Ana Rahmindeki Ceninin Başından Geçecek Olan Her Hali
Bilmek Allah'a Mahsustur
Her Şeyin Allah'a Secde Etmesi ,
Grupların Allah Katında Mücadelesi
Kabe Kaç Defa Bina Edilmiştir?
Kuşların Parçalamasından Maksat, Bâtıl İnançlardır
Şea'ir»Den Maksat,Allah'ın Dinidir
Kurban Keserken Tekbir Getirmek
Zımmîlerin Mabedlerîne Dokunulmaz Mı?
İbret İçin Yapılan Seyahatler Caiz Midir?
Nazil olduğu dönem ihtilaflıdır. 78 ayettir.
İbn Merduveyh'in îbn Abbas ve İbn Zübeyr'den rivayet ettiğine göre bu sure Medine'de nazil olmuştur. Dahhak da aynı görüşe katılmıştır. Fakat bazı rivayetlere göre bu sure Mekkî'dir. Ebû Cafer'in Mücahid'den, onun da İbn Abbas'tan «Üç ayet müstesna, bu surenin Mekki olduğu» rivayet edilmiştir. İstisna edilen yer 19. ayetten 21. ayetin sonuna kadarki bölümdür. Bunlar Medine döneminde nazil olmuşlardır.
İbn Abbas'tan gelen diğer bir rivayete göre, dört ayet müstesnadır. Yani 19. ayetten 22. ayete kadarki bölüm Medenî'dir.
İbn'ul-Munzir, Katade'den «Dört ayet müstesna, bu surenin Medine'de (yani hicretten sonraki dönemde) nazil olduğunu» rivayet ediyor. Bu istisna edilen bölüm, 52. ayetten 55. ayete kadar olan bölümdür. Eu dört ayet, rivayete göre Mekkî'dir. En sahih görüş bu surenin Mekkî ve Medenî ayetlerden meydana gelmiş olmasıdır. Fakat Medine veya Mekke döneminde nazil olan ayetlerin tayininde ihtilaf vardır. Bu cumhurun görüşüdür.
Bu surenin Mekke ve Medine döneminde nazil olan ayetlerle karışık olduğu, daha önce de ifade ettiğimiz gibi, cumhurun görüşüdür. Çünkü«ey insanlar» diye başlayan ayetler Mekke dönemine, «ey iman edenlef» diye başlayan ayetler de Medine dönemine aittir. Yani bu tabirle gelen ayetlerin çoğu Medine dönemine, diğer tabirle gelenlerin çoğu da Mekke dönemine aittir.
Ayetlerin sayısı Kufeliler'e göre 98, Mekkeliler'e göre 97, Bas-ralılar'a göre 96, Şamlılar'a göre ise 95'tir. Kelimeleri 1.291, harfleri 5.075'tir.
Hz. Ömer ile îbn Ömer'den gelen rivayetlere göre «Bu sure diğer surelerden üstündür. Çünkü bu surede iki secde ayeti var-dır.» İbn Mübarek, Şafii, Ahmed ve İshak da bu görüştedir.
Bazı kimseler «Bu surede tek secde vardır» derler. Bu, Sufyan Sevrî ve Darekutni'nin görüşüdür. Onlar bunu Abdullah bin Sa'le-be'den rivayet ediyorlar. Bu zat diyor ki: «Hz. Ömer'i gördüm. Hac Suresi'nde iki secde yaptı. Ben: «Sabah ta mı?» deyince, «Evet, sabah ta» dedi.» [1]
Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla
1 Ey insanlar! Rahbiniz(in azabın) dan korkun! Çünkü Kıyamet Günü'nün sarsıntısı pek dehşetli bir şeydir.
2 Onu gördüğünüz gün, her emzikli kadın emzirdiğini unutur. Her gebe kadın, çocuğunu düşürür. İnsanları sarhoş görürsün. Oysa onlar sarhoş değillerdir. Lâkin Allah'ın azabı şiddetlidir.
3 İnsanlardan öyle kimseler vardır ki Allah hakkında bir ilmi olmaksızın tartışır ve her kaypak şeytanın ardına düşer.
4 Onun üzerine şöyle yazılmıştır: «Kim şeytana dost olursa muhakkak şeytan onu saptırır ve doğruca onu cehennem azabına götürür».
5 Ey insanlar! Eğer haşre gönderilmekten kuşku duyuyorsanız (bilin ki), ne olduğunu açıklamak için biz sizi, topraktan, sonra nutfeden, sonra kan pıhtısından, sonra şekilli ve şekilsiz bir et parçasından yarattık. İstediğimizi rahimlerde belli bir vakte kadar durdururuz. Sonra sizi bir bebek olarak çıkarırız. Sonra yetişip ergenlik çağınıza varırsınız. Sizden ölenler ve bildiklerinden hiçbir şey bilmez bir hâle gelip, ömrün en fena dönemine (erzel'il-ömr) kalanlar vardır. Yeryüzünü kupkuru görürsün. Fakat biz üzerine suyu indirdiğimizde canlanır, kabarır ve her türlü güzel bitkiler bitirir. [2]
(1) «Ey insanlar! Rabbinizfin azabın)dan...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayette, muhatap olan «nass» (insanlar) ile ayetin nazil olduğu zaman mükellef olanlar ve aynı zamanda bulunup da mükellef olmayanlar ile Kıyamet'e kadar gelen herkes kastolunmakta-dır. Fakat bu, tağlib yoluyladır. Yani mevcut olanlar, sanki Kıya-met'e kadar gelenlerin hepsini teşkil ediyorlarmış gibi muhatap alınmışlardır. Veya hüküm genelleştirilmiştir. Bu genelleştirmeye dair başka bir delil daha vardır. Çünkü yüzyüze olan hitap, o anda mükellef olmayanları kapsamaz. O ancak ayetin nazil olduğu anda mükellef bulunanlara mahsustur. Fakat Hanbeliler ile Sele-filer'e ve fakihlere göre, ifade tağlib yoluyla değil hakikaten bütün insanlık âlemini kapsamaktadır. «Nass» tabirine kadın-erkek herkes dahildir. Çünkü bu tabir cem'e delâlet eder. Burada ne erkek ne de kadınlara mahsus alâmetler belirtilmiş değilse de kadınların «İtteku» ve «el-müslimin» kelimesinin kapsamına girip girmediği hususunda ihtilaf vardır. Şafü'ler, Eş'arüer ve Hanefiler'den büyük bir kitle ile Mutezile «girmez» demişlerdir. Hanbeliler, İbn Davud ve küçük bir cemaat ise «girer» fikrindedir. «İtteku» ve «el-müslimin» tabirlerine girmeleri Hanefiier katında tağlib yoluyladır. «Hitab Mekkeliler'e mahsustur» şeklindeki' yorum ise herhangi bir kıymet taşımamaktadır.
«İtteku» (sakının), emrinden anlaşılan taçva, mutlak takvadır. Yani insanı günahkâr yapan amellerden kaçınmanın hepsi buna dahildir. Hatta Allah'a ve seran varid olduğu gibi Kıyamet'in kopacağına inanmak da birinci derecede takvaya dahil olmaktadır. Ancak bu duhûl icad ve devamı kapsayacak şekildedir. [3]
«Zelzele» (sarsıntı) şiddetli bir şekilde ve çok öfkeli bir halde tekrarlanmak suretiyle bir şeyi sallamaktır. Öyle ki her şey yerinden fırlar ve merkezinden çıkar. Bu zelzeleyi Kıyamet'e izafe etmek, ya mastarın failine izafesi şeklindedir ki o takdirde «Bu zelzeleyi Kıyamet meydana getirir» demektir. Tabii burada mecaz vardır. Aslında «meydana getiren» Allah'tır. Bu takdirde zelzele mastarının mef'ulü yeryüzü veya insandır. Kıyamet yeryüzünü veya insanları sallar.
Veya bu zelzelenin Kıyamet'e izafe edilmesi mastarın mef'ulü-ne izafesi kabilindedir. Yani, «Kıyameti sarsan o sarsıntı» demektir. Bu sarsıntı, bazı müfessirlerin nezdinde «Yeryüzü o sallantu sıyla sallandığı zaman» ayetindeki (Zilzal Suresi'ndeki) sallantının ta kendisidir Bu, Sûr'a üfürülüş ve Kıyamet'in kopuşu anındadır. Hatta îbn Abbas'tan gelen rivayette «Kıyamet'in zelzelesi onun kopması demektim denilmiştir.
Îbn'ul-Munzir ve bazı muhaddisler Alkame'den, Sadi'den ve Ubeyd bin Umeyr'den şöyle rivayet ederler: «Bu zelzele, güneşin batıdan doğmasından önce vuku bulacaktır.» Kıyamet'e izafe edilmesi ise Kıyamet'in alâmeti olması sebebiyledir. Birçok rivayet Kıyamet'in kopmasından önce, büyük bir zelzelenin olacağında ittifak etmişlerdir. Bu zelzele Kryamet'in kopmasının alâmetlerin-dendir. Ancak bu zelzelenin, bu ayette zikredilen zelzele olmadığı ihtimali daha kuvvetlidir. Kısacası Kıyamet'in alâmetlerinden olan zelzele, yeryüzünün şiddetle sarsılmasıdır. [4]
ttl-Bahr sahibi; «Mevcut olmadığı halde Kıyamet'in sarsıntısına «şey» demek delâlet eder ki şey, maduma da denilir» diyor. Yani var olana denildiği gibi, yok olana da denilir. «Şey maduma denilmez (yok olan, şey değildir) » diyenlere göre, burada Kıyamet dehşetleri şu anda yok oldukları halde «şey»ia kullanılması, o dehşetlerin muhakkak vuku bulacağına delildir.
(2) «Onu gördüğünüz gün, her...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayetin başındaki «Yevm» kelimesi ya daha önce ya da sonra geçecek olan «Tezhelu» fiiline zarftır veya «Azim» kelimesinin ya da mukadder bir fiilin zarfıdır.
«Tezhelu» fiilinin mastarı olan «zühul», üzüntü ve unutkanlık veren meşgale demektir. El-Murdia kelimesi, çocuğunu emzi-rir durumdaki kadın anlamına gelir. El-Murdi' kelimesi ise süt verebilecek durumda olan kadın anlamındadır. Bilfiil süt vermesi gerekmez.
Bu ayet temsil yoluyla gelmiştir. Çünkü Kıyamet Günü'nde «süt veren kadın», «süt içen çocuk» olursa süt veren kadının süt içecek halde olan çocuğundan dahi habersiz olacağı vurgulanmaktadır. Çünkü şiddet ve dehşetin korkunçluğu bahis konusudur. Daha sonra gelen cümleler de temsil yoluyladır. Meselâ «her gebe kadın, karnındaki çocuğunu, daha zamanı gelmezden önce, dehşet ve felâket korkusundan düşürür» mânâsını ifade eden cümle de tem-silendir.
Ebu Hayyan'a göre, «Hamt» kelimesi kadının karnındaki cenin veya ağaçların başındaki meyvedir. Kâmus'ta «Haml»e kadınm karnında taşıdığı çocuk anlamı verilmiştir. Aynı zamanda ağacın meyvesine de «Hami» denir.
«İnsanları sarhoş görürsün» sözü onların da sarhoşlar gibi sağa-sola yalpalandığını, düşmek üzere olduklarını görürsün anlamındadır. Tabii bu da dehşet sebebiyledir. Gerçekte onlar sarhoş değildirler. Fakat sarhoş gibi görünmektedirler.
«Lâkin Allah'ın azabı şiddetlidir» cümlesinin başındaki «La-kinne» fiile benzer kelimelerden biridir. Yani Cenab-ı Hakk'm azabının şiddeti, onları gördüğün gibi yapar. O gündeki dehşetin burada zikredilmesinin faydası, insanları o güne hazırlanmaya, salih amellerle hazır bir hale getirmeye teşvik içindir.
Ayetin metninde geçmekte olan «Sukâra» kelimesi «sekr» kelimesinin çoğuludur.
(3-4) «İnsanlardan öyle kimseler vardır ki...» Bu Ayetlerin Tefsiri
«Allah konusunda ilimsiz tartışan» ile kastedilen kişi, Nadr bin Hars'tır. Zira o, «Allah ölüleri, kemikleri çürüyüp toprak olanları yeniden diriltmeye kadir değildir» diyordu. Bu ayet İbn Ebi Hatim'in Ebu Malik'ten rivayet ettiğine göre Nadr bin Hars hakkında nazil olmuştur. Bu adam cedelci biriydi. «Melekler Allah'ın kızlarıdır» ,«Kur'an daha Öncekilerin hurafeleridir», «Cenab-ı Hak . toprak olan bir kimseyi diriltmeye güç yetiremez» diyordu.
Bazıları «Bu ayet Ebu Cehil hakkında nazil olmuştur», bazıları da «übey bin Halef hakkında inmiştir» dediler. Fakat en doğrusu ilimsiz olarak tartışan herkesi kapsıyor olmasıdır. Yani, Allah hakkında hangi sıfat ve hangi fiillerin mümkün hangilerinin de mümkün olmadığını bilmeden Allah hakkında fikir yürüten herkes bu ayetin kapsamına girer. Sebebi nüzulün özel olması ayeti umumi mânâdan çıkaramaz.
«Merîd» kelimesi fesadlık için uğraşan, hayırdan uzaklaşmış Kimse demektir. Köse bir insana «emred» denilir. Çünkü vücudun-da tüy yoktur.
Zeccac, «Bu kelimenin kökeni yüksek ve kaygan olan nesne demektir» der. Merîd şeytan tabiri ile ya askerleriyle beraber kastedilen İblis veya kâfirlerin ileri gelenleri vurgulanmaktadır. Çünkü onlar delilsiz, burhansız insanları küfre davet ederler.
Ayetin metnindeki «aleyhi» zamiri ile «Tevellahu» fiilindeki zamir şeytana racidir. Yani o kendine mahsus bir şeytana tabi oluyor ki onun üzerinde şöyle hükme dilmiştir: O şeytan kendisine tabi olanın yardımcısıdır. O şeytan onu saptırandır. Binaenaleyh şeytan onu saptırmak hususunda hiçbir şey esirgemez.
(5) «Ey insanlar! Eğer haşre...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayette geçmekte olan «insanlar» kelimesi hasrı inkâr eden ve bu hususta mücadelede bulunan kâfirleri kapsamaktadır. «Eğer siz haşr hakkında bir şüphe içerisinde iseniz, yaradılış biçiminize bakın ki şüpheniz ortadan kalksın. Çünkü biz sizi topraktan yarattık. İnsanların topraktan yaradılışı Adem'in yaradılışı içindedir. Veya insanlar, (daha önce de geçtiği gibi) topraktan meydana gelen gıdaları alırlar. Her ne kadar beraberinde diğer elementler mevcut ise de toprak en fazlası olduğundan dolayı burada zikredilmiştir. Yani sizi mücmel olarak topraktan, bir yaradılışla yarattık. Sonra mufassal olarak sizi nutfeden (yani insan menisinden) yarattık.» Nutfe, damlamak demek olan «nufer» kökünden gelmektedir. Ragıb «Nutfe, berrak su demektir. Aynı zamanda kişinin menisi mânâsında da kullanılmıştır» diyor.
Bazıları «insan azalarının çoğu kişinin suyundan halkedüdiği için iki sudan halkolması muhakkak olmakla beraber burada sa. dece erkek suyundan bahsedildi» demektedir. Fakat hakikat şudur ki nutfe, erkeğin suyuna denildiği gibi eşinin suyuna, da denilir. Ragıb'ın sözü burada nas değildir.
Bazıları «Nutfeden maksat Hz. Adem'in nutfesidir» dediyse de bu, uzak bir yorumdur.
«Sonra kan pıhtısından sizi yarattı», yani donmuş bir kan parçasından ki bu da meniden meydana, gelmektedir. «Sonra et parçasından sizi yarattık» ki bu da kan pıhtısından meydana gelmiş ettir.
Ayetin metnindeki «muhallekat», yaradılışı açığa çıkmış demektir. Yani öyle bir et parçası ki eli, gözü, kulağı, başı, ayaklan belirmiştir. Muhallaka olmayan, ana rahminde iken azalan çıkmamış, sureti daha oluşmamış demektir. Burada maksat, «mud-ğa»nm hâlini tafsildir. O evvela bir parça etti. Herhangi bir aza yoktu. Sonra peyderpey azalar belirdi.
Bazılan «muhallekat düz, eksiklik ve ayıptan uzak yaradılış demektir» demiştir. Yani onu ilk yaradılışında ayıpsız ve eksiksiz bir nutfe ile ayıplı ve eksik bir nutfeden yarattık. Buna bakılırsa insanoğlunun yaradılışında kullanılan nutfeler birbirinden farklıdır. Bazılarının hilkati tamdır, bazılannın ise tam değildir ve ayıplıdır. İşte bu ayrılık, tabiidir. Meselâ insanın yaradılışı, sureti, uzunluğu-kısalığı, tamam veya eksikliği bu nutfeye tabidir.
Mücahid, Katade, ŞaTai, Ebu'l-Aliye ve İkrime şöyle rivayet etmişlerdir: «Muhallaka nutfeden maksat, hami müddeti tamam olan nutfedir ve ana karnında azaların peyderpey meydana gelmesidir. Muhallaka olmayandan maksat ise bu durumları tamamlamamış ve düşük demektir.» [5]
Teknik, ana rahmindeki çocuğun cinsiyetini belki tesbit edebilir. Fakat şaki mi said mi olduğunu, ecelinin, eserinin, nzkının ne olduğunu, hangi yerde öleceğini bilemez. Cenab-ı Hakk'ın bu ayetten maksadı şudur: İnsanlar tam veya düşük sıfatına sahip olan bu nutfenin cinsinden yaratılır. Yoksa onlar tam veya düşük bir nutfeden yaratılmış demek değildir. Zira düşük nutfeden yaratılmak tasavvur edilemez.
«Rahimlerde dilediğimiz kadar durdururuz» cümlesi hilkatlerin tamam olduğu devrelerden geçtikten sonraki hallerim açıklamak için sevkedilmiştir. Yani biz belli bir zamana kadar, yaradılıştan sonra dilediğimizi anne rahminde durdururuz. Bu belli sure de vaz' zamanıdır. Onun en azı Hanefüer'e göre altı ay, en fazlası da. iki senedir. Şafiilere göre en fazlası dört senedir. O belli ecel tamam olduğu anda ve rahimlerde siz karar bulduktan sonra, sizi oradan çocuk olduğunuz halde çıkarırız. Bunu kuvvet, akıl ve temyiz özelliklerinde kemâle ermeniz için yaparız. Kemâle erme zamanı onsekiz ile otuz yaş arasındaki devredir. Cenab-ı Hak bu ayetteki «Nukırru» île «Nuhricu» fiillerinin başına lam harfini getirmedi. Fakat «Tebluğu» fiilinin başına lam harfini getirdi. Çünkü ikrar ve ihraca nisbeten, buluğa ermek esastır. Zira teklif, buluğa erme zamanındadır. Yani insanı saadete ve şekavete götüren teklif, kişi buluğa erdikten sonra yapılır.
Bu ayette geçmekte olan «Nukırru» ile «Nuhricu» fiillerinde fiil, Allah'a isnad edilirken, burada muhataplara isnad edilmiştir. Zira kemal ve istiklâle uğrama hallerinin açıklanması burada daha uygundur.
«Summe litebluğu» cümlesinin başına «summenttin getirilmesi, buluğun, insanın kendisi için yaratılmış olan esas hedef olduğuna delâlet eder. Nitekim Cenab-ı Hak «Ben cin ve insanı ancak bana ibadet etsinler diye yarattım» buyurmuştur.
«.İçinizden kimi Öldürülüyor» cümlesi rahimden çıkarılanların kısımlarını açıklamak için sevkedilmiştir. Bu cümlede buluğ çağma varanın üstünlüğü de açıklanmaktadır ve «inşa»dzxı maksat buluğ haline gelen kişidir. Fakat onlardan kimi bu duruma her zaman varamaz, ölür. Kimi de bu durumu aşar, hakir olur. Yani, bu duruma varmazdan önce ölen olduğu gibi, ömrün en düşük dönemine varan da vardır. Bu dönemde kişi çocukluk zamanının benzerine varır. Öyle ki birçok ilimden sonra herhangi bir şeyi bilmez hâle gelir. Cenab-ı Hak burada yaşlı insamn ilminin azaltıldığına ve hâlinin gün be gün eksilmesine işaret buyurmaktadır.
Ayetin metninde geçmekte olan «Hamideten» yanmış kül demektir. Yani; Ey insan! Yeryüzünü yanmış kül olmuş görürsün. Ayet metnindeki «ihtezzet» deprenmek demektir. «Rebet» ise neşvünema bulmaktır. Yani o yeryüzünün üzerine yağmuru yağdırdığımızda o yanık yeryüzü ihtizaza gelir, parçalarında hayati kuvveler belirir. Böylece bir ihtizazı hareket ile deprenir ve güzel her çiftten bitkiler bitirir.
Cenab-ı Hak bu ayeti kerime ile öldükten sonra haşn inkâr edenlere karşı, önce insanın yaradılış seyrini kısa ve veciz bir şekilde ifade ediyor. însanm nutfe (sperma) halinden başlayarak dünyaya gelişine kadar geçen devreleri anlatıyor. Bu oluşum anatomi ilmince de teyid edilerek ortaya konmuştur. Ayrıca Cenab-ı Hak haşn inkâr edenleri ikna etmek için her sene ölen ve yeniden dirilmekte olan ve görüp durduğumuz bitkilerin bu durumdaki inceliğine dikkati çekmiş, bunu takip eden ayette ise gerek insanın dünyaya gelişinin, gerekse her yıl kuruyup ölen yeryüzünün hep yeniden dirilmesinin sebebini şöyle ifade buyurmuştur: Bu, şu sebepledir ki Allah şüphesiz hakkın ta kendisidir. O, şüphesiz ölüyü diriltir ve o, şüphesiz her şeye kadirdir. [6]
6- İşte bütün bunlar (gösteriyor ki) Allah hakkın ta kendişidir. O, Ölüleri diriltir. O her şeye hakkıyla kadirdir.
7- Kopacağında şek ve şüphe olmayan Kıyamet saati mu hakkak gelecektir. Allah kabirlerdeki kimseleri diriltip kaldı raçaktır.
8- İnsanlardan öyleleri vardır ki ilim, rehber ve aydinlatıcı bir kitabı olmaksızın, Allah hakkında tartışır, durur.
9- (insanları) Allah'ın yolundan saptırmak için gururla
salınıp kasılarak (böyle yapar). Ona dünyada zillet vardır. Kıya met Günü'nde ise ona yakıcı azabı tattırırız.
10- (Ona:) «İşte bu senin iki elinin takdim ettikleridir. Hiç kuşkusuz Allah kullarına zulmedici değildir» (denilir).
11- İnsanlardan kimi Allah'a sadece bir yönden ibadet eder. Eğer kendisine bir iyilik dokunursa buna memnun olur. Eğer bir musibet dokunursa çehresi değişiverir. O dünyada da Ahi-ret'te de ziyana uğramıştır. İşte bu apaçık hüsranın ta kendisidir!
12- Allah'tan başka kendisine ne zararı dokunabüen, ne de yaran olan şeylere tapar. İşte bu uzak sapıklığın ta kendisidir
13- O, zararı yararından daha yakın olan şeye yalvarır. O ne kötü bir yardımcı ve ne kötü bir yoldaştır
14- Kesinlikle Allah, iman edip salih amellerde bulunan kimseleri (gölgelikleri) altından ırmaklar akan cennetlere dahil edecektir. Kuşkusuz ki Allah istediği şeyi yapandır.
15- Kim Allah'ın ona (peygambere) dünyada ve Ahiret'te yardım etmeyeceğini sanıyorsa, hiç durmaksızın göğe (tavana) bir sebeb (ip) uzatsın. Sonra ipi kessin ve baksın. Bakalım kurduğu tuzak onun öfkesini giderebilecek mi? [7]
(6-7) «İşte bütün bunlar (gösteriyor ki)...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Ayetin başındaki ism-u işaret (zalike) insanoğlunun değişik şekillerde olan yaradılış safhalarına ve ölü toprağın yağmurla ihya edilişine işarettir. Bunun böyle olmasının nedeni de Allah'ın hakkın ta kendisi olması ve ölüleri diriltmenin O'nun şanından bulunmasıdır. Her şeye güç yetirmek O'nun sıfatıdır. Kıyamet'in gelmesi muhakkaktır. Onda şek ve şüphe yoktur. Ve Allah kabirlerde bulunanları haşre gönderecektir. îşte bütün bu cümleler, işaret edilen hususlardır.
