HAC SURESİ 2

Girîş. 2

Meal 2

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 2

Kıyamet Alameti Sarsıntı 3

Yok Olana «Şey» Denir Mi?. 3

Ana Rahmindeki Ceninin Başından Geçecek Olan Her Hali Bilmek Allah'a Mahsustur 4

Meal 5

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 5

Meal 7

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 7

Her Şeyin Allah'a Secde Etmesi , 8

Grupların Allah Katında Mücadelesi 9

İpekli Giymek. 10

Meal 10

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 10

Kabe Kaç Defa Bina Edilmiştir?. 11

Kurbanlar 12

Meal 13

Dirayet Ve Rivayet Tefsîri 13

Kuşların Parçalamasından Maksat, Bâtıl İnançlardır 14

Kâfirler İki Kısımdır 14

Şea'ir»Den Maksat,Allah'ın Dinidir 14

Kurban Keserken Tekbir Getirmek. 17

Meal 17

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 17

Zımmîlerin Mabedlerîne Dokunulmaz Mı?. 18

İbret İçin Yapılan Seyahatler Caiz Midir?. 19

Meal 20

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 20

Garanik Meselesi 22

Meal 23

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 23

Meal 25

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 26

Sem'i Ve Akli Deliller Durumu. 27

Meal 27

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 28


                                           
HAC SURESİ

 

Girîş

 

Nazil olduğu dönem ihtilaflıdır. 78 ayettir.

İbn Merduveyh'in îbn Abbas ve İbn Zübeyr'den rivayet etti­ğine göre bu sure Medine'de nazil olmuştur. Dahhak da aynı gö­rüşe katılmıştır. Fakat bazı rivayetlere göre bu sure Mekkî'dir. Ebû Cafer'in Mücahid'den, onun da İbn Abbas'tan «Üç ayet müs­tesna, bu surenin Mekki olduğu» rivayet edilmiştir. İstisna edilen yer 19. ayetten 21. ayetin sonuna kadarki bölümdür. Bunlar Me­dine döneminde nazil olmuşlardır.

İbn Abbas'tan gelen diğer bir rivayete göre, dört ayet müstes­nadır. Yani 19. ayetten 22. ayete kadarki bölüm Medenî'dir.

İbn'ul-Munzir, Katade'den «Dört ayet müstesna, bu surenin Medine'de (yani hicretten sonraki dönemde) nazil olduğunu» ri­vayet ediyor. Bu istisna edilen bölüm, 52. ayetten 55. ayete kadar olan bölümdür. Eu dört ayet, rivayete göre Mekkî'dir. En sahih görüş bu surenin Mekkî ve Medenî ayetlerden meydana gelmiş ol­masıdır. Fakat Medine veya Mekke döneminde nazil olan ayetlerin tayininde ihtilaf vardır. Bu cumhurun görüşüdür.

Bu surenin Mekke ve Medine döneminde nazil olan ayetlerle karışık olduğu, daha önce de ifade ettiğimiz gibi, cumhurun görü­şüdür. Çünkü«ey insanlar» diye başlayan ayetler Mekke dönemi­ne, «ey iman edenlef» diye başlayan ayetler de Medine dönemine aittir. Yani bu tabirle gelen ayetlerin çoğu Medine dönemine, diğer tabirle gelenlerin çoğu da Mekke dönemine aittir.

Ayetlerin sayısı Kufeliler'e göre 98, Mekkeliler'e göre 97, Bas-ralılar'a göre 96, Şamlılar'a göre ise 95'tir. Kelimeleri 1.291, harf­leri 5.075'tir.

Hz. Ömer ile îbn Ömer'den gelen rivayetlere göre «Bu sure diğer surelerden üstündür. Çünkü bu surede iki secde ayeti var-dır.» İbn Mübarek, Şafii, Ahmed ve İshak da bu görüştedir.

Bazı kimseler «Bu surede tek secde vardır» derler. Bu, Sufyan Sevrî ve Darekutni'nin görüşüdür. Onlar bunu Abdullah bin Sa'le-be'den rivayet ediyorlar. Bu zat diyor ki: «Hz. Ömer'i gördüm. Hac Suresi'nde iki secde yaptı. Ben: «Sabah ta mı?» deyince, «Evet, sabah ta» dedi.» [1]

 

Meal

 

Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla

1 Ey insanlar!  Rahbiniz(in azabın) dan korkun! Çünkü Kı­yamet Günü'nün sarsıntısı pek dehşetli bir şeydir.

2 Onu  gördüğünüz gün, her   emzikli   kadın emzirdiğini unutur. Her gebe kadın, çocuğunu düşürür. İnsanları sarhoş gö­rürsün. Oysa onlar sarhoş değillerdir. Lâkin Allah'ın azabı şid­detlidir.

3 İnsanlardan öyle kimseler vardır ki Allah hakkında bir ilmi olmaksızın tartışır ve her kaypak şeytanın ardına düşer.

4 Onun üzerine şöyle yazılmıştır: «Kim şeytana dost olur­sa muhakkak şeytan onu saptırır ve doğruca onu cehennem aza­bına götürür».

5 Ey insanlar!   Eğer haşre gönderilmekten  kuşku duyu­yorsanız (bilin ki), ne olduğunu açıklamak için biz sizi, toprak­tan, sonra nutfeden, sonra kan pıhtısından, sonra şekilli ve şekil­siz bir et parçasından yarattık. İstediğimizi rahimlerde belli bir vakte  kadar durdururuz.   Sonra  sizi bir bebek olarak çıkarırız. Sonra yetişip ergenlik çağınıza varırsınız. Sizden ölenler ve bildik­lerinden hiçbir şey bilmez bir hâle gelip, ömrün en fena dönemi­ne   (erzel'il-ömr)  kalanlar vardır. Yeryüzünü kupkuru görürsün. Fakat biz üzerine suyu indirdiğimizde canlanır, kabarır ve her tür­lü güzel bitkiler bitirir. [2]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(1) «Ey insanlar! Rabbinizfin azabın)dan...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayette, muhatap olan «nass» (insanlar) ile ayetin nazil ol­duğu zaman mükellef olanlar ve aynı zamanda bulunup da mükel­lef olmayanlar ile Kıyamet'e kadar gelen herkes kastolunmakta-dır. Fakat bu, tağlib yoluyladır. Yani mevcut olanlar, sanki Kıya-met'e kadar gelenlerin hepsini teşkil ediyorlarmış gibi muhatap alınmışlardır. Veya hüküm genelleştirilmiştir. Bu genelleştirme­ye dair başka bir delil daha vardır. Çünkü yüzyüze olan hitap, o anda mükellef olmayanları kapsamaz. O ancak ayetin nazil olduğu anda mükellef bulunanlara mahsustur. Fakat Hanbeliler ile Sele-filer'e ve fakihlere göre, ifade tağlib yoluyla değil hakikaten bütün insanlık âlemini kapsamaktadır. «Nass» tabirine kadın-erkek her­kes dahildir. Çünkü bu tabir cem'e delâlet eder. Burada ne erkek ne de kadınlara mahsus alâmetler belirtilmiş değilse de kadınla­rın «İtteku» ve «el-müslimin» kelimesinin kapsamına girip girme­diği hususunda ihtilaf vardır. Şafü'ler, Eş'arüer ve Hanefiler'den büyük bir kitle ile Mutezile «girmez» demişlerdir. Hanbeliler, İbn Davud ve küçük bir cemaat ise «girer» fikrindedir. «İtteku» ve «el-müslimin» tabirlerine girmeleri Hanefiier katında tağlib yoluyla­dır. «Hitab Mekkeliler'e mahsustur» şeklindeki' yorum ise herhangi bir kıymet taşımamaktadır.

«İtteku» (sakının), emrinden anlaşılan taçva, mutlak takvadır. Yani insanı günahkâr yapan amellerden kaçınmanın hepsi buna dahildir. Hatta Allah'a ve seran varid olduğu gibi Kıyamet'in kopacağına inanmak da birinci derecede takvaya dahil olmakta­dır. Ancak bu duhûl icad ve devamı kapsayacak şekildedir. [3]

 

Kıyamet Alameti Sarsıntı

 

«Zelzele» (sarsıntı) şiddetli bir şekilde ve çok öfkeli bir halde tekrarlanmak suretiyle bir şeyi sallamaktır. Öyle ki her şey yerinden fırlar ve merkezinden çıkar. Bu zelzeleyi Kıyamet'e izafe etmek, ya mastarın failine izafesi şeklindedir ki o takdirde «Bu zelzeleyi Kıyamet meydana getirir» demektir. Tabii burada mecaz vardır. Aslında «meydana getiren» Allah'tır. Bu takdirde zelzele mastarının mef'ulü yeryüzü veya insandır. Kıyamet yeryü­zünü veya insanları sallar.

Veya bu zelzelenin Kıyamet'e izafe edilmesi mastarın mef'ulü-ne izafesi kabilindedir. Yani, «Kıyameti sarsan o sarsıntı» demek­tir. Bu sarsıntı, bazı müfessirlerin nezdinde «Yeryüzü o sallantu sıyla sallandığı zaman» ayetindeki (Zilzal Suresi'ndeki) sallantı­nın ta kendisidir Bu, Sûr'a üfürülüş ve Kıyamet'in kopuşu anın­dadır. Hatta îbn Abbas'tan gelen rivayette «Kıyamet'in zelzelesi onun kopması demektim denilmiştir.

Îbn'ul-Munzir ve bazı muhaddisler Alkame'den, Sadi'den ve Ubeyd bin Umeyr'den şöyle rivayet ederler: «Bu zelzele, güneşin batıdan doğmasından önce vuku bulacaktır.» Kıyamet'e izafe edil­mesi ise Kıyamet'in alâmeti olması sebebiyledir. Birçok rivayet Kıyamet'in kopmasından önce, büyük bir zelzelenin olacağında it­tifak etmişlerdir. Bu zelzele Kryamet'in kopmasının alâmetlerin-dendir. Ancak bu zelzelenin, bu ayette zikredilen zelzele olmadığı ihtimali daha kuvvetlidir. Kısacası Kıyamet'in alâmetlerinden olan zelzele, yeryüzünün şiddetle sarsılmasıdır. [4]

 

Yok Olana «Şey» Denir Mi?

 

ttl-Bahr sahibi; «Mevcut olmadığı halde Kıyamet'in sarsıntısı­na «şey» demek delâlet eder ki şey, maduma da denilir» diyor. Yani var olana denildiği gibi, yok olana da denilir. «Şey maduma denilmez (yok olan, şey değildir) » diyenlere göre, burada Kıyamet dehşetleri şu anda yok oldukları halde «şey»ia kullanılması, o deh­şetlerin muhakkak vuku bulacağına delildir.

(2) «Onu gördüğünüz gün, her...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetin başındaki «Yevm» kelimesi ya daha önce ya da son­ra geçecek olan «Tezhelu» fiiline zarftır veya «Azim» kelimesinin ya da mukadder bir fiilin zarfıdır.

«Tezhelu» fiilinin mastarı olan «zühul», üzüntü ve unutkan­lık veren meşgale demektir. El-Murdia kelimesi, çocuğunu emzi-rir durumdaki kadın anlamına gelir. El-Murdi' kelimesi ise süt verebilecek durumda olan kadın anlamındadır. Bilfiil süt vermesi gerekmez.

Bu ayet temsil yoluyla gelmiştir. Çünkü Kıyamet Günü'nde «süt veren kadın», «süt içen çocuk» olursa süt veren kadının süt içecek halde olan çocuğundan dahi habersiz olacağı vurgulanmak­tadır. Çünkü şiddet ve dehşetin korkunçluğu bahis konusudur. Da­ha sonra gelen cümleler de temsil yoluyladır. Meselâ «her gebe ka­dın, karnındaki çocuğunu, daha zamanı gelmezden önce, dehşet ve felâket korkusundan düşürür» mânâsını ifade eden cümle de tem-silendir.

Ebu Hayyan'a göre, «Hamt» kelimesi kadının karnındaki ce­nin veya ağaçların başındaki meyvedir. Kâmus'ta «Haml»e kadınm karnında taşıdığı çocuk anlamı verilmiştir. Aynı zamanda ağa­cın meyvesine de «Hami» denir.

«İnsanları sarhoş görürsün»   sözü   onların da sarhoşlar gibi     sağa-sola   yalpalandığını,   düşmek üzere  olduklarını görürsün an­lamındadır. Tabii bu da dehşet sebebiyledir. Gerçekte onlar sarhoş değildirler. Fakat sarhoş gibi görünmektedirler.

«Lâkin Allah'ın azabı şiddetlidir» cümlesinin başındaki «La-kinne» fiile benzer kelimelerden biridir. Yani Cenab-ı Hakk'm aza­bının şiddeti, onları gördüğün gibi yapar. O gündeki dehşetin bu­rada zikredilmesinin faydası, insanları o güne hazırlanmaya, salih amellerle hazır bir hale getirmeye teşvik içindir.

Ayetin metninde geçmekte olan «Sukâra» kelimesi «sekr» ke­limesinin çoğuludur.

(3-4) «İnsanlardan öyle kimseler vardır ki...» Bu Ayetlerin Tefsiri

«Allah konusunda ilimsiz tartışan» ile kastedilen kişi, Nadr bin Hars'tır. Zira o, «Allah ölüleri, kemikleri çürüyüp toprak olan­ları yeniden diriltmeye kadir değildir» diyordu. Bu ayet İbn Ebi Hatim'in Ebu Malik'ten rivayet ettiğine göre Nadr bin Hars hak­kında nazil olmuştur. Bu adam cedelci biriydi. «Melekler Allah'ın kızlarıdır» ,«Kur'an daha Öncekilerin hurafeleridir», «Cenab-ı Hak . toprak olan bir kimseyi diriltmeye güç yetiremez» diyordu.

Bazıları «Bu ayet Ebu Cehil hakkında nazil olmuştur», bazı­ları da «übey bin Halef hakkında inmiştir» dediler. Fakat en doğ­rusu ilimsiz olarak tartışan herkesi kapsıyor olmasıdır. Yani, Al­lah hakkında hangi sıfat ve hangi fiillerin mümkün hangilerinin de mümkün olmadığını bilmeden Allah hakkında fikir yürüten herkes bu ayetin kapsamına girer. Sebebi nüzulün özel olması aye­ti umumi mânâdan çıkaramaz.

«Merîd» kelimesi fesadlık için uğraşan, hayırdan uzaklaşmış Kimse demektir. Köse bir insana «emred» denilir. Çünkü vücudun-da tüy yoktur.

Zeccac, «Bu kelimenin kökeni yüksek ve kaygan olan nesne demektir» der. Merîd şeytan tabiri ile ya askerleriyle beraber kas­tedilen İblis veya kâfirlerin ileri gelenleri vurgulanmaktadır. Çün­kü onlar delilsiz, burhansız insanları küfre davet ederler.

Ayetin metnindeki «aleyhi» zamiri ile «Tevellahu» fiilindeki zamir şeytana racidir. Yani o kendine mahsus bir şeytana tabi olu­yor ki onun üzerinde şöyle hükme dilmiştir: O şeytan kendisine ta­bi olanın yardımcısıdır. O şeytan onu saptırandır. Binaenaleyh şeytan onu saptırmak hususunda hiçbir şey esirgemez.

(5) «Ey insanlar! Eğer haşre...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayette geçmekte olan «insanlar» kelimesi hasrı inkâr eden ve bu hususta mücadelede bulunan kâfirleri kapsamaktadır. «Eğer siz haşr hakkında bir şüphe içerisinde iseniz, yaradılış biçiminize bakın ki şüpheniz ortadan kalksın. Çünkü biz sizi topraktan yarat­tık. İnsanların topraktan yaradılışı Adem'in yaradılışı içindedir. Veya insanlar, (daha önce de geçtiği gibi) topraktan meydana ge­len gıdaları alırlar. Her ne kadar beraberinde diğer elementler mevcut ise de toprak en fazlası olduğundan dolayı burada zikre­dilmiştir. Yani sizi mücmel olarak topraktan, bir yaradılışla ya­rattık. Sonra mufassal olarak sizi nutfeden (yani insan menisin­den) yarattık.» Nutfe, damlamak demek olan «nufer» kökünden gelmektedir. Ragıb «Nutfe, berrak su demektir. Aynı zamanda ki­şinin menisi mânâsında da kullanılmıştır» diyor.

Bazıları «insan azalarının çoğu kişinin suyundan halkedüdiği için iki sudan halkolması muhakkak olmakla beraber burada sa. dece erkek suyundan bahsedildi» demektedir. Fakat hakikat şudur ki nutfe, erkeğin suyuna denildiği gibi eşinin suyuna, da denilir. Ragıb'ın sözü burada nas değildir.

Bazıları «Nutfeden maksat Hz. Adem'in nutfesidir» dediyse de bu, uzak bir yorumdur.

«Sonra kan pıhtısından sizi yarattı», yani donmuş bir kan parçasından ki bu da meniden meydana, gelmektedir. «Sonra et parçasından sizi yarattık» ki bu da kan pıhtısından meydana gel­miş ettir.

Ayetin metnindeki «muhallekat», yaradılışı açığa çıkmış de­mektir. Yani öyle bir et parçası ki eli, gözü, kulağı, başı, ayaklan belirmiştir. Muhallaka olmayan, ana rahminde iken azalan çık­mamış, sureti daha oluşmamış demektir. Burada maksat, «mud-ğa»nm hâlini tafsildir. O evvela bir parça etti. Herhangi bir aza yoktu. Sonra peyderpey azalar belirdi.

Bazılan «muhallekat düz, eksiklik ve ayıptan uzak yaradılış demektir» demiştir. Yani onu ilk yaradılışında ayıpsız ve eksiksiz bir nutfe ile ayıplı ve eksik bir nutfeden yarattık. Buna bakılırsa insanoğlunun yaradılışında kullanılan nutfeler birbirinden farklı­dır. Bazılarının hilkati tamdır, bazılannın ise tam değildir ve ayıp­lıdır. İşte bu ayrılık, tabiidir. Meselâ insanın yaradılışı, sureti, uzunluğu-kısalığı, tamam veya eksikliği bu nutfeye tabidir.

Mücahid, Katade, ŞaTai, Ebu'l-Aliye ve İkrime şöyle rivayet etmişlerdir:   «Muhallaka nutfeden  maksat, hami müddeti tamam olan nutfedir ve ana karnında azaların peyderpey meydana gelme­sidir. Muhallaka olmayandan maksat ise bu durumları tamamla­mamış ve düşük demektir.» [5]

 

Ana Rahmindeki Ceninin Başından Geçecek Olan Her Hali Bilmek Allah'a Mahsustur

 

Teknik, ana rahmindeki çocuğun cinsiyetini belki tesbit ede­bilir. Fakat şaki mi said mi olduğunu, ecelinin, eserinin, nzkının ne olduğunu, hangi yerde öleceğini bilemez. Cenab-ı Hakk'ın bu ayetten maksadı şudur: İnsanlar tam veya düşük sıfatına sahip olan bu nutfenin cinsinden yaratılır. Yoksa onlar tam veya düşük bir nutfeden yaratılmış demek değildir. Zira düşük nutfeden ya­ratılmak tasavvur edilemez.

«Rahimlerde dilediğimiz kadar durdururuz» cümlesi hilkat­lerin tamam olduğu devrelerden geçtikten sonraki hallerim açık­lamak için sevkedilmiştir. Yani biz belli bir zamana kadar, yara­dılıştan sonra dilediğimizi anne rahminde durdururuz. Bu belli sure de vaz' zamanıdır. Onun en azı Hanefüer'e göre altı ay, en fazlası da. iki senedir. Şafiilere göre en fazlası dört senedir. O bel­li ecel tamam olduğu anda ve rahimlerde siz karar bulduktan son­ra, sizi oradan çocuk olduğunuz halde çıkarırız. Bunu kuvvet, akıl ve temyiz özelliklerinde kemâle ermeniz için yaparız. Kemâle erme zamanı onsekiz ile otuz yaş arasındaki devredir. Cenab-ı Hak bu ayetteki «Nukırru» île «Nuhricu» fiillerinin başına lam harfini ge­tirmedi. Fakat «Tebluğu» fiilinin başına lam harfini getirdi. Çün­kü ikrar ve ihraca nisbeten, buluğa ermek esastır. Zira teklif, bu­luğa erme zamanındadır. Yani insanı saadete ve şekavete götüren teklif, kişi buluğa erdikten sonra yapılır.

Bu ayette geçmekte olan «Nukırru» ile «Nuhricu» fiillerinde fiil, Allah'a isnad edilirken, burada muhataplara isnad edilmiştir. Zira kemal ve istiklâle uğrama hallerinin açıklanması burada daha uygundur.

«Summe litebluğu» cümlesinin başına «summenttin getirilme­si, buluğun, insanın kendisi için yaratılmış olan esas hedef oldu­ğuna delâlet eder. Nitekim Cenab-ı Hak «Ben cin ve insanı ancak bana ibadet etsinler diye yarattım» buyurmuştur.

