyoruz. O
halde gâlib olanlar
onlar mı?"
(Enbiya, 42-44).
Bil ki Allah Teâlâ,
anlattığı şekilde, kâfirlerin âhirette yüzlerinden cehennemi
nklaştıramayacaklarını belirtince, bunun peşinden, onların dünyada da böyle
ocuklarını anlatarak, "Eğer Allah onları gözetip korumasaydı, onlar
esenlik içinde atamazlardı" demiştir. İşte bundan dolayı peygamberine
(a.s) "Alay eden ve mağrur «fan o kâfirlere, ''Geceleyin ve gündüzün
(gelebilecek) azaba karşı, sizi kim koruyabilir" de" dedi. Bu tıpkı
bir kimsenin, elinde tuttuğu ve kendisinden
.tutmasının imkansız olan kimseye, "sen benim elimden nereye
kaçacaksın. Benden kurtulmana imkan var mı?" demesi gibidir.
"el-Kâli", koruyan, muhafaza eden demektir.
[124]
Ayetteki,
"Rahman'dan" ifadesi ile ilgili birkaç mesele vardır:
Bunun ne demek olduğu
hususunda şu izahlar yapılmıştır:
a)
"Sizi Rahman'dan koruyabilecek olan, yani hakettiğiniz azabı başınıza
indirmeye kadir Allah'dan sizi kim koruyup, kurtarabilir"
b) "Allah'ın ahiretteki azabından..."
c)
"Öldürülmekten, esir edilmekten ve kâfir oldukları için Allah'ın onlara iz
nasını reva gördüğü diğer şeylerden" demektir. Böylece Cenâb-ı Hak, onları
koruyabilecek kimsenin olmadığını, o azabı başlarına getirmesi halinde, bunu
a-dan sa'vuşturacak olanın bulunmadığını, korumak suretiyle onlara lütfetmiş
-asalardı, yaşayamayacaklarını ve dünyadan hiç istifade edemeyeceklerini beyan
Duyurmuştur.
[125]
Cenâb-i Hak, buna
verilecek cevabı imâ etmek için, burada özellikle "Rahman" adını
zikretmiştir ki insan, "Ya Rabbi,
bütün
canlıları rahmetinle koruyan sensin sen" diye cevab
versjn. Bu tıpkı, "Sen; kerim Rabbine karşı
aldatan nedir" (Jnffi*. 6) ayeti gibidir. Canâb-ı Hak bu ayette de, cevabı
İmâ için özellikle "kerim" adını zikretmiştir.
[126]
Cenâb-ı Hak, bu iki
vakitten herbirine has çeşitli belâ ve âfetler bulunduğu için, özellikle
''geceleyin ve gündüzün " buyurmuştur.
Bu, "uyuduğunuz
geceleyin, geçiminizi mine çatıştığınız
gündüzün sizi koruyacak kimdir?" demektir.
Hak Teâlâ'nın ifadesi,
"Allah Teâlâ'nın, gece ve jûndüz koruyup gözetmek suretiyle onlara in'am
etmesine rağmen onlar aklî, naklî
er
ve Kur'ân'ın İetâifi (incefiklerı-hikmetleri) demek oian, "Rablerinin
zıkri"nden
yüz çevirirler. Onlar, O'nun dışında
kendilerinin bir koruyucusu bulunmadığını anlamaları, böylece de, onları koruma
ve onlara in'am etmede kesinlikle bir payları ve tesirleri bulunmayan o putlara
ibadeti bırakmak için, hiç tefekkür etmezler" demektir.
[127]
Hak Teâlâ, "Yoksa
onların Bize karşı müdafaa edebilecek tanrıları mı var. Kendi kendilerine bile
yardım etmeye güç yetiremezler. Onlar Bizden de himaye görmezler"
buyurmuştur. Bil ki baştaki em lafzının mim'i zâid olup, ifadenin takdiri
...tffl ^ şeklindedir. Buna göre mana, "onların, başlarından bu belâları
defedebilecek ilahları mı var?" şeklindedir. Söz (cümle), bununla tamamlanır.
Daha sonra Cenâb-ı Allah, onların putlarını acizlikle niteleyerek, "Onlar
Kendi kendilerine bile yardım etmeye güç yetiremezler" buyurmuştur. Bu
ifade, mahzûf bir mübtedâmn haberi olup, "Bu ilahlar, o belâlardan
kendilerini bile korumaktan âcizdirler. Halbuki kişinin kendisinin koruması,
başkasını korumaktan daha evlâdır. Binâenaleyh o putlar (ilahlar), kendilerini
bile koruyamadıklarına göre, başkalarını nasıl koruyabilirler" demektir.
Ayetteki, "Onlar
Bizden 'de sahabet görmezler" ifadesi ile ilgili iki izah vardır:
1) Mazini
şöyle der "Arapça'da birisi
birisini bir şeyden menettiğinde, engellediğinde, denilir. İşte ayetteki bu lafız,
"sohbet" (arkadaşlık) masdarından değil, bu fiildendir."
2) Ayetteki "sahabet", nusret (yardım)
ve destek manasına olup, hepsi aynı manayadır. Nitekim Arapça'da, "Allah
sana yardım etsin" manasında, ÜJ' iijiaî ve İİIi JJ_*w denilir. Yola
çıkana da, "Allah'ın sahabeti ve hıfzında olasın" diye dua edilir.
Buna göre mana, "Onlar, tarafımızdan ne bir destek, ne bir yardım
görürler" şeklinde olur. Velhasıl bu, "Afetleri savuşturmaya kadir
olamayan, Allah'dan yardım görmeyen kimse, herhangi bir şeye nasıl kadir
olabilir" demektir.
Allah Subhânehû ve Teâlâ sonra bütün
bunlara rağmen onlara lütufta bulunduğunu da şöyle beyan
buyurmuştur: "Biz onları da atalarını da yaşattık, nihayet kendilerine
ömürleri uzun geldi." Bu, "Onları bu yüz çevirişe sevkeden sebebin,
sırf onların zamanının uzun oluşu ile aldanışlarıdır, yani, onların ömürleri
gaflet içinde uzayıp gitti ve böylece. Bize verdikleri ahdi (sözü) unutup,
nimetlerimizin değerini anlayamadılar. Bu şekilde aldanıp gittiler"
demektir.
[128]
Hak Teâlâ'nın Ama
şimdi görmüyorlar mı ki Biz o
gelip, etrafından
tedricen eksiltip duruyoruz" ifadesi, "Allah'a şirk koşup, sr-zâ
ederek) azabı ilahinin hemen gelmesini isteyen o müşrikler, Bizim Mekke'nin
«rafndaki belde ve köylerden birini alıp, sonra bir diğerini aiıp fethederek,
Mekke'nin *ra*mdan noksan I aştırmadaki kudret eserlerimizi ve o memleketleri,
Hz. Muhammed (SAS)'ın mülküne (devletin sınırlarına) kattığımızı, daha önce
dünyadan alabildiğine «Mde eden o müşrik liderlerini öldürdüğümüzü, müşrikleri
öldürerek şirki anlaştırıp zayıflattığımızı görmüyorlar mı? Onlar bundan
ibret alıp da, Resûlullah asdik etmezler mi ve onlar, o putların Cenâb-ı
Hakk'ın başlarına getirmeyi murad mmfr belâlara karşı koyamadıklarını ve onlara
karşı hiçbir şey yapamadıklarını Knnüyorlar mı?" demektir.
Cenâb-ı Allah sonra
da, "O halde gâlib olanlar onlar mı" yani olanlar onlar mt, Biz mi?" buyurmuştur.
Buradaki istifham, takrir (iyice tatmak) ve takrî (iyice te'kid) için olup,
"Hayır galip olanlar Biziz. Onlar ise 0u bt urlar" demektir. Bu
ayetin izahı Ra'd sûresinde geçti.
Ayette geçen
"eksiltme" (noksanlaştırma) nın ne demek olduğu hususunda şu Nar
yapılmıştır:
a) Ibn
Abbas, Mukâtil ve Kelbî: "bu, "Yeryüzünün beldelerini fethetmek
suretiyle,
ar diyarlarını
azaltırız)" demektir" demişlerdir.
b) İbn Abbas, bir başka rivayete göre:
"Allah, bu tabirle yeryüzünün ehlini (erini) ve bereketini
noksanlaştırmasını kastetmiştir" demiştir.
c) Ikrlme
şöyle der: "Bir beldeyi harab etmek, oradakiler öldüğü zaman olur."
d) Bu,
"Biz, alimleri öldürerek yeryüzünü noksanlaştırırız" demektir. Bu
rivayet, «fth bir senetle Hz. Peygamber (s.a.s)'e dayanıyorsa, bundan
dönülemez. Aksi aide. bu görüşlerden en doğrusu, "galib gelme,
fethetme" şeklinde olanıdır. İşte sumdan ötürü Cenâb-ı Hak, "Galib
olanlar onlar mı?" buyurmuştur. Bu manaya aygun olan ise Allah'ın
yeryüzünün bir kısmtnı müşriklerden alıp, islam beldesine •almasıdır.
Kaffâl şöyle der:
"Bu ayet, Mekke kâfirleri hakkında nazil olmuştur. Öyle ise ru-un manasına
âlimler ve fakihlerin (ölümü) nasıl dâhil olur." Böylece Cenâb-ı Hak,
sûtûn bunların, bu hususta düşünmeleri ve akıllarını kullanmaları halinde
müşriklerin vaz geçecekleri ibretti
şeylerden olduğunu beyân etmiştir.
[129]
"De ki: Ben ancak
vahy ile başınıza gelecek tehlikeleri haber veriyorum.
Sağırlar imâr edilecekleri zaman çağrıyı duymazlar. Andolsun
ki Rabbinin
azabından onlara ufacık birşey dokunsa
muhakkak, "Yazıklar olsun bize, biz
gerçekten
zalimlermişiz!" diyeceklerdir Biz,
kıyamet gününe has adalet
terazileri koyacağız.
Artık hiç bir kimse asla haksızlığa uğratmayacaktır. O
şey bîr hardal tanesi kadar bile olsa onu getiririz.
Hesabcılar olarak biz
yeteriz"
(Enbiya, 45-47).
[130]
Bil ki Allah Teâlâ,
Kur'ân-ı Kerim'de delillerini tekrar edip, daha önce de geçtiği gibi bu hususa
alabildiğine dikkat çekince, bunun peşinden "De İd: Ben ancak vahyile
başınıza gelecek tehlikeleri haber veriyorum" yani, "Rabbinin sözü
olan Kur'ân ile haber veriyorum. Binâenaleyh bunu benim tarafımdan
(kendiliğimden) zannetmeyin. Aksine onu size gönderen ve sizi inzâr etmemi
emreden Allah'dır. Dolayısıyla Rabbimin beni mecbur tuttuğu şeyi getirirsem ve
sizden de kabul sudur etmezse, bunun vebali ve günahı sizedir"
buyurmuştur. Bunca çok ve ardarda olmasına rağmen duydukları inzarlardan
istifâde etmedikleri için, bu müşrikler, tıpkı hiç duymayan sağırlar
gibidirler. Çünkü "inzâr"ın maksadı, duymak değil, aksine bir farzt
yapmada, bir haramdan sakınmada ve hakkı tanımada, gereğini yapmaktır.
Binâenaleyh bu maksad tahakkuk etmezse, insan o inzarı (ikazı) hiç duymamış
gibi olur.
Keşşaf Sahibi şöyle der:
"Bu ifade, if'al babından olarak, tâ ile ve yâ ile ve Şeklinde okunmuştur
ki bu, "Sen duyuramazsın" "Allah'ın Resulü duyuramaz yahut,
"sağır, işittirmek isteyen kişiyi işitmez".
Eğer, "sağır,
inzarcınm (ikazcının) seslenişini duymadığı gibi, diğer insanların seslenişini
de duymaz. Binâenaleyh daha nasıl Cenâb-ı Hak burada, "İnzâr edilecekleri
zaman çağrıyı duymazlar" buyurmuştur?" dersen, ben derim ki:
es-Summ (sağır) daki eüf-lâm, cins için değil, ahd
için olup, inzâr olunan o müşriklere şarettir. Buna göre bu ifade, "O
müşrikler, inzâr olunduklarında (sağır gibi), çağrıyı duymazlar (duymamazlıktan
gelirler). Binâenaleyh inzâr olundukları zaman onların sağır gibi olduklarına
ve adeta kulaklarını tıkadıklarına delâlet eden, ipuçlarından 2:Qrü, "sağırlar"
ismi, zamir olan (onlar) yerine kullanılmıştır, yani, "Onlar, inzâr
ayetlerine karşı, sağırmış gibi davranarak, işte böyle cüret gösterirler"
demektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, onların durumunun, inzâr olundukları şeyden, en ufak birşey hissettikleri
zaman, onu duyacakları, o hususta mazeret beyân edecekleri ve
dalanmadıkları zaman hakkı itiraf edecekleri bir hale
döneceğini, "Andolsun ki Rabbinin azabından rniara ufacık bir şey dokunsa
muhakkak, "Yazıklar olsun bize, biz gerçekten zalimlermişiz!"
diyecekler" buyararak beyan etmiştir. "Nefh" hafif esen rüzgarın
ezelliğidir. Buna göre mana, "Eğer onlara o azabın kendisi değil de, hafif
bir rüzgarı dahi dokunduğunda vaveyla koparırlar ve kendilerinin zalim
olduklarını itiraf ederler" Demektir. Keşşaf Sahibi şöyle der:
"Ayetteki "mesh" ve "nefh" lafızlarında üç çeşir
»"kid vardır.
a) "Mess" lafzının kullanılmış olması,
b)
"Nefh" lafzındaki "azlık" manası... Arapça'da, «JıiJi
&uü "Hayvan onu hafifçe tepti" ve "Ona bir az bağış vererek
(minnet altında bıraktı)" denilir.
c)
Ayette "netha" lafzının, ism-i
merre (bir kerre) vezni ile kullanılması.
[131]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, âhirette onların başına gelecek bütün bu şeylerin, sırf aûalet olduğunu,
binâenaleyh her ne kadar onlar dünyada kendilerine zulmettilerse ae âhirette
zulme uğranmayacaklarını bildirmiştir. Bu, ayetteki "Biz, kıyamet gününe
has adalet terazileri koyacağız" ifadesi ile anlatılan manadır. Allah
'eâlâ bu terazileri "adalet"le tavsif etmiştir. Çünkü teraziler,
bazan doğru (ayarlı) .jr, bazan yanlış ofur. Böylece Cenâb-ı Hak, o terazilerin
adalet ve doğruluk üzere olduklarını beyan buyurmuş ve bu hususu, "Artık
hiç bir kimse, asla haksızlığa jğratılmayacaktır" diye ifade etmiştir.
Burada birkaç mesele vardır:
[132]
"O terazileri
koymak" onları hazırlamak demektir. Ferrâ, buradaki "Kist"
kelimesi, müfred ise de, "mevazfn" (teraziler)in sıfatıdır.
Bu, senin bir topluluk
hakkında ' "sizler, adaletsiniz" demen gibidir" demiştir.
Zeccâc ise: "Bu ifadenin manası, "Biz,, âdil olan teraziler
kuracağız" şeklindedir" der. Ayetteki, "Kıyamet gününe has"
ifadesi hakkında Ferrâ: "Bu, "Kıyamet gününde"
manasındadır" serken, "Kıyamet günü halkt için" manasında olduğu
da söylenmiştir.
[133]
Bu terazilerin
kurulması hakkında iki görüş vardır:
a) Mücâhid
şöyle demiştir: "Bu bir temsif (teşbih) dir.
Terazilerle anlatılmak istenen, adl-i ilâhidir." Bu görüşün
bir benzeri, Katâde ve
Dahhâk'den rivayet edilmiştir. Vezn (terazi ile tartma) ile anlatılmak istenen,
insanlar arasında, amelleri hususunda, adaletle davranmaktır. Buna göre kimin
hasenatı (iyilikleri, salih amelleri), seyyiâtını (günahlarını, kötülüklerini)
aşmış olursa, onun terazileri (tartılan) ağır basmış demektir, yani onun
iyilikleri kötülüklerini siler götürür, kimin de kötülükleri, hasenatını
kuşatmış ise, onun tartıları da hafif gelmiş demektir, yani kötülükleri,
hasenatını götürür, fbn Cerir, ibn Abbas (r.a)'dan bu şekilde rivayet etmiştir.
Selef imamlarının
görüşüne göre, Cenâb-ı Hak, gerçek anlamda terazifer koyar ve onlarla, ameller
tartılır. Hasan el-Basri'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu terazi,
iki kefesi bir dili (ibresi) bulunan bir terazi olup, Cebrail'in
elindedir." Rivayet olunduğuna göre Davud (a.s). Rabbin'den, kendisine o
teraziyi göstermesini istemiş, onu görünce kendisinden geçerek bayılmış;
kendine gelince de, "Allah'ım, onun kefesini, hasenatla kim
doldurabilir?" deyince de, Cenâb-ı Hak, "Ey Davûd, Ben, kulumdan razı
olduğumda, onu bir hurma (nın mükâfaatı bile) doldurur" diye cevap vermiştir.
Buna göre, amellerin nasıl tartıldığı hususunda da şu iki görüş ileri
sürülmüştür:
1) Amel defteri tartılmak suretiyle.
2) Hasenat
kefesine, beyaz aydınlık, nurlu cevherler, seyyiât kefesine de, siyah kara
cevherler konulmak suretiyle.
İmdi şayet,
"Kıyamettekiler. Cenâb-ı Hakk'ın, âdil olduğunu, zalim olmadığını, ya
bilmektedirler, veya bilmemektedirler. Binâenaleyh, eğer onlar Cenâb-ı Hakk'ın
âdil olup zalim olmadığını biliyorlarsa, O'nun sadece hüküm vermesi ağır
gelenin ya hasenat veya seyyiât olduğunu bilmede yeterli olur. Binâenaleyh,
terazinin konulmasında kesinlikle bir fayda olmaz. Eğer onlar bunu
bilmiyorlarsa, yine Cenâb-ı Hakk'ın, zulmederek iki sayfadan birini daha ağır
ya da daha hafif yapması ihtimali bulunduğu için, yine defterlerin
tartılmasından bir fayda elde edilemez. Binâenaleyh, her iki duruma göre de,
terazi kurmanın faydasız olduğu, faydadan hali ve uzak olduğu sabit olmuş
olur" denilirse, bizim görüşümüze göre bunun cevabı, Cenâb-ı Hakk'ın
yaptığından sorgulanmaması, ama onlarınsa, yaptıklarından sorgulanacakları
(Enbiya. 23) dır. Hem, bu terazi kurma işinde, bütün mahlûkatın huzurunda,
dostun durumunun, düşmanınkinden ayırdedilerek ortaya konulması işi bulunur.
Böylece, bu iki taraftan birisi, en büyük mutluluk ve sürürü; diğeri ise en
büyük kederi elde etmiş olur ki, böylece bu, sayfaların ve başka şeylerin
içyüzlerinin ortaya dökülerek neşredilmesi gibi olmuş olur. Bunun böyle olduğu
sabit olduğuna göre, şimdi biz diyoruz ki: Ahirette, gerçek anlamda, bir
terazinin kurulacağına dair delil şudur: Bu lafzı, sırf adalet anlamına
hamletmek, mecazî bir yoldur. Halbuki lafzı, herhangi bir zaruret
bulunmaksızın, hakikî manasından alıp mecazî manaya hamletmek ise -hele bu
konuda sahih senetlerle aelmis oekcnk hadis i-ir hıilunııvnrsa- rai?
[134]
Bazı kimseler de
Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz kıyamet gününde onlar için hiçbir ölçü
tutmayacağız" (Kem, ıos) ayetinin bu
ayetle
tearuz arzettiğini söylemişlerdir. Buna da, "Bu ayetin mm- -3 manası,
"Allah onlara ikramda bulunmaz, değer vermez" şeklindedir" kmfc
cevap veririz.
[135]
Mevazin kelimesi,
amelleri tartılacak kimselerin çok
olmasından dolayı, çoğul getirilmiş olup, bu "tefhim*1 ifade
eden bir cemidir. Bu kelimenin çoğul
getirttmesinin, şeylerin çokluğu
sebebiyle olmuş olması da, mümkündür.
[136]
"O şey bir hardal
tanesi kadar bile olsa, . getiririz" ifadesine gelince, bu "Cenâb-ı
Hak, ihsanda bulunanın mükafatını
noksanlaştırmaz. Kötülük yapanın
cezasına da ilâve yapmaz" anlamındadır. Bu
Bu deyimle ilgıli
birkaç mesele vardır:
[137]
Tıpkı, Cenâb-ı
Hakk'ın, {Bakara. 280) ayetinde olduğu
gibi, bu ifadenin başındaki kâne de tam
fiil
kabul edilerek, şeklinde de okunmuştur.
Abtes (r.a), mufâele babından, mücâzât ve mükafaat manasında olarak,
şeklinde de okumuştur. Çünkü o insanlar, amellerini getirip ortaya pnf, Cenâb-ı
Hak da onlara, o amellerinin karşılığını vermiştir. Humeyd, bu r- savâb"
"mükafaat" kökünden olmak üzere \# i£î "ona, karşılık, ceza
rtnoe okurlar Ubeyy ibn Ka'b "onu getiririz" şeklinde okumuştur.
[138]
kelimesine raci
olacak zamir, niçin
müennes getirilmiştir?" denilirse,
biz deriz ki: kelimesine izafetinden dolayıdır. Bu
tıpkı, Arabların, sarmaklarının bir kısmı gitti" demeleri gibidir.
[139]
Cübbai, şunu öne
sürmüştür: "Bir kimse, yüz birim bir cezaya müstehak olsa, bunun peşinden
de, sayesinde, elli birim mükâfaata müstehak olacağı bir taatta bulunsa, bu
mükafaat, çok olan ceza sebebiyle yok olur ve yine, bu çok olan ceza, izin
olduğu gibi (yüz birim olarak) kalır." Bil ki bu ayet, CübbaT'nin bu
kökünden siler, ibtal eder. Çünkü Allah Teâlâ, kendisini, en ufak bir tâatı
zayi etmemekle medh ü sena etmiştir. Eğer durum, Cübbaî'nin dediği gibi o zaman
bu tâat herhangi bir fayda sağlamadan sakıt olurdu.
[140]
Mu'tezile şöyle der:
Cenâb-ı Hakk'ın,Arttk hiçbir kimse,
hiçbir şeyle haksızlığa
uğratmayacaktır" ifadesinde, o hasenat bir haldal tanesi
dahi olsa onu getirmemesi halinde zulmetmiş olacağına
dair bir delâlet bulunmaktadır. Böylece bu izah, Cenâb-ı Hakk'ın, müstehak
olmayanlara azâb etmeyeceğine, dünyadaki zarar ve kötü şeyleri ancak, kulların
menfaat ve maslahatlarından dolayı yaptığına delâlet eder."
Cevap: Zulüm,
başkasının mülkünde tasarruf etmek demektir. Bu ise, Allah hakkında
imkansızdır. Çünkü Allah, mutlak mâliktir. Sonra, Cenâb-ı Hak hakkında zulmün
aklen de imkansız olduğuna şu da delâlet etmektedir. Muarızımıza göre
"zulüm, Allah hakkında imkansız olan şu iki durumu yani cehaleti veya
başkasına muhtaç olmayı gerektiren bir husustur. Halbuki, imkansızı gerektiren
de, imkansızdır. Binâenaleyh, Allah hakkında zulüm, imkansız ve
mümtenidir." Hem, zalim, şefik olup, uhûhiyyet vasfının da dışındadır.
Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak'dan zulmün sadır olması doğru olsaydı o zaman onun,
ulûhiyyet vasfının dışında kalması, bu vasfı yitirmesi de doğru olmuş olurdu.
Bu durumda da, O'nun ilâh oluşu vâcibat'tan değil, caiz şeyler nev'inden olurdu
ki, bu da O'nun ulûhiyyetini zedeler."
[141]
Şayet, "Habbe
hardal tanesinden daha
büyüktür.
Öyleyse daha nasıl,
Cenâb-ı Hak, demiştir?"
demiştir?"
denilirse, biz deriz ki: "Bunun izah şekli şudur:
Sen önce, o hardalı bir dinar gibi kabul edeceksin,
sonra
da habbe'yi o dinardan (bir parça gibi)
görmeye çalışacaksın ki, bundan maksat da,
ister
büyük ister küçük olsun, amellerden hiçbir şeyin Allah katında zayi
olmayacağını
anlatmaktır.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Hesabalar olarak biz yeteriz" ifadesine gelince, bundan maksat,
sakındırmadın Çünkü, hesaba çeken, herhangi bir şeyin kendisine hiç karışık
gelmeyeceği bir biçimde ilim ve herhangi bir şeyin kendiini acze düşürmeyeceği
bir biçimde kudret sahibi olursa, insanın böyle bir zâttan, alabildiğince korku
ve endişe duyması gerekir. Şiblî(r.h)'dan, rüyasında, şunu gördüğü rivayet
edilmiştir. Kendiine, "Allah sana ne muamelede bulundu?" denildiğinde
o, "Bizi hesaba çektiler, ince eğirip sık da dokudular. Ama sonra, ihsanda
bulundular da, (bizi) azâd ettiler" dedi.
[142]
dolsun ki, Biz, Musa
ile Harun'a bir ziya, takva sahipleri için de bir şeref u&n furkânı verdik
ki onlar, tenhâda da, Rablehne candan saygı gösterirlerdi.
Onlar, kıyametten korkanların ta kendileri idi. işte
bu (Kur'ân) da, Bizim indirdiğimiz feyz kaynağı bir zikirdir. Şimdi siz mi,
bunu inkâr edicilersiniz?"
{Enbiya,
48-50).
Bil ki, Cenâb-ı Hak,
tevhid, nübüvvet ve meâdın delilleri hakkında konuşunca Ht Peygamber (s.a.s)'i,
kavmi tarafından kendisine yapılan şeyler hakkında teselli etmek, risalet
görevini edâ etme hususunda kalbini güçlendirmek, bu görevin önüne acak her
türlü şeye karşı sabretmesini sağlamak için peygamberlerin kıssasından
ttateetmiş ve burada pekçok kıssayı ele almıştır.
[143]
Birinci kıssa, Hz.
Musa (a.s)'ın kıssasıdır. Bu ayetin kendisinden önceki -adelerle münasebeti
şudur: Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, "Ben ancak, . ahy ile,
başınıza gelecek tehlikeleri haber veriyorum " demesini emredince, bunun
Deşinden "Bu, senden önceki bütün peygamberler hakkındaki de ilâhi bir
kanun ve Sünnettir" 'diyerek, "Andolsun ki, Biz, Musa ile Harun'a bir
ziya, takva sahipleri çnde bir şeref olan furkânı verdik" buyurmuştur.
[144]
Alimler, ayetteki
"furkân" kelimesiyle neyin murad edildiği hususunda ihtilaf ederek,
şunları söylemişlerdir.
a) Bu,
Tevrflt'tır. Binâenaleyh o, kendisiyle hak ile batılın arası ayırdedildiği
için, \.r*an, sayesinde, hidâyet yoluna Allah'ı ve O'nun yasasını tanımaya
ulaşılan ve son serece de açık ve açık olduğu için de ziya ve zikir, yani
öğüttür: Yahutta o,dinleri - -susunda kendisine ihtiyaç duyduklan ve
faydalarına olan şeyin zikrini ve adını ihtiva ettiği için bir
"zikir" addedilmiştir. Yahut zikir, şeref anlamındadır. Cenâb-ı
Hakk'ın, jfadesindeki vâva gelince, İkrime. Ibn Abbas (r.a)'nm. bu ifadeyi
"furkân" Kelimesinin hali kabul ederek, vâvsız olarak şeklinde
okuduğunu rivayet etmiştir. Meşhur kıraate göre bu ifadenin manası, "Biz
onlara furkânı, yani Tevrat'ı
ik. Ve o furkân
sayesinde d«, müttakitere ziyayı ve zikri vermiş olduk" şeklindedir.
Bu da, "O,
haddizatında bir ziya ve bir zikirdir" veyahutta, "Onda bulunan
hükümler ve öğütler sebebiyle, onları biz onlara, bir ziya ve bir zikir olarak
vermişizdir" demektir.
b) Ayetteki
"furkân" kelimesiyle, furkân kastedilmem iştir. Bunun ne demek olduğu
hususunda da şu izahlar yapılmıştır:
1) İbn Abbas
(r.a)'nın, "Furkân, Hz. Musa (a.s)'ya verilen yardımdır. Bu Cenâb-ı
Hakk'ın tıpkı, "ve furkân gününde kulunuza indirdiğimiz şey"(Evm, 4ij
ayeti gibidir.
. Yani, Hak Teâlâ hak
olanla, batıl olan dinleri birbirinden ayırmış olduğu Bedir Gününde"
demektir" dediği rivayet edilmiştir.
2) Bu,
sayesinde, hak dinin batıl dinlerden ayırdedildiği aklî bir delildir. Bu, İbn
Zeyd'in görüşüdür.
3) Dahhâk: "Bu, denizin varılmasıdır"
demiştir.
4) Şüphelerden kurtuluştur bu. Bunu, Mutıammed
İbn Ka'b ileri sürmüştür.
Bil ki Cenâb-ı Hak
(Bakara, 2) tavsifi ile özellikle müttakileri nazar-ı itibara alması sebebiyle
burada hassaten mûttiakileri zikretmiştir.
[145]
Cenâb-ı Hakk'ın
"ki onlar, tenhâda da, Rablerine candan saygı gösterirler" ifadesine
gelince, Keşşaf Sahibi şöyle der: "Bu ifadenin başındaki ji&
kelimesi,sıfat olduğu için, ya mahallen mecrürdur, veyahutta, medh'ten dolayı
mahallen mensûbtur, ya da yine medh'ten dolayı mahallen merfûdur. "Gayb'ın
ne demek olduğu hususunda ise, şu izahlar yapılmıştır:
a) Onlar, Rablerinin azabından korkarlar.
Böylece de, O'nun emirlerini tutup, nehiylerinden kaçarlar. Onların, Allah'a
olan imanları, gaybî bir istidlaldir. O halde bu demektir ki kullar, Allah'ı
görmedikleri halde, O'na ibadet ederler. Allah'dan herhangi bir şey saklı
kalmaz. Bu görüş, İbn Abbas (r.a)'dan rivayet edilmiştir.
b) Onlar,
ahireti ve onunla ilgili hükümleri görmeden de, Rablerinden korkar ve
takınırlar.
c) Onlar,
Rablerinden, hiç bir mahlukun bulunmadığı ıssız yerlerde de sakınırlar. Bu
mana, doğruya daha yakındır. Buna göre mana, "onların Allah'ın cezasından
çekinmeleri onların kalblerinin ayrılmaz bir vasfıdır. Yoksa, bu haşyet hali
onların, tenhada değil de, sadece halk içinde izhar ettikleri bir hal değildir.[146]
Yani, "Onlar, kıyamet gününün azabından ve orada cereyan edecek olan
hesab, sual, vb. diğer şeylerden dolayı tirtir titrerler, böylece de bundan
dolayı, Allah'a isyan etmekten geri dururlar" demektir.
[147]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Onlara, Furkân'ı indirdiğim gibi, bu Kur'ân'da senin özerine
indirilmiştir" buyurmuştur ki, bu O'nun ifadesinin anlamıdır." Bu.
Bereketli, mübarek, faydaları çok ve ilimleri bol bir zikirdir" demektir.
Cenâb Hakk'ın hitabına
gelince, bu, "Onun indirilmesinde ve ondaki, hayranlık veren şeylerde
yadırganacak hiçbir şey yoktur. Çünkü biz, Musa ve Harun'a da Tevrat'ı
vermiştik. Sonra bu Kur'ân, acib bir nazım ihtiva ettiği, bedi oelağati kapsadığı ve akli delillerle
yasaların izahını içine aldığı için, muciz bir kelâmdır. Kendisinde bunca
faydalar bulunan böyle bir kitabı yadırgamanız nasıl -%lmkün olur"
demektir.
[148]
İkinci kıssa, İbrahim
(a.s)'ın kıssasıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"Celalim hakkı
için, Biz daha önce ibrahim'e de, rüşdünü verdik ve biz onu, menlerdik. O zaman
o, babasına ve kavmine: "Sizin tapmakda olduğunuz bu
heykeller nedir?" demişti. Onlar, "biz
atalarımızı, bunların tapıcılan olarak tuldük" dediler. O da şöyle dedi:
"Andolsun, siz de atalarınız da, apaçık bir sapıklık içindesiniz"
Onlar: "Sen bize gerçeği mi getirdin, yoksa şakacılardan
mısın sen?" dediler"
(Enbiya, 51-55).
Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın
buyuruğu ile ilgili birkaç mesele vardır:
[149]
Bu ayette geçen
"riişd" kelimesinin ne demek olduğu hususunda şu iki görüş ileri
sürülmüştür:
a)
Bu,nübüwettir. Bu görüşte olanlar buna ayetteki 'Ve biz
onu, bilenlerdik" cümlesi ile istidlalde
bulunmuşlar ve
söyle demişlerdir. Zira Allah nübüvveti
ancak istikbalde, onun hakkını verecek,
nübüvvete
yaraşmayan işlerden geri duracak ve tebliği kabulden kavmini nefret ettirecek
şeylerden sakınacak olan kimseye ihsan eder.
b) Rüşd,
onun gerek dinî gerekse dünyevî çeşitli kurtuluş yollarına ulaşıp onları elde
etmesidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O vakit kendilerinde bir rüşd, yani akıl
ve salâh gördünüz mü, mallarını onlara teslim edin "(Nisa. 6) buyurmuştu.
Bu husustaki üçüncü bir görüş de şudur: Bu ifadenin muhtevasına, hem nübüvvet
hem de ihtida, doğruya ulaşma dahildir. Çünkü, gönderdiği her peygambere O, hem
kendi zâtı ve sıfatlarına, hem de peygamberin kendisinin ve kavminin yararına
olan hususları göstermiştir ki, bütün bunlar ise "rüşd"e dahildirler.
[150]
Alimlerimiz, imanı
Allah'ın yaratmış olduğu hususunda bu
ayette
istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Şayet "rüşd"
muvaffak kılmak ve
gerekli açıklamayı yapmak manasından
olmuş
olsaydı,zaten Cenâb-ı Hak, kâfirlere de bunu vermiş
sayılırdı. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, kâfirlere de
"rüşd" vermiş olması gerekirdi." Ka'bf buna şu şekilde cevap vermiştir. Bu söz, reddeden
hakkında değil de, kabul eden hakkında söz konusu olur. Bu tıpkı, iki çocuğuna mal
veren babanın durumuna benzer. Onlardan birisi bu malı alıp çoğaltıyor, diğeri
ise, ya kabul etmiyor, ya da alıp onu zayi ediyor. Bu durumda, malı kabul edip
onu çoğaltan taraf hakkında, "Falanca, oğlunu zengin etti" denildiği
halde, aynı söz, o malı zayi eden taraf hakkında söylenemez." Buna şu
şekilde cevap verebiliriz: Bu cevap ancak, biz onun o malı kabul etmesini,
"rüşd" denen şeyin bir cüz'ü kabul ettiğimizde tam olur. Halbuki bu
yanlıştır, olmaz. Çünkü müsemmâ, iki cüz'den meydana gelir ve, bunlardan birisi
de, failin kudret alanı içinde olmazsa, bu müsemmânın o faile nisbet edilmesi
caiz olmaz. Binâenaleyh, "rüşd"ün mefûl manasında olarak, Allah'a
nisbet edilmesinin caiz olmaması gerekir. Ancak ne var ki, nas yani,
"Andolsun ki, Biz, İbrahim'e de rüşdünü verdik" ifadesi bu "rüşd"ün
(mefûl manasında olarak), Allah'u Teâlâ'dan meydana geldiği hususunda açık bir
ifadedir. Binâenaleyh, Mu'tezile'nin ileri sürdüğü şey batıl olur.
[151]
Keşşaf Sahibi şöyle
demiştir: "bu lafız, tıpkı "Udm ve 'Adem (yokluk, bulunmama, yok olma) lafızlarında
da olduğu gibi, hem rüşd hem de reşed şeklinde okunmuştur. "rüşd"ün
İbrahim (a.s)'a nisbet edilmesinden maksad. "onunki gibi bir rüşd"
olduğunu belirtmek ya da "Bu, sânı olan bir rüşd'dür" diyerek, bu
rüşdün özelliğine işaret etmektir.
Ayetteki "daha
önce" kaydına gelince, bu hususta şu açıklamalar yapılmıştır:
a)
"İbrahim (a.s)'a nübüvvet ve hidâyeti, Musa (a.s)'dan önce verdik"
demektir. Bu mana, İbn Abbas (r.a) ve İbn Cerir (r.a)'den rivayet edilmiştir.
b) "Buluğa ermeden önce, küçüklüğünde"
demektir. Çünkü o yolda yürürken, yıldızları görmüş ve onlarla istidlalde
bulunmuştur. Bu "rüşd"ü, hidayete ulaşma manasına hamledenlere
göredir. Aksi halde bundan, Hz. İbrahim (a.s)'in, buluğaermeden önce nebi
olduğu sonucu çıkar. Bu manada Mukatil'den rivayet edilmiştir.
c) "O,
Hz. Adem'in sulbünde, Cenâb-ı Hak peygamberlerden ahit alırken" nimettir.
Bu mana da, Dahhâk e göre İbn Abbas (r.a)'dan rivayet edilmiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"ve biz onu, bilenlerdik" ifadesine gelince d. Hak subhanehu ve Teâlâ
onun, çok enteresan ve bedi hallerini, acayip sırlarını «•beğendiği birtakım
sıfatlarını biliyordu. İşte bundan dolayı onu, kendisinin dostu, -»m olmaya
layık görmüştür" demektir. Bu, tıpkı senin, büyük bir zât hakkında,
"Ben, ftttncayt tanırım" demen gibidir. Bu söz, onun büyüklüğüne
delâlet etme hususunda, wmnm onun mükemmelliğini ve üstünlüğünü uzun uzadıya
açıklamandan daha «namlıdır.
Ayet-i Kerimedeki "O zaman o, babasına
ve kavmine" hakkında, Keşşaf sahibi şöyle der: "Bunun
başındaki iz edâtt, ya atayna, da ruşdehu kelimesine, ya da mahzûf olan bir
fiile taalluk eder. Mahzûf olmasına
ifadenin takdiri
"onun rüşd zamanlarından şu zamanı hatırla ki" şeklinde olur.
[152]
Hz. İbrahim (a.s)'in ı'Sizin tapmakta olduğunuz heykeller nedir?" sözü ile ilgili birkaç mesele vardır: [153]
"Timsal"
Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı şeylerden herhangi birisine benzetilmiş olarak
yapılan şeye verilen ad olup, bunun aslı, "birşeyi bir şeye
benzettiğinde" söylenilen "Falan şeyi, öteki şeye benzettim"
ifadesine varıp dayanır. İşte aerzetilen bu şeye, "timsal" denilir.
[154]
O topluluk, mesela
insan veya başka biçimlerde olan, muayyen bazı şekillerde yapılmış olan putlara
tapıyorlardı. Binâenaleyh, Hz. İbrahim (a.s) bu çözümü, onların öne kleri
şüpheleri görmek ve o şüphelerini ibtal etmek için, sözünün başlangıcıdır.
[155]
Keşşaf Sahibi şöyle
der: "Cenâb-ı Hak, ifadesine mefûl vermemiş ve onu, mefûl olmayan bir
kelime mevkiine
koymuştur. Bu, mesela
senin, "Putlara aoetler yapıyorlar" veya "o putlar için
duruyorlar saygı gösteriyorlar" inen gibidir. Eğer: "Tıpkı Cenâb-ı
Hakk'ın, (Araf. 138) tde olduğu gibi değil de), denilmeli değil miydi?"
dersen r derim ki: Bu fiil şayet müteaddi kılınacak olsaydı, mefûlünü ile alırdı.
Ayetteki, "Onlar,
"Biz atalarımızı, bunların tapıcılan olarak bulduk" ifadesine
gelince, bil ki: o topluluk buna cevap vermek için ancak, daha fazla yadırgama
ve kınamayı gerektiren taklid yoluna baş vurmuşlardır. Çünkü, onlar kendileri
bir hatâ üzerinde olduklarında babalarının o yolu tercih etmiş olması, onları
bu hatadan korumaz. Binâenaleyh, hiç şüphesiz Hz. İbrahim (a.s) onlara,
"Andolsun, siz de atalarınız da, apaçık bir sapıklık içindesiniz"
diyerek cevap vermiş ve böylece batılın, kendisine tutunanların çok olması
sebebiyle hakka dönüşemeyeceğini beyan etmiştir. Binâenaleyh, Hz. İbrahim
(a.s), bu sözü onlara söylemiş, onlar da bu sözden bir kurtuluş ve kaçış yolu
bulamamış ve Hz. İbrahim'in onları yadırgamaya devam ettiğini, inanç ve
kararlılığının kuvvetli olduğunu görüp, onlar da çok oldukları ve de, uzun
zamandan beri böyle bir inancı taşıdıkları için, Hz. İbrahim (a.s)'in bu
yadırgamasını kabullenemediklerinden ona,
"Sen
bize gerçeği mi getirdin? Yoksa şakacılardan mısın sen?" dediler. Onlar bu
sözleriyle, Hz. İbrahim (a.s)'in, kendilerini yadırgamasını ve bu hususta ciddi
olmasını uzak ve olması düşünülemeyen bir şey gibi gördüklerini zannettirmeye
çalıştılar. İşte bundan dolayı, bu noktada Hz. İbrahim (a.s) Tevhidi izah
etmeye geçmiştir.
[156]
"O da:
"Hayır dedi, sizin Rabbiniz, hem göklerin, hem yerin Rabbidir ki,
bunları o yaratmıştır. Ve ben de buna, yakinen
inananlardanım. Allah'a
yemin ederim ki siz,
arkanızı dönüp gittikten sonra, ben putlarınıza muhakkak
ki bir tuzak
kuracağım. " Derken o, bunları
paramparça etti. Yalnız onların.
büyüğünü bıraktı, belki ona müracaat ederler diye.
Dediler ki: "Bunu, bizim
tanrılarımıza kim
yaptı? Herhalde o, zalimlerden birisi" Dediler: "İşittik ki,
kendisine İbrahim denilen bir genç, bunları
diline doluyordu"
(Enbiya, 56-60).
Bil ki o topluluk, Hz.
İbrahim (a.s)'in putlar hakkında onlara söylediği sözlerle ta yaptığı zannını
ortaya atmaya çalışınca, İbrahim (a.s) hakikati, yani tevhidi izhar akte ciddi
ve kararlı olduğunu gösterecek tarzda onlara hitab etti. Bu şey de, İnce söz,
ikinci olarak da fiil ile ortaya konulmuştur.
Sözlü ofanı, Hz.
İbrahim (a.s)'in, "Hayır, m Rabbiniz, hem göklerin hem yerin Rabbidir ki,
bunları o yaratmıştır" demesidir. . ıi, gökleri ve yeri, kulların
faydalanmaları için yaratan o zâta İbadet edilmesinin ra gâzel ve uygun
olacağına delâlet eder. Çünkü, böylesi şeylere kadir olan, ahiret rOLroa,
cezalandırmak ve mükafaatlandırmak suretiyle, zarar ya da fayda vermeye
tedirdir. Binâenaleyh bu sözün, neticesi Hz. İbrahim'in babasına demiş olduğu
^bacağım, işitmeyen, görmeyen, sana hiçbir faydası dokunmayan şeylere niye
porsun?" (Meryem. 42) şeklindeki söze varıp 'dayanır. Keşşaf sahibi 0i
der: ifadesindeki hunne zamiri, ya
"gökler ve yer" yahutta "heykeller"
esine râcidir. Bunun, "heykeller" lafzına
râci olması, o topluluğun aleyhine delil zr^o hususunda daha etkili ve
anlamlıdır."
Ayetteki “Ve bende buna, yakinen inananlardanım" yme
gelince, bu hususta şu iki izah yapılmıştır:
a) Bu sözün, gayesi bu hususu iyice tekid edip ortaya
koymaktır. Bu tıpkı, bir «enin, bir kimseyi iyice medh veya iyice zemmetme
hususunda, "ben onun neta), kerim veya zemim (kınanmış) olduğuna şehâdet
ederim" demesi gibidir.
b) Hz.
