Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla
Bu
sure, "geçmiş bazı peygamberlerin putperest kavimleriyle yaptıkları
ci-had" konusunu ihtiva etmesi sebebiyle "Enbiya (Peygamberler)
Suresi" diye anılmıştır.
Sure,
önce Ebu'l-enbiya (Peygamberler babası) Hz. İbrahim'in (a.s.) uzun ve
tafsilâtlı kıssasından başlayarak Hz. İshak, Yakub, Lût, Nuh, Davud, Süleyman,
Eyyûb, İsmail, İdris, Zülkifl, Zünnûn, Yunus, Zekeriyya, İsa ve nihayet
peygamberlerin sonuncusu Muhammed Mustafa'nın (s. a.) uğradıkları çile ve sıkıntıların
derecesini, bunlara nasıl sabrettiklerini ve insanlığın mutluluğu için Allah
yolunda nasıl fedakârlık gösterdiklerini özlü bir ifade ile anlatmaktadır.
[1]
Bu
surenin bundan önceki sure olan Tâ-Hâ suresi ile münasebeti iki açıdan gayet
bariz bir şekilde anlaşılmaktadır:
1- Azap için belirlenen müddetin ve beklenen vadenin yaklaşması.
Cenab-ı
Hak, Tâ-Hâ suresinin sonunda: "Eğer Rabbinden daha önce verilmiş bir söz
ve belirlenmiş bir va'de olmasaydı bu azap mutlaka gelirdi." (Tâ-Hâ,
20/129) ve daha sonra "De ki: Herkes bekleyip gözetmektedir. Siz de
gözetleyin. " (Tâ-Hâ, 20/135) buyurdu.
Bu
surenin başında da : "İnsanların hesaplarının görülmesi yaklaştı."
(Enbiya, 21/1) buyurdu.
2- Dünyaya aldanmaktan sakındırma, ahiret için çalışmayı teşvik etme.
Cenab-ı
Hak, Tâ-Hâ suresinin sonlarında: "Kâfirlerden bir kısmına, kendilerini
imtihan için verdiğimiz dünya hayatının süsüne sakın gözünü dikme... "
131. ayet) buyurmaktadır.
Zira
kıyametin yaklaşması, dünya hayatı pek yakında yok olup gideceği için onun
ziynetlerinden uzaklaşmayı gerekli kılmaktadır.
Enbiya
suresi de bir önceki surenin sona erdiği manalarla başlamaktadır. Cenab-ı Hak
bu surenin başında kıyametin ve hesabın yaklaşmasına rağmen insanların bundan
gafil olduklarını Kur'an-ı Kerim'den ve ona kulak vermekten uzak kaldıklarını
anlatmaktadır.
[2]
Bu
surenin fazileti hakkında bazı sahih hadisler varit olmuştur.
Bunlardan
biri Buharî'nin Abdullah b. Mes'ud'dan (r.a.) naklettiği şu sözüdür:
"Benî İsrail, Kehf, Meryem, Tâ-Hâ, Enbiya sureleri benim ilk eski
arkadaş-larımdır. Bu sureler bana miras kalan eşyadandır." Yani benim ilk
ezberlediğim surelerdendir, benim için miras malı gibi kıymetlidir, demektir.
Bu
sure indiği zaman Âmir b. Rabia'ya (r.a.) denildi ki: Bunun hakkında
Rasulullah'a (s. a.) sorsan olmaz mı? Rabia dedi ki: "Bize bugün dünyayı
unutturan bir sure nazil oldu."
[3]
Bu
surenin konusu İslâm akidesinin esaslarını ve ana prensiplerini beyan etmektir.
Bunlar tevhid, nebevî risalet, öldükten sonra dirilme ve amellerin karşılığının
verilmesi konularıdır.
Sure,
kıyametin dehşetli sahnelerini anlatarak başlamış, daha sonra -daha önce
belirtildiği gibi- bir gurup peygamberin kıssalarını zikretmiştir.
Surenin
başlangıcı korkutucu, dehşet verici, kıyametin kopmasının yakın olduğunu beyan
ederek sakındırıcı ve uyarıcı olmuştur. Halbuki insanlar bundan
habersizdirler, hesabın ve azabın tehlikesinden gafildirler. Kur'an'ı dinlemekten
yüz çevirmişler, dünya hayatının zevklerine dalmışlardır.
Sure
daha sonra Mekke'deki müşriklerin Hz. Muhammed'in (s.a.) peygamberliğini inkâr
etmelerinin sebeplerini açıklamaktadır.
Bunun
sebebi Hz. Muhammed'in (s.a.) de kendileri gibi bir beşer oluşu, yine onların
kanaatine göre Hz. Musa ve Hz. İsa (a.s.) gibi önceki peygamberlerin getirdiği
şekilde ayetler ve göz kamaştırıcı maddî mucizeler getirmekten âciz oluşu idi.
Kur'an-ı
Kerim buna bütün peygamberlerin beşer oldukları, yemek yedikleri,
çarşı-pazarlarda yürüdükleri şeklinde cevap verdi. Peygamberlerini yalanlamaları
sebebiyle daha önceki ümmetlerin helak olmaları gibi onları da helak olmakla
korkuttu. Göklerin ve yerin yaratılışının azametine, meleklerin Allah'a itaat
ettiklerine, Ona boyun eğdiklerine, kendilerine emredilen azabı tereddütsüz ve
mutlaka süratle yerine getirdiklerine dikkat çekti. Meleklerin Allah'ın
kızları olduklarını iddia edenleri teşhir ve tenkit etti.
Kur'an-ı
Kerim onların Allah'ı bırakıp tanrılar edindiklerini dile getirdi ve bu
iddialarına karşı onlardan delil istedi. Allah'ın birliğinin burhanını ortaya
koydu. Zira yer ve gökte Allah'tan başka ilâhlar olsaydı yerin ve göğün dengesi
bozulurdu.
Kur'an-ı
Kerim yer ve göklerin ilk olarak yaratılışını ve bunların önce birleşik,
yapışık olup daha sonra ayrıldıklarını anlattı. Dağların, içindekilerle birlikte
sarsılmaması için yeryüzünü tutan çadır kazıkları gibi olduklarını, Allah
Tealâ'nın gece ile gündüzün, Ay ile Güneşin yaratıcısı olduğunu, her şeyin hatta
peygamberlerin ve meleklerin bile sonunun ölüm olduğunu, sadece celâl ve ikram
sahibi olan Allah'ın zatının baki olduğunu açıkladı.
Ayrıca
kâfirlerin derhal azap gelmesini istemelerinin aptallık ve yersiz bir istek
olduğunu, çünkü azabın yakın olduğunu, kıyametin hiç şüphesiz geleceğini,
kıyametin ansızın gelip onları dehşete düşüreceğini, hesap terazilerinin son
derece dakik ve tam bir adalet terazisi olduğunu, hiçbir kimsenin hakkından
hiçbir şey eksiltilmeyeceğim ve hiçbir insana hardal tanesi ağırlığınca bile
olsa haksızlık yapılmayacağını izah etti.
Bu
gayeleri gerçekleştirmek ve bunları iyice pekiştirmek için Hz. Musa, Harun,
İbrahim, Lût, İshak, Yakup, Nuh, Davud, Süleyman, Eyyûb, İsmail, İd-ris,
Zülkifl, Yunus, Zekeriyya, Yahya ve İsa (Allah'ın selâmı hepsinin üzerine
olsun) gibi bazı peygamberlerin kıssalarını nakletmek suretiyle uyarıcı ve
ha-tırlatıcı bazı gerçek örnekler getirdi.
Kur'an-ı
Kerim bunun ardından bütün peygamberlerin vazifelerinin aynı olduğunu, bu
vazifenin de Allah'a kulluğa davet etmek, salih amel işleyen müminleri güzel
mükâfat vaadi ile tatmin etmek, dünyada azaba, uğrayan ümmetlerin ahiret
yurdunda da başka bir azaba mutlaka uğrayacaklarını bildirmek olduğunu ispat
etmektedir.
Kıyamet
alâmetlerinden biri Ye'cüc ve Me'cüc'ün şeddinin yıkılmasıdır. Kıyamette pek
şiddetli bir azap ve kâfirlerin karşılaşacakları dehşetli olaylar vardır.
Kâfirler, putlarıyla beraber cehennem odunudurlar.
O
zaman bugünkü yeryüzü bambaşka bir yeryüzü olarak değişecek, gökler bir kitabın
dürülmesi gibi dürülecek, salihler ebedî nimete lâyık olacak, yeryüzünü imar
için en salih olanlar oraya vâris olacaklardır.
Peygamberimiz'in
(s. a.) âlemlere rahmet olduğu, ona ilâhın tek olduğu, ortağı bulunmadığı
şeklinde vahyedildiği, Allah'ın hükmüne uymanın vacip olduğu, O'nun insanları
yakın bir azapla uyardığı, kıyametin gelişinin kesin ve mutlaka olacağı, mühlet
verilmesi ve cezanın ertelenmesinin bir imtihan olduğu ve Allah'ın
Peygamberimiz (s.a.) ile müşrik düşmanları arasında hüküm vereceği ve
düşmanların iftira ve ithamlarına karşılık Allah'ın yardımının isteneceği
gerçeğini beyan ederek sure sona erdi.
[4]
1- İnsanların hesaplarının görülmesi vakti
yaklaştı. Fakat onlar hâlâ gaflet içindedirler, aldırmıyorlar.
2- Kendilerine Rablerinden gelen her yeni ihtarı
mutlaka alaya alarak dinlerler.
3-
Onların kalpleri eğlencededir. Zalim-\ ler gizli fısıltı ile şöyle konuştular:
Bu (Peygamber) de sadece sizin gibi bir in-, san değil mi? Şimdi siz göz göre
göre " büyüye mi kapılacaksınız?
4-
(Muhammed) onlara şöyle dedi: "Benim Rabbim gökte ve yerde (söylenen) her
sözü bilir. O her şeyi işitir, her şeyi bilir.
5-
Kâfirler: "Hayır, (Muhammed'in söylediği) bu sözler saçma sapan rüyalardır.
Hayır, bunları kendisi uydurmuştur. Hayır, hayır o bir şairdir. (Eğer böyle
değilse) o halde öncekilere gönderildiği gibi, o da bize bir mucize getirsin."
dediler.
6-
Kendilerinden önce helak ettiğimiz hiçbir kasaba halkı iman etmemişti. Şimdi
bunlar mı iman edecekler?!
[5]
"Fakat
onlar hâlâ gaflet içindedirler" ayetindeki "gafletin"
kelimesinin nekre olarak kullanılması gafletin büyüklüğünü ve dehşetini ifade
etmek içindir.
"Kafirler
dediler ki: Hayır bu sözler saçma sapan rüyalardır. Hayır, bunları kendisi
uydurmuştur. Hayır, hayır o bir şairdir." Bu ayette Terakki çeşitlemesi
denilen sanat vardır. İkinci sözlerinin birincisinden daha bozuk, üçüncüsünün
ikincisinden daha bozuk olduğuna delâlet etmektedir. Bütün bunlar müşriklerin
Kur'anı tarif etme ve gerçekleri saptırma hususundaki tutarsızlık, tereddüt ve
şaşkınlıklarına delildir.
[6]
"İnsanların"
yani insanlardan mükellef olanların "hesaplarının görülmesi vakti
yaklaştı." İbni Abbas diyor ki: Burada insanlardan murad, müşriklerdir.
Bu, cins ismin kendisinin gösterdiği anlamın bir kısmı için kullanılması şeklindedir.
Bu
cümleden murad edilen husus kıyametin yaklaşmasıdır. Kıyamet yaklaşınca ise
kıyamette olacak hesap, sevap, azap ve diğer olayların meydana gelmesi de
yaklaşmaktadır, demektir.
"Fakat
onlar hâlâ" büyük bir "gaflet içindedirler, aldırmıyorlar."
İnsanlar aldırmama ve gaflet gibi iki sıfatla birden tavsif edilmişlerdir.
Gaflet,
bir şeyi hatırlamama demektir. Buradaki manası ise ihmalkâr davranarak ve yüz
çevirerek terk etmektir.
İ'raz
ise yüz çevirme, aldırış etmeme demektir. Buradaki manası iman ederek hesaba
hazırlanmaktan yüz çevirmektir.
"Kendilerine
Rablerinden gelen her yeni" indirilmiş "ihtarı" gaflet ve bilgisizliğe
düşmemeyi uyaran Kur'an ayetlerini, parça parça indirilen ayetleri ibret
almaları için kulaklarına tekrar tenbih etmek için gelen öğütleri "mutlaka
alaya alarak" yani istihza ederek, eğlenerek "dinlerler."
"Onların
kalpleri eğlencededir." Yani gafildir, unutkandır; düşünmek ve manasını
anlamaktan uzak bir meşguliyet içindedir. "Zalimler fısıltı ile" son
derece gizli olarak "şöyle konuştular: Bu" yani Muhammed,
"sadece sizin gibi bir insan değil mi?" Beşer olup peygamberlik iddia
eden ve mucize getiren herkes sihirbazdır. Onun mucizesi de sihirdir. Bu
sebeple dediler ki: "Şimdi siz göz göre göre büyüye mi
kapılacaksınız?" Sihir olduğunu gördüğünüz, müşahade ettiğiniz halde sihre
mi uyacaksınız?
Muhammed
"Onlara şöyle dedi: Benim Rabbim" sadece onların gizlediklerini
değil "gökte ve yerde" ister gizli ister açık olsun söylenen "her
sözü bilir. O, onların gizlediklerini gayet iyi işitir," söylediklerini de
"gayet iyi bilir." Gizlediğiniz ve açığa vurmadığınız hiçbir şey
ondan gizli kalmaz.
"Kâfirler
şöyle dediler: Hayır" Bu ifadede yer alan "bel" edatı bir maksattan
diğerine intikal etmek için kullanılır. Yani Kur'an'ı ancak şu şekilde kabul
edin: O'nun Kur'an diye getirdiği "Bu sözler sadece saçma sapan
rüyalardır." Kişinin uykuda gördüğü karmakarışık rüyalardır dediler.
"Hayır, hayır bunları kendi uydurmuştur." Böylece ikinci defa
Kur'an'ın iftira olduğunu söylediler. Daha sonra da "Hayır, hayır o bir
şairdir" ve onun getirdiği Kur'an şiirdir dediler. Bu üç yerde yapılan
intikal onların Kur'anı tarif etmekteki tereddüt ve şaşkınlıklarını göstermek
içindir. Sonra da, eğer böyle değilse "O halde öncekilere gönderildiği
gibi" yani Hz. Salih'in devesi, Hz. Musa'nın asası ve nurlu eli, Hz.
İsa'nın köre, abraş hastalığına tutulmuş olana -Allah'ın izniyle- şifa vermesi
ve -Allah'ın izniyle- ölüleri diriltmesi gibi "o da bize bir mucize
göndersin." dediler.
"Kendilerinden
önce" yaşayan kavimlerin teklif ettikleri ve kendilerine geleni de
yalanlamaları sebebiyle "helak ettiğimiz hiçbir kasaba halkı iman etmedi.
Şimdi" onlardan daha azgın olan "bunlar mı" mucizeler gelince "iman
edecekler? "
Burada
teklif edilen mucizelerin getirilmemesi onlara biraz daha fırsat vermek
içindir. Yoksa mucize gelir de iman etmezlerse öncekiler gibi gökten inecek
helek azabını hak ederler.
[7]
"Kendilerinden
önce helak ettiğimiz" 6. ayetin nüzul sebebi ile ilgili İbni Cerir,
Katade’den naklediyor: Mekkeliler Peygamberimize: "Söylediğin gerçek ise
ve iman etmemiz seni sevindirecekse Safa tepesini bizim için altına çevir.”
dediler. Bunun üzerine Cebrail (a.s.) geldi ve şöyle dedi:
"Eğer
dilersen kavminin istediği olur. Fakat bu olur da onlar iman etmezlerse onlara
hiç mühlet verilmez (derhal azaba uğrarlar). Yahut dilersen kavmin için acele
etmeyip temkinli olursun.” Efendimiz (s.a.):
"Ben
kavmimle beklemeyi tercih ederim." buyurdu. Bunun üzerine: "Kendilerinden
önce helak ettiğimiz hiçbir kasaba halkı iman etmemişti. Şimdi bunlar mı iman
edecekler?" (Enbiya, 21/6) ayeti nazil oldu.
[8]
Allah
Teala Kıyametin yaklaşmasına işaret ederek buyuruyor ki:
"İnsanların
hesaplarının görülme vakti yaklaştı." Yani insanların dünyadaki
amellerinin hesap zamanı yaklaştı. Bu, kıyametin yaklaşmasıdır. Fakat insanlar
hâlâ hayatlarında gaflet ve umursamazlık içindedir; eğleniyorlar, hesaba
hazırlanmak, ahireti düşünmek ve imana yönelmekten yüz çeviriyorlar.
Burada
insanlardan murad –İbn-i Abbas’a göre- öldükten sonra dirilmeyi inkar eden
müşriklerdir. Şu ayet buna delildir. "Onlar sadece alaya alarak dinlerler.
Onların kalpleri eğlencededir." Burada öldükten sonra dirilmede hiçbir
şüphe olmadığına işaret vardır.
Her
ne kadar bundan sonraki ayetlerin delaletiyle burada işaret edilen o zamanki
Kureyş kâfirleri olsa da, kanaatımızca ayetin lafzı bütün insanları içine
almaktadır. Böylece ayet tamahkarlıkları durdurmak, imana davet etmeye teşvik
etmek için gelmiştir. Kıyametin yaklaştığını bilen kimse derhal tevbeye koşacak
ve dünyaya yönelmeyecektir. Her gelecek yakındır. Ölüm de şüphesiz yakındır.
Her insanın ölümü kıyametinin kopmasıdır. Kıyamet geçen zamana göre yakındır.
Razi
diyor ki: İnsanlardan murad hesaba girecek olan kimseler yani mükelleflerdir.
Yoksa hesaba tabi olmayanlar değildir.
Rivayet
edildiğine göre, Rasulullah’ın (s.a.v.) ashabından bir zat bir duvar inşa
ediyordu. Başka biri bu surenin indiği gün o zata uğradı. Duvarı inşa etmekte
olan, arkadaşına:
"Bugün
Kur’an’dan ne indi?" diye sordu. Diğeri:
"İnsanların
hesaplarının görülme vakti yaklaştı. Fakat onlar hâlâ bı bir gaflet
içindedirler, aldırmıyorlar." ayeti indi, diye cevap verdi. Duvarı y;
hemen ellerini silkmeye başladı. Arkadaşına:
"Vallahi,
hesap yaklaştığına göre ebediyyen inşaat yapmam." dedi.
Ayet-i
kerimede kıyametin yaklaştığına delil vardır. Bu sebeple Peygai rimiz (s.a.)
İmam Ahmed, Buharı, Müslim ve Tirmizî'nin rivayet ettikler dis-i şeriflerinde
iki parmağını birbirine yaklaştırarak: "Ben kıyamete bu ş de yakın olduğum
halde gönderildim." buyurmuştur.
Cenab-ı
Hak bundan sonra insanların gaflette olduklarına delil getir şöyle buyurmuştur:
"Kendilerine
Rablerinden gelen her yeni ihtarı mutlaka alaya alarak lerler. Onların kalpleri
eğlencededir." Yani o Kureyş kâfirlerine ve benzerh Kur'andan olaylara ve
münasebetlere göre inen her yeni ihtarı mutlaka e alıp eğlenerek, istihza
ederek, kalpleriyle düşünmeden ve manasını anlaı tan uzak olarak dinlerler.
Bu,
kâfirlere karşı açık bir zem ve benzerlerini de dünya ve ahiret saa ni
gerçekleştirecek şeylerden istifade etmemek hususunda kınamadır.
"Muhdes
(yeni)" kelimesi Kur'an'm sonradan yaratılmış olduğu mam gelmez. Konuşulan
harfler ve duyulan ses şüphesiz sonradan meydana ge] tir. Ama Allah Tealâ'nm
bizzat kelâmı olan Kur'an'm aslı ise Allah Tealâ'n onun kudsî sıfatlarının
ezelî oluşu gibi ezelîdir, kadimdir.
Cenab-ı
Hak daha sonra Kur'an'm nüzulü anındaki kâfirlerin tavırl anlatarak şöyle
buyurdu: "Zalimler gizli fısıltı ile konuştular". Yani aralai gizlice
konuştular. Bu fısıltılarını hiçbir kimse işitmesin diye böyle yap Şöyle
diyorlardı:
"Bu
da sizin gibi bir insan değil mi?" Yani Muhammed (s.a.) de diğe sanlar
gibi bir insan, meydana gelişi, aklı ve düşüncesiyle sizin gibi biri mi? Sizden
ayrı olarak nasıl peygamberlik özelliği olabilir? Bu onların, ' gamber sadece
melek olabilir, insanlardan peygamberlik iddia eden herke hirbazdır, Onun
getirdiği mucize de sihirdir." şeklindeki inançlarından naklanıyordu.
Bunun
için inkâr etmek maksadıyla şöyle diyorlardı: "Şimdi siz göz göre büyüye
mi kapılacaksınız?" Yani siz onun sihir olduğunu gördüğünüz, şahede
ettiğiniz halde büyüyü mü tasdik edeceksiniz? Yahut sihir olduğum diği halde
sihri kabul eden kimse gibi sihre mi uyacaksınız?
Onlar
Rasulullah'ın (s.a.) peygamber olmasını çok uzak bir ihtimal ol görüyorlardı.
Çünkü Muhammed de onlar gibi bir insandı. Peygamber ise ancak melek
olabilirdi.Getirdiği Kur’an ise sihir idi.
Bu
konuda samimi bir şekilde istişare etmek ve O’nun dinini yıkmak maksadıyla en
faydalı yola ulaşmak için aralarında gizlice konuşmuşlardı.
Cenab-ı
Hak onların iftiralarına ve yalanlarına şu şekilde cevap verdi:
"Muhammed
şöyle dedi: Benim Rabbim gökte ve yerdeki her sözü bilir. O her şe yi işitir,
her şeyi bilir." Yani Rasulullah (s.a.) Allah'ın emriyle onların sırların
açığa vurarak şöyle dedi: Söylediğiniz şeyleri gizlemeyin. Zira benim ve siziı
Rabbiniz (Allah) bunları bilir. Yer ve gökteki durumlardan ve buralarda mey
dana gelen söz ve davranışlardan hiç bir şey O'na gizli kalmaz. Öncekilerin vı
sonrakilerin haberini ihtiva eden Kur'an-ı Kerim'i indiren Odur. O sözleriniz
gayet iyi işitir; durumlarınızı gayet iyi bilir.
Bu
ifadede onlara tehdit ve ihtar yapılıyordu.
Ayette
"O sırları bilir" yerine "O her sözü bilir" ifadesi kullanıldı.
Çünki söz gizli-açık her söyleneni ihtiva eden umumî bir kelimedir. O'nun her
ikis arasında Allah için hiçbir fark yoktur. Dolayısıyla bu ifade hem gizli
olanı hen de fazlasını bilmeyi ihtiva etmiş, "Gizli olanı bilir"
denmesinden daha kuvveti olarak onların gizli konuşmalarına muttali olduğunu
ifade etmiştir.
Daha
sonra Cenab-ı Hak kâfirlerin çaresizliklerini inatçılık ve inkarcılık larmı,
şaşkınlık ve sapıklıklarını, Kur'an'ı tavsif etmedeki tereddütlerini ve bı
konudaki ihtilâflarını haber vererek şöyle buyurmaktadır:
"Kâfirler
dediler ki: Bu sözler saçma sapan rüyalardır. Hayır, bunları ken dişi
uydurmuştur. Hayır hayır, o bir şairdir." Yani onlar Rasulullah'ı (s.a.)
önce sihirbaz ve söyledikleri de sihirdir diyerek tavsif ettiler. Sonra
"Bu sihirdir. demekten vazgeçip "Bu sözler O'nun rüyada gördüğü
karmakarışık düşlerdir. dediler. Sonra bunun kendisi tarafından uydurulmuş bir
söz olduğunu, sonrı da bunun bir şair sözü olduğunu söylediler.
Bu
tutarsızlık, tereddüt ve şaşkınlık onların bu iddialarının hakkı bulan dıran,
gerçekleri bozan batıl sözler olduklarına delildir. Onlar bu halleriyle y;
gerçekten Hz. Muhammed'in (s.a.) getirdiği Kur'an'ın hakikatini bilmiyorlaı
yahut gerçeği biliyorlar ama kibirli, mağlup ve yenilgiye düşmüşlerin, ümitsiz
ligi içindeler ve dolayısıyla "Bu sihirdir ve yalandır" diyorlar.
Bütün
bu ihtimalleri sayıp, bu iddiaları tekrarladıktan sonra da şöyle de diler:
"Eğer böyle değilse o halde öncekilere gönderildiği gibi, o da bize bir
muci ze getirsin."
Yani
eğer Muhammed (s.a.) Allah tarafından gönderilen bir rasul olduğı ve kendisine
vahyedilen Kur'anın da Allah'ın kelâmı olduğu hususunda doğrı sözlü ise bu
ihtimallerden hiçbirine fırsat tanımayan Hz. Salih'in devesi, Hz. Musa'nın
asası ve nurlu eli gibi mucizeleri, Hz. İsa'nın körlere, abraslılara şif
vermesi ve ölüleri diriltmesi gibi peygamberliği ispat eden elle tutulur, gözl
görülür maddî mucizelerden, eski peygamberlerden nakledilen mucizeler gib: bize
Kur'an'dan başka açık bir mucize getirsin, dediler.
"Öncekilere
gönderildiği gibi" ifadesi bu mucizelerin onlar tarafından ks bul
edildiğine ve asıl maksadı gerçekleştirdiğine delildir.
Bundan
sonra Cenab-ı Hak müşriklerin bu son isteklerine onların yalar larını çürüterek
ve küfürde derinleşmeleri sebebiyle indirilecek mucizeleri faydası olmayacağına
işaret ederek şu cevabı verdi:
"Kendilerinden
önce helak ettiğimiz hiçbir kasaba halkı iman etmemişti1?" Yani
peygamberleri vasıtasıyla kendilerine mucize gönderilen kasabalardan hiçbir
kasaba halkı bu mucizeye iman etmemiş, bilakis yalanlamışlardı. Biz de bu
sebeple onları helak ettik. Şimdi bunlar mı mucizeleri görünce öncekilerden
farklı olarak mucizelere iman edecekler?!.
Ayetin
manası şudur: Bu müşrikler peygamberlerine mucize getirmesini teklif eden ve
iman edeceklerini vaad eden, mucize gelince de ahitlerini bozup muhalefet eden
ve neticede Allah'ın helakine maruz kalan o eski kavimlerden daha inatçı
kimselerdir. Bunların yaptıkları tekliflerini kabul etsek daha fazla ahitlerini
bozarlar.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyordu: "Üzerlerine Rabbinin hükmü hak olanlar iman
etmezler. Onlara her türlü delil gelse de can yakıcı azabı görmedikçe iman
etmezler." (Yunus, 10/96-97).
Özetle:
Müşriklerin tekliflerinin kabul edilmemesi onların menfaatlerine olmuştur. Eğer
Allah bunu talep ettikleri zaman kabul etseydi sonra da onlar yine küfür ve
inatlarında devam edecek olsaydılar onlara tamamen yok edici azap inerdi. Ancak
Allah'ın hikmeti onların azabının ahirete ertelenmesini uygun görmüştü.
Bu
istekleri sadece inatçılıktan kaynaklanan bir istek idi. Allah onların iman
etmeyeceklerini gayet iyi biliyordu.[9]
Bu
ayetler aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:
1- Kıyametin kopması hiç şüphe bulunmayan kesin bir olaydır. Meydana
gelmesi pek yakındır. Peygamberlikten günümüze kadar geçen asırların geçmesi
ve Allah'ın dilediği zamana kadar geçecek asırlar bu müddetin uzunluğuna delil
olmaz. Zira bu asırlar zamanın ve tarihin ömrüne göre gayet kısadır. Dünyadan
geri kalan müddet geçen müddetten daha azdır.
2- İnsanlar maalesef kıyametin yaklaşmasına rağmen gaflet ve aldırmazlık
içindedir. Gaflet, hesaptan ve kesin meydana gelecek sonucu düşünmekten
habersiz olmaktır. Halbuki akılları iyilik ve kötülük yapanların mutlaka yaptıklarının
karşılığını görmeleri gerektiğini kabul etmektedir.
Aldırış
etmemek ise Kur'an'dan çok uzaklaşmak, Kur'an'ın ayetlerini terk etmek, gaflet
ve bilgisizlikten uyanmalarına rağmen Allah'a iman etmemektir.
3- Kureyş kâfirleri hidayetin ve Kur'an'ın nurundan yararlanmanın anahtarlarını
kaybettiler. Onları elinden tutup dünya ve ahiret saadetine götürecek Allah'ın
ayetleriyle alay edip istihza ettiler.
4- Mutezile mezhebi: "Kendilerine Rablerinden gelen her yeni ihtarı
alaya alarak dinlerler" (Enbiya, 21/2) ayetini Kur'an'ın sonradan
yaratılmış olduğuna delil olarak getirdiler. Kur'an zikirdir. Zikir de
sonradan gelmiş yeni bir şeydir. O halde Kur'an sonradan meydana gelen yeni
bir şeydir, demişlerdir.
Ehl-i
Sünnet bunlara "muhdes (yeni)" kelimesinden maksat Kur'an'm harfleri
ve seslerinden işitilen şeylerdir. Bu şüphesiz sonradan meydana gelmiştir. Ama
Allah Teala'nm kelâmı olan Kur'an'm manası Allah Teala'nm ve güzel sıfatlarının
ezelî oluşu gibi ezelîdir, kadimdir.
5-
Kureyş kâfirleri
Peygamberimiz'in (s.a.) peygamberliğine iki hususta itiraz ettiler:
a) O'nun kendileri gibi beşer oluşu.
b) O'nun getirdiği Kur'an'm sihir oluşu.
Bu
iki tenkit de reddedilmiştir. Çünkü peygamberlik şekillerle değil, mucize ve
delillerle ispat edilir. O'nun beşer oluşu peygamberliğine engel değildir. Eğer
onlara melek gönderilseydi mücerret şeklinden peygamber olduğu bilinmezdi.
Hatta beşere gönderilecek kişinin beşer olması daha evlâdır. Çünkü insan kendi
emsaliyle ünsiyet bulur. İnsan bir şeyi benzerlerinden kabul etmeye daha
yakındır.
Sonra
Rasulullah'm (a.s.) getirdiği Kur'an ve diğer haberlerde hiçbir bulanıklık ve
karışıklık yoktur. Bunda sihrin, büyücülüğün alâmetlerinden hiçbir şey yoktur.
Rasulullah
(s. a.) onlara Kur'an'la meydan okumuştur. Halbu ki onlar fesahat ve belagat
ehli idiler. Eğer benzerini getirmeye muktedir olsalardı, Kur'an'a benzer bir
şey getirirlerdi. Kur'an'm benzerini getirmediklerine göre bu, bizzat
kendisinin mucize olduğuna delâlet etmektedir.
6- Gerçek şudur ki, kâfirlerin kalpleri Allah'ın zikrinden habersiz ve
gafildirler. Kur'an'm manalarını düşünüp anlamaktan uzaktırlar. Kendi
aralarında yalanlamakla fısıldaştılar ve istişare ettiler. Bu birbirlerine
danışmalarından ortaya çıkan husus onların tavırlarından daha acaip idi. Hz.
Muhammed'i (s.a.) sihirbaz ve getirdiği Kur'an'ı sihir olarak
nitelendiriyorlardı. Birbirlerine "Siz onun sizin gibi bir insan olduğunu
gördüğünüz halde nasıl Ona gelip de tabi oluyorsunuz?" diyorlardı.
7-
Allah, Peygamberimize (s.a.)
onların aralarında gizlice konuştukları sözlerini bildirdi. Gökte ve yerde
ister açıktan söylesinler isterse gizlesinler söyledikleri hiçbir şeyin Allah'a
gizli kalmayacağını haber verdi. Zira Allah bunu en iyi şekilde bilendir.
8- Kur'an-ı Kerim Kureyş kâfirlerinin Peygamberimiz (s.a.) ve Kur'an hakkında
son derece garip ve utanç verici ifadelerle yaptıkları tutarsızlıkları, tereddüt
ve şaşkınlıkları tasvir etmektedir.
Müşrikler
"O sihirbazdır. Getirdiği (Kur'an) sihirdir." dediler. Sonra, onun
getirdiği uyku esnasında görülen karmakarışık rüyalar gibi saçma sapan şeylerdir,
dediler. Sonra da "Bu uydurmadır." dediler. Nihayet "O
şairdir." dediler. Onlar bu halleriyle hiçbir şey üzerine istikrar
kuramayan şaşkın kimseler halindeydi. Bir defasında saçma sapan rüyalar, bir
defasında uydurma sözler, bir defasında şiir demişlerdi.
Daha
sonra da Hz. Musa'nın elindeki asası ve nurlu eli, Hz. Salih'in devesi. Hs.
İsa vasıtasıyla ölülerin dirilmesi, kör ve abraşların şifa bulması gibi mucizelerle
onun peygamberliğinin doğruluğunu gösteren mucizeler talep etmeye yöneldiler.
Ancak bu istekleri inatçılık sebebiyle idi. Allah da onlara yeteri kadar
mucize verdi.
9- Allah'ın hikmeti ve rahmeti öldükten sonra dirilmeyi ve Hz.
Muham-med'in (s. a.) peygamberliğini inkâr eden kâfirlere verilecek azabın
ahirete ertelenmesini uygun görmüştür. Zira Allah onların arzularına icabet
etseydi on-lan derhal helak ederdi. Tıpkı Salih peygamberin kavmi ve Firavun
kavmi vb. eski kavimlere yapıldığı gibi... Çünkü bunlar mucizelere iman etmeyip
helak oldular.
Mekke
kâfirleri bu teklif ettikle^ mucizeleri görselerdi yine iman etmezlerdi. Çünkü
Allah'ın ilminde geçen kaza defterinde onlar iman etmeyeceklerdi. Ancak Allah
Tealâ onların sulbünden iman edecek kimselerin geleceğini bilgi için onların
cezalarını ertelemiştir.
[10]
7-
Biz senden önce de peygamber olarak ancak kendilerine vahyettiğimiz erkekleri
gönderdik. Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun.
8-
Biz peygamberleri yemek yemeyen cesetler kılmadık. Onlar (dünyada) ebedî de
değildirler.
9-
Sonra biz onlara verdiğimiz vaadimizi yerine getirdik. Hem kendilerini, hem de
(kullarımızdan) dilediğimiz kimseleri kurtardık. Haddi aşanları da helak ettik.
10-
Şüphesiz biz size, içinde öğütler bulunan bir kitap indirdik. Hâlâ aklınızı
kullanmayacak mısınız?
"Hâlâ
aklınızı kullanmayacak mısınız1?" Bu ifade, tevbîhî yani azarlama
anlamında bir sorudur.
[11]
"Eğer
bilmiyorsanız, zikir ehline sorun". "Zikir ehli" burada ilim
ehli, Tevrat ve İncil'i bilen Ehl-i Kitap alimleridir.
"Biz
peygamberleri yemek yemeyen cesetler kılmadık." Ceset, insan vücudu
demektir. Bu kelime insandan başka varlıklar için kullanılmaz.
"Sonra
biz onlara verdiğimiz vaadimizi yerine getirdik." Yani düşmanlarına karşı
onlara yardım edip onları kurtardık. Ayetten murad edilen mana: "Biz o
peygamberlere verdiğimiz vaadde sâdık kaldık, sözümüzde durduk." demektir.
"Hem
kendilerini, hem de dilediğimiz kimseleri" yani onları tasdik eden
müminleri, ayrıca kendisi veya zürriyetinden hikmet bulunan kimseleri "kurtardık."
Bu sebepledir ki Allah Peygamberimiz'in (s. a.) kavmi olan Arapları dünyada
tamamen helak olma azabından korudu. Küfürde, masiyette "Haddi aşanları da
helak ettik."
"Şüphesiz
biz size" ey Kureyşliler "içinde size öğütler bulunan" yahut
içinde sizin şan ve şerefiniz bulunan "bir kitap indirdik." Diğer
bir ayet bu ikinci manaya delildir: "Şüphesiz bu kitap senin ve ümmetin
için bir şan ve şereftir." (Zuhruf, 43/44).
"Hâlâ
aklınızı kullanmayacak mısınız?" Bu kitabın içinde bulunan öğüt ve
ibretleri düşünüp ona iman etmeyecek misiniz?
[12]
Bu
ayetler Kureyş kâfirlerinin: "Bu (Muhammed) sadece sizin gibi bir beşer
değil mi?" sözlerine cevap şeklindedir.
Bu
cevap da şudur: Hz. Muhammed'den (s. a.) önceki peygamberler hakkında Allah
Tealâ'nın sünneti (ilâhî kanunu) peygamber olarak beşer cinsinden erkekleri
göndermiş olmasıdır. Dolayısıyla onların inkâr ettiklerinin aksine, rasul
(Allah'ın insanlara gönderdiği elçisi) sadece beşer olabilir. Bu sebeple Hz.
Muhammed'in beşer olması hususundaki itirazları doğru olamaz.
[13]
Allah
Tealâ peygamberlerin beşer cinsinden gönderilmelerini inkâr edenlere cevap
veriyor:
"Biz
senden önce de peygamber olarak ancak kendilerine vahyettiğimiz erkekleri
gönderdik." Yani daha önce gelen peygamberlerin tamamı beşer cinsinden
erkekler idi. Onların aralarında meleklerden hiçbir kimse yoktu.
Nitekim
Cenab-ı Hak başka bir ayette şöyle buyuruyor: "Biz senden önce de şehirler
halkından kendilerine vahyettiğimiz erkekleri ancak peygamber olarak
gönderdik." (Yusuf, 12/109). "De ki: Ben Allah tarafından gönderilen
ilk peygamber değilim." (Ahkaf, 46/9). Yine Cenab-ı Hak eski ümmetlerin şu
sözünü hikâye ediyor: "Bizi bir insan mı doğru yola sevkedecek?"
(Tegâbün, 64/6).
"Eğer
bilmiyorsanız ilim ehline sorun." Eğer bütün peygamberlerin beşer
oluşundan şüphede iseniz Yahudi, Hristiyan veya diğer cemaatlerden ilim ehline
sorun. Kendilerine gelen peygamberler melek miydiler, yoksa beşer mi? Böylece
şüpheleri gitsin ve kendilerinin inandıkları gibi melek olmadıklarını iyice
bilsinler. Allah geçmiş peygamberlerin durumunu eski semaî kitapların
alimlerine sormalarını emretti.
Cenab-ı
Hakk'ın müşrikleri bu alimlere havale etmesinin sebebi zaten müşriklerin
Peygamberimiz'in (s. a.) durumu hakkında onlarla danışmakta olmaları, onların
sözlerine güvenmeleri ve İslâm düşmanlığında onlarla birlikte hareket etmeleri
idi. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyordu: "Sizden önce kendilerine kitap
verilenlerden ve Allah'a ortak koşanlardan mutlaka eziyet verici sözler
işiteceksiniz." (Âl-i İmran, 3/186).
Peygamberler
insanların vahyi kendilerinden kolayca telakki etmeleri ve kendilerine
indirilen ayetleri kolayca alabilmeleri için beşer idiler. Bu ayet peygamberlerin
beşer olmaları, kadın olmayıp erkek olmaları hususunda açık bir delildir.
"Biz
peygamberleri yemek yemeyen cesetler kılmadık. Onlar ebedî de değildirler."
Yani biz peygamberleri melekler gibi yemeyen-içmeyen bir varlık kılmadık. Bilâkis
onlar yemek yiyen cesetler idiler. Dünyada da ebedî kalacak değildirler.
Bu
ayetin bir benzeri de şu ayettir: "Kâfirler şöyle dediler: Bu ne biçim bir
peygamber ki, yemek yiyor, çarşılarda geziyor?" (Furkan, 25/7). 1
"Biz
senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki yemek yememiş, çarşı-
larda
gezmemiş olsunlar1?" (Furkan, 25/20).
Bu
ifadeler onların "Peygamberlerin sıfatlarından biri yemeğe ihtiyacı olmamasıdır."
şeklindeki inançlarını reddetmektedir. Peygamberler beşer olup, yemek yiyor,
bütün insanlık özelliklerini taşıyor, onlara da üzüntü, sevinç, hastalık,
uyku, uyanıklık, hayat ve ölüm vaki oluyor. Onlar için bu dünyada ebedî kalmak
da yoktur. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Biz senden önce hiçbir
beşere ebedilik vermedik." (Enbiya, 21/34).
"Sonra
biz onlara verdiğimiz vaadde sadık kaldık. Onları kurtardık..." Yani biz
peygamberlerin hayatını ve şerefini koruruz. Düşmanlarına karşı onlara yardım
etme ve zalimleri helak etme şeklindeki sözümüzde doğruluğumuzu gösteririz.
Peygamberleri ve onlara iman eden cemaatlerinden dilediğimizi kurtarırız,
onları yalanlayanları küfür ve masiyetlerle nefislerine aşırı şekilde uyanları
ve peygamberlerin getirdiği kitapları yalanlayanları helak ederiz.
Peygamberliğin
meleklere ait bir vazife olduğuna inanan müşriklere cevap vermek için
peygamberlerin beşer olduklarını ispat ettikten sonra Cenab-ı Hak Kur'an-ı
Kerim'in şerefli, faziletli ve insanlara faydalı oluşuna dikkat çekti ve
insanları onun kadrini bilmeye teşvik etti. Şöyle buyurdu:
"Şüphesiz
biz size içinde öğütler bulunan bir kitap indirdik." Size insanlığın
fazilet dolu hayat düsturlarını ihtiva eden bir başka ayette de: "Şüphesiz
bu kitap senin ve ümmetin için bir şan ve şereftir." (Zuhruf, 43/44)
denildiği gibi içinde şerefiniz, itibarınız ve şanınız bulunan şu yüce Kur'an'ı
size ihsan ettik. Yahut bu kitapta size öğütler, güzel ve yüce ahlâkî değerleri
bildiren nasihatler ve sizi elinizden tutup dünyanın üstünlüğüne ve ahiret
saadetine ulaştıracak esaslar vardır.
"Hâlâ
aklınızı kullanmayacak mısınız?" Durumunuzu düşünmeyecek, bu nimeti takdir
etmeyecek misiniz? Bu nimeti kabul etmek suretiyle almayacak mısınız? Bu
Kur'an'ın ihtiva ettiği öğüt ve ibretleri tefekkür etmeyecek misiniz? Bunda
bulunan emirlere sarılıp yasakladığı ve nehyettiği hususlardan kaçınmayacak
mısınız?
Burada
Kur'an-ı Kerim'in hükümlerini incelemek ve Kur'an'da belirtilen din, dünya ve
hayatla ilgili hususları düşünmek ısrarlı bir şekilde teşvik edilmektedir.
[14]
Bu
ayetler şu hususları ele almaktadır:
1- Nebi ve rasuller vahyin kendilerinden kolaylıkla alınabilmesi, kendilerine
vahyedilen hususların kolaylıkla sorulup anlaşılması için beşer cinsinden olup
melek değildirler. Tevatüren, tam bir tetkik ve araştırma sonucu bütün
peygamberlerin beşer cinsinden oldukları sabit olmuştur.
2-
İlim ehline sual sormak
vaciptir. Halkın üzerine düşen alimleri taklit etmektir. İslâm ümmetinin
alimleri âmâ şahsın kıbleye dönerken kıbleyi tam tespit edemezse güvendi^'
şahsı taklit etmesi gerektiği hususunda icma etmişlerdir. İbadet edeceği şeyin
manasını bilemeyen, göremeyen herkes de aynı şekilde alimlerden birini taklit
etmek mecburiyetindedir. Avamın helâl ve haram konularının dayandığı manaları
bilememesi sebebiyle dinde fetva vermeleri caiz değildir.
3- Allah Tealâ peygamberlerini yeme-içmeye muhtaç olmayan, insan tabiatına
aykırı sıfatlarla göndermemiştir. Bilakis onlar da diğer insanlar gibi yemek
yerler, su içerler, çarşıda dolaşırlar, hayatî işleri ve çeşitli kazanç
yollarını gözetirler.
4- Allah Tealâ peygamberlerin hayatını korur, onları insanlardan himaye
eder. Onları kurtarmak, yardım etmek ve kendilerini yalanlayanları helak etmek
suretiyle onlara verdiği vaadini yerine getirir. Onlarla birlikte risaletlerini
tasdik eden müminleri kurtarır, onları yalanlayan müşrikleri helak eder.
5- Kur'an-ı Kerim Arapların şanının yücelmesine sebeptir. Çünkü Kur'an
onların diliyle inmiştir. Kur'an'da Şeriatın hükümleri, insanların ahiretteki
akıbeti ve karşılaşacakları sevap ve cezalar zikredilmektedir.
Kur'an
aynı zamanda teşvik eden, müjdeleyen, sakındıran ve korkutan, emir ve nehiyler
veren, yüce ahlâka, güzel amellere irşad eden, iki cihan saadetine vesile
olacak hususları açıklayan, bütün beşeriyeti en üstün sisteme tabi olmaya
çağıran öğüt ve ibretler kitabıdır.
6-
Kur'an-ı Kerim daima kendisinde
bulunan hükümlerin incelenmesine, din, dünya ve ahiret hususunda ihtiva ettiği
sistemin anlaşılmasına teşvik eder.
11-
Biz (halkı) zalim olan nice kasabaları toptan yok ettik. Onlardan sonra da
başka kavimler yarattık.
12- Onlar azabımızın şiddetini hissedince ondan
öyle kaçıyorlardı ki!
13-
(Onlara:) Hiç kaçmayın. Refah içinde yaşadığınız yerlere ve evlerinize dönün.
Çünkü sorguya çekileceksiniz, (denildi).
14-
Onlar da: "Vay halimize! Gerçekten biz zalim kimselermişiz." dediler.
15-
Biz kendilerini biçilmiş ekine döndürüp, ocaklarını söndürünceye kadar bu
pişmanlıklarını tekrar edip durdular.
16- Biz göğü, yeri ve aralarındakileri oyun
oynarcasına yaratmadık.
17- Eğer biz kendimize bir eğlence edinmek
isteseydik, kendi nezdimiz-den bir eğlence edinirdik. Fakat biz bunu yapmadık.
18-
Bilakis biz hakkı batıla çarparız da hak batılın beynini parçalar. Böylece
batılın canı çıkar. (Ey kâfirler!) Allah'a yakıştırdığınız vasıflardan dolayı
vay halinize!
19- Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır.
O'nun nezdinde olanlar O'na ibadet etmekte ne büyüklenirler, ne de bezginlik
getirirler.
20- Onlar gece-gündüz Allah'ı teşbih ederler. Hiç
ara vermezler.
"Onları
biçilmiş ekine döndürüp ocaklarını söndürünceye kadar" cümlesinde
teşbih-i beliğ sanatı vardır. Yani onları biçilmiş ekin gibi, sönmüş ateş gibi
kıldık demektir.
"Bilakis
biz hakkı batıla çarparız da hak batılın beynini parçalar, "cümlesinde
ise "nakzifü (çarparız)" kelimesinde istiare-i temsîliyye vardır.
Hak, sert ve katı bir şeye, batıl da yumuşak bir şeye benzetilmiştir.
"Kazaf kelimesi hakkın batıla galebesi için temsil yoluyla istiare edilmiştir.
Tıpkı bir insanın bir şeye hedef alıp ona atması ve onu telef etmesi gibi.
[15]
"Biz"
halkı "zalim" kâfir "olan nice kasabaları helak ettik."
"Zalim"
burada kâfir demektir. Kasaba halkının sıfatıdır, ancak burada kasabaya sıfat
olmuştur. Çünkü kasaba, kasaba halkı yerine kaim olmuştur.
Kem
(nice) kelimesi haberiye edatıdır. Kendisinden sonra gelen şeyin çok vaki
olduğunu ifade eder ve bu bir çoğaltma sigasıdır.
"Kasamnâ
(paramparça ettik)" helak ettik demektir. "Kasm" kelimesinin asıl
manası bir şeyi kırdıktan sonra parçalara bölmek, bir araya gelenleri ayırmaktır.
Bu büyük bir gazaba delâlet eder.
"Onlardan
sonra da" o kasabanın halkını helak ettikten sonra da onların yerine
"başka kavimler yarattık."
"Onlar
azabımızın şiddetini hissedince..." yani bizzat gözleriyle azabımızın
şiddetini idrak edince... Burada zamir, mahzuf olan kasaba halkına racidir- yani
kasaba halkı helak olacaklarını anlayınca "ondan öyle kaçıyorlardı
kil"; "İhsas" duygu ile idrak etme, hissetme demektir. Burada
gözle görüp idrak etmek demektir. "Yerküdûn" koşarak kaçıyorlar
demektir. "Rekd" süratle kaçmak, firar etmektir. Bunun aslı hayvana
vurup ayakla dürtmektir. "Ayağını yere vur." (Sad, 38/42) ayetinde de
bu manadadır.