«.İçinizden kimi Öldürülüyor» cümlesi rahimden çıkarılanların kısımlarını açıklamak için sevkedilmiştir. Bu cümlede buluğ ça­ğma varanın üstünlüğü de açıklanmaktadır ve «inşa»dzxı maksat buluğ haline gelen kişidir. Fakat onlardan kimi bu duruma her zaman varamaz, ölür. Kimi de bu durumu aşar, hakir olur. Yani, bu duruma varmazdan önce ölen olduğu gibi, ömrün en düşük dönemine varan da vardır. Bu dönemde kişi çocukluk zamanının benzerine varır. Öyle ki birçok ilimden sonra herhangi bir şeyi bilmez hâle gelir. Cenab-ı Hak burada yaşlı insamn ilminin azal­tıldığına ve hâlinin gün be gün eksilmesine işaret buyurmaktadır.

Ayetin metninde geçmekte olan «Hamideten» yanmış kül de­mektir. Yani; Ey insan! Yeryüzünü yanmış kül olmuş görürsün. Ayet metnindeki «ihtezzet» deprenmek demektir. «Rebet» ise neşvünema bulmaktır. Yani o yeryüzünün üzerine yağmuru yağ­dırdığımızda o yanık yeryüzü ihtizaza gelir, parçalarında hayati kuvveler belirir. Böylece bir ihtizazı hareket ile deprenir ve güzel her çiftten bitkiler bitirir.

Cenab-ı Hak bu ayeti kerime ile öldükten sonra haşn inkâr edenlere karşı, önce insanın yaradılış seyrini kısa ve veciz bir şe­kilde ifade ediyor. însanm nutfe (sperma) halinden başlayarak dünyaya gelişine kadar geçen devreleri anlatıyor. Bu oluşum ana­tomi ilmince de teyid edilerek ortaya konmuştur. Ayrıca Cenab-ı Hak haşn inkâr edenleri ikna etmek için her sene ölen ve yeniden dirilmekte olan ve görüp durduğumuz bitkilerin bu durumdaki inceliğine dikkati çekmiş, bunu takip eden ayette ise gerek insa­nın dünyaya gelişinin, gerekse her yıl kuruyup ölen yeryüzünün hep yeniden dirilmesinin sebebini şöyle ifade buyurmuştur: Bu, şu sebepledir ki Allah şüphesiz hakkın ta kendisidir. O, şüphesiz ölüyü diriltir ve o, şüphesiz her şeye kadirdir. [6]

 

Meal

 

6- İşte bütün bunlar (gösteriyor ki) Allah hakkın ta kendişidir. O, Ölüleri diriltir. O her şeye hakkıyla kadirdir.                        

7- Kopacağında şek ve şüphe olmayan Kıyamet saati mu hakkak gelecektir. Allah kabirlerdeki kimseleri diriltip kaldı raçaktır.                                                                                                                    

8- İnsanlardan öyleleri vardır ki ilim, rehber ve aydinlatıcı bir kitabı olmaksızın, Allah hakkında tartışır, durur.

9- (insanları)  Allah'ın yolundan   saptırmak için gururla

salınıp kasılarak (böyle yapar). Ona dünyada zillet vardır. Kıya met Günü'nde ise ona yakıcı azabı tattırırız.

10- (Ona:) «İşte bu senin iki elinin takdim ettikleridir. Hiç kuşkusuz Allah kullarına zulmedici değildir»  (denilir).

11- İnsanlardan kimi Allah'a sadece bir yönden ibadet eder. Eğer kendisine bir iyilik dokunursa  buna memnun  olur. Eğer bir musibet dokunursa  çehresi   değişiverir.   O dünyada da Ahi-ret'te de ziyana uğramıştır. İşte bu apaçık hüsranın ta kendisidir!

12- Allah'tan başka kendisine ne zararı dokunabüen, ne de yaran olan şeylere tapar. İşte bu uzak sapıklığın ta kendisidir

13- O, zararı yararından daha yakın olan şeye yalvarır. O  ne kötü bir yardımcı ve ne kötü bir yoldaştır

14- Kesinlikle Allah,  iman edip  salih  amellerde bulunan kimseleri  (gölgelikleri)  altından ırmaklar akan cennetlere dahil edecektir. Kuşkusuz ki Allah istediği şeyi yapandır.

15- Kim Allah'ın ona (peygambere) dünyada ve Ahiret'te yardım etmeyeceğini sanıyorsa, hiç durmaksızın göğe (tavana) bir sebeb (ip) uzatsın. Sonra ipi kessin ve baksın. Bakalım kur­duğu tuzak onun öfkesini giderebilecek mi? [7]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(6-7) «İşte bütün bunlar (gösteriyor ki)...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Ayetin başındaki ism-u işaret (zalike) insanoğlunun değişik şekillerde olan yaradılış safhalarına ve ölü toprağın yağmurla ihya edilişine işarettir. Bunun böyle olmasının nedeni de Allah'ın hak­kın ta kendisi olması ve ölüleri diriltmenin O'nun şanından bulun­masıdır. Her şeye güç yetirmek O'nun sıfatıdır. Kıyamet'in gelme­si muhakkaktır. Onda şek ve şüphe yoktur. Ve Allah kabirlerde bulunanları haşre gönderecektir. îşte bütün bu cümleler, işaret edilen hususlardır.

Hak'tan maksat, subutu kesinlikle tahakkuk eden sabit zat demektir. Yoksa burada mutlak subut kastedilmemektedir. Yani daha önce bahsedilen harikulade işler Cenab-ı Hakk'ın zat, sıfat ve fiillerinde hakkın ta kendisi olması nedeniyle varolmuştur.

«Ölüleri diriltir»; yani ölüleri diriltmek onun sarımdandır, Ce­nab-ı Hak başlangıçta da, iade ederken de ölüleri diriltmeye kadir­dir.

«Allah her şeye güç yetirir, her şeye kadirdir» cümlesinin mâ­nâsı kudretinin sonsuz olmasıdır. Eğer öyle olmasaydı Cenab-ı Hak bu varolan şeyleri nasıl meydana getirecekti? «Cenab-ı Hak her şeye, kadirdir» cümlesinin kapsamına giren «ölülerin diriltilmesi» ayrıca ifade edilmiştir. Bu peygamber ile onu yalanlayanla­rın arasındaki münazara konusunun açıkça «ölülerin diriltilmesi» olduğunun ifade edilmesi içindir.

«Kesinlikle Allah ölüleri diriltir» cümlesinin «Allah her şeye güç yetirim cümlesinden Önce zikredilmesinin nedeni, onun mü­him bir konu olduğunu ortaya koymaktır.

«Kesinlikle o saat gelicidir» cümlesindeki «saat» kelimesi Ku yamet'ten ibarettir. Bu Kıyamet, insanların haşr-u neşrini kapsa­maktadır.

(8) «İnsanlardan öyleleri vardır ki...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetteki «ilim»den maksat zaruri ilimdir. Hidayetten mak­sat da doğru bir düşünce ile insanı bilgiye götüren istidlaldir. «Ki-tab-ı münirnden maksat, hakkı ortaya çıkaran vahydir.

Yani Cenab-ı Hakk'in sânı konusunda herhangi bir zaruri mu­kaddimeye yapışmaksızın, herhangi bir hüccet getirmeksizin, her­hangi bir sem'i burhana sahip olmaksızın mücadele ederler.

(9-10) «(İnsanları) Allah'ın yolundan...»Bu Ayetlerin Tefsiri

«Gururla sallanıp kasılarak}) mânasını ifade eden tabir imanı kabul etmemekten kinayedir. îbn Abbas bunu «gururlandığı halde» mânâsına almıştır. Dahhak «Burnu havaya kaldırır», İbn Güreye ise «Haktan yüz çevirir» mânâsına almışlardır. Fakat bütün bu mâ­nâlardan maksat hakkı kabul etmemektir.

«Yudillu» fiilinin başında gelen «lam», «mücadele eden» mâ­nâsım ifade eden «yucadilu» fiiline bağlıdır. Aynı zamanda cedel-leşmenin nedenini açıklamaktadır. Yani onun. cedelleşmeden ga­yesi, kendi itiraf etmese dahi Allah'ın yolundan saptırmaktır. Bu «saptırma», hidayetten dalâlete çıkarmak mânâsına alınırsa O'nun hidayet ettiği müminler veya bütün insanlar olur. Bu takdirde, o insanların hiçbiri yokmuş da sadece müminler varmış gibi gözü­kür. Fakat dalâlet üzerinde iyice yerleştirmek veya sapıklığa sa­pıklık katmak mânâsına alınırsa, mücadele edilenler kâfirlerdir. «Onun için dünyada rezil olmak vardır» cümlesi böyle bir müca­delecinin neticesini açıklamak içindir. Yani dünyada yaptığından dolayı onun için zillet ve rezillik vardır.

Eğer «Bu mücadeleci»den maksat Nadr bin Hars veya Ebu Cehil ise, bu rezalet sözüyle Bedir Günü'nde onların başına gelen­ler kastedilmektedir. Mânâyı genelleştirenlere göre bu rezalet, müslümanlarm onların aleyhinde konuşmaları ve onları deliller getirmek suretiyle susturmalarıdır. Tabii bu da haşrde olur.

«Yakıcı azap»t&n maksat, çokça yakan ateştir. Azabın yakıcı­lığa izafe edilmesi müsebbebin sebebe izafe edilmesi gibidir. Za­ten azabın nedeni yakmaktır.

Bazı müfessirle.r «Harik kelimesi cehennem tabakalarından biridir» demişlerdir. Kıyamet Günü'nde ateşe girdiğinde ona «Bu azap senin dünyada yapmış olduğun günahlar ve küfründen ileri geliyor» denilecektir. Burada «iki el» mânâsına gelen «Yedake» kelimesi insanın bütünü yerine kullanılmıştır.   Çünkü   günahlar

umumiyetle elle işlenir. Nitekim   başkasına   saldırmak da elle olur.

Ayetin metninde geçmekte olan ve mübalâğa Üe çokça zul­meden mânâsım taşıyan «zallam» kelimesi burada «Abîd» kelime­sine binaen çoğul getirümiştir. Yani kullar çok olduğundan azapta çok olur. Cenab-ı Hak herhangi bir azapla (az bir azap olsa da­hi), kullara zulm olsun diye azap etmez.

(11) «insanlardan kimi Allah'a sadece...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet günahkârların hâlini sergileyen bir ayettir. Yani gü­nahkârlardan bazıları vardır ki dinin bir ucunda dururlar, o şe­kilde Allah'a, sebatsız bir vaziyette taparlar. Tıpkı savaşan ordu­nun yanında duran, eğer muzaffer olacağını hissederse onlara ka­tılan, eğer mağlûp olacağını hissederse kaçan bir kimse gibi.

Ayette geçmekte olan «Haytadan maksat dünyevî hayrdır. Ya­ni müreffeh ve afiyet içerisinde yaşamak, çocuk sahibi olmak gibi hayırlar kendisine verildiği zaman zahirde ibadetine devam eder. Gerçekte ise iman etmemiş, inanmamış bir durumdadır. Fitneden maksat hoşuna gitmeyen, şahsında, ailesinde veya malında ortaya çıkan nahoş şeylerdir. Yani ona bir belâ isabet ederse yüzüstü dö­ner ve dinden çıkar, gider.

Bazıları «yüzüstü döner ifadesinden maksat hezimete uğram, bazıları da «sarsıntılı bir hayatın içerisine girer» demişlerdir. Yani dininden irtidad edip küfre doğru gider.

«Dünya ve Ahiret'te zarar etme» onun dünyada herhangi bir övünmesi bahis konusu olmadığı gibi Ahiret'te de ona sevap ve­rilmeyecek mânâsına gelmektedir.

(12  «Allah'tan başka kendisine ne...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet, münafıkların bazı çirkinliklerim sergileyen^ bir ayet-i celiledir. Bazı tefsir alimleri «O zararın büyüklüğünü açıklamak için gelen bir ara cümlesidir» demişlerdir. Bu ayetteki «Duaaâan maksat ibadettir. Yani onlar Allah'a ibadeti bırakıp, kendisine iba­det edilmediği takdirde zarar veremeyen, kendisine ibadet edil­diği takdirde de yarar sağlamayan putların ibadetine yöneldiler. Buradaki dua, çağrı ve nida mânâsına da olabilir. Yani başına ge­len fitneden kurtulmak için ruhsuz, hayatsız, cemadatı çağırır. Oysa bu cemadat ona ne zarar verir, ne de yarar getirir.

(13) «O zararı, yararından daha...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet o kişinin ibadetinin ve Allah'tan başkasına tapması­nın sonucunu açıklayan bir ayettir. Böylece bu ayet bu kişinin haktan, hidayetten çok uzak bir sapıklık içerisinde olduğunu ifa­de etmektedir. «Mevlâ» kelimesi yardımcı, «Aşiyr» kelimesi ise kendisiyle muaşeret kurulan kişi demektir.

«O zararı yararından daha yakın olanı çağırır» cümlesinden maksat, zararı yararından daha az olan (yani Ahiret'te zararı ya­rarından daha eksik olan) bir putu çağırmasıdır. O puta tapmak suretiyle cehenneme giren bir kimse ondan hiçbir yarar görmez. Cenab-ı Hak «Onun zarar lyararından daha yakındır» tabirini ke­lâmın yüceltilmesi için kullanmıştır. Onlar putlara «Kıyamet'te şefaatçi olacaklardır» diye taparlar. Nitekim Cenab-ı Hak başka bir ayette; «Allah'ı bırakıp kendilerine zarar ve yarar vermeyene taparlar» ve «Bu tapılan mabudlar Allah katında bize şefaatçidir derler». Başka bir ayette de «Biz bunlara bizi yakınlık yönünden Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz derler» buyurmuştur.

Ferra «Lemen» kelimesinin başındaki «lam» harfini esre ile, yani «limen» olarak okumuştur. Yani o, zararı yararından daha yakın olana davet ediyor. Burada lam, «ilâ» mânâsına gelmiştir.

(14) «Kesinlikle Allah, iman edip...» Bu Ayetin Tefsiri

Cenab-ı Hak daha önce müşriklerin, münafıkların ve şeytan­ların hâlini zikrettiği için, bu ayette de müminlerin Ahiret'teki hâl­lerini zikretmeye başlamıştır.

«Allah dilediğini yapar» ifadesinin mânâsı, dilediği kuluna se­vap verir, dilediğini de azaba duçar eder demektir. Öyleyse mü­minler için Allah'ın sadık ve doğru olan vaadine binaen cennet vardır; kâfirler için de Allah'ın adaletinden Ötürü cehennem var­dır. Yoksa kulun fiili Allah'ın fiiline neden olmaz.

(15)    «Kim Allah'ın ona (peygambere)..,» Bu Ayetin Tefsiri

Ayet genel olarak şu mânâyı ifade ediyor: Kim «Allah, Mu-hammed'e hiçbir zaman yardvm etmez» zannmda bulunursa ve «Cenab-ı Hak, Muhammed'e vermiş olduğu yardımı kesmeye ha, zırlanıyor» tarzında bir yorum yaparsa, o kendini göklere götü-recek bir hilenin peşinde koşuyor demektir. Bunu sağladıktan son-ra, Hz. Muhammed'e Allah tarafından yapılan yardımı kessin ve hilesinin öfkesini giderip gideremeyeceğine dikkat etsin. (Yani hi. ipsi böyle bir şey yapmaya elverişli olmadığına göre, o yardımın . kesilmesine de muvaffak olamaz).

İbn Abbas «Ona Allah yardım eder» cümlesindeki ona zamiri­nin Hz. Muhammed'e raci olduğunu söyler. Her ne kadar Hz. Mu-hammed'in bahsi geçmemiş ise de kelâmın tamamı buna delâlet eder. Çünkü iman, Allah'a, Hz. Muhammed'e olan imandır. Din­den dönmek de Hz. Muhammed'in getirdiği dinden dönmektir.

Hz. Muhammed'e düşmanlık yapanlardan ve şüphe içerisinde Allah'a inananlardan, bizim Muhammed'e yardım etmeyeceğimizi sanan kimse o vakit böyle bir yardımı kessin.

İbn Abbas'in diğer bir rivayetine göre bu zamir «men» keli­mesine raci olur. Yani kim Allah'ın kendisine rızık vermeyeceği zanmna kapılmış ise o kendisini boğmak ve nefsim öldürmek su­retiyle kendisini ortadan kaldırsın. Çünkü Allah'ın yardımından boş olan bir hayatta hayır yoktur.

«Yardım» ile tefsir ettiğimiz «Nasr» kelimesi bu yoruma bi­naen rızık mânâsını taşır. Zira «Nasr» Arapça'da rızık mânâsında kullanılmaktadır.

îbn Cüreyc, Mücahid'den şunları rivayet eder: «Kim Allah kendisine rızık vermez zanmna sahipse o bir ip ile göklere çıkmaya kalkışsın.» (Bu yorum Ebu Ubeyde'nin yorumudur). Bazı yorum­culara göre zamir, dine raci olur. O zaman ayetin mânâsı «Kim Al­lah'ın dinine yardım etmeyeceği kanaatini taşıyorsa o, bir iple göklere çıksın.»

Ayetin metnindeki «sebeb» kelimesi herhangi bir hedefe var­mak için kullanılan vasıtalardır ki onlardan biri de iptir.

Bazı yorumcular «Buradaki 'sema'dan maksat, evin tavanu dır» derken, İbn Zeyd «Bilinen gök demektir» demiştir.

Bazı müfessirlere göre «Ma» edatı ellezî mânâsını ifade eder. Yani onun hilesi kendisini Öfkelendireni giderdi. Bazıları da «Bu kelime mastar mânâsını ifade eder» kanaatindedir. Yani onun hilesi Öfkesini giderdi mi? [8]

 

Meal

 

16- İşte böylece biz onu  (Kur'an'ı)  hep açık seçik ayetler olarak indirdik. Kuşkusuz ki Allah dilediğine hidayet eder.

17- Gerçek şu ki müminler, Yahudiler, Sabiiler, Hıristiyan­lar, Mecusiler ve müşrikler arasında Allah,  Kıyamet Günü on­ların arasında  (hak ve bâtılı) ayırarak  (hüküm)  verecektir. Al­lah her şeye şahiddir.

18- GÖrmezmisin ki göklerde ve yerde bulunan bütün var­lıklar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insan­lardan birçoğu Allah'a secde etmektedir.   (İnsanlardan)  birçoğu da (Allah'a kulluktan kaçındıkları için) azaba müstehak olmuş­lardır. Allah kimi (hakir ve) zelil ederse, artık ona ikramda bu­lunacak kimse yoktur. Kuşkusuz ki Allah dilediğini yapar.

19- Şu iki grup  (müminler ile kâfirler)  Rahlen hakkında tartışmaktadırlar. Küfre sapanlar için ateşten elbiseler hazırlan­mıştır. Başları üzerine kaynar sular dökülecektir.

20- Bununla karınlarının içindeki (organlar) ve derileri eri-tilecektir.

21- Bir de onlar için demirden kamçılar vardır.

22- Onlar üzüntülerinden dolayı oradan çıkmak istedikçe, oraya geri çevrilirler ve onlara «yakıcı ateşin azabını tadın» de­nilir.

23- Kuşkusuz ki Allah iman edip salih amellerde bulunan­ları  (gölgelikler)  altından ırmaklar akan cennetlere sokar. On­lar orada inci ve altın bileziklerle süslenirler. Orada elbiseleri ipek olacaktır. [9]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(16) «İşte böylece biz onu...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin başındaki ismi işaret, daha önce geçen ve hikmetleri kapsayan ayetlerin inişine işaret etmektedir. Yani onları beliğ hikmetleri kapsadığı halde indirdiğimiz gibi Kur'an'm tamamını da indirdik. «Açık ayetten maksat, açıkça mânâlanna delâlet eden ayetler demektir.

Ayru zamanda daha önce geçen ayetlerin indirilmesi de bu ibarede kastedilmiş olabilir. Hangi tevil olursa olsun bu ayet Kur-an'ın bütün konularda tam bir açıklık getirdiğine işaret etmekte­dir. Kur'an'm açıklık getirmesi sadece haşr konusunda değil, bü­tün konulardadır.

Cenab-ı Hak dilediğini hidayet üzerinde bırakır. Veya hida­yette olanın hidayetini artırır veya onu orada sebat sahibi kılar.