Hak'tan maksat, subutu kesinlikle tahakkuk eden sabit zat demektir. Yoksa burada mutlak subut kastedilmemektedir. Yani daha önce bahsedilen harikulade işler Cenab-ı Hakk'ın zat, sıfat ve fiillerinde hakkın ta kendisi olması nedeniyle varolmuştur.
«Ölüleri diriltir»; yani ölüleri diriltmek onun sarımdandır, Cenab-ı Hak başlangıçta da, iade ederken de ölüleri diriltmeye kadirdir.
«Allah her şeye güç yetirir, her şeye kadirdir» cümlesinin mânâsı kudretinin sonsuz olmasıdır. Eğer öyle olmasaydı Cenab-ı Hak bu varolan şeyleri nasıl meydana getirecekti? «Cenab-ı Hak her şeye, kadirdir» cümlesinin kapsamına giren «ölülerin diriltilmesi» ayrıca ifade edilmiştir. Bu peygamber ile onu yalanlayanların arasındaki münazara konusunun açıkça «ölülerin diriltilmesi» olduğunun ifade edilmesi içindir.
«Kesinlikle Allah ölüleri diriltir» cümlesinin «Allah her şeye güç yetirim cümlesinden Önce zikredilmesinin nedeni, onun mühim bir konu olduğunu ortaya koymaktır.
«Kesinlikle o saat gelicidir» cümlesindeki «saat» kelimesi Ku yamet'ten ibarettir. Bu Kıyamet, insanların haşr-u neşrini kapsamaktadır.
(8) «İnsanlardan öyleleri vardır ki...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayetteki «ilim»den maksat zaruri ilimdir. Hidayetten maksat da doğru bir düşünce ile insanı bilgiye götüren istidlaldir. «Ki-tab-ı münirnden maksat, hakkı ortaya çıkaran vahydir.
Yani Cenab-ı Hakk'in sânı konusunda herhangi bir zaruri mukaddimeye yapışmaksızın, herhangi bir hüccet getirmeksizin, herhangi bir sem'i burhana sahip olmaksızın mücadele ederler.
(9-10) «(İnsanları) Allah'ın yolundan...»Bu Ayetlerin Tefsiri
«Gururla sallanıp kasılarak}) mânasını ifade eden tabir imanı kabul etmemekten kinayedir. îbn Abbas bunu «gururlandığı halde» mânâsına almıştır. Dahhak «Burnu havaya kaldırır», İbn Güreye ise «Haktan yüz çevirir» mânâsına almışlardır. Fakat bütün bu mânâlardan maksat hakkı kabul etmemektir.
«Yudillu» fiilinin başında gelen «lam», «mücadele eden» mânâsım ifade eden «yucadilu» fiiline bağlıdır. Aynı zamanda cedel-leşmenin nedenini açıklamaktadır. Yani onun. cedelleşmeden gayesi, kendi itiraf etmese dahi Allah'ın yolundan saptırmaktır. Bu «saptırma», hidayetten dalâlete çıkarmak mânâsına alınırsa O'nun hidayet ettiği müminler veya bütün insanlar olur. Bu takdirde, o insanların hiçbiri yokmuş da sadece müminler varmış gibi gözükür. Fakat dalâlet üzerinde iyice yerleştirmek veya sapıklığa sapıklık katmak mânâsına alınırsa, mücadele edilenler kâfirlerdir. «Onun için dünyada rezil olmak vardır» cümlesi böyle bir mücadelecinin neticesini açıklamak içindir. Yani dünyada yaptığından dolayı onun için zillet ve rezillik vardır.
Eğer «Bu mücadeleci»den maksat Nadr bin Hars veya Ebu Cehil ise, bu rezalet sözüyle Bedir Günü'nde onların başına gelenler kastedilmektedir. Mânâyı genelleştirenlere göre bu rezalet, müslümanlarm onların aleyhinde konuşmaları ve onları deliller getirmek suretiyle susturmalarıdır. Tabii bu da haşrde olur.
«Yakıcı azap»t&n maksat, çokça yakan ateştir. Azabın yakıcılığa izafe edilmesi müsebbebin sebebe izafe edilmesi gibidir. Zaten azabın nedeni yakmaktır.
Bazı müfessirle.r «Harik kelimesi cehennem tabakalarından biridir» demişlerdir. Kıyamet Günü'nde ateşe girdiğinde ona «Bu azap senin dünyada yapmış olduğun günahlar ve küfründen ileri geliyor» denilecektir. Burada «iki el» mânâsına gelen «Yedake» kelimesi insanın bütünü yerine kullanılmıştır. Çünkü günahlar
umumiyetle elle işlenir. Nitekim başkasına saldırmak da elle olur.
Ayetin metninde geçmekte olan ve mübalâğa Üe çokça zulmeden mânâsım taşıyan «zallam» kelimesi burada «Abîd» kelimesine binaen çoğul getirümiştir. Yani kullar çok olduğundan azapta çok olur. Cenab-ı Hak herhangi bir azapla (az bir azap olsa dahi), kullara zulm olsun diye azap etmez.
(11) «insanlardan kimi Allah'a sadece...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet günahkârların hâlini sergileyen bir ayettir. Yani günahkârlardan bazıları vardır ki dinin bir ucunda dururlar, o şekilde Allah'a, sebatsız bir vaziyette taparlar. Tıpkı savaşan ordunun yanında duran, eğer muzaffer olacağını hissederse onlara katılan, eğer mağlûp olacağını hissederse kaçan bir kimse gibi.
Ayette geçmekte olan «Haytadan maksat dünyevî hayrdır. Yani müreffeh ve afiyet içerisinde yaşamak, çocuk sahibi olmak gibi hayırlar kendisine verildiği zaman zahirde ibadetine devam eder. Gerçekte ise iman etmemiş, inanmamış bir durumdadır. Fitneden maksat hoşuna gitmeyen, şahsında, ailesinde veya malında ortaya çıkan nahoş şeylerdir. Yani ona bir belâ isabet ederse yüzüstü döner ve dinden çıkar, gider.
Bazıları «yüzüstü döner ifadesinden maksat hezimete uğram, bazıları da «sarsıntılı bir hayatın içerisine girer» demişlerdir. Yani dininden irtidad edip küfre doğru gider.
«Dünya ve Ahiret'te zarar etme» onun dünyada herhangi bir övünmesi bahis konusu olmadığı gibi Ahiret'te de ona sevap verilmeyecek mânâsına gelmektedir.
(12 «Allah'tan başka kendisine ne...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet, münafıkların bazı çirkinliklerim sergileyen^ bir ayet-i celiledir. Bazı tefsir alimleri «O zararın büyüklüğünü açıklamak için gelen bir ara cümlesidir» demişlerdir. Bu ayetteki «Duaaâan maksat ibadettir. Yani onlar Allah'a ibadeti bırakıp, kendisine ibadet edilmediği takdirde zarar veremeyen, kendisine ibadet edildiği takdirde de yarar sağlamayan putların ibadetine yöneldiler. Buradaki dua, çağrı ve nida mânâsına da olabilir. Yani başına gelen fitneden kurtulmak için ruhsuz, hayatsız, cemadatı çağırır. Oysa bu cemadat ona ne zarar verir, ne de yarar getirir.
(13) «O zararı, yararından daha...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet o kişinin ibadetinin ve Allah'tan başkasına tapmasının sonucunu açıklayan bir ayettir. Böylece bu ayet bu kişinin haktan, hidayetten çok uzak bir sapıklık içerisinde olduğunu ifade etmektedir. «Mevlâ» kelimesi yardımcı, «Aşiyr» kelimesi ise kendisiyle muaşeret kurulan kişi demektir.
«O zararı yararından daha yakın olanı çağırır» cümlesinden maksat, zararı yararından daha az olan (yani Ahiret'te zararı yararından daha eksik olan) bir putu çağırmasıdır. O puta tapmak suretiyle cehenneme giren bir kimse ondan hiçbir yarar görmez. Cenab-ı Hak «Onun zarar lyararından daha yakındır» tabirini kelâmın yüceltilmesi için kullanmıştır. Onlar putlara «Kıyamet'te şefaatçi olacaklardır» diye taparlar. Nitekim Cenab-ı Hak başka bir ayette; «Allah'ı bırakıp kendilerine zarar ve yarar vermeyene taparlar» ve «Bu tapılan mabudlar Allah katında bize şefaatçidir derler». Başka bir ayette de «Biz bunlara bizi yakınlık yönünden Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz derler» buyurmuştur.
Ferra «Lemen» kelimesinin başındaki «lam» harfini esre ile, yani «limen» olarak okumuştur. Yani o, zararı yararından daha yakın olana davet ediyor. Burada lam, «ilâ» mânâsına gelmiştir.
(14) «Kesinlikle Allah, iman edip...» Bu Ayetin Tefsiri
Cenab-ı Hak daha önce müşriklerin, münafıkların ve şeytanların hâlini zikrettiği için, bu ayette de müminlerin Ahiret'teki hâllerini zikretmeye başlamıştır.
«Allah dilediğini yapar» ifadesinin mânâsı, dilediği kuluna sevap verir, dilediğini de azaba duçar eder demektir. Öyleyse müminler için Allah'ın sadık ve doğru olan vaadine binaen cennet vardır; kâfirler için de Allah'ın adaletinden Ötürü cehennem vardır. Yoksa kulun fiili Allah'ın fiiline neden olmaz.
(15) «Kim Allah'ın ona (peygambere)..,» Bu Ayetin Tefsiri
Ayet genel olarak şu mânâyı ifade ediyor: Kim «Allah, Mu-hammed'e hiçbir zaman yardvm etmez» zannmda bulunursa ve «Cenab-ı Hak, Muhammed'e vermiş olduğu yardımı kesmeye ha, zırlanıyor» tarzında bir yorum yaparsa, o kendini göklere götü-recek bir hilenin peşinde koşuyor demektir. Bunu sağladıktan son-ra, Hz. Muhammed'e Allah tarafından yapılan yardımı kessin ve hilesinin öfkesini giderip gideremeyeceğine dikkat etsin. (Yani hi. ipsi böyle bir şey yapmaya elverişli olmadığına göre, o yardımın . kesilmesine de muvaffak olamaz).
İbn Abbas «Ona Allah yardım eder» cümlesindeki ona zamirinin Hz. Muhammed'e raci olduğunu söyler. Her ne kadar Hz. Mu-hammed'in bahsi geçmemiş ise de kelâmın tamamı buna delâlet eder. Çünkü iman, Allah'a, Hz. Muhammed'e olan imandır. Dinden dönmek de Hz. Muhammed'in getirdiği dinden dönmektir.
Hz. Muhammed'e düşmanlık yapanlardan ve şüphe içerisinde Allah'a inananlardan, bizim Muhammed'e yardım etmeyeceğimizi sanan kimse o vakit böyle bir yardımı kessin.
İbn Abbas'in diğer bir rivayetine göre bu zamir «men» kelimesine raci olur. Yani kim Allah'ın kendisine rızık vermeyeceği zanmna kapılmış ise o kendisini boğmak ve nefsim öldürmek suretiyle kendisini ortadan kaldırsın. Çünkü Allah'ın yardımından boş olan bir hayatta hayır yoktur.
«Yardım» ile tefsir ettiğimiz «Nasr» kelimesi bu yoruma binaen rızık mânâsını taşır. Zira «Nasr» Arapça'da rızık mânâsında kullanılmaktadır.
îbn Cüreyc, Mücahid'den şunları rivayet eder: «Kim Allah kendisine rızık vermez zanmna sahipse o bir ip ile göklere çıkmaya kalkışsın.» (Bu yorum Ebu Ubeyde'nin yorumudur). Bazı yorumculara göre zamir, dine raci olur. O zaman ayetin mânâsı «Kim Allah'ın dinine yardım etmeyeceği kanaatini taşıyorsa o, bir iple göklere çıksın.»
Ayetin metnindeki «sebeb» kelimesi herhangi bir hedefe varmak için kullanılan vasıtalardır ki onlardan biri de iptir.
Bazı yorumcular «Buradaki 'sema'dan maksat, evin tavanu dır» derken, İbn Zeyd «Bilinen gök demektir» demiştir.
Bazı müfessirlere göre «Ma» edatı ellezî mânâsını ifade eder. Yani onun hilesi kendisini Öfkelendireni giderdi. Bazıları da «Bu kelime mastar mânâsını ifade eder» kanaatindedir. Yani onun hilesi Öfkesini giderdi mi? [8]
16- İşte böylece biz onu (Kur'an'ı) hep açık seçik ayetler olarak indirdik. Kuşkusuz ki Allah dilediğine hidayet eder.
17- Gerçek şu ki müminler, Yahudiler, Sabiiler, Hıristiyanlar, Mecusiler ve müşrikler arasında Allah, Kıyamet Günü onların arasında (hak ve bâtılı) ayırarak (hüküm) verecektir. Allah her şeye şahiddir.
18- GÖrmezmisin ki göklerde ve yerde bulunan bütün varlıklar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanlardan birçoğu Allah'a secde etmektedir. (İnsanlardan) birçoğu da (Allah'a kulluktan kaçındıkları için) azaba müstehak olmuşlardır. Allah kimi (hakir ve) zelil ederse, artık ona ikramda bulunacak kimse yoktur. Kuşkusuz ki Allah dilediğini yapar.
19- Şu iki grup (müminler ile kâfirler) Rahlen hakkında tartışmaktadırlar. Küfre sapanlar için ateşten elbiseler hazırlanmıştır. Başları üzerine kaynar sular dökülecektir.
20- Bununla karınlarının içindeki (organlar) ve derileri eri-tilecektir.
21- Bir de onlar için demirden kamçılar vardır.
22- Onlar üzüntülerinden dolayı oradan çıkmak istedikçe, oraya geri çevrilirler ve onlara «yakıcı ateşin azabını tadın» denilir.
23- Kuşkusuz ki Allah iman edip salih amellerde bulunanları (gölgelikler) altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Onlar orada inci ve altın bileziklerle süslenirler. Orada elbiseleri ipek olacaktır. [9]
(16) «İşte böylece biz onu...» Bu Ayetin Tefsiri
Ayetin başındaki ismi işaret, daha önce geçen ve hikmetleri kapsayan ayetlerin inişine işaret etmektedir. Yani onları beliğ hikmetleri kapsadığı halde indirdiğimiz gibi Kur'an'm tamamını da indirdik. «Açık ayetten maksat, açıkça mânâlanna delâlet eden ayetler demektir.
Ayru zamanda daha önce geçen ayetlerin indirilmesi de bu ibarede kastedilmiş olabilir. Hangi tevil olursa olsun bu ayet Kur-an'ın bütün konularda tam bir açıklık getirdiğine işaret etmektedir. Kur'an'm açıklık getirmesi sadece haşr konusunda değil, bütün konulardadır.
Cenab-ı Hak dilediğini hidayet üzerinde bırakır. Veya hidayette olanın hidayetini artırır veya onu orada sebat sahibi kılar.
Mümkündür ki bu cümle daha önce {(indirdik» mânâsına gelen «enzelnahu» fiilinin mef ulu üzerine atfedilsin. Yani biz, «Allah dilediğini hidayet eder» hükmünü de indirdik. sâbiîn, yahudi, hıristiyan, mecüsi ve müşrikler
(17) «Gerçek şu ki müminler, Yahudiler...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayetteki «Sabiin» kelimesi, îbn Cüreyc'in Katade'den rivayet ettiğine göre meleklere tapan bir kavimdir. Onlar Kıbie'ye yönelir, Zebur okur, meleklere taparlardı. Kamus'ta «Sabii'ler Hz. Nuh'un dini üzerinde olduklarını iddia ederler. Kıbleleri günün ortasında şimal rüzgârının estiği yöndüm denilmektedir. Şehristani «El Milel ve'n-Nihal» adlı kitabında Sabii'lerin Hz. İbrahim'in dini üzerinde olduklarını söylemektedir. Sabii'lerin iddiasına göre, Allah'ı bilmek, taatini, emrini ve ahkâmını bilmek hususunda insan ruhani elçilere muhtaçtır, cismani elçilere değil. Yani bunlar cismani elçileri kabul etmemek suretiyle peygamberlik müessesesini kabul etmemekte, ona inanmamaktadırlar. Bunların mezhepleri mhaniyet üzerinde taassub gösterme noktası üzerinde bina edilmiştir. Ruhaniyeti çokça tazim ederler. Onlar için kurban keserler. Onların hakikatlerine yaklaşma imkânından mahrum oldukları ve onların zatlarıyla mülâki olmaları mümkün olmadığı için onlardan bir grub ruhanilerin heykellerine yönelmişlerdir. Heykellerini yaptıkları ruhaniler, yedi seyyare veya bir kısım sabit yıldızlarıdır. Rum diyarındaki Sabii'ler seyyare olan yedi yıldıza, Hindistan'daki Sabii'ler de sabit olan yıldızlara tapınışlardır, pirinci gruba «yıldıza tapanlar», ikincisine «Puta tapanlar» denilir. Hz. İbrahim bu iki grubu da delillerle susturmuştur.
Başka bir yerde Şehristani şöyle diyor: «Sabiin grubunun çıkışı Fars krallarından Temus'un zamanına tesadüf eder ve «Sa-bia» kelimesi Arapça'dır. Bir dinden çıkarak başka bir dine geçen insan demektir.
Mecusilere gelince, onlar da Katade'nin rivayetine göre güneşe, aya ve ateşe tapanlardır. Bazıları «sadece güneş ve aya tapanlar demektir», bazüari da «sadece ateşe tapan kimselerdir» demiş. lerdir. Bazı rivayetlerde «Hıristiyanlardan ayrılan bir gruptur. Ay. rıldilar ve kıl elbiseler giydiler» şeklinde tarif edilmişlerdir. Bazılarına göre «Hıristiyan ve Yahudi dininden birşeyler alıp karma bir din meydâna getiren kimselerdir. Âlemin iki aslı vardır. Birisi nur, diğeri zulmettir, derler.» Bu mecusi grubu birçok gruba ayrılır. Onlar Yahudi ve Hıristiyanlar'dan önce de mevcut idiler. On-lar Sabiiler'in ilâhî sistemlerle ilgili fikirlerinin tam aksini savunurlardı.
«Şirk koşanlamâsai maksat puta tapanlardır. Allah'tan başka puta, meleğe, yıldıza, Hz. İsa'ya, Hz. Uzeyr'e veya başkalarına tapan herkese müşrik denilir.
«Fasl Günümden maksat, hüküm günüdür. Cenab-i Hak müminler ile bu beş grup arasında hükmedecektir. Bu beş grup küfür üzerinde ittifak halindedirler. Allah, Kıyamet Günü'nde hak sahibini bâtıl sahibinden ayirdedecek şekilde ortaya koyacak ve her gruba, neyi haketmişlerse onu verecektir. Müminlere sevap, diğer fırkalara da ceza verecektir. Bazıları da «Fasl gününden maksat, altı grubun arasım ayıran hüküm demektir» demişlerdir. Allah bu altı gruba da aynı mükâfatı veya aynı cezayı vermez. Müminlere lâyık olduğu karşılığı verir, Yahudiler'e lâyık oldukları karşılığı verir. Böylece herkese lâyık olduklarını verir. Onları bir tek yerde toplamaz. Müminleri cennete, diğer grupları da cehennemin çeşitli tabakalarına gönderir.
(18) «Görmez misin ki göklerde, yerde...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet bahsi geçen grupların amellerinin gerektirdiğinin açıklamasıyla beraber keyfiyetlerini de beyan etmektedir. Bu keyfiyet ancak azap veya sevap vermek, ikramda bulunmak veya re-K| zil etmek suretiyle tahakkuk eder.
Ayetin metnindeki «görmek», «bilmek» anlamındadır ve hitap başta Hz. Muhammed (s.a.) olmak üzere buna akıl erdirebilecek herkesedir. [10]
«Secdemden maksat, eşyanın Allah'a musahhar olması ve onun iradesinin altında bulunmasıdır. Ragıb, Müfredat'ında «Secde esasen tezellül etmektir. Fakat burada Allah'a ve ona İbadette tezellül kastedilmiştir» diyor. Tezellül mânâsındaki secde hem insanlarda, hem hayvanlarda hem de cansızlarda vardır. Şöyle ki, secde iki kısımdır: Birincisi, secde edenin ihtiyarıyla olur. Bu insanlara aittir. İnsanlar bununla sevaba müstehak olurlar. İkincisi, teshir yoluyla olan secdedir ki insan, hayvan ve bitkilerin hepsi buna dahildir. İbn Kemal «Secdenin hakikati başı yere koymaktır» der. Allame İhsanı, «Secdenin hakikati alnı yere koymaktır, başı değil. Nitekim başın ters yönünü yere koyarsanız secde sayılmaz» diyor. Secde burada eşyanın lisan-ı hal ile zelil olduklarını, Allah'a muhtaç bulunduklarını ilân etmekten kinaye de olabilir.
Ayetin metnindeki «men» kelimesi akıllılara mahsustur veya hem onları hem de akılı olmayanları tağlib yoluyla kapsamaktadır. Bu ikinci yorum makama en münasip olanıdır. Çünkü bu makam, hükmün yer ve gökte karar kılmış veya onların bir parçası olmak bakımından bulunan her şeyi kapsamaktadır. Güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, bilinen hayvanlar yer ile gökte bulunan, îann fertleridir. Bunlar meşhur oldukları için aynca zikretmiştir. Zira ilk bakışta bunların secde etmesi uzak bir ihtimal gibi görünür. Veya bu sayılanlara tapanlar olduğu için «Bunlar da Allah'a secde ediyor» demek suretiyle o tapanları uyarmak istemiştir. Meselâ Himyer kabilesi güneşe, Kinane'ler aya tapıyorlardı. Temim kabilesi de «Debran» isimli yıldıza tapmaktaydı. Eş-Şi'ra yıldızına Lahm ve Kureyşliler, es-Süreyya'ya Tay kabilesi, Tank adlı yıldıza da Esed kabilesi tapıyordu. Merzum'e Rabia kabilesi tapıyordu. Arapların çoğu dağlardaki şeylerden kesilip yapılan putlara da tapmaktaydı. Gatafan El-Uzza'ya ve insanların bir kısmı da sığırlara taparlardı. İnsanlardan çoğu da Allah'a secde ediyorlardı. Tabu bu, bilinen ve taat için yapılan secde demektir.
İnsanların birçoğunun üzerinde azap sabit olmuştur. Ayetin metninde!:! «Hakk» kelimesi sabit olmuş, takarrür etmiş demektir.
«Kimi de Allah hor bırakırsa»; yani zatında hazırlanan serden ötürü şekavet ehli kılarsa, artık o insanı saadete erdirecek kimse bulunamaz. Kuşkusuz ki Allah dilediğini yapar.
(19-20) «Şu iki grup (müminler ile kâfirler)...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Ayetin «Rableri hakkında tartışmaktadırlar» cümlesi iki tarafın nerede, hangi noktada mücadele ettiklerini belirtmektedir. Bu iki gruptan maksat, müslümanlar ile onların karşıtı olan şu beş gruptur: Yahudiler, Hıristiyanlar, Sabiiler, Mecusiler ve müşrikler.
İbn Abbâs, Mücahid, Ata bin Ebi Rebah, Hasan Basrî, Asım ve Kelbî'den bu tefsiri teyid edici rivayetler gelmiştir. Bu yorum daha önceki «ayırmanızın müslümanlar ile onların karşısındaki beş kâfir grup arasında olduğunu tayin etmektedir. [11]
Onların Rableri hakkındaki tartışmalarından maksat, Allah'ın şanı hakkındaki tartışmalarıdır. Bazı müfessirler «Allah'ın dinindeki mücadeleleridir»t bazıları da «Allah'ın zat ve sıfatları hakkındaki mücadeleleridir» demişlerdir.