İbrahim (a.s) bu sözüyle şunu kastetmiştir: "Ben, söylediğimi delille isbat
. Ben, sizin gibi değilim ki, delil ile isbat edemeyeceğim şeyleri
söyleyeyim... mesela sizin, kendi mezhep ve inancınızı delille isbat
edemediğiniz ve, "Biz ızı böyle bulduk... şeklindeki sözünüze başka bir
şeyi ilave edememeniz gibi
dir."
Fiili olanı ise onun
''Allah'a yemin ki, siz arkanızı dönüp gittikten sonra, ben putlarınıza
muhakkak ki bir tuzak m" ifadesidir. Bil ki o topluluk, aksi delillerden
istifade edemeyince, Hz. (a.s), onlara, o putlara ibadet etmenin faydasız
olduğunu gösterme cihetine -ştır. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[157]
Keşşaf Sahibi şöyle
der: "Muflz İbn Cebel (r.a)yerine
şeklinde okumuştur. Yine İfadesi
manasında
olmak üzere şeklinde okunmuştur bunu
Cenâb-ı Hakk'ın (SafMt, k» ifadesi de kuvvetlendirir. göre şayet sen, "Bâ
ile tâ arasında ne fark vardır?" dersen, ben derim ki: Bâ, ti ise, vâv'dan
bedeldir, onu yerine getirilir. Ayrıca tâ da, ek bir mana vardır * du da
teaccüb manasıdır. Buna göre Hz. İbrahim (a.s) sanki, bu tuzağı, kendi
eliyle Kolayca gerçekleştirmesinden teaccüb etmiştir.
Çünkü bu, çok zor bir iş olduğu için, adeta, ondan sudur etmesi umulmayan bir
işti...
[158]
Şayet,
"keyd" başkasını hissettirmeksizin bir zarara uğratma hususunda tuzak
kurmak anlamında olduğuna,
bu da, putlar için
söz konusu olamayacağına göre, daha
niçin
İbrahim (a.s) "ben putlarınıza muhakkak ki bir tuzak kuracağım"
demiştir?" denilirse, buna şu şekilde cevap verebiliriz. O bunu, o tupfum
nezdinde putların zarara uğraması mümkün olduğu için, mecazi olarak
söylemiştir. Bununla, "Ben size, putlarınız hakkında tuzak kuracağım"
manasının da kastedildiği ileri sürülmüştür. ÇünkÛ o, bu hareketiyle onları
gama ve kedere boğmuştur.
[159]
Bu hadisenin
nasıl başladığı hususunda şu iki
izah yapılmıştır:
1)
Süddî
şöyle demiştir: Onlar,
bayramlarından döndüklerinde putların yanına varır, onlara secde eder,
sonra da evlerine dönerlerdi. Binâenaleyh, bu vakit gelip çatınca, Âzer, Hz.
İbrahim (a.s)'e, "Keşke bizimle, sen de çıksan" dedi. Bunun üzerine o
da, onlarla beraber çıktı. Yolda giderlerken, putları kırma fikri aklına geldi
ve: "Ben hastayım, ayaklarımdan şikayetim var" dedi. Onlar çekip
gidince, geride de onların acizleri ve zayıf takımı kalınca, haykırarak,
"Allah'a yemin ederim ki... ben putlarınıza muhakkak ki bir tuzak
kuracağım" dedi. Bu görüşü savunanları, görüşlerine delil olarak
"Dediler : "işittik ki, kendisine ibrahim denilen bir genç bunları
diline doluyordu" mealindeki ayeti zikrederler.
2) Kelbî şöyle
der: "Hz. İbrahim (a.s) yıldızlara bakan bir aileden idi. Onlar, bayram
yerlerine çıkmak istediklerinde, hastalar hariç, geride kimseyi bırakmazlardı.
Binâenaleyh, Hz. İbrahim (a.s), kafasına koyduğu putları kırma işini, iyice
gönlüne yerleştirince, bayram gününden önce gökyüzüne baktı ve yanındakilere,
"ben, kendimin yarın hastalanacağımı hissediyorum" dedi ki, işte bu
da Cenâb-ı Hakk'ın, "Derken yıldızlara bir nazar atfetti de, "Ben
muhakkak ki hastayım" dedi"($ati&. 88*9} ayetinin ifade ettiği
husustur. Derken, ertesi gün, Hz. İbrahim (a.s), başı sargılı olarak sabahladı.
Derken o topluluk, bayram için çıktılar, geride de, ondan başka kimse kalmadı.
Bunun üzerine o, "Allah'a yemin olsun ki, ben putlarınıza muhakkak ki bir
tuzak kuracağım" dedi. Bu sözü, onlardan biri duydu ve, bunu kafasına
yerleştirdi. Sonra da o adamın, bunu başkalarına da haber verdi, böylece bu
söz, topluluğun arasında yayıldı. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, (çoğul
sığasını kullanarak), "Dediler..." buyurmuştur.
Bil ki, bu iki izah
da, mümkündür. Kıssanın gerisi şudur: Hz. İbrahim (a.s) putların bulunduğu yere girince, orada dizili yetmiş
put gördü. Orada kapının karşısında altından yapılma iki gözünde de geceleyin
ışıldayan iki mücevher bulunan büyük bir başka putun olduğunu farketti.
Böylece, o putların tamamını, elindeki baltayla kırdı, geriye sadece o büyük
putu bıraktı. Sonra da baltayı, o putun boynuna astı.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Derken o, bunları z-aiam parça etti, belki de ona müracaat ederler diye
yalnız büyük putu kırmadı" "âöesine gelince, bununla ilgili birkaç
mesele vardır.
[160]
Şayet, "Cenâb-ı
Hak niçin, ancak insanlar
hakkında
söylenilmesi uygun düşen bir çoğul
sığasıyla IWİ£ +#***
demiştir?"
denilirse, buna şu şekilde cevap verebiliriz: Bu
onların, o putlara, o putların saygı duyulup kendilerine
cadet editip
yaklaşılması hususunda adeta insanlar gibi olduklarına inanmaları «toebiyledir.
Belki de onların içinde o putların zarar-fayda verdiklerine inananlar da
Dujnmaktaydı.
[161]
Keşşaf Sahibi şöyle
der: cüzaz kelimesi, paramparça
demek
olup kırmak ve parçalamak anlamına gelen cezz
lafzından müştaktır.
Bu kelime cinsin kesresiyle liiîr
cizftz
ve fethasıyla cezaz şeklinde de okunmuştur. Yine bu ifade ecziz kelimesinin
çoğulu olarak (cüzuzen), in çoğulu olarak şeklinde de okunmuştur.
[162]
Şayet, denilmesinin
hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz
ki: Bu büyüklüğün
hilkat açısından olması muhtemel
olduğu gibi, saygı açısından; ya da her iki bakımdan olması da muhtemeldir.
Ayetteki "Belki
ona müracaat ederler diye" ifadesine gelince, zr arın Hz. İbrahim (a.s)'e
müracaat etmeleri muhtemel olduğu gibi, o büyük puta --'acaat etmiş olmaları da
muhtemeldir. Birincisinin olması halinde, bunu şu iki apdan izah edebiliriz:
a) Mana,
"Belki de oniar, Hz. İbrahim (a.s)'in sözüne başvurmuş ve batıllarından
mjz çevirmişlerdir" şeklindedir.
b) Hz. İbrahim (a.s), onların dinlerini inkâr
ettiğini ve ilâhlarına sövdüğünü tfMydukları için, zann-ı galibiyle, onların sadece
kendisine müracaat edeceklerine iletmiştir. Böylece de onları, verdiği,
"Hayır, bunu o putların büyüğü yaptı... Oİde onlara sorun" (Enbiya,
63) şeklindeki cevapla susturmuştur.
Ama biz, zamirin,o
putların büyüğüne raci olduğunu söylersek, bu hususta da Sl iki izahı
yapabiliriz:
a) Mana,
"Belki de onlar, tıpkı problemlerin halledilmesi için alime müracaat
•oMiği gibi, o puta müracaat edecekler ve, "Bunlara ne oldu ki,
kırılmışlar? Sen boynunda balta asılı
olduğu nalda sapasağlam duruyorsun? diyecekler. Bu KdbTnin görüşüdür. Onlar, bu
sözü aşırı cehaletlerine binâen söylemişlerdir. Belki
de onlar, o büyük putun, konuşup cevap vereceğine
inanıyorlardı.
b) Hz.
İbrahim (a.s), onların o puta müracaat etmeyeceklerini bildiği halde, onlarla
alay etmek için bunu söylemiştir. Çünkü kendisine secde edilen ve o ibâdete
ehil ve layık görülen kimse normalde, problemlerin halli hususunda, kendisine
müracaat edilen kimse olur.
[163]
Şayet,
"O topluluğun akıllı
olduğu veya olmadığı
söylenebilir.
Binâenaleyh eğer onlar akıllı idiyseler, o
putların duymadığını,
görmediğini, fayda ve zararları
olmadığı
açık olarak bilmeleri gerekirdi. Binâenaleyh Hz.
İbrahim (a.s) bunu
isbatlamak için, putları kırmaya niçin
ihtiyaç
duymuştur?" Bu konuda söylenecek son söz şudur: Tıpkı bizden birisinin
Kur'ân'ı, camiyi, mihrabı büyük .(mukaddes) görüp yüce
bilmesi gibi, o topluluk da
putlarını böyle yüce
sayıyor, onlara saygı gösteriyorlardı. Onları kırmak, işte bu açıdan
yüce bilinmelerine fayda vermez.
[164]
Yok eğer bu kavmin
akılsız olduğunu söylersek, bunlarla münazara etmenin ve bunlara peygamber
göndermenin yerinde birşey olmaması gerekir" denilirse, buna şöyle cevab
verilir: Onlar akıllı idiler ve o putların cansız olduklarını açıkça
biliyorlardı. Fakat o putların, yıldızların heykelleri olduklarına, kendilerine
tapanlara faydalı olacaklarına, onları hafife atan (saygısızlık gösteren)
kimselere de büyük zarar verecek olduklarına inanıyorlardı. İbrahim (a.s),
kendisine onlardan hiçbir zarar dokunmadan onları kırabilmiştir. Binâenaleyh
onun bu hareketi, işte bu açıdan onların inançlarının yanlış olduğuna delâlet
eder.
[165]
Hak Teâlâ'nın
"Dediler ki: "Bunu bizim tanrılarımıza kim yaptı? Herhalde o,
zâlimlerden birisi" ifadesi, "Kim bu kırma ve parça parça etme işini
yaptı ise, o alabildiğine zalimdir, zalimler gürûhundandır. Çünkü o, ta'zime,
ululanmaya lâyık bu ilahlara karşı, böylesine cüretkâr olmuştur"
dediler" demektir. Yahut da onlar putların kırılmasını bir aşırılık, yahut
onları alabildiğine hafife alma olarak gördükleri için "zalim"
demişlerdir.
HakTeâlâ'nın
"Dedilerki: "işittikki, kendisine îbrahim denen bir genç, bunlan
diline doluyordu" ifadesi hakkında iki mesele vardır:
[166]
ZeccAc şöyle der:
"Bu ifade de "İbrahim" kelimesi şu iki sebebten ötürü merfû
kılınmıştır:
a) "O,
İbrahim'dir" takdirinde olarak,
b) "Ey
İbrahim (denilen) "takdirinde münadfl olarak" Keşşaf Sahibi ise, Doğru
otan, buradaki "İbrahim" lafzının, (Denilen) fiilinin nâib-i fail:
olmasıdır. Çftnkü bu ifadeden murad, müsemmâ (şahıs) değil onun ismidir"
demiştir.
[167]
Ayetin zahiri bu sözü
söyleyenlerin bir kişiden fazla olduğunu göstermektedir. Buna göre onlar sanki,
daha
Önce Hz. İbrahim
(a.s)'i tanımış ve putları hakkında onun söylediği şeyleri duymuşlardı.
Binâenaleyh Hz. İbrahim (a.s)'in "Sizin tapmakta ocuğunuz bu heykeller
nedir?" (Enbiya, 52) şeklindeki sözünden başka hiçbir sözü Muımasaydı
bile, zannı gâlib ile, putları kıranın o olduğuna hükmetmelerine yeterdi[168].
Dediler ki: "O
halde onu halkın önüne getirin; Olur ki onlar da şâhidlik mierler."
Dediler ki: "Ey ibrahim, sen mi tanrılarımıza bu işi yaptın?" O dedi
ki: "Belki bu işi, onların şu büyüğü yapmıştır.
Dolayısıyla, eğer
konuşabiliyorlarsa,
onlara sorun" Bunun üzerine, vicdanlarına dönüp (kendi
kendilerine) "Doğrusu zâlim olanlar sizsiniz
siz" dediler. Sonra yine (eski)
Kafalarına
döndürüldüler, ve "Bunların konuşamayacağını sen de bilirsin"
stcı!ert (İbrahim) dedi ki: "Öyleyse Allah'ı
bırakıp da, hala, size hiçbir faydası
m
zararı dokunmayacak olan bu putlara mı tapacaksınız? Yuh size ve Allah'dan
başka tapmakta olduklarınıza! Akletmiyor musunuz?"
(Enbiya, 61-67).
Bil ki o kâfirler,
putların kırılmış olduğunu bizzat görüp, bunu aralarında, "O halde onu
halkın önüne geürin." dediler Keşşaf Sahibi de: "Buradaki ifadesi
insanların görebileceği bir yere gattriniz.
Buna göre eğer sen,
aa)a" hart-ı cerrindeki istilâ {üstte olma) manası nedir? Dersen ben derim ki: “Bu, mesel (benzetme)
yolu ile getirilmiş bir ifadedir, yani,' 'Onun gözler önüne getirilmesi, tıpkı
bir şeye binen kimsenin bineği üzerine çıkıp sabit olması gibi sabit olur"
demektir."
Ayetteki "Olur ki
onlar da şahitlik ederler" ifadesi ile ilgili şu iki izah yapılmıştır:
a) Onlar,
onu delilsiz-şahitsiz yakalayıp tutuklamayı uygun görmemişler ve böylece
onların onu, "Olur ki söylediği şeylerle ilgili olarak aleyhine şâhidlik
edebilecek kimselerin olabilmesi ve böylece yaptığı şey hususunda İbrahim
(a.s.) aleyhine bir hüccet olacak kimselerin ortaya çıkma ihtimalinden dolayı,
onu insanların huzuruna getirmeyi istemişlerdir. "Bu, Hasan el-Basrî,
Katâde, Süddî, Ata ve İbn Ab bas (r.a.)'ın görüşüdür.
b) Muhammed
b. İshâk'a göre "yeşhedûn" kelimesi, insanlar orada bulunur, İbrahim (a.s)'e verilen cezayı
görür ve böylece de bu, onları benzeri bir şey yapmaya yönelmekten caydırıcı
olur" demektir. Bu hususta bir üçüncü görüş de, Mukâtli ve Kelbî'den
gelmektedir: Buna göre, bu ifâde ile, yukarıdaki iki mana birden
kastedilmiştir. Yani "insanlar, hem İbrahim (a.s.) aleyhine şâhidlik
etsin, hem de ona yapılacak şeyi görsünler diye" böyle yapılmıştır.
Ayetteki "Dediler
ki: "Sen mi tanrılarımıza bu işi yaptın?" ifadesinde, bir hazif
vardır ve takdiri, "Onu getirdiler ve ona eziyet edebilmek için bu işi
itiraf etmesini isteyerek, "Sen mi tanrılarımıza bu işi yaptın?"
dediler" şeklindedir. Böylece, İbrahim (a.s.)'den, suçun onlar üzerine
döneceği ve kurtulmak isteyecekleri bir cevap sadır oldu. Çünkü Hz. İbrahim,
(a.s) "Belki bu işi onların şu büyüğü yapmıştır"dedi. Hz. İbrahim
(a.s.), bu sözü söyleyebilmek ve onların putlara tapmadaki cehalet ve
saçmalıklarını ortaya koyabilmek için, baltayı büyük putun boynuna asmıştı.
[169]
İmdi eğer, "Hz.
İbrahim (a.s)'in, "Belki bu işi onların şu büyüğü yapmıştır" deyişi
bir yalan söylemedir?" denilirse, buna âlimler şu iki şekilde cevap
vermişlerdir:
a) Bütün
muhakkik âlimlerin görüşüne göre, bu bir yalan sayılmaz. Bu görüşte olanlar,
bunun yalan olmadığını izah için şunları söylemişlerdir:
1) Hz.
İbrahim (a.s.)'in kastı, kendisinden sudur eden o fiili, putlara isnat etmek
olmayıp, onları susturma maksadına ulaşmasını sağlayacak bir ta'riz üslûbu ile
bu işi kendisinin yaptığını iyice ortaya koyup belirtmektir. Bu tıpkı şuna
benzer: Diyelim ki sen, pek zarîf bir hatla bir yazıyı yazdın. Sen de
hattatlıkta meşhur birisin. Arkadaşın ise yazısı güzel olan biri değil, ancak
düzensiz bir şey çiziştirecek olan biridir. İşte o arkadaşın, yazmış olduğun o
yazı hakkında sana soruyor: "Bunu sen mi yazdın?"
de cevap veriyorsun: "Yok canım,
senyazmışsındır!" Senin bu cevabla gayen, alay etmek ve bunu kendinin
yapmayıp, o ümmi ve,bozuk yazılı kimsenin
yazdığıını
söylemek değil, kendinin yazmış olduğun te'kid etmektir. Çünkü bu iş, hem hem
kadir arasında muhtemel bir işi, âciz olanın yaptığını söylemek, onunla alay
ir ve onu kadir olanın
yaptığını söylemektir.
2) Dizilmiş ve
süslenmiş gördüğünde, putlar
Hz. İbrahim (a.s.)'i
hayti
irmişti ve o
kâfirlerin, putların en büyüğüne çok saygı gösterdiklerini gördüğü :~ ona daha fazla öfkelenmişti. Bundan dolayı,
kendisinin o putları hafife ve onları kırıp geçirmesinin bir sebebi olduğu
için, bu işi o büyük puta nisbet r. İş, bizzat onu yapana nisbet edildiği gibi,
(bazan) o ışı yapmaya sebeb olana mabet edilir.
3) Bu, onların inançlarına göre olması gerekeni
söylemektir. Buna göre Hz. m (a.s.) onlara sanki şöyle demiştir: "Sizler,
onların büyüğünün bunu yaptığını te yadırgamazsınız. Çünkü ibadet olunan ve
ilah olduğu iddia edilen bir varlığın, hatta daha fazlasına kadir olması
gerekir. "Bu üç izahı Keşşaf Sahibi yapmıştır.
4) Bu
zikredilmeyen, açıkça söylenmeyen sözden bir kinaye olup, "Bu işi yapan
demektir. (Onların şu büyüğü) ifadesi,
söz (cümle) başıdır. Kteâî'den, ifadesinde vakıf yapılacağı, ile yeni bir cümle
olarak başlanılacağı edilmiştir.
5) Bu vakfın
ayetteki üzerinde yapılıp, söze "haza" diye başlanması fczdir. Buna
göre, Hz. İbrahim (a.s) kendisini kastederek, "Hayır, onu onların yani onlardan daha büyük ve güçlü olan
yaptı" demektir. Çünkü insan, her r daha büyüktür,
6) Bu
ifadede bir takdim-tehir vardır. Buna göre sanki Hz. İbrahim (a.s):
"Hayır, o
putlardan şu büyük olan yaptı. Eğer
onlar, konuşabilirlerse onlara sorun" r ' Böylece, bu fiilin, putların
büyüklerine nisbet edilmesi onların konuşabilir i- şartına bağlanmıştır.
Binâenaleyh onların konuşmaları imkânsız olunca, bu
olmaları da imkânsızdır.
7) Muhammed
İbn Sümeyfi', bunu "Onu, onların büyüğü yaptı" ze okumuştur ki
bu, "Belki de bu işin faili,
onların büyüğüdür" demektir.
b)
Nakilcilerden (rivayetcilerden) bir gurubun görüşüne göre, bu bir yalan -edir.
Bu görüşte olanlar, görüşlerinin doğruluğuna, Hz. Peygamber (a.s)'in ş olduğu
rivayet edilen şu hadisi delil getirmişlerdir: "ibrahim, hepsi Allah'ın
zatı ile ilgili olan üç yalan söylemiştir: Birincisi, "Ben hastayım" (Saftat,
89) deyişi;
"Hayır, bu işi
onların şu büyüğü yaptı"deyişi ve üçüncüsü, Sâre için, "Bu
zeşimdir" deyişi". Bir başka hadisde de şöyle gelmiştir:
"Kıyamettekikr Hz. 77Vn şefaat etmesini isteyince O, "Ben üç kere
yalan söyledim" demiştir."
Bu
görüşte olanlar, görüşlerini aklî bakımdan da izaha çalışarak şöyle demişlerdi:
"Yalan söylemek zatı gereği (aslında) bir kubuh (çirkin iş) değildir.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.): "Birisi, zâlimden kaçıp, birisinin evinde
gizlenip, o zâlim gelip onu sorduğunda ev sahibinin bu hususta yatan söylemesi
gerekir" demiştir. Binâenaleyh durum böyle olunca Allah Teâlâ'nın, sadece
kendisinin bileceği bir faydadan ötürü, Hz. İbrahim (a.s)'in yalan söylemesine
müsâde etmesinde tuhaf görülebilecek birşey yok.
Bil ki bu makbul bir
görüş değildir. Bu görüştekilerin rivayet ettikleri birinci habere gelince,
yalan söyleme işi peygamberlerden ziyade bu sözü çıkaranlara daha münasip bir
iştir. Bu hususta kesin delil şudur: Eğer peygamberlerin, bir maslahattan ötürü
yalan söylemeleri ve Allah'ın buna müsâde etmesi caiz görülecek olsa bunu,
peygamberlerin Allah'dan haber verdiği ve Allah Teâlâ'nın da haber vermiş olduğu
her hususta caiz (mümkün) görmemiz gerekir. Bu ise, şer'î hükümlere güveni
kökünden siler ve bütün bunlara töhmet kapılarını açar. Sonra bu haber
(rivayet) doğru olmuş olsa bile, Hz. Peygamber (a.s.)'in "Tarizli
ifâdelerde, (insanı) yalandan kurtaran bir genişlik (rahatlık) vardır"
[170]
ifadesindeki, tariz manasına hamledilmiştir.
Onların delil
gösterdikleri, Hz. İbrahim (a.s)'in "Ben hastayım"(Sâftat.89) sözüne
gelince, belki de Hz. ibrahim (a.s) gerçekten biraz hasta idi. Bu ayetle İlgili
geniş izahımız, yerinde gelecektir. Onların, "Hz. ibrahim, "Hayır, bu
işi onların şu büyüğü yaptı" demiştir" şeklindeki delillerine
gelince, bunun cevabı açıktır. Onların, Hz. İbrahim, (a.s) hanımı Sâre hakkında
(Mısır kralına karşı): "Bu kızkardeşimdir" demiştir" şeklindeki
sözleri hususunda şöyle denir: Onun bu sözünden maksadı, Sâre'nin din kardeşi
olduğunu belirtmektir. Binâenaleyh, sözü peygamberlere yalan nisbet etmeksizin,
zahiri manasına hamletmek mümkün olduğu zaman, peygamberlere yalanı ancak
zındık olanlar nisbet edebilir.
[171]
HakTeâlâ'nın
"Bunun üzerine vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) Doğrusu zâlim
olanlar sizsiniz siz" dediler" ifadesi ile ilgili şu izahlar
yapılmıştır:
a) İbrahim
(a.s.), onlara yollarının, inanç ve dinlerinin çirkin olduğunu gösteren şeyleri
getirince, uyandılar ve putlara ibadet edişlerinin yanlış olduğunu, bu hususta
bir aldanış ve cehalet içerisiı.de olduklarını anladılar.
b) Mukâtll şöyle der: "Onlar, kendi
kendilerine dönüp, (vicdanen) kendilerini kınayarak, "Balta o büyük putda
olduğu halde, İbrahim (a.s)'in onları kırdığını iddia ederek, İbrahim (a.s)'e
haksızlık edenler, biziz biz" dediler."
c) Mana,
"Siz, ona bunu sorduğunuz ve cevaben sizinle alay ettiği için, kendi
«endinize zulmetmiş olduğunuz" şeklindedir. Doğruya en yakın olan, birinci
izahtır.
Hak Teâlâ'nın
"Sonra yine (eski)
odalarına
döndürüldüler ve "Bunların konuşmayacağını sen de bilirsin"
dediler" badesine gelince Keşşaf sahibi şöyle der: "nekesehu,
"O, falan şeyi ters çevirdi, atoı üstüne getirdi" demektir." 8u
ayetle ilgili iki mesele vardır:
[172]
Bu deyimin manası
hususunda şu izahlar yapılmıştır:
1)
Bununla, "Onlar kendi kendilerine
döndüklerinde
(vicdanlarına danıştıklarında), doğru
karar verdiler ve en uygun olanı buldular. Sonra da, eski fikirlerine dönerek,
bundan vazgeçtiler ve yine eski batıl
delilleri ile mücadele etmeye başladılar. Bir de halleri konuşabilen bir
canlıdan daha aşağı olduğu halde, putların mabud olduklarını iddiaya devam
ettiler.
2) Onlar,
Hz. İbrahim (a.s)'in kendilerini (delille) susturup, bir şey söyleme mecali
kokmamasından dolayı, çok pişman olup, hayal kırıklığına uğradıkları ve perişan
•Mukları için, gerçekten "başlarına" yani başkanlarına döndüler ve o
başkanlarının brahim (a.s.)'e verebileceği her cevabın kendileri aleyhine bir
delil olacağını gördüler.
3) İbn Certr
şöyle der: "Sonra onlar İbrahim (a.s.) kendileri ile mücâdele ettiğinde,
ara karşı ileri sürdükleri her delilde, tersyüz oldular, tepetakla gittiler,
yani hüccet hususunda, mağlub oldular ve İbrahim (a.s.)'e, karşı neticede
ibrahim (a.s.)'in lehine, udilerinin aleyhine olan deliller getirdiler.
"Bunların konuşamayacağını sen de ztrsin" dediler ve üzerlerindeki bu
şaşkınlıktan ötürü, bunun böyle olduğunu itiraf «ter. Buna göre mana,
"Onların delilleri geri tepti" şeklindedir. Böylece ayette bizzat
ar-ardan bahsetme, onların delillerinden bahsetme yerine geçmiştir.
[173]
Ayetteki nükisû fiili,
şeddeli olarak nekkesû (çevirdiler) ve meçhul olarak, nükkisû (çeviri İd iler)
seklinde okunmuştur. Bu, "Onlar, kendilerini başlarına çevirdiler (yani
vicdania--ra döndüler)" demektir. Bu, Rıdvan b. Abduf Ma'bûd'un
kıraatidir.
Hak Teâlâ'nın
"Öyleyse Allah'ı bırakıp da hala size hiçbir faydası ve zararı
dokunmayacak olan bu putlara mı tapacaksınız. Yuh size ve Allah'ı bırakıp
tapmakta olduklarınıza! Akletmiyormusunuz?" hitabının manası açıktır.
Keşşaf sahibi söyle tfsr "Üff" kelimesi, söylendiğinde, söyleyenin
canının sıkıldığını ortaya koyan bir astır. Hz. İbrahim (a.s.)'in, onların
bütün mazeretleri kapanıp, hakkın apaçık ortaya çtoşından ve böylece batılın
yıkılışından sonra hala, putlara ibadet etmelerini gördüğü çn. canı sıkıldı da,
bunlardan dolayı, "üff (yuh)" dedi. Sonra Hz. İbrahim (a.s.)'in : -
ara bu sözü, onlar onun görüşünün (sözlerinin) doğruluğunu anladıkları için
demiş ması muhtemel olduğu gibi, akletmeseler bile, delilleri ortaya apaçık
çıktığı için Demiş olması da muhtemeldir. Onun, "hâli bu putlara mı
tapacaksınız?" ve “Akletmiyor musunuz ?” ifadelerinden ötürü bu görüş
doğruya daha yakındır.
[174]
"Dediler ki;
"Onu yakın ve tanrılarınıza yardım edin, eğer {bir iş) yapanlarsamz."
Biz de dedik ki: "Ey ateş, ibrahim'e karşı serin ve selâmet
ol." Ona böyle bir tuzak kurmak istediler. Fakat
Biz, onları daha fazla
hüsrana düşenlerden
kıldık. Onu da, Lût'u da, içinde bütün âlemler için
bereket verdiğimiz arza ulaştırıp kurtardık"
(Enbiya 68-71).
Bil ki Allah Teâlâ,
İbrahim (a.s.)'in tevhidin delillerinden ve halkının putlara tapmasının bâtıl
oluşunu gösterme hususunda ortaya koyduğu şeylerden bahsedince, bunun peşinden
onlara cehaletlerini gösteren şeyleri ve onların, "Onu yakın ve
tanrılarınıza yardım edin" dediklerini zikretmiştir. Burada birkaç mesele
vardır:
[175]
yetde, bu sözü
söyleyenin kim olduğu hususunda bir işaret yoktur. Meşhur görüşe göre bu sözü
söyleyen,
Nemrud b. Ken'an b.
Sencârib b. Nemrud b. Kûş b. Ham b. Nûh'dur. Mücâhid şöyle demiştir: "İbn
Ömer'in şunu dediğini duydum: İbrahim (a.s)'in yakılmasını söyleyen, Fars
bedevilerinden bir kürddür." Yine İbn Ceıir, Vehb b. Münebbln'in Şuayıb
el-Cübbâî'nin şöyle rivayet ettiğini bildirir: "Hz. İbrahim'in yakılmasını
söyleyen Hibrin'dir. Allah Teâlâ bunu yere batırdı. O, kıyamete kadar yerin
dibine battıkça batacaktır."
[176]
Bu hadisenin nasıl
olduğu hususunda Mukâtil şöyle der: Nemrud ve kavmi, Hz. İbrahim (a.s)'i yakmak
için biraraya gelince, onu bir eve hapsettiler ve bir ağıl gibi (geniş) bir
yer yaptılar. İşte bu,
"Dediler ki: "Onun için bir bina yapın ve alevli ateşe atın
onu"(satfa,97) ayetiyle anlatılan husustur. Sonra onun için, yığın yığın
odun topladılar. Hatta bir kadın hastalandığında, "Eğer Allah bana şifâ
verişe, İbrahim'in yakılması için bende odun toplayacağım" diye
nezrediyordu. Böylece İbrahim (a.s.) için, hayvanla kırk gün odun taşıdılar.
Bunlar tutuşturulup ateş iyice şiddetlenip ve oranın sıcaklığı, en üst bir
yerden geçecek olan bir kuşu bile yakacak bir dereceye ulaştığında, İbrahim
(a.s.)i tutup, yaptıkları binanın (geniş avlunun) üstüne çıkardılar, elini
ayağını bağladılar ve yaptıkları bir mancınığa eli-kolu bağlı olarak koydular.
Yerler, gökler, insan ve cinler hariç, bütün melekler, şu şekilde bağrışmaya
başladılar: "Ey Rabbimiz, senin yeryüzünde, İbrahim'den başka sana N
edecek bir kimse yok. O, senin uğrunda yanıyor. Ona yardım etmemize oe et."
dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Eğer o, birinizden yardım isterse, s
yardım etsin. Yok eğer Benden başkasının, durumuna müdahale etmesini m. Ben onu
bilirim, Ben onun dostuyum, o zaman Benimle onun arasından \" buyurdu. O
kâfirler onu ateşe atmak istediklerinde, Hz. İbrahim (a.s)'a rüzgâr görevli
melek gelerek: "İstersen ben o ateşi havaya uçururum, savururum"
İbrahim (a.s.): "Benim size ihtiyacım yok" deyip, başını göğe
çevirerek: Tim, sen göklerde teksin, ben de yerde tekim. Yeryüzünde benden
başka sana hiç kimse yok. Sen, bize yetersin ve ne güzel vekilsin" dedi.
Şu da rivayet mistir: Hz. İbrahim (a.s.) ateşe atılınca " (Ailahtm),
senden başka ilah yok. Seni tenzih ederim, âlemlerin Rabbisin.
Hamd sana âiddir. Mülk senindir. Senin
hiçbir -enzerin, ortağın
yoktur" demiştir. Sonra onu mancınığa koymuş ve ateşe rdir. Bunun üzerine
Cebrail (a.s.), ona gelerek: "Ey İbrahim, ihtiyacın var rediğinde o:
"Sana ise, hayır" dedi. Cebrail (a.s.) de: "O halde Rabbın'den
:5yince, Hz. İbrahim (a.s.): "O'nun benim hâlimi bilmesi, ondan
istememe Dtrakmıyor" dedi. Bunun
üzerine Cenab-ı Hak: "Ey ateş. ibrahim'e karşı serin &met ol" dedi. Süddî "Bu sözü söyleyen, Cebrail (a.s.) dir" demiştir. Nd'in
rivayetine göre, İbn Abbas (r.a.) da: "Eğer, Allah Teâlâ bu ayetle
en" (serin) lafzının peşinden "selâm" (selâmet) lafzını
getirmemiş olsaydı, o İbrahim (a.s.) o
ateşin soğukluğundan ölür ve dünyadaki bütün ateşler k demiştir. Süddî rivayetine şöyle devam eder:
"Melekler, Hz. İbrahim (a.s.)'in .ndan tutup, yeryüzüne indirip
oturttular. Hz. İbrahim (a.s.), karşısında tatlı şKiran çeşmeler, kırmızı güller ve nergisleri
buldu. O ateş onun sadece iplerini yakmıştı”.
Minhâl b. Amr da şöyle
der: "Bana şu rivayet ulaşmıştır: İbrahim (a.s.) o ateşe ç "da, orada
kırk veya elli gün kalmış ve "Burada olduğum kadar, güzel bir hayat
demiştir.
İbn Ishâk da şunu
rivayet etmiştir: "Allah Teâlâ, gölgeler meleğini, Hz. İbrahim şeklinde
gönderdi. O İbrahim (a.s.)'in gönlünü yatıştırmak için, onun yanına ı Cebrail
(a.s.) de, ona cennet ipeklerinden bir gömlek getirip: "Ey İbrahim, »,
"O, ateşin benim dostlarıma zarar vermeyeceğini bilmiyor mu?"
diyor" dedi. ; sonra Nemrud, köşkünden baktı ve İbrahim (a.s)'in bir bahçe
içinde, yanında ele oturuyor olduğunu, o ateşin etraftaki ateşleri cayır cayır
yaktığını gör-Bunun üzerine ona: "Ey İbrahim, o ateş çemberini yarıp
çıkabilir misin?" i, O: "Evet" dedi. Nemrud: "O halde, kalk
ve çık" deyince de, Hz. İbrahim kalktı ve yürüyerek ateşten çıktı. Hz.
İbrahim (a.s) çıkınca da, Nemrud ona: kılığında, seninle birlikte gördüğüm o
adam kimdi?" deyince, Hz. İbrahim: ;c geler meleği idi. Rabbim onu, bana
arkadaş olsun diye oraya göndermişti"
dedi.
Bunun üzerine Nemrud: "Rabbinin sana yaptığı şeylerdeki kudretini ve
izzetini gördüğüm için, O'na kurbanlar sunacağım. Ben ona dörtbin sığır
keseceğim" dedi. İbrahim (a.s.) da: "Sen bu dinini sürdürdüğün
müddetçe, Allah senin kurbanını kabul etmez" deyince, Nemrud: Mülkümü
bırakamam, fakat ben onları O'nun için keseceğim" dedi. Sonra da bunları
Allah için kurban edip, İbrahim (a.s.)'ı bıraktı. Bu kıssa şu şekilde de
rivayet edilmiştir: "Onlar, Hz. İbrahim (a.s.) için, bir yer yaptılar ve
onu oraya attılar. Sonra oranın üzerinde yedi gün durmadan ateş yaktılar. Sonra
bu ateşi, İbrahim (a.s.) üzerine kapattılar. Ertesi gün ateşi açtıklarında, Hz.
İbrahim (a.s)'in yanmamış olduğunu, sadece terlediğini gördüler. Bunun üzerine,
LÛt'un babası Haran: "Ateş onu yakmaz, çünkü o ateşi büyülemiştir. Fakat
onu bir şeyin üzerine koyup o şeyin altından bir ateş yakın. Çünkü ancak ateşin
dumanı onu öldürebilir" dedi. Onlar da Hz. İbrahim (a.s)'ı bir kuyunun
üstüne yerleştirip, alttan ateş yaktılar. Bir kıvılcım sıçrayıp, Lût'un
babasının sakalına geldi ve onu yaktı."
[177]
Onlar, en ağır ceza
olduğu için, İbrahim (a.s)'a ateşle ceza vermeyi tercih etmişlerdir. İşte
bundan ötürü ayetler, "Eğer
(bir
iş) yapanlarsanız" denilmiştir. Bu, "Eğer sizler, ilahlarınıza iyice
yardım etmek istiyorsanız, en şiddetli ceza şekli olan, yakmayı tercih
edin" demektir.
[178]
Hak Teâlâ'nın "Biz de
dedik ki: "Ey ateş, İbrahim'e karşı serin ve selâmet ol" ifadesi ile
ilgili birkaç mesele vardır:
[179]
Ebu Müslim el-lsfehanî
bunun şu manaya olduğunu söylemiştir: Burada tıpkı, "(Allah) Ona
"ol" der, oda
oluverir " (nbm, «) ayetinde olduğu giui söylenen
bir söz bulunmayıp, Allah Teâlâ (böyle demeksizin) o ateşi serin ve selâmet
kılmıştır" Ebu Müslim görüşüne: "Ateş cansızdır, binâenaleyh ona
hitab edilmez" diye delil getirmiştir.
Ekseri ulemâ ise, bu
sözün ateşe söylendiği görüşündedir. Bu görüşte olanların şu iki izahları
vardır:
a) Süddi'ye
göre bu sözü söyleyen Cebrail (a.s.)'dir.
b) Ekseri
müfessirlere göre bunu söyleyen, Allah Teâlâ'dır. Ayetin zahirine en yakın ve
en uygun olan da bu ikinci görüştür, Ebu Müslim'in: "Ateş cansızdır, ona
hitab etmenin bir manası yoktur" şeklindeki sözüne karşı deriz ki: Bu
emrin meleklere yönelik bir faydadan dolayı söylenmiş olması niçin caiz
olmasın?
[180]
Âlimler, o ateşin
nasıl "serin" olduğu hususunda şu üç değişik izahı yapmışlardır:
1) Allah
Tefilâ, o ateşteki sıcaklığı ve yakma özelliğini
kaldırıp, sadece parlama ve avdınlatma n7«ıiirtini
Çünkü Allah her şeye
kadirdir.
2) Allah
Teâlâ, tıpkı âhirette cehennem bekçileri (olan zebanilerde) yarattığı ve :eve
kuşunun bünyesinde, kızgın demiri yutmasının bile zarar vermeyeceği bir k
yaratması ve tıpkı semendel kuşunun bedenine ateşte uzun müddet kalmanın
vermemesi gibi, Hz. İbrahim'in bedeninde de, ateşin zararının ulaşmasına mâni I
izellik yaratmıştır.
3) Allah
Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s.) ile, o ateş arasında, ateşin tesirinin ona ignesına
mâni bir engel yaratmıştır. Muhakkak âlimler şöyle derler: "Birinci izah
ra «ygundur. Çünkü ayetteki "Ey Ateş, serin ve selâmet ol" ifadesinin
zahiri, o tşm olduğu gibi kalışını değil, bizzat kendisinin serin hale gelip,
İbrahim (a.s)'ın \r tesirinden kurtulduğunu göstermektedir
Eğer, "Ateş,
hararet (sıcaklık) ve letafetle (incelik-şeffaflıkla) tavsif edilen bir
ifadedir. Binâenaleyh hararet, ateşin bir parçası olunca, ateşin serin olması
ansızdır. Bu durumda, ayette bahsedilen "ateş" ile, aslında ateş
denen şeyin zennden birisi kastedilmiştir" denilmesi gerekir. Bu ise mecaz
olur. O halde niçin m mecazınız, diğer iki (görüşe göre olan iki) mecazdan daha
evlâ olsun?" denilirse, rz ki: "Bizim mecazımızda, serinliğin
mevcudiyeti söz konusudur. Sizin o iki Kâzınızda ise bu söz konusu değildir.
Binâenaleyh bizim mecazımız daha evlâ olur.
Hak Teâlâ'nın,
"Ey ateş, ibrahim'e karşı serin ve selâmet ol" ifade, "soğuk aşırı
. "da, tıpkı sıcak gibi öldürücüdür. Binâenaleyh bunda da mutlaka bir
dengenin gerekir. Bu dengenin, bu "serin"likte rnevcud olduğu
hususunda şu üç izah tır:
a) Allah
Teâlâ, o ateşin serinliğini, zarar vermeyecek bir derece ile ayarlamıştır.
b) Ateşin
bir kısmı soğuk oldu, bir kısmı hararetini sürdürdü. Böylece sıcaklıkla iuk
dengelendi.
c) Allah
Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s)'ın bedeninde, fazlaca bir sıcaklık yarattı. Böylece 3u
soğukluktan mutazarrır olmayıp, aksine ondan istifâde etti ve hatta hoşlandı.
Bu hususta şöyle bir kaç soru sorulabilir:
Btainci Soru:
Ateşlerin hepsi, ateş otma vasfını kaybedip, böyle serinlik mi oldu?
Cevab: Ateş, bir
mahiyetin adıdır. Binâenaleyh bu serinliğin, o mahiyette meydana e* ~ ş olması
gerekir. Bu sözden, onun o mahiyetin bütün fertlerini içine almış olması
jMfcir. Şu da ileri sürülmüştür: "Bu iş, sadece o atşşe has olarak meydana
gelmiştir. maksad, o ateşin serin olması
ile ilgilidir. Zira ateşte bütün canlılar İçin, faydalar Binâenaleyh bütün ateşleri işe yaramaz hale
getirme caiz değildir. Halbuki "ansad. diöer canlılara zarar vermek değil.
Sadece İbrahim (a.s)'ı kurtarmaktır.
İkinci Soru: Hasan
el-Basrî'den rivayet edilen, "8u, bu hususta Allah Teâlâ'dan Hz. İbrahim
(as)'e bir selamdır" şeklindeki görüş, doğru olabilir mi?
Cevab: Ayetin zahiri,
Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. İbrahim'in kurtulması gibi, o ateşi serin kıldığı gibi,
aynı zamanda onu Hz. İbrahim (a.s)'in bir "selâmet" kıldığını da
göstermektedir. Hasan el-Basrî'nin dediği şey, uzak bir manadır. Bunda,
tertibli bir sözün sırasını bozma vardır.
Üçüncü Soru:
"Eğer Cenâb-ı Hak "ve selâmet" dememiş olsaydı,
"serin"lik (soğuk) onu öldürürdü" şeklindeki rivayet doğru
mudur?
Cevab: Bu da uzak bir
yorumdur. Çünkü ateşin serinlemesi, ateşten kaynaklanmayıp, Allah'dan olan birşeydir.
Allah ise, o ateşi hem hararetlendirmeye, hem de serin kılmaya kadirdir.
Binâenaleyh "eğer ayette," "selâmet" denilmemiş olsaydı,
soğuk ileri derecede olurdu" demek caiz değildir.
Dördüncü Soru:
"Hz. İbrahim (a.s.)'in o ateşte geçirdiği hayat, diğer zamanlarındakinden
daha güzeldi" denilmesi doğru mudur?
Cevab: Bu imkânsız
birşey değildir. Çünkü böyle olmasında, Onun için nimetlerin artması ve
mükemmelleşmesi vardır. Şu da mümkündür. Bu, Hz. İbrahim (a.s)'in bu büyük
belâdan kurtulmasından, düşmanlarına karşı sağladığı üstünlükten duyduğu ileri
derecedeki sevinçten ve Allah'ın dinini ilan etmiş olmasından ötürü elde ettiği
aşırı memnuniyetinden dolayı olmuş olabilir.