Mümkündür ki bu cümle daha önce {(indirdik» mânâsına ge­len «enzelnahu» fiilinin mef ulu üzerine atfedilsin. Yani biz, «Allah dilediğini hidayet eder» hükmünü de indirdik. sâbiîn, yahudi, hıristiyan, mecüsi ve müşrikler

(17) «Gerçek şu ki müminler, Yahudiler...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetteki   «Sabiin»   kelimesi, îbn Cüreyc'in Katade'den ri­vayet ettiğine göre meleklere tapan bir kavimdir. Onlar Kıbie'ye yönelir, Zebur okur, meleklere taparlardı. Kamus'ta «Sabii'ler Hz. Nuh'un dini üzerinde olduklarını iddia ederler. Kıbleleri günün or­tasında şimal rüzgârının estiği yöndüm denilmektedir. Şehristani «El Milel ve'n-Nihal»   adlı kitabında Sabii'lerin Hz. İbrahim'in di­ni üzerinde olduklarını söylemektedir. Sabii'lerin iddiasına göre, Allah'ı bilmek, taatini, emrini ve ahkâmını bilmek hususunda in­san ruhani elçilere muhtaçtır, cismani elçilere değil. Yani bunlar cismani elçileri kabul etmemek suretiyle peygamberlik müessese­sini kabul etmemekte, ona inanmamaktadırlar. Bunların mezhep­leri mhaniyet üzerinde taassub gösterme noktası üzerinde bina edilmiştir. Ruhaniyeti çokça tazim ederler. Onlar için kurban ke­serler. Onların hakikatlerine yaklaşma imkânından mahrum olduk­ları  ve  onların zatlarıyla  mülâki  olmaları  mümkün  olmadığı için onlardan bir grub   ruhanilerin   heykellerine   yönelmişlerdir. Heykellerini yaptıkları ruhaniler, yedi seyyare veya bir kısım sa­bit yıldızlarıdır. Rum diyarındaki Sabii'ler seyyare olan yedi yıl­dıza, Hindistan'daki Sabii'ler de sabit olan yıldızlara tapınışlardır, pirinci gruba «yıldıza tapanlar», ikincisine «Puta tapanlar» deni­lir. Hz. İbrahim bu iki grubu da delillerle susturmuştur.

Başka bir yerde Şehristani şöyle diyor: «Sabiin grubunun çı­kışı Fars krallarından Temus'un zamanına tesadüf eder ve «Sa-bia» kelimesi Arapça'dır. Bir dinden çıkarak başka bir dine geçen insan demektir.

Mecusilere gelince, onlar da Katade'nin rivayetine göre güne­şe, aya ve ateşe tapanlardır. Bazıları «sadece güneş ve aya tapan­lar demektir», bazüari da «sadece ateşe tapan kimselerdir» demiş. lerdir. Bazı rivayetlerde «Hıristiyanlardan ayrılan bir gruptur. Ay. rıldilar ve kıl elbiseler giydiler» şeklinde tarif edilmişlerdir. Bazı­larına göre «Hıristiyan ve Yahudi dininden birşeyler alıp karma bir din meydâna getiren kimselerdir. Âlemin iki aslı vardır. Birisi nur, diğeri zulmettir, derler.» Bu mecusi grubu birçok gruba ay­rılır. Onlar Yahudi ve Hıristiyanlar'dan önce de mevcut idiler. On-lar Sabiiler'in ilâhî sistemlerle ilgili fikirlerinin tam aksini savu­nurlardı.

«Şirk koşanlamâsai maksat puta tapanlardır. Allah'tan başka puta, meleğe, yıldıza, Hz. İsa'ya, Hz. Uzeyr'e veya başkalarına ta­pan herkese müşrik denilir.

«Fasl Günümden maksat, hüküm günüdür. Cenab-i Hak mü­minler ile bu beş grup arasında hükmedecektir. Bu beş grup kü­für üzerinde ittifak halindedirler. Allah, Kıyamet Günü'nde hak sahibini bâtıl sahibinden ayirdedecek şekilde ortaya koyacak ve her gruba, neyi haketmişlerse onu verecektir. Müminlere sevap, di­ğer fırkalara da ceza verecektir. Bazıları da «Fasl gününden mak­sat, altı grubun arasım ayıran hüküm demektir» demişlerdir. Al­lah bu altı gruba da aynı mükâfatı veya aynı cezayı vermez. Mü­minlere lâyık olduğu karşılığı verir, Yahudiler'e lâyık oldukları karşılığı verir. Böylece herkese lâyık olduklarını verir. Onları bir tek yerde toplamaz. Müminleri cennete, diğer grupları da cehen­nemin çeşitli tabakalarına gönderir.

(18) «Görmez misin ki göklerde, yerde...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet bahsi geçen   grupların   amellerinin   gerektirdiğinin açıklamasıyla beraber keyfiyetlerini de beyan etmektedir. Bu key­fiyet ancak azap veya sevap vermek, ikramda bulunmak veya re-K|    zil etmek suretiyle tahakkuk eder.

Ayetin metnindeki «görmek», «bilmek» anlamındadır ve hi­tap başta Hz. Muhammed (s.a.) olmak üzere buna akıl erdirebile­cek herkesedir. [10]

 

Her Şeyin Allah'a Secde Etmesi ,

 

«Secdemden maksat, eşyanın Allah'a musahhar olması ve onun iradesinin altında bulunmasıdır. Ragıb, Müfredat'ında «Secde esa­sen tezellül etmektir. Fakat burada Allah'a ve ona İbadette tezellül kastedilmiştir» diyor. Tezellül mânâsındaki secde hem insanlarda, hem hayvanlarda hem de cansızlarda vardır. Şöyle ki, secde iki kısımdır: Birincisi, secde edenin ihtiyarıyla olur. Bu insanlara ait­tir. İnsanlar bununla sevaba müstehak olurlar. İkincisi, teshir yoluyla olan secdedir ki insan, hayvan ve bitkilerin hepsi buna dahildir. İbn Kemal «Secdenin hakikati başı yere koymaktır» der. Allame İhsanı, «Secdenin hakikati alnı yere koymaktır, başı değil. Nitekim başın ters yönünü yere koyarsanız secde sayılmaz» diyor. Secde burada eşyanın lisan-ı hal ile zelil olduklarını, Allah'a muh­taç bulunduklarını ilân etmekten kinaye de olabilir.

Ayetin metnindeki «men» kelimesi akıllılara mahsustur veya hem onları hem de akılı olmayanları tağlib yoluyla kapsamakta­dır. Bu ikinci yorum makama en münasip olanıdır. Çünkü bu ma­kam, hükmün yer ve gökte karar kılmış veya onların bir parçası olmak bakımından bulunan her şeyi kapsamaktadır. Güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, bilinen hayvanlar yer ile gökte bulunan, îann fertleridir. Bunlar meşhur oldukları için aynca zikretmiş­tir. Zira ilk bakışta bunların secde etmesi uzak bir ihtimal gibi görünür. Veya bu sayılanlara tapanlar olduğu için «Bunlar da Al­lah'a secde ediyor» demek suretiyle o tapanları uyarmak istemiş­tir. Meselâ Himyer kabilesi güneşe, Kinane'ler aya tapıyorlardı. Temim kabilesi de «Debran» isimli yıldıza tapmaktaydı. Eş-Şi'ra yıldızına Lahm ve Kureyşliler, es-Süreyya'ya Tay kabilesi, Tank adlı yıldıza da Esed kabilesi tapıyordu. Merzum'e Rabia kabilesi tapıyordu. Arapların çoğu dağlardaki şeylerden kesilip yapılan putlara da tapmaktaydı. Gatafan El-Uzza'ya ve insanların bir kıs­mı da sığırlara taparlardı. İnsanlardan çoğu da Allah'a secde edi­yorlardı. Tabu bu, bilinen ve taat için yapılan secde demektir.

İnsanların birçoğunun üzerinde azap sabit olmuştur. Ayetin metninde!:! «Hakk» kelimesi sabit olmuş, takarrür etmiş demek­tir.

«Kimi de Allah hor bırakırsa»; yani zatında hazırlanan ser­den ötürü şekavet ehli kılarsa, artık o insanı saadete erdirecek kimse bulunamaz. Kuşkusuz ki Allah dilediğini yapar.

(19-20) «Şu iki grup (müminler ile kâfirler)...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Ayetin «Rableri hakkında tartışmaktadırlar» cümlesi iki tara­fın nerede, hangi noktada mücadele ettiklerini belirtmektedir. Bu iki gruptan maksat, müslümanlar ile onların karşıtı olan şu beş gruptur: Yahudiler, Hıristiyanlar, Sabiiler, Mecusiler ve müşrik­ler.

İbn Abbâs, Mücahid, Ata bin Ebi Rebah, Hasan Basrî, Asım ve Kelbî'den bu tefsiri teyid edici rivayetler gelmiştir. Bu yorum daha önceki «ayırmanızın müslümanlar ile onların karşısındaki beş kâfir grup arasında olduğunu tayin etmektedir. [11]

 

Grupların Allah Katında Mücadelesi

 

Onların Rableri hakkındaki tartışmalarından maksat, Allah'ın şanı hakkındaki tartışmalarıdır. Bazı müfessirler «Allah'ın dinin­deki mücadeleleridir»t bazıları da «Allah'ın zat ve sıfatları hakkın­daki mücadeleleridir» demişlerdir.

Bunların bir yere gelip de mücadele etmeleri gerekmez. Çün­kü her grup inancının hak, karşısındakilerin fikirlerinin de bâtıl olduğuna inanmıştır. Sözlerini, fiillerini bu inanç üzerine bina eder. Böylece iki grup arasında kendiliğinden bir husumet meydana gelir. Yani mutlaka biraraya gelerek husumet etmeleri gerekmez.

Ayetin Yahudilere tahsisi noktasında itiraz edilmiştir. Çünkü kelâm sadece Yahudiler için değil, Hıristiyanlar, Sabiiler, müşrik­ler ve ateşe tapanlar için de sarfedilmiştir.

«Kâfirlere ateşten elbiseler ^içilecektir» ifadesinin mânâsı «hazırlanmıştır» demektir. Cenab-ı Hak burada mazi sigasım kul­lanıyor. Çünkü onlar için ateşten elbiseler hazırlanmıştır. Bu, «Sûr'a üfürüldü» kabilinden değildir. Yani muhakkak «olacak» bir şeyi «olmuş gibi» göstermek şeklinde değildir.

Said bin Cübeyr'den rivayet edildiğine göre, bu elbiseler eri­tilmiş bakırdandır. Çünkü ateşte kızdırılan hiçbir şey bakırdan daha hararetli olmaz (yani elbiseleri ateşin kendisinden değil, ate­şe benzer şeylerdendir). Bu elbiseler onların kisvesi olur. Bu ne çirkin bir kisvedir!

Ayetin metninde geçmekte olan «Hamim» kelimesi, harareti son derece yüksek olan sıcak su demektir. İbn Abbas'tan gelen bir rivayette şöyle denilmiştir: «Eğer Hamîm'den bir damla yere, dağ-ların üzerine düşse onlan eritir.» Yani son derece sıcaktır.

İbn Cübeyr, hamimi eritilmiş bakırla tefsir etmiştir.

20. ayetin metnindeki «Yusheru» fiili «eritmek» mânâsına ge­len «sehr» kökünden gelir.

Ayetin son kelimesi olan «el-Culûd», mukadder bir fiilin fai­lidir. Yani o derileri de yakıyor. Zira deriler eritilmez. Ancak de­riler ateşle büzülür.

(21-22) «Bir de onlar için demirden..,)} Bu Ayetlerin Tefsin

Bu ayetteki zamir «zebani»\ere değil kâfirlere racidir. «Lâm», istihfaf (hafifsemek, küçük görmek) manasınadır. Yani onlar de­mirden yapılmış tokmaklarla dövülmeyi haketmişlerdir. Lâm, ta'lil mânâsını da ifade eder. Yani onların azabı için demirden ya­pılmış çekiçler vardır.

Ayetin metnindeki «Mekamı'n kelimesi «mekmea'»nm çoğu­ludur. Bu kelimenin hakiki mânâsı «alıkoymakta kullanılan şey» dir. Dahhak ve Cemaa bu kelimeleri tokmaklar ve çekiçler şek­linde tefsir etmişlerdir. Bazıları «kamçılar»la açıklamışlardır.

Cehennemin alevleri onlara vurup üste çıkardıkça, onlar tek­rar cehennemin derinliklerine gönderilirler. Zira cehennemden çı­kış yoktur. «Onlar oradan çıkıcı değildirler» ayetiyle de kâfirler için cehennemden çıkış olmadığına dair delil getirilmiştir.

Bazıları «Onlar cehennemden çıkmayı istedikçe çıkarlar, fakat tekrar cehenneme atılırlar demektir» diyor. Bazıları «Çıkış ce­hennemden değil orada azap için hazırlanan hücrelerdendir» der. Yani cehennemliklerden birisi ateşte kendisine hazırlanan hücre­den çıkıp başka bir mekâna gitmek istediğinde o hücreden çıkar fakat tekrar oraya döndürülür. îşte bu geri getirme o demirden yapılmış tokmaklarla, zebanilerin onları dövmesiyle gerçekle­şir.

«Ve onlara yakıcı ateşin azabını tadın» denilir.

(23) «Kuşkusuz ki Allah, iman edip...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet müslümanlann hallerinin güzelliğini açıklamaktadır. Kâfirlerin kötü halleri açıklandıktan sonra bu fasla geçilmiştir ki müslümanlarla kâfirlerin hali arasında tam manâsıyla bir ay­rılık olduğu sergilenmiş olsun.

Müslümanlara orada altından yapılmış bilezikler takılır. Me­lekler Allah'ın emriyle o bilezikleri kendilerine takarlar. Aynı za­manda onlara inciler de takılır., Cenab-ı Hak elbiselerin zaruri olup beyandan müstağni olduklarını ispat için «orada onların elbiseleri ipektir» demiş, «onlar orada ipekli giyerler» veya «onlara giydirU lir» tabirini kullanmamıştır. Çünkü çıplak kalmaları mümkün de­ğildir.

Ayetin zahirinden bu hükmün bütün cennet ehli hakkında ge­çerli olduğu anlaşılmaktadır. Yani cennete giren herkes istediği ipekli elbiseyi giyecektir. Bazıları «Bu, çokluk nazarı itibara alı­narak böyledir» demişlerdir. [12]

 

İpekli Giymek

 

«Dünyada ipekli giyenler Ahiret'te giyemezler» hadisi Müslim ve Buhari'de İbn Ömer tarikiyle merfu olarak yer almaktadır. Aye­tin zahirinden ipekli kullanmanın erkekler için haram olduğu anlaşılıyor. Ancak istisnai yerlerde kullanabilirler. «İpek niçin ha­ram olsun?» şeklinde itirazda bulunarak bu dini emre karşı gelen kimse dinin dışına çıkmış olur. Zira Allah için neden yoktur. [13]

 

Meal

 

24- Onlar  (müminler)  sözün en doğrusuna yöneltilmişler­dir. Ve yine onlar el-IIamid (olan Allah) in yoluna iletilmişlerdir.

25- Kuşkusuz ki kâfir olanlar,  (insanları)  Allah yolundan ve yanında mukim olanlarla, dışarıdan gelenler için müsavi olan (kıble kıldığımız)   Mescid-i  Haram'ı   (ziyaret  etmekten)   mene-denlerin ve orada zulm ile ilhada sapan kimselerin hepsine elim bir azabı tattırırız!

26- (Zikret o zamanı) ki İbrahim'e Beyt'in (Kabe'nin) ye­rini göstermiştik.  (Ona): «Bana hiç bir şeyi ortak kılma. Tavaf edenler,  ayakta ibadet edenler,  rükû  ve  secdeye  varanlar için evimi temiz tut»  (diye vahyetmiştik).

27- «İnsanlar arasında haccı ilân et ki yaya olarak, (ve­ya) yorgun develer üzerinde sana gelsinler. Onlar her uzak yol­dan gelirler.»

28- «Böylece  kendilerine  menfaat  temin   eden  hususlarda hazır bulunsunlar. Dört ayaklı (kurbanlık)  hayvanlardan dolayı belli günlerde Allah'ın ismini zikretsinler. O hayvanların etinden yeyin ve ihtiyaç içindeki fakirlere de yedirin.»

29- «Sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsin­ler ve Eski Ev'i (Kabe'yi)  tavaf etsinler!»

30- İşte  (haccın amelleri) bunlardır. Kim Allah'ın emir ve yasaklannı gözetirse, bu Rabbinin katında kendisi için daha ha­yırlıdır. Size okunanların dışında kalan hayvanlar size helâl kı­lındı.  O halde pislikten, putlardan  kaçının ve yalan sözden de sakının! [14]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(24) «Onlar (müminler) sözün en...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetteki «Doğru (güzel) söz»den maksat, Zümer Suresi' nin 74. ayetidir. «Dediler ki: Bize olan vaadinde sadık kalan ve bizi bu yere mirasçı kılan Allah'a hamdolsun ki cennette dilediğimiz yerde konaklayabiliriz. Salih amellerde bulunanların ecri ne güzel­dim. Bu, İbn Abbas'tan gelen bir yorumdur.

Bazı müfessirler «Bu hiuayet dünyadadır. O güzel söz de Lâ ilâheillallah'tır» demişlerdir.

Süddi «Bu sözden maksat, Kur'an'dır» derken, Maverdi «Emr-i bilmaruf ve nehy-i anilmunker kastedilmektedir» demiştir.

Övülen «sıratyohdan. maksat, ya cennet veya İslâm dinidir. Bazıları «El-Hamid kelimesi ile cennet, sırat kelimesiyle de İslâm kastedilmiştir» demişlerdir.

Alusi; «Benim görüşüme göre bu sözü cennete girdikten son­ra söylerler ve bu söz Fatır Suresi'nin 33. ayetidir» demiştir. Fatır Suresi'nin 33. ayetinde şöyle denilmektedir; «Adn cennetleri, ora­ya girenler orada altın bilezikler ve inciler takınırlar. Orada giysi­leri de ipektir». Kur'an'ın ayetleri burada birbirini tefsir etmek­tedir.

«Güzel yolad&n maksat, cennet ehli arasında cereyan eden gü-zel söz ve fiillerdir.

(25) «Kuşkusuz ki kâfir olanlar..,» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet kâfirlerden bir sınıf için ilâhi bir tehdid teşkil etmek­tedir. Bu ayette geçen «Keferu» mazi fiili üzerine «Yesuddune» fiili atfedilmiştir. Çünkü burada hal ve istikbal zamanı kastedil-memektedir. Burada daimi bir şekilde, insanları Allah yolundan alıkoymaya çalışmak kastedilmiştir. Veya burada mazi mânâsını ifade eder. Ancak o mazinin dehşetini gözler önüne sermek için Allah Teâlâ şimdiki zaman kipini kullanıyor.

Ayet, îbn Abbas'tan gelen rivayete göre Ebu Süfyan bin Harb ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar Hz. Peygam-gl ber ile arkadaşlarını Hudeybiye senesinde Mescid-i Haram'a gir­mekten menetmişlerdi. Rasûl-ü Ekrem de onlarla savaşmayı hoş görmedi. Zaten umre ihramını bağlamıştı. Sonra Rasûlullah ile on­lar arasında bir sonraki sene umreye gelme izni kayda bağlanmak

suretiyle barış oldu. Hanefiler «Mescid-i Haram'dan maksat Mek­ke'dir» demişlerdir. Çünkü Cenab-ı Hak «Biz onu orada ikamet edenlerle hacca gelenler arasında müsavi yaptık» diyor. İkamet mescidin kendisinde değil elbette Mekke'nin evlerinde olur.

«EUİlhad» manevi istikametten ayrılmak demektir. Bazı kim-

seler ise «Ilhaddan maksat şirktir» kanaatindedirler. Fakat Ebu Muleyke bu tefsiri kabul etmemiştir.

Abd bin Umeyd'den gelen rivayete göre bu ayetin tefsiri ken­disine sorulduğunda şu cevabı vermiştir: «İlhadın günahkârlar ol­duğunda bizim şek ve şüphemiz yoktur. Ta ki Basra ehlinden bazı  kimseler Küfe ehlinden bazı kimselerin yanına gelerek «İlhad şirktir» diye iddia edinceye kadar». Abd b. Humeyd ilhadın önceleri şirk olmadığını savunmuştur.

Ebu Davud, Yahya bin Umeyye'den o da Allah'ın Rasûlü'nden şöyle rivayet ediyor: «Harem'de (yani Harem hududlan dahilinde) gıda maddelerini stok etmek orada ilhad yapmak demektir.»

Bazılarına göre «ilhad, hareme ihramsız girmektir.» (Bu yo­rum Ata'ya nisbet edilmiştir).

«Kim bunu yaparsa ona elem verici bir azabı tattırırız» cüm­lesi «mencin cevabıdır. Ve ister kötülük yapılsın, ister yapılma­sın, burada kötülüğü irade etmenin azabı gerektirdiği anlaşılıyor. Yani insav. sadece kötülüğü bilfiil yapmak sebebiyle muaheze edil­diği gibi Harem hududlan dahilinde kötülüğü yapmaya'niyetten dolayı da muaheze edilir. (Bu, İbn Mesud, İkrime ve Ebu Haccac' in görüşüdür). El-Haffaci, «Fiille beraber olan iradeden ötürü teh' diîd olur. Fakat sadece iradeden ötürü de ceza vardır» şeklinde* ki ifade, Harem dahilinde işlenen günahların derecesinin daha faz­la olduğuna işarettir. Üstelik mutlak ifade, infaz edilmesi istenen irade insanı mesul eder. Fakat böyle bir irade büyük günahlardan değildir.