Bunların bir yere gelip de mücadele etmeleri gerekmez. Çünkü her grup inancının hak, karşısındakilerin fikirlerinin de bâtıl olduğuna inanmıştır. Sözlerini, fiillerini bu inanç üzerine bina eder. Böylece iki grup arasında kendiliğinden bir husumet meydana gelir. Yani mutlaka biraraya gelerek husumet etmeleri gerekmez.
Ayetin Yahudilere tahsisi noktasında itiraz edilmiştir. Çünkü kelâm sadece Yahudiler için değil, Hıristiyanlar, Sabiiler, müşrikler ve ateşe tapanlar için de sarfedilmiştir.
«Kâfirlere ateşten elbiseler ^içilecektir» ifadesinin mânâsı «hazırlanmıştır» demektir. Cenab-ı Hak burada mazi sigasım kullanıyor. Çünkü onlar için ateşten elbiseler hazırlanmıştır. Bu, «Sûr'a üfürüldü» kabilinden değildir. Yani muhakkak «olacak» bir şeyi «olmuş gibi» göstermek şeklinde değildir.
Said bin Cübeyr'den rivayet edildiğine göre, bu elbiseler eritilmiş bakırdandır. Çünkü ateşte kızdırılan hiçbir şey bakırdan daha hararetli olmaz (yani elbiseleri ateşin kendisinden değil, ateşe benzer şeylerdendir). Bu elbiseler onların kisvesi olur. Bu ne çirkin bir kisvedir!
Ayetin metninde geçmekte olan «Hamim» kelimesi, harareti son derece yüksek olan sıcak su demektir. İbn Abbas'tan gelen bir rivayette şöyle denilmiştir: «Eğer Hamîm'den bir damla yere, dağ-ların üzerine düşse onlan eritir.» Yani son derece sıcaktır.
İbn Cübeyr, hamimi eritilmiş bakırla tefsir etmiştir.
20. ayetin metnindeki «Yusheru» fiili «eritmek» mânâsına gelen «sehr» kökünden gelir.
Ayetin son kelimesi olan «el-Culûd», mukadder bir fiilin failidir. Yani o derileri de yakıyor. Zira deriler eritilmez. Ancak deriler ateşle büzülür.
(21-22) «Bir de onlar için demirden..,)} Bu Ayetlerin Tefsin
Bu ayetteki zamir «zebani»\ere değil kâfirlere racidir. «Lâm», istihfaf (hafifsemek, küçük görmek) manasınadır. Yani onlar demirden yapılmış tokmaklarla dövülmeyi haketmişlerdir. Lâm, ta'lil mânâsını da ifade eder. Yani onların azabı için demirden yapılmış çekiçler vardır.
Ayetin metnindeki «Mekamı'n kelimesi «mekmea'»nm çoğuludur. Bu kelimenin hakiki mânâsı «alıkoymakta kullanılan şey» dir. Dahhak ve Cemaa bu kelimeleri tokmaklar ve çekiçler şeklinde tefsir etmişlerdir. Bazıları «kamçılar»la açıklamışlardır.
Cehennemin alevleri onlara vurup üste çıkardıkça, onlar tekrar cehennemin derinliklerine gönderilirler. Zira cehennemden çıkış yoktur. «Onlar oradan çıkıcı değildirler» ayetiyle de kâfirler için cehennemden çıkış olmadığına dair delil getirilmiştir.
Bazıları «Onlar cehennemden çıkmayı istedikçe çıkarlar, fakat tekrar cehenneme atılırlar demektir» diyor. Bazıları «Çıkış cehennemden değil orada azap için hazırlanan hücrelerdendir» der. Yani cehennemliklerden birisi ateşte kendisine hazırlanan hücreden çıkıp başka bir mekâna gitmek istediğinde o hücreden çıkar fakat tekrar oraya döndürülür. îşte bu geri getirme o demirden yapılmış tokmaklarla, zebanilerin onları dövmesiyle gerçekleşir.
«Ve onlara yakıcı
ateşin azabını tadın» denilir.
(23) «Kuşkusuz ki Allah, iman edip...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet müslümanlann hallerinin güzelliğini açıklamaktadır. Kâfirlerin kötü halleri açıklandıktan sonra bu fasla geçilmiştir ki müslümanlarla kâfirlerin hali arasında tam manâsıyla bir ayrılık olduğu sergilenmiş olsun.
Müslümanlara orada altından yapılmış bilezikler takılır. Melekler Allah'ın emriyle o bilezikleri kendilerine takarlar. Aynı zamanda onlara inciler de takılır., Cenab-ı Hak elbiselerin zaruri olup beyandan müstağni olduklarını ispat için «orada onların elbiseleri ipektir» demiş, «onlar orada ipekli giyerler» veya «onlara giydirU lir» tabirini kullanmamıştır. Çünkü çıplak kalmaları mümkün değildir.
Ayetin zahirinden bu hükmün bütün cennet ehli hakkında geçerli olduğu anlaşılmaktadır. Yani cennete giren herkes istediği ipekli elbiseyi giyecektir. Bazıları «Bu, çokluk nazarı itibara alınarak böyledir» demişlerdir. [12]
«Dünyada ipekli giyenler Ahiret'te giyemezler» hadisi Müslim ve Buhari'de İbn Ömer tarikiyle merfu olarak yer almaktadır. Ayetin zahirinden ipekli kullanmanın erkekler için haram olduğu anlaşılıyor. Ancak istisnai yerlerde kullanabilirler. «İpek niçin haram olsun?» şeklinde itirazda bulunarak bu dini emre karşı gelen kimse dinin dışına çıkmış olur. Zira Allah için neden yoktur. [13]
24- Onlar (müminler) sözün en doğrusuna yöneltilmişlerdir. Ve yine onlar el-IIamid (olan Allah) in yoluna iletilmişlerdir.
25- Kuşkusuz ki kâfir olanlar, (insanları) Allah yolundan ve yanında mukim olanlarla, dışarıdan gelenler için müsavi olan (kıble kıldığımız) Mescid-i Haram'ı (ziyaret etmekten) mene-denlerin ve orada zulm ile ilhada sapan kimselerin hepsine elim bir azabı tattırırız!
26- (Zikret o zamanı) ki İbrahim'e Beyt'in (Kabe'nin) yerini göstermiştik. (Ona): «Bana hiç bir şeyi ortak kılma. Tavaf edenler, ayakta ibadet edenler, rükû ve secdeye varanlar için evimi temiz tut» (diye vahyetmiştik).
27- «İnsanlar arasında haccı ilân et ki yaya olarak, (veya) yorgun develer üzerinde sana gelsinler. Onlar her uzak yoldan gelirler.»
28- «Böylece kendilerine menfaat temin eden hususlarda hazır bulunsunlar. Dört ayaklı (kurbanlık) hayvanlardan dolayı belli günlerde Allah'ın ismini zikretsinler. O hayvanların etinden yeyin ve ihtiyaç içindeki fakirlere de yedirin.»
29- «Sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler ve Eski Ev'i (Kabe'yi) tavaf etsinler!»
30- İşte (haccın amelleri) bunlardır. Kim Allah'ın emir ve yasaklannı gözetirse, bu Rabbinin katında kendisi için daha hayırlıdır. Size okunanların dışında kalan hayvanlar size helâl kılındı. O halde pislikten, putlardan kaçının ve yalan sözden de sakının! [14]
(24) «Onlar (müminler) sözün en...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayetteki «Doğru (güzel) söz»den maksat, Zümer Suresi' nin 74. ayetidir. «Dediler ki: Bize olan vaadinde sadık kalan ve bizi bu yere mirasçı kılan Allah'a hamdolsun ki cennette dilediğimiz yerde konaklayabiliriz. Salih amellerde bulunanların ecri ne güzeldim. Bu, İbn Abbas'tan gelen bir yorumdur.
Bazı müfessirler «Bu hiuayet dünyadadır. O güzel söz de Lâ ilâheillallah'tır» demişlerdir.
Süddi «Bu sözden maksat, Kur'an'dır» derken, Maverdi «Emr-i bilmaruf ve nehy-i anilmunker kastedilmektedir» demiştir.
Övülen «sıratyohdan. maksat, ya cennet veya İslâm dinidir. Bazıları «El-Hamid kelimesi ile cennet, sırat kelimesiyle de İslâm kastedilmiştir» demişlerdir.
Alusi; «Benim görüşüme göre bu sözü cennete girdikten sonra söylerler ve bu söz Fatır Suresi'nin 33. ayetidir» demiştir. Fatır Suresi'nin 33. ayetinde şöyle denilmektedir; «Adn cennetleri, oraya girenler orada altın bilezikler ve inciler takınırlar. Orada giysileri de ipektir». Kur'an'ın ayetleri burada birbirini tefsir etmektedir.
«Güzel yolad&n maksat, cennet ehli arasında cereyan eden gü-zel söz ve fiillerdir.
(25) «Kuşkusuz ki kâfir olanlar..,» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet kâfirlerden bir sınıf için ilâhi bir tehdid teşkil etmektedir. Bu ayette geçen «Keferu» mazi fiili üzerine «Yesuddune» fiili atfedilmiştir. Çünkü burada hal ve istikbal zamanı kastedil-memektedir. Burada daimi bir şekilde, insanları Allah yolundan alıkoymaya çalışmak kastedilmiştir. Veya burada mazi mânâsını ifade eder. Ancak o mazinin dehşetini gözler önüne sermek için Allah Teâlâ şimdiki zaman kipini kullanıyor.
Ayet, îbn Abbas'tan gelen rivayete göre Ebu Süfyan bin Harb ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar Hz. Peygam-gl ber ile arkadaşlarını Hudeybiye senesinde Mescid-i Haram'a girmekten menetmişlerdi. Rasûl-ü Ekrem de onlarla savaşmayı hoş görmedi. Zaten umre ihramını bağlamıştı. Sonra Rasûlullah ile onlar arasında bir sonraki sene umreye gelme izni kayda bağlanmak
suretiyle barış oldu. Hanefiler «Mescid-i Haram'dan maksat Mekke'dir» demişlerdir. Çünkü Cenab-ı Hak «Biz onu orada ikamet edenlerle hacca gelenler arasında müsavi yaptık» diyor. İkamet mescidin kendisinde değil elbette Mekke'nin evlerinde olur.
«EUİlhad» manevi istikametten ayrılmak demektir. Bazı kim-
seler ise «Ilhaddan maksat şirktir» kanaatindedirler. Fakat Ebu Muleyke bu tefsiri kabul etmemiştir.
Abd bin Umeyd'den gelen rivayete göre bu ayetin tefsiri kendisine sorulduğunda şu cevabı vermiştir: «İlhadın günahkârlar olduğunda bizim şek ve şüphemiz yoktur. Ta ki Basra ehlinden bazı kimseler Küfe ehlinden bazı kimselerin yanına gelerek «İlhad şirktir» diye iddia edinceye kadar». Abd b. Humeyd ilhadın önceleri şirk olmadığını savunmuştur.
Ebu Davud, Yahya bin Umeyye'den o da Allah'ın Rasûlü'nden şöyle rivayet ediyor: «Harem'de (yani Harem hududlan dahilinde) gıda maddelerini stok etmek orada ilhad yapmak demektir.»
Bazılarına göre «ilhad, hareme ihramsız girmektir.» (Bu yorum Ata'ya nisbet edilmiştir).
«Kim bunu yaparsa ona elem verici bir azabı tattırırız» cümlesi «mencin cevabıdır. Ve ister kötülük yapılsın, ister yapılmasın, burada kötülüğü irade etmenin azabı gerektirdiği anlaşılıyor. Yani insav. sadece kötülüğü bilfiil yapmak sebebiyle muaheze edildiği gibi Harem hududlan dahilinde kötülüğü yapmaya'niyetten dolayı da muaheze edilir. (Bu, İbn Mesud, İkrime ve Ebu Haccac' in görüşüdür). El-Haffaci, «Fiille beraber olan iradeden ötürü teh' diîd olur. Fakat sadece iradeden ötürü de ceza vardır» şeklinde* ki ifade, Harem dahilinde işlenen günahların derecesinin daha fazla olduğuna işarettir. Üstelik mutlak ifade, infaz edilmesi istenen irade insanı mesul eder. Fakat böyle bir irade büyük günahlardan değildir.
îmam Malik, «Mekke'de yerleşmek, orada Kabe'ye komşu olmak mekruhtur» demiştir. Mücahid «Mekke'de işlenen günah katmerli olur. Nitekim orada işlenen sevapların da katmerli olduğu gibi» demiştir. [15]
(26) «(Zikret o zamanı) ki İbrahim'e...» Bu Ayetin Tefsiri
Ayetin metnindeki «Bevve'na» fiili, dönüş noktası yapmak demektir. Yani biz orayı İbrahim'e imar ve ibadet için dönüş noktası yapmıştık. Kabe beş defa bina edilmiştir:
a) Melekler Adem'den önce, kıpkızıl bir yakuttan bina etmişlerdi. Sonra tufan zamanında bu bina göklere kaldırıldı.
b) Hz. İbrahim onu bina etti. Rivayet edildiğine göre Allah ona «Beyti bina et» emrini verince onu nerede bina edeceğini bilemedi. Cenab-ı Hak ona rüzgâr gönderdi ve rüzgâr Kabe'nin eski temelini ona gösterecek şekilde kumları uzaklaştırdı ve eski temel üzerine bina etti.
c) Kureyşliler cahiliyet döneminde Kabe'yi bina ettiler. Hz. Peygamber bu bina zamanında hazırdı ve gençti. Hacer'ul-Esved'i yerine koymak sırasında aralarında ihtilaf çıktı. Her kabile «Biz koyacağız» dedi. Sonra bir noktada sözbirliği yaptılar: «Şu gelecek yoldan evvela kim görünürse onu aramızda hakem yapalım» dediler. O yolda Rasûl-u Ekrem göründü. Hz. Peygamber aralarında şu şekilde hükmetti: «Hacer'ul-Esved'i bir çulun üzerine koyun. Sonra her kabileden birer kişi o çulun kenarlarından tutsunlar ve kaldırsınlar.» Onlar da böyle yaptılar. Kendisi de duvarın üzerine çıkarak taşı yerine koydu. Onlar Rasûlullah'a o devrede «elemin» diyorlardı. Bu, peygamber olmazdan onbeş sene Önceydi.
d) Abdullah bin Zübeyr tarafından bina edildi.
e) Haccac-ı Zalim (önce yıktı sonra) bina etti ve bugünkü bina meydana geldi.
«Bana hiçbir şeyi şirk koşma» hitabı, zahire göre Hz. İbrahim'edir. İkrime'nin kıraati bunu desteklemektedir. Çünkü o, «şirk koşmasın» şeklinde okumuştur. Bazıları «Bu hitap Rasûl-u Ekrem' edir» demişlerdir.
Taharetten maksat, hissî ve manevî taharettir. Yani «Benim beytimi putlardan ve diğer pisliklerden tertemiz kılın ve onu tavaf edin. Onu, yanında namaz kılanlara bu tşeJdlde takdim edin.»
Ayetin metnindeki «eLKaimine» ibaresinin «Mekke'de ikamet edenler» anlamına gelmesi mümkündür. «ELTaifin» ise Kabe'yi ziyaret etmek maksadıyla dışardan gelenler olabilir.
(27-28) «İnsanlar arasında haccı ilân et ki...» Bu Ayetlerin Tefsiri
İbn Ebi Şeybe «El-Musannef»te, İbn Cerir, İbn'ul-Munzir, Hakim ve Sünen'inde Beyhaki, İbn Abbas'tan şunu rivayet ederler:
«Hz. İbrahim Beyt'in binasını tamamlayınca: «Yarab! Ben binayı tamamladım» dedi. Cenab-ı Hak ona: «Halka haccı ilân et. Onları hacca davet et» dedi. Hz. İbrahim: «Yarab! Benim sesim nereye kadar gidecek?» diye sorunca Cenab-ı Hak: «Sen çağır, sesi götürmek bana ait» buyurdu. Hz. İbrahim: «Ben ne diyeyim Ya-rab?» diye sordu. Cenab-ı Hak: «De ki: Ey insanlar.' Beyti Atik'e haccetmek, orasını ziyaret etmek size farz kılındı» dedi.
Böylece Hz. İbrahim'in sesini gök ve yer ehli işittiler. Görmez misiniz, onlar, ta uzak memleketlerden bu sese icabet ederek «Lebbeyk Allahumme Lebbeyk» diyerek Kabe'ye doğru gelirler.
Bu surenin «eVHacc» ismini alması bu ayetten ileri gelmektedir. Ayetten yürüyerek de binekli olarak da haccetmenin caiz olduğu anlaşılmaktadır. Îbn'ul-Arabî; «Biz Malikîler «yürüyerek» mânâsını ifade eden «ricalen» kelimesi daha önce geldiği için yürüyerek haccetmenin daha üstün olduğu kanaatindeyiz» demiştir. Bu, İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir. Nitekim o «Etimden ka girdiğim güzel şeylerin hiçbiri, elimden kaçırdığım yürüyerek haccetme imkânı kadar beni üzmemiştim derdi.
«Hac'daki menfaatler»den maksat, dünya ve Ahiret'teki yararlardır. Zira îbn Abbas ayetteki «menfaatler» mânâsına gelen «me~ nafıa» kelimesini böyle yorumlamıştır. Dünyanın menfaatleri de var, Ahiret'in menfaatleri de var. Ahiret'in menfaati, Cenab-ı Hakk'm hacılardan razı olmasıdır. Dünyanın menfaatları ise yemekte oldukları kurban etleri ve alış-verişlerdir.
Mücahid «Buradaki menfaatler sadece ticaretle ilgili dünyevi menfaatlerdir» der. Yani kerahet olmaksızın, hacca gelen bir insan için ticaret caizdir. Fakat sadece ticaret için gelmemek şartıyla.
«Belli günler»den maksat kurbanın kesildiği günlerdir. Bu günler Ebu Hanife, Sevri, Said bin Cübeyr ve Said bin Museyyeb nezdinde üç gündür. Bayram günü ve onu izleyen iki gün... Çünkü Hz. Ömer, Hz. Ali, İbn Ömer, îbn Abbas, Enes ve Ebu Hureyre' den bu günlerin üç gün olduğu ve en üstününün de birinci gün ol-(H duğu rivayet edilmiştir.
İmam Şafii, Hasan ve Ata «Bu günler, bayram günü ile onu izleyen üç teşrik günü olmak üzere dört gündür» demişlerdir. Çünkü Hz. Peygamber «Teşrik günlerinin tamamı kurban kesme günleridir» buyurmuştur. Nehai, «Kurban -kesme günü iki gün», İbn Şirin «Bir tek gün, sadece bayram günüdür» der. Ebu Seleme, Süleyman bin Yesar, «Kurbânlar Muharrem'in birinci gününe kadar kesilebilir» demişlerdir. Fakat bu hususta güvenilir bir senetleri yoktur.
«Günalerin zikredilmesinden geceleri kurban kesilmeyeceği anlaşılmaktadır. Ebu Hayyan «Bu, İmam Malik ve Ashab-ı Rey'in görüşüdür» diyor. Fakat Hanefiler'in kitaplarında yer alan hükme göre geceleyin de kurban kesilebilir, ancak mekruhtur. Çünkü gece karanlığında yanlışlık yapılabilir. Fakat günlerin zikredilmesi ile {(geceleri kurban kesilmeni caiz değildir» şeklindeki delil pek müs-ned sayılmamıştır.
Bazıları «Belli günlerden maksat, Zilhicce'nin ilk on günüdür» derler. Ebu Hanife bu görüştedir. Bu görüş İbn Abbas, Hasan, İbrahim ve Katade'den de rivayet edilmiştir. «Bugünlerde Allah'ı zikretmek»ten kastedilenin Allah'a hamdetmek, ona şükretmek olduğu düşünülebilir. [16]
«Kurbanlarınızın üzerine Allah'ın ismini anın. Etlerinden ye-yin ve fakirlere yedirin.» Buradaki emir ibaha emridir. Yani «yemeniz mubahtır» demek olur. Ayrıca kurban etinden yemenin daha önce seran yasak olduğu, sonradan mubah kılındığı mânâsını da ifade eder. Zira Rasûl-u Ekrem «Sisi kurban etlerini yemekten menetmiştim. Onlardan yeyin ve azık edinin» buyurmuştur.
«El-Baise» şiddete uğramış, fakru zaruret içinde kıvranan kimse demektir. Kurbanın üçte birinin fakirlere yedirilmesi müs-tehabdır. Zira kurbandan yenilmesi ve başkasına yedirilmesi ayetle sabit olmuştur. Öyleyse kurban üçe ayrılır: Birisi fakirlere verilir, bir bölümü yenir. Bir bölümü de azık edinilir.
Şafiiler «Kurbanın yedirilmesi vaciptir» demiştir. Bazıları da bunun tam tersini savunmuşlar, «kurban etini yemek vaciptir» demişlerdir. «Fakire yedirin» hükmü «Zengine yedirmeyin» anlamına gelmez. Zira birinci emir «Kurbanı kesen kişi kurban etinden yiyebilir» mânâsına geldiğine göre, bundan «Başkasına da yedire. bilir» mânâsı çıkar.
(29) «Sonra kirlerini gider sinler...» Bu Ayetin Tefsiri
Ayet metnindeki «Tefes» kelimesi aslında kir ve pislikler demektir. «Hacıların kirlerini gidermelerimden maksat, tıraş olmaları, tırnaklarını kesmeleri, koltuk altı ve kasıklarını temizlemeleri ve umumi olarak bütün bedenlerini kirlerden arındırmaları demektir. İbn Ebi Şeybe, Abd bin Hümeyd, İbn Cerir ve İbn'ul-Munzir, İbn Ömer'den şöyle rivayet ederler:
«Tefes, haccın bütün menasiklandır: Arefe yapılması, Safa ile Merve arasındaki say, taş atmak». Yani hacda bunları yerine getirsin, gereklerini yapsın.
«Nezirlerini yerine getirsinler», yani hacda iyilik ameli olarak neyi adamışlarsa onu yapsınlar. İbn Abbas, «Deve ve sığırlardan nezrettiklerini yerine getirsinler demektir» diyor. İkrime, «Nezirlerden maksat, hacda vacib olan kanlardır» kanaatindedir. Müca-hid «Hac ve hedy'den vacib olan kısımdım diyor. Bazıları da mutlak vacib mânâsında olduğunu söylemişlerdir.
«Beyt-i Atik'i tavaf edin» emrinden maksat, Kabe'nin etrafını dolaşın demektir. Kabe'nin etrafım bir defa dolaşmaya bir «şevt» denilir. Bir tavaf yedi şevtten ibarettir. Bunlardan dördü Hanefi-ler'e göre farz, üçü vaciptir. Bu, haccın rükünlerinden olan tavaftır ve bu Arefe'de vakfe ettikten, Mina'ya gelip şeytanı recmettik-ten, hatta kurban kestikten sonra olan tavaftır.
Ayrıca hacda varış tavafı vardır ki buna «Tavaf-i Kudüm» denilir. Bir de veda tavafı vardır ki buna da «Tavaf-ı Sadr» ve «Tavaf'ulveda» denüir. Birinci tavaf (ziyaret tavafı) farzdır. Tavaf'ul Kudüm Mekke'ye ilk geldiğinde Tavaf-ı veda veya Tavaf-i Sadr ise Mekke'den ayrılma zamanı yapılan tavaftır.
Buharı" «Tarihmnde, Tirmîzi, Hakim, İbn Cerir, İbn Zübeyr' den şöyle rivayet ederler:
Hz. Peygamber, «Kabe'ye Beyt-i Atik denilmesi onun kralların ve zalimlerin zulmünden azad edilmiş olmasındandır. Hiçbir kral Kabe'ye zulmetmeye muvaffak olamamıştır» buyurmuştur. (İbn Ebi Nuceyh ve Katade de bu yorumu kabul etmişlerdir).
Mücahid; «Kabe'ye «en eski ev» mânâsım ifade eden «Beyt-i Atik» denilmesi, onun hiç kimsenin mülküne girmemiş olmasındandır» der.
Bazıları da «O, tufan zamanında garkolmaktan korunduğu için bu ismi almıştır» diyor.