Hak Telâlâ'nın
"Ona böyle bir tuzak kurmak istediler. Fakat Biz, onları daha fazia
hüsrana düşenlerden kıldık" ifadesi, "Onlar, Hz. İbrahim (a.s)'a
tuzak kurmak istediler, ama her seferinde mağlub oldular. Onlar, ona karşı
mücâdele ve münazara ederek üstün gelmeyi düşündüler. Ama Atlah Teâlâ, Hz.
İbrahim (a.s.) e, onları susturucu ve perişen edici delilleri ilham ve telkin
etti. Sonra onlar işi kaba kuvvete ve zorbalığa döktüler. Ama Cenâb-ı Hak, bu
sefer de Hz. İbrahim'i onlara karşı destekledi ve ona yardım etti.
[181]
Sonra Allah Teâlâ, Hz.
İbrahim (a.s.)'e nimetini onu o beldeden, kardeşi oğlu Lût ile yani Lût b.
Haran ile birlikte oradan kurtarıp, ilbütün âlemler için bereket verdiği
arza" ulaştırdı. Şu da rivayet edilmiştir: "Bu hâdise Bâbil sınırları
içinde cereyan etmiştir. Cenâb-ı Hak Hz. İbrahim (a.s)'ıoradan kurtarıp,
"arz-ı mübarek"e ulaştırmıştır. Bu arzın, Mekke olduğu söylendiği
gibi, "Etrafım mübarek kıldığımız, Mescid-i Aksâ"{\sr&, ıj âyeti
delil getirilerek, Şam diyarı (Kudüs ve etrafı) olduğu da söylenmiştir. Bu
beldenin mübarek (bereketli) oluşu ya dinî bakımdandır. Çünkü ekseri
peygamberler oradan çıkmış, onların şeriatları ve dinlerinin eserleri orada
yayılmıştır. Varıut da bu bereket, dünyevi açıdandır. Çünkü Affah Teâlâ, o
beldeyi, suları, ağaçlan,
meyveleri, bereketi
ürünü çok, yaşayışı güzel bir belde kılarak, bereketli yapmıştır. Haryüzündeki
bütün tatlı suların kaynağının aslının, "Beyt-i Makdis"öek\ o kaya
parçasının altından olduğu ileri sürülerek, bu bereketin tefsir edildiği de
görülmüştür.
[182]
'Ona İshâk'ı, üstelik
bir de Yakûb'u ihsan ettik ve herbirini sâlih kimseler yaptık. Onları,
emrimizle doğru yolu gösterecek rehberler kıldık, kendilerine hayırlı işler
yapmayı, dosdoğru namaz kılma11, zekât vermeyi vahyettik. Onlar Bize ibadet
edicilerdir"
(Enbiya, 72-73).
Bil ki Allah Teâlâ,
kendilerini kurtarıp mübarek bir yere ulaştırmak suretiyle ferahım (a.s) ve Lût
(a.s)'a olan nimetlerini zikrettikten sonra, bunun peşinden, diğer ç'erint
zikretmiştir. Cenâb-ı Hak, ikisinin arasını birleştirmiştir. Çünkü,
pBjgamberlik konusunda aralarında bulunan ortaklık ve yakınlıkla birlikte,
Lût'un İbrahim (a.s.)'le beraber olmasında pek büyük bir inam ve ihsan
bulunmaktadır. 5or-a Cenâb-ı Hak, İbrahim (a.s.ya adetâ akıtarak bolca vermiş
olduğa nimetlerle (sas.)'a yağdırmış olduğu nimetleri zikretmiştir. İbrahim
(a.s.)'a yağdırmış olduğu - -rtere gelince, bu birkaç yöndendir.
[183]
a) Cenâb-ı
Hakk'ın "Ona Ishak'ı, üstelik bir de ViVûb'u ihsan ettik" ayeti. Bil
ki "nafile" kelimesi, hassaten, "bağış ve atiyye" savnındadır.
"en-Neflu" kelimesi de böyledir. Bağış ve ikramı çok olan bir kimseye
oe "Nevfel" denilir.
Müfessirlerin bu hususta iki görüşü bulunmaktadır:
1)
"Nafiletun" kelimesi burada, ifadesinden bir mastardır, ancak, onun
Mandan olmayan bir masdar, Çünkü, "Onu ona. bir hibe olmak üzere ftaan
ettik" sözüyle,. "İshâk ve Ya'kûb'u ona, bir atiyye ve hak «efrniş
bir karşılık olmaksızın, bu lütuf (fadl) olarak hibe ettik, ihsan ettik"
ifadeleri «asında bir fark yoktur. Bu, Mücahid ile Ata'nın görüşüdür.
2) Ubeyy İbn
KA'b, İbn Abbas, Katâde, Ferrâ ve Zeccâc'ın görüşü olup buna göre İbrahim
(a.s.) Cenâb-ı Hakk'dan bir çocuk isteyince: "Rabbim bana,'salihlerden
(olan bir çocuk) bahşet"(Sa«at. 100) dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak onun
duasına, "Onâ ishâk'j ihsan ettik" buyurarak cevâp veTdi. Yakûb'u da,
ona, duâ etmeden verdi ki, işte bu da, "nafile" olmuştur. İnsanlar
tarafından, fazladan yapılan şey gibi. Buna göre Cenâb-ı Hak'tan ki, "Ona,
duasına icabet etmek üzere, İshâk'ı ihsan ettik. Farz namaza bir ilâve olarak talep
etmiş olduğu nafile namaza mukabil de ona, fazladan, Yakûb'u lütfettik"
demiştir. Bu açıklamaya göre "nafile", özellikle, Yâkub'dur. İkinci
izah tarzı, doğruya daha yakındır. Çünkü Cenâb-ı Hak, ikisini birarada
zikretmiş, sonra da nafileten sözünü getirmiştir. Bunun, her iki kelime için
bir sıfat olması uygun olursa, bu daha evladır.
b) Cenâb-ı
Hakk'ın "Ve herbirini salih kimseler yaptık" ayeti. Yani,
"İbrahim, Ishâk, Yakûb'dan herbirini, resul olan nebiler yaptık"
demektir. Bu, Dahhak'ın görüşüdür. Diğer alimler ise buna, "Allah
(c.c.)'in taâtiyle amel eden ve haramlarından kaçınan kimseler kıldı"
manasını vermişlerdir. İkinci görüş, doğruya daha yakındır. Çünkü
"salâh" kelimesi, hepsini içine alır. Zira Cenâb-ı Hak bundan hemen sonra,
"kendilerine hayırlı işler yapmayı vahyettik" buyurmuştur. Şayet biz,
"sâlihîn, kelimesini nübüvvet manasınahamledersek, o zaman bir tekrar
olmuş olur. Ehl-i sünnet alimlerimiz, bu ayetle, kulların fiilinin Allah
tarafından yaratıldığına istidlal etmişlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Ve
herbirini sâlih kimseler yaptık" buyruğu, salih olma işinin (salâh), Allah
tarafından meydana getirildiğini gösterir.
Cübbaf buna şu şekilde
cevâb vermiştir: "Eğer böyle olsaydı, Allah Teâlâ onları salih olmakla,
imamlar ve önderler olmakla ve, âbidler olmakla nitelemez, onları böylece
vasfetmez ve, övgüde de bulunmazdı. Bu durum sabit olunca, burada muhakkak ki
tevil yapmak gerekir. Bu da şu iki yöndendir:
1) Bundan maksat şudur: "Allah onlara,
sayesinde salih kimseler olacakları
tûtuflar ile, tevfik-i
ilahîsini vermiştir"
2) Bundan
murad, Cenâb-ı Hakk'ın onları, bu vasflarla isimlendirmiş olması da olabilir.
Nitekim Arabça'da, insanlar nezdinde doğrulayıcı ve mümin olduğu halde,
onun bu sıfatlarla nitelediğinde,"Zeyd falancayı
fasıklıkla niteledi. Onu sapıklıkla vasfetti ve onun kâfir olduğunu
söyledi" denilir. Yine hakim için de, bunlarda hükmetti anlamında olmak
üzere "Falancayı akladı ve âdil, doğru olduğunu söyledi; (falancayı)
tenkid etti, eleştirdi" denilir.
Bil ki, bu açıklamalar
bozuktur. Mutezilenin medh ve "zem" meselesine dayanmalarına gelince,
buna şöyle cevâp verilir. Bu hususta bilinen yöntem, onlara, "daî" ve
"ilim" meselesiyle karşı koyup mukabele etmemizdir. Bunu lütuf
fiiline hamletmesine gelince, bu da yanlıştır. Çünkü lütuf fiili, bütün
mükellefleri içine alır. Binâenaleyh bu tahsisde, daha fazla bir fayda ve
anlamın bulunması zorunludur.
Bir de onun,
"Onu, bir salih kimse yaptınız sözü, "Onu, hareketli ve müteharrik
oc*m" elemesi gibidir. O halde bu ifâdeyi, salâh'tan başka bir şeyi elde
etme anlamına -enetmek, zahir manayı terketmek olur, İfadeyi, onları salih
kimseler olarak «iBilendirme anlamına
hamletmeye gelince, yine bu da bir mecazdır. Bu konuda söylenebilecek en son söz şudur: Buna ancak,
zaruret halinde kimi yerlerde •^vurulabilir. Burada ise böyle bir zaruret
yoktur. Ama onlar yeniden "medh" ve zem" meselesine dönerlerse,
o zaman biz de yine "daî" ve "ilim" meselesine aöneriz...
c) Cenâb-ı
Hakkın ''Onları, emrimizle doğru yolu sterecek rehberler kıldık'1 ayetinin
ifade ettiği husus. Bu konuda iki görüş bulunmaktadır:
1) Yani,
"Biz onları bizim emrimiz ve iznimizle, insanları Allanın dinine ve
hayırlara t -an önderler, insanlar yaptık" demektir.
2) Ebu Müslim'in görüşü olup, buna göre,
buradaki "imamef'den murat. _büvvet"dir. Bir tekrarın söz konusu
olmaması için, birinci izah daha uygundur,
ilerimiz bu ayetle şu iki şeye istidlal etmişlerdir:
a)
"Onları rehberler kıldık" sözüyle, fiillerin Allah tarafından
yaratıldığına ki bunun oaha önce geçmişti. -
b) Hakka davet
ve batıldan men etmenin ancak Allanın emri ile caiz olabileceğine.
a emir muteber
olmasaydı, Cenâb-ı Hakkın"emrimizle" ifadesinde, bir
fayda bulunmazdı.
c) Cenâb-ı
Hakkın "kendilerine hayırlı işler yapmayı... .^yettik" ayetinin beyan
ettiği husus. Bu ayet, Cenâb-ı Hakkın onlara, nübüvvet şerefini tahsis etmiş
olduğuna delâlet eder. Bu ise, babaya verilmiş olan nimetlerin *-
sjyüklerindendir. Zeccâc şöyle demiştir: yllı denilmesi de, hâ hazfedilerek
denilmiştir. Çünkü izafet, bu hâ'dan bedeldir." Başkaları da, ile
dardırlar derler. Ebû Müslim el-Enaarî de: "Namaz, bedenî
ibâdetlerin en şereflisi olup, Allah'ı zikretmek için farz kılınmıştır. Zekât
da, mali ibâdetlerin en şereflisidir. Bu ikisinin toplamı ise, Allah'ın emrini
tazim edip, O'nun kullarına şefkat merhameti ifade ederler" demiştir. Bil
ki, Cenâb-ı Hak onları önce "salih olmakla salâh) vasfetmiştir. Bil ki bu,
Allah'a doğru gidenlerin ilk mertebesidir. Sonra Cenâb-ı Hak terakki buyurmuş
ve onları, imâm olmakla nitelemiştir. Daha sonra yine terakkî ruvurmuş ve
onları, nübüvvet ve vahye mazhar olmakla nitelemiştir. Masumiyeti ifade eden
"salâh-salih olma", nübüvvet mertebelerinin ilki olunca, bu nebilerin
masum cuklarına delâlet etmiş olur. Çünkü, mertebelerin ilkinden mahrum olan, hayetinden de mahrumdur, demektir. Daha sonra
Cenâb-ı Hak, nasıl onlara olan
netlerinin çeşitlerini açıklamışsa, bundan sonra da, onların, kendisine
ibâdetle -eşgul olduklarını beyân etmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Onlar bize,
ibadet edicilerdir." Buna göre sanki, Cenâb-ı Hak, ihsanlarda ve inamlarda
bulunmak suretiyle nasıl rubûbiyyet ahdine riâyet etmiş se, ayni şekilde onlar
da, kulluk ahdine riâyet etmişlerdir ki, bu da onların, tâat ve ibadetle meşgul
olmalarıdır.
[184]
"Lût'a, ona da
bir hüküm, bir ilim verdik. Onu kötülükler yapmakda devam
eden o memleketten kurdardık. Doğrusu onlar, fena bir
kavim idiler,
fasıkdılar. Onu rahmetimizin ta içine
koyduk. Çünkü o, salihlerdendi"
(Enbiya,
74-75)
Bil ki Cenâb-ı Hak Hz.
İbrahim (a.s)'e verdiği nimetleri ifade buyurduktan sonra, daha önce ikisini
birarada zikrettiği için, bunun peşinden Lût (a.s.)'a verdiği nimetleri
zikretmiştir. Burada iki mesele vardır:
[185]
Ayette yer olan \fcj)
j ifadesindeki vâv hakkında, şu iki izah yapılmıştır:
a) Zeccac'a
göre bu ifâde,
cümlesine atfedilmiştir.
b) Ebu
Müslim el-lsfehani'ye göre bu kelime (Enbiya, 51) ayetine atfedilmiştir. Buna
göre, bu kelamda mutlaka bir takdir yapılması gerekir. Cenâb-ı Hak sanki
"Ve, Lût'a da... verdik" demek istemiştir, ama burada
"verdik" fiili zikredilmemiştir.
[186]
Bu, nimetlerin
çeşitleri hakkında olup, bunlar dört çeşittir.
a) Hüküm,
yani hikmet nimeti. Hikmet yapılması gerekli olan şey, demektir. Yahut da,
davalıların meselelerini çözmek. Ayetteki "hükm"e,
"nübüvvet" manası verilmiştir.
b) İlim
nimeti. Bil ki, bu iki kelimenin sonuna tenvin getirilmesi, o ilmin ve o hükm
(hikmet) in değerinin çok yüce olduğunu delâlet eder.
c)Cenâb-ı
Hakk'ın "Onu kötülükler yapmakda ar.3/n eden o memleketten kurtardık"
ayetinin ifade ettiği husustur. Buradaki yarar âkM/e kelimesiyle, orada
yaşayanlar kastedilmiştir. Çünkü, o kötü işleri yapanlar, badenin bizzat
kendisi değil, içindekilerdir. Bir de, helak ve ölüm, orada oturanların tapna
gelmiştir. Ama Cenâb-ı Hak, Lût (a.s.)'ı bundan kurtarmıştır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, ayette geçen "kötülükler"den neyi kastettiğini de "Doğrusu
onlar, fena bir kavim idiler, fasıkdılar" ifadesiyle amıştır. Onların, daha önce yaptıkları şey
hususundaki halleri açıktır.
d) Cenâb-ı
Hakkın "Ona rahmetimizin ta içine duk. Çünkü o sahillerdendi"
ayetinin ifade ettiği husus. Bu ifadede geçen met" sözünün ne demek olduğu
hususunda şu iki açıklama yapılmıştır:
1) Bu;
nübüvvet, demektir. Yani "O, nübüvvete ehit ve kabiliyetli olunca, o wetin
hakkını, hakkıyla edâ edeceği için, Allah onu rahmetine yani nübüvvetine demektir. Bu, Mukâtil in görüşüdür.
2) İbn Abbas
ve Dahhak'a göre bununla, mükâfaat manası kasd edilmiştir. Şöyle «e denebilir,
Cenâb-ı Hak, Lût (a.s.)'a hüküm ve ilim verip onu, kötülerle ahmaktan beri
kılıp uzak tutunca, ona, mükaşefe kapıları açılmış ve ilahî nurlar tecelli
«r-ştir ki, işte bu, sahili olmayan bir ummandır. İşte, gerçekte rahmet de
budur.
[187]
"Nuh'u da, (hatırla)
Çünkü o, daha önce dua etmişti de. biz onu kabul
eylemiştik. Nihayet kendisini de ehlini de o büyük sıkıntıdan
kurtardık.
Onun, ayetlerimizi yalanlayan toplumdan
öcünü aldık. Muhakkak ki onlar
kötü bir kavim
idiler. Biz de işte topunu birden suda boğduk"
(Enbiya, 76-77)
Ayetteki,
"Çünkü
o, daha önce duâ etmişti" cümlesi ile ilgili iki mesele vardır.
[188]
Ayetteki
"nida" ile, Nûh (a.s.)'ın, kavmine azâb gelmesi hususunda duâ
etmesinin kasdedildiğinde şüphe yoktur.
Bunu, Cenâb-ı Hakk'ın
bazan "Nihayet, oda Rabbine,
"Ben
muhakkak ki mağlûbum. Artık intikamı(mı) sen al" diye duâ etti"
(Kamer, 10) ayetinde olduğu gibi, genel hatlarıyla, bazan da, ya Rabbi
''yeryüzünde kâfirlerden yer yurt tutan hiçbir kimse bırakma" (Nûh, 26)
ifâdesinde olduğu gibi, ayrıntılı bir biçimde nakletmesi de destekler. Yine
Cenâb-ı Allah'ın "biz onu, kabul eylemiştik" ifadesiyle duasına
icabet etmiş olması da, buna delâlet eder. İşte bu icabet etme, burada
bahsedilen bu talep ve istekten esas gayenin burada bahsedilen bu
"kurtarma" olduğuna delâlet eder. Böylece bu, Hz. Nûh (a.s)'un nida
ve duasının tekzib ve kabul etmeme gibi, kavminin kendisine yapmış olduğu
çeşitli eziyetlerden kendisini kurtarması; onlara karşı kendisine yardım etmesi
ve onları helak etmesi ile alâkalı olduğuna delâlet etmektedir. İşte bundan
dolayıdır ki, Cenâb-ı Hak bundan sonra
"Ayetlerimizi yalanlayan toplumdan onun öcünü aldık"
buyurmuştur.
[189]
Muhakkik ulemâ
bu nidanın Allanın
emriyle olduğu hususunda İttifak
etmişlerdir. Çünkü şayet Onun emriyle olmasaydı, o zaman faydanın (salahın) ona
icabet olun-
mamasında
bulunduğundan emin olunmazdı. Bu ise peygamberlerin makamında noksanlık olduğu
anlamına gelirdi. Bir de, böylesi durumları istemek, şayet ilahî emirle
olmasaydı, baştanbaşa zarara sokma olurdu.
Diğer bir kısım
âlimler ise: Nûh (a.s.)'a, bu konuda müsade edilmemişti" demiştir.
Ebu Ümame. şöyle der;
"Hiçbir canlı, Hz. Adem (a.s) ve Nûh (a.s)'ın hayıflanması gibi
hayıflanmamıştır. Hz. Adem (a.s)'ın hayıflanması, İblis'in vesvesesini kabul
etmesinden dolayı; Hz. Nûh (a.s)'ın hayıflanması da, kavmine beddua etmesinden
dolayı olmuştur. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Nûh (a.s.)'a, "Hayıflanma,
çünkü senin duan, benim takdirime uygundu" diye vahyetmişti."
[190]
Cenâb-ı Hakk'ın, "Nihayet kendisini de ehlini de, o büyük
sıkıntıdan kurtardık" buyruğuna gelince, buradaki "ehl" ile,
onun dinine mensub olanlar kastedilmiştir. Kerb'in ne demek olduğu hususunda da
şu izahlar yapılmıştır:
a) O
kâfirlerin başına gelen, boğulma azabıdır. Bu, ekseri müfessirin görüşüdür.
b) Kavminin
onu yalanlaması ve kavmi tarafından kendisine yapılan eziyyetlerdir.
c) İkisinin, hepsidir. Bu, İbn Abbas (r.a.)'nın
görüşü olup, doğruya yakın olan
da
budur. Çünkü Nûh (a.s.), uzun müddet onları Allaha davet etmiş ve onlardan her
rö'iü kötülüğe de maruz kalmıştı. İşte bundan dolayı, onun gam ve kederi
gittikçe artmıştı. Allah Teâlâ ona, onları suda boğacağını bildirip, kendisinin
de bir gemi yapmasını emrettiğinde de, boğulmaktan kimin kurtulup kimin
kurtulamayacağını : emediği için de yine bir korku ve elem içindeydi. Böylece
Cenâb-ı Hak hem onu, -en de kendisine iman edenleri bütün bu belalardan
kurtarmak suretiyle sıkıntısını gdermiştir.
Cenâb-ı Hakkın
"Onun... toplumdan öcünü, Biz aldık" ifadesine gelince,Ubeyy
İbnKâ'b(r.a) buifadeyi "...Nûh(a.s)'a ... cavmine karşı destekledik"
şeklinde okumuştur. Müberred, ayetin manasının, "Nûh = sVa, kavminin
kötülüklerine karşı yardım ettik" şeklinde olduğunu, nitekim Cenâb-ı
Hakkın, "Allah'ın hışmı bize gelip çatarsa, bize kim yardım edecek?"
(Mümin, 29) buyurduğunu yani, "Bizi O'nun azabından kim korur?" demek
olduğunu söylemiştir. Ebtı Ubeyde de, bu ifadenin başındaki min harf-i cerrinin
alâ manasına geldiğini söylerken, Keşşaf Sahibi, bu ayetteki "yardım
etmek" ifâdesinin, mutavaatı "intikam ama" anlamında olan
"nasr" kökünden olduğunu Huzeyl kabilesinden birisinin, bir - -sız
hakkında beddua ederken "Onların intikamını, o hırsızdan s ' dediğini,
yani "Allahın, onları, o hırsızdan intikamlarını olan kimseler kıl"
demek >3uğunu söylemiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın "Muhakkak ki onlar, kötü bir kavim
idiler" buyruğuna gelince bu, "Onlar, o Nûh (a.s)'ı kabul
etmeyip yalanladıkları için,
kötü bir topluluk
idiler. İşte bundan dolayı da, onların topunu suda boğduk" demektir.
Böylece, Cenâb-ı Allah, Hz. Nuh'u, onlardan kurtarma
sebebini böylece beyan
etmiştir.
[191]
"Davûd ve
Süleymam da (hatırla). Hani onlar ekin hakkında bir kısım
kimsenin davarının içinde yayıldığı ekin hakkında
hüküm veriyorlardı. Onların
verdikleri hükmün
şahidleri Bizdik, Biz... Biz onu (n hükmünü), Süleyman^
hemen öğretmiştik. Biz, herbirine hüküm ve ilim
vermiştik. Dağlan ve kuşUrı,
Dâvud ile birlikte
teşbih etmek üzere, râm etmiştik. Bütün bunları Biz
yaptık... Biz ona, sizin için, sizi savaşın
şiddetinden korumak için, giyecek
(zırh)
yapma sanatını Öğrettik. Şimdi siz şükredenler misiniz? Süleymanm
emrine şiddetle esen rüzgarı, (verdik ki) o kendisini,
içine feyz ü bereket
verdiğimiz yere kendi
emriyle akar götürürdü. Biz, herşeyi, bileniz..
Şeytanlardan, onun için denize dalacak ve bundan başka işler görecek
olan
kimseleri de, müsahhar kıldık. Biz
onların, gözcüleriydik"
(Enbiya, 78-82).
[192]
Bil ki, ayetlerde
geçen Dâvud, Süleyman Eyyüb, Zekeriyya ve Zennun (a.s) isimlerinin hepsi,
Cenâb-ı Hakkın daha önce geçen ya, (Enbiya, 51), yahut da (Enbiya.,74)
ifadelerine atıftır. Bil ki, Cenâb-ı Hakkın bu ifadelerden maksadı, Dâvud ve
Süleyman (a.s.) a olan nimetlerini izhar etmektir. İşte bundan dolayı ilkönce,
ikisi arasında müşterek olan nimetlerden bahsetmiş, daha sonra da her birine,
ayrı ayrı tahsis ettiği nimetleri beyan
Doyurmuştur. İkisi
arasında müşterek olan nimet, bahsedilen kıssa, yani "hüküm Mine
hadisesi"dir. Hüküm vermenin bir nimet oluşunun vechi ve sebebi ise şudur:
^Irkü Allah Teâlâ, "Biz, herbirine hüküm ve ilim vermiştik "
cümlesinde onları ilim anlayışla
bezediğini bildirmiştir. Sonra bu, ayette, ilmin kemâllerin en üstünü ve «n
büyüğü olduğuna bir dikkat çekme bulunmaktadır. Bu böyledir, çünkü Allah Teâlâ
:x.rada, dağları, kuşları, rüzgarı ve cinleri, onların emrine verme gibi diğer
yüce etlerden önce, ilmi zikretmiştir. İlim, bu gibi yüce nimetlerden üstün ve
faziletli aunca, onun, başka nimetlerle mukayesesi neticesini sen anla. Bu
ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[193]
İbn Sikkît; "nefş davartn geceleyin, çobansız olarak
otlaması ve yayılması demektir" demiştir. Bu,
müfessirlerin
ekserisinin görüşüdür.
Hasan el-Basri'den, bu tabirin,
varın
hem gece hem de gündüz yayılması hakkında kullanılabileceği görüşü de varid
olmuştur.
[194]
Müfessirlerin
ekserisi, ayette geçen hars kelimesinin, ekin manasına geldiği kanaatindedir.
Bazıları da bunun üzüm bağı manasına geldiğini söylemişlerdir ki birincisi örfe
daha uygundur.
[195]
Çoğulun en azının iki
olduğunu söyleyenler, ifadeyle Dâvud ve Süleyman (a,s.) kastedildiği için,
Cenâb-ı Hakkın, ifadesiyle istidlal etmişlerdir. Buna şu
şekilde cevap verilebilir: "Hüküm", lafzi,
hâkime (hüküm —mı) nisbet edildiği gibi, bazan da mahkûmun lehe (hakkında hüküm
verilene) nisbet ac-ı-r. Binâenaleyh hüküm, karşılıklı davaiaşanlara nisbet
edildiğine göre, onların
toplamı, ikiden daha
çok olur. Bu ifade aynı zamanda şeklinde de okunmuştur.
[196]
Bu hususun nasıl
cereyan ettiği hususunda şu izah
yapılmıştır:
a)
Müfessirlerin ekserisi şöyle demişlerdir: Hz. Davud'a,
birisi ekinin sahibi, diğeri de sürünün sahibi olarak
iki adam geıir. Ekin sahibi "Falancanın davarları, benim ekinime girdi ve
ondan hiçbir şey r 'a':madı" dedi. Bunun üzerine Dâvud (a.s.), "Git,
sürü senindir" hükmünü verdi: Derken, ikisi oradan ayrıldılar ve Süleyman
(a.s.)'a rastgeldiler. Bunun üzerine Süleyman (a.s.): "Aranızda nasıl
hükmetti?" deyince onlar, Davud'un verdiği hükmü söylediler. Süleyman
(a.s.): "Kadı (hakim) ben olsaydım, başka türlü hüküm ««rirdirn"
dedi. Bu söz, Dâvud (a.s.)'a ulaşınca, bunun üzerine Dâvud (a.s.), Süleyman
(a.s.)'ı çağırdı ve "O ikisi arasında sen nasıl hükmederdin?"
deyince,
Süleyman (a.s.) şöyle dedi: "Ben,
davarları, ekinin sahibine verirdim. Böylece, o davarların sütü, kuzusu ve
yünü, ekin sahibinin olur. Ertesi yıl, ekin, yenildiği günkü durumuna
ulaştığında, koyunları geri sahibine verirdim. Böylece de, ekin sahibi ekinini
aimış olurdu".
b) İbn
Mesûd, Sureyh ve Mukâtil (r.h.), şöyle demişlerdir: "Bir çoban geceleyin,
bir üzüm bağının yanına yatak kurdu (sürüsünü orada yatırdı). Derken çoban
farkında olmadan, koyunlar o bağa girdi; üzüm dallarını yiyerek, bağı işe
yaramaz hale getirdi. Ertesi gün, bağın sahibi, Dâvud (a.s.)'a başvurdu. Dâvud
(a.s.) da, o bağın değeriyle koyunun değeri arasında bir farklılık olmadığı
için, koyunların bağ sahibinin olacağı şeklinde hükmetti... Onlar çekip
gittiler. Derken, Süleyman (a.s.)'a rastladılar. Bunun üzerine Süleyman (a.s.)
onlara, "Aranızda nasıl hükmetti?" deyince, onlar, Dâvud (a.s.)'ın
verdiği hükmü anlattılar. Süleyman (a.s.), "Bu hükümden başka bir hüküm
her iki tarafın durumuna daha uygun olabilir" dedi. Bu söz, Dâvud (a.s.)'a
ulaştı. Derken, Dâvud (a.s.), Süleyman (a.s.)'ı çağırdı ve ona, "Babalık
ve peygamberlik hakkı için, o iki tarafın durumuna daha uygun olan şeyi bana
haber vereceksin..." dedi.
Bunun üzerine Hz.
Süleyman (a.s), "Sürüyü, kendisinden yararlanmak üzere, bağın sahibine
verirsin, çoban da, eski halini alıncaya kadar o bağı islâh etmeye çalışır.
Daha sonra sürüyü, sahibine geri verirsin" dedi. Dâvud (a.s.), bunun
üzerine, "Hüküm, senin verdiğin hükümdür" dedi ve ayni karan verdi.
İbn Abbas (r.a.) bu hükmü verirken, Hz. Süleyman (a.s)'ın yaşının onbir
olduğunu söylemiştir.
[197]
Burada, mutlaka
bahsedilmesi gereken birtakım hususlar vardır;
1. İkisinin hükmü
farklı mıydı?
Birinci Soru:
"Ayette, Hz. Dâvud ve Süleyman (a.s.)'ın, verdikleri hükmün farklı
olduğuna dair, herhangi bir delâlet var mıdır? Çünkü, Ebu Bekr el-Asamm şöyle
demektedir: O ikisi,
verdikleri hükümde kesinlikle ihtilaf etmediler. Çünkü Allah Teâlâ, her ikisine
de, hükmün ne olacağını beyan etmişti. Ancak ne var ki O, bu hükmü, Hz.
Süleyman(a.s)'ın ağzından beyan etmiştir."
Cevap: Doğrusu şudur:
Onlar hükümlerinde ihtilâf etmişlerdi. Bunun delili sahabe ve tabiin (rayın,
anlattığımız şey hususundaki temalarıdır. Hem Cenab-ı Hak, önce, "Onların
verdikleri hükmün şahidİeri Bizdik, Biz" buyurmuş, sonrada,
"Bizonu(nla hükmünü) Süleyman'a hemen öğretmiştik" buyurmuştur. Bu
ikinci ifâdenin başındaki fâ; takibiyye içindir. Binâenaleyh, bu hükmün, bu
öğretmeden önce olması gerekir. Önce geçen o hüküm hakkında, onların, o hususta
ya ittifak ettikleri, ya da ihtilâf ettikleri söylenebilir. Binâenaleyh, eğer
onlar, o hususta ittifak etmişlerse,
Cenab-ı
Hakkın bu hususta, "Bizonu (n hükmünü) Süleyman'a hemen öğretmiştik"
sözünün bir manası kalmaz. Yok, eğer ihtilâf etmişlerse; elde edilmek istenen
netice ae budur.
[198]
İkinci Soru:
"Biz, o ikisinin, verdikleri hükümde ihtilaf ettiklerini kabul edelim.
Vcak ne var ki, bu iki hüküm, nas'tan mı çıkarılmıştır, yoksa içtihattan mı
elde edilmiştir?"
Cevap: Bize göre, bu
iki husus da, müsavidir. Ama Cübbaî, bu iki hükmün de -as'dan elde edildiğini
iddia etmiştir. Sonra Cübbaî, bunu bazan, "Peygamnberlerin c*"ad
etmeleri caiz değildir" esasına bina ediyor, bazan da, "Genel manada
peygamberlik içtihad etmesi caiz olsa, ancak ne var ki bu meselede caiz
değildir" i-e ndeki kaidesine bina ediyor.
[199]
Birinci mülahazamıza
gelince, biz bu hususta, eserimiz, "el-Mahsûl fl'l-u'sûl" de bir nebze
konuşmuştuk. Simde burada, her iki tarafın sözlerinin usûllerini z <redelim.
Cübbaî, peygamberlerin içtihad etmesinin caiz olmayacağına dair şu re Heri
getirmiştir:
a) Cenâb-ı
Hak, "Deki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olmayacak
şeydir. Ben, vahy olunagelenden başkasına
tâbi olmam" (Yunus, ıs> ve "O, 'evassndan
konuşmaz..."(Necm, 3) buyurmuştur.
b) İçtihâtın yolu, zandır. Halbuki peygamber, o
hükmü, yakînen elde etmeye --Ktedirdir. Binâenaleyh onun, zanna başvurması caiz
değildir. Bu tıpkı, kıbleyi bilen « Tsejıin, o hususta içtihat etmesinin caiz
olmasına benzer.
c) Peygambere muhalefet, küfrü gerektirir. Çünkü
Cenâb-ı Hak, "Öyle değil, Rabbine andoisun ki onlar aralannda kimi oraya,
kimi buraya çekdikleri şeylerde seni hakim yapıp ... teslimiyet göstermedikçe
iman etmiş olmazlar"(um, es) buyurmuştur. Halbuki, zannî ve içtihadî
meselelere içtihad etmek küfrü gerektirmez.
d) Peygamberin,
hükümler hakkında içtihat etmesi caiz olsaydı, onun o -^Kümlerden
herhangi birisi hakkında karar vermek için beklenmesi caiz olmazdı, -eygamber,
"Zihâr" ve "liân" meselelerinde vahiy gelinceye kadar
beklediğine göre şte bu durum, onun içtihat yapmasının caiz olmadığını
gösterir.
e) İçtihada ancak, nas bulunmadığı zaman
başvurulur. Ancak ne var ki, peygamber için nassın b 'unmadığını düşünmek adeta
imkânsız gibidir. Binâenaleyh rçtihât etmesinin caiz olmaması gerekir.
f)
Peygamberin içtihat etmesi caiz olsaydı, Cebrail'in de içtihat etmesi caiz
olurdu. Bu durumda da, Cebrail'in getirdiği şer'î hükümlerin, Allah'ın
nasiarından mt, yoksa Cebrail'in içtihadından mı olduğuna dair, bir tereddüt
hasıl olur, güven kalmazdı.
Cevâb: Bu görüşlerin
birincisine şu şekilde cevap verebiliriz: Cenâb-ı Hakkın, "De ki: Onu
kendiliğinden değiştirmek benim için olmayacak şeydir. Ben, vahy olunagelenden
başkasına tabi olmam" (Yunus, iî) ayeti, sizin görüşünüze delâlet etmez.
Çünkü bu, bir ayetin başka bir ayetle değiştirilmesi (nesh) hakkındadır. Çünkü
bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın, "bize kavuşmayı ummayanlar, (Ya bize bundan başka
bir Kur'an getir, yahut onu değiştir dedi)"(yunus, ıs) buyruğunun peşinden
gelmiştir. Oysaki, bu hususta içtihada mahal ve imkân yoktur.
Cenâb-ı Hakkın,
"O, kendi nevasından konuşmaz"(Necm.3) ayetinin bu hususta delil
getirilmesi de tuhaftır. Çünkü, içtihat yapabilecek kimsenin, "Hakkında
içtihat ettiğim şey, ayrıntılı bir biçimde olmasa dahi, genet anlamda
vahiydendir" demesi mümkündür. Çünkü bu ayet, Allah'dan alınan vahyin
tebliğ edilmesi hakkındadır, yoksa, akıl ile yapılabilecek içtihadlar hakkında
değildir.
İkincisine de şu
şekilde cevap verebiliriz: Allah Teâlâ, peygamberine; "Asl"da hükmün
falanca şeye bağlandığına yani hükmün sebebine dair zannn galibin mevcut olur,
sonra da, aynı sebebin bir başka meselede de mevcut olduğuna dair bir zann-ı galibin
bulunursa» işte o şekilde hükmet" demiştir. Dolayısıyla kıyasla verilen bu
hüküm de kesindir, zan hükümde değil de, hükme götüren yoldadır.
Üçüncüsüne de şu
şekilde cevap verebiliriz: Biz, içtihadı, şeylere muhalefet
etmenin, caiz
olmasını, mutlak manada kabul etmiyoruz Tam aksine, onlara muhalefet etmenin
caiz olması, o hükümlerin, masum olmayanlardan sudur etmesi şartına
bağlanmıştır. Bunun delili şudur: Ümmetin, herhangi bir meselede, içtihadî
olarak ittifak etmeleri mümkündür. Onların bu içtihatlarına muhalefet etmek,
imkânsızdır. Peygamberin durumuysa, bundan daha kuvvetlidir.
Dördüncüsüne de şu
şekilde cevap verebiliriz: Belki de, Hz. Peygamber, bazı meselelerde içtihâd
etmekten men edilmişti. Yahutta ona, bu hususta mutlak anlamda izin verilmişti.
Ancak ne var ki onun için bu meselelerde (zihar, liân,...) içtihat yönü ortaya,
çıkmamış, zuhur etmemiştir. İşte bundan dolayı, vahiy beklemek zorunda
kalmıştır.
Beşincisine şu şekilde
cevab verebiliriz: Bazı meselelerde, peygambere vahyin gelmemiş olması niçin
caiz olmasın? İşte bu durumda, içtihat edebilme şartları tahakkuk etmiş olur.
Altıncısına da şu
şekilde cevab verebiliriz: Bu ihtimal, ümmetin, o ihtimalin aksine ittifak
etmiş olmasıyla bertaraf edilmiştir. İşte, peygamberlerin içtihat etmesini kabul
etmeyenlere verilecek cevablar bunlardan ibarettir.
[200]
Peygamberlerin içtihat
edebileceklerinin delilleri ise şunlardır:
1) Peygamber
(s.a.s), "asl"daki hükmün; herhangi bir şeye, bir mânaya, bir
sebebe bağlt olduğuna zann-ı galibiyle hükmedip, sonra
da, o mâna ve sebebin başka ar -neselede de mevcut olduğunu bilir veya
zannederse, mutlaka, o meseledeki ilahî hükmün tıpkı ast meseledeki gibi
olduğuna dair zann-ı galibiyle hükmeder. Ayrıca, peygamberde, Allanın hükmüne
muhalefet etmenin, ilahî cezayı hakketme sebebi aacağına dair kesin bir inanç
vardır. Binâenaleyh, bu iki mukaddimeden, zann srak verilen o hükme, muhalefet
edenin ikâba müstehak olacağı zannı doğar. Bu tfvumda o kimse, o işi, aynı anda
hem yapmaya hem de yapmamaya yönelir ki, iı zıt aynı anda bir arada
bulunmayacağından, imkânsızdır. Yahut, o ikisini de yapmaz. flu da, iki zıttan
uzak kalma imkansız olacağı için, imkânsızdır. Ya da o, mercûhu 0ayrt). râcihe
(kuvvetliye) tercih edecektir ki, bu da, aklın bedahetiyle batıldır. Veyahut m
o kuvvetli olanı zayıf olana tercih edecektir ki, işte kıyasla amel etmek de
budur. «p». kıyasla amel etmede kendisine dayanılan nükte ve nokta da, budur.
Bu, ayni amanda, peygamberler hakkında da böyledir. Bu, Cebrail'in içtihat
edebileceği sonucuna da varıp dayanır.
2)Cenâb-ı
Hak, "ibretalınız (kıyasyapınız...Ana*.2)buyurmuştur. 3l **tap herkese
kıyas yapmayı emreden bir ifadedir. Binâenaleyh, Hz. Peygamberin m üu ifadenin
kapsamına girmiş olması gerekir. Çünkü o, ayetten ders alıp kitaba j*antarın
önderi ve onların en üstünüdür.
3) Hüküm
istihraç etmek (bir şeyden hüküm çıkarmak) ulemaya ait derecelerin «p
.-Kseğidir. Dolayısıyla, bu hususta, peygamberlerin de bir yeri ve makamı
olması
Aksi halde, herbir
müçtehidin bu konuda, peygamberden daha üstün olması gerekir.
İmdi eğer denirse ki:
"Bu, ancak, peygamberlerin kıyas yapmaktan daha üstün r»' derecelen
bulunmadığı zaman gerekir, söz konusu olur. Halbuki durum, hiç de aöyte
değildir. Çünkü peygamberler, hükümleri yakînî olarak vahy ile alır. S^âenaleyh
bu, en nihaî noktası zan ofan içtihâd derecesinden daha yüksek bir «•rece olmuş
olur?" cevaben biz deriz ki: Bazı meselelerde nassın bulunmaması r-«cânsız
değildir. Binâenaleyh, bu durumda peygamber içtihat edemezse, o zaman . Kmü
içtihadı ile elde edebilecek müçtehidin derecesinden daha aşağı bir dsrecede
olmuş olur. Hem biz, Allah Teâlâ'nın, peygambere içtihat etmesini emretmiş
ocuğunda, bunun, o
hükmün kesin olacağı neticesini vereceğini beyân etmiştik.
4)
Hz.
Peygamber (s.a.s.) "Alimler, peygamberlerin varisleridir... "[201]buyurmuştur.
Binâenaleyh, ulemânın, peygamberlerden bunu alıp varis olabilmeleri için,
peygamberlerin içtihat etme derecelerinin bulunması gerekir. İşte, bu
meseledeki sözün tamamı budur.
5) Allah Teâlâ,
"Hay Allah afiyet veresice neden izin verdin onlara..." (Tevte, 43)
buyurmuştur. Binâenaleyh eğer bu müsaade, Allah'ın izniyle olmuşsa, Cenâb-ı
Hakk'ın peygamberine "Onlara niçin izin verdin" demesi imkansız olur.
Yok eğer bu, onun nefsinin hevâsına göre olmuşsa, bu caiz değildir. Peygamber
bunu yapamaz. Yok eğer peygamber bu izni, içtihadı ile vermiş ise, işte ulaşmak
istediğimiz netice budur.
[202]
İkinci Mülahaza:
Cübbaî şöyle der "Biz, peygamberlerin içtihâd edebileceklerini söylesek
bile, bu meselede, şu sebeblerden ötürü, onların içtihâd etmelerinin yine de
caiz olmaması gerekir.
1) Ekin sahibinin eline geçecek sürünün sütünün
ve onlardan temin edeceği faydanın miktarı belli değildir. Binâenaleyh içtihâd
ile, bunlardan birinin diğerine bedel olduğuna karar vermek daha nasıl caiz
olabilir.
2) Dâvud
(a.s)'ın İçtihadı eğer doğru idiyse, bu İçtihadın bozulmaması gerekir. Çünkü
içtihâd, içtihâd ile bozulamaz. Yok eğer bu hatalı idiyse, bu Cenâb-ı Hakk'ın,
diğer bazı peygamberleri için haber verdiği gibi, onun da tevbe etmiş olduğunu
haber vermesi gerekirdi. Binâenaleyh Allah Teâlâ o ikisini, "Biz herbirine
hüküm ve ilim vermiştik" diye medhettiğine göre, bu Dâvud (a.s.)'dan
hiçbir hatanın sudur etmediğine delâlet eder.
3) Eğer Dâvud (a.s.) içtihadı ile hükmetmiş
olsaydı, o zaman meydana gelen netice, ilim değil, bir zan olurdu. Allah Teâlâ
ise, "Biz, herbirine hüküm ve ilim vermiştik" buyurmuştur.
1) Ayetteki
"Biz onun hükmünü Sü/eymana hemen öğretmiştik" ifadesi varken, bunun
bir içtihâd neticesi olması nasıl mümkün olabilir.
Cübbaî'nin bu
görüşlerine şöyle cevab verilir:
Birincisine cevab:
miktarını bilmemek tıpkı, ücretlerde ve sütü sağılan hayvanlarla ilgili
hükümlerde olduğu gibi, o hususta içtihâd yapmaya mâni değildir.
İkincisine cevab:
Belki de bu hata, küçük günahlardandı.
Üçüncüsüne cevab: Biz,
bildirmiştik ki kıyas uygulamasında zan, hükmün ispat vasıtasında sözkonusu
olup, çıkarılan hürkümde değildir. Hüküm kesindir.