îmam Malik, «Mekke'de yerleşmek, orada Kabe'ye komşu ol­mak mekruhtur» demiştir. Mücahid «Mekke'de işlenen günah kat­merli olur. Nitekim orada işlenen sevapların da katmerli olduğu gibi» demiştir. [15]

 

Kabe Kaç Defa Bina Edilmiştir?

 

(26) «(Zikret o zamanı) ki İbrahim'e...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin metnindeki «Bevve'na» fiili, dönüş noktası yapmak de­mektir. Yani biz orayı İbrahim'e imar ve ibadet için dönüş nok­tası yapmıştık. Kabe beş defa bina edilmiştir:

a) Melekler Adem'den önce, kıpkızıl bir yakuttan bina et­mişlerdi. Sonra tufan zamanında bu bina göklere kaldırıldı.

b) Hz. İbrahim onu bina etti. Rivayet edildiğine göre Allah ona «Beyti bina et» emrini verince onu nerede bina edeceğini bi­lemedi. Cenab-ı Hak ona rüzgâr gönderdi ve rüzgâr Kabe'nin eski temelini ona gösterecek şekilde kumları uzaklaştırdı ve eski temel üzerine bina etti.

c) Kureyşliler cahiliyet döneminde Kabe'yi bina ettiler. Hz. Peygamber bu bina zamanında hazırdı ve gençti. Hacer'ul-Esved'i yerine koymak sırasında aralarında ihtilaf çıktı. Her kabile «Biz koyacağız» dedi. Sonra bir noktada sözbirliği yaptılar: «Şu gelecek yoldan evvela kim görünürse onu aramızda hakem yapalım» dedi­ler. O yolda Rasûl-u Ekrem göründü. Hz. Peygamber aralarında şu şekilde hükmetti: «Hacer'ul-Esved'i bir çulun üzerine koyun. Sonra her kabileden birer kişi o çulun kenarlarından tutsunlar ve kaldırsınlar.» Onlar da böyle yaptılar. Kendisi de duvarın üzerine çıkarak taşı yerine koydu. Onlar Rasûlullah'a o devrede «elemin» diyorlardı. Bu, peygamber olmazdan onbeş sene Önceydi.

d) Abdullah bin Zübeyr tarafından bina edildi.

e) Haccac-ı Zalim (önce yıktı sonra) bina etti ve bugünkü bina meydana geldi.

«Bana hiçbir şeyi şirk koşma» hitabı, zahire göre Hz. İbra­him'edir. İkrime'nin kıraati bunu desteklemektedir. Çünkü o, «şirk koşmasın» şeklinde okumuştur. Bazıları «Bu hitap Rasûl-u Ekrem' edir» demişlerdir.

Taharetten maksat, hissî ve manevî taharettir. Yani «Benim beytimi putlardan ve diğer pisliklerden tertemiz kılın ve onu tavaf edin. Onu, yanında namaz kılanlara bu tşeJdlde takdim edin.»

Ayetin metnindeki «eLKaimine» ibaresinin «Mekke'de ikamet edenler» anlamına gelmesi mümkündür. «ELTaifin» ise Kabe'yi ziyaret etmek maksadıyla dışardan gelenler olabilir.

(27-28) «İnsanlar arasında haccı ilân et ki...» Bu Ayetlerin Tefsiri

İbn Ebi Şeybe «El-Musannef»te, İbn Cerir, İbn'ul-Munzir, Ha­kim ve Sünen'inde Beyhaki, İbn Abbas'tan şunu rivayet ederler:

«Hz. İbrahim Beyt'in binasını tamamlayınca: «Yarab! Ben bi­nayı tamamladım» dedi. Cenab-ı Hak ona: «Halka haccı ilân et. Onları hacca davet et» dedi. Hz. İbrahim: «Yarab! Benim sesim nereye kadar gidecek?» diye sorunca Cenab-ı Hak: «Sen çağır, se­si götürmek bana ait» buyurdu. Hz. İbrahim: «Ben ne diyeyim Ya-rab?» diye sordu. Cenab-ı Hak: «De ki: Ey insanlar.' Beyti Atik'e haccetmek, orasını ziyaret etmek size farz kılındı» dedi.

Böylece Hz. İbrahim'in sesini gök ve yer ehli işittiler. Gör­mez misiniz, onlar, ta uzak memleketlerden bu sese icabet ederek «Lebbeyk Allahumme Lebbeyk» diyerek Kabe'ye doğru gelirler.

Bu surenin «eVHacc» ismini alması bu ayetten ileri gelmek­tedir. Ayetten yürüyerek de binekli olarak da haccetmenin caiz olduğu anlaşılmaktadır. Îbn'ul-Arabî; «Biz Malikîler «yürüyerek» mânâsını ifade eden «ricalen» kelimesi daha önce geldiği için yü­rüyerek haccetmenin daha üstün olduğu kanaatindeyiz» demiştir. Bu, İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir. Nitekim o «Etimden ka girdiğim güzel şeylerin hiçbiri, elimden kaçırdığım yürüyerek hac­cetme imkânı kadar beni üzmemiştim derdi.

«Hac'daki menfaatler»den maksat, dünya ve Ahiret'teki yarar­lardır. Zira îbn Abbas ayetteki «menfaatler» mânâsına gelen «me~ nafıa» kelimesini böyle yorumlamıştır. Dünyanın menfaatleri de var, Ahiret'in menfaatleri de var. Ahiret'in menfaati, Cenab-ı Hakk'm hacılardan razı olmasıdır. Dünyanın menfaatları ise ye­mekte oldukları kurban etleri ve alış-verişlerdir.

Mücahid «Buradaki menfaatler sadece ticaretle ilgili dünyevi menfaatlerdir» der. Yani kerahet olmaksızın, hacca gelen bir in­san için ticaret caizdir. Fakat sadece ticaret için gelmemek şar­tıyla.

«Belli günler»den maksat kurbanın kesildiği günlerdir. Bu günler Ebu Hanife, Sevri, Said bin Cübeyr ve Said bin Museyyeb nezdinde üç gündür. Bayram günü ve onu izleyen iki gün... Çünkü Hz. Ömer, Hz. Ali, İbn Ömer, îbn Abbas, Enes ve Ebu Hureyre' den bu günlerin üç gün olduğu ve en üstününün de birinci gün ol-(H     duğu rivayet edilmiştir.

İmam Şafii, Hasan ve Ata «Bu günler, bayram günü ile onu iz­leyen üç teşrik günü olmak üzere dört gündür» demişlerdir. Çün­kü Hz. Peygamber «Teşrik günlerinin tamamı kurban kesme gün­leridir» buyurmuştur. Nehai, «Kurban -kesme günü iki gün», İbn Şirin «Bir tek gün, sadece bayram günüdür» der. Ebu Seleme, Sü­leyman bin Yesar, «Kurbânlar Muharrem'in birinci gününe kadar kesilebilir» demişlerdir. Fakat bu hususta güvenilir bir senetleri yoktur.

«Günalerin   zikredilmesinden   geceleri kurban kesilmeyeceği anlaşılmaktadır. Ebu Hayyan «Bu, İmam Malik ve Ashab-ı Rey'in  görüşüdür» diyor. Fakat Hanefiler'in kitaplarında yer alan hükme göre geceleyin de kurban kesilebilir, ancak mekruhtur. Çünkü gece karanlığında yanlışlık yapılabilir. Fakat günlerin zikredilmesi ile {(geceleri kurban kesilmeni caiz değildir» şeklindeki delil pek müs-ned sayılmamıştır.

Bazıları «Belli günlerden maksat, Zilhicce'nin ilk on günüdür» derler. Ebu Hanife bu görüştedir. Bu görüş İbn Abbas, Hasan, İbrahim ve Katade'den de rivayet edilmiştir. «Bugünlerde Allah'ı zikretmek»ten kastedilenin Allah'a hamdetmek, ona şükretmek ol­duğu düşünülebilir. [16]

 

Kurbanlar

 

«Kurbanlarınızın üzerine Allah'ın ismini anın. Etlerinden ye-yin ve fakirlere yedirin.» Buradaki emir ibaha emridir. Yani «ye­meniz mubahtır» demek olur. Ayrıca kurban etinden yemenin da­ha önce seran yasak olduğu, sonradan mubah kılındığı mânâsını da ifade eder. Zira Rasûl-u Ekrem «Sisi kurban etlerini yemekten menetmiştim. Onlardan yeyin ve azık edinin» buyurmuştur.

«El-Baise» şiddete uğramış, fakru zaruret içinde kıvranan kimse demektir. Kurbanın üçte birinin fakirlere yedirilmesi müs-tehabdır. Zira kurbandan yenilmesi ve başkasına yedirilmesi ayet­le sabit olmuştur. Öyleyse kurban üçe ayrılır: Birisi fakirlere ve­rilir, bir bölümü yenir. Bir bölümü de azık edinilir.

Şafiiler «Kurbanın yedirilmesi vaciptir» demiştir. Bazıları da bunun tam tersini savunmuşlar, «kurban etini yemek vaciptir» de­mişlerdir. «Fakire yedirin» hükmü «Zengine yedirmeyin» anlamı­na gelmez. Zira birinci emir «Kurbanı kesen kişi kurban etinden yiyebilir» mânâsına geldiğine göre, bundan «Başkasına da yedire. bilir» mânâsı çıkar.

(29) «Sonra kirlerini gider sinler...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayet metnindeki «Tefes» kelimesi aslında kir ve pislikler de­mektir. «Hacıların kirlerini gidermelerimden maksat, tıraş olma­ları, tırnaklarını kesmeleri, koltuk altı ve kasıklarını temizleme­leri ve umumi olarak bütün bedenlerini kirlerden arındırmaları demektir. İbn Ebi Şeybe, Abd bin Hümeyd, İbn Cerir ve İbn'ul-Munzir, İbn Ömer'den şöyle rivayet ederler:

«Tefes, haccın bütün menasiklandır: Arefe yapılması, Safa ile Merve arasındaki say, taş atmak». Yani hacda bunları yerine getirsin, gereklerini yapsın.

«Nezirlerini yerine getirsinler», yani hacda iyilik ameli olarak neyi adamışlarsa onu yapsınlar. İbn Abbas, «Deve ve sığırlardan nezrettiklerini yerine getirsinler demektir» diyor. İkrime, «Nezir­lerden maksat, hacda vacib olan kanlardır» kanaatindedir. Müca-hid «Hac ve hedy'den vacib olan kısımdım diyor. Bazıları da mut­lak vacib mânâsında olduğunu söylemişlerdir.

«Beyt-i Atik'i tavaf edin» emrinden maksat, Kabe'nin etrafını dolaşın demektir. Kabe'nin etrafım bir defa dolaşmaya bir «şevt» denilir. Bir tavaf yedi şevtten ibarettir. Bunlardan dördü Hanefi-ler'e göre farz, üçü vaciptir. Bu, haccın rükünlerinden olan tavaf­tır ve bu Arefe'de vakfe ettikten, Mina'ya gelip şeytanı recmettik-ten, hatta kurban kestikten sonra olan tavaftır.

Ayrıca hacda varış tavafı vardır ki buna «Tavaf-i Kudüm» de­nilir. Bir de veda tavafı vardır ki buna da «Tavaf-ı Sadr» ve «Tavaf'ulveda» denüir. Birinci tavaf (ziyaret tavafı) farzdır. Tavaf'ul Kudüm Mekke'ye ilk geldiğinde Tavaf-ı veda veya Tavaf-i Sadr ise Mekke'den ayrılma zamanı yapılan tavaftır.

Buharı" «Tarihmnde, Tirmîzi, Hakim, İbn Cerir, İbn Zübeyr' den şöyle rivayet ederler:

Hz. Peygamber, «Kabe'ye Beyt-i Atik denilmesi onun kralların ve zalimlerin zulmünden azad edilmiş olmasındandır. Hiçbir kral Kabe'ye zulmetmeye muvaffak olamamıştır» buyurmuştur. (İbn Ebi Nuceyh ve Katade de bu yorumu kabul etmişlerdir).

Mücahid; «Kabe'ye «en eski ev» mânâsım ifade eden «Beyt-i Atik» denilmesi, onun hiç kimsenin mülküne girmemiş olmasın­dandır» der.

Bazıları da «O, tufan zamanında garkolmaktan korunduğu için bu ismi almıştır» diyor.

İbn Cübeyr «Atik, ceyyid mânâsındadım der. Yani «güzel beyt» demektir. O beyt ki onu ziyaret eden günahkârların boyun­ları azad edilir, Her ne kadar bu boyunları azad eden Allah ise de mecazen «Kabe, onların boyunlarını azad eder» denilmiştir. Zira boyunların azad edilmesi Kabe'yi tavaf etmelerinden ötürüdür. Hasan Basri ve İbn Zeyd «Atik'in mânâsı kadim demektir» dedi­ler. Zira yeryüzünde insanlar için ilk kurulan mabed Kabe'dir. Ni­tekim ayetten insanın zihnine gelen ilk mânâ budur.

(30) «İşte (haccın amelleri) bunlardır...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayet metnindeki «Hurumat» kelimesi «hürmetsin, çoğuludur. Hürmet de şer'an ihtiram edilen, hürmet edilen şey demektir. Bu­rada haccın menasıkından ve başkalarından meydana gelen bütün teklifler kastedilmiştir. Allah'ın tekliflerini tazim ise ilimle, onları gözetmek, onların mucibince amel etmek suretiyle olur.

Bazı kimseler «Hurumat'tan maksat hac menasıklarıdır» de-mistir. İbn Abbas'a göre bu, hacda vaki olan fusuk, cidal, cinsi ilişki, avlanmak gibi bütün yasaklar demektir. «Bunları tazim te­mek» bunların etrafında dolaşmamak demektir.

«Sizin için en'am helâl kılındın cümlesinden maksat, evcil hayvanların kurban olarak kesilmesi ve etlerini yemenin helâl kı­lınması demektir. Yoksa onların kendileri helâl veya haramdır de­mek değildir.

«Ancak size okunanlar müstesnadır»; onlar da şunlardır: Ölü eti, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilen, boğulmuş, vurulmuş, yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış, vahşi hayvanlar ta­rafından yenilmiş, henüz canlı iken yetişip kesilenler hariç, dikili taşlar üzerinde boğazlanan hayvanlar (Maide Suresi'nin 3. ayeti bunları tafsil eder).

«Kavle'z-Zûr» ile kastedilen mutlak yalandır. Yani yalandan sakının! Bazıları «yalancı şahitlik demektir, bundan sakının» de­mişlerdir. İmam Ahmed, Ebu Davud, İbn Mace ve Tabarani, İbn Mesut'tan şöyle rivayet ediyorlar:

Rasûl-u Ekrem sabah namazını kıldıktan sonra dönüp ayağa kalktı, «Yalancı şahitlik Allah'a şirk koşmaya eşittir» dedi ve bunu üç defa tekrarladıktan sonra bu ayeti okudu.

İbn Ebi Hatim'in Mukatil'den rivayet ettiğine göre bu ibare­den maksat, hac yaparken Allah'a sözle şirk koşmaktır. Zira cahiliyet döneminde halk bir taraftan Kabe'yi tavaf eder, bir taraf­tan da «senin hizmetine koşuyoruz, senin hizmetine koşuyoruz, Senin ortağın yoktur. Ancak.bir ortak vardır, O da senindir. Onu da ve onun mülkünü de sen mülk edinmişsin» derlerdi. İşte böy­le küfrü mucib sözlerden sakının denilmektedir. [17]

 

Meal

 

31- Allah'a ortak koşmaksızın, O'na halis olarak yönelen­ler olun. Kim Allah'a ortak koşarsa sanki o; gökten -. Namazı dosdoğru kılanlar ve kendilerine nzık olarak verdik­lerimizden infak edenlerdir.

36- Biz kurban edilen büyükbaş hayvanları sizin için Al­lah'ın alâmetleri 'kıldık. Onlarda sizin için hayır vardır. O halde onlar bir dizi halinde kurban edilirken onların üzerine Allah'ın adını anın. Artık yana doğru düştüklerinde de onlardan yeyin. Kanaatkar olana da, isteyene de yedirin. İşte böyle onları size müsahhar laldık. Umulur ki şükredersiniz.

37- Elbette onların etleri de, kanlan da Allah'a ulaşmaz. Sizden O'na ancak takva ulaşır. İşte böylece Allah o kurbanları emrinize müsahhar kıldı ki sizi hidayete erdirdiği için onu yü-celtesiniz.   (Ey Muhammed!)  Muhsinleri müjdele!

38- Kuşkusuz ki Allah iman edenleri müdafaa eder. Allah hiç bir hain ve nankörü sevmez. [18]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsîri

 

(31) «Allah'a ortak koşmaksızm ,O'na...» Bu Ayetin Tefsiri

Her bâtıl dinden vazgeçip hak ve gerçek olan İslâm dinine katıksız ve ihlaslı olarak gelin. Hiçbir şeyi Cenab-ı Hakk'a ortak koşmayın. Putlar ve melekler, İsa, Uzeyr, güneş, ay ve diğer yıl­dızlar, yani dünyada tapılmakta olan hiçbir şeyi Allah'a ortak koşmayın. Onlardan sakının. Allah'ın mabudiyetine iman edin. Ce­nab-ı Hak burada «imamı «göğe», Allah'a ortak koşmayı ise gök­ten düşmeye benzetiyor. Binaenaleyh şirk koşan bir kimse imanın en doruk noktasından küfrün en engin derinliklerine düşer. [19]

 

Kuşların Parçalamasından Maksat, Bâtıl İnançlardır

 

«Kuşlar onu parçalarlar»da,n maksat, onu helak eden görüş­ler ve zanlar, onun fikrini paramparça ederler demektir. Yani Cenab-ı Hak burada o insanın fikrini darmadağın eden görüşleri kuşa benzetmiştir. Kuş nasıl leşi parçalayıp götürürse işte bunlar da onun hakikatini parçalar, ortadan kaldırırlar.

Ayetin metnindeki «Tehvî» fiili onu düşürür, atar demektir. «Sahîk» kelimesi de uzak, derin demektir. Yani şeytan böyle bir kimseyi sapıklığın enginliklerine atar. Görüldüğü gibi Cenab-ı Hak insanları saptıran şeytanı, helak eden rüzgâra benzetmiştir. Bu ayette tahyir vardır. Yani Allah'a şirk koşan kâfir bir kimse, leşi parçalayan kuşa da, insanı dalâletin derinliklerine atan şeytana da benzetilebilir. [20]

 

Kâfirler İki Kısımdır

 

Îbn'ul-Munir «Kâfir iki kısımdır. Birinci kısımdaki kâfir ves­veselidir. Daima şek ve şüphe içindedir. Bir sapıklık üzerinde dur­mak istemez. İşte bu kâfir, leşi parçalayan kuşa benzetilmiştir. Herhangi bir kuş onun herhangi bir parçası üzerinde durmaz. An­cak ondan bir parça koparır gider. İşte vesveseli bir kâfirin hali böyledir. Ona görünen hayale tâbi olur ve daha önceki hayali bı-jakır. İkinci kısımdaki kâfir ise bâtıl bir itikatta ısrar eden bir müşriktir. Bu müşrik testerelerle kesilse de katiyyen şüphe yolu­na tekrar dönüş yapmaz, bâtıldan ayrılmaz. Onu o bâtıldan ayır­mayı düşünmek, bir hayalden başka bir şey değildir. İşte bu da küfür üzerinde karar bulması, tıpkı rüzgârın derin bir vadiye atıp da helak ettiği şey gibidir.»

(32-33) «İşte durum böyledir. Kim...» Bu Ayetlerin Tefsin

«Şeairullah»to,n maksat, kurban ve hedy olarak Kabe'ye geti­rilen deve ve sığırlardır. Bu yorum İbn Abbas'tan Mücahid ve bir cemaatten böyle gelmiştir. O zaman«şeain> kelimesi «şeaire»rûn veya «şiar»m çoğulu olup, «alâmet» demektir. Hedy olarak Kabe' ye getirilen develer de haccın aîâmetlerindendir veya hacının Al­lah'a itaat ettiğinin ve hidayet olduğunun işaretleridir. Bagıb «Böyle kurbanlara şeair denilmesinin sebebi bir taraflarına bir de­mir sokulmak suretiyle akıtılan kanlarının onların kurban oldu­ğuna nişan olmasıdır» diyor.

«Bunları tazim etmek»ten maksat, onların güzellerini, semiz­lerini, fiyatı pahalı olanlarını alıp Allah rızası için kesmek demek­tir. Rivayete göre Hz. Peygamber yüz deve kurban etmiştir. Bu. yüz devenin içinde eskiden Ebu Celil'e ait olup burnunda altın­dan yapılmış bir halka bulunan bir deve de vardı.

Hz. Ömer'den gelen bir rivayete göre o, üçyüz dinar verilip alınmak istenen bir deveyi kurban olarak getirdi. Hz. Peygamber den: «Ben bunu üçyüz dinara satayım da bu para ile birkaç deve alıp kurban edeyim. Ne dersiniz?» diye sorunca Rasûl-u Ekrem: «Hayır! Bu en güzel kurbandır. Bunu kes» buyurdu.