"Refah
içinde" nimet içinde "yaşadığınız yerlere ve" daha önce sizin
olan "evlerinize dönün." İtraf, nimet içinde lezzet içinde
bulunmaktır yahut nimetin şımarıklığıdır.
"Çünkü
sorguya çekileceksiniz." Yani yarın amellerinizden hesaba çekileceksiniz
yahut azaba uğrayacaksınız. Çünkü sorgu azabın başlangıcıdır.
"Onlar
da: Vay halimize" helak olduk derler. 'Ya veylenâ" ibaresindeki 'ya'
kelimesi tenbih içindir. "Gerçekten biz" küfür sebebiyle "zalim
kimselermişiz, derler."
"Biz
kendilerini kılıçla öldürülmeleri suretiyle" orakla "biçilmiş ekine
döndürüp ocaklarını söndürünceye" öldürünceye "kadar onlar" bu
sözlerini "pişmanlıklarını tekrar edip durdular."
"Biz
göğü, yeri ve aralarındakileri oyun oynarcasına" boş yere "yaratmadık.
" Kudretimize delâlet etmek ve kullarımızı irşad etmek için yarattık.
"Eğer
biz kendimize" zevce ve evlât gibi "bir eğlence edinmek isteseydik
kendi nezdimizden bir eğlence edinirdik." "el-La'b (oyun)" ve
"el-lehv (eğlence)" arasındaki fark, birincisinde doğru bir hedef,
ikincisinde ise sadece nefsi rahatlatma maksadı güdülmektedir. "Fakat
biz" bunu dilemedik ve "yapmadık."
"Bilakis
biz hakkı (imanı) batıla (küfre) çarparız da hak batılın beynini
parçalar." Yani batılı yok eder, ezer, helak eder. "Demğ"
yumuşak bir şeyi kırmak, beyne vurarak yaralamak demektir. "Böylece
batılın canı çıkar." Batıl gider, helak olur, zail olur.
Ey
Mekke kâfirleri! Allah'a "yakıştırdığınız" zevce ve evlât edinme gibi
"vasıflardan dolayı vay halinize!" Size şiddetli bir azap vardır.
"Göklerde"
melekler "ve yerde ne varsa" hepsi "O'nundur." Allah
Tealânın-dır. "O'nun nezdinde olanlar O'na ibadet etmekfe ne
büyüklenirler" yani gururlanmaz ve kendilerini büyük görmezler; "ne
de bezginlik getirirler" yani bıkmazlar, acizlenmezler, yorulmazlar.
"Onlar
gece-gündüz" daima Allah'ı "teşbih ederler." Onu tenzih ederler,
O'na ta'zim gösterirler. "Hiç ara vermezler." Hiç güçsüzlüğe
düşmezler.
[16]
Bu
ayetler isyanları ve küfürleri dolayısıyla kâfirleri şiddetle azarlamaktadır.
Cenab-ı
Hak kendisini inkâr etme ve yalanlamada aşırı gidenleri helak ettiğini,
bunlara karşı peygamberlerine zafer ihsan ettiğini, Kur'an-ı Kerim'in mucize
oluşunu ortaya koyan ve bu itirazların sadece dünya sevgisi ve makam arzusu
sebebiyle olduğunu açıklayıp itirazlarını da iptal ettikten sonra bu konuda
kâfirleri şiddetle azarlamaktadır.
[17]
"Biz
halkı zalim olan nice kasabaları toptan yok ettik." Yani biz Allah'ı inkâr
ve peygamberleri yalanlamak sebebiyle nefislerine zulmeden pek çok kasaba
halkım helak ettik. Onları helak ettikten sonra yerlerine başka kavimleri var
ettik.
Nitekim
Cenab-ı Hak başka ayetlerde de şöyle buyuruyor: "Nuh'tan sonra nice
nesilleri helak ettik." (İsra, 17117) .
"Biz
nice zalim kasabaları helak ettik. Onlar duvarları damları üstüne yıkılıp
ıpıssız kaldılar." (Hac, 22/45)
Karye
(kasaba)'dan murad Yemen'de bulunan şehirlerdir. Tefsir ve Ahbar ehli
demişlerdir ki, Cenab-ı Hak bununla "Hadûr" ehlini murad etmiştir.
Bunlara Şuayb b. Zî-Mehdem isimli bir peygamber gönderilmişti. Bu peygamberin
kabri Yemen'de Danen denilen karlı bir dağ üzerindedir. Bu peygamber Med-yen
şehrine gönderilen meşhur Şuayb (a.s.) değildir. Çünkü Hadûr kıssası Hz.
İsa'dan (a.s.) önce, Hz. Süleyman'dan (a.s.) yüzlerce sene sonradır. Fakat
onlar peygamberlerini öldürmüşlerdi. Hadûr şehri Hicaz diyarında Şam
tarafındadır.[18]
"Onlar
azabımızın şiddetini hissedince ondan öyle kaçıyorlardı ki!" Yani onlar
azabın peygamberlerinin vaad ettiği gibi hiç şüphesiz vaki olacağını yakî-nen
anlayınca ve azabın başlangıcı onlara erişince perişan bir vaziyette kaçmaya
başladılar.
"Onlara:
Hiç kaçmayın. Refah içinde yaşadığınız yerlere ve evlerinize dönün. Çünkü
sorguya çekileceksiniz, denildi." Yani alaylı bir tarzda şöyle denilecektir:
Azabın inmesinden kaçmayın sizi şımartan içinde bulunduğunuz nimet ve sürura,
rahat hayata, güzel evlere dönün. Çünkü siz içinde bulunduğunuz hayattan
sorguya çekilecek, sorguya çekene bilerek ve görerek cevap vereceksiniz. Yahut
insanlar: "Bu azap niçin indi?" diye size soracaklar.
"Belki
de sorguya çekileceksiniz." cümlesinde alay ve hiçe alma vardır. Onlar da
cevap verdiler:
"Vay
halimize! Gerçekten biz zalim kimselermişiz dediler." Yani itirafın geçerli
olmadığı bir zamanda günahlarını itiraf ettiler. Dediler ki: Biz Rabbimizi
inkâr etmek suretiyle kendi nefislerimize zulmettik. Bu onların azabı gerektiren
küfrü açıkça itiraf etmeleridir.
"Biz
kendilerini biçilmiş ekine döndürüp ocaklarını söndürünceye kadar onlar bu
pişmanlıklarını tekrar edip durdular." Yani bu sözü -zulmettikleri
şeklindeki itiraflarını- tekrarlamaya devam ettiler. Nihayet onları ekin biçer
gibi biçtik, hareketleri durdu, sesleri sakinleşti. Sönen ateş gibi hiçbir
hayat kalmadı. Sanki onların arzuları da bu idi denilmiştir. Burada dava, davet
yani arzu manasındadır. Nitekim bir ayette: "Onların en son arzuları,
duaları alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdetmektir" (Yunus, 10/10)
buyurulmuştur. Buna dava ismi verildi. Çünkü onlar "Yazık bize !"
diyerek kendilerine beddua etmişlerdi. Kötü bir duruma uğrayan sanki bu kötü
durumu istemiş olmaktadır. Sanki: " Gel ey belâ bu vakit senin
vaktindir." demektedir.
"Biçilmiş
ekin kıldık." ifadesi yani onları kökten helak etmeye benzeterek biz
onları biçilmiş ekin gibi kıldık demektir. Bu tıpkı onları kül ettik diye söylemek
gibidir. Onlar bu halleriyle biçilmiş ekine ve sönmüş ateşe benzemekteydiler.
Peygamberliğini
inkâr etmeleri, Peygamber'in mucizelerini lüzumsuz ve oyun telakki etmeleri
sebebiyle onlara verilen bu ceza hak ve adaletin ta kendisidir.
Bunun
içindir ki Cenab-ı Hak yeri, göğü ve yerle gök arasındakileri adalet ölçüsüyle
yarattığını beyan etmiştir:
"Biz
göğü, yeri ve aralarındakileri oyun oynarcasına yaratmadık." Yani biz
gökleri ve yeri oyun ve eğlence için değil, hak olarak, yani adalet ölçüsüyle
yarattık. Biz bunları sadece dinî bir fayda için, bunların yaratıcıyı bilmeye
delil olması için, diğer dünyevî faydalar için, kötü amel işleyenleri
işledikleriyle cezalandırmak, güzel amel işleyenlere de güzellikle mükâfat
vermek için yarattık. Biz bunları boş yere ve oyun olarak yaratmadık.
Bu
ayetin bir benzeri de şu ayettir: " Biz göğü, yeri ve aralarındakileri boşu
boşuna yaratmadık. Bu sadece kâfirlerin kuruntusudur. O ateş sebebiyle vay o
kâfirlerin haline." (Sad, 38/27).
Daha
sonra Cenab-ı Hak bunun oyun olmadığını bir defa daha vurgulayarak şöyle
buyurdu:
"Eğer
biz kendimize bir eğlence edinmek isteseydik kendi nezdimizden bir eğlence
edinirdik. Fakat biz bunu yapmadık." Yani biz kullarımızın eş ve çocuklar
edindiği gibi biz de eğlenecek bir şeyler edinmeyi isteseydik bizim nezdimiz-de
bulunan melekler ve hurilerden edinirdik. Ancak biz eğlence maksadı gütmedik
ve oyun oynamak istemedik. "Eğlence" anlamına gelen 'el-lehv' Yemen
diliyle "hanım" demektir. "Çocuk" da buna dahildir. Çünkü o
da kadın vasıtasıyla elde edilir.
Bu
ayet şu ayet gibidir: " Eğer Allah çocuk edinmek isteseydi, yarattıklarından
dilediğini seçerdi. O kendisine lâyık olmayan şeylerden münezzehtir. O bir olan
ve her şeye hâkim olan Allah'tır." (Zümer, 39/4). Bu ayet Mesih'i veya Hz.
Üzeyr'i "Allah'ın oğlu" kabul edenleri reddetmektedir.
"Bilakis
biz hakkı batıla çarparız da hak batılın beynini parçalar. Böylece batılın canı
çıkar." Yani biz hakkı apaçık ortaya koyarız. Böylece hak batılı ye-ner ve
ortadan kaldırır. Bir de bakarız ki hak yok olmuştur, dağılmıştır, erimiş
gitmiştir.
Buradaki
"bel (bilâkis)" edatı oyun ve eğlence edinmeyi reddetmekte ve Allah'ın
zatını bundan tenzih etmektedir. Yani oyun ve eğlence bizim sıfatlarımızdan ve
hikmetimizden değildir. Biz eğlence yerine ciddiyeti galip kılarız. Batılı da
hakla mağlup ederiz. Sanki şöyle buyurmaktadır. Oyun ve eğlence edinmekten
kendimizi tenzih ederiz. Bilakis bizim âdetimiz ciddiyeti eğlenceye galip
kılmak, batılı hakla yenmektir.
Ayette
batılın kaybolmasını ve yok olmasını ifade için "kazaf (fırlatılıp
atılma," ve "demğ (beynin parçlanması)" ifadeleri istiare olarak
kullanılmış, bu durum hakkın kuvvetli oluşuna, batılın güçsüz oluşuna hatta
batılın yok oluşuna işaret edecek ve zihinlerde yer edecek tesirli maddî bir
şekille tasvir edilmiştir.
Bizim
durumumuz bu olunca biz nasıl hakkı açıkça ortaya koymayız ve insanları
uyarmayız, zira aksi takdirde oyun ve eğlence peşinde koşmuş oluruz.
"Fakat
biz bunu yapmadık." Bu cümledeki "in" edatı Fatır suresinin 23.
ayetindeki "in" edatı gibi olumsuzluk manasındadır. Bir başka görüşe
göre buradaki "in" edatı şart manasındadır. Yani şayet biz bunu
yaparsak, ama bunu yapmış değiliz. Çünkü bizim evlâdımızın olması imkânsızdır,
demektir.
Ey
kâfirler! "Allah'a yakıştırdığınız şeylerden dolayı vay halinize!"
Yani ey Allah'ın oğlu vardır diyenler yahut ey müşrikler! Rabbinizi O'na lâyık
olmayan sıfatlarla tavsif ettiğiniz için, O'na eş, dost ve evlât edindi deyip
iftirada bulunduğunuz için size helak olma, yok olma ve şiddetli azap vardır.
Allah Tealâ onların söylediklerinden çok uzak ve çok yücedir!
"Göklerde
ve yerde ne varsa Allah'ındır." Yani Allah göklerde ve yerde bulunan her
şeyin maliki olduğuna göre nasıl Allah'ın hususî bir ortağı olabilir? Bütün
yaratıklar mülk, yaratık ve kul olarak Allah'ın olduğuna göre nasıl O'na itaati
görmezlikten geliyorsunuz? Halbuki herkes ve özellikle melekler O'na itaat
etmekte, O'na boyun eğmektedirler. Onların âdeti gece-gündüz ibadet ve taatte
bulunmaktır.
Bu
sebeple Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "O'nun nezdinde olanlar O'na ibadet
etmekte ne büyüklenirler, ne de bezginlik duyarlar." Yani O'nun ilâhî
katında bulunan melekler ibadet etme hususunda kibirlenmezler, acizlik
göstermez, yorulmaz ve usanmazlar.
Buradaki
"indiyye" kelimesi Allah'ın nezdinde olmayı, O'nun katında olmayı
ifade eden yerle ilgili değildir. Bu bir değer ve şeref katıdır. Burada meleklerin
özellikle anılması ve onların durumlarının yüceltilmesi içindir.
"Onlar
gece-gündüz Allah'ı teşbih ederler, hiç ara vermezler." Yani Allah'a
gece-gündüz ibadette bulunur ve Onu tenzih ederler. Onlar bu amellerine gece-gündüz
devam ederler. Hem niyet, hem de amel olarak itaatkârdırlar. Buna güçleri
yeter. Bir an bile ibadet ve taate ara vermez, ibadetten uzak kalmazlar.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Melekler Allah'ın emrine karşı
gelmezler. Verilen emirleri olduğu gibi yerine getirirler." (Tahrim,
66/6).
[19]
Bu
ayetler şu hususları ifade etmektedir:
1-
Tıpkı Allah Tealâ'nm
zulmetmeleri sebebiyle içindekilerle birlikte tam manasıyla helak edip yok
ettiği zalim ve kâfir ülkelerin halkları gibi peygamberliği inkâr eden küfür
ve isyan ehline karşı kuvvetli ve şiddetli bir uyarı yapılmıştır. Zulüm bir
şeyi asıl yerinden başka bir yere koymaktır. Onlar iman yerine küfrü koydular.
2- Azap yaklaşınca şaşkınlık ve titreme başlar ve kasaba halkı oradan kaçarak
koşmaya başlarlar. Melekler alaylı bir tarzda onlara çağrıda bulunur: Koşmayın,
kaçmayın. Sizin şımarmanıza sebep olan o nimet ve zevk yerlerine dönün. Belki
de size dünyanızdan bazı şeyler sorulacaktır.
Melekler
onlara "koşmayın" deyip "Peygamberlerin intikamı ne
acıdır!" diye nida ettiklerinde kendilerine hitap eden hiçbir şahsı
görmeyince kendilerine gönderilen peygamberi öldürmeleri sebebiyle Allah'ın bu
düşmanı kendilerine musallat ettiğini anlarlar ve "Vay halimize! Gerçekten
biz zalim kimselermişiz" derler. Ama haksızlık yaptıklarını kabul ve
itiraf etmelerinin artık hiçbir faydası olmayacaktır.
Onların
"Vay halimize! Gerçekten biz zalim kimselermişiz." şeklindeki bu
itirafları gözlerden tamamen uzak hiçbir hareket bulunmayan cansız cüsseler haline
gelinceye ve tamamen yok oluncaya, ekinlerin oraklarla biçildiği gibi kılıçla
biçilinceye, toptan ölünceye kadar devam edecektir.
3- Allah Tealâ yalanlamaları sebebiyle kasaba halkım helak ettiğini beyan
ettikten sonra bunu adaletinin gereği ve onların yaptıklarına ceza olarak yaptığını
belirten ayetleri getirdi. Yeryüzünü ve gökleri adalet ve ölçü üzere yaratmıştı:
"Bizyer ve göğü hak olarak yarattık." (Duhan, 44/31). Allah yeri ve
göğü dinî ve dünyevî bazı faydalar sebebiyle yaratmıştır. Dinî faydası, bu
hususta insanların tefekkür etmelerini sağlamasıdır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle
buyuruyor; "Onlar yer ve göklerin yaratılışı hususunda tefekkür
ederler." (Âl-i İm-ran, 3/191). Dünyevî faydası ise, sayılamayacak, tespit
edilemeyecek kadar çoktur.
Göklerin
ve yerin yaratılması, içinde oyun bulunmayan bir gerçek olduğuna göre
Peygamberimiz (s. a.) eliyle meydana gelen mucizeler de haktır, bunda oyun ve
eğlence yoktur. Bu mucizeler Onun peygamberliğinin doğruluğunu te'kit eder ve
bunu inkâr edenlere de cevap verir.
4-
Göklerin ve yerin yaratılması,
göklerin ve yerin, emrine uyulması şart olan iyilik ve kötülük yapanlara bu
amellerinin karşılığını verecek olan muktedir bir yaratıcının bulunduğuna
işaret etmek içindir.
Yoksa
göklerin ve yerin yaratılması insanların birbirine zulmetmeleri, bir kısmının
inkâra düşmesi ve emrolunan hususlara muhalif olması, sonra da hiçbir karşılık
görmeden ölüp gitmeleri için değildir. Bu, o zaman tam anlamıyla bir 05nın
olurdu.
5- Allah Tealâ, hanım ve evlât edinmekten münezzehtir, çok çok yücedir.
Çünkü bu bir eğlence vesilesidir. Eğer Allah eş ve evlât gibi bir eğlence
vasıtası edinmek isteseydi bunu insanlardan değil kendi nezdindekilerden -huri
ve meleklerden- seçerdi. Bunu da asla yapmamıştır.
Bu
ayetler, "Mesih veya Üzeyir Allah'ın oğludur, putlar veya melekler Allah'ın
kızlarıdır." diyenlere karşı açık bir reddiyedir.
6- Yüce Allah hakkı açıklamakta, batılı ve onun süslü görünüşünü yok etmek
için hakkın metodunu beyan etmektedir. Burada hak Kur'andır. Batıl ise
şeytandır, kâfirlerin yalanlandır. Onların evlât edinmek gibi Allah'a lâyık olmayan
sıfatları yakıştırmalarıdır.
7-
Göklerde ve yerde bulunan
herkes Allah'ın yaratığı ve mülkü olursa O'nun yarattığı kimselerin ve O'nun
kullarının O'na ortak koşulması nasıl caiz olabilir?
Müşriklerin
"Allah'ın kızları" diye zikrettiği melekler ise Allah'a ibadetten ve
Ona karşı huşu ve zillet içinde bulunmaktan asla kibirlenmezler, âcizlen-mez,
yorulmaz ve usanmazlar. Onlar gece ve gündüz daima namaz kılar, Allah'ı
zikreder ve daima O'nu tenzih ederler. Zayıflık göstermezler ve bıkkınlık
içinde olmazlar. Tıpkı bize nefes alma ilham olunduğu gibi onlara da teşbih ilham
olunmuştur.
Hazreti
Ka'b'a meleklerin teşbihi soruldu: Onları teşbihten meşgul edecek bir şey var
mı? Meşgul olacakları bir şey var mı? denildi. Ka'b şöyle cevap verdi:
"Ey
kardeşimin oğlu1?. Seni nefes almaktan meşgul eden bir şey var mı? Onlara göre
teşbih nefes almak gibidir." "Melekler insandan daha üstündür,"
diyenler de bu ayeti delil olarak getirmişlerdir.[20]
Bu
aynı zamanda Allah Tealâ'nm kâfirlerin itaatinden de müstağni olduğuna
delildir. Çünkü Allah bütün yaratıkların gerçek sahibidir. İbadet ve ta-atin
faydası da bizzat itaat edenlere aittir. Onlara lâyık olan Allah'a itaat etmeleri
ve Ona kulluk etmeleridir. Hatta Allah'a itaat etmek ve hükmüne boyun eğmek
kullara vaciptir. O onların yaratıcısıdır. Kullarına çeşitli şekillerde nimet
vericidir.
[21]
21-
Yoksa onlar yeryüzünden bir takım ilâhlar edindiler de ölüleri bu ilâhlar mı
diriltecekler?
22-
Eğer yer ve göklerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı yer ve göklerin düzeni
tamamen bozulurdu. Arşın rabbi (olan Allah) onların yakıştırdıkları sıfatlardan
münezzehtir (çok yücedir).
23-
Allah yaptıklarından sorumlu değildi
dir. Onlar ise sorumlu tutulacaklardır.
24-
Yoksa onlar Allah'tan başka bir takim ilâhlar mı edindiler? De ki: "Getirin
bakalım delilinizi. İşte benimle beraber olanların (ümmetimin) kitabı Kur'an.
İşte benden öncekilerin kitaplan!" Fakat onların çoğu hakkı bilmezler. Bu
yüzden (haktan) yüz çevirirler.
25-
Biz senden önce hiç bir peygamber göndermedik ki Ona "Benden başka hiçbir
ilâh yoktur. O halde ancak bana ibadet edin (beni bir olarak tanıyın)." diye
vahyetmiş olmayalım.
26-
Müşrikler: "Rahman çocuk edindi." , dediler. Halbuki Allah bundan
münezzehtir. Melekler (Allah'ın çocukları değil) bilakis ikrama lâyık olan
kullardır.
27-
Onlar Allah'tan önce söz söyleyemezler. Onlar sadece Allah'ın emriyle hareket
ederler.
28-
Allah onların geçmişini de geleceğini de bilir. Melekler ancak Allah'ın razı
olduğu kimselere şefaat edebilirler. Onlar Allah korkusuyla titrerler.
29-
Onlardan kim; "(Allah değil) ben ilâhım." derse işte onu biz
cehennemle cezalandırırız. İşte biz zalimleri böyle cezalandırırız.
"Allah
yaptıklarından sorumlu değildir. Onlar ise sorumlu tutulacaklardır."
Burada tezat (tıbak-ı selb, olumlu ve olumsuz ifadenin aynı cümlede yer alması)
sanatı vardır.
"De
ki: Getirin bakalım delilinizi." ifadesiyle hasmı susturma gayesi güdülmektedir.
"Biz
senden önce hiçbir rasul göndermedik." ayetinde "erselnâ," ve
"rasul" kelimeleri arasında cinas-ı iştikak vardır.
[22]
"Yoksa
onlar" taş, altın ve gümüş gibi "yeryüzünden" olan "bir
takım ilâhlar edindiler de" kabirlerindeki "ölüleri bu ilâhlar mı
diriltecek?" Ayetin başındaki "em (yoksa)" edatı, intikal
içindir. Hemze, onların bu şekilde ilâh edinmelerini inkâr etmek içindir. Hayır,
ölüleri dirilten kimseden başkası ilâh olamaz. Neşr, ölülerin kabirlerinden
diriltilmesi, haşr ise bunların mahşer yerine sev-kedilmesi demektir.
"Eğer
bu ikisinde" yer ve göklerde "Allah'tan başka ilâhlar olsaydı"
şayet normal olarak aralarında meydana gelecek ihtilâf ve karşılıklı engelleme
sebebiyle "yer ve göklerin" dengesi bozulur, harap olur, görülen
"düzeni tamamen bozulurdu." Çünkü idareci çoğalır, maksat aynı olursa
güç ve kudret hususunda zıtlaşma olur. Zira bunların hangisinin kudretiyle yer
ve gökler var olacaktır? İhtilâf durumunda bir şeyde engelleme ve meydana
getirmeme olacaktır. Meselâ herhangi bir şahsın hareket etmesi veya etmemesi
hususunda ihtilâf etseler iki zıt durumun bir arada olması imkânsız olması
sebebiyle ilk isteğin de gerçekleşmesi mümkün olmayacaktır. Diğerinin karşı
çıkması sebebiyle bu iki istekten birinin de meydana gelmesi mümkün
olmayacaktır. Yahut bir istekten biri olursa bu iki tanrıdan biri muktedir,
diğeri âciz olmuş olur. Acizlik ise noksanlıktır. Bu da Allah için imkânsız bir
şeydir.
"Arşın
rabbi" kürsinin yaratıcısı olan Allah "onların" kâfirlerin
"yakıştırdıkları" Allah'ın ortağı vs. olduğu şeklindeki
"sıfatlardan münezzehtir." Çok yücedir.
Azameti,
hakimiyetinin kuvvetli oluşu, ilâhlık ve zatî saltanat hususunda tek oluşu
sebebiyle "Allah yaptıklarından sorumlu değildir. Onlar ise" yaptıklarından
"sorumlu tutulacaklardır." Çünkü onlar kuldurlar, mülkiyetleri Allah'a
aittir. Buradaki "onlar" zamiri sahte tanrılara yahut kullara aittir.
"Yoksa
onlar Allah'tan başka bir takım ilâhlar mı edindiler?" Onlar Allah'ı
bırakıp Ondan başka tanrılar mı edindiler? Buradaki istifham tevbih (azarlama)
içindir. Küfürlerinin büyüklüğü sebebiyle, onları susturmak ve bilgisizliklerini
ortaya koymak için bu suali tekrar etmiştir. Ayetin manası şudur: Yoksa onlar
-akıllarınca- ölüleri diriltecek tanrılar var edip onlarda buldukları ilâhlık
özellikleri sebebiyle onları ilâhlar mı edindiler, yahut ilâhî kitaplarda
onları ortak edinmeleri şeklinde emir bulup bu emri uygulamak için onları
ilâhlar mı edindiler? Sonra da birincisinin akıl ölçüleriyle, ikincisinin de
nakil ölçüleriyle fasit bir görüş olduğunu açıkladı ve şöyle buyurdu:
"De
ki: Getirin bakalım delilinizi?" Buna dair akıl veya nakil yönünden delilinizi
getirin. Zira delili olmayan kavil sahih olamaz.
"İşte
benimle beraber olanlara" yani ümmetime "bir öğüt" ve ibret
olarak indirilen Kitap olan "Kur'an ve işte benden öncekilerin
kitapları" yani diğer ümmetlere bir öğüt olarak indirilen diğer semavî
kitaplar. Tevrat, İncil ve Allah'ın diğer kitapları! Bunların hiçbirinde
onların dediği gibi Allah'la birlikte ilâh vardır şeklinde bir ifade yoktur. Bu
kitaplarda olan sadece insanların tev-hid ile emrolunmaları, şirk koşmaktan
nehyedilmeleridir. Burada "zikr" kelimesinin onlara nispet edilmesi
bu kitapların o ümmetlere bir öğüt olarak gelmesi sebebiyledir.
"Fakat
onların çoğu hakkı" yani Allah'ın birliğini tevhidi "bilmezler."
Hakla batılı birbirinden ayırd edemezler. "Bu yüzden" bu sebeple
tevhidden ve Peygambere tabi olmaktan ve ona ulaştıracak tefekkür ve
araştırmadan "yüz çevirirler. "
"Müşrikler:
Rahman" meleklerden "çocuk edindi dediler." Halbuki "Allah
bundan münezzehtir. Melekler bilakis ikrama lâyık olan kullardır.". Allah
nez-dinde O'na yakın varlıklardır. Kulluk, doğuma zıttır. Onlar Allah'ın
çocukları değildirler.
"Onlar"
melekler "Allah'tan önce söz söyleyemezler." Allah onlara
emret-medikçe konuşamazlar. Ancak Allah'ın kavlinden sonra konuşabilirler.
"Onlar sadece Allah 'm emriyle hareket ederler." Allah onlara emir
vermedikçe asla kıpırdayamazlar. Allah'ın emrinden sonra hareket ederler.
"Allah
onların geçmişini de geleceğini de bilir." Onların yaptıklarını da yapacaklarını
da bilir. Allah'a önce veya sonra yaptıkları hiç bir şey gizli kalmaz. Bu ifade
bundan önceki ifadenin illeti (sebebi) ve bundan sonraki ifadenin hazırlığı
gibidir. Bu sebeple onlar kendilerini muhafaza eder, durumlarını gözetirler.
"Onlardan"
meleklerden veya yaratıklardan "kim ben ilâhım, derse..." Meselâ
şeytan kendine ibadet etmeye davet etmiş, kendine itaat olunmasını emretmişti.
"İşte onu biz, cehennemle cezalandırırız." Bu rab olduğunu iddia edenleri
tehdit etmek suretiyle müşriklere yapılan bir tehdittir. "İşte biz
zalimleri" yani şirk koşmak ve ilâhlık iddia etmek suretiyle zulmeden
müşrikleri "böyle cezalandırırız."
[23]
Surenin
başından buraya kadar olan (1-20.) ayetler peygamberlik hakkında veya
peygamberlikle ilgili soru-cevap tarzındaki ayetler idi. Bu ayetler ise tevhidi
beyan edip Allah'a şirk koşulmasını reddeden ayetlerdir.
[24]
'Yoksa
onlar yeryüzünden birtakım ilâhlar edindiler de ölüleri bu ilâhlar mı
diriltecekler?" Yani bilakis müşrikler Allah'ı bırakıp kabirlerinden
ölüleri diriltecek ilâhlar mı edindiler? Yani bundan hiçbir şeye muktedir
olamazlar. Nasıl onları Allah'a eş kabul edip Allah ile birlikte onlara
tapınırlar?
Zemahşerî
diyor ki: Buradaki "em" edatı istifhamla birlikte "bel"
manasına olan "em" den ayrıdır. Hemze daha öncesini reddedip
sonrasını -yani ölüleri diriltecek ilâhlar edinmelerini- inkâr etmeyi ifade
etmektedir.
Ayetten
murad ölülerin kabirlerinden diriltilmesi gibi ilâhlık özelliklerini
hatırlatmaktır. Çünkü müşrikler bunu açıkça ifade etmeseler bile bunlar putlar
için ilâhlık iddia etmekle onlara bu sıfatı nispet etmektedirler. İlâhları yeryüzünden
olmakla tavsif etmekte bunların yeryüzünde tapınılan putlardan olduğuna işaret
vardır. Bu onlarla alay edip onları azarlamak ve bilgisizliklerini ortaya
koymaktır.
Bundan
sonra Cenab-ı Hak tevhidi ispat etmiş, Allah'tan başka ilah olmasını
reddetmiştir. Allah'tan başka ilâhlar olsaydı yer ve gökler tahrip olur,
düzenleri bozulurdu. Çünkü bu iki ilâh ihtilâf ederlerse düzensizlik, bozukluk
ve fesat meydana gelir. Eğer kâinatta tasarruf etmek hususunda ittifak ederlerse
o takdirde birden fazla olmasına gerek kalmaz. Çünkü bu durum bir yaratığı
yaratmaya kadir olan iki ilâhın yaratma, emretme ve takdir etme fiillerinin
varlığına sebep olur. Bu da imkansızdır. Zira istek bir ilâha değil iki ilâha
ait olup takdir tek olmaktadır. Bu da doğru değildir. Çünkü bu iki ilâhtan
her-birinin bağımsız tesir etme iradesi vardır. İki yaratıcıdan bir yaratık
meydana gelmesi düşünülemez.
Bundan
dolayı bu ulvi ve süfli âlemde bulunan bütün yaratıklar Allah Te-ala'nın
birliğinin delili olmaktadır. Bunun için Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Arşın
Rabbi olan Allah müşriklerin yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir. "
Yani Allah Tealâ iftira edip de Allah'ın evlâdı ve ortağı var diyenlerden
münezzehtir. Onların iftira ettiklerinden çok yücedir. O bütün bu kâinatı kuşatan
Arşın rabbidir.
Bu
ayetin bir benzeri şudur: " Allah evlât edinmemiştir. O'nunla birlikte bir
başka ilâh da yoktur. Eğer öyle olsaydı her ilâh kendi yarattığına hükmedip onu
istediği yöne götürürdü. Ayrıca onların bir kısmı diğerini üstün gelmeye çalışırdı.
Allah müşriklerin yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir." (Mü'minûn,
2391).
Bu
tenzihi te'kit etmek üzere Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
'Allah
yaptıklarından sorumlu değildir. Onlar ise sorumlu tutulacaklarda:" Yani
Allah Tealâ fiillerinden mes'ul değildir. O hükmünü değiştirici olmayan yegâne
hüküm sahibidir. Azameti, yüceliği ve büyüklüğü, ilmi ve hikmeti, adaleti ve
lütufkârlığı sebebiyle hiçbir kimse O'na itiraz edemez. O'nun mahlû-kata ise
yaptıklarından ve yapacaklarından, bütün davranışlarından sorumlu tutulacaklardır.
Bu ayet şu ayetler gibidir: " Rabbine yemin olsun ki biz onların hepsini
yaptıklarından sorguya çekeceğiz." (Hicr, 15/92-93); " O dilediğini
korur, fakat kendisinden hiçbirşey korunmaz." (Müminun, 23/88).
Cenab-ı
Hak bundan sonra müşriklerin durumlarının fecaatini bildirmek, küfürlerinin
büyüklüğünü göstermek için müşriklerin bu durumlarını ikinci defa reddetmek
üzere şöyle buyurdu:
"Yoksa
onlar Allah'tan başka ilâhlar mı edindiler? De ki: Getirin bakalım
delilinizi." Yani bütün bu delillerden sonra onların Allah'tan başka
ilâhlar edinmeleri, Allah'ın ortağı olduğu şeklinde Allah'a yakıştırmada
bulunmaları doğru olur mu? Siz eğer Allah'ın şeriki vardır diye Allah'a
yakıştırmada bulunuyorsanız, bu iddianıza ya akıl yahut da vahiy yoluyla delil
getirin. Zira siz Tevrat, İncil gibi sizden öncekilerin kitaplarından herhangi
bir kitapta Allah'ın tevhidinin ispatı ve Onun her türlü ortaktan münezzeh
olduğu inancından başka bir şey bulamazsınız. Nitekim daha önce de geçtiği gibi
akıl da iki ilâhın varlığını reddetmektedir.
Gelen
ayette de naklî delile işaret etti ve şöyle buyurdu:
"İşte
benimle beraber olan ümmetimin kitabı Kur'an. İşte benden öncekilerin
kitapları!" Allah'ın tevhidi ve O'nun ortağı bulunmadığı manasıyla gelen
bu vahiy bütün peygamberlere geldiği gibi bana da geldi. Bu benimle beraber
olanlara yani ümmetime öğüt ve ibrettir. Diğer kitaplar da benden öncekilere
yani geçmiş peygamberlerin ümmetlerine bir öğüttür. Bu şekilde Kur'an ve bütün
geçmiş semavî kitaplar tevhidi emretmek ve şirkten nehyetmek hususunda ittifak
etmişlerdir. Bu müşriklerin iddialarının zıddını ihtiva eden ve onları ilzam
eden bir ifadedir.
"Fakat
onların çoğu hakkı bilmezler." Yani o müşriklerin çoğu hakkı bilmez,
ondan yüz çevirirler. Hakla batılı birbirinden ayıramazlar. Onlara delil ve
burhanlar fayda vermez.
"Bu
yüzden haktan yüz çevirirler." Yani onlar bilgisizlikleri sebebiyle hakkı
kabul etmekten ve hakka ulaştıran incelemeden yüz çevirirler. Bu cahilliğin
yahut bilgisizliğin şerrin temeli ve tamamen fesatçılık olduğuna delildir.
Bilgisizlik dolayısıyla da hakkı dinlemekten ve hakkı aramaktan uzaklaşma meydana
gelir.
Semavî
kitapların ve haberlerin tevhidi ispat, şirki reddetmek şeklindeki muhtevasını
bir kez daha vurgulamak için Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
"Biz
senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki..." Yani biz Hz. Adem'den
(a.s.) bu yana hiçbir rasul göndermedik ki Ona: "Allah'tan başka hiçbir
mabud yoktur. İhlâslı bir şekilde Ona ibadet ve kullukta bulunun. Sadece O'nu
ilâh olarak kabul edin." diye vahyetmiş olmayalım. Bütün peygamberlerin
ri-saletleri tevhid üzerine kurulmuştur. Allah'ın gönderdiği her peygamber tek
olan, ortağı bulunmayan Allah'a ibadet etmeye davet etmektedir.
Bu
ayetin benzeri şu ayetler bulunmaktadır:
"Senden
önce gönderdiğimiz rasullerimize sor. Biz rahman olan Allah 'tan başka ibadet edilecek
ilâhlar yapmış mıyız?" (Zuhruf, 43/45).
"Şüphesiz
her ümmete yalnız Allah'a ibadet edin, tağuttan kaçının, diyen bir peygamber
gönderdik." (Nahl, 16/36).
Kısaca:
Müşriklerin iddialarına hiçbir delil yoktur. Onların hiçbir bürhanları yoktur.
Hüccetleri boşa çıkmıştır. Zira insan fıtratı, Allah'ın birliğine şehadet eder.
Bozulmamış akıl (akl-ı selim) da buna şahit olur. Bütün peygamberlerin risaleti
şirki reddetmek ve tevhidi (Allah'ın birliğini) ikrar etmek hususunda birleşmektedirler.
Cenab-ı
Hak kendisini ortağı bulunmaktan tenzih ettikten sonra kendisinin evlat.edinmiş
olduğu suçlamasını da reddetmekte ve şöyle buyurmaktadır:
""Müşrikler
'Rahman çocuk edindi' dediler." Yani Huzaa, Cüheyne ve Selemeoğulları kabilelerinin
bazı kolları Melekler Allah'ın kızlarıdır, demişlerdi. Allah da bunlara şu
cevabı verdi:
"AlIah
bundan münezzehtir." Yani Allah evlât sahibi olmaktan çok yücedir. Çünkü
evlât bir hususta babasına benzerse de pek çok şeyde ondan ayrılır. Eğer Allah'ın
evlâdı olsaydı bu evlât bazı yönlerden O'na benzeyecek, pek çok yönlerden
O'ndan ayrılacaktır. Böylece Allah'ın zatında birkaç kişi birleşecektir. Allah
ise sonradan meydana gelen varlıklara benzemekten münezzehtir. Yaratıcı ile
yaratılan arasında hiçbir uyum yoktur.
Cenab-ı
Hak kendi zatını evlât sahibi olmaktan tenzih edince şu ayetle meleklerden
haber verdi:
"Melekler
bilakis ikrama lâyık olan kullardır." Yani melekler Allah'ın kızları değil,
bilakis Allah'ın yarattığı, Allah'a yakın olan kullarıdır. Kulluk evlât olmaya aykırıdır.
Ancak melekler diğer kullardan üstündürler.
Meleklerin
bazı hususiyetleri de şunlardır:
1-
"Melekler Allah'tan önce
söz söyleyemezler. Onlar sadece Allah'ın emriyle hareket ederler." Yani
onlar sadece Rablerinin kendilerine emrettiği şeyleri konuşurlar. O'nun
emrettiği hususlarda Ona karşı gelmezler. Bilakis derhal bu emri yerine
getirmeye koşarlar. Allah Tealâ her şeyi bilir ve ilmiyle onları kuşatır. Hiç
bir şey O'na gizli kalmaz. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
2- "Allah onların önlerinde olanı da, arkalarında olanı da
bilir." Yani onların geçmişte yaptıkları amellerini de, gelecekte yapacaklarını
da bilir. Yani meleklerin sözleri Allah'ın kavline bağlıdır. Amelleri de O'nun
emrine bağlıdır. Onlar emrolunmadıkları müddetçe hiç bir amel işlemezler.
Yaptıkları ve yapmadıkları her şey Allah'ın ilmi dahilindedir. Allah
amelleriyle melekleri rnükâfatlandıracaktır. Melekler de her halleriyle Cenab-ı
Hakk'ı murakabe eder, O’nun emrine aykırı davranmaktan kendilerini korurlar.
3-
"Melekler ancak Allah'ın
razı olduğu kimselere şefaat edebilirler." Yani onlar Allah'ın razı olduğu
ve şefaate lâyık kıldığı kimselerden başkasına şefaat etmeye cesaret edemezler.
Bundan dolayı Allah Teala'nm rızası olmaksızın onların şefaat edeceklerine dair
ümit beslemeyin.
4- "Melekler Allah korkusuyla titrerler." Yani onlar bütün bu
üstün vasıflarına rağmen Allah korkusu ile titrerler, korkarlar, Rablerini
murakabe ederler.
Cenab-ı
Hak meleklere yaptığı ikramını ve meleklerin kendi nezdindeki yakınlığını
tavsif ettikten sonra, onları bu yüce davranışlarıyla tavsif etti. Onlardan
şirk koşacak olanları şiddetli bir vaid ile tehdit etti, cehennem azabı ile
uyardı. Şöyle buyurdu:
"Onlardan
kim 'Allah değil ilâh benim' derse işte onu biz Cehennemle cezalandırırız.
" Yani onlardan kim -faraza- kendisinin Allah'tan başka -yani Allah'la
birlikte bir ilâh olduğunu söylerse, tanrılık iddiasında bulunan ve insanları
kendisine kulluk etmeye davet eden İblis gibi; işte bu iddiasına karşılık onun
cezası cehennemdir. Ancak meleklerden hiçbiri, ben (Allah'tan başka) ilâhım
dememiştir.
"İşte
biz zalimleri böyle cezalandırırız." Yani bu şekildeki bir ceza ile nefsine
zulmedenleri cezalandırırız. Bunlar da müşriklerdir.
İbni
Kesir diyor ki: Bu şarttır. Şartın meydana gelmesi gerekmez. Bu ayet aynen şu
ayetler gibidir: "De ki: Eğer Rahman olan Allah'ın bir oğlu olsaydı ona
(sizden önce) ilk ibadet eden ben olurdum." (Zuhruf, 43/81); "Yemin
olsun ki, sen eğer Allah 'a ortak koşarsan hiç şüphesiz amelin boşa gider ve
mutlaka hüsrana uğrayanlardan olursun." (Zümer, 39/65).
[25]
Bu
ayetlerden şu hususlar anlaşılmaktadır:
1- Allah'la birlikte bir takım ilâhlar edinenlere karşı şiddetli bir
reddiye... Öldükten sonra diriltmek gibi ilâhlık hususiyeti olmayan varlıkları
ilâh edinmeleri sebebiyle müşriklerin azarlanması.
2- İlâhların birden fazla oluşu, genellikle ortaklar arasında meydana
gelen çekişme ve ihtilâfların çıkışı sebebiyle bütün âlemin, yer ve göklerden
meydana gelen kâinatın düzeninin bozulması, tahrip edilmesi, yer ve göklerde
bulunan varlıkların helak olması sonucunu doğurur. Bunun içindir ki Cenab-ı
Hak kendini tenzih etmiş, kullara da kendisini ortak ve evlât edinmekten tenzih
etmelerini emretmiştir.
Fahreddin
Razî 14'ü aklî, 8'i naklî ve sem'î olmak üzere diğer 22 delil ile Allah'ın
birliğine delil getirmiştir. Bu aklî delillerin en kuvvetlisi şudur: Eğer iki
ilâhın var olduğunu kabul etsek biri diğerine muhtaç olacaktır. Çünkü O, O'nun
zatıyla birleşmiş olur, diğeri O'na ortak olur. Her birleşik olan parçalarına
muhtaçtır. Başkasına muhtaç olan şey de varlığı "mümkün" olandır.
İlâh ise Vacibül-Vücuddur yani varlığı kendi kendine kaim olup varlığı mümkin
olan değildir. O halde tek kişiden başka Vacibül-Vücud yoktur. Onun dışındaki
her şey Ona muhtaçtır. Başkasına muhtaç olan da sonradan meydana gelmiş demektir.
O halde Allah Tealâ'dan başka her şey sonradan meydana gelmiştir.
Naklî
delillerden biri de şu ayettir: "Eğer yer ve göklerde Allah 'tan başka
ilahlar olsaydı göklerin de yerin de düzeni tamamen bozulurdu." Aynı
manada şu. ayet de vardır: "Bu ilâhların bir kısmı diğerlerine üstün
gelmeye çalışırdı." (Muminûn, 23/91).
Cenab-ı
Hak, Kur'an'ın 37 yerinde "Lâ ilahe illâ hû!" cümlesini açık bir şedde
ifade etmiş, sadece iki yerde vahdaniyeti zikretmiştir. Bunların biri: "Sizin
ilâhınız bir ilâhtır." (Bakara, 2/163) diğeri "De ki: O Allah tektir."
(İhlâs, 112/1) ayetidir.[26]
3- "Allah yaptıklarından sorumlu değildir. Onlar ise sorumlu
tutulacaklardır:" Yani mahlûkatı O'na mahlûkatı hakkındaki takdir ettiği
şeylerden soru soramaz. O ise mahlûkatı amellerinden sorguya çeker. Çünkü onlar
kuldurlar. Bu da Mesih ve melekler gibi yarın amellerinden sorguya çekilecek
olanların ilâhlığa ehil olmadıklarına ve bütün mükelleflerin kendi fiillerinden
sorumlu tutulacaklarına delâlet etmektedir.
Hz.
Ali'den (r.a.) şöyle rivayet edilmiştir; bir adam ona:
'Ey
Müminlerin emiri! Rabbimiz kendisine isyan edilmesinden hoşlanır tu?' diye
sordu. Hz. Ali (r. a.) de o adama:
"Rabbimize
zorla isyan edilir mi?" diye sordu. O adam:
'Ne
dersin? Benim hidayetime mani olursa ve bana kötülük verirse bana iyilik mi
etmiş olur, kötülük mü?" Hz. Ali:
'Sana
hakkın olan şeyi vermemişse kötülük etmiş olur. Ama sana lütfunu vermemişse bu
O'nun lütfudur, O lütfunu dilediğine verir." dedi ve sonra şu ayeti okudu:
"Allah yaptıklarından sorumlu değildir. Onlar ise sorumlu tutulacaklardır."
İbni
Abbas'tan (r. a.) şu sözü rivayet edilmektedir: Allah (c. c.) Hz. Musa'yı gönderip
O'nunla konuştuğu ve O'na Tevrat'ı indirdiği zaman Hz. Musa şöyle dedi:
Allahım!
Sen çok yüce bir Rab 'sin. itaat edilmeyi dilersen sana itaat edi--r Sana isyan
edilmemesini dilersen sana isyan edilmez. Sen itaat edilmeyi is-Mgmrsun. Sana
da bu hususta isyan ediliyor. Bu nasıl oluyor ya Rabbi?"
Cenab-ı
hak da O'na şunu vahyetti:
Ben
yaptıklarımdan sorumlu değilim. Onlar ise sorumlu tutulacaklardır."
4- Allah Tealâ müşriklerin yaratma ve diriltme şeklinde geçen yakıştırmalarına
karşılık azarlamada şiddet olması için Allah'tan başka ilâh edinilmesine taaccüp
edildiğini tekrar etti.
Buradaki
"em" edatı "hel" soru edatı manasındadır. Yani O müşrikler
Allah’tan başka bir takım ilâhlar mı edindiler? O halde buna delil getirsinler
demektir.
Denilmiştir
ki: Birinci taaccüp, "Yoksa onlar yeryüzünden birtakım ilâhlar edindiler
de ölüleri bu ilâhlar mı diriltecekler?" (Enbiya, 21/21) ayeti olup aklî cihetten
delil getirmektedir. Zira burada "Ölüleri bu ilâhlar mı diriltecek'?"
demektedir.
İkinci
taaccüp ifadesi: "Yoksa onlar Allah'tan başka birtakım ilâhlar mı
edindiler?" (Enbiya, 21/24) ayetidir. Yani semavî kitaplardan delilinizi
getirin. Bu hangi kitapta nasıl olmuştur? Kur'an'da mı yoksa diğer
peygamberlere indirilmiş kitaplarda mı?
5- Müşriklerin akidelerinin fasit olduğu hususunda asıl kaynak
cehalettir. "Fakat onların çoğu hakkı bilmezler."
6- Bütün rasul ve nebilere Cenab-ı Hak kendisinden başka ilâh olmadığını
vahyetmiştir. Aklî deliller de O'nun ortağı olmadığına şahittir. Bütün peygamberlerden
nakil de vardır. Delil ise ya aklîdir ya da naklidir. Yani her iki delil de
vardır.
Katade
diyor ki: Her peygamber tevhid ile gönderilmiştir. Şer'î hükümler ise Tevrat,
İncil ve Kur'an'da farklıdır. Bunların hepsi ihlâs ve tevhid üzerinedir. Yani
bütün peygamberlerin daveti tevhidi beyan etmek için gelmiştir.
7- Allah Tealâ "Melekler Allah 'in kızlarıdır." diyen bazı Arap
kabilelerine karşı kendi zatını evlât sahibi olmaktan tenzih etmek suretiyle
cevap verdi.
Bir
rivayete göre: "Müşrikler: Rahman çocuk edindi dediler. Allah bundan
münezzehtir." (Enbiya, 21/26) ayeti Huzâa kabilesi hakkında nazil
olmuştur. Zira Huzâalılar: "Melekler Allah'ın kızlarıdır." diyor ve
meleklerin kendilerine şefaat edeceklerini ümit ederek onlara tapıyorlardı.