Dördüncüsüne cevab:
Bir kimse, düşünüp içtihâd etmeye karar verdiğinde ve crnadı onu, bahsettiğimiz
şeye götürdüğünde, bunun yolunu kendisine beyân etmiş Doası açısından, bunu ona
Allah öğretmiş olur. İşte Hz. Dâvud (a.s.) ve Hz. Sûteyman (a.s.)'ın, bu
hükümdeki ihtilaflarının içtihâddan kaynaklanmasının mümkün uğruna dair
söylenebilecek şeyler bunlardan ibarettir.
[203]
Ama onların bu
hükümdeki ihtilaflarının nass (ayet)
sebebiyle olmasının
cansızlığını
anlatmaya gelince, bu hususta şöyle denilebilir; "Dâvud (a.s.) bu
selede verdiği o hükümle, Allah tarafından
görevlendirilmişti. Daha sonra Cenâb-ı Hakk, sadece Hz. Süleyman (a.s.)'a
vahyetmek suretiyle bunu neshetmiş ve bu neshi
Hz Davud'a bildirmesini ona
emretmişti. Böylece gelen bu yeni hüküm, her ikisinin
en hükmü olmuştur. Hak Teâlâ'nın, "Biz, onun
hükmünü $üleymana hemen
" ifadesi,
"Biz ona vayhettik" demektir. Bu durumda eğer denirse ki: "Bu,
sebebten ötürü bâtıldır.
a) Cenâb-ı Hak, birinci hükmü Dâvud (a.s.)'a
indirince, onu nesheden hükmü x Süleyman
(a.s.)'a değil, yine Dâvud (a.s.)'a indirmesi gerekirdi.
b) Allah
Teâlâ, her ikisini de anlayışlarından ötürü övmüştür. Binâenaleyh bu aücûm,
nass ile olmuş olsaydı, bunu anlamada ve bu hükmü vermede övgüyü je--e<tıren
birşey olmazdı. Fazla övgü ancak, istinbat ve içtihâdda aklın, zekânın ve
ileri derecede
oluşundan dolayı olur denilirse...
Üçüncü Soru:
Siz, bu ihtilafın,
hem "nass"dan, hem
de içtihâddan
«^.-'aKtanabileceğini söylediğinize göre, bunlardan hangisi daha uygundur?
Cevab: Bunun,
içtihâd'dan kaynaklanmış olması, şu sebebten dolayı daha
Doğrudur: Pek çok haberde rivayet edildiğine göre,
Dâvud (a.s.), Süleyman (a.s.)'dan
sumdan
daha uygun hükmü duyuncaya kadar, kesin hükmü vermemiştir. Bazı
ayetlerde de şu yer almıştır: Dâvud (a.s.),a Süleyman
(a.s.)'ın fikrini söylemesi
pn. ona,
"Allahaşkına söyle" demiştir ki bütün bunlar, bu hükmün nass ile
verilmiş
asına uygun düşmez. Çünkü eğer bu hüküm
nassa dayanmış olsaydı, O zaman
Süeyman
(a.s.)'ın onu gizlemeden söylemesi gerekirdi.
Dördüncü Soru: Onlar,
içtihadın ne şekilde yapıldığını açıkladılar..?
Cevab: Bu husustaki
içtihadın şekli, İbn Abbas (r.a.)'ın anlattığı şu husustur: Nnıd (a.s.),
zararın miktarının, üzüm bağı kadar olduğuna hükmetmiş ve böylece sürünün
kıymetine denk sayılmıştı. Binâenaleyh Dâvud (a.s)'a göre verilen bu zarar
yapılması gereken, o zararın dengi bir menfaat (mal) iie telâfi
edilmesiydi. Ötürü o sürünün, zarara
uğrayan tarafa teslim edilmesi gerekmiştir. Bu tıp-Hanffe (r.h)'ın, cinayet
işleyen kölenin, mevlâsı (sahibi) tarafından o cinayete : arak
verilebileceğine, yahut da kölenin fidye verebileceğine dâir olan hükmü
gibidir. Hz. Süleyman (a.s)'a gelince, onun içtihadı
kendisini asıl olana asıl olan ile; fer'î olana da fer'î olan ile karşılık
verilmesi gerektiği neticesine götürmüştür. Ama asıl olana fer'î olan ile
karşılık vermek, bununla onu ödemek caiz değildir. Çünkü bu sızlanmayı ve
haksızlığı gerektirir. Belki de o sene, o sürünün faydaları (gelirleri), o
bağın gelirlerine denkti. İşte bundan dolayı o, böyle hükmetmiştir. Bu da,
tıpkı İmam-ı Şafiî (r.a.)'nin, bir köle gasbeden, ama gasbettiğı köle elinden
kaçan kimse hakkındaki şu hükmü gibidir: O kimse, kölesi gasbedilmiş olan
kimsenin gasbedenin o köleden elde edeceği fayda nisbetinde faydalanması için,
bu zararı tazmin eder. Köle ele geçirildiğinde ise, köle sahibi kölesini,
gasbeden İse tanzim ettiği parayı geri alır.
Beşinci Soru: Bu
İhtilafın, içtihada dayalı olduğu hususunda kesinlik olduğu varsayılması
halinde, bu hâdise, bu konuda veya hepsinin doğruya isabet ettiğini gösterir
mi?
Cevab: İsabet edenin,
sadece birisi olduğunu söyleyenlerden bazıları, Hak Teâlâ'nın
"Biz onun hükmünü
Süleyman'a hemen öğrettik'' ayetini delil getirerek şöyle demişlerdir:
"Şayet hepsi de. her ikisi de doğruya isabet etmiş olsalardı, bu
"öğretme"nin (anlamanın) Süleyman (a.s)'a has olarak zikredilmesinin
bir manası kalmazdı." Her ikisinin de isabetli olduğunu söyleyenler
içinde, ayetteki, "Biz, herbirine hüküm ve ilim vermiştik" ifadesini
delil getirerek şöyle diyenler vardır: "Eğer, isabet eden sadece birisi ve
ona muhalefet eden de hatalı olmuş olsaydı, o zaman Allah Teâlâ'nın, "Biz
herbirine hüküm ve ilim vermiştik" demiş olması doğru olmazdı.
Bil ki bu iki istidlal
de zayıftır.
Birincisine gelince,
Allah Teâlâ, Hz. Süleyman (a.s)'a doğrusunu öğrettiğini söylememiştir.
Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Süleyman (a.s)'a o hükmü nesheden hükmü
öğretip, bunu Dâvud' (a.s.)'a öğretmemiş olması muhtemeldir. Çünkü bu hüküm ona
ulaşmamıştır. O halde, onlardan herbiri verdiği hükümde isabetlidir. Fakat
ayette görülen genel hava, Hz. Dâvud ve Hz. Süleyman'ın ikisinin de bunda
isabetli olmadıklarına delâlet etmektedir. Bu ise, durumun bizim şeriatımızda
da aynı olmasını gerektirmez.
İkincisine gelince,
Hak Teâlâ "Biz, herbirine hükmettikleri o hususta hüküm gücü ve ilim
verdik" buyurmamıştır. Bunun, "Onlardan herbirine çeşitli içtihâd ve
hüküm yollarının ilmini ve hikmetini verdik" manasında olması mümkündür.
Binâenaleyh her müctehidin, kendi şeriatında isabetli oluşu, durumun bizim şeriatımızda
da aynı olmasını gerektirmez.
[204]
Altıncı Soru: Eğer bu
hâdise, bizim şeriatımızda cereyan etmiş olsaydı, hükmü ne olurdu?
Cevab: Hasan el-Basrî
(r.h.) şöyle der: "Bu ayet muhkemdir. Kadılar ve hâkimler kıyamete kadar,
bu ayete göre hükmederler" Bil ki âlimlerin çoğu, ayetteki bu hükmün cmâ
ile neshedildiğini iddia etmişlerdir.
Bu meseledeki hükmünün
ne olduğu hususunda ihtilâf edilmiştir: Şafiî (r.h.) şöyle aer: "Eğer bu
hâdise (ekine sürü dalması), gündüzün meydana elmtş ise, bir tazmin ödeme) söz
konusu değildir. Çünkü sürü sahibinin sürüsünü, gündüzün yayma hakkı, «kin
sahibinin de gündüzün ekinini koruma vazifesi vardır. Eğer bu iş gece meydana
gelirse, zararın tazmini gerekir. Çünkü hayvan sahibi, hayvanlarını geceleyin
raptetmekle görevlidir." Ebu Hanîfe (r.h.) ise, "Kişi kasten
hayvanını salıvermediği -uddetce, hadise ister gece, ister gündüz cereyan
etsin, tazmin gerekmez. Çünkü Ht Peygamber (s.a.s) "Hayvanların
yaralaması, karşıhksız-r- (kısası ve telâfiyi gerektirmezy[205]
buyurmuştur. Şafiî (r.h) ise, Berfl b. Azİb - n.)'dan rivayet edilen, şu hadisi
delil getirmiştir: "Zararlı (azgın) bir deve, bir bahçeye di ve orasını
tarumar etti. Ashâb bunu, Hz. Peygamber (a.s.)'e anlattılar. O da, gûndüzün
bahçeyi korumanın bahçe sahiblerine, geceleyin hayvanı korumanın ise hayvan
sahiblerine düştüğünü ve hayvanların geceleyin verdiği zararın, hayvanların
saliplerine âit olduğunu söyledi." İşte bu ayetle ilgili, söylenebilecek
şeylerin tamamı randan ibarettir.
[206]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Hz. Dâvud (a.s.)'a has kıldığı şu iki nimeti zikretmiştir: Birinci nimet
"Dağlan ve kuşları, Dâvud ile birlikte
tesbih etmek üzere, râm etmiştik" buyruğu ile anlatılan nimettir.
Bu ifade ı« ilgili birkaç mesele vardır:
[207]
Ayette bahsedilen
"teşbih"
hususunda şu iki
izah yapılmıştır:
1)
"Dağlar bizzat Allah'ı teşbih ediyorlardı. Bu görüşü belirtenler,
dağların teşbihi hususunda da şu izahları yapmışlardır:
a) Mukâti1
şöyle demiştir: "Dâvud (a.s), Rabbini zikrettiğinde dağlar ve kuşlar da,
onunla birlikte zikrediyorlardı."
b) Kelbf
şöyle der: "Dâvud (a.s.) teşbih ettiğinde, dağlar da onunla birlikte
teşbih ederdi."
c) Süleyman b. Hayyân şöyle der: "Dâvud
(a.s.) kendisinde bir gevşeklik "emrettiğinde, Allah Teâlâ dağlara
emreder, dağlar da teşbihe başlardı. İşte o zaman Dâvud (a.s.)'un neşvesi ve
iştiyakı artardı.
2) Bazı
me'anî âlimlerinin tercihi olan görüşe göre, dağların ve kuşların teşbihi,
tıpkı "Allah'ı hamdi ile teşbih etmeyen hiçbirşey yoktur"(İm, 44)
ayetinde beyan edildiği gibidir. Bu işin, Dâvud (a.s.)'a has olarak
zikredilmesi, ancak onun bunu, kesin olarak bilmesinden dolayıdır. Böytece onun
yakîni ve ta'zimi artıyordu. Birinci görüş doğruya daha yakındtr. Çünkü ayetin
lafzını zahirî lafzından alıp (mecazi) manaya hamletmek için, burada bir
zaruret yoktur.
Mu'tezile ise şöyle
demişlerdir: "Eğer teşbih bizzat dağlardan olmuş olsaydı bu, ya dağın
fiili, ya da Allah'ın dağda yarattığı bir fiiti olurdu. Birinci ihtimal, mümkün
değildir. Çünkü dağtn bünyesinde, hayat, ilim, kudret gibi şeylerin bulunması
ihtimali yoktur. Hayat sahibi, âlim ve kudretli olmayan bir varlıktan, teşbih
gibi bir fiilin sudur etmesi imkansızdır. İkinci ihtimal de imkansızdır. Çünkü
(mu'teziieye göre), mütekellim (konuşan), konuşmaya mahal olan değil, bizzat
konuşma işini yapandır. Binâenaleyh o sözün (teşbihin) faili Allah olmuş
olsaydı, o zaman teşbih eden (konuşan) o dağlar değil, Allah olmuş olurdu.
Böylece bu ayeti, zahirî manasına hamletmenin mümkün olmadığı sabit olur."
İşte bu noktada Mu'tezile, "Dağlan ve kuşları Dâvuâ île birlikte teşbih
etmek üzere, ram etmiştik" ayeti hakkında şöyle demişlerdir: Hak
Teâlâ'nın, "Ey Dağlar, onunla birlikte teşbih edin"{Sete. ıoj ayeti
de bunun gibi olup, "Benim tasarrufum O'nunla (Hz. Allah'la) benim
hareketim O'nun emriyledir" demektir.
Ayetteki "teşbih
edenler" ifadesi, "Sibâha" (yüzmek) masdarından müştaktır. Bu
kelime, çoKca yüzmeyi göstermek için (teksîr için) bu vezinde getirilmiştir.
Eğer bununla "teksîr" manası kastedilmiş olmasaydı şeklinde olurdu.
"Teksîr" manası kastedilince, şeklinde gelmiştir ki bu: "Benim
seyrim, gidişim onunladır" demektir. Bu tıpkı, "Gündüzün senin için
uzun bir meşguliyet ı/ar"(Muzzemmii. 7) ayeti gibidir. Bu, "Tasarruf ve
gidişat açısından, senin İçin gündüzün uzun bir meşguliyet var" demektir.
Bunun böyle olduğu sabit olunca diyoruz ki; "O dağların seyri (hareketi),
Allah'ın kudretine ve Cenâb-ı Hakk'ın münezzeh oluşuna delâlet ettiği için,
sanki tesbihdir."
Bil ki mu'tezilenin bu
görüşünün dayanağı, dağlarda hayat olmadığı prensibine dayanır ki bu söz kabul
edilemez. Bir de onların görüşü, "Buradaki konuşma (teşbih), Allah'ın
fiilidir" sözüne dayanır. Bu da kabul edilemez.
[208]
Kuşların konuşabilmesinde bir imkansızlık yok. Fakat
ümmet, mükelleflerin cinler, insanlar, ve de
melekler
olduğu hususunda
ittifak etmiştir. Binâenaleyh kuşların,
aklen
mükellefler derecesine çıkmaları imkansızdır. Fakat
kuşlar, mükellef olmasalar bile, emir ve yasalara
muhatab olma hususunda, tıpkı
çocuklannkine benzer
bir haldedirler. Binâneleyh bu, kuşları anlama hususunda,
"mürahik" mertebesine koyma açısından bir
mucize olur. Hem sonra bunda Allah'ın
kudretine
ve münezzeh oluşuna, daha fazla bir delâlet vardır. Böylece bu hususta
söylenecek söz, tıpkı dağlar hakkında söylenen söz
gibi olmuş olur.
[209]
Keşşaf Sahibi:
şöyle der: "Ayetteki fiili,
ya
"müsebbihâtin" manasında olarak
haldir, yahut müste'nef
bir cümledir.
Müste'nef oluşuna göre, sanki birisi, "Allah,
an nasıl müsahhar kılmış?" demiş de, buna
cevaben, ''Onlar teşbih ederler"
mistir.
"Tayr" (kuşlar) kelimesi, ya "cibâl" (dağlar) lafzına
atıftır, yahut mefül-ü
a andır. Eğer,
"Cenâb-t Hak niçin, dağları kuşlardan önce zikretmiştir?" dersen,
n derim ki: "Dağların müsahhar kılınıp,
tesbihâtta bulunuşları, daha şayan-ı
attır:
Cenâb-ı Hakk'ın kudretine daha delâlet edici ve daha büyük bir mucize oiur.
rtKîi onlar cansız, kuşlar ise konuşan
canlılardır."
Hak Teâlâ'nın
"Bütün bunları Biz yaptık" ifadesi, "Size pek toresan ve zor
gelse de, Biz bunu yapabiliriz" demektir. Bunun, "Peygamberlere z
böyle yaparız" demek olduğu da söylenmiştir.
[210]
ikinci Nimet "Biz
ona. sü&Fn sizi muharebenin şiddetinden korumak için giyecek (zırh)
sanatını öğrettik" anlatılan nimet... Bu ayetle ilgili bir kaç mesele
vardır:
[211]
Lebûs
"libâs" demektir. Nitekim şâir
"Her durum için, ona uygun
olan bir elbise giyin" demiştir.
[212]
ifâdesi, nûn ile; yâ ile, tâ ile, şeddeli ve
şeddesiz sad, ile de okunmuştur. Binâenaleyh, bu ifâde, nûn ile okunması
halinde fail, Allah; tâ ile okunması halinde, fail, at11 kelimesi ya da, zırh
manasına yorumlanan "lebûs" kelimesi, yâ ile okunması de "fail"
ya Allah Teâlâ ya Dâvud (a.s.), veyahutta "Lebûs" kelimesi olmuş[213]
Katâde şöyle der: İlk
zırh yapan kimse, Dâvud (a.s.)'dır. "Çünkü, zırhın yapıldığı o malzeme,
daha evvel geniş levhalar halindeydi. Binâenaleyh onu delip de ören ve bedene
giyilecek hale getiren ilk kişi, odur" Hasan el-Basrî de şunu iştir:
Lokman (a.s.), Dâvud (a.s.) zırh yaparken onun yanında buiunmuş ve ne yaptığını
sormak istemiş, fakat sormamış susmuş... O onu bitirip üzerine inde de,
"Susmak hikmettir; ama, bunu yapan da pek azdır..." demiştir. Âlim-r
şöyle demişler: Allah Teâlâ, Hz. Dâvud için öylesine yumuşatmıştır ki; tıpkı
çamur gibi, o ondan, onu ateşe tutmaksızın yararlanmış ve istifâde etmiştir.
[214]
Her ne kadar bu
kelimeyle, bütün sıkıntılar kastedilebilirse de, burada bununla hassaten harp
manası kastedilmiştir. Buna göre mana, "O sizi himaye etsin ve sizi
ımaktan, öldürülmekten, kılıçtan, oktan, mızraktan korusun diye..."
demektir.
[215]
Burada, zırhı ilk
yapanın, Dâvud (a.s.) olduğuna, daha sonra da insanların bunu ondan
öğrendiğine, böylece de
insanların, bunu ondan
tevarüs yoluyla almış olduğuna bir delâlet vardır. Binâenaleyh bu nimet,
yaratılışın başlangıcından en son zamana kadar, bütün savaşçıları içine
almıştır. Bu sebeple, insanların, işte bu nimetten dolayı Allah'a şükretmeleri
gerektiği için, "Şimdi siz, şükredenler misiniz?" buyurmuştur. Yani,
"Bu sanatı size müyesser kılmasından ötürü, Allah'a şükrediniz..."
demektir.
[216]
Bil ki, Cenâb-ı Hak,
Hz. Davud'a tahsis etmiş olduğu nimetleri zikredince, bundan sonra Hz.
Süleyman'a tahsis etmiş olduğu nimetleri zikretmiştir. Katâde şöyle der:
"Allah Teâiâ, Hz. Süleyman'ı, Hz. Davud'un mülküne ve nübüvvetine varis
kılmış ve ona, bundan fazla olarak da, şu iki şeyi, yani rüzgârı ve şeytanları
ona müsahhar kılmış, emrine vermiştir."
[217]
Bilinci nimet: Cenâb-ı
Hakk'ın "Sülayman'aşiddetli esen rüzgarı, (müsahhar kıldık ki,) bu... onun
emriyle akar götürürdü..." ayetinin ifade ettiği husustur. Yani, "O,
o rüzgarın şiddetli esmesini istediğinde şiddetli esiyor, uysal olmasını
istediğinde de uysallaşıyor..." manasında olmak üzere, "O rüzgarı,
ona itaatkâr ve boyun eğer kıldık" demektir. Allah Teâlâ, rüzgarı ona, bu
iki durumda da müsahhar kılmıştır.
Buna göre eğer,
aatfeten kelimesi "esmesi şiddetli olan" demektir; halbuki, Cenâb-ı
Hak o rüzgarı, "onun dilediği ı/ere yumuşacık akar giderdi... "(Sad,
36) diye tavsif etmiştir. Şu halde bu iki zıt şey nasıl uyuşturulabilir?"
denilirse, buna şu iki açıdan cevap verebiliriz:
a) Rüzgar,
aslında, tıpkı nesim (tatlı ve hafif esen rüzgar) gibi yumuşak ve hoştur.
Binâenaleyh o, Hz. Süleyman'ın tahtına rastladığında, Cenâb-ı Hakk'ın da,
"Sabahı bir ay(lık yol), akşamı bir ay(hk yol)du.. "(sebe. 12) buyurduğu,
gibi, kısa bir zamanda onu alıp götürür, oradan uzaklaştırırdı. Binâenaleyh, o
rüzgar, Hz. Süleyman (a.s)'a itaat edip onun isteğine, hükmüne göre esmesi
suretiyle, ayete ayet, mu'cizeye de mu'cize katarak bu iki halin, yani aslında
yumuşak, işinde ise şiddetli olma özelliğini birarada bulundurmuştur.
b) O rüzgâr, Hz. Süleyman (a.s)'ın iradesine
göre estiği için, bazen yumuşak
bazan
da şiddetli oluyordu.
[218]
Hem ref, hem de nasb
ile er-rihu, er-riyâhu, er-rihe ve er-riyâhe şeklinde okunmuştur. Bu kelimelerin merfû oluşu, mübteda olmalarından; mansûb okunuşları da
el-cibâle (Ayet, 79) kelimesine atfedilmiş olmalarındandır.
İmdi, eğer
"Cenâb-ı Hak Dâvud (a.s.)'la ilgili fadede, Duyurduğu halde, Süleyman
(a.s.)'la ilgili ifadede de buyurmuş,
Hz. Dâvud'la ilgili ifadede (-ile
beraber) lafzını; Hz. Süleyman'la ilgili ifadede ae lâm kelimesini kullanmış, ve bu tertibi, "Ey
dağlar, onunla birlikte teşbih edin"dedik, "kuşlara da (bunu
emrettik)"(Sebe.ıo> beyanıyla "Bunun üzerine biz de ona, rüzgarı
müsahhar etdik ki bu, orun emriyle... akar giderdi"{Sad. 36) beyanlarında
da gözetmiştir. Binâenaleyh, Hz. Davud (a.s)'a
lafzının Hz. Süleyman (a.s) için de lâm (-li) lafzının tahsis
edilmesinin -.<meti nedir?" denilirse, biz deriz ki: Muhtemeldir ki,
dağ teşbih ile meşgul olunca, Otvud (a.s.) için bir tür şeref meydana gelmiş
olur. İşte bundan dolayı bu iş Dâvud •ısj'a, mülkiyyet (temlik) ifade eden
lamla nisbet edilmemiştir. Rüzgara gelince, :«-dan ancak, hizmet yerine geçen
şeyler sudur etmiştir. Binâenaleyh, hiç şüphesiz, 3u da Hz. Süleyman (a.s)'a,
temlik ifâde eden lâm'ia nisbet edilmiştir. Bu izah, ikna etmeyi amaçlayan
(ikna?) bir izahtır.
Cenâb-ı Hakk'ın 'İçine feyz ü bereket verdiğimiz yere"
ayetine gelince, bu "Onun emriyle, Beyt-i Makdis'e gitmeye yönelir"
demektir. Kelbî şöyle der: "O rüzgar, üzerinde Süleyman (a.s.) ve ashabı
olduğu halde, Istahr'dan $am'a giderdi."
Cenâb-ı Hakk'ın,.
"Biz her şeyi bileniz ' buyruğuna gelince, ;u 'Biz, eşyayı bildiğimiz
için, bizim böyle bir tedbiri hem peygamberlerimiz hem oe mahlûkatımız için
icra etmemiz ve bu kesin, mucizeyi yapmamız, Biz'den sahih olarak meydana
gelmiştir" demektir.
[219]
İkinci minet: Cenâb-ı
Hakk'ın "Şeytanlardan, onun için denize dalacak ve bundan başka işler
görecek üan kimseleri de müsahhar kıldık. Biz onlar üzerinde murakıb idik"
ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[220]
Bu ayetle,
"Şeytanlar, Hz. Süleyman (a.s) için denize dalıyor ve mücevherler çıkarıyor;
bu işi onlar, çeşitli işlere,
zanaatlara, şehirler
ve köşkler kurmaya ve hayranlık
andıran
sanatlar meydana getirmeye kadar götürüyorlardı" manası kastedilmiştir.
Sftekim Cenâb-ı Hak, "O, kalelerden, heykellerden, büyük havuzlar gibi
yanaklardan, sabit sabit kazanlardan ne dilerse kendisine yaparlardı"
(Sebe, 13) Duyurmuştur. Sanatlara gelince, bu, onların hamamları, kireç
ocakları, değirmenleri, cam ve sabun yapmalarıdır....
[221]
Cenâb-ı Hakk'ın
buyruğuna gelince, bu, "Biz
Süleyman'a, dalgıçlık yapan
şeyanları
müsahhar kıldık” demektir buna göre
ifadesi, ifadesindeki kelimesine atfen, nasb
mahallinde olmuş olur. Zeccâc şöyle der: "Bunun şu iki sebepten dolayı ref
mahallinde olması da mümkündür.
a) Mâna,
Süleyman (a.s)'ın, rüzgârı ve şeytanlardan dalgıçları vardır..." şeklinde
olmak üzere, bu ifadenin, er-rihu kelimesine atfedilmesidir.
b) Bu
ifadenin mübtedâjehû kelimesinin de, onun haberi olarak merfû olması...
[222]
Ayetteki,
"dalgıçlık yapan kimseler üyeyi
ifadesinin diğer işler yapan kimselere işaret etmesi muhtemel olduğu
gibi, birbaşka grup
olması da muhtemeldir. Her ne kadar, doğruya en yakın olanı birincisi ise de
hepsi de men lafzının muhtevasına dahil olmuşlardır.
[223]
Âyet-i kerimenin
zahirî ifadesinde, Cenâb-ı Hakk'ın, O
şeytanları Hz. Süleyman (a.s)'a
müsahhar kıldığı manası bulunmaktadır.
Ancak ne var
ki Cenâb-ı Hakk'ın,
müminlerini değil de kâfirlerini müsahhar kıldığı doğruya daha
yakındır.
a) Ayet-i kerimede, "şeytanlar"
lafzının, mutlak olarak zikredilmiş olması,
b) Ayetteki
"Biz onların, üzerinde murakıb idik" cümlesinden dolayı... Çünkü
mümin, bir şey
için görevlendirildiğinde, ifsatta
bulunur diye, gözetlenmesi gerekmez... Bu ancak, kâfir için
gözetilmesi gereken bir durumdur.
[224]
Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi ile
ilgili şu açaklamalar yapılmıştır.
a) Allah
Teâlâ, onlara meleklerden veyahut da cinlerin müminlerinden bir grubu
görevlendirmiştir.
b) Onlara,
Hz. Süleyman (a.s)'a itaat etmeyi
sevdirip Ona muhalefette bulunmaktan sakındırmak suretiyle, onları Hz. Süleyman
(a.s)'a müsahhar kılmıştır...
c) İbn Abbas
(r.a.) şöyle der: Cenâb-ı Hak, "Hz. Süleyman'ın onlar üzerindeki
saltanatının devamlı olmasını ve onlar hakkında, istediğini yapmasını murat
etmiştir." Buna göre eğer, "onlar, neden korunmuşlardı?"
denilirse, biz deriz ki; "Bu hususta da şu üç izah yapılmıştır:
1) Allah Teâlâ, gitmemeleri ve onu
terketmemeleri için, onları, Hz. Süleyman (a.s) için koruyup gözetiyordu.
2) Kelbî
şöyle der: Cenâb-ı Hakk onları, Hz. Süleyman (a.s) zamanında herhangi bir
kimseyi hicvetmekten korumuş, muhafaza etmiştir.
3) Cenâb-ı
Hak onları, yaptıkları şeyi ifsat edip bozmaktan koruyup muhafaza emiştir. Buna
göre bu demektir ki onların âdetleri gündüzün bir şeyler yapıp, sonra da
geceleyin o şeyi bozmak şeklindeydi.
[225]
Cübbaî kendi kendine
şu soruyu sorarak şöyle demiştir:
"Onların bedenleri,
ağır işleri yapmayacak derecede
saydam olduğu ve
işleri de ancak vesvese vermek olduğu
hatde,
onlar bu işleri nasıl yapabilirler?" Sonra o; bu soruya
au cevabı vermiştir: Cenâb-ı Hak (c.c), onların
maddelerini özellikle kattlaştırmış, Süleyman (a.s.) için bir mucize olsun
diye, onlara güç-kuvvet vermiş ve cüsselerini, ladenlerini büyütmüştür.
Süleyman (a.s.) ölünce
de, Cenâb-ı Hak onları, ilk hallerine tekrar döndürmüştür. Cenâb-ı Hakk onları, şayet bu ikinci halleri
üzere bı rakı verseydi, bu durum, -san'ara karşı bir şüphe olurdu...
Binâenaleyh şayet, bir kimse peygamber olmadığı *aoe peygamberlik iddiasında
bulunsa ve bu durumu da kendisi için bir delil kılsaydı, :x t pkı,
peygamberlerin mucizeleri gibi olmuş olurdu, işte bundan dolayı Cenâb-ı Hakk
onları, yeniden ilk hallerine döndürmüştür.
Bil ki, Cübbaî 'nin bu sözü, şu bakımlardan düşer ve sakıt olur.
a) Sen neden
cinlerin cisim olduğunu söyledin? Herhangi bir yerde bulunmayan «a bir yer ile
kaim olmayan muhdes bir varlığın bulunması ve cinlerin de bunlardan «Anası
niçin mümkün olmasın? Buna göre şayet sen, "Eğer durum böyle olsaydı, ^an
bu, Cenâb-ı Hakk'ın eşi ve benzeri olurdu" dersen, ben derim ki: Bu
tutarsız av sözdür. Çünkü İevazim-i sübutiyyede (ayrılmaz olumlu vasıflardaki)
müştereklik, (zumlarda müşterekliğe delâlet etmediği halde levazim-i selbiyye
(olumsuz ayrılmaz laarflar) nasıl delâlet edecek?
Biz cinlerin, cisim
olduklarını kabul edelim... Fakat, latif cisimlerde, bu tür zor ser yapma
hususunda bir kudretin meydana gelmiş bulunmuş olması, niçin caiz amasın?
Cübbaî'nin görüşü, bu tür işleri yapabilmek için bünyenin bulunmasının şart
olduğu hususuna dayanır. Onun, bu hususta elinde sadece, zayıf bir istikra n-
j-;ur. Kabul edelim ki, cinlerin maddelerinin saydamlıktan çıkarılıp
katılaştınlması perekmiş olsun... Ancak ne var ki, daha niçin sen, "Onların,
Hz. Süleyman (a.s)'ın kümünden sonra ilk hallerine döndürülmesinin gerekli
olduğunu ileri sürdün? Buna gce şayet o, "Bu iş, bir karışıklığa sebebiyet
vermesin diye" derse, biz deriz ki: barışıklık söz konusu değildir. Çünkü,
peygamber olmadığı halde peygamberliğini ocıa eden kimse, bunu kendisinin
mucizesi addettiğinde, o zaman iddiaya muhatap >ân kimseler şöyle
diyebilirler: "Onların bedenlerinin kuvvetli olmasının senden önce •aşamış
olan bir peygamberin mucizesi olması niye caiz olmasın ki?" Böyle bir
ihtimal «arken peygamberlik iddiasında bulunan kimse bununla istidlalde bulunma
imkânını elde edemez.
Bil ki, bu alemdeki
maddeler, ya kesîf (katı, yoğun) ya da latif (saydam, şeffaf) tırlar. Kesif
olanlara gelince, maddelerin en yoğunu, taş ve demirdir. Cenâb-ı Hakk bu
ikisini, Hz. Davud (a.s)'ın mucizesi kılmıştır. Böylece taşı konuşturmuş ve
demin de yumuşatmıştır. Bunlardan herbiri tevhîd ve nübüvvete delâlet ettiği
gibi, ayni şekilde haşrin sahih olduğuna da delâlet eder. Çünkü, Allah, taşlara
hayat vermeye kadir olduğuna göre, çürümüş kemiklere de hayat vermesi niçin
akıldan uzak görüiebilsin?!.. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk, Hz. Davud (a.s)'ın
parmağının son derece hassas ve dayanıksız olmasına rağmen, onun parmağında
ateşe karşı bir kuvvet yaratmaya kadir olduğuna göre, kuru toprağı hayat dolu
bir duruma getirmesi, niçin akıldan uzak görülsün?!...
Bu alemdeki şeylerin
en şeffafı ise, hava ve ateştir Cenâb-ı Hakk bu ikisini de, Hz. Süleyman
(a.s)'ın mucizesi kılmıştır. Havaya gelince bu, "Süleyman'a, şiddetli esen
rüzgarı müsahhar kıldık" (Sad, 36) ayetinde anlaşılan husustur. Ateşe
gelince, şeytanlar, ateşten yaratılmışlardır. Allah Teâlâ onlanda, Hz. Süleyman
(a.s)'ın emrine amade kılmıştır, Böylece Hz. Süleyman (a.s) onlara, suya
dalmalarını emrediyordu. Halbuki ateş, suyla söner. Ama bu, onlara hiçbir zarar
vermiyordu. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, zıddı zıddından çıkarıp ortaya koymaya
kadir olduğunu gösterir...
[226]
"Eyyûb'u da
(hatırla). Hani o, Rabbine; "Doğrusu, bana dert gelip çattı. Sen
merhametlilerin en merhametlisisin" diye niyaz etmişti. Biz de onun
(duasını) kabul etmiş, kendisindeki o derdi gidermiş, tarafımızdan bir rahmet
ve ibâdet edenler için bir ders olmak üzere, hem ailesini, hem onlarla beraber
daha bir
mislini ona vermiştik"
(Enbiyâ. 83-84).
[227]
Bil ki, Eyyûb
(a.s.)'ın meselesinde ve Allah Teâlâ'nın ayette ve Kur'ân'ın başka yerlerinde
zikrettiği şeylerde, başka hiçbir yerde olmayan ibret ve deliller vardır. Çünkü
Allah Teâlâ, mevkiinin çok büyük olmasına rağmen, onun
başına, hem kendisi için *vm başkaları için, hem de bu hadiseyi duyanlar için
ibret vesilesi olacak şeyi getirmiş. insanlara,dünvanın ahiretin tarlası
olduğunu bildirmiş ve kişiye düşenin, başına gelen oeiâlara sabretmek, Allah'ın
hukukunu hakkıyla yerine getirmek için gayret sarfetmek, starttı ve sevinç
hallerinde sabretmek olduğunu bildirmiştir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele
vardır:
[228]
Vehb ibn Münebbih
şöyle der: "Eyyûb (as), Diyâr-ı
Rûm'dan
bir adam olup, bu Eyyûb fbn Enûs'dur. İs ibn
İshâk (a.s)'ın
zürriyetindendi. Annesi de, Lût (a.s)'un sülalesindendi. Allah onu seçmiş ve
peygamber yapmıştı.
Bununla birlikte
Cenâb-ı Hakk ona, dünyanın nimetlerinden, hayvanlarından, bağ
bahçelerinden
büyük bir nasib de vermişti. Yine ona, kadın erkek evlâd ü îyal
ae vermişti. O, yoksullara acır, yetimlere ve
muhtaçlara kefil olur müsafirlere de
ieamda
bulunurdu. Yanında, kendisine iman etmiş ve onun mevkiini tanımış olan
jç kişi bulunuyordu."
Vehb sözüne devamla
şöyle der: "Cebrail (a.s.)'in, Cenâb-ı Hakk katında, O'na •aklaşma ve
fazilet açısından, hiçbir melekte bulunmayan bir rütbe ve makamı vardı. makam da, Allah'ın kelâmını telakki edip
almasıydı. Binânelayh, Cenâb-ı Hak -erhangi bir kulunu hayırla yadettiğinde,
onu önce Cebrail (a.s.) daha sonra da Mikall isi ve Allah'a rütbece yakın
(mukarreb) melekler telakki eder, alır. Bu yadetme işi şüyu bulup yayıldığında,
bütün bu melekler, o kimse için mağfiret talebinde bulunurlar. I«rken, bu işe,
göklerdeki ve yerdeki melekler de katılır. Göklerin hiçbiri İblis'e kapalı
aeğildi... O, göklerde, dilediği yerde kalabiliyordu. Oradan Hz. Adem (a.s)'e
ulaşmış, darken, onu cennetten çıkarmıştı. O, bu vasfını, Hz. İsa (a.s) göğe
kaldırılıncaya kadar Devam ettirmiştir. Hz. İsa göğe kaldırılınca, göklerden
dördü ona kapatıldı. Binâenaleyh o, işte bundan sonra, Hz. Muhammed (a.s)
zamanına kadar, üçüne SKabiliyordu. Hz. Peygamber, peygamber olarak
gönderildiğinde, onun kulak hırsızlığı apması hariç, göklerin tamamı ona
kapatıldı.
Bir gün İblis,
meleklerin Hz. Eyyûb (a.s)'a istiğfarda bulunmalarını duydu, hadisini hased
bürüyerek, hızlıca gökyüzüne yükselmeye başladı. Derken yüzünde, daha önce
durduğu bir yerde durdu ve "Ya Rabbi, sen, Eyyûb (a.s)'a et verdin, o da
Sana şükretti. Ona afiyet verdin, o da sana hamdetti. Ama sen onu, ne bir
sıkıntı, ne de bir belâ ile denemedin... Ben sana karşı şunu iddia ediyorum:
Ş«yet Sen ona, bir belâ verirsen, o mutlaka, sana karşı nankörlükte
bulunacaktır" »et. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk da: "Git, ona seni onun
malına musallat kıldım" 38da. Derken, bunun üzerine o melun, akıp gitti ve
hemen yeryüzüne indi. Şeytanların »cerikit ve dahi olanlarını biraraya getirdi
ve onlara: "Gücünüz kudretiniz nedir? *e yapabilirsiniz? Çünkü ben, Eyyûb
(a.s)'un malına musallat kılındım" dedi. Bunun -rerine, becerikli olan bir
şeytan: "Bana, istediğim zaman ateşten bir kasırgaya aBnüşeceğim ve
uğradığım herşeyi yakacağım bir kuvvet verildi" dedi. Bunun üzerine
İblis: "O halde
sen, Eyyûb (a.s.)'ın develerine ve çobanlarına git, musallat ol'1 dedi. Bunun
üzerine o da, insanlar farkına varmadan hemen gitti... Derken, yerin altından,
kendisine yaklaşan her şeyi yakan, ateş kasırgaları fışkırmaya başladı. Ta ki,
onları bitirdi. Bunun üzerine İblis, o çobanlardan birinin kılığına girerek,
Eyyûb (a.s.)'a gitti. Onu namaz kılarken buldu. Namazını bitirince, İblis
"Ey Eyyûb, senin seçip beğendiğin develerine ve çobanlarına, Rabbinin ne
yaptığını biliyor musun?" deyince, Eyyûb (a.s.): "O develer, bana
iğreti olarak verilmiş olan mallardır. O, onlardan daha fazla hak sahibidir,
istediği zaman o, onları çekip alabilir..." diye cevap verdi. İblis
"Senin Rabbin, onların üzerine gökten bir ateş salıverdi de, o develer,
çobanlanyla beraber yandı ve bütün insanlar bu olaydan ötürü şaşırıp dehşete
kapıldılar... Kimileri, "Eyyûb hiçbirşeye tapmıyor; o, bir aldanış
içindedir"derken, kimileri, "Şayet, Eyyûb (a.s)'un ilahı, herhangi
bir şeye muktedir olsaydı, bu belâ'yı sevdiği kimselerden men ederdi"
diyor. Kimileri de "Hayır, tam aksine O, başına gelenlere düşmanları
sevinsin ve dostları da feryad-ü figan etsinler diye, yaptığı bu şeyi
yapandır" demektedirler" deyince, Eyyûb (a.s.) "bana o malı
verdiğinde de, onu benden aldığında da hamd, ancak Allah'a mahsustur. Annemin
karnından cırı! çıplak olarak çıktım; toprağa da öylece döneceğim. Allanın
huzurunda da aynen böyle haşrolacağım. Ey kul, Allah şayet sende bir hayır
olduğunu bilseydi, senin ruhunu da o ruhlarla birlikte yok eder, sen de böylece
şehid olurdun; senden ötürü de Cenâb-ı Hak beni ödüllendirirdi. Ancak ne var
ki-Cenâb-ı Hakk, senin şerli ve kötü olduğunu bildi de, bundan dolayı seni
öldürmedi, geriye bıraktı" diye cevap verdi. Bunun üzerine İblis,
üzülerek, arkadaşlarının yanına döndü.
Derken, başka bir
becerikli şeytan: "Bende de, istediğimde, kendisini duyan her canlının
canının çıkabileceği şiddette bir nara atma, bağırma kudreti vardır" dedi.
Bunun üzerine reis olan İblis: "O halde sen de, onun koyunlarına ve
çobanlarına git" dedi. O da, çekip gitti; derken, öyle bir nara attı ki,
bunun üzerine koyunlar ile çobanları oluverdi... Bu sefer de İblis, başçoban
kılığına girerek, Eyyûb (a.s.)'ın yanına geldi ve ona daha önce söylediği
sözleri söyledi. Eyyûb (a.s.) da, ona önceki söylediklerini tekrarladı. Neticede
İblis yine, zelil olarak arkadaşlarının yanına döndü...
Bunun üzerine başka
bir ifrit, şeytan: "Bende isteğim zaman, rastladığım her şeyi kökünden
söküp atan şiddetli bir rüzgara dönüşme kuvveti vardır" dedi. İblis:
"O halde sen de, ekinlere ve öküzlere git" dedi. Bunun üzerine o da,
onlara gitti ve onları yok etti: Daha sonra İblis, yine bir şekle bürünerek
geri döndü ve namaz kılmakta olan Eyyûb (a.s)'un yanına geldi. Ona, daha Önceki
sözlerinin aynısını söyledi, Eyyûb (a.s.)'da. ona, daha önce verdiği cevaplarla
mukabelede bulundu. Böylece İblis, kademe kademe onun mallarını yok etmeye
başladı ve bunların sonunu aldı, onları bitirdi.
İblis, Eyyûb (a.s.)'ın
bütün bunlara sabrettiğini görünce, Allanın huzurunda durduğu yerde durdu ve
"Allahım, beni onun çocuklarına musallat kılar mısın? Çünkü o çocuklar da,
saptırıcı birer fitnedirler" dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak: "Çek
git, ser onun çocuklarına musallat
kıldım" buyurdu. Derken, İblis: Eyyûb (a.s)'ın çocukları evlerinde
bulunuyorken, onlara geldi ve o evi. temelinden itibaren onların iaş.-a yıkıp
sarsmaya başladı. O köşkü onların başına geçirdi. Sonra da, başı yarılmış,
kafasından kanlar akan yaralı bir haberci kılığına
bürünerek Eyyûb (a.s.)'ın yanına geldi
ve: "Çoluk çocuğunu tepe üstü dönmüş beyinleri burunlarından akar
olduğu
halde ah bir görseydin, kalbin paramparça
olurdu!" dedi. Ve o, bu sözünü sürekli
tekraraladı; Eyyûb (a.s.)'ın kalbini, böylece yumuşatmaya çalıştı.
Derken, Hz. Eyyûb
(a.s.) ‘ da, rikkate
gelerek ağladı ve yerden bir avuç toprak alarak başına saçtı. İblis
Bu durumu
değerlendirdi. Eyyûb (a.s.) çok geçmeden istiğfarda bulundu, 'İnnâ
lillâhi
Ve inna
ileyhi râciûn" dedi.
Bunun üzerine İblis,
yine semâya yükselerek, önceki durduğu yerde durdu ve: a. a-ım, Eyyûb (a.s)'a,
senin, ona yeniden malını ve çoluk çocuğunu vereceğini bildiği îpn. malı ve
çoluk çocuğunun kıymeti onun gözünde büyümedi, aksine hafif ve değersiz geldi.
