21- ENBİYA SURESİ 4

Surenin İsmi: 4

Önceki Sure ile İlişkisi: 4

Surenin Fazileti: 4

Surenin Muhtevası: 4

İnsanların Kıyamet Günü Yapılacak Hesapların Görülmesinden Gafil Olmaları Ve Bunun Delili 5

Belagat: 5

Kelime ve İbareler: 5

Nüzul Sebebi: 6

Açıklaması: 6

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 8

Peygamberin Beşer Oluşu, Verilen İlâhî Vaadlerin Gerçekleştirilmesi, Kur'anın Bir Öğüt Ve İbret Kitabı Olması 9

Belagat: 9

Kelime ve İbareler: 9

Ayetler Arası İlişki 9

Açıklaması 10

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 11

Yok Etme Azabı İle Korkutma Ve Yaratmadaki Azameti Hatırlatma. 11

Belagat: 11

Kelime ve İbareler: 11

Ayetler Arası İlişki 12

Açıklaması 12

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 14

Müşriklerin Azarlanması Allah'ın Birliğinin İspat Edilmesi 15

Belagat: 15

Kelime ve İbareler: 15

Ayetler Aeası İlişki 16

Açıklaması 16

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 18

Bir Olan İlahın Varlığına Delalet Eden Kâinattaki Ayetleri Düşünmemelerine Karşı Müşriklere Diğer Bir İhtar  19

Belagat: 20

Kelime ve İbareler: 20

Ayetler Arası İlişki 20

Açıklaması 20

Ayetlerden Çıkarılan Hüküm Ve Hikmetler. 22

Bütün Yaratıkların Ölmesi, Kıyametin Ve Cehennem Azabının Ansızın Gelmesi 23

Belagat: 23

Kelime ve İbareler: 23

Nüzul Sebebi 24

Ayetler Arası İlişki 24

Açıklaması 25

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 27

Allahın İnsanı Gözetip Koruması, Kıyametteki Amellerin Hesabının Âdil Olması 27

Belağat: 28

Kelime ve İbareler: 28

Ayetler Arası İlişki 28

Açıklaması 28

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 30

Tevrat'ın Özellikleri İle Kuranın Özelliklerinin Karştlaşttrtlmast 31

Kelime ve İbareler: 31

Ayetler Arası İlişki 31

Açıklaması 31

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 32

Putlara Tapmayı İnkâr Etme Ve Allah Tealâ'nın Birliğine Davet 32

Kelime ve İbareler: 32

Ayetler Arası İlişki 33

Açıklaması 33

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 34

Putların Kırılması Olayından Sonra Hz. İbrahim (A.S.) İle Kavmi Arasında Geçen Sert Tartışma. 35

Belagat: 35

Kelime ve İbareler: 35

Açıklaması 35

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 36

Hz. İbrahim'in (A. S.) Ezici Zaferi, Ateşten Kurtulması 37

Belagat: 37

Kelime ve İbareler: 37

Açıklaması 38

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 39

Hz. İbrahim'in (A. S.) Hz. Lût (A. S.) İle Birlikte Kurtulması Ve Mübarek Topraklara Götürülmesi 39

Belagat: 39

Kelime ve İbareler: 39

Ayetler Arası İlişki 40

Açıklaması 40

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 41

Hz. Lut (a.s.) Kıssası: 41

Belagat: 41

Kelime ve İbareler: 41

Ayetler Arası İlişki 42

Açıklaması 42

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 42

Hz. Nuh (A.S.) Kıssası 42

Kelime ve İbareler: 42

Ayetler Arası İlişki 43

Açıklaması 43

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 43

Hz. Davud (A.S.) Ve Hz. Süleyman (A.S.) Kıssası 43

Kelime ve İbareler: 44

Ayetler Arası İlişki 44

Açıklaması 44

Allah Tealâ'nın Hz. Davud'a (a.s.) Verdiği Nimetleri: 45

Allah Tealâ'nın Hz. Süleyman'a (a.s.) Verdiği Nimetler: 46

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 46

Hz. Eyyüb (A.S.) Kıssası 49

Kelime ve İbareler: 49

Ayetler Arası İlişki 49

Hz. Eyüb (a.s.) Kıssası İle İlgili Notlar: 49

Açıklaması 50

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 50

Hz. İsmail, İdris, Zülkifl (A.S.) Kıssası 50

Belagat: 51

Kelime ve İbareler: 51

Ayetler Arası İlişki 51

Açıklaması 51

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 51

Hz. Yunus (A.S.) Kıssası 52

Kelime ve ibareler: 52

Ayetler Arası İlişki 52

Açıklaması 52

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 53

Hz. Zekeriyya (A.S.) Ve Hz. Yahya (A.S.) Kıssası 54

Belagat: 54

Kelime ve İbareler: 55

Ayetler Arası İlişki 55

Açıklaması 55

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 56

Semavî Dinlerin Ve İlâhî Sünnetin Bir Oluşu. 57

Belagat: 57

Kelime ve İbareler: 57

Açıklaması 58

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 59

Ahirette Müminlerin Ve Kafirlerin Halleri İle Gökyüzünün Durumu. 60

Belagat: 60

Kelime ve İbareler: 60

Nüzul Sebebi 61

Ayetler Arası İlişki 61

Açıklaması 61

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 63

Rahmet Peygamberi 64

Belagat: 64

Kelime ve İbareler: 64

Ayetler Arası İlişki 65

Açıklaması 65

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 66


Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla

 

21- ENBİYA SURESİ

 

Surenin İsmi:

 

Bu sure, "geçmiş bazı peygamberlerin putperest kavimleriyle yaptıkları ci-had" konusunu ihtiva etmesi sebebiyle "Enbiya (Peygamberler) Suresi" diye anılmıştır.

Sure, önce Ebu'l-enbiya (Peygamberler babası) Hz. İbrahim'in (a.s.) uzun ve tafsilâtlı kıssasından başlayarak Hz. İshak, Yakub, Lût, Nuh, Davud, Süley­man, Eyyûb, İsmail, İdris, Zülkifl, Zünnûn, Yunus, Zekeriyya, İsa ve nihayet peygamberlerin sonuncusu Muhammed Mustafa'nın (s. a.) uğradıkları çile ve sıkıntıların derecesini, bunlara nasıl sabrettiklerini ve insanlığın mutluluğu için Allah yolunda nasıl fedakârlık gösterdiklerini özlü bir ifade ile anlatmak­tadır. [1]

 

Önceki Sure ile İlişkisi:

 

Bu surenin bundan önceki sure olan Tâ-Hâ suresi ile münasebeti iki açı­dan gayet bariz bir şekilde anlaşılmaktadır:

1- Azap için belirlenen müddetin ve beklenen vadenin yaklaşması.

Cenab-ı Hak, Tâ-Hâ suresinin sonunda: "Eğer Rabbinden daha önce veril­miş bir söz ve belirlenmiş bir va'de olmasaydı bu azap mutlaka gelirdi." (Tâ-Hâ, 20/129) ve daha sonra "De ki: Herkes bekleyip gözetmektedir. Siz de gözetle­yin. " (Tâ-Hâ, 20/135) buyurdu.

Bu surenin başında da : "İnsanların hesaplarının görülmesi yaklaştı." (En­biya, 21/1) buyurdu.

2- Dünyaya aldanmaktan sakındırma, ahiret için çalışmayı teşvik etme.

Cenab-ı Hak, Tâ-Hâ suresinin sonlarında: "Kâfirlerden bir kısmına, kendi­lerini imtihan için verdiğimiz dünya hayatının süsüne sakın gözünü dikme... " 131. ayet) buyurmaktadır.

Zira kıyametin yaklaşması, dünya hayatı pek yakında yok olup gideceği için onun ziynetlerinden uzaklaşmayı gerekli kılmaktadır.

Enbiya suresi de bir önceki surenin sona erdiği manalarla başlamaktadır. Cenab-ı Hak bu surenin başında kıyametin ve hesabın yaklaşmasına rağmen insanların bundan gafil olduklarını Kur'an-ı Kerim'den ve ona kulak vermek­ten uzak kaldıklarını anlatmaktadır. [2]

 

Surenin Fazileti:

 

Bu surenin fazileti hakkında bazı sahih hadisler varit olmuştur.

Bunlardan biri Buharî'nin Abdullah b. Mes'ud'dan (r.a.) naklettiği şu sözü­dür: "Benî İsrail, Kehf, Meryem, Tâ-Hâ, Enbiya sureleri benim ilk eski arkadaş-larımdır. Bu sureler bana miras kalan eşyadandır." Yani benim ilk ezberledi­ğim surelerdendir, benim için miras malı gibi kıymetlidir, demektir.

Bu sure indiği zaman Âmir b. Rabia'ya (r.a.) denildi ki: Bunun hakkında Rasulullah'a (s. a.) sorsan olmaz mı? Rabia dedi ki: "Bize bugün dünyayı unut­turan bir sure nazil oldu." [3]

 

Surenin Muhtevası:

 

Bu surenin konusu İslâm akidesinin esaslarını ve ana prensiplerini beyan etmektir. Bunlar tevhid, nebevî risalet, öldükten sonra dirilme ve amellerin karşılığının verilmesi konularıdır.

Sure, kıyametin dehşetli sahnelerini anlatarak başlamış, daha sonra -da­ha önce belirtildiği gibi- bir gurup peygamberin kıssalarını zikretmiştir.

Surenin başlangıcı korkutucu, dehşet verici, kıyametin kopmasının yakın olduğunu beyan ederek sakındırıcı ve uyarıcı olmuştur. Halbuki insanlar bun­dan habersizdirler, hesabın ve azabın tehlikesinden gafildirler. Kur'an'ı dinle­mekten yüz çevirmişler, dünya hayatının zevklerine dalmışlardır.

Sure daha sonra Mekke'deki müşriklerin Hz. Muhammed'in (s.a.) peygam­berliğini inkâr etmelerinin sebeplerini açıklamaktadır.

Bunun sebebi Hz. Muhammed'in (s.a.) de kendileri gibi bir beşer oluşu, yi­ne onların kanaatine göre Hz. Musa ve Hz. İsa (a.s.) gibi önceki peygamberle­rin getirdiği şekilde ayetler ve göz kamaştırıcı maddî mucizeler getirmekten âciz oluşu idi.

Kur'an-ı Kerim buna bütün peygamberlerin beşer oldukları, yemek yedik­leri, çarşı-pazarlarda yürüdükleri şeklinde cevap verdi. Peygamberlerini yalan­lamaları sebebiyle daha önceki ümmetlerin helak olmaları gibi onları da helak olmakla korkuttu. Göklerin ve yerin yaratılışının azametine, meleklerin Al­lah'a itaat ettiklerine, Ona boyun eğdiklerine, kendilerine emredilen azabı te­reddütsüz ve mutlaka süratle yerine getirdiklerine dikkat çekti. Meleklerin Al­lah'ın kızları olduklarını iddia edenleri teşhir ve tenkit etti.

Kur'an-ı Kerim onların Allah'ı bırakıp tanrılar edindiklerini dile getirdi ve bu iddialarına karşı onlardan delil istedi. Allah'ın birliğinin burhanını ortaya koydu. Zira yer ve gökte Allah'tan başka ilâhlar olsaydı yerin ve göğün dengesi bozulurdu.

Kur'an-ı Kerim yer ve göklerin ilk olarak yaratılışını ve bunların önce bir­leşik, yapışık olup daha sonra ayrıldıklarını anlattı. Dağların, içindekilerle bir­likte sarsılmaması için yeryüzünü tutan çadır kazıkları gibi olduklarını, Allah Tealâ'nın gece ile gündüzün, Ay ile Güneşin yaratıcısı olduğunu, her şeyin hat­ta peygamberlerin ve meleklerin bile sonunun ölüm olduğunu, sadece celâl ve ikram sahibi olan Allah'ın zatının baki olduğunu açıkladı.

Ayrıca kâfirlerin derhal azap gelmesini istemelerinin aptallık ve yersiz bir istek olduğunu, çünkü azabın yakın olduğunu, kıyametin hiç şüphesiz geleceği­ni, kıyametin ansızın gelip onları dehşete düşüreceğini, hesap terazilerinin son derece dakik ve tam bir adalet terazisi olduğunu, hiçbir kimsenin hakkından hiçbir şey eksiltilmeyeceğim ve hiçbir insana hardal tanesi ağırlığınca bile olsa haksızlık yapılmayacağını izah etti.

Bu gayeleri gerçekleştirmek ve bunları iyice pekiştirmek için Hz. Musa, Harun, İbrahim, Lût, İshak, Yakup, Nuh, Davud, Süleyman, Eyyûb, İsmail, İd-ris, Zülkifl, Yunus, Zekeriyya, Yahya ve İsa (Allah'ın selâmı hepsinin üzerine olsun) gibi bazı peygamberlerin kıssalarını nakletmek suretiyle uyarıcı ve ha-tırlatıcı bazı gerçek örnekler getirdi.

Kur'an-ı Kerim bunun ardından bütün peygamberlerin vazifelerinin aynı olduğunu, bu vazifenin de Allah'a kulluğa davet etmek, salih amel işleyen mü­minleri güzel mükâfat vaadi ile tatmin etmek, dünyada azaba, uğrayan ümmet­lerin ahiret yurdunda da başka bir azaba mutlaka uğrayacaklarını bildirmek olduğunu ispat etmektedir.

Kıyamet alâmetlerinden biri Ye'cüc ve Me'cüc'ün şeddinin yıkılmasıdır. Kı­yamette pek şiddetli bir azap ve kâfirlerin karşılaşacakları dehşetli olaylar vardır. Kâfirler, putlarıyla beraber cehennem odunudurlar.

O zaman bugünkü yeryüzü bambaşka bir yeryüzü olarak değişecek, gökler bir kitabın dürülmesi gibi dürülecek, salihler ebedî nimete lâyık olacak, yeryü­zünü imar için en salih olanlar oraya vâris olacaklardır.

Peygamberimiz'in (s. a.) âlemlere rahmet olduğu, ona ilâhın tek olduğu, ortağı bulunmadığı şeklinde vahyedildiği, Allah'ın hükmüne uymanın vacip ol­duğu, O'nun insanları yakın bir azapla uyardığı, kıyametin gelişinin kesin ve mutlaka olacağı, mühlet verilmesi ve cezanın ertelenmesinin bir imtihan oldu­ğu ve Allah'ın Peygamberimiz (s.a.) ile müşrik düşmanları arasında hüküm ve­receği ve düşmanların iftira ve ithamlarına karşılık Allah'ın yardımının istene­ceği gerçeğini beyan ederek sure sona erdi. [4]

 

İnsanların Kıyamet Günü Yapılacak Hesapların Görülmesinden Gafil Olmaları Ve Bunun Delili

 

1-  İnsanların hesaplarının görülmesi vakti yaklaştı. Fakat onlar hâlâ gaflet içindedirler, aldırmıyorlar.

2-  Kendilerine Rablerinden gelen her yeni ihtarı mutlaka alaya alarak dinlerler.

3- Onların kalpleri eğlencededir. Zalim-\ ler gizli fısıltı ile şöyle konuştular: Bu (Peygamber) de sadece sizin gibi bir in-, san değil mi? Şimdi siz göz göre göre " büyüye mi kapılacaksınız?

4- (Muhammed) onlara şöyle dedi: "Be­nim Rabbim gökte ve yerde (söylenen) her sözü bilir. O her şeyi işitir, her şeyi bilir.

5- Kâfirler: "Hayır, (Muhammed'in söy­lediği) bu sözler saçma sapan rüyalardır. Hayır, bunları kendisi uydurmuştur. Hayır, hayır o bir şairdir. (Eğer böyle değilse) o halde öncekilere gön­derildiği gibi, o da bize bir mucize ge­tirsin." dediler.

6- Kendilerinden önce helak ettiğimiz hiçbir kasaba halkı iman etmemişti. Şimdi bunlar mı iman edecekler?! [5]

 

Belagat:

 

"Fakat onlar hâlâ gaflet içindedirler" ayetindeki "gafletin" kelimesinin nekre olarak kullanılması gafletin büyüklüğünü ve dehşetini ifade etmek için­dir.

"Kafirler dediler ki: Hayır bu sözler saçma sapan rüyalardır. Hayır, bunla­rı kendisi uydurmuştur. Hayır, hayır o bir şairdir." Bu ayette Terakki çeşitleme­si denilen sanat vardır. İkinci sözlerinin birincisinden daha bozuk, üçüncüsü­nün ikincisinden daha bozuk olduğuna delâlet etmektedir. Bütün bunlar müş­riklerin Kur'anı tarif etme ve gerçekleri saptırma hususundaki tutarsızlık, te­reddüt ve şaşkınlıklarına delildir. [6]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İnsanların" yani insanlardan mükellef olanların "hesaplarının görülmesi vakti yaklaştı." İbni Abbas diyor ki: Burada insanlardan murad, müşriklerdir. Bu, cins ismin kendisinin gösterdiği anlamın bir kısmı için kullanılması şeklin­dedir.

Bu cümleden murad edilen husus kıyametin yaklaşmasıdır. Kıyamet yak­laşınca ise kıyamette olacak hesap, sevap, azap ve diğer olayların meydana gel­mesi de yaklaşmaktadır, demektir.

"Fakat onlar hâlâ" büyük bir "gaflet içindedirler, aldırmıyorlar." İnsanlar aldırmama ve gaflet gibi iki sıfatla birden tavsif edilmişlerdir.

Gaflet, bir şeyi hatırlamama demektir. Buradaki manası ise ihmalkâr dav­ranarak ve yüz çevirerek terk etmektir.

İ'raz ise yüz çevirme, aldırış etmeme demektir. Buradaki manası iman ederek hesaba hazırlanmaktan yüz çevirmektir.

"Kendilerine Rablerinden gelen her yeni" indirilmiş "ihtarı" gaflet ve bilgi­sizliğe düşmemeyi uyaran Kur'an ayetlerini, parça parça indirilen ayetleri ib­ret almaları için kulaklarına tekrar tenbih etmek için gelen öğütleri "mutlaka alaya alarak" yani istihza ederek, eğlenerek "dinlerler."

"Onların kalpleri eğlencededir." Yani gafildir, unutkandır; düşünmek ve manasını anlamaktan uzak bir meşguliyet içindedir. "Zalimler fısıltı ile" son derece gizli olarak "şöyle konuştular: Bu" yani Muhammed, "sadece sizin gibi bir insan değil mi?" Beşer olup peygamberlik iddia eden ve mucize getiren her­kes sihirbazdır. Onun mucizesi de sihirdir. Bu sebeple dediler ki: "Şimdi siz göz göre göre büyüye mi kapılacaksınız?" Sihir olduğunu gördüğünüz, müşahade ettiğiniz halde sihre mi uyacaksınız?

Muhammed "Onlara şöyle dedi: Benim Rabbim" sadece onların gizledikle­rini değil "gökte ve yerde" ister gizli ister açık olsun söylenen "her sözü bilir. O, onların gizlediklerini gayet iyi işitir," söylediklerini de "gayet iyi bilir." Gizledi­ğiniz ve açığa vurmadığınız hiçbir şey ondan gizli kalmaz.

"Kâfirler şöyle dediler: Hayır" Bu ifadede yer alan "bel" edatı bir maksat­tan diğerine intikal etmek için kullanılır. Yani Kur'an'ı ancak şu şekilde kabul edin: O'nun Kur'an diye getirdiği "Bu sözler sadece saçma sapan rüyalardır." Kişinin uykuda gördüğü karmakarışık rüyalardır dediler. "Hayır, hayır bunları kendi uydurmuştur." Böylece ikinci defa Kur'an'ın iftira olduğunu söylediler. Daha sonra da "Hayır, hayır o bir şairdir" ve onun getirdiği Kur'an şiirdir dedi­ler. Bu üç yerde yapılan intikal onların Kur'anı tarif etmekteki tereddüt ve şaş­kınlıklarını göstermek içindir. Sonra da, eğer böyle değilse "O halde öncekilere gönderildiği gibi" yani Hz. Salih'in devesi, Hz. Musa'nın asası ve nurlu eli, Hz. İsa'nın köre, abraş hastalığına tutulmuş olana -Allah'ın izniyle- şifa vermesi ve -Allah'ın izniyle- ölüleri diriltmesi gibi "o da bize bir mucize göndersin." dediler.

"Kendilerinden önce" yaşayan kavimlerin teklif ettikleri ve kendilerine geleni de yalanlamaları sebebiyle "helak ettiğimiz hiçbir kasaba halkı iman etmedi. Şimdi" onlardan daha azgın olan "bunlar mı" mucizeler gelince "iman edecekler? "

Burada teklif edilen mucizelerin getirilmemesi onlara biraz daha fırsat vermek içindir. Yoksa mucize gelir de iman etmezlerse öncekiler gibi gökten inecek helek azabını hak ederler. [7]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Kendilerinden önce helak ettiğimiz" 6. ayetin nüzul sebebi ile ilgili İbni Cerir, Katade’den naklediyor: Mekkeliler Peygamberimize: "Söylediğin gerçek ise ve iman etmemiz seni sevindirecekse Safa tepesini bizim için altına çevir.” dediler. Bunun üzerine Cebrail (a.s.) geldi ve şöyle dedi:

"Eğer dilersen kavminin istediği olur. Fakat bu olur da onlar iman etmezlerse onlara hiç mühlet verilmez (derhal azaba uğrarlar). Yahut dilersen kavmin için acele etmeyip temkinli olursun.” Efendimiz (s.a.):

"Ben kavmimle beklemeyi tercih ederim." buyurdu. Bunun üzerine: "Kendilerinden önce helak ettiğimiz hiçbir kasaba halkı iman etmemişti. Şimdi bunlar mı iman edecekler?" (Enbiya, 21/6) ayeti nazil oldu. [8]

 

Açıklaması:

 

Allah Teala Kıyametin yaklaşmasına işaret ederek buyuruyor ki:

"İnsanların hesaplarının görülme vakti yaklaştı." Yani insanların dünyadaki amellerinin hesap zamanı yaklaştı. Bu, kıyametin yaklaşmasıdır. Fakat insanlar hâlâ hayatlarında gaflet ve umursamazlık içindedir; eğleniyorlar, hesaba hazırlanmak, ahireti düşünmek ve imana yönelmekten yüz çeviriyorlar.

Burada insanlardan murad –İbn-i Abbas’a göre- öldükten sonra dirilmeyi inkar eden müşriklerdir. Şu ayet buna delildir. "Onlar sadece alaya alarak dinlerler. Onların kalpleri eğlencededir." Burada öldükten sonra dirilmede hiçbir şüphe olmadığına işaret vardır.

Her ne kadar bundan sonraki ayetlerin delaletiyle burada işaret edilen o zamanki Kureyş kâfirleri olsa da, kanaatımızca ayetin lafzı bütün insanları içine almaktadır. Böylece ayet tamahkarlıkları durdurmak, imana davet etmeye teşvik etmek için gelmiştir. Kıyametin yaklaştığını bilen kimse derhal tevbeye koşacak ve dünyaya yönelmeyecektir. Her gelecek yakındır. Ölüm de şüphesiz yakındır. Her insanın ölümü kıyametinin kopmasıdır. Kıyamet geçen zamana göre yakındır.

Razi diyor ki: İnsanlardan murad hesaba girecek olan kimseler yani mükelleflerdir. Yoksa hesaba tabi olmayanlar değildir.

Rivayet edildiğine göre, Rasulullah’ın (s.a.v.) ashabından bir zat bir duvar inşa ediyordu. Başka biri bu surenin indiği gün o zata uğradı. Duvarı inşa etmekte olan, arkadaşına:

"Bugün Kur’an’dan ne indi?" diye sordu. Diğeri:

"İnsanların hesaplarının görülme vakti yaklaştı. Fakat onlar hâlâ bı bir gaflet içindedirler, aldırmıyorlar." ayeti indi, diye cevap verdi. Duvarı y; hemen ellerini silkmeye başladı. Arkadaşına:

"Vallahi, hesap yaklaştığına göre ebediyyen inşaat yapmam." dedi.

Ayet-i kerimede kıyametin yaklaştığına delil vardır. Bu sebeple Peygai rimiz (s.a.) İmam Ahmed, Buharı, Müslim ve Tirmizî'nin rivayet ettikler dis-i şeriflerinde iki parmağını birbirine yaklaştırarak: "Ben kıyamete bu ş de yakın olduğum halde gönderildim." buyurmuştur.

Cenab-ı Hak bundan sonra insanların gaflette olduklarına delil getir şöyle buyurmuştur:

"Kendilerine Rablerinden gelen her yeni ihtarı mutlaka alaya alarak lerler. Onların kalpleri eğlencededir." Yani o Kureyş kâfirlerine ve benzerh Kur'andan olaylara ve münasebetlere göre inen her yeni ihtarı mutlaka e alıp eğlenerek, istihza ederek, kalpleriyle düşünmeden ve manasını anlaı tan uzak olarak dinlerler.

Bu, kâfirlere karşı açık bir zem ve benzerlerini de dünya ve ahiret saa ni gerçekleştirecek şeylerden istifade etmemek hususunda kınamadır.

"Muhdes (yeni)" kelimesi Kur'an'm sonradan yaratılmış olduğu mam gelmez. Konuşulan harfler ve duyulan ses şüphesiz sonradan meydana ge] tir. Ama Allah Tealâ'nm bizzat kelâmı olan Kur'an'm aslı ise Allah Tealâ'n onun kudsî sıfatlarının ezelî oluşu gibi ezelîdir, kadimdir.

Cenab-ı Hak daha sonra Kur'an'm nüzulü anındaki kâfirlerin tavırl anlatarak şöyle buyurdu: "Zalimler gizli fısıltı ile konuştular". Yani aralai gizlice konuştular. Bu fısıltılarını hiçbir kimse işitmesin diye böyle yap Şöyle diyorlardı:

"Bu da sizin gibi bir insan değil mi?" Yani Muhammed (s.a.) de diğe sanlar gibi bir insan, meydana gelişi, aklı ve düşüncesiyle sizin gibi biri mi? Sizden ayrı olarak nasıl peygamberlik özelliği olabilir? Bu onların, ' gamber sadece melek olabilir, insanlardan peygamberlik iddia eden herke hirbazdır, Onun getirdiği mucize de sihirdir." şeklindeki inançlarından naklanıyordu.

Bunun için inkâr etmek maksadıyla şöyle diyorlardı: "Şimdi siz göz göre büyüye mi kapılacaksınız?" Yani siz onun sihir olduğunu gördüğünüz, şahede ettiğiniz halde büyüyü mü tasdik edeceksiniz? Yahut sihir olduğum diği halde sihri kabul eden kimse gibi sihre mi uyacaksınız?

Onlar Rasulullah'ın (s.a.) peygamber olmasını çok uzak bir ihtimal ol görüyorlardı. Çünkü Muhammed de onlar gibi bir insandı. Peygamber ise ancak melek olabilirdi.Getirdiği Kur’an ise sihir idi.

Bu konuda samimi bir şekilde istişare etmek ve O’nun dinini yıkmak maksadıyla en faydalı yola ulaşmak için aralarında gizlice konuşmuşlardı.

Cenab-ı Hak onların iftiralarına ve yalanlarına şu şekilde cevap verdi:

"Muhammed şöyle dedi: Benim Rabbim gökte ve yerdeki her sözü bilir. O her şe yi işitir, her şeyi bilir." Yani Rasulullah (s.a.) Allah'ın emriyle onların sırların açığa vurarak şöyle dedi: Söylediğiniz şeyleri gizlemeyin. Zira benim ve siziı Rabbiniz (Allah) bunları bilir. Yer ve gökteki durumlardan ve buralarda mey dana gelen söz ve davranışlardan hiç bir şey O'na gizli kalmaz. Öncekilerin vı sonrakilerin haberini ihtiva eden Kur'an-ı Kerim'i indiren Odur. O sözleriniz gayet iyi işitir; durumlarınızı gayet iyi bilir.

Bu ifadede onlara tehdit ve ihtar yapılıyordu.

Ayette "O sırları bilir" yerine "O her sözü bilir" ifadesi kullanıldı. Çünki söz gizli-açık her söyleneni ihtiva eden umumî bir kelimedir. O'nun her ikis arasında Allah için hiçbir fark yoktur. Dolayısıyla bu ifade hem gizli olanı hen de fazlasını bilmeyi ihtiva etmiş, "Gizli olanı bilir" denmesinden daha kuvveti olarak onların gizli konuşmalarına muttali olduğunu ifade etmiştir.

Daha sonra Cenab-ı Hak kâfirlerin çaresizliklerini inatçılık ve inkarcılık larmı, şaşkınlık ve sapıklıklarını, Kur'an'ı tavsif etmedeki tereddütlerini ve bı konudaki ihtilâflarını haber vererek şöyle buyurmaktadır:

"Kâfirler dediler ki: Bu sözler saçma sapan rüyalardır. Hayır, bunları ken dişi uydurmuştur. Hayır hayır, o bir şairdir." Yani onlar Rasulullah'ı (s.a.) önce sihirbaz ve söyledikleri de sihirdir diyerek tavsif ettiler. Sonra "Bu sihirdir. demekten vazgeçip "Bu sözler O'nun rüyada gördüğü karmakarışık düşlerdir. dediler. Sonra bunun kendisi tarafından uydurulmuş bir söz olduğunu, sonrı da bunun bir şair sözü olduğunu söylediler.

Bu tutarsızlık, tereddüt ve şaşkınlık onların bu iddialarının hakkı bulan dıran, gerçekleri bozan batıl sözler olduklarına delildir. Onlar bu halleriyle y; gerçekten Hz. Muhammed'in (s.a.) getirdiği Kur'an'ın hakikatini bilmiyorlaı yahut gerçeği biliyorlar ama kibirli, mağlup ve yenilgiye düşmüşlerin, ümitsiz ligi içindeler ve dolayısıyla "Bu sihirdir ve yalandır" diyorlar.

Bütün bu ihtimalleri sayıp, bu iddiaları tekrarladıktan sonra da şöyle de diler: "Eğer böyle değilse o halde öncekilere gönderildiği gibi, o da bize bir muci ze getirsin."

Yani eğer Muhammed (s.a.) Allah tarafından gönderilen bir rasul olduğı ve kendisine vahyedilen Kur'anın da Allah'ın kelâmı olduğu hususunda doğrı sözlü ise bu ihtimallerden hiçbirine fırsat tanımayan Hz. Salih'in devesi, Hz. Musa'nın asası ve nurlu eli gibi mucizeleri, Hz. İsa'nın körlere, abraslılara şif vermesi ve ölüleri diriltmesi gibi peygamberliği ispat eden elle tutulur, gözl görülür maddî mucizelerden, eski peygamberlerden nakledilen mucizeler gib: bize Kur'an'dan başka açık bir mucize getirsin, dediler.

"Öncekilere gönderildiği gibi" ifadesi bu mucizelerin onlar tarafından ks bul edildiğine ve asıl maksadı gerçekleştirdiğine delildir.

Bundan sonra Cenab-ı Hak müşriklerin bu son isteklerine onların yalar larını çürüterek ve küfürde derinleşmeleri sebebiyle indirilecek mucizeleri faydası olmayacağına işaret ederek şu cevabı verdi:

"Kendilerinden önce helak ettiğimiz hiçbir kasaba halkı iman etmemişti1?" Yani peygamberleri vasıtasıyla kendilerine mucize gönderilen kasabalardan hiçbir kasaba halkı bu mucizeye iman etmemiş, bilakis yalanlamışlardı. Biz de bu sebeple onları helak ettik. Şimdi bunlar mı mucizeleri görünce öncekilerden farklı olarak mucizelere iman edecekler?!.

Ayetin manası şudur: Bu müşrikler peygamberlerine mucize getirmesini teklif eden ve iman edeceklerini vaad eden, mucize gelince de ahitlerini bozup muhalefet eden ve neticede Allah'ın helakine maruz kalan o eski kavimlerden daha inatçı kimselerdir. Bunların yaptıkları tekliflerini kabul etsek daha fazla ahitlerini bozarlar.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyordu: "Üzerlerine Rabbinin hükmü hak olanlar iman etmezler. Onlara her türlü delil gelse de can yakıcı azabı gör­medikçe iman etmezler." (Yunus, 10/96-97).

Özetle: Müşriklerin tekliflerinin kabul edilmemesi onların menfaatlerine olmuştur. Eğer Allah bunu talep ettikleri zaman kabul etseydi sonra da onlar yine küfür ve inatlarında devam edecek olsaydılar onlara tamamen yok edici azap inerdi. Ancak Allah'ın hikmeti onların azabının ahirete ertelenmesini uy­gun görmüştü.

Bu istekleri sadece inatçılıktan kaynaklanan bir istek idi. Allah onların iman etmeyeceklerini gayet iyi biliyordu.[9]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:

1- Kıyametin kopması hiç şüphe bulunmayan kesin bir olaydır. Meydana gelmesi pek yakındır. Peygamberlikten günümüze kadar geçen asırların geç­mesi ve Allah'ın dilediği zamana kadar geçecek asırlar bu müddetin uzunluğu­na delil olmaz. Zira bu asırlar zamanın ve tarihin ömrüne göre gayet kısadır. Dünyadan geri kalan müddet geçen müddetten daha azdır.

2- İnsanlar maalesef kıyametin yaklaşmasına rağmen gaflet ve aldırmaz­lık içindedir. Gaflet, hesaptan ve kesin meydana gelecek sonucu düşünmekten habersiz olmaktır. Halbuki akılları iyilik ve kötülük yapanların mutlaka yap­tıklarının karşılığını görmeleri gerektiğini kabul etmektedir.

Aldırış etmemek ise Kur'an'dan çok uzaklaşmak, Kur'an'ın ayetlerini terk etmek, gaflet ve bilgisizlikten uyanmalarına rağmen Allah'a iman etmemektir.

3- Kureyş kâfirleri hidayetin ve Kur'an'ın nurundan yararlanmanın anah­tarlarını kaybettiler. Onları elinden tutup dünya ve ahiret saadetine götürecek Allah'ın ayetleriyle alay edip istihza ettiler.

4- Mutezile mezhebi: "Kendilerine Rablerinden gelen her yeni ihtarı alaya alarak dinlerler" (Enbiya, 21/2) ayetini Kur'an'ın sonradan yaratılmış olduğu­na delil olarak getirdiler. Kur'an zikirdir. Zikir de sonradan gelmiş yeni bir şey­dir. O halde Kur'an sonradan meydana gelen yeni bir şeydir, demişlerdir.

Ehl-i Sünnet bunlara "muhdes (yeni)" kelimesinden maksat Kur'an'm harfleri ve seslerinden işitilen şeylerdir. Bu şüphesiz sonradan meydana gel­miştir. Ama Allah Teala'nm kelâmı olan Kur'an'm manası Allah Teala'nm ve güzel sıfatlarının ezelî oluşu gibi ezelîdir, kadimdir.

5-  Kureyş kâfirleri Peygamberimiz'in (s.a.) peygamberliğine iki hususta itiraz ettiler:

a) O'nun kendileri gibi beşer oluşu.

b) O'nun getirdiği Kur'an'm sihir oluşu.

Bu iki tenkit de reddedilmiştir. Çünkü peygamberlik şekillerle değil, muci­ze ve delillerle ispat edilir. O'nun beşer oluşu peygamberliğine engel değildir. Eğer onlara melek gönderilseydi mücerret şeklinden peygamber olduğu bilin­mezdi. Hatta beşere gönderilecek kişinin beşer olması daha evlâdır. Çünkü in­san kendi emsaliyle ünsiyet bulur. İnsan bir şeyi benzerlerinden kabul etmeye daha yakındır.

Sonra Rasulullah'm (a.s.) getirdiği Kur'an ve diğer haberlerde hiçbir bula­nıklık ve karışıklık yoktur. Bunda sihrin, büyücülüğün alâmetlerinden hiçbir şey yoktur.

Rasulullah (s. a.) onlara Kur'an'la meydan okumuştur. Halbu ki onlar fe­sahat ve belagat ehli idiler. Eğer benzerini getirmeye muktedir olsalardı, Kur'an'a benzer bir şey getirirlerdi. Kur'an'm benzerini getirmediklerine göre bu, bizzat kendisinin mucize olduğuna delâlet etmektedir.

6- Gerçek şudur ki, kâfirlerin kalpleri Allah'ın zikrinden habersiz ve gafil­dirler. Kur'an'm manalarını düşünüp anlamaktan uzaktırlar. Kendi aralarında yalanlamakla fısıldaştılar ve istişare ettiler. Bu birbirlerine danışmalarından ortaya çıkan husus onların tavırlarından daha acaip idi. Hz. Muhammed'i (s.a.) sihirbaz ve getirdiği Kur'an'ı sihir olarak nitelendiriyorlardı. Birbirlerine "Siz onun sizin gibi bir insan olduğunu gördüğünüz halde nasıl Ona gelip de tabi oluyorsunuz?" diyorlardı.

7-  Allah, Peygamberimize (s.a.) onların aralarında gizlice konuştukları sözlerini bildirdi. Gökte ve yerde ister açıktan söylesinler isterse gizlesinler söyledikleri hiçbir şeyin Allah'a gizli kalmayacağını haber verdi. Zira Allah bu­nu en iyi şekilde bilendir.

8- Kur'an-ı Kerim Kureyş kâfirlerinin Peygamberimiz (s.a.) ve Kur'an hak­kında son derece garip ve utanç verici ifadelerle yaptıkları tutarsızlıkları, te­reddüt ve şaşkınlıkları tasvir etmektedir.

Müşrikler "O sihirbazdır. Getirdiği (Kur'an) sihirdir." dediler. Sonra, onun getirdiği uyku esnasında görülen karmakarışık rüyalar gibi saçma sapan şey­lerdir, dediler. Sonra da "Bu uydurmadır." dediler. Nihayet "O şairdir." dediler. Onlar bu halleriyle hiçbir şey üzerine istikrar kuramayan şaşkın kimseler ha­lindeydi. Bir defasında saçma sapan rüyalar, bir defasında uydurma sözler, bir defasında şiir demişlerdi.

Daha sonra da Hz. Musa'nın elindeki asası ve nurlu eli, Hz. Salih'in deve­si. Hs. İsa vasıtasıyla ölülerin dirilmesi, kör ve abraşların şifa bulması gibi mu­cizelerle onun peygamberliğinin doğruluğunu gösteren mucizeler talep etmeye yöneldiler. Ancak bu istekleri inatçılık sebebiyle idi. Allah da onlara yeteri ka­dar mucize verdi.

9- Allah'ın hikmeti ve rahmeti öldükten sonra dirilmeyi ve Hz. Muham-med'in (s. a.) peygamberliğini inkâr eden kâfirlere verilecek azabın ahirete er­telenmesini uygun görmüştür. Zira Allah onların arzularına icabet etseydi on-lan derhal helak ederdi. Tıpkı Salih peygamberin kavmi ve Firavun kavmi vb. eski kavimlere yapıldığı gibi... Çünkü bunlar mucizelere iman etmeyip helak oldular.

Mekke kâfirleri bu teklif ettikle^ mucizeleri görselerdi yine iman etmez­lerdi. Çünkü Allah'ın ilminde geçen kaza defterinde onlar iman etmeyecekler­di. Ancak Allah Tealâ onların sulbünden iman edecek kimselerin geleceğini bil­gi için onların cezalarını ertelemiştir. [10]

 

Peygamberin Beşer Oluşu, Verilen İlâhî Vaadlerin Gerçekleştirilmesi, Kur'anın Bir Öğüt Ve İbret Kitabı Olması

 

7- Biz senden önce de peygamber ola­rak ancak kendilerine vahyettiğimiz erkekleri gönderdik. Eğer bilmiyorsa­nız zikir ehline sorun.

8- Biz peygamberleri yemek yemeyen cesetler kılmadık. Onlar (dünyada) ebe­dî de değildirler.

9- Sonra biz onlara verdiğimiz vaadimi­zi yerine getirdik. Hem kendilerini, hem de (kullarımızdan) dilediğimiz kimseleri kurtardık. Haddi aşanları da helak ettik.

10- Şüphesiz biz size, içinde öğütler bu­lunan bir kitap indirdik. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?

 

Belagat:

 

"Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız1?" Bu ifade, tevbîhî yani azarlama anlamında bir sorudur. [11]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun". "Zikir ehli" burada ilim ehli, Tev­rat ve İncil'i bilen Ehl-i Kitap alimleridir.

"Biz peygamberleri yemek yemeyen cesetler kılmadık." Ceset, insan vücudu demektir. Bu kelime insandan başka varlıklar için kullanılmaz.

"Sonra biz onlara verdiğimiz vaadimizi yerine getirdik." Yani düşmanları­na karşı onlara yardım edip onları kurtardık. Ayetten murad edilen mana: "Biz o peygamberlere verdiğimiz vaadde sâdık kaldık, sözümüzde durduk." demek­tir.

"Hem kendilerini, hem de dilediğimiz kimseleri" yani onları tasdik eden müminleri, ayrıca kendisi veya zürriyetinden hikmet bulunan kimseleri "kur­tardık." Bu sebepledir ki Allah Peygamberimiz'in (s. a.) kavmi olan Arapları dünyada tamamen helak olma azabından korudu. Küfürde, masiyette "Haddi aşanları da helak ettik."

"Şüphesiz biz size" ey Kureyşliler "içinde size öğütler bulunan" yahut için­de sizin şan ve şerefiniz bulunan "bir kitap indirdik." Diğer bir ayet bu ikinci manaya delildir: "Şüphesiz bu kitap senin ve ümmetin için bir şan ve şereftir." (Zuhruf, 43/44).

"Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?" Bu kitabın içinde bulunan öğüt ve ibretleri düşünüp ona iman etmeyecek misiniz? [12]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayetler Kureyş kâfirlerinin: "Bu (Muhammed) sadece sizin gibi bir be­şer değil mi?" sözlerine cevap şeklindedir.

Bu cevap da şudur: Hz. Muhammed'den (s. a.) önceki peygamberler hak­kında Allah Tealâ'nın sünneti (ilâhî kanunu) peygamber olarak beşer cinsinden erkekleri göndermiş olmasıdır. Dolayısıyla onların inkâr ettiklerinin aksine, rasul (Allah'ın insanlara gönderdiği elçisi) sadece beşer olabilir. Bu sebeple Hz. Muhammed'in beşer olması hususundaki itirazları doğru olamaz. [13]

 

Açıklaması

 

Allah Tealâ peygamberlerin beşer cinsinden gönderilmelerini inkâr eden­lere cevap veriyor:

"Biz senden önce de peygamber olarak ancak kendilerine vahyettiğimiz er­kekleri gönderdik." Yani daha önce gelen peygamberlerin tamamı beşer cinsin­den erkekler idi. Onların aralarında meleklerden hiçbir kimse yoktu.

Nitekim Cenab-ı Hak başka bir ayette şöyle buyuruyor: "Biz senden önce de şehirler halkından kendilerine vahyettiğimiz erkekleri ancak peygamber ola­rak gönderdik." (Yusuf, 12/109). "De ki: Ben Allah tarafından gönderilen ilk peygamber değilim." (Ahkaf, 46/9). Yine Cenab-ı Hak eski ümmetlerin şu sözü­nü hikâye ediyor: "Bizi bir insan mı doğru yola sevkedecek?" (Tegâbün, 64/6).

"Eğer bilmiyorsanız ilim ehline sorun." Eğer bütün peygamberlerin beşer oluşundan şüphede iseniz Yahudi, Hristiyan veya diğer cemaatlerden ilim ehli­ne sorun. Kendilerine gelen peygamberler melek miydiler, yoksa beşer mi? Böylece şüpheleri gitsin ve kendilerinin inandıkları gibi melek olmadıklarını iyice bilsinler. Allah geçmiş peygamberlerin durumunu eski semaî kitapların alimlerine sormalarını emretti.

Cenab-ı Hakk'ın müşrikleri bu alimlere havale etmesinin sebebi zaten müşriklerin Peygamberimiz'in (s. a.) durumu hakkında onlarla danışmakta ol­maları, onların sözlerine güvenmeleri ve İslâm düşmanlığında onlarla birlikte hareket etmeleri idi. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyordu: "Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah'a ortak koşanlardan mutlaka eziyet verici sözler işiteceksiniz." (Âl-i İmran, 3/186).

Peygamberler insanların vahyi kendilerinden kolayca telakki etmeleri ve kendilerine indirilen ayetleri kolayca alabilmeleri için beşer idiler. Bu ayet pey­gamberlerin beşer olmaları, kadın olmayıp erkek olmaları hususunda açık bir delildir.

"Biz peygamberleri yemek yemeyen cesetler kılmadık. Onlar ebedî de değil­dirler." Yani biz peygamberleri melekler gibi yemeyen-içmeyen bir varlık kıl­madık. Bilâkis onlar yemek yiyen cesetler idiler. Dünyada da ebedî kalacak de­ğildirler.

Bu ayetin bir benzeri de şu ayettir: "Kâfirler şöyle dediler: Bu ne biçim bir peygamber ki, yemek yiyor, çarşılarda geziyor?" (Furkan, 25/7).                                1

"Biz senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki yemek yememiş, çarşı-

larda gezmemiş olsunlar1?" (Furkan, 25/20).

Bu ifadeler onların "Peygamberlerin sıfatlarından biri yemeğe ihtiyacı ol­mamasıdır." şeklindeki inançlarını reddetmektedir. Peygamberler beşer olup, yemek yiyor, bütün insanlık özelliklerini taşıyor, onlara da üzüntü, sevinç, has­talık, uyku, uyanıklık, hayat ve ölüm vaki oluyor. Onlar için bu dünyada ebedî kalmak da yoktur. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Biz senden önce hiç­bir beşere ebedilik vermedik." (Enbiya, 21/34).

"Sonra biz onlara verdiğimiz vaadde sadık kaldık. Onları kurtardık..." Ya­ni biz peygamberlerin hayatını ve şerefini koruruz. Düşmanlarına karşı onlara yardım etme ve zalimleri helak etme şeklindeki sözümüzde doğruluğumuzu gösteririz. Peygamberleri ve onlara iman eden cemaatlerinden dilediğimizi kurtarırız, onları yalanlayanları küfür ve masiyetlerle nefislerine aşırı şekilde uyanları ve peygamberlerin getirdiği kitapları yalanlayanları helak ederiz.

Peygamberliğin meleklere ait bir vazife olduğuna inanan müşriklere cevap vermek için peygamberlerin beşer olduklarını ispat ettikten sonra Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerim'in şerefli, faziletli ve insanlara faydalı oluşuna dikkat çekti ve insanları onun kadrini bilmeye teşvik etti. Şöyle buyurdu:

"Şüphesiz biz size içinde öğütler bulunan bir kitap indirdik." Size insanlı­ğın fazilet dolu hayat düsturlarını ihtiva eden bir başka ayette de: "Şüphesiz bu kitap senin ve ümmetin için bir şan ve şereftir." (Zuhruf, 43/44) denildiği gibi içinde şerefiniz, itibarınız ve şanınız bulunan şu yüce Kur'an'ı size ihsan ettik. Yahut bu kitapta size öğütler, güzel ve yüce ahlâkî değerleri bildiren nasihatler ve sizi elinizden tutup dünyanın üstünlüğüne ve ahiret saadetine ulaştıracak esaslar vardır.

"Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?" Durumunuzu düşünmeyecek, bu nimeti takdir etmeyecek misiniz? Bu nimeti kabul etmek suretiyle almayacak mısınız? Bu Kur'an'ın ihtiva ettiği öğüt ve ibretleri tefekkür etmeyecek misi­niz? Bunda bulunan emirlere sarılıp yasakladığı ve nehyettiği hususlardan ka­çınmayacak mısınız?

Burada Kur'an-ı Kerim'in hükümlerini incelemek ve Kur'an'da belirtilen din, dünya ve hayatla ilgili hususları düşünmek ısrarlı bir şekilde teşvik edil­mektedir. [14]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu hususları ele almaktadır:

1- Nebi ve rasuller vahyin kendilerinden kolaylıkla alınabilmesi, kendile­rine vahyedilen hususların kolaylıkla sorulup anlaşılması için beşer cinsinden olup melek değildirler. Tevatüren, tam bir tetkik ve araştırma sonucu bütün peygamberlerin beşer cinsinden oldukları sabit olmuştur.

2-  İlim ehline sual sormak vaciptir. Halkın üzerine düşen alimleri taklit etmektir. İslâm ümmetinin alimleri âmâ şahsın kıbleye dönerken kıbleyi tam tespit edemezse güvendi^' şahsı taklit etmesi gerektiği hususunda icma etmiş­lerdir. İbadet edeceği şeyin manasını bilemeyen, göremeyen herkes de aynı şe­kilde alimlerden birini taklit etmek mecburiyetindedir. Avamın helâl ve haram konularının dayandığı manaları bilememesi sebebiyle dinde fetva vermeleri ca­iz değildir.

3- Allah Tealâ peygamberlerini yeme-içmeye muhtaç olmayan, insan tabi­atına aykırı sıfatlarla göndermemiştir. Bilakis onlar da diğer insanlar gibi ye­mek yerler, su içerler, çarşıda dolaşırlar, hayatî işleri ve çeşitli kazanç yollarını gözetirler.

4- Allah Tealâ peygamberlerin hayatını korur, onları insanlardan himaye eder. Onları kurtarmak, yardım etmek ve kendilerini yalanlayanları helak et­mek suretiyle onlara verdiği vaadini yerine getirir. Onlarla birlikte risaletlerini tasdik eden müminleri kurtarır, onları yalanlayan müşrikleri helak eder.