Allah
Tealâ bundan münezzeh olduğunu beyan ettikten sonra meleklerin "Allah'ın
kulları" olduklarına "Allah'ın evladı" olamayacaklarına delâlet
eden beş sıfatını zikretmiştir. Bunlar şu vasıflardır:
a)
Allah'a son derece itaatkâr
oluşları: Melekler Allah'ın emri olmadıkça hiçbir söz söylemez ve hiç bir fiil
işlemezler. Bu kulların sıfatıdır. Evlâdın sıfatı değildir.
b)
Allah Tealâ meleklerin
sırlarını bilir. Melekler Allah'ın sırlarını bilemezler. O ibadete lâyıktır,
melekler lâyık değildir.
c) Melekler Allah'ın izni ve rızası olmaksızın şefaat edemezler. Kim ilâh
olmuşsa O'nun hiç kimsenin iznine ihtiyacı yoktur.
d) Melekler Allah'tan en çok korkan yaratıklardır. Bu da kulların
sıfatıdır.
e) Melekler "masum" olmak ikramına lâyık olsalar da, onlar
diğer mükellefler gibi sorumlu tutulacaklardır. Vaad ve vaide muhataptırlar.
Dolayısıyla onların ilâh olmaları tasavvur olunamaz.
Bu
ayet meleklerin mükellef, günah işlemekten masum, vaad ve vaide muhatap
olduklarına delâlet etmektedir.
8- Allah Tealâ İblis gibi Allah'la birlikte şerik olduğunu iddia eden ve
kendine ibadet edilmesine davet eden herkesi cehennemle cezalandırdığı gibi
ilâh-lığı ve ibadeti yerli yerine koymayan zalimleri de cezalandıracaktır.
[27]
30-
Kâfirler gökler ve yer birbirine bitişik iken onları ayırdığımızı ve her canlıyı
sudan yarattığımızı görmüyorlar mı? Hâlâ iman etmiyorlar mı?
31-
Yeryüzü üstündekileri e çalkalanmasın diye biz yeryüzünde sabit dağlar
yarattık. Dağlar arasında yol bulsunlar diye geniş boşluklar var ettik.
32-
Biz gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık. Onlar ise gökyüzündeki delillerden
yüz çevirirler.
33-
Gece ile gündüzü, Güneş ile Ay'ı yaratan O'dur. Her biri bir yörüngede
yüzmektedirler.
"Kâfirler
görmüyorlar mı?" Taaccüp ve inkâr manasında sorudur.
"Gökler
ve yer birbirine bitişik iken onları ayırdık." ayetinde "ratk"
ve fetk" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.
"Yehtedûn"
ve "yesbehûn" kelimeleri arasında latif bir seci vardır.
"Her
bir canlı" ifadesinde "hayyin" kelimesinin nekre olarak
kullanılması genelleme içindir.
"Gece
ile gündüzü ... yaratan O'dur." ayeti "ve ce'alnâ" ifadesinden
sonra 1. şahıstan 3. şahısa geçiş ifade etmektedir. Bu da değerli nimetlere
dikkat çekmek ve bu nimetlere itina göstermek içindir.
[28]
"Kâfirler
gökler ve yer birbirine bitişik" yani tek bir şey veya birleşmiş gerçek
tek varlık "iken onları" ayrı ayrı birer varlık halinde "ayırdığımızı,"
gökyüzünü yedi kat, yeryüzünü yedi kat kıldığımızı "ve her canlıyı
sudan" ister gökten inen isterse yerden fışkıran su sebebiyle
"yarattığımızı" ister bitkiler isterse diğerleri olsun susuz
yaşayamayacağını, suyun hayat sebebi olduğunu "görmüyorlar mı"
bilmiyorlar mı? "Ratk" kapama, birbirine ekleme ve kaynaşma demektir.
Mastardır. Buradaki manası "zâtu ratk" birleşmiş demektir.
"Fetk" ise birbirine birleşmiş iki şeyi birbirinden ayırmak demektir.
Onlar
bu kudret alâmetlerinin ortaya çıkmasına rağmen "Hâlâ" benim
birliğime "iman etmiyorlar mı?"
"Yeryüzü
üstündekilerle çalkalanmasın" onlarla sarsılmasın "diye" veya
dengesi bozulup sarsıntı geçirir korkusuyla "biz yeryüzünde sabit dağlar
yarattık. Dağlar arasında" yolculuk ve ziraat gibi maksatlarına ve
yararlı işlere gitsinler "yol bulsunlar diye geniş boşluklar" geniş
geçitler ve yollar "var ettik."
"Biz
gökyüzünü" yeryüzü için tıpkı evin tavanı gibi Allah'ın kudretiyle
düşmekten korunan, yahut Allah'ın iradesiyle tespit edilen belirli vakte kadar
bozgun ve çözülmeden "korunmuş bir tavan kıldık."
"Onlar
ise gökyüzündeki delillerden" Allah'ın varlığına, birliğine, mükemmel
kudretine ve eşsiz hikmetine delâlet eden Güneş, Ay ve yıldızlardan meydana
gelen ilâhî kudretin alâmetlerinden "yüz çevirirler." Bu hususta
tefekkür edip de bunları yaratanın ortağı bulunmadığını anlamazlar.
Bu
ayetlerden birkaçı olan "Gece ile gündüzü, Güneş ile Ay'ı yaratan O'dur.
Her biri bir yörüngede yüzmektedir." Bunlardan her birinin devamlı izlediği
bir yörünge vardır.
"Küllün"
kelimesindeki tenvin muzafun ileyhten bedeldir. Yani Güneş ve Ay ile bu ikisine
tabi olan yıldızlardan her biri demektir. Felek'ten murad edilen cinstir.
Güneş, Ay ve yıldızların yörüngesidir.
"Yüzmektedir."
Yani yörüngesinde tıpkı suda yüzen kimse gibi sür'atle yürümektedir. Burada
suda yüzen kimseye teşbih yapılmıştır. Fiilin cemi olarak kullanılması her gün
her gece doğan pek çok yıldızın cinsi itibariyledir. Güneş ve Ay'ın da Güneşler
ve Aylar şeklinde çoğul yapılmasının sebebi budur. Yoksa Güneş de Ay da birdir.
Bu varlıkların fiili olan "yüzme" sebebiyle bu varlıklar akıl
sahipleri muamelesine tabi tutuldular.
[29]
Allah
Tealâ burada kendisi ile birlikte başka bir takım sahte ilâhlara tapan ve
"Allah meleklerden evlât edindi." diyen müşrikleri azarlamaktadır.
Müşrikler,
Allah'ın varlığına, tevhide ve Allah'ın şirkten münezzeh olduğuna delâlet eden
kâinattaki kudret ayetlerini düşünmedikleri için ve hiçbir akıl sahibi kişinin
âciz olan ve kendilerine tapınmaktan hiçbir fayda elde edilmeyen put ve
heykellere tapınmasının doğru olmayacağı için müşrikleri azarlamaktadır.
[30]
Yüce
Allah bu ayetlerde (Enbiya, 30-33) ezici güce sahip olan, eşyayı yaratma ve
bütün varlıkları yok etme hususunda tam bir kudret ve mükemmel hâkimiyet sahibi
olan tek bir ilâhın varlığına delâlet eden altı delil getirdi. Bu deliller
şunlardır:
1- Göklerin yeryüzünden ayrılması:
"Kâfirler
gökler ve yeryüzü birbirine bitişik iken onları ayırdığımızı... görmüyorlar
mı?" Yani Allah'ın ilâh olduğunu inkâr edenler Allah ile birlikte O'ndan
başkasına tapanlar Allah'ın yaratıcılık hususunda tamamen bağımsız, idare
hususunda yegâne güç olduğunu bilselerdi, O'nunla birlikte başkalarına tapınmayı
veya O'na başka bir şeyi şirk koşmayı nasıl lâyık görürlerdi? Onlar gökler ve
yeryüzünün önce parçaları birbirine geçmiş, birbiri üzerine sarılmış, birbirine
tamamen bitişik iken sonra bunları birbirinden ayırdığımızı dünya seması ile
yeryüzü arasında hava tabakası koyduğumuzu bilmiyorlar mı?
İşte
güneş, yıldızlar ve yeryüzünün önceleri tek bir parça olduğunu, güneşin önce
bir ateş küresi olduğunu ve çok süratli seyri esnasında dünyamız ve diğer
gezegenlerin ondan ayrıldığını ispat eden Astronomi bilginleri arasında Sedim
Teorisi adıyla bilinen teori de budur.
Bu
dokuz gezegen güneşe olan yakınlıklarıyla şöyle sıralanmaktadırlar.
Utarid
(Merkür), Zühre (Venüs), Arz (Dünya), Merih (Mars), Müşteri, Zühal (Jüpiter),
Uranüs, Neptün, Plüton.
Herbir
gezegenin yer çekimi etkisine göre bir yörüngesi vardır. Her gezegen
yörüngesinde harekete devam eder. Bu dokuz yörünge meleklerin yaşadıkları yedi
kat semadan aşağıdadır. Felek, gökyüzünün sabit kalmasıyla birlikte yıldızların
döndüğü yörüngededir. Yahut yörünge bu yıldızların mecrası ve seyir süratidir.
Kur'an-ı
Kerim'in ilân ettiği bu ilmî gerçek onun Allah kelâmı olduğuna ve bunun ilâhî
vahiy olmasa bu gibi şeyleri bilmesi imkânsız olan ümmî Peygamber Hz.
Muhammed'e (s. a.) indirilen vahyi olduğuna gayet açık ve kesin bir delildir.
2- Suyun, hayatın esası kılınması:
"Biz
her bir canlıyı sudan var ettik." Yani kendisinde hayat olan her canlıyı
sudan yarattık. Meselâ bir başka ayette: "Allah hareket eden her canlıyı
sudan yarattı." (Nur, 24/45) buyurulmaktadır. Dolayısıyla her canlı aslı
su olan nutfeden meydana gelmektedir. Bitki de ancak su ile yeşermektedir.
Bu
görüş bazı âlimlerin: "Her canlı önce denizde yaratıldı. Sonra bazı canlılar
karaya geçip uzun bir zaman geçmesiyle kara tabiatına intibak ettiler."
şeklindeki görüşlerine de uygundur.
"Onlar
hâlâ iman etmiyorlar mı?" Bu delilleri düşünmüyorlar mı? Onlar mahlûkatın
yavaş yavaş meydana geldiğini apaçık gördükleri halde şirk yolunu terk edip
yaratıcıya iman etmiyorlar mı?
Bir
ayet vardır her şeyde,
Onun
bir olduğuna delâlet etmekte.
3- Dağların yeryüzünde sabit olması:
"Yeryüzü
üstündekilerle çalkalanmasın diye biz yeryüzünde sabit dağlar var ettik."
Yani biz yeryüzü insanları sarsmasın ve sarsıntı olmasın, üzerinde istikrarı
kaybetmesinler diye yeryüzünü iyice sabit kılmak için dağlar yarattık.
Yeryüzü
hem kendi etrafında hem de Güneşin etrafında dönmektedir. Bilim adamları
yeryüzünün önce alevli bir ateş olup sonra kabuğunun soğuduğunu ve sert bir
cisim olduğunu ispat etmişlerdir. Bu iş 300 milyon sene veya bazı çağdaş bilim
adamlarına göre ise 5 milyar sene sürmüştür. Volkanların çıkarttığı ateş
lavlarının varlığı bu görüşleri te'kit etmektedir. Dağların yeryüzüne oranı %
1.5 mm'dir.
Bu
ayet, Kur'an-ı Kerim'in beşer tarafından değil, Allah tarafından gelen bir
vahiy olduğunun üçüncü delilidir.
4- Dağlar arasında yollar ve geçitler olması:
"Dağlar
arasında yol bulsunlar diye geniş boşluklar var ettik." Yani yeryüzünde
insanların bir yerden diğerine yahut bir bölgeden diğer bölgeye kolaylıkla
geçebilmeleri ve değişik ülkelerde geçim vasıtalarına ve amaçlarına yol bulabilmeleri
için -bir görüşe göre, Allah Tealâ'nın birliğine istidlal ile yol bulabilmeleri
için- dağlar arasında geniş yollar, geçitler yarattık.
"el-Feccü"geniş
yol, "es-sebîl" ise yürüyen yol demektir. "Ficâc" kelimesi
"sübül" kelimesinin sıfatı olduğu halde ondan önce zikredilmiş,
geriye bırakılmamıştır. Nitekim bir başka ayette "Orada geniş yollara
girmeniz için" (Nuh, 71/20) buyurulmaktadır. Bu durumda hal olarak
mansubdur. Mana yönünden her ikisinin arasındaki fark şudur:
"Sübülen
ficâcâ" ifadesi dağlar arasında geniş yollar var ettiğini bildirmektedir.
"Ficâcen
sübülâ" ise yarattığı zaman bu vasıfla yarattığını bildirmektedir. Bu
husus önceki ifadede müphem bırakılmıştır.
"Yol
bulsunlar diye..." ifadesinde "belki" manası yoktur. Zira Allah
Tealâ için şek ve şüphe caiz değildir.
"Fîhâ"
kelimesindeki zamir dağlara racidir. Yani biz sabit olan dağlarda geniş yollar
yarattık demektir. Bir başka görüşe göre arza racidir. Yani biz yeryüzünde
geniş yollar yarattık demektir.
5- Gökyüzünün yeryüzünün tavanı kılınması:
"Biz
gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık." Yani semâyı yeryüzüne bir tavan
gibi, bir kubbe gibi kıldık. Bu tavan da düşmekten, sarsıntıdan ve meleklerden
haber hırsızlığı yapan şeytanlardan korunmuştur. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle
buyuruyor:
"O'nun
izni olmadan yere düşmesin diye göğü tuttuğunu görmez misin?" (Hac,
22/65). "Gökyüzünün ve yerin O'nun emriyle ayakta durması O'nun (kudretinin)
alâmetlerindendir" (Rum, 30/25). "Şüphesiz ki Allah yerlerinden
ayrılıp gitmemeleri için gökleri ve yeri mutlaka tutar." (Fatır, 35/41).
Yani ya melekler vasıtasıyla yahut yıldızlarla gökyüzünü şeytanlardan korur.
"Onlar
ise gökyüzündeki delillerden yüz çevirirler." Yani müşrikler ve diğerleri
Allah'ın birliğine ve muazzam kudretine delâlet eden, göklerde yarattığı Güneş,
Ay, ve diğer sabit ve gezegen yıldızları ve bu sebeple gece ve gündüzün birbiri
ardınca gelmesi, sıcaklık ve soğukluk gibi menfaatlerin ortaya çıkması, sağlam
bir hesap sistemine ve eşsiz hikmete delâlet eden acaip tertibe irşad edilmesi
gibi ibret ve delilleri tefekkür etmezler: "Göklerde ve yerde nice
deliller mardır ki insanlar bunların yanından geçerler de bu delillerden yüz
çevirirler, ibret almazlar." (Yusuf, 12/105).
6- Gece ile gündüzün, Güneş ile Ay'ın yaratılması:
"Gece
ile gündüz, Güneş ile Ay'ı yaratan O'dur. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.
" Yani Allah kendinden bir nimet olarak dünyanın kendi etrafında dönmesi
vasıtasıyla muazzam hakimiyetine delil olması ve böylece beklenen karanlık,
sükûnet, ışık, ünsiyet, gece ile gündüzün uzunluk ve kısalıkta farklı farklı
yahut eşit oluşları gibi neticelerin gerçekleşmesi için gece ile gündüzü
yarattı.
Yine
Cenab-ı Hak, ışık vermesi ve hararetiyle canlılara meded olması için 2-üneş'i,
bazı ekin ve bitkilere fayda vermek üzere Ay'ı yarattı. Güneş, Ay, yıl-ıızlar
ve dünya herbiri kendi yörüngesinde tıpkı eğirilmekte olan ipin milin et-i5nda
dönmesi gibi döner. Ne ip milsiz, ne mil ipsiz döner. Güneş, Ay ve yıl--_zlar
da böyledir. Yörüngesiz dönmezler. Yörünge de onlar olmadan dönmez. Nitekim
Allah Tealâ şöyle buyuruyor: "Karanlığı yırtıp tan yerini ağartan, geceyi
dinlenme zamanı yapan, Güneşi ve Ay'ı bir hesaba göre hareket ettiren O'dur.
İşte bu, her şeye galip olan ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir."
(En'am, «96).
"Yesbehûn
(Yüzmektedirler)" fiili cemi olarak gelmekle bütün yıldızları ihtiva
etmektedir. Her ne kadar yıldızlar nass olarak zikredilmese de zımmen
ukderilmiştir.
Güneş,
Ay ve dünyanın uçsuz bucaksız fezada döndüklerini bugünkü mo-rern ilim de ispat
etmektedir. Bu da Kur'an'm ebediyete kadar mucize olduğuna, O'nun Allah
tarafından sâdır olan bir vahiy olduğuna ve insanoğluna büyük bir nimet
olduğuna delâlet etmektedir.
[31]
Bu
ayetler -görüldüğü gibi- bir ve tek olan, ortak ve evlât edinmekten münezzeh
olan yaratıcı ilâhın varlığına yeterli delilleri ihtiva etmektedir. Bunlar tek
yaratıcı olan Allah'ın tam bir kudret ve ulu bir hâkimiyet ile tavsif olunmasına
işaret eden hayret ve dehşet verici delillerdir.
Bu
delillerin altı tane olduğunu anladık. Bu altı delil şunlardır.
1-
Göklerin yeryüzünden ayrılmış
olması ve herbirine hususî bir özellik verilmesi:
Meselâ
"yeryüzü", havası ve suyu ile insan, hayvan ve bitki hayatına, istikrarlı
ve sebatkârlıkla birlikte gayet güzel bir uyum sergilemektedir.
Gökyüzü
de harareti yaymak, ışık vermek için gezegenler, yıldızlar, Güneş ve Ay için
gayet uygun bir ortamdır. Gökler yedi kat, yeryüzü de yedi kattır.
2- Suyun hayat sebebi kılınması: Allah Tealâ her şeyi sudan yaratmış, her
şeyin hayatını su ile korumuştur. İnsanı da sulbün suyundan yaratmıştır.
Ebu
Hatim el-Büstî Sahih-i İbni Hibban adıyla bilinen kitabında Ebu Hu-reyre'den şu
hadisi nakleder: Rasulallah'a (s.a.):
-Ya
Rasulallah! Seni görünce gönlüm hoş oldu, gözlerim aydınlandı. Bana her şeyden
haber ver. Buyurdu ki:
-
"Her şey sudan yaratıldı."
Bu
ayetten sonra Cenab-ı Hakk'ın "Onlar hâlâ iman etmiyorlar mı?" buyurarak
dikkati bu noktaya çekmesi ne muazzam bir şeydir. Yani onlar bizzat müşahede
ettikleri bu gerçekleri tasdik etmiyorlar mı? Bunların kendi kendine
olmadıklarını, bilâkis bunu meydana getiren bir yaratıcı, bunu yoktan var eden
bir varlık olduğunu tasdik etmiyorlar mı? Bu yaratıcının sonradan meydana
gelmesi caiz değildir. Bilakis O'nun ezelî ve kadim olması şarttır. Çünkü
ilâhlık sıfatı gayet makul olarak sonradan meydana gelen varlıklara benzememeyi
gerekli kılar.
3-
Allah dağlan sabit varlıklar
olarak yaratmış, yeryüzü üzerindekilerle beraber sarsılmasın, üzerinde istikrar
ve huzur olsun yahut sarsıntı olmasın diye bu dağlarla yeryüzünü daha da
sağlamlaştırmıştır.
4- Allah yeryüzünde dağlar, tepeler arasında insanların bu dağları kolaylıkla
aşabilmesi, bir yerden diğer yere, bir bölgeden diğer bölgeye kolaylıkla geçebilmesi
için geniş yollar ve geçitler yarattı.
Ficâc,
fecc kelimesinin çoğulu olup iki dağ arasındaki geniş yol demektir. Sonra bu
kelime "Sübül (izlenen yollar)" kelimesiyle açıklanmıştır. Zira
"fecc" insanların gelip geçtiği, izlediği yol ve geçit de olabilir,
hiç kimsenin girmediği yol ve geçit de olabilir.
İstenilen
amaca ulaşabilmek, yeryüzünde hareket imkânı bulabilmek için yolların
yaratılması büyük bir nimettir. Bu nimeti ancak bölgelerin, şehirlerin, kasaba
ve köylerin birbirleriyle karayolu ağıyla bağlanabilmesi ve bu yerleşim merkezleri
arasındaki irtibatın ve ulaşımın kolaylıkla sağlanabilmesi için modern
devletlerin karayolları açmak ve asfaltlamak için yaptıkları korkunç harcamalara
baktığımız zaman anlayabiliriz.
5-
Gökyüzünün yere düşmekten
korunmuş olarak yeryüzünün tavanı kılınması: Zira tavanı olmayan bir evde
yaşamak mümkün olmadığı gibi bu gökyüzü tavanı olmaksızın da yeryüzünde
yaşamak mümkün değildir. Zira hava tabakasının bu tavanla korunması insan
hayatı için son derece gerekli ve şarttır. İnsan hayatının korunması ve
insanların zarar görmemeleri için bu tavanı parçalanmak ve yeryüzüne düşmekten
korumak da esaslı bir iştir. İnsanlar üzerine bazı ateş kütleleri ve semavî
cisimler düşerse ne olur?
Üzüntü
ve hayrete sebep olan hususlardan biri de kâfirlerin Güneş, Ay ve yıldızlar
gibi gök yüzündeki kudret delillerinden yüz çevirmeleridir.
Allah
Tealâ "Onlar ise gökyüzündeki delillerden yüz çevirirler." ayetinde
delilleri gökyüzüne izafe etmiştir. Çünkü bu deliller gökyüzünde bulunmaktadır.
Başka yerlerde ise bu delilleri meydana getiren kendisi olduğu için Cenab-ı Hak
bunları kendisine izafe etmiş (bizim delillerimiz, Onun delilleri v. s.) diye
açıklamıştır.
Bu
da müşriklerin gökleri, gecesiyle-gündüzüyle Güneş'i ve Ay'ı ile, yörüngeleri,
rüzgârları ve bulutlarıyla göklerdeki Allah'ın kudretine ait delilleri incelemekten
gafil olduklarına bir delildir. Eğer bakıp inceleseler ve ibret alsalar bu
varlıkların her şeye muktedir tek bir sanatkârı olduğunu gayet iyi anlarlar ve
O'na şirk koşmaları da artık imkânsız olur.
6- Gece ve gündüzün yaratılması: Bu, insanlara verilen bir başka nimetin
hatırlatılmasıdır. Allah geceyi insanlara sükûnete ermeleri için, gündüzü de diledikleri
gibi tasarrufta bulunmaları ve geçimlerini temin etmeleri için yarattı. Güneşi
gündüzün kudret delili, Ay'ı da gecenin kudret delili olarak ayların, senelerin
ve hesabın bilinmesi için yarattı. Güneş, Ay, yıldızlar, gezegenler, gece ve
gündüz hepsi ayrı ayrı suda yüzen kişi gibi hususî bir yörüngede süratle yürür,
akar giderler.
[32]
34-
Biz senden önce hiçbir beşere ebedî yaşama hakkı vermedik. Şimdi sen ölürsen,
sanki onlar ebedî mi kalacaklar?
35- Her nefis mutlaka ölümü tadacaktır. Biz sizi
hayır ve şerle imtihan ederiz. Sonunda yine bize döndürüleceksiniz.
36-
Kâfirler seni gördükleri zaman, seni sadece alay konusu ederler. Birbirlerine:
"Sizin tanrılarınızı diline dolayan bu mu?" derler. Halbuki kendileri
Rahman olan Allah'ın kitabını inkâr etmektedirler.
37-
İnsan aceleden yaratılmıştır. Yakında size (kudretine dair) ayetlerimi göstereceğim.
Bunları benden hemen istemeyin.
38-
Kâfirler: "Eğer (sözünüze) sâdık iseniz bu vaad ne zaman
(gerçekleşecek)?" diyorlar.
39- O kâfirler ne yüzlerinden ne de arkalarından
ateşe hiçbir şekilde engel olamayacakları ve kimseden de yardım göremeyecekleri
zamanı bir bilseler!
40-
Doğrusu kıyamet onlara ansızın gelir de, onları şaşkına çevirir. Bir daha onu
geri çeviremezler. Kendilerine mühlet de verilmez.
41-
Şüphesiz senden önceki peygamberler de alaya alındılar. Ama o peygamberlerle
alay edenleri, o alay ettikleri azap yakalayıp kuşatıverdi.
"Biz
senden önce hiçbir beşere ebedî yaşama hakkı vermedik." Ayetindeki
"ÎÂ-beşerin" kelimesinin nekre olarak gelişi ta'nıim (genelleme)
içindir.
"Biz
sizi denemek için hayır ve şerle imtihan ederiz." ayetinde
"hayır" ve m9tr" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.
İnsan
aceleden yaratılmıştır" ifadesinde insanın vasfında mübalağa yapılmıştır.
Aşırı aceleciliği sebebiyle sanki o acele denilen bir şeyden yaratılmıştır.
Tıpkı Arapların oyuna aşırı derecede düşkün olan bir kimse için "O oyundan
iniiTaya gelmiştir" demeleri gibi.
Halidûn",
"kâfirûn", "testa'cilûn", "yensurûn",
"yenzurûn", "yestehziûn" kelimeleri arasında gayet hoş bir
seci vardır.
[33]
Biz
senden önce hiçbir beşere ebedîlik" dünyada ebedî yaşama, sonsuza c.ar.ar
dünyada kalma hakkı "vermedik. Şimdi sen ölürsen sanki onlar"
dünya-m. ebedî mi kalacaklar?" Bu cümle inkâr manası taşıyan istifham
yerindedir.
"Her
nefis" mutlaka dünyada "ölümü tadacaktır." Burada "zevk
(tatma)" idrak etme manasındadır. "Ölüm "den murad ölümün
başlangıcı şeklindeki şiddetli elemleridir. Ölümü tadan da bedenden ayrılacak
olan nefistir. Her nefis âhimü tadacaktır, ifadesi dünyada nefislerin ebedî
kalmayacağı şeklindeki ifadenin delilidir.
"Biz
sizi hayırla" nimetlerle "ve şerle" belâlarla, yahut
zenginlik-fakirlik, hastalık-sağlık, düşüklük-yükseklik gibi hoşa giden ve
gitmeyen şeylerle "imtihan ederiz" sizi deneriz. Size deneme
muamelesi yaparız.
Fitne,
ibtilâ, imtihan demektir. Bu kelime daha önce geçen fiilin kökünden gelmeyen
mastardır, mutlak mefuldür. Yani bakacağız, sabrediyor musunuz, etmiyor
musunuz? Şükrediyor musunuz, etmiyor musunuz?
"Sonunda
yine bize döndürüleceksiniz." Sizde bulunan sabır ve şükre göre size
amellerinizin karşılığını vereceğiz. Burada bu hayattan asıl gayenin "imtihan"
olduğu hususunda işaret vardır.
"Kâfirler
seni gördükleri zaman seni sadece alay konusu ederler." Yani seni itaya alır,
alaylı bir tarzda davranırlar. Birbirlerine "Sizin tanrılarınızı diline
salayan bu mu?" Sizin tanrılarınıza dil uzatan bu mu? "derler."
"Halbuki
kendileri" tek ilâh olan "rahman olan" Allah'ın kitabını inkar
etmektedirler. Ayetteki ikinci "hüm" kelimesi onların küfürlerini
tekit etmek içindir. Onlar kâfirdirler. Çünkü, "Biz Onu tanımıyoruz!"
derler. Yani Onu kesinlikle tasdik etmezler. O halde asıl alay edilmeleri
gereken kendileridir. Çünkü Resulullah haklı, onlar ise haksızdırlar.
Denilmiştir
ki: Rahmanın anılması demek, kâfirlerin "Biz Rahman olarak ancak (yalancı
peygamber olan) Müseylime'yi tanırız." demektir. Bir başka görüşe göre
Rahmanın zikri, sana indirilen Kur'an'dır.
"İnsan
aceleden" aceleci bir tabiatla "yaratılmıştır". Yani işlerinde
çok aceleci olduğu için sanki aceleden yaratılmış gibidir. Küfre koşması da
insanoğlunun aceleciliğindendir.
"Yakında
size" dünyada Bedir savaşında gerçekleştirdiğim azap vaadi gibi ahirette
ise cehennem azabı gibi "ayetlerimi göstereceğim. Bunları benden hemen"
yerine getirmemi "istemeyin."
Kâfirler
"Eğer" siz ey Muhammed ve O'nun ashabı! Bu sözünüzde "sâdık
iseniz" söyleyin bize "bu vaad ne zaman?" diyorlar.
"O
kâfirler ne yüzlerinden ne de arkalarından gelecek ateşe hiçbir şekilde engel
olamayacakları" yani onu geri çeviremeyecekleri "ve kimseden de
yardım göremeyecekleri zamanı" kıyameti "bir bilseler!"
"Lev"
kelimesinin cevabı, "Bu sözü söylemezlerdi" şeklinde hazfedilmiş olan
ifadedir.
"Doğrusu
kıyamet" veya ateş "onlara ansızın" birden "gelir de onları
şaşkına çevirir". Yani onları hayrete düşürür, yahut onlara hakim olur.
"Kendilerine" tevbe etmek veya mazeret beyan etmek için "mühlet
de verilmez" fırsat verilmez.
"Şüphesiz
senden önceki peygamberler de alaya alındılar." Bu ayet Rasu-lullah (s.
a.) için bir tesellidir. "Ama o peygamberlerle alay edenleri o alay ettikleri
azap yakalayıp kuşatıverdi" Bu ayet nasıl önceki peygamberlerle alay
edenleri yaptıkları alaylar yani bunun cezası kuşatmışsa aynı şekilde Mekke
müşriklerini de işledikleri alayların cezasının kuşatacağı hususunda Peygamberimiz'e
(s. a.) bir vaaddir.
[34]
"Biz
senden önce hiçbir beşere..." 34. ayet, kâfirleri "Muhammed ölecek,
biz O'nun zamanın felâketine uğramasını bekliyoruz." (Tur, 52/30) deyince
nazil olmuştur.
İbni
Münzir, İbni Cüreyc'in şu sözünü naklediyor: Peygamberimiz'e (s. a.) vefat
edeceği haberi verildi. Buyurdu ki: "Ya Rabbi! Peki ümmetim kime kalacak"
Bunun üzerine: "Biz senden önce hiçbir beşere ebedî yaşama hakkı vermedik.
" ayeti indi.
"Kafirler
seni gördükleri zaman..." 46. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak, İbni
Ebî Hatim, es-Süddî'den naklediyor: Ebu Cehil ile Ebu Süfyan kendi aralarında
konuşurlarken Peygamberimiz (s. a.) yanlarından geçti. Ebu Cehil Efendimiz'i
(s. a.) görünce güldü ve Ebu Süfyan'a:
- "Bu, Abdi-Menafoğullarının
peygamberidir." dedi. Bunun üzerine Ebu Süfyan kızdı ve Ebu Cehil'e:
- "Sen Abdi-Menaf oğulları'nın peygamberi
olabileceğini inkâr mı ediyorsun?" dedi.
Peygamberimiz
(s. a.) söylediklerini duymuştu. Ebu Cehil'e döndü, şiddetli ifadeler kullandı,
onu korkuttu ve şöyle dedi:
- "Görüyorum ki, amcan Velid b. Mugîre
'nin başına gelen senin başına gelmedikçe sen bu davranışını
bırakmayacaksın." Sonra Ebu Süfyan'a:
- "Sana gelince sen de bu sözü sadece
kabile taassubu sebebiyle söyledin" dedi. Bunun üzerine şu ayet indi:
"Kâfirler seni gördükleri zaman seni sadece alay konusu ederler."
"insan
aceleci bir tabiatla yaratılmıştır." 37. ayet. Bu ayet kâfirlerin derhal
azap gelmesi talepleri üzerine nazil olmuştur. Rivayet edildiğine göre bu ayet:
"Allahım ! Eğer bu Kur'an senin nezdinden indirilmiş hak bir kitap ise
gökten üzerimize taşlar yağdır veya bize can yakıcı bir azap ver." (Enfal,
8/32) diyen Nadr b. Haris hakkında nazil olmuştur.
[35]
Cenab-ı
Hak bir olmakla muttasıf olan yaratıcının varlığına delâlet eden altı delil
ortaya koyunca dünyanın sonunun yok olmak ve zeval bulmak olduğunu, dünyanın
deneme ve imtihan için, ebediyet âlemi olan ahirete giden köprü olması için
yaratıldığını ve bütün mahlûkatın hesap görmek ve amellerinin karşılığını
görmek üzere Allah'a döneceğini beyan etti.
Daha
sonra da kıyametin yahut cehennem azabının hiç şüphesiz ansızın geleceğini, hiç
kimsenin dünyada uzun müddet kalmakla kendisini aldatmamasını, Allah tarafından
gönderilen rasul ile alay etmemesini, zira bu alay ve istihzasının cezasını
göreceğini beyan etti.
Bu
ifade tesiri şiddetli olan apaçık bir tehdit niteliğindedir.
[36]
Hak
Tealâ yarattıklardan herhangi birinin dünyada ebedî kalacağı düşüncesini reddetmekte
ve şöyle buyurmaktadır:
"Biz
senden önce hiçbir beşere ebedî yaşama hakkı vermedik." Yani Allah Tealâ
hiçbir beşerin dünyada ebedî kalmayacağı şeklinde hüküm koymuştur. Dolayısıyla
ya Muhammed! Ne sen, ne senden öncekiler, ne sana isyan edenler, ne de senden
sonra gelecekler ebedî kalmayacak, öleceksiniz. Senin de senden önce geçen
diğer peygamberler gibi ölmen mukadder olmuştur.
'Şimdi
sen ölürsen sanki onlar ebedî mi kalacaklar?" Yani sen ölürsen Rablerine
şirk koşan o kimseler bakî mi kaçaklar? Hayır, bilakis hepsi ölecekler:
Dolayısıyla senden sonra yaşayacakları ümidini taşımasınlar.
Bu
ifade Rasulullah'm (s. a.) ölümü temenni eden müşriklere verilen bir cevaptır.
Müşrikler Rasulullahın (s. a.) öleceğini takdir ediyorlar, onun ölecek olmasıyla
seviniyorlardı. Allah Tealâ onların bu sevinçlerini söndürdü.
Bu
ayetin bir benzeri de şu ayettir: "Yeryüzünde bulunan her şey fanidir.
Bakî olan sade azamet ve ikram sahibi olan Rabbinin zatıdır." (Rahman,
55/26-
Beyhakî,
Hz. Aişe'nin (r. a.) şu sözünü nakletmektedir: Peygamberimiz (s. a.) vefat
ettiğinde babam Ebu Bekir yanma girdi ve şöyle dedi: "Ah benim peygamberim!
Ah benim biricik dostum! Ah benim seçkin arkadaşım! "Sonra da şu ayeti
okudu: "Biz senden önce hiçbir beşere ebedî yaşama hakkı vermedik."
İslâm
alimlerinden bazıları bu ayeti Hızır aleyhisselâmm öldüğüne, Hızır (a.s.) ister
veli, ister nebî, isterse rasul olsun beşer olduğu için şu ana kadar hayatta
olamayacağına delil getirmektedirler.
Bütün
insanların öleceği beyanını bir defa daha vurgulamak üzere Cenab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır:
"Her
nefis mutlaka ölümü tadacaktır," Yani her yaratık yok olmaya mahkûmdur.
Her nefis cesetten ayrılmadan önce ölümün acılığını tadacaktır.
Hadis-i
Şerifte: "Şüphesiz ölümün sarhoşlukları vardır."[37]
buyurulmaktdır. Dolayısıyla hiçbir kimse başka bir kimsenin ölümüne sevinmesin.
Onun vefatını arzu edip temenni etmesin. Zira herkes ölüm bardağından yudumlayacaktır.
Ayetteki
tatmaktan murad idrak etmekten mecazdır. Burada ölümden murad ölüm öncesi gelen
büyük elem ve acılardır.
"Biz
sizi denemek için hayır ve şerle imtihan ederiz." Yani nimetler ve belâlar,
hoşa giden ve gitmeyen şeyler, zorluk ve rahatlık, sağlık ve hastalık, zenginlik
ve fakirlik, helâl ve haram, taat ve ma'siyet, hidayet ve dalâlet ile sabredip
sabretmeyeceğinizi, şükredip şükretmeyeceğinizi anlamak için sizi denemeye ve
imtihana tabi tutarız.
"Fitne"
kelimesi fiilin lafzından gelmeyen mastar olup mefulü mutlak olarak manasını
te'kit etmektedir.
Bundan
murad şudur: Biz zorluklara karşı sabreden ve rahat içinde şükreden kimseleri
ayırd etmek için size imtihan eden kimsenin muamelesi gibi muamele ediyoruz.
"Sonunda
yine bize döndürüleceksiniz." Yani nihayet dönüşünüz ve varış yeriniz
bizedir. Bizim hesabımıza, cezamıza döneceksiniz. Amellerinizin karşılığını
biz vereceğiz.
Bu
ifadede sevap vaadi ve azapla tehdit vardır.
İmtihan
ancak mükellefiyetten sonra olur. Mükellefiyet ise bulûğ ve akıldan sonra
olur. Bundan dolayı bu ayet mükellefiyetin meydana geldiğine delâlet
etmektedir:
Mükellefiyet
sadece emrolunan ve nehyolunan şeylere ait değildir. Ayrıca iki çeşit imtihan
vardır:
a) "Hayır" isminin verildiği imtihan: Sağlık, lezzet, sevinç
gibi dünya nimetleridir.
b) "Şer" adının verildiği imtihan ise fakirlik, hastalıklar,
zorluklar gibi mükelleflerin başına gelen dünyevî sıkıntılardır.
Allah
henüz daha varlıklar dünyaya gelmeden amellerinin ne olacağını bildiği halde,
buna ibtilâ ve imtihan adını vermesi, bu çeşit durumların imtihan şeklinde
olması sebebiyledir.
"Kâfirler
seni gördükleri zaman, seni sadece alay konusu ederler." Yani Ebu Cehil ve
benzerleri gibi Kureyş kâfirleri seni gördükleri zaman onların bütün gayretleri
seninle alay etmek olur. Seni sadece alay konusu ederler. Seninle alay eder ve
seni hiçe alırlar. Halbuki onların üzerine düşen senin hayatın ve ahlâkın
üzerinde ve içinde akıl sahipleri için öğütler ve dersler bulunan sana inen
vahiy hakkında tefekkür edip düşünmektir. İşte onlar Allahm peygamberini
kendilerinden koruduğu ve haklarında: "Alay edenlere karşı biz sana yeteriz.
" (Hıcr, 15/95) buyurduğu kimselerdir.
İşte
bunlar "Sizin tanrılarınızı diline dolayan bu mu?" yani hayret ve garipseme
ifadesiyle, "Sizin tanrılarınıza dil uzatan ve rüyalarınızı karartan bu
mu?" diyen kimselerdir.
"Halbuki
kendileri Rahman olan Allah'ın kitabını inkâr etmektedirler." Oysa onlar
kendilerini yaratan ve kendilerine nimet veren, sonunda kendisine dönecekleri
Allah'ı inkâr etmektedirler.
Ayette
yer alan ikinci "hum" kelimesi onların küfürlerini te'kit etmektedir.
Küfürle tavsif olunmakta mübalağa olarak, "İşte onlar kâfirlerin ta
kendileridir. " demektedir.
Ayetten
murad şudur. Kendileri daha garip bir durumda iken Allah'ı inkâr edip
Rasulullah (s. a.) ile alay ederlerken nasıl seni ve tanrılarına karşı kötüleyici
tavrını garip karşılamaktadırlar.
Nitekim
Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Onlar seni gördükleri
zaman alaya almaktan başka bir şey yapmazlar. "Allah 'in peygamber olarak
gönderdiği bu mu?" derler. "Eğer putlara inanmada ısrar edip
sab-retmeseydik nerdeyse bizi ilâhlarımızdan saptıruçaktı." derler.
"Onlar azabı gördükleri zaman yolu sapık olan kimmiş bileceklerdir."
(Furkan, 25/41-42).
Kısaca:
Müşrikler nimet veren, yaratan, dirilten ve öldüren Rahman olan Allah'ı inkâr
etmelerine rağmen, hiçbir faydası ve zararı dokunmayan tanrılarım kötü
ifadelerle anıyor diye Peygamber'i ayıplamaktadırlar. Bundan daha çirkin bir
davranış yoktur. Alay ve zemin hiç hissetmeden kendilerine dönmektedir. Çünkü
onlar bu hususu yerli yerine koymamışlardır.
Buna
rağmen müşrikler ahmaktırlar, taşkınlık yapmakta ve basit bir sebeple dehşete
kapılmaktadırlar. Senin (Ya Muhammedi) kendilerini tehdit ettiğin azabın
derhal gelmesini talep etmektedirler. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"İnsan
aceleci bir tabiatla yaratılmıştır." Yani aceleci olarak yaratılmıştır.
Yahut insan aceleden yaratılmıştır. Burada murad edilen insan cinsi,
insanoğ-ludur. Bir rivayete göre ise belirli bir kişidir.
Hatta
o kadar ki sanki aceleci olmak insanın yaradılışından, fıtratından, seciyyesi
ve tabiatından bir parça olmuştur. Nitekim Cenab-ı Hak "İnsanoğlu
acelecidir." (İsra, 17/11) buyurmaktadır.
O
müşrikler imanı, kulluğu itiraf etmeyi ve Hz. Muhammed'in (s. a.) risa-letini
kabul etmeyi zorunlu kılan Allah'ın açık ayetlerinin ve azabının derhal
gelmesini istiyorlardı. Burada ayetlerden maksat tevhidin ve Rasulün sadık
oluşunun delilleri yahut dünyada âcil olarak yok olmak ahirette ise azaptır. Bu
sebeple Cenab-ı Hak: "Bunları benden hemen istemeyin." buyurdu. Yani
bu ayetler vakti gelince hiç şüphesiz gelecektir. Sonra Cenab-ı Hak müşriklerin
şu sözünü nakletti:
"Kâfirler:
Eğer sözünüze sâdık iseniz bu vaad ne zaman (gerçekleşecek)? diyorlar".
Yani onlar azabı yalanlayıp inkâr ettikleri için, küfür ve inatçılıkları
sebebiyle meydana gelmesini de uzak bir ihtimal gördükleri için bilgisizlikleri
ve gaflette olmaları sebebiyle Peygamberimiz (s. a.) ve O'nun gerçekten iman
eden değerli sahabelerine alaylı bir tarzda: "Eğer sözünüze ve vaadinize
sadık kimseler iseniz bizi kendisiyle tehdit ettiğiniz cehennem azabının
meydana geliş vakti ne zaman?" diyorlar. "Eğer sadık iseniz' hitabı
müminler topluluğuna aittir.
Cenab-ı
Hak onları aceleci davranmaktan nehyetmek ve onları azarlamak istedi. Önce
insanoğlunun aşın aceleci olmasını ve aceleciliğin onun tabiatı olmasını zemmederek
başladı. Sonra da müşrikleri, kendilerine vaad edilen azabın meydana
geleceğini inkâr maksadıyla ve asla tasavvur edilemeyecek inancıyla vaad
edilen şeyi acilen istemekten nehyedip azarladı. Daha sonra da onların bu
talepte bulunmakla ne derece ahmak olduklarını beyan etti.
"O
kâfirler..." azabın hiç şüphesiz mutlaka meydana geleceğini yakînen
bilselerdi hiç aceleci davranmazlardı. Onları önlerindan, arkalarından ve her
taraftan kuşatacak olan azabın durumunu; azabın üstlerinden ve ayaklarının
altından kendilerini tamamen kaplayacağını, yüzlerinden ve arkalarından ateşe
engel olamayacaklarını, kendilerine yardım edecek ve azaba girmelerine mani
olacak ve kendilerini azaptan kurtaracak bir yardımcı bulamayacaklarını bir
bilselerdi! Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Onları
Allah'tan (Allah'ın azabından) koruyacak hiç bir kimse yoktur." (Ra'd,
13/34).
Ayet-i
kerimedeki "lev ya'lem (keşke bilseydi)" ifadesinin cevabı mahfuzdur.
Yani onlar bu tehdidin meydana geleceği zamanı bilselerdi inkarcılıkları
üzerinde devam etmekte ısrar etmezler, bu şiddetli azabın derhal gelmesini istemezlerdi.
39.
ayetteki "bir bilselerdi" ifadesindeki bilmek fiili
"anlasalardı" mana-sındadır; bu sebeple ikinci bir mef ul
gerekmektedir. Tıpkı "Onları siz bilmezsiniz, Allah onları gayet iyi
bilir" (Enfal, 8/6) ayetinde olduğu gibi.
Ayet-i
kerimede "yüzler" ve "sırtlar" özellikle zikredilmiştir.
Çünkü bunların azaptan etkilenmesi daha fazladır.
Bu
ayet manasında şu ayetler de vardır: "Onlar için üstlerinde ateşten bulutlar,
altlarında ateşten yatak, üstlerine (ateşten) örtüler vardır." (A'raf,
7/41).
"Gömlekleri
katrandandır. Yüzlerini ateş kaplar." (İbrahim, 14/15). Azap onları her
taraftan kaplar.
Cenab-ı
Hak bundan sonra Kur'an-ı Kerim'de olduğu üzere azabın geliş vaktinin meçhul
olduğunu beyan ederek şöyle buyurdu:
"Doğrusu
kıyamet onlara ansızın gelir de, onları şaşkına çevirir. Bir daha onu geri
çeviremezler. Kendilerine mühlet de verilmez." Yani kıyamet onlara ansızın
gelecek, onları şaşkına çevirecek ve onlara hakim olacak, onlar kıyameti
reddetmek için hiçbir hile bulamayacaklar. Onlara tevbe etmeleri veya özür dilemeleri
için artık vaktin geçmiş olması sebebiyle mühlet verilmez, gecikme de kabul
edilmez. Bu, kendilerine şu anda mühlet verildiğini, düşünüp iman etmeleri,
küfür ve dalâletten dönmeleri için geniş bir fırsat verildiğini, bu uzun mühlet
verildikten sonra artık hiçbir mühlet verilmeyeceğini hatırlatmak içindir.
Kıyametin
gelişinin bilinmemesinin sebebi kulu daha ihtiyatlı olmaya sevk etmektir.
Hataları tedarik etmek için daha uygundur. Bundan böyle kul azap gelinceye
kadar umursamaz ve aldırış etmez şekilde davranmayacaktır.
"O
onlara ansızın gelir." cümlesindeki müennes zamir ya cehennem ateşine, ya
cehennem ateşi manasında olan vaade yahut kıyamet manasında olan 39. ayette
geçen) "hin (zaman)" kelimesine racidir.
Allah
Tealâ bundan sonra müşriklerin Rasulünü (s. a.) istihza edip yalanlamalarından
dolayı Onu teselli ederek şöyle buyurdu:
"Şüphesiz
senden önceki peygamberler de alaya alındılar..." Yani önceki pek çok
peygamberlerle alay edildi. Alay edip istihza edenlere yaptıklarının cezası
olarak azap yağdı. Seninle alay edenlere de alay etmelerinin cezası olarak
peygamberlerini yalanlayan önceki ümmetlere olduğu gibi azap ve belâ yağacak.
Bu azap, meydana gelmesini uzak bir ihtimal olarak gördüklari azaptır.
Nitekim
Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Senden önce de nice
peygamberler yalanlanmıştı. (Ama onlar) kendilerine yardımımız gelinceye kadar
yalanlanmaya ve eziyete uğramaya karşı sabrettiler. Allah'ın sözlerini
değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Şüphesiz ki sana (geçmiş) peygamberlerin
haberlerinden bir kısmı geldi." (En'am, 6/34).
[38]
Bu
ayetler şu hususlara işaret etmektedir:
1) Bu dünya âleminde yaratıklardan hiçbiri için ebedilik yoktur. Dünyada
ismlunanların hepsi fanidirler. Her nefis mutlaka ölümü tadacaktır. Peygamber
•bm Hz. Muhammed (s. a.) vefat ettiğine göre onlar mı ebedî kalacaklar?
2)
Bu dünya deneme ve imtihan
dünyasıdır. İmtihan hayırla olduğu gibi de olur. İnsanlar zorluk ve rahatlıkla,
helâl ve haramla imtihan olunur.
Sabretmeleri
ve şükretmeleri nasıl diye bakılır. Sonra da dönüş ve varış, amellerinin
karşılığının verilmesi için Allah'a olur.
İmtihan
mükellefiyetten sonra olur. Ayet-i kerime mükellefiyetin meydana geldiğine
delâlet etmektedir. İmtihan sadece emrolunan ve nehyolunan hususlarda olmaz.
İmtihan Allah'ın "hayır" ismini verdiği sağlık, lezzet ve sevinç gibi
dünya nimetlerini ve "şer" ismini verdiği fakirlik, hastalık,
mükelleflere gelen diğer zorluklar gibi sıkıntıları da ihtiva etmektedir. Kul
ikramlara, nimetlere şükretmesi, musibetlere karşı sabretmesi için bu iki durum
arasında gelir-gider.