Aksine sen beni, onun bedenine musallat kılar mısın? Ben, şayet sen :--.bedeni
hususunda bir belâya duçar edersen, sana küfran-ı nimetle bulunacağını ütfa
ediyor, buna kefil oluyorum" dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk: "Çek
git, seni şasece onun bedenine musallat kıldım. Senin, aklı,kalbi ve dili
hususunda, ona bir --kümranlığın yoktur" buyurdu. Bunun üzerine İblis, çok
hızlı bir biçimde akıp gitti ve Hz. Eyyûb (a.s.)'ı, Allah'a secde ederken
yakaladı ve ona, yer cihetinden gelerek, :--un burun deliklerinden öylesine bir
üfledi ki, o üflemeden dolayı onun bedeni tutuştu *e bu sebeple, onda, tepeden
tırnağa siğil çıktı... Onda, tahammül edemiyeceği bir se'ecede bir kaşıntı
meydana geldi. Derken o, tırnaklarıyla kaşınmaya başladı. nakları düşünce de, o
vücudunu sert keselerle kaşıdı. Sonra, pişmiş tuğlalar ve -aşlarla kaşımaya,
yontmaya başladı. O, vücudunu kaşımaktan bir türlü kendisini = amadı. Ta ki,
eti paramparça oldu, rengi değişti ve kokuştu. Bunun üzerine Hz. Eyyûb (a.s)'ı,
o beldedekiler dışarı çıkardılar ve onu, bir çöplüğün üzerine koydular üzerine bir gölgelik yaptılar. Hanımı,
Efrayim İbn Yusuf'un kızt Rahme hariç, -erkes onu terketti. Hz. Eyyûb (a.s)'ın
işlerini hanımı düzene koymaya çalışıyordu..."
Vehb. hikayeyi şöyle
deme noktasına kadar uzatmıştır: "Eyyûb (a.s.), O'nun • ardımını talep
edip O'na yalvarıp yakararak Cenâb-ı Hakk'a yöneldi ve: "Ya Rabbî aeni
hangi şey için yarattın? Keşke ben, annemin attığı bir hayız bezi olsaydım...
Keşke Den, kendisinden ötürü yüce zâtını benden çevirdiğin o işlemiş olduğum
işi ve yaptığım günahı bilebilseydim!... Ben, garibler için ev, fakirler için
başvuracak bir yer, yetimler çın bir dost, muhtaçlar için ihtiyaçlarına
karşılayan bir kimse değil miydim? Allarum, oen, zelil bir kulum, eğer iyilikde
bulunduysam, lütuf sana aittir. Eğer kötülük ?îtiysem, beni cezalandırmak,
senin elindedir. Sen beni, belâya ve fitneye hedef kıldın. *'e sen bana, şayet
aynisini bir dağa yapacak olsaydın, dağın bile taşıyamayacağı şeyleri musallat
kıldın. Allahım, parmaklarım paramparça oldu. dilim ve küçük dilim düştü.
Saçlarım döküldü, malım gitti.. Ve ben, bir lokma ekmek ister hale geldim.
Böylece de beni, o
lokmayı başına kakan, fakirliğimden ve çoluk çocuğumun yok imasından dolayı
beni kınayan kimseler yedirmeye başladı..."
İmam Ebu'l-Kasım
el-Ensarf şöyle der: "Bu sözlerin tamamında, "Keşke sen beni uygun
görmeseydin ve halife, peygamber yapmasaydın!" ifadesi yatar. Eğer bu
doğru olsaydı, İblis bunu da bir ganimet addederdi. Çünkü İblis'in maksadı, Hz.
Eyyûb (a.s)'ı şikâyete sevketmek ve onu, sabredenlerin tavır ve
davranışlarından çıkarmaktır. Halbu ki Cenâb-ı Hak, Eyyûb (a.s.)'ın, Doğrusu,
bana dert gelip çattı, sen merhamet edenlerin en merhametlisisin" dediğini
haber vermiş, daha sonra da, "Biz onu hakikaten sabırlı bulduk. O, ne
güzel kuldu! Gerçekten o, daima (Allah'a) dönen idi..."(su.)
buyurmuştur"[229]
Alimler Hz. Eyyûb
(a.s)'ın hangi sebepten dolayı, "Doğrusu bana dert gelip çattı. Sen
merhamet edenlerin en merhametlisisin" dediği ve duçar olduğu belânın
süresi hususunda ihtilâf etmişlerdir.
Birinci Rivayet: İbn,
Şihab, Enes (r.a.)'den Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şöyle dediğini rivayet
etmiştir: "Hz. Eyyûb (s.a.), onsekiz yıl belâya duçar kaldı. Derken,
dostlarından, kardeşlerinden iki kişi hariç, yakın uzak herkes onu terketti. Bu
iki kişi, sabah akşam onun yanma gidip geliyorlardı. Bunun üzerine onlardan birisi
diğerine bir gün, "Allaha yemin ederim ki, Muhakkak ki Eyyûb, bu alem de
hiçkimsenin işlemediği bir günah işlemiştir" dedi. Bunun üzerine arkadaşı
ona, "Bu nedir? deyince, o, "Onsekiz yıldan beri Cenâb-ı Hak ona
merhamet etmedi ve başındaki belâyı da kaldırmadı..." dedi. Onlar
akşamleyin Eyyûb'un yanma vardıklarında, arkadaşı dayanamadı, bu hususu Eyyûb'a
açtı. Bunun üzerine Eyyûb (a.s.) da: "Ben sizin ne dediğinizi bilemem, şu
kadar var ki Allah Teâlâ biliyor ki ben birbiriyle çekişen, böylece de yeminle
Allahı anan iki kimseye rastlamıştım. Derken, geriye döndüm ve haksız yere
Allah 'm adının anılmasını hoş görmediğim için, onlar adına keffârette
bulundum" cevabını verdi..
Bir başka rivayette
ise şöyle denilir: "O iki adam, Hz. Eyyûb (a.s)'m yanına girdiklerinde,
bir koku hissederek, "Şayet Eyyûb'un Allah katında bir değeri olsaydı, bu
hale düşmezdi" dediler..." Ravi sözüne devamla şöyle der: "Eyyûb
(a.s.)'a kendisiyle imtihan olduğu şeylerden hiçbirisi, o ikisinden duyduğu söz
kadar ağır ve zor gelmemişti. Bunun üzerine Eyyûb (a.s.) "Allahimı
eğersen, bulunduğum yerde aç bir kimsenin olduğunu bildiğim halde, tok olarak
gecelemediğimi biliyorsan (ki. biliyorsun) beni tasdik et" dedi.
Cenâb-ıHakda, Eyyûb (a.s.)'ı, o ikisi işitecek şekilde tasdik etti. Bunun müteakiben
Eyyûb (a.s.) secdeye kapanarak, "Allahım, bendeki hastalığı kaldırıp izâle
etmediğin sürece başımı kaldırmayacağım" dedi. Bunun üzerine Allah da,
Eyyûb'daki hastalığı ve derdi ortadan kaldırdı."
İkinci Rivayet: Hasan
el-Basrî (r.h.), şöyle der: Hz. Eyyûb (a.s.}, çöplüğün üzerine atıldıktan
sonra, hanımı Rahme hariç, malı, çocuğu ve hiçbir dostu kalmadığı halde, yedi
küsur sene, o halde bekledi. Hanımı Rahme, onun bu haline sabretti,
Ona yiyecek getirdi ve Hz. Eyyûb (a.s)'la birlikte
Allah'a hamd ü senada bulundu. Eyyûb (a.s.) da, Allah'a hamd ü senaya ve
mübtelâ olunduğu şeye sabretmeye devam ediyordu. Bunun üzerine İblis, Eyyûb
(a.s.)'ın sabrı karşısında sabırsızlanarak öylesine bir çığlık attı ki,
yeryüzünün kenar ve köşelerindeki ordusu bir araya geldi m ona "Ne var, ne
otuyor?" dediler. İblis, "Cenâb-ı Hakk'dan, beni hem kendisine, nem
malına hem de çocuğuna musallat kılmasını istediğim ve kendisinde mal ve evlat
namına bir şey bırakmadığım bu kul beni aciz düşürdü. Yaptığım bütün bu şeyler,
onun sabrını ve Allah'a hamdini artırdı. Sonra, onun bedenine musallat kılındım
ve onu, kendisine sadece hanımının yaklaşabileceği bir halde, bir çöplüğe
atılmış olarak oıraktım. Ama o, buna rağmen, bir an olsun, Allah'ı zikretmekten
ve O'na "amdetmekten geri durmadı. İşte bu sebeple, bu hususta bana
yardımcı olasınız diye, 5-zden yardım talep ediyorum" diye cevap verdi.
Bunun üzerine onlar ona: "Senin -jzağın nerede? kendisi, sebebiyle, daha
önce helak olduğun amelin nerede? deyince o: "Bütün bunlar Eyyûb'a tesir
etmedi. Binâenaleyh bana yol gösterin" dedi:
Onlar, "Adem
(a.s)'i cennetten çıkardığında Adem (a.s)'a yaklaşmadın mı? Ona nereden yol
buldun?" dediler. O "Hanımı tarafından..." deyince cevap verdi.
Bunun .zerine onlar: "İşte, "Eyyûb (a.s) ile ilgili tuzağın da,
hanımı tarafından olacaktır. Çünkü, hanımından başkası ona yaklaşmadığı için,
o, hanımına karşı gelme cesaretini gösteremez" dediler. Bunun üzerine
İblis: İsabet ettiniz, doğruyu söylediniz" dedi »e çekip gitti. Derken,
Eyyûb (a.s.)'ın hanımının yanına geldi ve bir adamın kılığına bürünerek:
"Ey Allanın cariyesi, kocan nerede?" dedi. Kadın: "O, şu
yaralarını kaşıyıp duran ve bedeninde kurtların dolaştığı şu kişidir" diye
cevap verdi. İbüs, Hz. Eyyûb a.s)'ın hanımından bu sözleri duyunca, bütün bunların
bir sabırsızlık emaresi olduğunu umarak, ona vesvese vermeye başladı ve o
kadına, daha evvel içinde Dulundukları nimetleri,, malı mülkü, Eyyûb (a.s)'ın
gençliğini ve güzelliğini sayıp dökmeye başladı..."
Hasan el-Basrî, sözüne
devamla şöyle der: "Bunun üzerine kadıncağız bir çığlık attı. Kadın çığlık
atınca da, İblis, kadının sabırsızlandığını anladı ve ona bir kuzu getirerek:
"Eyyûb bunu benim için kessin ve iyileşsin" dedi. Bunun üzerine kadın
Eyyûb (a.s.)'a "Eyyûb, Rabbin sana ne zamana kadar azâb edecek? Sana
aomay* ;ak mı? Malın, sürülerin, çocukların, dostların nerede? O güzel tenin
nerede, Ş- anda çürümüş ve tıpkı kül gibi olmuş, içinde kurtlar dolaşan şu
bedenin nerede? Şu kuzuyu kes ve kurtul" diye seslenerek geldi. Bunun
üzerine Eyyûb (a.s.) "Sana Vahin düşmanı geldi sana bunları telkin edip
üfledi ve sen de ona icabet ettin, uydun »azıklar olsun! Söyle bakalım, senin
kendisinden dolayt ağladığın şey, daha önce ende bulunduğumuz mal mülk, çoluk
çocuk ve sağlık halimi hatırlamadan dolayıdır; bize kim vermişti? dedi. Hanımı:
"Allah" diye cevap verince Eyyûb: "Peki o biz onlardan ne kadar
süreyle faydalanabildik?" dedi Bunun üzerine hanımı: "Seksen yıl
deyince, Eyyûb (a.s.): "Cenâb-ı Hakk, bizi, bu belâya ne zamandan beri
zjçar kıldı?" dedi. Bunun üzerine hanımı: yedi küsur seneden beri..."
deyince de, Eyyöb (a.s.): Yazıklar
olsun! Allah'a yemin ederim
ki, sen Rabbine
insaflı
davranmadın. Tıpkı
seksen yıl bolluk içinde olduğumuz gibi seksen yıl belâya sabredemez misin?
Allah'a yemin olsun ki, şayet o, bana şifa verirse, sana yüz değnek vuracağım.
Sen Bana Allah'dan başkası için, hayvan kesmemi emrettin. Bundan sonra, bana
getirdiğin yiyecek ve içeceklerden herhangi bir şey tadmak, bana haram
olsun!" dedi. ve onu da kovdu. Hanımı da çekip gitti.
[230]
Bunun üzerine Eyyûb
(a.s.) yanında yiyecek içecek namına hiçbir şey kalmadığını, dostlarının
kendisini terkettiğini, hanımının çekip gittiğini düşününce, secdeye kapandı ve
"Doğrusu, bana dert gelip çattı. Sen merhamet edenlerin en
merhametlisisin" dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Başını kaldır,
duanı kabul ettim." "Ayağınla vur. İşte hem yıkanacak, hem içecek
soğuk (bir suj"{Sad. 42y buyurdu. Bunun üzerine o da ayağıyla vurdu,
derken yerden bir su fışkırmaya başladı ve onunla yıkandı. Müteakiben bedeninin
dışında ne kadar kurt varsa hepsi düştü. Daha sonra ayağıyla yeniden vurdu,
yine bir başka su fışkırdı; ondan da içti, İçinde hastalık namına ne varsa
hepsi çıktı ve sapasağlam ayağa kalktı, gençliği ve güzelliği kendisine yeniden
geldi... Sonra, elbise giyindi, ayağa kalkınca, sağa sola dönüp bakmaya
başladı; birden, daha önceki çoluk-çocuğunu, matını mülkünü Cenâb-ı Hakkın
katkat artırarak geri vermiş olduğunu ve olabilecek en güzel halin olduğunu
gördü..." Hatta Hasan el-Basrî, şunu anlatmıştır: "Eyyûb (a.s)'ın,
yıkandığı o su, altın kelebekler şeklinde onun göğsünde uçuşmaya başladı. Bunun
üzerine Hz. Eyyûb (a.s), kelebekleri eliyle yakalayıp bir araya getirmek
istedi. Allah, Eyyûb (a.s)'a: "Ey Eyyûb, ben seni zengin kılmadım
mı?" diye vahyetti. Bunun üzerine Eyyûb (a.s): "Evet, ya Rabbî; ama
bunlar senin bereketin, senin bereketine doyum olur mu?" dedi. Ve çıkıp
gitti. Derken, yüksek bir yerde oturdu?
[231]
Sonra da hanımı,
(kendi kendine): "Farzet ki, o beni kovdu, acından ölsün ve kurt kuş yesin
diye ben onu yalnız mı bırakacağım? Mutlaka ona dönmeliyim" dedi.
Döndüğünde de, ne o çöplüğü ne de o durumu göremedi. Birden, her şeyin değişmiş
olduğunu farketti. Çöplüğün olduğu yerde dönüp dolaşmaya ve ağlamaya başladı.
Bütün bunlar, Eyyûb (a.s)'ın gözü önünde cereyan ediyordu. Kadıncağız o güzel
elbise giyinmiş adamın yanına varıp ona sormaktan çekindi. Bunun üzerine Eyyûb
(a.s,) ona haber göndererek yanına çağırttı. "Ey Allanın kulu ne istiyorsun?"
dedi. Kadın ağlayarak: "Çöplüğün üzerine bırakılmış olan ve dertlere
mübtelâ kılınmış olan o adamı aramıştım..." dedi. Bunun üzerine, Eyyûb
(a.s.) ona: "Ondan sana ne?!" deyince kadın, ağladı ve: "O,
benim kocamdı" dedi. Hz. Eyyûb (a.s): "Gördüğünde onu tanır mısın?
deyince de, kadın: "Kim daha önce gördüğünü tanımaz ki?!" dedi. Bunun
üzerine Hz. Eyyûb (a.s) tebessüm ederek: "Ben oyum" deyince de,
kadıncağız onu, gülüşünden tanıdı. Ve, hemen boynuna sarıldı.. Daha sonra da,
Hz. Eyyûb (a.s): "Sen bana İblis'e kuzu kesmemi söylemiştin. Halbuki ben,
Allah'a itaat edip şeytana isyan ettim ve Allah'a yalvarıp yakardım; O da
gördüğün bu halimi bana[232]
Dahhâk ve Mukatil
şöyle der: "Eyyûb (as.) o belâ içinde yedi yıl, yedi ay, yedi gün ve yedi
saat kaldı." Vehb <r.h,) ise şöyle der: "Hz. Eyyûb (a.s) o belâ
içinde, üç yıl kaldı. 'i yenip ona galip gelince, İblis, Hz. Eyyûb (a.s)'ın
hanımına, büyüklük ve k hususunda insanoğlunun kılığında olmayan bir şekilde ve
insanların hiç binmediği ve kullanmadığı bir binit üzerinde gelerek ona:
"Sen, Eyyûb (a.s)'ın «vcesi misin?" deyince, kadın: "Evet"
dedi. İblis: "Beni tanıyor musun?" deyince oe. kadıncağız:
"Hayır" Cevabını verdi. Bunun üzerine İblis: "Beni yeryüzünün
.anıyım, Eyyûb a yapacağımı yaptım. Çünkü o, gökyüzünün ilâhına kulluk etti,
Deni ise bıraktı. Bu sebeple de beni kızdırdı. Şayet o bana tek bir defa da
secde etseydi, ben hem sana, hem de ona, çoluk çocuk ve mal namtna neyiniz var
idiyse, anların hepsini geri verirdim. Çünkü, bütün bunlar, ben de mevcuttur"
dedi.
Vehb sözüne devamla
şöyle der: "Ben, İblis'in, "şayet senin arkadaşın besmele çrtoneden
bir lokma yemiş olsaydı, içine düştüğü o belâdan, mutlaka kurtulacaktı..."
Dediğini, (rivayetlerde) duymuştum." Bir başka rivayette ise İblis, ona:
"Eğer istersen, rsıa bir defa secde et, ben de sana malını ve
çoluk-çocuğunu geri vereyim, kocana z* sıhhat ve afiyet vereyim." demiş,
bunun üzerine kadın da Eyyûb (a.s)'a müracaat -'-ıış kendisine söyfenen bu sözü
ona haber vermiş, Eyyûb {a.s) ona "Seni dininden «Söndürmek için sana
Allanın düşmanı geldi." demiş, sonrada "Eğer Allah bana afiyet
•erirse, sana yüz değnek vuracağım" diye yemin etmiş ve işte o esnada,
"Doğrusu "a dert gelip çattı" diye niyaz etmiştir. Yani. "İblis'in,
benim ve hanımımın dişine secde etmemizi ummandan ve hem beni hem de hanımımı
küfre çağırmandan dolayı..." demektir."
[233]
Dördüncü rivayet: Vehb
şöyle der: "Hz. Eyyûb (a.s)'ın hanımı, insanlara a.—elelik ediyor ve Eyyûb
(a.s)'ın azığ.nı bu şekilde temin ediyordu. Eyyûb (a.s)'ın -astalığı uzayınca,
insanlar onu (işçi olarak) çalıştırmaktan usandılar. Ve onu, artık za.
ıştırmadılar. Bir gün, yiyecek namına birşeyler araştırdı, fakat hiçbir şey
bulamadı. 3erKen, başından bir örügünü kesti ve onu, bir ekmek mukabilinde
sattı, o ekmeği :e Eyyûb (a.s)'a getirdi. Bunun üzerine Eyyûb (a.s) hanımına:
"Örüğün nerede?" aediğinde de, hanımı ona, olanları anlattı... İşte o
esnada Eyyûb (a.s). 'Ya Rabbî, doğrusu, bana dert gelip çattı" diye niyaz
etti.
[234]
Beşinci rivayet:
İsmail es-süddî şöyle der: "Eyyûb (a.s) bu sö?ü, şu üç şeyden Dolayı
söylemiştir:
1) O iki
adamın ona: "Şayet, gördüğümüz bu amelin Allah için olsaydı, sana isabet
ecen bu belâlar isabet etmezdi..." şeklindeki sözleri.
2) Eyyûb
(a.s)'m hanımının üç örüğü vardı. Derken onlardan birini tutup kesti ve onu
sattı. İnsanlar ona, o örüğe mukabil ekmek ve et verdiler. Derken, hanımı Eyyûb
(a.s)'a geldiğinde Eyyûb (a.s): "Bunu nereden aldın?" deyince,
hanımı: "Ye, çünkü bu helâldir" dedi. Ertesi gün olunca, yiyecek
namına hiçbir şey bulamadı, bunun üzerine ikinci örüğünü de sattı. Üçüncü gün
de aynisini yaptı ve: "Ye, çünkü bu helâldir" dediğinde, Eyyûb (a.s):
"Bana söylemediğin sürece yemiyeceğim" dedi, O da. bunun üzerine
hadiseyi ona haber verdi. Ve bu iş, Eyyûb (a.s)'a, derecesini sadece Allah'ın
bileceği bir biçimde, çok ağır geldi..."
Şu da ileri
sürülmüştür: O, örüklerini şundan dolayı satmıştır: İblis, bu toplum içinde bir
insanın kılığına girdi ve: "Şayet siz, Eyyûb (a.s)'ın, beldesinde
katmasına müsaade ederseniz, ben ondaki hastalığın size de bulaşmasından
endişelenirim.. Öyleyse onu, şehrin giriş kapısının dışına çıkartın..."
dedi, sonra da sözüne devamla: "Onun hanımı si2in evlerinize girip
çıkıyor, çalışıyor. Kocasıyla da temas halindedir. Siz, kocasının hastalığının
size de sirayet etmesinden endişelenmiyor musunuz?" dedi. İşte bundan
dolayı hanımını hiç kimse çalıştırmadı da, o da örüklerini satıverdi.
3) Hanımı,
Eyyûb (a.s)'a dediğini dediğinde, Hz. Eyyûb (a.s) işte bu şekilde duâ etti.
Altıncı rivayet: Şu da
ileri sürülmüştür: Bir kurt, onun uyluğundan düştü. Bunun üzerine Eyyûb (a.s),
o kurdu yerden alıp olduğu yere koyarak: "Muhakkak ki Cenâb-ı Hakk beni,
senin için besin yapmıştır..." dedi. Bunun üzerine o kurt da ona: "Çok
şiddetli birbiçimde ısırdı. İşte o esnada, Hz. Eyyûb (a.s) "Ya Rabbî, bana
dert gelip çattı.,. " dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ ona: "Şayet
Ben, sendeki her kılın dibine bir sabır koymasaydım, sen sabredemezdin"
diye vahyetti.
[235]
Bil ki Mutezile, bu
kıssayı, aşağıdaki şekilde birkaç yönden tenkit etmiştir: Cübbaî şöyle der:
"Bazı cahil kimseler, Cenâb-ı Hakk'ın,
Eyyûb (a.s.)'dan naklen "Doğrusu şeytan beni yorgunluğa
ve azaba uğrattı"
(sad. 41) şeklindeki ifâdesinden dolayı, Hz. Eyyûb (a.s)'ın duçar olduğu o
hastalığın, Cenâb-ı Hakk'ın İblis'i ona musallat kılmasından dolayı, şeytanın
bir işi olduğu kanaatine varmışlardır ki, bu, bir cehalettir. Bu böyledir,
çünkü bunun birinci sebebine gelince: Şayet İblis, hastalıkları, dertleri ve
bunların zıddı olan sıhhati vb. icada muktedir olsaydı, maddeleri yaratmak onun
için gayet kolay olurdu. Durumu böyle olan ise, ilâh olur!
İkinci olarak
diyebiliriz ki: Allah Teâlâ, hem İblisin hem de ordusunun, "Zaten
benim, sim üzerinizde hiçbir hükmüm, nüfuzum da yokdu.
Yalnız ben sizi çağırdım, siz de bana hemen icabet ettiniz. "(towhim, 22)
diyeceklerini haber vermiştir. Vacib olan, (kişiye düşen ise), Vehb İbn
Münebbih (r.a.)'dan rivayet edilenlere müracaat etmek değil. Allanın haberini
tasdik etmektir.
[236]
Bil ki, bu itiraz
tutarsızdır. Çünkü kıssada nakledilen, "Şeytanın, Hz. Eyyûb'un ûurun
deliklerinden üflemesi ve böylece de, Eyyûb (a.s.)'ın kaşıntıya duçar
olmasıdır. O halde daha siz, kendisinden bu kaşıntının meydana geldiği bu
üflemeye kadir olan <ımsenin, mutlaka maddeleri yaratmaya da kadir olması
gerektiğini nereden çıkardınız? Bu, sadece bir tahakküm ve yüklenmedir...
Cübbaî'nin, ayet-i
kerimeyi delil getirmesi de zayıftır. Çünkü o, bu fiile ancak, Allah Teâlâ'mn.
kendisini ondan men etmeyeceğini anladığında yönetir. Halbuki bu Surum,
kıssanın İblisin Allah'dan izin isteyip, Allah'ın da ona bu hususta müsaade
ettiğine delâlet ettiği gibi, sadece Eyyûb (a.s.) hakkında tahakkuk etmiştir.
Durum :•: .le olunca da, bu nas ile bu kıssa arasında bir çelişki bulunmaz.
2) Mutezile şöyle demiştir: "Eyyûb
(a.s.)'ın Cenâb-ı Hakk'dan sadece hususî sterden dolayı talebte bulunduğuna
dair rivayet edilen şey uzak bir şeydir. Çünkü, anıtlarda yerleşmiş olan şey,
kişinin tedavi olmasının makul bir davranış olması gibi bu hususta Rabbinden talepte bulunması ve
O'na yalvarıp yakarmasının da makul
yerinde bu iş olduğudur." Binâenaleyh,
kardeşlerinden, dostlarından ve ailesinden gördüğü tutumdan ötürü
kederlendiğinde, Rabbinden talepte bulunması caiz :*duğuna göre, kendisinden
dolayı da Rabbinden talepte bulunması caizdir.
Şayet denirse ki:
Allah Teâlâ'mn, Eyyûb (a.s.) "Benden hastalığını, ancak en son noktada
gidermeni isteyeceksin..." diye talimat vermiş olması caiz değil
midir?" Denilirse biz deriz ki: Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Eyyûb (a.s)'a,
belli bir müddet o böyle belânın
kendisine indirilmesinin, hiç şüphesiz hem kendisinin, hem de başkasının ~
e"faatine,olmasını bildirmesi durumunda söz konusu olabilir... İşte bundan
dolayı, Eyyûb (a.s.), bu özel durum hususunda talepte bulunmanın bir manası
olmayacağını, â.Tia vakit gelip çattığında, bu işin hem devamının hem de sona
ermesinin mümkün oMuğu, böyle bir talepte bulunmasının mümkün olabileceğini
anlamıştır.
3) Keza
Mutezile demiştirki: "O hastalığın, kendisinden nefreti mûcib bir noktaya
•arıp dayanmış olması caiz değildir. Çünkü, yaptıkları
tebliğinkabullenilmesinden "nefret ettiren ve (usandıran) hastalıklar,
peygamberler hakkında düşünülemez." İşte du kıssa hakkında söylenilenlerin
tamamı budur.
[237]
Keşşaf Sahibi: şöyle
der: Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesi, bu
"Bana dert gelip çattı" diye
seslendi"
takdirindedir. Bunun başındaki elif-nûn maddesi, kavi manasını taşıdığı için, kesre ile innî
şeklinde de okunmuştur. Dâd harfinin thasıyla, darr kelimesi her husustaki
zarar; dadın zammesıyle durr ise, kişinin, nefsinde ki hastalık ve zayıflama
gibi şeylerden meydana gelen zarar anlamındadır.
[238]
Hz. Eyyûb (a.s),
talebi çok nazikâne yapmıştır. Çünkü kendisinden, rahmeti ve acımayı iktizâ
edecek şeylerle
bahsetmiş, Rabbini
ise, son derece merhametli olarak
nitelemiş,
gayesini de sarih olarak dile getirmemiştir. Buna göre şayet, "Şikâyette
bulunması onun sabredici olmasına halel vermez mi?" denilirse, buna şu şekilde
cevap verebiliriz: Süfyân İbn Uyeyne (r.h.) şöyle der: Kim Allah'a bir
şikayette bulunursa, o, bu şikayeti hususunda Allah'ın kazasına yargısına razı
olduğu sürece, bu bir sabırsızlık sayılmaz. Çünkü, belâyı güzellikle
karşılamak, sabrın şartı değildir. Yakûb(a.s.)'ın, "£?en kederimi,
mahzunluğumu yalnız Allah'a şikayet ediyorum" {Yusuf. 86) şeklindeki
sözünü duymadın mı?"
[239]
Eyyûb(a.s)'ın'"Sen
merhametlilerin en merhametlisisin"ifadesine gelince, Cenâb-ı Hakk'ın
böyle olduğunun delili pekçok şeydir:
1) Başkasına
acıyan herkes, ona ya, dünyada medhu sena edilmesi yahut ahirette mükâfaat elde
etmesi arzusundan dolayijyahut da, tabiatındaki rikkat duygusunu tatmin etmek
için acır. İşte bu durumda, o acıyanın maksadı, kendisinden dolayı olmuş otur.
Ama, Cenâb-ı Hakk'a gelince O, kullarına, bu tür şeylerden herhangi birisi
olmaksızın ve bu acımadan dolayı kendisine herhangi bir övgü ve kemâl
sıfatlarına dair de bir fazlalık yönelmeksizin, acır...
Binâenaleyh, işte bu
sebeple Cenâb-ı Hak, "erhamu'r-rahimin" olur.
2) Başkasına acıyan herkesin bu merhameti,
ancak Allah'ın rahmetinden kaynaklanmıştır. Çünkü başkasına bir yiyecek ya da
bir ebise veren, yahut da ondan bir sıkıntıyı gideren kimseye gelince, şayet
Cenâb-ı Hak, o yiyecekleri, o giyecekleri, o ilâçtan ve o gıdaları yaratmamış
olsaydı, hiçkimse bu şeyleri bir başkasına vermeye kadir olamazdı. Sonra yine
bu atiyye ve bağış, o başkasına ulaştıktan sonra, şayet Cenâb-ı Hak, onu o
kimsenin rahatlığına bir vesile bulmasaydı, bununla hiçbir fayda elde
edilemezdi. Binâenaleyh, bu demektir ki, kulun rahmetinden önce, Allah'tn
rahmeti mevcuttur ve, kulun rahmeti Atlahın rahmetiyle içiçedir. Hatta
insanların, birbirlerine karşı olan merhametleri, denizdeki bir damfa gibidir.
Binâenaleyh, Allah Teâlâ'ntn, "Erhamurrahimin" olması gerekir.
3) Allah
Teâlâ şayet, o kulunun kalbinde, bu tür sebep ve irâdeleri yaratmamış olsaydı,
o zaman böyle bir fiilin o kuldan sudur etmesi imkânsız olurdu. Binâenaleyh,
gerçekte merhamet eden o sebeplen yaratanın O olması itibariyle Hak Subhânehû
olmuş olur. Böylece de Onun, "Erhâmurrahimîn" olduğu, yine sabit
olmuş olur.
[240]
İmdi, eğer denirse ki:
"Cenâb-ı Hak (c.c) dünyayı çeşitli âfetler, dertler,
hastalıklar, elemler ile doldurup kesmek, kırıp
geçirmek ve eziyyet vermek suretiyle zanlıları birbirlenne musallat kılıp,
üstelik onlardan herbirini, başkasının eleminden ve eziyyetinden müstağni ve
uzak tutmaya da kadir olduğu halde, daha nasıl, "erhamurrahimîn" olabilir?"
buna şöyle cevap verilir:
Allah'ın zarar verici
olması, O'nun fayda verici olmasına aykırı değildir. Tam aksine O. hem zarar
verici, hem de fayda vericidir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın zarar »ermesi,
(kendisinden) bir zorluğu def etmek için, fayda sağlaması, bir menfaati
relbetmek elde etmek için değildir. Aksine O, yaptığından sorumlu tutulmayan
bir zâttır.
[241]
Cenâb-ı Hakk'tn,
"Biz de onun (duâsmı) kabul etmiştik" buyruğuna gelince bu, Hz. Eyyûb
(a.s)'tn, Rabbine duâ etmiş olduğunu gösterir. Ancak ne var « bu duanın, ondan,
tıpkı: "Uygun görürsen, istersen, arzu edersen şöyle yap!.."
oentlmesi gibi tariz yoluyla sadır olması mümkün olduğu gibi, her ne kadar
edebe m ayetin delâletine en uygun olanı birincisi ise de, bu duântn, sarâhet
yoluyla olmuş r ması da mümkündür.
Sonra, Attah Teâlâ,
Hz. Eyyûb'un baştna gelen o sıkıntıyı giderdiğini beyan etmiştir ki, bu da,
onun, gerek bedeni gerekse halleri hususunda daha önceki rurumuna döndürmüş,
olmasını gerektirir.
[242]
Yine Cenâb-ı Hak, ona,
ehlini de iade ettiğini beyân buyurmuştur ki, bu ifâdeye, ona nisbet edilen
zevcesi, çocuğu ve bunun dışındakiler girer. Sonra bu hususta şu iki görüş
ileri sürülmüştür:
1) İbn
Mesûd, İbn Abbas, Katâde, Mukâtil, Kelbî ve Kft'b (r.a)'a göre, Allah
"eâlâ, Hz. Eyyûb (a.s)'ın ehlini, yani bizzat çoluk çocuğunu diriltmiştir.
2) Leys (r.a.), şunu rivayet etmiştir: Mücahid,
İkrime'ye adam yollamış ve bu ayetin tefsirini ona sormuştu. Bunun üzerine
İkrime de şöyle demiştir: "Eyyûb (a.s.)'a şöyle bir teklif yapılmıştı ;
Ahirette, senin ehlin sanadır. Binâenaleyh, istersen, onları sana bu dünyada
hemen verebiliriz. İstersen, onlar ahirette senin olurlar, biz sana onların
mislini dünyada da veririz. Bunun üzerine Eyyûb (a.s) "Onlar ahirette
benim olsunlar" dedi. İşte bundan dolayı da ona, dünyada misli (benzeri)
verildi" Birinci görüş daha uygundur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "... hem
ailesini, hem onlarla beraber daha bir mislini ona vermiştik..."
cümlesinin zahiri, Allah Teâlâ'nın, onları dünyada
yeniden verdiği ve onlarla birlikte, onların
benzerlerini de ona verdiğini göstermektir.
Ayet-i kerime'deki,
"ibâdet edenler için bir hatıra olmak üzere" ifadesinde, bu hususta
tefekkür edilsin ve böylece de bu hadise, âbidleri sabretmeye ve bunu sevabını
Allah'dan ummaya sevkedici olsun diye, Allah Teâtâ'nın böyle yaptığına bir
delâlet vardır. Bundan sadece âbitler yararlanacağı için, ayette hassaten
ağabeytler zikredilmiştir.
[243]
Yedinci Kıssa:
'İsmail'i, İdris'i de hatırla.
Bunların herbiri de sabredenlerdendi. Onları da rahmetimizin içerisine soktuk.
Onlar hakikaten salihlerdendi"
(Enbiya. 85-86).
Bil ki Allah Teâlâ,
Eyyûb (a.s.)'ın sabrından ve sadece kendisine başvurmasından bahsedince, bunun
peşinden işte bunları zikretmiştir. Çünkü bunlar da, çeşitli sıkıntılara,
mihnetlere ve ibadete karşı sabredenlerdendi...
İsmail (a.s.)'a
gelince o, kesilmeye boyun eğme; ziraat, ot, yeşillik ve hiçbir mesken
bulunmayan bir beldede kalma ye Ka'be'yi yapma hususunda sabretmiştir. İşte
bundan dolayı, Allah Teâiâ, ona ikramda bulunmuş ve peygamberlerin sonuncusu
olan Hz. Muhammed (s.a.s)'i onun sulbünden getirmiştir. İdris (a.s.)'a gelince
onun kıssası, Meryem sûresinde geçmiştir. İbn Ömer (r.a.) şöyle der: Hz. İdris
kavmine, onları Allah'a davet edici olarak gönderilmişti. Ama onlar, diretip
durunca Allah onları helak etti. İdris (as.)'ı ise dördüncü semaya yükseltti.
Zülkifl'e gelince, bu
hususta birkaç mesele vardır:
[244]
Bu meselede şu iki
bahis bulunmaktadır:
1) Zeccâc
şöyle der: kifl kelimesi Arapça'da,
devenin
gerisine konulan kilim anlamına
gelmektedir. Bu kelime
yine pay, hisse
anlamına gelir. Alimler, Zülkifl'e bu adın niçin verildiği hususunda ihtilaf
etmiş ve şunları ileri sürmüşlerdir:
a) Muhakkik
ulemanın görüşüne göre, onun zamanındaki peygamberlerin yaptığı sterin ve
onların mükâfatlarının bir kat fazlası ona verilmiş.
b) Bir rivayette İbn Abbas (r.a.) şöyle
demiştir: "Allah, İsrail Oğullarının aeygamberlerinden bir peygambere,
mülkü ve nübüvveti vermişti. Sonra da ona,
3en, senin canını
almak istiyorum, binâenaleyh, mülkünü İsrailoğullarına ver! Her kim sana,
sabaha kadar namaz kılmayı, gündüzün de oruç tutup onu bozmamayı -sanlar
arasında hükmedip de kızmamayı tekeffül ederse, mülkünü o kimseye ver"
tfye vahyetîi. O peygamber de İsrailoğlultannın
arasına girip bu durumu onlara haber «erdi. Bunun üzerine bir genç ayağa
kalkarak: "Ben bunu sana tekeffül eder, istenirim" deyince, o:
"Bu topluluk içinde, senden daha yaşlı olanlar var, sen otur!" aeai.
Sonra da, ikinci ve üçüncü kez nida etti. Bunun üzerine bir adam kalktı ve: 3o
üç şeyi, ben sana tekeffül edebilirim" dedi. O da, ona mülkünü verdi. O
adam üa. taahhüt ettiği şeyleri, eksiksiz yerine getirdi. Derken, İblis ona
haset etti. Tam fcaytûle (öğle istirahatı) yapmak istediği bir zamanda onun
yanına çıkıp geldi ve: "Ttenim hakktmı vermeyen, beni oyalayıp duran bir
alacaklım var. Onu senin ûmüne) çağırdım, ama o diretip gelmedi. Binâenaleyh,
onu sana getirecek birisini tenimle yolla" dedi. Bunun üzerine o da,
onunla birlikte birisini saldı ve oturup teklemeye başladı. Derken, kaylûle
zamanı geçti. Tekrar namaz kılmaya yönelerek, «daha kadar namaz kıldı. Ertesi
gün İblis yine, kaylûle zamanı ona gelerek: "Senden tenüisi için müsade
istediğim o adam, falanca yerdedir. Onu sana getirinceye kadar. r»_'3dan
ayrılma dedi ve çekip gitti. O adam, yine beklemeye başladı. Derken, yine
wy*ûte zamanını geçirdi. Daha sonra İblis ona gelerek, ona "Kaçtı,
yakalayamadım.." «k* Yine bunun üzerine o adam. namaz kılmaya gitti ve
sabaha kadar namaz kıldı. Ien İblis, ona geldi ve kendisini ona tanıtarak:
"Allanın seni korumasından dolayı «na haset ettim. Böylece de, taahhüt
ettiğin şeyleri hakkıyla yerine getirmeyesin - e seni, verdiğin o sözden dışarı
çıkarmak istedim..." dedi. Bunun üzerine Allah ; zâta medh ve sena etti,
onu peygamber yaptı ve ona Zülkifl adını taktı. Bu izaha ace ayetteki kifl
kelimesiyle, "kefil olmak" mânası kastedilmiş olur.
c) Mücahid
şöyle der: "Elyesâ (a.s.) yaşlanınca keşke ben hayattayken, nasıl muamele
ettiğini görebilmem için, birisini insanlara halife yapıp bıraksam.."
dedi, bunun üzerine insanları topladı ve: "Kim kabul ederse, onu üç şeyden
kendine halef paytm: Gece namaz kılar,
gündüz oruç tutar ve kızmadan hüküm verir..." dedi.
Kz. Ali (k.v.) de,
tıpkı İbn Abbas (r.a.)'ın, zikrettiği, İblis'in hareketlerini ve onun, o
kimseye ardarda üç gün kaylûle yaptırmadığını zikretmiş ve şunu eklemiştir:
Zûlkifl, üçüncü gün, kapıcıya şöyle der: Uyku beni
iyice sıkıştırdı; binâenaleyh,
uyuyabilmem için, hiçkimsenin
kapıya yaklaşmasına müsade etme. Çünkü uyku hali
beni iyice sıkıştırdı." Derken İblis, yine geldi. Ama, kaptcı ona
müsade etmedi. Bunun
üzerine İblis, evin
bacasından içeri girdi ve oradan tutunarak indi. Kapıcı birden ne
görsün, o kapıyt iç taraftan çalıyor!.. Bunun üzerine
adam uyandı ve kapıcıya kızdı.
Kapıcı da: "Ama,
onu ben içeri almadım" dedi. Adam kapıya yönelince,, ne görsün; kapı
kilitli! İblis, bir ihtiyar kılığında, kendisiyle beraber evin içinde., iblis
ona: "Düşmanın kapıda dururken, sen uyuyacağını mt sandın?" deyince,
o onu tanıdı ve: "Sen İblis'sin?!" dedi. Bunun üzerine o, "Evet,
sen beni her hususta yorgun ve aciz bıraktın. Ben de seni kızdırmak için,
bunları yaptım. Ama, Allah seni benden korudu ve sana, Züikffl adını
verdi" dedi. Çünkü o şahıs, tekeffül ettiği şeyi hakkıyla yerine
getirmişti..."
[245]
Ebu Musa el-Eşarî
(r.a.) ve Mücahid: "Zülklfl, peygamber değildi, salih ve iyi bir
kuldu" derlerken, Hasan el-Basri ve
ekseri
ulema "O, peygamberlerdendi" demişlerdir. Bu görüş, şu sebeplerden
dolayı daha evlâdır:
a) Zülklfl
lafzının, lakab olması da isim olması da muhtemeldir. Doğruya en yakın
olanı bunun bir mana
ifade eden bir kelime olmasıdır. Çünkü ismi, mana ifade eden bir şeye hamletmek
mümkün olduğunda, bu, onun lakab olmasından daha evlâdır. Bunun böyle olduğu
sabit olduğuna göre şimdi biz diyoruz ki: "Kifl", nasib, pay ve hisse
demektir. Görünen odur ki, Allah Teâlâ ona bu ismi, onu yüceltmek için
vermiştir. Binâenaleyh, ayette geçen, "klfl"in, "mükâfaat
hissesi ve sevap payı" anlamında olması gerekir. Binâenaleyh, bu demektir
ki, Allah ona bu ismi, hem ameli, hem de amelinin mükafaatı, başkasının
amelinin ve mükâfaatının bir katı daha fazla olduğu için vermiştir. Rivayet
olunduğuna göre onun zamanında başka peygamberler de bulunuyordu. Peygamber
olmayan ise, peygamberlerden üstün ve efdal olamaz.
b) Allah
Teâlâ onu, İsmail ve İdris (a.s.)'la birlikte zikretmiştir. Bundan maksadı ise,
kendilerine uyulsun ve örnek olsunlar diye, kullarından üstün ve seçkin
kimseleri tanıtmak ve hatırlatmaktır. Ki, işte bu da, onun peygamber olduğuna
delâlet eder.
c)
Bu süre, "Enbiya-Peygamberler"
sûresi adını almıştır. Binânelayh, Allah Teâlâ'nın bu sûrede bahsettiği herkes,
"nebî - peygamber" dir.
[246]
Bu ayette bahsedilen
Zülkifl'in, Zekerriya (a.s.) olduğu ileri sürüldüğü gibi, bunun Yûşa ve İlyas
(as.) oldukları da ileri sürülmüştür. Daha sonra ulema şöyle demiştir:
"Peygamberlerden beşini, Allah Teâlâ iki isimle adlandırmıştır:
İsrail-Yakûb, İlyâs-Zülkifl, İsâ-Mesih, Yunus-Zünnun ve Muhammed-Ahmed..."
Cenâb-ı Hakk'ın
"Bunların her biri de sabredenlerdi..." gelince bu, "Allah'ın
emrini yerine getirmeye ve O'nun dinine yardım etme hususunda çeşitli
eziyetlere katlanmaya sabredenlerdi" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın beyanı
hakkında, Mukatll, buradaki rahmetin nübüvvet manasına geldiğini söylerken,
diğerleri, "Hayır, bu kelime bütün iyi ve güzel işleri içine alır"
demişlerdir.