5- Kur'an-ı Kerim Arapların şanının yücelmesine sebeptir. Çünkü Kur'an onların diliyle inmiştir. Kur'an'da Şeriatın hükümleri, insanların ahiretteki akıbeti ve karşılaşacakları sevap ve cezalar zikredilmektedir.

Kur'an aynı zamanda teşvik eden, müjdeleyen, sakındıran ve korkutan, emir ve nehiyler veren, yüce ahlâka, güzel amellere irşad eden, iki cihan saade­tine vesile olacak hususları açıklayan, bütün beşeriyeti en üstün sisteme tabi olmaya çağıran öğüt ve ibretler kitabıdır.

6-  Kur'an-ı Kerim daima kendisinde bulunan hükümlerin incelenmesine, din, dünya ve ahiret hususunda ihtiva ettiği sistemin anlaşılmasına teşvik eder.

 

Yok Etme Azabı İle Korkutma Ve Yaratmadaki Azameti Hatırlatma

 

11- Biz (halkı) zalim olan nice kasaba­ları toptan yok ettik. Onlardan sonra da başka kavimler yarattık.

12-  Onlar azabımızın şiddetini hisse­dince ondan öyle kaçıyorlardı ki!

13- (Onlara:) Hiç kaçmayın. Refah için­de yaşadığınız yerlere ve evlerinize dö­nün. Çünkü sorguya çekileceksiniz, (denildi).

14- Onlar da: "Vay halimize! Gerçekten biz zalim kimselermişiz." dediler.

15- Biz kendilerini biçilmiş ekine dön­dürüp, ocaklarını söndürünceye kadar bu pişmanlıklarını tekrar edip durdu­lar.

16-  Biz göğü, yeri ve aralarındakileri oyun oynarcasına yaratmadık.

17-  Eğer biz kendimize bir eğlence edinmek isteseydik, kendi nezdimiz-den bir eğlence edinirdik. Fakat biz bunu yapmadık.

18- Bilakis biz hakkı batıla çarparız da hak batılın beynini parçalar. Böylece batılın canı çıkar. (Ey kâfirler!) Allah'a yakıştırdığınız vasıflardan dolayı vay halinize!

19-  Göklerde ve yerde ne varsa Al­lah'ındır. O'nun nezdinde olanlar O'na ibadet etmekte ne büyüklenirler, ne de bezginlik getirirler.

20-  Onlar gece-gündüz Allah'ı teşbih ederler. Hiç ara vermezler.

 

Belagat:

 

"Onları biçilmiş ekine döndürüp ocaklarını söndürünceye kadar" cümle­sinde teşbih-i beliğ sanatı vardır. Yani onları biçilmiş ekin gibi, sönmüş ateş gi­bi kıldık demektir.

"Bilakis biz hakkı batıla çarparız da hak batılın beynini parçalar, "cümle­sinde ise "nakzifü (çarparız)" kelimesinde istiare-i temsîliyye vardır. Hak, sert ve katı bir şeye, batıl da yumuşak bir şeye benzetilmiştir. "Kazaf kelimesi hakkın batıla galebesi için temsil yoluyla istiare edilmiştir. Tıpkı bir insanın bir şeye hedef alıp ona atması ve onu telef etmesi gibi. [15]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Biz" halkı "zalim" kâfir "olan nice kasabaları helak ettik."

"Zalim" burada kâfir demektir. Kasaba halkının sıfatıdır, ancak burada kasabaya sıfat olmuştur. Çünkü kasaba, kasaba halkı yerine kaim olmuştur.

Kem (nice) kelimesi haberiye edatıdır. Kendisinden sonra gelen şeyin çok vaki olduğunu ifade eder ve bu bir çoğaltma sigasıdır.

"Kasamnâ (paramparça ettik)" helak ettik demektir. "Kasm" kelimesinin asıl manası bir şeyi kırdıktan sonra parçalara bölmek, bir araya gelenleri ayır­maktır. Bu büyük bir gazaba delâlet eder.

"Onlardan sonra da" o kasabanın halkını helak ettikten sonra da onların yerine "başka kavimler yarattık."

"Onlar azabımızın şiddetini hissedince..." yani bizzat gözleriyle azabımızın şiddetini idrak edince... Burada zamir, mahzuf olan kasaba halkına racidir- ya­ni kasaba halkı helak olacaklarını anlayınca "ondan öyle kaçıyorlardı kil"; "İh­sas" duygu ile idrak etme, hissetme demektir. Burada gözle görüp idrak etmek demektir. "Yerküdûn" koşarak kaçıyorlar demektir. "Rekd" süratle kaçmak, fi­rar etmektir. Bunun aslı hayvana vurup ayakla dürtmektir. "Ayağını yere vur." (Sad, 38/42) ayetinde de bu manadadır.

"Refah içinde" nimet içinde "yaşadığınız yerlere ve" daha önce sizin olan "evlerinize dönün." İtraf, nimet içinde lezzet içinde bulunmaktır yahut nimetin şımarıklığıdır.

"Çünkü sorguya çekileceksiniz." Yani yarın amellerinizden hesaba çekile­ceksiniz yahut azaba uğrayacaksınız. Çünkü sorgu azabın başlangıcıdır.

"Onlar da: Vay halimize" helak olduk derler. 'Ya veylenâ" ibaresindeki 'ya' kelimesi tenbih içindir. "Gerçekten biz" küfür sebebiyle "zalim kimselermişiz, derler."

"Biz kendilerini kılıçla öldürülmeleri suretiyle" orakla "biçilmiş ekine dön­dürüp ocaklarını söndürünceye" öldürünceye "kadar onlar" bu sözlerini "piş­manlıklarını tekrar edip durdular."

"Biz göğü, yeri ve aralarındakileri oyun oynarcasına" boş yere "yaratma­dık. " Kudretimize delâlet etmek ve kullarımızı irşad etmek için yarattık.

"Eğer biz kendimize" zevce ve evlât gibi "bir eğlence edinmek isteseydik kendi nezdimizden bir eğlence edinirdik." "el-La'b (oyun)" ve "el-lehv (eğlence)" arasındaki fark, birincisinde doğru bir hedef, ikincisinde ise sadece nefsi rahat­latma maksadı güdülmektedir. "Fakat biz" bunu dilemedik ve "yapmadık."

"Bilakis biz hakkı (imanı) batıla (küfre) çarparız da hak batılın beynini parçalar." Yani batılı yok eder, ezer, helak eder. "Demğ" yumuşak bir şeyi kır­mak, beyne vurarak yaralamak demektir. "Böylece batılın canı çıkar." Batıl gi­der, helak olur, zail olur.

Ey Mekke kâfirleri! Allah'a "yakıştırdığınız" zevce ve evlât edinme gibi "vasıflardan dolayı vay halinize!" Size şiddetli bir azap vardır.

"Göklerde" melekler "ve yerde ne varsa" hepsi "O'nundur." Allah Tealânın-dır. "O'nun nezdinde olanlar O'na ibadet etmekfe ne büyüklenirler" yani gurur­lanmaz ve kendilerini büyük görmezler; "ne de bezginlik getirirler" yani bık­mazlar, acizlenmezler, yorulmazlar.

"Onlar gece-gündüz" daima Allah'ı "teşbih ederler." Onu tenzih ederler, O'na ta'zim gösterirler. "Hiç ara vermezler." Hiç güçsüzlüğe düşmezler. [16]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayetler isyanları ve küfürleri dolayısıyla kâfirleri şiddetle azarlamak­tadır.

Cenab-ı Hak kendisini inkâr etme ve yalanlamada aşırı gidenleri helak et­tiğini, bunlara karşı peygamberlerine zafer ihsan ettiğini, Kur'an-ı Kerim'in mucize oluşunu ortaya koyan ve bu itirazların sadece dünya sevgisi ve makam arzusu sebebiyle olduğunu açıklayıp itirazlarını da iptal ettikten sonra bu ko­nuda kâfirleri şiddetle azarlamaktadır. [17]

 

Açıklaması

 

"Biz halkı zalim olan nice kasabaları toptan yok ettik." Yani biz Allah'ı in­kâr ve peygamberleri yalanlamak sebebiyle nefislerine zulmeden pek çok kasa­ba halkım helak ettik. Onları helak ettikten sonra yerlerine başka kavimleri var ettik.

Nitekim Cenab-ı Hak başka ayetlerde de şöyle buyuruyor: "Nuh'tan sonra nice nesilleri helak ettik." (İsra, 17117) .

"Biz nice zalim kasabaları helak ettik. Onlar duvarları damları üstüne yı­kılıp ıpıssız kaldılar." (Hac, 22/45)

Karye (kasaba)'dan murad Yemen'de bulunan şehirlerdir. Tefsir ve Ahbar ehli demişlerdir ki, Cenab-ı Hak bununla "Hadûr" ehlini murad etmiştir. Bun­lara Şuayb b. Zî-Mehdem isimli bir peygamber gönderilmişti. Bu peygamberin kabri Yemen'de Danen denilen karlı bir dağ üzerindedir. Bu peygamber Med-yen şehrine gönderilen meşhur Şuayb (a.s.) değildir. Çünkü Hadûr kıssası Hz. İsa'dan (a.s.) önce, Hz. Süleyman'dan (a.s.) yüzlerce sene sonradır. Fakat onlar peygamberlerini öldürmüşlerdi. Hadûr şehri Hicaz diyarında Şam tarafındadır.[18]

"Onlar azabımızın şiddetini hissedince ondan öyle kaçıyorlardı ki!" Yani onlar azabın peygamberlerinin vaad ettiği gibi hiç şüphesiz vaki olacağını yakî-nen anlayınca ve azabın başlangıcı onlara erişince perişan bir vaziyette kaçma­ya başladılar.

"Onlara: Hiç kaçmayın. Refah içinde yaşadığınız yerlere ve evlerinize dö­nün. Çünkü sorguya çekileceksiniz, denildi." Yani alaylı bir tarzda şöyle denile­cektir: Azabın inmesinden kaçmayın sizi şımartan içinde bulunduğunuz nimet ve sürura, rahat hayata, güzel evlere dönün. Çünkü siz içinde bulunduğunuz hayattan sorguya çekilecek, sorguya çekene bilerek ve görerek cevap vereceksi­niz. Yahut insanlar: "Bu azap niçin indi?" diye size soracaklar.

"Belki de sorguya çekileceksiniz." cümlesinde alay ve hiçe alma vardır. On­lar da cevap verdiler:

"Vay halimize! Gerçekten biz zalim kimselermişiz dediler." Yani itirafın ge­çerli olmadığı bir zamanda günahlarını itiraf ettiler. Dediler ki: Biz Rabbimizi inkâr etmek suretiyle kendi nefislerimize zulmettik. Bu onların azabı gerekti­ren küfrü açıkça itiraf etmeleridir.

"Biz kendilerini biçilmiş ekine döndürüp ocaklarını söndürünceye kadar onlar bu pişmanlıklarını tekrar edip durdular." Yani bu sözü -zulmettikleri şeklindeki itiraflarını- tekrarlamaya devam ettiler. Nihayet onları ekin biçer gibi biçtik, hareketleri durdu, sesleri sakinleşti. Sönen ateş gibi hiçbir hayat kalmadı. Sanki onların arzuları da bu idi denilmiştir. Burada dava, davet yani arzu manasındadır. Nitekim bir ayette: "Onların en son arzuları, duaları alem­lerin Rabbi olan Allah'a hamdetmektir" (Yunus, 10/10) buyurulmuştur. Buna dava ismi verildi. Çünkü onlar "Yazık bize !" diyerek kendilerine beddua etmiş­lerdi. Kötü bir duruma uğrayan sanki bu kötü durumu istemiş olmaktadır. Sanki: " Gel ey belâ bu vakit senin vaktindir." demektedir.

"Biçilmiş ekin kıldık." ifadesi yani onları kökten helak etmeye benzeterek biz onları biçilmiş ekin gibi kıldık demektir. Bu tıpkı onları kül ettik diye söyle­mek gibidir. Onlar bu halleriyle biçilmiş ekine ve sönmüş ateşe benzemekteydi­ler.

Peygamberliğini inkâr etmeleri, Peygamber'in mucizelerini lüzumsuz ve oyun telakki etmeleri sebebiyle onlara verilen bu ceza hak ve adaletin ta kendi­sidir.

Bunun içindir ki Cenab-ı Hak yeri, göğü ve yerle gök arasındakileri adalet ölçüsüyle yarattığını beyan etmiştir:

"Biz göğü, yeri ve aralarındakileri oyun oynarcasına yaratmadık." Yani biz gökleri ve yeri oyun ve eğlence için değil, hak olarak, yani adalet ölçüsüyle ya­rattık. Biz bunları sadece dinî bir fayda için, bunların yaratıcıyı bilmeye delil olması için, diğer dünyevî faydalar için, kötü amel işleyenleri işledikleriyle ce­zalandırmak, güzel amel işleyenlere de güzellikle mükâfat vermek için yarat­tık. Biz bunları boş yere ve oyun olarak yaratmadık.

Bu ayetin bir benzeri de şu ayettir: " Biz göğü, yeri ve aralarındakileri bo­şu boşuna yaratmadık. Bu sadece kâfirlerin kuruntusudur. O ateş sebebiyle vay o kâfirlerin haline." (Sad, 38/27).

Daha sonra Cenab-ı Hak bunun oyun olmadığını bir defa daha vurgulaya­rak şöyle buyurdu:

"Eğer biz kendimize bir eğlence edinmek isteseydik kendi nezdimizden bir eğlence edinirdik. Fakat biz bunu yapmadık." Yani biz kullarımızın eş ve çocuk­lar edindiği gibi biz de eğlenecek bir şeyler edinmeyi isteseydik bizim nezdimiz-de bulunan melekler ve hurilerden edinirdik. Ancak biz eğlence maksadı güt­medik ve oyun oynamak istemedik. "Eğlence" anlamına gelen 'el-lehv' Yemen diliyle "hanım" demektir. "Çocuk" da buna dahildir. Çünkü o da kadın vasıta­sıyla elde edilir.

Bu ayet şu ayet gibidir: " Eğer Allah çocuk edinmek isteseydi, yarattıkla­rından dilediğini seçerdi. O kendisine lâyık olmayan şeylerden münezzehtir. O bir olan ve her şeye hâkim olan Allah'tır." (Zümer, 39/4). Bu ayet Mesih'i veya Hz. Üzeyr'i "Allah'ın oğlu" kabul edenleri reddetmektedir.

"Bilakis biz hakkı batıla çarparız da hak batılın beynini parçalar. Böylece batılın canı çıkar." Yani biz hakkı apaçık ortaya koyarız. Böylece hak batılı ye-ner ve ortadan kaldırır. Bir de bakarız ki hak yok olmuştur, dağılmıştır, erimiş gitmiştir.

Buradaki "bel (bilâkis)" edatı oyun ve eğlence edinmeyi reddetmekte ve Al­lah'ın zatını bundan tenzih etmektedir. Yani oyun ve eğlence bizim sıfatları­mızdan ve hikmetimizden değildir. Biz eğlence yerine ciddiyeti galip kılarız. Batılı da hakla mağlup ederiz. Sanki şöyle buyurmaktadır. Oyun ve eğlence edinmekten kendimizi tenzih ederiz. Bilakis bizim âdetimiz ciddiyeti eğlence­ye galip kılmak, batılı hakla yenmektir.

Ayette batılın kaybolmasını ve yok olmasını ifade için "kazaf (fırlatılıp atılma," ve "demğ (beynin parçlanması)" ifadeleri istiare olarak kullanılmış, bu durum hakkın kuvvetli oluşuna, batılın güçsüz oluşuna hatta batılın yok olu­şuna işaret edecek ve zihinlerde yer edecek tesirli maddî bir şekille tasvir edil­miştir.

Bizim durumumuz bu olunca biz nasıl hakkı açıkça ortaya koymayız ve in­sanları uyarmayız, zira aksi takdirde oyun ve eğlence peşinde koşmuş oluruz.

"Fakat biz bunu yapmadık." Bu cümledeki "in" edatı Fatır suresinin 23. ayetindeki "in" edatı gibi olumsuzluk manasındadır. Bir başka görüşe göre bu­radaki "in" edatı şart manasındadır. Yani şayet biz bunu yaparsak, ama bunu yapmış değiliz. Çünkü bizim evlâdımızın olması imkânsızdır, demektir.

Ey kâfirler! "Allah'a yakıştırdığınız şeylerden dolayı vay halinize!" Yani ey Allah'ın oğlu vardır diyenler yahut ey müşrikler! Rabbinizi O'na lâyık olmayan sıfatlarla tavsif ettiğiniz için, O'na eş, dost ve evlât edindi deyip iftirada bulunduğunuz için size helak olma, yok olma ve şiddetli azap vardır. Allah Tealâ on­ların söylediklerinden çok uzak ve çok yücedir!

"Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır." Yani Allah göklerde ve yerde bu­lunan her şeyin maliki olduğuna göre nasıl Allah'ın hususî bir ortağı olabilir? Bütün yaratıklar mülk, yaratık ve kul olarak Allah'ın olduğuna göre nasıl O'na itaati görmezlikten geliyorsunuz? Halbuki herkes ve özellikle melekler O'na itaat etmekte, O'na boyun eğmektedirler. Onların âdeti gece-gündüz ibadet ve taatte bulunmaktır.

Bu sebeple Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "O'nun nezdinde olanlar O'na iba­det etmekte ne büyüklenirler, ne de bezginlik duyarlar." Yani O'nun ilâhî katın­da bulunan melekler ibadet etme hususunda kibirlenmezler, acizlik göstermez, yorulmaz ve usanmazlar.

Buradaki "indiyye" kelimesi Allah'ın nezdinde olmayı, O'nun katında ol­mayı ifade eden yerle ilgili değildir. Bu bir değer ve şeref katıdır. Burada me­leklerin özellikle anılması ve onların durumlarının yüceltilmesi içindir.

"Onlar gece-gündüz Allah'ı teşbih ederler, hiç ara vermezler." Yani Allah'a gece-gündüz ibadette bulunur ve Onu tenzih ederler. Onlar bu amellerine ge­ce-gündüz devam ederler. Hem niyet, hem de amel olarak itaatkârdırlar. Buna güçleri yeter. Bir an bile ibadet ve taate ara vermez, ibadetten uzak kalmazlar. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Melekler Allah'ın emrine karşı gelmezler. Verilen emirleri olduğu gibi yerine getirirler." (Tahrim, 66/6). [19]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu hususları ifade etmektedir:

1-  Tıpkı Allah Tealâ'nm zulmetmeleri sebebiyle içindekilerle birlikte tam manasıyla helak edip yok ettiği zalim ve kâfir ülkelerin halkları gibi peygam­berliği inkâr eden küfür ve isyan ehline karşı kuvvetli ve şiddetli bir uyarı ya­pılmıştır. Zulüm bir şeyi asıl yerinden başka bir yere koymaktır. Onlar iman yerine küfrü koydular.

2- Azap yaklaşınca şaşkınlık ve titreme başlar ve kasaba halkı oradan ka­çarak koşmaya başlarlar. Melekler alaylı bir tarzda onlara çağrıda bulunur: Koşmayın, kaçmayın. Sizin şımarmanıza sebep olan o nimet ve zevk yerlerine dönün. Belki de size dünyanızdan bazı şeyler sorulacaktır.

Melekler onlara "koşmayın" deyip "Peygamberlerin intikamı ne acıdır!" di­ye nida ettiklerinde kendilerine hitap eden hiçbir şahsı görmeyince kendilerine gönderilen peygamberi öldürmeleri sebebiyle Allah'ın bu düşmanı kendilerine musallat ettiğini anlarlar ve "Vay halimize! Gerçekten biz zalim kimselermişiz" derler. Ama haksızlık yaptıklarını kabul ve itiraf etmelerinin artık hiçbir fay­dası olmayacaktır.

Onların "Vay halimize! Gerçekten biz zalim kimselermişiz." şeklindeki bu itirafları gözlerden tamamen uzak hiçbir hareket bulunmayan cansız cüsseler haline gelinceye ve tamamen yok oluncaya, ekinlerin oraklarla biçildiği gibi kı­lıçla biçilinceye, toptan ölünceye kadar devam edecektir.

3- Allah Tealâ yalanlamaları sebebiyle kasaba halkım helak ettiğini beyan ettikten sonra bunu adaletinin gereği ve onların yaptıklarına ceza olarak yaptı­ğını belirten ayetleri getirdi. Yeryüzünü ve gökleri adalet ve ölçü üzere yarat­mıştı: "Bizyer ve göğü hak olarak yarattık." (Duhan, 44/31). Allah yeri ve göğü dinî ve dünyevî bazı faydalar sebebiyle yaratmıştır. Dinî faydası, bu hususta insanların tefekkür etmelerini sağlamasıdır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyu­ruyor; "Onlar yer ve göklerin yaratılışı hususunda tefekkür ederler." (Âl-i İm-ran, 3/191). Dünyevî faydası ise, sayılamayacak, tespit edilemeyecek kadar çoktur.

Göklerin ve yerin yaratılması, içinde oyun bulunmayan bir gerçek olduğuna göre Peygamberimiz (s. a.) eliyle meydana gelen mucizeler de haktır, bunda oyun ve eğlence yoktur. Bu mucizeler Onun peygamberliğinin doğrulu­ğunu te'kit eder ve bunu inkâr edenlere de cevap verir.

4-  Göklerin ve yerin yaratılması, göklerin ve yerin, emrine uyulması şart olan iyilik ve kötülük yapanlara bu amellerinin karşılığını verecek olan mukte­dir bir yaratıcının bulunduğuna işaret etmek içindir.

Yoksa göklerin ve yerin yaratılması insanların birbirine zulmetmeleri, bir kısmının inkâra düşmesi ve emrolunan hususlara muhalif olması, sonra da hiçbir karşılık görmeden ölüp gitmeleri için değildir. Bu, o zaman tam anlamıy­la bir 05nın olurdu.

5- Allah Tealâ, hanım ve evlât edinmekten münezzehtir, çok çok yücedir. Çünkü bu bir eğlence vesilesidir. Eğer Allah eş ve evlât gibi bir eğlence vasıtası edinmek isteseydi bunu insanlardan değil kendi nezdindekilerden -huri ve me­leklerden- seçerdi. Bunu da asla yapmamıştır.

Bu ayetler, "Mesih veya Üzeyir Allah'ın oğludur, putlar veya melekler Al­lah'ın kızlarıdır." diyenlere karşı açık bir reddiyedir.

6- Yüce Allah hakkı açıklamakta, batılı ve onun süslü görünüşünü yok et­mek için hakkın metodunu beyan etmektedir. Burada hak Kur'andır. Batıl ise şeytandır, kâfirlerin yalanlandır. Onların evlât edinmek gibi Allah'a lâyık ol­mayan sıfatları yakıştırmalarıdır.

7-  Göklerde ve yerde bulunan herkes Allah'ın yaratığı ve mülkü olursa O'nun yarattığı kimselerin ve O'nun kullarının O'na ortak koşulması nasıl caiz olabilir?

Müşriklerin "Allah'ın kızları" diye zikrettiği melekler ise Allah'a ibadetten ve Ona karşı huşu ve zillet içinde bulunmaktan asla kibirlenmezler, âcizlen-mez, yorulmaz ve usanmazlar. Onlar gece ve gündüz daima namaz kılar, Al­lah'ı zikreder ve daima O'nu tenzih ederler. Zayıflık göstermezler ve bıkkınlık içinde olmazlar. Tıpkı bize nefes alma ilham olunduğu gibi onlara da teşbih il­ham olunmuştur.

Hazreti Ka'b'a meleklerin teşbihi soruldu: Onları teşbihten meşgul edecek bir şey var mı? Meşgul olacakları bir şey var mı? denildi. Ka'b şöyle cevap verdi:

"Ey kardeşimin oğlu1?. Seni nefes almaktan meşgul eden bir şey var mı? Onlara göre teşbih nefes almak gibidir." "Melekler insandan daha üstündür," diyenler de bu ayeti delil olarak getirmişlerdir.[20]

Bu aynı zamanda Allah Tealâ'nm kâfirlerin itaatinden de müstağni oldu­ğuna delildir. Çünkü Allah bütün yaratıkların gerçek sahibidir. İbadet ve ta-atin faydası da bizzat itaat edenlere aittir. Onlara lâyık olan Allah'a itaat et­meleri ve Ona kulluk etmeleridir. Hatta Allah'a itaat etmek ve hükmüne bo­yun eğmek kullara vaciptir. O onların yaratıcısıdır. Kullarına çeşitli şekillerde nimet vericidir. [21]

 

Müşriklerin Azarlanması Allah'ın Birliğinin İspat Edilmesi

 

21- Yoksa onlar yeryüzünden bir takım ilâhlar edindiler de ölüleri bu ilâhlar mı diriltecekler?

22- Eğer yer ve göklerde Allah'tan baş­ka ilâhlar olsaydı yer ve göklerin düze­ni tamamen bozulurdu. Arşın rabbi (olan Allah) onların yakıştırdıkları sı­fatlardan münezzehtir (çok yücedir).

23- Allah yaptıklarından sorumlu değil­di     dir. Onlar ise sorumlu tutulacaklardır.

24- Yoksa onlar Allah'tan başka bir takim ilâhlar mı edindiler? De ki: "Geti­rin bakalım delilinizi. İşte benimle beraber olanların (ümmetimin) kitabı Kur'an. İşte benden öncekilerin kitaplan!" Fakat onların çoğu hakkı bilmez­ler. Bu yüzden (haktan) yüz çevirirler.

25- Biz senden önce hiç bir peygamber göndermedik ki Ona "Benden başka hiçbir ilâh yoktur. O halde ancak bana ibadet edin (beni bir olarak tanıyın)." diye vahyetmiş olmayalım.

26- Müşrikler: "Rahman çocuk edindi." , dediler. Halbuki Allah bundan münez­zehtir. Melekler (Allah'ın çocukları değil) bilakis ikrama lâyık olan kullardır.

27- Onlar Allah'tan önce söz söyleyemezler. Onlar sadece Allah'ın emriyle hareket ederler.

28- Allah onların geçmişini de geleceği­ni de bilir. Melekler ancak Allah'ın razı olduğu kimselere şefaat edebilirler. Onlar Allah korkusuyla titrerler.

29- Onlardan kim; "(Allah değil) ben ilâ­hım." derse işte onu biz cehennemle ce­zalandırırız. İşte biz zalimleri böyle ce­zalandırırız.

 

Belagat:

 

"Allah yaptıklarından sorumlu değildir. Onlar ise sorumlu tutulacaklar­dır." Burada tezat (tıbak-ı selb, olumlu ve olumsuz ifadenin aynı cümlede yer alması) sanatı vardır.

"De ki: Getirin bakalım delilinizi." ifadesiyle hasmı susturma gayesi gü­dülmektedir.

"Biz senden önce hiçbir rasul göndermedik." ayetinde "erselnâ," ve "rasul" kelimeleri arasında cinas-ı iştikak vardır. [22]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Yoksa onlar" taş, altın ve gümüş gibi "yeryüzünden" olan "bir takım ilâh­lar edindiler de" kabirlerindeki "ölüleri bu ilâhlar mı diriltecek?" Ayetin başın­daki "em (yoksa)" edatı, intikal içindir. Hemze, onların bu şekilde ilâh edinme­lerini inkâr etmek içindir. Hayır, ölüleri dirilten kimseden başkası ilâh olamaz. Neşr, ölülerin kabirlerinden diriltilmesi, haşr ise bunların mahşer yerine sev-kedilmesi demektir.

"Eğer bu ikisinde" yer ve göklerde "Allah'tan başka ilâhlar olsaydı" şayet normal olarak aralarında meydana gelecek ihtilâf ve karşılıklı engelleme sebe­biyle "yer ve göklerin" dengesi bozulur, harap olur, görülen "düzeni tamamen bozulurdu." Çünkü idareci çoğalır, maksat aynı olursa güç ve kudret hususun­da zıtlaşma olur. Zira bunların hangisinin kudretiyle yer ve gökler var olacak­tır? İhtilâf durumunda bir şeyde engelleme ve meydana getirmeme olacaktır. Meselâ herhangi bir şahsın hareket etmesi veya etmemesi hususunda ihtilâf etseler iki zıt durumun bir arada olması imkânsız olması sebebiyle ilk isteğin de gerçekleşmesi mümkün olmayacaktır. Diğerinin karşı çıkması sebebiyle bu iki istekten birinin de meydana gelmesi mümkün olmayacaktır. Yahut bir is­tekten biri olursa bu iki tanrıdan biri muktedir, diğeri âciz olmuş olur. Acizlik ise noksanlıktır. Bu da Allah için imkânsız bir şeydir.

"Arşın rabbi" kürsinin yaratıcısı olan Allah "onların" kâfirlerin "yakıştır­dıkları" Allah'ın ortağı vs. olduğu şeklindeki "sıfatlardan münezzehtir." Çok yü­cedir.

Azameti, hakimiyetinin kuvvetli oluşu, ilâhlık ve zatî saltanat hususunda tek oluşu sebebiyle "Allah yaptıklarından sorumlu değildir. Onlar ise" yaptık­larından "sorumlu tutulacaklardır." Çünkü onlar kuldurlar, mülkiyetleri Al­lah'a aittir. Buradaki "onlar" zamiri sahte tanrılara yahut kullara aittir.

"Yoksa onlar Allah'tan başka bir takım ilâhlar mı edindiler?" Onlar Allah'ı bırakıp Ondan başka tanrılar mı edindiler? Buradaki istifham tevbih (azarla­ma) içindir. Küfürlerinin büyüklüğü sebebiyle, onları susturmak ve bilgisizlik­lerini ortaya koymak için bu suali tekrar etmiştir. Ayetin manası şudur: Yoksa onlar -akıllarınca- ölüleri diriltecek tanrılar var edip onlarda buldukları ilâhlık özellikleri sebebiyle onları ilâhlar mı edindiler, yahut ilâhî kitaplarda onları or­tak edinmeleri şeklinde emir bulup bu emri uygulamak için onları ilâhlar mı edindiler? Sonra da birincisinin akıl ölçüleriyle, ikincisinin de nakil ölçüleriyle fasit bir görüş olduğunu açıkladı ve şöyle buyurdu:

"De ki: Getirin bakalım delilinizi?" Buna dair akıl veya nakil yönünden de­lilinizi getirin. Zira delili olmayan kavil sahih olamaz.

"İşte benimle beraber olanlara" yani ümmetime "bir öğüt" ve ibret olarak indirilen Kitap olan "Kur'an ve işte benden öncekilerin kitapları" yani diğer ümmetlere bir öğüt olarak indirilen diğer semavî kitaplar. Tevrat, İncil ve Al­lah'ın diğer kitapları! Bunların hiçbirinde onların dediği gibi Allah'la birlikte ilâh vardır şeklinde bir ifade yoktur. Bu kitaplarda olan sadece insanların tev-hid ile emrolunmaları, şirk koşmaktan nehyedilmeleridir. Burada "zikr" keli­mesinin onlara nispet edilmesi bu kitapların o ümmetlere bir öğüt olarak gel­mesi sebebiyledir.

"Fakat onların çoğu hakkı" yani Allah'ın birliğini tevhidi "bilmezler." Hak­la batılı birbirinden ayırd edemezler. "Bu yüzden" bu sebeple tevhidden ve Pey­gambere tabi olmaktan ve ona ulaştıracak tefekkür ve araştırmadan "yüz çevi­rirler. "

"Müşrikler: Rahman" meleklerden "çocuk edindi dediler." Halbuki "Allah bundan münezzehtir. Melekler bilakis ikrama lâyık olan kullardır.". Allah nez-dinde O'na yakın varlıklardır. Kulluk, doğuma zıttır. Onlar Allah'ın çocukları değildirler.

"Onlar" melekler "Allah'tan önce söz söyleyemezler." Allah onlara emret-medikçe konuşamazlar. Ancak Allah'ın kavlinden sonra konuşabilirler. "Onlar sadece Allah 'm emriyle hareket ederler." Allah onlara emir vermedikçe asla kı­pırdayamazlar. Allah'ın emrinden sonra hareket ederler.

"Allah onların geçmişini de geleceğini de bilir." Onların yaptıklarını da ya­pacaklarını da bilir. Allah'a önce veya sonra yaptıkları hiç bir şey gizli kalmaz. Bu ifade bundan önceki ifadenin illeti (sebebi) ve bundan sonraki ifadenin ha­zırlığı gibidir. Bu sebeple onlar kendilerini muhafaza eder, durumlarını gözetir­ler.

"Onlardan" meleklerden veya yaratıklardan "kim ben ilâhım, derse..." Me­selâ şeytan kendine ibadet etmeye davet etmiş, kendine itaat olunmasını em­retmişti. "İşte onu biz, cehennemle cezalandırırız." Bu rab olduğunu iddia eden­leri tehdit etmek suretiyle müşriklere yapılan bir tehdittir. "İşte biz zalimleri" yani şirk koşmak ve ilâhlık iddia etmek suretiyle zulmeden müşrikleri "böyle cezalandırırız." [23]

 

Ayetler Aeası İlişki

 

Surenin başından buraya kadar olan (1-20.) ayetler peygamberlik hakkın­da veya peygamberlikle ilgili soru-cevap tarzındaki ayetler idi. Bu ayetler ise tevhidi beyan edip Allah'a şirk koşulmasını reddeden ayetlerdir. [24]

 

Açıklaması

 

'Yoksa onlar yeryüzünden birtakım ilâhlar edindiler de ölüleri bu ilâhlar mı diriltecekler?" Yani bilakis müşrikler Allah'ı bırakıp kabirlerinden ölüleri di­riltecek ilâhlar mı edindiler? Yani bundan hiçbir şeye muktedir olamazlar. Na­sıl onları Allah'a eş kabul edip Allah ile birlikte onlara tapınırlar?

Zemahşerî diyor ki: Buradaki "em" edatı istifhamla birlikte "bel" manası­na olan "em" den ayrıdır. Hemze daha öncesini reddedip sonrasını -yani ölüleri diriltecek ilâhlar edinmelerini- inkâr etmeyi ifade etmektedir.

Ayetten murad ölülerin kabirlerinden diriltilmesi gibi ilâhlık özelliklerini hatırlatmaktır. Çünkü müşrikler bunu açıkça ifade etmeseler bile bunlar put­lar için ilâhlık iddia etmekle onlara bu sıfatı nispet etmektedirler. İlâhları yer­yüzünden olmakla tavsif etmekte bunların yeryüzünde tapınılan putlardan ol­duğuna işaret vardır. Bu onlarla alay edip onları azarlamak ve bilgisizliklerini ortaya koymaktır.

Bundan sonra Cenab-ı Hak tevhidi ispat etmiş, Allah'tan başka ilah olmasını reddetmiştir. Allah'tan başka ilâhlar olsaydı yer ve gökler tahrip olur, düzenleri bozulurdu. Çünkü bu iki ilâh ihtilâf ederlerse düzensizlik, bozukluk ve fesat meydana gelir. Eğer kâinatta tasarruf etmek hususunda ittifak eder­lerse o takdirde birden fazla olmasına gerek kalmaz. Çünkü bu durum bir ya­ratığı yaratmaya kadir olan iki ilâhın yaratma, emretme ve takdir etme fiille­rinin varlığına sebep olur. Bu da imkansızdır. Zira istek bir ilâha değil iki ilâha ait olup takdir tek olmaktadır. Bu da doğru değildir. Çünkü bu iki ilâhtan her-birinin bağımsız tesir etme iradesi vardır. İki yaratıcıdan bir yaratık meydana gelmesi düşünülemez.

Bundan dolayı bu ulvi ve süfli âlemde bulunan bütün yaratıklar Allah Te-ala'nın birliğinin delili olmaktadır. Bunun için Cenab-ı Hak şöyle buyurmakta­dır:

"Arşın Rabbi olan Allah müşriklerin yakıştırdıkları sıfatlardan münezzeh­tir. " Yani Allah Tealâ iftira edip de Allah'ın evlâdı ve ortağı var diyenlerden münezzehtir. Onların iftira ettiklerinden çok yücedir. O bütün bu kâinatı kuşa­tan Arşın rabbidir.

Bu ayetin bir benzeri şudur: " Allah evlât edinmemiştir. O'nunla birlikte bir başka ilâh da yoktur. Eğer öyle olsaydı her ilâh kendi yarattığına hükmedip onu istediği yöne götürürdü. Ayrıca onların bir kısmı diğerini üstün gelmeye ça­lışırdı. Allah müşriklerin yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir." (Mü'minûn, 2391).

Bu tenzihi te'kit etmek üzere Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

'Allah yaptıklarından sorumlu değildir. Onlar ise sorumlu tutulacaklar­da:" Yani Allah Tealâ fiillerinden mes'ul değildir. O hükmünü değiştirici olma­yan yegâne hüküm sahibidir. Azameti, yüceliği ve büyüklüğü, ilmi ve hikmeti, adaleti ve lütufkârlığı sebebiyle hiçbir kimse O'na itiraz edemez. O'nun mahlû-kata ise yaptıklarından ve yapacaklarından, bütün davranışlarından sorumlu tutulacaklardır. Bu ayet şu ayetler gibidir: " Rabbine yemin olsun ki biz onların hepsini yaptıklarından sorguya çekeceğiz." (Hicr, 15/92-93); " O dilediğini korur, fakat kendisinden hiçbirşey korunmaz." (Müminun, 23/88).

Cenab-ı Hak bundan sonra müşriklerin durumlarının fecaatini bildirmek, küfürlerinin büyüklüğünü göstermek için müşriklerin bu durumlarını ikinci defa reddetmek üzere şöyle buyurdu:

"Yoksa onlar Allah'tan başka ilâhlar mı edindiler? De ki: Getirin bakalım delilinizi." Yani bütün bu delillerden sonra onların Allah'tan başka ilâhlar edinmeleri, Allah'ın ortağı olduğu şeklinde Allah'a yakıştırmada bulunmaları doğru olur mu? Siz eğer Allah'ın şeriki vardır diye Allah'a yakıştırmada bulu­nuyorsanız, bu iddianıza ya akıl yahut da vahiy yoluyla delil getirin. Zira siz Tevrat, İncil gibi sizden öncekilerin kitaplarından herhangi bir kitapta Allah'ın tevhidinin ispatı ve Onun her türlü ortaktan münezzeh olduğu inancından başka bir şey bulamazsınız. Nitekim daha önce de geçtiği gibi akıl da iki ilâhın varlığını reddetmektedir.

Gelen ayette de naklî delile işaret etti ve şöyle buyurdu:

"İşte benimle beraber olan ümmetimin kitabı Kur'an. İşte benden öncekile­rin kitapları!" Allah'ın tevhidi ve O'nun ortağı bulunmadığı manasıyla gelen bu vahiy bütün peygamberlere geldiği gibi bana da geldi. Bu benimle beraber olanlara yani ümmetime öğüt ve ibrettir. Diğer kitaplar da benden öncekilere yani geçmiş peygamberlerin ümmetlerine bir öğüttür. Bu şekilde Kur'an ve bü­tün geçmiş semavî kitaplar tevhidi emretmek ve şirkten nehyetmek hususunda ittifak etmişlerdir. Bu müşriklerin iddialarının zıddını ihtiva eden ve onları il­zam eden bir ifadedir.

"Fakat onların çoğu hakkı bilmezler." Yani o müşriklerin çoğu hakkı bil­mez, ondan yüz çevirirler. Hakla batılı birbirinden ayıramazlar. Onlara delil ve burhanlar fayda vermez.

"Bu yüzden haktan yüz çevirirler." Yani onlar bilgisizlikleri sebebiyle hakkı kabul etmekten ve hakka ulaştıran incelemeden yüz çevirirler. Bu cahilliğin yahut bilgisizliğin şerrin temeli ve tamamen fesatçılık olduğuna delildir. Bilgi­sizlik dolayısıyla da hakkı dinlemekten ve hakkı aramaktan uzaklaşma mey­dana gelir.

Semavî kitapların ve haberlerin tevhidi ispat, şirki reddetmek şeklindeki muhtevasını bir kez daha vurgulamak için Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

"Biz senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki..." Yani biz Hz. Adem'­den (a.s.) bu yana hiçbir rasul göndermedik ki Ona: "Allah'tan başka hiçbir mabud yoktur. İhlâslı bir şekilde Ona ibadet ve kullukta bulunun. Sadece O'nu ilâh olarak kabul edin." diye vahyetmiş olmayalım. Bütün peygamberlerin ri-saletleri tevhid üzerine kurulmuştur. Allah'ın gönderdiği her peygamber tek olan, ortağı bulunmayan Allah'a ibadet etmeye davet etmektedir.

Bu ayetin benzeri şu ayetler bulunmaktadır:

"Senden önce gönderdiğimiz rasullerimize sor. Biz rahman olan Allah 'tan başka ibadet edilecek ilâhlar yapmış mıyız?" (Zuhruf, 43/45).

"Şüphesiz her ümmete yalnız Allah'a ibadet edin, tağuttan kaçının, diyen bir peygamber gönderdik." (Nahl, 16/36).

Kısaca: Müşriklerin iddialarına hiçbir delil yoktur. Onların hiçbir bürhanları yoktur. Hüccetleri boşa çıkmıştır. Zira insan fıtratı, Allah'ın birliğine şehadet eder. Bozulmamış akıl (akl-ı selim) da buna şahit olur. Bütün peygamberlerin risaleti şirki reddetmek ve tevhidi (Allah'ın birliğini) ikrar etmek hususun­da birleşmektedirler.

Cenab-ı Hak kendisini ortağı bulunmaktan tenzih ettikten sonra kendisinin evlat.edinmiş olduğu suçlamasını da reddetmekte ve şöyle buyurmaktadır:

""Müşrikler 'Rahman çocuk edindi' dediler." Yani Huzaa, Cüheyne ve Selemeoğulları kabilelerinin bazı kolları Melekler Allah'ın kızlarıdır, demişlerdi. Allah da bunlara şu cevabı verdi:

"AlIah bundan münezzehtir." Yani Allah evlât sahibi olmaktan çok yücedir. Çünkü evlât bir hususta babasına benzerse de pek çok şeyde ondan ayrılır. Eğer Allah'ın evlâdı olsaydı bu evlât bazı yönlerden O'na benzeyecek, pek çok yönlerden O'ndan ayrılacaktır. Böylece Allah'ın zatında birkaç kişi birleşecektir. Allah ise sonradan meydana gelen varlıklara benzemekten münezzehtir. Yaratıcı ile yaratılan arasında hiçbir uyum yoktur.

Cenab-ı Hak kendi zatını evlât sahibi olmaktan tenzih edince şu ayetle meleklerden haber verdi:

"Melekler bilakis ikrama lâyık olan kullardır." Yani melekler Allah'ın kızları değil, bilakis Allah'ın yarattığı, Allah'a yakın olan kullarıdır. Kulluk evlât olmaya aykırıdır. Ancak melekler diğer kullardan üstündürler.

Meleklerin bazı hususiyetleri de şunlardır:

1-  "Melekler Allah'tan önce söz söyleyemezler. Onlar sadece Allah'ın emriyle hareket ederler." Yani onlar sadece Rablerinin kendilerine emrettiği şeyleri konuşurlar. O'nun emrettiği hususlarda Ona karşı gelmezler. Bilakis derhal bu emri yerine getirmeye koşarlar. Allah Tealâ her şeyi bilir ve ilmiyle onları kuşatır. Hiç bir şey O'na gizli kalmaz. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

2- "Allah onların önlerinde olanı da, arkalarında olanı da bilir." Yani onla­rın geçmişte yaptıkları amellerini de, gelecekte yapacaklarını da bilir. Yani meleklerin sözleri Allah'ın kavline bağlıdır. Amelleri de O'nun emrine bağlıdır. Onlar emrolunmadıkları müddetçe hiç bir amel işlemezler. Yaptıkları ve yapmadıkları her şey Allah'ın ilmi dahilindedir. Allah amelleriyle melekleri rnükâfatlandıracaktır. Melekler de her halleriyle Cenab-ı Hakk'ı murakabe eder, O’nun emrine aykırı davranmaktan kendilerini korurlar.

3-  "Melekler ancak Allah'ın razı olduğu kimselere şefaat edebilirler." Yani onlar Allah'ın razı olduğu ve şefaate lâyık kıldığı kimselerden başkasına şefaat etmeye cesaret edemezler. Bundan dolayı Allah Teala'nm rızası olmaksızın onların şefaat edeceklerine dair ümit beslemeyin.

4- "Melekler Allah korkusuyla titrerler." Yani onlar bütün bu üstün vasıfla­rına rağmen Allah korkusu ile titrerler, korkarlar, Rablerini murakabe ederler.

Cenab-ı Hak meleklere yaptığı ikramını ve meleklerin kendi nezdindeki yakınlığını tavsif ettikten sonra, onları bu yüce davranışlarıyla tavsif etti. On­lardan şirk koşacak olanları şiddetli bir vaid ile tehdit etti, cehennem azabı ile uyardı. Şöyle buyurdu:

"Onlardan kim 'Allah değil ilâh benim' derse işte onu biz Cehennemle ce­zalandırırız. " Yani onlardan kim -faraza- kendisinin Allah'tan başka -yani Al­lah'la birlikte bir ilâh olduğunu söylerse, tanrılık iddiasında bulunan ve insan­ları kendisine kulluk etmeye davet eden İblis gibi; işte bu iddiasına karşılık onun cezası cehennemdir. Ancak meleklerden hiçbiri, ben (Allah'tan başka) ilâ­hım dememiştir.

"İşte biz zalimleri böyle cezalandırırız." Yani bu şekildeki bir ceza ile nefsi­ne zulmedenleri cezalandırırız. Bunlar da müşriklerdir.

İbni Kesir diyor ki: Bu şarttır. Şartın meydana gelmesi gerekmez. Bu ayet aynen şu ayetler gibidir: "De ki: Eğer Rahman olan Allah'ın bir oğlu olsaydı ona (sizden önce) ilk ibadet eden ben olurdum." (Zuhruf, 43/81); "Yemin olsun ki, sen eğer Allah 'a ortak koşarsan hiç şüphesiz amelin boşa gider ve mutlaka hüsrana uğrayanlardan olursun." (Zümer, 39/65). [25]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetlerden şu hususlar anlaşılmaktadır:

1- Allah'la birlikte bir takım ilâhlar edinenlere karşı şiddetli bir reddiye... Öldükten sonra diriltmek gibi ilâhlık hususiyeti olmayan varlıkları ilâh edin­meleri sebebiyle müşriklerin azarlanması.

2- İlâhların birden fazla oluşu, genellikle ortaklar arasında meydana gelen çekişme ve ihtilâfların çıkışı sebebiyle bütün âlemin, yer ve göklerden meyda­na gelen kâinatın düzeninin bozulması, tahrip edilmesi, yer ve göklerde bulu­nan varlıkların helak olması sonucunu doğurur. Bunun içindir ki Cenab-ı Hak kendini tenzih etmiş, kullara da kendisini ortak ve evlât edinmekten tenzih et­melerini emretmiştir.

Fahreddin Razî 14'ü aklî, 8'i naklî ve sem'î olmak üzere diğer 22 delil ile Allah'ın birliğine delil getirmiştir. Bu aklî delillerin en kuvvetlisi şudur: Eğer iki ilâhın var olduğunu kabul etsek biri diğerine muhtaç olacaktır. Çünkü O, O'nun zatıyla birleşmiş olur, diğeri O'na ortak olur. Her birleşik olan parçaları­na muhtaçtır. Başkasına muhtaç olan şey de varlığı "mümkün" olandır. İlâh ise Vacibül-Vücuddur yani varlığı kendi kendine kaim olup varlığı mümkin olan değildir. O halde tek kişiden başka Vacibül-Vücud yoktur. Onun dışındaki her şey Ona muhtaçtır. Başkasına muhtaç olan da sonradan meydana gelmiş de­mektir. O halde Allah Tealâ'dan başka her şey sonradan meydana gelmiştir.

Naklî delillerden biri de şu ayettir: "Eğer yer ve göklerde Allah 'tan başka ilahlar olsaydı göklerin de yerin de düzeni tamamen bozulurdu." Aynı manada şu. ayet de vardır: "Bu ilâhların bir kısmı diğerlerine üstün gelmeye çalışırdı." (Muminûn, 23/91).

Cenab-ı Hak, Kur'an'ın 37 yerinde "Lâ ilahe illâ hû!" cümlesini açık bir şe­dde ifade etmiş, sadece iki yerde vahdaniyeti zikretmiştir. Bunların biri: "Si­zin ilâhınız bir ilâhtır." (Bakara, 2/163) diğeri "De ki: O Allah tektir." (İhlâs, 112/1) ayetidir.[26]

3- "Allah yaptıklarından sorumlu değildir. Onlar ise sorumlu tutulacaklar­dır:" Yani mahlûkatı O'na mahlûkatı hakkındaki takdir ettiği şeylerden soru soramaz. O ise mahlûkatı amellerinden sorguya çeker. Çünkü onlar kuldurlar. Bu da Mesih ve melekler gibi yarın amellerinden sorguya çekilecek olanların ilâhlığa ehil olmadıklarına ve bütün mükelleflerin kendi fiillerinden sorumlu tutulacaklarına delâlet etmektedir.