İbn Cübeyr «Atik, ceyyid mânâsındadım der. Yani «güzel beyt» demektir. O beyt ki onu ziyaret eden günahkârların boyunları azad edilir, Her ne kadar bu boyunları azad eden Allah ise de mecazen «Kabe, onların boyunlarını azad eder» denilmiştir. Zira boyunların azad edilmesi Kabe'yi tavaf etmelerinden ötürüdür. Hasan Basri ve İbn Zeyd «Atik'in mânâsı kadim demektir» dediler. Zira yeryüzünde insanlar için ilk kurulan mabed Kabe'dir. Nitekim ayetten insanın zihnine gelen ilk mânâ budur.
(30) «İşte (haccın amelleri) bunlardır...» Bu Ayetin Tefsiri
Ayet metnindeki «Hurumat» kelimesi «hürmetsin, çoğuludur. Hürmet de şer'an ihtiram edilen, hürmet edilen şey demektir. Burada haccın menasıkından ve başkalarından meydana gelen bütün teklifler kastedilmiştir. Allah'ın tekliflerini tazim ise ilimle, onları gözetmek, onların mucibince amel etmek suretiyle olur.
Bazı kimseler «Hurumat'tan maksat hac menasıklarıdır» de-mistir. İbn Abbas'a göre bu, hacda vaki olan fusuk, cidal, cinsi ilişki, avlanmak gibi bütün yasaklar demektir. «Bunları tazim temek» bunların etrafında dolaşmamak demektir.
«Sizin için en'am helâl kılındın cümlesinden maksat, evcil hayvanların kurban olarak kesilmesi ve etlerini yemenin helâl kılınması demektir. Yoksa onların kendileri helâl veya haramdır demek değildir.
«Ancak size okunanlar müstesnadır»; onlar da şunlardır: Ölü eti, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilen, boğulmuş, vurulmuş, yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış, vahşi hayvanlar tarafından yenilmiş, henüz canlı iken yetişip kesilenler hariç, dikili taşlar üzerinde boğazlanan hayvanlar (Maide Suresi'nin 3. ayeti bunları tafsil eder).
«Kavle'z-Zûr» ile kastedilen mutlak yalandır. Yani yalandan sakının! Bazıları «yalancı şahitlik demektir, bundan sakının» demişlerdir. İmam Ahmed, Ebu Davud, İbn Mace ve Tabarani, İbn Mesut'tan şöyle rivayet ediyorlar:
Rasûl-u Ekrem sabah namazını kıldıktan sonra dönüp ayağa kalktı, «Yalancı şahitlik Allah'a şirk koşmaya eşittir» dedi ve bunu üç defa tekrarladıktan sonra bu ayeti okudu.
İbn Ebi Hatim'in Mukatil'den rivayet ettiğine göre bu ibareden maksat, hac yaparken Allah'a sözle şirk koşmaktır. Zira cahiliyet döneminde halk bir taraftan Kabe'yi tavaf eder, bir taraftan da «senin hizmetine koşuyoruz, senin hizmetine koşuyoruz, Senin ortağın yoktur. Ancak.bir ortak vardır, O da senindir. Onu da ve onun mülkünü de sen mülk edinmişsin» derlerdi. İşte böyle küfrü mucib sözlerden sakının denilmektedir. [17]
31- Allah'a ortak koşmaksızın, O'na halis olarak yönelenler olun. Kim Allah'a ortak koşarsa sanki o; gökten -. Namazı dosdoğru kılanlar ve kendilerine nzık olarak verdiklerimizden infak edenlerdir.
36- Biz kurban edilen büyükbaş hayvanları sizin için Allah'ın alâmetleri 'kıldık. Onlarda sizin için hayır vardır. O halde onlar bir dizi halinde kurban edilirken onların üzerine Allah'ın adını anın. Artık yana doğru düştüklerinde de onlardan yeyin. Kanaatkar olana da, isteyene de yedirin. İşte böyle onları size müsahhar laldık. Umulur ki şükredersiniz.
37- Elbette onların etleri de, kanlan da Allah'a ulaşmaz. Sizden O'na ancak takva ulaşır. İşte böylece Allah o kurbanları emrinize müsahhar kıldı ki sizi hidayete erdirdiği için onu yü-celtesiniz. (Ey Muhammed!) Muhsinleri müjdele!
38- Kuşkusuz ki Allah iman edenleri müdafaa eder. Allah hiç bir hain ve nankörü sevmez. [18]
(31) «Allah'a ortak koşmaksızm ,O'na...» Bu Ayetin Tefsiri
Her bâtıl dinden vazgeçip hak ve gerçek olan İslâm dinine katıksız ve ihlaslı olarak gelin. Hiçbir şeyi Cenab-ı Hakk'a ortak koşmayın. Putlar ve melekler, İsa, Uzeyr, güneş, ay ve diğer yıldızlar, yani dünyada tapılmakta olan hiçbir şeyi Allah'a ortak koşmayın. Onlardan sakının. Allah'ın mabudiyetine iman edin. Cenab-ı Hak burada «imamı «göğe», Allah'a ortak koşmayı ise gökten düşmeye benzetiyor. Binaenaleyh şirk koşan bir kimse imanın en doruk noktasından küfrün en engin derinliklerine düşer. [19]
«Kuşlar onu parçalarlar»da,n maksat, onu helak eden görüşler ve zanlar, onun fikrini paramparça ederler demektir. Yani Cenab-ı Hak burada o insanın fikrini darmadağın eden görüşleri kuşa benzetmiştir. Kuş nasıl leşi parçalayıp götürürse işte bunlar da onun hakikatini parçalar, ortadan kaldırırlar.
Ayetin metnindeki «Tehvî» fiili onu düşürür, atar demektir. «Sahîk» kelimesi de uzak, derin demektir. Yani şeytan böyle bir kimseyi sapıklığın enginliklerine atar. Görüldüğü gibi Cenab-ı Hak insanları saptıran şeytanı, helak eden rüzgâra benzetmiştir. Bu ayette tahyir vardır. Yani Allah'a şirk koşan kâfir bir kimse, leşi parçalayan kuşa da, insanı dalâletin derinliklerine atan şeytana da benzetilebilir. [20]
Îbn'ul-Munir «Kâfir iki kısımdır. Birinci kısımdaki kâfir vesveselidir. Daima şek ve şüphe içindedir. Bir sapıklık üzerinde durmak istemez. İşte bu kâfir, leşi parçalayan kuşa benzetilmiştir. Herhangi bir kuş onun herhangi bir parçası üzerinde durmaz. Ancak ondan bir parça koparır gider. İşte vesveseli bir kâfirin hali böyledir. Ona görünen hayale tâbi olur ve daha önceki hayali bı-jakır. İkinci kısımdaki kâfir ise bâtıl bir itikatta ısrar eden bir müşriktir. Bu müşrik testerelerle kesilse de katiyyen şüphe yoluna tekrar dönüş yapmaz, bâtıldan ayrılmaz. Onu o bâtıldan ayırmayı düşünmek, bir hayalden başka bir şey değildir. İşte bu da küfür üzerinde karar bulması, tıpkı rüzgârın derin bir vadiye atıp da helak ettiği şey gibidir.»
(32-33) «İşte durum böyledir. Kim...» Bu Ayetlerin Tefsin
«Şeairullah»to,n maksat, kurban ve hedy olarak Kabe'ye getirilen deve ve sığırlardır. Bu yorum İbn Abbas'tan Mücahid ve bir cemaatten böyle gelmiştir. O zaman«şeain> kelimesi «şeaire»rûn veya «şiar»m çoğulu olup, «alâmet» demektir. Hedy olarak Kabe' ye getirilen develer de haccın aîâmetlerindendir veya hacının Allah'a itaat ettiğinin ve hidayet olduğunun işaretleridir. Bagıb «Böyle kurbanlara şeair denilmesinin sebebi bir taraflarına bir demir sokulmak suretiyle akıtılan kanlarının onların kurban olduğuna nişan olmasıdır» diyor.
«Bunları tazim etmek»ten maksat, onların güzellerini, semizlerini, fiyatı pahalı olanlarını alıp Allah rızası için kesmek demektir. Rivayete göre Hz. Peygamber yüz deve kurban etmiştir. Bu. yüz devenin içinde eskiden Ebu Celil'e ait olup burnunda altından yapılmış bir halka bulunan bir deve de vardı.
Hz. Ömer'den gelen bir rivayete göre o, üçyüz dinar verilip alınmak istenen bir deveyi kurban olarak getirdi. Hz. Peygamber den: «Ben bunu üçyüz dinara satayım da bu para ile birkaç deve alıp kurban edeyim. Ne dersiniz?» diye sorunca Rasûl-u Ekrem: «Hayır! Bu en güzel kurbandır. Bunu kes» buyurdu.
İbn Ömer develeri çullanarak kurban yerine getirir, etlerini ve derilerini sadaka olarak verirdi. [21]
Bazıları «Şeairlerden maksat, Allah'ın dinidir, onun taziminden maksat da ona yapışmaktır» der. Fakat müfessirlerin cumhuru birinci görüştedirler. Şia ve onların izinde giden bir kısım «Bu ayet imamların yani Hz. Ali'nin soyundan gelen oniki imamın ve diğer salih insanların kabirlerinin tazim edilmesinin meşru olduğuna delildir» demişler ve kabirler üzerinde bu ayete göre mumlar yakılabilir, altın ve gümüşten yapılmış lambalar takılabilir. Yani putperestlerin yapmadıkları şeyler yapılabilir şeklinde bir görüşü ileri sürmüşlerdir. Fakat Alusî; bu görüşün sakat olduğunu, «Burada olanın gizli olmadığı» tabiriyle ifade edilmektedir.
«Sizin için o şeairlerde yararlar vardır», yani onların sütünden, yavrularından, tüylerinden istifade ettiğiniz gibi onlara binebilirsiniz de. Tabii bu da belli bir zamana kadardır. O zaman da onlara kurban ismi verilir. Onları kurban olarak tayin eden zamandır. îşte kurban olarak tayin edildikten sonra insanoğlu artık onların ne sütünden, ne yavrularından ne tüylerinden, ne de sırtlarından istifade edebilir. (Bu rivayeti Mücahid, Katade ve Dahhak, İbn Abbas'tan rivayet etmişlerdir). Ebu Hanife nezdin-de de hüküm böyledir. Kurbanı götüren bir kimse «Bu kurbandır» dedikten sonra artık onun menfaatlerine sahip değildir. Ancak kişi kurban tayin ettiği hayvanlardan zaruret halinde istifade edebilir.
Ata; «Kurbanların yararlarından maksat, onları kurban ettik-ten sonra sırtlarına binmek, sütlerini içmek, kesildikleri ana kadar onlardan istifade etmektim dedi. İmam Şafii bu görüştedir.
Bazıları «Belli bir müddetten maksat, o kurbanları nişanlamak vakti demektir» dediler. Böyle olduğu takdirde ancak kişi zaruret halinde onlara biner, onlardan istifade edebilir.
Ayetin metninde geçmekte olan «Mehilluha» kelimesi kesilmesi vacib olan yer veya kesilmesi vacib olan vakit demektir.
«Beyt-i Atik'e varıncaya kadar» tabirinden maksat, onun etrafına varıncaya kadar demektir. Çünkü kurban Kabe'nin ta kendisine değil, onun yakınında bulunan Mina'ya, kurban kesilen yere götürülür. Mina kurban kesme yeri kılınmıştır. Zira hadis-i şerifte «Mekke'nin bütün girilen ve çıkılan yerleri, (yani hütün yolları) kurban kesme yeridir, Mina'nın bütün girdi ve çıktıları kur. ban kesme yeridir» denilmiştir.
(34) «Biz her ümmet için bir..,» Bu Ayetin Tefsiri
Ayetin metnindeki «mensek» kelimesi ya hac ibadetlerinin icra edildiği yer veya o ibadetler, o menasıklar demektir.
Mücahid burada bu kelimeyi «kurban kesmek, kan akıtmaki> la tefsir etmiştir. Yani «Her iimmet için kurban kesmek ve kan akıtmayı (helâl) kılmışız». Mücahid «nusuk»\ı burada belli bir ibadet mânâsına haroletmiştir. Esasında nusuk (mensek) kelimesinin kökü, ibadet mânâsmdadır. Fakat hac ibadetlerinde meşhur olarak kullanılmaktadır.
Ferra, «Arap dilinde mensek, hayr hususunda adet olunan yer demektir» der. Ferra burada menseki bayram ile tefsir etmiştir. Katade «Hac demektir» diyor.
Zemahşeri «Keşşaf»t& Mücahid'in yorumunu tercih etmektedir. Yani her dil sahiplerine Cenab-ı Hakk'a kurban kesmek yeri belirtilmiş, gösterilmiştir.
«Kendilerine rızık olarak verdiğimiz üzerine, Allah'ın adını ansınlar diyen cümlesinden anlaşılıyor ki kurban ancak eti yenilen hayvanlardan olur. Meselâ atı kurban edemezsiniz, her ne kadar etinin yenilebileceği söylenmişse de. Merkebi, vahşi dahi olsa, kurban edemezsiniz. Katın kurban edemezsiniz. Dağdan almış olduğunuz hayvanlardan herhangi birisini kurban edemezsiniz.
Ayetin sonunda «Muhbitinlere müjde ver» şeklindeki cümle peygambere hitaptır. Mücahid'in tefsirine göre «muhbitinler»den maksat, itminan mertebesine vasıl olan kimselerdir. Dahhak'a göre tevazu gösterenler, Anır bin Evs'e göre ise halka zulmetmeyen ve zulme uğradıkları zaman kimseden yardım beklemeyenlerdir. Süfyani Sevri'ye göre (Allah'ın kaza ve kaderine razı olan kimselerdir». Kelbi'ye göre ibadetlerde son derece gayret gösterenlerdir. Ragıb, «Bu kelime «ihbat» kökünden gelir. Bu, yeryüzünde düz ve biraz da çukurca bir yere inmek demektir» der.
(35) «O alçakgönüllü kimselerin...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet muhbitinleri vasıflandırmakta, onların sıfatlanın açıklamaktadır. Yani Allah zikredildiği zaman onların kalpleri üt. rer. Çünkü Allah'ın celüinin ışıkları kalplerinde doğar. Tekliflerin zorluklarına karşı sabır gösterirler. Hastalık, felâket, vatanından uzaklaşma gibi musibetlerde de sabır gösterirler.
Ayetten anlaşılıyor ki zorluklara karşı sabır göstermek çok güzel bir şeydir. İmam Razi, «Allah tarafından gelen musibetlere sabır göstermek vacib ve farzdır» der. Zalimler tarafından gelen bir musibete karşı sabretmekse vacib değildir. Aksine o zulmü defetmek, uzaklaştırmak vaciptir. Tabii imkân varsa...
O muhbitinler, vakitlerinde beş vakit namazlarını eda ederler ve onlara Allah tarafından nzık olarak verilen servetlerinden de infak ederler. Yani zekât verirler, sadaka verirler, kurbanlar keserler. Kurbanların en güzelini alırlar.
(36) «Biz kurban edilen büyükbaş hayvanları...» Bu Ayetin Tefsin
Ayetin metninde geçmekte olan «el-Budn», deve veya sığır demektir ki Mekke'de kurban olarak kesilirler. Yani bunları Cenab-ı Hak için Allah'ın şeairinden (yani dininin alâmetlerinden) kılmıştır. Kâmus'ta «Budn, deve ile sığır demektir» denir. Tıpkı koyunlardan olan kurbana «Udhiye» denilmesi gibi. Budn, hem erkek hem de dişi deve ve sığırlara ıtlak olunur. Bunlara budn denilmiştir. Çünkü gövdeleri koyunlardan daha büyüktür. Çünkü onlar önce beslenir sonra kurban edilir.
Budnun deve ve sığırdan olması birçok lügat imamlarının görüşüdür. Aynı zamanda Hanefi Mezhebi de bu görüştedir. Eğer bir insan bir budn kesmeyi adar ve bir sığır keserse buna kâfi gelir. (Bu, Ata ve Saidbin Museyyib'in de görüşüdür).
Abd bin Umeyd ve Îbn'ul-Munzir, İbn Ömer'den rivayet ederler: {(Budn ancak deve ve sığırdan olan kurbanlar demektir». Sa-hih-i Müslim'de Cabir'den gelen bir rivayette o şöyle demiştir: «Biz budnu yedi kişi yerine kesiyorduk.» Birisi: «Ya sığır?» diye sorunca Cabir: «O da bundandır» dedi.
Lügat alimlerinden El-Bari'nin sahibi «Budn sığırlara değil sadece develere denir» der. Bu tefsir aynı zamanda Mücahid ve Hasan Basri'den de rivayet edilmiştir ve Şafii Mezhebi de bu görüştedir. Şafiiler nezdinde «Ben bir budnu adıyorum» diyen bir kişinin bir sığır kesmesi kâfi değildir. Ve İmam Şafii'nin bu görüşünü Ebu Davud'un Cabir'den rivayet ettiği şu hadis de takviye etmektedir: «Hz. Peygamber şöyle buyurdu: «Budn yedi kişi için kesilir. Sığır da yedi kişi için kesilir.» Anlaşılıyor ki «budn», «sığır»d&n ayrı bir şeydir. Çünkü atf bunu gerektirir.
Hanefiler'le Şafiiler'in görüşlerini takviye etmek için ileri sürdükleri deliller fıkıh kitaplarında mevcuttur.
«Sizin için bunlarda hayır vardır», yani dünya menfaati ve Ahiret ecri vardır. İbn Abbas böyle yorumlamıştır. Süddi «Sadece ecir vardır» diyor.
«Bunların üzerine Allah'ın ismini anın» sözünden maksat, onları keserken «Bismillah Allahu Ekber Allahumme Minke Veleke» (Allah'ın ismi ile kesiyorum. Allah her şeyden yücedir. Yarab! Bu senden gelen bir nimettir ve senin için kesiyorum) denilmesidir.
Ayetin metnindeki «savvafe» kelimesi, deveyi ayakta iken el ve ayaklarını set haline getirerek kesin, demektir. Zira deve kesildiği zaman ayaklarından biri bağlanır. Üç ayak üzerinde durur.
Kesme anında devenin ayağını bağlamak sünnettir. Çünkü Buha-ri ve Müslim, İbn Abbas'tan şöyle rivayet ederler: «İbn Abbas bir deveyi yere yıkarak kesen bir kişiyi görünce; «Onu bırak. Ayağa kalksın. Bir ayağım bağla, Öylece kes. Bu Hz. Muhammed'in sünnetidir» demiştir.»
Ulemanın çoğu «onun sol ayağı bağlanır» demişlerdir. Çünkü îbn Ebi Şeybe'nin İbn Sabit'ten rivayet ettiği hadiste Rasûlullah ve arkadaşları kurbanlık develerin sol ayaklarım bağlıyorlar ve böylece ayakta onları kesiyorlardı, denilmektedir.
Bazıları «sağ ayak bağlanacaktır, çünkü îbn Ebi Şeybe'nin Ma'mer'den rivayet ettiğine göre o, devenin sağ ayağım bağlayarak keserdi» demektedirler.
Bazıları da «Sağ ve sol arasında fark yoktur» demişlerdir, Çünkü İbn Ebi Şeyhe, Ata'dan «İki ayaktan hangisini istersen onu bağla» rivayetini nakletmiştir.
Hz. Ömer, bu kelimeyi, «Ayaklarından biri bağlı olduğu halde ayakta bulunan deve» şeklinde tefsir etmiştir .
Ayetin metnindeki «Vecebet» düşmek mânâsındadir. Yani ayaklar üstünde kesildikten sonra yere düşünce (yani Ölünce), o vakit onun etinden yeyin ve yanındaki rızka razı olan, dilencilik yapamayan fakire de yedirin. Ayrıca el açıp dilenen kimselere de yedirin.
Muhammed bin Kâb, Mücahid, İbrahim, Hasan Basri ve Kel-bi; «Kaani'» ile maksat dilencidir. «Mu'terr» ile maksat da istemeksizin insanın Önüne çıkan fakirdir» demişlerdir.
Mücahid'den gelen rivayete göre «Kaani'» zengin de olsa komşu demektir.
Bu ayetten anlaşılıyor ki kurban üç kısma ayrılır. Üçte biri sahibine, üçte biri Kaani'a, üçte biri de Mu'terr'e verilir. (Bu, İbn Mesud'dan rivayet edilmiştir).
O ayakta duran ve size kesilmek hususunda musahhar kılınan deve gibi, biz size diğer kurbanları da musahhar kılmışızdır. Deve ve sığır büyük olmalarına rağmen, kuvvetli oldukları halde, onları kesmek isteyen bir kimseye karşı isyan etmezler. İtaat ederler ve ayaklan üzerinde durduklan zaman veya yattıklarında kesilmeye razı olurlar. Eğer onlar diğer yırtıcı hayvanlar gibi yırtıcılık yapmaya kalksalardı birisine bile birkaç insanın kâfi gelmesi çok zordu. Bunların teshiri Allah'ın bir lûtfudur ve şükredilsin diye Cenab-ı Hak bu teshiri yapmıştır.
(37) «Elbette onların etleri de...» Bu Ayeth rfsiri
Ayetten anlaşılıyor ki Cenab-ı Hakk'ın katında giden kurbanın eti ve kanı değil, ancak kurban kesenlerin kalbindeki takvadır. Yani ihlasla kesilen bir kurban Cenab-ı Hak katında fayda verir. Yoksa Allah ne ete ne de kana muhtaç değildir.
Mücahid der ki: «Müslümanlar müşriklerin kestikleri gibi etleri durma yapıp Kabe'nin etrafında kurutmak istediler. Bunu Cenab-ı Hakk'a daha yakın olmak, kurbanı daha fazla tazim et-meJc için yapıyorlardı. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu ve onları böyle yapmaktan menetti.»
Bunun benzeri İbn Abbas ve diğer müfessirlerden de gelmiştir.
Ayetin metnindeki «Allah'ı tekbir edesiniz» ifadesinin mânâsı Allah'ın azametini ve sizin güç yetiremediğinize Allah'ın gücünün yettiğini bilesiniz diye Allah onları size musahhar kılmıştır demektir.
Bazı müfessirler «Allah-u Ekber demeniz için, yani o kurbanları keserken, ihramdan çıkarken Allah-u Ekber demeniz için Ce. nab-t Hak onları size musahhar kılmış demektir» diyor.
İbn Abbas der ki: «Cahiliye halkı Kabe'yi kesilen kurbanların kanlarıyla boyardı. Müslümanlar da aynı şeyi yapmak istediler. Bu ayet böyle yapmanın yasak olduğunu ilan etmek için indi.»
Ayetin metninde geçmekte olan «Yenalu» fiili «neyi» kökünden gelir. Bu tabir burada mecaz olarak kullanılmıştır. Yani kabulden kinayedir, Allah'a nail olmaz, yani Allah tarafından kabul edilmez. Allah'a takva nail olur. Yani takva sahibinin amelini Allah kabul eder.
Hayvanların büyüklüğüne, kuvvetlerine rağmen size karşı gelmemeleri, size musahhar kılınmaları Cenab-ı Hakk'm azametini bilmeniz ve dolayısıyla onu birlemeniz içindir.
Bazı tefsirciler ayeti «İhramı gözerken veya kurbanı keserken Allah-u Ekber demeniz içindir» şeklinde yorumlamışlardır.
Ayetteki «âlân harf-i çeri «Tukebbiru» fiiline bağlıdır. Çünkü bu fiilin zımnında şükür veya hamd mânâsı vardır. Yani Allah'ın size hidayet etmesi üzerine hamdederek veya şükrederek Allah'ı birlemeniz için o hayvanlar size musahhar kılınmıştır. Bazı müfes-sirlere göre «âlâ» burada «lam» mânâsını ifade eder. Yani Allah'ın size hidayet etmesinden ötürü Allah'ı birlemeniz için Cenab-ı Hak size bu hayvanları musahhar kılmıştır. Muhsinlerden maksat, amellerinde ve bütün dini emirlerinde ihlasla davranan kimselerdir. Cenab-ı Hak daha önceki ayette «Kurbanlarınızı keserken otu ların üzerine Allah'ın ismini anın» derken, burada «Size hidayet ettiğinden dolayı Allah'a tekbir getirin» demektedir. Bundan ötürüdür ki İbn Ömer, kurban keserken «Bismülahi Vallahu Ekber» (Allah'ın adıyla başlıyorum. Allah her şeyden yücedir) diyordu.