İbn Ömer develeri çullanarak kurban yerine getirir, etlerini ve derilerini sadaka olarak verirdi. [21]

 

Şea'ir»Den Maksat,Allah'ın Dinidir

 

Bazıları «Şeairlerden maksat, Allah'ın dinidir, onun taziminden maksat da ona yapışmaktır» der. Fakat müfessirlerin cumhu­ru birinci görüştedirler. Şia ve onların izinde giden bir kısım «Bu ayet imamların yani Hz. Ali'nin soyundan gelen oniki imamın ve diğer salih insanların kabirlerinin tazim edilmesinin meşru oldu­ğuna delildir» demişler ve kabirler üzerinde bu ayete göre mum­lar yakılabilir, altın ve gümüşten yapılmış lambalar takılabilir. Yani putperestlerin yapmadıkları şeyler yapılabilir şeklinde bir görüşü ileri sürmüşlerdir. Fakat Alusî; bu görüşün sakat olduğu­nu, «Burada olanın gizli olmadığı» tabiriyle ifade edilmektedir.

«Sizin için o şeairlerde yararlar vardır», yani onların sütün­den, yavrularından, tüylerinden istifade ettiğiniz gibi onlara bine­bilirsiniz de. Tabii bu da belli bir zamana kadardır. O zaman da onlara kurban ismi verilir. Onları kurban olarak tayin eden zamandır. îşte kurban olarak tayin edildikten sonra insanoğlu ar­tık onların ne sütünden, ne yavrularından ne tüylerinden, ne de sırtlarından istifade edebilir. (Bu rivayeti Mücahid, Katade ve Dahhak, İbn Abbas'tan rivayet etmişlerdir). Ebu Hanife nezdin-de de hüküm böyledir. Kurbanı götüren bir kimse «Bu kurbandır» dedikten sonra artık onun menfaatlerine sahip değildir. Ancak ki­şi kurban tayin ettiği hayvanlardan zaruret halinde istifade edebi­lir.

Ata; «Kurbanların yararlarından maksat, onları kurban ettik-ten sonra sırtlarına binmek, sütlerini içmek, kesildikleri ana ka­dar onlardan istifade etmektim dedi. İmam Şafii bu görüştedir.

Bazıları «Belli bir müddetten maksat, o kurbanları nişanla­mak vakti demektir» dediler. Böyle olduğu takdirde ancak kişi za­ruret halinde onlara biner, onlardan istifade edebilir.

Ayetin metninde geçmekte olan «Mehilluha» kelimesi kesil­mesi vacib olan yer veya kesilmesi vacib olan vakit demektir.

«Beyt-i Atik'e varıncaya kadar» tabirinden maksat, onun etra­fına varıncaya kadar demektir. Çünkü kurban Kabe'nin ta kendi­sine değil, onun yakınında bulunan Mina'ya, kurban kesilen yere götürülür. Mina kurban kesme yeri kılınmıştır. Zira hadis-i şe­rifte «Mekke'nin bütün girilen ve çıkılan yerleri, (yani hütün yol­ları) kurban kesme yeridir, Mina'nın bütün girdi ve çıktıları kur. ban kesme yeridir» denilmiştir.

(34) «Biz her ümmet için bir..,» Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin metnindeki «mensek» kelimesi ya hac ibadetlerinin ic­ra edildiği yer veya o ibadetler, o menasıklar demektir.

Mücahid burada bu kelimeyi «kurban kesmek, kan akıtmaki> la tefsir etmiştir. Yani «Her iimmet için kurban kesmek ve kan akıtmayı (helâl) kılmışız». Mücahid «nusuk»\ı burada belli bir iba­det mânâsına haroletmiştir. Esasında nusuk (mensek) kelimesinin kökü, ibadet mânâsmdadır. Fakat hac ibadetlerinde meşhur ola­rak kullanılmaktadır.

Ferra, «Arap dilinde mensek, hayr hususunda adet olunan yer demektir» der. Ferra burada menseki bayram ile tefsir etmiş­tir. Katade «Hac demektir» diyor.

Zemahşeri «Keşşaf»t& Mücahid'in yorumunu tercih etmekte­dir. Yani her dil sahiplerine Cenab-ı Hakk'a kurban kesmek yeri belirtilmiş, gösterilmiştir.

«Kendilerine rızık olarak verdiğimiz üzerine, Allah'ın adını ansınlar diyen cümlesinden anlaşılıyor ki kurban ancak eti yenilen hayvanlardan olur. Meselâ atı kurban edemezsiniz, her ne kadar etinin yenilebileceği söylenmişse de. Merkebi, vahşi dahi olsa, kur­ban edemezsiniz. Katın kurban edemezsiniz. Dağdan almış oldu­ğunuz hayvanlardan herhangi birisini kurban edemezsiniz.

Ayetin sonunda «Muhbitinlere müjde ver» şeklindeki cümle peygambere hitaptır. Mücahid'in tefsirine göre «muhbitinler»den maksat, itminan mertebesine vasıl olan kimselerdir. Dahhak'a gö­re tevazu gösterenler, Anır bin Evs'e göre ise halka zulmetme­yen ve zulme uğradıkları zaman kimseden yardım beklemeyenler­dir. Süfyani Sevri'ye göre  (Allah'ın kaza ve kaderine razı olan kim­selerdir». Kelbi'ye göre ibadetlerde son derece gayret gösterenler­dir. Ragıb, «Bu kelime «ihbat» kökünden gelir. Bu, yeryüzünde düz ve biraz da çukurca bir yere inmek demektir» der.

(35) «O alçakgönüllü kimselerin...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet muhbitinleri vasıflandırmakta, onların sıfatlanın açıklamaktadır. Yani Allah zikredildiği zaman onların kalpleri üt. rer. Çünkü Allah'ın celüinin ışıkları kalplerinde doğar. Tekliflerin zorluklarına karşı sabır gösterirler. Hastalık, felâket, vatanından uzaklaşma gibi musibetlerde de sabır gösterirler.

Ayetten anlaşılıyor ki zorluklara karşı sabır göstermek çok güzel bir şeydir. İmam Razi, «Allah tarafından gelen musibetlere sabır göstermek vacib ve farzdır» der. Zalimler tarafından gelen bir musibete karşı sabretmekse vacib değildir. Aksine o zulmü defetmek, uzaklaştırmak vaciptir. Tabii imkân varsa...

O muhbitinler, vakitlerinde beş vakit namazlarını eda ederler ve onlara Allah tarafından nzık olarak verilen servetlerinden de infak ederler. Yani zekât verirler, sadaka verirler, kurbanlar keser­ler. Kurbanların en güzelini alırlar.

(36) «Biz kurban edilen büyükbaş hayvanları...» Bu Ayetin Tefsin

Ayetin metninde geçmekte olan «el-Budn», deve veya sığır de­mektir ki Mekke'de kurban olarak kesilirler. Yani bunları Cenab-ı Hak için Allah'ın şeairinden (yani dininin alâmetlerinden) kılmış­tır. Kâmus'ta «Budn, deve ile sığır demektir» denir. Tıpkı koyun­lardan olan kurbana «Udhiye» denilmesi gibi. Budn, hem erkek hem de dişi deve ve sığırlara ıtlak olunur. Bunlara budn denil­miştir. Çünkü gövdeleri koyunlardan daha büyüktür. Çünkü onlar önce beslenir sonra kurban edilir.

Budnun deve ve sığırdan olması birçok lügat imamlarının görüşüdür. Aynı zamanda Hanefi Mezhebi de bu görüştedir. Eğer bir insan bir budn kesmeyi adar ve bir sığır keserse buna kâfi gelir. (Bu, Ata ve Saidbin Museyyib'in de görüşüdür).

Abd bin Umeyd ve Îbn'ul-Munzir, İbn Ömer'den rivayet eder­ler: {(Budn ancak deve ve sığırdan olan kurbanlar demektir». Sa-hih-i Müslim'de Cabir'den gelen bir rivayette o şöyle demiştir: «Biz budnu yedi kişi yerine kesiyorduk.» Birisi: «Ya sığır?» diye sorun­ca Cabir: «O da bundandır» dedi.

Lügat alimlerinden El-Bari'nin sahibi «Budn sığırlara değil sadece develere denir» der. Bu tefsir aynı zamanda Mücahid ve Hasan Basri'den de rivayet edilmiştir ve Şafii Mezhebi de bu gö­rüştedir. Şafiiler nezdinde «Ben bir budnu adıyorum» diyen bir kişinin bir sığır kesmesi kâfi değildir. Ve İmam Şafii'nin bu gö­rüşünü Ebu Davud'un Cabir'den rivayet ettiği şu hadis de takvi­ye etmektedir: «Hz. Peygamber şöyle buyurdu: «Budn yedi kişi için kesilir. Sığır da yedi kişi için kesilir.» Anlaşılıyor ki «budn», «sığır»d&n ayrı bir şeydir. Çünkü atf bunu gerektirir.

Hanefiler'le Şafiiler'in görüşlerini takviye etmek için ileri sür­dükleri deliller fıkıh kitaplarında mevcuttur.

«Sizin için bunlarda hayır vardır», yani dünya menfaati ve Ahiret ecri vardır. İbn Abbas böyle yorumlamıştır. Süddi «Sadece ecir vardır» diyor.

«Bunların üzerine Allah'ın ismini anın» sözünden maksat, on­ları keserken «Bismillah Allahu Ekber Allahumme Minke Veleke» (Allah'ın ismi ile kesiyorum. Allah her şeyden yücedir. Yarab! Bu senden gelen bir nimettir ve senin için kesiyorum) denilmesidir.

Ayetin metnindeki «savvafe» kelimesi, deveyi ayakta iken el ve ayaklarını set haline getirerek kesin, demektir. Zira deve kesil­diği zaman ayaklarından biri bağlanır. Üç ayak üzerinde durur.

Kesme anında devenin ayağını bağlamak sünnettir. Çünkü Buha-ri ve Müslim, İbn Abbas'tan şöyle rivayet ederler: «İbn Abbas bir deveyi yere yıkarak kesen bir kişiyi görünce; «Onu bırak. Ayağa kalksın. Bir ayağım bağla, Öylece kes. Bu Hz. Muhammed'in sün­netidir» demiştir.»

Ulemanın çoğu «onun sol ayağı bağlanır» demişlerdir. Çünkü îbn Ebi Şeybe'nin İbn Sabit'ten rivayet ettiği hadiste Rasûlullah ve arkadaşları kurbanlık develerin sol ayaklarım bağlıyorlar ve böylece ayakta onları kesiyorlardı, denilmektedir.

Bazıları «sağ ayak bağlanacaktır, çünkü îbn Ebi Şeybe'nin Ma'mer'den rivayet ettiğine göre o, devenin sağ ayağım bağlayarak keserdi» demektedirler.

Bazıları da «Sağ ve sol arasında fark yoktur» demişlerdir, Çünkü İbn Ebi Şeyhe, Ata'dan «İki ayaktan hangisini istersen onu bağla» rivayetini nakletmiştir.

Hz. Ömer, bu kelimeyi, «Ayaklarından biri bağlı olduğu halde ayakta bulunan deve» şeklinde tefsir etmiştir .

Ayetin metnindeki «Vecebet» düşmek mânâsındadir. Yani ayaklar üstünde kesildikten sonra yere düşünce (yani Ölünce), o vakit onun etinden yeyin ve yanındaki rızka razı olan, dilencilik yapamayan fakire de yedirin. Ayrıca el açıp dilenen kimselere de yedirin.

Muhammed bin Kâb, Mücahid, İbrahim, Hasan Basri ve Kel-bi; «Kaani'» ile maksat dilencidir. «Mu'terr» ile maksat da istemek­sizin insanın Önüne çıkan fakirdir» demişlerdir.

Mücahid'den gelen rivayete göre «Kaani'» zengin de olsa kom­şu demektir.

Bu ayetten anlaşılıyor ki kurban üç kısma ayrılır. Üçte biri sahibine, üçte biri Kaani'a, üçte biri de Mu'terr'e verilir. (Bu, İbn Mesud'dan rivayet edilmiştir).

O ayakta duran ve size kesilmek hususunda musahhar kılınan deve gibi, biz size diğer kurbanları da musahhar kılmışızdır. Deve ve sığır büyük olmalarına rağmen, kuvvetli oldukları halde, onla­rı kesmek isteyen bir kimseye karşı isyan etmezler. İtaat ederler ve ayaklan üzerinde durduklan zaman veya yattıklarında kesilme­ye razı olurlar. Eğer onlar diğer yırtıcı hayvanlar gibi yırtıcılık yapmaya kalksalardı birisine bile birkaç insanın kâfi gelmesi çok zordu. Bunların teshiri Allah'ın bir lûtfudur ve şükredilsin diye Cenab-ı Hak bu teshiri yapmıştır.

(37) «Elbette onların etleri de...» Bu Ayeth      rfsiri

Ayetten anlaşılıyor ki Cenab-ı Hakk'ın katında giden kurba­nın eti ve kanı değil, ancak kurban kesenlerin kalbindeki takva­dır. Yani ihlasla kesilen bir kurban Cenab-ı Hak katında fayda ve­rir. Yoksa Allah ne ete ne de kana muhtaç değildir.

Mücahid der ki: «Müslümanlar müşriklerin kestikleri gibi et­leri durma yapıp Kabe'nin etrafında kurutmak istediler. Bunu Cenab-ı Hakk'a daha yakın olmak, kurbanı daha fazla tazim et-meJc için yapıyorlardı. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu ve onla­rı böyle yapmaktan menetti.»

Bunun benzeri İbn Abbas ve diğer müfessirlerden de gelmiş­tir.

Ayetin metnindeki «Allah'ı tekbir edesiniz» ifadesinin mânâsı Allah'ın azametini ve sizin güç yetiremediğinize Allah'ın gücünün yettiğini bilesiniz diye Allah onları size musahhar kılmıştır de­mektir.

Bazı müfessirler «Allah-u Ekber demeniz için, yani o kurban­ları keserken, ihramdan çıkarken Allah-u Ekber demeniz için Ce. nab-t Hak onları size musahhar kılmış demektir» diyor.

İbn Abbas der ki: «Cahiliye halkı Kabe'yi kesilen kurbanların kanlarıyla boyardı. Müslümanlar da aynı şeyi yapmak istediler. Bu ayet böyle yapmanın yasak olduğunu ilan etmek için indi.»

Ayetin metninde geçmekte olan «Yenalu» fiili «neyi» kökün­den gelir. Bu tabir burada mecaz olarak kullanılmıştır. Yani ka­bulden kinayedir, Allah'a nail olmaz, yani Allah tarafından kabul edilmez. Allah'a takva nail olur. Yani takva sahibinin amelini Allah kabul eder.

Hayvanların büyüklüğüne, kuvvetlerine rağmen size karşı gel­memeleri, size musahhar kılınmaları Cenab-ı Hakk'm azametini bilmeniz ve dolayısıyla onu birlemeniz içindir.

Bazı tefsirciler ayeti «İhramı gözerken veya kurbanı keser­ken Allah-u Ekber demeniz içindir» şeklinde yorumlamışlardır.

Ayetteki «âlân harf-i çeri «Tukebbiru» fiiline bağlıdır. Çünkü bu fiilin zımnında şükür veya hamd mânâsı vardır. Yani Allah'ın size hidayet etmesi üzerine hamdederek veya şükrederek Allah'ı birlemeniz için o hayvanlar size musahhar kılınmıştır. Bazı müfes-sirlere göre «âlâ» burada «lam» mânâsını ifade eder. Yani Allah'ın size hidayet etmesinden ötürü Allah'ı birlemeniz için Cenab-ı Hak size bu hayvanları musahhar kılmıştır. Muhsinlerden maksat, amellerinde ve bütün dini emirlerinde ihlasla davranan kimseler­dir. Cenab-ı Hak daha önceki ayette «Kurbanlarınızı keserken otu ların üzerine Allah'ın ismini anın» derken, burada «Size hidayet ettiğinden dolayı Allah'a tekbir getirin» demektedir. Bundan ötü­rüdür ki İbn Ömer, kurban keserken «Bismülahi Vallahu Ekber» (Allah'ın adıyla başlıyorum. Allah her şeyden yücedir) diyordu.

Sahih'de Enes'ten şu hadis gelir: «Hz. Peygamberi iki boy­nuzlu, beyazlığı daha fazla (veya tamamen beyaz olan) koçu kur­ban ederken gördüm. Onu kendi eliyle kesti. Mübarek ayağım onun yüzünün üzerine koydu, besmele çekti ve tekbir getirdi.» [22]

 

Kurban Keserken Tekbir Getirmek

 

Ebu Sevr'e göre namazda tekbir lâzım olduğu gibi kurbanı keserken de lâzımdır. Ve bu vaciptir. Fakat diğer alimlere göre kurban keserken tekbir getirilmesi müstehabtır.

Malikiler'e göre kurban keserken Hz. Peygamber'e salat ve selâm getirmek mekruhtur. Zira kesilen hayvanın üzerinde Al­lah'ın isminden başka bir isim zikredilmez. İmam Şafii, «Hz. Peygamber'e salat ve selâm getirmek mekruh değildir, caizdir» der.

(38) «Kuşkusuz ki Allah iman edenleri...» Bu Ayetin Tefsiri

Rivayete göre bu ayetin nüzul sebebi şudur: Müslümanlar Mekke'de çoğaldıkları zaman kâfirler onlara eziyet etmeye başla­dılar. Habeşistan'a gidenler gitti. Mekke'deki müslümanların ba­zıları kâfirlerden elde ettiklerini öldürmek ve onlara saldırmak, tuzaklar kurmak istediler. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. Ce­nab-ı Hak bu ayette müslümanlan müdafaa edeceğini vaadediyor ve hainlik ile hile yapmanın da kesinlikle yasak olduğunu ilân ediyor.

Bazıları {(Müminleri müdafaa etmekten maksat şudur: Onla­rın muvaffak olmasını Cenab.ı Hak daimi kılar. Dolayısıyla iman onların kalplerinde yerleşir. Kâfirler ne kadar eziyet etseler de onların kalplerinden o imam sökmeye muvaffak olamazlara demiş­lerdir. Yani kalben irtidad edemez bir hâle getirildikleri söylenmek isteniyor.

Ayetin sonundaki «Havvan» ve «Kefûr» kelimelerinden mak­sat, müşriklerin çok hain ve nankör olduklarını belirtmektir. Yok­sa Cenab-ı Hak çok hain ve çok nankörü sevmez de az hain ile az nankörü sever mânâsı anlaşılmamalıdır.

Bu mübalâğa sığalarının kullanılması Allah'ın emanetine iha­net etmenin, nimetine karşı nankörlükte bulunmanın ne kadar az olursa olsun, korkunç ve dehşetli bir şey olduğunu göstermekte­dir. [23]

 

Meal

 

39- Kendilerine savaş açılan müminlere,   (düşmana karşı) savaşmaları için izin verildi. Çünkü onlar zulme uğramışlardır. Kuşkusuz ki Allah onlara zafer vermeye kadirdir.

40- Onlar; «Rabbimiz Allah »tır demelerinden başka bir se-beb olmaksızın haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah insanların  bir kısmını   (müşrikleri)   bir kısmıyla   (müminlerle) d efe t meşeydi, içlerinde Allah'ın ismi çokça anılan manastırlar, ki­liseler, havralar ve mescidler mutlaka yıkılırdı. Kuşkusuz Allah dinine yardım edene yardım eder. Allah kuvvetli ve her şeye ga-lib olandır.

41- Onlar, eğer kendilerini yeryüzünde iktidara getirirsek, namazı kılarlar, zekâtı verirler. İyiliği emrederler ve fenalıktan ahkoyarlar. Bütün işlerin sonucu Allah'a aittir.

42- (Ey Rasûlüm!) Eğer seni yalanlıyorlarsa (bil ki) onlar­dan Önce Nuh, Ad ve Senimi kavimleri de yalanlamıştı.

43- İbrahim'in kavmi de, Lût'un kavmi de (peygamberleri­ni yalanlamıştı).

44- Medyenliler de (Şuayb'ı yalanlamışlardı). Musa da ya­lanlandı. Ben o kâfirlere mühlet verdim. Sonra onları yakaladım. (Ey Rasûlüm! Bak)  inkârım nasıl oldu?

45- Nice ülkelerin halkını,  haksızlık yaptı klan  için  helak ettik. Damlan çökmüş, duvarları üzerine yıkılmıştır. Nice kuyu­larla, yüksek saraylar bomboş bırakılmıştır.