Hz. Ali'den (r.a.) şöyle rivayet edilmiştir; bir adam ona:

'Ey Müminlerin emiri! Rabbimiz kendisine isyan edilmesinden hoşlanır tu?' diye sordu. Hz. Ali (r. a.) de o adama:

"Rabbimize zorla isyan edilir mi?" diye sordu. O adam:

'Ne dersin? Benim hidayetime mani olursa ve bana kötülük verirse bana iyilik mi etmiş olur, kötülük mü?" Hz. Ali:

'Sana hakkın olan şeyi vermemişse kötülük etmiş olur. Ama sana lütfunu vermemişse bu O'nun lütfudur, O lütfunu dilediğine verir." dedi ve sonra şu ayeti okudu: "Allah yaptıklarından sorumlu değildir. Onlar ise sorumlu tutulacaklardır."

İbni Abbas'tan (r. a.) şu sözü rivayet edilmektedir: Allah (c. c.) Hz. Musa'yı gönderip O'nunla konuştuğu ve O'na Tevrat'ı indirdiği zaman Hz. Musa şöyle dedi:

Allahım! Sen çok yüce bir Rab 'sin. itaat edilmeyi dilersen sana itaat edi--r Sana isyan edilmemesini dilersen sana isyan edilmez. Sen itaat edilmeyi is-Mgmrsun. Sana da bu hususta isyan ediliyor. Bu nasıl oluyor ya Rabbi?"

Cenab-ı hak da O'na şunu vahyetti:

Ben yaptıklarımdan sorumlu değilim. Onlar ise sorumlu tutulacaklardır."

4- Allah Tealâ müşriklerin yaratma ve diriltme şeklinde geçen yakıştırmalarına karşılık azarlamada şiddet olması için Allah'tan başka ilâh edinilmesine taaccüp edildiğini tekrar etti.

Buradaki "em" edatı "hel" soru edatı manasındadır. Yani O müşrikler Al­lah’tan başka bir takım ilâhlar mı edindiler? O halde buna delil getirsinler demektir.

Denilmiştir ki: Birinci taaccüp, "Yoksa onlar yeryüzünden birtakım ilâhlar edindiler de ölüleri bu ilâhlar mı diriltecekler?" (Enbiya, 21/21) ayeti olup aklî cihetten delil getirmektedir. Zira burada "Ölüleri bu ilâhlar mı diriltecek'?" de­mektedir.

İkinci taaccüp ifadesi: "Yoksa onlar Allah'tan başka birtakım ilâhlar mı edindiler?" (Enbiya, 21/24) ayetidir. Yani semavî kitaplardan delilinizi getirin. Bu hangi kitapta nasıl olmuştur? Kur'an'da mı yoksa diğer peygamberlere indi­rilmiş kitaplarda mı?

5- Müşriklerin akidelerinin fasit olduğu hususunda asıl kaynak cehalettir. "Fakat onların çoğu hakkı bilmezler."

6- Bütün rasul ve nebilere Cenab-ı Hak kendisinden başka ilâh olmadığını vahyetmiştir. Aklî deliller de O'nun ortağı olmadığına şahittir. Bütün peygam­berlerden nakil de vardır. Delil ise ya aklîdir ya da naklidir. Yani her iki delil de vardır.

Katade diyor ki: Her peygamber tevhid ile gönderilmiştir. Şer'î hükümler ise Tevrat, İncil ve Kur'an'da farklıdır. Bunların hepsi ihlâs ve tevhid üzerine­dir. Yani bütün peygamberlerin daveti tevhidi beyan etmek için gelmiştir.

7- Allah Tealâ "Melekler Allah 'in kızlarıdır." diyen bazı Arap kabilelerine karşı kendi zatını evlât sahibi olmaktan tenzih etmek suretiyle cevap verdi.

Bir rivayete göre: "Müşrikler: Rahman çocuk edindi dediler. Allah bundan münezzehtir." (Enbiya, 21/26) ayeti Huzâa kabilesi hakkında nazil olmuştur. Zi­ra Huzâalılar: "Melekler Allah'ın kızlarıdır." diyor ve meleklerin kendilerine şefaat edeceklerini ümit ederek onlara tapıyorlardı.

Allah Tealâ bundan münezzeh olduğunu beyan ettikten sonra meleklerin "Allah'ın kulları" olduklarına "Allah'ın evladı" olamayacaklarına delâlet eden beş sıfatını zikretmiştir. Bunlar şu vasıflardır:

a)  Allah'a son derece itaatkâr oluşları: Melekler Allah'ın emri olmadıkça hiçbir söz söylemez ve hiç bir fiil işlemezler. Bu kulların sıfatıdır. Evlâdın sıfatı değildir.

b)  Allah Tealâ meleklerin sırlarını bilir. Melekler Allah'ın sırlarını bile­mezler. O ibadete lâyıktır, melekler lâyık değildir.

c) Melekler Allah'ın izni ve rızası olmaksızın şefaat edemezler. Kim ilâh ol­muşsa O'nun hiç kimsenin iznine ihtiyacı yoktur.

d) Melekler Allah'tan en çok korkan yaratıklardır. Bu da kulların sıfatıdır.

e) Melekler "masum" olmak ikramına lâyık olsalar da, onlar diğer mükel­lefler gibi sorumlu tutulacaklardır. Vaad ve vaide muhataptırlar. Dolayısıyla onların ilâh olmaları tasavvur olunamaz.

Bu ayet meleklerin mükellef, günah işlemekten masum, vaad ve vaide muhatap olduklarına delâlet etmektedir.

8- Allah Tealâ İblis gibi Allah'la birlikte şerik olduğunu iddia eden ve ken­dine ibadet edilmesine davet eden herkesi cehennemle cezalandırdığı gibi ilâh-lığı ve ibadeti yerli yerine koymayan zalimleri de cezalandıracaktır. [27]

 

Bir Olan İlahın Varlığına Delalet Eden Kâinattaki Ayetleri Düşünmemelerine Karşı Müşriklere Diğer Bir İhtar

 

30- Kâfirler gökler ve yer birbirine biti­şik iken onları ayırdığımızı ve her can­lıyı sudan yarattığımızı görmüyorlar mı? Hâlâ iman etmiyorlar mı?

31- Yeryüzü üstündekileri e çalkalanma­sın diye biz yeryüzünde sabit dağlar yarattık. Dağlar arasında yol bulsunlar diye geniş boşluklar var ettik.

32- Biz gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık. Onlar ise gökyüzündeki deliller­den yüz çevirirler.

33- Gece ile gündüzü, Güneş ile Ay'ı ya­ratan O'dur. Her biri bir yörüngede yüzmektedirler.

 

Belagat:

 

"Kâfirler görmüyorlar mı?" Taaccüp ve inkâr manasında sorudur.

"Gökler ve yer birbirine bitişik iken onları ayırdık." ayetinde "ratk" ve fetk" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.

"Yehtedûn" ve "yesbehûn" kelimeleri arasında latif bir seci vardır.

"Her bir canlı" ifadesinde "hayyin" kelimesinin nekre olarak kullanılması genelleme içindir.

"Gece ile gündüzü ... yaratan O'dur." ayeti "ve ce'alnâ" ifadesinden sonra 1. şahıstan 3. şahısa geçiş ifade etmektedir. Bu da değerli nimetlere dikkat çek­mek ve bu nimetlere itina göstermek içindir. [28]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kâfirler gökler ve yer birbirine bitişik" yani tek bir şey veya birleşmiş ger­çek tek varlık "iken onları" ayrı ayrı birer varlık halinde "ayırdığımızı," gökyü­zünü yedi kat, yeryüzünü yedi kat kıldığımızı "ve her canlıyı sudan" ister gök­ten inen isterse yerden fışkıran su sebebiyle "yarattığımızı" ister bitkiler ister­se diğerleri olsun susuz yaşayamayacağını, suyun hayat sebebi olduğunu "gör­müyorlar mı" bilmiyorlar mı? "Ratk" kapama, birbirine ekleme ve kaynaşma demektir. Mastardır. Buradaki manası "zâtu ratk" birleşmiş demektir. "Fetk" ise birbirine birleşmiş iki şeyi birbirinden ayırmak demektir.

Onlar bu kudret alâmetlerinin ortaya çıkmasına rağmen "Hâlâ" benim birliğime "iman etmiyorlar mı?"

"Yeryüzü üstündekilerle çalkalanmasın" onlarla sarsılmasın "diye" veya dengesi bozulup sarsıntı geçirir korkusuyla "biz yeryüzünde sabit dağlar yarat­tık. Dağlar arasında" yolculuk ve ziraat gibi maksatlarına ve yararlı işlere git­sinler "yol bulsunlar diye geniş boşluklar" geniş geçitler ve yollar "var ettik."

"Biz gökyüzünü" yeryüzü için tıpkı evin tavanı gibi Allah'ın kudretiyle düşmekten korunan, yahut Allah'ın iradesiyle tespit edilen belirli vakte kadar bozgun ve çözülmeden "korunmuş bir tavan kıldık."

"Onlar ise gökyüzündeki delillerden" Allah'ın varlığına, birliğine, mükem­mel kudretine ve eşsiz hikmetine delâlet eden Güneş, Ay ve yıldızlardan mey­dana gelen ilâhî kudretin alâmetlerinden "yüz çevirirler." Bu hususta tefekkür edip de bunları yaratanın ortağı bulunmadığını anlamazlar.

Bu ayetlerden birkaçı olan "Gece ile gündüzü, Güneş ile Ay'ı yaratan O'dur. Her biri bir yörüngede yüzmektedir." Bunlardan her birinin devamlı izle­diği bir yörünge vardır.

"Küllün" kelimesindeki tenvin muzafun ileyhten bedeldir. Yani Güneş ve Ay ile bu ikisine tabi olan yıldızlardan her biri demektir. Felek'ten murad edi­len cinstir. Güneş, Ay ve yıldızların yörüngesidir.

"Yüzmektedir." Yani yörüngesinde tıpkı suda yüzen kimse gibi sür'atle yü­rümektedir. Burada suda yüzen kimseye teşbih yapılmıştır. Fiilin cemi olarak kullanılması her gün her gece doğan pek çok yıldızın cinsi itibariyledir. Güneş ve Ay'ın da Güneşler ve Aylar şeklinde çoğul yapılmasının sebebi budur. Yoksa Güneş de Ay da birdir. Bu varlıkların fiili olan "yüzme" sebebiyle bu varlıklar akıl sahipleri muamelesine tabi tutuldular. [29]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ burada kendisi ile birlikte başka bir takım sahte ilâhlara ta­pan ve "Allah meleklerden evlât edindi." diyen müşrikleri azarlamaktadır.

Müşrikler, Allah'ın varlığına, tevhide ve Allah'ın şirkten münezzeh oldu­ğuna delâlet eden kâinattaki kudret ayetlerini düşünmedikleri için ve hiçbir akıl sahibi kişinin âciz olan ve kendilerine tapınmaktan hiçbir fayda elde edil­meyen put ve heykellere tapınmasının doğru olmayacağı için müşrikleri azar­lamaktadır. [30]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah bu ayetlerde (Enbiya, 30-33) ezici güce sahip olan, eşyayı ya­ratma ve bütün varlıkları yok etme hususunda tam bir kudret ve mükemmel hâkimiyet sahibi olan tek bir ilâhın varlığına delâlet eden altı delil getirdi. Bu deliller şunlardır:

1- Göklerin yeryüzünden ayrılması:

"Kâfirler gökler ve yeryüzü birbirine bitişik iken onları ayırdığımızı... gör­müyorlar mı?" Yani Allah'ın ilâh olduğunu inkâr edenler Allah ile birlikte O'ndan başkasına tapanlar Allah'ın yaratıcılık hususunda tamamen bağımsız, ida­re hususunda yegâne güç olduğunu bilselerdi, O'nunla birlikte başkalarına ta­pınmayı veya O'na başka bir şeyi şirk koşmayı nasıl lâyık görürlerdi? Onlar gökler ve yeryüzünün önce parçaları birbirine geçmiş, birbiri üzerine sarılmış, birbirine tamamen bitişik iken sonra bunları birbirinden ayırdığımızı dünya seması ile yeryüzü arasında hava tabakası koyduğumuzu bilmiyorlar mı?

İşte güneş, yıldızlar ve yeryüzünün önceleri tek bir parça olduğunu, güne­şin önce bir ateş küresi olduğunu ve çok süratli seyri esnasında dünyamız ve diğer gezegenlerin ondan ayrıldığını ispat eden Astronomi bilginleri arasında Sedim Teorisi adıyla bilinen teori de budur.

Bu dokuz gezegen güneşe olan yakınlıklarıyla şöyle sıralanmaktadırlar.

Utarid (Merkür), Zühre (Venüs), Arz (Dünya), Merih (Mars), Müşteri, Zü­hal (Jüpiter), Uranüs, Neptün, Plüton.

Herbir gezegenin yer çekimi etkisine göre bir yörüngesi vardır. Her geze­gen yörüngesinde harekete devam eder. Bu dokuz yörünge meleklerin yaşadık­ları yedi kat semadan aşağıdadır. Felek, gökyüzünün sabit kalmasıyla birlikte yıldızların döndüğü yörüngededir. Yahut yörünge bu yıldızların mecrası ve se­yir süratidir.

Kur'an-ı Kerim'in ilân ettiği bu ilmî gerçek onun Allah kelâmı olduğuna ve bunun ilâhî vahiy olmasa bu gibi şeyleri bilmesi imkânsız olan ümmî Peygam­ber Hz. Muhammed'e (s. a.) indirilen vahyi olduğuna gayet açık ve kesin bir de­lildir.

2- Suyun, hayatın esası kılınması:

"Biz her bir canlıyı sudan var ettik." Yani kendisinde hayat olan her canlı­yı sudan yarattık. Meselâ bir başka ayette: "Allah hareket eden her canlıyı su­dan yarattı." (Nur, 24/45) buyurulmaktadır. Dolayısıyla her canlı aslı su olan nutfeden meydana gelmektedir. Bitki de ancak su ile yeşermektedir.

Bu görüş bazı âlimlerin: "Her canlı önce denizde yaratıldı. Sonra bazı can­lılar karaya geçip uzun bir zaman geçmesiyle kara tabiatına intibak ettiler." şeklindeki görüşlerine de uygundur.

"Onlar hâlâ iman etmiyorlar mı?" Bu delilleri düşünmüyorlar mı? Onlar mahlûkatın yavaş yavaş meydana geldiğini apaçık gördükleri halde şirk yolu­nu terk edip yaratıcıya iman etmiyorlar mı?

Bir ayet vardır her şeyde,

Onun bir olduğuna delâlet etmekte.

3- Dağların yeryüzünde sabit olması:

"Yeryüzü üstündekilerle çalkalanmasın diye biz yeryüzünde sabit dağlar var ettik." Yani biz yeryüzü insanları sarsmasın ve sarsıntı olmasın, üzerinde istikrarı kaybetmesinler diye yeryüzünü iyice sabit kılmak için dağlar yarattık.

Yeryüzü hem kendi etrafında hem de Güneşin etrafında dönmektedir. Bi­lim adamları yeryüzünün önce alevli bir ateş olup sonra kabuğunun soğuduğunu ve sert bir cisim olduğunu ispat etmişlerdir. Bu iş 300 milyon sene veya bazı çağdaş bilim adamlarına göre ise 5 milyar sene sürmüştür. Volkanların çıkart­tığı ateş lavlarının varlığı bu görüşleri te'kit etmektedir. Dağların yeryüzüne oranı % 1.5 mm'dir.

Bu ayet, Kur'an-ı Kerim'in beşer tarafından değil, Allah tarafından gelen bir vahiy olduğunun üçüncü delilidir.

4- Dağlar arasında yollar ve geçitler olması:

"Dağlar arasında yol bulsunlar diye geniş boşluklar var ettik." Yani yeryü­zünde insanların bir yerden diğerine yahut bir bölgeden diğer bölgeye kolaylık­la geçebilmeleri ve değişik ülkelerde geçim vasıtalarına ve amaçlarına yol bula­bilmeleri için -bir görüşe göre, Allah Tealâ'nın birliğine istidlal ile yol bulabil­meleri için- dağlar arasında geniş yollar, geçitler yarattık.

"el-Feccü"geniş yol, "es-sebîl" ise yürüyen yol demektir. "Ficâc" kelimesi "sübül" kelimesinin sıfatı olduğu halde ondan önce zikredilmiş, geriye bırakıl­mamıştır. Nitekim bir başka ayette "Orada geniş yollara girmeniz için" (Nuh, 71/20) buyurulmaktadır. Bu durumda hal olarak mansubdur. Mana yönünden her ikisinin arasındaki fark şudur:

"Sübülen ficâcâ" ifadesi dağlar arasında geniş yollar var ettiğini bildir­mektedir.

"Ficâcen sübülâ" ise yarattığı zaman bu vasıfla yarattığını bildirmektedir. Bu husus önceki ifadede müphem bırakılmıştır.

"Yol bulsunlar diye..." ifadesinde "belki" manası yoktur. Zira Allah Tealâ için şek ve şüphe caiz değildir.

"Fîhâ" kelimesindeki zamir dağlara racidir. Yani biz sabit olan dağlarda geniş yollar yarattık demektir. Bir başka görüşe göre arza racidir. Yani biz yer­yüzünde geniş yollar yarattık demektir.

5- Gökyüzünün yeryüzünün tavanı kılınması:

"Biz gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık." Yani semâyı yeryüzüne bir ta­van gibi, bir kubbe gibi kıldık. Bu tavan da düşmekten, sarsıntıdan ve melek­lerden haber hırsızlığı yapan şeytanlardan korunmuştur. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

"O'nun izni olmadan yere düşmesin diye göğü tuttuğunu görmez misin?" (Hac, 22/65). "Gökyüzünün ve yerin O'nun emriyle ayakta durması O'nun (kud­retinin) alâmetlerindendir" (Rum, 30/25). "Şüphesiz ki Allah yerlerinden ayrılıp gitmemeleri için gökleri ve yeri mutlaka tutar." (Fatır, 35/41). Yani ya melekler vasıtasıyla yahut yıldızlarla gökyüzünü şeytanlardan korur.

"Onlar ise gökyüzündeki delillerden yüz çevirirler." Yani müşrikler ve di­ğerleri Allah'ın birliğine ve muazzam kudretine delâlet eden, göklerde yarattığı Güneş, Ay, ve diğer sabit ve gezegen yıldızları ve bu sebeple gece ve gündüzün birbiri ardınca gelmesi, sıcaklık ve soğukluk gibi menfaatlerin ortaya çıkması, sağlam bir hesap sistemine ve eşsiz hikmete delâlet eden acaip tertibe irşad edilmesi gibi ibret ve delilleri tefekkür etmezler: "Göklerde ve yerde nice deliller mardır ki insanlar bunların yanından geçerler de bu delillerden yüz çevirirler, ibret almazlar." (Yusuf, 12/105).

6- Gece ile gündüzün, Güneş ile Ay'ın yaratılması:

"Gece ile gündüz, Güneş ile Ay'ı yaratan O'dur. Her biri bir yörüngede yüz­mektedir. " Yani Allah kendinden bir nimet olarak dünyanın kendi etrafında dönmesi vasıtasıyla muazzam hakimiyetine delil olması ve böylece beklenen karanlık, sükûnet, ışık, ünsiyet, gece ile gündüzün uzunluk ve kısalıkta farklı farklı yahut eşit oluşları gibi neticelerin gerçekleşmesi için gece ile gündüzü yarattı.

Yine Cenab-ı Hak, ışık vermesi ve hararetiyle canlılara meded olması için 2-üneş'i, bazı ekin ve bitkilere fayda vermek üzere Ay'ı yarattı. Güneş, Ay, yıl-ıızlar ve dünya herbiri kendi yörüngesinde tıpkı eğirilmekte olan ipin milin et-i5nda dönmesi gibi döner. Ne ip milsiz, ne mil ipsiz döner. Güneş, Ay ve yıl--_zlar da böyledir. Yörüngesiz dönmezler. Yörünge de onlar olmadan dönmez. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyuruyor: "Karanlığı yırtıp tan yerini ağartan, ge­ceyi dinlenme zamanı yapan, Güneşi ve Ay'ı bir hesaba göre hareket ettiren O'dur. İşte bu, her şeye galip olan ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir." (En'am, «96).

"Yesbehûn (Yüzmektedirler)" fiili cemi olarak gelmekle bütün yıldızları ih­tiva etmektedir. Her ne kadar yıldızlar nass olarak zikredilmese de zımmen ukderilmiştir.

Güneş, Ay ve dünyanın uçsuz bucaksız fezada döndüklerini bugünkü mo-rern ilim de ispat etmektedir. Bu da Kur'an'm ebediyete kadar mucize olduğu­na, O'nun Allah tarafından sâdır olan bir vahiy olduğuna ve insanoğluna bü­yük bir nimet olduğuna delâlet etmektedir. [31]

 

Ayetlerden Çıkarılan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler -görüldüğü gibi- bir ve tek olan, ortak ve evlât edinmekten mü­nezzeh olan yaratıcı ilâhın varlığına yeterli delilleri ihtiva etmektedir. Bunlar tek yaratıcı olan Allah'ın tam bir kudret ve ulu bir hâkimiyet ile tavsif olunma­sına işaret eden hayret ve dehşet verici delillerdir.

Bu delillerin altı tane olduğunu anladık. Bu altı delil şunlardır.

1-  Göklerin yeryüzünden ayrılmış olması ve herbirine hususî bir özellik verilmesi:

Meselâ "yeryüzü", havası ve suyu ile insan, hayvan ve bitki hayatına, is­tikrarlı ve sebatkârlıkla birlikte gayet güzel bir uyum sergilemektedir.

Gökyüzü de harareti yaymak, ışık vermek için gezegenler, yıldızlar, Güneş ve Ay için gayet uygun bir ortamdır. Gökler yedi kat, yeryüzü de yedi kattır.

2- Suyun hayat sebebi kılınması: Allah Tealâ her şeyi sudan yaratmış, her şeyin hayatını su ile korumuştur. İnsanı da sulbün suyundan yaratmıştır.

Ebu Hatim el-Büstî Sahih-i İbni Hibban adıyla bilinen kitabında Ebu Hu-reyre'den şu hadisi nakleder: Rasulallah'a (s.a.):

-Ya Rasulallah! Seni görünce gönlüm hoş oldu, gözlerim aydınlandı. Bana her şeyden haber ver. Buyurdu ki:

- "Her şey sudan yaratıldı."

Bu ayetten sonra Cenab-ı Hakk'ın "Onlar hâlâ iman etmiyorlar mı?" buyu­rarak dikkati bu noktaya çekmesi ne muazzam bir şeydir. Yani onlar bizzat müşahede ettikleri bu gerçekleri tasdik etmiyorlar mı? Bunların kendi kendine olmadıklarını, bilâkis bunu meydana getiren bir yaratıcı, bunu yoktan var eden bir varlık olduğunu tasdik etmiyorlar mı? Bu yaratıcının sonradan mey­dana gelmesi caiz değildir. Bilakis O'nun ezelî ve kadim olması şarttır. Çünkü ilâhlık sıfatı gayet makul olarak sonradan meydana gelen varlıklara benzeme­meyi gerekli kılar.

3-  Allah dağlan sabit varlıklar olarak yaratmış, yeryüzü üzerindekilerle beraber sarsılmasın, üzerinde istikrar ve huzur olsun yahut sarsıntı olmasın diye bu dağlarla yeryüzünü daha da sağlamlaştırmıştır.

4- Allah yeryüzünde dağlar, tepeler arasında insanların bu dağları kolay­lıkla aşabilmesi, bir yerden diğer yere, bir bölgeden diğer bölgeye kolaylıkla ge­çebilmesi için geniş yollar ve geçitler yarattı.

Ficâc, fecc kelimesinin çoğulu olup iki dağ arasındaki geniş yol demektir. Sonra bu kelime "Sübül (izlenen yollar)" kelimesiyle açıklanmıştır. Zira "fecc" insanların gelip geçtiği, izlediği yol ve geçit de olabilir, hiç kimsenin girmediği yol ve geçit de olabilir.

İstenilen amaca ulaşabilmek, yeryüzünde hareket imkânı bulabilmek için yolların yaratılması büyük bir nimettir. Bu nimeti ancak bölgelerin, şehirlerin, kasaba ve köylerin birbirleriyle karayolu ağıyla bağlanabilmesi ve bu yerleşim merkezleri arasındaki irtibatın ve ulaşımın kolaylıkla sağlanabilmesi için mo­dern devletlerin karayolları açmak ve asfaltlamak için yaptıkları korkunç har­camalara baktığımız zaman anlayabiliriz.

5-  Gökyüzünün yere düşmekten korunmuş olarak yeryüzünün tavanı kı­lınması: Zira tavanı olmayan bir evde yaşamak mümkün olmadığı gibi bu gök­yüzü tavanı olmaksızın da yeryüzünde yaşamak mümkün değildir. Zira hava tabakasının bu tavanla korunması insan hayatı için son derece gerekli ve şart­tır. İnsan hayatının korunması ve insanların zarar görmemeleri için bu tavanı parçalanmak ve yeryüzüne düşmekten korumak da esaslı bir iştir. İnsanlar üzerine bazı ateş kütleleri ve semavî cisimler düşerse ne olur?

Üzüntü ve hayrete sebep olan hususlardan biri de kâfirlerin Güneş, Ay ve yıldızlar gibi gök yüzündeki kudret delillerinden yüz çevirmeleridir.

Allah Tealâ "Onlar ise gökyüzündeki delillerden yüz çevirirler." ayetinde delilleri gökyüzüne izafe etmiştir. Çünkü bu deliller gökyüzünde bulunmakta­dır. Başka yerlerde ise bu delilleri meydana getiren kendisi olduğu için Cenab-ı Hak bunları kendisine izafe etmiş (bizim delillerimiz, Onun delilleri v. s.) diye açıklamıştır.

Bu da müşriklerin gökleri, gecesiyle-gündüzüyle Güneş'i ve Ay'ı ile, yörün­geleri, rüzgârları ve bulutlarıyla göklerdeki Allah'ın kudretine ait delilleri ince­lemekten gafil olduklarına bir delildir. Eğer bakıp inceleseler ve ibret alsalar bu varlıkların her şeye muktedir tek bir sanatkârı olduğunu gayet iyi anlarlar ve O'na şirk koşmaları da artık imkânsız olur.

6- Gece ve gündüzün yaratılması: Bu, insanlara verilen bir başka nimetin hatırlatılmasıdır. Allah geceyi insanlara sükûnete ermeleri için, gündüzü de di­ledikleri gibi tasarrufta bulunmaları ve geçimlerini temin etmeleri için yarattı. Güneşi gündüzün kudret delili, Ay'ı da gecenin kudret delili olarak ayların, se­nelerin ve hesabın bilinmesi için yarattı. Güneş, Ay, yıldızlar, gezegenler, gece ve gündüz hepsi ayrı ayrı suda yüzen kişi gibi hususî bir yörüngede süratle yü­rür, akar giderler. [32]

 

Bütün Yaratıkların Ölmesi, Kıyametin Ve Cehennem Azabının Ansızın Gelmesi

 

34- Biz senden önce hiçbir beşere ebedî yaşama hakkı vermedik. Şimdi sen ölürsen, sanki onlar ebedî mi kalacak­lar?

35-  Her nefis mutlaka ölümü tadacak­tır. Biz sizi hayır ve şerle imtihan ede­riz. Sonunda yine bize döndürüleceksi­niz.

36- Kâfirler seni gördükleri zaman, seni sadece alay konusu ederler. Birbirleri­ne: "Sizin tanrılarınızı diline dolayan bu mu?" derler. Halbuki kendileri Rah­man olan Allah'ın kitabını inkâr etmek­tedirler.

37- İnsan aceleden yaratılmıştır. Yakın­da size (kudretine dair) ayetlerimi gös­tereceğim. Bunları benden hemen iste­meyin.

38- Kâfirler: "Eğer (sözünüze) sâdık ise­niz bu vaad ne zaman (gerçekleşecek)?" diyorlar.

39-  O kâfirler ne yüzlerinden ne de ar­kalarından ateşe hiçbir şekilde engel olamayacakları ve kimseden de yardım göremeyecekleri zamanı bir bilseler!

40- Doğrusu kıyamet onlara ansızın ge­lir de, onları şaşkına çevirir. Bir daha onu geri çeviremezler. Kendilerine mühlet de verilmez.

41- Şüphesiz senden önceki peygamber­ler de alaya alındılar. Ama o peygam­berlerle alay edenleri, o alay ettikleri azap yakalayıp kuşatıverdi.

 

Belagat:

 

"Biz senden önce hiçbir beşere ebedî yaşama hakkı vermedik." Ayetindeki "ÎÂ-beşerin" kelimesinin nekre olarak gelişi ta'nıim (genelleme) içindir.

"Biz sizi denemek için hayır ve şerle imtihan ederiz." ayetinde "hayır" ve m9tr" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.

İnsan aceleden yaratılmıştır" ifadesinde insanın vasfında mübalağa yapıl­mıştır. Aşırı aceleciliği sebebiyle sanki o acele denilen bir şeyden yaratılmıştır. Tıpkı Arapların oyuna aşırı derecede düşkün olan bir kimse için "O oyundan iniiTaya gelmiştir" demeleri gibi.

Halidûn", "kâfirûn", "testa'cilûn", "yensurûn", "yenzurûn", "yestehziûn" kelimeleri arasında gayet hoş bir seci vardır. [33]

 

Kelime ve İbareler:

 

Biz senden önce hiçbir beşere ebedîlik" dünyada ebedî yaşama, sonsuza c.ar.ar dünyada kalma hakkı "vermedik. Şimdi sen ölürsen sanki onlar" dünya-m. ebedî mi kalacaklar?" Bu cümle inkâr manası taşıyan istifham yerindedir.

"Her nefis" mutlaka dünyada "ölümü tadacaktır." Burada "zevk (tatma)" idrak etme manasındadır. "Ölüm "den murad ölümün başlangıcı şeklindeki şid­detli elemleridir. Ölümü tadan da bedenden ayrılacak olan nefistir. Her nefis âhimü tadacaktır, ifadesi dünyada nefislerin ebedî kalmayacağı şeklindeki ifa­denin delilidir.

"Biz sizi hayırla" nimetlerle "ve şerle" belâlarla, yahut zenginlik-fakirlik, hastalık-sağlık, düşüklük-yükseklik gibi hoşa giden ve gitmeyen şeylerle "imti­han ederiz" sizi deneriz. Size deneme muamelesi yaparız.

Fitne, ibtilâ, imtihan demektir. Bu kelime daha önce geçen fiilin kökünden gelmeyen mastardır, mutlak mefuldür. Yani bakacağız, sabrediyor musunuz, etmiyor musunuz? Şükrediyor musunuz, etmiyor musunuz?

"Sonunda yine bize döndürüleceksiniz." Sizde bulunan sabır ve şükre göre size amellerinizin karşılığını vereceğiz. Burada bu hayattan asıl gayenin "imti­han" olduğu hususunda işaret vardır.

"Kâfirler seni gördükleri zaman seni sadece alay konusu ederler." Yani seni itaya alır, alaylı bir tarzda davranırlar. Birbirlerine "Sizin tanrılarınızı diline salayan bu mu?" Sizin tanrılarınıza dil uzatan bu mu? "derler."

"Halbuki kendileri" tek ilâh olan "rahman olan" Allah'ın kitabını inkar et­mektedirler. Ayetteki ikinci "hüm" kelimesi onların küfürlerini tekit etmek içindir. Onlar kâfirdirler. Çünkü, "Biz Onu tanımıyoruz!" derler. Yani Onu ke­sinlikle tasdik etmezler. O halde asıl alay edilmeleri gereken kendileridir. Çün­kü Resulullah haklı, onlar ise haksızdırlar.

Denilmiştir ki: Rahmanın anılması demek, kâfirlerin "Biz Rahman olarak ancak (yalancı peygamber olan) Müseylime'yi tanırız." demektir. Bir başka gö­rüşe göre Rahmanın zikri, sana indirilen Kur'an'dır.

"İnsan aceleden" aceleci bir tabiatla "yaratılmıştır". Yani işlerinde çok aceleci olduğu için sanki aceleden yaratılmış gibidir. Küfre koşması da insanoğlu­nun aceleciliğindendir.

"Yakında size" dünyada Bedir savaşında gerçekleştirdiğim azap vaadi gibi ahirette ise cehennem azabı gibi "ayetlerimi göstereceğim. Bunları benden he­men" yerine getirmemi "istemeyin."

Kâfirler "Eğer" siz ey Muhammed ve O'nun ashabı! Bu sözünüzde "sâdık iseniz" söyleyin bize "bu vaad ne zaman?" diyorlar.

"O kâfirler ne yüzlerinden ne de arkalarından gelecek ateşe hiçbir şekilde engel olamayacakları" yani onu geri çeviremeyecekleri "ve kimseden de yardım göremeyecekleri zamanı" kıyameti "bir bilseler!"

"Lev" kelimesinin cevabı, "Bu sözü söylemezlerdi" şeklinde hazfedilmiş olan ifadedir.

"Doğrusu kıyamet" veya ateş "onlara ansızın" birden "gelir de onları şaşkı­na çevirir". Yani onları hayrete düşürür, yahut onlara hakim olur. "Kendilerine" tevbe etmek veya mazeret beyan etmek için "mühlet de verilmez" fırsat veril­mez.

"Şüphesiz senden önceki peygamberler de alaya alındılar." Bu ayet Rasu-lullah (s. a.) için bir tesellidir. "Ama o peygamberlerle alay edenleri o alay ettik­leri azap yakalayıp kuşatıverdi" Bu ayet nasıl önceki peygamberlerle alay edenleri yaptıkları alaylar yani bunun cezası kuşatmışsa aynı şekilde Mekke müşriklerini de işledikleri alayların cezasının kuşatacağı hususunda Peygam­berimiz'e (s. a.) bir vaaddir. [34]

 

Nüzul Sebebi

 

"Biz senden önce hiçbir beşere..." 34. ayet, kâfirleri "Muhammed ölecek, biz O'nun zamanın felâketine uğramasını bekliyoruz." (Tur, 52/30) deyince nazil ol­muştur.

İbni Münzir, İbni Cüreyc'in şu sözünü naklediyor: Peygamberimiz'e (s. a.) vefat edeceği haberi verildi. Buyurdu ki: "Ya Rabbi! Peki ümmetim kime kala­cak" Bunun üzerine: "Biz senden önce hiçbir beşere ebedî yaşama hakkı verme­dik. " ayeti indi.

"Kafirler seni gördükleri zaman..." 46. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak, İbni Ebî Hatim, es-Süddî'den naklediyor: Ebu Cehil ile Ebu Süfyan kendi ara­larında konuşurlarken Peygamberimiz (s. a.) yanlarından geçti. Ebu Cehil Efendimiz'i (s. a.) görünce güldü ve Ebu Süfyan'a:

-  "Bu, Abdi-Menafoğullarının peygamberidir." dedi. Bunun üzerine Ebu Süfyan kızdı ve Ebu Cehil'e:

-  "Sen Abdi-Menaf oğulları'nın peygamberi olabileceğini inkâr mı ediyor­sun?" dedi.

Peygamberimiz (s. a.) söylediklerini duymuştu. Ebu Cehil'e döndü, şiddetli ifadeler kullandı, onu korkuttu ve şöyle dedi:

-  "Görüyorum ki, amcan Velid b. Mugîre 'nin başına gelen senin başına gel­medikçe sen bu davranışını bırakmayacaksın." Sonra Ebu Süfyan'a:

-  "Sana gelince sen de bu sözü sadece kabile taassubu sebebiyle söyledin" dedi. Bunun üzerine şu ayet indi: "Kâfirler seni gördükleri zaman seni sadece alay konusu ederler."

"insan aceleci bir tabiatla yaratılmıştır." 37. ayet. Bu ayet kâfirlerin der­hal azap gelmesi talepleri üzerine nazil olmuştur. Rivayet edildiğine göre bu ayet: "Allahım ! Eğer bu Kur'an senin nezdinden indirilmiş hak bir kitap ise gökten üzerimize taşlar yağdır veya bize can yakıcı bir azap ver." (Enfal, 8/32) diyen Nadr b. Haris hakkında nazil olmuştur. [35]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak bir olmakla muttasıf olan yaratıcının varlığına delâlet eden altı delil ortaya koyunca dünyanın sonunun yok olmak ve zeval bulmak oldu­ğunu, dünyanın deneme ve imtihan için, ebediyet âlemi olan ahirete giden köp­rü olması için yaratıldığını ve bütün mahlûkatın hesap görmek ve amellerinin karşılığını görmek üzere Allah'a döneceğini beyan etti.

Daha sonra da kıyametin yahut cehennem azabının hiç şüphesiz ansızın geleceğini, hiç kimsenin dünyada uzun müddet kalmakla kendisini aldatmamasını, Allah tarafından gönderilen rasul ile alay etmemesini, zira bu alay ve istihzasının cezasını göreceğini beyan etti.

Bu ifade tesiri şiddetli olan apaçık bir tehdit niteliğindedir. [36]

 

Açıklaması

 

Hak Tealâ yarattıklardan herhangi birinin dünyada ebedî kalacağı düşün­cesini reddetmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Biz senden önce hiçbir beşere ebedî yaşama hakkı vermedik." Yani Allah Tealâ hiçbir beşerin dünyada ebedî kalmayacağı şeklinde hüküm koymuştur. Dolayısıyla ya Muhammed! Ne sen, ne senden öncekiler, ne sana isyan edenler, ne de senden sonra gelecekler ebedî kalmayacak, öleceksiniz. Senin de senden önce geçen diğer peygamberler gibi ölmen mukadder olmuştur.

'Şimdi sen ölürsen sanki onlar ebedî mi kalacaklar?" Yani sen ölürsen Rablerine şirk koşan o kimseler bakî mi kaçaklar? Hayır, bilakis hepsi ölecek­ler: Dolayısıyla senden sonra yaşayacakları ümidini taşımasınlar.

Bu ifade Rasulullah'm (s. a.) ölümü temenni eden müşriklere verilen bir cevaptır. Müşrikler Rasulullahın (s. a.) öleceğini takdir ediyorlar, onun ölecek olmasıyla seviniyorlardı. Allah Tealâ onların bu sevinçlerini söndürdü.

Bu ayetin bir benzeri de şu ayettir: "Yeryüzünde bulunan her şey fanidir. Bakî olan sade azamet ve ikram sahibi olan Rabbinin zatıdır." (Rahman, 55/26-

Beyhakî, Hz. Aişe'nin (r. a.) şu sözünü nakletmektedir: Peygamberimiz (s. a.) vefat ettiğinde babam Ebu Bekir yanma girdi ve şöyle dedi: "Ah benim pey­gamberim! Ah benim biricik dostum! Ah benim seçkin arkadaşım! "Sonra da şu ayeti okudu: "Biz senden önce hiçbir beşere ebedî yaşama hakkı vermedik."

İslâm alimlerinden bazıları bu ayeti Hızır aleyhisselâmm öldüğüne, Hızır (a.s.) ister veli, ister nebî, isterse rasul olsun beşer olduğu için şu ana kadar hayatta olamayacağına delil getirmektedirler.

Bütün insanların öleceği beyanını bir defa daha vurgulamak üzere Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

"Her nefis mutlaka ölümü tadacaktır," Yani her yaratık yok olmaya mah­kûmdur. Her nefis cesetten ayrılmadan önce ölümün acılığını tadacaktır.

Hadis-i Şerifte: "Şüphesiz ölümün sarhoşlukları vardır."[37] buyurulmaktdır. Dolayısıyla hiçbir kimse başka bir kimsenin ölümüne sevinmesin. Onun ve­fatını arzu edip temenni etmesin. Zira herkes ölüm bardağından yudumlayacaktır.

Ayetteki tatmaktan murad idrak etmekten mecazdır. Burada ölümden murad ölüm öncesi gelen büyük elem ve acılardır.

"Biz sizi denemek için hayır ve şerle imtihan ederiz." Yani nimetler ve belâ­lar, hoşa giden ve gitmeyen şeyler, zorluk ve rahatlık, sağlık ve hastalık, zen­ginlik ve fakirlik, helâl ve haram, taat ve ma'siyet, hidayet ve dalâlet ile sabre­dip sabretmeyeceğinizi, şükredip şükretmeyeceğinizi anlamak için sizi deneme­ye ve imtihana tabi tutarız.

"Fitne" kelimesi fiilin lafzından gelmeyen mastar olup mefulü mutlak ola­rak manasını te'kit etmektedir.

Bundan murad şudur: Biz zorluklara karşı sabreden ve rahat içinde şük­reden kimseleri ayırd etmek için size imtihan eden kimsenin muamelesi gibi muamele ediyoruz.

"Sonunda yine bize döndürüleceksiniz." Yani nihayet dönüşünüz ve varış yeriniz bizedir. Bizim hesabımıza, cezamıza döneceksiniz. Amellerinizin karşı­lığını biz vereceğiz.

Bu ifadede sevap vaadi ve azapla tehdit vardır.

İmtihan ancak mükellefiyetten sonra olur. Mükellefiyet ise bulûğ ve akıl­dan sonra olur. Bundan dolayı bu ayet mükellefiyetin meydana geldiğine delâ­let etmektedir:

Mükellefiyet sadece emrolunan ve nehyolunan şeylere ait değildir. Ayrıca iki çeşit imtihan vardır:

a) "Hayır" isminin verildiği imtihan: Sağlık, lezzet, sevinç gibi dünya ni­metleridir.

b) "Şer" adının verildiği imtihan ise fakirlik, hastalıklar, zorluklar gibi mükelleflerin başına gelen dünyevî sıkıntılardır.

Allah henüz daha varlıklar dünyaya gelmeden amellerinin ne olacağını bildiği halde, buna ibtilâ ve imtihan adını vermesi, bu çeşit durumların imti­han şeklinde olması sebebiyledir.

"Kâfirler seni gördükleri zaman, seni sadece alay konusu ederler." Yani Ebu Cehil ve benzerleri gibi Kureyş kâfirleri seni gördükleri zaman onların bütün gayretleri seninle alay etmek olur. Seni sadece alay konusu ederler. Seninle alay eder ve seni hiçe alırlar. Halbuki onların üzerine düşen senin hayatın ve ahlâkın üzerinde ve içinde akıl sahipleri için öğütler ve dersler bulunan sana inen vahiy hakkında tefekkür edip düşünmektir. İşte onlar Allahm peygambe­rini kendilerinden koruduğu ve haklarında: "Alay edenlere karşı biz sana yete­riz. " (Hıcr, 15/95) buyurduğu kimselerdir.

İşte bunlar "Sizin tanrılarınızı diline dolayan bu mu?" yani hayret ve ga­ripseme ifadesiyle, "Sizin tanrılarınıza dil uzatan ve rüyalarınızı karartan bu mu?" diyen kimselerdir.

"Halbuki kendileri Rahman olan Allah'ın kitabını inkâr etmektedirler." Oysa onlar kendilerini yaratan ve kendilerine nimet veren, sonunda kendisine dönecekleri Allah'ı inkâr etmektedirler.

Ayette yer alan ikinci "hum" kelimesi onların küfürlerini te'kit etmektedir. Küfürle tavsif olunmakta mübalağa olarak, "İşte onlar kâfirlerin ta kendileri­dir. " demektedir.

Ayetten murad şudur. Kendileri daha garip bir durumda iken Allah'ı inkâr edip Rasulullah (s. a.) ile alay ederlerken nasıl seni ve tanrılarına karşı kötüle­yici tavrını garip karşılamaktadırlar.

Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Onlar seni gördükleri zaman alaya almaktan başka bir şey yapmazlar. "Allah 'in peygam­ber olarak gönderdiği bu mu?" derler. "Eğer putlara inanmada ısrar edip sab-retmeseydik nerdeyse bizi ilâhlarımızdan saptıruçaktı." derler. "Onlar azabı gördükleri zaman yolu sapık olan kimmiş bileceklerdir." (Furkan, 25/41-42).

Kısaca: Müşrikler nimet veren, yaratan, dirilten ve öldüren Rahman olan Allah'ı inkâr etmelerine rağmen, hiçbir faydası ve zararı dokunmayan tanrıla­rım kötü ifadelerle anıyor diye Peygamber'i ayıplamaktadırlar. Bundan daha çirkin bir davranış yoktur. Alay ve zemin hiç hissetmeden kendilerine dönmek­tedir. Çünkü onlar bu hususu yerli yerine koymamışlardır.

Buna rağmen müşrikler ahmaktırlar, taşkınlık yapmakta ve basit bir se­beple dehşete kapılmaktadırlar. Senin (Ya Muhammedi) kendilerini tehdit etti­ğin azabın derhal gelmesini talep etmektedirler. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

"İnsan aceleci bir tabiatla yaratılmıştır." Yani aceleci olarak yaratılmıştır. Yahut insan aceleden yaratılmıştır. Burada murad edilen insan cinsi, insanoğ-ludur. Bir rivayete göre ise belirli bir kişidir.

Hatta o kadar ki sanki aceleci olmak insanın yaradılışından, fıtratından, seciyyesi ve tabiatından bir parça olmuştur. Nitekim Cenab-ı Hak "İnsanoğlu acelecidir." (İsra, 17/11) buyurmaktadır.

O müşrikler imanı, kulluğu itiraf etmeyi ve Hz. Muhammed'in (s. a.) risa-letini kabul etmeyi zorunlu kılan Allah'ın açık ayetlerinin ve azabının derhal gelmesini istiyorlardı. Burada ayetlerden maksat tevhidin ve Rasulün sadık oluşunun delilleri yahut dünyada âcil olarak yok olmak ahirette ise azaptır. Bu sebeple Cenab-ı Hak: "Bunları benden hemen istemeyin." buyurdu. Yani bu ayetler vakti gelince hiç şüphesiz gelecektir. Sonra Cenab-ı Hak müşriklerin şu sözünü nakletti:

"Kâfirler: Eğer sözünüze sâdık iseniz bu vaad ne zaman (gerçekleşecek)? di­yorlar". Yani onlar azabı yalanlayıp inkâr ettikleri için, küfür ve inatçılıkları sebebiyle meydana gelmesini de uzak bir ihtimal gördükleri için bilgisizlikleri ve gaflette olmaları sebebiyle Peygamberimiz (s. a.) ve O'nun gerçekten iman eden değerli sahabelerine alaylı bir tarzda: "Eğer sözünüze ve vaadinize sadık kimseler iseniz bizi kendisiyle tehdit ettiğiniz cehennem azabının meydana ge­liş vakti ne zaman?" diyorlar. "Eğer sadık iseniz' hitabı müminler topluluğuna aittir.

Cenab-ı Hak onları aceleci davranmaktan nehyetmek ve onları azarlamak istedi. Önce insanoğlunun aşın aceleci olmasını ve aceleciliğin onun tabiatı ol­masını zemmederek başladı. Sonra da müşrikleri, kendilerine vaad edilen aza­bın meydana geleceğini inkâr maksadıyla ve asla tasavvur edilemeyecek inan­cıyla vaad edilen şeyi acilen istemekten nehyedip azarladı. Daha sonra da onla­rın bu talepte bulunmakla ne derece ahmak olduklarını beyan etti.

"O kâfirler..." azabın hiç şüphesiz mutlaka meydana geleceğini yakînen bilselerdi hiç aceleci davranmazlardı. Onları önlerindan, arkalarından ve her taraftan kuşatacak olan azabın durumunu; azabın üstlerinden ve ayaklarının altından kendilerini tamamen kaplayacağını, yüzlerinden ve arkalarından ate­şe engel olamayacaklarını, kendilerine yardım edecek ve azaba girmelerine mani olacak ve kendilerini azaptan kurtaracak bir yardımcı bulamayacaklarını bir bilselerdi! Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "On­ları Allah'tan (Allah'ın azabından) koruyacak hiç bir kimse yoktur." (Ra'd, 13/34).

Ayet-i kerimedeki "lev ya'lem (keşke bilseydi)" ifadesinin cevabı mahfuz­dur. Yani onlar bu tehdidin meydana geleceği zamanı bilselerdi inkarcılıkları üzerinde devam etmekte ısrar etmezler, bu şiddetli azabın derhal gelmesini is­temezlerdi.

39. ayetteki "bir bilselerdi" ifadesindeki bilmek fiili "anlasalardı" mana-sındadır; bu sebeple ikinci bir mef ul gerekmektedir. Tıpkı "Onları siz bilmezsi­niz, Allah onları gayet iyi bilir" (Enfal, 8/6) ayetinde olduğu gibi.

Ayet-i kerimede "yüzler" ve "sırtlar" özellikle zikredilmiştir. Çünkü bunla­rın azaptan etkilenmesi daha fazladır.

Bu ayet manasında şu ayetler de vardır: "Onlar için üstlerinde ateşten bu­lutlar, altlarında ateşten yatak, üstlerine (ateşten) örtüler vardır." (A'raf, 7/41).

"Gömlekleri katrandandır. Yüzlerini ateş kaplar." (İbrahim, 14/15). Azap onları her taraftan kaplar.