Sahih'de Enes'ten şu hadis gelir: «Hz. Peygamberi iki boynuzlu, beyazlığı daha fazla (veya tamamen beyaz olan) koçu kurban ederken gördüm. Onu kendi eliyle kesti. Mübarek ayağım onun yüzünün üzerine koydu, besmele çekti ve tekbir getirdi.» [22]
Ebu Sevr'e göre namazda tekbir lâzım olduğu gibi kurbanı keserken de lâzımdır. Ve bu vaciptir. Fakat diğer alimlere göre kurban keserken tekbir getirilmesi müstehabtır.
Malikiler'e göre kurban keserken Hz. Peygamber'e salat ve selâm getirmek mekruhtur. Zira kesilen hayvanın üzerinde Allah'ın isminden başka bir isim zikredilmez. İmam Şafii, «Hz. Peygamber'e salat ve selâm getirmek mekruh değildir, caizdir» der.
(38) «Kuşkusuz ki Allah iman edenleri...» Bu Ayetin Tefsiri
Rivayete göre bu ayetin nüzul sebebi şudur: Müslümanlar Mekke'de çoğaldıkları zaman kâfirler onlara eziyet etmeye başladılar. Habeşistan'a gidenler gitti. Mekke'deki müslümanların bazıları kâfirlerden elde ettiklerini öldürmek ve onlara saldırmak, tuzaklar kurmak istediler. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. Cenab-ı Hak bu ayette müslümanlan müdafaa edeceğini vaadediyor ve hainlik ile hile yapmanın da kesinlikle yasak olduğunu ilân ediyor.
Bazıları {(Müminleri müdafaa etmekten maksat şudur: Onların muvaffak olmasını Cenab.ı Hak daimi kılar. Dolayısıyla iman onların kalplerinde yerleşir. Kâfirler ne kadar eziyet etseler de onların kalplerinden o imam sökmeye muvaffak olamazlara demişlerdir. Yani kalben irtidad edemez bir hâle getirildikleri söylenmek isteniyor.
Ayetin sonundaki «Havvan» ve «Kefûr» kelimelerinden maksat, müşriklerin çok hain ve nankör olduklarını belirtmektir. Yoksa Cenab-ı Hak çok hain ve çok nankörü sevmez de az hain ile az nankörü sever mânâsı anlaşılmamalıdır.
Bu mübalâğa sığalarının kullanılması Allah'ın emanetine ihanet etmenin, nimetine karşı nankörlükte bulunmanın ne kadar az olursa olsun, korkunç ve dehşetli bir şey olduğunu göstermektedir. [23]
39- Kendilerine savaş açılan müminlere, (düşmana karşı) savaşmaları için izin verildi. Çünkü onlar zulme uğramışlardır. Kuşkusuz ki Allah onlara zafer vermeye kadirdir.
40- Onlar; «Rabbimiz Allah »tır demelerinden başka bir se-beb olmaksızın haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah insanların bir kısmını (müşrikleri) bir kısmıyla (müminlerle) d efe t meşeydi, içlerinde Allah'ın ismi çokça anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler mutlaka yıkılırdı. Kuşkusuz Allah dinine yardım edene yardım eder. Allah kuvvetli ve her şeye ga-lib olandır.
41- Onlar, eğer kendilerini yeryüzünde iktidara getirirsek, namazı kılarlar, zekâtı verirler. İyiliği emrederler ve fenalıktan ahkoyarlar. Bütün işlerin sonucu Allah'a aittir.
42- (Ey Rasûlüm!) Eğer seni yalanlıyorlarsa (bil ki) onlardan Önce Nuh, Ad ve Senimi kavimleri de yalanlamıştı.
43- İbrahim'in kavmi de, Lût'un kavmi de (peygamberlerini yalanlamıştı).
44- Medyenliler de (Şuayb'ı yalanlamışlardı). Musa da yalanlandı. Ben o kâfirlere mühlet verdim. Sonra onları yakaladım. (Ey Rasûlüm! Bak) inkârım nasıl oldu?
45- Nice ülkelerin halkını, haksızlık yaptı klan için helak ettik. Damlan çökmüş, duvarları üzerine yıkılmıştır. Nice kuyularla, yüksek saraylar bomboş bırakılmıştır.
46- Hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı ki (bu nedenle) düşünecek kalplere, işitecek kulaklara sahip olsunlar? Kuşkusuz ki gözler kör olmaz. Asıl göğüslerdeki kalpler kör olur. [24]
(39) «Kendilerine savaş açılan,,.» Bu Ayetin Tefsiri
Cenab-ı Hak bu ayette müşrikler tarafından savaş açılan ve îl kendilerine zulmedilen müslümanlara savaş izni vermektedir. Zira Vahidi'nin nakline göre müşrikler müslümanlan eziyordu. Müslümanlar dövülmüş, başı yarılmış oldukları halde Hz. Peygamber'e gelerek şikâyette bulunuyorlardı. Hz. Peygamber de onlara {(Sabredin, Ben henüz savaşmakla emrolunmadım (yani bana savaş emri verilmedi)» demek suretiyle onları teskin etmeye çalışıyordu. Hicret edinceye kadar durum böyle idi. İşte o zaman Cenab-ı Hak bu ayeti indirdi. Bu ayet savaş hakkında inen ayetlerin ilkidir. Cenab-ı Hak yetmiş küsur ayette savaşı yasaklamıştır. Sonra indirdiği bu ilk ayette savaş izni vermiştir. (Bu durumu Hakim, Müs-tedrek'inde İbn Abbas'tan, Abdurrezzak El-Musannef inde, İbn'ul Munzir de Zühri'den rivayet ediyor). I
İbn Cerir, Ebu'I- Aliye 'den şöyle rivayet eder: «Savaş hakkında ilk nazil olan ayet {(Allah yolunda sizinle savaşanlarla savaşın» ayetidir.»
Hakim'in El-İklil adlı kitabında «Savaş hakkında inen ilk ayet, «Şüphesiz ki Allah müminlerden nefislerini ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır» ayetidir» denilmektedir.
Beyhaki Ed-Delail adlı kitabında; «Bu ayet Mekke'den Medine'ye hicret eden bazı müminler hakkında nazil olmuştur. Çünkü kâfirler onları takip ediyor, çöllerde onlara eziyet ediyorlardı. Cenab-ı Hak onlara bu durumda kâfirlerle savaşmaya izin verdi» diyor,
(40 «Onlar «Rabbimiz Allah'tır» demelerinden...» Bu Ayetin Tefsiri
Burada «yurtlarından çıkartılanlar», Mekke müşrikleri tarafından Mekke'den çıkartılan müminlerdir. Onların çıkartılmasını gerektiren »tek suç Allah'ı birlemeleri, «Rabbimiz Allah'tır» demeleridir. Yani tevhid.
Ayetin «Eğer Allah bir kısım insanları diğer bir kısmı ile def-etmeseydi» şeklindeki cümlesi, müslümanlan savaşa tahrik etmek içindir. Cenab-ı Hak burada geçmiş milletlerde de durum aynıydı diyor: Eğer o zalimlere karşı çikılmasaydı, onlarla savaşıîmasaydı, her şey altüst olurdu. İlâhi sistemden yana olanlar ayakta kalmaz, mabedler yıkılırdı.
Mücahid bu ayetin tefsirinde «Eğer Cenab-ı Hak bir kavmin zulmünü adil kimselerin şehadetiyle defetmeseydi mabedler yıkılırdı» şeklinde bir yorum getirmiştir. Bazı kimseler de «Eğer Cenab-ı Hak zalimlerin zulmünü adil idarecilerin adaletiyle def etmeseydi mabedler yıkılırdı demektir» diyor. [25]
îbn Huveyzi Mendad adlı Maliki alim; «Bu ayet Zımmîlerin kiliselerini, ayazmalarını, Yahudilerin havralarını, ateşperestlerin ateşgedelerinin yıkılmasının memnu olduğunu ifade ettiği gibi, onların yeniden mabedhaneler yapmalarına, mabedlerinin genişletilmesine, uzatılmasına izin verilmeyeceğini beyan etmektedir» diyor. Müslümanlar için o mabedlere girip namaz kılmak uygun değildir.
Müslümanlardan harp yoluyla alınan bir memlekette, yapılan kilise ve mabedler, o yer istirdad (geri almak) edildikten sonra yıkılır. Fakat daha önce müslümanlarm eline geçmiş ve zimmilere aid olan mabedler, onların malları ve evleri mesabesinde oldu-ğundan dolayı korunur.
«SavâmİT» kelimesi «Sumia' »nın çoğuludur. Yüksek ve tepesi sivri bina demektir. Bu, İslâm'dan önce Hıristiyan ruhbanlarına, Sabiin abidlerine mahsus ayazmalar ve ibadet yerlerinin adıydı. İslâm'dan sonra müslüman minareleri için de aynı tabir kullanılmıştır.
«Biye'u» kelimesi «Bia' »nın çoğuludur. Bu, Hıristiyan kilisesi demektir. Taberi «Yahudilerin havraları demektir» der.
«Salavat» kelimesi Zeccac ve Hasan Basri'ye göre Yahudi havraları anlamına gelir. İbranice'si «Salut»tur. Ebu Ubeyde'ye göre. «Salavat» Hıristiyanlar için çöllerde bina edilen mabedler demektir. Buna öncvleri «selut» deniliyordu Sonra Arapçalaşarak «Salavat» ismini aldı.
İbn Atiyye «Bu kelimede dokuz kıraat vardır» der. Nuhas'a göre oniki kıraat vardır. İbn Abbas «Salavat'tan maksat kiliselerdir» der. Ebu'l-Aliye «Salavat'tan maksat Sabiinler'in mescidlerû dir» der. İbn Zeyd «Müslümanlar'ın namazlarıdır» diyor. Düşman İslâm diyarını bastığı takdirde namazlar inkıtaa uğrar ve mescid-ler yıkıma maruz kalır. Burada namaz kılınacak yerler de kastedilmiş olabilir. Bazı tefsir alimleri «Bu isimlerden maksat ümmetlerin mabedlerini taksim etmektir» diyor. Meselâ «Sevami'» rahiplere, «Biye'u» Hıristiyanlar'a, «Salavat» Yahudiler'e, «Mescid» de Müslümanlara aittir.
Bu ayette Mecusiler ve putperestlerin herhangi bir şeyi zikredilmedi. Çünkü onlar korunması gereken hiçbir şeye sahip değildirler. Allah'ın zikri ancak şeriat sahipleri nezdinde söz konusu Yahudi, Hıristiyan ve Sabiinler'in mabedlerinde Allah'ın zikredilmesi, onların şeriatlarının meriyette olduğu ve hakkı ikâme ettikleri zamana mahsustur.
(41) «Onlar, eğer kendilerine yeryüzünde...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet memleketlerinden zulmen çıkarılanların vasıflarını belirtmektedir. <(Temkin»den maksat, yeryüzüne hükümdar olmak, emri geçerli olmak demektir. Ayetin metnindeki «Arz» ile kastedilen, yeryüzüdür. Bazı müfessirler «Sadece Mekke'dir» demişlerdir. Namazdan maksat, farz olan namaz, zekâttan maksat da farz olan zekâttır. Maruftan maksat Allah'ı birlemek, Münker'den maksat da şirktir. (Bu yorum Zeyd bin Eslem'den rivayet edilmiştir.)
İbn Abbas, «Burada muhacir, ensar ve ihsanda onların peşinden gidenler kastedilmiştir» diyor. Katade «Bu vasıflara sahip olanlar Hz. Muhammed'in ashabtdır» diyor. îkrime «Beş vakit namazı eda edenlerdir» der.
Hasan Basri ve Ebu'l-Aliye «Ümmet-i Muhammed kastedilmiştir» demişlerdir. Zira Cenab-i Hak onlara yeryüzünün fethini müyesser ettiği zaman namazı ikâme ettiler, zekâtı verdiler, emri bilmaruf- ve nehyi anilmünker yaptılar.
İbn Ebi Nuceyh, «Burada idareciler kastedilmiştir» diyor, Dahhak «Bu bir şarttır, idareciler için Cenab-i Hak tarafından öne sürülmüştür» dedi. Sehl bin Abdullah, «Emri bilmaruf ve nehyi anilmünker, idarecilere ve onların yanındaki alimlere vacibtir» demiştir.
(42-44) «(Ey Rasûlüm!) Eğer seni...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Bu ayetler Hz. Peygamber için tesellidirler. Eğer senin kavmin seni yalanlamış ise bilmiş ol ki senden önce Nuh'un kavmi, Âd ve Semud kavmi, İbrahim ve Lut'un kavmi ve Ashab-ı Medyen de peygamberlerini yalanlamışlardı. Daha önce Kiptiler tarafından Hz. Musa da yalanlanmış ti. Yani Hz. Musa'yı yalanlayan Kıp-tîler'dir, Mısır ahalisidir. Mısır'da yaşayan İsrailoğullan değildir. Çünkü îsrailoğulları'ndan Hz. Musa'yı tekzib eden sadece bir grup idi. Onlar da sonradan tevbe ve iman ettiler.
Cenab-ı Hak peygamberleri tekzib eden kâfirlere ecelleri gelinceye kadar mühlet verdiğini söylüyor. «Sonra onları yakaladım»; yani helak ettim.
Bu ayetin son cümlesindeki istifham taaccüb içindir. Sanki Cenab-ı Hakk'ın onların üzerindeki azabı çok şiddetli, çok korkunç idi. Bu cümle aynı zamanda Kureyşliler'i korkutmak için gelmiştir. Yani ben onların hayat ve nimetlerini, imar ettikleri memleketlerini alt-üst etmek suretiyle onları peygamberleri yalanla, maktan nasıl caydırmaya çalıştım, onu bir buseydin!
(45) «Nice ülkelerin halkını...»Bu Ayetin Tefsiri
Ayetin başındaki «Keeyyin» kelimesi «kem» kelimesi gibi çokluk mânâsı ifade eder. Yani nice memleketleri zulüm yaptıkları halde helak ettik, yok ettik!
Ayetin metnindeki «Haviye» kelimesi düşüş veya boşluk mânâsına gelen «Hava» kökünden gelir. Yani o memleketlerin, o yurtların duvarları tavanları üzerine düşmüştür. Veya duvarlar tavan* lar üzerinde boş kalmıştır.
Ayetin metnindeki «TTruş» kelimesi «arş»m çoğuludur, tavan mânâsını ifade eder. Yani binalar muattal bir halde oldukları için, tavanları çökmüştür, sonra da duvarlar tavanların üzerine yıkılmıştır. Çöküşü Cenab-ı Hak duvarlara nisbet ediyor. Çünkü duvarlar binalarda temel ve direk görevini ifa ederler.
Ayetteki «Bi'r» kelimesi kuyu demektir. «Muattal» kelimesi yararları iptal edilmiş, kimse kendisinden yararlanmaz demektir. «Kasr» kelimesi (Türkçe'de de kullanıldığı gibi) saray demektir.
Meşiyd» kelimesi kireçle, o günkü çimento mesabesinde bulunan yapışkan maddelerle yapılmış demektir. Yani nice yararlarından muattal kalmış kuyular ve nice maddelerle bina edilmiş köşkler, sakinleri boşalmış, içlerinde kimseler kalmamıştır. [26]
(46) «Hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı ki...»
Bu ayet peygamberlere karşı gelip de helak olanların izlerinden ve kalıntılarından ibret almak için yeryüzünde dolaşmayı teşvik etmektedir. Dolayısıyla ibret almak, malûmat sahibi bulunmak ve kendisine çekidüzen vermek suretiyle yapılan gezileri meşru kılmaktadır. Yani müsbet bir turizm hareketinin caiz olduğu bu ayetten anlaşılmaktadır.
Avet metnindeki «ya'kılune» fiili «bilirler» mânâsında kullanılmıştır. Ve ayet metnindeki «Feinneha»ûaki zamir kıssaya raci-dir. Kendisini takip eden cümle kendisine tefsir olmaktadır.
«Gözler kör olmaz. Fakat göğüslerde bulunan kalpler kör olur» cümlesi gözlerin körlüğüne pek önem verilmemesini gerektirir. Ancak önemli olan kalp körlüğüdür. Yani kalplerin körlüğüne göz körlüğü izafe edildiği zaman sanki o bir şey değilmiş gibidir. Yani bu kalıntı ve eserleri gezip de ibret almayanların gözleri sapasağlamdır. Herhangi bir körlük bahis konusu değildir. Körlük ancak onların kalplerindedir. Ki onunla görüp ibret alamıyorlar. Afet ve felâket kalp körlüğünden ileri gelir, göz körlüğünden değil.
Bu ayet îbn Ummi Mektum hakkında nazil olmuştur. Bu zat iki gözden âmâ idi. «Kim ki bu dünyada kör ise Ahiret'te de kördür» mânâsmdaki ayet geldiğinde: «Ey Allah'ın Rasûlü! Ben dünyada iki gözden körüm. Acaba Ahiret'te de kör mü kalacağım?» diye sorunca bu ayet inmiştir.(Suyuti, Ed-Durr'ul-Mensur'unda tbn Ebi Hatim'in Katade'den bu yorumu rivayet ettiğini nakletmektedir). Daha önce de dediğimiz gibi bu ayet ibret için helak olanlardan kalan eserlerin gezilip görülmesi amacıyla yolculuğa çıkmanın, seyahat etmenin müstehab olduğunu ifade eder.
Cenab-ı Hak, Musa kuluna «demirden bir çift nalınla bir baston edin. O nalınlar delininceye, baston kırüıncaya kadar yeryüzünde seyahat et de eserlerden ibret al» diye vahyetti.
Celaleddin Suyuti, «Ahkâm'ul-Kur'an-iLAzim» adlı kitabında «Bu ayet işaret eder ki akim yeri kalptir, baş değil» demiştir. Razi,«Bu ayet, aklın ilmin ta kendisi ve yerinin de kalp olduğuna delâlet eder» demiştir. Zira Ebu İshak-ı İsferaini de «Bir şeyi bilen bir kimseye akletti, akil eden bir kimseye de alim denilir» demek suretiyle bu görüşü benimsemekte ve «Eğer akıl ile ilim arasında ayrılık olsaydı bu denilmezdi» demektedir. Lâkin bu görüş doğru değildir. Çünkü eğer ilimden bütün ilim kastediliyorsa bazı ilimleri bilmeyen bir insanın akıllı olmaması gerekir. Halbuki aynı insan başka ilimleri elde edebilir. Demek ki akıllıdır. Eğer aklın ta kendisidir denilen ilim bazı ilimler ise, o vakit tarif kapsayıcı değil demektir. Zira temyiz yoktur. Getirdiği delil de sahih değildir. Çünkü mümkündür ki birbirlerini isteyen ilim ve akıl değişik olsunlar. Eş'ari, «ilim ve akıl arasında ancak umum ve hususta fark vardır» diyor. İlim akıldan daha umumidir. Öyleyse akıl, Özel bir ilim olmaktadır. Bazıları «Akü mânâsını ifade eden ilimden maksat, insanı çirkinden uzaklaştırıp güzele doğru çağıran ilimdir» demiştir. (Bu Cübbai'nin de görüşüdür.)
Haris el Muhasibi, «Akıl bir tabiattır. İnsan onunla marifete varım demiştir. Kamus sahibi akıl hususunda birçok görüşleri naklettikten sonra «Hakikat şudur ki akıl ruhani bir nurdur. Onunla nefis zarurî ve nazarî ilimleri idrak eder» diyor. [27]
47- Onlar senden, azabın hemen gelmesini istiyorlar. Allah hiçbir surette vaadinden caymaz. Rabbinin yanında bir gün, sizin saydığınız bin yıl gibidir.
48- Nice zalim kasaba (halkına) mühlet verdim. Sonra onları yakaladım. (Sonunda) dönüş banadır!
49- De ki; «Ey insanlar! Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım.»
50- İman edip, salih amellerde bulunanlara mağfiret ve güzel bir rızik vardır.
51- Ayetlerimizi tartışarak bozmaya çalışanlar var ya. İşte onlar cehennemliktir!
52- (Ey Muhammedi) Senden önce hiçbir rasûl ve nebî göndermiş olmayalım ki (bir şey) arzu ettiğinde, şeytan onun arzusuna vesvese karıştırmış olmasın. Allah şeytanın karıştırdığını giderir, sonra kendi ayetlerini muhkem kılar. Allah bilendir ve hakimdir.
53- Böylece Allah şeytanın (onların kalbine) verdiği vesveseleri, kalplerinde (nifak ve şüphe) hastalığı bulunan ve yürekleri kaskatı olan kimseler için bir imtihan vesilesi yapar. Zalimler (Haktan) uzak'bir ayrılık içindedirler
54- Bir de kendilerine ilim verilmiş olanlar, bunun (Kur* an'in) Rabbinin katından gelen bir hak olduğunu bilip, ona iman etsinler ve ona gönülden bağlansınlar. Muhakkak ki Allah iman edenleri dosdoğru bir yola iletir!
55- Kâfirler, Kıyamet kendilerine birdenbire gelinceye veya kısır bir günün azabı kendilerine gelinceye kadar, Kuran hakkında şüphe edip, duracaklardır. [28]
(47) «Onlar senden, azabın hemen...» Bu Ayetin Tefsiri
Rasûlullah'tan acele olarak azap isteyenler Kureyşliler'dir. Onlar azabın geleceğine inanmıyorlar, peygamberle alay etmek ve onu aciz göstermek için azabı hemen istiyorlardı. Azap'tan maksat, dünya azabıdır. Zira ayetin siyak ve sibakı bu azabm dünya azabı olduğunu iktiza etmektedir. Bazıları «Ahiret azabı kastedilmiştir» diyorlar.
«Bin sene kadar olan gün»den maksat, o azabın geleceği gündür. Bu günün uzun olması azabın şiddetinden kinayedir. Zira merhamet ve sevinç günleri kısa, zorluk günleri ise uzundur.
Ferra'ya göre ayet hem dünya ve hem de Ahiret azabını kapsamaktadır. Acele olarak istenilen azaptan maksat, dünya azabıdır. «Cenab-ı Hak dünyada sise azabın indirilmesindeki vaadinden hulfetmez». Ve Ahiret azabının günlerinden bir tanesi dünyanın bin senesi kadar uzundur.
Mutezile «Allah asla vaadine muhalefet etmez» cümlesi, kâfirlerin dışında kalan asileri Allah'ın affetmeyeceğine delildir» görüşündedir. Çünkü vaad burada tehdid mânâsmdadır. Allah tehdidine muhalefet etmeyeceğine göre affederse hulf lâzım gelir. O da yalanı gerektirir. Yalan da Allah için muhaldir. Ehl-i Sünnet; «Bu tehdidler kâfirler haricindeki asiler için ya inşaidirler (Allah bunu yapacağım diyor) veya onların milstehak olduğunu haber vermektir. Yani onlar esasında şu cezalara müste-haktırlar. Fakat Allah'ın tatbik edip etmeyeceği onun bileceği bir iştir» şeklinde cevap vermiştir.
Kâfirler hakkındaki tehdidler ise böyle değildir. Onlar kesinlik bildiren haberlerdir. Hiçbir şarta bağlı değildir ve asi müminlere yapılan tehditler gibi de değildirler.
Bazı tefsir alimleri «Buradaki vaadden maksat, Rasûlullah'a verilen vaadlerdir ki dünya azabım onların üzerine indirecektir. O zaman vaad, tehdidin tam karşıtı olur ve Rasûlullah'a yapılan bu vaadde Jıayr vardır. Rasûlullah'a verilenin hayr olması, karşısındakilere verilenin şerr olmasına mâni değildir. Çünkü aynı şey iki şahsa göre değişir. Bir kavmin musibetinde diğer bir kavim için faydalar olabilir. O zaman Mutezilemin bu ayet ile ilgili dâvalarına dair hiçbir delil yok demektim demişlerdir.
(48) «Nice zalim kasaba (halkına)...» Bu Ayetin Tefsiri
Cenab-ı Hak bu ayette Kureyş'in Hz. Peygamber'e karşı sürdürdüğü taktiği birçok kavmin de peygamberlerine karşı sürdürdüklerini, onların kendilerine zulmettiğini, sonra da Cenab-i Hakk'ın hepsini köklerinden kurutmak suretiyle azaba duçar ettiğini beyan etmektedir.