46-  Hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı ki   (bu nedenle)   dü­şünecek kalplere, işitecek kulaklara sahip olsunlar? Kuşkusuz ki gözler kör olmaz. Asıl göğüslerdeki kalpler kör olur. [24]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(39) «Kendilerine savaş açılan,,.» Bu Ayetin Tefsiri

Cenab-ı Hak bu ayette müşrikler tarafından savaş açılan ve îl kendilerine zulmedilen müslümanlara savaş izni vermektedir. Zira Vahidi'nin nakline göre müşrikler müslümanlan eziyordu. Müslü­manlar dövülmüş, başı yarılmış oldukları halde Hz. Peygamber'e gelerek şikâyette bulunuyorlardı. Hz. Peygamber de onlara {(Sab­redin, Ben henüz savaşmakla emrolunmadım (yani bana savaş emri verilmedi)» demek suretiyle onları teskin etmeye çalışıyordu. Hicret edinceye kadar durum böyle idi. İşte o zaman Cenab-ı Hak bu ayeti indirdi. Bu ayet savaş hakkında inen ayetlerin ilkidir. Ce­nab-ı Hak yetmiş küsur ayette savaşı yasaklamıştır. Sonra indir­diği bu ilk ayette savaş izni vermiştir. (Bu durumu Hakim, Müs-tedrek'inde İbn Abbas'tan, Abdurrezzak El-Musannef inde, İbn'ul Munzir de Zühri'den rivayet ediyor). I

İbn Cerir, Ebu'I- Aliye 'den şöyle rivayet eder: «Savaş hakkın­da ilk nazil olan ayet {(Allah yolunda sizinle savaşanlarla savaşın» ayetidir.»

Hakim'in El-İklil adlı kitabında «Savaş hakkında inen ilk ayet, «Şüphesiz ki Allah müminlerden nefislerini ve mallarını cen­net karşılığında satın almıştır» ayetidir» denilmektedir.

Beyhaki Ed-Delail adlı kitabında; «Bu ayet Mekke'den Medi­ne'ye hicret eden bazı müminler hakkında nazil olmuştur. Çünkü kâfirler onları takip ediyor, çöllerde onlara eziyet ediyorlardı. Ce­nab-ı Hak onlara bu durumda kâfirlerle savaşmaya izin verdi» di­yor,                                                      

(40  «Onlar «Rabbimiz Allah'tır» demelerinden...» Bu Ayetin Tefsiri

Burada «yurtlarından çıkartılanlar», Mekke müşrikleri tara­fından Mekke'den çıkartılan müminlerdir. Onların çıkartılmasını gerektiren »tek suç Allah'ı birlemeleri, «Rabbimiz Allah'tır» deme­leridir. Yani tevhid.

Ayetin «Eğer Allah bir kısım insanları diğer bir kısmı ile def-etmeseydi» şeklindeki cümlesi, müslümanlan savaşa tahrik etmek içindir. Cenab-ı Hak burada geçmiş milletlerde de durum aynıydı diyor: Eğer o zalimlere karşı çikılmasaydı, onlarla savaşıîmasaydı, her şey altüst olurdu. İlâhi sistemden yana olanlar ayakta kalmaz, mabedler yıkılırdı.

Mücahid bu ayetin tefsirinde «Eğer Cenab-ı Hak bir kavmin zulmünü adil kimselerin şehadetiyle defetmeseydi mabedler yıkı­lırdı» şeklinde bir yorum getirmiştir. Bazı kimseler de «Eğer Ce­nab-ı Hak zalimlerin zulmünü adil idarecilerin adaletiyle def etme­seydi mabedler yıkılırdı demektir» diyor. [25]

 

Zımmîlerin Mabedlerîne Dokunulmaz Mı?

 

îbn Huveyzi Mendad adlı Maliki alim; «Bu ayet Zımmîlerin kiliselerini, ayazmalarını, Yahudilerin havralarını, ateşperestlerin ateşgedelerinin yıkılmasının memnu olduğunu ifade ettiği gibi, onların yeniden mabedhaneler yapmalarına, mabedlerinin geniş­letilmesine, uzatılmasına izin verilmeyeceğini beyan etmektedir» diyor. Müslümanlar için o mabedlere girip namaz kılmak uygun değildir.

Müslümanlardan harp yoluyla alınan bir memlekette, yapılan kilise ve mabedler, o yer istirdad (geri almak) edildikten sonra yıkılır. Fakat daha önce müslümanlarm eline geçmiş ve zimmilere aid olan mabedler, onların malları ve evleri mesabesinde oldu-ğundan dolayı korunur.

«SavâmİT» kelimesi «Sumia' »nın çoğuludur. Yüksek ve tepesi sivri bina demektir. Bu, İslâm'dan önce Hıristiyan ruhbanlarına, Sabiin abidlerine mahsus ayazmalar ve ibadet yerlerinin adıydı. İslâm'dan sonra müslüman minareleri için de aynı tabir kulla­nılmıştır.

«Biye'u» kelimesi «Bia' »nın çoğuludur. Bu, Hıristiyan kilise­si demektir. Taberi «Yahudilerin havraları demektir» der.

«Salavat» kelimesi Zeccac ve Hasan Basri'ye göre Yahudi hav­raları anlamına gelir. İbranice'si «Salut»tur. Ebu Ubeyde'ye göre. «Salavat» Hıristiyanlar için çöllerde bina edilen mabedler demek­tir. Buna öncvleri «selut» deniliyordu Sonra Arapçalaşarak «Sala­vat» ismini aldı.

İbn Atiyye «Bu kelimede dokuz kıraat vardır» der. Nuhas'a göre oniki kıraat vardır. İbn Abbas «Salavat'tan maksat kiliseler­dir» der. Ebu'l-Aliye «Salavat'tan maksat Sabiinler'in mescidlerû dir» der. İbn Zeyd «Müslümanlar'ın namazlarıdır» diyor. Düşman İslâm diyarını bastığı takdirde namazlar inkıtaa uğrar ve mescid-ler yıkıma maruz kalır. Burada namaz kılınacak yerler de kaste­dilmiş olabilir. Bazı tefsir alimleri «Bu isimlerden maksat ümmetlerin mabedlerini taksim etmektir» diyor. Meselâ «Sevami'» rahiplere, «Biye'u» Hıristiyanlar'a, «Salavat» Yahudiler'e, «Mescid» de Müslümanlara aittir.

Bu ayette Mecusiler ve putperestlerin herhangi bir şeyi zikre­dilmedi. Çünkü onlar korunması gereken hiçbir şeye sahip değil­dirler. Allah'ın zikri ancak şeriat sahipleri nezdinde söz konusu Yahudi, Hıristiyan ve Sabiinler'in mabedlerinde Allah'ın zikredilmesi, onların şeriatlarının meriyette olduğu ve hakkı ikâme ettikleri zamana mahsustur.

(41) «Onlar, eğer kendilerine yeryüzünde...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet memleketlerinden zulmen çıkarılanların vasıflarını belirtmektedir. <(Temkin»den maksat, yeryüzüne hükümdar olmak, emri geçerli olmak demektir. Ayetin metnindeki «Arz» ile kastedi­len, yeryüzüdür. Bazı müfessirler «Sadece Mekke'dir» demişlerdir. Namazdan maksat, farz olan namaz, zekâttan maksat da farz olan zekâttır. Maruftan maksat Allah'ı birlemek, Münker'den maksat da şirktir. (Bu yorum Zeyd bin Eslem'den rivayet edilmiştir.)

İbn Abbas, «Burada muhacir, ensar ve ihsanda onların peşin­den gidenler kastedilmiştir» diyor. Katade «Bu vasıflara sahip olan­lar Hz. Muhammed'in ashabtdır» diyor. îkrime «Beş vakit namazı eda edenlerdir» der.

Hasan Basri ve Ebu'l-Aliye «Ümmet-i Muhammed kastedil­miştir» demişlerdir. Zira Cenab-i Hak onlara yeryüzünün fethini müyesser ettiği zaman namazı ikâme ettiler, zekâtı verdiler, emri bilmaruf- ve nehyi anilmünker yaptılar.

İbn Ebi Nuceyh, «Burada idareciler kastedilmiştir» diyor, Dahhak «Bu bir şarttır, idareciler için Cenab-i Hak tarafından öne sürülmüştür» dedi. Sehl bin Abdullah, «Emri bilmaruf ve nehyi anilmünker, idarecilere ve onların yanındaki alimlere vacibtir» de­miştir.

(42-44) «(Ey Rasûlüm!) Eğer seni...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Bu ayetler Hz. Peygamber için tesellidirler. Eğer senin kav­min seni yalanlamış ise bilmiş ol ki senden önce Nuh'un kavmi, Âd ve Semud kavmi, İbrahim ve Lut'un kavmi ve Ashab-ı Medyen de peygamberlerini yalanlamışlardı. Daha önce Kiptiler tarafın­dan Hz. Musa da yalanlanmış ti. Yani Hz. Musa'yı yalanlayan Kıp-tîler'dir, Mısır ahalisidir. Mısır'da yaşayan İsrailoğullan değildir. Çünkü îsrailoğulları'ndan Hz. Musa'yı tekzib eden sadece bir grup idi. Onlar da sonradan tevbe ve iman ettiler.

Cenab-ı Hak peygamberleri tekzib eden kâfirlere ecelleri ge­linceye kadar mühlet verdiğini söylüyor. «Sonra onları yakala­dım»; yani helak ettim.

Bu ayetin son cümlesindeki istifham taaccüb içindir. Sanki Cenab-ı Hakk'ın onların üzerindeki azabı çok şiddetli, çok kor­kunç idi. Bu cümle aynı zamanda Kureyşliler'i korkutmak için gel­miştir. Yani ben onların hayat ve nimetlerini, imar ettikleri mem­leketlerini alt-üst etmek suretiyle onları peygamberleri yalanla, maktan nasıl caydırmaya çalıştım, onu bir buseydin!

(45) «Nice ülkelerin halkını...»Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin başındaki «Keeyyin» kelimesi «kem» kelimesi gibi çokluk mânâsı ifade eder. Yani nice memleketleri zulüm yaptıkla­rı halde helak ettik, yok ettik!

Ayetin metnindeki «Haviye» kelimesi düşüş veya boşluk mânâ­sına gelen «Hava» kökünden gelir. Yani o memleketlerin, o yurt­ların duvarları tavanları üzerine düşmüştür. Veya duvarlar tavan* lar üzerinde boş kalmıştır.

Ayetin metnindeki «TTruş» kelimesi «arş»m çoğuludur, tavan mânâsını ifade eder. Yani binalar muattal bir halde oldukları için, tavanları çökmüştür, sonra da duvarlar tavanların üzerine yıkıl­mıştır. Çöküşü Cenab-ı Hak duvarlara nisbet ediyor. Çünkü du­varlar binalarda temel ve direk görevini ifa ederler.

Ayetteki «Bi'r» kelimesi kuyu demektir. «Muattal» kelimesi yararları iptal edilmiş, kimse kendisinden yararlanmaz demektir. «Kasr» kelimesi (Türkçe'de de kullanıldığı gibi) saray demektir.

Meşiyd» kelimesi kireçle, o günkü çimento mesabesinde bu­lunan yapışkan maddelerle yapılmış demektir. Yani nice yarar­larından muattal kalmış kuyular ve nice maddelerle bina edilmiş köşkler, sakinleri boşalmış, içlerinde kimseler kalmamıştır. [26]

 

İbret İçin Yapılan Seyahatler Caiz Midir?

 

(46) «Hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı ki...»

Bu ayet peygamberlere karşı gelip de helak olanların izlerin­den ve kalıntılarından ibret almak için yeryüzünde dolaşmayı teş­vik etmektedir. Dolayısıyla ibret almak, malûmat sahibi bulunmak ve kendisine çekidüzen vermek suretiyle yapılan gezileri meş­ru kılmaktadır. Yani müsbet bir turizm hareketinin caiz olduğu bu ayetten anlaşılmaktadır.

Avet metnindeki «ya'kılune» fiili «bilirler» mânâsında kulla­nılmıştır. Ve ayet metnindeki «Feinneha»ûaki zamir kıssaya raci-dir. Kendisini takip eden cümle kendisine tefsir olmaktadır.

«Gözler kör olmaz. Fakat göğüslerde bulunan kalpler kör olur» cümlesi gözlerin körlüğüne pek önem verilmemesini gerektirir. Ancak önemli olan kalp körlüğüdür. Yani kalplerin kör­lüğüne göz körlüğü izafe edildiği zaman sanki o bir şey değilmiş gibidir. Yani bu kalıntı ve eserleri gezip de ibret almayanların göz­leri sapasağlamdır. Herhangi bir körlük bahis konusu değildir. Körlük ancak onların kalplerindedir. Ki onunla görüp ibret ala­mıyorlar. Afet ve felâket kalp körlüğünden ileri gelir, göz körlü­ğünden değil.

Bu ayet îbn Ummi Mektum hakkında nazil olmuştur. Bu zat iki gözden âmâ idi. «Kim ki bu dünyada kör ise Ahiret'te de kör­dür» mânâsmdaki ayet geldiğinde: «Ey Allah'ın Rasûlü! Ben dün­yada iki gözden körüm. Acaba Ahiret'te de kör mü kalacağım?» diye sorunca bu ayet inmiştir.(Suyuti, Ed-Durr'ul-Mensur'unda tbn Ebi Hatim'in Katade'den bu yorumu rivayet ettiğini naklet­mektedir). Daha önce de dediğimiz gibi bu ayet ibret için helak olanlardan kalan eserlerin gezilip görülmesi amacıyla yolculuğa çıkmanın, seyahat etmenin müstehab olduğunu ifade eder.

Cenab-ı Hak, Musa kuluna «demirden bir çift nalınla bir bas­ton edin. O nalınlar delininceye, baston kırüıncaya kadar yeryü­zünde seyahat et de eserlerden ibret al» diye vahyetti.

Celaleddin Suyuti, «Ahkâm'ul-Kur'an-iLAzim» adlı kitabında «Bu ayet işaret eder ki akim yeri kalptir, baş değil» demiştir. Razi,«Bu ayet, aklın ilmin ta kendisi ve yerinin de kalp olduğuna de­lâlet eder» demiştir. Zira Ebu İshak-ı İsferaini de «Bir şeyi bilen bir kimseye akletti, akil eden bir kimseye de alim denilir» demek suretiyle bu görüşü benimsemekte ve «Eğer akıl ile ilim arasında ayrılık olsaydı bu denilmezdi» demektedir. Lâkin bu görüş doğru değildir. Çünkü eğer ilimden bütün ilim kastediliyorsa bazı ilim­leri bilmeyen bir insanın akıllı olmaması gerekir. Halbuki aynı in­san başka ilimleri elde edebilir. Demek ki akıllıdır. Eğer aklın ta kendisidir denilen ilim bazı ilimler ise, o vakit tarif kapsayıcı de­ğil demektir. Zira temyiz yoktur. Getirdiği delil de sahih değildir. Çünkü mümkündür ki birbirlerini isteyen ilim ve akıl değişik ol­sunlar. Eş'ari, «ilim ve akıl arasında ancak umum ve hususta fark vardır» diyor. İlim akıldan daha umumidir. Öyleyse akıl, Özel bir ilim olmaktadır. Bazıları «Akü mânâsını ifade eden ilimden mak­sat, insanı çirkinden uzaklaştırıp güzele doğru çağıran ilimdir» demiştir. (Bu Cübbai'nin de görüşüdür.)

Haris el Muhasibi, «Akıl bir tabiattır. İnsan onunla marifete varım demiştir. Kamus sahibi akıl hususunda birçok görüşleri naklettikten sonra «Hakikat şudur ki akıl ruhani bir nurdur. Onunla nefis zarurî ve nazarî ilimleri idrak eder» diyor. [27]

 

Meal

 

47- Onlar senden, azabın hemen gelmesini istiyorlar. Allah hiçbir surette vaadinden caymaz. Rabbinin yanında bir gün, si­zin saydığınız bin yıl gibidir.

48- Nice zalim kasaba (halkına) mühlet verdim. Sonra on­ları yakaladım.  (Sonunda) dönüş banadır!

49- De ki; «Ey insanlar! Ben sizin için apaçık bir uyarıcı­yım.»

50- İman edip, salih amellerde bulunanlara mağfiret ve gü­zel bir rızik vardır.

51- Ayetlerimizi tartışarak bozmaya çalışanlar var ya. İşte onlar cehennemliktir!

52- (Ey Muhammedi)   Senden  önce  hiçbir  rasûl  ve nebî göndermiş olmayalım ki   (bir şey)   arzu ettiğinde, şeytan onun arzusuna vesvese karıştırmış olmasın. Allah şeytanın karıştırdı­ğını giderir, sonra kendi ayetlerini muhkem kılar. Allah  bilen­dir ve hakimdir.

53- Böylece Allah şeytanın (onların kalbine) verdiği vesve­seleri, kalplerinde (nifak ve şüphe) hastalığı bulunan ve yürek­leri kaskatı olan kimseler için bir imtihan vesilesi yapar. Zalim­ler (Haktan) uzak'bir ayrılık içindedirler

54-  Bir de kendilerine ilim verilmiş olanlar, bunun (Kur* an'in) Rabbinin katından gelen bir hak olduğunu bilip, ona iman etsinler ve ona gönülden bağlansınlar. Muhakkak ki Allah iman edenleri dosdoğru bir yola iletir!

55- Kâfirler, Kıyamet kendilerine birdenbire gelinceye veya kısır bir günün azabı kendilerine gelinceye kadar, Kuran hak­kında şüphe edip, duracaklardır. [28]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(47) «Onlar senden, azabın hemen...» Bu Ayetin Tefsiri

Rasûlullah'tan acele olarak azap isteyenler Kureyşliler'dir. Onlar azabın geleceğine inanmıyorlar, peygamberle alay etmek ve onu aciz göstermek için azabı hemen istiyorlardı. Azap'tan maksat, dünya azabıdır. Zira ayetin siyak ve sibakı bu azabm dünya azabı olduğunu iktiza etmektedir. Bazıları «Ahiret azabı kastedilmiştir» diyorlar.

«Bin sene kadar olan gün»den maksat, o azabın geleceği gün­dür. Bu günün uzun olması azabın şiddetinden kinayedir. Zira merhamet ve sevinç günleri kısa, zorluk günleri ise uzundur.

Ferra'ya göre ayet hem dünya ve hem de Ahiret azabını kap­samaktadır. Acele olarak istenilen azaptan maksat, dünya azabı­dır. «Cenab-ı Hak dünyada sise azabın indirilmesindeki vaadinden hulfetmez». Ve Ahiret azabının günlerinden bir tanesi dünyanın bin senesi kadar uzundur.

Mutezile «Allah asla vaadine muhalefet etmez» cümlesi, kâ­firlerin dışında kalan asileri Allah'ın affetmeyeceğine delildir» gö­rüşündedir. Çünkü vaad burada tehdid mânâsmdadır. Allah teh­didine muhalefet etmeyeceğine göre affederse hulf lâzım gelir. O da yalanı gerektirir. Yalan da Allah için muhaldir. Ehl-i Sünnet; «Bu tehdidler kâfirler haricindeki asiler için ya inşaidirler (Allah bunu yapacağım diyor) veya onların milstehak olduğunu haber vermektir. Yani onlar esasında şu cezalara müste-haktırlar. Fakat Allah'ın tatbik edip etmeyeceği onun bileceği bir iştir» şeklinde cevap vermiştir.

Kâfirler hakkındaki tehdidler ise böyle değildir. Onlar kesin­lik bildiren haberlerdir. Hiçbir şarta bağlı değildir ve asi mümin­lere yapılan tehditler gibi de değildirler.

Bazı tefsir alimleri «Buradaki vaadden maksat, Rasûlullah'a verilen vaadlerdir ki dünya azabım onların üzerine indirecektir. O zaman vaad, tehdidin tam karşıtı olur ve Rasûlullah'a yapılan bu vaadde Jıayr vardır. Rasûlullah'a verilenin hayr olması, karşı­sındakilere verilenin şerr olmasına mâni değildir. Çünkü aynı şey iki şahsa göre değişir. Bir kavmin musibetinde diğer bir kavim için faydalar olabilir. O zaman Mutezilemin bu ayet ile ilgili dâ­valarına dair hiçbir delil yok demektim demişlerdir.

(48) «Nice zalim kasaba (halkına)...» Bu Ayetin Tefsiri

Cenab-ı Hak bu ayette Kureyş'in Hz. Peygamber'e karşı sür­dürdüğü taktiği birçok kavmin de peygamberlerine karşı sürdür­düklerini, onların kendilerine zulmettiğini, sonra da Cenab-i Hakk'ın hepsini köklerinden kurutmak suretiyle azaba duçar et­tiğini beyan etmektedir.

(49) «De ki: Ey insanlar! Ben...»Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet Hz. Peygamber'in bütün beşeriyete peygamber olarak gönderildiğini ortaya koyan ayetlerden birisidir. Zira «nas» keli­mesi bütün insanlar demektir. Ayetin siyakından anlaşılıyor ki burada müşrikler kastedilmiştir. Çünkü bu ayetlerde Cenab-ı Hak müşriklerin halinden bahsediyor. Sanki «Ey acele olarak azap is­teyen müşrikler! Ben ancak sizi uyarıcı bir peygamberim. Apaçık bir şekilde sizi korkutuyor, uyarıyorum» demektedir.