Cenab-ı Hak bundan sonra Kur'an-ı Kerim'de olduğu üzere azabın geliş vaktinin meçhul olduğunu beyan ederek şöyle buyurdu:

"Doğrusu kıyamet onlara ansızın gelir de, onları şaşkına çevirir. Bir daha onu geri çeviremezler. Kendilerine mühlet de verilmez." Yani kıyamet onlara an­sızın gelecek, onları şaşkına çevirecek ve onlara hakim olacak, onlar kıyameti reddetmek için hiçbir hile bulamayacaklar. Onlara tevbe etmeleri veya özür di­lemeleri için artık vaktin geçmiş olması sebebiyle mühlet verilmez, gecikme de kabul edilmez. Bu, kendilerine şu anda mühlet verildiğini, düşünüp iman et­meleri, küfür ve dalâletten dönmeleri için geniş bir fırsat verildiğini, bu uzun mühlet verildikten sonra artık hiçbir mühlet verilmeyeceğini hatırlatmak için­dir.

Kıyametin gelişinin bilinmemesinin sebebi kulu daha ihtiyatlı olmaya sevk etmektir. Hataları tedarik etmek için daha uygundur. Bundan böyle kul azap gelinceye kadar umursamaz ve aldırış etmez şekilde davranmayacaktır.

"O onlara ansızın gelir." cümlesindeki müennes zamir ya cehennem ateşi­ne, ya cehennem ateşi manasında olan vaade yahut kıyamet manasında olan 39. ayette geçen) "hin (zaman)" kelimesine racidir.

Allah Tealâ bundan sonra müşriklerin Rasulünü (s. a.) istihza edip yalan­lamalarından dolayı Onu teselli ederek şöyle buyurdu:

"Şüphesiz senden önceki peygamberler de alaya alındılar..." Yani önceki pek çok peygamberlerle alay edildi. Alay edip istihza edenlere yaptıklarının ce­zası olarak azap yağdı. Seninle alay edenlere de alay etmelerinin cezası olarak peygamberlerini yalanlayan önceki ümmetlere olduğu gibi azap ve belâ yağa­cak. Bu azap, meydana gelmesini uzak bir ihtimal olarak gördüklari azaptır.

Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Senden önce de nice peygamberler yalanlanmıştı. (Ama onlar) kendilerine yardımımız gelin­ceye kadar yalanlanmaya ve eziyete uğramaya karşı sabrettiler. Allah'ın sözleri­ni değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Şüphesiz ki sana (geçmiş) peygamberlerin haberlerinden bir kısmı geldi." (En'am, 6/34). [38]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:

1) Bu dünya âleminde yaratıklardan hiçbiri için ebedilik yoktur. Dünyada ismlunanların hepsi fanidirler. Her nefis mutlaka ölümü tadacaktır. Peygamber •bm Hz. Muhammed (s. a.) vefat ettiğine göre onlar mı ebedî kalacaklar?

2)  Bu dünya deneme ve imtihan dünyasıdır. İmtihan hayırla olduğu gibi de olur. İnsanlar zorluk ve rahatlıkla, helâl ve haramla imtihan olunur.

Sabretmeleri ve şükretmeleri nasıl diye bakılır. Sonra da dönüş ve varış, amel­lerinin karşılığının verilmesi için Allah'a olur.

İmtihan mükellefiyetten sonra olur. Ayet-i kerime mükellefiyetin meydana geldiğine delâlet etmektedir. İmtihan sadece emrolunan ve nehyolunan husus­larda olmaz. İmtihan Allah'ın "hayır" ismini verdiği sağlık, lezzet ve sevinç gibi dünya nimetlerini ve "şer" ismini verdiği fakirlik, hastalık, mükelleflere gelen diğer zorluklar gibi sıkıntıları da ihtiva etmektedir. Kul ikramlara, nimetlere şükretmesi, musibetlere karşı sabretmesi için bu iki durum arasında gelir-gider.

3)  "Her nefis mutlaka ölümü tadacaktır." ayet-i kerimesindeki umum (ge­nelleme) tahsis edilen umum kabilindendir.

Zira Allah Tealâ da nefistir. Cenab-ı Hak Hz. İsa'nın (a.s.) şu sözünü Kur'an'da nakletmektedir: "Ya Rabbi sen benim nefsimde olanı bilirsin. Ama ben senin nefsinde olanı bilemem." (Maide, 5/116) Allah için ölüm caiz değildir.

Yine cansız varlıkların da nefisleri vardır. Ama onlar ölmezler. (Tahsis edi­len umum) hüccet olarak kabul edilir. Tahsis edilen bir kaç şey dışında kendi­siyle amel olunur.

4)  Putların tanrı edinilmesini ayıplayan Peygamberimiz (s. a.) ile alay eden kâfirler aslında yaratıcı olan, nimet veren, insanlara pek çok çeşitli ni­metlerle lütufta bulanan, hak ilâh olan Allah'ı inkâr ettikleri için kendileri ala­ya alınmaya daha lâyıktırlar.

5)  İnsan acelecilikten meydana gelmiş, aceleci olarak yaratılmıştır. İnsa­nın tabiatı acelecilik olmuştur. Fakat tıpkı müşriklerin kendilerine vaad edilen azabın acilen inmesini istemeleri durumunda olduğu gibi bazan acelecilikte ah­maklık, taşkınlık, bilgisizlik ve gaflet vardır.

6) Kıyametin veya cehennemle azap edilme vaktinin gelişi kesindir. Fakat bu zaman ansızın gelecektir. Tevbe etmeye ve özür dilemeye vakit kalmayacak­tır.

7)  Peygamberlerle alay etmek eski ve yeni kâfirlerin âdetidir. Mutlaka sabretmek gereklidir. Alay edenler alay etmelerinin cezasını çekeceklerdir. [39]

 

Allahın İnsanı Gözetip Koruması, Kıyametteki Amellerin Hesabının Âdil Olması

 

42-  De ki: "Gece ve gündüz sizi Rah-man'dan (Allah'ın gazabından) kim ko­ruyabilir?" Hayır, onlar Rablerinin zikrinden yüz çevirmektedirler.

43- Yoksa, onların bizden başka kendi­lerini koruyacak ilâhları mı var? Oysa o ilâhlar ne kendi kendilerine yardım edebilirler, ne de bizden bir dostluk gö­rebilirler.

44- Doğrusu biz kendilerini ve atalarını (yaşadıkları) hayatı kendileri için çok uzun gibi görünceye kadar, nimetleri içinde yaşattık. (Emrimizin) yeryüzüne gelip (onlara ait) yerlerin kıyısından (köşesinden alıp) gittikçe eksilttiğimizi görmüyorlar mı? Hiç üstün gelen onlar olabilir mi?

45- De ki: "Ben ancak sizi vahiyle uyarı­yorum." Fakat sağırlar ne kadar uyarıl-salar çağrıyı işitmezler.

46-  Yemin olsun ki, onlara Rabbinin azabından az bir şey dokunsa 'Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz zalim kimse­ler misiz!" derler.

47- Biz kıyamet günü için adalet terazi­leri kuracağız. Hiçbir kimseye bir hak­sızlık yapılmayacaktır. (İşlenen amel) bir hardal tanesi kadar da olsa biz onu ortaya koyarız. Hesap gören olarak biz yeteriz.

 

Belağat:

 

"Sağırlar çağrıyı işitmezler" ifadesi bir istiaredir. "es-Summü (sağırlar)" i kâfirler için kullanılmıştır. Çünkü kâfirler akl-ı selim insan gibi iman ı düşünüp anlamak niyetiyle kulak vermezler.

"Hardal tanesi" ise az bir amelden kinayedir. [40]

 

Kelime ve İbareler:

 

"De ki: Gece ve gündüz sizi Rahman'dan" yani, eğer sizin için azap murad eylemişse lâyık olduğunuz o Allah'ın azabı ve cezasından "kim koruyabilir?" Kim buna engel olabilir?

"Rahman" lafzında O'nun umumî rahmetinden başka hiçbir koruyucu ol­madığına işaret vardır.

"Hayır, onlar Rablerinin zikrinden" Kur'an'dan -yahut Rablerini anmak­tan- "yüz çevirmektedirler." Onun hakkında tefekkür etmemektedirler.

"Yoksa onların bizden başka" bizim dışımızda "kendilerini koruyacak ilâh­ları mı var? Oysa o ilâhlar ne kendi kendilerine yardım edebilirler, ne de bizden bir dostluk görebilirler." yani bizim azabımızdan kurtulabilirler.

"De ki: Ben ancak sizi" kendi tarafımdan değil Allah tarafından gelen "va­hiyle uyarıyorum. Fakat sağırlar ne kadar uyarılsalar çağrıyı işitmezler." İşit­tikleri uyarı ile hiç işitmeyen sağır kimse gibi amel etmeyi terk ettikleri için onları sağırlar diye adlandırdı.

"Yemin olsun ki, onlara Rabbinin azabından az bir şey" az bir nasip veya en küçük bir şey -ki nefh kelimesinin aslı, bir şeyin kokusundan gelen esinti demektir- Allahın azabından basit bir esinti "dokunsa: Yazıklar olsun bize!" Ey­vah, helak olduk, "Gerçekten biz" şirk koşmak ve Hz. Muhammedi (s. a.) yalan­lamak suretiyle gerçekten "zalim kimselermişiz! derler."

"Biz kıyamet günü için" yani kıyamet gününde veya kıyamet gününün karşılığı için "adalet terazileri" amel sahifelerinin tartıldığı adalete riayet eden teraziler "kuracağız."

"Artık hiçbir kimseye" bir hasenenin eksik veya bir seyyienin fazla olması gibi "bir haksızlık yapılmayacaktır."

"İşlenen amel" veya zulüm bir tane kadar, bu tane de küçüklük bakımın­dan "bir hardal tenesi kadar da olsa biz onu ortaya koyarız." Onu getirir ve onun ağırlığını da hesaba katarız. Her şeyi en ince teferruatına kadar tespit edici "Hesap gören olarak biz yeteriz." Zira bizim ilmimiz ve adaletimizden da­ha mükemmeli olamaz. [41]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak kâfirlerin cehennem ateşini ne yüzlerinden ne de arkaların­dan engelleyemeyeceklerini beyan ettikten sonra onların dünyada bile Allah kendilerini korumayacak olsa selâmette olamayacaklarını bildirdi.

Bunun ardından kâfirlerin kendilerini iman etmeye, putlara tapmayı terk etmeye irşad eden delilleri düşünmeyip yüz çevirdiklerini, yeryüzünün kıyıla­rından birbiri ardında eksiltmede bulunmak hususunda Allah'ın kudretinin eserlerini, Mekke etrafındaki belde ve kasabaların fethedilmesini bile görme­diklerini, bunda ibret olduğunu ve Allah'ın Rasulüne iman etmeleri gerektiğini beyan etti.

Daha sonra Rasullerin vazifelerinin susturmak ve kabul ettirmek olmadı­ğını, Kur'an-ı Kerim'in imanı davet eden delillerinin yeterli olması sebebiyle onların vazifelerinin sadece tebliğ ve uyarma olduğunu belirtti. Bundan sonra Cenab-ı Hak kâfirlerin ahirette maruz kalacakları bütün azapların sadece ada­letin gereği olduğunu beyan etti. Onlar dünyada kendi nefislerine zulmetmiş olsalar da ahirette asla zulme, haksızlığa uğramayacaklardır. Hesap terazileri adalet ve insaf üzerine kurulmuştur. [42]

 

Açıklaması

 

Ey Rasul! Seninle alay edip istihza eden o kimselere de ki: Geceleyin uy­kunuz esnasında, gündüz işinizde Allah'ın azabı size gelse ve size azabını in­dirmek istese sizi Allah'ın azabından ve cezasından koruyacak olan kimdir?!

"Rahman" tabirinde kâfirlere ve isyankârlara verilecek azabın gecikmesi­nin insanın nefsini bırakıp Rabbine yönelmesi için Allah'ın rahmeti, nimeti ve lütfuyla olduğuna işaret vardır.

"Hayır, onlar Rablerini anmaktan bile yüz çevirmektedirler." Allah'ın lütfu-na koruma ve himaye etme suretiyle Allah'ın nimetine delâlet eden ve Kur'an1-da zikredilen pek çok aklî delilin varlığına rağmen, müşrikler bu delillerden yüz çevirmekte, bunlar hakkında tefekkür etmemekte, Allah'ın üzerlerine olan nimetini ve kendilerine olan ihsanını itiraf etmemektedirler.

"Rab" kelimesinin zikredilmesinde onların Allah'ın hakimiyetine boyun eğdiğine, O'nun gözetimi, terbiyesi ve bol nimetleriyle yaptığı ihsanı içinde ya­şadıklarına delil vardır.

Müşriklerin "yüz çevirmek" ile tavsif edilmelerinden sonra Cenab-ı Hak hiçbir faydası ve zararı dokunmayan tanrılara tapınmalarından dolayı onları azarlamakta ve şöyle buyurmaktadır:

"Yoksa onların bizden başka kendilerini koruyacak ilâhları mı var?" Al­lah'ın beyanından yüz çeviren o alaycı müşriklerin bizden başka kendilerini ko­ruyacak ve himaye edecek güç ve kudret sahibi tanrıları mı var?

"Oysa onlar ne kendi kendilerine yardım edebilirler ne de bizden bir dost­luk görebilirler." Yani bu sahte tanrılar kendilerine bile yardım edemez, kendi­lerinden zararı ve belâyı engelleyemezler. Bizden de kendilerine yardım edil­mez. Çünkü onlar son derece acizlik ve güçsüzlük içindedirler. Nasıl olur da başkalarına yardım edebilirler. Başkalarından zararı kaldırabilir, yahut onlara fayda verebilirler.

Daha sonra Cenab-ı Hak onlara ziyadesiyle lütufta bulunduğunu haber vererek şöyle buyurdu:

"Doğrusu biz kendilerini ve atalarını (yaşadıkları) hayatı kendileri için çok uzun gibi görünceye kadar, nimetler içinde yaşattık." Onları aldatan ve içinde bulundukları dalâlete sevk eden şey dünya hayatında imkân içinde, nimet için­de yaşamaları, içinde bulunduğu durumda uzun bir müddet hayat sürmeleri, nihayet kendilerinin üstün bir durumda olduklarına inanmalarıdır. Gerçekte ise bu uzun zamana rağmen onlar hâlâ gaflet içindedirler. Bizim nimetimizle gururlandılar, şükrü unuttular.

Kısaca: Müşrikleri Allah'ın ayetlerinden yüz çevirmeye sevk eden şey sa­dece kendilerine verilen mühletin uzun olması idi.

Daha sonra Cenab-ı Hak onlara nasihatte bulunarak şöyle buyurdu:

"Emrimizin yeryüzüne gelip (onlara ait) yerlerin kıyısından köşesinden alıp gittikçe eksilttiğimizi görmüyorlar mı?" Onlar Allah'ın dostlarına, düşman­larına karşı zafer ihsan etmesi, yalanlayan ümmetleri ve zalim kasabaları he­lak etmesi, mümin kullarını kurtarması, Mekke civarındaki beldelerin fethe­dilmesi ve şirk ehlinin topraklarının gittikçe azalmasından ibret almıyorlar mı? Diğer bir ifade ile: Bizim küfür diyarı ve Darü'l-Harbi azalttığımızı ve ora­lara müslümanları hâkim kılarak o yerlerin islâm diyarına katılması suretiyle "Onların ülkelerinin kıyısından, yanlarından gittikçe biraz daha aldığımızı görmüyorlar mı?" ayetinin anlamı Cenab-ı Hakkın müslümanlarm eliyle yaptı­ğı fetihleri tasvir etmek ve İslâm askerlerinin ve askerî birliklerinin saldırgan müşriklerin topraklarını fethettiklerini ve bu toprakların kıyılarından alarak hakim olduklarını ifade etmektir:

Kıyılarının eksilmesinin anlamı: Müslümanların o topraklara girmesi, ya­vaş yavaş İslâm'ın nüfusunun genişlemesi, küfür topraklarının daralmasıdır, ayetin son cümlesi buna delildir: "Hiç üstün gelen onlar olabilir mi?" Yani üs­tün gelen biz miyiz, onlar mı? Nasıl üstün geleceklerini zannediyorlar? Onlar mağlûpturlar, yenilgiye uğramışlardır. Buradaki soru takrir (gerçeği ispat) ve takri' (başlarına vurmak) içindir.

Muasır alimlerden bazısı bu ayette yerkürenin kuzey ve güney tarafların­da eksiklik bulunduğuna apaçık bir delil olduğu görüşündedir. Bu kuzey ve gü­ney kutuplarında "el-Hattul-İhlîlecî (elips)" diye ifade edilen husustur. Bu da Allah Tealâ'nm kudretine, hakimiyet gücüne, yeryüzünün dönmesi esnasında ona hakim oluşuna delâlet eden hususlardandır.

45. ayette Cenab-ı Hak varlığına, kudretine ve birliğine ait Kur'andaki de­lilleri tekrar zikredip onlara ısrarla dikkat çektikten sonra şöyle buyurdu:

"De ki: Ben ancak sizi vahiyle uyarıyorum." Yani ey Peygamber onlara, şöyle söyle: Ben sadece sizi Rabbinizin kelâmı olan Kuranla uyarıyorum. Ben ancak sizi uyardığım azap ve cezanın Allah namına tebliğcisiyim. Bunun be­nim tarafımdan olduğunu zannetmeyin. Bunu size gönderen Allah'tır, bana da sizi uyarmamı O emretti. Benim görevim sadece tebliğdir, kabul etmeye zorla­mak değildir. Benim çağrımı kabul etmezseniz bunun sorumluluğu ve cezası benim üzerime değil, sizin üzerinizedir.

"Fakat sağırlar ne kadar uyarılsalar çağrıyı işitmezler." Yani bu vahiy Al­lah'ın basiretini körleştirdiği, kulağına ve kalbine mühür vurduğu kimselere fayda vermez. Art arda gelen ve pek çok defa duydukları bu uyarılardan yarar­lanmamakta onların misali asla hiçbir şey işitmeyen sağırlar gibidir. Zira uyarıdan maksat sadece duymak değil, bilakis duyulan şeyle amel etmek, vacip olanı yapmaya yönelmek, haramlardan sakınmak ve hakkı bilmek suretiyle ona sımsıkı sarılmaktır. Bu maksat gerçekleşmezse duymanın faydası yoktur.

Daha sonra Cenab-ı Hak bunların durumlarının değişeceğini, artık uyarıl­dıkları şeylerden derhal etkilenen kimseler olacaklarını ve uyarılardan yarar­lanmadıklarını açıkça itiraf edeceklerini beyan ederek şöyle buyurdu:

"Yemin olsun ki, onlara Rabbinin azabından az bir şey dokunsa: Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz zalim kimselermişiz, derler." Yani o hakkı yalanlayan­lara kıyamet günü Allah'ın azabından pek az bir şey isabet etse, hemen günah­larını itiraf ederler, kendilerinin dünyada nefislerine zulmeden kimseler olduk­larını kabul ederler, kendilerinin yaptıkları ihmal dolayısıyla pişmanlıklarını ortaya koyarlar. Eyvah, yazık diye bağırışırlar ama artık bunun hiçbir faydası olmaz.

Zemahşerî Keşşafta diyor ki: Ayette üç defa mübalağa yapılmıştır:

a) Dokunma kelimesinin kullanılması.

b) "Nefha" kelimesinde "pek az, basit" manasının bulunması.

c) "Nefha" kelimesinin masdar-ı merre (bir defa manasında) olması.

Bundan sonra Cenab-ı Hak ahirette onlara gelecek bütün azabın adaletin gereği olduğunu beyan etmek üzere şöyle buyurdu:

"Biz kıyamet günü için adalet terazileri kuracağız. Hiçbir kimseye bir hak­sızlık yapılmayacaktır." Yani biz kıyamet gününde yahut kıyamet günü halkı için amel defterlerinin tartıldığı adalet terazileri kuracağız. O zaman hiçbir kimseye hiçbir haksızlık yapılmayacaktır. Her ne kadar onlar dünyada nefisle­rine zulmetmiş olsalar da ahirette zulme uğramayacaklardır. "Hiçbir kimseye hiçbir haksızlık yapılmayacaktır" ifadesi ilâhî terazinin adil olduğunu, hiçbir kimsenin hak kazandığı sevabının eksik olarak verilmeyeceğini bir kez daha vurgulamaktadır.

Alimlerin çoğunluğu bu ilâhî terazinin tek bir terazi olduğu görüşündedir­ler. Bu terazide tartılacak amellerin çeşitli olması dikkate alınarak çoğul ola­rak kullanılmıştır. Teraziler "âdil" olarak tavsif edilmiştir. Çünkü terazi aslın­da tartan bir terazi olacağı gibi böyle olmayabilir de.

Bir görüşe göre "terazilerin kurulması"nd&n murad düzgün bir hesap gö­rülmesi, amellerin karşılığının hiçbir kimseye zerre kadar haksızlık yapılma­dan adalet ve insaf gözetilerek verilmesidir. Yani tartmaktan gaye yaratıklar arasında adaletin gözetilmesidir. Bu gerçeğe tartılacak şeylerin tartılması için terazilerin kurulması ile örnek verilmiştir.

Bu hususta -tercih edilmeye daha lâyık- bir başka görüş de şudur: Burada anlatılmak istenen husus Allah Tealâ'nın gerçek terazileri kurup bunlarla amelleri tartacak olmasıdır.

Hasan-ı Basrî diyor ki: Bu ilâhî terazinin iki kefesi ve bir dili vardır. Ki­min sevapları günahlarından ağır gelirse helak olanlardan olur.

el-Kıst, adalet demektir. Yani terazilerde dünya terazilerinde olduğu gibi hiçbir şekilde eksik tartma ve haksızlık yoktur.

"Bir hardal tanesi kadar da olsa biz onu ortaya koyarız." Yani işlenen amel veya zulüm hardal tanesi ağırlığında bile olsa biz iyi veya kötü ona tam karşılığını veririz.

"Hesap gören olarak biz yeteriz." Yani kulların amellerini tespit etmek üze­re biz yeteriz. Onların amellerini bizden daha iyi bilen hiçbir kimse yoktur. Amelleri değerlendirme hususunda da bizden daha doğru ve daha adil hiçbir kimse yoktur.

Bu ayette Allah Tealâ hakkında üzerlerine vacip olan kulluk vazifelerinde-ki ihmal ve kusurlarından dolayı kâfirlere ve isyankârlara kuvvetli bir tehdit ve şiddetli bir uyarı yapılmaktadır. Zira hiçbiri birbirine karıştırmadan gayet iyi bilen, hiçbir gücün âciz kalamayacağı eşsiz kudrete sahip bir varlıktan in­sanlar şiddetle korkmak mecburiyetindedirler. [43]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu hususları dile getirmektedir:

1- Allah'ın lütuf ve rahmetinden biri de himaye etmesidir, insanları gecele­yin uyku esnasında, gündüz işlerini görürken azaptan koruyup gözetmesidir. Fakat insanlar Kur'an'ın öğütlerinden, Rablerinin nasihatlerinden gafil ve ha­bersizdirler. Halbuki Rablerini bilmeleri üzerlerine borçtur.

2- Kâfirlerin kendilerine yardımda bulunduğunu iddia ettikleri sahte tan­rılar kendi kendilerine bile yardım edemezler ki nasıl kendilerine tapanlara yardım etsinler? Nasıl Allah Tealâ'nın azabına engel olabilsinler, azaptan koru­yabilsinler?

3- Mekke halkının ve benzerlerinin dünya nimetleri içinde yüzmeleri, bu nimetin hiç kaybolmayacağını zannetmeleri, Allah Tealâ'nın hüccetlerini dü­şünmekten yüz çevirmelerine ve kendilerini aldatmalarına sebep olmuştur. Halbu ki onlar Peygamberimiz'in (s. a) peş peşe gelen zaferlerini, O'nun kendi­lerine galip gelmesini, Allah'ın Peygamberine Mekke civarında bulunan belde­lerin birbiri ardınca fethini ihsan etmesini düşünmeli idiler.

4- Peygamberimiz'in (s. a.) görevi kâfirleri uyarmak, Allah tarafından ken­disine vahyedüen Kur'anla dikkatlerini çekmektir. Fakat kâfirler duydukları bu uyarıdan yararlanmadılar. Tıpkı hiç duymayan sağırlar gibi oldular. Ama Allah'ın azabından pek az bir şey kendilerine dokununca onların bu durumu değişecektir. İşte o zaman gerçekleri duyacaklar, özür beyan edecekler, bu uya­rılardan hiç yararlanmadıklarını itiraf edecekler. Kendi nefislerine zulmettik­lerini ve küfre düştüklerini, itirafın hiçbir yararı olmayacağı bir zamanda itiraf edeceklerdir.

5- Allah'ın adaletinin üstünde ondan daha dakik, daha doğru ve daha sağ­lam bir adalet yoktur. O'nun kıyamet günü için -veya kıyamet gününde- kura­cağı ilâhî terazileri son derece âdildir. İyilik yapan kimsenin iyiliğinden eksiltme yapılmaz, kötülük yapan kimsenin kötülüğüne de ilâve yapılmaz. İsterse iş­lenen amel veya iyilik yapanın takdim ettiği hayırlı iş hardal tanesi ağırlığında olsun. Bir şeyin miskali onun benzerinin ağırlığı demektir.

İnsanların hayır veya şer olarak ortaya koydukları amellerin karşılığını vermek üzere Allah yeter. Kullarının amellerini tespit edip saymak üzere O ye-:er. Hesabı O'ndan daha seri olan hiçbir kimse olabilir mi? Hesap, saymak de­mektir. Bundan maksat uyarmak ve dikkat çekmektir.

"Hardal tanesi" ifadesinden maksat bir şey ne kadar küçük veya ne kadar büyük olursa olsun Allah Tealâ katında zayi olmaz manasında mübalağadır.

6- Hakkında hadis-i şerifler varit olan ve alimlerin çoğunluğunun kabul ettiği görüşe göre her mükellef için amellerinin tartılacağı bir mizan (terazi) «l?»-7»k; sevaplar bir kefeye, günahlar bir kefeye konulacaktır.

Huzeyfe (r. a.) diyor ki: "Kıyamet gününde mizanın (terazinin) sahibi Ceb­rail (a.s.) olacaktır."

Mücahid, Katade ve Dahhak'tan rivayet edilen bir görüşe göre, mizanın ııkredilmesi bir örnektir. Orada mizan yoktur. O sadece (ilâhî) adalettir. [44]

 

Tevrat'ın Özellikleri İle Kuranın Özelliklerinin Karştlaşttrtlmast

 

48- Yemin olsun ki, biz Musa ve Harun'a takva sahipleri için bir ışık ve öğüt olan hakkı batıldan ayıran kitabı -Tevrat'ı-indirdik.

49-  Onlar tenha yerlerde de Rablerin-den korkarlar. Onlar kıyametin dehşe­tinden ürperirler.

50- Bu (Kur'an) da bizim O'na (Muham-med'e) indirdiğimiz mübarek bir öğüt­tür. Şimdi siz bunu inkâr mı ediyorsu­nuz?

 

Kelime ve İbareler:

 

"Yemin olsun ki, biz Musa ve Harun'a takva sahipleri için" hidayet yolunu aydınlatan "bir ışık ve" içinde bulunan ibretler sebebiyle kendisinden istifade edilen "bir öğüt olan Furkan'ı" hakkı batıldan, helâli haramdan ayıran Tev­rat'ı "indirdik."

"Onlar" takva sahipleri "tenha yerlerde de" insanlardan uzak oldukları du­rumlarda da "Rablerinden" yani O'nun azabından "korkarlar. Onlar kıyamet­ten" yani kıyametin dehşetinden "ürperirler." korkarlar.

"Bu" Kur'an "da bizim O'na" Muhammed'e (s. a.) "indirdiğimiz mübarek" çok hayırlı, bol faydalı, feyiz ve bereket kaynağı "bir öğüttür" hatırlatma ve na­sihat kitabıdır. "Şimdi siz bunu" son derece açık ve net olan bu gerçeği "inkar mı ediyorsunuz?" Buradaki soru azarlama içindir. [45]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ Rasulüne (s. a.) kavmine: "Ben ancak sizi vahiyle uyarıyorum." demesini emrettikten sonra bunun ardından bu uyarının Allah Tealâ'nın pey­gamberleri hakkında bir sünneti (ilâhi adaleti) olduğunu beyan etti. Allah Te­alâ bütün peygamberlerine ihtiva ettiği şeriat ve hükümlerin beşerin hidayeti­ne sebep olması için vahiy indirdi.

Allah Tealâ tevhid ve nübüvvetin delillerini beyan ettikten sonra kavmin­den karşılaştığı eza ve cefalara karşı Rasulüne teselli olması, bu ilâhî risaleti eda etmesi ve bu hususta sebatkâr olması hususunda onun gönlünü takviye et­mek için geçmiş peygamberlerin kıssalarını anlatmaya başladı. [46]

 

Açıklaması

 

Çoğu zaman Allah Tealâ Hz. Musa (a.s.) ile Hz. Muhammed (s. a.) ve ki­taplarını bir arada zikreder. Bu, peygamberlik ilişkisinin ve vahiy ilişkisinin devam ettiğini beyan etmek ve Tevrat'ın sahih olan, değiştirilmemiş aslı ile Kur'an-ı Kerim arasında hem dini, hem dünyayı, hem inancı hem de ibadeti içine alan mükemmel Şeriat sistemi açısından pek çok benzerlikler bulunduğu­na işaret etmek içindir.

Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Yemin olsun ki, biz Musa ve Harun'a takva sahipleri için bir ışık ve öğüt olan Furkan'ı -Tevrat'ı- verdik." Yani Al­lah'a yemin olsun ki biz Musa ve Harun'a şeriatın hükümlerini ihtiva eden bir kitap verdik. Bu kitap Allah'ın kendisinde hakkı batıldan, helâli haramdan ayırd ettiği Tevrat'tır. Tevrat aynı zamanda hidayet ve kurtuluş yoluna ulaşa­bilmek için şaşkınlık ve bilgisizlik karanlıklarında kendisiyle aydınlanılan bir nurdur. O ayrıca Rablerinden gerçek manada korkan takva sahiplerinin ibret alacağı bir öğüt ve nasihat kitabıdır.

Takva sahipleri şu vasıfları taşımaktadırlar:

1. Tenhada Allah'tan korkmak: "Onlar tenha yerlerde de Rablerinden kor­karlar. " Yani onlar tenha, gizli ve hiç kimsenin durumlarını bilmediği yerlerde Rablerinin azabından korkarlar, emrini tutar, nehyinden kaçınırlar. Razî, bu mana akla en yakın manadır demektedir.

Kur'an-ı Kerim'de bu mana üzerinde tekrar tekrar durulmuştur. Nitekim başlıca ayetlerde şöyle buyurulmaktadır: "Tenha yerlerde de Rahmandan kor­kan ve O'nun huzuruna halis bir kalple gelen kimse..." (Kaf, 50/33); "Tenha yer­lerde de Rablerinden korkan kimselere mağfiret ve büyük bir ecir vardır." (Mülk, 67/12).

2. Kıyamet gününden korkmak: "Onlar kıyametten de ürperirler." Yani on­lar kıyametten, onun dehşetinden, orada olacak hesap ve sorgudan da korkar, titrerler.

Cümleye zamirle başlanması ve hükmün onun üzerine bina edilmesinde mübalağa ve ta'riz vardır.

Kur'an-ı Kerimin hususiyetleri: Tevrat'ın özellikleri bunlar olunca Kur'an-ı Kerim'in buna benzer özellikleri vardır: Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

"Bu (Kur'an) da ... mübarek bir öğüttür." Yani sana indirilen bu Kur'an bir hatırlatma ve öğüttür. Faydalarının çokluğu, haberlerinin çeşitliliği ile feyiz dolu, bereket dolu bir kitaptır.

"Şimdi siz bunu inkâr mı ediyorsunuz?" Bu kadar çok faydalı bunun gibi bir kitabı nasıl olur da inkâr edersiniz? Son derece açık ve net olduğu halde onu nasıl inkar edersiniz? Kur'an aynı zamanda gayet ince nazmı, derin belâğati, aklî delilleri ve şeriatı beyan etmesiyle mucizedir. Siz kelâmın eşsizliğini, dilinin fesahatini ve beyanın sağlamlığını en iyi takdir eden kimseler olarak O'nun Allah tarafından indirildiğini nasıl inkâr edersiniz? [47]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Hz. Musa ve Hz. Harun kıssasında Kur'an-ı Kerim ile karşılaştırılması için sadece Tevrat üzerinde duruldu.

Geçen ayetlerden anlaşılmıştır ki, Tevrat hak ile batılı, helâl ve haramı, sapıklık ve hak yolu birbirinden ayıran, hidayet ve kurtuluş yoluna girebilmek için kendisiyle aydınlanılan bir ışık, ilâhî bir kitaptır. Nitekim bir başka ayet­te: "Şüphesiz biz, içinde (hidayet ve nur bulunan Tevrat'ı indirdik." (Maide, 5/44) buyurulmaktadır. Tevrat ayrıca takva sahipleri için de bir hatırlatma ve öğüttür.

Bu vasıflar diğer bazı ayetlerde aynı zamanda Kur'an-ı Kerimin özellikle­ri olarak zikredilmiştir:

"insanların hidayete ermesi için daha önce de Tevrat ve tndl'i indirmişti. Şimdi ise hak ile batılı ayıran Kur'an'ı indirdi." (Âl-i imran, 3/4).

"Bütün âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna (Muhammed'e) hakkı batıldan ayıran, Furkan 'ı indiren Allah yüceler yücesidir." (Furkan, 25/1).

"Şüphesiz size Allah tarafından bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir." (Ma­ide, 5/15).

"... ve O'na (Rasulullah'a) indirilen nura tabi olanlar işte onlar kurtuluşa erenlerdir."(A'raf, 7/157).

"... İnsanlara indirilen hususları açıklayasın diye sana da zikri (Kur'an'ı) indirdik." (Nahl, 16/44).

"Bu Kur'an sana ve ümmetine bir öğüttür. Yakında hesaba çekileceksiniz." (Zuhruf, 43/44).

"Bu mübarek bir öğüttür." (Enbiya, 21/50).

Araplar, Yahudilerin Hz. Musa'nın (a.s.) Furkan'ına sarılmalarını normal görüyorlarsa kendileri de kitapları olan Hz. Muhammed'in (s. a.) Furkan'ına sarılmaya daha fazla lâyık idiler.

Takva sahiplerinin vasıfları ise eskiden ve şu anda hep aynıdır: Cenab-ı Hak burada onların sadece iki vasfını zikretti: -Açık ve gizli her yerde Allah'tan korkmaları,

-Kıyamet gününden, onun dehşetinden ve o gün meydana gelecek hesap ve sorguya çekilmekten ürpermeleri.

Ayet-i kerimeler bunlardan alınacak özlü mananın, asıl hedefin beyan edilmesiyle sona ermiştir: Bu da benzerini getiremeyecekleri bir mucize olması, önünden arkasından batılın kendisine yaklaşamadığı bir kitap, son derece hikmet sahibi ve en büyük övgülere lâyık olan Cenab-ı Hak tarafından indirilmiş Allah kelâmı olduğu halde Arapların Kur'an'ı Kerim'i inkar etmelerine hayret edilmesidir. [48]

 

Putlara Tapmayı İnkâr Etme Ve Allah Tealâ'nın Birliğine Davet

 

51-  Şüphesiz biz daha önce İbrahim'e de hakkı bulma kabiliyetini vermiştik. Zaten biz O'nu gayet iyi biliyorduk.

52-  İbrahim babasına ve kavmine: "Si­zin şu tapmakta olduğunuz heykeller nedir?" demişti.

53-  Onlar da: "Biz atalarımızı bunlara tapıyor bulduk." dediler.

54- İbrahim: "Doğrusu siz de, atalarınız da apaçık bir sapıklık içine düşmüşsü­nüz." dedi.

55- Onlar: "Sen bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen de şaka yapanlardan mısın?" dediler.

56- İbrahim: "Hayır, sizin Rabbiniz gök­leri ve yeri yoktan var eden, göklerin ve yerin Rabbi olan Allah'tır. Ben de buna şahitlik edenlerdenim.

57- Allah'a yemin olsun ki, siz buradan arkanızı dönüp gittikten sonra ben putlarınıza mutlaka bir tuzak kuraca­ğım " dedi.

58-  Nihayet (İbrahim) putları parça parça etti. Ancak içlerinden büyük ola­na dokunmadı. Belki o puta gelip baş vururlar (!) diye.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Şüphesiz biz daha önce" Musa ve Harun'dan önce "İbrahim'e de hakkı" töstü, din ve dünyada hayır ve salah cihetlerini "bulma kabiliyetini vermiştik." Bir ayette şöyle buyuruluyor: "Eğer (yetim çocukların) rüşde erdiklerini açıkça görürseniz mallarını kendilerine verin." (Nisa, 4/6). Ayette geçen "rüşdehûırke\i-mrri "raşedehû" şeklinde de okunmuştur. Rüşdün, Hz. İbrahim'e izafe edilme­sinin manası, onun bu kabiliyetinin ayrı bir anlamı olmasıdır.

"Zaten biz onu gayet iyi biliyorduk." Onun kendisine verdiğimiz peygam­berliğe ehil olduğunu, güzel vasıfları ve değerli hasletleri taşıdığını biliyorduk. Borada Cenab-ı Hakk'm bu fiilinin bir tercih ve hikmet gereği olduğuna, onun e» küçük cüz'î meseleleri de gayet iyi bildiğine işaret vardır.

"İbrahim babasına ve kavmine, sizin şu tapmakta olduğunuz heykeller ne-diH demişti." Ayette geçen "temasîl" heykeller, putlar demektir. Put manasına gelen "timsâl" kelimesinin çoğuludur. Timsâl Allah Tealâ'nm yarattığı şekle homeyen insan, hayvan ağaç gibi varlığın yapılmış cansız heykeli. Putlara temasil denmesi onları tahkir edip küçümsemek içindir. Yoksa Hz. İbrahim (a.s.) bu putlara aşırı ta'zim ve hürmet gösterdiklerini biliyordu. Bazıları sa­nem ve vesen putlarını birbirinden ayrı tarif etmişlerdir. Sanem, ateşte erime kabiliyeti olan madenlerden yapılan put; vesen ise ağaç v.s.'den yapılan put de­nişlerdir.

"Âkifûn" kelimesi onlara tapınmak üzere karşılarında duruyorsunuz, de-

"Onlar da: Biz atalarımızı bunlara tapıyor bulduk." Bunun üzerine biz de onlara uyduk," dediler".

"İbrahim: Doğrusu siz de atalarınız da" bu putlara tapınmakla "apaçık bir sapıklık içine düşmüşsünüz, dedi."

"Onlar:" Ya İbrahim "Sen bize gerçeği mi" gerçekten sabit olan ciddi bir şey mi "getirdin, sen şaka yapanlardan mısın?" Bizimle eğlenen kimselerden mi­sin? "dediler."

"İbrahim" Hayır sizin Rabbiniz gökleri ve yeri yoktan var eden" daha önce hiçbir benzeri olmaksızın en güzel şekilde yaratan, "göklerin ve yerin Rabbi" gerçek sahibi ve ibadete en lâyık olan Rabbiniz "Allahtır. Ben de buna" bu söy-lediğime "şahitlik edenlerdenim." Yani doğruluğunu kesin olarak kabul eden-buna delil getirenlerdenim, "dedi." Çünkü şahit bir şeyi kesin olarak bilen ve ispat eden kişidir.

. Putlarınıza mutlaka bir tuzak kuracağım." Yani onları kırmaya çalışacağım. "Keyd" aslında zarar vermek için tuzak hazırlamak, komplo kurmaktır. Burada anlatılmak istenen onlara aşırı derecede eziyet ve zarar vermektir.

"Nihayet" İbrahim, kavmi bayram günü için toplantı yerine gittiklerinde ""putları parça parça etti." kırdı, dağıttı. "Ancak içlerinden" putlardan "büyük olana dokunmadı." diğerlerini kırıp onu bıraktı. Baltayı da o büyük putun boynuna astı. "Belki ona" o puta "gelip baş vururlar" o putun diğer putlara yaptığını görürler "diye!" [49]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu kıssa, Rasulullah'a (s. a.) teselli olması için, Allah yolunda cihad, sabır, hak dine davet ve müşriklerin düşmanlıkları hakkında önceki peygamberleri örnek alması için bu surede geçen geçmiş peygamberlere ait kıssaların ikincisi­dir. [50]

 

Açıklaması

 

"Şüphesiz biz daha önce İbrahim'e de hakkı bulma kabiliyetini vermiş­tik..." Allah'a yemin olsun ki, biz İbrahim'e rüşdünü vermiş, Musa ve Ha­run'dan önce yahut peygamberlikten önce onu hayır ve salâh yoluna iletmiş, onu Allah'ın birliğini tanımak ve putlara tapınmaya düşmanlık etmek husu­sunda muvaffak kılmıştık. Çünkü bu putlar hiçbir fayda veremez, hiçbir zararı dokunmaz, işitmez, görmez varlıklardır. Bunlar sadece babasının İbrahim'in (a.s.) önünde keserle yaptığı ağaç, maden veya taştırlar. Zaten biz onun pey­gamberliğe ehil, güzel ahlâkı haiz bir kimse olduğunu gayet iyi biliyorduk.

Rüşd, ya peygamberlik yahut din ve dünya meselelerinde hayır ve salaha ehil olmak demektir. Kurtubî, tefsir ehlinin çoğu birinci görüştedir; yani rüş-dün peygamberlik olduğu görüşündedir, demiştir.

"Hz. İbrahim babasına ve kavmine: Sizin şu tapmakta olduğunuz heykeller nedir? demişti."

Yani kavminin Allah'ı bırakıp putlara tapmalarını yadırgadığı ve "Nedir şu sizin tapmakta olduğunuz ve ta'zim gösterdiğiniz heykeller ve putlar?" dediği zaman biz ona rüşdünü -hakkı bulma kabiliyetini- vermiştik.

Ayette bu putlar hakkında düşünmek gerektiğine ve bunların hiçbir fay­dası olmadığına işaret vardır. Fakat onlar bunu yapmadılar. Hiçbir delil ol­maksızın geçmişi körü körüne taklit etmekte ısrar ettiler ve şöyle dediler:

"Biz atalarımızı bunlara tapıyor bulduk." Yani bizim atalarımızı taklit et­mekten, geçmişe uymaktan başka hiçbir delilimiz yoktur. Zayıflık ve basitlik içinde zaten bu, yeterli idi.

Hz. İbrahim (a.s.) bu davranışlarından dolayı onları ayıpladı. "Doğrusu siz de atalarınız da apaçık bir sapıklık içine düşmüşsünüz, dedi." Sizinle babaları­nız arasında hiçbir fark yoktur. Siz de onlar da hak metodunuzdan ye doğru yoldan ayrı apaçık bir sapıklık içindesiniz, dedi.

Bu ifade yanlış bir görüşü zamanın ilerlemesinin, günlerin geçmesinin de­ğiştirmeyeceğine işaret etmektedir.

Kavmi Hz. İbrahim'in bu sözünü şaşkınlıkla karşıladılar ve ona şu soruyu sordular: "Sen bize gerçek olan bir şey mi getirdin yoksa sen de bizimle şaka ya­panlardan mısın?" Senden duyduğumuz bu söz nedir? Sen bu sözü oyun, eğlen­ce, mizah olsun diye mi söylüyorsun, yoksa bu sözünde ciddi ve gerçekçi misin? Çünkü biz bunu senden önce hiç işitmedik.

Hz. İbrahim (a.s.) putlara tapmayı yadırgadıktan sonra hakkı beyan et- ve ibadete lâyık olan Allah'ı göstermek üzere şu cevabı verdi: "Hayır, sizin ttabbiniz gökleri ve yeri yoktan var eden, göklerin ve yerin Rabbi Allahtır." Yani ben şaka ve oyunla değil ciddiyetle ve hak sözle konuşuyorum. Çünkü ibadete lâyık olan Rab gökleri ve yeri yaratan, daha önce hiçbir benzeri olmaksızın jııif 1111 var eden, meydana getiren, göklerin ve yerin gerçek sahibi olan Allah­tır. O bütün her şeyin yaratıcısıdır. O kendisinden başka ilâh bulunmayan Rabdır

"Ben de buna şahitlik edenlerdenim." Ben de O'ndan başka ilâh olmadığı­na, O'ndan başka Rab olmadığına şehadet ediyorum.

Kısaca: Hz. İbrahim hakkı ortaya koymak hususunda ciddi olduğunu gös­terdi. Bu hak önce sözle Allah'ın birliğini kabul etmek -bu da O'nun söylediği ■imdür.- Sonra da bizzat fiille desteklemek. Bu sebeple Hz. İbrahim (a.s.) kav­mimden bazılarının duyacağı şekilde yemin ederek şöyle dedi:

"Allah'a yemin olsun ki, siz buradan arkanızı dönüp gittikten sonra ben Mutlarınıza mutlaka tuzak kuracağım." Siz bayramınıza gittikten sonra sizin pıtlarınızı kırmaya ve onlara zarar vermeye gayret edeceğim, dedi. Kavminin her sene yaptıkları bir bayram toplantısı vardı. Oraya çıkarlar, sonra dönerler, putlara secde ederlerdi.

Hz. İbrahim'in (a.s.) bu sözünü kavminden biri duymuş, ezberlemişti. Son­ra bunu haber vermiş, bu haber kavmi arasında yayılmıştı. Bunun üzerine "Kavmi İbrahim denilen gencin onlara (putlara) dil uzattığını işitmiştik, dedi-far." (Enbiya, 21/60).

Hz. İbrahim (a.s.) hasta olduğu şeklinde mazeret ileri sürerek bayram top-a£LCL=ına çıkmadı. Planını bilfiil uygulamaya koydu. Putların kendilerine yapı-az. eziyeti gidermeye güçlerinin yetmediğini düşününce belki de putlara tap-ulit: terk edeceklerdi. Zira pratik delil gönle daha tesirli, düşünmeye daha çok leşTik edici ve zihne vurması daha şiddetli idi.

^Sihayet (İbrahim) putları parça parça etti. Ancak içlerinden büyük olana dmümamadı. Belki o puta gelip baş vururlar diye." Kavmi gidince Hz. İbrahim İbjiJ putların yanına girdi. Putların önlerinde yiyecekler vardı. Hepsini pa-■«■parça etti, küçük küçük parçalara böldü. Hepsini kırmış ama oradaki bü-jrüC putu kırmamıştı: "Üzerlerine yavaşça yürüyüp onlara sağ eliyle kuvvetli bir indirdi." (Saffat, 37/93). Belki de bu putperestler normal olarak fayda bu büyük puta müracaat ederler diye, Hz. İbrahim de baltayı bu pu-ı boynuna veya eline astı. Böylece putun hiçbir şey yapamadığını, putları . gurura kapıldıklarını, bilgisiz olduklarını onlar da anlasınlar istedi. [51]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetlerden şu hususlar çıkarılmaktadır:

1- Peygamberlik hiçbir kimseye kendini peygamberliğe ehil kılacak hazır-ı wk takva olmadan, birtakım vasıflar ve özellikler elde edilmeden verilmez.

İşte Hz. İbrahim'i (a.s.) Allah peygamberlikten önce isabetli görüşle, kâ­inattaki ilâhi kudret delilleriyle Allah'ın birliğini araştırıp bulmaya ve hidaye­te muvaffak kıldı. Zaten Allah onun hak bulma kabiliyeti verilmesine ehil ve onun peygamberliğe lâyık olduğunu gayet iyi biliyordu.

2- Hz. İbrahim'in (a.s.) putlar ve putperestlere karşı cüretli ve eşsiz bir tavrı vardı. Babası Azer'e ve kavmine, Nemrud ve çevresindekilere: "Nedir bu sizin tapmakta olduğunuz heykeller, putlar?" dedi.

Onlar da bu putlara geçmişi taklit etmek için taptıkları şeklinde cevap verdiler. Onlara Hz. İbrahim (a.s.) kendilerinin de atalarının da bu putlara tap­maları sebebiyle apaçık bir hüsran içinde olduklarını, zira bu putların hiçbir faydası ve zararı dokunmayan, hiçbir şey bilmeyen cansız varlıklar olduklarını söyledi.

Kavmi sanki onu tasdik etmemişti. Hz. İbrahim'e: Sen şu söylediğin sözle bize gerçek bir şeyi mi getirdin, yoksa bizimle şaka mı yapıyorsun, oyun mu oy-nuyorsun? dediler.

Hz. İbrahim ise gerçeği ortaya koyma hususunda kararlı ve ciddi idi. Bu gerçek hem söz hem de fiille tevhid (Allahın birliğini kabul etmek) idi. Söze ge­lince:

"Hayır, sizin Rabbiniz gökleri ve yeri yoktan var eden, göklerin ve yerin Rabbi olan Allahtır." diyordu. Ardından: "Ben de buna şehadet edenlerdenim. Yani ben de Onun göklerin ve yerin Rabbi olduğuna şahidim dedi. Şahit ise hükmü açıklar. Ben de söylediğimi delille açıklıyorum.

Fiille, Allah'ın birliğini ispat etmeye gelince: Hz. İbrahim (a.s.) sayılan 70 kadar olan putları kırdı. Bu, Allah Tealâ'ya son derece güvenen kendi hak di­ninin sancağını yükseklerde tutma, tevhid bayrağını yükseltme yolunda sıkın­tılara göğüs germeye nefsini hazırlayan kimsenin davranışı idi.

Büyük putu, sahte tanrıların büyüğünü bıraktı, kırmadı. Süddî ve Müca-hid diyorlar ki: Büyük putu bıraktı, diğer putları kırdı. Baltayı da, kavmine karşı delil olarak göstermek için, büyük putun boynuna astı.