(49) «De ki: Ey insanlar! Ben...»Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet Hz. Peygamber'in bütün beşeriyete peygamber olarak gönderildiğini ortaya koyan ayetlerden birisidir. Zira «nas» kelimesi bütün insanlar demektir. Ayetin siyakından anlaşılıyor ki burada müşrikler kastedilmiştir. Çünkü bu ayetlerde Cenab-ı Hak müşriklerin halinden bahsediyor. Sanki «Ey acele olarak azap isteyen müşrikler! Ben ancak sizi uyarıcı bir peygamberim. Apaçık bir şekilde sizi korkutuyor, uyarıyorum» demektedir.
(50-51) «îman edip, salih amellerde...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Cenab-ı Hak burada müşrikleri daha fazla kızdırmak, onlara daha fazla azap vermek için müminlerin sevabını bahis konusu etmektedir. Yani gelecek itibarıyla bu ayet bir uyandır. Sanki şöyle denilmiştir: «Ey Muhammedi Acele olarak azap isteyen kâfirleri korkut ve bunu şiddetli bir şekilde ve devamlı olarak yap. Kim iman eder, küfürden dönerse ona şöyle şöyle sevaplar vardır. Kim de küfre devam ederse ona helak edici, yok edici azap var dır.»
Daha önce dediğimiz gibi, müdekkiklerin görüşüne göre bu ayet, Kıyamet'e kadar gelecek olan kâfir-mümin bütün insanlığı kapsayan bir ayettir. Apaçık bir korkutucu olarak gönderilmesi,
Kıyamet'in alâmetlerinden olmasından ileri gelmektedir.
«Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım» ifadesiyle, hem haliyle hem de sözüyle onları uyarıcı olduğunu ifade etmektedir. Nitekim bir sahih hadiste «Apaçık korkutucu benim» demiştir.
Ayetin metnindeki «mağfiret», muhtemelen müslümanlardan az da olsa sadır olan. günahlardan ibarettir. Aynı zamanda imandan önceki günahlarına mağfiret de olabilir. «Kerim r«sfc»tan maksat da cennettir. Çünkü mağfiretten son-. ra geldiğine göre cennet kastedilmektedir. İbn Hibban'ın Muham-med bin Kâb'ul-Kurezi'den rivayet ettiğine göre «Kur'an'da kerim nzık tabiri nerede kullanılmışsa cennet kastedilmiştir.»
«Say»m esas mânâsı süratle yürümektir. Fakat bu tabir hem ıslah hem de ifsad için kullanılabilir. «Falanın emrinde sayetti» demek onu ifsad veya ıslah etti demektir. «Bizim ayetlerimize say edenlerden» maksat, onları iptal etmek için var kuvvetleriyle çalışanlar demektir. Onlar bir defasında ayetlere «sihir», başka bir defasında «şiir», başka bir defasında da «Geçmişlerin uydurma hL kâyeleridir» diyorlar ve bunu da müslümanları acze düşürdükleri halde söylüyorlardı. Yani onlara sıkıntı vermek, onlarla muaraza etmek, onlar hakkı izhar etmek istediklerinde onlara karşı çıkarak onu iptal etmeye çalışmak suretiyle bunu yaparlardı.
El-Levami sahibi der ki: «Onlar esasen müminleri aciz bırakmıyorlar, fakat aciz bıraktıklarını zannediyorlardı. Onlar haşrolun-mayacakları kanaatinde idiler.»
«Onlar Cahim'in arkadaşlarıdır», yani şiddetli ateşin müdavimleridir. Bazıları «Cahim» kelimesi ateşin derekelerinden bir derekenin ismidir demişlerdir.
(52) «(Ey Muhammedi) Senden önce hiçbir...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayette «Nebi» kelimesi «Rasûl» kelimesi üzerine atfedil-nıiştir ve atıf «Rasûl» ve «Nebi» kelimelerinin ayrı anlamlar ihtiva ettiğine delâlet etmektedir. Rasûl ile Nebi'nin ayrı olduklarına şu hadis de delâlet eder.
Peygamberimize «Peygamberler, nebiler kaç tanedir?» diye sorulduğunda, «124 bin Nebi vardır» buyurmuşlardır. «Bunlardan kaçı Rasûl'dür?» denildiğinde ise, «313'ü Rasûl'dür» demiş ve «Bunlar da büyük bir cemaattır» diyerek ilave buyurmuşlardır.
Bu hadisi (Suyuti'nin zikrettiğine göre), İmam Ahmed ve İbn Rahuveyh müsnedlerinde Ebu Umame'nin hadisinden rivayet etmişlerdir. İbn Hibban da «Sahih»inde, Hakim «Müstedrek»inde Ebu Zer'in hadisinden rivayet etmişlerdir.
İbn'ul-Cevzî'nin iddiasına göre bu hadis mevzudur. Fakat bu iddia yerinde değildir. Ancak onun senedinde bir zafiyet vardır. Fakat o da mutabaatla cebredilmiştir.
Rasul ile Nebi'nin tefsirinde ihtilaf vardır:
1- «Rasul» bir erkektir ve hürdür. Allah onu yeni bir şeriatla göndermiştir. Halkı şeriata davet eder. «Nebi» hem bu zata hem de îsrailoğulları'nın Musa ile Hz. İsa arasındaki nebileri gibi daha önceki bir şeriatı taklid etmek için gönderilmiş kimselere denilir.
2- «Rasul» hür bir erkektir. Cenab-ı Hak onu bir kavme, o kavme nisbeten yeni bir şeriatla göndermiştir. Gerçi o şeriat haddi zatında yeni değildir. Meselâ Hz. İsmail'in önce Cürhünı kabilesine peygamber olarak gönderilmesi gibi. Onun getirdiği şeriat halka göre yeniydi. Fakat esasında Hz. İbrahim'in şeriatıdır. «Nebi» hem böyle bir kimseye, hem de yeni olmayan bir şeriatla gönderilene denilir.
3- «Rasul» hür bir erkektir. Filcümle tebliğ vazifesi vardır. Velev ki bu tebliğ vazifesi eski bir şeriatın tasdiki ve açıklaması olsa dahi. «Nebi» kendisine vahy gönderilmiş, fakat tebliğle emredilmemiş olan veya görevi daha genel olan kimsedir.
4- Rasul, Nebi'lerden mucize ile Allah tarafından gönderilen kitabı biraraya getiren kimseye denir. «Nebi» Rasul'ün aynısıdır, kitabı yoktur.
5- Rasul kitabı veya filetimle neshi olan kimsedir. Nebi ise, ne kitabı ne de neshi olmayan kimsedir.
6- Rasul, meleğin kendisine uyanık halde iken vahiy getirdiği kimsedir. Nebi ise, kendisine sadece uyku halinde vahyin geldiği kimsedir. Alusî; «Bu tarif, tariflerin en garibidir. Ve bu tarif iktiza eder ki peygamberlerin basılan ancak uyku halinde vahy almışlardır. Bu görüş uzaktır ve bu görüşü insan sadece kendi görüşüne dayanarak söylemez» demiştir.
Meşhur görüşe göre Nebi, şeriat örfünde Rasûl'den daha geneldir. Çünkü Nebi; tebliğ etmekle emrolunsun veya olunmasın kendisine vahy gelen kimsedir. Rasul ise kendisine vahy gelmiş ve tebliğiyle emredilmiş kimsedir. Bunu irade etmek sahih değildir. Çünkü «amm», «hasnn karşısı oldu mu «amm»dan «has»w. mâdası kastedilmiş olur. Öyleyse ne zaman Rasul'ün mâdası kastedilirse o zaman ondan maksat, tebliğle emrolunmamış bir kimse demek olur. Allah'ın ihsan etmesi, göndermesi ona bağlandığında tebliğle memur olması demektir ki o vakit Rasul olur. O vakit ayette «gönderen»e bağlandıktan sonra Rasul ile Nebi arasında fark kalmaz. Nebi, Rasul'ün karşıtı değildir. Oysa atfedilenle kendisine atıf yapılan arasında ilişki gerekir. Onun için Rasul yeni bir şeriatla gönderilmiş kimsedir. Nebi ise daha öncekinin şeriatım takrir etmek için gönderilmiş kimsedir. Rasul bir kitapla gönderilen kimsedir, Nebi kitapsız olarak gönderilen peygamberdir. Böylece Allah'ın göndermesi onlara bağlandıktan sonra mukabelet meydana gelmiş olur.
Bu ayet Rasûlullah'ı teselli için gönderilmiş bir ayettir. Hz. Peygamber ayetlerin iptali için çalışan kâfirleri ve müşrikleri görünce üzülüyordu. Allah bu ayeti göndermek suretiyle «Bu durum sadece şimdi olan bir şey değildir, senden evvelki peygamberler için de vaki olmuştur» dedi ve böylece Hz. Peygamber'in üzüntü, sünü azalttı. Yani senden evvel herhangi bir Rasul ve bir Nebi gönderdiğimizde şeytan okuduklarına birtakım benzerlikler ve hayalleri kendi dostlarının kulağına atıyordu ki o dostlar peygamberle bâtıl bir şekilde mücadele etsinler ve peygamberin getirdiğini reddetmeye kalkışsınlar. Nitekim Cenab-ı Hak «Şeytanlar dostlarına vahyederler ki dostları peygamberlerle mücadele etsin, ler», başka bir ayette de «Böylece biz her peygamber için insan ve cin şeytanlarından düşmanlar kıldık ki bazıları diğerine aldatmak için süslü söz vahyederler» buyurmuştur.
«Allah onların ilka ettikleri şüpheleri siler, Peygamber'i muvaffak etmek suretiyle onları reddeden ayetleri inzal eder. Bundan sonra da Allah ayetlerini muhkemle ş tir ir ki hiçbir şekilde onlarla mücadele edilemez.» Ayetteki «sümme» kelimesi nesihten Cenab-ı Hakk'm muhkernleştirmesi daha yücedir, anlamındadır.
(53) «Böylece Allah şeytanın...» Bu Ayetin Tefsiri
«Fitne»den maksat azap veya denemektir. Kalplerinde hastalık (yani şek ve nifak) bulunanlardan maksat münafıklardır. Çünkü «kalplerinde şek vardır» tabiri burada münafıkların kastedildiğini kalbe tahsis ve tekid etmektedir. «Kalpleri kail olanlar »dan maksat, kâfirlerdir. «Kalplerinde hastalık oînnlar»dan maksat, genel kâfirler, «Kalpleri katı olanlar»dan maksat da kâfirlerin Özelleri, meselâ Ebu Cehil, Nadr, Utbe ve Şeybe gibi kimselerdir.
(54) «Bir de kendilerine ilim...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayetin başındaki fiilin önündeki «lam» harfi 53. ayetin başındaki fiilin önündeki «lam»m üzerine atıftır. Ve talil içindir.
Ayet metninde yer alan «ennehu»nun sonundaki zamir ya Kur'an'a veya şeytanın bu ilkaa muvaffak edilmesine racidir. Yani Cenab-ı Hak, alimler bu muvaffak edilmenin parlak bir hikmeti içeren bir hak olduğunu bilsinler diye böyle yapmıştır.
Bazıları «Temenna, okudu manasınadır» demişlerdir. Rasûl-ü Ekrem'in temennisi onun okuması demektir. Şeytanın o okumaya ilka etmesi ise, şeytanın o kelimeleri sesini yükselterek okuması-dir. Dinleyenler zannetmişler ki bu, peygamberin okumasmdandır. Fakat bu da reddedilmiştir. Bu, Kur'an'a güven hususunu yıkmış olur. Allah onu, (yani şeytanın ilka ettiğini) nesheder, sonra ayetlerini muhkemleştirir sözüyle de bu ortadan kalkmaz. Zira bu sözün de o zaman şeytanın likasından olması muhtemeldir. Ayet, ancak, peygamberlerin sehvetmesinin mümkün olduğuna ve vesvesenin onlara varabileceğine dair bir hüküm getiriyor.
(55) «Kâfirler birdenbire Kiyamet'in» Bu Ayetin Tefsiri
«Mirye» kelimesi şüphe demektir. «Minhu»(XaM zamir ya Kur'an'a veya Rasûlullah'a racidir. «Es-Saat» kelimesi Kıyamet veya Kıyamet alâmeti demektir. «Bagtaten» ise ansızın anlamındadır. Bazı müfessirler «Es-Saat» belli saat, yani ölüm demektir» diyorlar. Akim Günü diğer günlerden ayrılmış, benzeri şiddette, korkunçlukta olmayan gün demektir veya «kısır gün» anlamındadır. Sanki her gün kendisinden sonra gelen günü doğuruyor, ancak o gün artık kendisinden sonra gün olmadığına göre kısır kalıyor. Yani kâfirler Kur'an ve Peygamber hakkında Kıyamet kopuncaya, ansızın gelinceye, ölüm gelinceye veya kısır bir günün azabı gelinceye kadar şüphe etmeye devam edeceklerdir. [29]
Hulasa olarak Garanik meselesinde müdekkikler şunları söylemişlerdir: Beyhaki «Bu kıssa, nakil cihetiyle sabit değildir» der. Kadı İyaz 'Şz/a'smda «Bu kıssanın zayıf olması hususunda sıhhat ehlinden hiç kimsenin bunu rivayet etmemesi senin için kâfi bir delildir. Onu hiçbir sıka; sahih, sağlam ve muttasıl bir senedle rivayet etmemiştir. Ancak onu tefsirciler ve enteresan gördükleri her şeyi, ister doğru ister yanlış olsun, nakletmekle meşgul olan tarihçiler nakletmişlerdir» demektedir.
Bahr'da «Bu kıssanın durumu siret derleyicisi Muhammed bin İshak'tan sorulmuş o da «Bu kıssa zındıkların uy dur malar ından-dır» demiş ve bu hususta bir kitap yazmıştır» denilmektedir.
Şeyh Ebu Mansur el-Maturidi, «Kısas'ul-Etkiya» adlı kitabında «Doğrusu şudur ki onlar en yüce garaniklerdir, cümlesi şeytanın vahyindendir. Onu zındıklardan olan dostlarına vahyetmiştir. Onlar da bunu zayıflar arasında yaymışlardır ki dinde zayıf olanlar şüpheye düşsünler. Rasûlü Ekrem'in huzuru böyle şeyleri söylemekten beridir» demektedir.
Birçok alimin dediği gibi; bu sözü Rasûlullah söylemiş olsaydı şu mahzurlar ortaya çıkardı:
a) Şeytanın Peygamber'e musallat edilmesi. Oysa icma ile Peygamber'in şeytanın tasallutundan masum olduğu gef"çektir. He. le vahy emirlerinde, tebliğ ve inanç meselelerinde... Zira Cenab-ı Hak Kur'an'mda «Kesinlikle benim kullarımın üzerine senin her. hangi bir hakimiyetin olamaz. Kesinlikle iman edenlerin üzerine senin bir hakimiyetin olamaz» buyurmaktadır.
b) Rasûl-ü Ekrem'in Kur'an'da olmayan bir şeyi Kur'an'a ek-îemesi lâzım gelir. Bu da Rasûlullah için muhaldir. Çünkü Peygamber masumdur.
c) Rasûl-u Ekrem'in Kur'an olmayan bir şeyin Kur'an olduğuna inanması lâzım gelir. Halbuki bu kelime daha önceki kelimelerle uyum sağlamamaktadır. Ve lâzım gelir ki aynı ayette hem medih hem de zem karışık olsun. Bu ise şeni bir yanlışlıktır, bunu Peygamber'e nisbet etmekte musahelet etmek (gevşeklik göstermek) uygun değildir.
d) Bu kelimeyi Rasûl-ü Ekrem söylemiş ise ya müşriklerin mabudlarını övmek gibi inanarak onları övmüştür, —ki bu küfürdür ve peygamber için muhal olur— ya da Peygamber başka bir mânâyı itikad ettiği halde onların itikadına ve ibarenin zahirine de muhalif olduğu halde bunu söylemiştir. Onların sevinmelerine, «Peygamber bizim rnabudlarımizı övdü» demelerine rağmen onlara meseleyi açıklamamış, böylece onları bâtıl üzerinde bırakmış demektir ki bu da peygamberlik makamına uymaz.
e) Hz. Peygamber'in üzerinde şeytanın ilkası ile meleğin il-kası karıştırılmış olur. Bu da peygamberin kendisine gelen vahy hususunda -hâşâ- basiret sahibi olmadığını iktiza eder. Ve yine iktiza eder ki şeytan Peygamber'i şaşırtmak için meleğin suretine girebilir. Halbuki bu ne risaletin başlangıcında ne de sonunda (Kadı İyaz'ın da Şifa'smda söylediği gibi) sahih değildir. Bu hususta itimad mucizenin delilidir.
İbn'ul-Arabi: «Şeytanın melek suretinde görünmesi, Peygamber'i şaşırtması, tıpkı Peygamber'in suretinde görünüp de halkı şaşırtması gibidir. Allah'ın, şeytanı bu duruma musallat kılması tıpkı peygamberin suretinde gösterip de halkı teşviş etmeye musallat kılması gibidir. Acaba sağlam bir akıl için bu nasıl mümkün görülebilir?» diyor.
f)- Allah adına kasten, hataen veya unutarak bir söz uydurmak lâzım gelir. Bunların hepsi peygamber için muhaldir. Kadı İyaz'ın da dediği gibi yolu tebliğ olan sözler ve haberler hususunda Peygamber'in masum olduğunda ümmet ittifak etmiştir.
g) Kur'an'a güven sarsılmış olur. O zaman Kur'an'da tahrif ve tağyirden hiç kimse emin olamaz. Beyzavi'nin de ifade ettiği gibi o zaman «Allah şeytanın ilkasını nesheder, sonra ayetlerini muhkemleştirir» ayetleriyle de bu şüphe defedilemez. Çünkü bu ayetlerde de o zaman bir şüphe bahis konusu olmaktadır. [30]
58- Allah yolunda hicret edip sonra Öldürülen veya ölenlere gelince, Allah onları en güzel rızıkla besleyecektir. Kesinlikle Allah nzık verenlerin en hayırhsıdır.
59- Andolsun Allah onlan memnun olacakları bir yere gönderecektir. Muhakkak ki Allah bilendir, halimdir.
60- İşte bu böyledir! Kim kendisine uygulanan cezanın misliyle ceza verirse, sonra da kendisine tekrar saldınhrsa elbette Allah ona yardım eder. Allah kesinlikle affeden, bağışlayandır.
61- İşte bu böyledir! Zira Allah geceyi gündüzün içine, gündüzü de gecenin içine sokar. Kuşkusuz ki Allah işiten, görendir.
62- İşte bu böyledir! Zira Allah hakkın ta kendisidir. On d an başka yalvardıkları ise bâtıldır. Kuşkusuz ki Allah yüce ve büyüktür.
63- Görmez misin Allah gökten bir su indirdi. Yeryüzü onunla yemyeşil kesildi. Kuşkusuz ki Allah lâtif (lütûfkâr) ve habîrdir.
64- Göklerde ve yerde olan her şey Allah'ındır. Allah (her şeyden) müstağni ve hamde lâyık olandır.
56- O gün mülk Allah'ındır. Allah onların aralarında hükmeder. İman eden ve salih amel işleyenler nimet cennetlerinde-dirler.
57- o kâfir olanlara ve ayetlerimizi yalanlayanlara da rezil edici bir azap vardır![31]
(56) «O gün mülk Allah'ındır. AUah...»Bu Ayetin Tefsiri ,
«O gün»â.en maksat, Kıyamet'in koptuğu, Kıyamet alâmetlerinin belirdiği, kısır günün azabı geldiği veya onların şüphelerinin zail olduğu gün demektir. Mülk sadece Allah'ındır. O günde hiç kimse mülkte tasarruf edemez. Herhangi bir durumda, dünyadakinin tersine ne hakikaten, ne mecazen, ne sureten ne de manen tasarruf hakkı hiç kimseye verilmemiştir. Zira dünyada bazı kimseler sûri olarak tasarruf ederler,
«Onların arasında hükmedecektir» emri hem müslümanlara hem de kâfirlere racidir. Çünkü ikisinin bahsi de daha öne geçmiştir. Fakat kâfirlerin daha önce zikredilmesi bu zamirin onlara mahsus olma mânâsını ve imajını da verebilir. Sanki «O iki grup o gün ne yapacaktır. Onların başına ne gelecektir?» diye sor diyor Cenab-ı Hak. Allah onların aralarında, kimisine ceza kimisine mükafat vermek suretiyle hükmedecektir.
«İmanlarında şek ve şüphe olmayan müminler»e gelince, onlar nimet cennetlerindedirler. Yani cennetlerdedirler ve nimet içine gömülüdürler.
(57) «O kâfir olanlara ve...»Bu Ayetin Tefsiri
«Yalanlanmakta olan ayetler»den maksat, Allah'ın vahy yoluyla gönderdiği ayetlerdir.
Bazı müfessirlere göre «Burada deliller kastedilmektedir». Veya hem inen ayetler ve hem de diğer afaki delilleri kapsayan bir mânâ kastedilmiş olabilir.
«Onlar için rezil edici bir azap vardır». Bu «rezil edici» vasfı tekid için getirilmiştir. Zaten her azap rezil edicidir.
(58) «Allah yolunda hicret edip, sonra...» Bu Ayetin Tefsiri
«Allah yolunda hicret etmek» cihada çıkmak demektir. «Güzel rızık»ton maksat şehitlere berzah âleminde verilen nzıktır. Zira İbn Ebi Hatim ve îbn Merduveyh, Selmani Farisi'den şöyle rivayet ederler:
«Allah'ın Rasûlü'nü dinledim. Şöyle buyurdu: «Kim hudud beklerken, nöbetteyken ölürse ona haşroluncaya kadar rızık verilir ve o, fitnecilerin fitnelerinden de emin olur». İsterseniz şu ayeti okuyunuz. «Allah yolunda hicret edip sonra öldürülen veya ölenleri hiç şüphesiz Allah güzel bir rızıkla rıziklanâınr. Şüphesiz Allah rızık verenlerin en hayırlıyıdır.»
Veya ayetteki «rzzıfc»tan maksat, cennetin nimetleri ve sonu gelmeyen nzıklarıdır. Fakat sadece cihada çıkan insanlar için olmayıp, bütün müminler için olduğundan özellik ortadan kalkar. Bazıları «Bu nzıktan maksat, müslümariları şereflendirmektiry derler. Çünkü Cenab-ı Hak vaadine muhalefet etmez. Bu hususta vaadi vardır. Kelbi «Bu nzıktan maksat ganimettir» demiştir. Esamm'a göre «Bu nzıktan maksat ilim ve anlayıştır.»
Ayetin zahiri, cihada çıkan bir kimsenin ister düşman silahıyla, isterse eceliyle Ölsün, rütbe bakımından eşit olduğuna delâlet eder. Zikrediliyor ki Osman bin Maz'un ve Ebu Seleme bin Abdul-Esed vefat ettikleri zaman bazı kimseler «Muhacirlerden öldürü. lenler eceliyle ölenlerden daha üstündür» dediler ve bundan Ötürü bu ayet indi, onların eşit olduklarını ilân etti.
Mücahid; «Mekke'den çıkıp da Medine'ye hicret eden bazı grupların arkasından müşrikler yetişti ve onlarla savaşarak onları öldürdüler. Bu ayet onun için nazil olmuştur» diyor. Bu görüşe göre, «Allah yolundaki hicret»ten maksat cihada gitmek değildir.
«Allah rızık verenlerin en hayirlısıdır», çünkü Cenab-ı Hak onlara rızık veriyor. Onun verdiği rızka hiç kimsenin gücü yetmez. sı Rızık verenler de Allah'ın kendilerine vermiş olduğu nzıktan verdikleri için, yine bu rızkı Allah vermiş olmaktadır.
Bazıları «Bu ayet delâlet eder ki Allah'tan başkasına da nzık il veren denilebilir» demişlerdir.
(59) «Andolsun Allah onları memnun..,» Bu Ayetin Tefsiri
Ayetin metnindeki «Mudhalen» kelimesi ismi mekândır. Bununla cennet kastedilmiştir. Süddi, «Cennetin özel dereceleri ki o muhacirlere mahsustur, onlar kastediliyor» demiştir. Bazıları «Be. yaz durden yapılmış çadır kastediliyor ki orada ne herhangi bir kopukluk ve ne de herhangi bir kirlilik bahis konusu değildir» demişlerdir. Ayet metnindeki «Mudhalen» kelimesinin mimli mas-dar olması da mümkündür. Her iki ihtimale göre de onlar cennete girdikleri zaman hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin kalbine gelmeyen nimetlerle karşılaşırlar.