(50-51)   «îman edip, salih amellerde...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Cenab-ı Hak burada müşrikleri daha fazla kızdırmak, onlara daha fazla azap vermek için müminlerin sevabını bahis konusu etmektedir. Yani gelecek itibarıyla bu ayet bir uyandır. Sanki şöyle denilmiştir: «Ey Muhammedi Acele olarak azap isteyen kâ­firleri korkut ve bunu şiddetli bir şekilde ve devamlı olarak yap. Kim iman eder, küfürden dönerse ona şöyle şöyle sevaplar vardır. Kim de küfre devam ederse ona helak edici, yok edici azap var dır.»

Daha önce dediğimiz gibi, müdekkiklerin görüşüne göre bu ayet, Kıyamet'e kadar gelecek olan kâfir-mümin bütün insanlığı kapsayan bir ayettir. Apaçık bir korkutucu olarak gönderilmesi,

Kıyamet'in alâmetlerinden olmasından ileri gelmektedir.

«Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım» ifadesiyle, hem haliyle hem de sözüyle onları uyarıcı olduğunu ifade etmektedir. Nitekim bir sahih hadiste «Apaçık korkutucu benim» demiştir.

Ayetin metnindeki «mağfiret», muhtemelen müslümanlardan az da olsa sadır olan. günahlardan ibarettir. Aynı zamanda imandan önceki günahlarına mağfiret de olabilir. «Kerim r«sfc»tan maksat da cennettir. Çünkü mağfiretten son-. ra geldiğine göre cennet kastedilmektedir. İbn Hibban'ın Muham-med bin Kâb'ul-Kurezi'den rivayet ettiğine göre «Kur'an'da kerim nzık tabiri nerede kullanılmışsa cennet kastedilmiştir.»

«Say»m esas mânâsı süratle yürümektir. Fakat bu tabir hem ıslah hem de ifsad için kullanılabilir. «Falanın emrinde sayetti» demek onu ifsad veya ıslah etti demektir. «Bizim ayetlerimize say edenlerden» maksat, onları iptal etmek için var kuvvetleriyle ça­lışanlar demektir. Onlar bir defasında ayetlere «sihir», başka bir defasında «şiir», başka bir defasında da «Geçmişlerin uydurma hL kâyeleridir» diyorlar ve bunu da müslümanları acze düşürdükleri halde söylüyorlardı. Yani onlara sıkıntı vermek, onlarla muaraza etmek, onlar hakkı izhar etmek istediklerinde onlara karşı çıka­rak onu iptal etmeye çalışmak suretiyle bunu yaparlardı.

El-Levami sahibi der ki: «Onlar esasen müminleri aciz bırak­mıyorlar, fakat aciz bıraktıklarını zannediyorlardı. Onlar haşrolun-mayacakları kanaatinde idiler.»

«Onlar Cahim'in arkadaşlarıdır», yani şiddetli ateşin müda­vimleridir. Bazıları «Cahim» kelimesi ateşin derekelerinden bir de­rekenin ismidir demişlerdir.

(52) «(Ey Muhammedi) Senden önce hiçbir...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayette «Nebi» kelimesi «Rasûl» kelimesi üzerine atfedil-nıiştir ve atıf «Rasûl» ve «Nebi» kelimelerinin ayrı anlamlar ihti­va ettiğine delâlet etmektedir. Rasûl ile Nebi'nin ayrı olduklarına şu hadis de delâlet eder.

Peygamberimize    «Peygamberler,   nebiler kaç tanedir?» diye sorulduğunda, «124 bin Nebi vardır» buyurmuşlardır. «Bunlardan kaçı Rasûl'dür?» denildiğinde ise, «313'ü Rasûl'dür» demiş ve «Bunlar da büyük bir cemaattır» diyerek ilave buyurmuşlardır.

Bu hadisi (Suyuti'nin zikrettiğine göre), İmam Ahmed ve İbn Rahuveyh müsnedlerinde Ebu Umame'nin hadisinden rivayet et­mişlerdir. İbn Hibban da «Sahih»inde, Hakim «Müstedrek»inde Ebu Zer'in hadisinden rivayet etmişlerdir.

İbn'ul-Cevzî'nin iddiasına göre bu hadis mevzudur. Fakat bu iddia yerinde değildir. Ancak onun senedinde bir zafiyet vardır. Fakat o da mutabaatla cebredilmiştir.

Rasul ile Nebi'nin tefsirinde ihtilaf vardır:

1-  «Rasul» bir erkektir ve hürdür. Allah onu yeni bir şe­riatla göndermiştir. Halkı şeriata davet eder. «Nebi» hem bu zata hem de îsrailoğulları'nın Musa ile Hz. İsa arasındaki nebileri gibi daha önceki bir şeriatı taklid etmek için gönderilmiş kimselere denilir.

2- «Rasul» hür bir erkektir. Cenab-ı Hak onu bir kavme, o kavme nisbeten yeni bir şeriatla göndermiştir. Gerçi o şeriat haddi zatında yeni değildir. Meselâ Hz. İsmail'in önce Cürhünı kabile­sine peygamber olarak gönderilmesi gibi.   Onun   getirdiği   şeriat halka göre yeniydi.   Fakat esasında   Hz.   İbrahim'in   şeriatıdır. «Nebi» hem böyle bir kimseye, hem de yeni olmayan bir şeriatla gönderilene denilir.

3- «Rasul» hür bir erkektir. Filcümle tebliğ vazifesi vardır. Velev ki bu tebliğ vazifesi eski bir şeriatın tasdiki ve açıklaması olsa dahi. «Nebi» kendisine vahy gönderilmiş, fakat tebliğle emre­dilmemiş olan veya görevi daha genel olan kimsedir.

4- Rasul, Nebi'lerden mucize ile Allah tarafından gönderilen kitabı biraraya getiren kimseye denir. «Nebi» Rasul'ün aynısıdır, kitabı yoktur.

5- Rasul kitabı veya filetimle neshi olan kimsedir. Nebi ise, ne kitabı ne de neshi olmayan kimsedir.

6- Rasul, meleğin kendisine uyanık halde iken vahiy getir­diği kimsedir. Nebi ise, kendisine sadece uyku halinde vahyin gel­diği kimsedir. Alusî; «Bu tarif, tariflerin en garibidir.   Ve bu tarif iktiza eder ki peygamberlerin basılan ancak uyku halinde vahy almışlardır. Bu görüş uzaktır ve bu görüşü insan sadece kendi gö­rüşüne dayanarak söylemez» demiştir.

Meşhur görüşe göre Nebi, şeriat örfünde Rasûl'den daha ge­neldir. Çünkü Nebi; tebliğ etmekle emrolunsun veya olunmasın kendisine vahy gelen kimsedir. Rasul ise kendisine vahy gelmiş ve tebliğiyle emredilmiş kimsedir. Bunu irade etmek sahih değildir. Çünkü «amm», «hasnn karşısı oldu mu «amm»dan «has»w. mâdası kastedilmiş olur. Öyleyse ne zaman Rasul'ün mâdası kastedilirse o zaman ondan maksat, tebliğle emrolunmamış bir kimse demek olur. Allah'ın ihsan etmesi, göndermesi ona bağlandığında tebliğ­le memur olması demektir ki o vakit Rasul olur. O vakit ayette «gönderen»e bağlandıktan sonra Rasul ile Nebi arasında fark kalmaz. Nebi, Rasul'ün karşıtı değildir. Oysa atfedilenle kendisine atıf yapılan arasında ilişki gerekir. Onun için Rasul yeni bir şeri­atla gönderilmiş kimsedir. Nebi ise daha öncekinin şeriatım tak­rir etmek için gönderilmiş kimsedir. Rasul bir kitapla gönderilen kimsedir, Nebi kitapsız olarak gönderilen peygamberdir. Böylece Allah'ın göndermesi onlara bağlandıktan sonra mukabelet mey­dana gelmiş olur.

Bu ayet Rasûlullah'ı teselli için gönderilmiş bir ayettir. Hz. Peygamber ayetlerin iptali için çalışan kâfirleri ve müşrikleri görünce üzülüyordu. Allah bu ayeti göndermek suretiyle «Bu durum sadece şimdi olan bir şey değildir, senden evvelki peygamberler için de vaki olmuştur» dedi ve böylece Hz. Peygamber'in üzüntü, sünü azalttı. Yani senden evvel herhangi bir Rasul ve bir Nebi gönderdiğimizde şeytan okuduklarına birtakım benzerlikler ve ha­yalleri kendi dostlarının kulağına atıyordu ki o dostlar peygam­berle bâtıl bir şekilde mücadele etsinler ve peygamberin getirdi­ğini reddetmeye kalkışsınlar. Nitekim Cenab-ı Hak «Şeytanlar dostlarına vahyederler ki dostları peygamberlerle mücadele etsin, ler», başka bir ayette de «Böylece biz her peygamber için insan ve cin şeytanlarından düşmanlar kıldık ki bazıları diğerine aldatmak için süslü söz vahyederler» buyurmuştur.

«Allah onların ilka ettikleri şüpheleri siler, Peygamber'i mu­vaffak etmek suretiyle onları reddeden ayetleri inzal eder. Bundan sonra da Allah ayetlerini muhkemle ş tir ir ki hiçbir şekilde onlarla mücadele edilemez.» Ayetteki «sümme» kelimesi nesihten Cenab-ı Hakk'm muhkernleştirmesi daha yücedir, anlamındadır.

(53) «Böylece Allah şeytanın...» Bu Ayetin Tefsiri

«Fitne»den maksat azap veya denemektir. Kalplerinde hasta­lık (yani şek ve nifak) bulunanlardan maksat münafıklardır. Çün­kü «kalplerinde şek vardır» tabiri burada münafıkların kastedildi­ğini kalbe tahsis ve tekid etmektedir. «Kalpleri kail olanlar »dan maksat, kâfirlerdir. «Kalplerinde hastalık oînnlar»dan maksat, ge­nel kâfirler, «Kalpleri katı olanlar»dan maksat da kâfirlerin Özel­leri, meselâ Ebu Cehil, Nadr, Utbe ve Şeybe gibi kimselerdir.

(54) «Bir de kendilerine ilim...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetin başındaki fiilin önündeki «lam» harfi 53. ayetin ba­şındaki fiilin önündeki «lam»m üzerine atıftır. Ve talil içindir.

Ayet metninde yer alan «ennehu»nun sonundaki zamir ya Kur'an'a veya şeytanın bu ilkaa muvaffak edilmesine racidir. Yani Cenab-ı Hak, alimler bu muvaffak edilmenin parlak bir hikmeti içeren bir hak olduğunu bilsinler diye böyle yapmıştır.

Bazıları «Temenna, okudu manasınadır» demişlerdir. Rasûl-ü Ekrem'in temennisi onun okuması demektir. Şeytanın o okumaya ilka etmesi ise, şeytanın o kelimeleri sesini yükselterek okuması-dir. Dinleyenler zannetmişler ki bu, peygamberin okumasmdandır. Fakat bu da reddedilmiştir. Bu, Kur'an'a güven hususunu yıkmış olur. Allah onu, (yani şeytanın ilka ettiğini) nesheder, sonra ayet­lerini muhkemleştirir sözüyle de bu ortadan kalkmaz. Zira bu sözün de o zaman şeytanın likasından olması muhtemeldir. Ayet, ancak, peygamberlerin sehvetmesinin mümkün olduğuna ve vesve­senin onlara varabileceğine dair bir hüküm getiriyor.

(55) «Kâfirler birdenbire Kiyamet'in» Bu Ayetin Tefsiri

«Mirye» kelimesi şüphe demektir. «Minhu»(XaM zamir ya Kur'­an'a veya Rasûlullah'a racidir. «Es-Saat» kelimesi Kıyamet veya Kıyamet alâmeti demektir. «Bagtaten» ise ansızın anlamındadır. Bazı müfessirler «Es-Saat» belli saat, yani ölüm demektir» diyor­lar. Akim Günü diğer günlerden ayrılmış, benzeri şiddette, kor­kunçlukta olmayan gün demektir veya «kısır gün» anlamındadır. Sanki her gün kendisinden sonra gelen günü doğuruyor, ancak o gün artık kendisinden sonra gün olmadığına göre kısır kalıyor. Ya­ni kâfirler Kur'an ve Peygamber hakkında Kıyamet kopuncaya, ansızın gelinceye, ölüm gelinceye veya kısır bir günün azabı ge­linceye kadar şüphe etmeye devam edeceklerdir. [29]

 

Garanik Meselesi

 

Hulasa olarak Garanik meselesinde müdekkikler şunları söy­lemişlerdir: Beyhaki «Bu kıssa, nakil cihetiyle sabit değildir» der. Kadı İyaz 'Şz/a'smda «Bu kıssanın zayıf olması hususunda sıhhat ehlinden hiç kimsenin bunu rivayet etmemesi senin için kâfi bir delildir. Onu hiçbir sıka; sahih, sağlam ve muttasıl bir senedle rivayet etmemiştir. Ancak onu tefsirciler ve enteresan gördükleri her şeyi, ister doğru ister yanlış olsun, nakletmekle meşgul olan tarihçiler nakletmişlerdir» demektedir.

Bahr'da «Bu kıssanın durumu siret derleyicisi Muhammed bin İshak'tan sorulmuş o da «Bu kıssa zındıkların uy dur malar ından-dır» demiş ve bu hususta bir kitap yazmıştır» denilmektedir.

Şeyh Ebu Mansur el-Maturidi, «Kısas'ul-Etkiya» adlı kitabın­da «Doğrusu şudur ki onlar en yüce garaniklerdir, cümlesi şeyta­nın vahyindendir. Onu zındıklardan olan dostlarına vahyetmiştir. Onlar da bunu zayıflar arasında yaymışlardır ki dinde zayıf olan­lar şüpheye düşsünler. Rasûlü Ekrem'in huzuru böyle şeyleri söy­lemekten beridir» demektedir.

Birçok alimin dediği gibi; bu sözü Rasûlullah söylemiş olsay­dı şu mahzurlar ortaya çıkardı:

a) Şeytanın Peygamber'e musallat edilmesi. Oysa icma ile Peygamber'in şeytanın tasallutundan masum olduğu gef"çektir. He. le vahy emirlerinde, tebliğ ve inanç meselelerinde... Zira Cenab-ı Hak Kur'an'mda «Kesinlikle benim kullarımın üzerine senin her. hangi bir hakimiyetin olamaz. Kesinlikle iman edenlerin üzerine senin bir hakimiyetin olamaz» buyurmaktadır.

b) Rasûl-ü Ekrem'in Kur'an'da olmayan bir şeyi Kur'an'a ek-îemesi lâzım gelir. Bu da Rasûlullah için muhaldir. Çünkü Pey­gamber masumdur.

c) Rasûl-u Ekrem'in Kur'an olmayan bir şeyin Kur'an oldu­ğuna inanması lâzım gelir. Halbuki bu kelime daha önceki keli­melerle uyum sağlamamaktadır. Ve lâzım gelir ki aynı ayette hem medih hem de zem karışık olsun. Bu ise şeni bir yanlışlıktır, bunu Peygamber'e nisbet etmekte musahelet etmek (gevşeklik göster­mek) uygun değildir.

d) Bu kelimeyi Rasûl-ü Ekrem söylemiş ise ya müşriklerin mabudlarını övmek gibi inanarak onları övmüştür, —ki bu küfür­dür ve peygamber için muhal olur— ya da Peygamber başka bir mânâyı itikad ettiği halde onların itikadına ve ibarenin zahirine de muhalif olduğu halde bunu söylemiştir. Onların sevinmelerine, «Peygamber bizim rnabudlarımizı övdü» demelerine rağmen onla­ra meseleyi açıklamamış, böylece onları bâtıl üzerinde bırakmış demektir ki bu da peygamberlik makamına uymaz.

e) Hz. Peygamber'in üzerinde şeytanın ilkası ile meleğin il-kası karıştırılmış olur. Bu da peygamberin kendisine gelen vahy hususunda -hâşâ- basiret sahibi olmadığını iktiza eder. Ve yine iktiza eder ki şeytan Peygamber'i şaşırtmak için meleğin suretine girebilir. Halbuki bu ne risaletin başlangıcında ne de sonunda (Kadı İyaz'ın da Şifa'smda söylediği gibi) sahih değildir. Bu hu­susta itimad mucizenin delilidir.

İbn'ul-Arabi:   «Şeytanın melek suretinde görünmesi, Peygam­ber'i şaşırtması, tıpkı Peygamber'in suretinde görünüp de halkı şaşırtması gibidir. Allah'ın, şeytanı bu duruma musallat kılması tıpkı peygamberin suretinde gösterip de halkı teşviş etmeye mu­sallat kılması gibidir. Acaba sağlam bir akıl için bu nasıl mümkün görülebilir?» diyor.

f)- Allah adına kasten, hataen veya unutarak bir söz uydur­mak lâzım gelir. Bunların hepsi peygamber için muhaldir. Kadı İyaz'ın da dediği gibi yolu tebliğ olan sözler ve haberler hususun­da Peygamber'in masum olduğunda ümmet ittifak etmiştir.

g) Kur'an'a güven sarsılmış olur. O zaman Kur'an'da tahrif ve tağyirden hiç kimse emin olamaz. Beyzavi'nin de ifade ettiği gibi o zaman «Allah şeytanın ilkasını nesheder, sonra ayetlerini muhkemleştirir» ayetleriyle de bu şüphe defedilemez. Çünkü bu ayetlerde de o zaman bir şüphe bahis konusu olmaktadır.  [30]

 

Meal

 

58- Allah yolunda hicret edip sonra Öldürülen veya ölen­lere gelince, Allah onları en güzel rızıkla besleyecektir. Kesinlik­le Allah nzık verenlerin en  hayırhsıdır.

59- Andolsun Allah onlan memnun olacakları bir yere gön­derecektir. Muhakkak ki Allah bilendir, halimdir.

60- İşte bu böyledir! Kim kendisine uygulanan cezanın mis­liyle ceza verirse, sonra da kendisine tekrar saldınhrsa elbette Allah ona yardım eder. Allah kesinlikle affeden, bağışlayandır.

61- İşte bu böyledir! Zira Allah geceyi gündüzün içine, gün­düzü de gecenin içine sokar. Kuşkusuz ki Allah işiten, görendir.

62- İşte bu böyledir! Zira Allah hakkın ta kendisidir. On d an başka yalvardıkları ise bâtıldır. Kuşkusuz ki Allah yüce ve bü­yüktür.

63- Görmez  misin  Allah  gökten  bir  su  indirdi.   Yeryüzü onunla yemyeşil kesildi. Kuşkusuz ki Allah lâtif   (lütûfkâr)  ve habîrdir.

64- Göklerde ve yerde olan her şey Allah'ındır. Allah (her şeyden)  müstağni ve hamde lâyık olandır.

56- O gün mülk Allah'ındır. Allah onların aralarında hük­meder. İman eden ve salih amel işleyenler nimet cennetlerinde-dirler.

57- o kâfir olanlara ve ayetlerimizi yalanlayanlara da re­zil edici bir azap vardır![31]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(56) «O gün mülk Allah'ındır. AUah...»Bu Ayetin Tefsiri   ,

«O gün»â.en maksat, Kıyamet'in koptuğu, Kıyamet alâmetleri­nin belirdiği, kısır günün azabı geldiği veya onların şüphelerinin zail olduğu gün demektir. Mülk sadece Allah'ındır. O günde hiç kimse mülkte tasarruf edemez. Herhangi bir durumda, dünyadaki­nin tersine ne hakikaten, ne mecazen, ne sureten ne de manen ta­sarruf hakkı hiç kimseye verilmemiştir. Zira dünyada bazı kim­seler sûri olarak tasarruf ederler,

«Onların arasında hükmedecektir» emri hem müslümanlara hem de kâfirlere racidir. Çünkü ikisinin bahsi de daha öne geç­miştir. Fakat kâfirlerin daha önce zikredilmesi bu zamirin onlara mahsus olma mânâsını ve imajını da verebilir. Sanki «O iki grup o gün ne yapacaktır. Onların başına ne gelecektir?» diye sor diyor Cenab-ı Hak. Allah onların aralarında, kimisine ceza kimisine mü­kafat vermek suretiyle hükmedecektir.

«İmanlarında şek ve şüphe olmayan müminler»e gelince, on­lar nimet cennetlerindedirler. Yani cennetlerdedirler ve nimet içi­ne gömülüdürler.

(57) «O kâfir olanlara ve...»Bu Ayetin Tefsiri

«Yalanlanmakta olan ayetler»den maksat, Allah'ın vahy yoluy­la gönderdiği ayetlerdir.

Bazı müfessirlere göre «Burada deliller kastedilmektedir». Veya hem inen ayetler ve hem de diğer afaki delilleri kapsayan bir mânâ kastedilmiş olabilir.

«Onlar için rezil edici bir azap vardır». Bu «rezil edici» vasfı tekid için getirilmiştir. Zaten her azap rezil edicidir.