[247]
'Zürmün'u (balığın
arkadaşını) da hatırla. Hani o, öfkelenmiş olarak gitmişti
de. bizim kendisini hiçbir zaman sıkıştırmayacağımızı
sanmıştı. Derken o,
karanlıklar içinde:
"Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Seni temin ederim.
Cteğrusu ben haksızlık edenlerden oldum" diye
niyaz etmişti. Bunun üzerine
biz de onu kabul
ettik, kendisini gamdan kurtardık. İşte biz, iman edenleri
böyle kurtarırız"
(Enbiya. 67-88).
[248]
Ayette bahsedilen
Zennûn'un, Yunus (a.s.) olduğunda ihtilâf yoktur. Çünkü, "nûn" balık
demektir. Biz, biraz önce:
"Bir isim, sırf
bir lakab olma ile ve bir mana ifade edici olma araş nda dönüp dolaştığında,
onu mana ifade eden hususa hamletmenin daha evlâ cağını" söylemiştik.
Özellikle, bu vasfın ona uygun olmasının faydasını bildiğin zaman...
[249]
Alimler, Hz. Yunus,
(a.s.)'ın, balığın karnına düşüşünün, peygamberlikten önce mi sonra mı olduğu
hususunda ihtilaf etmişlerdir:
Birinci görüşe
gelince, Hz. Abbas (r.a.) şöyle der: Yunus aıs-1 ve kavmi Filistin'de
yaşıyorlardı. Derken bir kıral onlarla savaştı. Onlardan, acKuzbuçuk kabileyi,
esir aldı, geriye ise, iki buçuk boy kaldı. Bunun üzerine Cenâb-ı Nkk,
peygamber olan Şuayb (a.s.)'a: "Kıral Hezkıyal'a git ve ona, kuvvetli ve
emin ar nebi göndermesini söyle. Çünkü ben, onların kalblerine, o peygamberle
birlikte taratfoğuHarını salıvermeleri (fikrini) atacağım..." diye
vahyetti. Bunun üzerine kıral, Şaayb (a.s.)'a, "Kimi? Hangisini? Çünkü,
onun memleketinde beş peygamber n_< jnuyordu" dedi. Şuayb (a.s)'a:
"Yunus İbn Metta'yı... Çünkü o, güçlü ve emin ar kimsedir" dedi.
Kıral da, Yunus (a.s)'ı çağırdı ve ona, memleketi terkedip gitmesini •rvetti.
Bunun üzerine Yunus (a.s): "Benim çıkmamı sana Allah mı emretti?"
diyince, kıral: "Hayır" dedi. Yunus (a.s.): "Peki, O mu beni
sana bildirdi?" deyince, «ni "Hayır" dedi. Bunun üzerine Yunus
(a.s): "Burada benden başka peygamberler ae var." dedi. Ama onları,
Yunus (a.s)'ın üzerine ısrar ettiler.
Bunun üzerine de o,
hem o kirala hem de kavmine kızarak çıkıp gitti. Derken Rûm denizine[250]
geldi. Orada, bir gemi hazırlamış olan topluluk buldu. Onlarla birlikte o da
bindi... Gemi, onları batıracak biçimde alabora olup, onlar da neredeyse
boğulma noktasına gelince, gemiciler: "Burada, ya âsi bir adam, ya da
kaçmış bir köle var. Çünkü gemi, rüzgar olmadan böyle yapmaz, burada mutlaka
âsi bir kimse vardır. Biz, bu tür bir belâyla mübtelâ olduğumuz zaman adetimiz,
kur'a çekmektir. kendisine kur'a çıkan kimseyi de, denize atarız... Elbette ki,
tek bir kişinin boğulması, geminin batmasından daha hayırlıdır" dediler ve
üçkez kur'a çektiler. Üçünde de kur'â Yunus (a.s.)'a isabet etti. Bunun üzerine
Yunus (a.s.): "Âsi adam ve kaçkın köle benim!" dedi ve kendisini
denize attı. Oerken bir balık geldi ve onu yuttu. Bunun üzerine Allah Teâlâ
balığa "Onun kıtına dahi zarar verme. Çünkü Ben senin karnini onun için
bir hapishane kıldım. Onu, sana yiyecek olsun diye vermedim" diyevahyeîti.
Daha sonra Cenâb-ı Hak onu, o balığın karnından kurtarınca, onu, geniş ve düz
bir yere. tıpkı, üzerinde tüyü ve derisi bulunmayan yoluk bir civciv gibi
atıverdi. Derken, Allah Teâlâ onun üzerine, kendisiyle gölgeleneceği,
meyvesinden yiyip böylece de güçleneceği sâksız (gövdesiz) bir bitki bitirdi. O
bitki kuruyunca. Yunus (a.s.} üzülmeye başladı. Bunun üzerine ona:
"Yüzbine vaya daha fazlasına üzülmediğin halde, bir bitkiye mi
üzülüyorsun? Çünkü sen, onlara gitmedin ve onların rahatlarını sağlamadın"
denildi.
Sonra Allah Teâlâ ona
vahyetti ve onlara gitmesini emretti: Derken. Yunus (a.s.), onlara doğru
yollandı. Onların arazilerine vardı. Çünkü onlar, ondan fazla uzakta
değillerdi. Yunus {a.s) onlara geldi ve kıratlarına: "Ailah Teâlâ, beni
sana benimle İsrailoğullannı salıveresin diye gönderdi" dedi. Bunun
üzerine onlar "Senin ne söylediğini anlayamadık. Eğer biz senin doğru
söylediğini bilsek yaparız. Andolsun ki, biz size, memleketinizde geldik ve
sizi esir aldık. Şayet, eğer durum senin dediğin gibi olsaydı, Allah bizi
sizden mutlaka men eder, altkordu..." dediler. Bunun üzerine Yunus (a.s.),
uç gün onları buna davet ederek, dönüp dolaştı, ama onlar bunu kabul etmediler.
Bunun üzerine Allah Yunus (a.s.)'a, "Onlara, eğer iman etmezseniz, size
azab gelecek, de" diye vahyetti. Yunus (a.s.) da onlara tebligatta
bulundu, ama onlar yine direttiler. Derken Yunus (a.s.), onların yanından
ayrıldı. Onlar onu kaybedince de, yaptıklarına pişman oldular, onu aramaya
koyuldular; ama, onu bulamadılar, Daha sonra da. hem kendi durumlarını hem de
Yunus'un durumu, kendi dinlerinin alimlerine anlattılar.
Sonra alimler:
"Bakın, onu şehirde arayın. Eğer orada ise, bahsettiği azabın
inmesine dair herhangi
bir şey yok, herhangi bir tehlike yok, demektir. Ama, çekip gitmişse, o zaman
durum onun dediği gibidir." dediler. Derken onlar onu araştırmaya
koyuldular. Onlara, onun, akşamleyin çekip gitmiş olduğu söylenildi. Onu bulma
konusunda ümitsizliğe düşünce, şehrin kapısını kapadılar, oraya, ne sığırları
ne de
davarları giremedi. Anayı çocuğundan,
memedeki sabîleri de analarından ayırdılar. Sonra da, sabah vaktini beklediler.
Tanyeri ağarınca da, gökten azâb indiğini gördüler. Bunun üzerine, yakalarını
paçalarını yırttılar, hamile kadınlar çocuklarını düşürdüler, çocuklar çığlık
atmaya, davarlar ve sığırlar da böğürmeye başladılar. Derken, Allah Teâlâ
onlardan o azabı kaldırdı. Bundan sonra da Yunus (a.s.)'a gittiler ve ona iman
ettiler. Ve, İsrailoğlullarını da onun yanına verdiler.
İşte bu görüşe göre,
Yunus, (a.s.)'ın peygamberliği, balığın onu dışarı atmasından sonra olmuştur.
Bu görüşün deliii, Cenâb-ı Hakk'ın Saffât süresindeki," biz onu, kendisi
de hasta olarak, açık bir yere bıraktık. Üzerinde sakı (gövdesi) olmayan bir
bitki bitirdik. Onu yüz bine ve daha fazla insana peygamber gönderdik...
"(Safiat, U5-147) ayetleridir.
Bu görüş
doğrultusundaki başka bir rivayet de şöyledir:
Cebrail (a.s.), Yunus
(a.s.)'a Ninova halkına git ve onları, ilahî azabın kendilerine gelip
çalmasıyla uyar ve korkut" dedi. Bunun üzerine Yunus (a.s.): "Bir
hayvan bulayım..." deyince, Cebrail (a.s.), "Durum, bundan daha acii
ve önemlidir" dedi. Yunus (a.s.)'da Öfkelendi ve o gemiye çekip
gitti." (Bu rivayete göre) kısssanın geri kalan kısmı, daha önce geçmiş
olduğu gibidir... Derken, balık onu yuttu, onu Ninova'ya götürdü ve onu orada
bıraktı.
[251]
İkinci görüşe gelince,
bu da şöyledir. Balık hadisesi, Hz. Yunus (a.s)'ın, Ninova halkını davetinden
ve onlara, Allanın risâletini tebliğ etmesinden sonradır. Bunu ileri sürenler
şöyle demişlerdir: "Onlar iman etmeyince, Hz. Yunus (a.s) onları azabla
tehdit etti. Onları tehdit ettikten sonra azâb onlardan kalkınca, onların
arasından öfkelenmiş olarak çıkıp gitti.
Bu görüşte olanlar,
onun çıkıp gitmesi ve Öfkelenmesinin sebebi hususunda da
şunları
söylemişlerdir:
1) Hz. Yunus (a.s) kendisinin yalan söylemiş
olduğunu öne süren bir kavmin arasında bulunmaktan haya etmiştir.
2) Onların adeti, yalan söyleyeni öldürmekti.
3) Yunus (a.s.) gurura kapıldı.
4) O azâb
onlara inmediği için... Çekip gitti. Ulemanın ekserisi, balık kıssasının ve
Yunus (a.s.)'ın kızarak gitmesinin, Cenâb-ı Hakk'ın onu onlara peygamber olarak
göndermesinden ve azabı onlardan kaldırmasından sonra olduğu kanaatindedirler.
[252]
Peygamberlerin yalan
söyteyebiteceklerini ileri sürenler, bu ayetle birkaç yönden istidlal
etmişlerdir.
1) Müfessirlerin
ekserisi, Yunus (a.s.)'ın Rabbine kızarak çekip gittiği kanaatindedırler.
Bunun, İbn, Mesûd. İbn Abbas, Hasan el-Basrî, Şa'bî, Saîd İbn Cübeyr ve Vehb'in
görüşü ile, İbn Kuteybe ve Muhammed İbn Cerlr'in tercihi olduğu ileri
sürülmüştür. Durum böyle olduğuna göre, onun Allah'a gücenmesinin günahların
büyüğünden olması gerekir. Sonra, bu öfkelenmenin, Allah'a karşı olmadığı, tam
aksine o kıral ve o kavme karşı olduğu farzedilse bile, bu yine de mahzurludur.
Çünkü Cenâb-ı Hak, "Sen Rabbinin hükmüne sabret. O balık sahibi gibi
olma..."'(Kalem. 48) buyurmuştur. Bu da, Yunus'un bu tür hareketinin
mahzurlu olmasını, gerektirir.
2) Cenâb-ı Hak, "Bizim kendisini hiçbir
zaman sıkıştırmayacağını sanmıştı" buyurmuştur ki bu da, Yunus (a.s)'un,
Allah'ın kudreti hususunda şüphe etmiş olmasını gerektirir.
3) Yunus
(a.s): "Doğrusu ben, zulm edenlerden oldum..." demiştir. Halbuki,
zulüm, kötü isimlerdendir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "iyi bilin ki, Allah'ın
laneti zalimlerin
üzerinedir.,."
(Hı*. ıs) buyurmuştur.
4) Şayet, Hz.
Yunus (a.s)'dan öyle bir günah sudur etmeseydi, daha niçin Cenâb-ı Hak onu,
balığın karnına atmak suretiyle cezalandırmış olsundu?...
5) Cenâb-ı
Hâk bir başka ayetinde, "O kınanmış bir halde iken, kendisini hemen balık
yutmuştu"{Satım 142)buyurmuştur. (mulimun), kınanmış, levmedilmiş kimse
demektir. Böyle olan ise, günahkar demektir.
6) Cenâb-t
Hak, Zünnun "(Balığın arkadaşı) gibi olma... "(Kaiem.48) buyurmuştur.
Eğer "balığın arkadaşı" günahkar olmasaydı, ona benzemekten nehyetmek
caiz olmazdı. Yok eğer günahkâr ise, bu durumda maksat hasıl olmuş demektir.
7) Cenâb-ı Hak, "O balık sahibi gibi
olma... "(Kaiem, 48) ve "Sen de ulûlazım peygamberleri gibi
sabret" (Atıktı. 35) buyurmuştur. Binâenaleyh, Yunus (a.s)'un ulûlazım peygamberlerden olmaması
gerekir. Halbuki Musa
(a.s,), ulûlazım
peygamberlerdendi. Ama (buna rağmen) Hz. Peygamber hep Hz. Musa (a.s) hakkında,
"şayet imran oğlu (Musa) yaşasaydı, bana uymaktan başka bir şey
yapamazdı" derken, Yunus (a.s.) hakkında da, "Beni, Yunus İbn
Mettâ'nm üzerine çıkarmayın" buyurmuştur. Bu ise, ayetin tefsirinden hariç
bir şeydir... (Bu rivayetle istidlal edilemez.)
Bu sorulardan
Birincisine şöyle cevap verebiliriz: Ayette, Yunus (a.s.)'ın kime
kızdığına dair bir
açıklama yoktur. Ancak ne var ki biz, Allanın peygamberinin, Rabbine
öfkelenmesinin caiz olmayacağını kesinkes ona söylüyoruz. Çünkü bu, Allanın,
emir
ve yasakların mâliki olduğunu
bilmeyenlerin sıfatıdır. Allahı bilmeyen ise, nebi olması şöyte dursun, mümin
bile olamaz. Bu kızgınlığın istidada veya nafileye raci bir durumla ç ; olduğu
izahına gelince bu, peygamberler (a.s.)'ın makamının beri olduğu şeyler r
-smdendir. Çünkü, Allah Teâlâ onlara bir şeyi emrettiğinde, onların o şeye
muhalefet «tmeleri caiz değildir. Zira Cenâb-ı Hak, "Allah ve peygamberi
bir işe hüküm ettiği mman gerek mümin olan bir erkek, gerek mümin olan bir
kadın için artık işlerinde kendilerine muhayyerlik yoktur"{Ahzâb.36)
"Öyle değil, Rabbine andolsun ki onlar malarında kimi oraya, kimi buraya
çekdikleri şeylerde seni hakem yapmadıkça ve verdiğin hükme tam bir teslimiyet
göstermedikçe..." (ni»«, 66) buyurmuştur. 5 "âenaleyh, onun
istidadında bir muhalefet olmuş olsaydı, böyle bir kızgınlığın o
peygamberlerden sudur etmesi caiz olmazdı... Bu kızgınlığın Allah'a karşı olmasının
caiz olmadığı sabit olunca, o zaman, bundan kasd edilen, Hz. Yunus (a.s)'ın i
ah'dan başkasına öfkelenerek çekip gitmiş olmasıdır. Galip olan ihtimal ise
kendisinin emirlerine kendisinin emirlerine isyan eden kimselere kızmış
olmasıdır. = -»âenaleyh, muhtemeldir ki, o kavmine, ya kirala, ya da her
ikisine birden jfcetenmiştir... Onun kavmi ile olan kızgınlık hali şöyle de
olabiliri: Yunus (a.s.), onları torketmesiyle kavmini kızdırmış olabilir. Zira
onlar Hz. Yunus (a.s)'ın kendilerini tvfcetmesi durumunda başlarına azap
ineceğinden endişe ediyorlardı. Nitekim bu
meyi Ebû Şeref, (Şaz kıraatlerden olarak), muğadıben yerine, muğdıben
şeklinde :-^muştur ki "kızdırmış, ıgdab etmiş olarak" anlamına gelir.
Sual Sahibinin
"Yunus (a.s)'ın kavmine öfkelenmesi de, Cenâb-ı Hakk'ın, "O balık
sahibi gibi olma" (Kaiem. 48) ayetinden dolayı mahzurludur" demesine
gelince, biz aefiz ki: Biz, bunun mahzurlu olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü
Allah Teâlâ, Hz. *unus (a.s)'a, peygamberliğini onlara tebliğ etmesini emretmiş,
fakat devamlı olarak rr arla beraber kalmasını emretmemiştir. Emrin zahiri ise,
tekrarı gerektirmez. Binâenaleyh, onun onların arasından çekip gitmiş olması
bir meziyet olmaz. Ûlkelenmenin bir meziyet olduğunu da kabul etmiyoruz. Zira,
bu ona daha önce yasaklanmadığına göre, o bunun caiz olduğunu zannetmiştir.
Çünkü o bunu, ancak Vah için öfkelendiği, dinine bağlılık gösterdiği ve küfre
ve onun müntesiplerine kızdığı c n yapmıştır. Tam aksine, onun için evlâ olan,
sabretmesi ve onlardan uzaklaşma hususunda Allarım müsadesini gözetmesi idi...
İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "O babğın arkadaşı gibi olma...
"(Kaiem,48) buyurmuştur. Böylece Cenâb-ı Hak sanki, Hz. ttuhammed (s.a.s.)
için makamların en faziletlisini ve en yücesini istemiş ve dilemiş gibidir.
İkinci şüphelerine,
yani Cenâb-ı Hakk'ın, "bizim kendisini hiçbir zaman araştırmayacağımızı
sanmıştı" buyruğuna tutunmalarına karşı cevap olarak da şöyle re-iz:
Allanın aciz olduğunu zanneden, kâfirdir. Bunu, herhangi bir mümine nisbet
«menin caiz olmıyacağında hiçbir ihtilaf yoktur. Öyleyse nasıl olur da bu,
peygamberlere nisbet edilebilir? O halde burada, mutlaka bir yorum yapmak
gerekir. 3-u husustaki yorumlar şunlardır:
1) Ayetteki ifadesi,
"Bizim onu sıkıştırıp bastıramıyacağımızı sandı" anlamındadır. Bu,
Cenâb-ı Hakk'ın,(Ankebüt. 62)(Talâk, 7) ve (Fecr. 16> ayetlerindeki
K.D.R maddesinin daraltılmak manasına
gelmesi gibidir. Buna göre ifadesinin
manası, "Onu sıkıştırıp daraltamıyacağımızı.." şeklindedir.
Bil ki, bu tevîfe göre
ayet, bizim lehimize bir delil olmuş olur. Çünkü Yunus (a.s.), kendisinin
muhayyer olduğunu, isterse orada kalacağını, isterse çekip gideceğini, Allah
Teâlâ'nın, Yunus (a.s)'ın bu tercihi hususunda kendisini sıkıştırmayacağını
sanmıştır. Allah
nezdinde malûm olanı ise, uygun olanın, onun çekip gitmesini ertelemesi idi...
İşte bu, Allah tarafından, onun bir masiyete yöneldiği için değil de çekip
gittiği için, ona mazeret yerine geçecek olan şeyin açıklanmasıdır. Ancak ne
var ki o, bu çekip gitmesinin öne alınması veya sona bırakılması, ertelenmesi
caiz olan, mümkün olan bir şey olduğunu sanmıştır. Halbuki, daha evla olan
bunun aksiydi.
2) Bu
ifadenin teşbih kabilinden olmasıdır. Buna göre bu, "Onun durumu, Allanın
emrini beklemeksizin, kavminden uzaklaşıp giden kimseyi sıkıştı ram lyacağ mı
zanneden kimsenin durumuna benze ti iştir" demektir.
3) Ayetteki
"kudret" maddesinin, "kadâ, hüküm", diye tefsir
edilmesidir. Buna göre mana, "O, bizim ona, ağır hükümler koyamıyacağımızı
sanmıştı..." şeklinde olmuş olur. Bu, Mücahid, Katâde, Dahhâk ve Kelbî'nin
görüşü olup, Avfî'nin İbn Abbas'dan yaptığı rivayettir. Bu görüş, aynı zamanda
Ferra ve Zeccâc'ın da görüşüdür. Zeccâc şöyle der "nakdire kelimesi
nukaddire manasmdadır. Nitekim Arapça'da "Allah bir şeyi en güzel biçimde
takdir etti" denebilir. Yani kadere ile kaddere aynı manaya kullanılır.
Buna göre, ayetteki K.D.R. maddesi, "takdir manasmdadır. Nitekim Ömer İbn
Abdilaziz ve Zührî, nûnun dammesi, dalın şeddesi ve tefîl babından olarak Len
nukaddire şeklinde okurlarken, Ubeyd İbn Ömer, meçhul ve şeddeli olarak len
yukaddere; Yakûb ise, şeddesiz ve meçhul olarak len yukdere, şeklinde
okumuştur.
Rivayet olunduğuna
göre, İbn Abbas (r.a.), Hz. Muâvlye (r.a.)'nın yanına varmış, bunun üzerine
Muâviye: "Dün gece, Kur'ân'ın dalgaları bana vurdu... Ben de o dalgalar
arasında boğulup kaldım; nefsim için, kurtuluşu ancak sana başvurmakda
gördüm" dedi. İbn Abbas: "Mesele nedir?" deyince, o:
"Allanın nebisi, Cenâb-ı Hakkın kendisine kadir olamıyacağını
sanmıştır" deyince, jbn Abbâs (r.a.): "Ayetteki bu ifâde,
"kudret" kökünden değil "kader" kökündendir" diye
cevap verdi.
4) Bu ifade,
"O, bizim bir şeyi yapmayacağımızı sandı..." anlamındadır. Çünkü,
kudretle fiil arasında bir münasebet vardır. Binâenaleyh, bunlardan birini
diğerinin yerine kullanmak, mecaz yapmak, uzak ihtimal değildir.
5)Bu,
azarlama manasında bir soru olup, manası, "Bizim kendisine güç
yetiremiyeceğimizi mi sanar?" şeklindedir. Bu, İbn Zeyd'den rivayet
edilmiştir.
6) Bu hadisenin, Yunus (a.s.)'ın peygamber
olmadan önce cereyan ettiğini söyleyenlere göre, böyle bir zan, peygaberlikten
önce vuku bulmuş olur. Peygamber ve nebî olmayanlar hakkında, şeytanın
vesvesesiyle onların vehmine böyle bir düşüncenin arız olup, sonra da onların
bunu hüccet ve burhanlarla reddetmiş olmaları uzak bir ihtimal değildir.
Onların, Cenâb-ı
Hakkın, "Doğrusu, ben zulm edenlerden oldum... " ifadesine tjtunarak
ileri sürdükleri üçüncü şüpheye de şu şekilde cevap veririz: Biz bunu, eğer
peygamberlikten önceki devreye hamledersek, bu hususta söylenecek herhangi bir
söz bulunmaz. Yok eğer, bunu peygamberlikten sonraki devreye atfedersek, o
zaman bir izah getirilmesi gerekir. Çünkü biz bunu, zahirine göre ele alacak
olursak, o zaman o peygamberin lanete müstehak olduğunu söylemek gerekir ki,
bunu da hiçbir nüslüman söyleyemez. Yorumlamak gerektiğine göre, iyisini
yapabilme imkânı varken, daha iyisini yapmayı terketmiş olduğunda şüphe yoktur.
İşte bu yönüyle bu, bir zulüm olmuş olur.
Dördüncü soruya da şu
şekilde cevap veririz. Biz bunun bir cezalandırma olduğunu kabul etmiyoruz.
Çünkü peygamberlerin cezalandırılmaları caiz değildir. Tam aksine bununla,
sıkıntılara duçar edilerek imtihana çekilme kastedilmiştir. Ne var ki, pekçok
müfessir, bir günahtan dolayı verilen her zararı, ceza olarak vasfetmişlerdir.
Beşincisine de şu
şekilde cevap veririz:
Ayetteki kınama, daha
iyisini yapmamadan dolayıdır.
[253]
Keşşaf Sahibi şöyle
demiştir: "Ayetteki ifâdesinin manası, (bunun çoğul olarak
getirilmesi), balığın
karnında, kesîf olan
çok yoğun karanlıklar
içinde..."
şeklindedir. Bu, (Bakara, inayeti ile
(Bakara. 257) ayetlerindeki zulumat (karanlıklar) kelimesinin çoğul getirilmesi
gbidir. Bu ifâdeden, "değişik ve çeşitli zulûmatlar" manasını
çıkaranlar da vardır 3u durumda sen bak, eğer Hz. Yunus (a.s) geceleyin nida
etmişse, o zaman orada gecenin, denizin ve balığını karnının karanlıkları söz
konusudur. Yok eğer, gündüzün -tidâ etmişse, balığın bağırsaklarının
karanlıkları da buna ilâve edilebilir. Yahut da, • diyebiliriz ki), Yunus
(a.s)'u yutan balığı başta bir balık yutmuştur. Yahut da, balık, yice denizin
dibine dalınca, balığın üzerinde kalan deniz tabakaları, adeta zulmet jstüne
zulmet olmuş olur. "Yunus (a.s)'ı yutan balık, yedi kat yerin dibine
dalmıştır" diyenlerin görüşüne gelince, eğer bu husus (sahih) bir haberler
sabit ise, bu konuda söylenecek bir söz yoktur. Yok, eğer bu, o nidanın
karanlıklar içinde yapılmış olması sebebiyle dile getirilen bir görüş ise,
bizim biraz önce söylediğimiz şey, buna gerek Bırakmaz.
[254]
Yunus (a.s.)'ın
şeklindeki sözüne gelince bu, ya, "Senden başka ilâh yoktur..."
diye" anlamındadır, yahutta bunun başındaki (en) edatı tefsirivveolan
(vani) anlamındadır. Hz. Peygamber (s.a.s.), "Belâya uğrayan herhangi bir
kimse bu duayı yaparsa, ona[255]
mutlaka icabet edilir' buyurmuştur. Hasan et-Basrî'nin de şöyle dediği rivayet
edilmiştir: "Cenâb-ı Hak Yunus (a.s.)'ı, kendisini zalim olduğunu ikrar
etmiş olması sebebiyle kurtarmıştır."
Ayetteki Sübhaneke
ifadesine gelince, bu, Hz. Yunus (a.s)'ın, Cenâb-ı Hakkı, bütün noksanlıklardan
tenzih ettiğini gösterir. Acizlik de, bir noksanlıktır. Binâenaleyh bu, Cenâb-ı
Hakk'ın "bizim kendisini hiçbir zaman sıkıştıramıyacağımızı
sanmıştı..." buyruğundan Yunus (a.s.), O'nun aciz olduğunu zannetmemiş
olduğuna delâlet eder. Yunus (a.s.), Sübhaneke demiştir. Çünkü bu ifadenin
takdiri, "Allahım seni, bunu bir zulüm olarak veya intikam alma arzusuyla
yahutta, beni bu balığın karnından kurtarmaktan aciz olduğun için yapmış
olmamdan tenzih ederim. Tam aksine sen bunu, ulûhiyyetin hakkı ve hikmetinin
muktezâsı olarak yaptın..." şeklindedir.
Onun cümlesine gelince
senin iznin olmaksızın kavmimden kaçmam suretiyle, kendime zulmettim"
demektir. Buna göre Yunus (a.s.), sanki şöyle demek istemiştir: "Ben,
zalimlerden oldum şimdiyse tevbe edip pişman olanlardanım... Binâenaleyh, bu
sıkıntıyı benden kaldır!" Manasının böyle olduğuna, Cenâb-t Hakkın,
"Bunun üzerine biz de onu kabul ettik..." ifadesi delâlet etmektedir.
Burada yapılabilecek
bir başka izah da şudur: Hz. Yusuf (a.s.), İfadesiyle, Cenâb-ı Hakk'ı, rubûbiyyetini
mükemmel olmasıyla nitelemiş, kendisini de
ifadesiyle beşeriyyetin en zayıfı ve, rûbûbiyyetin hakkını edada en
kusurlusu olarak tavsif etmiştir. Bu kadar şey, Mutenebbî'nin de dediği gibi,
bir şeyi istemek için kafidir.
"Benim pekçok
ihtiyaçlarım vardır, sende de anlayış ve zekâ! Benim o ihtiyaçlarımı söylememem
yok mu. asıl hitab ve konuşma odur işte!" Ümmü Seleme'nin kölesi Abdullah
İbn Râfi, Hz. Peygamber (s.a.s.)'ın
şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Allah. Yunus
(a.s.)'m hapsedilmesini murad edince, o balığa, "Onu tut yakala, ama
tenine zarar verme ve hiçbir kemiğini de kırma..." diye vahyetti."
Balık da onu yakaladı ve onu, denizin ta dibine kadar indirdi. Bunun üzerine
Yunus (a.s.), bir şeyler duydu ve kendi kendine: "Bu nedir acaba?"
deyince, Allah Teâtâ ona:
Bu deniz hayvanlarının
tesbihatıdır" diye variyetti... Ve Yunus'a da: "O halde sen ae teşbih
et!" dedi: Melekler Yunus'un tesbihatınt duydular ve onlar da aynisini
Ayetteki
"kendisini gamdan kurtardık..." cümlesine gelince, bu "Hem balığın
karnında olmadan, hemde hatasından Ötürü meydana gelen «terinden onu
kurtardık..." anlamındadır. "Bize dua ettiği için Yunus (a.s.)'ı
hapsolma sıkıntısından kurtardığımız gibi, bizim yardımımızı talep ettiklerinde
de "İşte biz, iman edenleri de böyle
kurtarırız..."... .
Sâ'd İbn Ebî Vakkas,
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in "Yunus (a.s.)'m balığın orrundakiduası,
"Lâüâheillâ ente sûbhânekeinnîkuntü minezzaiimîn"şeklindeydi SJcnbya
düşmüş ve başı belâya duçar olmuş her müslüman kimse, işte bu duayı saparsa, Allah
Teâlâ mutlaka onun duasını kabul ederm) buyurduğunu[256]
söylemistir,"
Keşşaf Sahibi: şöyle
der: "Bu kelime (nuneccî), (nuncî) ve (nuccî) şeklinde kurmuştur. Halbu ki
nün, cime idğam edilmez. Bunun doğrusunu ortaya koymak çn çare arayıp,
bunu (fu'ile) kalıbında kabul ederek,
ifadeyi (Nucci’n-necâul-müminine) şeklinde takdir edip, yâ harfini getirerek
fiili masdarına edip, kelimesini de fiilin mastarı olan il ı ile mansub
kılanların bu »oyuşu, apaçık bir zorlama ve işi yokuşa sürmedir."
[257]
"'Zekeriyya'yı da
an. Hani o, Rabbine. "Rabbim beni yalnız başıma bırakma.
Sen, varislerin en hayırhsısm" diye niyaz
etmişti. Biz onun duâsmı da kabul ettik
ve
kendisine Yahya'yı ihsan ettik. Eşini de saiih kıldık. Muhakkak ki bunlar.
hayır işlerinde yarışırlar, umarak ve korkarak bize
dua ederlerdi. Onlar bizim
için derin saygı
gösterenlerdi"
(Enbiya. .89-90).
[258]
Bil ki Allah Teâfâ
Zekeriyyâ (a.s)'ın, kendisine yalnız kalma sıkıntısı dokunup, gerek dini
gerekse dünyası hususunda kendisiyle ünsiyyet bulacak, kendisini destekleyecek
ve ölümünden sonra yerine gelecek birisinin olmasını arzuladığı için, her ne
kadar hem kendisinin hem de hanımının durumu, yaşlılık vb. şeyler sebebiyle
âdeta böylesi bir şeyden külliyyen ümidi kesme noktasına dayanmış ise de
Allah'a, buna kadir olduğunu bilerek samimi bir şekilde dua ettiğini ve
yalvarıp yakardığım beyan etmiştir. İbn Abbas (r.a), Zekeriyyâ (a.s)'ın yaşının
yüz, hanımının yaşının ise doksandokuz olduğunu söylemiştir.
Ayet-i Kerimedeki
"Sen, varislerin en
hayırhsısın" cümlesi hakkında şu iki izah yapılabilir:
1)Zekeriyyâ
{a.s) bunu, işlerin sonunun varıp Allah'a dayandığını bildiği için, bu işi
çözsün diye, bütün dualarında Rabbini övgü üslubuyla zikretmiştir,
2) Zekeriyyâ
(a.s) sanki, "Eğer, bana varis olacak birisini vermezsen, ben buna
aldırmam, çünkü sen en hayırlı varissin" demek istemiştir,
Cenâb-ı Hakk'ın
"Biz onun duasını kabul ettik" ifadesine gelince, bu: "Biz,
istediği için onun istediğini yerine getirdik1' demektir. Bu ifade de,
Zekeriyyâ (a.s)'ı bir tazim ve yüceltme söz konusudur. İşte bundan dolayı
ulemâ: "Kendisinde ululama ve tazim olduğu için "icabet etmek",
mükafattır" demişlerdir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"ve kendisine Yahya'yı ihsan etmiştik" beyanına gelince bu ifadesinin
adeta bir tefsiri gibidir.
[259]
"Eşini de salih
kıldık" cümlesinin tefsiri konusunda, şu üç
açıklama yapılabilir:
1) "Cenâb-ı Hak hanımını, adete göre mania
teşkil eden her şeyi ondan izâle etmek suretiyle, doğum yapmaya müsait ve uygun
hale getirdi." Bu mana, kıssaya :ana uygundur.
2) Allah Teâlâ onun, huyunu güzelleştirdi, ıslâh
etti. Çünkü o daha önce kötü jyluydu,
lisanı sertti ve Zekeriyya (a.s)'a da sıkıntı veriyordu. Cenâb-ı Hak da bunu, Zekeriyya
(a.s)'a vermiş olduğu nimetler cümlesinden saymıştır.
3) Allah
onu, dinde ıslâh edici kıldı. Çünkü onun dini bakımdan salih kılınması, -: Zekeriyya
(a.s)'ın Allah'a davet edici
olması konusunda, onun en büyük destekçilerinden olmuştur. Buna göre Zekeriyya
(a.s), Rabbinden sanki, gerek dinî ge-ekse dünyevî hususlarda bütün çoluk
çocuğunun yardımını talep etmiş gibidir. S- da, sanki, zahire en yakın olan
manalardan birisidir. Çünkü, "Allah, falancayı etsin" denildiğinde,
bu sözden umumi olarak, dinle ilgili olan husus anlaşılır.
[260]
Bil ki, ayet-i
kerimedeki ifadesi, vâv harfinin artib
ifade etmediğini göstermektedir. Çünkü, zevcin İslahı, çocuğun verilmesinden
rrcedir. Ama ne var ki, Cenâb-ı Hak, bu hususu, ayetin lafzında sona
bırakmıştır. Cenâb-ı Hak, söylediğimiz sözün şahidi ve misdakını da beyan
buyurarak, "Muhakkakki bunlar, hayır işlerinde yarışırlardı"
açmamıştır. Cenâb-ı Hak bununla Zekeriyya (a.s)'ı, çocuğunu ve hanımını
östetmiştir. Böylece de, Kendisinin onlara istediklerini verdiğini beyan etmiş
ve onların örflerinde hayırlarda yarışma olduğu için, onları birbirleriyle
desteklemiştir. Van'a itaat uğrunda yarışmak, kişinin övülmesine sebep teşkil
eden şeylerin en ro/üklerindendir. Çünkü bu, tâata karşı, büyük bir hırs ve
isteğin bulunduğuna delâlet eder.
Cenab-ı Hakk'ın,
"umarak ve korkarak bize duâ ederlerdi" ouyruğuna gelince, bu
ifadeler (Rağben ve rehben) şeklinde de okunmuştur. Bu ayet, O'nun tıpkı,
"ahiretden korkarak, Rabbinin rahmetini umarak" (zurrw, 9) ayeti
gibidir. Bu: "Onlar tâatlanna ve o tâattaki yarışlarına şu iki şeyi de
eklemişlerdir:
1)
Mükafaatını arzuladıkları ve cezasından sakındıkları için, Allah'a sığınmak...
2) Huşu...
Huşu, kalbte kökleşmiş olan korku, demektir. Binâenaleyh, huşu duyan :i
günahtan korktuğu için, pekçok işe dalıp kaybolmayan sakınan kişi demektir.
[261]
"Irzını koruyan o
(kızı da) hatırla. Ki biz ona ruhumuzdan üflemiş, kendisini de oğlunu da
alemlere ibret kılmıştık"
(Enbiya. 91).
Bil ki, ifadenin
takdiri, "ırzını muhafaza eden kızı an" şeklindedir. Sonra bu
hususta şu iki görüş
ileri sürülmüştür:
1) Hz.
Meryem (a.s): "Bana hiçbir beşer dokunmadı, ben hayasız bir kadın da
değilim"(Meryem, 20) dediği gibi, ırzını helâl haram her şeyden, tamamiyle
korumuştur.
2) Cebrail
(a.s)'in üflemesinden. Çünkü, o Cebrail (a.s)'i tanımadan önce onu, gömleğinin
yakasından men etmişti. Birincisi daha evlâdır, çünkü lafızdan anlaşılan da
budur.
[262]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Ki biz ona ruhumuzdan liflemiş' buyruğu ile ilgili olarak birisi şöyle
diyebilir: Bedene rûh üflemek, onu diriltmek demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"O halde ben onun yaratılışını bitirdiğim, ona ruhumdan üflediğim
zaman"(H«r. 29) buyurmuştu. Yani, "Ona hayat verdiğimde,dirilttiğimde"
demektir.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca, Cenâb-ı Hakk'ın: "Ki biz ona ruhumuzdan üflemiştik"
ifadesi, apaçık bir müşkillik arzetmiş olur. Çünkü bu ifade, Meryem (a.s)'ın,
ihya edilip hayatiyete kavuşturuiduğunu gösterir. Buna birkaç bakımdan cevap
verebiliriz:
1) Bu: "Biz, o ruhu, Meryem (a.s)'daki İsa
(a.s)'ya üfledik. Yani: "İsa (a.s)'ı Meryem (as)'ın karnında dirilttik,
hayat verdik" demektir. Nitekim, kaval çalan bir kimse: "Onun evinde
kavala üfiedim, kaval çaldım" manasında olmak üzere, "Falancanın
evinde üfiedim" der.
2) Bu:
"Meryem'e üfleme işini biz, ruhumuz vasıtasıyla yaptık" demektir.
Rûh, Cebrail (a.s)'dır. Çünkü Cebrail (a.s), Meryem (a.s)'ın yakasından
üflemiş, o üfleme işi de onun, karnına varmıştır.
[263]
Sonra Cenâb-ı Hak,
Meryem (a.s)'a tahsis ettiği mucizeleri en öz bir ifadeyle
beyan ederek,
yöndendir.
a) Herhangi
bir erkek bulunmadan onda, hamileliğin zuhur etmesi. Böylece bu, örfün dışında
kalan harikulade bir ayet ve mucize olmuş olur.
b) Onun
rızkını, meleklerin cennetten getirmesi. Nitekim Zekeriyya (a.s)'ın "Bu
sana nerden (geliyor?)" sorusuna o "Allah katından"(Ai-Umran.37)
diye cevap vermiştir.
c-d) Hasan
el-Basrî şöyle der: "Meryem (a.s), hiçbir zaman meme emmemiş ve tıpkı, Hz.
İsa (a.s)'ın konuştuğu gibi, o da çocuk
iken konuşmuştur."
Hz. İsa (a.s)'ın,
mucize oluş yönlerine gelince, bunun açıklaması daha önce geçmişti. Böylece
Cenâb-ı Hak, bu ikisini, onlara hassaten vermiş olduğu mucize ve ibretler
hususunda, insanlar için, düşünüp de bu sayede, kendisinin kudret ve - kmetine
istidlalde bulunabilecekleri bir ayet kılmış olduğunu beyan etmiştir. Buna göre
şayet,
Tıpkı
"Geceyi ve gündüzü İki ayet kıldık" buyurduğu ; di. bu ifade
de, İ? (bir ayet) yerine ş$ (iki ayet) denilmeli değil miydi?" cenitirse,
biz deriz ki: Bu, onların ikisinin birden durumunun tek bir ayet ve mucize :
-lasından dolayıdır. Bu tekbir ayet de, Hz. Meryem (a.s)'ın, Hz. İsa (a.s)'ı
babasız Goğurmasıdır.
Kıssaları burada sona
emiştir.
[264]
Muhakkak ki, bu sizin
ümmetiniz,tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim.
O halde, sadece bana kulluk edin. Fakat onlar
aralarında, işlerinde parça
parça oldular. Hepsi
yine de ancak Bize döneceklerdir"
(Enbiya,
92-93).
Keşşaf Sahibi şöyle
demiştir: "Ayetteki (ümmet), sözü millet manasında olup, bu da, İslâm
dinine bir işarettir. Buna göre mana, "İslâm dini üzerinde olmanız,
gereken dininizdir. Ona, farktı değil, tek bir millet olarak işaret edilir. Ben
de sizin tek ilâhınızım... O halde ancak bana ibadet ediniz" şeklinde
olur." Hasan el-Basrî, kelimesini,
kelimesinden bedel tutarak mansub kılmış kelimesini haber yaparak merfû
okumuştur. Yine ondan, her ikisini de haber kabul ederek, merfû okuduğu yahutta
ikincisi için, başka bir mübtedâ takdir ettiği de rivayet edilmiştir.
[265]
Canâb-ı Hakk'ın,
"Fakat Onlar aralarında, işlerinde parça parça oldular" ifadesinin
asıl anlamı siz aramızda, işlerimizde
paramparça oldunuz" şeklindedir. Ancak ne var ki söz, "iltifat"
sanatından dolayı, gâib sığasına çevrilmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki,
onların yaptıkları fesatları sonuna kadar nakletmiş, onlar nezdindeki bu işleri
kınamış ve müslümanlara da "Falancaların irtikâb ettikleri cürmün
büyüklüğüne bakmaz mısınız?" demiştir. Buna göre mana, "Onlar,
dinlerini aralarında tıpkı, bir topluluğun ara yerdeki bir şeyi paramparça
ederek dağıtıp, bir kısmını ötekine, bir kısmını da berikisine pay olarak
vermeleri gibi, paramparça ettiler" şeklinde olur. Bu onların dinleri
hususunda ihtilaf etmiş olduklarının ve muhtelif fırka ve gruplara ayrılmış
olmalarının bir tasviridir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Hepsi yine de ancak Bize dönücülerdir' buyruğuna gelince Allah bu
muhtelif grupları er ya da geç Kendisine dönecekleri ve böylece de, kendilerini
hesaba çekip yaptıklarının karşılığını vereceği vakasıyla tehdit etmiştir.
[266]
Hz. Peygamber
(s.a.s)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "tsrailoğultan, yetmişbir
fırkaya ayrıldılar. Derken, yetmişi helak olup birisi kurtuldu. Benim ümmetim
de yetmişiki fırkaya ayrılacaktır. Böylece, yetmişbiri helak olacak tek birisi
kurtulacaktır" Bunun üzerine ashâb, "Ey Allah'ın Resulü! O kurtulan
taife hangisidir?" dediklerinde de O: "(Benim ve ashabımın yolundan
ayrılmayan) cemaat cemaat cemaat!" diye buyurdu. Böylece bu hadiâle,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki, bu sizin ümmetiniz" buyruğu ile
kasdedilen, O'nun bu sûrede beyan ettiği, tevhide ve nübüvvete sımsıkı sarılan
cemaat olduğu Hz. Peygamber'in, kurtulan taife hakkındaki "Cemâat"
sözüyle de, iman eden ümmete işarette bulunulduğu ortaya çıkmış olur. Aksi
halde, "ftrka-i nâciye" (kurtulan fırka)yı tarif için kutlandığı
cemaat sözü, manasız olmuş olur. Çünkü, hak olsun veya batıl olsun, bir şeye
sımsıkı sarılan kimseler de, sayı itibariyle cemaattirler. Bazıları, bu haberin
sıhhatini eleştirerek şöyle demişlerdir: Hz. Peygamber bu yetmişiki fırka ile,
dinlerin itikadîtemel meselelerini (itikad esaslarını) kastetmişse, bu dinler
bu kadar sayıya baliğ olmaz. Yok eğer bununla, fürû meselelerini kastetmişse,
bunlar bu sayıyı kat kat aşarlar. Bu hadisin tam aksinin de rivayet edildiği
söylenilmiştir ki, bu da, tek bir fırka hariç diğerlerin tamamının kurtulacağı
şeklindedir.