3)
"Her nefis mutlaka ölümü
tadacaktır." ayet-i kerimesindeki umum (genelleme) tahsis edilen umum
kabilindendir.
Zira
Allah Tealâ da nefistir. Cenab-ı Hak Hz. İsa'nın (a.s.) şu sözünü Kur'an'da
nakletmektedir: "Ya Rabbi sen benim nefsimde olanı bilirsin. Ama ben senin
nefsinde olanı bilemem." (Maide, 5/116) Allah için ölüm caiz değildir.
Yine
cansız varlıkların da nefisleri vardır. Ama onlar ölmezler. (Tahsis edilen
umum) hüccet olarak kabul edilir. Tahsis edilen bir kaç şey dışında kendisiyle
amel olunur.
4)
Putların tanrı edinilmesini
ayıplayan Peygamberimiz (s. a.) ile alay eden kâfirler aslında yaratıcı olan,
nimet veren, insanlara pek çok çeşitli nimetlerle lütufta bulanan, hak ilâh
olan Allah'ı inkâr ettikleri için kendileri alaya alınmaya daha lâyıktırlar.
5)
İnsan acelecilikten meydana
gelmiş, aceleci olarak yaratılmıştır. İnsanın tabiatı acelecilik olmuştur.
Fakat tıpkı müşriklerin kendilerine vaad edilen azabın acilen inmesini
istemeleri durumunda olduğu gibi bazan acelecilikte ahmaklık, taşkınlık,
bilgisizlik ve gaflet vardır.
6) Kıyametin veya cehennemle azap edilme vaktinin gelişi kesindir. Fakat
bu zaman ansızın gelecektir. Tevbe etmeye ve özür dilemeye vakit kalmayacaktır.
7)
Peygamberlerle alay etmek eski
ve yeni kâfirlerin âdetidir. Mutlaka sabretmek gereklidir. Alay edenler alay
etmelerinin cezasını çekeceklerdir.
[39]
42- De ki: "Gece ve gündüz sizi Rah-man'dan
(Allah'ın gazabından) kim koruyabilir?" Hayır, onlar Rablerinin zikrinden
yüz çevirmektedirler.
43-
Yoksa, onların bizden başka kendilerini koruyacak ilâhları mı var? Oysa o
ilâhlar ne kendi kendilerine yardım edebilirler, ne de bizden bir dostluk görebilirler.
44-
Doğrusu biz kendilerini ve atalarını (yaşadıkları) hayatı kendileri için çok
uzun gibi görünceye kadar, nimetleri içinde yaşattık. (Emrimizin) yeryüzüne
gelip (onlara ait) yerlerin kıyısından (köşesinden alıp) gittikçe
eksilttiğimizi görmüyorlar mı? Hiç üstün gelen onlar olabilir mi?
45-
De ki: "Ben ancak sizi vahiyle uyarıyorum." Fakat sağırlar ne kadar
uyarıl-salar çağrıyı işitmezler.
46- Yemin olsun ki, onlara Rabbinin azabından az
bir şey dokunsa 'Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz zalim kimseler
misiz!" derler.
47-
Biz kıyamet günü için adalet terazileri kuracağız. Hiçbir kimseye bir haksızlık
yapılmayacaktır. (İşlenen amel) bir hardal tanesi kadar da olsa biz onu ortaya
koyarız. Hesap gören olarak biz yeteriz.
"Sağırlar
çağrıyı işitmezler" ifadesi bir istiaredir. "es-Summü
(sağırlar)" i kâfirler için kullanılmıştır. Çünkü kâfirler akl-ı selim
insan gibi iman ı düşünüp anlamak niyetiyle kulak vermezler.
"Hardal
tanesi" ise az bir amelden kinayedir.
[40]
"De
ki: Gece ve gündüz sizi Rahman'dan" yani, eğer sizin için azap murad
eylemişse lâyık olduğunuz o Allah'ın azabı ve cezasından "kim
koruyabilir?" Kim buna engel olabilir?
"Rahman"
lafzında O'nun umumî rahmetinden başka hiçbir koruyucu olmadığına işaret
vardır.
"Hayır,
onlar Rablerinin zikrinden" Kur'an'dan -yahut Rablerini anmaktan-
"yüz çevirmektedirler." Onun hakkında tefekkür etmemektedirler.
"Yoksa
onların bizden başka" bizim dışımızda "kendilerini koruyacak ilâhları
mı var? Oysa o ilâhlar ne kendi kendilerine yardım edebilirler, ne de bizden
bir dostluk görebilirler." yani bizim azabımızdan kurtulabilirler.
"De
ki: Ben ancak sizi" kendi tarafımdan değil Allah tarafından gelen "vahiyle
uyarıyorum. Fakat sağırlar ne kadar uyarılsalar çağrıyı işitmezler." İşittikleri
uyarı ile hiç işitmeyen sağır kimse gibi amel etmeyi terk ettikleri için onları
sağırlar diye adlandırdı.
"Yemin
olsun ki, onlara Rabbinin azabından az bir şey" az bir nasip veya en küçük
bir şey -ki nefh kelimesinin aslı, bir şeyin kokusundan gelen esinti demektir-
Allahın azabından basit bir esinti "dokunsa: Yazıklar olsun bize!" Eyvah,
helak olduk, "Gerçekten biz" şirk koşmak ve Hz. Muhammedi (s. a.)
yalanlamak suretiyle gerçekten "zalim kimselermişiz! derler."
"Biz
kıyamet günü için" yani kıyamet gününde veya kıyamet gününün karşılığı
için "adalet terazileri" amel sahifelerinin tartıldığı adalete riayet
eden teraziler "kuracağız."
"Artık
hiçbir kimseye" bir hasenenin eksik veya bir seyyienin fazla olması gibi
"bir haksızlık yapılmayacaktır."
"İşlenen
amel" veya zulüm bir tane kadar, bu tane de küçüklük bakımından "bir
hardal tenesi kadar da olsa biz onu ortaya koyarız." Onu getirir ve onun
ağırlığını da hesaba katarız. Her şeyi en ince teferruatına kadar tespit edici
"Hesap gören olarak biz yeteriz." Zira bizim ilmimiz ve adaletimizden
daha mükemmeli olamaz.
[41]
Cenab-ı
Hak kâfirlerin cehennem ateşini ne yüzlerinden ne de arkalarından
engelleyemeyeceklerini beyan ettikten sonra onların dünyada bile Allah
kendilerini korumayacak olsa selâmette olamayacaklarını bildirdi.
Bunun
ardından kâfirlerin kendilerini iman etmeye, putlara tapmayı terk etmeye irşad
eden delilleri düşünmeyip yüz çevirdiklerini, yeryüzünün kıyılarından birbiri
ardında eksiltmede bulunmak hususunda Allah'ın kudretinin eserlerini, Mekke
etrafındaki belde ve kasabaların fethedilmesini bile görmediklerini, bunda
ibret olduğunu ve Allah'ın Rasulüne iman etmeleri gerektiğini beyan etti.
Daha
sonra Rasullerin vazifelerinin susturmak ve kabul ettirmek olmadığını,
Kur'an-ı Kerim'in imanı davet eden delillerinin yeterli olması sebebiyle
onların vazifelerinin sadece tebliğ ve uyarma olduğunu belirtti. Bundan sonra
Cenab-ı Hak kâfirlerin ahirette maruz kalacakları bütün azapların sadece adaletin
gereği olduğunu beyan etti. Onlar dünyada kendi nefislerine zulmetmiş olsalar
da ahirette asla zulme, haksızlığa uğramayacaklardır. Hesap terazileri adalet
ve insaf üzerine kurulmuştur.
[42]
Ey
Rasul! Seninle alay edip istihza eden o kimselere de ki: Geceleyin uykunuz
esnasında, gündüz işinizde Allah'ın azabı size gelse ve size azabını indirmek
istese sizi Allah'ın azabından ve cezasından koruyacak olan kimdir?!
"Rahman"
tabirinde kâfirlere ve isyankârlara verilecek azabın gecikmesinin insanın
nefsini bırakıp Rabbine yönelmesi için Allah'ın rahmeti, nimeti ve lütfuyla
olduğuna işaret vardır.
"Hayır,
onlar Rablerini anmaktan bile yüz çevirmektedirler." Allah'ın lütfu-na
koruma ve himaye etme suretiyle Allah'ın nimetine delâlet eden ve Kur'an1-da
zikredilen pek çok aklî delilin varlığına rağmen, müşrikler bu delillerden yüz
çevirmekte, bunlar hakkında tefekkür etmemekte, Allah'ın üzerlerine olan
nimetini ve kendilerine olan ihsanını itiraf etmemektedirler.
"Rab"
kelimesinin zikredilmesinde onların Allah'ın hakimiyetine boyun eğdiğine, O'nun
gözetimi, terbiyesi ve bol nimetleriyle yaptığı ihsanı içinde yaşadıklarına
delil vardır.
Müşriklerin
"yüz çevirmek" ile tavsif edilmelerinden sonra Cenab-ı Hak hiçbir
faydası ve zararı dokunmayan tanrılara tapınmalarından dolayı onları
azarlamakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Yoksa
onların bizden başka kendilerini koruyacak ilâhları mı var?" Allah'ın
beyanından yüz çeviren o alaycı müşriklerin bizden başka kendilerini koruyacak
ve himaye edecek güç ve kudret sahibi tanrıları mı var?
"Oysa
onlar ne kendi kendilerine yardım edebilirler ne de bizden bir dostluk
görebilirler." Yani bu sahte tanrılar kendilerine bile yardım edemez,
kendilerinden zararı ve belâyı engelleyemezler. Bizden de kendilerine yardım
edilmez. Çünkü onlar son derece acizlik ve güçsüzlük içindedirler. Nasıl olur
da başkalarına yardım edebilirler. Başkalarından zararı kaldırabilir, yahut
onlara fayda verebilirler.
Daha
sonra Cenab-ı Hak onlara ziyadesiyle lütufta bulunduğunu haber vererek şöyle
buyurdu:
"Doğrusu
biz kendilerini ve atalarını (yaşadıkları) hayatı kendileri için çok uzun gibi
görünceye kadar, nimetler içinde yaşattık." Onları aldatan ve içinde
bulundukları dalâlete sevk eden şey dünya hayatında imkân içinde, nimet içinde
yaşamaları, içinde bulunduğu durumda uzun bir müddet hayat sürmeleri, nihayet
kendilerinin üstün bir durumda olduklarına inanmalarıdır. Gerçekte ise bu uzun
zamana rağmen onlar hâlâ gaflet içindedirler. Bizim nimetimizle gururlandılar,
şükrü unuttular.
Kısaca:
Müşrikleri Allah'ın ayetlerinden yüz çevirmeye sevk eden şey sadece
kendilerine verilen mühletin uzun olması idi.
Daha
sonra Cenab-ı Hak onlara nasihatte bulunarak şöyle buyurdu:
"Emrimizin
yeryüzüne gelip (onlara ait) yerlerin kıyısından köşesinden alıp gittikçe
eksilttiğimizi görmüyorlar mı?" Onlar Allah'ın dostlarına, düşmanlarına
karşı zafer ihsan etmesi, yalanlayan ümmetleri ve zalim kasabaları helak
etmesi, mümin kullarını kurtarması, Mekke civarındaki beldelerin fethedilmesi
ve şirk ehlinin topraklarının gittikçe azalmasından ibret almıyorlar mı? Diğer
bir ifade ile: Bizim küfür diyarı ve Darü'l-Harbi azalttığımızı ve oralara
müslümanları hâkim kılarak o yerlerin islâm diyarına katılması suretiyle
"Onların ülkelerinin kıyısından, yanlarından gittikçe biraz daha
aldığımızı görmüyorlar mı?" ayetinin anlamı Cenab-ı Hakkın müslümanlarm
eliyle yaptığı fetihleri tasvir etmek ve İslâm askerlerinin ve askerî
birliklerinin saldırgan müşriklerin topraklarını fethettiklerini ve bu
toprakların kıyılarından alarak hakim olduklarını ifade etmektir:
Kıyılarının
eksilmesinin anlamı: Müslümanların o topraklara girmesi, yavaş yavaş İslâm'ın
nüfusunun genişlemesi, küfür topraklarının daralmasıdır, ayetin son cümlesi
buna delildir: "Hiç üstün gelen onlar olabilir mi?" Yani üstün gelen
biz miyiz, onlar mı? Nasıl üstün geleceklerini zannediyorlar? Onlar
mağlûpturlar, yenilgiye uğramışlardır. Buradaki soru takrir (gerçeği ispat) ve
takri' (başlarına vurmak) içindir.
Muasır
alimlerden bazısı bu ayette yerkürenin kuzey ve güney taraflarında eksiklik
bulunduğuna apaçık bir delil olduğu görüşündedir. Bu kuzey ve güney kutuplarında
"el-Hattul-İhlîlecî (elips)" diye ifade edilen husustur. Bu da Allah
Tealâ'nm kudretine, hakimiyet gücüne, yeryüzünün dönmesi esnasında ona hakim
oluşuna delâlet eden hususlardandır.
45.
ayette Cenab-ı Hak varlığına, kudretine ve birliğine ait Kur'andaki delilleri
tekrar zikredip onlara ısrarla dikkat çektikten sonra şöyle buyurdu:
"De
ki: Ben ancak sizi vahiyle uyarıyorum." Yani ey Peygamber onlara, şöyle
söyle: Ben sadece sizi Rabbinizin kelâmı olan Kuranla uyarıyorum. Ben ancak
sizi uyardığım azap ve cezanın Allah namına tebliğcisiyim. Bunun benim
tarafımdan olduğunu zannetmeyin. Bunu size gönderen Allah'tır, bana da sizi
uyarmamı O emretti. Benim görevim sadece tebliğdir, kabul etmeye zorlamak
değildir. Benim çağrımı kabul etmezseniz bunun sorumluluğu ve cezası benim
üzerime değil, sizin üzerinizedir.
"Fakat
sağırlar ne kadar uyarılsalar çağrıyı işitmezler." Yani bu vahiy Allah'ın
basiretini körleştirdiği, kulağına ve kalbine mühür vurduğu kimselere fayda
vermez. Art arda gelen ve pek çok defa duydukları bu uyarılardan yararlanmamakta
onların misali asla hiçbir şey işitmeyen sağırlar gibidir. Zira uyarıdan maksat
sadece duymak değil, bilakis duyulan şeyle amel etmek, vacip olanı yapmaya
yönelmek, haramlardan sakınmak ve hakkı bilmek suretiyle ona sımsıkı
sarılmaktır. Bu maksat gerçekleşmezse duymanın faydası yoktur.
Daha
sonra Cenab-ı Hak bunların durumlarının değişeceğini, artık uyarıldıkları
şeylerden derhal etkilenen kimseler olacaklarını ve uyarılardan yararlanmadıklarını
açıkça itiraf edeceklerini beyan ederek şöyle buyurdu:
"Yemin
olsun ki, onlara Rabbinin azabından az bir şey dokunsa: Yazıklar olsun bize!
Gerçekten biz zalim kimselermişiz, derler." Yani o hakkı yalanlayanlara
kıyamet günü Allah'ın azabından pek az bir şey isabet etse, hemen günahlarını
itiraf ederler, kendilerinin dünyada nefislerine zulmeden kimseler olduklarını
kabul ederler, kendilerinin yaptıkları ihmal dolayısıyla pişmanlıklarını ortaya
koyarlar. Eyvah, yazık diye bağırışırlar ama artık bunun hiçbir faydası olmaz.
Zemahşerî
Keşşafta diyor ki: Ayette üç defa mübalağa yapılmıştır:
a) Dokunma kelimesinin kullanılması.
b) "Nefha" kelimesinde "pek az, basit" manasının
bulunması.
c) "Nefha" kelimesinin masdar-ı merre (bir defa manasında)
olması.
Bundan
sonra Cenab-ı Hak ahirette onlara gelecek bütün azabın adaletin gereği olduğunu
beyan etmek üzere şöyle buyurdu:
"Biz
kıyamet günü için adalet terazileri kuracağız. Hiçbir kimseye bir haksızlık
yapılmayacaktır." Yani biz kıyamet gününde yahut kıyamet günü halkı için amel
defterlerinin tartıldığı adalet terazileri kuracağız. O zaman hiçbir kimseye
hiçbir haksızlık yapılmayacaktır. Her ne kadar onlar dünyada nefislerine
zulmetmiş olsalar da ahirette zulme uğramayacaklardır. "Hiçbir kimseye
hiçbir haksızlık yapılmayacaktır" ifadesi ilâhî terazinin adil olduğunu,
hiçbir kimsenin hak kazandığı sevabının eksik olarak verilmeyeceğini bir kez
daha vurgulamaktadır.
Alimlerin
çoğunluğu bu ilâhî terazinin tek bir terazi olduğu görüşündedirler. Bu
terazide tartılacak amellerin çeşitli olması dikkate alınarak çoğul olarak
kullanılmıştır. Teraziler "âdil" olarak tavsif edilmiştir. Çünkü
terazi aslında tartan bir terazi olacağı gibi böyle olmayabilir de.
Bir
görüşe göre "terazilerin kurulması"nd&n murad düzgün bir hesap görülmesi,
amellerin karşılığının hiçbir kimseye zerre kadar haksızlık yapılmadan adalet
ve insaf gözetilerek verilmesidir. Yani tartmaktan gaye yaratıklar arasında
adaletin gözetilmesidir. Bu gerçeğe tartılacak şeylerin tartılması için
terazilerin kurulması ile örnek verilmiştir.
Bu
hususta -tercih edilmeye daha lâyık- bir başka görüş de şudur: Burada
anlatılmak istenen husus Allah Tealâ'nın gerçek terazileri kurup bunlarla
amelleri tartacak olmasıdır.
Hasan-ı
Basrî diyor ki: Bu ilâhî terazinin iki kefesi ve bir dili vardır. Kimin
sevapları günahlarından ağır gelirse helak olanlardan olur.
el-Kıst,
adalet demektir. Yani terazilerde dünya terazilerinde olduğu gibi hiçbir
şekilde eksik tartma ve haksızlık yoktur.
"Bir
hardal tanesi kadar da olsa biz onu ortaya koyarız." Yani işlenen amel
veya zulüm hardal tanesi ağırlığında bile olsa biz iyi veya kötü ona tam
karşılığını veririz.
"Hesap
gören olarak biz yeteriz." Yani kulların amellerini tespit etmek üzere
biz yeteriz. Onların amellerini bizden daha iyi bilen hiçbir kimse yoktur.
Amelleri değerlendirme hususunda da bizden daha doğru ve daha adil hiçbir kimse
yoktur.
Bu
ayette Allah Tealâ hakkında üzerlerine vacip olan kulluk vazifelerinde-ki ihmal
ve kusurlarından dolayı kâfirlere ve isyankârlara kuvvetli bir tehdit ve
şiddetli bir uyarı yapılmaktadır. Zira hiçbiri birbirine karıştırmadan gayet
iyi bilen, hiçbir gücün âciz kalamayacağı eşsiz kudrete sahip bir varlıktan insanlar
şiddetle korkmak mecburiyetindedirler.
[43]
Bu
ayetler şu hususları dile getirmektedir:
1- Allah'ın lütuf ve rahmetinden biri de himaye etmesidir, insanları
geceleyin uyku esnasında, gündüz işlerini görürken azaptan koruyup
gözetmesidir. Fakat insanlar Kur'an'ın öğütlerinden, Rablerinin nasihatlerinden
gafil ve habersizdirler. Halbuki Rablerini bilmeleri üzerlerine borçtur.
2- Kâfirlerin kendilerine yardımda bulunduğunu iddia ettikleri sahte tanrılar
kendi kendilerine bile yardım edemezler ki nasıl kendilerine tapanlara yardım
etsinler? Nasıl Allah Tealâ'nın azabına engel olabilsinler, azaptan koruyabilsinler?
3- Mekke halkının ve benzerlerinin dünya nimetleri içinde yüzmeleri, bu
nimetin hiç kaybolmayacağını zannetmeleri, Allah Tealâ'nın hüccetlerini düşünmekten
yüz çevirmelerine ve kendilerini aldatmalarına sebep olmuştur. Halbu ki onlar
Peygamberimiz'in (s. a) peş peşe gelen zaferlerini, O'nun kendilerine galip
gelmesini, Allah'ın Peygamberine Mekke civarında bulunan beldelerin birbiri
ardınca fethini ihsan etmesini düşünmeli idiler.
4- Peygamberimiz'in (s. a.) görevi kâfirleri uyarmak, Allah tarafından
kendisine vahyedüen Kur'anla dikkatlerini çekmektir. Fakat kâfirler duydukları
bu uyarıdan yararlanmadılar. Tıpkı hiç duymayan sağırlar gibi oldular. Ama
Allah'ın azabından pek az bir şey kendilerine dokununca onların bu durumu
değişecektir. İşte o zaman gerçekleri duyacaklar, özür beyan edecekler, bu uyarılardan
hiç yararlanmadıklarını itiraf edecekler. Kendi nefislerine zulmettiklerini ve
küfre düştüklerini, itirafın hiçbir yararı olmayacağı bir zamanda itiraf
edeceklerdir.
5- Allah'ın adaletinin üstünde ondan daha dakik, daha doğru ve daha sağlam
bir adalet yoktur. O'nun kıyamet günü için -veya kıyamet gününde- kuracağı
ilâhî terazileri son derece âdildir. İyilik yapan kimsenin iyiliğinden eksiltme
yapılmaz, kötülük yapan kimsenin kötülüğüne de ilâve yapılmaz. İsterse işlenen
amel veya iyilik yapanın takdim ettiği hayırlı iş hardal tanesi ağırlığında
olsun. Bir şeyin miskali onun benzerinin ağırlığı demektir.
İnsanların
hayır veya şer olarak ortaya koydukları amellerin karşılığını vermek üzere
Allah yeter. Kullarının amellerini tespit edip saymak üzere O ye-:er. Hesabı
O'ndan daha seri olan hiçbir kimse olabilir mi? Hesap, saymak demektir. Bundan
maksat uyarmak ve dikkat çekmektir.
"Hardal
tanesi" ifadesinden maksat bir şey ne kadar küçük veya ne kadar büyük
olursa olsun Allah Tealâ katında zayi olmaz manasında mübalağadır.
6- Hakkında hadis-i şerifler varit olan ve alimlerin çoğunluğunun kabul
ettiği görüşe göre her mükellef için amellerinin tartılacağı bir mizan (terazi)
«l?»-7»k; sevaplar bir kefeye, günahlar bir kefeye konulacaktır.
Huzeyfe
(r. a.) diyor ki: "Kıyamet gününde mizanın (terazinin) sahibi Cebrail
(a.s.) olacaktır."
Mücahid,
Katade ve Dahhak'tan rivayet edilen bir görüşe göre, mizanın ııkredilmesi bir
örnektir. Orada mizan yoktur. O sadece (ilâhî) adalettir.
[44]
48-
Yemin olsun ki, biz Musa ve Harun'a takva sahipleri için bir ışık ve öğüt olan
hakkı batıldan ayıran kitabı -Tevrat'ı-indirdik.
49- Onlar tenha yerlerde de Rablerin-den
korkarlar. Onlar kıyametin dehşetinden ürperirler.
50-
Bu (Kur'an) da bizim O'na (Muham-med'e) indirdiğimiz mübarek bir öğüttür.
Şimdi siz bunu inkâr mı ediyorsunuz?
"Yemin
olsun ki, biz Musa ve Harun'a takva sahipleri için" hidayet yolunu
aydınlatan "bir ışık ve" içinde bulunan ibretler sebebiyle
kendisinden istifade edilen "bir öğüt olan Furkan'ı" hakkı batıldan,
helâli haramdan ayıran Tevrat'ı "indirdik."
"Onlar"
takva sahipleri "tenha yerlerde de" insanlardan uzak oldukları durumlarda
da "Rablerinden" yani O'nun azabından "korkarlar. Onlar kıyametten"
yani kıyametin dehşetinden "ürperirler." korkarlar.
"Bu"
Kur'an "da bizim O'na" Muhammed'e (s. a.) "indirdiğimiz mübarek"
çok hayırlı, bol faydalı, feyiz ve bereket kaynağı "bir öğüttür"
hatırlatma ve nasihat kitabıdır. "Şimdi siz bunu" son derece açık ve
net olan bu gerçeği "inkar mı ediyorsunuz?" Buradaki soru azarlama
içindir.
[45]
Allah
Tealâ Rasulüne (s. a.) kavmine: "Ben ancak sizi vahiyle uyarıyorum."
demesini emrettikten sonra bunun ardından bu uyarının Allah Tealâ'nın peygamberleri
hakkında bir sünneti (ilâhi adaleti) olduğunu beyan etti. Allah Tealâ bütün
peygamberlerine ihtiva ettiği şeriat ve hükümlerin beşerin hidayetine sebep
olması için vahiy indirdi.
Allah
Tealâ tevhid ve nübüvvetin delillerini beyan ettikten sonra kavminden
karşılaştığı eza ve cefalara karşı Rasulüne teselli olması, bu ilâhî risaleti eda
etmesi ve bu hususta sebatkâr olması hususunda onun gönlünü takviye etmek için
geçmiş peygamberlerin kıssalarını anlatmaya başladı.
[46]
Çoğu
zaman Allah Tealâ Hz. Musa (a.s.) ile Hz. Muhammed (s. a.) ve kitaplarını bir
arada zikreder. Bu, peygamberlik ilişkisinin ve vahiy ilişkisinin devam
ettiğini beyan etmek ve Tevrat'ın sahih olan, değiştirilmemiş aslı ile Kur'an-ı
Kerim arasında hem dini, hem dünyayı, hem inancı hem de ibadeti içine alan
mükemmel Şeriat sistemi açısından pek çok benzerlikler bulunduğuna işaret etmek
içindir.
Cenab-ı
Hak şöyle buyurmaktadır: "Yemin olsun ki, biz Musa ve Harun'a takva
sahipleri için bir ışık ve öğüt olan Furkan'ı -Tevrat'ı- verdik." Yani Allah'a
yemin olsun ki biz Musa ve Harun'a şeriatın hükümlerini ihtiva eden bir kitap
verdik. Bu kitap Allah'ın kendisinde hakkı batıldan, helâli haramdan ayırd
ettiği Tevrat'tır. Tevrat aynı zamanda hidayet ve kurtuluş yoluna ulaşabilmek
için şaşkınlık ve bilgisizlik karanlıklarında kendisiyle aydınlanılan bir
nurdur. O ayrıca Rablerinden gerçek manada korkan takva sahiplerinin ibret
alacağı bir öğüt ve nasihat kitabıdır.
Takva
sahipleri şu vasıfları taşımaktadırlar:
1. Tenhada Allah'tan korkmak: "Onlar tenha yerlerde de Rablerinden
korkarlar. " Yani onlar tenha, gizli ve hiç kimsenin durumlarını
bilmediği yerlerde Rablerinin azabından korkarlar, emrini tutar, nehyinden
kaçınırlar. Razî, bu mana akla en yakın manadır demektedir.
Kur'an-ı
Kerim'de bu mana üzerinde tekrar tekrar durulmuştur. Nitekim başlıca ayetlerde
şöyle buyurulmaktadır: "Tenha yerlerde de Rahmandan korkan ve O'nun
huzuruna halis bir kalple gelen kimse..." (Kaf, 50/33); "Tenha yerlerde
de Rablerinden korkan kimselere mağfiret ve büyük bir ecir vardır." (Mülk,
67/12).
2. Kıyamet gününden korkmak: "Onlar kıyametten de ürperirler." Yani
onlar kıyametten, onun dehşetinden, orada olacak hesap ve sorgudan da korkar,
titrerler.
Cümleye
zamirle başlanması ve hükmün onun üzerine bina edilmesinde mübalağa ve ta'riz
vardır.
Kur'an-ı
Kerimin hususiyetleri: Tevrat'ın özellikleri bunlar olunca Kur'an-ı Kerim'in
buna benzer özellikleri vardır: Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Bu
(Kur'an) da ... mübarek bir öğüttür." Yani sana indirilen bu Kur'an bir
hatırlatma ve öğüttür. Faydalarının çokluğu, haberlerinin çeşitliliği ile feyiz
dolu, bereket dolu bir kitaptır.
"Şimdi
siz bunu inkâr mı ediyorsunuz?" Bu kadar çok faydalı bunun gibi bir kitabı
nasıl olur da inkâr edersiniz? Son derece açık ve net olduğu halde onu nasıl
inkar edersiniz? Kur'an aynı zamanda gayet ince nazmı, derin belâğati, aklî
delilleri ve şeriatı beyan etmesiyle mucizedir. Siz kelâmın eşsizliğini,
dilinin fesahatini ve beyanın sağlamlığını en iyi takdir eden kimseler olarak
O'nun Allah tarafından indirildiğini nasıl inkâr edersiniz?
[47]
Hz.
Musa ve Hz. Harun kıssasında Kur'an-ı Kerim ile karşılaştırılması için sadece
Tevrat üzerinde duruldu.
Geçen
ayetlerden anlaşılmıştır ki, Tevrat hak ile batılı, helâl ve haramı, sapıklık
ve hak yolu birbirinden ayıran, hidayet ve kurtuluş yoluna girebilmek için
kendisiyle aydınlanılan bir ışık, ilâhî bir kitaptır. Nitekim bir başka ayette:
"Şüphesiz biz, içinde (hidayet ve nur bulunan Tevrat'ı indirdik."
(Maide, 5/44) buyurulmaktadır. Tevrat ayrıca takva sahipleri için de bir
hatırlatma ve öğüttür.
Bu
vasıflar diğer bazı ayetlerde aynı zamanda Kur'an-ı Kerimin özellikleri olarak
zikredilmiştir:
"insanların
hidayete ermesi için daha önce de Tevrat ve tndl'i indirmişti. Şimdi ise hak
ile batılı ayıran Kur'an'ı indirdi." (Âl-i imran, 3/4).
"Bütün
âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna (Muhammed'e) hakkı batıldan ayıran, Furkan
'ı indiren Allah yüceler yücesidir." (Furkan, 25/1).
"Şüphesiz
size Allah tarafından bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir." (Maide,
5/15).
"...
ve O'na (Rasulullah'a) indirilen nura tabi olanlar işte onlar kurtuluşa
erenlerdir."(A'raf, 7/157).
"...
İnsanlara indirilen hususları açıklayasın diye sana da zikri (Kur'an'ı)
indirdik." (Nahl, 16/44).
"Bu
Kur'an sana ve ümmetine bir öğüttür. Yakında hesaba çekileceksiniz."
(Zuhruf, 43/44).
"Bu
mübarek bir öğüttür." (Enbiya, 21/50).
Araplar,
Yahudilerin Hz. Musa'nın (a.s.) Furkan'ına sarılmalarını normal görüyorlarsa
kendileri de kitapları olan Hz. Muhammed'in (s. a.) Furkan'ına sarılmaya daha
fazla lâyık idiler.
Takva
sahiplerinin vasıfları ise eskiden ve şu anda hep aynıdır: Cenab-ı Hak burada
onların sadece iki vasfını zikretti: -Açık ve gizli her yerde Allah'tan
korkmaları,
-Kıyamet
gününden, onun dehşetinden ve o gün meydana gelecek hesap ve sorguya
çekilmekten ürpermeleri.
Ayet-i
kerimeler bunlardan alınacak özlü mananın, asıl hedefin beyan edilmesiyle sona
ermiştir: Bu da benzerini getiremeyecekleri bir mucize olması, önünden
arkasından batılın kendisine yaklaşamadığı bir kitap, son derece hikmet sahibi
ve en büyük övgülere lâyık olan Cenab-ı Hak tarafından indirilmiş Allah kelâmı
olduğu halde Arapların Kur'an'ı Kerim'i inkar etmelerine hayret edilmesidir.
[48]
51- Şüphesiz biz daha önce İbrahim'e de hakkı
bulma kabiliyetini vermiştik. Zaten biz O'nu gayet iyi biliyorduk.
52- İbrahim babasına ve kavmine: "Sizin şu
tapmakta olduğunuz heykeller nedir?" demişti.
53- Onlar da: "Biz atalarımızı bunlara
tapıyor bulduk." dediler.
54-
İbrahim: "Doğrusu siz de, atalarınız da apaçık bir sapıklık içine düşmüşsünüz."
dedi.
55-
Onlar: "Sen bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen de şaka yapanlardan
mısın?" dediler.
56-
İbrahim: "Hayır, sizin Rabbiniz gökleri ve yeri yoktan var eden, göklerin
ve yerin Rabbi olan Allah'tır. Ben de buna şahitlik edenlerdenim.
57-
Allah'a yemin olsun ki, siz buradan arkanızı dönüp gittikten sonra ben
putlarınıza mutlaka bir tuzak kuracağım " dedi.
58- Nihayet (İbrahim) putları parça parça etti.
Ancak içlerinden büyük olana dokunmadı. Belki o puta gelip baş vururlar (!) diye.
"Şüphesiz
biz daha önce" Musa ve Harun'dan önce "İbrahim'e de hakkı"
töstü, din ve dünyada hayır ve salah cihetlerini "bulma kabiliyetini
vermiştik." Bir ayette şöyle buyuruluyor: "Eğer (yetim çocukların)
rüşde erdiklerini açıkça görürseniz mallarını kendilerine verin." (Nisa,
4/6). Ayette geçen "rüşdehûırke\i-mrri "raşedehû" şeklinde de
okunmuştur. Rüşdün, Hz. İbrahim'e izafe edilmesinin manası, onun bu
kabiliyetinin ayrı bir anlamı olmasıdır.
"Zaten
biz onu gayet iyi biliyorduk." Onun kendisine verdiğimiz peygamberliğe
ehil olduğunu, güzel vasıfları ve değerli hasletleri taşıdığını biliyorduk.
Borada Cenab-ı Hakk'm bu fiilinin bir tercih ve hikmet gereği olduğuna, onun e»
küçük cüz'î meseleleri de gayet iyi bildiğine işaret vardır.
"İbrahim
babasına ve kavmine, sizin şu tapmakta olduğunuz heykeller ne-diH
demişti." Ayette geçen "temasîl" heykeller, putlar demektir. Put
manasına gelen "timsâl" kelimesinin çoğuludur. Timsâl Allah Tealâ'nm
yarattığı şekle homeyen insan, hayvan ağaç gibi varlığın yapılmış cansız
heykeli. Putlara temasil denmesi onları tahkir edip küçümsemek içindir. Yoksa
Hz. İbrahim (a.s.) bu putlara aşırı ta'zim ve hürmet gösterdiklerini biliyordu.
Bazıları sanem ve vesen putlarını birbirinden ayrı tarif etmişlerdir. Sanem,
ateşte erime kabiliyeti olan madenlerden yapılan put; vesen ise ağaç v.s.'den
yapılan put denişlerdir.
"Âkifûn"
kelimesi onlara tapınmak üzere karşılarında duruyorsunuz, de-
"Onlar
da: Biz atalarımızı bunlara tapıyor bulduk." Bunun üzerine biz de onlara
uyduk," dediler".
"İbrahim:
Doğrusu siz de atalarınız da" bu putlara tapınmakla "apaçık bir
sapıklık içine düşmüşsünüz, dedi."
"Onlar:"
Ya İbrahim "Sen bize gerçeği mi" gerçekten sabit olan ciddi bir şey
mi "getirdin, sen şaka yapanlardan mısın?" Bizimle eğlenen
kimselerden misin? "dediler."
"İbrahim"
Hayır sizin Rabbiniz gökleri ve yeri yoktan var eden" daha önce hiçbir
benzeri olmaksızın en güzel şekilde yaratan, "göklerin ve yerin
Rabbi" gerçek sahibi ve ibadete en lâyık olan Rabbiniz "Allahtır. Ben
de buna" bu söy-lediğime "şahitlik edenlerdenim." Yani
doğruluğunu kesin olarak kabul eden-buna delil getirenlerdenim,
"dedi." Çünkü şahit bir şeyi kesin olarak bilen ve ispat eden
kişidir.
.
Putlarınıza mutlaka bir tuzak kuracağım." Yani onları kırmaya çalışacağım.
"Keyd" aslında zarar vermek için tuzak hazırlamak, komplo kurmaktır.
Burada anlatılmak istenen onlara aşırı derecede eziyet ve zarar vermektir.
"Nihayet"
İbrahim, kavmi bayram günü için toplantı yerine gittiklerinde ""putları
parça parça etti." kırdı, dağıttı. "Ancak içlerinden" putlardan
"büyük olana dokunmadı." diğerlerini kırıp onu bıraktı. Baltayı da o
büyük putun boynuna astı. "Belki ona" o puta "gelip baş
vururlar" o putun diğer putlara yaptığını görürler "diye!"
[49]
Bu
kıssa, Rasulullah'a (s. a.) teselli olması için, Allah yolunda cihad, sabır,
hak dine davet ve müşriklerin düşmanlıkları hakkında önceki peygamberleri örnek
alması için bu surede geçen geçmiş peygamberlere ait kıssaların ikincisidir.
[50]
"Şüphesiz
biz daha önce İbrahim'e de hakkı bulma kabiliyetini vermiştik..." Allah'a
yemin olsun ki, biz İbrahim'e rüşdünü vermiş, Musa ve Harun'dan önce yahut
peygamberlikten önce onu hayır ve salâh yoluna iletmiş, onu Allah'ın birliğini
tanımak ve putlara tapınmaya düşmanlık etmek hususunda muvaffak kılmıştık.
Çünkü bu putlar hiçbir fayda veremez, hiçbir zararı dokunmaz, işitmez, görmez
varlıklardır. Bunlar sadece babasının İbrahim'in (a.s.) önünde keserle yaptığı
ağaç, maden veya taştırlar. Zaten biz onun peygamberliğe ehil, güzel ahlâkı
haiz bir kimse olduğunu gayet iyi biliyorduk.
Rüşd,
ya peygamberlik yahut din ve dünya meselelerinde hayır ve salaha ehil olmak
demektir. Kurtubî, tefsir ehlinin çoğu birinci görüştedir; yani rüş-dün
peygamberlik olduğu görüşündedir, demiştir.
"Hz.
İbrahim babasına ve kavmine: Sizin şu tapmakta olduğunuz heykeller nedir?
demişti."
Yani
kavminin Allah'ı bırakıp putlara tapmalarını yadırgadığı ve "Nedir şu
sizin tapmakta olduğunuz ve ta'zim gösterdiğiniz heykeller ve putlar?"
dediği zaman biz ona rüşdünü -hakkı bulma kabiliyetini- vermiştik.
Ayette
bu putlar hakkında düşünmek gerektiğine ve bunların hiçbir faydası olmadığına
işaret vardır. Fakat onlar bunu yapmadılar. Hiçbir delil olmaksızın geçmişi
körü körüne taklit etmekte ısrar ettiler ve şöyle dediler:
"Biz
atalarımızı bunlara tapıyor bulduk." Yani bizim atalarımızı taklit etmekten,
geçmişe uymaktan başka hiçbir delilimiz yoktur. Zayıflık ve basitlik içinde
zaten bu, yeterli idi.
Hz.
İbrahim (a.s.) bu davranışlarından dolayı onları ayıpladı. "Doğrusu siz de
atalarınız da apaçık bir sapıklık içine düşmüşsünüz, dedi." Sizinle
babalarınız arasında hiçbir fark yoktur. Siz de onlar da hak metodunuzdan ye
doğru yoldan ayrı apaçık bir sapıklık içindesiniz, dedi.
Bu
ifade yanlış bir görüşü zamanın ilerlemesinin, günlerin geçmesinin değiştirmeyeceğine
işaret etmektedir.
Kavmi
Hz. İbrahim'in bu sözünü şaşkınlıkla karşıladılar ve ona şu soruyu sordular:
"Sen bize gerçek olan bir şey mi getirdin yoksa sen de bizimle şaka yapanlardan
mısın?" Senden duyduğumuz bu söz nedir? Sen bu sözü oyun, eğlence, mizah
olsun diye mi söylüyorsun, yoksa bu sözünde ciddi ve gerçekçi misin? Çünkü biz
bunu senden önce hiç işitmedik.
Hz.
İbrahim (a.s.) putlara tapmayı yadırgadıktan sonra hakkı beyan et- ve ibadete
lâyık olan Allah'ı göstermek üzere şu cevabı verdi: "Hayır, sizin
ttabbiniz gökleri ve yeri yoktan var eden, göklerin ve yerin Rabbi
Allahtır." Yani ben şaka ve oyunla değil ciddiyetle ve hak sözle
konuşuyorum. Çünkü ibadete lâyık olan Rab gökleri ve yeri yaratan, daha önce
hiçbir benzeri olmaksızın jııif 1111 var eden, meydana getiren, göklerin ve
yerin gerçek sahibi olan Allahtır. O bütün her şeyin yaratıcısıdır. O
kendisinden başka ilâh bulunmayan Rabdır
"Ben
de buna şahitlik edenlerdenim." Ben de O'ndan başka ilâh olmadığına,
O'ndan başka Rab olmadığına şehadet ediyorum.
Kısaca:
Hz. İbrahim hakkı ortaya koymak hususunda ciddi olduğunu gösterdi. Bu hak önce
sözle Allah'ın birliğini kabul etmek -bu da O'nun söylediği ■imdür.-
Sonra da bizzat fiille desteklemek. Bu sebeple Hz. İbrahim (a.s.) kavmimden
bazılarının duyacağı şekilde yemin ederek şöyle dedi:
"Allah'a
yemin olsun ki, siz buradan arkanızı dönüp gittikten sonra ben Mutlarınıza
mutlaka tuzak kuracağım." Siz bayramınıza gittikten sonra sizin
pıtlarınızı kırmaya ve onlara zarar vermeye gayret edeceğim, dedi. Kavminin her
sene yaptıkları bir bayram toplantısı vardı. Oraya çıkarlar, sonra dönerler,
putlara secde ederlerdi.
Hz.
İbrahim'in (a.s.) bu sözünü kavminden biri duymuş, ezberlemişti. Sonra bunu
haber vermiş, bu haber kavmi arasında yayılmıştı. Bunun üzerine "Kavmi
İbrahim denilen gencin onlara (putlara) dil uzattığını işitmiştik,
dedi-far." (Enbiya, 21/60).
Hz.
İbrahim (a.s.) hasta olduğu şeklinde mazeret ileri sürerek bayram top-a£LCL=ına
çıkmadı. Planını bilfiil uygulamaya koydu. Putların kendilerine yapı-az.
eziyeti gidermeye güçlerinin yetmediğini düşününce belki de putlara tap-ulit:
terk edeceklerdi. Zira pratik delil gönle daha tesirli, düşünmeye daha çok
leşTik edici ve zihne vurması daha şiddetli idi.
^Sihayet
(İbrahim) putları parça parça etti. Ancak içlerinden büyük olana dmümamadı.
Belki o puta gelip baş vururlar diye." Kavmi gidince Hz. İbrahim İbjiJ
putların yanına girdi. Putların önlerinde yiyecekler vardı. Hepsini
pa-■«■parça etti, küçük küçük parçalara böldü. Hepsini kırmış ama
oradaki bü-jrüC putu kırmamıştı: "Üzerlerine yavaşça yürüyüp onlara sağ
eliyle kuvvetli bir indirdi." (Saffat, 37/93). Belki de bu putperestler
normal olarak fayda bu büyük puta müracaat ederler diye, Hz. İbrahim de baltayı
bu pu-ı boynuna veya eline astı. Böylece putun hiçbir şey yapamadığını, putları
. gurura kapıldıklarını, bilgisiz olduklarını onlar da anlasınlar istedi.
[51]
Bu
ayetlerden şu hususlar çıkarılmaktadır:
1- Peygamberlik hiçbir kimseye kendini peygamberliğe ehil kılacak hazır-ı
wk takva olmadan, birtakım vasıflar ve özellikler elde edilmeden verilmez.
İşte
Hz. İbrahim'i (a.s.) Allah peygamberlikten önce isabetli görüşle, kâinattaki
ilâhi kudret delilleriyle Allah'ın birliğini araştırıp bulmaya ve hidayete
muvaffak kıldı. Zaten Allah onun hak bulma kabiliyeti verilmesine ehil ve onun
peygamberliğe lâyık olduğunu gayet iyi biliyordu.
2- Hz. İbrahim'in (a.s.) putlar ve putperestlere karşı cüretli ve eşsiz
bir tavrı vardı. Babası Azer'e ve kavmine, Nemrud ve çevresindekilere:
"Nedir bu sizin tapmakta olduğunuz heykeller, putlar?" dedi.
Onlar
da bu putlara geçmişi taklit etmek için taptıkları şeklinde cevap verdiler.
Onlara Hz. İbrahim (a.s.) kendilerinin de atalarının da bu putlara tapmaları
sebebiyle apaçık bir hüsran içinde olduklarını, zira bu putların hiçbir faydası
ve zararı dokunmayan, hiçbir şey bilmeyen cansız varlıklar olduklarını söyledi.
Kavmi
sanki onu tasdik etmemişti. Hz. İbrahim'e: Sen şu söylediğin sözle bize gerçek
bir şeyi mi getirdin, yoksa bizimle şaka mı yapıyorsun, oyun mu oy-nuyorsun?
dediler.
Hz.
İbrahim ise gerçeği ortaya koyma hususunda kararlı ve ciddi idi. Bu gerçek hem
söz hem de fiille tevhid (Allahın birliğini kabul etmek) idi. Söze gelince:
"Hayır,
sizin Rabbiniz gökleri ve yeri yoktan var eden, göklerin ve yerin Rabbi olan
Allahtır." diyordu. Ardından: "Ben de buna şehadet edenlerdenim. Yani
ben de Onun göklerin ve yerin Rabbi olduğuna şahidim dedi. Şahit ise hükmü
açıklar. Ben de söylediğimi delille açıklıyorum.
Fiille,
Allah'ın birliğini ispat etmeye gelince: Hz. İbrahim (a.s.) sayılan 70 kadar
olan putları kırdı. Bu, Allah Tealâ'ya son derece güvenen kendi hak dininin
sancağını yükseklerde tutma, tevhid bayrağını yükseltme yolunda sıkıntılara
göğüs germeye nefsini hazırlayan kimsenin davranışı idi.
Büyük
putu, sahte tanrıların büyüğünü bıraktı, kırmadı. Süddî ve Müca-hid diyorlar
ki: Büyük putu bıraktı, diğer putları kırdı. Baltayı da, kavmine karşı delil
olarak göstermek için, büyük putun boynuna astı.
"
Belki de o puta gelip baş vururlar (!) diye." Yani o putları niçin kırdın
diye büyük puta sormaları (!) için bunu yaptı. Nitekim proplemlerin çözümü için
alim kimseye veya lidere müracaat edilir. Belki de onlar:
"Bu
putlara ne olmuş da hepsi kırılmış, sen de sapasağlam duruyor, balta da
omuzunda duruyor (!) "diyeceklerdir.
İşte
o zaman onlar da putların aciz, fayda ve zarar veremeyeceklerini, onlara tapmakla
büyük bir bilgisizlik içinde olduklarını anlarlar.
Kurtubî
ve Razî ayetin bu son cümlesi için bir başka açıklama zikretmektedirler. Bu da
şudur: Belki de onlar deliller onların aleyhine çıkınca İbrahim'e ve onun
dinine dönerler, yahut tanrılarının acizliklerini kesin olarak anlayınca
Allah'ın birliğine dönerler.
[52]
59- Kavmi: "Bunu bizim tanrılarımıza kim
yaptı? Muhakkak o zalimlerden biridir." dediler.
60-
Bazıları: "İbrahim denilen bir gencin onlara dil uzattığını
işitmiştik." dediler.
61-
Bunun üzerine kavmin ileri gelenleri: "Öyleyse onu insanların gözleri önüne
getirin. Belki de ona şahitlik ederler." dediler.
62-
(İbrahim'i getirdiklerinde) "İlahlarımıza bunu sen mi yaptın ey
İbrahim?" dediler.
63- İbrahim: "Hayır, işte şu büyükleri
yapmış olmalı. (İsterseniz) Onlara sorun eğer konuşurlarsaF' dedi.
64-
(Bunun üzerine) kendi vicdanlarına baş vurup (içlerinden): "Aslında haksız
olan sizsiniz." dediler.
65- Sonra yine eski kafalarına döndüler:
"Bunların konuşamayacağını sen de gayet iyi biliyorsun." dediler.
"Sonra
yine eski kafalarına döndüler." ayetinde istiare vardır. Onların hakkı
bırakıp batıla dönmeleri istiare yoluyla bir şahsın altı üste gelecek şekilde
ters yüz olmasına benzetilmiştir.
[53]
"Kavmi"
bayram günü yaptıkları toplantıdan dönüp de Hz. İbrahim'in (a.s.) yaptıklarını
görünce birbirlerine "Bunu bizim tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o
zalimlerden biridir, dediler."
"Bazıları:
İbrahim denilen bir gencin onlara dil uzattığını" putları ayıpladığını ve
hakarette bulunduğunu "işitmiştik, dediler."