" Belki de o puta gelip baş vururlar (!) diye." Yani o putları niçin kırdın di­ye büyük puta sormaları (!) için bunu yaptı. Nitekim proplemlerin çözümü için alim kimseye veya lidere müracaat edilir. Belki de onlar:

"Bu putlara ne olmuş da hepsi kırılmış, sen de sapasağlam duruyor, balta da omuzunda duruyor (!) "diyeceklerdir.

İşte o zaman onlar da putların aciz, fayda ve zarar veremeyeceklerini, on­lara tapmakla büyük bir bilgisizlik içinde olduklarını anlarlar.

Kurtubî ve Razî ayetin bu son cümlesi için bir başka açıklama zikretmek­tedirler. Bu da şudur: Belki de onlar deliller onların aleyhine çıkınca İbrahim'e ve onun dinine dönerler, yahut tanrılarının acizliklerini kesin olarak anlayınca Allah'ın birliğine dönerler. [52]

 

Putların Kırılması Olayından Sonra Hz. İbrahim (A.S.) İle Kavmi Arasında Geçen Sert Tartışma

 

59-  Kavmi: "Bunu bizim tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o zalimlerden bi­ridir." dediler.

60- Bazıları: "İbrahim denilen bir gencin onlara dil uzattığını işitmiştik." dediler.

61- Bunun üzerine kavmin ileri gelenle­ri: "Öyleyse onu insanların gözleri önü­ne getirin. Belki de ona şahitlik eder­ler." dediler.

62- (İbrahim'i getirdiklerinde) "İlahları­mıza bunu sen mi yaptın ey İbrahim?" dediler.

63-  İbrahim: "Hayır, işte şu büyükleri yapmış olmalı. (İsterseniz) Onlara so­run eğer konuşurlarsaF' dedi.

64- (Bunun üzerine) kendi vicdanlarına baş vurup (içlerinden): "Aslında haksız olan sizsiniz." dediler.

65-  Sonra yine eski kafalarına döndü­ler: "Bunların konuşamayacağını sen de gayet iyi biliyorsun." dediler.

 

Belagat:

 

"Sonra yine eski kafalarına döndüler." ayetinde istiare vardır. Onların hakkı bırakıp batıla dönmeleri istiare yoluyla bir şahsın altı üste gelecek şekil­de ters yüz olmasına benzetilmiştir. [53]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kavmi" bayram günü yaptıkları toplantıdan dönüp de Hz. İbrahim'in (a.s.) yaptıklarını görünce birbirlerine "Bunu bizim tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak o zalimlerden biridir, dediler."

"Bazıları: İbrahim denilen bir gencin onlara dil uzattığını" putları ayıpla­dığını ve hakarette bulunduğunu "işitmiştik, dediler."

"Bunun üzerine kavmin ileri gelenleri: Öyleyse onu insanların gözleri önü­ne" herkesin göreceği bir yere, "getirin, belki de" onun sözüne veya yaptıklarına "şahitlik ederler." yahut bizim ona vereceğimiz cezayı görürler "dediler."

Hz. İbrahim'i (a.s.) getirdiklerinde: "İlâhlarımıza bunu sen mi yaptın ey İbrahim? dediler."

"İbrahim: Hayır, işte şu büyükleri yapmış olmalı." dedi. Burada herhangi bir şeyi yapmaktan âciz olduğu bilinen putun ilâh olmayacağını ifade ederek bu fiili büyük puta isnat etti. Zira onlara o put sebep idi. Bu sözden maksat on­ları susturup hüccetle ilzam etmek, putperestliği terk etmeye teşvik etmek ya­hut onlarla alay etmektir. Bunun için Hz. İbrahim (a.s.) şöyle demişti. İsterse­niz "Sorun onlara, eğer konuşurlarsa!" Yani bu putlara kendilerini kıran kim­seyi sorun. Eğer bunlar konuşmaya muktedir iseler!

"Bunun üzerine vicdanlarına baş vurup" akıllarını başlarına alıp, düşünüp içlerinden konuşamayan varlıklara tapmakla "aslında haksız olan sizlersiniz dediler."

"Sonra yine eski kafalarına döndüler." İstikameti bulduktan sonra müca­deleye başladılar, tekrar bilgisizliklerine ve küfürlerine döndüler. Hz. İbra­him'e (a.s.) Allah'a yemin olsun ki, "Bunların konuşamayacağını sen de gayet iyi biliyorsun, dediler." Yani o halde ne diye bize onlara sorun, diyorsun. [54]

 

Açıklaması

 

Bu bölüm Hz. İbrahim (a.s.) kıssasının putperestlerin putlarının kırılıp parçalanmasından sonra galeyana gelip kin ve intikam duymaları merhalesini tasvir eden failinin bilinmesi gereken çok dehşetli bir olay idi. Bu olayın hikâ­yesi şöyledir:

"Kavmi: Bunu bizim tanrılarımıza kim yaptı? dediler." Yani Hz. İbrahim (a.s.) kavminden puta tapanlar, Nemrud ve adamları bayramlarından dönüp putlarının kırıldığını görünce tehdit ve azarlama yoluyla: "Bu tanrıları kıran kim?" dediler. Kavminin putlarını "tanrılar" diye ifade etmeleri, Hz. İbrahim'i şiddetli ayıpladıklarını, bu durumun korkunçluğunu ve dehşetini ifade etmek­tedir. Kavmine göre Hz. İbrahim "Muhakkak o zalimlerden biridir." Yani bu işi yapan bu davranışıyla kendine zulmeden kimselerden biridir. Ya tanrılara kar­şı olan cüreti sebebiyle, ya da onları kırıp paramparça etmesi ve halen de onla­rı küçümsemeye devam etmesi sebebiyle kendini tahkir edilmeye ve cezaya maruz bırakmaktadır.

"Bazıları: İbrahim denilen bir gencin onlara dil uzattığını işitmiştik, dedi­ler." Hz. İbrahim'in (a.s.) daha önce geçen: "Allah'a yemin ederim ki sizin putla­rınıza mutlaka tuzak kuracağım." sözünü işiten bazıları: "İbrahim adı verilen bir gencin onları ayıpladığını ve onlara tehditte bulunduğunu duymuştuk, on­lara bunu yapan O'dur." dediler.

İbni Abbas: Allah her peygamberi genç olarak göndermektedir. Her âlime ilim genç yaşta verilmektedir, demiş ve şu ayeti okumuştur: "Bazıları, İbrahim denilen bir gencin onlara dil uzattığını işitmiştik, dediler."

Bu ayetin zahiri bunu söyleyenlerin bir kişi değil bir gurup olduklarına delâlet etmektedir. Hz. İbrahim (a.s.) onlarla tartışıyor ve: "Tapıp durduğunuz bu heykeller de nedir?" diyordu. Dolayısıyla onların zihinlerine bu işi Hz. İbra­him'in yaptığı şeklinde bir düşünce hâkim oldu.

Bunun üzerine kavmin ileri gelenleri: "Öyleyse onu insanların gözleri önü­ne getirin. Belki de ona şahitlik ederler, dediler." Yani Nemrud ve kavminin eş­rafı şöyle dediler: O halde onu büyük bir topluluğun huzuruna, bütün insanla­rın göreceği ve duyulabileceği bir yere getirin. Böylece insanlar onu görüp aley­hinde şahitlikte bulunsunlar. Onu delilsiz olarak alıp götürmesinler veya ona yapılacak şeyi görsünler de ibret olsun.

Hz. İbrahim'in (a.s.) maksadı zaten bu idi. Bu büyük topluluk huzurunda, onların kendilerine zarar verilmesini engelleyemeyen ve hiç bir kimseye yardı­mı dokunmayan putlara tapmak suretiyle akıllarını çok az kullandıklarını ve çok bilgisiz olduklarını beyan etmek istiyordu.

"İlâhlarımıza bunu sen mi yaptın ey İbrahim? dediler." Yani Hz. İbrahim'i getirince -bu anlaşılan ama mahzuf olan bir cümledir.- Ona: Bu putları kıran sen misin? dediler. Hz. İbrahim (a.s.) da onlara şu cevabı verdi: "Hayır, işte şu büyükleri yapmış olmalı." Yani bilâkis bunu yapan şu büyük puttur. Bu put Hz. ibrahim'in (a.s.) kırmadığı put idi.

Hz. İbrahim (a.s.) onların bu puta karşı olan aşırı hürmetlerini görüp onun sebep olduğunu veya kendini bu işe, yani putları hiçe sayma ve onları kırmak işine onun sevkettiğini dikkate almaları için bu fiili büyük puta nispet etti. Zira bir fiil bizzat yapana isnat edildiği gibi sebep olana da isnat edilebilir. Yahut Hz. İbrahim (a.s.) onları hüccetle ilzam etmek ve onları susturmak için tariz üslubuyla onun yaptığını ikrar etti. Nitekim şaheser bir sanat eserini sergileyen meşhur sanatkâra yahut güzel bir yazının hattatına, bunu yapanın kim olduğu sorulunca: "Belki de sen yapmış olabilirsin; Sen yazmış olabilirsin." demesi gibidir. Bu cevaptan maksat bu hattın veya sanatın sahibini gizlemek değil sual soranın sualini istihza ile karşılayıp suali ona ispat ettirmektir.

"Onlara sorun, eğer konuşurlarsa!" Yani eğer bunlar konuşan tanrılar ise bu putları kimin kırdığını kendilerine sorun, dedi.

Bu cevapta putlara tapmanın asılsızlığına dikkatleri çekilmekte ve zihin­leri uyarılmaktadır. Böylece putların faydasız olduklarını ve bunların dilsiz taşlar olup, konuşmayan cansız varlıklar olduklarını, böyle varlıkların nasıl ta-pdmaya lâyık olabilecekleri hususunu kendilerinden itiraf etmeye teşvik edil­mektedirler.

Bu cevap -bundan sonraki şu ayetin delaletiyle- onların fikirlerine tesir et­miştir: "Bunun üzerine kendi vicdanlarına baş vurdular." Yani Hz. İbrahim'in ta-s.) kavmi o zaman kendi kendilerini ayıpladılar. Tanrıları konuşmadıklarına göre onların bekçiliğini yapmak ve onları korumak noktasında kusurlu olduklannı ifade ettiler ve şöyle dediler:

"Aslında haksız olan sizsiniz dediler." Birbirlerine: İlâhları bekçisiz bırak­mak ve ihmal etmek sebebiyle aslında haksız olan sizsiniz. Yahut konuşmayan varlıklara tapmak sebebiyle siz kendi kendinize zulmettiniz, dediler.

"Sonra yine eski kafalarına döndüler. Bunların konuşmayacağını sen de gayet iyi biliyorsun, dediler." Yani düşünmek ve incelemek için başlarını önleri­ne eğdiler. Yahut tekrar Hz. İbrahim'e (a.s.) karşı batıl yolla mücadele etmeye döndüler. İstikametten ayrıldılar. Şaşkınlık içinde kalınca Hz. İbrahim'e (a.s.) karşı şu delili ileri sürdüler. "Sen de biz de bunların konuşmayacağını gayet iyi biliyoruz. O halde nasıl bizden eğer konuşurlarsa onlara sual sormamızı isteye­biliyorsun?" Yani onlar içinde bulundukları şaşkınlık sebebiyle Hz. İbrahim (a.s.) için hüccet olabilecek bir ifade ile ona karşı çıktılar. [55]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Hz. İbrahim'in (a.s.) kavmi bayram törenlerinden dönüp de putlarının kı­rıldığını görünce son derece öfkelenmişler, araştırma ve yadırgama şekliyle şöyle demişlerdi: "Bunu bizim tanrılarımıza kim yaptı. Muhakkak o zalimler­den biridir." Bu durum aslında Hz. İbrahim'in (a.s.) daha önce planladığı bekle­nilen bir durum idi.

Nitekim Hz. İbrahim (a.s.) daha önce söylediği sözleri ve putları yadırga­ması, putlara tapan insanları beyinsizlikle itham etmesi, hiçbir fayda ve zararı dokunmayan putlara tapınmayı iğneli ve alaylı bir şekilde tenkit etmesi, ayrıca nimet bahşeden ve bu nimetleri çekip alan, zarar ve fayda veren, tek bir Al­lah'a ibadet etmeye davet etmesi şeklinde daha önceki gayretleri sebebiyle Hz. İbrahim (a.s.), kavminin kendisini itham edeceklerini biliyordu.

Bu haber Nemrud'a ve kavmin ileri gelenlerine ulaşınca Hz. İbrahim'in (a.s.) üzerindeki bu ithamı delille ispat etmek istediler ve şöyle dediler: Bütün insanların göreceği ve işiteceği bir yere onu getirin, onun daha önce söyledikle­rine şahit olduklarını ifade etsinler ve bu onun aleyhine delil olsun.

Bu ifade o zaman hiçbir kimsenin başka birinin mücerret iddiasıyla so­rumlu tutulmadığına delâlet etmektedir. Bu durum bizim şeriatımızda da, bü­tün şeriatlarda da böyledir.

Ancak kavmi Hz. İbrahim (a.s.) ile bütün insanların huzurunda yapılacak bu karşılaşmanın kendi aleyhlerinde olacağını hiç düşünmemişlerdi. Zira Hz. İbrahim (a.s.) hücceti kuvvetli biri idi. O putlara tapınmanın lüzumsuzluğuna ve onların akıllarının azlığına ve çok cahil olduklarına dikkat çekmek istiyor­du. Ona bu kötü işi kimin yaptığını sormuşlar, o da büyük putun yaptığını söy­leyerek cevap vermişti. Bununla o puta tapmaları ve ona tazim etmeleri, o pu­tun kızgınlığına ve gazap etmesine ve dolayısıyla diğer putları kırmasına sebep olduğunu tariz ifadesiyle açıklıyordu. Ayrıca hiçbir şekilde konuşamayan ve hiçbir şey bilmeyen bir cismin ibadet edilmeye lâyık bir varlık olamayacağına işart ediyordu.

Hz. İbrahim'in (a.s.) bu sözü tariz yani bir gerçeği dolaylı yoldan anlatma şeklindeydi. Ta'riz ifadelerinde yalandan kurtulma vardır.

Nitekim İbni Adiyy ve Beyhakî'nin İmran b. Husayn'dan (r. a.) -zayıf bir senedle- rivayet ettikleri hadis-i şerifte peygamberimiz (s. a.): "Ta'riz ifadele­rinde yalandan kurtulma şekli vardır." buyurmaktadır.

Yine Buharî ve Müslim'in Sahih'lerinde Ebu Hureyre'den (r. a.) rivayet edilen bir hadis-i şerifte: "Hz. İbrahim (a.s.) sadece üç yerde yalan -ta'rizli ifa­de- söylemiştir: İkisi Allah'ın zatı hakkında söylediği: "Hayır, işte şu büyükleri yapmış olmalıdır." sözü ile "Ben hastayım." sözüdür. Üçüncüsü ise hanımı Sâre Hatun hakkında kendi başına gelecek bir belâyı ortadan kaldırmak için "Sâre benim kızkardeşimdir" demesidir."

Hz. İbrahim (a.s.) daha sonra kavmine: "İsterseniz putlara sorun eğer ko­nuşurlarsa! Onlar mutlaka beni doğrulayacaklardır. Eğer konuşmuyorlarsa o halde bu işi yapan ben değilim." dedi. Bu söz aynı zamanda bu işi yapanın ken­disi olduğunu itiraf etme anlamı taşımaktadır.

Hz. İbrahim (a.s.) iki şeyi delil olarak zikretti:

Birincisi, "Hayır, işte şu büyükleri yapmış olmalı"sözüdür. Çünkü büyüğün vazifesi küçükleri ve kendine tabi olanları himaye etmektir. Yahut büyükleri kendisiyle birlikte bu küçük putlara tapmalarına kızmış, onları kırmıştır.

İkincisi ise, "Onlara sorun eğer konuşurlarsa..." ifadesidir. Çünkü kavmi gayet tabiî olarak, "putlar konuşmazlar, fayda ve zararları dokunmaz" diyecek­tir. Bunun üzerine Hz. İbrahim de (a.s.) onlara: "O halde niçin putlara tapıyor­sunuz?" diyecektir. Dolayısıyla kendi sözleri kendilerinin aleyhine hüccet ola­caktır.

Hz. İbrahim (a.s.) hüccetiyle kavmini ilzam edince onlar hiçbir kelime bile konuşamayan, elinde hiçbir şey olmayan varlıklara tapınmak sebebiyle kendi­lerinin haksız ve zalim olduklarını inkâr ettiler. Bu putlar bu halleriyle kendi­lerine tapanlara nasıl fayda verebilirdi? Kendi başına vurulan baltaya engel olamayan, kendine tapanları nasıl koruyabilecekti?

Fakat sonra yine bilgisizliklerine ve inatçılıklarına döndüler. "Bunların konuşmayacağını sen de biliyorsun." dediler. [56]

 

Hz. İbrahim'in (A. S.) Ezici Zaferi, Ateşten Kurtulması

 

66-  İbrahim: Öyleyse siz Allah'ı bırakıp da hiçbir şekilde size fayda veya zarar veremeyen putlara hâlâ tapacak mısı­nız?

67-  Size de, Allah'ı bırakıp taptığınız putlara da yuf olsun! Siz hiç aklınızı kullanmaz mısınız? (dedi).

68- Bazıları: "Eğer bir şey yapacaksanız, onu yakın. Bu suretle tanrılarınıza yar­dım edin," dediler.

69-  Biz de (İbrahim ateşe atılınca): "Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol!" dedik.

70- Kavmi İbrahim'e bu şekilde bir tuzak kurmak istediler. Fakat biz onları, daha çok hüsrana uğrayan kimseler kıldık.

 

Belagat:

 

"Size fayda veremeyen" ve "size zarar vermeyen" ifadeleri arasında tezat sanatı vardır.

"Serinlik ol." ifadesi mecaz-i mürseldir. Mastar kullanılıp ism-i fail murad edilmiştir. "Serin ol." demektir. [57]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İbrahim: Öyleyse siz Allah'ı bırakıp da" O'nun yerine "size" rızık v.s. gibi "hiçbir şekilde fayda" kendilerine tapmadığınız zaman da hiçbir "veya zarar vermeyen putlara hâlâ tapacak mısınız?"

"Size de ve Allah'ı bırakıp" O'ndan başka "taptığınız putlara da yuf olsun." Ayette geçen "üffin" kelimesi sıkıntıya düşen kimsenin sözüdür. Bunun manası: "Ne pis, ne çirkin!" şeklindedir. Bu kelime söyleyenin sıkıntıda olduğuna delâ­let etmek için kullanılır. Burada anlatılmak istenen husus Hz. İbrahim'in (a.s.) kavminin apaçık batıl olan bir şeyde ısrar etmeleri üzerine sıkıldığını ifade et­mektir.

"Siz hiç aklınızı kullanmaz mısınız?" Yaptığınızın çirkinliğini düşünmez misiniz?

"Bazıları: Eğer birşey yapacaksanız..." Yani putlara sağlam bir şekilde des­tek çıkmak isterseniz "onu yakın" İbrahim'i ateşe atın "dediler." Zira ateş ceza verilecek şeylerin en korkunç olanıdır. Böylelikle hüccet getirmekten âciz ka­lınca ona eziyet etmek yolunu tuttular. Kavmi: Bu suretle yakmak ve ondan in­tikam almak suretiyle "tanrılarınıza yardım edin, dediler." Bunu diyen İran kürtlerinden Heynûn adındaki kişi olup yerin dibine geçirilmişti. Bir rivayete göre ise Nemrud idi.

Kavmi Hz. İbrahim'i (a.s.) yakmak için çok odun topladılar. Alevli bir ateş yaktılar. Hz. İbrahim'i (a.s.) bağladılar. Mancınıkla ateşe attılar.

İşte bu sırada "Biz de: Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol! dedik." Yani serin ve esen ol. Zarar vermeyecek şekilde soğuk ol, dedik. Sadece Hz. İb­rahim'i (a.s.) bağladıkları ipler yandı. Ateşin harareti gitti sadece ışığı kaldı. Ateşin serinliğiyle Hz. İbrahim (a.s.) ölümden kurtuldu.

"Kavmi İbrahim'e bu şekilde bir tuzak" Ona zarar vermek üzere bir plan, bir hile ve komplo "kurmak istediler. Fakat biz onları" arzu ettiklerinde "daha çok hüsrana uğrayan kimseler kıldık." Yani herkesten daha çok hüsrana uğra­yan kimseler kıldık. Zira onların bu gayretleri kendilerinin batıl üzerinde olduklarını gösteren ve Hz. İbrahim'in (a.s.) derecesini artıran kavminin de en şiddetli azaba lâyık olmasını gerektiren bir hüccet olmuştur. [58]

 

Açıklaması

 

Bu bölüm Hz. İbrahim (a.s.) ile putperest kavmi kıssasının en dehşetli kıs­mı olan üçüncü ve sonuncu bölümüdür.

Hz. İbrahim (a.s.) kavmi putlara tapınmanın hiçbir yararı olmadığını ken­di kendilerine ikrar edip de Hz. İbrahim (a.s.) de hüccetle onları ilzam edince vesvese ve evham üzerine kurulu olan, akıl sahiplerinin asla kabul edemeyece­ği bu asılsız hurafe dolu tapınmaya artık son verme gereğini bir şelâle gibi sü­ratle ilân etmeye yöneldi. Hz. İbrahim (a.s.) şöyle diyordu:

"Öyleyse siz Allah'ı bırakıp da hiçbir şekilde size fayda veremeyen ve zararı dokunmayan putlara hâlâ tapacak mısınız?" Yani Hz. İbrahim (a.s.) kavmi bu tanrıların konuşamadıklarını itiraf ettiklerinde onlara hitaben: "Siz Allah yeri­ne kendilerine ümit bağladığınızda size hiçbir şekilde fayda vermeyen veya on­lara düşmanlık yaptığınızda yahut onlardan korktuğunuzda size hiçbir zararı dokunmayan şeylere mi tapıyorsunuz?" dedi.

"Size de, Allah'ı bırakıp taptıklarınıza da yuf olsun. Size de ilâhlarınıza da yazıklar olsun". Bu yuhlama ve tahkir Allah Tealâ'yı bırakıp onlara taptığı­nız için size ve putlarınızadır.

"Siz hiç aklınızı kullanmaz mısınız?" Siz içinde bulunduğunuz dalâleti ve ancak cahil, zalim ve facirlerin bağlı olacağı inkarcılığı hiç düşünmez misiniz?

Hz. İbrahim (a.-s.) beyan ettiği hüccetiyle onlar üstün gelince, hak ortaya çıkıp batıl ezilince ona eza ve cefa etmeye koyulmaktan başka çare bulamadı­lar.

Bazıları: "Eğer bir şey yapacaksanız onu yakın" dediler. Yani biribirlerine: "İbrahim'i ateşte yakın. Eğer tanrılarınıza gayet kuvvetli bir şekilde destek vermek istiyorsanız bu şekilde destek verebilirsiniz." dediler.

Meşhur olan rivayete göre bunu diyen Nemrud b. Ken'an b. Sincarîb b. Nemrud b. Kûy b. Hânı b. Nuh idi. Bir başka rivayete göre bu Faris bedevile­rinden veya kürtlerinden bir kişi idi.

Kavmi çok miktarda odun topladılar. Mancınık kefesiyle İbrahim'i ateşe attılar.

İşte bu anda "Biz de: Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol! dedik." Yani peygamberini muhafaza etmeyi ve onları insanların eziyetinden korumayı tekeffül eden Allah Tealâ: "Biz de: Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol; yani zarar vermeyecek şekilde soğuk ol, diye emrettik." Ateş de ne sıcak ne so­ğuk serin bir hale geldi.

İbni Abbas (r.a.) diyor ki: "Cenab-ı Hak esenlik içinde olmasını söylemesey­di ateş Hz. İbrahim'i (a.s.) soğukluğuyla helak ederdi."

Ebul-Aliye diyor ki: Eğer Cenab-ı Hak "berden ve selâmen" diye buyurma-saydı, ateşin soğukluğu sıcaklığından daha şiddetli olurdu. Ateşin soğukluğu Allah'ın kendisinden hararet ve yakıcılık özelliğini çekip alması ve ışık vermesi ve hararetlilik özelliğinin aynı şekilde bırakılması ile meydana gelmiştir. Allah her şeye kadirdir.

Buharî'nin İbni Abbas'tan (r. a.) rivayetine göre Hz. İbrahim'i (a.s.) ateşe attıkları vakit o "Bana Allah yeter ve O ne güzel vekildir!" demiştir.

Peygamberimiz (s. a.) de Uhud Savaşı'nda aynı sözü söylemiştir: "Bazıları müminlere: "Düşmanlarınız size karşı ordu topladı. Onlardan korkun, dedikle­rinde bu, onların imanlarını artırmıştır ve şöyle demişlerdir: Allah bize yeter, O ne güzel vekildir?.." (Âl-i İmran, 3/173).

Hafız Ebu Ya'lâ da Ebu Hureyre'den (r. a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Hz. İbrahim (a.s.) ateşe atıldığı zaman Al-lahım! Sen göklerde teksin. Ben de yeryüzünde sana ibadet eden tek kulu­num, "demiştir.

Übeyy b. Ka'b (r. a.) Peygamberimizin (s.a.) şu hadisini naklediyor: "İbra­him'i bağlayıp ateşe attıklarında şöyle dua etti. Allahım. Senden başka ilâh yoktur. Ey âlemlerin Rabbi! Seni tenzih ederim. Hamd sadece sana aittir. Mülk sadece sana aittir. Senin hiçbir ortağın yoktur. Sonra da onu geniş bir yerden mancınıkla ateşe attılar. Cebrail onu karşıladı:

- Ya İbrahim, bir ihtiyacın, arzun var mı? diye sordu. Hz. İbrahim (a.s.):

- Senden istediğim bir arzu yoktur, dedi. Cebrail:

- O halde Rabbinden iste dedi. Hz. İbrahim (a.s.):

- Onun benim halimi bilmesi benim isteğime gerek bırakmaz, dedi.

Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol!" buyurdu.[59]

"Kavmi İbrahim'e bu şekilde bir tuzak kurmak istediler. Fakat biz onları daha çok hüsrana uğrayan kimseler kıldık." Yani Hz. İbrahim'in (a.s.) kavmi onu eziyet verip öldürmek için bir tuzak kurdular. Biz de onları mağlup ve kü­çük kimseler kıldık. Allah, Hz. İbrahim'i (a.s.) ateşten kurtardı. [60]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler ibret alacak kimseler için bir ibret vesilesidir. Bu ayetler tev-Md, hak ve fazilete davet yolunda sabreden mücahid bir şahsiyetin tavrı ile ba­tıla, şirke ve putçuluğa destek olan cahil ve hakkı mütecaviz insanların tutum­larını temsil şeklinde anlatmaktadır.

Hz. İbrahim'in (a.s.) kavmi ondan kurtulmak için bir plan hazırlamıştı. Yakmak ve en şiddetli azap ile ona işkence vermek, onu ateşle cezalandırmak istiyorlardı. Zira bu çeşit ceza, cezaların en şiddetlisi idi.

Odun toplamışlar, ateş yakmışlar, alevli bir ateş meydana getirmişlerdi. Sonra Hz. İbrahim'i bağlamışlar, onu zincirlere bağlı olarak mancınığa koy­muşlardı. Bu beşerin yapabileceği en şiddetli ve en müthiş bir işkence idi. Fa­kat Allah (c. c.) buna karşı ne takdir edecekti?

Sonuç, hayret ve şaşkınlığa sebep olan müthiş derecede ve bütün beşerî tasavvurların ötesinde idi. Allah ateşin yakıcılığını çekip aldı ve Hz. İbrahim kurtuldu. Bütün kalabalığın gözü önünde hamamdan çıkar gibi çıktı. Ateş sa­dece kendisini bağladıkları ipleri yakmıştı.

Bu, gerçekten imana davet eden bütün beşeriyetin tedbiri ve hilesi hak­kında ayrıca bütün beşerî tedbiri yok eden, bütün şerli gayretleri ortadan kal­dıran yüce Allah'ın tedbiri hakkında düşünmeyi gerektiren bir mucize idi. Al­lah Hz. İbrahim'i (a.s.) kurtarmış ve kavmini hüsrana uğrayan, mağlup ve dü­şük derecedeki kimselerden kılmıştır. Çünkü onlar Hz. İbrahim'i (a.s.) yakmak istemişler ama boşa çıkmıştı.

İbni Ebî Hatim, Hz. Aişe'den (r. a.) rivayet ettiğine göre Peygamberimiz s.a.) şöyle buyurmuştur: "İbrahim ateşe atıldığı zaman yeryüzünde bulunan bütün hayvanlar ateşi söndürmeye çalışmışlar, ancak vezağ (zehirli keler)® de-müen hayvan İbrahim'in ateşini (daha çok yansın diye) üflemeye çalışmıştı."

Atıyye el-Avfî diyor ki: Hz. İbrahim (a.s.) ateşe atıldığı zaman kavminin kiralı Nemrud seyretmeye gelmişti. Bir kıvılcım sıçrayıp onun baş parmağına Jöştü. Onu yün gibi yaktı.

Tek olan ve ortağı olmayan Allah'a iman ettim. O mutlak kudret sahibidir. Bir şeyi murad ettiği zaman ona "Ol der, o da oluverir."

% Vezağ (zehirli keler) Peygamberimiz'in (s.a.) füveysika (küçük isyankâr) adını verdiği ve Öldürülmesini emrettiği küçük bir hayvandır. [61]

 

Hz. İbrahim'in (A. S.) Hz. Lût (A. S.) İle Birlikte Kurtulması Ve Mübarek Topraklara Götürülmesi

 

71- Biz İbrahim'i ve Lût'u bütün âlemle­re mübarek kıldığımız bölgeye ulaştıra­rak kurtardık.

72- Biz İbrahim'e İshak'ı ve fazladan bir bağış olarak Yakub'u ihsan ettik. Hep­sini salih kimseler kıldık.

73- Onları, emrimizle doğru yolu göste­ren önderler yaptık. Kendilerine hayır­lı işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar ancak bize ibadet eden kimselerdi.

 

Belagat:

 

"Kendilerine hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyet­tik. " Namaz ve zekâtın "hayırlı işler" kelimesine atfedilmesi tercih sebebiyle özel'in genel'e atfedilmesi babındandır. Çünkü bu ikisi de (namaz ve zekât) ha­yırlı işlerdendir. Bunları fazileti ve mertebesinin yüksekliği sebebiyle özellikle zikretmiştir.

"Âlemin", "sâlihin" ve "âbidîn" kelimelerinde lâtîf bir seci vardır. [62]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Biz İbrahim'i ve" İbrahim'in kardeşinin oğlu "Lût'u bütün âlemlere müba­rek kıldığımız bölgeye ulaştırarak kurtardık." Mübarek kılman bölge Irak'tan Filistin'e kadar olan bölge olup Allah bu bölgeyi nehir ve ağaçların çokluğuyla mübarek kılmıştır. Yahut peygamberlerin çoğu bu bölgeye gönderilmiş, dînî dünyevî hayırlar ve kemalât prensipleri olan şeriatları bütün âleme buradan yayılmıştır. Rivayet edildiğine göre Hz. İbrahim (a.s.) Filistin'de, Lût (a.s.) ise Mü'tefike denilen yerde yerleşmişti. Aralarında bir gün bir gecelik bir mesafe vardır.

" Biz ona" yani İbrahim'e "İshak'ı" verdik. Hz. İbrahim (a.s.) Sâffât sure­sinde yer aldığı gibi evlât istemişti "ve fazladan" bir bağış ve lütuf "olarak Yakub 'u ihsan ettik."

"Nâfileten" kelimesi "İshak" ve 'Yakup" kelimelerinden haldir. Yahut mu-rad edilen mana şudur: İstediğinden yani İshak'tan fazla olarak, demektir. Do­layısıyla "nâfileten" kelimesi Yakub'a has olur. Beyzavî'nin dediği gibi karine sebebiyle bunda hiçbir beis yoktur.

"Hepsini" yani dördünü de Hz. İbrahim, oğulları ve Lût'u "salih kimseler kıldık" salâha muvaffak kıldık. Dolayısıyla kâmil şahsiyetler oldular.

"Onları emrimizle" onlara verdiğimiz emirle insanlara dinimize giden "doğru yolu gösteren önderler" hayırda kendisine uyulan liderler "kıldık. Kendi­lerine hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik." Yani in­sanları hayır işlemeye, namaz kılmaya ve zekât vermeye teşvik etmelerini böy­lece ilme amelin ilâve edilmesiyle kemallerin tamamlanmasını vahyettik.

"Onlar ancak bize ibadet eden" tevhid ehli olup halisane bir şekilde ibadet eden "kimselerdi." Bundan dolayı ibadette ihlâsı ifade etmek için sıla olan "le-nâ" kelimesini "âbidîn" kelimesinden önce zikretti. [63]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Hz. İbrahim (a.s.) ateşten kurtulduktan sonra Allah Tealâ O'na ve karde­şinin oğlu Lût'a verdiği diğer nimetleri zikretti. Aralarındaki akrabalık ve aynı zamanda peygamber olmaları sebebiyle Hs. Lût'u (a.s.) Hz. İbrahim (a.s.) ile birlikte zikretti.

Bu nimetlerden bazıları şunlardı: Bu iki zatın Irak'tan çıkarılıp mübarek diyar olan Şam diyarına gelmeleri... Kendilerine uyulan önderler kılınmaları... Hayırlı işler yapmak, namaz kılmak ve zekât vermek şeklinde kendilerine va­hiy indirilmesi... Ayrıca Hz. İbrahim'e İshak ve torunu Yakup gibi zürriyet ve­rilmesi. [64]

 

Açıklaması

 

"Biz İbrahim'i ve Lût'u bütün âlemlere mübarek kıldığımız bölgeye ulaştı­rarak kurtardık." Yani Allah'ın İbrahim'e verdiği nimetlerden biri, onu Irak'tan mukaddes diyar olan Şam bölgesine hicret etmek suretiyle kurtarıp mübarek diyara ulaştırmasıdır.

Bu diyar Allah'ın orada gönderdiği ve şeriatları bütün âlemlere yayılan peygamberler sebebiyle mübarek kıldığı, ayrıca topraklarının verimliliği, ağaç ve nehirlerinin çokluğu sebebiyle bereketli kıldığı, dolayısıyla dünya ve ahiret hayırlarının toplandığı yerdir. Rivayete göre, mahşerin kurulacağı ve amel def­terlerinin dağıtılacağı yer de orasıdır denilmiştir. Hz. İsa (a.s.) oraya inecek, ve Mesih, Deccal'ı orada helak edecektir.

Hz. İbrahim'in (a.s.) hicreti şirk ve putperestlikten kaçmak tevhidin ve Al­lah'a kulluğun karargâhını aramak için yanında Hz. Lût (a.s.) ve Sâre Hatun olduğu halde Irak'ta bulunan Feddan Aram beldesindeki Kûsî'den başlayan bir Meret idi. Hz. İbrahim, Harran'da konaklamış, sonra Mısır'a göç etmiş, daha sonra Şam'a geri dönmüş ve Filistin'e yerleşmişti. Hz. Lût (a.s.) ise Filistin'e bir gün bir gece mesafedeki Mu'tefika kasabasına yerleşmişti.

Bundan sonra Cenab-ı Hak ateşten kurtulma ve mübarek diyara hicret et­me nimetlerinden sonra verilen diğer nimetleri zikretmektedir:

1-  "Biz İbrahim'e İshak'ı ve fazladan bir bağış olarak torunu Yakub'u ih­san ettik." Yani duasına icabet ederek O'na İshak'ı verdik. Nitekim O "Ya Rabbi bana salihlerden hibe eyle." (Saffat, 37/100) demişti. Yakub'u da niyaz ettiğine fazladan bir bağış olarak verdik. Tıpkı farz namaz üzerine ziyade olan nafile namaz gibi. Birinci tefsire göre, nafile (yani bağış ve lütuf) İshak ve Yakup'tur. İkinci tefsire göre ise, nafile özellikle Yakup (a.s.) 'tur.

2- "Hepsini salih kimseler kıldık." Dört kişiden; yani Hz. Lût, Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Hz. Yakup'tan her birini, hepsini hayır ve salah ehli kıldık. Rablerine itaat etmekteler, haramlarından kaçınmaktadırlar. Yahut onları nebi ve rasuller kıldık. Birinci mana hepsini ihata ettiği için zihne daha yakındır. En­biyanın salah kelimesiyle tavsif edilmesi peygamberlerin masum olduklarına delâlet etmektedir.

3-  "Onları emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık." Yani biz onları kendilerine uyulan, Allah'ın izniyle O'nun dinine ve O'nun emriyle hayırlara davet eden önderler ve liderler kıldık.

Bu ayette Allah'ın dininde liderliğe lâyıkıyla geçen kimsenin muvaffak olup Hak Din ve istikamet yolunda hidayete nail olduğuna delil vardır. Öylesi­nin hidayetin gereğini bozması ve ondan vazgeçme hakkı yoktur.

4-  " Kendilerine hayırlı işler yapmayı vahyettik." Yani onlara hayırlı işler -taatleri işleyip haramları terk etmek gibi salih amelleri- yapma emirlerini in­dirdik.

Bu da Cenab-ı Hakk'm Hz. İbrahim'in (a.s.) evlâdını peygamberlik şerefiy­le özellikle şereflendirdiğine delâlet eder. Bu, baba olarak Hz. İbrahim (a.s.) için nimetlerin en büyüklerinden biridir.

5- "Namaz kılmayı"

6-  "Zekat vermeyi vahyettik." Yani onlara farz olan namazı kılmayı, farz olan zekâtı vermeyi vahyettik.

Bu ifade, özel olanın genel olana atfı babındandır. Zira namaz ve zekât ha­yırlı işlerdendir. Bütün ibadetler arasında namaz ve zekât mertebelerinin yü­celiği ve önemine binaen özellikle zikredilmiştir. Çünkü namaz bedenî ibadetle­rin en şereflisidir. Allah Tealâ'yı zikretmek, anmak için emredilmiştir. Zekât ise mali ibadetlerin en şereflisidir. Zekât fakirlerin ihtiyacının görülmesi için emredilmiştir. Her iki ibadette de Allah Tealâ'nın emrinin tazim edilmesi ger­çeği yer almaktadır.

Bu nimetleri saydıktan sonra ve o şahsiyetleri önce salâh (salih kimseler olmaları) sonra imamet (önder ve lider oluşları ve vahye nail oluşları) vasıfla­rıyla tavsif etti ve onların Allah'a kulluk ve ibadet içinde olduklarını açıkladı:

"Onlar ancak bize ibadet eden kimselerdi." Yani Cenab-ı Allah'a huşu ve itaat içerisindeydiler. İtaatkâr ve insanlara emrettiklerini bizzat kendileri de yerine getiren kimselerdi.

Bu ayette de bu peygamberlerin Allah'ın ihsanına ve kendilerine verdiği nimetlere karşı vefakâr olduklarına delil vardır. Allah onlara nimetler ikram edip ihsanla lütufta bulununca onlar da kullukla yani ibadet ve taatle O'na karşı vefakâr oldular. [65]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler Allah'ın Hz. İbrahim'i (a.s.) ateşten kurtardıktan sonra O'na lütfettiği bol nimetlere işaret etmektedir:

1- Küfür ve putperestlik diyarından kurtulup iman ve tevhid diyarına hic­ret etmek. Bu Hz. İbrahim Halil'in kardeşinin oğlu Hz. Lût (a.s.) ile birlikte Irak diyarından Allah'ın kendisine gönderdiği peygamberler ile ve ziraî hayır­ların çokluğuyla bereket kazanan mübarek Şam diyarına hicret etmesiyle ger­çekleşmiştir. Bu diyar peygamberler madenidir, verimliliği ve neması çok, mey­veleri ve tatlı nehirleri bol bir yerdir.

2-  Hz. İbrahim'e (a.s.) zürriyet hibe eden Allah Tealâ, ona duasına icabet etmek üzere İshak'ı bağışladı ve dua etmeksizin Yakub'u fazladan verdi. Bu iuasma ziyade olarak bir bağış idi.

3- Allah, Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Hz. Yakup peygamberlerden herbirini Allah'a itaatte devam eden salih kimseler kıldı.

Beyzavî dördüncüsü olan Hz. Lût (a.s.) buna ilâve edilmesi görüşündedir.

Kurtubî ise şöyle diyor: Allah, onları salih kimseler kıldı. Bu ancak onlar için salâh ve taata muktedir olma hususiyetlerinin yaratılması ile gerçekleşir. Sonra kulun elde ettiği vasıflar da Allah'ın yarattığı hususlardır.

4- Allah, onları hayırlı işlerde ve salih amellerde kendilerine uyulacak li­derler kıldı. Onlar Allah'ın emirleriyle ve kendilerine indirdiği vahiy, emir ve nehiylerle amel ederler. İnsanları Allah'ın kendilerine verdiği emirle Allah'ın hak dinine hidayat ederler, onları tevhide çağırırlar.

5- Kendilerine, ibadet ve taat yapmalarının vahyedilmesi.

6- Kendilerine, bedenî ibadetlerin en şereflisi olan namaz kılmanın emre-iılmesi.

7- Yine malî ibadetlerin en şereflisi olan ve farz olan zekâtın vahyedilmesi.

Onlar kulluk ile meşgul olup, Allah'ın emirlerine itaat edici idiler. Nasıl Icnab-ı Hak ihsan ve nimet verme hususundaki rububiyet ahdini tam mana-sjla yerine getirmişse onlar da kulluk ahdinde, ibadet ve taatle meşgul olma 5 :Iunda vefakâr oldular. [66]

 

Hz. Lut (a.s.) Kıssası:

 

74-  Lût'a gelince, Biz ona da hüküm (peygamberlik) ve ilim verdik. Onu halkı iğrenç işler yapan kasabadan kurtardık. Onlar gerçekten kötü bir kavim idiler, itaatsiz kimseler idiler.

75- Biz Lût'u rahmetimize gark ettik. O gerçekten salih kimselerdendir.

 

Belagat:

 

"Biz O'nu rahmetimize gark ettik." ibaresi mecaz-ı mürsel olarak mahalliy-ye alâkası vardır. Yani onu cennete koyduk demektir. Çünkü cennet rahmetle­rin indiği yerdir. [67]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Lût'agelince," Hz. Lût (a.s.) Hz. İbrahim'in (a.s.) kardeşinin oğludur. "Biz ona da hüküm" hikmet veya peygamberlik yahut hasımlar arasında karar ver­me hususiyeti "ve ilim" peygamberler için bilinmesi gerekli şeylerin bilgisini "verdik."

"Onu" halkı "iğrenç işler yapan" livata (homoseksüellik) gibi pis işlerle uğra­şan "kasabadan" Hz. Lût'un (a.s.) gönderildiği Sodom kasabasından "kurtardık."

"Onlar gerçekten kötü bir kavim idiler." Bu cümle önceki cümlenin illetini, sebebini belirtmektedir.

"Biz onu" yani Lût'u "rahmetimize gark ettik." Yani rahmetimize ehil kıl­dık, yahut cennetimize koyduk.

"O gerçekten" daha önceden bizim mükâfatamıza lâyık kılman "salih kim­selerdendir. "[68]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak Hz. İbrahim'e (a.s.) verdiği nimetleri beyan ettikten sonra, aralarında yakınlık bulunması ve peygamberlikte müşterek olmaları sebebiyle Hz. Lût'u (a.s.) zikretti.

Hz. Lût (a.s.), Lût b. Haran b. Âzer idi. Lût (a.s.) Hz. İbrahim'e iman edip ona tabi olmuş, onunla birlikte hicret etmişti. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle bu­yurmaktadır:

"Lût ona -ibrahim'e- iman etti. ibrahim de: Ben Rabbime -Rabbimin em­rettiği yere- hicret ediyorum, dedi." (Ankebût, 29/26). [69]               

 

Açıklaması

 

"Lût'a gelince, biz ona hüküm ve ilim verdik." Yani Allah Lût'a (a.s.) pey­gamberlik ile hikmet yani yapılması gerekli olan emirler ve hüküm yani insan­lar arasındaki dâvalarda güzel karar verme hususiyeti verdi. Yine ona peygam­berler için gerekli ilim verdi. Yani akide, ibadet ve Allah Tealâ'ya itaat ile ilgili hususları öğretti. Onu Sedum (Sodom) kasabası ile o kasabaya bağlı 7 köye gönderdi. Bu kasabaların halkı ona muhalefet edip yalanladılar. Allah da Kur'an-ı Kerimin değişik yerlerinde haber verdiği gibi onları helak etti.

Lût'a verilen iki nimetten hüküm ve ilimden başka bir üçüncü nimet daha vardır. O da şudur:

"Biz onu halkı iğrenç işler yapan kasabadan kurtardık." Yani Allah Lût'u en tehlikelisi livata olan pek çok çirkin işler işleyen Sedum (Sodom) kasabası halkının uğradığı azaptan korudu. Bu azabın sebebi de Cenab-ı Hakk'm buyur­duğu gibi şu idi:

"Onlar gerçekten kötü bir kavim idiler." Yani onlar Allah'a itaatin dışına çı­kan, ona isyanda bulunan, masiyet işleyen çirkin ve iğrenç bir topluluk idiler.

Hz. Lût'a (a.s.) verilen dördüncü nimet ise şudur: "Biz Lût'u rahmetimize gark ettik." Yani onu rahmetimiz ehlinden kıldık yahut cennetimize koyduk.

Nitekim sahih bir hadis-i şerifte varid olduğu gibi, Allah (c. c.) cennete şöyle dedi: "Sen benim rahmetimsin, ben seninle kullarımdan dilediğime rah­met ederim."

Yine denilmiştir ki: Rahmet peygamberliktir veya sevaptır. Rahmetin se­bebi de yine Cenab-ı Hakk'm buyurduğu şu husustur:

"O gerçekten salih kimselerdendir." Yani salih amel işleyen, emirleri yap­mak, nehiylerden kaçınmak suretiyle itaati yerine getiren kimselerdendir. [70]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Allah Tealâ Lût'a (a.s.) dört nimet verdi. Bu nimetler şunlardır:

1- Hüküm yani peygamberlik ve hikmet yani yapılması gerekli olan şeyle­rin bilgisinin verilmesi.

2- Faydalı ilmin öğretilmesi. Bu da dinin emirlerini ve davalılar arası hü­küm verilecek hususları bilmektir.

3- Halkının livata gibi çirkin işler yapması sebebiyle, kasabalara gönderi­len azaptan kurtarılması. Çünkü onlar Allah'a itaatin dışına çıkmış, fasık, kö-îâ bir kavim idiler.

4- İlâhî rahmetlerin yağdığı ebediyet cennetlerine sokulması. Çünkü o Al­lah'a iman eden, Rabbine itaat eden, O'nun emrine uyup nehyinden kaçınan sarih kimselerden biri idi. [71]

 

Hz. Nuh (A.S.) Kıssası

 

76-  Nuh'a gelince, daha önce o da bize dua etmişti. Biz de onun duasını kabul etmiş, onu ve aile halkını o büyük sı­kıntıdan kurtarmıştık.

77- Ayetlerimizi yalanlayan kavme kar­şı biz ona yardım etmiştik. Gerçekten onlar kötü bir kavim idi. Bu yüzden biz de hepsini tufanda boğduk.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Nuh'a gelince..." Yani Nuh'u da hatırla. Hani "daha önce" zikredilen pey­gamberlerden İbrahim ve Lût'tan önce "o da bize dua etmişti." Kavminin helak olması için beddua etmi. "Biz de onun duasını kabul etmiş, onu ve aile halkını" gemiye alarak "o büyük sıkıntıdan" Tufan'dan ve boğulmaktan, kavminin ezi­yetinden "kurtarmıştık."

Risaletimize delâlet eden "Ayetlerimizi yalanlayan kavme karşı biz ona yardım etmiştik." Onu muzaffer kılmıştık. "Gerçekten onlar kötü bir kavim idi. Bu yüzden" hem hakkı yalanlamaları hem de şerre iyice dalmaları gibi iki şe­yin birleşmesi sebebiyle "biz de hepsini tufanda boğduk." Bu iki haslet bir ka­vimde birleşmişse Allah onları helak etmiştir. [72]

 

Ayetler Arası İlişki

 

"Ebu'l-Enbiya" (peygamberler babası) olan Hz. İbrahim (a.s.) ile yakını Hz. Lût (a.s.) kıssasını beyan ettikten sonra Allah Tealâ "Ebu'l-beşeris-sani" (insanlığın ikinci babası) sayılan Hz. Nuh (a.s.) kıssasını zikretti. Zira tufan­dan sonraya kalanların tamamı Hz. Nuh (a.s.) neslindendi. Hz. İbrahim (a.s.) ile Hz. Nuh (a.s.) Ulül-azm (azimet sahibi) olan rasullerdendir. [73]

 

Açıklaması

 

"Nuh'a gelince..." Yani ey peygamber Hz. Nuh'un (a.s.) yalanladığı zaman kavmine bedduada bulunarak Rabbine yalvardığı vakti hatırla: "Nuh da Rab-bine, ben mağlup oldum bana yardım et! diye dua etmişti." (Kamer, 54/10). "Nuh şöyle dedi: Ey Rabbim! kâfirlerden yeryüzünde dolaşan tek kişi bırakma." (Nuh, 71/26) Bu senden de -Ey habibim- İbrahim ve Lût'tan da önce idi.