Cevap: Bu hadisten
kastedilen, "ümmetim herhangi bir hususta ihtilaf edecek ve
ayrılacak" şeklinde olup, bunda o ümmetin diğer hususlarda, hadiste
belirtilen savıdan ne daha fazla ne de eks.k olmayacak bir biçimde ihtilaf
edeceğine bir delâlet[267]
O halde, kim mümin olarak iyi amellerden bir şey
yaparsa, onun sayinin karşılığı şükran olacaktır), küfrân (ve mahrumiyet)
değil. Biz onu hiç mSpixst2 kaydetmekteyiz. Helak ettiğimiz bir memleket
(ahalisinin), hakikaten. (Mahşere) dönmemeleri imkansızdır. Nihayet Ye'cûc ve
Me'cûc (un şeddi) - da her tepeden saldıracakları ve gerçek va'd olan (kıyamet)
yaklaştığı . aiut işte o zaman o küfredenlerin gözleri hemen belerip kalacak,
"Eyvah r iz'ere! Doğrusu biz bundan gaflet içinde idik... Hayır, hayır biz
zalim kimselerdik!" diyeceklerdir"
(Enbiya. 94-97).
[268]
ai ki, Çenâb-ı Hak
(c.c), daha önce ümmetin durumunu, onların paramparça
olduklarını ve hepsinin de, sadece kendi emrinin
geçerli olduğu yere döneceklerini
beyan edince, bunun peşinden "O halde.
mümin olarak iyi amellerden bir şey yaparsa, onun
sayinin (karşılığı şükran
Küfran (ve
mahrumiyet) değil" ifadesini getirmiş, "mümin olma" ile
"Salih
aneoe bulunma" işini birlikte
yapanların gayretlerinin inkâr edilmeyeceğini, yani
- müKafaatmın batıl olmayacağını beyan buyurmuştur. Bu
demektir ki, birinci
fcn Allah'ı ve Resulullâh'ı bilip tasdik etmek,
ikinci ifadeye de, emredilenleri
mcr-ar,.
nehyedilenlerden sakınmak dahil olur. Bu ifade, tıpkı "Kim de mümin olarak
ler, onun için bir gayret ile çalışırsa, işte onların
çalışmaları meşkûr (ve
olur"{isra, 19)
ayeti gibidir. O halde "küfrân" mükafattan mahrum olmayı,
'de,
mükafatın verilmesini temsil eden
birer tabirdir. Ayetteki ifadesiyle en
son sınırı ifade etsin diye, cinsin nefyedilmesi kasd edilmiştir Çünkü
mahiyet 'in
nefyedilmesi, o mahiyetin bütün fertlerinin nefyedilrnesini de gerektirir.
C-enâb-ı Hakk'ın
buyruğu ile "Biz
onun sa'yû gayretini
kaydetmekteyiz' manası kastedilmiştir. Bununla, "Kendisine
karşılık ve mükafaat verelim diye, onu zaptedici ve koruyucularız"
manasının kastedildiği de iteri sürülmüştür. Bunun, "Biz, ya Levhi mahfuza
ya da kıyamet günü kendilerine sunulacak olan amel defterlerine
yazmaktayız" manasında olduğu söylenmiştir ki, bununla, kullan Allah'ın
taatine sımsıkı sarılmaya teşvik etmek kastedilmiştir.
[269]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Helak ettiğimiz bir memleket (ahalisinin) hakikaten (mahşere) dönmeleri
imkansızdır" ifadesine gelince, bil ki? kelimesi mutlaka mübteda olması
gereken bir haberdir. Bu mübtedâ ise, ya Cenâb-ı Hakk'ın ifadesidir. Veyahut,
başka bir şeydir. Birinci ihtimale gelince, kelamın takdiri "Oların
dönmemeleri haram, yani imkansızdır" şeklinde olur. Onların dönmemeleri
inkansız olunca da, dönmeleri vâcib ve zorunlu olmuş olur. Binâenaleyh, bu
"dönme" ile, ya ahirette, ya da dünyaya dönmeleri kastedilmiş olur.
Birincisine gelince, mana "Onların ahirette iken, hayata dönmeleri gerekli
ve vacibtir" şeklinde olur ki bununla öldükten sonra dirilmeyi inkâr
edenlerin görüşünün ibtal edilmesi kastedilmiştir. Yukarda geçenleri özetlersek
diyebiliriz ki, hiçkimsenin o sa'yü gayreti karşılıksız bırakılmayacaktır.
Çünkü Cenâb-ı Hak o kimseye kıyamet gününde yaptıklarının karşılığını
verecektir. Bu, Ebu Müslim İbn Bahr'in yaptığı açıklamadır. İkincisine gelince
mana, "Onların dünyaya dönmeleri vacibttr" şeklinde otur. Ancak,
malum olan ve bilinen, dünyaya dönmeyecekleri hususudur. İşte bu noktada
müfessirler şu iki izahı yapmaktadırlar.
1)
"Haram" kelimesi, bazan "vacib, gerekli" manasını İfade
eder. Bunun bu manaya gelmesinin delili ise hem ayet, hem kullanış,hem de
şiirdir. Ayetten delili Cenâb-ı Hakk'ın "de ki: Gelin üzerinize Rabbinizin
neleri gerekli kıldığını ben okuyayım: Ona hiçbir şeyi ortak
kılmayın"(Zn-âm, 151) ayetidir. Çünkü şirki terketmek ve şirk koşmamak
haram değil, vacibtir. Şiirden delili ise, Hansâ'nın şu beyitidir:
"Dehrin, hüznüne
ağlamadığını gördüğüm vacib bir iş varsa, (o da şudur ki) Ben, Amr'a
ağladım" Yani demektir. Kullanış bakımından delili ise şudur: İki zıddan
birini, diğerinin adıyla isimlendirmek, meşhur ve yaygın bir mecazdır. Bu Cenâb-ı
Hakk'ın meselâ, "B/r kötülüğün karşılığı, onun gibi olan bir
kötülüktür" [Qto. 40) ayetinde olduğu gibidir. Bunun böyle olduğu sabit
olunca, o zaman ayet-i kerimenin ifade ettiği mana, "Helak ettiğimiz bir
belde ahalisinin dönmemeleri vacibtir" şeklinde olur.
Daha sonra alimler, bu
"dönme"nin ne demek olduğu hususunda şu iki hususu zikretmişlerdir:
a)
"Onlar, şirklerinden dönmeyecekler, ondan yüz çevirmeyecekler" Bu,
Mücahİd ve Hasan el-Basri'nin görüşüdür.
b) "Onlar, dünyaya dönmeyecekler" Bu
da, Katâde ve Mukâtll'in görüşüdür. 2) Ayetteki f*jrj ifadesinin zahiri üzere
bakılıp, ifadesindeki nın
tıpkı "Secde etmemen (i mûcib olan, secde
etmek)den seni men eden neydi?" (Ar*, 12) ifadesindeki ma'nın zâid, sıla
olması gibi, sıla (zâid) kabul edilmesidir. Buna göre mana, "Helak
ettiğimiz belde ahalisinin dünyaya dönmeleri naramdır" şeklinde olur.
Böylece de bu ayet tıpkı, ''Bunlar bir vasiyette bile bulunamazlar" (Hatta
o vakit) ailelerine dahi dönecek değildirler" (Yasin, 50) ayeti gibi olmuş
olur. Yahut da mana, "Onların, şirk ve iman etmemekten dönmeleri
haramdır" şeklinde olur. Bu, bir kısım müfessirin görüşüdür. Bütün bu
manalar, biz Cenâb-t Hakk'ın ifadesini,
O'nun ifadesinin haberi kabul ettiğimizde söz konusudur. Ama bu ifadeyi, başka
bir şeyin benzeri kabul ettiğimizde, kelamın takdiri "Helak ettiğimiz
durumda, bir şehir halkına bu
haramdır" şeklinde olur.
Bu takdirde "bu" ifadesi,
bu önceki
ayette bahsedilen,
amel-i salih ve inkâr edilmeyen ve başlıksız bırakılmayan gayrete şaret olmuş
olur. Daha sonra da, Cenâb-ı Hak bunun sebebini belirterek: "Çünkü onlar,
küfürlerinden dönmeyeceklerdir. O halde bu daha nasıl haram ve imkansız
olmaz?" buyurmuştur. Bu, kesre ile innehüm şeklinde okunmasına göredir.
Fetha şeklinde okunması halinde de bu manaya hamledilmesi doğru olur.
[270]
Cenâb-t Hakk'ın Nihayet, Ye'cüd ve Mecûc (un şeddi) açılıp da
her tepeden saldıracakları ve gerçek va'd olan (kıyamet) yaklaştığı vakit, işte
o zaman o küfredenlerin gözleri hemen belerip kalacak" buyruğuna gelince,
bununla igili birkaç mesele vardır:
[271]
Bu İfadenin
başındaki (Hatta) edatı hardmun lafzına
müteallıktır. Ebu Müslim Ibn Bahrin yaptığı izaha göre mana: "Onların
ahirete dönmeleri vacibtir. Hatta bu dönüşün kesinliği nihayet Ye'cûc ve
Me'cûc'un şeddinin açılıp da, her tepeden saldırarak, gerçek va'd olan
kıyametin yaklaşıp, küfredenlerin gözlerinin hemencecik balermesi derecesine
varıp dayanır" şeklinde olur. Bu da: 'Onlar, kıyamet meydanına ilk
getirilecek kimseler olurlar" demektir. Buna göre hatta kelimesi harâmun
lafzına taalluk ve onun son sınırı, (gayesi) olmuş olur. Ancak ne var ki bu,
bir şeyin son noktasının yine kendi cinsinden olması kabilindendir. Bu, mesela
senin Hacılar girdi, hatta yaya olan
hacılar bile" demen gibidir. halde,
buradaki hatta kendisinden sonra bir kelâmın nakledildiği hattadır Nakit dilen
kelâm ise, işte bu şart ve onun cezasından meydana gelen cümledir ki ben
bununla, "Nihayet, Ye'cûc ve Me'cûc'un şeddi açılıp da... Gerçek va'd olan
kıyamet yaklaştığında, işte o zaman küfredenlerin
gözleri belerip kalır" ifadesini kastediyorum. Halbuki bu, caiz
değildir. Çünkü şart, dünya günlerinin sonunda, ceza ise kıyamet gününde
tahakkuk edecektir. Halbuki, şart ve cezanın, mutlaka birbirlerine yakın olmaları
gerekir. Biz deriz ki: Bu azıcık farklılık, yok hükmündedir, sayılmaz. Diğer
açıklamalara göre mana, "Onların dönmelerinin imkansız oluşu, kıyamet
kopuncaya kadar sürecektir" şeklinde olur.
[272]
Ayette geçen ifadesi,
"Ye'cûc ve Me'cûc'un şeddi açıldığında" manasındadtr. Böylece,
muzaf
hazfedilmiş ve muzaf
hazfedildiği için öAi
fiiline
müenneslik alâmeti olan o harfi getirilmiştir. Çünkü, Ye'cûc ve Me'cûc
kelimeleri, "iki kabile" anlamında olmak üzere, müennes iki
kelimedirler. Kelamın takdirininşeklinde olduğu da ileri sürülmüştür.
[273]
Ye'cûc ve Me'cûc insan
cinsinden olan iki kabiledir. Nitekim, "insanlar, on kısımdır. Bunlardan
dokuzu, sed açıldığında meydana çıkacak olan Ye'cûc ve Me'cûc'dur" denilmiştir.
[274]
Allah'ın, doğrudan
doğruya o şeddi açacağı ileri sürüldüğü gibi, "Hayır, Allah Teâlâ
yeryüzünü paramparça edince,
yeryüzünün
unsurlarındaki katı/ık ve sertlik zaii olacak; işte bu durumda da sed açılıp
çözülecek" denilmiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Her tepeden saldıracaklar" ifadesine gelince bu, söz arasında
getirilen bir ara cümledir. Buna göre mana, "Ye'cûc ve Me'cûc'un şeddi
çözülüp hak olan va'd de yaklaştığında, kafirlerin gözleri belerir"
şeklinde olur. Hadeb yerdeki çıkıntı demektir. Nitekim, Hadebetu'l-ard veya
hadebetu'z-zahr yerdeki tepe,sırttaki çıkıntı, kambur" denilir. İbn Abbas
(r.a), Cenâb-ı Hakk'ın, "Artık bakarsın ki, onlar kabirlerinden (kalkıp)
Rablerine doğru koşup gidiyorlar" (Yasin.-si) buyruğunu nazar-ı dikkate
alarak, şeklinde de okumuştur. Sin'in dammesiyle yensülûn şeklinde de
okunmuştur. (Nesele) ve (Asele) kelimeleri, "hızlıca gitti
koştu" anlamındadtrlar. Sonra, bu ifadeyle ilgili şu iki açıklama
yapılmıştır:
a) Müfessirlerin ekserisi, bu ifadenin başındaki 'çk (hum) zamirinin, Ye'cûc ve Me'cûc
lafızlarına râcı olduğu kanaatindedirler.
b) Mücahid
ise, "bunun, bütün mükelleflere raci olduğunu" söylemiştir. Yani,
"O
mükellefler,
kabirlerinden, bulundukları her yerden çıkarlar ve hesap durağında, (meydanında)
toplanırlar" demektir. En uygun olanı birincisidir. Aksi hade, nazm
bozulur. Bir de, hadiste rivayet olunduğuna göre, Ye'cûc ve Me'cûc çoğaldığı
zaman, mutlaka yayılacaklardır. Böylece de, her yüksek tepeden insanların
karşısına çıkıp görüneceklerdir.
Cenâb-ı Hakk'ın "Ve gerçek va'd olan (kıyamet)
yaklaştı" beyanına gelince, bahsedilen bu va'din, kıyamet günü olduğunda
şüphe yoktur.
[275]
Ayetteki ifadesine gelince bil ki, buradaki iza
"mufâce'e ifade eden iza dır. böylece "va'd edilen zaman",
mecazî olarak va'd olarak isimlendirilmiştir. İza harfi, ceza makamında fâ
yerine kullanılır. Bu mesela, "Bir de bakarsın ki, ümitsizliğe
düşerler"(Rum, 36) ayetinde böyledir. Ama, iza ile beraber fâ da
geldiğinde, cezâ'nm şart'a bağlanması hususunda adetâ yardımlaşırlar, böylece
de mana, kuvvetlenmiş olur. Binâenaleyh, şayet veyahutta denilmiş olsaydı yine
doğru oturdu.
Buradaki (hlye)
lafzına gelince, nahivciler bu hususta şu üç izahı yapmışlardır:
a) Bu, ebsar
kelimesine râcidir. Buna göre mana, "kafirlerin gözlerine gelince, onların
gözleri belerir, dışarı fırlar" şeklinde otur. Böylece, önce, gözlere raci
olacak zamir getirilmiş sonra da, zamirin mercii, zamir isim olarak
getirilmiştir.
b) Bunun
mübtedâ olması... Bunun yerine huve zamiri de getirilebilir. Buna göre, bu
tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın "Şüphesiz ki Ben, Allah'ım" (tim, m) ayeti
gibidir. Keza "Şüphesiz ki, gözler kör olmaz" (Hac, 46) ayeti de
gözler. kelimesi müennes olduğu için zamirin müennes olması caiz olduğu gibi,
mübtedâ oluşundan dolayı müzekker olması da caizdir. Bu, Ferrâ'nın görüşüdür.
Sibeveyh ise, "Bir de bakarsın ki hadise, gözlerinin belermesi
şeklindedir" manasında olmak üzere, zamirin "kıssa" ya raci
olduğunu söylemiştir. Yani, "şüphesiz ki hadise, kâfirlerin gözlerinin bu esnada
belermesidir"demektir. Buna göre/cümlenin manası, "Kıyamet
koptuğundan, o kimsenin gözleri belerip, o günün şiddetinden ve korktukları
şeyin tahakkuk etmesinden ötürü, neredeyse gözlerini kırpamazlar ve derler.
Yani, "Dünyada, onu
yalanladığımız ve, bu
dirilmenin meydana gelmesi mümkün değildir" dediğimiz için,
Eyvan bizlere! Doğrusu biz bundan gaflet içinde idik.
Doğrusu biz, o gafletimiz ve
Hz. Muhammed
(s.a.s)'i yalanlayarak putlara tapmamız sebebiyle kendimize
zulmetmişiz! (derler)" demektir. Bil ki,
"Cenâb-ı Hakk'ın ifadesinden
önceki şeklinde olan bir hazf
bulunmaktadır.
[276]
"Siz de,
Allah'dan başka taptıklarınız da hiç şüphesiz ki cehennem odunusunuz... Siz,
oraya gireceksiniz. Eğer onlar mabutlar olsalardı, oraya girmeyeceklerdi. Hepsi
de orada ebedi kalıcıdırlar. Orada onlar için, inim inim inleme bulunur-
Bunlar, orada da duymayacaklardır"
(Enbiya,
98-100).
Bil ki ifadesi, Mekke
müşriklerine ve putperestlere yöneltilen bir hitabtır.
[277]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Allah'tan başka taptıklannız" ifadesine gelince: Rivayet olunduğuna
göre Hz. Peygamber (s.a.s), Kureyş"in ileri gelenleri HatfnV'de iken
Mescid'e girdi. Ka'be'nin etrafında da, üçyüzaltmış put vardı. Derken, onların
yanına oturdu. Kendisine Nadr İbn el-Haris sataşınca, Hz. Peygamber (s.a.s),
onunla konuştu ve onu aciz bıraktı. Sonra da onlara: "Siz de, Allah)
bırakıp tapmakta olduklarınız da, hiç şüphesiz ki cehennem
odunusunuz"ayetini okudu. Derken, Abdullah İbn ez-Ziba'râ çıka geldi ve o
Kureyşi, birbirleriyle fısıldaşarak konuşur bir vaziyette gördü. Bunun üzerine:
"Hangi konuda böyle dalmış konuşuyorsunuz?" dedi. Velid İbn Muğire
ona Hz. Peygamberin onlara söylediği sözü haber verdi. Bunun üzerine Abdullah
İbn ez-Ziba'râ: "İyi biliniz, Allah'a yemin ederim ki, şayet ona
rastlasaydım, onu sustururdum" dedi. Kureyş de, Hz. Peygamberi çağırdı.
Derken, İbnu'z-Ziba'râ: "Bunu sen mi söyledin?" deyince, Hz.
Peygamber: "Evet" diye cevap verdi. O, "Kabe'nin Rabbine yemin
olsun kî, şimdi seni yendim" diyerek sözüne şöyle devam etti:
"Yahudiler Uzeyr'e, Hristiyanlar, İsa'ya, Muleyhoğulları da meleklere
tapmamışlar mıdır?" Sonra bu konuda şu iki rivayet nakledilmiştir.
[278]
Birinci rivayet: Hz.
Peygamber (s.a.s), bunun üzerine sustu. Cevap vermedi. Derken, Kureyş topluluğu
buna güldü. İşte bunun üzerine de, "Meryem oğlu bir mesel olarak (öne)
atılınca, hemen senin kavmin bundan dolayı gülüyorlar. Dediler ki: "Bizim
Tanrılarımız mı hayırlı, yoksa O mu?" Bunu sana başka bir maksatla değil,
sırf münakaşa kasdıyla getirdiler. Daha doğrusu onlar,
çok düşman bir kavimdir" ıZuhrgf, 57-58) ayetiyle, Hz. İsa (a.s) ve
melekler hakkında, "Şüphe yok ki, kendileri hakkında bizden en güzel
(birseâdet) hükmü geçmiş o/an/ar"(Enbiya,ıoı>ayeti nazil oldu. Bu, İbn
Abbas'ın görüşüdür.
İkinci rivayet: Hz.
Peygamber cevap verdi ve: "Hayır, onlar şeytanın emrettiği şeylere
taptılar" dedi. Bunun üzerine de Cenâb-ı Allah, Hz. Uzeyr'i. Mesih'i ve
melekleri kastederek: "Şüphe yok ki, kendileri hakkında bizden en güzel
(bir seâdet) hükmü geçmiş olanlar" ayetini indirdi.
Bil ki
İbnu'z-Zeba'râ'mn sorusu, aşağıdaki açılardan sakıt ve geçersizdir:
1) Cenâb-ı
Hakk'm, {&[ "Siz de" ifadesi, şifahi bir hitab olup Mekke
müşriklerine karşı yapılmışttr ki, Mekke müşrikleri de sadece putlara
tapıyorlardı. Bu muhataplar bakımından İsa ve Uzeyr (a.s) söz konusu değildir.
2) Hz.
Paygamber .. "Taptığınız kimseler" şeklinde okumamış, tam aksine
"taptığınız şeyler" şeklinde okumuştur. Halbuki ma kelimesi akıl
sahiplerini içine almaz. Cenâb-ı Hakk'm
(Şems, 5) ve
(Kâfırûn. 2)
buyruklarındaki mâ lafızlarına gelince, bunlar "şey" manasına
hamledilmişlerdir. bu ifadelerin, bu ayetteki benzeri olan ifade şekli ise,
"Siz ve Allah'dan başka taptığınız şeyler" denilmesidir. Fakat
"şey" lafzı, umûm ifade etmez. 3inâenaleyh, İbnu'z-Zlba'ra'nın böyle
bir soru yöneltmesi anlamsız olmuş olur.
3) Meleklere
tapanlar, onların ilâh olduklarını iddia etmemişlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hak,
"Eğer onlar mabutlar olsalardı, oraya girmeyeceklerdi" buyurmuştur.
4)
Farzedelim ki, umûmluk sözkonusu olsun. Ancak ne var ki bu umumilik, bu
zâtların günah ve masiyetlerden beri oiup, Allah Teâlâ'nın da onlara her türlü
ikramda bulunmayı vadetmiş olmasından dolayı -ki bu va'd'de Cenâb-ı Hakk'm
"Şüphe yok ki kendileri hakkında bizden en güze! (birseâdet) hükmü geçmiş
olanlar, işte bunlar cehennemden
uzaklaştırılmışlardır" {Enbiya. 101) ifadesinden
anlaşılmaktadadır-, Melekler Hz. Isa (a.s) ve Hz. Uzeyr (a.s) hakkında
aklî ve naklî delillerle tahsis edilmiştir.
5) Hz. Peygamber'in, "Onlar, şeytanlara
tapıyorlardı" şeklinde vermiş olduğu Cevaba gelince, bu durumda ma lafzı
onları kapsamına almadığı, şeytanların akıllı oldukları ileri sürülecek olursa,
Hz. Peygamber nasıl olmuş da bunu söylemiştir?" denilirse, biz deriz ki:
Hz. Peygamber sanki "Şayet, sizin için bu ifadenin akıllıları da içine
aldığı söz konusu ise, yine işte bu açıdan da sizin böyle bir sorunuz
gereksizdir" demek İstemiştir.
Ama Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, İbnu'z-Ziba'râ bu soruyu sorduğunda cevap verememiş olduğunun ileri
sürülmesine gelince, bu yanlıştır. Çünkü, Hz. Peygamber (s.a.s), en azından
müfessirlerin ileri sürdüğü bu cevapları verebilecek bir durumdaydı.
Zira Hz. Peygamber (s.a.s) hem dili hem de Kur'ân'ın
tefsirini, onlardan daha iyi biliyordu. Binâenaleyh, daha nasıl peygamberden
başkası böyle cevaplar verebilsin de, Peygamber (s.a.s) bunlardan hiçbir cevabı
öne süremesin!
Buna göre eğer,
"Bu görüşte olanlar, Hz. Peygamber'in Cenâb-ı Hak tarafından bir beyânın
gelmesini beklemesinden dolayı sorduğunu söylemişlerdir" denilirse, biz
deriz ki: Gerekli açıklamanın yapılmasının mümkün olduğu yerde, o hususta
soruya cevap verilemedi şeklinde bir vehme düşülmesin diye, onun sükut etmesi
doğru olmazdı. Bazı kimseler de, İbnu'z-Ziba'ra "Allah Teâlâ, o
putperestler için cehennemde, taptıkları şeyin şekline benzeyen bir melek
tasvir eder" demişler ve: "Böyle mâna vermemiz halinde ayet de,
zahiri üzere kalmış olur" diyerek ilave etmişlerdir. Bil ki bu da, şu iki
açıdan zayıftır.
a) Kureyş
topluluğu o şekillere tapmamışlar, onlar ancak ateşte kendileriyle birlikte
bulunmayan başka bir şeye tapınışlardır.
b)
Meleğin, her ne kadar cehenneme girmesi
mümkün olsa dahi, gerçekte ise cehennemin
kütüğü olmaz... Çünkü, cehennemin
kütüğü olmadıkları halde,
cehennem bekçileri olan melekler, oraya girerler.
[279]
Onların, Kanlarıyla
birlikte zikredilmelerinin hikmeti şunlardır:
1) Onlar,
onlarla içice oldukları için, gam ve kederleri daima
artacaktır. Çünkü
onlar bu azaba, onlar sebebiyle duçar olmuşlardır. Düşmanın yüzüne bakmaksa,
bir tür azâb kapısıdır.
2) O topluluk, o taptıkları şeylerin, ahirette
kendilerinden azabı savuşturma
hususunda kendilerine
şefaatçi olacaklarını zannedip düşünmüşlerdir. Binâenaleyh, durumun
düşündüklerinin tersine olduğunu gördüklerinde hiçbir şey onları bu kadar
öfkelendirmemiştir...
3) O tapılan şeylerin cehenneme atılmaları,
kendilerine tapanlarla adeta alay etmek yerine geçmiş olur.
4) Tapılan o
şeylerden taş veya demir olanların, kızdırılarak kendilerine tapanların
gövdelerine yapıştırıldığı, kütükten olanların ise, kor haline getirilerek,
onunla kendisine tapanlara azâb edileceği de söylenmiştir.
[280]
Cenâb-ı Hakk'ın ''Cehennem odunu" ifadesine gelince,
bununla onların cehenneme atılacakları kastedilmiştir. Böylece Allah, onları
kendisiyle bir şeyin taşlandığı çakıl taşlarına benzet niştir. Binâenaleyh,
Cenâb-ı Hak onları tıpkı bir çakıl taşının atılması gibi, cehenneme atınca
teşbih yoluyla onları cehennemin kütükleri gibi addetmiştir. Keşşaf Sahibi
şöyle der: hasab kelimesi "atmak" anlamındadır. Bu ifâde, masdaria
vasfetmek için, sâd harfinin sükunuyla, hasb şeklinde de
okunmuştur. Yine bu ketime hareketi ve sakin olarak
hem tî hem de dâd harfiyle, (Hatab) ve (Hadab) şeklinde de okunmuştur.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Siz oraya gireceksiniz7 hitabına gelince bu badedeki Leha kelimesinde lâm
edatının kullanılması bunun mütealtakı ndan irce gelmesinden dolayıdır. Nitekim
sen "Sen, Zeyd'in dövenisin" sersin. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı
(Mümin, a) ve (Mümin, 5} ayetleri gibidir. Buna göre ayetin manası,
"sizler o cehenneme giricilersiniz, gireceksiniz" şeklinde olup bu
da, "sizler mutlaka oraya gireceksiniz ve oradan kurtuluş çareniz yok"
demektir.
[281]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Eğer onlar mabutlar olsalardı.
oraya
girmeyeceklerdi" ifadesine gelince, bil ki
hitabı, ihtiva ettiği ma lafzından dolayı putlara, bu söz ise içindeki
ifadesinden dolayı şeytanlara uygun düşen bir sözdür. Bununla hem şeytanların
hem de putların kastedilmiş olmaları,tağlib üslûbu ile putlar hakkında akıllı
varlıklar için kullanılan zamirinin kullanılmış olması da muhtemeldir. Böylece
Allah Teâlâ, cehenneme atılanların ilâh olamayacaklarına dikkat çekmiştir.
Burada şöyle bir soru
sorulabilir: "Onun, "Eğer onlar mabutlar olsalardı, oraya
girmeyeceklerdi..." Ancak ne var ki, onlar oraya girmişlerdi. O halde
onlar, ilâh değillerdir!" şeklindeki sözü bir hüccettir. O bu hücceti, ya
kendisi için, yâ da başkaları
çin getirmiştir. Eğer
bunu kendisi için getirmişse, bunun manası yoktur. Çünkü o, onların ilâh
olamadıklarını zaten biliyordu. Yok eğer o, bunu başkası için getirip
zikretmişse-, o bu delili, ya kendisinin peygamber olduğunu tasdik edenlere, ya
da /alanlayanlara getirmiştir. Eğer o bu deliü, peygamberliğini doğrulayanlara
getirmişse, söyle bir delil getirmeye gerek yok. Çünkü onun nübüvvetini tasdik
eden hiç kimse, öu putların ulûhiyyetini söylememiştir. Yok, eğer o bu
delilini, kendisinin nübüvvetini .alanlayanlara karşı getirmişse onu bu
yalanlayanlar, ilâh kabul edilen o putların cehenneme gireceklerini kabul
etmez, peygamberi de bu hususta yalanlar. 3inâenaleyh, bu delilin getirilmesi,
her halükârda boşa gitmiş olur. Hem, o putların
âh olduklarını söyleyenler,
onların bu âlemin müdebbiri olduğuna inanmamışlardır. Aksi halde, deli olmaları
gerekir. Tam aksine onların yıldızların heykelleri ve şefaat edenlerin
timsalleri olduklarına inanmışlardır ki bu da, bunların cehenneme girmelerine
mani değildir."
Buna şu şekilde cevap
verilmiştir: Müfessirler şöyle demişlerdir: Bu ayetin manası, Şayet onlar, yani
o putlar gerçekte ilâh olsalardı onlar oraya onlara tapanlar o cehenneme
girmezlerdi" şeklindedir.
Cenâb-ı Hak (c.c), o
azabı şu üç şeyle vasfetmiştir:
a) Ebedî
olma... Çünkü Allah "Hepsi de orada ebedî kabadırlar" buyurmuştur.
Yani, 'Tapanlar da
tapılanlar da." Bu, "Sizde, Allah'dan başka taptıklarınız da hiç
şüphesiz ki cehennem odunusunuz" ayetinin tefsiridir...
b) Cenâb-ı
Hakk'ın ''Orada onlar için, inim inim
inleme bulunur" ayetinin ifade ettiği husus. Hasan el-Basrî şöyle der:
"Zefîr, hararet, sıcaklık demektir. Yani onlar, cehennemin alevi sebebiyle
yükselirler. Yükselip de çıkacakları zehabına kapıldıklarında, demir topuzlarla
(başlarına) vurulur da, derinliği yetmiş yıl olan cehennemin dibine doğru
yuvarlanırlar." Halil ise, "Zefir, kişinin göğsünü gam ve kederle
doldurup, derin bir biçimde nefes vermesidir" demiştir. Ebu Müslim de
şöyle der: ifadesindeki lafzı, azaba duçar olan herkesi içine olan, umûmi bir
ifadedir." Buna göre biz deriz ki: Onlar için yani azaba duçar olan herkes
için, başlarına gelen şeyin şiddetinden dolayı, bir "zefir" vardır.
Cenâb-ı Hakk'ın "Bunlar orada da duymayacaklardır" ifadesindeki hum (bunlar) zarhiri, tapılan putlara racidir. Yani, "O putlar, onların çığlıklarını ve
şikayetlerini duyamazlar" demek olup, bu da, "Onlar onlara yardım
edemezler" manasındadır. Bunun bir benzeri de, "Allah, duasını kabul
etti" anlamında olmak üzere, "Allah kendisine hamdedeni duydu, yani
hamdint kabul etti" ifadesidir.
c) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Bunlar, orada da duymayacaklardır" ayetinin ifade ettiği
husustur.
Bu hususta şu iki izah
yapılabilir:
1) Bu, Ebu Müslim'den de naklettiğimize göre,
sadece putlara hamledilebilen bir ifadedir.
2) Bu, "kâfirlerde hamledilen bir ifadedir.
Böyle olması halinde, bu da şu üç manaya gelebilir:
a) Kâfirler, azâbtarını artırmak için, kör
olarak hasredildikten gibi, sağır olarak da hasredilirler.
b) Onlar, kendileri yararına olan şeyi
duymazlar... Çünkü onlar ancak, azâb edilenlerin seslerini veyahutta, onlara
azâb etmekte görevli meleklerin sözlerini duyarlar.
c)
İbn Mesûd şöyle der: "Kâfirler, ateşten
sandıklar için konurlar. O sandıklar da, başka sandık içine konur... Böylece de
onlar, hiçbir şey duymazlar." Birinci izah, zayıftır. Çünkü
cehennemlikler, cennetliklerin konuşmasını duyarlar. İşte bundan dolayı da,
Cenâb-ı Hakk'ın Araf sûresinde de bahsettiği gibi (Arat.so), onlardan yardım
talebinde bulunacaklardır.
[282]
"Şüphe yok ki
kendileri hakkında bizden en güzel (bir seâdet) hükmü verilmiş olanlar, işte
bunlar oradan (cehennemden) uzaklaştırılmışlardır.
Bunlar gönüllerinin dilediği (nimetler) içinde, ebedi
yaşarlarken, onun gizli sesini bile duymazlar. O en büyük korku bunları asla tasaya
düşürmez.
Bunları melekler karşılayarak:
"İşte, size va'd olunan gününüz bu gündür"
(derler)"
(Enbiyâ.
101-103).
Bil ki bazı kimseler,
şunu iddia etmişlerdir: "İbnu'z-Ziba'râ, o soruyu Hz. Peygamber (s.a.s)'e
yöneltince, Hz. Peygamber (s.a.s) susmuştu. Derken, Allah Teâlâ onun sorusunu
cevaplandırmak için, bu ayeti indirdi. Çünkü bu ayet, o ayetten yapılmış olan
bir istisna gibidir." Biz ise, bu görüşün yanlışlığını beyan ettik ve,
İbnu'z- Zlba'râ'mn soru sormadığını onun sorusunu savuşturmak için bu ayetin
inmesine gerek kalmadığını söyledik. Bunun böyle olduğu sabit olunca, burada
geriye şu iki durum kalmaktadır.
1) Allah'ın
âdetinin her ne zaman kâfirlerin ikâb ve cezasından bahsetse, onun hemen
peşinden iyi kulların mükafatın beyânınt getirmesi şeklinde olduğunu
söylenmesidir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, o ayetin hemen peşinden, bu
ayeti getirmiştir. Binâenaleyh bu demektir ki bu ayet, bütün müminler hakkında
umûmi bir ifadedir.
2) Bu
ayet, İbnu'z-Ziba'râ mn sorusunu
savuşturma hususunda bir tekid gibi olsun diye, bu hadise hakkında inmiştir.
Sonra. "Nazar-ı dikkate alınan şey, sebebin hususiyeti değil, lafzın umûmi
olmasıdır" diyenler -ki doğrusu da budur- bu ayeti umumiliği üzere
bırakmışlardır. Binâenaleyh, melekler, Hz. İsa ve Uzeyr (a.s) da, bu ayetin
kapsamına girmiş olurlar, ayet sırf onlara tahsis edilmemiş olur. "Nazar-ı
dikkate alınan sebebin hususiliğidir" diyenler ise, Cenâb-ı Hakk'ın bu
ayetteki ifadesini, sadece bunlara
tahsis etmişlerdir.
[283]
",.. kendileri
için bizden en güzel (bir seâdet) geçmiş
olanlar"
ifadesine hakkında Keşşaf Sahibi şöyle der: "Hüsnâ, üstün haslet ve
özellik demektir. Hüsnâ kelimesi Ahsen kelimesinin müennesi olup, ya seâdet ve
mutluluk ya mükafaattn müjdelenmesi, veyahutta tâata muvaffak kılmak
anlamındadır." Netice olarak diyebiliriz ki: "Afv"ın olacağını
kabul edenler, ayetteki bu kelimeyi "afvın va'dedilmesi", kabul
etmeyenler ise, "mükafatın va'dedilmesi" manasında almışlardır.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
(c.c), onların mükafaatlarının durumuna dair şu beş şeyi açıklamıştır.
1) Cenâb-ı
Hakk'ın "işte bunlar, oradan (cehennemden) uzaklaştırılmışlardır"
ayetinin ifade ettiği husustur. Binâenaleyh, afvın olacağını söyleyenler,
ayete, "onlar o cehennemden çıkarılacaklardır" manasını vererek,
mananın bu şekilde olduğuna dair de şu iki hücceti getirmişlerdir.
a) Cenâb-ı
Hak, "Sizden hiçbiriniz müstesna olmamak üzere, mutlaka oraya
uğrayacaktır"{Meryem, 7i) buyurmuş, vürud'un, yani cehenneme girmenin
olacağını bildirmiştir. Böylece, bu ifade bu ayetle bahsedilen uzaklaştırmanın
oradan, yani cehennemden olacağına delâlet eder.
b) Bir şeyi
bir şeyden uzaklaştırmak ancak o iki şey birbirine yakın olduğunda
söylenebilir. Çünkü onlar, şayet
birbirlerinden uzak olsalardı, onlardan birini diğerinden uzaklaştırmak,
imkansız olurdu. Çünkü, hasılı tahsil muhaldir.
Kadi Abdu'i-Cebbâr,
ilk maddenin yanlış olduğuna şu şekilde delil getirmiştir.
a) Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphe yok ki kendileri
hakkında bizden en güzel (bir seâdet) hükmü verilmiş olanlar" ifadesi
onların mükafaatlarının va'dedilmesinin dünyada
tahakkuk etmiş olmasını
gerektirir. Halbuki, doğru
olsa bile bu, cehennemden çıkarılan kimsenin vasfı ve
durumu değildir.
b) Allah Teâlâ, "İşte bunlar, oradan
(cehennemden) uzaklaştırılmışlardır"
buyurmuştur. O halde ayetin ifade ettiği bu manaya cehennemde olan kimse nasıl
dahil olabilir?
c) Cenâb-ı
Hakk'ın, "onun gizli sesini bile duymazlar" ifadesiyle, "O en
büyük korku bunları asla tasaya düşürmez" ifadeleri buna manidir.
Kadi'nin birinci
görüşüne şu şekilde cevap veririz: Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphe yok ki
kendileri hakkında bizden en güzel (bir seâdet) hükmü verilmiş olanlar"
ifadesinden kastedilenin, "onlara mükafaat va'dinin daha önce geçmiş
olması" olduğunu kabul etmiyoruz. Ayetteki hüsnâ'dan muradın, kendilerine
daha önce afvın va'dedıfmış olması hususu olduğu niçin caiz olmasın? Biz,
ayetteki hüsnâ'dan muradın, önceden mükâfaatın va'dedilmiş olması olduğunu
kabul edelim. Ancak ne var ki siz niçin, mükafaat va'dedilmesini cehennemden
çıkarılan kimsenin durumuna uygun düşmeyeceğini söylediniz? Çünkü bize göre
"ihbât-ı amel" geçersizdir.
Dolayısıyla
mükafaatı ve cezayı hak etme, bir arada düşünülebilir.
İkincisine de şu
şekilde cevap verebiliriz: Biz, Cenâb-ı Hakk'ın "İşte bunlar oradan
cehennemden) uzaklaştmlmjşlardır" ifadesinin, zahirine göre
manalandırılmasının ancak ateşte olan kimse hakkında düşünülebileceğini beyan
etmiştik.
Üçüncüsüne de
"Cenâb-ı Hakk'ın, "Onun gizli sesini bile duymazlar" ifadesinin
cehennemden çıktıktan sonraki duruma tahsis edilmiş olduğunu" söyleyerek
cevap veririz.
[284]
Cenâb-ı Hakk'ın
"O en büyük korku bunları asla tasaya düşürmez" ifadesine gelince,
"büyük korku", kâfirlere yapılan azâbtır. Bu, mefhûm-ı muhâlifiyle,
onları en küçük korkunun mahzun etmesini iktizâ eder... Binâenaleyh, eğer bu
manaya delâlet etmese bile, en azından bu, bunun yokluğuna değil varlığına
delâlet eder. Cenâb-ı Hakk'ın, "İşte bunlar oradan (cehennemden)
uzaklaştırılmışlardır" ifadesini tefsiri,hususunda ikinci izah da şudur:
"Şüphe yok ki kendileri hakkında bizden en güzel (bir seâdet) hükmü
verilmiş olanlar" ifadesiyle, bu kimselerin cehenneme girmeyecekleri ve
oraya asla yaklaşmayacakları -nurad edilmiştir. Bu izaha göre, "Bütün
insanlar cehenneme girecekler, sonra da çıkarılıp cennete gönderilecekler"
diyenlerin görüşü battl olmuş olur. Çünkü bu ayet, ouna manidir. Bu durumda, bu
ayette Cenâb-t Hakk'ın (Meryem, 71) ayetini birleştirmek gerekir. Ki bu da,
daha önce geçmişti.
[285]
2) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Onun gizli sesini bile duymazlar" ayetinin fade
ettiği'husustur. Hasis kelimesi, hissedilen ve duyulan ses fısıltı demektir. Bu
hususta şu iki soru sorulabilir:
a) Onların,
o cehennemin fısıltısını dahi duymamakla müjdelenmeleri ne demektir? Çünkü
onlar, onu duysalardı bile, durumları değişmezdi... Biz deriz ki: Bununla,
ontarın o cehennemden alabildiğine uzak olmaları kastedilmiştir. Çünkü o
cehenneme girmeyen, fakat oraya yaklaşan bazan oranın fısıltısını (sesini)
duyabilir.
b) Cennet
ehli, cehennemdekileri göreceklerine göre nasıl olur da cehennemin sesini
duymazlar?
Cevab: Biz bunu te'kid
manasına hamlettiğimizde bu soru ortadan kalkar.
[286]
3) Hak Teâlâ'nın "Bunlar gönüllerinin
dilediği
(nimetler) içinde ebedi yaşarlar"
ayetinin ifade ettiği husus... Şehvet, nefsin lezzeti arzu etmesi demektir.
Buna göre mana, "Cennetin nimetleri ebedidir" şeklinde olur.
Arifler şöyle
demişlerdir. "Nefislerin şehveti vardır. Kalblerin şehveti vardır.
Ruhların şehveti (arzuları) vardır." Cüneyd-i Bağdadî şöyle der:
"Allahın inayeti, işin bidayetinde geçtiği halde velayet işin sonunda
zuhur eder."
4) Hak
Teâlâ'nın "O en büyük korku bunları asla tasaya düşürmez" ayetinin
ifade ettiği husus... Bu konuda şu izahlar yapılmıştır:
a) "O
en büyük korku, sûra son üfleyiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Sûra"
üfleneceği gün, Allah'ın diledikleri müstesna, göklerde kim var, yerde kim
varsa, dehşetle korkmuştur' (Nem\. 87)
buyurmuştur.
b) Bu,
ölümdür. Âlimler şöyle demişlerdir: "Cennetlikler cennete, cehennemlikler
de cehennemde karar kılınca, Cenâb-ı Hak Cibril'i beraberinde güzel bir koç
şeklindeki ölümle birlikte gönderir ve her iki tarafa, "Bunu, tanıyor
musunuz?" der. Onlar da, "Hayır, deyince Cenâb-ı Hak, "Bu ölümdür"
der. Sonra da onu kurban ederek, "Ey cennet ehli, ebedisiniz, artık ölüm
yok!" diye seslenir. Cehennemliklere de böyle der." Bu iddiayı ileri
süren şahıs, Ayetteki "O en büyük korku bunlar: asla tasaya düşürmez"
ifadesi, ''Bunlar, gönüllerinin dilediği (nimetler) içinde ebedî yaşarlar"
ifadesinden sonra gelmiştir. Binâenaleyh bu iki ifadenin mutlaka birbiriyle
ilgisi olması gerekir. Ebedîliğe, ters düşen en büyük korku, ölümdür" diye
istidlalde bulunmuştur.
c) Sa'id b.
Cübeyr şöyle der, "Bu korku, cehennemin (kapılarının) cehennemlikler
üzerine artık tamamen kapanması demektir. Onlar, işte bundan Ötürü büyük
korkuyu duyarlar." Kâdi Abdulcebbâr "Bu hususta evlâ olan,görüldüğü
zaman cehennemden duyulan korkudur. Çünkü bundan büyük korku yoktur.
Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, bunun o kimseleri üzmeyeceğini bildirdiğine göre,
mü'min kimsenin kıyametin dehşetlerinden emin olduğu söylenebilir"
demiştir. Ama bu görüş zayıftır. Çünkü cehennemin azabları derece derecedir.
Mesela kâfirlerin azabı, fâsıkların azabından daha şiddetlidir. Binâenaleyh
azab farklı farklı olduğuna göre bundan dolayı olan korkunun dereceleri de
farklı farklı olur. Bu sebeble, en büyük korkunun onlar için olmadığını
söylemek, onların cehennemden korkmamaları manasına geimez.
5) Hak
Teâlâ'nın "Bunları melekler karşılayarak: "Size vadolunan gün işte
bugündür!" ayetinin ifade ettiği husus... Dahhâk "Bunlar onların
amellerini ve sözlerini yazan, "hafaza melekleri"dir ve işte bu
melekler, o kimselere müjde vererek "size va'dolunan gününüz işte bu
gündür!" derler" demektir,
[287]
"Gün gelecek Biz
göğü, kitablann sahifesini dürüp büker gibi düreceğiz. İlk
yaratışa nasıl başladıksa, üzerimize gerçek bir va'd olarak, yine onu
iade
edeceğiz. Gerçekte fail Biziz. Andolsun,
Tevrat'tan sonra Zebur'da da, 'Arza
ancak
salih kullarım mirasçı olur" diye yazdık. Şüphe yok ki bu (Kur'ân) da
âbidler için, (umduklarına ulaşma yolları)
vardır"
(Enbiya, 104-107).
Bil ki ayetin takdiri
ya: "Göğü büküp durduğumuz gün, o en büyük korku onları asaya
düşürmez" şeklindedir, yahut da: "Göğün dürüp büktüğümüz gün,
melekler onları karşılar" şeklindedir. Ayetteki fiil, mechûl olarak
"Göğün durulduğu igün) şeklinde de okunmuştur.
[288]
Yine "sicil"
kelimesi, "Utüll", vezninde, sücüll şeklinde ve "delv"
vezninde, şeklinde de okunmuştur. Bu
kelimenin kesre ile okunduğu da rivayet edilmiştir. "Sicif'in ne demek
olduğu hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür.
Birinci görüş: Bu
üzerine yazı yazılan kağıt tomarının adıdır. "Kitab" kelimesinin
aslı, tıpkı "bina" lafzı gibi masdar otup, sonra mektup (yazılı şey)
manasına kullanılmıştır. Kitab kelimesini ayette, cemi olarak "kütüb"
şeklinde okuyanlara göre, ounun manası "mektûbât" (yazılmış şeyler)
dir. Bu da "o kitabta yazılmış olan pek cok şeyden ötürü" demek olur.
Buna göre sicilin kitabtar için dürülmesinin manası scilin o yazıyı örtmesi ve
o yazıyt gözlemesidir. Çünkü tayy (dürme) açıp ortaya koyma demek olan
"neşr"in zıddıdır. Buna göre mana, "Biz semâyı, tıpkı üzerine
yazı yazılan tomar gibi dürüp bükeriz" demek olur.
İkinci görüş: Sicil
kağıt tomarı manasına gelmez. Bu sadede, İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir:
"Sicil, kendisine götürüldüğünde insanoğlunun kitablannı (amel
oefterlerini) dürüp kaldıran meleğin adıdır." Bu görüş, Hz. Ali'den de
rivayet edilmiştir. Ebul Cevza, İbn Abbas (r.a)'nın: "Bu Hz. Peygamber
(s.a.s)'in katiblerinden birisinin adıdır" dediğini de rivayet etmiştir.
Ama bu pek tuhaf bir görüştür. Çünkü Hz.
Peygamber
(s.a.s)'m katibleri meşhurdur ve onlar içinde bu isimde birisi yoktur. Zeccâc
ise: "Bu, Habeşce'de, "adam" manasınadır" demiştir. Bütün
bu izahlara göre, bu tıpkı "Zeydin kitabı dürmesi gibi" denilmesine
benzer. O halde ifadesindeki lâm tıpkı
(Nemi. 72) ayetindeki lâm gibi zâiddir. Biz ""Sicil" ile,
kağıt tomarı manası kastedilmiştir" dediğimizde, masdar olan
"tayy" kelimesi mef'ülüne muzaaf olmuş ve faili ise hasredilmiş olur.
Buna göre ifadenin takdiri: "Dürenin, tomarı dürmesi gibi"
şeklindedir. Bu son görüş, çoğu alimlerin görüşüdür.
[289]
Ayetteki 'İlk yaratışa
nasıl başladıksa, yine onu iade edeceğiz" ifadesi ile ilgili birkaç mesele
vardır:
[290]
Ferrâ şöyle der:
"Cümle kelimesi ile tamamlanmıştır Söze yeniden başlanarak buyurulmuştur.
Bazıları
da şöyle demişlerdir:
Cenâb-ı Hak, "Bunları melekler
karşılayarak.
"İşte size vadedilen gün bu gündür.'" buyurunca, peşisıra, "O
gün, Biz göğü, kitablann sahifesini dürüp büker gibi düreceğiz" buyurmuş
ve böylece "o günü", bu şekilde anlatmış, daha sonra da "o
günü" bir başka özelliği ile anlatarak, "İlk yaratışa nasıl
başladıksa, yine onu ifade edeceğiz" buyurmuştur.
[291]
Keşşaf Sahibi (r.h)
şöyle der: "Ayetteki ifadesi
ifadesini tefsir edip, ortaya
koyduğu mahzûf bir filinin mef'ûlüdür (yani bir iştigaldir). Kâf edatı yüzünden amei etmekten alıkonulmuştur.
Buna göre mana, yeniden yaratmayı doğrudan yaratmaya (ilk yaratmaya)
benzeterek, 'Biz, tıpkı ilk yarattığımız gibi, yine onu iade ederiz"
şeklinde olmuş olur. Eğer sen, "Bu ifadede halk (yaratma) kelimesinin
hikmeti nedir?" dersen, ben derim ki: "Bu tıpkı, adamların ilkini
murad ederek, "Bana gelen ilk adam Zeyd'dir" demen gibidir. Fakat
sen, adamların tek tek anlatılmasını (zikredilmesini) kastederek, bu ifadedeki
"racül" kelimesini, hem müfret, hem nekire olarak getirebilirsin.
İşte tıpkı bunun gibi ayetteki ifadesi "mahlûkatın ilki" manasında,
takdirindedir. Çünkü "halk" kelimesi cemi yapılmayan bir masdardır.
[292]
Alimler, bu
"iâde"nin nasıl olacağı hususunda ihtilaf etmiş olup bazıları
şöyle demişlerdir: "Allah Teâlâ,
maddelerin parçalarını
birbirinden ayırır, ama onları tamamen yok etmez. Sonra o parçaları yeniden
biraraya getirir. İşte iade (tekrar yaratma) budur.'" Bazı alimler de
şöyle demişlerdir: "Allah Teâlâ, maddeleri (cisimleri) tamamen yok eder.
Sonra onları aynen yeniden yaratır. Bu ayet, işte bu son görüşe delâlet eder.
Çünkü Cenâb-ı Hak, "iâde"yi, ilk yaratışa benzetmiştir. Binâenaleyh
ilk yaratış, dağılmış parçaların biraraya getirilmesi
olmayıp, aksine yok iken var ediş demek olunca, "iâde"de de durumun
aynı olması gerekir. "Birinci görüşü savunanlar, nem Hak Teâlâ'nın,
"Gökler de O'nun sağ elinde (toplanıp) dürülmüşlerdir"uumer ayetiyle ki bu göklerin dürülü olarak (o
zaman da) var olacağını göstermektedir, hem de "O gün yer, bir başka yere
değiştirilecektir" (ibrahim, 48) ayetiyle istidlal etmişlerdir. Bu ayet
de, yeryüzünün parçalarının mevcud olduğuna ancak başka bir sekle dönüştüğüne
delâlet eder.
Ayetteki
"Üzerimizde bir vad olarak" ifadesi ile ilgili olarak şu iki açıklama
yapılmıştır:
a)
"Va'd" kelimesi burada, te'kid için olan mefûl-i mutlaktır, çünkü
"onu yine iade edeceğiz" ifadesi, iade etmeyi bir va'ddir.
b) Bundan
murad, Allah Teâiâ'nın meydana geleceğini bildiği şeyin, meydana gelmesi vâcib
(kaçınılmaz) olduğu halde, "Bunu haber vermek ve ilmimizin bunun meydana
geleceğini bilmesi sebebi ile, bu bize haktır,, vâcibttr" manasıdır.
Daha sonra Cenâb-ı
Allah "Gerçekte fail Biziz" buyurarak, bunu gerçekleştireceğini
bildirmiştir. Bu, "Biz bunu hiç şüphesiz yapacağız" demek oiup, bahsedilen
va'di te'kid eden bir ifadedir.
Hak Teâlâ'nın "Celalim hakkı için. Zikr'den sonra
Zebur'da da yazdık" ifadesi ile ilgili birkaç mesele vardır:
[293]
Hamza, ze harfinin
zammesi ile bunu "zübûr" şeklinde okurken, diğerleri fetha ile
"zebûr" şeklinde okumuşlardır
ki bu ikinci okuyuşa
göre, kelime "mezbûr" (yazılmış)
mananasınadır.
Tıpkı "halûb" ve "rakûb" kelimelerinin ism-i mefûl manası
ifade etmesi gibi... "Kitabı yazdım" manasında, denilir. Kelimeyi,
ze'nin zammesi ile
"zübûr"
şeklinde okunuşu, tıpkı "kışr-kuşûr" (kışrlâr) kelimelerinde olduğu
gibi, zibr"in çoğuludur. Her iki kıraata göre mana aynıdır. Çünkü
"zibr" de "kitab" demektir.
[294]
Ayetteki
"zebûr" ve "zikr"in ne manaya geldiği hususunda şu izahlar
yapılmıştır.
a) Sa'id b.
Cübeyr, Mücahid, Keibî, Mukâtit ve İbn Zeyd'e göre: "Zebûr, indirilmiş
(semavî) kitablar: zikir ise gökte bulunan ümmül-kitâb ıKitabların anası, özü)
olan kitâb, yani Levh-i mahfuz" demektir. Çünkü bu kitabda, alacak herşey
kaydedilmiştir. Buna melekler açısından, bu isim verilmiştir. peygamberlere
gönderilen kitablar o kitabtan istinsah edilir (alınıp yazılır).
b) Zebûr,
Kur'ân'dır, zikir ise Tevrattır. Bu görüş, Katâde ve Şa'bf'nin görüşüdür.
c) Zebur,
Davûd (a.s)'a gönderilen zebur, zikir ise, Oavûd (a.s)'dan rivayet edilen
(sözler ve menkibeler) dir. (Mesela) Davûd (a.s) şöyle demiştir: "Allah
Teâlâ var idi, O'nunla beraber hiçbirşey yoktu. Daha sona O, zikri
yarattı."
Bana göre bu hususta
dördüncü bir izah da şöyledir: Buradaki zikir ile ilim kastedilmiştir. Buna
göre mana, "Biz yanılma ve unutmanın bizim için caiz olmayacağı bir
şekilde bildikten sonra, bunu Zebur'da yazdık" demektir. Çünkü birşeyi
yazan ve iltizam eden, ama unutabilecek olan bir kimseye itimâd edilmez. Ama
unutması ve cayması söz konusu olmayan bir kimse birşeyi üstlendiğinde onun
meydana gelmesi vacib olur.
[295]
HakTeâlâ'nın
"Arza ancak salih kullarım mirasa olur" İfadesi ile ilgili olarak da
şu izahlar yapılmıştır:
1) Ayetteki
"arz" ile, cennet arazisi, "salih kullarım" ifadesi ile de,
Allah'a itaat eden mü'minler kastedilmiştir. Buna göre mana, Allah Teâlâ,
peygamberlerin kitablarına ve Levh-i mahfûz'a, Cennete ancak salih kullarını
vâris kılacağını yazmıştır. Bu, İbn Abbas (r.a), Mücâhid, Sa'id b. Cübeyr,Süddî
ve Ebu'l-Âliye'ntn görüşüdür. Bunlar, görüşlerini şu hususlarla
desteklemişlerdir:
a) "Bizi Cennetten neresini dilersek konmak
üzere bu yere mirasa yapan Allah'a hamdolsun. (İyi) amellerde bulunanların
mükâfaatı ne güzel" (Zümer, 74) ayeti...
b) Burası
salih kullara ayrılan yerdir. Çünkü bu yer, sadece onlar için yaratılmıştır.
Eğer başkaları da onlarla birlikte Cennette bulunacaklarsa, bu (asaleten
değil), tâbi oluştan ötürüdür. Ama dünya arzı, hem salih, hem salih olmayanlar
içindir.
c) Bu arz, iade (yeniden yaratmanın) peşisıra
zikredilmiştir. "İâde"den sonra gelecek, bu özellikteki arz ise,
ancak Cennettir.
d) Hadis'de
bu arzın, cennet arazisi oluduğu rivayet edilmiştir. Çünkü cennet arzı, beyaz
ve tertemizdir.
2) Buradaki "arz" ile, yeryüzü
kastedilmiştir. Çünkü Hak Teâlâ, ona dünyada mü'minleri vâris kılacaktır. Bu,
Kelbt ile, bir rivayete göre İbn Abbas'ın görüşüdür. Bu görüşün delili, Hak
Teâlâ'nın, "Allah, içinizden iman edip salih amellerde bulunanlara, yemin
ile va'detti ki onları yeryüzünde muhakkak (müşriklerin) yerine geçirip
(hükümran) edecek"(Nûr.ss) ayeti ile, "Musa kavmine, lıAllah'dan
yardım isteyin, sabredin. Şüphesiz ki yer, Allah'ındır. Ona kullarından kimi
dilerse onu mirasçı yapar" dedi" {Arat, 128) ayetidir.
3) Bu, salih
kulların vâris olduğu arz-ı mukaddestir. Bunun delili "Hakaretlere maruz
bırakılmış olan o kavmi de, kendisine feyz ve bereket verdiğimiz yerin
doğularına ve batılarına mirasa kıldık" (A'rai,
137) ayetidir. Sonunda Hz. İsa (a.s) indiğinde Cenâb-ı Hak oraya Ümmet-i
Muhammed'i mirasçı kılacaktır.
[296]
Hak Teâlâ'nın
"Şüphe yok ki bunda âbidler için, (umduklarına) ulaşma (çareleri yollan)
vardır"ayetindeki, "bu" kelimesi, bu sûrede bahsedilen
haberlere, va'd ve va'idlere ve doruk noktasına ulaşmış va'z-u nasihatlara bir
işarettir. "Belâğ" yetecek şey ve sayesinde gayeye ulaşılan şey
demektir. Abidler" ile ne kastedildiği için, "Bunlar âlimlerdir"
veya "Bunlar âmiller (ibadet) edenlerdir" denilmiştir. Doğrusu, bunların
her iki özelliği de birlikte bulunduranlar olmasıdır. Çünkü ilim, bir ağaç,
amel de onun meyvesi gibidir. Meyvesiz ağaç 'aydasızdır. Ağaçsız meyve ise
olmaz.
[297]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Biz seni âlemlere ancak rahmet için gönderdik" hitabı ile ilgili bir
kaç mesele vardır:
[298]
Hz. Peygamber (s.a.s)
hem dinî, hem dünyevî bakımdan "rahmet"tir.
O dinî bakımdan
rahmettir. Çünkü Hz. Peygamber s.a.s), insanlar bir câhiliyyet ve dalalet
içinde iken ve iki ehli kitab, yani yahûdiler e hristiyanlar aradan uzun zaman
geçtiği tevatürleri (sağlam rivayetleri) kesildiği ve kitabları hususunda ihtilafları meydana geldiği
için, dinleri hususunda şaşkınlığa rüştükleri bir zamanda gönderilmiştir.
Böylece Allah Teâlâ onu, hakkı aramaya ve
luluş
ile mükafaatı elde etmeye hiç bir yolun kalmadığı bir zamanda peygamber ; a-ak
gönderdi. Hz. Muhammed (s.a.s) insanları hakka çağırdı, onlara mükâfaat
yollannı açıkladı, onlara Allah'ın hükümlerini gösterdi helâli haramdan
ayırdetti. Sonra d*j -ahmef'ten ancak,
himmeti (kasdı) sadece hakka ulaşmak olan, taklid, inâd ve
ebbüre sapmayan ve Allah'ın muvaffakiyyeti kendisinin
yoldaşı olan kimseler .3'arlanabilmişlerdir. Nitekim Cenâb-ı Allah: "De
ki: "O (Kur'ân) iman edenler için,
zayet ve şifâdır. İman etmeyenlerin ise kulaklarında (ona karşı) bir
ağırlık vardır. 1 Kur'ân) bunlara karşı
bir körlüktür" {Fussiiet. 44) buyurmuştur.
Dünyevî bakımdan Hz.
Peygamber (s.a.s)'in rahmet oluşu, insanların onun sayesinde pek çok
zilletlerden, savaşlardan ve harblerden kurtulmaları, onun dininin bereketli
sayesinde yardıma mazhar olmalarıdır.
[299]
İmdi eğer, "O
kılıcın (savaşın) ve ganimet ile mal elde etmenin helalliği hükmünü getirdiği
halde nasıl alemler için bir rahmet sayılabilir? denirse, biz deriz ki:
"Buna r -«aç şekilde cevap verilir:
a) O, kıtıç
hükmünü kibirlenip, düşünmeyen tefekkür etmeyen için getirmiştir. Hem sonra
rahman ve rahim olmak Allah'ın sıfatlanndandır. Ama buna rağmen o da, âsilerden
intikam alır. Yine Cenâb-ı Hak, "Biz gökten bereketii bir su
indirdik" , 18) buyurmuştur. Ama bu su, bazan bir fesada da sebeb olur.
b) Bizim
peygamberimizden önceki her peygamberi kavmi yalanladığında, Allah Teâlâ, o
yalanlayıct kavmi, yere geçirme, meshetme (şeklini değiştirme) veya suda boğma
gibi cezalarla helak etmiştir. Ama bizim Peygamberimizi yalanlayanların
cezasını, ölümüne veya kıyamete kadar tehir etmiştir. Nitekim O: "Sen
onların içinde iken, Allah onlara azab etmez" (Enfai. 33) buyurmuştur.
Buna karşı, "Allah Teâlâ: "Onlarla savaşın. Allah onlara sizin
ellerinizle azab etsin" {Enfai, 14) ve: "Allah, münafık erkek ve
kadınlara azab etsin" (Ahz&b, 73) buyurmamış mıdır" denilemez.
Çünkü biz, umûmî bir hükmün tahsis edilmesinin bu umumîliği zedelemeyeceğini
söylüyoruz.
c) Hz. Peygamber
(s.a.s), güzel ahlâkın zirvesinde idi. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Hiç
şüphesiz ki sen büyük
bir ahlâk üzeresin "(Kalem, 4) buyurmuştur. Ebu Hureyre (r.a) şöyle
demiştir: "Resûlullah'a "Müşriklere beddua et" denildiğinde o,
"Ben ancak rahmet olarak gönderildim, bir azab (vesilesi) olarak
gönderilmedim" cevabını vermiştir. Huzeyfe (r.a)'nın rivayetinde ise "Ben, ancak bir insanım. İnsanların
öfkelenmesi gibi, ben de öfkelenebilirim. Binâenaleyh hangi adama kötü söylemiş
veya lanet etmiş isem, Allah'ım, sen onu o adam için kıyamet günü bir rahmet
kıl"[300] buyurmuştur.
d)
Abdurrahman b. Zeyd şöyle demiştir: Ayetteki, 'Alemlere rahmet için"
ifadesi, "özellikle nrrfi'minlere rahmet olarak" manasınadır. İmam
Ebu'l-Kâsım el-Ensâri de: "Her iki görüş de, aynı manaya râcidir. Çünkü
Hz. Peygamber (s.a:s)'in Allah'ın ayetleri ile Resulünün mucizelerini tefekkür
etmeleri durumunda herkes için bir rahmet olduğunu beyan etmiştik. Ama
bunlardan yüz çevirip büyüklenene gelince. "O (Kur'ân) bunlara karşı bir
körlüktür" (Fussiiet, 44)
[301]
Mu'tezile şöyle
demiştir: "Eğer Allah Teâlâ ehl-i sünnetin
dediği gibi kâfirin küfrünü isteyip, Hz. Peygamber'in
sözlerini kabul
etmelerini dilemeyip, aksine onların bunu
kabul
etmemelerini dileyip, onlarda bu hali yaratmış
olsaydı, o zaman Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamber olarak
gönderilmesinin onlara bir rahmet değil, bir azab ve bir bela olması gerekirdi.
Bu ise, ayetin hilafınadır. Cenâb-ı Hakk'ın önceki ümmetlerin azabını peşin
verdiği gibi, kâfirlerin azabını artık peşin vermemesi bakımından, onun
risaletinin rahmet olduğu da söylenemez. Çünkü bize göre, onun herkes için
rahmet oluşu, aynı bakımdandır. Halbuki sizin kâfirler
için rahmet olarak
zikrettiğiniz husus, mü'minler için de söz konusudur. Binâenaleyh onun,
rnü'minler için rahmet olması bakımından, kâfirler içinde rahmet olması
gerekir. Hem ehl-i sünnetin, dünya nimeti olarak zikrettikleri şey, Hz.
Peygamber (s.a.s) gönderildikten sonra söz konusu olduğu gibi, gönderilmeden
önce de söz konusudur. Hatta onları, Hz. Muhammed (s.a.s) gönderilmezden önceki
dünyevî nimetleri daha *azla idi. Çünkü o, peygamber olarak gönderildikten
sonra, başlarını keder, korku ve üzüntüler sarmıştır, Hem Hz. Muhammed
(s.a.s)'ın çoğu kâfirlerin ölümüne sebeb o*an cihâdı emretmiştir. Binâenaleyh
"rahmet" ile bu mananın murad edilmiş olması mümkün değildir,"
Mu'tezile'nin bu
görüşüne şöyle cevap veririz: Allah Subhânehû ve Teâlâ Ebu Leheb'in kesinlikle
iman etmeyeceğini bilip, iman etmeyeceğini bildirince, artık O'nun ona iman
etmesini emretmesi, ilmini cehle, doğru haberini yalana dönüştürecek bir emir
olmuş olur ki bu imkansızdır, Dolayısıyla Allah, ona imkansızı emretmiş olur.
Buna rağmen Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliği bir rahmet ise, o zaman
safirde küfür yaratılmış olduğu halde, onun peygamber olarak gönderilmesi bir
rahmettir" denilmesi niçin caiz olmasın? Bir de, kâfirin kudreti, eğer
sadece küfre elverişli ise, bu mesele onlar için de bir problemdir. Yok eğer o
kudret, her iki zıd sey için (yani iman ve küfür için) elverişli ise, o zaman
bir tarafı tercih etmek ve eselsülü sona erdirmek için, mesele Allah'dan olan
bir tercih ettirici sebebe varıp dayanır. Bu durumda, aynı ilzam yine söz
konusudur. Sonra "kâfirlerden, kökü kazıma azabını erteleme" manasında
olmak üzere, Hz. Peygamber (s.a.s)'in kâfirler için z - rahmet vesilesi
olduğunu söylemek niçin caiz olmasın?
Mu'tezile'nin,
"Hz. Peygamber (s.a.s)'in herkes için rahmet oluşu aynı -anadadır.
Dolayısıyla mü'minler için hangi bakımdan rahmet ise, kâfirler için de aynı
bakımdan rahmettir" şeklindeki iddiasına karşı deriz ki: "Ayette, Hz.
Peygamber s a.s)'in, aynı bakımdan mı, yoksa farklı iki bakımdan mı rahmet
olduğunu gösteren z-' izah yoktur. Binâenaleyh senin, bunun tek bakımdan
olduğunu iddia etmen, delile dayanmayan bir iddiadır."
Yine Mu'tezile'nin,
"Dünya nimetleri kâfirler için, Hz. Muhammed (s.a.s) peygamber olarak
gönderilmezden önce de söz konusu idi" şeklindeki iddiasına karşı deriz
ki: "Evet, fakat Hz. Peygamber (s.a.s) gönderildiğinde, mü'minler için bir
rahmet ası sebebiyle kafirler için ilahi bir azabın ineceği korkusu meydana
gelmişti. 5 -âenaleyh Hz. Peygamber (s.a.s)'in içlerinde bulunması yüzünden
onlardan bu korku savuşunca, bu da kâfirler için bir rahmet olmuş olur.
[302]
Alimler, Hz. Muhammed
(s.a.s)'in meleklerden daha üstün olduğu hususunda, bu ayeti delil getirerek
şöyle demişlerdir: "Çünkü melekler de "âlemler" tâbirine
dâhildir. Dolayısıyla ayet gereğince, Hz. Peygamber (s.a.s)'in onlar içinde
rahmet olması gerekir. Binâenaleyh
n
onlardan efdal olması gerekir."
Buna şöyle cevap
verilebilir: Bu görüş Cenâb-ı Hakk'ın melekler hakkındaki, "(Melekler)
müzminlerin affedilmesini isterler" (Mü'min, 7) ayeti çelişir. Çünkü bu
istiğfar, melekler tarafından, mü'minler için bir rahmettir. Hz. Peygamber
(s.a.s) de "mü'minler"e dâhildir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Hiç şüphesiz
Allah ve melekleri o peygambere selâtü selam eylerler" {Ahzâb, 56) ayeti
de böyledir.
[303]
"De ki:
"Bana ancak, Tanrımızın sadece bir Tanrı olduğu vahyolunuyor.
Artık siz, müslüman oluyor musunuz? Eğer onlar
yüzçevirirler, de ki: size,
eşit olarak
bildirdim. Tehdid edilmekde olduğunuz şey, yakın mı yoksa uzak
mı, ben bilemem. Hiç şüphesiz ki 6, sözün açığını da
biliyor, gözlemekte olduğunuzu da. Ben bilmem. Belki bu, sizin için bir
imtihandır, bir o zaman
kadar bir
faydalanmadır." (Peygamber şöyle) dedi: "Yarâb sen hak ile hükmet.
Bizim Rabbimiz o Rahmandır ki sizin vasfede geldiklerimize karşı
(yegâne) sığınılan O'dur"
(Enbiya. 108-112).
Bil ki Allah Teâlâ,
kendisinden başka ilâh bulunmadığı hususunda, kâfirlere karşı bahsi geçen
tarzda deliler getirip, Hz. Muhammed (s.a.s)'i de alemlere rahmet olarak
gönderdiğini beyan etmiş, bunun peşinden de onlarla savaşması ve onlarla
mücadelesi hususunda, müminler için bir mazeret, kâfirler için de bir uyarma ve
inzâr olacak hususları bildirmek üzere "De ki: Bana sadece vahyolunuyor ki
Tanrınız, ancak tek Tanrıdır" buyurmuştur. Bununla ilgili birkaç mesele
vardır:
[304]
Keşşaf Sahibi şöyle
der: "Ya hüküm bir şeye, ya da bir şey bir hükme kasredilip tahsis edilir.
Bu mesela senin, "Zeyd, ancak ayaktır" veya Ayakta olan ancak
Zeyd'dir" demen gibidir. Bu ayette bu iki misâl bir arada bulunmaktadır.
Çünkü ifadesi, fâiüyte beraber "ayakta olan ancak Zeyd'dir"
mesabesindedir, buyruğu da, "Zeyd ancak ayaktadır" mesabesindedir. Bu
iki cümlenin burada ardarda getirilmesinin hikmeti ve faydası Hz. Peygamber
{s.a.s)'e yapılan vahyin, Cenâb-ı Hakk'ın birliğini sbata hasredilmiş olduğuna
delâlet etmektir. Cenâb-ı Hakkın "Artık siz müslüman oluyor musunuz?"
hitabında da bu tarz üzere gelen vahyin, o insanların birliği ve tekliği
Allah'a tahsis etmeleri ve O'na eşler nisbet etmekten kurtulmalarını
gerektirdiği şeklinde bir mana bulunmaktadır.
Yine bu ayette,
Cenâb-ı Hakk'ın birliğinin naklen de isbat edilebileceği hususu bulunmaktadır.
Buna göre eğer, (innemâ) şayet hasra delâlet etmiş olsaydı, zaman, "O peygambere tevhidden başka
hiçbir şey vahyedifmemiştir' denilmesi gerekirdi. Halbuki bunun yanlış olduğu
malûmdur" denilirse, biz deriz ki: Bununla nübalağa, yani vahyde aslolanın
özellikle tevhid olduğunu bildirme manası -astedilmiştir"[305]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Eğer onlar yüzçevirirlerse. de ki: Size, eşit olarak bildirdim"
ifadesine gelince, Keşşaf Sahibi yine şöyle demiştir: (Âzene) fiili,
"bildi" anlamında olan ui' (ezine) fiilinden nakledilmiştir. A.ncak
ne var ki bu ifade, genel olarak "inzâr etme" manasında kullanılır.
Cenâb-ı -Hakk'ın, "Allah a ve Peygamberine karşı harb(e girmiş olduğun
uzu) bilin " (Bakara, 279) ayeti de bu manadadtr. Bunu iyice kavradığında
biz şefiz ki: Müfessirler bu hususta şu izahları yapmışlardır:
1) Ebu
Müslim şöyle der: "Müsavat ve denklik üzere bildirmek", açıkça harbe
;avet etmek demektir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "... bak ve adalet -zere
kendilerine (bildir ve abitlerini) at" (Enfâi, 58) buyurmuştur. Bunun
faydası şudur: Peygamber (s.a.s), Kureyş'ten müşrik olan kimselerin savaş
konusundaki :.rumunun, diğer kâfirlerden farklı olduğunu zannetmiş olabilir...
Böylece Cenâb-ı *ak o müminlere Kureyş'ten müşrik olanların, bu hususta, tıpkı
diğer kafirler gibi r-duklarını bildirmiştir."
2) Bu
ayetle, "ben size, tevhid ve diğer şeyler hususunda üzerinize vacib olan
şeyleri, eşit bir şekilde bildirdim. Tebliğ ve açıklama konusunda aranızda bir
ayırım »apmadım. Çünkü ben, muallim ve öğretici olarak gönderildim" manası
kastedilmiştir bundan maksat da, onlar
"£y Rabbimiz sen bize bir peygamber gönderseydin tzz de senin ayetlerine
uyardık"(Tana. 134) dememeleri için her türlü mazereti ortadan kaldırmaktır.
3) olarak açıklayıp ilân ve izhar ederek"
manasındadır.
4) Bunun
anlamı, "yavaşça" demek olup, "Ben size ilân ettiğim o harb
hususunda
acele etmiyor, tam
aksine sizden İslâm'ın sadır olmasını umarak mühlet verip erteliyorum"
manasındadır.
Canâb-ı Hakk'ın "Tehdid edilmekte olduğumuz şey, yakın
mı yoska uzak mı, ben bilemem" buyruğuna gelince, bu hususta da şu iki
izah yapılabilir:
a) Bunun manası, "kıyamet günü veya dünya
azabına dair, "tehdid edilmekte olduğumuz şey, yakın mı, yoksa uzak mı,
ben bilemem" şeklindedir. Daha sonra, Cenâb-ı Hakk'ın "... gerçek
va'd olan (kıyamet) yaklaştığı vakit"(Enbiya,96) ayetiyle, bunun
neshedildiği söylenmiştir. Yani, "Bu ikisi hususundaki gerçek
va'd..." demektir. Fakat ne var ki, böylesi haberlerin neshi caiz
değildir.
b) Bununla,
"Peygamberin onlara, ilan etmiş olduğu harbin, geciktiği sanılmasın diye,
uzak mı yaktn mı olduğunu peygamberin bilemediği" kastedilmiştir. Buna
göre Cenâb-ı Hak sanki, Hz. Peygamber'e onları daha sonra geleceği vahyedilen,
ama zamanını bilemediği bir cihâtla inzâr edip korkutmasını emretmiştir. İşte
bundan dolayı da ona, onun yakın mı uzak mı olduğunu bilemediğini söylemesini
emretmiştir. Bununla, hem bu sûrenin Mekkî olduğu, hem de cihâd emrinin
hicretten sonra geldiği ortaya çıkmış olur.
c)
Bunun manası, "Müslümanların, kafirlere
üstün geleceklerine dair va'd olundukları şey, kesinlikle gerçekleşecektir.
Binâenaleyh ben, bunun ne zaman olacağını bilemesem dahi, o kafirlere mutlaka
bu yolla bir zillet ve alçaklığın gelip çatması muhakkak söz konusudur. Bu
böyledir, çünkü Allah Teâlâ beni buna muttali kılmamıştır"
şeklindedir."
[306]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Hiç şüphesiz ki, sözün açığını da o biliyor, gizlemekte olduğunuzu da o
biliyor" ifadesine gelince, bununla kastedilen ihlâsı emretmek ve nifakı
terketmektir. Çünkü Allah Teâlâ kalblerdekini bilince, insanın iyice ihlaslı
olması gerekir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Ben bilmem. Belki bu, sizin için bir imtihandır, bir zamana kadar bir
faydalanmadır" ifadesine gelince, bu hususta şu izahlar yapılabilir:
a) Bu: "Belki de azabın tehir edilmesi
sizin için bir imtihandır" manasındadtr.
b) Bu: "Başınıza gelecek azabın vaktinin
müphem bırakılması sizin için bir imtihandır. Yani, sizin ne yaptığınız, tevbe
edip de küfürden dönecek misiniz dönmeyecek misiniz, bunu görmek için, bu sizi
bir sınamadır" demektir.
c) Hasan el-Basri şöyle demiştir: Bunun manası:
"Sizin dünyada bulunmanız sizin için bir imtihandır" şeklindedir.
Çünkü, "fitne" sınamak ve imtihan etmek demektir."
d) Bu:
"siz küfrünüze devam ettiğiniz müddetçe, cihâdın ertelenmesi sizin için
bir imtihandır" manasındadır. Çünkü büyük bir zarara götüren şey, bir
imtihan olur. O, onların iman etmeleri, böylece de onların dünyada
bırakılıvermeleri bir fitne ve imtihan olmayıp, tam aksine bir nimet ve
rahmetin izharına vesüe olması muhtemel olduğundan, "Ben bilemem"
demiştir.
e)
Bundan murad: "Ben bilemem, belki de
beyân ettiğim bildirdiğim ve sizi kendisiyle tehdit etiği o şey sizin için bir
imtihandır. Çünkü bu, eğer iman etmezseniz, azabının artmasına sebep olur.
Zira, peş peşe yapılan açıklamalara rağmen, iman etmekten yüz çeviren kimsenin
azabı daha şiddetli olur. Allah, onu
dünya ile faydalandırdığında, bu onun aleyhine bir hüccet gibi olur.
[307]
Cenâb-ı Hakk'tn "(Peygamber şöyle) dedi: "Yarab, sen hak ile hükmet" ifadesine gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır: [308]
kesre ile yettnilerek
Rabbim de..." damme ile (Rabbu'h kum) ism-i tafdil sîğasıyla jj
"Rabbi ahkemu -Benim Rabbim en
iyisini hükmedendir" ve "Benim
Rabbim muhkem yapmıştır" şekillerinde de okunmuştur.
[309]
Bu İfadeyle ilgili
olarak da şu manalar zikredilmiştir:
a) "Ya
Rabbi benimle kavmim arasında hak Ue, yani azâb
ile hükmet." Buna
göre Hz. Peygamber (s.a.s) sanki, "Ya Rabbi benimle beni yalanlayanların
arasını azâb ile aç!" demek istemiştir. Katâde de şöyle der: "Allah
Teâlâ, Hz. Peygamber'e bu duâ hususunda, peygamberlere uymasını emretmiştir.
Çünkü onlar, "Ey Rabbimiz, bizimle kavmimizin arasında sen hak
o/am*7îü/îmef" (Arat, 89) diyorlardı. İşte bundan dolayı şüphesiz ki
Cenâb-ı Hak, onlara öldürülme ve katledilmeyi yazmış ve reva görmüştür.
b) Bunun
manası şudur: "Ya Rabbî hakkı herkese göstermek suretiyle, benimle onların
arasanı aç... Hak da, onların aleyhine bana yardım etmendir."
[310]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Bizim Rabbimiz o Rahmandır ki, sizin vasfedegeldiklerinize karşı (yegane)
sığınılan O'dur" ifadesine gelince, bu hususta da şu iki izah yapılabilir:
a)
"Şirk, küfür ve benim davetime kendisiyle karşı çıktıkları batıl ve
yalanlamalarına karşı" demektir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "(Ey
Muhammed), bana duâ ederek, "Va Rabbi hak ile hükmet" kafirleri de
tehdid ederek, "Bizim Rabbimiz, o Rahmandır kî sizin vasfede
geldiklerinize karşı (yegane) sığından O'dur" de" demek istemiştir.
Ibn Amr, yâ ite yasıfûn şeklinde okumuştur ki, buna göre mana, "Ey
Muhammed, mümin olan ashabına, "Bizim Rabbimiz kâfirlerin batıl olan
nitelemelerine karşı, yani onların batıllarını def etmede bize yardım etme
konusunda bizim yardımcımızdır" de!" demektir.
b) Onların,
kuvvet saltanatın kendileri için olacağını umuyorlardı. Böylece Allah Teâlâ,
onların zanlannı yalanladı, umduklarını boşa çıkardık, peygamberine ve
müminlere yardımda bulunurken, onlardan da yardımını kesti.
Kadi şöyle der:
"Cenâb-ı Hak bu sûreyi, "De ki: Ya Rabbi hak ile hükmet"
ifadesiyle bitirmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) onlara tebliğ ve beyanda
bulunma hususunda zirveye çıkmış, onlar da ona eziyyet etme ve onu yalanlama
hususunda doruk noktaya varmışlardı. Böylece Cenâb-ı Hak (c.c)'ın ona bunu
emretmesinin nihai gayesi, onu teselli etmek ve maksadının da, onların
maslahatını gözetmek olduğunu bildirmek olmuştur. Binâenaleyh onlar, ille de
küfürlerini devam ettirmek isterlerse seninle onlar arasında ya cihâdla veya
başkasıyla olan azabı hemencecik vermek, yahutta bunu tehir etmek suretiyle
seninle onlar arasında hakla hükmetmesi için, Rabbine dönüp O'na yalvarıp
yakarman lâzımdır... Gecikse bile, olacak olan şey, yakın sayılır. Hz.
Peygamber (s.a.s)'in, bunu harplerinde söylediğine dair rivayet edilen haber
gelince bu, Hz. Peygamber (s.a.s) onlarla savaşma emrini hemen ve acele olarak
istemişcesine, Cenâb-ı Hakk'ın ona bu sözü söylemesini emretmiş olduğuna
delâlet eder gibidir. Muvaffakiyet Allah'dandır. O'nun salâtı, mahlükatın en
hayırlısız olan elçisi Hz. Muhammed (s.a.s)'e, âlime ve ashabına olsun. Allah
onlara selâm etsin, Amin.
[311]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/89
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/89
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/89-90
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/90
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/90
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/90
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/90
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/90-91
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/91
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/91
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/91-92
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/92
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/92
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/92
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/92-93
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/93
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/93
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/93
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/93-94
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/94-95
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/95
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/95
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/95-96
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/96
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/96-97
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/97
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/97-98
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/98
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/98
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/99
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/99
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/100-102
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/102
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/103
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/103-104
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/104
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/105
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/105
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/105
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/105
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/106
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/106
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/106
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/107
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/107
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/108
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/108
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/108
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/108
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/108-109
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/109-111
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/111-114
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/114-115
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 16/115
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/115
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/116
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/116
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/116
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/117-118
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/118
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/119-120
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/120
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/120-121
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/121
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/121-122
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/122
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/122
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/122
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/122
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/123
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/123-125
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/125
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/125
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/125-126
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/126-127
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/127
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/127
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/127-128
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/128
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/128
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/128-130
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/130
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/130
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/130
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/130-131
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/131
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/131
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/131
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/131
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/131
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/132
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/132
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/132
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/132
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/132-133
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/133
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/133
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/133
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/133
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 16/133-134
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/134
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/134-136
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/136
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/136-137
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/137
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/137
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/137-138
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/138-139
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/139
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/139
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/140
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/140
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 16/140
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/140
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/140
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/140
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/141
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/142
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/142-143
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/143-144
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/144-145
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/145-146
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/146
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/146-147
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/147
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/147
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/147-148
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/148
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/148-149
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/150
[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/1450-151
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/151
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/151
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/152
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/153
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/153
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/153
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/153
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/153
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/153
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/153-154
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/154
[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/155
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/155
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/155-156
[146] Matbu nüshada burada istisna ifada eden UM edatı
vardır ki ona göre mana tam tenine dönmektedir. Süleymaniye (Damad İbrahim
Paşa nüsha» II, 184a) nüshasında ise mflyt olan la edatı bulunup mana buna göre
verilmiştir (ç).
[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/156
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/157
[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/157
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/157-158
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/158
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/158-159
[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/159
[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/159
[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/159
[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/159-160
[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/160-161
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/161-162
[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/162
[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/162-163
[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/163
[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/163
[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/163-164
[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/164
[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/164
[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/164
[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/164-165
[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/165
[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/165-166
[170] Nihaye, 5/35; Buhari . Edeb, 116.
[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/166-168
[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/168-169
[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/169
[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/169
[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/170
[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/170
[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/170-172
[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/172
[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/172
[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/172
[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/172-174
[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/174-175
[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/175
[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/175-178
[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/178
[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/178
[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/178-179
[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/179
[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/180
[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/180
[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/180-181
[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/182
[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/182-183
[194] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/183
[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/183
[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/183
[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/183-184
[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/184-185
[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/185
[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/185-186
[201] Keşfu'l-Hafa, 2/64.
[202] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/187-188
[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/188-189
[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/189-190
[205] Buhari, Zekât, 66; Müslim, Hudud, 45 (3/1334)
[206] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/190-191
[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/191
[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/191-192
[209] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/192
[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/193
[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/193
[212] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/193
[213] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/193
[214] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/193
[215] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/193
[216] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/194
[217] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/194
[218] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/194
[219] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/194-195
[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/195
[221] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/195
[222] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/195-196
[223] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/196
[224] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/196
[225] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/196-197
[226] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/197-198
[227] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 16/198
[228] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/198-199
[229] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/199-202
[230] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/202-204
[231] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/204
[232] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/204
[233] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/205
[234] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/205
[235] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/205-206
[236] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/206
[237] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/207
[238] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/207
[239] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/208
[240] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/208
[241] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/209
[242] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/209
[243] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/209-210
[244] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/210
[245] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/210-212
[246] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/212
[247] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/212
[248] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/213
[249] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/213
[250] Akdeniz (ç).
[251] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/213-215
[252] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/215
[253] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/216-219
[254] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 16/219
[255] Benzeri hadis) Tirmizi, Da'âvât 81 (5/520).
[256] Tİrmizî, Da'âvât. 82 (5/529).
[257] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/220-221
[258] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/222
[259] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/222-223
[260] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/223
[261] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/223
[262] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/224
[263] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/224
[264] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/224-225
[265] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/225-226
[266] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/226
[267] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/226
[268] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/227
[269] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/227-228
[270] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/228-229
[271] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/229
[272] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/229-230
[273] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/230
[274] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/230
[275] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/230-231
[276] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/231
[277] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/232
[278] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/232
[279] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/232-234
[280] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/234
[281] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/234-235
[282] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/235-236
[283] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/237
[284] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/237-239
[285] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/239
[286] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/239
[287] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/239-240
[288] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/241
[289] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/241-242
[290] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/242
[291] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/242
[292] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/242
[293] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/242-243
[294] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/243
[295] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/243-244
[296] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/244-245
[297] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/245
[298] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/245
[299] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/245
[300] Müslim, Birr 95 (4/2010)
[301] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/245-246
[302] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/246-247
[303] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/247-248
[304] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/248
[305] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/248-249
[306] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/249-250
[307] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/250-251
[308] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/251
[309] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/251
[310] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/251
[311] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/251-252