"Bunun
üzerine kavmin ileri gelenleri: Öyleyse onu insanların gözleri önüne"
herkesin göreceği bir yere, "getirin, belki de" onun sözüne veya
yaptıklarına "şahitlik ederler." yahut bizim ona vereceğimiz cezayı
görürler "dediler."
Hz.
İbrahim'i (a.s.) getirdiklerinde: "İlâhlarımıza bunu sen mi yaptın ey
İbrahim? dediler."
"İbrahim:
Hayır, işte şu büyükleri yapmış olmalı." dedi. Burada herhangi bir şeyi
yapmaktan âciz olduğu bilinen putun ilâh olmayacağını ifade ederek bu fiili
büyük puta isnat etti. Zira onlara o put sebep idi. Bu sözden maksat onları
susturup hüccetle ilzam etmek, putperestliği terk etmeye teşvik etmek yahut
onlarla alay etmektir. Bunun için Hz. İbrahim (a.s.) şöyle demişti. İsterseniz
"Sorun onlara, eğer konuşurlarsa!" Yani bu putlara kendilerini kıran
kimseyi sorun. Eğer bunlar konuşmaya muktedir iseler!
"Bunun
üzerine vicdanlarına baş vurup" akıllarını başlarına alıp, düşünüp
içlerinden konuşamayan varlıklara tapmakla "aslında haksız olan
sizlersiniz dediler."
"Sonra
yine eski kafalarına döndüler." İstikameti bulduktan sonra mücadeleye
başladılar, tekrar bilgisizliklerine ve küfürlerine döndüler. Hz. İbrahim'e
(a.s.) Allah'a yemin olsun ki, "Bunların konuşamayacağını sen de gayet iyi
biliyorsun, dediler." Yani o halde ne diye bize onlara sorun, diyorsun.
[54]
Bu
bölüm Hz. İbrahim (a.s.) kıssasının putperestlerin putlarının kırılıp parçalanmasından
sonra galeyana gelip kin ve intikam duymaları merhalesini tasvir eden failinin
bilinmesi gereken çok dehşetli bir olay idi. Bu olayın hikâyesi şöyledir:
"Kavmi:
Bunu bizim tanrılarımıza kim yaptı? dediler." Yani Hz. İbrahim (a.s.)
kavminden puta tapanlar, Nemrud ve adamları bayramlarından dönüp putlarının
kırıldığını görünce tehdit ve azarlama yoluyla: "Bu tanrıları kıran
kim?" dediler. Kavminin putlarını "tanrılar" diye ifade
etmeleri, Hz. İbrahim'i şiddetli ayıpladıklarını, bu durumun korkunçluğunu ve
dehşetini ifade etmektedir. Kavmine göre Hz. İbrahim "Muhakkak o
zalimlerden biridir." Yani bu işi yapan bu davranışıyla kendine zulmeden
kimselerden biridir. Ya tanrılara karşı olan cüreti sebebiyle, ya da onları
kırıp paramparça etmesi ve halen de onları küçümsemeye devam etmesi sebebiyle
kendini tahkir edilmeye ve cezaya maruz bırakmaktadır.
"Bazıları:
İbrahim denilen bir gencin onlara dil uzattığını işitmiştik, dediler."
Hz. İbrahim'in (a.s.) daha önce geçen: "Allah'a yemin ederim ki sizin
putlarınıza mutlaka tuzak kuracağım." sözünü işiten bazıları:
"İbrahim adı verilen bir gencin onları ayıpladığını ve onlara tehditte
bulunduğunu duymuştuk, onlara bunu yapan O'dur." dediler.
İbni
Abbas: Allah her peygamberi genç olarak göndermektedir. Her âlime ilim genç
yaşta verilmektedir, demiş ve şu ayeti okumuştur: "Bazıları, İbrahim
denilen bir gencin onlara dil uzattığını işitmiştik, dediler."
Bu
ayetin zahiri bunu söyleyenlerin bir kişi değil bir gurup olduklarına delâlet
etmektedir. Hz. İbrahim (a.s.) onlarla tartışıyor ve: "Tapıp durduğunuz bu
heykeller de nedir?" diyordu. Dolayısıyla onların zihinlerine bu işi Hz.
İbrahim'in yaptığı şeklinde bir düşünce hâkim oldu.
Bunun
üzerine kavmin ileri gelenleri: "Öyleyse onu insanların gözleri önüne
getirin. Belki de ona şahitlik ederler, dediler." Yani Nemrud ve kavminin
eşrafı şöyle dediler: O halde onu büyük bir topluluğun huzuruna, bütün insanların
göreceği ve duyulabileceği bir yere getirin. Böylece insanlar onu görüp aleyhinde
şahitlikte bulunsunlar. Onu delilsiz olarak alıp götürmesinler veya ona
yapılacak şeyi görsünler de ibret olsun.
Hz.
İbrahim'in (a.s.) maksadı zaten bu idi. Bu büyük topluluk huzurunda, onların
kendilerine zarar verilmesini engelleyemeyen ve hiç bir kimseye yardımı dokunmayan
putlara tapmak suretiyle akıllarını çok az kullandıklarını ve çok bilgisiz
olduklarını beyan etmek istiyordu.
"İlâhlarımıza
bunu sen mi yaptın ey İbrahim? dediler." Yani Hz. İbrahim'i getirince -bu
anlaşılan ama mahzuf olan bir cümledir.- Ona: Bu putları kıran sen misin?
dediler. Hz. İbrahim (a.s.) da onlara şu cevabı verdi: "Hayır, işte şu
büyükleri yapmış olmalı." Yani bilâkis bunu yapan şu büyük puttur. Bu put
Hz. ibrahim'in (a.s.) kırmadığı put idi.
Hz.
İbrahim (a.s.) onların bu puta karşı olan aşırı hürmetlerini görüp onun sebep
olduğunu veya kendini bu işe, yani putları hiçe sayma ve onları kırmak işine
onun sevkettiğini dikkate almaları için bu fiili büyük puta nispet etti. Zira
bir fiil bizzat yapana isnat edildiği gibi sebep olana da isnat edilebilir.
Yahut Hz. İbrahim (a.s.) onları hüccetle ilzam etmek ve onları susturmak için
tariz üslubuyla onun yaptığını ikrar etti. Nitekim şaheser bir sanat eserini
sergileyen meşhur sanatkâra yahut güzel bir yazının hattatına, bunu yapanın kim
olduğu sorulunca: "Belki de sen yapmış olabilirsin; Sen yazmış
olabilirsin." demesi gibidir. Bu cevaptan maksat bu hattın veya sanatın
sahibini gizlemek değil sual soranın sualini istihza ile karşılayıp suali ona
ispat ettirmektir.
"Onlara
sorun, eğer konuşurlarsa!" Yani eğer bunlar konuşan tanrılar ise bu
putları kimin kırdığını kendilerine sorun, dedi.
Bu
cevapta putlara tapmanın asılsızlığına dikkatleri çekilmekte ve zihinleri
uyarılmaktadır. Böylece putların faydasız olduklarını ve bunların dilsiz taşlar
olup, konuşmayan cansız varlıklar olduklarını, böyle varlıkların nasıl
ta-pdmaya lâyık olabilecekleri hususunu kendilerinden itiraf etmeye teşvik edilmektedirler.
Bu
cevap -bundan sonraki şu ayetin delaletiyle- onların fikirlerine tesir etmiştir:
"Bunun üzerine kendi vicdanlarına baş vurdular." Yani Hz. İbrahim'in
ta-s.) kavmi o zaman kendi kendilerini ayıpladılar. Tanrıları konuşmadıklarına
göre onların bekçiliğini yapmak ve onları korumak noktasında kusurlu olduklannı
ifade ettiler ve şöyle dediler:
"Aslında
haksız olan sizsiniz dediler." Birbirlerine: İlâhları bekçisiz bırakmak
ve ihmal etmek sebebiyle aslında haksız olan sizsiniz. Yahut konuşmayan
varlıklara tapmak sebebiyle siz kendi kendinize zulmettiniz, dediler.
"Sonra
yine eski kafalarına döndüler. Bunların konuşmayacağını sen de gayet iyi
biliyorsun, dediler." Yani düşünmek ve incelemek için başlarını önlerine
eğdiler. Yahut tekrar Hz. İbrahim'e (a.s.) karşı batıl yolla mücadele etmeye
döndüler. İstikametten ayrıldılar. Şaşkınlık içinde kalınca Hz. İbrahim'e
(a.s.) karşı şu delili ileri sürdüler. "Sen de biz de bunların
konuşmayacağını gayet iyi biliyoruz. O halde nasıl bizden eğer konuşurlarsa
onlara sual sormamızı isteyebiliyorsun?" Yani onlar içinde bulundukları
şaşkınlık sebebiyle Hz. İbrahim (a.s.) için hüccet olabilecek bir ifade ile ona
karşı çıktılar.
[55]
Hz.
İbrahim'in (a.s.) kavmi bayram törenlerinden dönüp de putlarının kırıldığını
görünce son derece öfkelenmişler, araştırma ve yadırgama şekliyle şöyle demişlerdi:
"Bunu bizim tanrılarımıza kim yaptı. Muhakkak o zalimlerden
biridir." Bu durum aslında Hz. İbrahim'in (a.s.) daha önce planladığı
beklenilen bir durum idi.
Nitekim
Hz. İbrahim (a.s.) daha önce söylediği sözleri ve putları yadırgaması, putlara
tapan insanları beyinsizlikle itham etmesi, hiçbir fayda ve zararı dokunmayan
putlara tapınmayı iğneli ve alaylı bir şekilde tenkit etmesi, ayrıca nimet
bahşeden ve bu nimetleri çekip alan, zarar ve fayda veren, tek bir Allah'a
ibadet etmeye davet etmesi şeklinde daha önceki gayretleri sebebiyle Hz.
İbrahim (a.s.), kavminin kendisini itham edeceklerini biliyordu.
Bu
haber Nemrud'a ve kavmin ileri gelenlerine ulaşınca Hz. İbrahim'in (a.s.)
üzerindeki bu ithamı delille ispat etmek istediler ve şöyle dediler: Bütün
insanların göreceği ve işiteceği bir yere onu getirin, onun daha önce
söylediklerine şahit olduklarını ifade etsinler ve bu onun aleyhine delil
olsun.
Bu
ifade o zaman hiçbir kimsenin başka birinin mücerret iddiasıyla sorumlu
tutulmadığına delâlet etmektedir. Bu durum bizim şeriatımızda da, bütün
şeriatlarda da böyledir.
Ancak
kavmi Hz. İbrahim (a.s.) ile bütün insanların huzurunda yapılacak bu
karşılaşmanın kendi aleyhlerinde olacağını hiç düşünmemişlerdi. Zira Hz.
İbrahim (a.s.) hücceti kuvvetli biri idi. O putlara tapınmanın lüzumsuzluğuna
ve onların akıllarının azlığına ve çok cahil olduklarına dikkat çekmek istiyordu.
Ona bu kötü işi kimin yaptığını sormuşlar, o da büyük putun yaptığını söyleyerek
cevap vermişti. Bununla o puta tapmaları ve ona tazim etmeleri, o putun
kızgınlığına ve gazap etmesine ve dolayısıyla diğer putları kırmasına sebep
olduğunu tariz ifadesiyle açıklıyordu. Ayrıca hiçbir şekilde konuşamayan ve
hiçbir şey bilmeyen bir cismin ibadet edilmeye lâyık bir varlık olamayacağına
işart ediyordu.
Hz.
İbrahim'in (a.s.) bu sözü tariz yani bir gerçeği dolaylı yoldan anlatma
şeklindeydi. Ta'riz ifadelerinde yalandan kurtulma vardır.
Nitekim
İbni Adiyy ve Beyhakî'nin İmran b. Husayn'dan (r. a.) -zayıf bir senedle-
rivayet ettikleri hadis-i şerifte peygamberimiz (s. a.): "Ta'riz ifadelerinde
yalandan kurtulma şekli vardır." buyurmaktadır.
Yine
Buharî ve Müslim'in Sahih'lerinde Ebu Hureyre'den (r. a.) rivayet edilen bir
hadis-i şerifte: "Hz. İbrahim (a.s.) sadece üç yerde yalan -ta'rizli ifade-
söylemiştir: İkisi Allah'ın zatı hakkında söylediği: "Hayır, işte şu
büyükleri yapmış olmalıdır." sözü ile "Ben hastayım." sözüdür.
Üçüncüsü ise hanımı Sâre Hatun hakkında kendi başına gelecek bir belâyı ortadan
kaldırmak için "Sâre benim kızkardeşimdir" demesidir."
Hz.
İbrahim (a.s.) daha sonra kavmine: "İsterseniz putlara sorun eğer konuşurlarsa!
Onlar mutlaka beni doğrulayacaklardır. Eğer konuşmuyorlarsa o halde bu işi
yapan ben değilim." dedi. Bu söz aynı zamanda bu işi yapanın kendisi
olduğunu itiraf etme anlamı taşımaktadır.
Hz.
İbrahim (a.s.) iki şeyi delil olarak zikretti:
Birincisi,
"Hayır, işte şu büyükleri yapmış olmalı"sözüdür. Çünkü büyüğün
vazifesi küçükleri ve kendine tabi olanları himaye etmektir. Yahut büyükleri
kendisiyle birlikte bu küçük putlara tapmalarına kızmış, onları kırmıştır.
İkincisi
ise, "Onlara sorun eğer konuşurlarsa..." ifadesidir. Çünkü kavmi
gayet tabiî olarak, "putlar konuşmazlar, fayda ve zararları dokunmaz"
diyecektir. Bunun üzerine Hz. İbrahim de (a.s.) onlara: "O halde niçin
putlara tapıyorsunuz?" diyecektir. Dolayısıyla kendi sözleri kendilerinin
aleyhine hüccet olacaktır.
Hz.
İbrahim (a.s.) hüccetiyle kavmini ilzam edince onlar hiçbir kelime bile
konuşamayan, elinde hiçbir şey olmayan varlıklara tapınmak sebebiyle kendilerinin
haksız ve zalim olduklarını inkâr ettiler. Bu putlar bu halleriyle kendilerine
tapanlara nasıl fayda verebilirdi? Kendi başına vurulan baltaya engel olamayan,
kendine tapanları nasıl koruyabilecekti?
Fakat
sonra yine bilgisizliklerine ve inatçılıklarına döndüler. "Bunların
konuşmayacağını sen de biliyorsun." dediler.
[56]
66- İbrahim: Öyleyse siz Allah'ı bırakıp da
hiçbir şekilde size fayda veya zarar veremeyen putlara hâlâ tapacak mısınız?
67- Size de, Allah'ı bırakıp taptığınız putlara
da yuf olsun! Siz hiç aklınızı kullanmaz mısınız? (dedi).
68-
Bazıları: "Eğer bir şey yapacaksanız, onu yakın. Bu suretle tanrılarınıza
yardım edin," dediler.
69- Biz de (İbrahim ateşe atılınca): "Ey
ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol!" dedik.
70-
Kavmi İbrahim'e bu şekilde bir tuzak kurmak istediler. Fakat biz onları, daha
çok hüsrana uğrayan kimseler kıldık.
"Size
fayda veremeyen" ve "size zarar vermeyen" ifadeleri arasında
tezat sanatı vardır.
"Serinlik
ol." ifadesi mecaz-i mürseldir. Mastar kullanılıp ism-i fail murad
edilmiştir. "Serin ol." demektir.
[57]
"İbrahim:
Öyleyse siz Allah'ı bırakıp da" O'nun yerine "size" rızık v.s.
gibi "hiçbir şekilde fayda" kendilerine tapmadığınız zaman da hiçbir
"veya zarar vermeyen putlara hâlâ tapacak mısınız?"
"Size
de ve Allah'ı bırakıp" O'ndan başka "taptığınız putlara da yuf
olsun." Ayette geçen "üffin" kelimesi sıkıntıya düşen kimsenin
sözüdür. Bunun manası: "Ne pis, ne çirkin!" şeklindedir. Bu kelime
söyleyenin sıkıntıda olduğuna delâlet etmek için kullanılır. Burada anlatılmak
istenen husus Hz. İbrahim'in (a.s.) kavminin apaçık batıl olan bir şeyde ısrar
etmeleri üzerine sıkıldığını ifade etmektir.
"Siz
hiç aklınızı kullanmaz mısınız?" Yaptığınızın çirkinliğini düşünmez
misiniz?
"Bazıları:
Eğer birşey yapacaksanız..." Yani putlara sağlam bir şekilde destek
çıkmak isterseniz "onu yakın" İbrahim'i ateşe atın
"dediler." Zira ateş ceza verilecek şeylerin en korkunç olanıdır.
Böylelikle hüccet getirmekten âciz kalınca ona eziyet etmek yolunu tuttular.
Kavmi: Bu suretle yakmak ve ondan intikam almak suretiyle "tanrılarınıza
yardım edin, dediler." Bunu diyen İran kürtlerinden Heynûn adındaki kişi
olup yerin dibine geçirilmişti. Bir rivayete göre ise Nemrud idi.
Kavmi
Hz. İbrahim'i (a.s.) yakmak için çok odun topladılar. Alevli bir ateş yaktılar.
Hz. İbrahim'i (a.s.) bağladılar. Mancınıkla ateşe attılar.
İşte
bu sırada "Biz de: Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol!
dedik." Yani serin ve esen ol. Zarar vermeyecek şekilde soğuk ol, dedik.
Sadece Hz. İbrahim'i (a.s.) bağladıkları ipler yandı. Ateşin harareti gitti
sadece ışığı kaldı. Ateşin serinliğiyle Hz. İbrahim (a.s.) ölümden kurtuldu.
"Kavmi
İbrahim'e bu şekilde bir tuzak" Ona zarar vermek üzere bir plan, bir hile
ve komplo "kurmak istediler. Fakat biz onları" arzu ettiklerinde
"daha çok hüsrana uğrayan kimseler kıldık." Yani herkesten daha çok
hüsrana uğrayan kimseler kıldık. Zira onların bu gayretleri kendilerinin batıl
üzerinde olduklarını gösteren ve Hz. İbrahim'in (a.s.) derecesini artıran
kavminin de en şiddetli azaba lâyık olmasını gerektiren bir hüccet olmuştur.
[58]
Bu
bölüm Hz. İbrahim (a.s.) ile putperest kavmi kıssasının en dehşetli kısmı olan
üçüncü ve sonuncu bölümüdür.
Hz.
İbrahim (a.s.) kavmi putlara tapınmanın hiçbir yararı olmadığını kendi
kendilerine ikrar edip de Hz. İbrahim (a.s.) de hüccetle onları ilzam edince
vesvese ve evham üzerine kurulu olan, akıl sahiplerinin asla kabul edemeyeceği
bu asılsız hurafe dolu tapınmaya artık son verme gereğini bir şelâle gibi süratle
ilân etmeye yöneldi. Hz. İbrahim (a.s.) şöyle diyordu:
"Öyleyse
siz Allah'ı bırakıp da hiçbir şekilde size fayda veremeyen ve zararı dokunmayan
putlara hâlâ tapacak mısınız?" Yani Hz. İbrahim (a.s.) kavmi bu tanrıların
konuşamadıklarını itiraf ettiklerinde onlara hitaben: "Siz Allah yerine
kendilerine ümit bağladığınızda size hiçbir şekilde fayda vermeyen veya onlara
düşmanlık yaptığınızda yahut onlardan korktuğunuzda size hiçbir zararı
dokunmayan şeylere mi tapıyorsunuz?" dedi.
"Size
de, Allah'ı bırakıp taptıklarınıza da yuf olsun. Size de ilâhlarınıza da
yazıklar olsun". Bu yuhlama ve tahkir Allah Tealâ'yı bırakıp onlara
taptığınız için size ve putlarınızadır.
"Siz
hiç aklınızı kullanmaz mısınız?" Siz içinde bulunduğunuz dalâleti ve ancak
cahil, zalim ve facirlerin bağlı olacağı inkarcılığı hiç düşünmez misiniz?
Hz.
İbrahim (a.-s.) beyan ettiği hüccetiyle onlar üstün gelince, hak ortaya çıkıp
batıl ezilince ona eza ve cefa etmeye koyulmaktan başka çare bulamadılar.
Bazıları:
"Eğer bir şey yapacaksanız onu yakın" dediler. Yani biribirlerine:
"İbrahim'i ateşte yakın. Eğer tanrılarınıza gayet kuvvetli bir şekilde
destek vermek istiyorsanız bu şekilde destek verebilirsiniz." dediler.
Meşhur
olan rivayete göre bunu diyen Nemrud b. Ken'an b. Sincarîb b. Nemrud b. Kûy b.
Hânı b. Nuh idi. Bir başka rivayete göre bu Faris bedevilerinden veya
kürtlerinden bir kişi idi.
Kavmi
çok miktarda odun topladılar. Mancınık kefesiyle İbrahim'i ateşe attılar.
İşte
bu anda "Biz de: Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol!
dedik." Yani peygamberini muhafaza etmeyi ve onları insanların eziyetinden
korumayı tekeffül eden Allah Tealâ: "Biz de: Ey ateş! İbrahim için
serinlik ve esenlik ol; yani zarar vermeyecek şekilde soğuk ol, diye
emrettik." Ateş de ne sıcak ne soğuk serin bir hale geldi.
İbni
Abbas (r.a.) diyor ki: "Cenab-ı Hak esenlik içinde olmasını söylemeseydi
ateş Hz. İbrahim'i (a.s.) soğukluğuyla helak ederdi."
Ebul-Aliye
diyor ki: Eğer Cenab-ı Hak "berden ve selâmen" diye buyurma-saydı,
ateşin soğukluğu sıcaklığından daha şiddetli olurdu. Ateşin soğukluğu Allah'ın
kendisinden hararet ve yakıcılık özelliğini çekip alması ve ışık vermesi ve
hararetlilik özelliğinin aynı şekilde bırakılması ile meydana gelmiştir. Allah
her şeye kadirdir.
Buharî'nin
İbni Abbas'tan (r. a.) rivayetine göre Hz. İbrahim'i (a.s.) ateşe attıkları
vakit o "Bana Allah yeter ve O ne güzel vekildir!" demiştir.
Peygamberimiz
(s. a.) de Uhud Savaşı'nda aynı sözü söylemiştir: "Bazıları müminlere:
"Düşmanlarınız size karşı ordu topladı. Onlardan korkun, dediklerinde bu,
onların imanlarını artırmıştır ve şöyle demişlerdir: Allah bize yeter, O ne
güzel vekildir?.." (Âl-i İmran, 3/173).
Hafız
Ebu Ya'lâ da Ebu Hureyre'den (r. a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir: "Hz. İbrahim (a.s.) ateşe atıldığı zaman Al-lahım! Sen
göklerde teksin. Ben de yeryüzünde sana ibadet eden tek kulunum,
"demiştir.
Übeyy
b. Ka'b (r. a.) Peygamberimizin (s.a.) şu hadisini naklediyor: "İbrahim'i
bağlayıp ateşe attıklarında şöyle dua etti. Allahım. Senden başka ilâh yoktur.
Ey âlemlerin Rabbi! Seni tenzih ederim. Hamd sadece sana aittir. Mülk sadece
sana aittir. Senin hiçbir ortağın yoktur. Sonra da onu geniş bir yerden
mancınıkla ateşe attılar. Cebrail onu karşıladı:
-
Ya İbrahim, bir ihtiyacın, arzun var mı? diye sordu. Hz. İbrahim (a.s.):
-
Senden istediğim bir arzu yoktur, dedi. Cebrail:
-
O halde Rabbinden iste dedi. Hz. İbrahim (a.s.):
-
Onun benim halimi bilmesi benim isteğime gerek bırakmaz, dedi.
Bunun
üzerine Cenab-ı Hak: "Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol!"
buyurdu.[59]
"Kavmi
İbrahim'e bu şekilde bir tuzak kurmak istediler. Fakat biz onları daha çok
hüsrana uğrayan kimseler kıldık." Yani Hz. İbrahim'in (a.s.) kavmi onu
eziyet verip öldürmek için bir tuzak kurdular. Biz de onları mağlup ve küçük
kimseler kıldık. Allah, Hz. İbrahim'i (a.s.) ateşten kurtardı.
[60]
Bu
ayetler ibret alacak kimseler için bir ibret vesilesidir. Bu ayetler tev-Md,
hak ve fazilete davet yolunda sabreden mücahid bir şahsiyetin tavrı ile batıla,
şirke ve putçuluğa destek olan cahil ve hakkı mütecaviz insanların tutumlarını
temsil şeklinde anlatmaktadır.
Hz.
İbrahim'in (a.s.) kavmi ondan kurtulmak için bir plan hazırlamıştı. Yakmak ve
en şiddetli azap ile ona işkence vermek, onu ateşle cezalandırmak istiyorlardı.
Zira bu çeşit ceza, cezaların en şiddetlisi idi.
Odun
toplamışlar, ateş yakmışlar, alevli bir ateş meydana getirmişlerdi. Sonra Hz.
İbrahim'i bağlamışlar, onu zincirlere bağlı olarak mancınığa koymuşlardı. Bu
beşerin yapabileceği en şiddetli ve en müthiş bir işkence idi. Fakat Allah (c.
c.) buna karşı ne takdir edecekti?
Sonuç,
hayret ve şaşkınlığa sebep olan müthiş derecede ve bütün beşerî tasavvurların
ötesinde idi. Allah ateşin yakıcılığını çekip aldı ve Hz. İbrahim kurtuldu.
Bütün kalabalığın gözü önünde hamamdan çıkar gibi çıktı. Ateş sadece kendisini
bağladıkları ipleri yakmıştı.
Bu,
gerçekten imana davet eden bütün beşeriyetin tedbiri ve hilesi hakkında ayrıca
bütün beşerî tedbiri yok eden, bütün şerli gayretleri ortadan kaldıran yüce
Allah'ın tedbiri hakkında düşünmeyi gerektiren bir mucize idi. Allah Hz.
İbrahim'i (a.s.) kurtarmış ve kavmini hüsrana uğrayan, mağlup ve düşük
derecedeki kimselerden kılmıştır. Çünkü onlar Hz. İbrahim'i (a.s.) yakmak
istemişler ama boşa çıkmıştı.
İbni
Ebî Hatim, Hz. Aişe'den (r. a.) rivayet ettiğine göre Peygamberimiz s.a.) şöyle
buyurmuştur: "İbrahim ateşe atıldığı zaman yeryüzünde bulunan bütün
hayvanlar ateşi söndürmeye çalışmışlar, ancak vezağ (zehirli keler)® de-müen
hayvan İbrahim'in ateşini (daha çok yansın diye) üflemeye çalışmıştı."
Atıyye
el-Avfî diyor ki: Hz. İbrahim (a.s.) ateşe atıldığı zaman kavminin kiralı
Nemrud seyretmeye gelmişti. Bir kıvılcım sıçrayıp onun baş parmağına Jöştü. Onu
yün gibi yaktı.
Tek
olan ve ortağı olmayan Allah'a iman ettim. O mutlak kudret sahibidir. Bir şeyi
murad ettiği zaman ona "Ol der, o da oluverir."
%
Vezağ (zehirli keler) Peygamberimiz'in (s.a.) füveysika (küçük isyankâr) adını
verdiği ve Öldürülmesini emrettiği küçük bir hayvandır.
[61]
71-
Biz İbrahim'i ve Lût'u bütün âlemlere mübarek kıldığımız bölgeye ulaştırarak
kurtardık.
72-
Biz İbrahim'e İshak'ı ve fazladan bir bağış olarak Yakub'u ihsan ettik. Hepsini
salih kimseler kıldık.
73-
Onları, emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık. Kendilerine hayırlı
işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar ancak bize ibadet
eden kimselerdi.
"Kendilerine
hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. " Namaz ve
zekâtın "hayırlı işler" kelimesine atfedilmesi tercih sebebiyle
özel'in genel'e atfedilmesi babındandır. Çünkü bu ikisi de (namaz ve zekât) hayırlı
işlerdendir. Bunları fazileti ve mertebesinin yüksekliği sebebiyle özellikle
zikretmiştir.
"Âlemin",
"sâlihin" ve "âbidîn" kelimelerinde lâtîf bir seci vardır.
[62]
"Biz
İbrahim'i ve" İbrahim'in kardeşinin oğlu "Lût'u bütün âlemlere mübarek
kıldığımız bölgeye ulaştırarak kurtardık." Mübarek kılman bölge Irak'tan
Filistin'e kadar olan bölge olup Allah bu bölgeyi nehir ve ağaçların çokluğuyla
mübarek kılmıştır. Yahut peygamberlerin çoğu bu bölgeye gönderilmiş, dînî
dünyevî hayırlar ve kemalât prensipleri olan şeriatları bütün âleme buradan
yayılmıştır. Rivayet edildiğine göre Hz. İbrahim (a.s.) Filistin'de, Lût (a.s.)
ise Mü'tefike denilen yerde yerleşmişti. Aralarında bir gün bir gecelik bir
mesafe vardır.
"
Biz ona" yani İbrahim'e "İshak'ı" verdik. Hz. İbrahim (a.s.)
Sâffât suresinde yer aldığı gibi evlât istemişti "ve fazladan" bir
bağış ve lütuf "olarak Yakub 'u ihsan ettik."
"Nâfileten"
kelimesi "İshak" ve 'Yakup" kelimelerinden haldir. Yahut mu-rad
edilen mana şudur: İstediğinden yani İshak'tan fazla olarak, demektir. Dolayısıyla
"nâfileten" kelimesi Yakub'a has olur. Beyzavî'nin dediği gibi karine
sebebiyle bunda hiçbir beis yoktur.
"Hepsini"
yani dördünü de Hz. İbrahim, oğulları ve Lût'u "salih kimseler
kıldık" salâha muvaffak kıldık. Dolayısıyla kâmil şahsiyetler oldular.
"Onları
emrimizle" onlara verdiğimiz emirle insanlara dinimize giden "doğru
yolu gösteren önderler" hayırda kendisine uyulan liderler "kıldık.
Kendilerine hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi
vahyettik." Yani insanları hayır işlemeye, namaz kılmaya ve zekât vermeye
teşvik etmelerini böylece ilme amelin ilâve edilmesiyle kemallerin
tamamlanmasını vahyettik.
"Onlar
ancak bize ibadet eden" tevhid ehli olup halisane bir şekilde ibadet eden
"kimselerdi." Bundan dolayı ibadette ihlâsı ifade etmek için sıla
olan "le-nâ" kelimesini "âbidîn" kelimesinden önce
zikretti.
[63]
Hz.
İbrahim (a.s.) ateşten kurtulduktan sonra Allah Tealâ O'na ve kardeşinin oğlu
Lût'a verdiği diğer nimetleri zikretti. Aralarındaki akrabalık ve aynı zamanda
peygamber olmaları sebebiyle Hs. Lût'u (a.s.) Hz. İbrahim (a.s.) ile birlikte
zikretti.
Bu
nimetlerden bazıları şunlardı: Bu iki zatın Irak'tan çıkarılıp mübarek diyar
olan Şam diyarına gelmeleri... Kendilerine uyulan önderler kılınmaları...
Hayırlı işler yapmak, namaz kılmak ve zekât vermek şeklinde kendilerine vahiy
indirilmesi... Ayrıca Hz. İbrahim'e İshak ve torunu Yakup gibi zürriyet verilmesi.
[64]
"Biz
İbrahim'i ve Lût'u bütün âlemlere mübarek kıldığımız bölgeye ulaştırarak
kurtardık." Yani Allah'ın İbrahim'e verdiği nimetlerden biri, onu Irak'tan
mukaddes diyar olan Şam bölgesine hicret etmek suretiyle kurtarıp mübarek
diyara ulaştırmasıdır.
Bu
diyar Allah'ın orada gönderdiği ve şeriatları bütün âlemlere yayılan
peygamberler sebebiyle mübarek kıldığı, ayrıca topraklarının verimliliği, ağaç
ve nehirlerinin çokluğu sebebiyle bereketli kıldığı, dolayısıyla dünya ve
ahiret hayırlarının toplandığı yerdir. Rivayete göre, mahşerin kurulacağı ve
amel defterlerinin dağıtılacağı yer de orasıdır denilmiştir. Hz. İsa (a.s.)
oraya inecek, ve Mesih, Deccal'ı orada helak edecektir.
Hz.
İbrahim'in (a.s.) hicreti şirk ve putperestlikten kaçmak tevhidin ve Allah'a
kulluğun karargâhını aramak için yanında Hz. Lût (a.s.) ve Sâre Hatun olduğu
halde Irak'ta bulunan Feddan Aram beldesindeki Kûsî'den başlayan bir Meret idi.
Hz. İbrahim, Harran'da konaklamış, sonra Mısır'a göç etmiş, daha sonra Şam'a
geri dönmüş ve Filistin'e yerleşmişti. Hz. Lût (a.s.) ise Filistin'e bir gün
bir gece mesafedeki Mu'tefika kasabasına yerleşmişti.
Bundan
sonra Cenab-ı Hak ateşten kurtulma ve mübarek diyara hicret etme nimetlerinden
sonra verilen diğer nimetleri zikretmektedir:
1-
"Biz İbrahim'e İshak'ı ve
fazladan bir bağış olarak torunu Yakub'u ihsan ettik." Yani duasına
icabet ederek O'na İshak'ı verdik. Nitekim O "Ya Rabbi bana salihlerden
hibe eyle." (Saffat, 37/100) demişti. Yakub'u da niyaz ettiğine fazladan
bir bağış olarak verdik. Tıpkı farz namaz üzerine ziyade olan nafile namaz
gibi. Birinci tefsire göre, nafile (yani bağış ve lütuf) İshak ve Yakup'tur.
İkinci tefsire göre ise, nafile özellikle Yakup (a.s.) 'tur.
2- "Hepsini salih kimseler kıldık." Dört kişiden; yani Hz. Lût,
Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Hz. Yakup'tan her birini, hepsini hayır ve salah ehli
kıldık. Rablerine itaat etmekteler, haramlarından kaçınmaktadırlar. Yahut
onları nebi ve rasuller kıldık. Birinci mana hepsini ihata ettiği için zihne
daha yakındır. Enbiyanın salah kelimesiyle tavsif edilmesi peygamberlerin
masum olduklarına delâlet etmektedir.
3-
"Onları emrimizle doğru
yolu gösteren önderler yaptık." Yani biz onları kendilerine uyulan,
Allah'ın izniyle O'nun dinine ve O'nun emriyle hayırlara davet eden önderler ve
liderler kıldık.
Bu
ayette Allah'ın dininde liderliğe lâyıkıyla geçen kimsenin muvaffak olup Hak
Din ve istikamet yolunda hidayete nail olduğuna delil vardır. Öylesinin
hidayetin gereğini bozması ve ondan vazgeçme hakkı yoktur.
4-
" Kendilerine hayırlı
işler yapmayı vahyettik." Yani onlara hayırlı işler -taatleri işleyip
haramları terk etmek gibi salih amelleri- yapma emirlerini indirdik.
Bu
da Cenab-ı Hakk'm Hz. İbrahim'in (a.s.) evlâdını peygamberlik şerefiyle
özellikle şereflendirdiğine delâlet eder. Bu, baba olarak Hz. İbrahim (a.s.)
için nimetlerin en büyüklerinden biridir.
5- "Namaz kılmayı"
6-
"Zekat vermeyi
vahyettik." Yani onlara farz olan namazı kılmayı, farz olan zekâtı vermeyi
vahyettik.
Bu
ifade, özel olanın genel olana atfı babındandır. Zira namaz ve zekât hayırlı
işlerdendir. Bütün ibadetler arasında namaz ve zekât mertebelerinin yüceliği
ve önemine binaen özellikle zikredilmiştir. Çünkü namaz bedenî ibadetlerin en
şereflisidir. Allah Tealâ'yı zikretmek, anmak için emredilmiştir. Zekât ise
mali ibadetlerin en şereflisidir. Zekât fakirlerin ihtiyacının görülmesi için
emredilmiştir. Her iki ibadette de Allah Tealâ'nın emrinin tazim edilmesi gerçeği
yer almaktadır.
Bu
nimetleri saydıktan sonra ve o şahsiyetleri önce salâh (salih kimseler
olmaları) sonra imamet (önder ve lider oluşları ve vahye nail oluşları) vasıflarıyla
tavsif etti ve onların Allah'a kulluk ve ibadet içinde olduklarını açıkladı:
"Onlar
ancak bize ibadet eden kimselerdi." Yani Cenab-ı Allah'a huşu ve itaat
içerisindeydiler. İtaatkâr ve insanlara emrettiklerini bizzat kendileri de
yerine getiren kimselerdi.
Bu
ayette de bu peygamberlerin Allah'ın ihsanına ve kendilerine verdiği nimetlere
karşı vefakâr olduklarına delil vardır. Allah onlara nimetler ikram edip
ihsanla lütufta bulununca onlar da kullukla yani ibadet ve taatle O'na karşı
vefakâr oldular.
[65]
Bu
ayetler Allah'ın Hz. İbrahim'i (a.s.) ateşten kurtardıktan sonra O'na
lütfettiği bol nimetlere işaret etmektedir:
1- Küfür ve putperestlik diyarından kurtulup iman ve tevhid diyarına hicret
etmek. Bu Hz. İbrahim Halil'in kardeşinin oğlu Hz. Lût (a.s.) ile birlikte Irak
diyarından Allah'ın kendisine gönderdiği peygamberler ile ve ziraî hayırların
çokluğuyla bereket kazanan mübarek Şam diyarına hicret etmesiyle gerçekleşmiştir.
Bu diyar peygamberler madenidir, verimliliği ve neması çok, meyveleri ve tatlı
nehirleri bol bir yerdir.
2-
Hz. İbrahim'e (a.s.) zürriyet
hibe eden Allah Tealâ, ona duasına icabet etmek üzere İshak'ı bağışladı ve dua
etmeksizin Yakub'u fazladan verdi. Bu iuasma ziyade olarak bir bağış idi.
3- Allah, Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Hz. Yakup peygamberlerden herbirini
Allah'a itaatte devam eden salih kimseler kıldı.
Beyzavî
dördüncüsü olan Hz. Lût (a.s.) buna ilâve edilmesi görüşündedir.
Kurtubî
ise şöyle diyor: Allah, onları salih kimseler kıldı. Bu ancak onlar için salâh
ve taata muktedir olma hususiyetlerinin yaratılması ile gerçekleşir. Sonra
kulun elde ettiği vasıflar da Allah'ın yarattığı hususlardır.
4- Allah, onları hayırlı işlerde ve salih amellerde kendilerine uyulacak
liderler kıldı. Onlar Allah'ın emirleriyle ve kendilerine indirdiği vahiy,
emir ve nehiylerle amel ederler. İnsanları Allah'ın kendilerine verdiği emirle
Allah'ın hak dinine hidayat ederler, onları tevhide çağırırlar.
5- Kendilerine, ibadet ve taat yapmalarının vahyedilmesi.
6- Kendilerine, bedenî ibadetlerin en şereflisi olan namaz kılmanın
emre-iılmesi.
7- Yine malî ibadetlerin en şereflisi olan ve farz olan zekâtın
vahyedilmesi.
Onlar
kulluk ile meşgul olup, Allah'ın emirlerine itaat edici idiler. Nasıl Icnab-ı
Hak ihsan ve nimet verme hususundaki rububiyet ahdini tam mana-sjla yerine
getirmişse onlar da kulluk ahdinde, ibadet ve taatle meşgul olma 5 :Iunda
vefakâr oldular.
[66]
74- Lût'a gelince, Biz ona da hüküm
(peygamberlik) ve ilim verdik. Onu halkı iğrenç işler yapan kasabadan
kurtardık. Onlar gerçekten kötü bir kavim idiler, itaatsiz kimseler idiler.
75-
Biz Lût'u rahmetimize gark ettik. O gerçekten salih kimselerdendir.
"Biz
O'nu rahmetimize gark ettik." ibaresi mecaz-ı mürsel olarak mahalliy-ye
alâkası vardır. Yani onu cennete koyduk demektir. Çünkü cennet rahmetlerin
indiği yerdir.
[67]
"Lût'agelince,"
Hz. Lût (a.s.) Hz. İbrahim'in (a.s.) kardeşinin oğludur. "Biz ona da
hüküm" hikmet veya peygamberlik yahut hasımlar arasında karar verme
hususiyeti "ve ilim" peygamberler için bilinmesi gerekli şeylerin
bilgisini "verdik."
"Onu"
halkı "iğrenç işler yapan" livata (homoseksüellik) gibi pis işlerle
uğraşan "kasabadan" Hz. Lût'un (a.s.) gönderildiği Sodom
kasabasından "kurtardık."
"Onlar
gerçekten kötü bir kavim idiler." Bu cümle önceki cümlenin illetini,
sebebini belirtmektedir.
"Biz
onu" yani Lût'u "rahmetimize gark ettik." Yani rahmetimize ehil
kıldık, yahut cennetimize koyduk.
"O
gerçekten" daha önceden bizim mükâfatamıza lâyık kılman "salih kimselerdendir.
"[68]
Cenab-ı
Hak Hz. İbrahim'e (a.s.) verdiği nimetleri beyan ettikten sonra, aralarında
yakınlık bulunması ve peygamberlikte müşterek olmaları sebebiyle Hz. Lût'u
(a.s.) zikretti.
Hz.
Lût (a.s.), Lût b. Haran b. Âzer idi. Lût (a.s.) Hz. İbrahim'e iman edip ona
tabi olmuş, onunla birlikte hicret etmişti. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Lût
ona -ibrahim'e- iman etti. ibrahim de: Ben Rabbime -Rabbimin emrettiği yere-
hicret ediyorum, dedi." (Ankebût, 29/26).
[69]
"Lût'a
gelince, biz ona hüküm ve ilim verdik." Yani Allah Lût'a (a.s.) peygamberlik
ile hikmet yani yapılması gerekli olan emirler ve hüküm yani insanlar
arasındaki dâvalarda güzel karar verme hususiyeti verdi. Yine ona peygamberler
için gerekli ilim verdi. Yani akide, ibadet ve Allah Tealâ'ya itaat ile ilgili
hususları öğretti. Onu Sedum (Sodom) kasabası ile o kasabaya bağlı 7 köye
gönderdi. Bu kasabaların halkı ona muhalefet edip yalanladılar. Allah da
Kur'an-ı Kerimin değişik yerlerinde haber verdiği gibi onları helak etti.
Lût'a
verilen iki nimetten hüküm ve ilimden başka bir üçüncü nimet daha vardır. O da şudur:
"Biz
onu halkı iğrenç işler yapan kasabadan kurtardık." Yani Allah Lût'u en
tehlikelisi livata olan pek çok çirkin işler işleyen Sedum (Sodom) kasabası
halkının uğradığı azaptan korudu. Bu azabın sebebi de Cenab-ı Hakk'm buyurduğu
gibi şu idi:
"Onlar
gerçekten kötü bir kavim idiler." Yani onlar Allah'a itaatin dışına çıkan,
ona isyanda bulunan, masiyet işleyen çirkin ve iğrenç bir topluluk idiler.
Hz.
Lût'a (a.s.) verilen dördüncü nimet ise şudur: "Biz Lût'u rahmetimize gark
ettik." Yani onu rahmetimiz ehlinden kıldık yahut cennetimize koyduk.
Nitekim
sahih bir hadis-i şerifte varid olduğu gibi, Allah (c. c.) cennete şöyle dedi:
"Sen benim rahmetimsin, ben seninle kullarımdan dilediğime rahmet
ederim."
Yine
denilmiştir ki: Rahmet peygamberliktir veya sevaptır. Rahmetin sebebi de yine
Cenab-ı Hakk'm buyurduğu şu husustur:
"O
gerçekten salih kimselerdendir." Yani salih amel işleyen, emirleri yapmak,
nehiylerden kaçınmak suretiyle itaati yerine getiren kimselerdendir.
[70]
Allah
Tealâ Lût'a (a.s.) dört nimet verdi. Bu nimetler şunlardır:
1- Hüküm yani peygamberlik ve hikmet yani yapılması gerekli olan şeylerin
bilgisinin verilmesi.
2- Faydalı ilmin öğretilmesi. Bu da dinin emirlerini ve davalılar arası
hüküm verilecek hususları bilmektir.
3- Halkının livata gibi çirkin işler yapması sebebiyle, kasabalara
gönderilen azaptan kurtarılması. Çünkü onlar Allah'a itaatin dışına çıkmış,
fasık, kö-îâ bir kavim idiler.
4- İlâhî rahmetlerin yağdığı ebediyet cennetlerine sokulması. Çünkü o Allah'a
iman eden, Rabbine itaat eden, O'nun emrine uyup nehyinden kaçınan sarih
kimselerden biri idi.
[71]
76- Nuh'a gelince, daha önce o da bize dua
etmişti. Biz de onun duasını kabul etmiş, onu ve aile halkını o büyük sıkıntıdan
kurtarmıştık.
77-
Ayetlerimizi yalanlayan kavme karşı biz ona yardım etmiştik. Gerçekten onlar
kötü bir kavim idi. Bu yüzden biz de hepsini tufanda boğduk.
"Nuh'a
gelince..." Yani Nuh'u da hatırla. Hani "daha önce" zikredilen
peygamberlerden İbrahim ve Lût'tan önce "o da bize dua etmişti."
Kavminin helak olması için beddua etmi. "Biz de onun duasını kabul etmiş,
onu ve aile halkını" gemiye alarak "o büyük sıkıntıdan"
Tufan'dan ve boğulmaktan, kavminin eziyetinden "kurtarmıştık."
Risaletimize
delâlet eden "Ayetlerimizi yalanlayan kavme karşı biz ona yardım
etmiştik." Onu muzaffer kılmıştık. "Gerçekten onlar kötü bir kavim
idi. Bu yüzden" hem hakkı yalanlamaları hem de şerre iyice dalmaları gibi
iki şeyin birleşmesi sebebiyle "biz de hepsini tufanda boğduk." Bu
iki haslet bir kavimde birleşmişse Allah onları helak etmiştir.
[72]
"Ebu'l-Enbiya"
(peygamberler babası) olan Hz. İbrahim (a.s.) ile yakını Hz. Lût (a.s.)
kıssasını beyan ettikten sonra Allah Tealâ "Ebu'l-beşeris-sani"
(insanlığın ikinci babası) sayılan Hz. Nuh (a.s.) kıssasını zikretti. Zira
tufandan sonraya kalanların tamamı Hz. Nuh (a.s.) neslindendi. Hz. İbrahim
(a.s.) ile Hz. Nuh (a.s.) Ulül-azm (azimet sahibi) olan rasullerdendir.
[73]
"Nuh'a
gelince..." Yani ey peygamber Hz. Nuh'un (a.s.) yalanladığı zaman kavmine
bedduada bulunarak Rabbine yalvardığı vakti hatırla: "Nuh da Rab-bine, ben
mağlup oldum bana yardım et! diye dua etmişti." (Kamer, 54/10). "Nuh
şöyle dedi: Ey Rabbim! kâfirlerden yeryüzünde dolaşan tek kişi bırakma."
(Nuh, 71/26) Bu senden de -Ey habibim- İbrahim ve Lût'tan da önce idi.
"Onun
duasını kabul ettik. Onu ve aile halkını o büyük sıkıntıdan kurtardık."
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Nuh'a, her hayvan türünden birer
çift, daha önce helakini hükmettiğimiz kimseler hariç aile fertlerini ve iman
edenleri gemiye yükle, demiştik. Zaten onunla beraber ancak pek az kimse iman
etmişti. "(Hûd, 11/40). Onları tufanda boğulmaktan, şiddetten ve eziyetten
kurtardık.
Bu
olay da kavmi arasında 950 (dokuzyüz elli) sene kalıp onları Allah'a davet
ettikten sonra olmuştu. Hz. Nuh'a (a.s.) kavminden pek az kişi iman etmişti.
"Ayetlerimizi
yalanlayan kavme karşı biz ona yardım etmiştik." Yani onu galip kılmıştık.
Hüzeyl lehçesine göre: "Allah'ım ona onlara karşı yardım eyle."
demek, "Onu onlara karşı muzaffer ve galip eyle. "demektir.
"Gerçekten
onlar kötü bir kavim idi. Bu yüzden biz de hepsini tufanda boğduk." Yani
onların helak olmalarının sebebi peygamberlerini yalanladıkları için kötü kavim
olmaları idi. Bundan dolayı onların cezaları da Allah'ın küçük büyük hepsini
helak etmesi olmuştur. Küfürlerinde ısrar etmeleri, peygambere eziyet etmeye
kalkışmaları nesil nesil, dönem dönem Hz. Nuh'a (a.s.) muhalefet etmek ve onun
emrine isyan etmek üzerine birbirlerine tavsiyede bulunmaları ardından
peygamberlerinin kendilerine beddua etmesi sebebiyle onlardan hiçbir kimse
kalmamıştır.
[74]
Bir
ümmetin veya bir kavmin toptan helak edilmesi şeklindeki azaptan alınacak
ibretler ve çok derin öğütler vardır.
Nuh
kavmi putlara tapmaktan asla vazgeçmeyen, küfürde ısrar eden, Hz. Nuh'un
davetine ve risaletine karşı inatçılık eden kimselerdi. Allah da onları bütün
dağları ve ovaları kaplayan tufanla helak etti.