"Onun duasını kabul ettik. Onu ve aile halkını o büyük sıkıntıdan kurtar­dık." Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Nuh'a, her hayvan türünden birer çift, daha önce helakini hükmettiğimiz kimseler hariç aile fertlerini ve iman edenleri gemiye yükle, demiştik. Zaten onunla beraber ancak pek az kimse iman etmişti. "(Hûd, 11/40). Onları tufanda boğulmaktan, şiddetten ve eziyetten kur­tardık.

Bu olay da kavmi arasında 950 (dokuzyüz elli) sene kalıp onları Allah'a davet ettikten sonra olmuştu. Hz. Nuh'a (a.s.) kavminden pek az kişi iman et­mişti.

"Ayetlerimizi yalanlayan kavme karşı biz ona yardım etmiştik." Yani onu galip kılmıştık. Hüzeyl lehçesine göre: "Allah'ım ona onlara karşı yardım eyle." demek, "Onu onlara karşı muzaffer ve galip eyle. "demektir.

"Gerçekten onlar kötü bir kavim idi. Bu yüzden biz de hepsini tufanda boğ­duk." Yani onların helak olmalarının sebebi peygamberlerini yalanladıkları için kötü kavim olmaları idi. Bundan dolayı onların cezaları da Allah'ın küçük büyük hepsini helak etmesi olmuştur. Küfürlerinde ısrar etmeleri, peygambere eziyet etmeye kalkışmaları nesil nesil, dönem dönem Hz. Nuh'a (a.s.) muhale­fet etmek ve onun emrine isyan etmek üzerine birbirlerine tavsiyede bulunma­ları ardından peygamberlerinin kendilerine beddua etmesi sebebiyle onlardan hiçbir kimse kalmamıştır. [74]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bir ümmetin veya bir kavmin toptan helak edilmesi şeklindeki azaptan alınacak ibretler ve çok derin öğütler vardır.

Nuh kavmi putlara tapmaktan asla vazgeçmeyen, küfürde ısrar eden, Hz. Nuh'un davetine ve risaletine karşı inatçılık eden kimselerdi. Allah da onları bütün dağları ve ovaları kaplayan tufanla helak etti.

Bunun sebebi kendilerine yaklaşık on asır (950 yıl) gibi çok uzun bir müd­det sabretmesine rağmen peygamberlerini yalanlamaları ve ona eziyette bu­lunmalarıdır.

Nihayet Nuh (a.s.) zafere erdi. Allah onu ve sayıları pek az olan müminleri kurtardı.

Emir ve hikmet Allah'a aittir. Göklerin ve yerin hazineleri Onun elinde­dir. Ondan sadece hayır ve adalet sadır olur. O kullarından hiçbir kimseye zul­metmez. Allah onlarda hayır olacağını bilseydi onlara azap etmez ve onları he­lak etmezdi. Ahirette de cehennem azabıyla karşılaşacaklardır.

Razî'nin zikrettiği gibi bütün tahkik ehli alimler Hz. Nuh'un kavmine yap­tığı bedduanın Allah'ın emriyle olduğunda icma ve ittifak etmişlerdir. Aksi tak­dirde bu durum zarar vermekte aşırı gitme ve peygamberlik vasıflarında eksik­lik sayılırdı. [75]

 

Hz. Davud (A.S.) Ve Hz. Süleyman (A.S.) Kıssası

 

78-  Davut ve Süleyman'a gelince, bir kavmin koyunları ekine zarar vermiş, onlar da bu ekin hakkında hüküm ver­mişlerdi. Onların verdikleri hükme biz şahit olmuştuk.

79- Biz bunu (bu meselenin hükmjjnü) Süleyman'a ilham etmiştik. Biz onlar­dan her birine hüküm (peygamberlik) ve ilim vermiştik. Teşbih eden dağları ve kuşları Davud'un emrine verdik. Bu­nu ancak biz yaparız.

80-  Biz Davud'a sizi savaşta korumak için zırh yapma sanatını öğrettik. Artık siz şükredecek misiniz?

81-  Süleyman'a da fırtına halinde esen rüzgâr verdik. Rüzgâr O'nun emriyle bereketli kıldığımız diyara eserdi. Biz her şeyi gayet iyi biliriz.

82-  Şeytanlar arasından Süleyman için denizde dalgıçlık yapan ve daha başka işler yapanlar da vardı. Biz onları göze­tim altında tutuyorduk.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Davud ve Süleyman'a gelince..." Onların da kıssalarını hatırla. Hani "bir kavmin koyunları ekine" mahsulâta yahut salkımları sarkmış üzüm bağına "zarar vermiş" geceleyin ağıllarından çıkarak çobansız dolaşmışlar ve mahsulâ­ta zarar vermişlerdi, "onlar da bu ekin hakkında hüküm vermişlerdi. Onların" verdikleri "hükümlerine biz şahit olmuştuk." Yani biz hükümlerini biliyorduk.

"Biz bunu..." Buradaki zamir sadır olan fetvaya racidir. Yani bu meselenin fetvasını "Süleyman'a ilham etmiştik." Hz. Davud ile Hz. Süleyman'ın (a.s.) hükmü içtihat neticesi idi. Sonra Hz. Davud (a.s.) Hz. Süleyman'ın (a.s.) hük­müne döndü. "Biz onlardan her birine hüküm" yani peygamberlik ve din işle­rinde "ve ilim vermiştik."

Ya lisan-ı halleriyle yahut kendilerine verilen bir sesle yahut Allah'ın kendilerine belirli bir dille ses yaratması suretiyle onunla birlikte "teşbih eden dağları ve" yine onunla birlikte onun emriyle istirahat vaktinde teşbih eden "kuşları Davud'un emrine verdik. Bunu ancak biz yaparız." Onunla birlikte teşbih etmeye hazır hale getiririz. Bu durum dağların ve kuşların Hz. Davud (a.s.) ile birlikte teşbih etmesi size göre acaib olsa da bizim için garip bir şey değildir.

"Biz Davud'a sizi savaşta" düşmanlarınıza karşı "korumak" himaye etmek ve savunmak "için savaş elbisesi (zırh) yapma sanatını öğrettik." İlk zırh yapan Hz. Davud (a.s.) idi.

"Artık siz" Ey Mekke'liler! Rasulü tasdik etmek suretiyle nimetime "şükre­decek misiniz1?" Çünkü sizin bana şükretmeniz bu şekilde olur. "Artık şükrede­cek misiniz?" ifadesi mübalağa ve tehdit manasında soru şeklinde emirdir.

"Süleyman'a da" yani onun emrine de "fırtına halinde" şiddetle "esen rüz­gârı verdik." Rüzgâr diğer bir ayette yer aldığı gibi gayet yumuşak, hafif ve hoş bir rüzgâr oldu. Dolayısıyla bu iki vasfı bir arada topladı. Hem yumuşak hoş bir rüzgar, hem de fırtına gibi süratli esen bir rüzgâr oldu.

"Rüzgâr onun emriyle bereketli kıldığımız diyara" yani Şam diyarına doğ­ru "eserdi. Biz her şeyi gayet iyi biliriz." Dolayısıyla hikmetin gerektirdiği şekil­de karşılığını veririz. Allah Tealâ Süleyman'a verdiği bu nimetin onu Rabbine karşı mütevazi olmaya sevkedeceğini gayet iyi biliyordu.

"Şeytanlar" cinler "arasından" bir kısmını da yine onun emrine verdik. "Süleyman için dalgıçlık yapan" denize girip oradan Süleyman için mücevher­ler çıkaranlar vardı. Ayette geçen gavs kelimesi inci çıkarmak için denizlerin derinliklerine inmek demektir. Dalgıçlıktan başka şehirler, köşkler bina etmek ve garip sanatlar icat etmek gibi "daha başka işler yapanlar da vardı."

"Biz onları" onun emrinden sapmasınlar ve yaptıklarını bozmasınlar diye "gözetim altında tutuyorduk." Çünkü cinler bir işi bitirdikten sonra başka bir işle uğraşmazlarsa yaptıkları işi bozarlardı. [76]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu kıssada da bundan önceki kıssada olduğu gibi Hz. Davud ve Hz. Süleyman'a (a.s.) verilen büyük nimetler sayılmaktadır.

Cenab-ı Hak önce aralarındaki ortak nimeti yani her ikisinin de ilim ve anlayış nimetiyle süslendiklerini zikrederek şöyle buyurdu: "Biz her birine de hüküm ve ilim vermiştik." Burada diğer bütün nimetlerden önce ilmin zikredil­mesi sebebiyle ilmin şerefine işaret edilmektedir.

Daha sonra ayrı ayrı herbirine ait hususî surette verilen nimetleri zikret­ti Hz. Davud'a (a.s.) kendisiyle birlikte teşbih etmek üzere dağlar ve kuşlar verilmiş ve zırh sanatı öğretilmişti. Hz. Süleyman (a.s.) rüzgârın emrine verilmesi inci ve mercan çıkarmak üzere denizlerin derinliklerine dalmak ve şehirler köşkler bina etmek, büyük kazanlar, binalar ve heykeller yapmak üzere şeytanrların (cinlerin) emrine verilmesi nimetine nail olmuştu. [77]

 

Açıklaması

 

Allah Tealâ ekin sahibi ile çoban arasında hüküm verme kıssasını zikretti. Sonra da Hz. Davud (a.s.) ile Hz. Süleyman'ın (a.s.) herbirine verilen değerli ni­metleri zikretti.

Bu hüküm verme kıssasına gelince: Razî'nin ve pek çok müfessirlerin ifa­de ettikleri gibi olay şu şekilde meydana gelmiştir.

Bir koyun çobanı koyunlarını geceleyin bir çiftçinin mahsulünde otlatmış-tı. Çoban ve mahsul sahibi, Hz. Davud'dan (a.s.) aralarında hüküm vermesini istediler. Hz. Davud koyunların mahsul sahibine verilmesine hükmetti.

O sırada 11 yaşında olan oğlu Hz. Süleyman bundan başka daha yumuşak bir hüküm verilebilir, dedi. Koyunların mahsul ehline verilmesini ve mahsul sahiplerinin koyunların sütlerinden, kuzularından ve yünlerinden yararlanma­larını, mahsulün de koyunların sahiplerine verilmesini, onların da bahçenin eski haline dönünceye kadar istenen şeyi yerine getirmelerini, nihayet her iki tarafın mallarını geri almalarını emretti. Hz. Davud (a.s.) ile Hz. Süleyman'ın (a.s.) bu hükümleri içtihat neticesi idi.

Bizim şeriatımıza göre bu olayın hükmü şöyledir: İmam Şafiî'nin görüşüne göre: Geceleyin telef olunan maldaki zararın ödenmesi vaciptir. Zira normal olan ağıldaki hayvanların geceleyin bağlı tutulmasıdır. Peygamberimiz (s.a.) Bera'nın devesi bir bahçeye girip orada zarar verince bu şekilde hüküm vermiş ve şöyle buyurmuştu: "Mal sahipleri mallarını gündüz korumalıdırlar, ehil hayvan sahipleri de hayvanlarını gece korumalıdırlar."^

İmam Ebu Hanife'nin görüşüne göre: Hiçbir şekilde zararın ödenmesi gerekmez. Ancak bu hayvanların yanında koruyucu bir bekçi olmalıdır. Bu gö­rüş için şu hadis delil gösterilmiştir:

"Dilsizin yaraladığı boş yeredir." Yani hayvanın telef ettiği şey hederdir. Bunda zararın ödenmesi yoktur.(2)

Bu hüküm hakkındaki Kur'an nassı da şu şekildedir:

"Davud ve Süleyman'a gelince..." Yani Ey Rasulüm! Davud ve Süleyman'ın kıssalarını da hatırla. Başkasına ait koyunların geceleyin ekine girip zarar ver­mesi üzerine o ekin hakkında hüküm vermişlerdir. Allah da Hz. Davud'un (a.v.) ve Süleyman'ın hükmüne şahit olup gayet iyi bilmektedir. Hiçbir şey O'na gizli kalmaz.

Ancak Cenab-ı Hak Hz. Süleyman'a (a.s.) meseleyi, hükmü ve tercih edile­cek doğru fetvayı mefhum kıldı. Bundan dolayı onun görüşü daha doğru oldu. Ayrıca Cenab-ı Hak Hz. Davud (a.s.) ile Hz. Süleyman'dan (a.s.) her birine pey­gamberlik, davalarda güzel hüküm verme, ilim, anlayış ve meseleleri doğru id-

1-  Bu hadis-i şerifi İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Davud ve İbni Mace, Hıram b. Sa'd b. Muhayyısa'dan rivayet etmişlerdir.

2- Bu hadis-i Şerifi Kütüb-i Sitte sahipleri ve İmam Ahmed b. Hanbel Ebu Hureyre'den (r. a.) rivayet etmişlerdir.

rak etme hususiyeti vermiştir. Bu da her iki hükmün genel olarak ikrar edildi­ğine ve doğru olan -Hz. Süleyman'ın (a.s.) hükmettiği gibi- tek olsa da müçtehi-din hatasının bir kusur sayılamayacağına delâlet etmektedir. "Biz bu mesele­nin hükmünü Süleyman 'a ilham etmiştik." ifadesi Allah'ın ona daha küçükken yaptığı lütfü ortaya koymaktadır.

İbnül-Arabî diyor ki: Cenab-ı Hak "ikisi hüküm vermişlerdi" ifadesiyle iki­sinin birlikte hüküm verdiklerini murad etmemiştir. Zira aynı hüküm üzerine iki hakimin hükmü caiz olmaz. Onlardan her biri yalnız başına hüküm vermiş­ti. Hz. Süleyman (a.s.) ise bunun özünü anlamış idi.[78]

 

Allah Tealâ'nın Hz. Davud'a (a.s.) Verdiği Nimetleri:

 

1-  "Biz teşbih eden dağları ve kuşları Davud'un emrine verdik. Biz bu şe­kilde yaparız." Yani Allah Zebur kitabını okurken sesinin güzelliği sebebiyle Hz. Davud (a.s.) ile birlikte Allah'ı teşbih ve takdis etmek üzere dağları ve kuş­ları Hz. Davud'un (a.s.) emrine verdi. Hz. Davud (a.s.) Zebur'u terennüm ettiği vakit kuşlar havada durur, ona cevap verirler, dağlar ona teşbihle katılırlardı. Bu da onun hissiyatına ve duygularına daha çok tesirli olur, teşbihte devam ederdi.

Peygamberimiz (s.a.) Ebu Musa el-Eş'arî'nin (r. a.) Kur'an tilâvetini din­lerken onun sesini şu şekilde tavsif etmişti: İmam Ahmed, Nesaî ve İbni Ma-ce'nin Ebu Hureyre'den (r. a.), Nesaî'nin Hz. Aişe'den rivayet ettiği hadis-i şe­rifte Efendimiz (s.a.) Ebu Musa el-Eş'arî'ye hitaben şöyle buyurdular: "Sana Davud ailesinin mizmarlarından (nağmelerinden) bir mizmar (nağme) verildi."

Ayette dağlar kuşlardan önce zikredilmiştir. Çünkü onların emir altına ve­rilmesi ve teşbih etmeleri daha hayret verici olup ilâhî kudrete daha fazla delâ­let etmekte, mucize yönünden daha parlak ve beliğ bir özellik taşımaktadır. Zi­ra dağlar cansızdırlar, kuşlar ise konuşamayan canlılardır.

Dağların ve kuşların konuşması, tıpkı ağaç Hz. Musa'ya konuştuğu zaman ağaçta kelâmı yaratması gibi Allah'ın dağlarda ve kuşlarda kelâmı yaratmasıy-la olur. Hz. Davud (a.s.) Rabbini zikrettiği zaman dağlar ve kuşlar da onunla birlikte Rablerini zikrederler.

Bunun için Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Bunu ancak biz yaparız." Yani bu size garip gelse de biz bunu yapmaya muktediriz.

Bu ayetin bir benzeri de şudur: "Hiçbir şey yoktur ki hamd ile Allah'ı teş­bih etmesin. Ne var ki siz onların teşbihini anlamazsınız." (İsra, 17/44).

2-  "Biz Davud'a sizi savaşta korumak için zırh yapma sanatını öğrettik. Artık şükredecek misiniz?" Yani biz Davud'a size savaş elbisesi olmak üzere zırh yapma sanatını öğrettik.

Zırhlar daha önce sadece saç levha şeklinde idi. Hz. Davud (a.s.) ilk defa zırhları halka halka yapan kimsedir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Davud'a demiri yumuşak kıldık. Biz Davud'a: Geniş zırhlar imal et, doku­masını ölçülü ve sağlam yap diye vahyettik." (Sebe, 34/11). Yani halkayı geniş yapma, çivileri da sert ve kalın yapma, dedik. Bu sizi, çarpışma esnasında sa­vaşın şiddetinden, yaralama, öldürme ve vurmadan koruması ve himaye etme­si içindir. Hz. Davud'a (a.s.) bunu sırf sizin için öğretmesi sebebiyle Allah'ın üzerinizdeki nimetine artık şükredecek misiniz?

Bu ifade mübalağa ve tehdit için manası emir olan bir istifhamdır. Yani bu sanat sebebiyle Allah'a şükredin demektir.

Burada ilk defa zırh yapanın Hz. Davud (a.s.) olduğuna, sonra diğer insan­ların ondan öğrendiğine ve bu sanatı, ondan alıp nesilden nesile aktardıkları­na, dolayısıyla bu nimetin kâinatın sonuna kadar bütün savaşçılara şamil bir nimet olduğuna delâlet vardır. [79]

 

Allah Tealâ'nın Hz. Süleyman'a (a.s.) Verdiği Nimetler:

 

Cenab-ı Hakk'ın Hz. Süleyman'a (a.s.) verdiği nimetler ise Katade'nin ifa­desiyle, Allah Tealâ'nın Hz. Süleyman'ı (a.s.) Hz. Davud'un (a.s.) mülkünde ve peygamberliğinde varisi kılmasıdır. Buna iki şeyi daha ilâve etti: Rüzgârların ve şeytanların da O'nun emrine verilmiş olması.

1- "Süleyman'ın emrine de fırtına halinde esen rüzgârı verdik." Yani biz şiddetle ve süratle esen rüzgârı Süleyman'ın emrine verdik. Rüzgârı ona itaat­kâr ve boyun eğen, aynı zamanda latif ve yumuşak kıldık. Rüzgâr onun emriy­le eser, onun hükmüne boyun eğer, onu mukaddes ve mübarek diyarın -Şam di­yarının- her tarafına götürürdü. Hz. Süleyman (a.s.) ashabıyla birlikte sabah diledikleri tarafa doğru çıkıp giderler. Sonra -rüzgâr sayesinde- aynı gün evle­rine dönerlerdi. Yani bu rüzgâr iki özelliği bir arada taşıyordu: Yumuşak oluşu ve vazifesinde süratli oluşu, aynı zamanda Hz. Süleyman'a (a.s.) itaat edip onun istediği tarafa esmesi.

"Biz her şeyi gayet iyi biliriz." Yani Allah her şeyi ve her şeyin idaresini ga­yet iyi bilir. Allah ona mülk ve nübüvveti vermiş ve rüzgârı onun emrine hazır hale getirmiş ise onda bulunan hikmet, maslahat ve liyakati bildiği içindir. Hz. Süleyman'ın ve kendilerine bu nimetler verilen kavmi buna şükredecekler ve bu zahir mucizeleri idrak edeceklerdir.,

Rivayet edildiğine göre Hz. Süleyman'ın (a.s.) tahtadan bir yaygısı vardı. Ülkesinin ihtiyacı olan at, deve, çadır ve asker gibi her şey bu yaygının üzerine konur, sonra rüzgâra bunu taşımasını emreder, rüzgâr da bu yaygıyı taşır ve yürütürdü. Kuşlar ise bunları sıcaklıktan korumak için gölge yaparlar, böylece yeryüzünde Hz. Süleyman'ın (a.s.) dilediği yere gider, yaygı iner ve aletleri yere konurdu.[80]

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Biz Süleyman'ın emrine rüz­gârı vermiştik. Rüzgâr onun emriyle onun istediği yere kolayca eser giderdi." (Sad, 38/36). "O rüzgâr estiğinde sabahleyin bir aylık yola gider, akşamleyin bir aylık yoldan dönerdi." (Sebe, 34/12).

2- "Şeytanlar arasından Süleyman için denizde dalgıçlık yapanlar da var­dı. " Yani Şeytanlardan bir gurubu inci, mercan, mücevherat v.b. şeyler çıkart­mak için denizlerin derinliklerine dalmak üzere Süleyman'ın (a.s.) emrine ver­dik.

"... ve daha başka işler yapanlar da vardı." Yani şeytanlardan bir kısmı da Hz. Süleyman (a.s.) için şehirler, köşkler, saraylar, heykeller ve büyük kazanlar v. s. yaparlardı. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Her bina ustası ve dalgıç şeytanları, ayrıca birbirlerine zincirlerle bağlanmış diğer şeytanları da Süleyman'ın emrine âmâde kılmıştık." (Sad, 38/38); "Onlar Süleyman'ın istedi­ği gibi saraylar, heykeller ve havuzlar kadar büyük çanaklar ve sabit kazanlar yaparlardı." (Sebe, 34/13); Sanatlardan da değirmen aletleri, kristal eşya ve sa­bunlar yapıyorlardı.

"Biz onları gözetim altında tutuyorduk." Yani onların amellerini gözetiyor­duk. Onlardan birinin Hz. Süleyman'a bir kötülük yapmasından onu koruyor­duk. O'na onların üzerinde mutlak bir hâkimiyet verdik. Dilerse serbest bıra­kır, dilerse onlardan dilediğini tutardı. Bunun için az önce zikri geçen ayette: "... ayrıca birbirlerine zincirlerle bağlanmış diğer şeytanları da..." buyurulmuştur. [81]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler aşağıdaki hükümleri bulunmaktadır:

1- Hak ve doğru olan tektir, birden fazla olmaz. Zira Hz. Süleyman'ın (a.s.) hükmü en doğru idi. Ancak içtihatta hata edilmesinde engel yoktur. Kim içti­hat eder, isabet ederse onun için iki ecir vardır. Kim içtihat eder, hata ederse onun için bir ecir vardır. Fakat içtihattan önce hükmetmek ittifakla caiz değil­dir. Müçtehid olayın meydana geldiği anda yeniden incelemelidir. Birincisinde gördüğünün aksine ikinci defa farklılık olabileceği için müçtehit eski içtihadına dayanmamalıdır.

Sahih-i Buharî'de Amr b. As (r. a.) rivayetiyle Peygamberimiz'in (s.a.) şöy­le buyurduğu sabittir: "Hâkim (hüküm veren) içtihat eder ve (bu içtihadında) isabet ederse iki ecir alır, içtihat eder ve (bu içtihadında) hata ederse bir ecir alır."

Sahih Sünenlerde şu hadis yer almaktadır: "Kadılar üç çeşittir. Biri cen­nette diğer iki kadı cehennemdedir. Hakkı bilip onunla hükmeden cennettedir. İnsanlar arasında bilgisizlikle hükmeden kimse cehennemdedir. Hakkı bilip de ona aykırı olarak hükmeden kimse de cehennemdedir."

Hasan-ı Basrî diyor ki: Bu ayet (Enbiya, 79) olmasaydı bütün kadıların helak olacaklarını ileri sürerdim. Fakat Cenab-ı Hak Hz. Süleyman'ın (a.s.) doğruluğunu övmüş, içtihadı sebebiyle Hz. Davud'u (a.s.) mazur görmüştür.

Kur'an-ı Kerim'de zikredilen bu kıssaya benzer bir olay da şöyledir: İmam Ahmed Müsnedinde, Buharî ve Müslim Sa/»Merinde ve Nesaî Süneninde Ebu Hureyre'den (r.a.) peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisini rivayet etmektedirler:

"İki kadın yanlarında birer çocukla birlikte yürürlerken ansızın bir kurt gelip iki çocuktan birini kaptı. Kadınlar Davud'a (a.s.) hükmetmesi için geldi­ler. Davud (a.s.) çocuğun yaşlı hanıma ait olduğuna hükmetti. Kadınlar dışarı çıktılar. Süleyman (a.s.) onları çağırdı ve yeniden hükmetti.

-Bıçak getirin. Bu çocuğu ikiniz arasında pay edeceğim, dedi. İki kadından genç olanı:

-Allah sana rahmet ihsan eylesin. Çocuk o kadının olsun. Çocuğu parçala­ma dedi. Süleyman (a.s.) çocuğun genç kadına verilmesine hükmetti."

Geceleyin mahsule zarar veren çobanın hükmü bizim şeriatımıza göre şu şekildedir:

Cessas diyor ki: Hz. Davud (a.s.) ile Hz. Süleyman'ın (a.s.) verdikleri bu hükmün mensuh olduğu hususunda ilim ehli arasında ihtilâf yoktur. Bunun sebebi Hz. Davud'un (a.s.) koyunların ekin sahibine verilmesi şeklinde hük­metmiş olmasıdır. Hz. Süleyman (a.s.) da koyunların yavrularının ve yünleri­nin ekin sahibine verilmesi şeklinde hükmetmiştir. Koyunu bir kimsenin ekini­ne zarar veren kimsenin koyununu ekin sahibine teslim etmesi, yahut kuzula­rını veya yünlerini vermesinin vacip olmadığı hususunda müslümanlar arasın­da hiçbir ihtilâf yoktur.[82]

Bizim fakih alimlerimizin görüşüne göre fetva şöyledir:

İmam Malik, İmam Hanife ve İmam Şafiî'ye göre koyun v.b. hayvanların gündüz yaptıkları zarardan dolayı hayvan sahipleri herhangi bir tazminat öde­mezler.

İmam Leys diyor ki: Hayvan sahipleri gece de gündüz de tazminat öder.

Bu hayvanların gece verdikleri zarar konusunda alimlerin meşhur iki gö­rüşü vardır:

Cumhurun (Malikîler, Şafiîler ve Hanbelîlerin) görüşüne göre Peygamberi-miz'in (s. a. v.) Berâ'nın devesi hakkında verdiği hükümle amel edilerek hay­vanların geceleyin verdikleri zararın ödenmesi gerekir. Zira geceleyin hayvan­ları korumak bunların sahiplerine aittir. Burada geçen hadis "özel" bir duruma işaret etmektedir. "Dilsizin yaraladığı hederdir." Yani hayvanın telef ettiği şey hederdir, hadisi umumîdir. Hususî olanın umumî olana tercih edilmesinde hiç­bir ihtilâf yoktur. Zira bir şeyi telef eden kimse tazminat ödemekle yükümlü­dür. Tazminat da değerini ödemekle olur. İsterse -bu misalde- hayvanların de­ğerinden fazla olsun.

İmam Ebu Hanife'nin görüşüne göre hayvanların gece veya gündüz telef ettiği şeylerin tazminatı yoktur. Az önce geçen "Dilsizin yaraladığı hederdir." hadisi buna delildir.

2- İbnü'l-Arabî diyor ki: Bir kimse başkasına zarar vermemek üzere kendi­sinin yararlanacağı bir şeyi edinmek isterse buna imkân tanınır. Meselâ: Arı, güvercin, kaz, tavuk ve büyük baş ehlî hayvanlar gibi.

Ancak başkasına zarar vermek suretiyle ondan yararlanacaksa buna fır­sat verilmez. Peygamberimiz (s.a.) İmam Ahmed ve İbni Mace'nin İbni Ab-bas'tan (r.a.) rivayet ettikleri hadiste "Zarar vermek da zarara uğramak da yoktur." buyuruyor.

3- Hatalı hüküm veren kimse içtihad, sünnet, kıyas ve geçmişte selefin verdiği hükümleri bilirse bir ecir kazanmış olur. Çünkü onun içtihadı ibadettir. Hata üzerine ecir kazanmaz, bilâkis sadece günahı silinir.

İçtihada ehil olmayan kimse tekellüfte bulunmuş olur. Hükümdeki hatası sebebiyle mazur olmaz, bilâkis az önce geçen "Kadılar üç çeşittir." hadisine bi­naen büyük günah işlemiş olmasından korkulur.

İbnü'l-Münzir diyor ki: Müçtehid hatası sebebiyle değil, doğruyu araştır­ma gayreti sebibiyle ecir kazanır. 79. ayet bunun delilidir.

4- Fakihlerin çoğunluğu diyorlar ki: "Biz bunun hükmünü Süleyman'a il­ham etmiştik."ayetinin delaletiyle, müçtehidlerin görüşlerinde hak tektir. Bü­tün sözler hak değildir. Zira burada sadece Süleyman (a.s.) anlayışlı olmakla nitelendirilmiştir. Her ikisi de isabetli olsa sadece Hz. Süleyman'ın (a.s.) anla­yışlı kılınması ve ona ilham verilmesinin hiçbir anlamı olmazdı.

5- Peygamberler içtihad edebilirler mi? Alimler peygamberlerin içtihad et­melerinin caiz olup olmayacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bir kısmı bunu kabul etmemiş, tahkik ehli olan alimlerin çoğunluğu bunu caiz görmüşlerdir.

Zira bu konuda aklî yönden bir imkânsızlık söz konusu değildir. İçtihad şer'î bir delildir. Peygamberlerin bu delili kullanmasına hiçbir engel yoktur. Al­lah Telalâ "İbret alın." (Haşr, 59/2) buyurmaktadır. Bu emir ibret alması için herkese verilen bir emirdir. Bu Rasulullah'ı (s.a.) da içine almaktadır.

Çünkü kendisine kıyas yapılan asıldaki hükmün bir mana ile illetli olduğu kanaati kendisine hakim olsa, sonra bu mana bir başka şekilde bulunsa mutla­ka hükmünde tali hususun aslı gibi olduğu kanaati hakim olmalıdır.

Ayrıca ilimde en yüksek derece olan "içtihad" yetkisi alimler için caiz olur­sa peygamberimiz (s.a.) için caiz olmayan şey onun ümmetinden herhangi bir kimse için sabit olmuş olur ki bu da akla aykırıdır.

6- Bu ayette hakimin hükmettiği şeyden başka bir şeyin hak olduğu orta­ya çıkarsa bu hükmünden dönmesinin caiz olduğuna delil vardır. Hz. Davud (a.s.) Hz. Süleyman'ın (a.s.) hükmüne dönmüştür. Bu ayrıca Hz. Ömer'in (r. a.) Ebu Musa el- Eş'arî'ye gönderdiği meşhur mektubunda da yer almaktadır.

7- Hz. Davud'un (a.s.) kitabı olan Zebur'u tertil ile okuması ve Allah'ı teş­bih etmesi dağlarda ve kuşlarda yankısını buluyordu. Dağlar ve taşlar onunla birlikte teşbihe katılıyorlar, kendilerine özel dilleriyle birlikte Allah'ı zikredi­yorlardı.

Mukatil diyor ki: Hz. Davud (a.s.) rabbini zikrettiği zaman dağlar ve kuş­lar da onunla birlikte rablerini zikrediyorlardı.

Denilmiştir ki: Hz. Davud (a.s.) bir ara bulduğu zaman istirahat ederken dağlara emreder, dağlar da Allah'ı teşbih eder, böylece onun zikir iştiyakı ar­tardı. Bunun içindir ki Cenab-ı Hak "Biz âmâde kıldık." yani, Hz. Davud dağla­ra Allah'ı teşbih etmelerini emrettiği zaman dağların ona itaat etmelerini em­rettik, diye buyurmuştur.

Yine denilmiştir ki: Kuşların onunla birlikte seyretmeleri onların teşbihi­dir. "Ey dağlar ve kuşlar! Onunla birlikte yönelin" (Sebe1, 34/10) ayeti buna de­lildir.

Razî diyor ki: Birinci görüş (Mukatil'in görüşü) daha uygundur. Çünkü laf­zı zahirinden alıp başka bir manaya götürmek zarureti yoktur. Dağların ve kuşların teşbihi Allah Tealâ'nın kudretine ve caiz olmayan şeylerden O'nunla münezzeh olduğuna delildir.

8- Hz. Davud (a.s.) ilk defa zırh yapan ve zırh sanatını icat eden kimsedir. Diğer insanlar ondan bu sanatı öğrenmişlerdir. Zırh önceleri sac levha şeklinde idi. Onu ilk defa halka halka yapan odur. Ona verilen bu nimet insanlar, savaş esnasında silahlardan korumak ve himaye etmek için kıyamete kadar devamlı bir şekilde savaşçılara verilen bir nimet olmuştur. Dolayısıyla bu nimet sebe­biyle Allah'a şükretmeleri gerekir.

Bu şükrü gerektirir. Bu sebepledir ki Cenab-ı Hak "Artık şükredecek misi­niz?" yani zırh yapma nimetini size ihsan ettiği için Allah'ın emrettiği husus­larda Rasulullah'a (s.a.) itaat edecek misiniz? diye buyurmuştur. Ayetin mana­sı, "size bu sanatı kolayca ihsan eden Allah'a şükredin." demektir.

9-  Bu ayet her çeşit sanatı ve sebepleri kullanmanın caiz olduğuna delil­dir. "Sebep" Allah'ın yaratıklarındaki ilâhî bir kanunudur.

Bu ayet işçiler, sanatkârlar ve sanayide çalışanlar için çalışmanın bir şeref olduğuna, meslek edinmenin değerli bir ikram olduğuna açık bir şahittir.

Allah Tealâ Hz. Davud'un (a.s.) zırh yapmakla meşgul olduğunu haber vermektedir. Peygamberimiz (s.a.) de Hz. Davud'un (a.s.) kendi el emeğinin karşılığını yediğini ve bunun en faziletli kazanç olduğunu ifade etmektedir. Hz. Adem (a.s.) çiftçi idi. Hz. Nuh (a.s.) marangoz idi. Gemiyi bizzat kendisi yap­mıştı. Hz. İdris ve Hz. Lokman (a.s.) terzi idiler. Hz. Talut deri tabaklayıcısı ya­hut su satıcısı (saka) idi.

Bütün bunlar çalışmanın peygamberler ve salihlerin ve gerçek müminle­rin yolu olduğunu göstermektedir. İslâm çalışmayı seven ve farz kılan, işsizlik­ten ve tembellikten nefret eden, iş yapmaya gücü yettiği halde işsiz, güçsüz du­ranlara savaş açan bir dindir.

Buharî, Müslim ve Nesaî'nin Ebu Hureyre'den (r. a.) rivayet ettiği hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Sizden birinizin ipini alıp dağa çıkması, odun toplayıp bunları satması, kazancından yiyip sadaka verme­si insanlardan dilencilik yapmasından daha hayırlıdır."

Sanat vesilesiyle insan kendini insanlardan korur, bu vesileyle zararı ve kendisine gelecek sıkıntıları giderir.

Hakim et-Tirmizî, Taberanî ve Beyhakî'nin Ebu Hureyre'den (r. a.) rivayet ettikleri isnadı "zayıf bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Allah güçsüz, kana­atkar, sanatkâr, ve mümin kulunu sever, ısrarla dilencilik yapana da buğzeder."

10- Allah Tealâ'nın Hz. Süleyman'a (a.s.) yaptığı ikramlardan biri de Hz. Süleyman'ın   (a.s.) emriyle onun istediği yere giden, sonra yine onu mübarek Şam diyarına geri getiren rüzgârı onun emrine vermiş olmasıdır. Rivayet olun­duğuna göre rüzgâr Hz. Süleyman (a.s.) ve ashabını onun istediği yere götürüp getiriyordu.

11- Yine Allah'ın ona verdiği ikramlardan biri de şeytanları onun emrine tahsis etmesi idi. Şeytanlar denizden mücevherat çıkarmak için dalgıç sıfatıyla çalışıyorlar, ayrıca şehirler köşkler bina etmek, mihraplar ve heykeller oymak, büyük kazanlar ve çok geniş çanaklar, değirmenler, kristal eşya ve sabun gibi pek çok işler yapıyorlardı.

Bu yaptıkları işleri bozmamaları için O'nu koruyor, yahut Hz. Süleyman (a.s.) zamanında Ademoğullarından birine saldırmamaları, kaçmamaları veya onun emrinden imtina etmemeleri için Allah Tealâ onları gözetim altında tutu­yordu.

Onlar Hz. Süleyman'ın (a.s.) bir işaretine bağlı, iradesine tam itaatkâr idi­ler; onlardan hiçbiri ona yaklaşmaya cesaret edemiyorlardı. [83]

 

Hz. Eyyüb (A.S.) Kıssası

 

83- Eyüb'e gelince, o bir zaman Rabbi-ne: "Doğrusu ben bir derde yakalan­dım. Sen merhamet edenlerin en mer-hametlisisin." diye dua etmişti.

84- Biz de duasını kabul edip yakalan­dığı derdi gidermiştik. Ona tarafımız­dan bir rahmet ve kulluk edenlere bir hatıra olmak üzere aile efradını ve ay­rıca onlarla beraber bir mislini vermiş­tik.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Eyüb'e gelince" yani Eyüb'ü de hatırla. Hani "o bir zaman" hastalıkla ipti-lâ olduğu zaman "Rabbine: Doğrusu ben bir derde yakalandım." demişti.

Doğrusu ben bir derde yakalandım. Sen merhamet edenlerin en merhamet-lisisin." Burada kendisinden acınacak şekilde bahsetmesi ve asıl isteği açıkça belirtmemesi açısından duada çok latif bir ifadedir.

"Biz de duasını kabul edip," onun nidasına icabet etmiş "yakalandığı derdi gidermiştik." Yani hastalığına şifa vermek suretiyle onun derdini gidermiş, iza­le etmiştik.

"Ona" Eyüb'e "tarafımızdan bir rahmet" olması için onun sabrettiği gibi sabretmeleri ve onun sevaba nail olduğu gibi sevaba nail olmaları için "kulluk edenlere bir hatıra olmak üzere hem ailesini hem de onlarla beraber bir mislini ona vermiştik." Ailesinin sayı olarak bir mislini, ayrıca bir mislini ziyade ola­rak vermiştik. Yanında bulunan hanımının gençliği artmış ve önceki kadar ev­lât dünyaya getirmişti. [84]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ peygamberlerden beş tanesinin yani Hz. İbrahim, Lût, Nuh, Davud ve Süleyman'ın (a.s.) kıssalarını zikredip Allah'a davet yolunda uğra­dıkları belâ ve musibetleri hatırlattıktan sonra burada da Hz. Eyüb (a.s.) kıs­sasını ve onun kendi şahsı ve ailesinde karşılaştığı çeşitli musibetlerini zikret­ti.

Hepsi mihnet ve belâlara sabrettiler. Allah'ın kendilerine lütfettiği bir ni­met olan "belânın kaldırılması" nimetine ve inkarcı kavimlerine karşı "muzaf­fer olma" nimetine şükrettiler. [85]

 

Hz. Eyüb (a.s.) Kıssası İle İlgili Notlar:

 

Kur'an'ı Kerim'de Hz. Eyüb (a. s) ismi 4 defa geçmektedir. Bunlar Nisa, En'am, Enbiya ve Sad sureleridir.

İsmi Eyyûb b. Enûs idi. Annesi Hz. Lût'un (a.s.) evlâdındandı. Hz. Eyüb (a. s) Rum diyarından olup Hz. İshak b. Yakub (a.s.) evlâdındandı.

Vatanı Suayr dağına yakın Ivas diyarı, yahut Edûm beldesi idi. Rivayete göre Hz. Eyüb (a. s) Hz. Musa'dan (a.s.) önce idi. Bir başka rivayete göre Hz. İbrahim'den (a.s.) 100 sene önce idi. Bu görüş daha tercihe şayandır.

Allah ona peygamberlik vermiş ve dünya nimetlerini önüne sermiş, çok ai­le efradını ve bol mal vermişti. Hz. Eyüb'ün (a. s) 7 oğlu ve 7 kızı vardı. Bütün bu nimetler Allah'ın kendisini maruz kıldığı mihnet ve musibetlerden sonra sabrın mükafatı olarak verildi.

Hz. Eyüb (a. s) 18 yıl veya başka bir rivayete göre yaklaşık 13 yıl kadar uzun bir müddet hastalandı. Ancak bu hastalığı insanların nefretine sebep ola­cak bir hastalık değildi. Zira peygamberler insan tabiatının nefret edeceği has­talıklardan salim olma vasfına sahiptirler.

Allah onu evlâtlarıyla da imtihan etti. Zira onların üzerlerine ev yıkılmış ve hepsi ölmüşlerdi. Ayrıca bütün malının yok olması şeklinde malıyla da imti­han etti.

Hz. Eyüb (a. s) yoksullara karşı çok merhametli idi. Yetimlere ve dullara yardım eder, güçsüzlere ikramda bulunurdu.

Allah Tealâ Sad Suresinde zikredileceği gibi yemininin kefaretini vermek­le ikramda bulundu. Eline bir demet sap alıp onunla hanımına vurmasını ve böylece yeminini bozmamış olacağını ilham etti.

Hz. Eyüb'ün (a. s) hanımı farklı rivayetlere binaen Hz. Yusuf un torunu Rahme bt. Efrayim b. Yusuf, yahut Mahir bt. Miyşa (Mensa) b. Yusuf yahut Li-ya bt. Yakub idi.

Hz. Eyüb'ün (a.s.) hanımı bir ihtiyacı için evden çıkmış, geri dönmekte ge­rekmişti. Kadın, şeytanın Hz. Eyüb (a. s) hakkında "Yasak kelime söylerse iyi :>.acağı" iğvasma binaen Hz. Eyüb'e (a. s) işaret ederek:

- Bu belâ ne zamana kadar sürecek? dedi. Bunun üzerine Hz. Eyüb şifa :ulursa hanımına yüz defa vuracağına yemin etti. Cenab-ı Hak da Hz. Eyüb'ün "eminine kefaret tavsiyesinde bulunarak ona (ot, fesleğen veya ince çubuklar­dan» bir demet alıp vurmasını emretti. Bu hanımının Hz. Eyüb (a. s) güzel hiz-—eti ve kocasının ondan razı olması sebebiyle hem Hz. Eyüb'e (a. s) hem de ha­nımına bir rahmet idi.

Bu ruhsat, şeriatımızda had cezalarında ve diğer durumlarda, hastalık ve -amilelik gibi zarurî hallerde uygulanan bir ruhsattır. [86]

 

Açıklaması

 

Hz. Eyüb (a.s.) mihnet ve belâya sabır hususunda nihayet darb-ı mesel olacak kadar meşhur ve çok üstün bir misaldir. İşte onun kıssası:

"Eyüb'e gelince, o bir zaman Rabbine şöyle yalvarmıştı..." Yani Ey Rasul! İbret, öğüt ve örnek almak için malı, evlâdı ve cesedinde belâya uğrayan Eyüb'ü hatırla. O, derde yakalandığı zaman Rabbine dua etmiş, şöyle demişti: Ey Rabbim! Ben derde ve sıkıntıya yakalandım. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin. Nefsini rahmeti gerektirecek bir vasıfla tavsif etti. Rabbini de son derece rahmetli olmasıyla niteledi. Rabbinin kendisini gayet iyi bildiğine iman ettiği için, niyazda lütuf yoluyla arzusunu açıkça ifade etmemiştir.

Hz. Eyüb'ün (a. s) hastalığı uzun müddet devam eden bir hastalıktı. Ancak bu hastalığı insanlığı nefret ettirici ve vücutta bir eksiklik meydana getiren bir hastalık değildi. Çünkü peygamberler masumdur, insan tabiatının nefret ede­ceği hastalıklardan uzaktırlar. Hanımı daima onunla beraber olmuştu, daima ona şefkatle bakıyor ve işlerini görüyordu.

Peygamberimiz (s.a.) İmam Ahmed, Buharî, Tirmizî ve İbni Mace'nin Sa'd'den (r. a) rivayet ettiği hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: "İnsanlar arasında en şiddetli belâya uğrayanlar peygamberler, sonra salihler, sonra çok iyi kimseler, sonra da diğer iyi kimselerdir. Kişi dinine göre belâya uğrar; dinin­de sağlam ise belâsı şiddetli olur."

Dahhak ve Mukatil diyor ki: Hz. Eyüb (a.s.) yedi yıl, yedi ay, yedi gün, yedi saat belâ içinde kaldı. İbnü'l-Arabî diyor ki: Bu mümkündür, fakat, Hz. Eyüb'ün (a. s) ne kadar belâya uğradığı hakkında sahih bir haber olmamıştır.

"Biz de onun duasını kabul edip yakalandığı derdi gidermiştik." Yani Hz. Eyüb'ün (a. s) duasına icebet ettik, sıkıntısını kaydırdık ve ona afiyet verdik.

"Onun aile efradını, hem de onlarla beraber bir mislini ona vermiştik." Ya­ni dünyada kaybettiği evlâdın yerine evlât vermiştik. Ona aile efradını ve on­larla birlikte bir mislini tekrar vermiştik. Onun hanımından öncekilerin bir misli kadar evlât dünyaya gelmişti.

"Ona tarafımızdan bir rahmet olması için ve ibadet edenlere bir hatıra ol­ması için.." Yani biz Hz. Eyüb'e mal, aile ve evlâdın yerine bedel olarak verdik ve onun cesedine afiyet verdik. Bu bizden ona bir rahmet olması ve ona uymak ve onun sabrettiği gibi sabretmek suretiyle ibadet edenlere bir hatıra olması, böylece Hz. Eyüb'ün sevaba nail olduğu gibi onların da sevaba nail olmaları içindir. Nihayet mümin, Allah'ın af, rahmet ve lütfundan ümitsiz olmayacak, hiçbir musibet ve belaya uğramaktan emin olmayacaktır. Zira dünya ibtilâ ve imtihan yurdudur.

Zemahşerî diyor ki: "İbadet edenlere rahmetimizle muamele etmek için biz kullarımızı güzellikle zikrediyoruz. Onları unutmuyoruz. Yahut: Bizden Hz. Eyüb'ü (a. s) bir rahmet olmak üzere ve diğer kullara da onun sabrettiği gibi sabretmeleri ve nihayet dünya ve ahirette onun sevaba nail olması gibi sevaba nail olmaları için bir hatıra olmak üzere verdik. [87]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Kurtubî Hz. Eyüb'ün (a.s.) uğradığı dert hakkında 17 görüş zikretmiştir.

Doğru olan da Kur'an nassınm zahirini yeterli görmektir. Bu da Hz. Eyüb'ün (a. s) nefsinde, bedeninde ve ailesinde ve malında bir derde yakalan­masıdır. Hz. Eyüb (a. s) buna sabretmiş, sonra Allah Tealâ ona afiyet vermiş, ona kaybettiklerinden daha hayırlısını ihsan etmiştir. Cenab-I Hak onu sabırlı jiuşu sebebiyle övmüştür: "Biz onu sabırlı bulduk. O ne güzel kuldur! Gerçek-:en Allah'a yönelen kimsedir!" (Sad, 38/44).

Kesin olarak sabit olan şey Hz. Eyüb'ün (a. s) hastalığının nefret ettirici simayışıdır. Bunun hedefi bu kıssanın bir ibret vesilesi olması, dünyanın âhire-"ân tarlası olduğunu belirtmesi, insanın dünyada karşılaştığı belâlara sabret­mesinin vacib olması, Allah Tealâ'nm hakkını yerine getirmeye gayret etmesi, hiçbir şeyden sıkılmaması, buğzetmemesi ve şikayet etmemesi, iyilik ve musi-bet gibi her iki halde de sabırlı olmasıdır.

Allah Tealâ bu kıssadan alınacak ibreti özlü bir şekilde ifade etmiştir: "Bi-'. tarafımızdan bir rahmet ve ibadet edenlere bir öğüt olmak üzere..." Yani biz i olayı bizim nezdimizden bir rahmet olsun diye ve ibadet ehline bir öğüt ol-diye yaptık. Çünkü ibadet ehli olanlar Hz. Eyüb'ün (a. s) uğradığı belâyı, hu belâya sabretmesi ve bu şekilde imtihan oluşunu hatırlayınca Hz. Eyüb (a. i gibi sabretmeye başladılar. Bu kıssa onların ibadete devam etmeleri ve za­rarlara tahammül etmeleri için bir uyarıdır.

Hz. Eyüb'ün (a. s) belâ içinde geçirdiği müddet hakkında rivayetler vardır. Bunların arasında en doğru olan onsekiz yıldır. Allah en iyisini bilir. İbni Şihab dmnu Peygamberimiz'den (s.a.) rivayet etti. İbnül-Mübarek de böyle zikretmiş­tir. [88]

 

Hz. İsmail, İdris, Zülkifl (A.S.) Kıssası

 

85-  İsmail, İdris ve Zülkifl ise, hepsi de sabırlı kimselerdendir.

86- Biz onları da rahmetimize gark ettik. Onlar gerçekten salih kimselerdendir.

 

Belagat:

 

"es-Sabirîn" ve "es-salihîn"" kelimeleri arasında cinas-ı nakıs vardır. [89]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İsmail, İdris ve Zülkifl" i de hatırla! Zülkifl'in ismi İlyas'tır. Bir başka gö­rüşe göre Yuşa' b. Nun'dur. Bir başka görüşe göre Zekeriyya'dır. Bu isimle anıl­masının sebebi Allah tarafından nasip sahibi olması, veya Allah'ın onu kefaleti altına alması yahut zamanının peygamberlerinin amelinin ve sevabının bir misline nail olmasıdır. Ayette geçen "el-kifl" lügatte nasip, kefalet, bir misli manasındadır. Bir rivayete göre, Zülkifl peygamber değildi. Alimlerin çoğunlu­ğu onun peygamber olduğu ve Hz. Eyüb'ün oğlu olduğu görüşündedirler. Kur-tubî'ye muhalif olarak Razî ve Zemahşerî'nin açıkça belirttikleri husus budur.