(60) «İşte bu böyledir. Kim...» Bu Ayetin Tefsiri
Cinayete maruz kalan kişinin durumuna da «ikab» denilmiş, tir. Oysa ikab, bir cinayete karşılık verilen cezanın adıdır. Halbuki mazlum herhangi bir cinayet işlemiyor, ancak yapılan cinayete karşılık veriyor. Müşakelet (uygunluk) için veya başlangıç cezanın sebebi olduğundan dolayı mecazen ona ikab denilmiştir.
Caniden öcünü aldıktan sonra cani tarafından yeniden hücuma maruz kalırsa kesinlikle Allah ona yardım eder. İntikam almak hususunda nefsinin isteklerine tâbi olmayan ve Allah'ın yardımına mazhar olan kimse için Cenab-ı Hak çokça affedici ve çokça mağfiret edicidir. Bu ayette af ve mağfiret etmeye teşvik vardır. Cenab-ı Hak kudret-i kâmil ve sânı yüce olmakla beraber affediyor, mağfiret ediyor. Öyleyse Allah'ın kulları da af ve mağfiret hususunda daha evlâdırlar.
Ayrıca bu ayet Cenab-ı Hakk'm cezayı tatbik etmeye kadir olduğuna dikkati çekmektedir. Dahhak, bu ayetin Medenî, (yani hicretten sonra) geldiği ve kısas ile icraat konusunu getirdiğini söylüyor. İmam Şafii kısasta mümaselete riayet etmenin farz olduğuna bu ayetle istidlal ediyor. Hanefiler nezdinde kısas ancak kılıçla olur. Nitekim hadiste böyle geçmektedir. Kılıçtan maksat da silahtır. «Kim ki boğdurursa boğdurulur, kim ki yakarsa yakılır» şeklindeki hadis sahih değildir. Eğer sahih ise siyasete hamledil-miştir deriz. Mutlak bir şekilde aynıyla ceza tatbik etmenin meşru olmadığının bilinmesi uygundur. Çünkü kişi birisine «ey zina yapan» dediği için ceza görür. Hatta bazıları der ki, kişi birisine «ey zinacî» dediğinde o da «hayır, ben değil sen zina edicisin» dese o ikinci kişi de ceza görür.
(61) «İşte bu böyledir. Zira Allah...» Bu Ayetin Tefsiri
Ayetin başındaki «zalike» kelimesi yardım etmeye işarettir. Yani Cenab-ı Hak, zulme uğramış bir insana, caniden, zalimden intikamım aldıktan sonra tekraren saldırıya uğrarsa yardım edeceğini vaadetmiştir. Çünkü Cenab-ı Hak adildir. Onun kudretinin alâmetlerinden birisi de hem geceyi hem de gündüzü yaratmasıdır. Onlarda tasarruf yapmaktadır. Madem ki geceyi, gündüzü o yaratmıştır, onlarda tasarruf eden de O'dur. Gece ve gündüz cereyan edenleri de o bilir. Ve bu husustaki kudreti sonsuzdur. O halde «yardım edeceğim» vaadinde kadirdir ve yardımda hulf yoktur. O yardımla beraber dünyada gece ve gündüzü birbirine sokup takip ettirmesi de ayrı bir nimettir ve bu nimeti de vermektedir. «Gecenin gündüze sokulmasın güneşin batışından ötürü gündüzün ziyası yerine gecenin karanlığının yer alması demektir. «Gündüzün geceye sokulması» ise ayna güneşin doğuşundan ötürü o güneş yerine gündüzün ziyasımn geçmesi demektir. Veya Allah geceden gündüze, gündüzden de geceye bazı saatleri katmak suretiyle onları birbirine sokmuş olmaktadır.
(62) «İşte bu böyledir! Zira Allah hakkın...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayetin başındaki «zalike» kelimesi Cenab-ı Hakk'in sonsuz kuvvet ve kudrete sahip olduğuna işarettir. Yani bu vasf Cenab-ı Hakk'a hakkın ta kendisi olduğundan verilmiştir. Zatından dolayı vacip olan, mevcud olduğundan dolayı verilmiştir. Çünkü onun hakkonda zeval, tağyir memnudur. Öyleyse o verdiği vaadi de yatığı tehdidi de, yerine getirecek demektir. Veya kendisine yapılan ibadet, hakkın ta kendisidir. Kendisinden başkasına yapılan ibadet ise bâtılın ta kendisidir.
Ayetin metninde geçmekte olan «el-Aliyy» kelimesi, kahredici demektir. «El-Kebir» ise sonsuz kudrete sahip olan anlamındadır.
Yani insanlara ve diğer varlıklara zarar vermeye de yarar verme-ye de hep kadirdir ve kudretinde sonsuzdur.
(63) «Görmez misin Allah...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet Cenab-ı Hakk'm sonsuz kudretine dair başka delilleri seigilemektedir. Daha önceki delillerden sonra yüksekten (yani buluttan) yağmur indirdiğini söylemesi sonsuz kudretine delildir. O su ile yeryüzünün yemyeşil kesilmesi sonsuz kudretine delildir. Göklerde ve yerde olanları en ince teferruatına kadar bilmesi ayrı bir delildir. Her şeyden müstağni olması ayrı bir delildir.
Ayetin metnindeki «sema» yüce cihet demektir. Yani bulut demek olur. Çünkü bulut bize göre yücededir.
«Ma» ile maksat yağmur veya yağmur suyudur. Cenab-ı Hak «gökten su indirdi» demek suretiyle mazi fiilini, «yer yemyeşil ke. silir» sözüyle de muzari sigasım kullanmıştır. Yağmurun, inen suyun etkisinin uzun bir zaman devam edeceğine işaret etmektedir. Yoksa hemen tesir'edip geçer demek değildir.
Ferra'ya göre «Görmedin mi» istifhamı haber mânâsındadır. Meselâ sen «Bil ki Cenab-ı Hak şunu işler de şöyle olur» dersin. Bu, inşaî bir cümle değildir, ihbarî bir cümledir.
Sibeveyh; «Bu ayeti Halil'den sordum. O, «Bu vaciptir ve uyandır, sanki sen işitmez misin? dedi» der.
«Lâtif» kelimesi insanların yararlarım onlara şefkatle yetiştiren zat demektir. İşte buluttan su indirmek, yeryüzünün sudan ötürü yemyeşil kesilmesi bu kabildendir.
«Habir»in mânâsı işlerin en incelerini dahi bilir şeklindedir. Bu ince noktalardan birisi de kulların maslahatlarının takdiridir. İbn Abbas ayeti «Kullarının rızkı hususunda Allah lâtiftir. Onların kalbindeki ümitsizlik hususunda da Cenab-ı Hak habirdir» şeklinde yorumlamıştır.
Mukatil, «Bitkileri yerden çıkarmak hususunda lâtif, onu nasıl yarattığını bilmek hususunda da habirdir» demiştir.
(64) «Göklerde ve yerde olan...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani bütün bunlar Cenab-ı Hakk'a itaat ederler. O'nun tasarrufundan kurtulamazlar ve O bütün bunlardan müstağnidir. Ham-dedenlerin hamdine ihtiyacı yoktur. Çünkü o, zatından dolayı kâmildir. Zatından dolayı kâmil olan başka şeylerden müstağnidir. Fakat o, canlıları yarattı. Öyleyse yağmur ve bitkileri yaratmasında da bir hikmet gerekiyor. İşte bu eşyaları hayat sahiplerine rahmet olarak, onlara bir nimet olarak yarattı. Yoksa kendisi bunlara muhtaç değildir. Böyle olduktan sonra onun nimetleri gaye ve garazlardan hâlidir. Yani o nimetleri kendisine ait olan bir hedef için yaratmamıştır. Onun için o hamdedilmeye müstehaktır. Öyleyse bütün hamdlerin ona yapılması gerekir. Onun için Cenab-ı Hak bu ayetin sonunda «Kesinlikle Allah Ganiy ye Hamid'in ta kendisidir» buyurmuştur. [32]
65- Görmez misin ki Allah yerde ne varsa hepsini ve gemileri size müsahhar kılmıştır? Gemi denizde O'nun emriyle seyreder. Yerin üstüne düşmemesi için göğü O tutar. Meğer ki (Kı-yamet'te) O'nun izniyle düşmüş olsun. Allah insanlar hakkında pek esirgeyici ve bağışlayıcıdır.
66- O (Allah) ki sizi diriltti. Sonra sizi öldürür ve sonra yine sizi diriltir. Doğrusu insan çok nankördür.
67- Biz her ümmet için bir mensek (ibadet şekli) kıldık. Onlar bu tarz üzere ibadet etmektedirler. Öyleyse dinde seninle çekişmesinler. Sen Rabbine çağır. Kuşkusuz ki sen dosdoğru bir yol üzerindesin.
68- Şayet seninle mücadeleye girişirlerse, (onlara): «Allah işlediklerinizi daha iyi bilir» de!
69- Allah Kıyamet Günü, aranızda ihtilaf ettiğiniz konular hakkında hükmedecektir.
70- Bilmiyor musun ki, Allah gökte ve yerde ne varsa hepsini bilir. Çünkü her şey Kitap'ta (Levh-i Mahfuz'da) vardır. Bu Allah'a kolaydır.
71- Onlar, Allah'tan başka şeylere tapıyorlar ki Allah onlar hakkında bir delil indirmemiştir, kendilerinin de bu hususta bir ilimleri bulunmamaktadır. Zalimlerin yardımcısı yoktur!
72- Ayetlerimiz onlara açık okunduğu zaman, kâfirlerin yüzündeki isteksizliği anlarsın. Onlar ayetlerimizi okuyanlara neredeyse saldıracak gibi oluyorlar. Onlara de ki: «Size bundan daha fena bir şeyi haber vereyim mi? İşte o ateştir. Allah onu kâfirlere vaadetmiştir. O ne kötü bir akibettir!» [33]
(65) «Görmez misin ki Allah yerde ne varsa...»Bu Ayetin Tefsiri : -
Yerde bulunanların, insanlar için müsahhar kılınmasının mânâsı, insanlara onları çeşitli şekilde işleme imkânını vermesi ve onları insanların yararlan için hazırlamasıdır. Meselâ taştan daha katı, demirden daha şiddetli ve ateşten daha korkunç bir şey yoktur ve onları insanlara müsahhar kılmıştır. Hayvanları da insanlara müsahhar kılmıştır. Yemek, binmek ve yüklemek suretiyle onlardan yararlanırlar. Gemiyi de insanlara müsahhar kılmıştır. Yani su, rüzgâr, petrol, kömür, enerji gibi geminin yürümesine yardım eden elementlerin hepsini o yaratmıştır. Gök yeryüzüne düşmesin diye onu da tutmaktadır. Yani insanların hayaline göre gök meleklerin yeridir. Melekler de hesapsız bir şekilde olduklarına göre, göğe ağırlık yapmaları ve göğün düşmesi gerekiyor. Fakat buna rağmen düşmüyor. Demek ki onu tutan bir kuvvet vardır. O kuvvet sahibi göklerin bir dengede durmalarını yaratmıştır ve onlar o denge sayesinde durmaktadırlar. Bazı müfessirler «Ce. nab-ı Hak onu düşmekten tutmuştur demek, onu ihata edici bir şekilde yaratması, ne ağır ne de hafif kılması demektir» derm>
lerdir.
(66) «O (Allah) ki sizi diriltti...»Bu Ayetin Tefsiri
Yani bu emirleri size musahhar kılan, sizi dirilten, sizi öldüren O'dur. Bu ayetler şu hakikatleri ifade etmektedirler: Yerde bulunan eşyaların tamamı Allah tarafından yaratıldığı gibi hepsinin sahibi de Allah'tır. İnsanlar da dahil canlı ve cansız bütün mahlûkatl Allah yaratmış ve onları bırakmış değildir. Aynı zamanda bütün mahlûklar onun mülküdür. İnceliklerine kadar onları o yönetmekte, idare etmektedir. En basitinden en karışığına kadar bütün varlıklar ve olayların var olmalarını ve devam etmelerini o hazırlamıştır. Böylece herşeyin kendisine muhtaç olduğu, fakat kendisinin hiçbir şeye muhtaç olmadığı gerçeği ortaya çıkmış oluyor. Bundan dolayı da gerçek övgüye lâyık bulunan O'dur.
Cenab-ı Allah, betahsis insanlara karada ve denizde sağladığı imkânlar dolayısıyla onlara olan engin şefkat ve merhametini hatırlattıktan sonra en büyük lûtfu olan hayata, sonra insanın ölüm ile birlikte en büyük korkuyu duyduğu yokluğa mahkûm edilmeyip yeniden kavuşturulacağı ikinci hayata işaret buyurmaktadır. Bütün bu ikramlar karşısında bile Allah'a saygısızlık gösteren insan artık nankör olarak belirtilmektedir.
(67) «Biz her ümmet için...» Bu Ayetin Tefsiri
Cenab-ı Hak geçmiş ve halen yeryüzünde bulunan ümmetlerin her birisine bir şeriat, bir ilâhi sistem vermiştir. Cenab-ı Hak burada her belli bir ümmet için belli bir şeriat tayin etmiştir. O, tayin edilen sistemi bırakarak başka bir sisteme ne mustakillen ne de ortaklaşa gidemezler. Hz. Musa'dan Hz. İsa'ya gelinceye kadar varolan ümmetlerin sistemi Tevrat'taki hükümlerdir. Onlar sadece onunla amel ederler, başka hükümlerle amel etmezler. Hz. İsa' dan Hz. Muhammed'e kadar insanlar İncil'in hükümleriyle amel ederlerdi, başkasıyla değil. Rasûl-ü Ekrem'in peygamber olarak gönderilmesinden bu yana olan ümmete gelince, işte bu ümmetten sonra Kıyamet'e kadar gelen ümmet, tek ümmettir. Onların sistemleri de ancak Kur'an'da olanlardır.
«Seninle emr hususunda münazaa (münakaşa) etmesinler», yani din emri konusunda münakaşa etmesinler. Zira Ümmet-i Mu-g. hammed'in bir parçası bulunduğu her birisine bir sistem tayin edilmiştir. O ümmetlerin hiç birisi tayin edilen sistemini aşamaz. Ve onların bu sistemleri, Hz. Peyganıber'e itaat etmelerini, dinin emirlerinde onunla münazara etmelerini gerektirir. Onlar «Bizim a şeriatımız ecdadımız için tayin edilendir» diyemezler. Çünkü q geçmişlerin şeriatıdır. Bu kimseler ise müstakil bir ümmettir. Onların şeriatı Kur'an'da beyan edilendir.
«Mensek» kelimesini «şeriat»\a tefsir etmek düşüncesi^ Ata'nın îbn Abbas'tan yaptığı bir rivayettir. El-Kaffan da bu rivayeti tercih etmiştir, İmam Fahreddin Razi «Bu rivayet ayetin ruhuna en yakın olandır» demiştir. Bazıları «Mensek mastar mimidir, ibadet demektir» derken bir grup «ismi zamandır, yani ibadet edildiği zamandım demişlerdir. Bazıları da «ismi mekândır, yani ibadet edilen yer» demektir diyor.
«Seninle münazaa etmesin» fiüinin zamiri müşriklere racidir. Münazaa edilen emir ismi «kesme emirleri»öXr. Zira rivayete göre ayetin sebebi nüzulü Huzaa Kabilesi'nden olan Budey bin Verka, Bişr bin Süfyan ve Yezid bin Huneys'in müminlere «Size ne oluyor ki kendi öldürdüğünüzden yiyorsunuz da Allah'ın öldürdüğün-£ den yemiyorsunuz» demeleridir. Yani kendinizin kestiğinden yi-g yorsunuz da eceliyle öleni yemiyorsunuz şeklindeki sorulardır. Hu-§ lâsa Cenab-ı Hak, peygamberine «Sakın bu keşişe itiraz edenlere m iltifat etme. Çünkü hayvan kesmek eski ümmetlerden beri devam S eden eski bir şeriattır. Sadece senin ümmetinin özelliği değildir ve bunda da zerre kadar şek ve şüphe yoktur» şeklinde bir hatırlatmada bulunmaktadır.
«Rabbine çağır», yani bu mücadele edenleri Rabbine çağır veya bütün insanları Rabbine ibadet etmeye çağır. Burada müna-zaacılar da «bütün in$anlar»m içine girmiş oluyorlar.
(68-69) «Şayet seninle mücadeleye...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Yani hak ortaya çıktıktan, delil kâim olduktan sonra din hususunda yine de seninle mücadele ederlerse tehdid yoluyla onlara de ki: Allah sizin yaptıklarınızı biliyor. Yani Cenab-i Hak bu mü-cadelenizi kapsayan bâtıl fiillerinizi biliyor ve sizi ondan ötürü de cezalandıracaktır. Eğer bu ayette «siz kendi yolunuza biz kendi yolumuza», «sizin dininiz sizin, bizim dinimiz bizim» şeklinde bir muvadaa var ise (ki Ebu Hayyan kesin olarak muvadaa vardır diyor) bu ayet «savaşınız» ayetiyle neshedilmiştir.
«Allah aranızda hükmedecektir» cümlesi Hz. Peygamber'e bir tesellidir. Bu ikinci hitap hem müminlere hem de kâfirleredir. Ancak kâfirlere mahsus olan birinci hitap gibi değildir.
(70) «Bilmiyor musun ki Allah gökte ve...» Bu Ayetin Tefsin
Bu ayetin başındaki istifham takrir içindir. Yani «Biliyorsun» demektir. Ayette yer alan «Yerler ve göklerdekini bilmek» ifadesi ile Allah için hiçbir şeyin gizli olmadığı kastedilmektedir. Kâfirlerin sözleri ve yaptıkları da bu sözün kapsamına girmektedir. Ayetin metnindeki «zalike» kelimesi göklerde ve yerlerde bulunanlara racidir. «Bunlar bir kitaptadır», yani Levh-i Mahfuz'dadır. Nitekim bu tefsir İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.
Ancak Ebu Müslim bu görüşü kabul etmeyerek, ifadeyi şöyle yorumluyor: «Kitaptan maksat hıfz ve zapt etmektir. Yani bunlar Allah katında mahfuz ve mazbuddurlar.» Fakat cumhur, Ebu Müslim'in hilâfına, ayeti İbn Abbas gibi yorumlamaktadır. Bu ayet de Rasûlullah için bir tesellidir. Bu ayetteki «zailken kelimesi Cenab-ı Hakk'm ilmine, yer ile gökte bulunanları ihata etmesine ve Levh-i Mahfuz'da bunların yazılmasına ve aralarında hükmedilmesine işaret ediyor. Yani böyle yapmak Allah'a kolaydır. Çünkü Cenab-ı Hakk'm ilim ve kudreti zatının muktezasıdır. Öyle ise O'na hiçbir şey gizli kalmadığı gibi herhangi bir şeyin yapılması da zor gelmez. [34]
(71-72) «Onlar Allah'tan başka şeylere...» Bu Ayetlerin Tefsiri
İlk ayetin metninde geçmekte olan «sultanen» kelimesi hüccet, delil mânâsını ifade eder. Cenab-ı Hak o ibadetlerin caiz olduğuna dair bir delil indirmedi. Nesnelere ibadet ederler, Allah'ın ibadetini aşarak onlara taparlar. Haklarında bir ilimleri, aklî bir delilleri de olmayan şeylere taparlar. Yani Allah'ın ibadetini aşarak ne sem'î ne de aklî bir delille ibadetleri caiz olduğu sabit olmamış putlara taparlar. Bu ayetin zahirinden sem'î delilin mutlak bir şekilde yakîni ifade ettiği ve aklî delilden önce geldiği anlaşılmaktadır. Mutezile ve Eş'ariler'in mezhebine göre sem'î delil mutlak olarak yakın ifade etmez. Yani bazı yerlerde eder, bazı yerlerde de etmez. Çünkü bu sem'î delil birtakım emirler üzerinde durur da onların bir kısmı zannidir. Öyleyse sem'î delil de zannı ifade eder. Zira fark aslından fazla olmaz. Hakikat şudur ki aklî değil de sem'î meselelerde sem'î (yani naklî) delil yakına ifade eder. Tabu bu da ancak ihtimallerin yokluğuna delâlet eden mütevatir veya müşahede edilmekte olan karineler sebebiyle olabilir.
«Zalimler için yardımcı yok»; yani zulümlerinden ötürü kendilerine dünyada yardım edecek, mezheblerini terviç edecek (kabul edecek) gayelerini takrir edecek, onun muhalifini defedecek bir yardımcı yoktur. Ahiret'te de onlardan azabı defedecek bir yardımcıları yoktur. Onlara hakiki inançlara açıkça delâlet eden ayetlerimiz okunduğu zaman kâfir olanların yüzünde bunu inkâr etme alâmetlerini görürsün. Ayetin metnindeki «el-Münker» kelimesi eğer masdar mimi ise «inkâr» demektir. Kâfirlerin yüzünde mün-keri görürsün demek, inkârın alâmetini görürsün anlamındadır. Veya yüzleri buruştuğu için çirkinleştiklerini görürsün.
Ayetin metninde yer alan «Yestune» fiili «saldırırlar, tecavüz ederler» mânâsını ifade eder. Yani nerede ise bu kâfirler kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyacak kimselere saldıracak bir hâle ge-- lirler. Taklit yoluyla, ecdadlarmdan aldıkları bâtıl inançlar için çok Öfkelendiklerinden böyle bir duruma gelirler. Bu da onlann cehaletinin ne derece korkunç olduğunun belirtisidir.
Ayetin metninde geçmekte olan «yunebbiukum» fiili «size hitap ediyorum» veya «dinler misiniz, size haber veriyorum. Sizin içinde bulunduğunuzdan ve Öfkelendiğinizden daha şerlisini haber
veriyorum» demektir. O da ateştir. Yani sizin için ateş vardır! [35]
73- Ey insanlar! Size bir misal getirildi. Onu dinleyin: O Allah'tan başka ibadet ettiklerinizin hepsi biraraya toplansalar bir sineği bile yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey ko-parsa, onu o sinekten alamazlar. İsteyen de istenilen de acizdir.
74- O kâfirler Allah'ı gereği gibi takdir edemediler. Allah kavidir, galiptir.
75- Allah meleklerden ve insanlardan rasuller seçer. Allah işitir ve bilir.
76- Allah onların Önlerinde ve arkalarında olanı bilir. İşler hep O'na döner.
77- Ey iman edenler, rükû edin, secde edin. Rabbinize ibadet edin ve hayrı işleyin ki felah bulaşınız.
78- (Ey iman edenler!) Allah için hakkıyla cihad edin. O sizi mümtaz kıldı ve size dinde güçlük kılmadı. O, atanız İbrahim'in dinidir. Ondan önce de, bu zamanda da sizi «müslüman» diye adlandıran Odur. Ki Basûl sizin üzerinize ve siz de tüm insanlar üzerine şahid olasınız. Namazı ikame edin, zekâtı verin ve Allah'a (O'nun dinine) yapışın. O sizin mevlânızdır. O ne güzel mevlâ, o ne güzel yardımcıdır! [36]
(73-74) «Ey insanlar! Size bir misal...» Bu Ayetlerin Tefsiri
«Mesel» kelimesi garip hal, garip olan bir kıssa, çok yüksek olan bir hakikat demektir ki bu hakikat memleketlerde dolaşan, asırlar boyunca anılan bir meseldir. Allah burada mazi tabirini kullanıyor. Çünkü o mesel kesin hakikat ifade eder. Meseli ibret alacak şekilde dinleyin veyahut da o mesel için söyleyeceğimi dinleyin. O da Allah'tan başka çağırdıklarınızın, bir sineği dahi yaratamayacak şekildeki acizlikleridir. Hepsi de bir sineği yaratmak için biraraya gelse yine de buna muvaffak olamazlar. Ayetin başındaki hitap bütün muhataplaradır.
«Allah'tan başka çağırdığınız» tabirindeki hitap ise sadece kâfirleredir.