Bunun
sebebi kendilerine yaklaşık on asır (950 yıl) gibi çok uzun bir müddet
sabretmesine rağmen peygamberlerini yalanlamaları ve ona eziyette bulunmalarıdır.
Nihayet
Nuh (a.s.) zafere erdi. Allah onu ve sayıları pek az olan müminleri kurtardı.
Emir
ve hikmet Allah'a aittir. Göklerin ve yerin hazineleri Onun elindedir. Ondan
sadece hayır ve adalet sadır olur. O kullarından hiçbir kimseye zulmetmez.
Allah onlarda hayır olacağını bilseydi onlara azap etmez ve onları helak
etmezdi. Ahirette de cehennem azabıyla karşılaşacaklardır.
Razî'nin
zikrettiği gibi bütün tahkik ehli alimler Hz. Nuh'un kavmine yaptığı bedduanın
Allah'ın emriyle olduğunda icma ve ittifak etmişlerdir. Aksi takdirde bu durum
zarar vermekte aşırı gitme ve peygamberlik vasıflarında eksiklik sayılırdı.
[75]
78- Davut ve Süleyman'a gelince, bir kavmin
koyunları ekine zarar vermiş, onlar da bu ekin hakkında hüküm vermişlerdi.
Onların verdikleri hükme biz şahit olmuştuk.
79-
Biz bunu (bu meselenin hükmjjnü) Süleyman'a ilham etmiştik. Biz onlardan her
birine hüküm (peygamberlik) ve ilim vermiştik. Teşbih eden dağları ve kuşları
Davud'un emrine verdik. Bunu ancak biz yaparız.
80- Biz Davud'a sizi savaşta korumak için zırh
yapma sanatını öğrettik. Artık siz şükredecek misiniz?
81- Süleyman'a da fırtına halinde esen rüzgâr
verdik. Rüzgâr O'nun emriyle bereketli kıldığımız diyara eserdi. Biz her şeyi
gayet iyi biliriz.
82- Şeytanlar arasından Süleyman için denizde
dalgıçlık yapan ve daha başka işler yapanlar da vardı. Biz onları gözetim
altında tutuyorduk.
"Davud
ve Süleyman'a gelince..." Onların da kıssalarını hatırla. Hani "bir
kavmin koyunları ekine" mahsulâta yahut salkımları sarkmış üzüm bağına
"zarar vermiş" geceleyin ağıllarından çıkarak çobansız dolaşmışlar ve
mahsulâta zarar vermişlerdi, "onlar da bu ekin hakkında hüküm
vermişlerdi. Onların" verdikleri "hükümlerine biz şahit
olmuştuk." Yani biz hükümlerini biliyorduk.
"Biz
bunu..." Buradaki zamir sadır olan fetvaya racidir. Yani bu meselenin
fetvasını "Süleyman'a ilham etmiştik." Hz. Davud ile Hz. Süleyman'ın
(a.s.) hükmü içtihat neticesi idi. Sonra Hz. Davud (a.s.) Hz. Süleyman'ın
(a.s.) hükmüne döndü. "Biz onlardan her birine hüküm" yani
peygamberlik ve din işlerinde "ve ilim vermiştik."
Ya
lisan-ı halleriyle yahut kendilerine verilen bir sesle yahut Allah'ın kendilerine
belirli bir dille ses yaratması suretiyle onunla birlikte "teşbih eden
dağları ve" yine onunla birlikte onun emriyle istirahat vaktinde teşbih
eden "kuşları Davud'un emrine verdik. Bunu ancak biz yaparız." Onunla
birlikte teşbih etmeye hazır hale getiririz. Bu durum dağların ve kuşların Hz.
Davud (a.s.) ile birlikte teşbih etmesi size göre acaib olsa da bizim için
garip bir şey değildir.
"Biz
Davud'a sizi savaşta" düşmanlarınıza karşı "korumak" himaye
etmek ve savunmak "için savaş elbisesi (zırh) yapma sanatını
öğrettik." İlk zırh yapan Hz. Davud (a.s.) idi.
"Artık
siz" Ey Mekke'liler! Rasulü tasdik etmek suretiyle nimetime "şükredecek
misiniz1?" Çünkü sizin bana şükretmeniz bu şekilde olur. "Artık
şükredecek misiniz?" ifadesi mübalağa ve tehdit manasında soru şeklinde
emirdir.
"Süleyman'a
da" yani onun emrine de "fırtına halinde" şiddetle "esen
rüzgârı verdik." Rüzgâr diğer bir ayette yer aldığı gibi gayet yumuşak,
hafif ve hoş bir rüzgâr oldu. Dolayısıyla bu iki vasfı bir arada topladı. Hem
yumuşak hoş bir rüzgar, hem de fırtına gibi süratli esen bir rüzgâr oldu.
"Rüzgâr
onun emriyle bereketli kıldığımız diyara" yani Şam diyarına doğru
"eserdi. Biz her şeyi gayet iyi biliriz." Dolayısıyla hikmetin
gerektirdiği şekilde karşılığını veririz. Allah Tealâ Süleyman'a verdiği bu
nimetin onu Rabbine karşı mütevazi olmaya sevkedeceğini gayet iyi biliyordu.
"Şeytanlar"
cinler "arasından" bir kısmını da yine onun emrine verdik.
"Süleyman için dalgıçlık yapan" denize girip oradan Süleyman için
mücevherler çıkaranlar vardı. Ayette geçen gavs kelimesi inci çıkarmak için
denizlerin derinliklerine inmek demektir. Dalgıçlıktan başka şehirler, köşkler
bina etmek ve garip sanatlar icat etmek gibi "daha başka işler yapanlar da
vardı."
"Biz
onları" onun emrinden sapmasınlar ve yaptıklarını bozmasınlar diye
"gözetim altında tutuyorduk." Çünkü cinler bir işi bitirdikten sonra
başka bir işle uğraşmazlarsa yaptıkları işi bozarlardı.
[76]
Bu
kıssada da bundan önceki kıssada olduğu gibi Hz. Davud ve Hz. Süleyman'a (a.s.)
verilen büyük nimetler sayılmaktadır.
Cenab-ı
Hak önce aralarındaki ortak nimeti yani her ikisinin de ilim ve anlayış nimetiyle
süslendiklerini zikrederek şöyle buyurdu: "Biz her birine de hüküm ve ilim
vermiştik." Burada diğer bütün nimetlerden önce ilmin zikredilmesi
sebebiyle ilmin şerefine işaret edilmektedir.
Daha
sonra ayrı ayrı herbirine ait hususî surette verilen nimetleri zikretti Hz.
Davud'a (a.s.) kendisiyle birlikte teşbih etmek üzere dağlar ve kuşlar verilmiş
ve zırh sanatı öğretilmişti. Hz. Süleyman (a.s.) rüzgârın emrine verilmesi inci
ve mercan çıkarmak üzere denizlerin derinliklerine dalmak ve şehirler köşkler
bina etmek, büyük kazanlar, binalar ve heykeller yapmak üzere şeytanrların (cinlerin)
emrine verilmesi nimetine nail olmuştu.
[77]
Allah
Tealâ ekin sahibi ile çoban arasında hüküm verme kıssasını zikretti. Sonra da
Hz. Davud (a.s.) ile Hz. Süleyman'ın (a.s.) herbirine verilen değerli nimetleri
zikretti.
Bu
hüküm verme kıssasına gelince: Razî'nin ve pek çok müfessirlerin ifade
ettikleri gibi olay şu şekilde meydana gelmiştir.
Bir
koyun çobanı koyunlarını geceleyin bir çiftçinin mahsulünde otlatmış-tı. Çoban
ve mahsul sahibi, Hz. Davud'dan (a.s.) aralarında hüküm vermesini istediler.
Hz. Davud koyunların mahsul sahibine verilmesine hükmetti.
O
sırada 11 yaşında olan oğlu Hz. Süleyman bundan başka daha yumuşak bir hüküm
verilebilir, dedi. Koyunların mahsul ehline verilmesini ve mahsul sahiplerinin
koyunların sütlerinden, kuzularından ve yünlerinden yararlanmalarını, mahsulün
de koyunların sahiplerine verilmesini, onların da bahçenin eski haline
dönünceye kadar istenen şeyi yerine getirmelerini, nihayet her iki tarafın
mallarını geri almalarını emretti. Hz. Davud (a.s.) ile Hz. Süleyman'ın (a.s.)
bu hükümleri içtihat neticesi idi.
Bizim
şeriatımıza göre bu olayın hükmü şöyledir: İmam Şafiî'nin görüşüne göre:
Geceleyin telef olunan maldaki zararın ödenmesi vaciptir. Zira normal olan
ağıldaki hayvanların geceleyin bağlı tutulmasıdır. Peygamberimiz (s.a.)
Bera'nın devesi bir bahçeye girip orada zarar verince bu şekilde hüküm vermiş
ve şöyle buyurmuştu: "Mal sahipleri mallarını gündüz korumalıdırlar, ehil
hayvan sahipleri de hayvanlarını gece korumalıdırlar."^
İmam
Ebu Hanife'nin görüşüne göre: Hiçbir şekilde zararın ödenmesi gerekmez. Ancak
bu hayvanların yanında koruyucu bir bekçi olmalıdır. Bu görüş için şu hadis
delil gösterilmiştir:
"Dilsizin
yaraladığı boş yeredir." Yani hayvanın telef ettiği şey hederdir. Bunda
zararın ödenmesi yoktur.(2)
Bu
hüküm hakkındaki Kur'an nassı da şu şekildedir:
"Davud
ve Süleyman'a gelince..." Yani Ey Rasulüm! Davud ve Süleyman'ın
kıssalarını da hatırla. Başkasına ait koyunların geceleyin ekine girip zarar
vermesi üzerine o ekin hakkında hüküm vermişlerdir. Allah da Hz. Davud'un
(a.v.) ve Süleyman'ın hükmüne şahit olup gayet iyi bilmektedir. Hiçbir şey O'na
gizli kalmaz.
Ancak
Cenab-ı Hak Hz. Süleyman'a (a.s.) meseleyi, hükmü ve tercih edilecek doğru
fetvayı mefhum kıldı. Bundan dolayı onun görüşü daha doğru oldu. Ayrıca Cenab-ı
Hak Hz. Davud (a.s.) ile Hz. Süleyman'dan (a.s.) her birine peygamberlik,
davalarda güzel hüküm verme, ilim, anlayış ve meseleleri doğru id-
1-
Bu hadis-i şerifi İmam Ahmed b.
Hanbel, Ebu Davud ve İbni Mace, Hıram b. Sa'd b. Muhayyısa'dan rivayet
etmişlerdir.
2- Bu hadis-i Şerifi Kütüb-i Sitte sahipleri ve İmam Ahmed b. Hanbel Ebu
Hureyre'den (r. a.) rivayet etmişlerdir.
rak
etme hususiyeti vermiştir. Bu da her iki hükmün genel olarak ikrar edildiğine
ve doğru olan -Hz. Süleyman'ın (a.s.) hükmettiği gibi- tek olsa da müçtehi-din
hatasının bir kusur sayılamayacağına delâlet etmektedir. "Biz bu meselenin
hükmünü Süleyman 'a ilham etmiştik." ifadesi Allah'ın ona daha küçükken
yaptığı lütfü ortaya koymaktadır.
İbnül-Arabî
diyor ki: Cenab-ı Hak "ikisi hüküm vermişlerdi" ifadesiyle ikisinin
birlikte hüküm verdiklerini murad etmemiştir. Zira aynı hüküm üzerine iki
hakimin hükmü caiz olmaz. Onlardan her biri yalnız başına hüküm vermişti. Hz.
Süleyman (a.s.) ise bunun özünü anlamış idi.[78]
1-
"Biz teşbih eden dağları
ve kuşları Davud'un emrine verdik. Biz bu şekilde yaparız." Yani Allah
Zebur kitabını okurken sesinin güzelliği sebebiyle Hz. Davud (a.s.) ile
birlikte Allah'ı teşbih ve takdis etmek üzere dağları ve kuşları Hz. Davud'un
(a.s.) emrine verdi. Hz. Davud (a.s.) Zebur'u terennüm ettiği vakit kuşlar
havada durur, ona cevap verirler, dağlar ona teşbihle katılırlardı. Bu da onun
hissiyatına ve duygularına daha çok tesirli olur, teşbihte devam ederdi.
Peygamberimiz
(s.a.) Ebu Musa el-Eş'arî'nin (r. a.) Kur'an tilâvetini dinlerken onun sesini
şu şekilde tavsif etmişti: İmam Ahmed, Nesaî ve İbni Ma-ce'nin Ebu Hureyre'den
(r. a.), Nesaî'nin Hz. Aişe'den rivayet ettiği hadis-i şerifte Efendimiz
(s.a.) Ebu Musa el-Eş'arî'ye hitaben şöyle buyurdular: "Sana Davud
ailesinin mizmarlarından (nağmelerinden) bir mizmar (nağme) verildi."
Ayette
dağlar kuşlardan önce zikredilmiştir. Çünkü onların emir altına verilmesi ve
teşbih etmeleri daha hayret verici olup ilâhî kudrete daha fazla delâlet
etmekte, mucize yönünden daha parlak ve beliğ bir özellik taşımaktadır. Zira
dağlar cansızdırlar, kuşlar ise konuşamayan canlılardır.
Dağların
ve kuşların konuşması, tıpkı ağaç Hz. Musa'ya konuştuğu zaman ağaçta kelâmı
yaratması gibi Allah'ın dağlarda ve kuşlarda kelâmı yaratmasıy-la olur. Hz.
Davud (a.s.) Rabbini zikrettiği zaman dağlar ve kuşlar da onunla birlikte
Rablerini zikrederler.
Bunun
için Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Bunu ancak biz yaparız." Yani
bu size garip gelse de biz bunu yapmaya muktediriz.
Bu
ayetin bir benzeri de şudur: "Hiçbir şey yoktur ki hamd ile Allah'ı teşbih
etmesin. Ne var ki siz onların teşbihini anlamazsınız." (İsra, 17/44).
2-
"Biz Davud'a sizi savaşta
korumak için zırh yapma sanatını öğrettik. Artık şükredecek misiniz?" Yani
biz Davud'a size savaş elbisesi olmak üzere zırh yapma sanatını öğrettik.
Zırhlar
daha önce sadece saç levha şeklinde idi. Hz. Davud (a.s.) ilk defa zırhları
halka halka yapan kimsedir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Davud'a demiri yumuşak kıldık. Biz Davud'a: Geniş zırhlar imal et, dokumasını
ölçülü ve sağlam yap diye vahyettik." (Sebe, 34/11). Yani halkayı geniş
yapma, çivileri da sert ve kalın yapma, dedik. Bu sizi, çarpışma esnasında savaşın
şiddetinden, yaralama, öldürme ve vurmadan koruması ve himaye etmesi içindir.
Hz. Davud'a (a.s.) bunu sırf sizin için öğretmesi sebebiyle Allah'ın üzerinizdeki
nimetine artık şükredecek misiniz?
Bu
ifade mübalağa ve tehdit için manası emir olan bir istifhamdır. Yani bu sanat
sebebiyle Allah'a şükredin demektir.
Burada
ilk defa zırh yapanın Hz. Davud (a.s.) olduğuna, sonra diğer insanların ondan
öğrendiğine ve bu sanatı, ondan alıp nesilden nesile aktardıklarına,
dolayısıyla bu nimetin kâinatın sonuna kadar bütün savaşçılara şamil bir nimet
olduğuna delâlet vardır.
[79]
Cenab-ı
Hakk'ın Hz. Süleyman'a (a.s.) verdiği nimetler ise Katade'nin ifadesiyle,
Allah Tealâ'nın Hz. Süleyman'ı (a.s.) Hz. Davud'un (a.s.) mülkünde ve
peygamberliğinde varisi kılmasıdır. Buna iki şeyi daha ilâve etti: Rüzgârların
ve şeytanların da O'nun emrine verilmiş olması.
1- "Süleyman'ın emrine de fırtına halinde esen rüzgârı verdik."
Yani biz şiddetle ve süratle esen rüzgârı Süleyman'ın emrine verdik. Rüzgârı
ona itaatkâr ve boyun eğen, aynı zamanda latif ve yumuşak kıldık. Rüzgâr onun
emriyle eser, onun hükmüne boyun eğer, onu mukaddes ve mübarek diyarın -Şam diyarının-
her tarafına götürürdü. Hz. Süleyman (a.s.) ashabıyla birlikte sabah
diledikleri tarafa doğru çıkıp giderler. Sonra -rüzgâr sayesinde- aynı gün evlerine
dönerlerdi. Yani bu rüzgâr iki özelliği bir arada taşıyordu: Yumuşak oluşu ve
vazifesinde süratli oluşu, aynı zamanda Hz. Süleyman'a (a.s.) itaat edip onun
istediği tarafa esmesi.
"Biz
her şeyi gayet iyi biliriz." Yani Allah her şeyi ve her şeyin idaresini gayet
iyi bilir. Allah ona mülk ve nübüvveti vermiş ve rüzgârı onun emrine hazır hale
getirmiş ise onda bulunan hikmet, maslahat ve liyakati bildiği içindir. Hz.
Süleyman'ın ve kendilerine bu nimetler verilen kavmi buna şükredecekler ve bu
zahir mucizeleri idrak edeceklerdir.,
Rivayet
edildiğine göre Hz. Süleyman'ın (a.s.) tahtadan bir yaygısı vardı. Ülkesinin
ihtiyacı olan at, deve, çadır ve asker gibi her şey bu yaygının üzerine konur,
sonra rüzgâra bunu taşımasını emreder, rüzgâr da bu yaygıyı taşır ve yürütürdü.
Kuşlar ise bunları sıcaklıktan korumak için gölge yaparlar, böylece yeryüzünde
Hz. Süleyman'ın (a.s.) dilediği yere gider, yaygı iner ve aletleri yere
konurdu.[80]
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Biz Süleyman'ın emrine rüzgârı
vermiştik. Rüzgâr onun emriyle onun istediği yere kolayca eser giderdi."
(Sad, 38/36). "O rüzgâr estiğinde sabahleyin bir aylık yola gider,
akşamleyin bir aylık yoldan dönerdi." (Sebe, 34/12).
2- "Şeytanlar arasından Süleyman için denizde dalgıçlık yapanlar da
vardı. " Yani Şeytanlardan bir gurubu inci, mercan, mücevherat v.b.
şeyler çıkartmak için denizlerin derinliklerine dalmak üzere Süleyman'ın
(a.s.) emrine verdik.
"...
ve daha başka işler yapanlar da vardı." Yani şeytanlardan bir kısmı da Hz.
Süleyman (a.s.) için şehirler, köşkler, saraylar, heykeller ve büyük kazanlar
v. s. yaparlardı. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Her bina
ustası ve dalgıç şeytanları, ayrıca birbirlerine zincirlerle bağlanmış diğer
şeytanları da Süleyman'ın emrine âmâde kılmıştık." (Sad, 38/38);
"Onlar Süleyman'ın istediği gibi saraylar, heykeller ve havuzlar kadar
büyük çanaklar ve sabit kazanlar yaparlardı." (Sebe, 34/13); Sanatlardan
da değirmen aletleri, kristal eşya ve sabunlar yapıyorlardı.
"Biz
onları gözetim altında tutuyorduk." Yani onların amellerini gözetiyorduk.
Onlardan birinin Hz. Süleyman'a bir kötülük yapmasından onu koruyorduk. O'na
onların üzerinde mutlak bir hâkimiyet verdik. Dilerse serbest bırakır, dilerse
onlardan dilediğini tutardı. Bunun için az önce zikri geçen ayette: "...
ayrıca birbirlerine zincirlerle bağlanmış diğer şeytanları da..."
buyurulmuştur.
[81]
Bu
ayetler aşağıdaki hükümleri bulunmaktadır:
1- Hak ve doğru olan tektir, birden fazla olmaz. Zira Hz. Süleyman'ın
(a.s.) hükmü en doğru idi. Ancak içtihatta hata edilmesinde engel yoktur. Kim
içtihat eder, isabet ederse onun için iki ecir vardır. Kim içtihat eder, hata
ederse onun için bir ecir vardır. Fakat içtihattan önce hükmetmek ittifakla
caiz değildir. Müçtehid olayın meydana geldiği anda yeniden incelemelidir.
Birincisinde gördüğünün aksine ikinci defa farklılık olabileceği için müçtehit
eski içtihadına dayanmamalıdır.
Sahih-i
Buharî'de Amr b. As (r. a.) rivayetiyle Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle
buyurduğu sabittir: "Hâkim (hüküm veren) içtihat eder ve (bu içtihadında)
isabet ederse iki ecir alır, içtihat eder ve (bu içtihadında) hata ederse bir
ecir alır."
Sahih
Sünenlerde şu hadis yer almaktadır: "Kadılar üç çeşittir. Biri cennette
diğer iki kadı cehennemdedir. Hakkı bilip onunla hükmeden cennettedir. İnsanlar
arasında bilgisizlikle hükmeden kimse cehennemdedir. Hakkı bilip de ona aykırı
olarak hükmeden kimse de cehennemdedir."
Hasan-ı
Basrî diyor ki: Bu ayet (Enbiya, 79) olmasaydı bütün kadıların helak
olacaklarını ileri sürerdim. Fakat Cenab-ı Hak Hz. Süleyman'ın (a.s.)
doğruluğunu övmüş, içtihadı sebebiyle Hz. Davud'u (a.s.) mazur görmüştür.
Kur'an-ı
Kerim'de zikredilen bu kıssaya benzer bir olay da şöyledir: İmam Ahmed
Müsnedinde, Buharî ve Müslim Sa/»Merinde ve Nesaî Süneninde Ebu Hureyre'den
(r.a.) peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisini rivayet etmektedirler:
"İki
kadın yanlarında birer çocukla birlikte yürürlerken ansızın bir kurt gelip iki
çocuktan birini kaptı. Kadınlar Davud'a (a.s.) hükmetmesi için geldiler. Davud
(a.s.) çocuğun yaşlı hanıma ait olduğuna hükmetti. Kadınlar dışarı çıktılar.
Süleyman (a.s.) onları çağırdı ve yeniden hükmetti.
-Bıçak
getirin. Bu çocuğu ikiniz arasında pay edeceğim, dedi. İki kadından genç olanı:
-Allah
sana rahmet ihsan eylesin. Çocuk o kadının olsun. Çocuğu parçalama dedi.
Süleyman (a.s.) çocuğun genç kadına verilmesine hükmetti."
Geceleyin
mahsule zarar veren çobanın hükmü bizim şeriatımıza göre şu şekildedir:
Cessas
diyor ki: Hz. Davud (a.s.) ile Hz. Süleyman'ın (a.s.) verdikleri bu hükmün
mensuh olduğu hususunda ilim ehli arasında ihtilâf yoktur. Bunun sebebi Hz.
Davud'un (a.s.) koyunların ekin sahibine verilmesi şeklinde hükmetmiş
olmasıdır. Hz. Süleyman (a.s.) da koyunların yavrularının ve yünlerinin ekin
sahibine verilmesi şeklinde hükmetmiştir. Koyunu bir kimsenin ekinine zarar
veren kimsenin koyununu ekin sahibine teslim etmesi, yahut kuzularını veya
yünlerini vermesinin vacip olmadığı hususunda müslümanlar arasında hiçbir
ihtilâf yoktur.[82]
Bizim
fakih alimlerimizin görüşüne göre fetva şöyledir:
İmam
Malik, İmam Hanife ve İmam Şafiî'ye göre koyun v.b. hayvanların gündüz
yaptıkları zarardan dolayı hayvan sahipleri herhangi bir tazminat ödemezler.
İmam
Leys diyor ki: Hayvan sahipleri gece de gündüz de tazminat öder.
Bu
hayvanların gece verdikleri zarar konusunda alimlerin meşhur iki görüşü
vardır:
Cumhurun
(Malikîler, Şafiîler ve Hanbelîlerin) görüşüne göre Peygamberi-miz'in (s. a.
v.) Berâ'nın devesi hakkında verdiği hükümle amel edilerek hayvanların
geceleyin verdikleri zararın ödenmesi gerekir. Zira geceleyin hayvanları
korumak bunların sahiplerine aittir. Burada geçen hadis "özel" bir
duruma işaret etmektedir. "Dilsizin yaraladığı hederdir." Yani
hayvanın telef ettiği şey hederdir, hadisi umumîdir. Hususî olanın umumî olana
tercih edilmesinde hiçbir ihtilâf yoktur. Zira bir şeyi telef eden kimse
tazminat ödemekle yükümlüdür. Tazminat da değerini ödemekle olur. İsterse -bu
misalde- hayvanların değerinden fazla olsun.
İmam
Ebu Hanife'nin görüşüne göre hayvanların gece veya gündüz telef ettiği şeylerin
tazminatı yoktur. Az önce geçen "Dilsizin yaraladığı hederdir."
hadisi buna delildir.
2- İbnü'l-Arabî diyor ki: Bir kimse başkasına zarar vermemek üzere kendisinin
yararlanacağı bir şeyi edinmek isterse buna imkân tanınır. Meselâ: Arı, güvercin,
kaz, tavuk ve büyük baş ehlî hayvanlar gibi.
Ancak
başkasına zarar vermek suretiyle ondan yararlanacaksa buna fırsat verilmez.
Peygamberimiz (s.a.) İmam Ahmed ve İbni Mace'nin İbni Ab-bas'tan (r.a.) rivayet
ettikleri hadiste "Zarar vermek da zarara uğramak da yoktur." buyuruyor.
3- Hatalı hüküm veren kimse içtihad, sünnet, kıyas ve geçmişte selefin
verdiği hükümleri bilirse bir ecir kazanmış olur. Çünkü onun içtihadı
ibadettir. Hata üzerine ecir kazanmaz, bilâkis sadece günahı silinir.
İçtihada
ehil olmayan kimse tekellüfte bulunmuş olur. Hükümdeki hatası sebebiyle mazur
olmaz, bilâkis az önce geçen "Kadılar üç çeşittir." hadisine binaen
büyük günah işlemiş olmasından korkulur.
İbnü'l-Münzir
diyor ki: Müçtehid hatası sebebiyle değil, doğruyu araştırma gayreti sebibiyle
ecir kazanır. 79. ayet bunun delilidir.
4- Fakihlerin çoğunluğu diyorlar ki: "Biz bunun hükmünü Süleyman'a
ilham etmiştik."ayetinin delaletiyle, müçtehidlerin görüşlerinde hak
tektir. Bütün sözler hak değildir. Zira burada sadece Süleyman (a.s.)
anlayışlı olmakla nitelendirilmiştir. Her ikisi de isabetli olsa sadece Hz.
Süleyman'ın (a.s.) anlayışlı kılınması ve ona ilham verilmesinin hiçbir anlamı
olmazdı.
5- Peygamberler içtihad edebilirler mi? Alimler peygamberlerin içtihad etmelerinin
caiz olup olmayacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bir kısmı bunu kabul
etmemiş, tahkik ehli olan alimlerin çoğunluğu bunu caiz görmüşlerdir.
Zira
bu konuda aklî yönden bir imkânsızlık söz konusu değildir. İçtihad şer'î bir
delildir. Peygamberlerin bu delili kullanmasına hiçbir engel yoktur. Allah
Telalâ "İbret alın." (Haşr, 59/2) buyurmaktadır. Bu emir ibret alması
için herkese verilen bir emirdir. Bu Rasulullah'ı (s.a.) da içine almaktadır.
Çünkü
kendisine kıyas yapılan asıldaki hükmün bir mana ile illetli olduğu kanaati
kendisine hakim olsa, sonra bu mana bir başka şekilde bulunsa mutlaka hükmünde
tali hususun aslı gibi olduğu kanaati hakim olmalıdır.
Ayrıca
ilimde en yüksek derece olan "içtihad" yetkisi alimler için caiz olursa
peygamberimiz (s.a.) için caiz olmayan şey onun ümmetinden herhangi bir kimse
için sabit olmuş olur ki bu da akla aykırıdır.
6- Bu ayette hakimin hükmettiği şeyden başka bir şeyin hak olduğu ortaya
çıkarsa bu hükmünden dönmesinin caiz olduğuna delil vardır. Hz. Davud (a.s.)
Hz. Süleyman'ın (a.s.) hükmüne dönmüştür. Bu ayrıca Hz. Ömer'in (r. a.) Ebu
Musa el- Eş'arî'ye gönderdiği meşhur mektubunda da yer almaktadır.
7- Hz. Davud'un (a.s.) kitabı olan Zebur'u tertil ile okuması ve Allah'ı
teşbih etmesi dağlarda ve kuşlarda yankısını buluyordu. Dağlar ve taşlar
onunla birlikte teşbihe katılıyorlar, kendilerine özel dilleriyle birlikte
Allah'ı zikrediyorlardı.
Mukatil
diyor ki: Hz. Davud (a.s.) rabbini zikrettiği zaman dağlar ve kuşlar da onunla
birlikte rablerini zikrediyorlardı.
Denilmiştir
ki: Hz. Davud (a.s.) bir ara bulduğu zaman istirahat ederken dağlara emreder,
dağlar da Allah'ı teşbih eder, böylece onun zikir iştiyakı artardı. Bunun
içindir ki Cenab-ı Hak "Biz âmâde kıldık." yani, Hz. Davud dağlara
Allah'ı teşbih etmelerini emrettiği zaman dağların ona itaat etmelerini emrettik,
diye buyurmuştur.
Yine
denilmiştir ki: Kuşların onunla birlikte seyretmeleri onların teşbihidir.
"Ey dağlar ve kuşlar! Onunla birlikte yönelin" (Sebe1, 34/10) ayeti
buna delildir.
Razî
diyor ki: Birinci görüş (Mukatil'in görüşü) daha uygundur. Çünkü lafzı
zahirinden alıp başka bir manaya götürmek zarureti yoktur. Dağların ve kuşların
teşbihi Allah Tealâ'nın kudretine ve caiz olmayan şeylerden O'nunla münezzeh
olduğuna delildir.
8- Hz. Davud (a.s.) ilk defa zırh yapan ve zırh sanatını icat eden
kimsedir. Diğer insanlar ondan bu sanatı öğrenmişlerdir. Zırh önceleri sac
levha şeklinde idi. Onu ilk defa halka halka yapan odur. Ona verilen bu nimet
insanlar, savaş esnasında silahlardan korumak ve himaye etmek için kıyamete
kadar devamlı bir şekilde savaşçılara verilen bir nimet olmuştur. Dolayısıyla
bu nimet sebebiyle Allah'a şükretmeleri gerekir.
Bu
şükrü gerektirir. Bu sebepledir ki Cenab-ı Hak "Artık şükredecek misiniz?"
yani zırh yapma nimetini size ihsan ettiği için Allah'ın emrettiği hususlarda
Rasulullah'a (s.a.) itaat edecek misiniz? diye buyurmuştur. Ayetin manası,
"size bu sanatı kolayca ihsan eden Allah'a şükredin." demektir.
9-
Bu ayet her çeşit sanatı ve
sebepleri kullanmanın caiz olduğuna delildir. "Sebep" Allah'ın
yaratıklarındaki ilâhî bir kanunudur.
Bu
ayet işçiler, sanatkârlar ve sanayide çalışanlar için çalışmanın bir şeref
olduğuna, meslek edinmenin değerli bir ikram olduğuna açık bir şahittir.
Allah
Tealâ Hz. Davud'un (a.s.) zırh yapmakla meşgul olduğunu haber vermektedir.
Peygamberimiz (s.a.) de Hz. Davud'un (a.s.) kendi el emeğinin karşılığını
yediğini ve bunun en faziletli kazanç olduğunu ifade etmektedir. Hz. Adem
(a.s.) çiftçi idi. Hz. Nuh (a.s.) marangoz idi. Gemiyi bizzat kendisi yapmıştı.
Hz. İdris ve Hz. Lokman (a.s.) terzi idiler. Hz. Talut deri tabaklayıcısı yahut
su satıcısı (saka) idi.
Bütün
bunlar çalışmanın peygamberler ve salihlerin ve gerçek müminlerin yolu
olduğunu göstermektedir. İslâm çalışmayı seven ve farz kılan, işsizlikten ve
tembellikten nefret eden, iş yapmaya gücü yettiği halde işsiz, güçsüz duranlara
savaş açan bir dindir.
Buharî,
Müslim ve Nesaî'nin Ebu Hureyre'den (r. a.) rivayet ettiği hadis-i şerifte
Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Sizden birinizin ipini alıp
dağa çıkması, odun toplayıp bunları satması, kazancından yiyip sadaka vermesi
insanlardan dilencilik yapmasından daha hayırlıdır."
Sanat
vesilesiyle insan kendini insanlardan korur, bu vesileyle zararı ve kendisine
gelecek sıkıntıları giderir.
Hakim
et-Tirmizî, Taberanî ve Beyhakî'nin Ebu Hureyre'den (r. a.) rivayet ettikleri
isnadı "zayıf bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Allah güçsüz, kanaatkar,
sanatkâr, ve mümin kulunu sever, ısrarla dilencilik yapana da buğzeder."
10- Allah Tealâ'nın Hz. Süleyman'a (a.s.) yaptığı ikramlardan biri de Hz.
Süleyman'ın (a.s.) emriyle onun
istediği yere giden, sonra yine onu mübarek Şam diyarına geri getiren rüzgârı
onun emrine vermiş olmasıdır. Rivayet olunduğuna göre rüzgâr Hz. Süleyman
(a.s.) ve ashabını onun istediği yere götürüp getiriyordu.
11- Yine Allah'ın ona verdiği ikramlardan biri de şeytanları onun emrine
tahsis etmesi idi. Şeytanlar denizden mücevherat çıkarmak için dalgıç sıfatıyla
çalışıyorlar, ayrıca şehirler köşkler bina etmek, mihraplar ve heykeller oymak,
büyük kazanlar ve çok geniş çanaklar, değirmenler, kristal eşya ve sabun gibi
pek çok işler yapıyorlardı.
Bu
yaptıkları işleri bozmamaları için O'nu koruyor, yahut Hz. Süleyman (a.s.)
zamanında Ademoğullarından birine saldırmamaları, kaçmamaları veya onun
emrinden imtina etmemeleri için Allah Tealâ onları gözetim altında tutuyordu.
Onlar
Hz. Süleyman'ın (a.s.) bir işaretine bağlı, iradesine tam itaatkâr idiler;
onlardan hiçbiri ona yaklaşmaya cesaret edemiyorlardı.
[83]
83-
Eyüb'e gelince, o bir zaman Rabbi-ne: "Doğrusu ben bir derde yakalandım.
Sen merhamet edenlerin en mer-hametlisisin." diye dua etmişti.
84-
Biz de duasını kabul edip yakalandığı derdi gidermiştik. Ona tarafımızdan bir
rahmet ve kulluk edenlere bir hatıra olmak üzere aile efradını ve ayrıca
onlarla beraber bir mislini vermiştik.
"Eyüb'e
gelince" yani Eyüb'ü de hatırla. Hani "o bir zaman" hastalıkla
ipti-lâ olduğu zaman "Rabbine: Doğrusu ben bir derde yakalandım."
demişti.
Doğrusu
ben bir derde yakalandım. Sen merhamet edenlerin en merhamet-lisisin."
Burada kendisinden acınacak şekilde bahsetmesi ve asıl isteği açıkça
belirtmemesi açısından duada çok latif bir ifadedir.
"Biz
de duasını kabul edip," onun nidasına icabet etmiş "yakalandığı derdi
gidermiştik." Yani hastalığına şifa vermek suretiyle onun derdini
gidermiş, izale etmiştik.
"Ona"
Eyüb'e "tarafımızdan bir rahmet" olması için onun sabrettiği gibi
sabretmeleri ve onun sevaba nail olduğu gibi sevaba nail olmaları için
"kulluk edenlere bir hatıra olmak üzere hem ailesini hem de onlarla
beraber bir mislini ona vermiştik." Ailesinin sayı olarak bir mislini,
ayrıca bir mislini ziyade olarak vermiştik. Yanında bulunan hanımının gençliği
artmış ve önceki kadar evlât dünyaya getirmişti.
[84]
Allah
Tealâ peygamberlerden beş tanesinin yani Hz. İbrahim, Lût, Nuh, Davud ve
Süleyman'ın (a.s.) kıssalarını zikredip Allah'a davet yolunda uğradıkları belâ
ve musibetleri hatırlattıktan sonra burada da Hz. Eyüb (a.s.) kıssasını ve
onun kendi şahsı ve ailesinde karşılaştığı çeşitli musibetlerini zikretti.
Hepsi
mihnet ve belâlara sabrettiler. Allah'ın kendilerine lütfettiği bir nimet olan
"belânın kaldırılması" nimetine ve inkarcı kavimlerine karşı
"muzaffer olma" nimetine şükrettiler.
[85]
Kur'an'ı
Kerim'de Hz. Eyüb (a. s) ismi 4 defa geçmektedir. Bunlar Nisa, En'am, Enbiya ve
Sad sureleridir.
İsmi
Eyyûb b. Enûs idi. Annesi Hz. Lût'un (a.s.) evlâdındandı. Hz. Eyüb (a. s) Rum
diyarından olup Hz. İshak b. Yakub (a.s.) evlâdındandı.
Vatanı
Suayr dağına yakın Ivas diyarı, yahut Edûm beldesi idi. Rivayete göre Hz. Eyüb
(a. s) Hz. Musa'dan (a.s.) önce idi. Bir başka rivayete göre Hz. İbrahim'den
(a.s.) 100 sene önce idi. Bu görüş daha tercihe şayandır.
Allah
ona peygamberlik vermiş ve dünya nimetlerini önüne sermiş, çok aile efradını
ve bol mal vermişti. Hz. Eyüb'ün (a. s) 7 oğlu ve 7 kızı vardı. Bütün bu
nimetler Allah'ın kendisini maruz kıldığı mihnet ve musibetlerden sonra sabrın
mükafatı olarak verildi.
Hz.
Eyüb (a. s) 18 yıl veya başka bir rivayete göre yaklaşık 13 yıl kadar uzun bir
müddet hastalandı. Ancak bu hastalığı insanların nefretine sebep olacak bir
hastalık değildi. Zira peygamberler insan tabiatının nefret edeceği hastalıklardan
salim olma vasfına sahiptirler.
Allah
onu evlâtlarıyla da imtihan etti. Zira onların üzerlerine ev yıkılmış ve hepsi
ölmüşlerdi. Ayrıca bütün malının yok olması şeklinde malıyla da imtihan etti.
Hz.
Eyüb (a. s) yoksullara karşı çok merhametli idi. Yetimlere ve dullara yardım
eder, güçsüzlere ikramda bulunurdu.
Allah
Tealâ Sad Suresinde zikredileceği gibi yemininin kefaretini vermekle ikramda
bulundu. Eline bir demet sap alıp onunla hanımına vurmasını ve böylece yeminini
bozmamış olacağını ilham etti.
Hz.
Eyüb'ün (a. s) hanımı farklı rivayetlere binaen Hz. Yusuf un torunu Rahme bt.
Efrayim b. Yusuf, yahut Mahir bt. Miyşa (Mensa) b. Yusuf yahut Li-ya bt. Yakub
idi.
Hz.
Eyüb'ün (a.s.) hanımı bir ihtiyacı için evden çıkmış, geri dönmekte gerekmişti.
Kadın, şeytanın Hz. Eyüb (a. s) hakkında "Yasak kelime söylerse iyi
:>.acağı" iğvasma binaen Hz. Eyüb'e (a. s) işaret ederek:
-
Bu belâ ne zamana kadar sürecek? dedi. Bunun üzerine Hz. Eyüb şifa :ulursa
hanımına yüz defa vuracağına yemin etti. Cenab-ı Hak da Hz. Eyüb'ün
"eminine kefaret tavsiyesinde bulunarak ona (ot, fesleğen veya ince
çubuklardan» bir demet alıp vurmasını emretti. Bu hanımının Hz. Eyüb (a. s)
güzel hiz-—eti ve kocasının ondan razı olması sebebiyle hem Hz. Eyüb'e (a. s)
hem de hanımına bir rahmet idi.
Bu
ruhsat, şeriatımızda had cezalarında ve diğer durumlarda, hastalık ve -amilelik
gibi zarurî hallerde uygulanan bir ruhsattır.
[86]
Hz.
Eyüb (a.s.) mihnet ve belâya sabır hususunda nihayet darb-ı mesel olacak kadar
meşhur ve çok üstün bir misaldir. İşte onun kıssası:
"Eyüb'e
gelince, o bir zaman Rabbine şöyle yalvarmıştı..." Yani Ey Rasul! İbret,
öğüt ve örnek almak için malı, evlâdı ve cesedinde belâya uğrayan Eyüb'ü
hatırla. O, derde yakalandığı zaman Rabbine dua etmiş, şöyle demişti: Ey
Rabbim! Ben derde ve sıkıntıya yakalandım. Sen merhamet edenlerin en
merhametlisisin. Nefsini rahmeti gerektirecek bir vasıfla tavsif etti. Rabbini
de son derece rahmetli olmasıyla niteledi. Rabbinin kendisini gayet iyi
bildiğine iman ettiği için, niyazda lütuf yoluyla arzusunu açıkça ifade
etmemiştir.
Hz.
Eyüb'ün (a. s) hastalığı uzun müddet devam eden bir hastalıktı. Ancak bu
hastalığı insanlığı nefret ettirici ve vücutta bir eksiklik meydana getiren bir
hastalık değildi. Çünkü peygamberler masumdur, insan tabiatının nefret edeceği
hastalıklardan uzaktırlar. Hanımı daima onunla beraber olmuştu, daima ona
şefkatle bakıyor ve işlerini görüyordu.
Peygamberimiz
(s.a.) İmam Ahmed, Buharî, Tirmizî ve İbni Mace'nin Sa'd'den (r. a) rivayet ettiği
hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: "İnsanlar arasında en şiddetli
belâya uğrayanlar peygamberler, sonra salihler, sonra çok iyi kimseler, sonra
da diğer iyi kimselerdir. Kişi dinine göre belâya uğrar; dininde sağlam ise
belâsı şiddetli olur."
Dahhak
ve Mukatil diyor ki: Hz. Eyüb (a.s.) yedi yıl, yedi ay, yedi gün, yedi saat
belâ içinde kaldı. İbnü'l-Arabî diyor ki: Bu mümkündür, fakat, Hz. Eyüb'ün (a.
s) ne kadar belâya uğradığı hakkında sahih bir haber olmamıştır.
"Biz
de onun duasını kabul edip yakalandığı derdi gidermiştik." Yani Hz.
Eyüb'ün (a. s) duasına icebet ettik, sıkıntısını kaydırdık ve ona afiyet
verdik.
"Onun
aile efradını, hem de onlarla beraber bir mislini ona vermiştik." Yani
dünyada kaybettiği evlâdın yerine evlât vermiştik. Ona aile efradını ve onlarla
birlikte bir mislini tekrar vermiştik. Onun hanımından öncekilerin bir misli
kadar evlât dünyaya gelmişti.
"Ona
tarafımızdan bir rahmet olması için ve ibadet edenlere bir hatıra olması
için.." Yani biz Hz. Eyüb'e mal, aile ve evlâdın yerine bedel olarak
verdik ve onun cesedine afiyet verdik. Bu bizden ona bir rahmet olması ve ona
uymak ve onun sabrettiği gibi sabretmek suretiyle ibadet edenlere bir hatıra
olması, böylece Hz. Eyüb'ün sevaba nail olduğu gibi onların da sevaba nail
olmaları içindir. Nihayet mümin, Allah'ın af, rahmet ve lütfundan ümitsiz
olmayacak, hiçbir musibet ve belaya uğramaktan emin olmayacaktır. Zira dünya
ibtilâ ve imtihan yurdudur.
Zemahşerî
diyor ki: "İbadet edenlere rahmetimizle muamele etmek için biz kullarımızı
güzellikle zikrediyoruz. Onları unutmuyoruz. Yahut: Bizden Hz. Eyüb'ü (a. s)
bir rahmet olmak üzere ve diğer kullara da onun sabrettiği gibi sabretmeleri ve
nihayet dünya ve ahirette onun sevaba nail olması gibi sevaba nail olmaları
için bir hatıra olmak üzere verdik.
[87]
Kurtubî
Hz. Eyüb'ün (a.s.) uğradığı dert hakkında 17 görüş zikretmiştir.
Doğru
olan da Kur'an nassınm zahirini yeterli görmektir. Bu da Hz. Eyüb'ün (a. s)
nefsinde, bedeninde ve ailesinde ve malında bir derde yakalanmasıdır. Hz. Eyüb
(a. s) buna sabretmiş, sonra Allah Tealâ ona afiyet vermiş, ona
kaybettiklerinden daha hayırlısını ihsan etmiştir. Cenab-I Hak onu sabırlı
jiuşu sebebiyle övmüştür: "Biz onu sabırlı bulduk. O ne güzel kuldur! Gerçek-:en
Allah'a yönelen kimsedir!" (Sad, 38/44).
Kesin
olarak sabit olan şey Hz. Eyüb'ün (a. s) hastalığının nefret ettirici
simayışıdır. Bunun hedefi bu kıssanın bir ibret vesilesi olması, dünyanın
âhire-"ân tarlası olduğunu belirtmesi, insanın dünyada karşılaştığı
belâlara sabretmesinin vacib olması, Allah Tealâ'nm hakkını yerine getirmeye
gayret etmesi, hiçbir şeyden sıkılmaması, buğzetmemesi ve şikayet etmemesi,
iyilik ve musi-bet gibi her iki halde de sabırlı olmasıdır.
Allah
Tealâ bu kıssadan alınacak ibreti özlü bir şekilde ifade etmiştir: "Bi-'.
tarafımızdan bir rahmet ve ibadet edenlere bir öğüt olmak üzere..." Yani
biz i olayı bizim nezdimizden bir rahmet olsun diye ve ibadet ehline bir öğüt
ol-diye yaptık. Çünkü ibadet ehli olanlar Hz. Eyüb'ün (a. s) uğradığı belâyı,
hu belâya sabretmesi ve bu şekilde imtihan oluşunu hatırlayınca Hz. Eyüb (a. i
gibi sabretmeye başladılar. Bu kıssa onların ibadete devam etmeleri ve zararlara
tahammül etmeleri için bir uyarıdır.
Hz.
Eyüb'ün (a. s) belâ içinde geçirdiği müddet hakkında rivayetler vardır.
Bunların arasında en doğru olan onsekiz yıldır. Allah en iyisini bilir. İbni
Şihab dmnu Peygamberimiz'den (s.a.) rivayet etti. İbnül-Mübarek de böyle
zikretmiştir.
[88]
85- İsmail, İdris ve Zülkifl ise, hepsi de
sabırlı kimselerdendir.
86-
Biz onları da rahmetimize gark ettik. Onlar gerçekten salih kimselerdendir.
"es-Sabirîn"
ve "es-salihîn"" kelimeleri arasında cinas-ı nakıs vardır.
[89]
"İsmail,
İdris ve Zülkifl" i de hatırla! Zülkifl'in ismi İlyas'tır. Bir başka görüşe
göre Yuşa' b. Nun'dur. Bir başka görüşe göre Zekeriyya'dır. Bu isimle anılmasının
sebebi Allah tarafından nasip sahibi olması, veya Allah'ın onu kefaleti altına
alması yahut zamanının peygamberlerinin amelinin ve sevabının bir misline nail
olmasıdır. Ayette geçen "el-kifl" lügatte nasip, kefalet, bir misli
manasındadır. Bir rivayete göre, Zülkifl peygamber değildi. Alimlerin çoğunluğu
onun peygamber olduğu ve Hz. Eyüb'ün oğlu olduğu görüşündedirler. Kur-tubî'ye
muhalif olarak Razî ve Zemahşerî'nin açıkça belirttikleri husus budur.
Denilmiştir
ki: Peygamberlerden beşi iki isimlidirler: Yakup (İsrafil), İlyas (Zülkifl),
İsa (Mesih), Yunus (Zü'n-nûn), Muhammed (Ahmed). Allahm salât ve selâmı
hepsinin üzerine olsun.
"Hepsi
sabırlı kimselerdendir." Yani onların hepsi peygamberlik yükümlülüklerinin
zorluklarına ve şiddetli sıkıntılara karşı, yahut Allah'a itaat yolunda ve ona
isyan etmemek hususunda sabırlı kimselerdir.
"Biz
onları da rahmetimize" peygamberliğe yahut ahiret nimetine "gark ettik.
Onlar gerçekten salih kimselerdendir." Salâh noktasında kâmil olan kimselerdir
yani peygamberdirler. Çünkü onların salâhı fesadın bulanıklığından masumdur.
[90]
Allah
Tealâ, Hz. Eyüb'ün (a. s) sabrını ve Rabbine yaptığı duasını zikrettikten
sonra bu peygamberleri (Hz. İsmail, İdris ve Zülkifl'i) zikretti. Çünkü bu
peygamberler de zorluklara, mihnetlere karşı ve ibadete devam etmekte sabreden
kimselerdendir.
Hz.
İsmail'e (a.s.) gelince: Kurban edilmek üzere boynunu babasına sunarak
sabretti. Hiçbir ekin, etinden-sütünden yararlanılacak hayvan ve hiçbir bina
bulunmayan bir beldede (Mekke'de) sabretti. Ayrıca Beytullah'ı bina ederken
sabretti. Allah da ona peygamberlerin sonuncusunu sulbünden getirmekle ikramda
bulundu.