Denilmiştir ki: Peygamberlerden beşi iki isimlidirler: Yakup (İsrafil), İlyas (Zülkifl), İsa (Mesih), Yunus (Zü'n-nûn), Muhammed (Ahmed). Allahm salât ve selâmı hepsinin üzerine olsun.

"Hepsi sabırlı kimselerdendir." Yani onların hepsi peygamberlik yükümlü­lüklerinin zorluklarına ve şiddetli sıkıntılara karşı, yahut Allah'a itaat yolunda ve ona isyan etmemek hususunda sabırlı kimselerdir.

"Biz onları da rahmetimize" peygamberliğe yahut ahiret nimetine "gark et­tik. Onlar gerçekten salih kimselerdendir." Salâh noktasında kâmil olan kimse­lerdir yani peygamberdirler. Çünkü onların salâhı fesadın bulanıklığından ma­sumdur. [90]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ, Hz. Eyüb'ün (a. s) sabrını ve Rabbine yaptığı duasını zikret­tikten sonra bu peygamberleri (Hz. İsmail, İdris ve Zülkifl'i) zikretti. Çünkü bu peygamberler de zorluklara, mihnetlere karşı ve ibadete devam etmekte sabre­den kimselerdendir.

Hz. İsmail'e (a.s.) gelince: Kurban edilmek üzere boynunu babasına suna­rak sabretti. Hiçbir ekin, etinden-sütünden yararlanılacak hayvan ve hiçbir bi­na bulunmayan bir beldede (Mekke'de) sabretti. Ayrıca Beytullah'ı bina eder­ken sabretti. Allah da ona peygamberlerin sonuncusunu sulbünden getirmekle ikramda bulundu.

Hz. İdris'e (a.s.) gelince: İbni Ömer'in (r. a.) dediği gibi, Hz. İdris (a.s.) kav­mine Allah Tealâ'ya davetçi olarak gönderildi. Kavmi kabul etmediler. Allah da onları helak etti. Hz. İdris'i (a.s.) semanın dördüncü katına yükseltti. Hz. İdris (a.s.) ilk defa elbise diken, ilk defa dikişli elbise giyen kimsedir. Bundan önce insanlar deri elbiseler giyiyorlardı. Hz. İdris (a.s.) ilk defa savaş aracı olarak si­lâh edinen kimsedir.

Hz. Zülkifl'e (a.s.) gelince: O da sabahlayıncaya kadar gece namazı kılma, hiç iftar etmeden devamlı gündüz orucuna devam etme, insanlar arasında hiç kızmadan hüküm verme ve böylece vefakârlık yapma ve kendisini taahhüt altı­na alma hususunda sabretti.

Denilmiştir ki: Hz. Zülkifl (a.s.) salih bir kul idi. Her gün Allah rızası için yüz namaz kılıyordu. Alimlerin çoğunluğu -daha önce zikredildiği gibi- pey­gamberlerle birlikte zikredilmesi delaletiyle Hz. Zülkifl'in (a.s.) peygamberler­den biri olduğu görüşündedirler. [91]

 

Açıklaması

 

İsmail, İdris ve Zülkifl ise hepsi de sabırlı kimselerdendir.Yani Ey peygam­ber! İsmail b. İbrahim el-Halil'in, Şit ve Adem'den sonra gelen İdris'in (a.s.) İs-railoğulları'ndan olan ve Şam diyarında yaşamış olan İlyas adındaki pek çok nasip sahibi manasmdaki Zülkifl'in (a.s.) haberlerini hatırla!

Bunların hepsi belâ ve mihnetlere, Allah'a taate ve Ona isyan etmemeye sabreden ve sevabını yalnız Allah'tan bekleyen kimselerdendir. Herbirinin sabır durumlarını az önce anlattık.

"Biz onları da rahmetimize gark ettik. Onlar gerçekten salih kimselerden­dir." Biz onları peygamberlik, cennete girmek, rızamız ve sevabımızı elde et­mek suretiyle rahmetimizin ehlinden kıldık. Çünkü bunlar salâhı kâmil olan insanlar gurubundandır. Çünkü bunlar masum peygamberlerdir. Onların salâ­hını ise hiçbir fesat bulandıramaz. [92]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu üç peygamber [Hz. İsmail, İdris ve Zülkifl (a.s.)] Allah Tealâ'nın emrine tabi olma, Allah'a itaati yerine getirme, Ona isyandan kaçınma hususunda sabreden kimselerdendir.

Allah Tealâ onları rızasına nail kılmak, cennetine koymakla mükâfatlan­dırdı. Çünkü bunlar salih kavim olup salâh ve takvası kâmil olan, fesadın her şeklinden uzak kimseler idiler.

Burada anlatılmak istenen, bu peygamberleri örnek almak ve onlara uy­maktır. Çünkü Cenab-ı Hak Kur'anında insanlara peygamberlerden herhangi bir peygamberin haberini sadece bu hususta hayır ve faide, ibret ve öğüt oldu­ğu, Allah'ın emrine sarılmak, dinde ve hayatta istikamet sahibi olmak için ger­çekçi ve pratik misaller olduğu için anlatmıştır. [93]

 

Hz. Yunus (A.S.) Kıssası

 

87-  Zünnûn'a (Yunus'a) gelince, O bir zaman öfkeli bir halde (kavmini terk edip) gitmişti. Bizim kendisini asla sı­kıştırmayacağımızı sanmıştı. Sonunda karanlıklar içinde şöyle niyaz etti: "Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimler­den oldum."

88- Bunun üzerine biz de onun duasını kabul ettik. Onu kederden kurtardık. İşte biz müminleri böyle kurtarırız.

 

Kelime ve ibareler:

 

"Zünnûn'a gelince", Zünnun, yani balık sahibi lakabıyla tanınan Hz. Yu­nus b. Metta'yı hatırla. Hani "O bir zaman" uzun süren daveti ve kavminin kü­fürde ısrar etmesi sebebiyle kavminden çektiği sıkıntılardan dolayı kavmine karşı "öfkeli bir halde gitmişti." Hz. Yunus (a.s.) gitmesi için emir verilmeden veya kendisine izin verilmeden önce kavminden ayrılmıştı.

Hz. Yunus (a.s.) "Bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı" daraltmaya­cağımızı "sanmıştı." Yahut ayetin manası şudur: Veya bizim kendisine asla ce­za ile hükmetmeyeceğimizi sanmıştı. Buradaki "nakdire" kelimesi takdir yani kaza ve hüküm kelimesinden alınmıştır. Veyahut bu cümle "temsil" babından bir ifadedir. Yani onun durumu tıpkı Allah'ın emrini beklemeksizin kavmini terk etmesi hususunda kendisini sıkıştırmayacağımızı zanneden bir kimsenin durumuna benzemektedir.

Bütün bu manalar yapılan tevillerdir. Bu sadece şeytanın vesvesesi de ola­bilir, sonra burhanla onu geri çevirip yok eder. Burada "zann" kelimesi mübala­ğa için kullanılmıştır. Nitekim Cenab-ı Hak müminlere hitaben: "Siz Allah hakkında çeşitli tahminlerde bulunuyorsunuz" (Ahzap, 33/10) buyurmuştur. Kısaca: Buradaki zan Hz. Yunus'tan (a.s.) değildir. Çünkü Allah Tealâ'nın âciz olduğunu zanneden kâfir olur.

"Karanlıklar içinde şöyle niyaz etti." Yani yoğun ve şiddetli karanlık içinde yahut balığın karnı, deniz ve gece karanlıkları içinde dedi ki: "Senden başka ilâh yoktur". Herhangi bir şeyin seni âciz bırakmasından "seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum." İzinsiz göç etmeye teşebbüs etmek suretiyle nefsime zulmedenlerden oldum. Beyhakî'nin Sa'd (r.a.)'den rivayet ettiği bir hadisi şerifte Peygamber (s.a.) buyuruyor ki: "Herhangi bir derde mübtelâ olan bir kimse bu dua ile dua ederse duası kabul edilir."

"Bunun üzerine biz de onun duasını kabul ettik." Bu kelimelerle yaptığı duasını kabul ettik. Balık onu karnında kaldığı dört saat sonunda sahile attı. Bir rivayete göre, bu müddet üç gün idi.

"Onu kederden" balığın karnında olması sebebiyle yahut işlediği hata (zel-le) sebebiyle çektiği üzüntüden "kurtardık."

"İşte biz müminleri böyle kurtarırız." Yani Hz. Yunus (a.s.) bize dua ettiği zaman hapis musibetinden kurtardığımız gibi bize yalvarıp yardım isteyen mü­minleri de böyle kurtarırız. [94]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Hz. Yunus (a.s.) kıssası, meşakkatlere sabredip korkunç olaylara göğüs gerdikten, sıkıntı ve zorlukları çektikten sonra Allah'ın dualarını kabul etti­ğini, kıssaları anlatılan geçmiş peygamberlere ikram ettiği gibi Hz. Yunus'a (a.s.) ne derece lütuf ve ikramda bulunduğunu açıklamaktadır. [95]

 

Açıklaması

 

"Zunnûn'a gelince..." Ey Rasulüm! Yunus b. Metta'ın (a.s.) kıssasını hatır­la. Cenab-ı Hak onu Musul diyarından Ninova kasabasına göndermişti. Bu ka­sabanın kralı Hazkıya idi. Hz. Yunus (a.s.) onları Allah Tealâ'ya, O'nun birliği­ne ve O'na itaat etmeye davet etmiş, onlar da bunu reddetmişler, küfürde ka­rar kılmışlardı. Hz. Yunus (a.s.) da kavmine kızarak aralarından çıkıp gitmiş, onları üç gün sonra meydana gelecek bir azapla tehdit etmişti.

Bu azabın gerçekleşeceğini anlayıp peygamberin yalan söylemediğini id­rak edince çocukları ve hayvanlarıyla birlikte sahraya çıktılar. Annelerle yav­rularının arasını ayırdılar. Sonra da Allah'a yakarışta bulundular. Develer ve yavruları, sığırlar ve danaları böğürmeye, koyunlar ve kuzuları meleşmeye başladılar. Allah da onlardan azabı kaldırdı.

Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Bir kasaba halkı inanmalı değilmiydi ki imanları kendilerine fayda versin! İşte Yunus'un kavmi iman ettikleri zaman, dünya hayatında rezilliği gerektiren azabı onlar­dan kaldırdık. Onları bir süre daha bu dünyada geçindirdik." (Yunus, 10/98).

Hz. Yunus'a (a.s.) gelince: Yola çıktı, bir gurup yolcu ile birlikte bir gemiye bindi. Gemi sarsılmaya başladı. Yolcular boğulmaktan korktular. Geminin yü­künü hafifletmek için aralarından denize atacakları bir adam için kur'a çekti­ler. Kur'a Hz. Yunus'a (a.s.) çıktı. Yolcular onu denize atmak istemediler. Sonra tekrar kur'a çektiler. Kur'a yine ona çıktı. Sonra tekrar kur'a çektiler. Kur'a yi­ne ona çıktı. Netice Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu gibi: "Yunus gemide olanlarla karşılıklı kur'a çekmişti ama o yenilenlerden olmuştu." (Saffat, 37/141). Yani kur'a ona çıkmıştı.

Bunun üzerine Hz. Yunus kalktı, elbiselerini çıkarttı. Sonra da kendini de­nize attı. Cenab-ı Hak da denizden ona denizi yararak gelen bir balık gönderdi. Balık onu yuttu.[96]

"Zünnun" ifadesi "balık sahibi", "nun" ise balık demektir. Hz. Yunus'a (a.s.) bu lakap verildiği sahihtir.

"Mugâdıben" yani kavmi kendisini yalanladıkları için ve kendisinin de üç gün sonra gelecek azapla tehdit ettiği durumlarından hoşlanmadığı için kavmi­ne öfkeli bir halde ayrıldı. Fakat Hz. Yunus'un (a.s.) bilmediği bir şekilde tevbe etmeleri sebebiyle bu azap onlara gelmedi.

Yoksa Hz. Yunus (a.s.) Allah'ın hükmünden hoşlanmadığı için yahut Rab-bine öfke beslediği için ayrılmamıştı. Aksi takdirde peygamber bir yana normal bir kişiden bile beklenmeyen büyük bir günah işlemiş olurdu. Hz. Yunus (a.s.) Rabbinin rızası için öfkelenmişti. Nefsini zalimlerden olmakla tavsif etmesi de buna delildir. Bu görüş müfessirlerin çoğunluğunun görüşüdür.

"Bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı sanmıştı." Yani balığın karnın­da ona darlık vermeyeceğimizi yahut ona ceza ile hükmetmeyeceğimizi zannet­mişti. Bu ikinci manaya göre "nakdire" kelimesi takdir yani kaza ve hüküm an­lamındadır. Nitekim şu ayette de aynı manada kullanılmıştı. "Her iki su takdir edilen ölçüye göre birleşti." (Kamer, 54/12). Hz. Yunus'un (a.s.) çıkışı kaçan bir köle haline benziyordu.

"Sonunda karanlıklar içinde şöyle niyaz etti: Senden başka hiçbir ilâh yok­tur. Seni tenzih ederim." Yoğun karanlıkların derinliğinde yahut üç karanlığın yani balık karnının, denizin ve gecenin karanlığı altında Rabbine dua etti: Se­ni tenzih ederim ya Rabbi! Sen tek ilâhsın. Senin hiçbir ortağın yoktur. Sen di­lediğini yaparsın. Dilediğini hükmedersin. Yerde ve gökte hiçbir şey seni âciz bırakamaz.

"Gerçekten ben zalimlerden oldum." Senden emirsiz veya senden izinsiz çıkmakla nefsine zulmedenlerden oldum. Bu durum "Ey Muhammedi Rabbinin hükmü gelinceye kadar sabret. Balık sahibi Yunus gibi olma. O sonunda pek üzgün olarak niyazda bulundu (Yunus, 68/48) ayetinin delaletiyle peygamberle­re lâyık olan hâlin hilâfınadır.

"Bunun üzerine biz de onun duasını kabul ettik." Yani pişmanlık ve tevbe izhar ettiği duasına icabet ettik.

"Onu kederden kurtardık. İşte biz müminleri böyle kurtarırız." Yani Hz. Yunus'u (a.s.) balığın karnından ve karanlıklardan çıkarttık. Onu sıkıntı ve dertten kurtardığımız gibi bizden yardım diledikleri ve rahmetimizi istedikleri zaman sadık müminleri de kurtarırız.

Beyhakî'nin Sa'd b. Ebî Vakkas'tan (r. a.) rivayet ettiğine göre Peygambe­rimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: Bir müslim Zünnûn olan Hz. Yunus'un balığın -.arnındaki duasıyla "senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum." herhangi bir şey sebebiyle dua etse duasına mutlaka icabet olunur."                                                                      

Hz. Yunus (a.s.) tevhidle başladı. Sonra tenzih, teşbih ve sena etti. Sonra da istiğfar etti ve nefsinin zulüm -yani günah- işlediğini itiraf etti.

İbni Ebî Hatim, Hz. Enes'in (r. a.) Peygamberimiz'e (s.a.) isnat ettiği şu hadisi rivayet etmektedir: Hz. Yunus (a.s.) balığın karnında iken bu kelimeler­le dua etmeyi arzu edince şöyle niyazda bulundu: "Allahım! Senden başka hiç­bir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum." dedi. Bu dua arşın altına yöneldi. Melekler:

- Ya Rabbi! Bu ses garip bir yerden gelen, bilinen güçsüz bir sestir, dediler. Cenab-ı Hak.

- Bunu bilmiyor musunuz? diye sordu. Melekler:

- Hayır ya Rabbi! Bu kim! dediler. Cenab-ı Hak:

- Kulum Yunus'tur, dedi. Melekler:

-  Devamlı kabul edilmiş ameli, makbul duaları semaya yükselen kulun Yunus mu bu! Ya Rabbi! Rahat içerisinde işlediği amel sebebiyle ona rahmette bulunup belâdan kurtarmaz mısın? dediler. Cenab-ı Hak:

- Evet, dedi. Balığa emretti. Balık onu boş bir araziye attı. [97]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Peygamberlerin hayatları gayet acayip ve garip haller ve Allah'ın onların elleriyle ortaya koyduğu hususî mucizelerle doludur. Sıradan insanların halle­riyle peygamberlerin halleri kıyas bile kabul etmez. İşte Hz. Yunus (a.s.) kıssa­sı bu eşsiz şaşırtıcı durumlardan biridir.

Hz. Yunus (a.s.) Allah için öfkelenerek kavminden ayrıldı. Zira mümin Al­lah'a isyan edildiği zaman sadece Allah için öfkelenir. Kurtubî'nin görüşüne gö­re bu öfkelenme fazla değildi. Hz. Yunus (a.s.) Allah'a karşı öfkelenmedi. Allah onlardan azabı kaldırınca Allah için kavmine karşı öfkelendi.

Allah'ın nebisinin Rabbine karşı öfkelenmesi caiz değildir. Çünkü bu hal emir ve nehyin gerçek sahibinin Allah olduğunu bilmeyen kişinin sıfatıdır. Al-lahı bilmeyen de peygamber olmak şöyle dursun, mümin bile olamaz. Hz. Yu­nus (a.s.) Rabbinin rızası için öfkelenerek kavminden ayrıldı. Yani Rabbine küfrettikleri için kavmine karşı öfkelendi.

Fakat onun için evlâ olan sabretmesi ve kavminden ayrılıp hicret etmesi hususunda Allah Tealâ'dan gelecek izni beklemesiydi. Bunun için Cenab-ı Hak peygamberimiz'e (s.a.) hitaben: "Balık sahibi gibi olma." (Kalem, 68/48) demiş­ti. Sanki Allah, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.) için en üstün ve en yük­sek mertebeyi istiyordu.

Kuşeyrî diyor ki: En uygun görüşe göre bu öfkelenme Allah Tealâ'nm ken­disini (yani Hz. Yunus'u) peygamber olarak gönderdikten ve azabın, kavmini gölgelemesini müteakip kaldırılmasından sonra idi. Çünkü Hz. Yunus (a.s.) inançsız kavmine gelecek azabın kaldırılmasından memnun olmamıştı.

Hz. Yunus (a.s.) kavminden ayrılırken Allah'ın kendisini hapsetmek sure­tiyle daraltmayacağını, ona herhangi bir ceza takdir etmeyeceğini zannetti.

"Kadera" fiili şu iki ayette olduğu gibi "daraltma" manasınadır: "Allah di­lediğine rızkı genişletir, dilediğine daraltır." (Ra'd, 13/36); "Kimin rızkı daraltı-hrsa..." (Talak, 65/7).

Yine bu fiil takdir etme yani hüküm verme manasındadır. Kudret ve güç yetmesi manasında değildir. Meselâ şu ayette bu manadadır: "Her iki su takdir edilen ölçüye göre birleşti." (Kamer, 54/12).

Daha sonra Hz. Yunus (a.s.) gece karanlığı, deniz karanlığı ve balığın kar­nının karanlığında kendisine izin verilmeden ülkesinden çıkmak, yahut kavmi­ne karşı sabrı terk etmek suretiyle kendi nefsine zulmetmiş olduğunu idrak et­ti. Bu, Allah tarafından bir ceza değildi. Çünkü peygamberlerin cezaya uğra­maları caiz değildir. Bu sadece bir arındırma ve eğitim idi. Çocuklar gibi ceza­ya lâyık olmayanlar da bazan tedip edilebilir.

Hz. Yunus (a.s.) Allah'a yalvardı, daha önce geçen: "Senden başka ilâh yok­tur, seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum." duasıyla Allah'a ilti­ca etti. Allah da ona ikramda bulundu ve onu balığın yutmasından korudu. Ba­lık ona hapishane oldu. Sonra balığa onu atmasını emretti. Balık da onu deniz sahiline attı.

Hadiste varit olmuştur ki: Bu ayette, Allah Hz. Yunus'un (a.s.) duasına icabet ettiği gibi kendisine dua eden kimseye icabet edecektir; onu kurtardığı gibi kendisine dua eden kimseyi de kurtaracaktır şeklinde ilâhî bir şart ve müj­de yer almaktadır.

Allah'ın lütuf ve rahmetinden biri de Allah'a yalvaran ve O'nun yardımını isteyen kimsenin kurtuluşu sadece Hz. Yunusa (a.s.) özel bir durum olma­masıdır. Bu kurtuluş Allah'a yalvaran ve O'nun rahmetini talep eden bütün müminlere şamildir. Zira Cenab-ı Hak önceki amelleri sebebiyle onları kederle­rinden kurtarır. Şu ayet bu duruma işeret etmektedir: "Eğer Allah'ı çokça teş­bih edenlerden olmasaydı, dirilip-kaldırılacakları güne kadar onun karnında kalmıştı." (Saffat, 37/143-144).

Bu lütuf Allah'ın kulu Yunus'u himaye etmesinin gereğidir. Allah, onun hakkıyla kulluk etmesini gözetmekte ve daha önce yaptığı ibadetin hakkını ko­rumaktadır.

Allah, nerede olursa olsun dua denlerin duasına icabet eder. Bunun içindir ki Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Beni Yunus b. Metta'dan üstün görmeyin. Ben Sidretül-Münteha'da iken Allah'a denizin dibinde balığın kar­nındaki Yunustan daha yakın değildim."[98]

Ba hadisi Buharî, Müslim ve Ebu Davud başka bir lafızla İbni Abbas'tan (r.a.) rivayet et­miştir.

 

Hz. Zekeriyya (A.S.) Ve Hz. Yahya (A.S.) Kıssası

 

89-  Zekeriya ise, o bir zaman Rabbine: "Ey Rabbim! Beni yalnız bırakma. Va­rislerin en hayırlısı sensin." diye niyaz etmişti.

90- Biz de onun duasını kabul ettik. Ve ona Yahya'yı bahşettik. Hanımını da buna elverişli kıldık. Gerçekten onlar hayırlı işlere koşarlar, ümit ve korku içinde bize dua ederlerdi. Onlar bize huşu (derin saygı) gösterirlerdi.

91- İffetini koruyan Meryem ise, biz ona ruhumuzdan üfledik. Onu da, oğlunu da bütün âlemlere bir mucize kıldık.

 

Belagat:

 

"Biz ona ruhumuzdan üfledik" cümlesinde ruhumuzdan kelimesinde ruh, şereflendirme ve değer verme açısından Allah Tealâ'ya nispet edilmiştir. Tıpkı "Allah'ın devesi" (A'raf, 7/73) ayetinde olduğu gibi. Yani Allah'ın mucize olarak gönderdiği deve demektir. [99]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Zekeriya ise" yani Zekeriya'yı da hatırla. Hani "O bir zaman Rabbine: Ey Rabbim! Beni yalnız bırakma." Yani beni tek başıma çocuksuz, varissiz bırak­ma. "Varislerin en hayırlısı sensin," bütün mahlûkatm yok olduktan sonra baki kalacak olan sensin. Bana varis olacak birini ihsan etmezsen ben buna aldırış edecek değilim" "diye yalvardı" Rabbine dua etti.

"Biz de onun duasına" onun yakarışına "icabet ettik. Ona Yahya'yı bahşet­tik. Hanımını da buna" yani doğuma "elverişli kıldık." Kısır olduktan sonra ço­cuk getirdi. "Gerçekten onlar" Adı geçen peygamberler "hayırlı işlere" ibadet ve taate "koşarlar" sür'atle yönelirlerdi. Rahmetimizi "ümit" ederek "ve" azabımız­dan "korku içinde bize dua ederlerdi. Onlar bize huşu gösterirlerdi." İbadetle­rinde alçakgönüllü ve derin bir saygı gösteren kimselerdi.

"İffetini koruyan Meryem ise..." namusunu haramdan koruyan hatta helâl yolla ilişkiden bile uzak kalan Meryem'i de hatırla. "Biz ona ruhumuzdan üfle­dik. " Yani İsa'yı onun karnında var ettik. Şu şekilde murad edilmesi de caizdir. Biz ruhumuz yani Cebrail (a. s) tarafından Meryem'e üfleme yaptık. Zira Cebrail Meryem'in gömleğinin cebine üflemiş ve bu üfleme onun rahimine ulaşmış­tı. "Biz onu da" Meryem'i de "oğlunu da bütün âlemlere" insanlara, cinlere ve meleklere "bir mucize kıldık." Zira Hz. Meryem Hz. İsa'yı babasız dünyaya ge­tirmişti. Cenab-ı Hak "Biz geceyi ve gündüzü iki kudret alâmeti kıldık" (İsra, 17/12) ayetinde olduğu gibi "ayeteyn=iki kudret alâmeti" demedi. Zira bu iki şahsın, Meryem ile Hz. İsa'nın hali tek bir kudret alâmeti idi. Bu da Hz. Mer­yem'in, oğlunu babasız dünyaya getirmesidir. [100]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Hz. Peygambere ait hususî nimetlerin beyan edilmesinden sonra Cenab-ı Hak, Hz. Zekeriya'ya (a.s.) kendisinin ve hanımının yaşlılığında yalnızlığı, ço­cukluğu sebebiyle dertlendikten sonra nimeti açıkladı. Rabbine, kendisine ev­lât ihsan eylemesi için dua etmişti. Kendisiyle ünsiyet temin edecek, din ve dünya işinde kendisine güç verecek ve ölümünden sonra yerine geçecek bir ev­lâdı olsun istedi.

Hz. Zekeriya'nm (a.s.) duası, her ne kadar normal şartlarda kendisi ve ha­nımı evlât sahibi olmaktan ümitsiz olunacak bir yaşa ulaşsalar da Allah Te-alâ'nın buna kadir olduğunu bilen, ihlâslı bir kişinin duası idi.

İbni Abbas (r. a.) demiştir ki: O zaman Hz. Zekeriya'nın yaşı 100, hanımı­nın yaşı 99 idi.

Bundan sonra Cenab-ı Hak Hz. İsa'nın dünyaya gelişi ile Hz. Yahya'nın (a.s.) dünyaya gelişi arasındaki gariplik ve mucizelerin benzerliği sebebiyle Hz. Meryem kıssasını ve Hz. İsa'yı dünyaya getirmesini zikretti.

Bu iki kıssa daha önce Al-i İnıran ve Meryem surelerinde geçmişti. [101]

 

Açıklaması

 

"Zekeriya'ya gelince..." Ey Rasul! Zekeriya'nın haberini de hatırla. Hani o Allah'tan kendisine ondan sonra peygamber olacak bir evlât ihsan etmesini is­tedi. Kavminden ayrı olarak gizlice Rabbine şu şekilde dua etti: "Ey Rabbim! Benden sonra insanları sana davet etme yolunda benim ne evlâdım ne de vari­sim vardır. Beni böyle yalnız başıma bırakma. Mahlûkatın yok olduktan sonra baki kalacak sensin. Sen bana varis olacak birini ihsan etmezsen ben buna al­dırış edecek değilim. En hayırlı varis sensin." "Varislerin en hayırlısı sensin." ifadesi hem dua, hem senadır.

"Biz de onun duasını kabul ettik ve ona Yahya'yı bahşettik. Hanımını da buna elverişli kıldık." Biz onun yalvarışına ve arzusuna icabet ettik. Ona adı Yahya olan evlât bahşettik. Doğum engellerini ortadan kaldırmak suretiyle onun hanımını buna elverişli kıldık. Kısırlıktan sonra ve yaşlılık halinde çocuk dünyaya getirdi.

"Gerçekten onlar hayırlı işlere koşarlardı." Yani adıgeçen - Zekeriya (a.s.) fftâr peygamberler ve hanımı bize ibadete ve bize yaklaşmaya yahut ibadet ve ttat işlemeye, Allah'a yaklaştıracak ameller yapmaya koşarlardı.

Burada anlatılmak istenen husus onların bu taleplerine icabet edilmesi, sadece hayır işlerine koşmaları, hayrı elde etmede süratle davranmaları idi. Nitekim ciddi işlere rağbet edenler de bu şekilde davranmaktadırlar.

" Onlar ümit ve korku içinde bize dua ederlerdi. Onlar bize huşu gösterir­lerdi. " Yani onlar bizim rahmetimizi ve lütfumuzu arzu ederek, bizim azabımız­dan ve cezamızdan korkarak bize dua ederlerdi. Bize karşı mütevazi ve boyun bükmüş durumdaydılar.

Bunun manası şudur: Onlar ibadet ve taat işlemek ve bu hususta süratli davranmaya ilâve olarak şu iki şeyi yapıyorlardı:

Birincisi: Sevabını umarak ve cezasından korkarak Allah Tealâ'ya sığın­mak.

İkincisi: Huşu (derin saygı). Bu kalpte yerleşen bir korku, kalpten ayrıl­mayan bir ürpermedir.

İbni Ebî Hatim, Abdullah b. Hukeym'den rivayet ediyor: Ebubekir (r. a.) bize hutbe irad etti. Sonra şöyle buyurdu:

"Ben size takvayı (Allah korkusunu), Allah'a lâyık olduğu şekilde senada bulunmanızı, ümitle korkuyu birbirine karıştırmanızı, niyazla ısrarı bir araya getirmenizi tavsiye ediyorum. Zira Allah (c.c), Zekeriya (a.s.) ve onun ailesi halkına şu şekilde senada bulunmuştur: "Gerçekten onlar hayırlı işlere koşar­lar, ümit ve korku içinde bize dua ederlerdi. Onlar bize huşu (derin saygı) göste­rirlerdi. "

Cenab-ı Hak bundan sonra Hz. Zekeriya (a.s.) ve oğlu Hz. Yahya (a.s.) kıs-sasıyla bir arada Hz. Meryem (a. s) ve oğlu Hz. İsa (a.s.) kıssasını zikrediyor.

Bu, Allah kelâmında alışılmış bir anlatım tarzıdır. Cenab-ı Hak önce Hz. Zekeriya (a.s.) kıssasını zikreder ve hemen onun ardından Hz. Meryem (a.s.) kıssasını anlatır. Çünkü bu iki kıssa birbiriyle irtibat halindedir. Zira Hz. Ze­keriya (a.s.) kıssası yaşı geçmiş, pir-i fani bir ihtiyar ile gençliğinde hiç çocuk doğurmamış, kısır bir kocakarıdan çocuk dünyaya gelmesi olayıdır. Hz. Mer­yem (a.s.) kıssası ise daha gariptir. Bu ise hiçbir erkek olmaksızın sadece bir hanımdan çocuk dünyaya gelmesi olayıdır.

Bu iki kıssanın Al-i İmran, Meryem ve burada Enbiya surelerinde bir ara­da zikredildiğini görüyoruz.

"İffetini koruyan Meryem ise..." Yani kendini haram veya helâl yolla bile olsa erkeklerden koruyan Hz. Meryem'in haberini hatırla. Nitekim Cenab-ı Hak onun şu sözünü nakletmektedir: "Bana hiçbir beşer dokunmadı, ben asla kötü bir kadın da olmadım." (Meryem, 19/20); "İffetini koruyan îmran kızı Mer­yem'e biz ruhumuzdan üfledik." Yani Biz Hz. İsa'nın ruhunu onun karnına üf­ledik. Yani onun rahminde Hz.İsa'ya hayat verdik.

Dikkat edilmelidir ki buradaki zamir Hz. Meryem'e racidir. Yoksa ilk ba­kışta görüldüğü gibi Meryem'e hayat verilmesi kastedilmemiş, Hz. İsa'nın onun karnında hayat bulması kastedilmiştir. Ancak Tahrim suresinde zamir, "fercihâ" kelimesine racidir. Çünkü zamir müzekkerdir. Tahrim süresindeki ayetteki "fihi" kelimesi burada olduğu gibi "fihâ" şeklinde de okunmuştur. Yani Meryem'de veya hamilelikte demektir. Ayrıca her iki surede de "min rûhinâ" ifadesi vardır. Yani "hiçbir aslın aracılığı olmadan yarattığımız ruhtan" demek­tir. Şerefli olduğunu belirtmek için Allah'a nispet edilmiştir.

"O'nu da, oğlunu da bütün âlemlere bir mucize kıldık." Yani Hz. Meryem ile Hz. İsa'nın (a.s.) durumlarını mucize kıldık. Yani Hz. Meryem'in kocasız ha­mile oluşu normal şartların dışına çıkan ve Allah'ın her şeye kadir olduğuna delâlet eden bir kudret nişanesi ve bir mucizedir. Bir şeyi dilediği zaman Onun buyruğu sadece o şeye "ol" demektir. O da hemen olur.

Bu ayetin benzeri şu ayettir: "Biz Onu bütün insanlara bir mucize kılma­mız için..." (Meryem, 19/21).

Cenab-ı Hak "âyeteyn(iki mucize)" dememiştir. Çünkü bu kelâmın manası şudur: Biz o ikisinin durumunu, hallerini ve kıssalarını bütün âlemlere bir mu­cize kıldık. Yahut bu mucize tektir. Bu da erkek olmadan meydana gelen do­ğum olayıdır, "lil-âlemîn" ifadesi cinler, insanlar ve melekler için demektir.

Bu kıssada Hz. Meryem (a.s.) ve Hz. İsa'nın (a.s.) her biri için meleklerin Hz. Meryem'e (a.s.) rızık getirmesi gibi başka mucizeler de vardır: "Zekeriya: Ey Meryem?.. Bu sana nereden geldi? demiş, O da: Bu Allah'ın katındandır, ce­vabını vermişti." (Al-i İmran, 3/37).

Hz. İsa'nın (a.s.) körlere, abraslı hastalara şifa vermesi ve Allah'ın izniyle ölüleri diriltmesi gibi mucizeleri vardır. (Al-i imran, 49. ayet). [102]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Hz. Zekeriya ve oğlu Hz. Yahya (a.s.) kıssası ile Hz. Meryem ve oğlu Hz. İsa (a.s.) kıssası, Allah Tealâ'nm herşeyi kaplayan üstün kudretine delâlet eden alışılagelmemiş bir mucizeyi, harikulade bir olayı ortaya koymaktadır.

Hz. Zekeriya (a.s.) kıssasına gelince: Cenab-ı Hak ona dua, yalvarış, yaka­rış, ihlâs, edeb ve Allah'a tevekkülden sonra Hz. Yahya'nın (a.s.) dünyaya gel­mesi ikramında bulundu. Bu olay Hz. Zekeriya (a.s.) ve gençlik vaktinde doğur­mayan kısır hanımının yaşlılığı zamanında meydana gelmişti.

Bu eşsiz mucizenin önemi şudur: Yaşlı bir kimsenin normal olarak çocuğu olmaz. Kısır ve doğurganlık yaşı geçmiş kadının da evlâdı olmaz. Ancak Cenab-ı Hak doğum engellerini kaldırmış, baba Hz. Zekeriya'nm (a.s.) evlât sahibi ol­ma kudreti ve kabiliyetini hazırlamıştı.

Hz. Zekeriya'nm (a.s.) duasına icabet edilmesinin sebebi onun (a.s.) da di­ğer peygamberler gibi ibadet ve taat işlemeye, Allah'a yaklaşmaya koşması, hem refah hem de zorluk halinde, ümit ve korku durumlarında, Allah'ın rah­meti ve lütfunu ümit ederek, Onun azabı ve cezasından korkarak dua etmesiy­di. Zira ümit ile korku birbirinden ayrılmaz iki husustur.

Temiz ve namuslu Hz. Meryem (a.s.) kıssasına gelince: İffetini korumuş, helâl veya haram hiçbir ilişkide bulunmamış, hiçbir adam ona yakın olmamıştır. Onun rahmine ruhun üflenmesi ve Hz. İsa'nın (a.s.) var edilmesi erkek cin­sinden olmayan Ruhu'l-Kudüs yani Cebrail (a.s.) vasıtasıyla olmuştu.

"Biz ona ruhumuzdan üfledik." ifadesinin manası: "Biz Cebrail'e emrettik, o da Meryem'in gömleğinin cebine üfledi. Bu üfleme vasıtasıyla Meryem'in kar­nında Mesih'i meydana getirdik. Bu üfürme ve ruh Meryem'in rahmine ulaştı." demektir.

Bu olay yaratma mucizesi, Hz. İsa'nın (a.s.) peygamberliğine bir alâmet ve bizim dilediğimiz hususlarda kudretimizin nüfuzuna delildir.

Hz. Meryem'in (a.s.) mucizeleri -daha önce geçtiği gibi- pek çoktur:

1- Hiçbir erkek olmadan hamile olması.

2- Rızkını meleklerin cennetten getirmesi.

3- Hasan el-Basrî'nin ifade ettiği gibi Hz. Meryem'in hiçbir gün meme em­memiş olması, Hz. İsa'nın (a.s.) küçükken konuştuğu gibi Hz. Meryem'in de ço­cukluğunda kemâle ermiş olması.

Hz. İsa'nın (a.s.) mucizeleri ise Âl-i İmran suresinde açıklanmıştı.

Bütün bu ayetler Allah'ın izni ve emriyle olmuştur. Bu konuda Allah Te-alâ'nm kudreti, hükmü ve hikmetinin yanında hiçbir beşerin kudreti olmamış­tır. [103]

 

Semavî Dinlerin Ve İlâhî Sünnetin Bir Oluşu

 

92- İşte sizin ümmetiniz bir tek ümmet­tir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde yalnız bana kulluk edin.

93- Fakat insanlar dinlerini aralarında parça parça ettiler. Halbuki onların hepsi sonunda bize döneceklerdir.

94- Kim mümin olarak salih ameller iş­lerse, onun emeği (kesinlikle) nankör­lükle karşılanmaz. Biz onu hiç şüphe­siz yazıyoruz.

95- Helak ettiğimiz bir kasaba halkının tekrar (bize) dönmemeleri imkânsızdır.

96- Nihayet Ye'cüc ve Me'cüc'ün önü açı­lıp onlar her tepeden akın edecekler.

97- Gerçek olan vaad yaklaşacak. İşte o zaman inkâr edenlerin gözleri yuvala­rından çıkacakmış gibi olur: "Eyvah bi­ze! Biz bundan gafilmişiz. Daha doğru­su zalimler bizmişiz." derler.

 

Belagat:

 

93. ayetteki "Fakat insanlar dinlerini aralarında parça parça ettiler" cümlesinde 2. şahıstan 3. şahısa geçiş (iltifat) vardır. Sanki onların durumlarının kötülüğünü beyan etmek için onların ifsat ettikleri şeyi başkalarına nakletmektedir. Burada ayrıca istiare-i temsiliyye yapılmıştır. Onların dinde ihtilâf etmeleri ve cemaati guruplara ayırmaları sanki bir şeyi parçalara ayırma temsiliyle anlatılmıştır.

*... Onun emeği (kesinlikle) nankörlükle karşılanmaz." ifadesinde istiare vardır. Sevabın verilmemesi için "nankörlük" tabiri kullanılmış, sevabın verilmesi için de "şükür" tabiri istiare edilmiştir.

'Yâ veylenâ" Eyvah bize! ifadesinde hazif yoluyla icaz (özlü ifade) sanatı yapılmıştır, "Yakûlûne yâ veylenâ" yani Eyvah bize! derler.

'Fa'büdûn, râci'ûn" ve "kâtibûn" kelimeleri arasında latif bir seci vardır. [104]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İşte sizin ümmetiniz..." Ümmet lügatte bir gaye üzerinde birleşen kavim demektir. Sonra bu kelimenin "din" veya "millet" için kullanılması yaygınlaş­mıştır. Yani tevhid milleti veya İslâm sizin milletiniz ve dininizdir ey ona tabi olmak mecburiyetinde olan muhataplar!

Sizin ümmetiniz "tek bir ümmettir." Yani peygamberler arasında ihtilaflı olmayan tek bir millettir. "Ben de sizin Rabbinizim." Ben kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allahım! Beni bir tanıyın. Başkasına değil, sadece bana ibadet edin.

"Fakat insanlar dinlerini aralarında parça parça ettiler." Yani bazı muha­taplar dinlerinin durumunu aralarında parçalara ayırdılar. Yani onlar dinde tefrika çıkardılar, bu hususta muhalefet ettiler. Onlar bu çirkin fiilleriyle dinin emirlerini tevzi edilmiş parçalar haline getirdiler. Bunlar Yahudi ve Hristiyan-lardı.

"Halbuki onların hepsi sonunda bize döneceklerdir." Yani parçalanan bu gurupların tamamı bize dönecekler ve biz de onların amellerinin karşılığını ve­receğiz.

"Kim mümin olarak salih ameller işlerse onun emeği" kesinlikle "nankör­lükle karşılanmaz." Yani ameli inkâr edilmez, sevabı zayi edilmez. "Biz onu hiç şüphesiz yazıyoruz." Yani biz onun gayretini amel defterinde tespit ediyoruz. Ondan hiçbir şeyi hiçbir şekilde zayi etmiyoruz. Koruyucu (hafaza) meleklere bunu yazmalarını emrediyoruz. Ona amelinin karşılığını veriyoruz.

"Helak ettiğimiz" yani helakine hükmettiğimiz yahut helakini takdir etti­ğimiz yahut helak edilmiş olarak bulduğumuz "bir kasabanın" kasaba halkının tekrar tevbeye yahut dünyaya dönmeleri "bize dönmemeleri imkânsızdır."

"Nihayet" onların dönmelerinin imkânsız olduğu son an, yani kıyametin kopmasına veya Ye'cüc ve Me'cüc şeddinin açılması gibi kıyamet yaklaştığı za­man "onlar" yani Ye'cüc ve Me'cüc kabileleri -Bunlar iki kabilenin Arap olma­yan isimleridir.- yahut bütün insanlar "her tepeden" her yüksekçe yerden "akın edecekler." süratle hareket edecekler.

"Gerçek olan vaad" yani kıyamet günü "yaklaşacak. İşte o zaman" yani bu olay gerçekleştiğinde...; "inkâr edenlerin gözleri yuvalarından çıkmış gibi olur." Gözleri dışarı fırlamış gibi olup, durumun dehşetinden sanki hiçbir şey göre­mezler. "Eyvah bize!" helak olduk. "Biz" dünyada iken "bundan" bu günden "gafil imişiz." Bunun hak olduğunu bilmiyorduk. "Daha doğrusu" peygamberle­ri yalanlamak ve delilleri incelememekle kendi nefislerine zulmeden "zalimler bizmişiz, derler." [105]

 

Açıklaması

 

Allah Tealâ insanlık dininin tek din olduğunu bildiriyor ve şöyle buyuru­yor:

"İşte sizin ümmetiniz bir tek ümmettir." Yani tevhid dini yahut İslâm dini, peygamberler ve şeriatlar arasında üzerinde ittifak edilen, üzerinde bulunma­nız gereken tek din, tek millet ve tek şeriattır. Siz peygamberler arasında fark­lı olmayan tek ümmet olarak bu din üzerinde olun. Ben kendisinden başka ilâh olmayan Allah'ım. Sadece bana kulluk edin. Herhangi bir melek, insan, taş, ağaç veya put gibi bir şeyi bana ortak koşmayın.

Bir başka ayette de: "İşte sizin ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben sizin Rab-binizim. Benden korkun." (Müminûn, 23/52) buyurulmuştur.

Buharî, Müslim, Ebu Davud ve Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettiği bir ha-dis-i şerifte peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Biz peygamberler cema­ati baba bir kardeşleriz, dinimiz birdir." Yani kastedilen mana peygamberlere verilen çeşitli hükümlerle birlikte bir olan, ortağı olmayan Allah'a kullukta it­tifak ediyoruz. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Ey ümmetler! Herbiri-niz için bir şeriat ve yol tayin ettik." (Maide, 5/48).

Peygamberler arasındaki farklılık inanç, ahlâk, fazilet ve kulluk esasları üzerinde değil, sadece zamanlara ve çağlara göre furû (hükümler) ve cüz'î me­selelerdedir.

"Fakat insanlar dinlerini aralarında parça parça ettiler." Yani ümmetler peygamberlerine karşı onları tasdik edenler ve yalanlayanlar şeklinde ayrıla­rak ihtilâfa düştüler, dinlerini aralarında çeşitli fırkalara bölerek parça parça ettiler.

Bu ifade durumun çirkinliğini dile getirmek için 2. şahıstan 3. şahısa geçiş ifadesidir. Asıl ifade: "Siz dinlerinizi parça parça ettiniz" olmalıydı. Sanki Ce­nab-ı Hak onların ifsat ettiklerini başkalarına nakletmekte ve onların bu dav­ranışlarının çirkinliğini belirtmektedir. Sanki onlara şöyle demektedir: Onların işledikleri şu büyük günahı görmüyor musunuz?

Ayetin manası şudur: Onlar dinlerini kendi aralarında parçalara ayırdılar. Tıpkı bir topluluğun bir şeyi aralarında tevzi edip paylaştırdıkları, şuna bir pay buna bir pay ayırdıkları gibi... Bu ifade insanların din hususunda ihtilâfa düşmelerini, bölük bölük olmalarını temsille anlatmaktadır.

Tek din meselesinde tefrikaya düşmeleri ayıplanan çirkin bir harekettir. Bunun için Cenab-ı Hak onların bu davranışlarına karşı tehditte bulunarak şöyle buyurmaktadır.

"Halbuki onların hepsi sonunda bize döneceklerdir." Yani onlardan her gu­rup kıyamet günü bize dönecekler. Biz de herbirine ameline göre, hayırsa hayır serse şer karşılık vereceğiz.

"Kim mümin olarak salih ameller işlerse, onun emeği kesinlikle nankörlük­le karşılanmaz. Biz onu hiç şüphesiz yazıyoruz."

Ayette geçen "min" cins için değil, teb'îz içindir; yani salih amellerden bir kısmı demektir. Zira mükellef farzı ve nafilesiyle bütün ibadet ve taati yerine getirmeye muktedir olamaz.

Ayetin manası şudur: Kim Rabbini ve peygamberlerini dili ve kalbiyle tas­dik ederek Allah Tealâ'nm yoluna uygun salih amel işlerse yahut müslim ve tevhid ehli olarak taatlerden bir amel işlerse onun emeği asla zayi olmaz. Ame­linin sevabı boşa çıkmaz, ameli nankörlükle karşılanmaz. Bilakis sevabı verilir. Biz ona tam karşılığını veririz. Ona zerre kadar zulmedilmez. Biz bunu tespit ederiz. Bütün amellerini karşılık vermek için amel defterinde muhafaza ederiz. Bundan hiçbir şey çok küçük olsa bile zayi olmaz. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de bazı ayetlerde şöyle buyurulmuştur: "Şüphesiz iman edip salih amel işleyenlere gelince biz güzel amel işleyenlerin ecrini zayi etmeyiz." (Kehf, 18/30); "Kim ahi-reti ister ve mümin olarak ahirete lâyık bir gayret sarfederse işte böylelerinin gayretleri makbul olur." (İsra, 17/19).

Bu ayet amellerin kabul edilmesinin ve kurtuluşun esasının kişinin mü­min olmak ve salih ameller işlemek özelliklerini bir arada bulundurması oldu­ğuna delildir.

İman, Allah ve Rasulünü bilip tasdik etmeyi de içine alır. Amel-i salih ise farzları yapmak ve haramları terk etmektir. Küfran (nankörlük) sevaptan mahrum olmaya verilen bir temsildir. Şükür ise sevaptan verilmesinin temsilî ifadesidir. "Onun emeği kesinlikle nankörlükle karşılanmaz." ayetinde anlatıl­mak istenen bu nankörlük cinsinin ortadan kaldırılmış olmasıdır. Yine burada kullar Allah Tealâ'ya itaate sarılmaya teşvik edilmektedir.

"Helak ettiğimiz bir kasabanın tekrar bize dönmemeleri imkânsızdır." Yani helak etmekle hükmettiğimiz bir kasaba halkının tevbeye dönmeleri yahut kı­yamet gününden önce dünya hayatına dönmeleri imkânsızdır. Bu manaya göre "Lâ yerci'ûn'daki "lâ" te'kit manasında "zaide'dir. Bu ifade şu ayet gibidir: "O zaman artık ne vasiyet edebilirler, ne de (ailelerine) dönebilirler." (Yasin, 36/50). Ayetin başındaki "harâmün" kelimesi kesin olarak imkânsızlığı ifade etmek için istiare edilmiştir. Bu da Cennetlikler: "Doğrusu Allah bu ikisini de (su ve diğer rızıkları bugün) kâfirlere haram etmiştir" derler." (A'raf, 7/50) ayeti gibi­dir.

"Nihayet Ye'cüc ve Me'cüc'ün önü açılıp onlar her tepeden akın edecekler." Yani helak edilen kavmin dönmemeleri, kıyamet kopuncaya, Ye'cüc ve Me'cüc şeddinin açılması gibi kıyamet alâmetleri ortaya çıkıncaya kadar devam eder. Bu Ye'cüc ve Me'cüc iki kabiledirler, yahut bütün insanlar demektir. İnsanlar her yüksekçe yerden süratle inip geleceklerdir. Ayetten maksat öldükten sonra dirilmeyi ve amellerin karşılığının verilmesini inkâr eden müşriklere yapılan bir reddiyedir.