Bu ayet onları Allah'a şirk koştukları için son derece cahil saymaktadır. Bütün mumkinatı oluşturmaya kadir olan Cenab-ı Sİ Hakk'ı bırakıp dirilerin en küçüğünü, en zelilini bile yaratmaya kudreti olmayan ve hepsi biraraya gelse yine de bu işi beceremeyen birtakım bâtıl mabudlara tapmaktadırlar.
Bu ayet putlar hakkında nazil olmuştur. Bu puta tapanlar (İbn Abbas'tan gelen rivayete göre) putlarını zaferan denilen koku ile sıvar, başlarına bal sürer ve kapılan üzerlerine kapatırlardi. Pencerelerden sinekler girer, o ballan yerlerdi. Bazıları da çeşitli kokuları putlarına sürerler, sinekler de o kokuları giderirdi şeklinde rivayet ediyorlar. Ancak hüküm burada bütün mabudlan kapsamaktadır. Ayetteki «Talih» ile kastedilen, Süddi ve Dahhak'a göre Allah'tan başkasına tapan kimsedir. Matlub ise o bâtıl ma-budlardır. O tapanın talib olmasının mânâsı, o mabudlardan niyazda bulunması, onları çağırması, onların yarar ve zarar verebilecekleri inancını taşımasıdır. Yarar için onları aramasıdır. Putların bâtıl mabudlara matlub olması da zaten ortadadır. Bazı mü-fessirler «Talibden maksat sinektir, o putlardan kaçırmak istediğini arıyor. Matlubdan maksat da bâtıl mabudlardır» diyorlar. Yani onlar da o kokular ve ballar kendilerinden kaçırılsm diye sinekler tarafından aranırlardı.
İbn Merduveyh, İbn Cerir ve İbn'ul-Munzir'in, İbn Abbas'tan rivayet ettiklerine göre talipten maksat putlar, matlubdan maksat da sinektir.
«Onlar Allah'ı hakkıyla takdir etmediler» sözünden maksat, Allah'ın taziminin hakkını yerine getirmek suretiyle Allah'ı tazim etmediler demektir. Çünkü Cenab-ı Hakk'in gerçek mânâdaki tazimi, Allah kendisini ne ile sıfatlandırmışsa onunla sıfatlandırmak, nasıl emretmişse o şekilde ona ibadet etmektir. Putperestler ise bunu yapmadılar. Çünkü onlar Allah'tan başka ibadete elverişli olmayanlara taptılar ve böylece Cenab-ı Hakk'in vasfını iptal ettiler.
Ahfeş, «Bu ayetin mânâsı, onlar Allah'ı marifetin hakkıyla tanımadılar demektir» dedi. Çünkü Cenab-i Hakk'ı marifetin hakkıyla tanımak onu tasdik etmek ve o kendisini ne ile sıfatlandır-mışsa o sıfatlarla onu sıfatlandırmaktır. Müşrikler ise bu şekilde ona inanmamışlardır. Çünkü ona ortak koşmaktadırlar ve ondan başkasına tapmaktadırlar. Bazıları da «Marifetin hakkından maksat, Cenab-ı Hakk'ı künhüyle tanımamışlardır demektim demişlerdir. Rasûl-ü Ekrem'in«Sen münezzehsin. Seni marifetinin hakkıyla tanımadık» sözüyle de bu kastedilmektedir.
Ayetin zahirine bakılırsa bu hüküm geneldir. Sadece o zamanki muhataplara mahsus değildir. Hem Sıddık-i Ekber'in «İdrakin derkinden aciz kalmak da idraktir» sözü, Hz. Ali'nin de bu.jsözü tamamlayıcı mahiyette «Allah'ın zatının sırrını araştırmak da şirk koşmaktır» sözü geneldir. Hatta Gazali ve İmam'ul-Haremeyn, su-filer, felsefeciler; «Cenab-ı Hakk'ı künhüyle tanımak mümkün değildir» demişlerdir. Aristo'nun da aynı kanaatte olduğu rivayet edilmektedir. Nasıl ki göz, güneşin cürmüne baktığında karanlığa giriyor, göze bir bulanıklık geliyor, güneşin tamamını göremiyor-sa, akıl da Allah'ın zatının künhünü irade ettiğinde hayret ve dehşete düşer, o künhü idrak etmekten menedilir.
73 ve 74. ayetler genel olarak şunları ifade ediyorlar: Cahiliy-ye devrinin putperestleri taptıkları putların bir sinekten dahi aciz olduğunu ifade etmektedirler bu ayetlerde. Gerçekten sinek çok zayıf bir varlık olmakla beraber yine de bir canlıdır, bir iş yapmaya gücü vardır. İşte ayet bir sineğe karşı dahi kendisini savunamayan, cansız putlara dua ve ibadet edip onlardan yardım bekleyen cahiliye devrinin putperestlerinin bu davranışlarındaki saçmalığı çok güzel bir misal ile ortaya koymakta sinekler putlar aciz olduğu gibi o aciz putları Allah'a ortak koşup onlara dua eden, onlardan birşeyler bekleyenlerin de aciz oldukları neticesine varmaktadır. .
(75) «Allah meleklerden ve insanlardan...»Bu Ayetin Tefsin
Melek olan «Elçiler» Allah ile beşerden olan peygamberler arasmda vahy getirmek suretiyle elçilik yaparlar. Beşerden seçilen elçiler ise insanları Allah'ın birliğine davet eden ve yine insanlardan olan peygamberlerdir. Onlar Allah'tan geleni insanlara aktarmaktadırlar. Allah kimi peygamberliğe lâyık görürse veya kim peygamberliğe lâyık ise onu daha iyi bilir. Meleklerden olan elçiler beşerden olan elçilerden önce zikredildiler. Çünkü meleklerden olan elçiler Allah ile beşerin elcileri arasında ayrıcalık yaparlar. Bazı haberlerde bu ayetin Velid bin Muğire'nin «Bizim aramızda Mufıammed'e mi vahy indi?» demesi üzerine indiği belirtilmiştir. Bu ayette müşriklerin «Melekler Allah'ın kızlarıdır» şeklindeki bâtıl sözlerinin reddi bahis konusudur, Allah bütün söylenen sözleri dinlemektedir. Peygamberlerin sözleri de bunlara dahildir. Görülen her şeyi de görmektedir. Peygamberlerin gönderilmiş oldukları kitlelerin ahvalini de görmektedir.
Bazı müfessirler, «Buradaki kulak ve gözden maksat, Allah' bütün eşyayı bilmesinden kinayedir» demişlerdir.
(76) «Allah onların önlerinde ve...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet 75. ayetin bir nevi tefsiri ve açıklamasıdır. Belki bu ayet tahsisten sonra bir talim de ifade eder. Çünkü, Cenab-ı Hak dinlenenlerin hepsini dinliyor, görülenlerin hepsini görüyor denildikten sonra «Onların Önünde olanı da arkalarında olanı da görür» tarzında genelleme yapılmıştır. «Onların» zamiri bütün mükelleflere racidir. Yani Cenab-ı Hak mükelleflerin geçmiş ve gelecek zamanlarını bilmektedir. Hasan Basri ayeti «Onların amellerinin başlangıcını da sonucunu da bilmektedir» şeklinde yorumlamıştır. Ali bin İsa'dan gelen rivayete göre zamir melek ve insanlardan seçilen peygamberlere racidir. Ayetin mânâsı şöyledir: Allah, peygamberlerin yaradılışından Önceki durumları da, peygamberlerin yaradılışından sonra olacakları da bilir. Bütün emirler Allah'a döner, başkasına değil.
Bu ayet şirkin temelini yıkıyor. Yani ne kimse ortaklaşa ne de müstakil olarak neticelere sahip değildir. Emirler ona dönemez. Çünkü Cenab-ı Hak tüm işlerin bizzat sahibidir. Kimi peygamber seçtiği kimi seçmediği hususunda sorulmaz.
(77) «Ey iman edenler rükû edin...» Bu Ayetin Tefsiri
«Ey iman edenler rükû ve secde edin» demek namaz kılın demektir. Namazın bir parçası olan rükû ve secdeyi, Allah namaz kılmak yerine kullanmıştır. Çünkü namazın en büyük rüknü rükû ile secdedir. Yani ikisinin birleşmesi böyledir. Fakat bu birisi diğerinden üstündür (meselâ secde rükûdan üstündür) kaidesine ters düşmemektedir.
Bazılarına göre ayetin mânâsı kendinizi Allah'a karşı zelil gösterin ve onun azameti önünde secdeye kapanın demektir. Bazıları da «Rükû edin emrinden maksat, namazdaki rükû ve secdeyi yapın demektir» demişlerdir. Çünkü müslümanlar İslâm'ın başlangıcında rükû yapıyor secde yapmıyorlardı. Bazen rükûsuz secde yaparlardı. Cenab-ı Hak ikisinin de yapılmasını böyle emretmiş olmaktadır. Bu, El-Bahr sahibi tarafından rivayet edilmektedir. Fakat Alusî bu hususta güvenilir bir rivayetin olmadığım nakletmektedir. El Mevahib sahibi burada tevakkuf etmiş, Ferra ise bunu senetsiz olarak zikretmiştir.
«Rabbinize ibadet edin»den maksat, farzları eda edin, yerine getirin, demektir. «Hayrı işleyin» sözü ise tahsisten sonra umumi-leştirmektir. Çünkü hayra namaz, oruç ve diğer ibadetlerin hepsi de dahildir. Veya «Hayrı işlevimden, maksat nafile ibadetleri yapın demektir. İbn Abbas'tan gelen rivayete göre «SilcU rahim yapın. Mekârimi ahlâka yapışın» demektir.
«Umulur ki felah bulursunuz», yani bunu yaptıktan sonra kesinlikle felah bulursunuz. Yani siz felahı umduğunuz ve onu kesin olarak bize verilecektir kanaatini taşımadığınız ve amellerinize mutlak olarak güvenmediğiniz halde bu ibadetleri yapın. Bu ayet İmam Ahmed, İmam Şafii, İbn'ul-Mubarek ve îshak'm nezdinde secde ayetidir. Çünkü burada secde emri vardır.
Et-Tayyibi İmam Şafii'yi destekleyerek şöyle demiştir: «Rükû burada namazdan kinayedir. Çünkü rükû sadece namazda olur. Secdeye gelince, o özelleşmediği için kaidenin genelleşmesi için hakikate hamledilmiştir. Ayrıca herhangi bir mâni olmadıktan sonra ayetin hakikatinden mecaza gitmek caiz değildir.»
(78) «(Ey iman edenler!.) Allah için hakkıyla...» Bu Ayetin Tefsiri
«Allah için cihad edin»; yani Allah yolunda cihad edin veya sadece O'nun için cihad edin. Ragıb'm dediğine göre cihad, bir müslümanın var kuvvetiyle düşmana karşı gelmesi ve hakkı müdafaa etmesidir. Genel olarak cihadın üç kısmı vardır:
a) Kâfirler gibi zahir düşmanla yapılan cihad,
b) Şeytanla yapılan cihad,
c) Nefisle yapılan cihad.
Nefisle yapılan cihad, zahir düşmana karşı yapılâ'n cihaddan daha büyüktür. Nitekim bunu Beyhaki ve diğer muhaddislerin Ca-bir'den rivayet ettikleri şu hadis de iş'ar etmektedir.
Allah'ın Rasûlü'nün yanma gazi bir kavim geldi. Onları gören Hz. Peygamber: «En küçük cihaddan en büyük cihada dönüş yap-Umz. Hoşgeldiniz» dedi. Bunun üzerine Rasûlullah'a; «En büyük cihad neymiş ya Rasûlullah?» diye soruldu. Rasûlullah şöyle buyurdu: «Kulun hevasına, nefsinin isteklerine karşı cihad etmesidir.»
Fakat bu hadisin senedinde zaaf vardır. Bu tür hadiste bu zaaf affedilir bir zaaftır. Dahhak'a göre burada cihattan maksat kâfirlerle yapılan cihattır ki kâfirler İslâm'a gelinceye kadar bu cihad devam eder. Bu iktiza eder ki bu ayet Medine Dönemi'nde (yani Hicret'ten sonra) nazil olmuş olsun. Çünkü cihad ancak hicretten sonra emredilmiştir.
Abdullah bin Mübarek «Burada heva-i nefis ve nefse karşı olan cihad kastedilmektedir» der. Fakat en uygunu cihadın bütün çeşitlerinin kastedildiğini söylemektir. Bu, hakikat ile mecazı bir-araya getirmek de değildir. Hasan Basri'den rivayet edilen de buna işarettir. Hasan Basri bu ayeti okuduktan sonra şöyle demiştir: «Kişi Allah yolunda cihad eder. Halbuki kılıçla hiç kimseye vuramamıştır.»
Bu cihad bid'atçılara ve fasıklara karşı yapılan cihadı da kapsamaktadır. Çünkü onlar da hakikat noktai nazarında düşmandırlar. Onları bid'at ve fasıklıktan menetmek suretiyle bu cihad yapılmış olur.
«Ona yaraşacak şekilde cihad edin» demekten maksat, Cenab-ı Hakk'a yaraşacak şekilde cihad edin demektir. Zira zamir Cenab-ı Hakk'a racidir Ayet en mükemel bir şekilde cihadın yapılmasına delâlet eder. Yani cihad halisen Allah için olacak, cihad eden herhangi bir kınayıcınm kınamasından korkmayacaktır v& bu muhkem bir ayettir.
Mücahid ve Kelbi gibi bu ayet, «Güzünüz yettiği nisbette Allah'tan sakının ayetiyle neshedilmiştir» diyenler şunu kastediyorlar: Allah'a itaat edilsin ve ona karşı hiçbir zaman isyan gösterilmesin. (Fakat bu yorumda tereddüt vardır).
Ayetin metnindeki «ictebakum» fiili «sizi seçti, sizden başkasını seçmedi» mânâsım ifade eder. İşte bu cümle muste'nife bir cümledir. Cihad emrinin nedenini teşkil eder. Niçin cihad edecek-., siniz? Çünkü Cenab-ı Hak sizi bu iş için seçmiştir. Çünkü muhtar t. ancak hizmetini yerine getirebilecek bir kimseyi seçer. Büyük bir zat kimi kendisine yaklaştinrsa o kimseye düşmanları püskürtmek gerekir. Nefisle mücadele etmek Allah'ın razı olmadığını terket-mek suretiyle olur. Dinde sizin üzerinizde bir darlık, zorluk kıl-mamıştır. Yani dinin tüm emirlerinde kolaylıklar vardır ve yapılması mümkün olmayan hiçbir dinî emir yoktur. Cihad da buna dahildir. Cihad da yapılır. Bu ayet cihada mani olarak hiçbir şey oîmadığına işaret etmektedir. Hulâsa Cenab-ı Hak bu ayette müs-lümanlara cihadı emretmekte ve cihadı terketmek hususunda herhangi bir mazeretlerinin de olmadığını söylemektedir. Zira cihadı gerektiren sebeplerin oluştuğu yerde mâni kalkar. Mümkündür ki bu ayet Cenab-ı Hakk'm emrettiği bazı şeylerin terkinde ruhsat vardır hükmüne işaret etsin. Yani insana zor geldiği yerlerde bunu terkedebilir. Çünkü Hz. Peygamber «Size bir şeyi emrettiğim zaman gücünüz yettiği kadar onu yapın» diyor. Cenab-ı Hak da «Haddinde haraç yoktur», yani zorluk yoktur demek suretiyle bu ruhsatı vermektedir.
Beyzavi muhassisi Şihab'a göre Cenab-ı Hakk'm zatma yaraşacak şekildeki cihad, zahirde zor olduğundan dolayı Cenab-ı Hak bu emrin arkasından bu ruhsatı getirmiştir. Böylece müslümanla-ra, Allah'ın şanına her noktada yakışır şekilde bir cihad değil de müslümanlann gücü yettiği şekilde bir cihad farz kılınmıştır.
Celaîeddin Suyuti «Bu ayet, meşakkat kolaylıkları celbeder kaidesinin temelini teşkil edem diyor.
Bu ayetin metnindeki «millete ebikum İbrahim» terimi çeşitli şekilde yorumlanmıştır. Bazı kimseler «Bu, mukadder bir fiilin mef'ulüdür» der. Yani sizin dininizi atanız İbrahim'in dininin genişliği gibi genişlettik, benim dinden maksadım atanız İbrahim'in dinidir. Veya Ebu'l-Beka'mn dediği gibi «Burada ihbar vardım, yani atanız İbrahim'in dinine tabi olun, ona yapışın. Ferra ayeti, «Atanız İbrahim'in milleti gibi» şeklinde yorumlamıştır. Milletten maksat ya usûl ve furuu kapsayan mânâ veyahut da sadece usûle mahsus olan demektir.
Hz. İbrahim'in ümmete «Ata» kılması, Rasûl-ü Ekrem'in atası olmaktan ileri gelmektedir. Çünkü Rasûl-ü Ekrem de ümmetinin atası gibidir. Onun atası ümmetin atası olur. Zira Rasûl-ü Ekrem ümmetin ebedî hayatının kurtuluşuna sebeptir. Ahiret'te var olmalarının yegâne sebebidir. Veya Arapların çoğu Hz. İbrahim'in zür-riyetinden geldiği için Arap olmayan ümmet de Hz. İbrahim'in evladı gibi sayılmıştır.
«O daha önce, —yani size Kur'an inmezden önce— size müslü-man ismini vermişti». Bu zamir İbn Abbas'ın, Mücahid, Dahhak, Katade ve Süfyan'm rivayetlerine göre Allah'a racidir. Yani Kur'an inmezden önce size müslüman ismini veren Cenab-ı Hakk'tır. Zamirin Allah'a raci olması «Bunda da» tabiriyle takviye edilmektedir. Yani Kur'an'da da size bu ismi vermiştir. Kur'an'da İbrahim'e bu ismi Allah vermiştir.
Ubeyy'in kıraatmda «ve» yerine «Allah» kelimesi vardır. îbn Zeyd ve Hasan Basri'den gelen rivayete göre zamir İbrahim'e racidir. Çünkü Ebu Hayyan'ın da dediği gibi «İbrahim» kelimesi zamire daha yakındır. Hz. İbrahim müslümanlara müslüman ismini şu duasında vermektedir: «Ey Rabbimiz! İkimizi sana teslim olmuş müslümanlar kıl. Ve soyumuzdan da sana teslim olmuş müs-lüman bir ümmet kil...» (Bakara Suresi, ayet 128)
Hz. İbrahim'in bu sözü Ümmet-i Muhammed'e müslüman denilmesinin nedenidir. Çünkü çoğu Hz. İbrahim'in zürriyetine dahildir. Böylece Hz. İbrahim mecazen onlara bu ismi vermiş oluyor. Bu tevile binaen ayette hakikat ile mecaz biraraya gelmiş oluyor. Hakikat ile mecazın biraraya gelmesinin meşhurun hilafına olduğu da bilinmelidir.
Ebu'1-Beka bu yoruma binaen «Hz. ibrahim'in onlara bu ismi vermesinin beyanı burada vardır» der. Çünkü Kur'an, Hz. İbrahim'in sözünü nakletmektedir.
«Bu ayet, müslüman isminin sadece bu ümmete mahsus olduğuna delildir» diyenin sözü pek kuvvetli değildir. Çünkü bu ümmetten önce Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'in ümmeti de aynı ismi almışlardır.
«Peygamber Kıyamet Günü'nde sizin üzerinizde şahit olacaktır». Yani size Allah'ın emrini tebliğ ettiğine dair şahitlik yapacaktır. Cenab-ı Hakk'ın bu sözü delâlet eder ki Rasûl-ü Ekrem'in «îs-met» sıfatına dayanarak kendisi için yaptığı şehadet kabul olunur. Umulur ki Kıyamet Günü'nde bu, sadece Rasûlullah'm özelliği olsun. Aksi takdirde dünyada masum bir insan kendisi için bir şey iddia ederse, iki şahit getirmesi gerekir. Nitekim at meselesi ve Huzeyme'nin şehadeti buna delâlet eder. Her masumun Kıyamet Günü'nde kendisi için yaptığı şehadet kabul olunursa bu ümmetin diğer ümmetler hakkındaki şehadetine ihtiyaç kalmaz. Zira diğer üöünetlerin peygamberleri onların aleyhinde şahitlik yaptığında onlar peygamberlerin şehadetini inkâr ederler. Ve bunun üzerine diğer peygamberler Ümmet-i Muhammed'i şahit olarak gösterir. ler. Nitekim «Siz de insanlar üzerinde şahit olasınız» cümlesi bunu ifade ediyor. Hadise göre bütün ümmetler, peygamberleriyle beraber haşre getirilirler. Peygamberlere «Siz bu ümmetlere vahyi tebliğ ettiniz mi?» denir. Peygamberler, «Evet! Biz onlara vahyi tebliğ ejtik» derler. O ümmetler de: «Hayır! Bize tebliğ etmemişlerdir» diye inkâra kalkışırlar. Bunun üzerine huzura Ümmet-i Muhammed getirilir. Onlar peygamberlerin o ümmetlere vahyi tebliğ ettiklerine dair şahitlik ederler. Diğer ümmetler Ümmet-i Muhammed'e: «Siz nereden biliyorsunuz?» diye sorarlar. Onlar da «Biz Cenab-ı Hakk'ın sadık olan peygamberinin dili üzerinde konuşmakta olan kitabında vermiş olduğu haberden onu anladık» diyeceklerdir.
«Peygamber sizin üzerinize şahit olacaktır», yani itaat edenin itaatma, isyan edenin de isyanına dair şahitlik yapacaktır. Peygamberin bunu bilmesi Cenab-ı Hakk'ın bildirmesiyle olur ki Allah bu vakitte beliren birtakım alâmetleri koyar ve Rasûl-ü Ekrem'e o alâmetlerin şahitlik etmesini caiz kılar.
Bazılarına göre «Aleykum» kelimesindeki «alâ», lâm mânâsını ifade eder. Ayetin mânâsı «Peygamber sizin için şahitlik edecektir» şeklinde olur. Peygamber'in onlara şehadet etmesi onların diğer ümmetlerin aleyhinde şahitlik yaptıkları zaman onları tezkiye etmesi demektir. Fakat, bu uzak bir tefsirdir.
Şehab el-Haffaci'ye göre Alâ'nın talil (yani neden) mânâsını ifade etmesi uzaktır. Herhangi bir mâni yoktur. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın veya Hz. İbrahim'in, Ümmet-i Muhammed'e müslüman ismini vermesi onların İslâm ve adaletine hükmetmesi demektir. Bu da Rasûlullah'm onlar için şehadetinin kabul sebebidir.
«Namazı kılın, zekâtı verin», yani Cenab-ı Hak sizi bu tür fazilet ve şerefle tahsis ettiği için taatlerin çeşitleriyle ona manen yaklaşınız. Namaz ve zekât, diğer taatlerin hepsinden üstün oldukları için Cenab-ı Hak betahsis onları burada zikretmiştir.
«Allah'a sarılın»; yani O'na tüm işlerinizde güvenin. «O sizin mevlânızdır» sözü de sizin yardımcımzdır ve emirlerinizi tedvir edendir demektir.
«Ne güzel yardımcıdır o!». Çünkü yardım etmekte O'nun bir benzeri yoktur. O'nu gerçekten yardımcı tutan kimse zayi olmaz. Bu cümle işaret eder ki kemâl sıfatının son noktası Allah'a güvenmektir. Ubudiyet makamının tahakkuku buna dahüdir. İşte bu isim vermekten de, seçmekten de öte bir sıfattır. [37]
[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/ 439-440.
[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/ 442.
[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/443-444.
[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/ 444.
[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/ 445-449.
[6] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/ 449-451.
[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/ 453-
[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/ 454-460.
[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/ 462.
[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/ 464-466.
[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/ 466-467.
[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/ 468-470.
[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/ 470-471.
[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/473.
[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/ 474-476.
[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/ 476-480.
[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/ 480-484.
[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/ 486.
[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/ 487.
[20] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/ 487-488.
[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/ 488.
[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/ 489-497.
[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/ 497-498.
[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/ 500.
[25] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/ 501-502.
[26] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/ 502-506.
[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/ 506-508.
[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/ 510.
[29] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/ 511-519.
[30] Alusİ, Ruh'ul-Meani, cilt. 17, sh: 75
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/519-521.
[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/523.
[32] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/524-530.
[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/532.
[34] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/533-597.
[35] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/537-538.
[36] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/540.
[37] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
11/541-552.