Hz.
İdris'e (a.s.) gelince: İbni Ömer'in (r. a.) dediği gibi, Hz. İdris (a.s.) kavmine
Allah Tealâ'ya davetçi olarak gönderildi. Kavmi kabul etmediler. Allah da
onları helak etti. Hz. İdris'i (a.s.) semanın dördüncü katına yükseltti. Hz.
İdris (a.s.) ilk defa elbise diken, ilk defa dikişli elbise giyen kimsedir.
Bundan önce insanlar deri elbiseler giyiyorlardı. Hz. İdris (a.s.) ilk defa
savaş aracı olarak silâh edinen kimsedir.
Hz.
Zülkifl'e (a.s.) gelince: O da sabahlayıncaya kadar gece namazı kılma, hiç
iftar etmeden devamlı gündüz orucuna devam etme, insanlar arasında hiç kızmadan
hüküm verme ve böylece vefakârlık yapma ve kendisini taahhüt altına alma
hususunda sabretti.
Denilmiştir
ki: Hz. Zülkifl (a.s.) salih bir kul idi. Her gün Allah rızası için yüz namaz
kılıyordu. Alimlerin çoğunluğu -daha önce zikredildiği gibi- peygamberlerle
birlikte zikredilmesi delaletiyle Hz. Zülkifl'in (a.s.) peygamberlerden biri
olduğu görüşündedirler.
[91]
İsmail,
İdris ve Zülkifl ise hepsi de sabırlı kimselerdendir.Yani Ey peygamber! İsmail
b. İbrahim el-Halil'in, Şit ve Adem'den sonra gelen İdris'in (a.s.)
İs-railoğulları'ndan olan ve Şam diyarında yaşamış olan İlyas adındaki pek çok
nasip sahibi manasmdaki Zülkifl'in (a.s.) haberlerini hatırla!
Bunların
hepsi belâ ve mihnetlere, Allah'a taate ve Ona isyan etmemeye sabreden ve
sevabını yalnız Allah'tan bekleyen kimselerdendir. Herbirinin sabır durumlarını
az önce anlattık.
"Biz
onları da rahmetimize gark ettik. Onlar gerçekten salih kimselerdendir."
Biz onları peygamberlik, cennete girmek, rızamız ve sevabımızı elde etmek
suretiyle rahmetimizin ehlinden kıldık. Çünkü bunlar salâhı kâmil olan insanlar
gurubundandır. Çünkü bunlar masum peygamberlerdir. Onların salâhını ise hiçbir
fesat bulandıramaz.
[92]
Bu
üç peygamber [Hz. İsmail, İdris ve Zülkifl (a.s.)] Allah Tealâ'nın emrine tabi
olma, Allah'a itaati yerine getirme, Ona isyandan kaçınma hususunda sabreden
kimselerdendir.
Allah
Tealâ onları rızasına nail kılmak, cennetine koymakla mükâfatlandırdı. Çünkü
bunlar salih kavim olup salâh ve takvası kâmil olan, fesadın her şeklinden uzak
kimseler idiler.
Burada
anlatılmak istenen, bu peygamberleri örnek almak ve onlara uymaktır. Çünkü
Cenab-ı Hak Kur'anında insanlara peygamberlerden herhangi bir peygamberin
haberini sadece bu hususta hayır ve faide, ibret ve öğüt olduğu, Allah'ın
emrine sarılmak, dinde ve hayatta istikamet sahibi olmak için gerçekçi ve
pratik misaller olduğu için anlatmıştır.
[93]
87- Zünnûn'a (Yunus'a) gelince, O bir zaman
öfkeli bir halde (kavmini terk edip) gitmişti. Bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı
sanmıştı. Sonunda karanlıklar içinde şöyle niyaz etti: "Senden başka hiçbir
ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum."
88-
Bunun üzerine biz de onun duasını kabul ettik. Onu kederden kurtardık. İşte biz
müminleri böyle kurtarırız.
"Zünnûn'a
gelince", Zünnun, yani balık sahibi lakabıyla tanınan Hz. Yunus b.
Metta'yı hatırla. Hani "O bir zaman" uzun süren daveti ve kavminin küfürde
ısrar etmesi sebebiyle kavminden çektiği sıkıntılardan dolayı kavmine karşı
"öfkeli bir halde gitmişti." Hz. Yunus (a.s.) gitmesi için emir
verilmeden veya kendisine izin verilmeden önce kavminden ayrılmıştı.
Hz.
Yunus (a.s.) "Bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı" daraltmayacağımızı
"sanmıştı." Yahut ayetin manası şudur: Veya bizim kendisine asla ceza
ile hükmetmeyeceğimizi sanmıştı. Buradaki "nakdire" kelimesi takdir
yani kaza ve hüküm kelimesinden alınmıştır. Veyahut bu cümle "temsil"
babından bir ifadedir. Yani onun durumu tıpkı Allah'ın emrini beklemeksizin
kavmini terk etmesi hususunda kendisini sıkıştırmayacağımızı zanneden bir kimsenin
durumuna benzemektedir.
Bütün
bu manalar yapılan tevillerdir. Bu sadece şeytanın vesvesesi de olabilir,
sonra burhanla onu geri çevirip yok eder. Burada "zann" kelimesi
mübalağa için kullanılmıştır. Nitekim Cenab-ı Hak müminlere hitaben: "Siz
Allah hakkında çeşitli tahminlerde bulunuyorsunuz" (Ahzap, 33/10)
buyurmuştur. Kısaca: Buradaki zan Hz. Yunus'tan (a.s.) değildir. Çünkü Allah
Tealâ'nın âciz olduğunu zanneden kâfir olur.
"Karanlıklar
içinde şöyle niyaz etti." Yani yoğun ve şiddetli karanlık içinde yahut balığın
karnı, deniz ve gece karanlıkları içinde dedi ki: "Senden başka ilâh
yoktur". Herhangi bir şeyin seni âciz bırakmasından "seni tenzih
ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum." İzinsiz göç etmeye teşebbüs
etmek suretiyle nefsime zulmedenlerden oldum. Beyhakî'nin Sa'd (r.a.)'den
rivayet ettiği bir hadisi şerifte Peygamber (s.a.) buyuruyor ki: "Herhangi
bir derde mübtelâ olan bir kimse bu dua ile dua ederse duası kabul
edilir."
"Bunun
üzerine biz de onun duasını kabul ettik." Bu kelimelerle yaptığı duasını
kabul ettik. Balık onu karnında kaldığı dört saat sonunda sahile attı. Bir
rivayete göre, bu müddet üç gün idi.
"Onu
kederden" balığın karnında olması sebebiyle yahut işlediği hata (zel-le)
sebebiyle çektiği üzüntüden "kurtardık."
"İşte
biz müminleri böyle kurtarırız." Yani Hz. Yunus (a.s.) bize dua ettiği
zaman hapis musibetinden kurtardığımız gibi bize yalvarıp yardım isteyen müminleri
de böyle kurtarırız.
[94]
Hz.
Yunus (a.s.) kıssası, meşakkatlere sabredip korkunç olaylara göğüs gerdikten,
sıkıntı ve zorlukları çektikten sonra Allah'ın dualarını kabul ettiğini,
kıssaları anlatılan geçmiş peygamberlere ikram ettiği gibi Hz. Yunus'a (a.s.)
ne derece lütuf ve ikramda bulunduğunu açıklamaktadır.
[95]
"Zunnûn'a
gelince..." Ey Rasulüm! Yunus b. Metta'ın (a.s.) kıssasını hatırla.
Cenab-ı Hak onu Musul diyarından Ninova kasabasına göndermişti. Bu kasabanın
kralı Hazkıya idi. Hz. Yunus (a.s.) onları Allah Tealâ'ya, O'nun birliğine ve
O'na itaat etmeye davet etmiş, onlar da bunu reddetmişler, küfürde karar
kılmışlardı. Hz. Yunus (a.s.) da kavmine kızarak aralarından çıkıp gitmiş,
onları üç gün sonra meydana gelecek bir azapla tehdit etmişti.
Bu
azabın gerçekleşeceğini anlayıp peygamberin yalan söylemediğini idrak edince
çocukları ve hayvanlarıyla birlikte sahraya çıktılar. Annelerle yavrularının
arasını ayırdılar. Sonra da Allah'a yakarışta bulundular. Develer ve yavruları,
sığırlar ve danaları böğürmeye, koyunlar ve kuzuları meleşmeye başladılar.
Allah da onlardan azabı kaldırdı.
Nitekim
Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Bir kasaba halkı
inanmalı değilmiydi ki imanları kendilerine fayda versin! İşte Yunus'un kavmi
iman ettikleri zaman, dünya hayatında rezilliği gerektiren azabı onlardan
kaldırdık. Onları bir süre daha bu dünyada geçindirdik." (Yunus, 10/98).
Hz.
Yunus'a (a.s.) gelince: Yola çıktı, bir gurup yolcu ile birlikte bir gemiye
bindi. Gemi sarsılmaya başladı. Yolcular boğulmaktan korktular. Geminin yükünü
hafifletmek için aralarından denize atacakları bir adam için kur'a çektiler.
Kur'a Hz. Yunus'a (a.s.) çıktı. Yolcular onu denize atmak istemediler. Sonra
tekrar kur'a çektiler. Kur'a yine ona çıktı. Sonra tekrar kur'a çektiler. Kur'a
yine ona çıktı. Netice Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu gibi: "Yunus gemide
olanlarla karşılıklı kur'a çekmişti ama o yenilenlerden olmuştu." (Saffat,
37/141). Yani kur'a ona çıkmıştı.
Bunun
üzerine Hz. Yunus kalktı, elbiselerini çıkarttı. Sonra da kendini denize attı.
Cenab-ı Hak da denizden ona denizi yararak gelen bir balık gönderdi. Balık onu
yuttu.[96]
"Zünnun"
ifadesi "balık sahibi", "nun" ise balık demektir. Hz.
Yunus'a (a.s.) bu lakap verildiği sahihtir.
"Mugâdıben"
yani kavmi kendisini yalanladıkları için ve kendisinin de üç gün sonra gelecek
azapla tehdit ettiği durumlarından hoşlanmadığı için kavmine öfkeli bir halde
ayrıldı. Fakat Hz. Yunus'un (a.s.) bilmediği bir şekilde tevbe etmeleri
sebebiyle bu azap onlara gelmedi.
Yoksa
Hz. Yunus (a.s.) Allah'ın hükmünden hoşlanmadığı için yahut Rab-bine öfke
beslediği için ayrılmamıştı. Aksi takdirde peygamber bir yana normal bir
kişiden bile beklenmeyen büyük bir günah işlemiş olurdu. Hz. Yunus (a.s.)
Rabbinin rızası için öfkelenmişti. Nefsini zalimlerden olmakla tavsif etmesi de
buna delildir. Bu görüş müfessirlerin çoğunluğunun görüşüdür.
"Bizim
kendisini asla sıkıştırmayacağımızı sanmıştı." Yani balığın karnında ona
darlık vermeyeceğimizi yahut ona ceza ile hükmetmeyeceğimizi zannetmişti. Bu
ikinci manaya göre "nakdire" kelimesi takdir yani kaza ve hüküm anlamındadır.
Nitekim şu ayette de aynı manada kullanılmıştı. "Her iki su takdir edilen
ölçüye göre birleşti." (Kamer, 54/12). Hz. Yunus'un (a.s.) çıkışı kaçan
bir köle haline benziyordu.
"Sonunda
karanlıklar içinde şöyle niyaz etti: Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih
ederim." Yoğun karanlıkların derinliğinde yahut üç karanlığın yani balık
karnının, denizin ve gecenin karanlığı altında Rabbine dua etti: Seni tenzih
ederim ya Rabbi! Sen tek ilâhsın. Senin hiçbir ortağın yoktur. Sen dilediğini
yaparsın. Dilediğini hükmedersin. Yerde ve gökte hiçbir şey seni âciz
bırakamaz.
"Gerçekten
ben zalimlerden oldum." Senden emirsiz veya senden izinsiz çıkmakla
nefsine zulmedenlerden oldum. Bu durum "Ey Muhammedi Rabbinin hükmü
gelinceye kadar sabret. Balık sahibi Yunus gibi olma. O sonunda pek üzgün
olarak niyazda bulundu (Yunus, 68/48) ayetinin delaletiyle peygamberlere lâyık
olan hâlin hilâfınadır.
"Bunun
üzerine biz de onun duasını kabul ettik." Yani pişmanlık ve tevbe izhar
ettiği duasına icabet ettik.
"Onu
kederden kurtardık. İşte biz müminleri böyle kurtarırız." Yani Hz. Yunus'u
(a.s.) balığın karnından ve karanlıklardan çıkarttık. Onu sıkıntı ve dertten
kurtardığımız gibi bizden yardım diledikleri ve rahmetimizi istedikleri zaman
sadık müminleri de kurtarırız.
Beyhakî'nin
Sa'd b. Ebî Vakkas'tan (r. a.) rivayet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.)
şöyle buyurmuştur: Bir müslim Zünnûn olan Hz. Yunus'un balığın -.arnındaki
duasıyla "senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten
ben zalimlerden oldum." herhangi bir şey sebebiyle dua etse duasına
mutlaka icabet olunur."
Hz.
Yunus (a.s.) tevhidle başladı. Sonra tenzih, teşbih ve sena etti. Sonra da
istiğfar etti ve nefsinin zulüm -yani günah- işlediğini itiraf etti.
İbni
Ebî Hatim, Hz. Enes'in (r. a.) Peygamberimiz'e (s.a.) isnat ettiği şu hadisi
rivayet etmektedir: Hz. Yunus (a.s.) balığın karnında iken bu kelimelerle dua
etmeyi arzu edince şöyle niyazda bulundu: "Allahım! Senden başka hiçbir
ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum." dedi.
Bu dua arşın altına yöneldi. Melekler:
-
Ya Rabbi! Bu ses garip bir yerden gelen, bilinen güçsüz bir sestir, dediler.
Cenab-ı Hak.
-
Bunu bilmiyor musunuz? diye sordu. Melekler:
- Hayır
ya Rabbi! Bu kim! dediler. Cenab-ı Hak:
-
Kulum Yunus'tur, dedi. Melekler:
- Devamlı kabul edilmiş ameli, makbul duaları
semaya yükselen kulun Yunus mu bu! Ya Rabbi! Rahat içerisinde işlediği amel
sebebiyle ona rahmette bulunup belâdan kurtarmaz mısın? dediler. Cenab-ı Hak:
-
Evet, dedi. Balığa emretti. Balık onu boş bir araziye attı.
[97]
Peygamberlerin
hayatları gayet acayip ve garip haller ve Allah'ın onların elleriyle ortaya
koyduğu hususî mucizelerle doludur. Sıradan insanların halleriyle
peygamberlerin halleri kıyas bile kabul etmez. İşte Hz. Yunus (a.s.) kıssası
bu eşsiz şaşırtıcı durumlardan biridir.
Hz.
Yunus (a.s.) Allah için öfkelenerek kavminden ayrıldı. Zira mümin Allah'a
isyan edildiği zaman sadece Allah için öfkelenir. Kurtubî'nin görüşüne göre bu
öfkelenme fazla değildi. Hz. Yunus (a.s.) Allah'a karşı öfkelenmedi. Allah
onlardan azabı kaldırınca Allah için kavmine karşı öfkelendi.
Allah'ın
nebisinin Rabbine karşı öfkelenmesi caiz değildir. Çünkü bu hal emir ve nehyin
gerçek sahibinin Allah olduğunu bilmeyen kişinin sıfatıdır. Al-lahı bilmeyen de
peygamber olmak şöyle dursun, mümin bile olamaz. Hz. Yunus (a.s.) Rabbinin
rızası için öfkelenerek kavminden ayrıldı. Yani Rabbine küfrettikleri için
kavmine karşı öfkelendi.
Fakat
onun için evlâ olan sabretmesi ve kavminden ayrılıp hicret etmesi hususunda
Allah Tealâ'dan gelecek izni beklemesiydi. Bunun için Cenab-ı Hak
peygamberimiz'e (s.a.) hitaben: "Balık sahibi gibi olma." (Kalem,
68/48) demişti. Sanki Allah, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.) için en üstün
ve en yüksek mertebeyi istiyordu.
Kuşeyrî
diyor ki: En uygun görüşe göre bu öfkelenme Allah Tealâ'nm kendisini (yani Hz.
Yunus'u) peygamber olarak gönderdikten ve azabın, kavmini gölgelemesini müteakip
kaldırılmasından sonra idi. Çünkü Hz. Yunus (a.s.) inançsız kavmine gelecek
azabın kaldırılmasından memnun olmamıştı.
Hz.
Yunus (a.s.) kavminden ayrılırken Allah'ın kendisini hapsetmek suretiyle
daraltmayacağını, ona herhangi bir ceza takdir etmeyeceğini zannetti.
"Kadera"
fiili şu iki ayette olduğu gibi "daraltma" manasınadır: "Allah
dilediğine rızkı genişletir, dilediğine daraltır." (Ra'd, 13/36);
"Kimin rızkı daraltı-hrsa..." (Talak, 65/7).
Yine
bu fiil takdir etme yani hüküm verme manasındadır. Kudret ve güç yetmesi
manasında değildir. Meselâ şu ayette bu manadadır: "Her iki su takdir
edilen ölçüye göre birleşti." (Kamer, 54/12).
Daha
sonra Hz. Yunus (a.s.) gece karanlığı, deniz karanlığı ve balığın karnının
karanlığında kendisine izin verilmeden ülkesinden çıkmak, yahut kavmine karşı
sabrı terk etmek suretiyle kendi nefsine zulmetmiş olduğunu idrak etti. Bu,
Allah tarafından bir ceza değildi. Çünkü peygamberlerin cezaya uğramaları caiz
değildir. Bu sadece bir arındırma ve eğitim idi. Çocuklar gibi cezaya lâyık
olmayanlar da bazan tedip edilebilir.
Hz.
Yunus (a.s.) Allah'a yalvardı, daha önce geçen: "Senden başka ilâh yoktur,
seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum." duasıyla Allah'a
iltica etti. Allah da ona ikramda bulundu ve onu balığın yutmasından korudu.
Balık ona hapishane oldu. Sonra balığa onu atmasını emretti. Balık da onu
deniz sahiline attı.
Hadiste
varit olmuştur ki: Bu ayette, Allah Hz. Yunus'un (a.s.) duasına icabet ettiği
gibi kendisine dua eden kimseye icabet edecektir; onu kurtardığı gibi kendisine
dua eden kimseyi de kurtaracaktır şeklinde ilâhî bir şart ve müjde yer
almaktadır.
Allah'ın
lütuf ve rahmetinden biri de Allah'a yalvaran ve O'nun yardımını isteyen
kimsenin kurtuluşu sadece Hz. Yunusa (a.s.) özel bir durum olmamasıdır. Bu
kurtuluş Allah'a yalvaran ve O'nun rahmetini talep eden bütün müminlere
şamildir. Zira Cenab-ı Hak önceki amelleri sebebiyle onları kederlerinden
kurtarır. Şu ayet bu duruma işeret etmektedir: "Eğer Allah'ı çokça teşbih
edenlerden olmasaydı, dirilip-kaldırılacakları güne kadar onun karnında
kalmıştı." (Saffat, 37/143-144).
Bu
lütuf Allah'ın kulu Yunus'u himaye etmesinin gereğidir. Allah, onun hakkıyla
kulluk etmesini gözetmekte ve daha önce yaptığı ibadetin hakkını korumaktadır.
Allah,
nerede olursa olsun dua denlerin duasına icabet eder. Bunun içindir ki
Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Beni Yunus b. Metta'dan üstün
görmeyin. Ben Sidretül-Münteha'da iken Allah'a denizin dibinde balığın karnındaki
Yunustan daha yakın değildim."[98]
Ba
hadisi Buharî, Müslim ve Ebu Davud başka bir lafızla İbni Abbas'tan (r.a.)
rivayet etmiştir.
89- Zekeriya ise, o bir zaman Rabbine: "Ey
Rabbim! Beni yalnız bırakma. Varislerin en hayırlısı sensin." diye niyaz
etmişti.
90-
Biz de onun duasını kabul ettik. Ve ona Yahya'yı bahşettik. Hanımını da buna
elverişli kıldık. Gerçekten onlar hayırlı işlere koşarlar, ümit ve korku içinde
bize dua ederlerdi. Onlar bize huşu (derin saygı) gösterirlerdi.
91-
İffetini koruyan Meryem ise, biz ona ruhumuzdan üfledik. Onu da, oğlunu da
bütün âlemlere bir mucize kıldık.
"Biz
ona ruhumuzdan üfledik" cümlesinde ruhumuzdan kelimesinde ruh,
şereflendirme ve değer verme açısından Allah Tealâ'ya nispet edilmiştir. Tıpkı
"Allah'ın devesi" (A'raf, 7/73) ayetinde olduğu gibi. Yani Allah'ın
mucize olarak gönderdiği deve demektir.
[99]
"Zekeriya
ise" yani Zekeriya'yı da hatırla. Hani "O bir zaman Rabbine: Ey
Rabbim! Beni yalnız bırakma." Yani beni tek başıma çocuksuz, varissiz
bırakma. "Varislerin en hayırlısı sensin," bütün mahlûkatm yok
olduktan sonra baki kalacak olan sensin. Bana varis olacak birini ihsan
etmezsen ben buna aldırış edecek değilim" "diye yalvardı"
Rabbine dua etti.
"Biz
de onun duasına" onun yakarışına "icabet ettik. Ona Yahya'yı bahşettik.
Hanımını da buna" yani doğuma "elverişli kıldık." Kısır olduktan
sonra çocuk getirdi. "Gerçekten onlar" Adı geçen peygamberler
"hayırlı işlere" ibadet ve taate "koşarlar" sür'atle
yönelirlerdi. Rahmetimizi "ümit" ederek "ve" azabımızdan
"korku içinde bize dua ederlerdi. Onlar bize huşu gösterirlerdi."
İbadetlerinde alçakgönüllü ve derin bir saygı gösteren kimselerdi.
"İffetini
koruyan Meryem ise..." namusunu haramdan koruyan hatta helâl yolla
ilişkiden bile uzak kalan Meryem'i de hatırla. "Biz ona ruhumuzdan üfledik.
" Yani İsa'yı onun karnında var ettik. Şu şekilde murad edilmesi de
caizdir. Biz ruhumuz yani Cebrail (a. s) tarafından Meryem'e üfleme yaptık.
Zira Cebrail Meryem'in gömleğinin cebine üflemiş ve bu üfleme onun rahimine
ulaşmıştı. "Biz onu da" Meryem'i de "oğlunu da bütün
âlemlere" insanlara, cinlere ve meleklere "bir mucize kıldık."
Zira Hz. Meryem Hz. İsa'yı babasız dünyaya getirmişti. Cenab-ı Hak "Biz
geceyi ve gündüzü iki kudret alâmeti kıldık" (İsra, 17/12) ayetinde olduğu
gibi "ayeteyn=iki kudret alâmeti" demedi. Zira bu iki şahsın, Meryem
ile Hz. İsa'nın hali tek bir kudret alâmeti idi. Bu da Hz. Meryem'in, oğlunu
babasız dünyaya getirmesidir.
[100]
Hz.
Peygambere ait hususî nimetlerin beyan edilmesinden sonra Cenab-ı Hak, Hz.
Zekeriya'ya (a.s.) kendisinin ve hanımının yaşlılığında yalnızlığı, çocukluğu
sebebiyle dertlendikten sonra nimeti açıkladı. Rabbine, kendisine evlât ihsan
eylemesi için dua etmişti. Kendisiyle ünsiyet temin edecek, din ve dünya işinde
kendisine güç verecek ve ölümünden sonra yerine geçecek bir evlâdı olsun
istedi.
Hz.
Zekeriya'nm (a.s.) duası, her ne kadar normal şartlarda kendisi ve hanımı
evlât sahibi olmaktan ümitsiz olunacak bir yaşa ulaşsalar da Allah Te-alâ'nın
buna kadir olduğunu bilen, ihlâslı bir kişinin duası idi.
İbni
Abbas (r. a.) demiştir ki: O zaman Hz. Zekeriya'nın yaşı 100, hanımının yaşı
99 idi.
Bundan
sonra Cenab-ı Hak Hz. İsa'nın dünyaya gelişi ile Hz. Yahya'nın (a.s.) dünyaya
gelişi arasındaki gariplik ve mucizelerin benzerliği sebebiyle Hz. Meryem
kıssasını ve Hz. İsa'yı dünyaya getirmesini zikretti.
Bu
iki kıssa daha önce Al-i İnıran ve Meryem surelerinde geçmişti.
[101]
"Zekeriya'ya
gelince..." Ey Rasul! Zekeriya'nın haberini de hatırla. Hani o Allah'tan
kendisine ondan sonra peygamber olacak bir evlât ihsan etmesini istedi.
Kavminden ayrı olarak gizlice Rabbine şu şekilde dua etti: "Ey Rabbim!
Benden sonra insanları sana davet etme yolunda benim ne evlâdım ne de varisim
vardır. Beni böyle yalnız başıma bırakma. Mahlûkatın yok olduktan sonra baki
kalacak sensin. Sen bana varis olacak birini ihsan etmezsen ben buna aldırış
edecek değilim. En hayırlı varis sensin." "Varislerin en hayırlısı
sensin." ifadesi hem dua, hem senadır.
"Biz
de onun duasını kabul ettik ve ona Yahya'yı bahşettik. Hanımını da buna
elverişli kıldık." Biz onun yalvarışına ve arzusuna icabet ettik. Ona adı
Yahya olan evlât bahşettik. Doğum engellerini ortadan kaldırmak suretiyle onun
hanımını buna elverişli kıldık. Kısırlıktan sonra ve yaşlılık halinde çocuk
dünyaya getirdi.
"Gerçekten
onlar hayırlı işlere koşarlardı." Yani adıgeçen - Zekeriya (a.s.) fftâr
peygamberler ve hanımı bize ibadete ve bize yaklaşmaya yahut ibadet ve ttat
işlemeye, Allah'a yaklaştıracak ameller yapmaya koşarlardı.
Burada
anlatılmak istenen husus onların bu taleplerine icabet edilmesi, sadece hayır
işlerine koşmaları, hayrı elde etmede süratle davranmaları idi. Nitekim ciddi
işlere rağbet edenler de bu şekilde davranmaktadırlar.
"
Onlar ümit ve korku içinde bize dua ederlerdi. Onlar bize huşu gösterirlerdi.
" Yani onlar bizim rahmetimizi ve lütfumuzu arzu ederek, bizim azabımızdan
ve cezamızdan korkarak bize dua ederlerdi. Bize karşı mütevazi ve boyun bükmüş
durumdaydılar.
Bunun
manası şudur: Onlar ibadet ve taat işlemek ve bu hususta süratli davranmaya
ilâve olarak şu iki şeyi yapıyorlardı:
Birincisi: Sevabını umarak ve cezasından korkarak Allah Tealâ'ya
sığınmak.
İkincisi: Huşu (derin saygı). Bu kalpte yerleşen bir korku,
kalpten ayrılmayan bir ürpermedir.
İbni
Ebî Hatim, Abdullah b. Hukeym'den rivayet ediyor: Ebubekir (r. a.) bize hutbe
irad etti. Sonra şöyle buyurdu:
"Ben
size takvayı (Allah korkusunu), Allah'a lâyık olduğu şekilde senada
bulunmanızı, ümitle korkuyu birbirine karıştırmanızı, niyazla ısrarı bir araya
getirmenizi tavsiye ediyorum. Zira Allah (c.c), Zekeriya (a.s.) ve onun ailesi
halkına şu şekilde senada bulunmuştur: "Gerçekten onlar hayırlı işlere
koşarlar, ümit ve korku içinde bize dua ederlerdi. Onlar bize huşu (derin
saygı) gösterirlerdi. "
Cenab-ı
Hak bundan sonra Hz. Zekeriya (a.s.) ve oğlu Hz. Yahya (a.s.) kıs-sasıyla bir
arada Hz. Meryem (a. s) ve oğlu Hz. İsa (a.s.) kıssasını zikrediyor.
Bu,
Allah kelâmında alışılmış bir anlatım tarzıdır. Cenab-ı Hak önce Hz. Zekeriya
(a.s.) kıssasını zikreder ve hemen onun ardından Hz. Meryem (a.s.) kıssasını
anlatır. Çünkü bu iki kıssa birbiriyle irtibat halindedir. Zira Hz. Zekeriya
(a.s.) kıssası yaşı geçmiş, pir-i fani bir ihtiyar ile gençliğinde hiç çocuk
doğurmamış, kısır bir kocakarıdan çocuk dünyaya gelmesi olayıdır. Hz. Meryem
(a.s.) kıssası ise daha gariptir. Bu ise hiçbir erkek olmaksızın sadece bir
hanımdan çocuk dünyaya gelmesi olayıdır.
Bu
iki kıssanın Al-i İmran, Meryem ve burada Enbiya surelerinde bir arada
zikredildiğini görüyoruz.
"İffetini
koruyan Meryem ise..." Yani kendini haram veya helâl yolla bile olsa
erkeklerden koruyan Hz. Meryem'in haberini hatırla. Nitekim Cenab-ı Hak onun şu
sözünü nakletmektedir: "Bana hiçbir beşer dokunmadı, ben asla kötü bir
kadın da olmadım." (Meryem, 19/20); "İffetini koruyan îmran kızı Meryem'e
biz ruhumuzdan üfledik." Yani Biz Hz. İsa'nın ruhunu onun karnına üfledik.
Yani onun rahminde Hz.İsa'ya hayat verdik.
Dikkat
edilmelidir ki buradaki zamir Hz. Meryem'e racidir. Yoksa ilk bakışta
görüldüğü gibi Meryem'e hayat verilmesi kastedilmemiş, Hz. İsa'nın onun
karnında hayat bulması kastedilmiştir. Ancak Tahrim suresinde zamir,
"fercihâ" kelimesine racidir. Çünkü zamir müzekkerdir. Tahrim süresindeki
ayetteki "fihi" kelimesi burada olduğu gibi "fihâ" şeklinde
de okunmuştur. Yani Meryem'de veya hamilelikte demektir. Ayrıca her iki surede
de "min rûhinâ" ifadesi vardır. Yani "hiçbir aslın aracılığı
olmadan yarattığımız ruhtan" demektir. Şerefli olduğunu belirtmek için
Allah'a nispet edilmiştir.
"O'nu
da, oğlunu da bütün âlemlere bir mucize kıldık." Yani Hz. Meryem ile Hz.
İsa'nın (a.s.) durumlarını mucize kıldık. Yani Hz. Meryem'in kocasız hamile
oluşu normal şartların dışına çıkan ve Allah'ın her şeye kadir olduğuna delâlet
eden bir kudret nişanesi ve bir mucizedir. Bir şeyi dilediği zaman Onun buyruğu
sadece o şeye "ol" demektir. O da hemen olur.
Bu
ayetin benzeri şu ayettir: "Biz Onu bütün insanlara bir mucize kılmamız
için..." (Meryem, 19/21).
Cenab-ı
Hak "âyeteyn(iki mucize)" dememiştir. Çünkü bu kelâmın manası şudur:
Biz o ikisinin durumunu, hallerini ve kıssalarını bütün âlemlere bir mucize
kıldık. Yahut bu mucize tektir. Bu da erkek olmadan meydana gelen doğum
olayıdır, "lil-âlemîn" ifadesi cinler, insanlar ve melekler için
demektir.
Bu
kıssada Hz. Meryem (a.s.) ve Hz. İsa'nın (a.s.) her biri için meleklerin Hz.
Meryem'e (a.s.) rızık getirmesi gibi başka mucizeler de vardır: "Zekeriya:
Ey Meryem?.. Bu sana nereden geldi? demiş, O da: Bu Allah'ın katındandır, cevabını
vermişti." (Al-i İmran, 3/37).
Hz.
İsa'nın (a.s.) körlere, abraslı hastalara şifa vermesi ve Allah'ın izniyle
ölüleri diriltmesi gibi mucizeleri vardır. (Al-i imran, 49. ayet).
[102]
Hz.
Zekeriya ve oğlu Hz. Yahya (a.s.) kıssası ile Hz. Meryem ve oğlu Hz. İsa (a.s.)
kıssası, Allah Tealâ'nm herşeyi kaplayan üstün kudretine delâlet eden
alışılagelmemiş bir mucizeyi, harikulade bir olayı ortaya koymaktadır.
Hz.
Zekeriya (a.s.) kıssasına gelince: Cenab-ı Hak ona dua, yalvarış, yakarış,
ihlâs, edeb ve Allah'a tevekkülden sonra Hz. Yahya'nın (a.s.) dünyaya gelmesi
ikramında bulundu. Bu olay Hz. Zekeriya (a.s.) ve gençlik vaktinde doğurmayan
kısır hanımının yaşlılığı zamanında meydana gelmişti.
Bu
eşsiz mucizenin önemi şudur: Yaşlı bir kimsenin normal olarak çocuğu olmaz.
Kısır ve doğurganlık yaşı geçmiş kadının da evlâdı olmaz. Ancak Cenab-ı Hak
doğum engellerini kaldırmış, baba Hz. Zekeriya'nm (a.s.) evlât sahibi olma
kudreti ve kabiliyetini hazırlamıştı.
Hz.
Zekeriya'nm (a.s.) duasına icabet edilmesinin sebebi onun (a.s.) da diğer
peygamberler gibi ibadet ve taat işlemeye, Allah'a yaklaşmaya koşması, hem
refah hem de zorluk halinde, ümit ve korku durumlarında, Allah'ın rahmeti ve
lütfunu ümit ederek, Onun azabı ve cezasından korkarak dua etmesiydi. Zira
ümit ile korku birbirinden ayrılmaz iki husustur.
Temiz
ve namuslu Hz. Meryem (a.s.) kıssasına gelince: İffetini korumuş, helâl veya
haram hiçbir ilişkide bulunmamış, hiçbir adam ona yakın olmamıştır. Onun
rahmine ruhun üflenmesi ve Hz. İsa'nın (a.s.) var edilmesi erkek cinsinden
olmayan Ruhu'l-Kudüs yani Cebrail (a.s.) vasıtasıyla olmuştu.
"Biz
ona ruhumuzdan üfledik." ifadesinin manası: "Biz Cebrail'e emrettik,
o da Meryem'in gömleğinin cebine üfledi. Bu üfleme vasıtasıyla Meryem'in karnında
Mesih'i meydana getirdik. Bu üfürme ve ruh Meryem'in rahmine ulaştı."
demektir.
Bu
olay yaratma mucizesi, Hz. İsa'nın (a.s.) peygamberliğine bir alâmet ve bizim
dilediğimiz hususlarda kudretimizin nüfuzuna delildir.
Hz.
Meryem'in (a.s.) mucizeleri -daha önce geçtiği gibi- pek çoktur:
1- Hiçbir erkek olmadan hamile olması.
2- Rızkını meleklerin cennetten getirmesi.
3- Hasan el-Basrî'nin ifade ettiği gibi Hz. Meryem'in hiçbir gün meme emmemiş
olması, Hz. İsa'nın (a.s.) küçükken konuştuğu gibi Hz. Meryem'in de çocukluğunda
kemâle ermiş olması.
Hz.
İsa'nın (a.s.) mucizeleri ise Âl-i İmran suresinde açıklanmıştı.
Bütün
bu ayetler Allah'ın izni ve emriyle olmuştur. Bu konuda Allah Te-alâ'nm
kudreti, hükmü ve hikmetinin yanında hiçbir beşerin kudreti olmamıştır.
[103]
92-
İşte sizin ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde yalnız
bana kulluk edin.
93-
Fakat insanlar dinlerini aralarında parça parça ettiler. Halbuki onların hepsi
sonunda bize döneceklerdir.
94-
Kim mümin olarak salih ameller işlerse, onun emeği (kesinlikle) nankörlükle
karşılanmaz. Biz onu hiç şüphesiz yazıyoruz.
95-
Helak ettiğimiz bir kasaba halkının tekrar (bize) dönmemeleri imkânsızdır.
96-
Nihayet Ye'cüc ve Me'cüc'ün önü açılıp onlar her tepeden akın edecekler.
97-
Gerçek olan vaad yaklaşacak. İşte o zaman inkâr edenlerin gözleri yuvalarından
çıkacakmış gibi olur: "Eyvah bize! Biz bundan gafilmişiz. Daha doğrusu
zalimler bizmişiz." derler.
93.
ayetteki "Fakat insanlar dinlerini aralarında parça parça ettiler"
cümlesinde 2. şahıstan 3. şahısa geçiş (iltifat) vardır. Sanki onların
durumlarının kötülüğünü beyan etmek için onların ifsat ettikleri şeyi
başkalarına nakletmektedir. Burada ayrıca istiare-i temsiliyye yapılmıştır.
Onların dinde ihtilâf etmeleri ve cemaati guruplara ayırmaları sanki bir şeyi
parçalara ayırma temsiliyle anlatılmıştır.
*...
Onun emeği (kesinlikle) nankörlükle karşılanmaz." ifadesinde istiare vardır.
Sevabın verilmemesi için "nankörlük" tabiri kullanılmış, sevabın
verilmesi için de "şükür" tabiri istiare edilmiştir.
'Yâ
veylenâ" Eyvah bize! ifadesinde hazif yoluyla icaz (özlü ifade) sanatı yapılmıştır,
"Yakûlûne yâ veylenâ" yani Eyvah bize! derler.
'Fa'büdûn,
râci'ûn" ve "kâtibûn" kelimeleri arasında latif bir seci vardır.
[104]
"İşte
sizin ümmetiniz..." Ümmet lügatte bir gaye üzerinde birleşen kavim demektir.
Sonra bu kelimenin "din" veya "millet" için kullanılması
yaygınlaşmıştır. Yani tevhid milleti veya İslâm sizin milletiniz ve dininizdir
ey ona tabi olmak mecburiyetinde olan muhataplar!
Sizin
ümmetiniz "tek bir ümmettir." Yani peygamberler arasında ihtilaflı
olmayan tek bir millettir. "Ben de sizin Rabbinizim." Ben kendisinden
başka hiçbir ilâh olmayan Allahım! Beni bir tanıyın. Başkasına değil, sadece
bana ibadet edin.
"Fakat
insanlar dinlerini aralarında parça parça ettiler." Yani bazı muhataplar
dinlerinin durumunu aralarında parçalara ayırdılar. Yani onlar dinde tefrika çıkardılar,
bu hususta muhalefet ettiler. Onlar bu çirkin fiilleriyle dinin emirlerini
tevzi edilmiş parçalar haline getirdiler. Bunlar Yahudi ve Hristiyan-lardı.
"Halbuki
onların hepsi sonunda bize döneceklerdir." Yani parçalanan bu gurupların
tamamı bize dönecekler ve biz de onların amellerinin karşılığını vereceğiz.
"Kim
mümin olarak salih ameller işlerse onun emeği" kesinlikle "nankörlükle
karşılanmaz." Yani ameli inkâr edilmez, sevabı zayi edilmez. "Biz onu
hiç şüphesiz yazıyoruz." Yani biz onun gayretini amel defterinde tespit
ediyoruz. Ondan hiçbir şeyi hiçbir şekilde zayi etmiyoruz. Koruyucu (hafaza)
meleklere bunu yazmalarını emrediyoruz. Ona amelinin karşılığını veriyoruz.
"Helak
ettiğimiz" yani helakine hükmettiğimiz yahut helakini takdir ettiğimiz
yahut helak edilmiş olarak bulduğumuz "bir kasabanın" kasaba halkının
tekrar tevbeye yahut dünyaya dönmeleri "bize dönmemeleri
imkânsızdır."
"Nihayet"
onların dönmelerinin imkânsız olduğu son an, yani kıyametin kopmasına veya
Ye'cüc ve Me'cüc şeddinin açılması gibi kıyamet yaklaştığı zaman
"onlar" yani Ye'cüc ve Me'cüc kabileleri -Bunlar iki kabilenin Arap
olmayan isimleridir.- yahut bütün insanlar "her tepeden" her
yüksekçe yerden "akın edecekler." süratle hareket edecekler.
"Gerçek
olan vaad" yani kıyamet günü "yaklaşacak. İşte o zaman" yani bu
olay gerçekleştiğinde...; "inkâr edenlerin gözleri yuvalarından çıkmış
gibi olur." Gözleri dışarı fırlamış gibi olup, durumun dehşetinden sanki
hiçbir şey göremezler. "Eyvah bize!" helak olduk. "Biz"
dünyada iken "bundan" bu günden "gafil imişiz." Bunun hak
olduğunu bilmiyorduk. "Daha doğrusu" peygamberleri yalanlamak ve
delilleri incelememekle kendi nefislerine zulmeden "zalimler bizmişiz,
derler."
[105]
Allah
Tealâ insanlık dininin tek din olduğunu bildiriyor ve şöyle buyuruyor:
"İşte
sizin ümmetiniz bir tek ümmettir." Yani tevhid dini yahut İslâm dini, peygamberler
ve şeriatlar arasında üzerinde ittifak edilen, üzerinde bulunmanız gereken tek
din, tek millet ve tek şeriattır. Siz peygamberler arasında farklı olmayan tek
ümmet olarak bu din üzerinde olun. Ben kendisinden başka ilâh olmayan Allah'ım.
Sadece bana kulluk edin. Herhangi bir melek, insan, taş, ağaç veya put gibi bir
şeyi bana ortak koşmayın.
Bir
başka ayette de: "İşte sizin ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben sizin
Rab-binizim. Benden korkun." (Müminûn, 23/52) buyurulmuştur.
Buharî,
Müslim, Ebu Davud ve Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettiği bir ha-dis-i şerifte
peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Biz peygamberler cemaati baba
bir kardeşleriz, dinimiz birdir." Yani kastedilen mana peygamberlere
verilen çeşitli hükümlerle birlikte bir olan, ortağı olmayan Allah'a kullukta
ittifak ediyoruz. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Ey ümmetler!
Herbiri-niz için bir şeriat ve yol tayin ettik." (Maide, 5/48).
Peygamberler
arasındaki farklılık inanç, ahlâk, fazilet ve kulluk esasları üzerinde değil,
sadece zamanlara ve çağlara göre furû (hükümler) ve cüz'î meselelerdedir.
"Fakat
insanlar dinlerini aralarında parça parça ettiler." Yani ümmetler peygamberlerine
karşı onları tasdik edenler ve yalanlayanlar şeklinde ayrılarak ihtilâfa
düştüler, dinlerini aralarında çeşitli fırkalara bölerek parça parça ettiler.
Bu
ifade durumun çirkinliğini dile getirmek için 2. şahıstan 3. şahısa geçiş
ifadesidir. Asıl ifade: "Siz dinlerinizi parça parça ettiniz"
olmalıydı. Sanki Cenab-ı Hak onların ifsat ettiklerini başkalarına nakletmekte
ve onların bu davranışlarının çirkinliğini belirtmektedir. Sanki onlara şöyle
demektedir: Onların işledikleri şu büyük günahı görmüyor musunuz?
Ayetin
manası şudur: Onlar dinlerini kendi aralarında parçalara ayırdılar. Tıpkı bir
topluluğun bir şeyi aralarında tevzi edip paylaştırdıkları, şuna bir pay buna
bir pay ayırdıkları gibi... Bu ifade insanların din hususunda ihtilâfa düşmelerini,
bölük bölük olmalarını temsille anlatmaktadır.
Tek
din meselesinde tefrikaya düşmeleri ayıplanan çirkin bir harekettir. Bunun için
Cenab-ı Hak onların bu davranışlarına karşı tehditte bulunarak şöyle
buyurmaktadır.
"Halbuki
onların hepsi sonunda bize döneceklerdir." Yani onlardan her gurup
kıyamet günü bize dönecekler. Biz de herbirine ameline göre, hayırsa hayır
serse şer karşılık vereceğiz.
"Kim
mümin olarak salih ameller işlerse, onun emeği kesinlikle nankörlükle
karşılanmaz. Biz onu hiç şüphesiz yazıyoruz."
Ayette
geçen "min" cins için değil, teb'îz içindir; yani salih amellerden
bir kısmı demektir. Zira mükellef farzı ve nafilesiyle bütün ibadet ve taati
yerine getirmeye muktedir olamaz.
Ayetin
manası şudur: Kim Rabbini ve peygamberlerini dili ve kalbiyle tasdik ederek
Allah Tealâ'nm yoluna uygun salih amel işlerse yahut müslim ve tevhid ehli
olarak taatlerden bir amel işlerse onun emeği asla zayi olmaz. Amelinin sevabı
boşa çıkmaz, ameli nankörlükle karşılanmaz. Bilakis sevabı verilir. Biz ona tam
karşılığını veririz. Ona zerre kadar zulmedilmez. Biz bunu tespit ederiz. Bütün
amellerini karşılık vermek için amel defterinde muhafaza ederiz. Bundan hiçbir
şey çok küçük olsa bile zayi olmaz. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de bazı ayetlerde
şöyle buyurulmuştur: "Şüphesiz iman edip salih amel işleyenlere gelince
biz güzel amel işleyenlerin ecrini zayi etmeyiz." (Kehf, 18/30); "Kim
ahi-reti ister ve mümin olarak ahirete lâyık bir gayret sarfederse işte
böylelerinin gayretleri makbul olur." (İsra, 17/19).
Bu
ayet amellerin kabul edilmesinin ve kurtuluşun esasının kişinin mümin olmak ve
salih ameller işlemek özelliklerini bir arada bulundurması olduğuna delildir.
İman,
Allah ve Rasulünü bilip tasdik etmeyi de içine alır. Amel-i salih ise farzları
yapmak ve haramları terk etmektir. Küfran (nankörlük) sevaptan mahrum olmaya
verilen bir temsildir. Şükür ise sevaptan verilmesinin temsilî ifadesidir.
"Onun emeği kesinlikle nankörlükle karşılanmaz." ayetinde anlatılmak
istenen bu nankörlük cinsinin ortadan kaldırılmış olmasıdır. Yine burada kullar
Allah Tealâ'ya itaate sarılmaya teşvik edilmektedir.
"Helak
ettiğimiz bir kasabanın tekrar bize dönmemeleri imkânsızdır." Yani helak
etmekle hükmettiğimiz bir kasaba halkının tevbeye dönmeleri yahut kıyamet
gününden önce dünya hayatına dönmeleri imkânsızdır. Bu manaya göre "Lâ
yerci'ûn'daki "lâ" te'kit manasında "zaide'dir. Bu ifade şu ayet
gibidir: "O zaman artık ne vasiyet edebilirler, ne de (ailelerine)
dönebilirler." (Yasin, 36/50). Ayetin başındaki "harâmün"
kelimesi kesin olarak imkânsızlığı ifade etmek için istiare edilmiştir. Bu da
Cennetlikler: "Doğrusu Allah bu ikisini de (su ve diğer rızıkları bugün)
kâfirlere haram etmiştir" derler." (A'raf, 7/50) ayeti gibidir.
"Nihayet
Ye'cüc ve Me'cüc'ün önü açılıp onlar her tepeden akın edecekler." Yani
helak edilen kavmin dönmemeleri, kıyamet kopuncaya, Ye'cüc ve Me'cüc şeddinin
açılması gibi kıyamet alâmetleri ortaya çıkıncaya kadar devam eder. Bu Ye'cüc
ve Me'cüc iki kabiledirler, yahut bütün insanlar demektir. İnsanlar her
yüksekçe yerden süratle inip geleceklerdir. Ayetten maksat öldükten sonra
dirilmeyi ve amellerin karşılığının verilmesini inkâr eden müşriklere yapılan
bir reddiyedir.
"Gerçek
olan vaad yaklaşacak. İşte o zaman inkâr edenlerin gözleri yuvalarından çıkacakmış
gibi olur..." Yani bu korkunç olaylar, belâlar ve depremler meydana
geldiği zaman kıyamet yaklaşmış olur. Bunlar olduğu zaman kâfirler, gördükleri
büyük olayların şiddetinden nerdeyse hiçbir şey göremeyecek hale gelirler.
"Eyvah
bize! Biz bundan gafilmişiz. Daha doğrusu zalimler bizmişiz." Yani onlar:
"Yazık, helak olduk. Biz dünyada gafilmişiz, oyalanmışız. Bunun gerçek
olduğunu öldükten sonra dirilmenin, hesap görme ve amellerinin karşılığını
görmek için Allah'a dönmenin değişmez ve mutlaka meydana gelecek bir hadise
olduğunu bilmiyorduk. Daha doğrusu biz gerçekte kendimiz azaba maruz kalmakla
nefsimize zulmetmişiz." derler. Bu, itirafın fayda vermediği bir anda
kendi nefislerine zulmettiklerini itiraf etmeleridir.
[106]
Bu
ayetlerden bütün semavî risaletlerin asıl itibariyle bir olduklarına, insanların
din meselesinde tefrikaya düştüklerine, salih amel işleyen müminin sevap
kazanacağı ve kötü amel işleyen kâfirin de azaba uğrayacağı hususunda ilâhî
sünnetlerin (ilâhî kanunların) bir olduğuna, değişmediğine, öldükten sonra
dirilmeye, amellerin karşılığının verilmesine ve bunun ihtiva ettiği şiddetli
ve dehşetli olaylara delâlet etmektedir.