"Gerçek olan vaad yaklaşacak. İşte o zaman inkâr edenlerin gözleri yuvala­rından çıkacakmış gibi olur..." Yani bu korkunç olaylar, belâlar ve depremler meydana geldiği zaman kıyamet yaklaşmış olur. Bunlar olduğu zaman kâfirler, gördükleri büyük olayların şiddetinden nerdeyse hiçbir şey göremeyecek hale gelirler.

"Eyvah bize! Biz bundan gafilmişiz. Daha doğrusu zalimler bizmişiz." Yani onlar: "Yazık, helak olduk. Biz dünyada gafilmişiz, oyalanmışız. Bunun gerçek olduğunu öldükten sonra dirilmenin, hesap görme ve amellerinin karşılığını görmek için Allah'a dönmenin değişmez ve mutlaka meydana gelecek bir hadi­se olduğunu bilmiyorduk. Daha doğrusu biz gerçekte kendimiz azaba maruz kalmakla nefsimize zulmetmişiz." derler. Bu, itirafın fayda vermediği bir anda kendi nefislerine zulmettiklerini itiraf etmeleridir. [106]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetlerden bütün semavî risaletlerin asıl itibariyle bir olduklarına, in­sanların din meselesinde tefrikaya düştüklerine, salih amel işleyen müminin sevap kazanacağı ve kötü amel işleyen kâfirin de azaba uğrayacağı hususunda ilâhî sünnetlerin (ilâhî kanunların) bir olduğuna, değişmediğine, öldükten son­ra dirilmeye, amellerin karşılığının verilmesine ve bunun ihtiva ettiği şiddetli ve dehşetli olaylara delâlet etmektedir.

Semavî risaletlerin birliğine gelince: Peygamberlerin hepsi tevhid üzerin­de ittifak halindedirler. Bunun için bütün insanlığın "Allah'ın bir olduğu, O'nun ortağının bulunmadığı ve sadece O'na kulluk yapılmasının vacip oldu­ğu..." hususunda ittifak etmeleri şart olmuştur. Müşrikler ise bütün peygam­berlere muhalefet etmişlerdir.

Tasdik eden ve yalanlayanlar şeklinde insanların dinde ihtilâf etmelerine gelince: Bu da çok yaygın bir hadisedir. Bu sebepten Allah Tealâ ister Müslü­man, isterse Yahudi veya Hristiyan olsun, isterse diğer müşriklerden olsun dinde tefrikaya düşmeyi acı bir olay olarak duyurmuş, hakka muhalefet etme­leri sebebiyle onları zemmetmiş, gayri müslimlerin Allah'tan başka ilâh edin­melerini şiddetle reddetmiştir. Böylece "İnsanlar dinlerini aralarında parça parça ettiler." ayetinden murad, dinlerini parçalara ayıran ve onu aralarında tevhid ehli, Yahudi, Hristiyan, putperest veya meleğe tapan şeklinde bölünme­ye tabi tutarlar demektir. Bu çeşitli fırkalardan her biri Allah'ın hükmüne dö­necek, Allah da onlara amellerinin karşılığını verecektir.

Rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İsrailo-ğulları 71 fırkaya ayrılmıştır. Bunlardan yetmişi helak olmuş, biri kurtulmuş­tur. Benim ümmetim de 72 fırkaya ayrılacaktır. Yetmiş bir fırka helak olacak, bir fırka kurtulacaktır." Ashap dediler ki:

- Ya Rasulallah! Bu kurtulan firka kimlerdir? Peygamberimiz buyurdu ki:

- Cemaat... Cemaat... Cemaat..."

Bu hadisten anlaşılmıştır ki "İşte sizin ümmetiniz" ayetinden murad, Al­lah Tealâ'nm bu surede beyan ettiği tevhid ve nübüvvete sımsıkı sarılan cema­attir. Rasulullah'ın (s.a.) kurtuluşa eren fırkanın "cemaat" olduğunu ifade eden hadisinde de iman ümmetine işaret edilmektedir. Aynı şekilde "ümmetim ayrı­lacak" ifadesinde de insanların herhangi bir vasıfta cemaatten ayrılması demektir. Yoksa bütün her haliyle ayrılacağına delil yoktur. Artırmak veya eksilt­mek caiz değildir.[107]

Değişmez kaide şudur: Kim tevhid ehli, müslüman ve Hz. Muhammed'i (s.a.) tasdik edici olarak, farz veya nafile ibadet ve taatlerden bir şey işlerse onun ameli inkârla veya nankörlükle karşılanmaz. Onun mükâfatı zayi olmaz. Küfür imanın zıddıdır. O da nimeti inkâr etmektir. Nimete nankörlük ise şük­rün zıddıdır. Allah kulunun amelini koruyacaktır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Rableri onların dualarını kabul etti. Sizlerden erkek olsun kadın olsun herhangi bir amel işleyenin amelini zayi etmem." (Âl-i İmran, 3/196). Yani bütün bunlar cezası görülmek üzere korunmaktadır. Bu ayette Yü­ce Allah insanları kendisine taat etmeye teşvik etmektedir.

Yine devamlı uygulanan değişmez ilâhî kanun ve kaidelerden biri de şu­dur: Allah'ın helak ettiği bir kasaba halkının helak olduktan sonra tekrar dün­yaya dönmeleri imkânsızdır. Bu mana "Lâ yerci'ûn"daki "lâ'nın zaide olması durumundadır. Ebu Ali el-Farisî ve Zeccac'a göre "lâ" zaide değildir. Zira mana­nın: "Helak ettiğimiz kasabanın dünyaya dönmeleri imkansızdır, haramdır." şeklinde olmasının bir yararı yoktur. Bu ifadede sadece hazif yapılmıştır. Yine kökten yok etmekle yahut kalplerine mühür vurulmakla hükmettiğimiz kasa­banın amellerinin kabul edilmesi haramdır, imkânsızdır, demektir. Çünkü on­lar dönüş yapmıyorlar. Yani tevbe etmezler. Benim kanaatimce evlâ olan bu­dur.

Bu şekilde dönüş yapmamaları Ye'cüc ve Me'cüc şeddinin açılmasına ka­dar devam eder. Ayette geçen ifade bütün insanları içine alır. Yahut onlar Ye'cüc ve Mec'üc'dürler. Kurtubî'ye göre tercih edilen budur. Bu durum insanla­rın kabirlerinden çıkıp her tepeden akın edip gelmelerine kadar devam eder. Bu da kıyamet koptuğu zaman meydana gelir. Bu ayet de haşire (mahşer ye­rinde toplanmaya) ve neşire (amel defterlerinin dağıtılmasına) delildir.

Daha sonra Allah Tealâ öldükten sonra dirilmeyi ve amellere karşılık ve­rilmesini şu ayette ispat etti.

"Gerçek olan vaad yaklaştı." Kâfirlerin maruz kalacakları korkunç hadise­ler ve gözlerinin yuvalarından çıkmasına, adeta hiçbir şey göremez hale geliş­lerine sebep olacak şiddetli sahneler pek yakında olacak, onlar şöyle diyecek­ler: Eyvah bize! Yazık bize! Doğrusu isyan etmekle ve ibadeti yerli yerine koy­mamakla zalim olan bizmişiz! [108]

 

Ahirette Müminlerin Ve Kafirlerin Halleri İle Gökyüzünün Durumu

 

98-  Siz de Allah'tan başka taptığınız (putlar) da cehennem odunudur. Siz oraya gireceksiniz.

99- Eğer onlar gerçekten ilâh olsalardı cehenneme girmezlerdi. Hepsi de ora­da ebedî kalacaklardır.

100-  Onlar orada inim inim inlerler. Onlar orada işitmezler.

101- Tarafımızdan kendilerine en güzel sevap vaad edilenler, işte onlar cehen­nemden uzaklaştırılacaklardır.

102-  Onlar cehennemin uğultusunu duymazlar. Onlar canlarının istediği nimetlerin içinde ebedî kalacaklardır.

103- En büyük korku bile onları üzmez. Melekler onları: 'İşte bu vaad edildiği­niz gündür," diyerek karşılarlar.

104- O gün biz göğü kitapların sayfala­rını dürer gibi düreriz. Onları ilk defa nasıl yarattıysak sonra da öyle dirilte­ceğiz. Bu, bizim bir vaadimizdir. Şüp­hesiz biz vaadimizi mutlaka yerine ge­tirenleriz.

105-  Yemin olsun ki biz Tevrat'tan sonra Zebur'da da 'Yeryüzüne mutlaka salih kullarım varis olur." hükmünü koymuştuk.

106-  Şüphesiz bunda kulluk eden kim­selere bir tebliğ vardır.

 

Belagat:

 

"O gün biz göğü kitapların sayfalarını dürer gibi düreriz." ayetinde mürsel ; mufassal teşbih yapılmıştır. Mana şöyledir: Biz göğü kitapların sayfalarını «tüste dürer gibi düreriz. [109]

 

Kelime ve İbareler:

 

Ey kâfirler ve müşrikler "Siz de Allah'tan başka taptığınız" putlar "da ce­hennem odunudur." Yani cehenneme atılacak odun ve yakıtsınız. "Siz oraya gi­receksiniz. "

"Eğer onlar" o putlar sizin iddia ettiğiniz gibi "gerçekten ilâh olsalardı ce­henneme girmezlerdi." Zira muahezeye uğrayan ve azap edilen kimse ilâh ol­maz. "Hepsi de" yani tapanlar ve tapılanların tamamı "orada" cehennemde sü­rekli ve "ebedî kalacaklardır."

"Onlar orada inim inim inlerler." Putlara tapanlar cehennemde inilti için­de ve canı boğazdan çıkacak bir halde bulunacaklardır. Cehennemin şiddetle kaynaması sebebiyle "Onlar orada hiçbir şey işitemezler."

"Tarafımızdan kendilerine en güzel sevap" en güzel makam yahut amelle­rine karşılık güzel sevaplarını müjdeleyen güzel kelime "vaad edilenler, işte on­lar cehennemden uzaklaştırılmaklardır."

"Onlar cehennemin uğultusunu duymazlar. Onlar canlarının istediği ni­metler içinde ebedî" daimî surette bol bol nimetlerden istifade ederek "kalacak­lardır. " Zarfın öne alınması tahsis ve önem verilmesini ifade eder.

"En büyük korku" ikinci veya son defa sura üfürülmesi bile "onları üzmez." Şu ayet bu korkunun sura üfürülmesi zamanında olduğuna delildir: "Sura üfü-rüleceği günde Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzere artık göklerde kim var, yerde kim varsa dehşetle korkmuştur." (Nemi, 27/87).

Denilmiştir ki: Bu korku cehenneme sokulmak üzere ayrılması ve kulun cehenneme girmesinin emrolunması korkusudur. Ayrıca, ateşe atıldığı zaman meydana gelen korkudur, yahut ölüm bir koç suretinde getirilip boğazlandığı zamanki korkudur da denilmiştir.

"Melekler onları" kabirlerinden çıktıkları zaman "işte bugün" dünyada "va­ad edildiğiniz gündür diyerek karşılarlar."

"O gün biz göğü kitapların sayfalarını dürer gibi düreriz. Onları ilk defa" yoktan "nasıl yarattıysak" yok olduktan "sonra da öyle dirilteceğiz. Bu bizim" verdiğimiz "bir vaadimizdir. Şüphesiz biz vaadimizi mutlaka yerine getirenle­riz. "

"Yemin olsun ki biz Tevrat'tan sonra" Hz. Davud'un kitabı "Zebur'da da" yahut inen semavî kitaplarda yahut Levh-i Mahfuz'da "yeryüzüne" cennet ara­zisine mutlaka "salih kullarım" bütün müminler yahut her salih kişi" varis olur hükmünü koymuştuk."

"Şüphesiz bunda" bu Kur'an-ı Kerim'de yahut zikrettiğimiz haberler, öğüt­ler ve vaadlerde "kulluk eden kimselere" yani bütün dertleri âdetler değil ibadet etmek olan kimselere cennete girme hususunda yeterli delil "bir tebliğ vardır." [110]

 

Nüzul Sebebi

 

"Tarafımızdan kendilerine..." 101. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak Ha­kim, İbni Abbas'tan naklediyor: "Siz de Allah'tan başka taptığınız putlar da ce­hennem odunudur. Siz oraya gireceksiniz" ayeti nazil olunca İbnü'z-Ziba'rî şöyle dedi: "Güneş, ay, melekler ve Üzeyr'e tapıldı. Bunların hepsi bizim ilâhları­mızla birlikte cehenneme mi girecek?" Bunun üzerine şu ayet nazil oldu: "Tara­fımızdan kendilerine en güzel sevap vaad edilenler işte onlar cehennemden uzaklaştırılacaklardır."(Enbiya, 21/101).

Ayrıca şu ayet de nazil oldu: "Meryem oğlu (İsa) bir misal olarak verilince hemen senin kavmin buna gülüyorlar. "Bizim tanrılarımız mı hayırlı yoksa O mu?" dediler. Bunu sana sadece bir mücadele olarak misal getirdiler. Daha doğ­rusu onlar çok düşman bir kavimdir" (Zuhruf, 43/57-58). [111]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak cehennemliklerin ve cennetliklerin durumlarını ve kıyametin yaklaştığını beyan ettikten sonra Allah'tan başkasına tapanların ve tapılanla-rm durumunu ve onların cehennem yakıtı olacaklarını, ancak bundan saadet ehlinin yahut sevapla müjdelenenlerin istisna tutulacağını zikretti. [112]

 

Açıklaması

 

Siz ey putlara tapan müşrikler! Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız, ce­hennem yakıtısınız. Hepiniz toptan cehenneme gireceksiniz. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

"Yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının." (Bakara, 2/24).

"Allah'tan başka tapındıkları şeyler" ifadesi putları, İblis'i ve onun uşakla­rını içine almaktadır. Çünkü onlar onlara itaat etmekle ve onları izlerine uy­makla onlara tapınanlar hükmündedir.

Bu ayet Üzeyr, Mesih ve melekleri ihtiva etmez. Çünkü "şüphesiz biz" ifa­desi Kureyş müşriklerine karşı sözle hitaptır. Onlar sadece putlara tapıyorlar­dı. Yine Cenab-ı Hak "taptığınız kimseler" buyurmadı, "taptığınız şeyler" bu­yurdu. "Mâ" harfi ise akıl sahibi varlıkları içine almaz. Dolayısıyla Razî'nin be­yan ettiği gibi,[113] İbnü'z-Ziba'rî'nin sorusu anlamsız olmuştur.

Cenab-ı Hakk'ın: "Gökyüzüne ve onu bina edene yemin olsun..." (Şems, 91/5) ve "Sizin taptığınız şeylere tapmam." (Kâfirûn, 109/2) ayetlerindeki "mâ" "şey" manasına kullanılmıştır. Bunun benzeri olarak burada şöyle denilir: Siz ve Allah'ı bırakıp da taptığınız şeyler... Fakat "şey" lafzı umum ifade etmez. Dolayısıyla İbnü'z-Ziba'rî 'nin sualine gerek kalmamaktadır.

Daha önce geçen sebeb-i nüzulde şeytanların tapılan şeylerden sayılmaları şu haberde açıkça anlaşılmaktadır.

Muhammed b. İshak Sîret'inde rivayet ediyor: Peygamberimiz (s.a.) Mes-cid-i Haram'a girdi. Kureyş'in ileri gelenleri Hatimde toplanmışlardı.[114]

Kabe'nin etrafında 360 put vardı. Peygamberimiz (s.a.) onların yanında oturdu. Nadr b. Haris gelmiş, Rasulullah (a.s.) onunla konuşup susturmuştu. Sonra şu ayeti okudu: "Siz de Allah'tan başka taptığınız putlar da cehennem odunudur. Siz oraya gireceksiniz."

Bunun üzerine Abdullah İbnü'z-Ziba'rî geldi. Kureyş ileri gelenleri kendi aralarında fısıldaşıyorlardı. İbnü'z-Ziba'rî:

-  Görüştüğünüz konu nedir? diye sordu. Velid b. Muğire Rasulullah'ın (s.a.) sözünü bildirdi. İbnü'z-Zibarî:

- Allah'a yemin olsun ki, onu bulursam tartışacağım, dedi. Bunun üzerine Rasulullah'ı (s.a.) çağırdılar. İbnü'z-Ziba'rî, Rasulullah'a:

- Şu sözü söyleyen sen misin? diye sordu. Peygamberimiz:

- Evet, dedi. İbnü'z-Ziba'rî:

-  Kabe'nin Rabbine yemin olsun ki, seninle tartışmak istiyorum. Soruyo­rum: Yahudiler Üzeyr'e, Hristiyanlar Mesih'e, Melihoğulları meleklere tapmı­yorlar mı? Peygamberimiz:

- Hayır, onlar gerçekte kendilerine bunu emreden şeytanlara tapınışlardır, diye cevap verdi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak "Tarafımızdan kendilerine en gü­zel sevap vaad edilenler işte onlar cehennemden uzaklaştırılacaklardır." (Enbi­ya, 21/101) ayetini indirdi. Bu ayette Üzeyr, Mesih ve melekler kastediliyordu.

Kendilerine tapılan putların cehenneme sokulmasının sebebi ise Zemahşe-rî'nin açıkladığı gibi[115] onlara tapanların daha fazla keder ve hasret duymaları, dünyada taptıkları şeyleri ahirette kendilerine şefaatçi edindikten sonra bun­ların kendileri nezdinde en çok buğzedilen şeyler olduklarını görmesini sağla­maktı..

Cenab-ı Hak bundan sonra tapınılan putların gerçekten ilâh olmadıklarını zikrederek şöyle buyurdu:

"Eğer bunlar gerçekten ilâh olsalardı, cehenneme girmezlerdi." Yani eğer bu putlar ve benzerleri kendilerine tapanların zannettikleri gibi fayda ve zarar veren hakiki ilâhlar olsalardı cehenneme girmezlerdi. Zira fayda ve zarar ver-seydiler, bu putlar önce kendi nefislerine gelecek zararlara engel olurlardı. Bu putlar terk edilmeye ve horlanmaya lâyıktırlar.

"Hepsi de orada ebedî kalacaklardır." Kendilerine tapılan sahte ilâhların hepsi cehennem azabında daimî kalacaklardır. Onlar oradan hiç çıkmayacak­lardır.

"Onlar orada inim inim inlerler." Onlar ateşte azabın şiddetinden belâ ve gamın fazlalığından inilti ve boğazın en uzak noktasından zorla çıkan solukla inim inim inlerler.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onların cehennemde (çok feci) nefes alıp vermeleri vardır." (Hud, 11/106).

Onlar cehennemde kendilerini memnun edecek veya kendilerine fayda ve­recek hiçbir söz duymazlar. Sadece kendilerine azapla görevli zebanilerin sesle­rini duyarlar.

Cenab-ı Hak cehennemliklerin durumlarını beyan ettikten sonra saadete nail olan müminlerin durumlarını zikretti ve şöyle buyurdu:

"Tarafımızdan kendilerine en güzel sevap vaad edilenler işte onlar cehen­nemden uzaklaştırılacaklardır." Yani Allah tarafından kendilerine ezelde sa­adet takdir edilenler ve dünyada salih ameller işleyenler cehenneme girmekten uzak kalacaklardır. Onlar saadet ehli ve sevapla müjdelenmiş yahut muvaffak kılınmış kimselerdir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "İyi amel işleyenlere güzel bir karşılık, bir de ziyadesi vardır." (Yunus, 10/26).

Rivayet edilir ki Hz. Ali (r. a.) bu ayeti okudu, sonra da şöyle dedi: Ben de onlardanım. Bu kişiler Ebubekir, Ömer, Osman, Talha, Zübeyr, Sa'd ve Abdur-rahman b. Avf tır. Sonra namaz için ikamet okundu. Ridasım çekerek kalktı. O şöyle diyordu: "Onlar cehennemin uğultusunu duymazlar."

Onların nimet durumları şöyledir:

1- Cehennemin uğultusunu duymazlar." Yani ateşin sesini ve cesetlerdeki yakıcılığını duymazlar. Cehennemin ateşi onlara isabet etmez.

2-  "Onlar canlarının istediği nimetlerin içinde ebedî kalacaklardır." Yani onlar arzu ettikleri cennet nimetleri ve lezzetleri içinde sürekli kalacaklardır.

3-  "En büyük korku bile onları üzmez." Hesap için kabirlerinden kalktık­tan sonraki sura ikinci defa veya son defa üfürülmesinin dehşeti onları korkut­maz. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Sura üfürüldüğü gün göklerde ve yerde bulunanlar dehşetli bir korkuya kapılırlar. Ancak Allah'ın diledikleri kimseler bunun dışındadırlar..." (Nemi, 27/87).

Kelime ve ibareler bölümünde geçtiği gibi başka görüşler de ifade edilmiş­tir. En doğru olan, bu dehşetin kıyamet gününün ve dirilişin dehşeti ol­duğudur.

4-  "Melekler onları: "İşte bu vaad edildiğiniz gündür" diyerek karşılarlar." Onlar kabirlerinden çıktıkları zaman melekler onları karşılar, onları bu diriliş günüyle müjdelerler ve şöyle derler: İşte bu gün dünyada size vaad edilen se­vinç, ikram, sevap ve güzellik günüdür.

Bu kabul ve karşılaşma Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu gibi olacaktır: "O gün biz göğü kitapların sayfalarını dürer gibi düreriz." Yani göğü durduğumuz gün büyük korku onları üzmez. Yahut melekler onları kitapların sayfalarını dür-düğümüz gün karşılarlar. Bu içinde korku, dehşet ve hayret bulunan bir başka sahnedir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: " Onlar Allah'ı hakkıyla tak­dir edemediler. Halbuki bütün yeryüzü kıyamet günü O'nun hakimiyeti altın­dadır. Gökler O'nun kudretiyle durulmuştur. O onların şirk koştuklarından münezzeh ve yücedir. (Zümer, 39/67).

"Onları ilk defa nasıl yarattıysak sonra da öyle dirilteceğiz. Bu bizim bir vaadimizdir. Şüphesiz biz vaadimizi mutlaka yerine getirenleriz." Yani bu dürtüme Allah'ın mahlûkatı yeni bir yaratık olarak tekrar dirilttiği günde hiç şüphesiz olacaktır. Tıpkı ilk defa onları yarattığı gibi Allah onları tekrar diril-tecektir. Bu Allah'ın değişmez vaadidir. Allah bunu mutlaka yapacaktır. Bunun meydana gelmesi vaciptir. Mutlaka gerçekleşecektir. Çünkü O buna kadirdir.

Bu ayetin benzeri şu ayetlerdir: "Şüphesiz ki bugün ilk yarattığımız gibi teker teker huzurumuza geldiniz." (En'am, 6/94); "O gün bütün insanlar hesap vermek için saflar halinde Rabbine arz edileceklerdir. Allah onlara şöyle diyecektir: Şüphesiz huzurumuza ilk yarattğımız gibi geldiniz." (Kehf, 18/48).

Cenab-ı Hak daha sonra salih kulları için takdir ettiği dünya ve ahiret saadetini, dünya ve ahirette yeryüzünün varisi olacaklarını haber verdi.

"Biz Zebur'da yazdık..." Yani biz Tevrat'tan sonra gönderilen Zebur kitabında yahut bu Kur'an-ı Kerim'de kesin bir şekilde hükmettik ki dünya ve ahirette yeryüzünün mirası ancak salih müminlerin yani Allah'a taat ile amel eden müminlerin olacaktır.

Ayette geçen "Zikr" Tevrattır. İbni Abbas bunu Kur'an'dır demiştir. Bir rivayete göre Zikr, Ümmü'l-Kitab yani Levh-i mahfuzdur. Bu, peygamberlere indirilen kitaplar için bir cins isimdir.

Arz, ya cennetin arazisidir; nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "(Cennetlikler) dediler ki: Bize vaadinde sadık olan, bizi cennetten neresini dilersek yerleşmek üzere bu yere mirasçı yapan Allah'a hamdolsun. Amel eden­lerin mükâfatı ne güzel." (Zümer, 39/74).

Ya da arz dünya arzıdır, yeryüzüdür ve dünyayı imar etmeye lâyık ehlidir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Allah içinizden iman edip salih ameller işleyenlere onları mutlaka yeryüzünün halifeleri, sahipleri kılacağını vaadetti." (Nur, 24/55).

"Musa kavmine şöyle dedi: Allah 'tan yardım isteyin ve sabredin. Yeryüzü Allah'ındır. Kullarından dilediklerini ona varis kılar. Hayırlı sonuç Allah'ın­dır." (Araf, 7/128).

Mukaddes topraklara gelince, oraya sadece salih kullar varis olur. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Hor görülen o kavmi de kendisini bereketli kıldığımız o toprakların doğularına ve batılarına mirasçı kıldık." (A'raf, 7/137).

"Bütün bu ayetlerde kulluk eden topluluk için bir tebliğ vardır." Yani bu surede zikredilen haberler, vaad, tehdit ve tesirli öğütlerde kulluk eden bir top­luluk için yeterli bir öğüt ve fayda vardır. Kulluk eden topluluk Allah'a O'nun emrettiği, sevdiği ve razı olduğu şekilde kulluk edenler, şeytana ve nefislerinin şehevî arzularına itaat yerine Allah'a itaati tercih edenlerdir. [116]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:

1- Allah'a şirk koşanlarla Allah'tan başka put, heykel ve şeytan gibi tapın­dıkları sahte tanrılar cehennemin yakıtıdırlar. Kendilerine tapınmanın faydasızlığını ortaya koymak, kendilerine tapanlara daha keder ve kaygı vermek, bunlara karşı şiddetli bir yadırgama meydana getirmek, putlarla ve putlara tapanlarla daha fazla alay etmek, Allah'ın her şeyi kaplayan kudretine delâlet eden kesin bir hüccet ortaya koymak için toptan cehenneme gireceklerdir.

Usûlcüler "taptıklarınız şey" ifadesini genelleme manası kastedildiğine ve bunun için özel sigalar bulunduğuna delil saymışlardır.

2- Bu sahte ilâhlara ait ulûhiyet sıfatının batıl olduğuna delil şudur: Eğer putlar ve benzerleri gerçekten ilâh olsalardı onlara tapanlar cehenneme gir­mezlerdi. Ne onlar ne de tapılanlar cehennemde ebedî kalmazlardı.

3- Cenennemde azaba uğrayanların durumu garip ve şiddetlidir. O cehen­neme girecek kâfir ve şeytanların soluk soluğa girmeleri vardır. Bu ses gamlı kimsenin kalbinden çıkan iniltileridir. Onlar orada memnun olacakları hiçbir şey işitmezler. Bilakis onlar azap vermekle görevli zebanilerin sesleri gibi hoşlarına gitmeyecek sesleri işitirler.

4- Saadet ehli olanlar, ibadet ve taate muvaffak kılınanlar ve sevapla müjdelenenler cehenneme girmekten uzak kalacaklardır.

Onların durumları sevindiricidir. Onlar cehennemin sesini işitmezler, alevlerinin hareketini ve cesetlerini yakmasını görmezler. Daimi bir şekilde nefislerin arzuladığı, gözlerin haz aldığı nimetlerden istifade ederler. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Orada sizin için nefislerinizin arzuladığı şeyler vardır. Orada sizin için beklediğiniz şeyler vardır." (Fussilet, 41/21).

Başkalarına isabet edecek olan büyük korku yani kıyamet gününün ve öl­dükten sonra dirilmenin dehşeti onlara üzüntü vermeyecek, onları cennet kapılarında melekler karşılayarak onları tebrik edecekler, şöyle diyeceklerdir:

'İşte size vaad edilen gününüz budur!" Bu karşılama, bu sıcak ve samimîliği ne güzeldir! Bu huzur veren ve gönlü mutlu kılan manzara ne hoştur!

5- "Gökyüzünü durduğumuz zaman" ayetinde ve diğer ayetlerde sabit olan esas göklerin ve yerin kıyamet gününde değişecekleri hususudur. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: " O gün yerin bugünkü yeryüzünden başka bir hale dönüşür, aynı şekilde gökler de değişirler. Tek olan ve ezici güce sahip olan Allah'a arzolunurlar." (İbrahim, 14/48).

6- Yine sabit olan husus şudur ki Allah Tealâ insanları kabirlerinden alıp mahşer yerine toplayacak, tıpkı ilk defa ana karnında yarattığı gibi onları yeni yaratık olarak tekrar diriltecek.

Mesaî, İbni Abbas'tan (r. a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i şerifini rivayet etmektedir: "Kıyamet günü insanlar çıplak ve sünnetsiz olarak haşredileceklerdir. Kıyamet günü ilk defa elbise giydirilecek olan Hz. İbrahim'dir. Peygamberimiz sonra şu ayeti okudu: "ilk defa yarattığımız gibi onu tekrar diriltiriz.”

Bu hadisi, Müslim yine İbni Abbas'tan (r.a.) rivayet ediyor. İbni Abbas diyor ki: Peygamberimiz (s.a.) bize bir vaaz verdi. Şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Siz Allah'ın huzurunda çıplak, yalınayak, başıaçık ve sünnetsiz olarak haş-rolunacaksınız. İlk defa yarattığımız gibi tekrar diriltiriz. Biz bunu mutlaka yaparız. Dikkat edin. Kıyamet günü ilk giydirilecek olan Hz. İbrahim'dir."

7-  İndirilen bütün semavî kitaplarda esas olan husus ayetin mutlak ifadesinden anlaşıldığı gibi dünyadaki yeryüzüne olduğu gibi ahiretteki cennet toprağına da Allah'ın salih kulları Allah'a taat ile dünyanın varisi olacaklardır. Ahiretteki salih kullar Allah'a taat ile amel eden müminlerdir. Dünyadaki salih kullar ise dünyanın imarı için çalışan ve onun hakkını yerine getirenler­dir.

8- Allah'ın kulu Muhammed'e (s.a.) indirdiği bu Kur'an-ı Kerim'de ibadet eden kavimler için muazzam bir tebliğ vardır, yani fayda vardır. Allah'ın tayin ettiği, sevdiği ve razı olduğu şeriatla O'na ibadet edenler ve O'na itaat etmeyi her şeye tercih edenler için bu kitap yeterlidir. [117]

 

Rahmet Peygamberi

 

107-  Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.

108- De ki: "Bana vahyolunuyor ki sizin ilâhınız ancak bir ilâhtır. Artık müs-lüman olacak mısınız?"

109-  Eğer onlar yüz çevirirlerse de ki: "Ben size eşit olarak tebliğ ettim. Size vaad olan şeyler yakın mıdır, uzak mıdır, ben bilmem."

110-  Şüphesiz O açığa vurulan sözü de bilir, gizlediğiniz şeyleri de bilir.

111- Bilmiyorum, belki bu sizin için bir imtihandır ve bir müddete kadar geçici bir yararlanmadır.

112- Muhammed şöyle dedi: "Ey Rabbim, hak ile hükmet. Rabbimiz sonsuz rah­met sahibidir. Yakıştırdığınız şeylere karşı yardımı istenilecek olan O'dur."

 

Belagat:

 

"Artık müslüman olacak mısınız?" Buradaki istihfamla emir murad edil­mektedir. Yani önceki ayette (Enbiya, 21/80) "Artık şükredecek misiniz1?" sorusunun "şükredin" manasında olduğu gibi burada da "müslüman olun" demektir. [118]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." Yani ya Muhammed! Biz seni sadece âlemlere yani insanlara ve cinlere rahmet olarak gönderdik. Çünkü seninle gönderilen din onların saadetlerinin sebebidir, onların dünya ve ahirette huzurunu ve salâhını temin edicidir.

"De ki: Bana vahyolunuyor ki sizin ilâhınız ancak bir ilâhtır." İlâh hakkın­da bana vahyolunan husus sadece O'nun birliğidir. O tek ilâhtır. Zira O'nun gönderilmesinin asıl maksadı sadece tevhiddir. Ayetteki ilk "innemâ" kelimesi sukmün bir şeye tahsis edildiğini ifade eder. İkincisi ise bunun aksinedir.

"Artık müslüman olacak mısınız?" Bana ilâhın birliği hakkında vah-yolunan hususlara boyun eğecek, teslim olacak mısınız? Burada soru "emir" manasınadır. Yani teslim olun, müslüman olun. Allah Tealâ'ya ibadeti vahyin gereği olarak O'na tahsis edin, ihlâslı olun demektir.

"Eğer onlar yüz çevirirlerse" bunu kabul etmezlerse "de ki: Ben size eşit olarak" ilimde eşit olarak yani ben de siz de size bildirdiğim hususlarda bilgi yönünden farklı olmayarak yahut savaşta ve karşılıklı düşmanlıkta aynı seviyede olarak "tebliğ ettim." bildirdim. Bana emrolunan şeyi haber verdim. Sizi uyardım. Ayette geçen "âzene" fiilinin uyarı manasında kullanılışı çok görülmektedir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Allah'a ve Rasulüne savaş açtığınızı bildirin." (Bakara, 2/279).

"Size vaad olunan" azap ya da müslümanların sizin üzerinize galip gel­meleri yahut kıyamet ve mahşer yerinde toplanmak gibi "şeyler" size "yakın mıdır uzak mıdır, ben bilmem." Bu mutlaka hiç şüphesiz gerçekleşecektir. Bunu bilen ancak Allah'tır.

"Şüphesiz O" Allah Tealâ "açığa vurulan sözü de" davranışı da sizin ve başkalarının İslâm hakkında ileri geri söylediğiniz sözleri de "bilir, gizlediğiniz şeyleri de bilir." Ben size gelecek azabın geciktirilmesi, sizin için belki bir istid-raçtır, belki de fazlasıyla bir imtihan ve denemedir, bilemem. "Bilmiyorum, bu sizin için" nasıl hareket edeceğinizin görülmesi için "bir imtihandır, bir müd­dete kadar geçici bir yararlanmadır." O'nun ilâhî iradesinin gerektirdiği şekilde takdir edilen bir süreye kadar geçici bir istifadedir.

"Muhammed şöyle dedi: Ey Rabbim, hak ile hükmet." Rasulullah (s.a.) benimle Mekkeliler gibi beni yalanlayanlar arasında adaletle, insafla yani on­lara derhal azap verilmesi veya onlar üzerine zafer elde edilmesi suretiyle hük­münü ver ya Rabbi! diye niyaz etti. Bundan dolayı müşrikler Bedir, Uhud, Huneyn ve Hendek'te azaba ve yenilgiye uğradılar. Allah onlara karşı Rasulüne zafer ihsan etti.

"Yakıştırdığınız şeylere karşı yardımı istenilecek olan O'dur." Yani Allah yaratıklarına karşı çok çok merhametlidir. Galibiyet sizin olacak, Allah'ın çocuğu vardır şeklindeki Allah'a yalan isnat etmeniz, benim sihirbaz olduğum ve Kuranın şiir olduğu şeklinde yakıştırdığınız durumlara karşı yardım ancak Allah'tan istenir.[119]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak, daha önce geçen peygamberlerin kıssalarını beyan edip Kur'an'm kulluk edenler için bir tebliğ, faydalı bir hitap ve son derece yeterli bir kitap olduğunu bildirdikten sonra Peygamberimiz in (s.a.) gönderiliş sebebi­ni, yani onun din ve dünyada âlemlere rahmet olduğunu bildirdi.

Dinde rahmet oluşu, onları cahiliyet ve sapıklıktan kurtarması suretiy­ledir. Dünyada rahmet oluşu, pek çok zillet, çarpışma ve savaşlardan onları kurtarması, dininin bereketiyle zafer ve üstünlük elde etmesi şeklindedir.

Onun kılıçla gelmesi de yine büyüklük taslayan, inatçılık yapan, hiç düşünmeyen ve hiç araştırmayan kişileri edebe davet etmek içindir. Nitekim Cenab-ı Hak da Rahman ve Rahimdir. Çok çok rahmet ve merhamet sahibidir. Aynı zamanda isyankârlardan intikam alıcıdır. [120]

 

Açıklaması

 

Ey Muhammedi Seni Kur'an şeriatı ve ahkâmıyla sadece ve sadece dünya ve ahirette bütün insanlara ve cinlere rahmet olasın diye gönderdik. Kim bu rahmeti kabul eder ve nimete şükrederse dünya ve ahirette mesut ve bahtiyar olur. Ve kim bunları inkâr ve reddederse dünya ve ahiretini mahvetmiş olur.

Bir rivayete göre, Hz. Peygamberin kâfirler için de rahmet olması şu an­lamdadır: Onlar Hz. Peygamber sayesinde tamamen yok olmaktan, suret­lerinin hayvan suretine değiştirilmesinden (dönüştürülmesinden) ve köklerinin kazınmasından kurtulmuşlardır.

İnkarcıların nasıl hüsrana uğrayacaklarını Allah Tealâ şöyle açıklıyor: "Allah'ın nimetini nankörlüğe çevirenleri ve sonunda kavimlerini helak yur­duna sürükleyenleri görmedin mi? Onlar cehenneme girecekler. O ne kötü karar­gâhtır." (İbrahim, 14/28-29).

Yine Allah Tealâ, Kur'an hakkında şöyle buyurmaktadır:

"De ki, O, inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuz ve şifadır. İnan­amayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur'an onlara göre bir körlüktür. Sanki onlar uzak bir yerden çağırılıyorlar." (Fussilet, 41/44). Rasulullah (s.a.), İmam Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ben lânetçi olarak değil, rahmet olarak gön­derildim." Hakim, bu hadisin rivayetinde şunu da ilâve eder: "Ben ancak bir rahmet ve hidayet elçisiyim."

Sonra Allah Tealâ Resulüne, müşriklerle olan mücadelesinde hem bir uyarı olsun, hem de artık bir mazeret ileri sürmesinler diye onlara şöyle demesini emretti: " De ki: Şüphesiz bana, ilâhınızın, ancak tek bir ilâh olduğu vahyediliyor. Artık müslüman oldunuz değil mi? " Yani Ey Muhammed! Mekke müşriklerine ve diğer bütün insanlara şunu tebliğ et: Bana ilâh hakkında onun tek ve bir olup ortağı olmadığından başka bir şey vahyedilmiş değildir. Öyleyse sadece O'na ibadet edin ve sadece O'na teslim olup boyun eğin. Bana da aynı şekilde itaat ve ittiba edin.

"Eğer yüz çevirirlerse, artık de ki: (Bana emrolunanı) eşitlik esasına dayanarak size açıkladım." Yani, eğer yüz çevirir ve senin onları davet ettiğin şeyi terk ederlerse onlara şöyle de: Size açıkça bildiriyorum: Ben size karşı harp halindeyim, siz de bana karşı harp halindesiniz. Ve siz, benden uzak olduğunuz gibi de sizden uzağım. "(Rasulüm) Eğer seni yalanlarlarsa şöyle de: Benim yaptığım bana, sizin yaptıklarınız da sizedir. Siz benim yaptıklarımdan uzaksınız, ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım." (Yunus,10/41). "Bir kavmin ihanet edeceğinden korkarsan, sen de hak ve adaletle (onlarla yaptığın ahdi) onlara at." (Enfal, 8/58). Yani ahdin bozulmasıyla ilgili hem senin bilgin ve hem de on­ların bilgisi eşit olsun. Ayetin buradaki manası budur.

"Size eşit bir şekilde (gerçeği) açıkladım." Yani size, benim sizden berî ol­duğumu, sizin de benden uzak olduğunuzu söyledim. Çünkü bunu biliyorum ve bu husustaki bilgimiz de müsavidir.

"Ben, size vaad edilen azabın yakın mı, uzak mı olduğunu bilmiyorum." Yani, size vaad edilen azap ve müslümanlarm size galip geleceği hiç şüphesiz mutlaka vaki olacaktır. Fakat bunun yakınlığı ve uzaklığı ile ilgili bir bilgim yoktur.

"Hakikat O, sizin açıkça söylediklerinizi de, gizlediklerinizi de hakkıyla bilir." Yani, Allah Tealâ gaybın tamamını bilir. Dolayısıyla o, kulların açıkça yaptıklarını da gizlice yaptıklarını da bilir. Yine O, İslâm'a karşı açıkça yapılan hücumları da müslümanlara karşı gizledikleri kin ve tuzaklarını da bilir. İşte Allah Tealâ, bütün bunların azlığına ve çokluğuna göre karşılık­larınızı verecektir.

"Bilmiyorum, belki O, sizin için bir fitne ve belli bir zamana kadar bir metadır." Yani, bilmiyorum; azabın sizden tehir edilmesi belki, sizi imtihan et­mek ve belirlenmiş vakte kadar dünyevî lezzetlerden faydalanmalarınıza fırsat vermek içindir. Böylece O, sizin nasıl davranacağınızı kontrol etmek ister.

"Dedi ki, Rabbim, hak ile hükmet." Yani, Peygamber şöyle dua etmektedir: Rabbimiz, bilgimizle hakkı ve adaleti yalanlayan kavmimizin arasını ayır. Çünkü senin sözün haktır. Sen de haksin. Vaadin de, hükmün de haktır. Sen yalnızca hakkı seversin. Katade diyor ki: "Peygamberler hep şöyle dua ederler­di: "Rabbimiz, bizimle kavmimiz arasında adaletle hükmet. Çünkü sen, hük­medenlerin en hayırlısısm." Resulullah (s.a.) de bu şekilde dua etmekle em-rolündü.

İmam Malik'in Zeyd b. Eslem'den rivayet ettiğine göre, Resulullah, bir savaşta karşı karşıya kaldığı zaman "Rabbim, adaletle hükmet" diye dua ederdi.

"Yakıştırdığınız şeylere karşı yardımı istenilecek olan O'dur." Yani, sizin Allah'a atfettiğiniz her türlü şirk, küfür, yalan ve batıl söze karşı yardımı is­tenen Rabbimiz olan Allah Tealâ'dır. Batıl sözlerinizden maksat da şudur: Al­lah'ın çocuğu vardır, ben sihirbaz bir şairim, Kur'an şiirdir vb. Allah Tealâ'nın hakem tayin edilmesi hem bir uyarıdır hem de hakkın ortaya çıkmasını sağlar. Aynı zamanda kâfirler için bir tehdit, bir hezimet ve inananlar ordusu ve Hakk'ın yardımcıları önünde bir mağlubiyet ifade eder. Onu peygamber olarak görevlendirmekle Allah Tealâ, daha önce gelip geçen peygamberleri şereflen-dirmiştir. Çünkü o, bütün insanlara rahmet olarak gönderilmiştir. [121]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Enbiya suresinin sonundaki bu ayetlerde pek çok açık deliller mevcuttur:

1- Resulullah (s.a.) peygamberlerin sonuncusudur. Onu peygamber olarak görevlendirmekle Allah Tealâ bütün insanlar için bir rahmet olsun diye, daha önce gelip geçen peygamberleri taçlandırmıştır. Ona inanan ve onun davetini tasdik eden mesut olur; ona inanmayan ise dünyada geçmiş ümmetlerin başına gelen toplu helak, suret değişikliği, boğulma ve kökten kazınma gibi şeylerden kurtulmuş olmakla birlikte ahirette açık bir hüsranla karşılaşacaklardır.

2-  Bütün peygamberlerin ve tabiatıyla son peygamberin risaleti şudur: İlâh hakkında onun tek ve bir olduğundan başka hiç bir şey vahyedilmemiştir. Ona şirk koşmak asla caiz değildir. Siz, bütün insanlar, Allah'ın vahdaniyetini artık kabul ediyorsunuz değil mi? Öyleyse müslüman olun ki, kurtuluşa eresiniz.

3- Müşrikler ve kâfirler İslâm'ın tebliğ ettiklerinden yüz çevirirlerse onları uyarma görevi son bulur. İman ile küfrün bir araya gelemeyeceği, müslüman-larla kâfirler arasında artık sulh olamayacağı ve her iki topluluk arasındaki iıarp ve düşmanlığın devam edeceği yönündeki ilân da son bulur. Ancak bunun, şiddetli ve sürekli bir harp olması şart değildir. Belki bu müminlerin kalp­lerinin derinliklerinde küfrün değişik renkleri halinde gizlenen kalbî inkârı söküp atmaya yönelik bir ilândır.

4- Azabın en büyüğünü ve kıyamet gününü hiç kimse bilemez. Ne gön-ierilmiş bir peygamber ne de bir melek...

5- Gayb ve şehadet âlemini, gizliyi, aleniyi, saklıyı-açığı bilen Allah'tır. O, safirlerin İslâm'a olan hücumlarını, müslümanlara olan hile ve nefretlerini, firk ve küfürlerini bilir. Onlardan sadır olan büyük ve küçük her ne varsa on-_îra göre karşılığını verecektir.

Azabın tehir edilmesi, onların nasıl davranacaklarını sınamak için ola-rılir. Tabi Allah onların ne yapacaklarını en iyi bilendir. Azabın tehir edilmesi, ;ialet ve fazla ikram gereği kâfirlerin dünyevî şehvet ve lezzetlerden fay­dalanıp ahirette ise bunlardan mahrum kalmaları için de olabilir.

6- Samimi bir müminin akidesinin iki mihveri vardır.

a)  İşi Allah'a havale etmek ve sonucu ondan beklemek. İşte bu, Allah Tealâ'nın peygamberine olan emridir. "Dedi ki: Rabbim, adaletle hükmet." Yani :«enimle Hakkı yalanlayan bu insanlar arasında adaletle hükmet ve onlara -iarşı bana yardımcı ol.

b) Güçlü ve galip olan Allah'tan yardım dilemek. Sure de zaten bu şekilde sona ermektedir. "Bizim Rabbimiz Rahmandır. Sizin anlattıklarınıza karşı yar-zzmı umulandır." Yani onu inkâr ve yalanlamalarınıza ve inananlara galip gel­me isteğinize karşı yardımı talep edilecek olan O'dur.

7- Allah'ın şeriatı ve dini her türlü şirk şaibesinden uzak, halis tevhid akidesi ve adalet esası üzerinde durur. Allah, adaletle hükmeder, hak ehli ve Allah'a inananlara yardım eder. Fakirin hakkını zenginden alır. İki hasım arasında adaletle davranır, biri kâfir diğeri müslüman da olsa, rahmet ve ih­sana davet eder, çirkinlik ve kötülükten alıkoyar. İşte bütün bunlar sağlıklı bir medeniyetin temelleri ve gerçek demokrasinin tohumlarıdır. Burada ne taas­sup, ne zulüm ne cehalet ve ne de anarşi vardır. Muhakkak ki ilim, İslâmî hayatın ve Kur'anî davetin yolu ve bütün âlemin kandilidir. [122]



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/7.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/7.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/8.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/8-9.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/10.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/10.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/11-12.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/12.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/12-15.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/15-17.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/18.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/18-19.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/19.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/19-20.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/23.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/23-24.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/24.

[18] Kurtubî, XII/274.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/24-27.

[20] Taberi, XII/278.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/27-29.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/31.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/31-32.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/32.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/33-36.

[26] Razi, XXII / 152-154.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/37-38.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/39.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/39-40.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/40.

[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/40-43.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/43-45.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/47.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/47-48.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/48-49.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/49.

[37] İbni Mace bu manada: "Allahım! Ölüm sarhoşluğuna karşı bana yardım et." hadisini rivayet etmiştir.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/49-53.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/53-54.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/55.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/56.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/56-57.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/57-60.

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/60-61.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/62.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/62-63.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/63-64.

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/64-65.

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/67.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/68.

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/68-69.

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/69-70.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/71.

[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/71-72.

[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/72-74.

[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/74-75.

[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/76.

[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/76-77.

[59] Kurtubî, XI/303.

[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/77-79.

[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/79.

[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/80.

[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/80-81.

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/81.

[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/81-83.

[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/83.

[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/84.

[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/84.

[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/84-85.

[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/85.

[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/85.

[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/86.

[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/86.

[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/86-87.

[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/87.

[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/88-89.

[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/89.

[78] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, III/1254.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/90-91.

[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/91-92.

[80] İbni Kesir, III/187.

[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/92-93.

[82] Cessas, Ahkâmu'l-Kur'an, III/223.

[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/93-97.

[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/98.

[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/99.

[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/99.

[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/99-100.

[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/100-101.

[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/102.

[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/102.

[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/102-103.

[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/103.

[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/103-104.

[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/105-106.

[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/106.

[96] Ibni Kesir, 111/ 191.

[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/106-108.

[98] Bu hadisi Buhari, Müslim ve Ebu Davud başka bir lafızla İbni Abbas’tan (r.a.) rivayet etmiştir.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/108-109.

[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/110.

[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/110-111.

[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/111.

[102] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/111-113.

[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/113-114.

[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/115.

[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/115-116.

[106] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/116-119.

[107] Razî, XXII/219. Dört Sünen müellifi bu hadisi şu lafızla Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet et­mişlerdir: "Yahudiler 71 fırkaya ayrılmışlardır. Hristiyanlar da 72 fırkaya ayrılmışlardır. Ümmetim de 73 fırkaya ayrılacaktır."

[108] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/119-120.

[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/121.

[110] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/122.

[111] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/122-123.

[112] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/123.

[113] Razî, XXII/223.

[114] Hatîm: Kâbenin kuzey tarafında Hicrî İsmail denilen Altınoluğun altındaki hilâl şeklin­deki duvarın iç kısmı. Hatim bölümü Kâbenin içinden sayılmakta ve tavaf buranın dışın­da yapılmaktadır.

[115] Zemahşerî, 11/338.

[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/123-126.

[117] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/126-128.

[118] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/129.

[119] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/129-130.

[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/130-131.

[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/131-132.

[122] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/133-134.