Semavî
risaletlerin birliğine gelince: Peygamberlerin hepsi tevhid üzerinde ittifak
halindedirler. Bunun için bütün insanlığın "Allah'ın bir olduğu, O'nun
ortağının bulunmadığı ve sadece O'na kulluk yapılmasının vacip olduğu..."
hususunda ittifak etmeleri şart olmuştur. Müşrikler ise bütün peygamberlere
muhalefet etmişlerdir.
Tasdik
eden ve yalanlayanlar şeklinde insanların dinde ihtilâf etmelerine gelince: Bu
da çok yaygın bir hadisedir. Bu sebepten Allah Tealâ ister Müslüman, isterse
Yahudi veya Hristiyan olsun, isterse diğer müşriklerden olsun dinde tefrikaya
düşmeyi acı bir olay olarak duyurmuş, hakka muhalefet etmeleri sebebiyle
onları zemmetmiş, gayri müslimlerin Allah'tan başka ilâh edinmelerini şiddetle
reddetmiştir. Böylece "İnsanlar dinlerini aralarında parça parça
ettiler." ayetinden murad, dinlerini parçalara ayıran ve onu aralarında
tevhid ehli, Yahudi, Hristiyan, putperest veya meleğe tapan şeklinde bölünmeye
tabi tutarlar demektir. Bu çeşitli fırkalardan her biri Allah'ın hükmüne dönecek,
Allah da onlara amellerinin karşılığını verecektir.
Rivayet
edildiğine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İsrailo-ğulları
71 fırkaya ayrılmıştır. Bunlardan yetmişi helak olmuş, biri kurtulmuştur.
Benim ümmetim de 72 fırkaya ayrılacaktır. Yetmiş bir fırka helak olacak, bir
fırka kurtulacaktır." Ashap dediler ki:
-
Ya Rasulallah! Bu kurtulan firka kimlerdir? Peygamberimiz buyurdu ki:
-
Cemaat... Cemaat... Cemaat..."
Bu
hadisten anlaşılmıştır ki "İşte sizin ümmetiniz" ayetinden murad, Allah
Tealâ'nm bu surede beyan ettiği tevhid ve nübüvvete sımsıkı sarılan cemaattir.
Rasulullah'ın (s.a.) kurtuluşa eren fırkanın "cemaat" olduğunu ifade
eden hadisinde de iman ümmetine işaret edilmektedir. Aynı şekilde "ümmetim
ayrılacak" ifadesinde de insanların herhangi bir vasıfta cemaatten
ayrılması demektir. Yoksa bütün her haliyle ayrılacağına delil yoktur. Artırmak
veya eksiltmek caiz değildir.[107]
Değişmez
kaide şudur: Kim tevhid ehli, müslüman ve Hz. Muhammed'i (s.a.) tasdik edici
olarak, farz veya nafile ibadet ve taatlerden bir şey işlerse onun ameli
inkârla veya nankörlükle karşılanmaz. Onun mükâfatı zayi olmaz. Küfür imanın
zıddıdır. O da nimeti inkâr etmektir. Nimete nankörlük ise şükrün zıddıdır.
Allah kulunun amelini koruyacaktır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Rableri onların dualarını kabul etti. Sizlerden erkek olsun kadın olsun
herhangi bir amel işleyenin amelini zayi etmem." (Âl-i İmran, 3/196). Yani
bütün bunlar cezası görülmek üzere korunmaktadır. Bu ayette Yüce Allah
insanları kendisine taat etmeye teşvik etmektedir.
Yine
devamlı uygulanan değişmez ilâhî kanun ve kaidelerden biri de şudur: Allah'ın
helak ettiği bir kasaba halkının helak olduktan sonra tekrar dünyaya dönmeleri
imkânsızdır. Bu mana "Lâ yerci'ûn"daki "lâ'nın zaide olması
durumundadır. Ebu Ali el-Farisî ve Zeccac'a göre "lâ" zaide değildir.
Zira mananın: "Helak ettiğimiz kasabanın dünyaya dönmeleri imkansızdır,
haramdır." şeklinde olmasının bir yararı yoktur. Bu ifadede sadece hazif
yapılmıştır. Yine kökten yok etmekle yahut kalplerine mühür vurulmakla
hükmettiğimiz kasabanın amellerinin kabul edilmesi haramdır, imkânsızdır,
demektir. Çünkü onlar dönüş yapmıyorlar. Yani tevbe etmezler. Benim kanaatimce
evlâ olan budur.
Bu
şekilde dönüş yapmamaları Ye'cüc ve Me'cüc şeddinin açılmasına kadar devam
eder. Ayette geçen ifade bütün insanları içine alır. Yahut onlar Ye'cüc ve
Mec'üc'dürler. Kurtubî'ye göre tercih edilen budur. Bu durum insanların
kabirlerinden çıkıp her tepeden akın edip gelmelerine kadar devam eder. Bu da
kıyamet koptuğu zaman meydana gelir. Bu ayet de haşire (mahşer yerinde toplanmaya)
ve neşire (amel defterlerinin dağıtılmasına) delildir.
Daha
sonra Allah Tealâ öldükten sonra dirilmeyi ve amellere karşılık verilmesini şu
ayette ispat etti.
"Gerçek
olan vaad yaklaştı." Kâfirlerin maruz kalacakları korkunç hadiseler ve
gözlerinin yuvalarından çıkmasına, adeta hiçbir şey göremez hale gelişlerine
sebep olacak şiddetli sahneler pek yakında olacak, onlar şöyle diyecekler:
Eyvah bize! Yazık bize! Doğrusu isyan etmekle ve ibadeti yerli yerine koymamakla
zalim olan bizmişiz!
[108]
98- Siz de Allah'tan başka taptığınız (putlar) da
cehennem odunudur. Siz oraya gireceksiniz.
99-
Eğer onlar gerçekten ilâh olsalardı cehenneme girmezlerdi. Hepsi de orada
ebedî kalacaklardır.
100- Onlar orada inim inim inlerler. Onlar orada
işitmezler.
101-
Tarafımızdan kendilerine en güzel sevap vaad edilenler, işte onlar cehennemden
uzaklaştırılacaklardır.
102- Onlar cehennemin uğultusunu duymazlar. Onlar
canlarının istediği nimetlerin içinde ebedî kalacaklardır.
103-
En büyük korku bile onları üzmez. Melekler onları: 'İşte bu vaad edildiğiniz
gündür," diyerek karşılarlar.
104-
O gün biz göğü kitapların sayfalarını dürer gibi düreriz. Onları ilk defa
nasıl yarattıysak sonra da öyle dirilteceğiz. Bu, bizim bir vaadimizdir. Şüphesiz
biz vaadimizi mutlaka yerine getirenleriz.
105- Yemin olsun ki biz Tevrat'tan sonra Zebur'da
da 'Yeryüzüne mutlaka salih kullarım varis olur." hükmünü koymuştuk.
106- Şüphesiz bunda kulluk eden kimselere bir
tebliğ vardır.
"O
gün biz göğü kitapların sayfalarını dürer gibi düreriz." ayetinde mürsel ;
mufassal teşbih yapılmıştır. Mana şöyledir: Biz göğü kitapların sayfalarını
«tüste dürer gibi düreriz.
[109]
Ey
kâfirler ve müşrikler "Siz de Allah'tan başka taptığınız" putlar
"da cehennem odunudur." Yani cehenneme atılacak odun ve yakıtsınız.
"Siz oraya gireceksiniz. "
"Eğer
onlar" o putlar sizin iddia ettiğiniz gibi "gerçekten ilâh olsalardı
cehenneme girmezlerdi." Zira muahezeye uğrayan ve azap edilen kimse ilâh
olmaz. "Hepsi de" yani tapanlar ve tapılanların tamamı
"orada" cehennemde sürekli ve "ebedî kalacaklardır."
"Onlar
orada inim inim inlerler." Putlara tapanlar cehennemde inilti içinde ve
canı boğazdan çıkacak bir halde bulunacaklardır. Cehennemin şiddetle kaynaması
sebebiyle "Onlar orada hiçbir şey işitemezler."
"Tarafımızdan
kendilerine en güzel sevap" en güzel makam yahut amellerine karşılık
güzel sevaplarını müjdeleyen güzel kelime "vaad edilenler, işte onlar
cehennemden uzaklaştırılmaklardır."
"Onlar
cehennemin uğultusunu duymazlar. Onlar canlarının istediği nimetler içinde
ebedî" daimî surette bol bol nimetlerden istifade ederek "kalacaklardır.
" Zarfın öne alınması tahsis ve önem verilmesini ifade eder.
"En
büyük korku" ikinci veya son defa sura üfürülmesi bile "onları
üzmez." Şu ayet bu korkunun sura üfürülmesi zamanında olduğuna delildir:
"Sura üfü-rüleceği günde Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzere artık
göklerde kim var, yerde kim varsa dehşetle korkmuştur." (Nemi, 27/87).
Denilmiştir
ki: Bu korku cehenneme sokulmak üzere ayrılması ve kulun cehenneme girmesinin
emrolunması korkusudur. Ayrıca, ateşe atıldığı zaman meydana gelen korkudur,
yahut ölüm bir koç suretinde getirilip boğazlandığı zamanki korkudur da
denilmiştir.
"Melekler
onları" kabirlerinden çıktıkları zaman "işte bugün" dünyada
"vaad edildiğiniz gündür diyerek karşılarlar."
"O
gün biz göğü kitapların sayfalarını dürer gibi düreriz. Onları ilk defa"
yoktan "nasıl yarattıysak" yok olduktan "sonra da öyle
dirilteceğiz. Bu bizim" verdiğimiz "bir vaadimizdir. Şüphesiz biz
vaadimizi mutlaka yerine getirenleriz. "
"Yemin
olsun ki biz Tevrat'tan sonra" Hz. Davud'un kitabı "Zebur'da da"
yahut inen semavî kitaplarda yahut Levh-i Mahfuz'da "yeryüzüne" cennet
arazisine mutlaka "salih kullarım" bütün müminler yahut her salih
kişi" varis olur hükmünü koymuştuk."
"Şüphesiz
bunda" bu Kur'an-ı Kerim'de yahut zikrettiğimiz haberler, öğütler ve
vaadlerde "kulluk eden kimselere" yani bütün dertleri âdetler değil
ibadet etmek olan kimselere cennete girme hususunda yeterli delil "bir
tebliğ vardır."
[110]
"Tarafımızdan
kendilerine..." 101. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak Hakim, İbni
Abbas'tan naklediyor: "Siz de Allah'tan başka taptığınız putlar da cehennem
odunudur. Siz oraya gireceksiniz" ayeti nazil olunca İbnü'z-Ziba'rî şöyle
dedi: "Güneş, ay, melekler ve Üzeyr'e tapıldı. Bunların hepsi bizim
ilâhlarımızla birlikte cehenneme mi girecek?" Bunun üzerine şu ayet nazil
oldu: "Tarafımızdan kendilerine en güzel sevap vaad edilenler işte onlar
cehennemden uzaklaştırılacaklardır."(Enbiya, 21/101).
Ayrıca
şu ayet de nazil oldu: "Meryem oğlu (İsa) bir misal olarak verilince hemen
senin kavmin buna gülüyorlar. "Bizim tanrılarımız mı hayırlı yoksa O mu?"
dediler. Bunu sana sadece bir mücadele olarak misal getirdiler. Daha doğrusu
onlar çok düşman bir kavimdir" (Zuhruf, 43/57-58).
[111]
Cenab-ı
Hak cehennemliklerin ve cennetliklerin durumlarını ve kıyametin yaklaştığını
beyan ettikten sonra Allah'tan başkasına tapanların ve tapılanla-rm durumunu ve
onların cehennem yakıtı olacaklarını, ancak bundan saadet ehlinin yahut sevapla
müjdelenenlerin istisna tutulacağını zikretti.
[112]
Siz
ey putlara tapan müşrikler! Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız, cehennem
yakıtısınız. Hepiniz toptan cehenneme gireceksiniz. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır:
"Yakıtı
insanlar ve taşlar olan ateşten sakının." (Bakara, 2/24).
"Allah'tan
başka tapındıkları şeyler" ifadesi putları, İblis'i ve onun uşaklarını
içine almaktadır. Çünkü onlar onlara itaat etmekle ve onları izlerine uymakla
onlara tapınanlar hükmündedir.
Bu
ayet Üzeyr, Mesih ve melekleri ihtiva etmez. Çünkü "şüphesiz biz" ifadesi
Kureyş müşriklerine karşı sözle hitaptır. Onlar sadece putlara tapıyorlardı.
Yine Cenab-ı Hak "taptığınız kimseler" buyurmadı, "taptığınız
şeyler" buyurdu. "Mâ" harfi ise akıl sahibi varlıkları içine
almaz. Dolayısıyla Razî'nin beyan ettiği gibi,[113]
İbnü'z-Ziba'rî'nin sorusu anlamsız olmuştur.
Cenab-ı
Hakk'ın: "Gökyüzüne ve onu bina edene yemin olsun..." (Şems, 91/5) ve
"Sizin taptığınız şeylere tapmam." (Kâfirûn, 109/2) ayetlerindeki
"mâ" "şey" manasına kullanılmıştır. Bunun benzeri olarak
burada şöyle denilir: Siz ve Allah'ı bırakıp da taptığınız şeyler... Fakat
"şey" lafzı umum ifade etmez. Dolayısıyla İbnü'z-Ziba'rî 'nin sualine
gerek kalmamaktadır.
Daha
önce geçen sebeb-i nüzulde şeytanların tapılan şeylerden sayılmaları şu haberde
açıkça anlaşılmaktadır.
Muhammed
b. İshak Sîret'inde rivayet ediyor: Peygamberimiz (s.a.) Mes-cid-i Haram'a
girdi. Kureyş'in ileri gelenleri Hatimde toplanmışlardı.[114]
Kabe'nin
etrafında 360 put vardı. Peygamberimiz (s.a.) onların yanında oturdu. Nadr b.
Haris gelmiş, Rasulullah (a.s.) onunla konuşup susturmuştu. Sonra şu ayeti
okudu: "Siz de Allah'tan başka taptığınız putlar da cehennem odunudur. Siz
oraya gireceksiniz."
Bunun
üzerine Abdullah İbnü'z-Ziba'rî geldi. Kureyş ileri gelenleri kendi aralarında
fısıldaşıyorlardı. İbnü'z-Ziba'rî:
- Görüştüğünüz konu nedir? diye sordu. Velid b.
Muğire Rasulullah'ın (s.a.) sözünü bildirdi. İbnü'z-Zibarî:
-
Allah'a yemin olsun ki, onu bulursam tartışacağım, dedi. Bunun üzerine
Rasulullah'ı (s.a.) çağırdılar. İbnü'z-Ziba'rî, Rasulullah'a:
-
Şu sözü söyleyen sen misin? diye sordu. Peygamberimiz:
-
Evet, dedi. İbnü'z-Ziba'rî:
- Kabe'nin Rabbine yemin olsun ki, seninle
tartışmak istiyorum. Soruyorum: Yahudiler Üzeyr'e, Hristiyanlar Mesih'e,
Melihoğulları meleklere tapmıyorlar mı? Peygamberimiz:
-
Hayır, onlar gerçekte kendilerine bunu emreden şeytanlara tapınışlardır, diye
cevap verdi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak "Tarafımızdan kendilerine en güzel
sevap vaad edilenler işte onlar cehennemden uzaklaştırılacaklardır." (Enbiya,
21/101) ayetini indirdi. Bu ayette Üzeyr, Mesih ve melekler kastediliyordu.
Kendilerine
tapılan putların cehenneme sokulmasının sebebi ise Zemahşe-rî'nin açıkladığı
gibi[115]
onlara tapanların daha fazla keder ve hasret duymaları, dünyada taptıkları
şeyleri ahirette kendilerine şefaatçi edindikten sonra bunların kendileri nezdinde
en çok buğzedilen şeyler olduklarını görmesini sağlamaktı..
Cenab-ı
Hak bundan sonra tapınılan putların gerçekten ilâh olmadıklarını zikrederek
şöyle buyurdu:
"Eğer
bunlar gerçekten ilâh olsalardı, cehenneme girmezlerdi." Yani eğer bu
putlar ve benzerleri kendilerine tapanların zannettikleri gibi fayda ve zarar
veren hakiki ilâhlar olsalardı cehenneme girmezlerdi. Zira fayda ve zarar
ver-seydiler, bu putlar önce kendi nefislerine gelecek zararlara engel
olurlardı. Bu putlar terk edilmeye ve horlanmaya lâyıktırlar.
"Hepsi
de orada ebedî kalacaklardır." Kendilerine tapılan sahte ilâhların hepsi
cehennem azabında daimî kalacaklardır. Onlar oradan hiç çıkmayacaklardır.
"Onlar
orada inim inim inlerler." Onlar ateşte azabın şiddetinden belâ ve gamın
fazlalığından inilti ve boğazın en uzak noktasından zorla çıkan solukla inim
inim inlerler.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onların cehennemde (çok feci) nefes alıp
vermeleri vardır." (Hud, 11/106).
Onlar
cehennemde kendilerini memnun edecek veya kendilerine fayda verecek hiçbir söz
duymazlar. Sadece kendilerine azapla görevli zebanilerin seslerini duyarlar.
Cenab-ı
Hak cehennemliklerin durumlarını beyan ettikten sonra saadete nail olan
müminlerin durumlarını zikretti ve şöyle buyurdu:
"Tarafımızdan
kendilerine en güzel sevap vaad edilenler işte onlar cehennemden
uzaklaştırılacaklardır." Yani Allah tarafından kendilerine ezelde saadet
takdir edilenler ve dünyada salih ameller işleyenler cehenneme girmekten uzak
kalacaklardır. Onlar saadet ehli ve sevapla müjdelenmiş yahut muvaffak kılınmış
kimselerdir.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "İyi amel işleyenlere güzel bir karşılık,
bir de ziyadesi vardır." (Yunus, 10/26).
Rivayet
edilir ki Hz. Ali (r. a.) bu ayeti okudu, sonra da şöyle dedi: Ben de onlardanım.
Bu kişiler Ebubekir, Ömer, Osman, Talha, Zübeyr, Sa'd ve Abdur-rahman b. Avf
tır. Sonra namaz için ikamet okundu. Ridasım çekerek kalktı. O şöyle diyordu:
"Onlar cehennemin uğultusunu duymazlar."
Onların
nimet durumları şöyledir:
1- Cehennemin uğultusunu duymazlar." Yani ateşin sesini ve
cesetlerdeki yakıcılığını duymazlar. Cehennemin ateşi onlara isabet etmez.
2-
"Onlar canlarının istediği
nimetlerin içinde ebedî kalacaklardır." Yani onlar arzu ettikleri cennet
nimetleri ve lezzetleri içinde sürekli kalacaklardır.
3-
"En büyük korku bile
onları üzmez." Hesap için kabirlerinden kalktıktan sonraki sura ikinci
defa veya son defa üfürülmesinin dehşeti onları korkutmaz. Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmuştur: "Sura üfürüldüğü gün göklerde ve yerde bulunanlar
dehşetli bir korkuya kapılırlar. Ancak Allah'ın diledikleri kimseler bunun
dışındadırlar..." (Nemi, 27/87).
Kelime
ve ibareler bölümünde geçtiği gibi başka görüşler de ifade edilmiştir. En
doğru olan, bu dehşetin kıyamet gününün ve dirilişin dehşeti olduğudur.
4-
"Melekler onları:
"İşte bu vaad edildiğiniz gündür" diyerek karşılarlar." Onlar
kabirlerinden çıktıkları zaman melekler onları karşılar, onları bu diriliş
günüyle müjdelerler ve şöyle derler: İşte bu gün dünyada size vaad edilen sevinç,
ikram, sevap ve güzellik günüdür.
Bu
kabul ve karşılaşma Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu gibi olacaktır: "O gün biz
göğü kitapların sayfalarını dürer gibi düreriz." Yani göğü durduğumuz gün
büyük korku onları üzmez. Yahut melekler onları kitapların sayfalarını
dür-düğümüz gün karşılarlar. Bu içinde korku, dehşet ve hayret bulunan bir
başka sahnedir.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: " Onlar Allah'ı hakkıyla takdir
edemediler. Halbuki bütün yeryüzü kıyamet günü O'nun hakimiyeti altındadır.
Gökler O'nun kudretiyle durulmuştur. O onların şirk koştuklarından münezzeh ve
yücedir. (Zümer, 39/67).
"Onları
ilk defa nasıl yarattıysak sonra da öyle dirilteceğiz. Bu bizim bir
vaadimizdir. Şüphesiz biz vaadimizi mutlaka yerine getirenleriz." Yani bu
dürtüme Allah'ın mahlûkatı yeni bir yaratık olarak tekrar dirilttiği günde hiç
şüphesiz olacaktır. Tıpkı ilk defa onları yarattığı gibi Allah onları tekrar
diril-tecektir. Bu Allah'ın değişmez vaadidir. Allah bunu mutlaka yapacaktır.
Bunun meydana gelmesi vaciptir. Mutlaka gerçekleşecektir. Çünkü O buna
kadirdir.
Bu
ayetin benzeri şu ayetlerdir: "Şüphesiz ki bugün ilk yarattığımız gibi
teker teker huzurumuza geldiniz." (En'am, 6/94); "O gün bütün
insanlar hesap vermek için saflar halinde Rabbine arz edileceklerdir. Allah
onlara şöyle diyecektir: Şüphesiz huzurumuza ilk yarattğımız gibi
geldiniz." (Kehf, 18/48).
Cenab-ı
Hak daha sonra salih kulları için takdir ettiği dünya ve ahiret saadetini,
dünya ve ahirette yeryüzünün varisi olacaklarını haber verdi.
"Biz
Zebur'da yazdık..." Yani biz Tevrat'tan sonra gönderilen Zebur kitabında
yahut bu Kur'an-ı Kerim'de kesin bir şekilde hükmettik ki dünya ve ahirette
yeryüzünün mirası ancak salih müminlerin yani Allah'a taat ile amel eden
müminlerin olacaktır.
Ayette
geçen "Zikr" Tevrattır. İbni Abbas bunu Kur'an'dır demiştir. Bir
rivayete göre Zikr, Ümmü'l-Kitab yani Levh-i mahfuzdur. Bu, peygamberlere
indirilen kitaplar için bir cins isimdir.
Arz,
ya cennetin arazisidir; nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"(Cennetlikler) dediler ki: Bize vaadinde sadık olan, bizi cennetten
neresini dilersek yerleşmek üzere bu yere mirasçı yapan Allah'a hamdolsun. Amel
edenlerin mükâfatı ne güzel." (Zümer, 39/74).
Ya
da arz dünya arzıdır, yeryüzüdür ve dünyayı imar etmeye lâyık ehlidir. Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Allah içinizden iman edip salih ameller
işleyenlere onları mutlaka yeryüzünün halifeleri, sahipleri kılacağını
vaadetti." (Nur, 24/55).
"Musa
kavmine şöyle dedi: Allah 'tan yardım isteyin ve sabredin. Yeryüzü Allah'ındır.
Kullarından dilediklerini ona varis kılar. Hayırlı sonuç Allah'ındır."
(Araf, 7/128).
Mukaddes
topraklara gelince, oraya sadece salih kullar varis olur. Cenab-ı Hak şöyle
buyuruyor: "Hor görülen o kavmi de kendisini bereketli kıldığımız o
toprakların doğularına ve batılarına mirasçı kıldık." (A'raf, 7/137).
"Bütün
bu ayetlerde kulluk eden topluluk için bir tebliğ vardır." Yani bu surede
zikredilen haberler, vaad, tehdit ve tesirli öğütlerde kulluk eden bir topluluk
için yeterli bir öğüt ve fayda vardır. Kulluk eden topluluk Allah'a O'nun
emrettiği, sevdiği ve razı olduğu şekilde kulluk edenler, şeytana ve
nefislerinin şehevî arzularına itaat yerine Allah'a itaati tercih edenlerdir.
[116]
Bu
ayetler aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:
1- Allah'a şirk koşanlarla Allah'tan başka put, heykel ve şeytan gibi
tapındıkları sahte tanrılar cehennemin yakıtıdırlar. Kendilerine tapınmanın
faydasızlığını ortaya koymak, kendilerine tapanlara daha keder ve kaygı vermek,
bunlara karşı şiddetli bir yadırgama meydana getirmek, putlarla ve putlara tapanlarla
daha fazla alay etmek, Allah'ın her şeyi kaplayan kudretine delâlet eden kesin
bir hüccet ortaya koymak için toptan cehenneme gireceklerdir.
Usûlcüler
"taptıklarınız şey" ifadesini genelleme manası kastedildiğine ve bunun
için özel sigalar bulunduğuna delil saymışlardır.
2- Bu sahte ilâhlara ait ulûhiyet sıfatının batıl olduğuna delil şudur:
Eğer putlar ve benzerleri gerçekten ilâh olsalardı onlara tapanlar cehenneme
girmezlerdi. Ne onlar ne de tapılanlar cehennemde ebedî kalmazlardı.
3- Cenennemde azaba uğrayanların durumu garip ve şiddetlidir. O cehenneme
girecek kâfir ve şeytanların soluk soluğa girmeleri vardır. Bu ses gamlı
kimsenin kalbinden çıkan iniltileridir. Onlar orada memnun olacakları hiçbir
şey işitmezler. Bilakis onlar azap vermekle görevli zebanilerin sesleri gibi
hoşlarına gitmeyecek sesleri işitirler.
4- Saadet ehli olanlar, ibadet ve taate muvaffak kılınanlar ve sevapla
müjdelenenler cehenneme girmekten uzak kalacaklardır.
Onların
durumları sevindiricidir. Onlar cehennemin sesini işitmezler, alevlerinin
hareketini ve cesetlerini yakmasını görmezler. Daimi bir şekilde nefislerin
arzuladığı, gözlerin haz aldığı nimetlerden istifade ederler. Nitekim Cenab-ı
Hak şöyle buyuruyor: "Orada sizin için nefislerinizin arzuladığı şeyler vardır.
Orada sizin için beklediğiniz şeyler vardır." (Fussilet, 41/21).
Başkalarına
isabet edecek olan büyük korku yani kıyamet gününün ve öldükten sonra
dirilmenin dehşeti onlara üzüntü vermeyecek, onları cennet kapılarında melekler
karşılayarak onları tebrik edecekler, şöyle diyeceklerdir:
'İşte
size vaad edilen gününüz budur!" Bu karşılama, bu sıcak ve samimîliği ne
güzeldir! Bu huzur veren ve gönlü mutlu kılan manzara ne hoştur!
5- "Gökyüzünü durduğumuz zaman" ayetinde ve diğer ayetlerde
sabit olan esas göklerin ve yerin kıyamet gününde değişecekleri hususudur.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: " O gün yerin bugünkü yeryüzünden
başka bir hale dönüşür, aynı şekilde gökler de değişirler. Tek olan ve ezici
güce sahip olan Allah'a arzolunurlar." (İbrahim, 14/48).
6- Yine sabit olan husus şudur ki Allah Tealâ insanları kabirlerinden
alıp mahşer yerine toplayacak, tıpkı ilk defa ana karnında yarattığı gibi
onları yeni yaratık olarak tekrar diriltecek.
Mesaî,
İbni Abbas'tan (r. a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i şerifini rivayet etmektedir:
"Kıyamet günü insanlar çıplak ve sünnetsiz olarak haşredileceklerdir.
Kıyamet günü ilk defa elbise giydirilecek olan Hz. İbrahim'dir. Peygamberimiz
sonra şu ayeti okudu: "ilk defa yarattığımız gibi onu tekrar diriltiriz.”
Bu
hadisi, Müslim yine İbni Abbas'tan (r.a.) rivayet ediyor. İbni Abbas diyor ki:
Peygamberimiz (s.a.) bize bir vaaz verdi. Şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Siz
Allah'ın huzurunda çıplak, yalınayak, başıaçık ve sünnetsiz olarak
haş-rolunacaksınız. İlk defa yarattığımız gibi tekrar diriltiriz. Biz bunu
mutlaka yaparız. Dikkat edin. Kıyamet günü ilk giydirilecek olan Hz.
İbrahim'dir."
7-
İndirilen bütün semavî
kitaplarda esas olan husus ayetin mutlak ifadesinden anlaşıldığı gibi dünyadaki
yeryüzüne olduğu gibi ahiretteki cennet toprağına da Allah'ın salih kulları
Allah'a taat ile dünyanın varisi olacaklardır. Ahiretteki salih kullar Allah'a
taat ile amel eden müminlerdir. Dünyadaki salih kullar ise dünyanın imarı için
çalışan ve onun hakkını yerine getirenlerdir.
8- Allah'ın kulu Muhammed'e (s.a.) indirdiği bu Kur'an-ı Kerim'de ibadet
eden kavimler için muazzam bir tebliğ vardır, yani fayda vardır. Allah'ın tayin
ettiği, sevdiği ve razı olduğu şeriatla O'na ibadet edenler ve O'na itaat
etmeyi her şeye tercih edenler için bu kitap yeterlidir.
[117]
107- Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak
gönderdik.
108-
De ki: "Bana vahyolunuyor ki sizin ilâhınız ancak bir ilâhtır. Artık
müs-lüman olacak mısınız?"
109- Eğer onlar yüz çevirirlerse de ki: "Ben
size eşit olarak tebliğ ettim. Size vaad olan şeyler yakın mıdır, uzak mıdır,
ben bilmem."
110- Şüphesiz O açığa vurulan sözü de bilir,
gizlediğiniz şeyleri de bilir.
111-
Bilmiyorum, belki bu sizin için bir imtihandır ve bir müddete kadar geçici bir
yararlanmadır.
112-
Muhammed şöyle dedi: "Ey Rabbim, hak ile hükmet. Rabbimiz sonsuz rahmet
sahibidir. Yakıştırdığınız şeylere karşı yardımı istenilecek olan O'dur."
"Artık
müslüman olacak mısınız?" Buradaki istihfamla emir murad edilmektedir.
Yani önceki ayette (Enbiya, 21/80) "Artık şükredecek misiniz1?"
sorusunun "şükredin" manasında olduğu gibi burada da "müslüman
olun" demektir.
[118]
"Biz
seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." Yani ya Muhammed! Biz seni
sadece âlemlere yani insanlara ve cinlere rahmet olarak gönderdik. Çünkü
seninle gönderilen din onların saadetlerinin sebebidir, onların dünya ve
ahirette huzurunu ve salâhını temin edicidir.
"De
ki: Bana vahyolunuyor ki sizin ilâhınız ancak bir ilâhtır." İlâh hakkında
bana vahyolunan husus sadece O'nun birliğidir. O tek ilâhtır. Zira O'nun
gönderilmesinin asıl maksadı sadece tevhiddir. Ayetteki ilk "innemâ"
kelimesi sukmün bir şeye tahsis edildiğini ifade eder. İkincisi ise bunun
aksinedir.
"Artık
müslüman olacak mısınız?" Bana ilâhın birliği hakkında vah-yolunan
hususlara boyun eğecek, teslim olacak mısınız? Burada soru "emir"
manasınadır. Yani teslim olun, müslüman olun. Allah Tealâ'ya ibadeti vahyin
gereği olarak O'na tahsis edin, ihlâslı olun demektir.
"Eğer
onlar yüz çevirirlerse" bunu kabul etmezlerse "de ki: Ben size eşit
olarak" ilimde eşit olarak yani ben de siz de size bildirdiğim hususlarda
bilgi yönünden farklı olmayarak yahut savaşta ve karşılıklı düşmanlıkta aynı
seviyede olarak "tebliğ ettim." bildirdim. Bana emrolunan şeyi haber
verdim. Sizi uyardım. Ayette geçen "âzene" fiilinin uyarı manasında
kullanılışı çok görülmektedir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Allah'a
ve Rasulüne savaş açtığınızı bildirin." (Bakara, 2/279).
"Size
vaad olunan" azap ya da müslümanların sizin üzerinize galip gelmeleri
yahut kıyamet ve mahşer yerinde toplanmak gibi "şeyler" size
"yakın mıdır uzak mıdır, ben bilmem." Bu mutlaka hiç şüphesiz
gerçekleşecektir. Bunu bilen ancak Allah'tır.
"Şüphesiz
O" Allah Tealâ "açığa vurulan sözü de" davranışı da sizin ve
başkalarının İslâm hakkında ileri geri söylediğiniz sözleri de "bilir,
gizlediğiniz şeyleri de bilir." Ben size gelecek azabın geciktirilmesi,
sizin için belki bir istid-raçtır, belki de fazlasıyla bir imtihan ve
denemedir, bilemem. "Bilmiyorum, bu sizin için" nasıl hareket
edeceğinizin görülmesi için "bir imtihandır, bir müddete kadar geçici bir
yararlanmadır." O'nun ilâhî iradesinin gerektirdiği şekilde takdir edilen
bir süreye kadar geçici bir istifadedir.
"Muhammed
şöyle dedi: Ey Rabbim, hak ile hükmet." Rasulullah (s.a.) benimle
Mekkeliler gibi beni yalanlayanlar arasında adaletle, insafla yani onlara
derhal azap verilmesi veya onlar üzerine zafer elde edilmesi suretiyle hükmünü
ver ya Rabbi! diye niyaz etti. Bundan dolayı müşrikler Bedir, Uhud, Huneyn ve
Hendek'te azaba ve yenilgiye uğradılar. Allah onlara karşı Rasulüne zafer ihsan
etti.
"Yakıştırdığınız
şeylere karşı yardımı istenilecek olan O'dur." Yani Allah yaratıklarına
karşı çok çok merhametlidir. Galibiyet sizin olacak, Allah'ın çocuğu vardır
şeklindeki Allah'a yalan isnat etmeniz, benim sihirbaz olduğum ve Kuranın şiir
olduğu şeklinde yakıştırdığınız durumlara karşı yardım ancak Allah'tan istenir.[119]
Cenab-ı
Hak, daha önce geçen peygamberlerin kıssalarını beyan edip Kur'an'm kulluk
edenler için bir tebliğ, faydalı bir hitap ve son derece yeterli bir kitap
olduğunu bildirdikten sonra Peygamberimiz in (s.a.) gönderiliş sebebini, yani
onun din ve dünyada âlemlere rahmet olduğunu bildirdi.
Dinde
rahmet oluşu, onları cahiliyet ve sapıklıktan kurtarması suretiyledir. Dünyada
rahmet oluşu, pek çok zillet, çarpışma ve savaşlardan onları kurtarması,
dininin bereketiyle zafer ve üstünlük elde etmesi şeklindedir.
Onun
kılıçla gelmesi de yine büyüklük taslayan, inatçılık yapan, hiç düşünmeyen ve
hiç araştırmayan kişileri edebe davet etmek içindir. Nitekim Cenab-ı Hak da
Rahman ve Rahimdir. Çok çok rahmet ve merhamet sahibidir. Aynı zamanda
isyankârlardan intikam alıcıdır.
[120]
Ey
Muhammedi Seni Kur'an şeriatı ve ahkâmıyla sadece ve sadece dünya ve ahirette
bütün insanlara ve cinlere rahmet olasın diye gönderdik. Kim bu rahmeti kabul
eder ve nimete şükrederse dünya ve ahirette mesut ve bahtiyar olur. Ve kim
bunları inkâr ve reddederse dünya ve ahiretini mahvetmiş olur.
Bir
rivayete göre, Hz. Peygamberin kâfirler için de rahmet olması şu anlamdadır:
Onlar Hz. Peygamber sayesinde tamamen yok olmaktan, suretlerinin hayvan
suretine değiştirilmesinden (dönüştürülmesinden) ve köklerinin kazınmasından
kurtulmuşlardır.
İnkarcıların
nasıl hüsrana uğrayacaklarını Allah Tealâ şöyle açıklıyor: "Allah'ın
nimetini nankörlüğe çevirenleri ve sonunda kavimlerini helak yurduna
sürükleyenleri görmedin mi? Onlar cehenneme girecekler. O ne kötü karargâhtır."
(İbrahim, 14/28-29).
Yine
Allah Tealâ, Kur'an hakkında şöyle buyurmaktadır:
"De
ki, O, inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuz ve şifadır. İnanamayanlara
gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur'an onlara göre bir
körlüktür. Sanki onlar uzak bir yerden çağırılıyorlar." (Fussilet, 41/44).
Rasulullah (s.a.), İmam Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiği bir hadiste
şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ben lânetçi olarak değil, rahmet olarak gönderildim."
Hakim, bu hadisin rivayetinde şunu da ilâve eder: "Ben ancak bir rahmet ve
hidayet elçisiyim."
Sonra
Allah Tealâ Resulüne, müşriklerle olan mücadelesinde hem bir uyarı olsun, hem
de artık bir mazeret ileri sürmesinler diye onlara şöyle demesini emretti:
" De ki: Şüphesiz bana, ilâhınızın, ancak tek bir ilâh olduğu vahyediliyor.
Artık müslüman oldunuz değil mi? " Yani Ey Muhammed! Mekke müşriklerine ve
diğer bütün insanlara şunu tebliğ et: Bana ilâh hakkında onun tek ve bir olup
ortağı olmadığından başka bir şey vahyedilmiş değildir. Öyleyse sadece O'na
ibadet edin ve sadece O'na teslim olup boyun eğin. Bana da aynı şekilde itaat
ve ittiba edin.
"Eğer
yüz çevirirlerse, artık de ki: (Bana emrolunanı) eşitlik esasına dayanarak size
açıkladım." Yani, eğer yüz çevirir ve senin onları davet ettiğin şeyi terk
ederlerse onlara şöyle de: Size açıkça bildiriyorum: Ben size karşı harp halindeyim,
siz de bana karşı harp halindesiniz. Ve siz, benden uzak olduğunuz gibi de
sizden uzağım. "(Rasulüm) Eğer seni yalanlarlarsa şöyle de: Benim yaptığım
bana, sizin yaptıklarınız da sizedir. Siz benim yaptıklarımdan uzaksınız, ben
de sizin yaptıklarınızdan uzağım." (Yunus,10/41). "Bir kavmin ihanet
edeceğinden korkarsan, sen de hak ve adaletle (onlarla yaptığın ahdi) onlara
at." (Enfal, 8/58). Yani ahdin bozulmasıyla ilgili hem senin bilgin ve hem
de onların bilgisi eşit olsun. Ayetin buradaki manası budur.
"Size
eşit bir şekilde (gerçeği) açıkladım." Yani size, benim sizden berî olduğumu,
sizin de benden uzak olduğunuzu söyledim. Çünkü bunu biliyorum ve bu husustaki
bilgimiz de müsavidir.
"Ben,
size vaad edilen azabın yakın mı, uzak mı olduğunu bilmiyorum." Yani, size
vaad edilen azap ve müslümanlarm size galip geleceği hiç şüphesiz mutlaka vaki
olacaktır. Fakat bunun yakınlığı ve uzaklığı ile ilgili bir bilgim yoktur.
"Hakikat
O, sizin açıkça söylediklerinizi de, gizlediklerinizi de hakkıyla bilir."
Yani, Allah Tealâ gaybın tamamını bilir. Dolayısıyla o, kulların açıkça
yaptıklarını da gizlice yaptıklarını da bilir. Yine O, İslâm'a karşı açıkça
yapılan hücumları da müslümanlara karşı gizledikleri kin ve tuzaklarını da
bilir. İşte Allah Tealâ, bütün bunların azlığına ve çokluğuna göre karşılıklarınızı
verecektir.
"Bilmiyorum,
belki O, sizin için bir fitne ve belli bir zamana kadar bir metadır."
Yani, bilmiyorum; azabın sizden tehir edilmesi belki, sizi imtihan etmek ve
belirlenmiş vakte kadar dünyevî lezzetlerden faydalanmalarınıza fırsat vermek
içindir. Böylece O, sizin nasıl davranacağınızı kontrol etmek ister.
"Dedi
ki, Rabbim, hak ile hükmet." Yani, Peygamber şöyle dua etmektedir:
Rabbimiz, bilgimizle hakkı ve adaleti yalanlayan kavmimizin arasını ayır. Çünkü
senin sözün haktır. Sen de haksin. Vaadin de, hükmün de haktır. Sen yalnızca
hakkı seversin. Katade diyor ki: "Peygamberler hep şöyle dua ederlerdi:
"Rabbimiz, bizimle kavmimiz arasında adaletle hükmet. Çünkü sen, hükmedenlerin
en hayırlısısm." Resulullah (s.a.) de bu şekilde dua etmekle em-rolündü.
İmam
Malik'in Zeyd b. Eslem'den rivayet ettiğine göre, Resulullah, bir savaşta karşı
karşıya kaldığı zaman "Rabbim, adaletle hükmet" diye dua ederdi.
"Yakıştırdığınız
şeylere karşı yardımı istenilecek olan O'dur." Yani, sizin Allah'a
atfettiğiniz her türlü şirk, küfür, yalan ve batıl söze karşı yardımı istenen
Rabbimiz olan Allah Tealâ'dır. Batıl sözlerinizden maksat da şudur: Allah'ın
çocuğu vardır, ben sihirbaz bir şairim, Kur'an şiirdir vb. Allah Tealâ'nın
hakem tayin edilmesi hem bir uyarıdır hem de hakkın ortaya çıkmasını sağlar.
Aynı zamanda kâfirler için bir tehdit, bir hezimet ve inananlar ordusu ve
Hakk'ın yardımcıları önünde bir mağlubiyet ifade eder. Onu peygamber olarak
görevlendirmekle Allah Tealâ, daha önce gelip geçen peygamberleri
şereflen-dirmiştir. Çünkü o, bütün insanlara rahmet olarak gönderilmiştir.
[121]
Enbiya
suresinin sonundaki bu ayetlerde pek çok açık deliller mevcuttur:
1- Resulullah (s.a.) peygamberlerin sonuncusudur. Onu peygamber olarak
görevlendirmekle Allah Tealâ bütün insanlar için bir rahmet olsun diye, daha
önce gelip geçen peygamberleri taçlandırmıştır. Ona inanan ve onun davetini
tasdik eden mesut olur; ona inanmayan ise dünyada geçmiş ümmetlerin başına
gelen toplu helak, suret değişikliği, boğulma ve kökten kazınma gibi şeylerden
kurtulmuş olmakla birlikte ahirette açık bir hüsranla karşılaşacaklardır.
2-
Bütün peygamberlerin ve
tabiatıyla son peygamberin risaleti şudur: İlâh hakkında onun tek ve bir
olduğundan başka hiç bir şey vahyedilmemiştir. Ona şirk koşmak asla caiz
değildir. Siz, bütün insanlar, Allah'ın vahdaniyetini artık kabul ediyorsunuz
değil mi? Öyleyse müslüman olun ki, kurtuluşa eresiniz.
3- Müşrikler ve kâfirler İslâm'ın tebliğ ettiklerinden yüz çevirirlerse
onları uyarma görevi son bulur. İman ile küfrün bir araya gelemeyeceği,
müslüman-larla kâfirler arasında artık sulh olamayacağı ve her iki topluluk
arasındaki iıarp ve düşmanlığın devam edeceği yönündeki ilân da son bulur.
Ancak bunun, şiddetli ve sürekli bir harp olması şart değildir. Belki bu
müminlerin kalplerinin derinliklerinde küfrün değişik renkleri halinde
gizlenen kalbî inkârı söküp atmaya yönelik bir ilândır.
4- Azabın en büyüğünü ve kıyamet gününü hiç kimse bilemez. Ne
gön-ierilmiş bir peygamber ne de bir melek...
5- Gayb ve şehadet âlemini, gizliyi, aleniyi, saklıyı-açığı bilen
Allah'tır. O, safirlerin İslâm'a olan hücumlarını, müslümanlara olan hile ve
nefretlerini, firk ve küfürlerini bilir. Onlardan sadır olan büyük ve küçük her
ne varsa on-_îra göre karşılığını verecektir.
Azabın
tehir edilmesi, onların nasıl davranacaklarını sınamak için ola-rılir. Tabi
Allah onların ne yapacaklarını en iyi bilendir. Azabın tehir edilmesi, ;ialet
ve fazla ikram gereği kâfirlerin dünyevî şehvet ve lezzetlerden faydalanıp
ahirette ise bunlardan mahrum kalmaları için de olabilir.
6- Samimi bir müminin akidesinin iki mihveri vardır.
a)
İşi Allah'a havale etmek ve
sonucu ondan beklemek. İşte bu, Allah Tealâ'nın peygamberine olan emridir.
"Dedi ki: Rabbim, adaletle hükmet." Yani :«enimle Hakkı yalanlayan bu
insanlar arasında adaletle hükmet ve onlara -iarşı bana yardımcı ol.
b) Güçlü ve galip olan Allah'tan yardım dilemek. Sure de zaten bu şekilde
sona ermektedir. "Bizim Rabbimiz Rahmandır. Sizin anlattıklarınıza karşı
yar-zzmı umulandır." Yani onu inkâr ve yalanlamalarınıza ve inananlara
galip gelme isteğinize karşı yardımı talep edilecek olan O'dur.
7- Allah'ın şeriatı ve dini her türlü şirk şaibesinden uzak, halis tevhid akidesi ve adalet esası üzerinde durur. Allah, adaletle hükmeder, hak ehli ve Allah'a inananlara yardım eder. Fakirin hakkını zenginden alır. İki hasım arasında adaletle davranır, biri kâfir diğeri müslüman da olsa, rahmet ve ihsana davet eder, çirkinlik ve kötülükten alıkoyar. İşte bütün bunlar sağlıklı bir medeniyetin temelleri ve gerçek demokrasinin tohumlarıdır. Burada ne taassup, ne zulüm ne cehalet ve ne de anarşi vardır. Muhakkak ki ilim, İslâmî hayatın ve Kur'anî davetin yolu ve bütün âlemin kandilidir. [122]
[1] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/7.
[2] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/7.
[3] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/8.
[4] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/8-9.
[5] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/10.
[6] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/10.
[7] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/11-12.
[8] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/12.
[9] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/12-15.
[10] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/15-17.
[11] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/18.
[12] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/18-19.
[13] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/19.
[14] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/19-20.
[15] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/23.
[16] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/23-24.
[17] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/24.
[18] Kurtubî, XII/274.
[19] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/24-27.
[20] Taberi, XII/278.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/27-29.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/31.
[23] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/31-32.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 9/32.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/33-36.
[26] Razi, XXII / 152-154.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/37-38.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/39.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/39-40.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/40.
[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/40-43.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/43-45.
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/47.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/47-48.
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/48-49.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/49.
[37] İbni Mace bu manada: "Allahım! Ölüm sarhoşluğuna karşı bana yardım et." hadisini rivayet etmiştir.
[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/49-53.
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/53-54.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/55.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/56.
[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/56-57.
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/57-60.
[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/60-61.
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/62.
[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/62-63.
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/63-64.
[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/64-65.
[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/67.
[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/68.
[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/68-69.
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/69-70.
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/71.
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/71-72.
[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/72-74.
[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/74-75.
[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/76.
[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/76-77.
[59] Kurtubî, XI/303.
[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/77-79.
[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/79.
[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/80.
[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/80-81.
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/81.
[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/81-83.
[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/83.
[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/84.
[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/84.
[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/84-85.
[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/85.
[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/85.
[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/86.
[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/86.
[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/86-87.
[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/87.
[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/88-89.
[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/89.
[78] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, III/1254.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/90-91.
[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/91-92.
[80] İbni Kesir, III/187.
[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/92-93.
[82] Cessas, Ahkâmu'l-Kur'an, III/223.
[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/93-97.
[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/98.
[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/99.
[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/99.
[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/99-100.
[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/100-101.
[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/102.
[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/102.
[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/102-103.
[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/103.
[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/103-104.
[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/105-106.
[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/106.
[96] Ibni Kesir, 111/ 191.
[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/106-108.
[98] Bu hadisi Buhari, Müslim ve Ebu Davud başka bir
lafızla İbni Abbas’tan (r.a.) rivayet etmiştir.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/108-109.
[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/110.
[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/110-111.
[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/111.
[102] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/111-113.
[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/113-114.
[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/115.
[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/115-116.
[106] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/116-119.
[107] Razî, XXII/219. Dört Sünen müellifi bu hadisi şu lafızla Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet etmişlerdir: "Yahudiler 71 fırkaya ayrılmışlardır. Hristiyanlar da 72 fırkaya ayrılmışlardır. Ümmetim de 73 fırkaya ayrılacaktır."
[108] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/119-120.
[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/121.
[110] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/122.
[111] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/122-123.
[112] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/123.
[113] Razî, XXII/223.
[114] Hatîm: Kâbenin kuzey tarafında Hicrî İsmail denilen Altınoluğun altındaki hilâl şeklindeki duvarın iç kısmı. Hatim bölümü Kâbenin içinden sayılmakta ve tavaf buranın dışında yapılmaktadır.
[115] Zemahşerî, 11/338.
[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/123-126.
[117] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/126-128.
[118] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/129.
[119] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/129-130.
[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/130-131.
[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/131-132.
[122] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/133-134.