(58) «Allah yolunda hicret edip, sonra...» Bu Ayetin Tefsiri

«Allah yolunda hicret etmek» cihada çıkmak demektir. «Güzel rızık»ton maksat şehitlere berzah âleminde verilen nzıktır. Zira İbn Ebi Hatim ve îbn Merduveyh, Selmani Farisi'den şöyle riva­yet ederler:

«Allah'ın Rasûlü'nü dinledim. Şöyle buyurdu: «Kim hudud beklerken, nöbetteyken ölürse ona haşroluncaya kadar rızık veri­lir ve o, fitnecilerin fitnelerinden de emin olur». İsterseniz şu aye­ti okuyunuz. «Allah yolunda hicret edip sonra öldürülen veya ölen­leri hiç şüphesiz Allah güzel bir rızıkla rıziklanâınr. Şüphesiz Al­lah rızık verenlerin en hayırlıyıdır.»

Veya ayetteki «rzzıfc»tan maksat, cennetin nimetleri ve sonu gelmeyen nzıklarıdır. Fakat sadece cihada çıkan insanlar için ol­mayıp, bütün müminler için olduğundan özellik ortadan kalkar. Bazıları «Bu nzıktan maksat, müslümariları şereflendirmektiry  derler. Çünkü Cenab-ı Hak vaadine muhalefet etmez. Bu hususta vaadi vardır.   Kelbi   «Bu nzıktan maksat ganimettir»   demiştir. Esamm'a göre «Bu nzıktan maksat ilim ve anlayıştır.»

Ayetin zahiri, cihada çıkan bir kimsenin ister düşman silahıy­la, isterse eceliyle Ölsün, rütbe bakımından eşit olduğuna delâlet eder. Zikrediliyor ki Osman bin Maz'un ve Ebu Seleme bin Abdul-Esed vefat ettikleri zaman bazı kimseler «Muhacirlerden öldürü. lenler eceliyle ölenlerden daha üstündür» dediler ve bundan Ötürü bu ayet indi, onların eşit olduklarını ilân etti.

Mücahid; «Mekke'den çıkıp da Medine'ye hicret eden bazı grupların arkasından müşrikler yetişti ve onlarla savaşarak onla­rı öldürdüler. Bu ayet onun için nazil olmuştur» diyor. Bu görüşe göre, «Allah yolundaki hicret»ten maksat cihada gitmek değildir.

«Allah rızık verenlerin en hayirlısıdır», çünkü Cenab-ı Hak on­lara rızık veriyor. Onun verdiği rızka hiç kimsenin gücü yetmez. sı    Rızık  verenler de Allah'ın kendilerine vermiş olduğu nzıktan ver­dikleri için, yine bu rızkı Allah vermiş olmaktadır.

Bazıları «Bu ayet delâlet eder ki Allah'tan başkasına da nzık il    veren denilebilir» demişlerdir.

(59) «Andolsun Allah onları memnun..,» Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin metnindeki «Mudhalen» kelimesi ismi mekândır. Bu­nunla cennet kastedilmiştir. Süddi, «Cennetin özel dereceleri ki o muhacirlere mahsustur, onlar kastediliyor» demiştir. Bazıları «Be. yaz durden yapılmış çadır kastediliyor ki orada ne herhangi bir kopukluk ve ne de herhangi bir kirlilik bahis konusu değildir» de­mişlerdir. Ayet metnindeki «Mudhalen» kelimesinin mimli mas-dar olması da mümkündür. Her iki ihtimale göre de onlar cennete girdikleri zaman hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitme­diği ve hiçbir beşerin kalbine gelmeyen nimetlerle karşılaşırlar.

(60) «İşte bu böyledir. Kim...» Bu Ayetin Tefsiri

Cinayete maruz kalan kişinin durumuna da «ikab» denilmiş, tir. Oysa ikab, bir cinayete karşılık verilen cezanın adıdır. Halbu­ki mazlum herhangi bir cinayet işlemiyor, ancak yapılan cinayete karşılık veriyor. Müşakelet (uygunluk) için veya başlangıç cezanın sebebi olduğundan dolayı mecazen ona ikab denilmiştir.

Caniden öcünü aldıktan sonra cani tarafından yeniden hücu­ma maruz kalırsa kesinlikle Allah ona yardım eder. İntikam al­mak hususunda nefsinin isteklerine tâbi olmayan ve Allah'ın yar­dımına mazhar olan kimse için Cenab-ı Hak çokça affedici ve çok­ça mağfiret edicidir. Bu ayette af ve mağfiret etmeye teş­vik vardır. Cenab-ı Hak kudret-i kâmil ve sânı yüce olmakla beraber affediyor, mağfiret ediyor. Öyleyse Allah'ın kulları da af ve mağfiret hususunda daha evlâdırlar.

Ayrıca bu ayet Cenab-ı Hakk'm cezayı tatbik etmeye kadir ol­duğuna dikkati çekmektedir. Dahhak, bu ayetin Medenî, (yani hic­retten sonra) geldiği ve kısas ile icraat konusunu getirdiğini söy­lüyor. İmam Şafii kısasta mümaselete riayet etmenin farz olduğu­na bu ayetle istidlal ediyor. Hanefiler nezdinde kısas ancak kılıç­la olur. Nitekim hadiste böyle geçmektedir. Kılıçtan maksat da silahtır. «Kim ki boğdurursa boğdurulur, kim ki yakarsa yakılır» şeklindeki hadis sahih değildir. Eğer sahih ise siyasete hamledil-miştir deriz. Mutlak bir şekilde aynıyla ceza tatbik etmenin meş­ru olmadığının bilinmesi uygundur. Çünkü kişi birisine «ey zina yapan» dediği için ceza görür. Hatta bazıları der ki, kişi birisine «ey zinacî» dediğinde o da «hayır, ben değil sen zina edicisin» dese o ikinci kişi de ceza görür.

(61) «İşte bu böyledir. Zira Allah...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin başındaki «zalike» kelimesi yardım etmeye işarettir. Yani Cenab-ı Hak, zulme uğramış bir insana, caniden, zalimden intikamım aldıktan sonra tekraren saldırıya uğrarsa yardım ede­ceğini vaadetmiştir. Çünkü Cenab-ı Hak adildir. Onun kudretinin alâmetlerinden birisi de hem geceyi hem de gündüzü yaratması­dır. Onlarda tasarruf yapmaktadır. Madem ki geceyi, gündüzü o yaratmıştır, onlarda tasarruf eden de O'dur. Gece ve gündüz ce­reyan edenleri de o bilir. Ve bu husustaki kudreti sonsuzdur. O halde «yardım edeceğim» vaadinde kadirdir ve yardımda hulf yok­tur. O yardımla beraber dünyada gece ve gündüzü birbirine sokup takip ettirmesi de ayrı bir nimettir ve bu nimeti de vermektedir. «Gecenin gündüze sokulmasın güneşin batışından ötürü gündüzün ziyası yerine gecenin karanlığının yer alması demektir. «Gündü­zün geceye sokulması» ise ayna güneşin doğuşundan ötürü o gü­neş yerine gündüzün ziyasımn geçmesi demektir. Veya Allah gece­den gündüze, gündüzden de geceye bazı saatleri katmak suretiyle onları birbirine sokmuş olmaktadır.

(62) «İşte bu böyledir! Zira Allah hakkın...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetin başındaki «zalike» kelimesi Cenab-ı Hakk'in sonsuz kuvvet ve kudrete sahip olduğuna işarettir. Yani bu vasf Cenab-ı Hakk'a hakkın ta kendisi olduğundan verilmiştir. Zatından dolayı vacip olan, mevcud olduğundan dolayı verilmiştir. Çünkü onun hakkonda zeval, tağyir memnudur. Öyleyse o verdiği vaadi de yatığı tehdidi de, yerine getirecek demektir. Veya kendisine yapılan ibadet, hakkın ta kendisidir. Kendisinden başkasına yapılan ibadet ise bâtılın ta kendisidir.

Ayetin metninde geçmekte olan «el-Aliyy» kelimesi, kahredici demektir. «El-Kebir» ise sonsuz kudrete sahip olan anlamındadır.

Yani insanlara ve diğer varlıklara zarar vermeye de yarar verme-ye de hep kadirdir ve kudretinde sonsuzdur.

(63) «Görmez misin Allah...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet Cenab-ı Hakk'm sonsuz kudretine dair başka delilleri seigilemektedir. Daha önceki delillerden sonra yüksekten (yani buluttan) yağmur indirdiğini söylemesi sonsuz kudretine delildir. O su ile yeryüzünün yemyeşil kesilmesi sonsuz kudretine delildir. Göklerde ve yerde olanları en ince teferruatına kadar bilmesi ayrı bir delildir. Her şeyden müstağni olması ayrı bir delildir.

Ayetin metnindeki «sema» yüce cihet demektir. Yani bulut demek olur. Çünkü bulut bize göre yücededir.

«Ma» ile maksat yağmur veya yağmur suyudur. Cenab-ı Hak  «gökten su indirdi» demek suretiyle mazi fiilini, «yer yemyeşil ke. silir» sözüyle de muzari sigasım kullanmıştır. Yağmurun, inen su­yun etkisinin uzun bir zaman devam edeceğine işaret etmektedir. Yoksa hemen tesir'edip geçer demek değildir.

Ferra'ya göre «Görmedin mi» istifhamı haber mânâsındadır. Meselâ sen «Bil ki Cenab-ı Hak şunu işler de şöyle olur» dersin. Bu, inşaî bir cümle değildir, ihbarî bir cümledir.

Sibeveyh; «Bu ayeti Halil'den sordum. O, «Bu vaciptir ve uya­ndır, sanki sen işitmez misin? dedi» der.

«Lâtif» kelimesi insanların yararlarım onlara şefkatle yetişti­ren zat demektir. İşte buluttan su indirmek, yeryüzünün sudan ötürü yemyeşil kesilmesi bu kabildendir.

«Habir»in mânâsı işlerin en incelerini dahi bilir şeklindedir. Bu ince noktalardan birisi de kulların maslahatlarının takdiridir. İbn Abbas ayeti «Kullarının rızkı hususunda Allah lâtiftir. Onların kalbindeki ümitsizlik hususunda da Cenab-ı Hak habirdir» şeklin­de yorumlamıştır.

Mukatil, «Bitkileri yerden çıkarmak hususunda lâtif, onu nasıl yarattığını bilmek hususunda da habirdir» demiştir.

(64) «Göklerde ve yerde olan...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani bütün bunlar Cenab-ı Hakk'a itaat ederler. O'nun tasar­rufundan kurtulamazlar ve O bütün bunlardan müstağnidir. Ham-dedenlerin hamdine ihtiyacı yoktur. Çünkü o, zatından dolayı kâ­mildir. Zatından dolayı kâmil olan başka şeylerden müstağnidir. Fakat o, canlıları yarattı. Öyleyse yağmur ve bitkileri yaratmasın­da da bir hikmet gerekiyor. İşte bu eşyaları hayat sahiplerine rah­met olarak, onlara bir nimet olarak yarattı. Yoksa kendisi bun­lara muhtaç değildir. Böyle olduktan sonra onun nimetleri gaye ve garazlardan hâlidir. Yani o nimetleri kendisine ait olan bir he­def için yaratmamıştır. Onun için o hamdedilmeye müstehaktır. Öyleyse bütün hamdlerin ona yapılması gerekir. Onun için Ce­nab-ı Hak bu ayetin sonunda «Kesinlikle Allah Ganiy ye Hamid'in ta kendisidir» buyurmuştur. [32]

 

Meal

 

65- Görmez misin ki Allah yerde ne varsa hepsini ve ge­mileri size müsahhar kılmıştır? Gemi denizde O'nun emriyle sey­reder. Yerin üstüne düşmemesi için göğü O tutar. Meğer ki (Kı-yamet'te)  O'nun izniyle düşmüş olsun. Allah insanlar hakkında pek esirgeyici ve bağışlayıcıdır.

66- O (Allah) ki sizi diriltti. Sonra sizi öldürür ve sonra yi­ne sizi diriltir. Doğrusu insan çok nankördür.

67- Biz her ümmet için bir mensek  (ibadet şekli)  kıldık. Onlar bu tarz üzere ibadet etmektedirler. Öyleyse dinde seninle çekişmesinler. Sen Rabbine çağır. Kuşkusuz ki sen dosdoğru bir yol üzerindesin.

68- Şayet seninle mücadeleye girişirlerse,  (onlara): «Allah işlediklerinizi daha iyi bilir» de!

69- Allah Kıyamet Günü, aranızda ihtilaf ettiğiniz konular hakkında hükmedecektir.

70- Bilmiyor musun ki, Allah gökte ve yerde ne varsa hep­sini bilir. Çünkü her şey Kitap'ta (Levh-i Mahfuz'da) vardır. Bu Allah'a kolaydır.

71- Onlar, Allah'tan başka şeylere tapıyorlar ki Allah on­lar hakkında bir delil indirmemiştir, kendilerinin de bu husus­ta bir ilimleri bulunmamaktadır.  Zalimlerin yardımcısı yoktur!

72- Ayetlerimiz onlara açık okunduğu zaman, kâfirlerin yü­zündeki isteksizliği anlarsın.  Onlar ayetlerimizi okuyanlara ne­redeyse saldıracak gibi oluyorlar. Onlara de ki: «Size bundan da­ha fena  bir şeyi haber vereyim mi?  İşte o ateştir. Allah onu kâfirlere vaadetmiştir. O ne kötü bir akibettir!» [33]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(65)  «Görmez misin ki Allah yerde ne varsa...»Bu Ayetin Tefsiri                                                       :        -

Yerde bulunanların, insanlar için müsahhar kılınmasının mâ­nâsı, insanlara onları çeşitli şekilde işleme imkânını vermesi ve onları insanların yararlan için hazırlamasıdır. Meselâ taştan daha katı, demirden daha şiddetli ve ateşten daha korkunç bir şey yok­tur ve onları insanlara müsahhar kılmıştır. Hayvanları da insanla­ra müsahhar kılmıştır. Yemek, binmek ve yüklemek suretiyle on­lardan yararlanırlar. Gemiyi de insanlara müsahhar kılmıştır. Ya­ni su, rüzgâr, petrol, kömür, enerji gibi geminin yürümesine yar­dım eden elementlerin hepsini o yaratmıştır. Gök yeryüzüne düş­mesin diye onu da tutmaktadır. Yani insanların hayaline göre gök meleklerin yeridir. Melekler de hesapsız bir şekilde olduklarına göre, göğe ağırlık yapmaları ve göğün düşmesi gerekiyor. Fakat buna rağmen düşmüyor. Demek ki onu tutan bir kuvvet vardır. O kuvvet sahibi göklerin bir dengede durmalarını yaratmıştır ve onlar o denge sayesinde durmaktadırlar. Bazı müfessirler «Ce. nab-ı Hak onu düşmekten tutmuştur demek, onu ihata edici bir şekilde yaratması, ne ağır ne de hafif kılması demektir» derm>

lerdir.

(66) «O (Allah) ki sizi diriltti...»Bu Ayetin Tefsiri

Yani bu emirleri size musahhar kılan, sizi dirilten, sizi öldü­ren O'dur. Bu ayetler şu hakikatleri ifade etmektedirler: Yerde bulunan eşyaların tamamı Allah tarafından yaratıldığı gibi hepsi­nin sahibi de Allah'tır. İnsanlar da dahil canlı ve cansız bütün mahlûkatl Allah yaratmış ve onları bırakmış değildir. Aynı zaman­da bütün mahlûklar onun mülküdür. İnceliklerine kadar onları o yönetmekte, idare etmektedir. En basitinden en karışığına kadar bütün varlıklar ve olayların var olmalarını ve devam etmelerini o hazırlamıştır. Böylece herşeyin kendisine muhtaç olduğu, fakat kendisinin hiçbir şeye muhtaç olmadığı gerçeği ortaya çıkmış oluyor. Bundan dolayı da gerçek övgüye lâyık bulunan O'dur.

Cenab-ı Allah, betahsis insanlara karada ve denizde sağladığı imkânlar dolayısıyla onlara olan engin şefkat ve merhametini ha­tırlattıktan sonra en büyük lûtfu olan hayata, sonra insanın ölüm ile birlikte en büyük korkuyu duyduğu yokluğa mahkûm edilme­yip yeniden kavuşturulacağı ikinci hayata işaret buyurmaktadır. Bütün bu ikramlar karşısında bile Allah'a saygısızlık gösteren in­san artık nankör olarak belirtilmektedir.

(67) «Biz her ümmet için...» Bu Ayetin Tefsiri

Cenab-ı Hak geçmiş ve halen yeryüzünde bulunan ümmetlerin her birisine bir şeriat, bir ilâhi sistem vermiştir. Cenab-ı Hak bu­rada her belli bir ümmet için belli bir şeriat tayin etmiştir. O, ta­yin edilen sistemi bırakarak başka bir sisteme ne mustakillen ne de ortaklaşa gidemezler. Hz. Musa'dan Hz. İsa'ya gelinceye kadar varolan ümmetlerin sistemi Tevrat'taki hükümlerdir. Onlar sadece onunla amel ederler, başka hükümlerle amel etmezler. Hz. İsa' dan Hz. Muhammed'e kadar insanlar İncil'in hükümleriyle amel ederlerdi, başkasıyla değil. Rasûl-ü Ekrem'in peygamber olarak gönderilmesinden bu yana olan ümmete gelince, işte bu ümmetten sonra Kıyamet'e kadar gelen ümmet, tek ümmettir. Onların sistemleri de ancak Kur'an'da olanlardır.

«Seninle emr hususunda münazaa   (münakaşa)   etmesinler», yani din emri konusunda münakaşa etmesinler. Zira Ümmet-i Mu-g.     hammed'in bir parçası bulunduğu her birisine bir sistem tayin edilmiştir. O ümmetlerin hiç birisi tayin edilen sistemini aşamaz. Ve onların bu sistemleri, Hz. Peyganıber'e itaat etmelerini, dinin emirlerinde onunla münazara etmelerini gerektirir. Onlar «Bizim a     şeriatımız ecdadımız için tayin edilendir»   diyemezler.   Çünkü  q geçmişlerin şeriatıdır. Bu kimseler ise müstakil bir ümmettir. On­ların şeriatı Kur'an'da beyan edilendir.

«Mensek» kelimesini «şeriat»\a tefsir etmek düşüncesi^ Ata'nın îbn Abbas'tan yaptığı bir rivayettir. El-Kaffan da bu rivayeti ter­cih etmiştir, İmam Fahreddin Razi «Bu rivayet ayetin ruhuna en yakın olandır» demiştir. Bazıları «Mensek mastar mimidir, ibadet demektir» derken bir grup «ismi zamandır, yani ibadet edildiği zamandım demişlerdir. Bazıları da «ismi mekândır, yani ibadet edilen yer» demektir diyor.

«Seninle münazaa etmesin» fiüinin zamiri müşriklere racidir. Münazaa edilen emir ismi «kesme emirleri»öXr. Zira rivayete göre ayetin sebebi nüzulü Huzaa Kabilesi'nden olan Budey bin Verka, Bişr bin Süfyan ve Yezid bin Huneys'in müminlere «Size ne olu­yor ki kendi öldürdüğünüzden yiyorsunuz da Allah'ın öldürdüğün-£ den yemiyorsunuz» demeleridir. Yani kendinizin kestiğinden yi-g yorsunuz da eceliyle öleni yemiyorsunuz şeklindeki sorulardır. Hu-§ lâsa Cenab-ı Hak, peygamberine «Sakın bu keşişe itiraz edenlere m iltifat etme. Çünkü hayvan kesmek eski ümmetlerden beri devam S eden eski bir şeriattır. Sadece senin ümmetinin özelliği değildir ve bunda da zerre kadar şek ve şüphe yoktur» şeklinde bir hatırlat­mada bulunmaktadır.

«Rabbine çağır», yani bu mücadele edenleri Rabbine çağır ve­ya bütün insanları Rabbine ibadet etmeye çağır. Burada müna-zaacılar da «bütün in$anlar»m içine girmiş oluyorlar.

(68-69) «Şayet seninle mücadeleye...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Yani hak ortaya çıktıktan, delil kâim olduktan sonra din hu­susunda yine de seninle mücadele ederlerse tehdid yoluyla onlara de ki: Allah sizin yaptıklarınızı biliyor. Yani Cenab-i Hak bu mü-cadelenizi kapsayan bâtıl fiillerinizi biliyor ve sizi ondan ötürü de cezalandıracaktır. Eğer bu ayette «siz kendi yolunuza biz kendi yolumuza», «sizin dininiz sizin, bizim dinimiz bizim» şeklinde bir muvadaa var ise (ki Ebu Hayyan kesin olarak muvadaa vardır diyor) bu ayet «savaşınız» ayetiyle neshedilmiştir.

«Allah aranızda hükmedecektir» cümlesi Hz. Peygamber'e bir tesellidir. Bu ikinci hitap hem müminlere hem de kâfirleredir. An­cak kâfirlere mahsus olan birinci hitap gibi değildir.

(70) «Bilmiyor musun ki Allah gökte ve...» Bu Ayetin Tefsin

Bu ayetin başındaki istifham takrir içindir. Yani «Biliyorsun» demektir. Ayette yer alan «Yerler ve göklerdekini bilmek» ifadesi ile Allah için hiçbir şeyin gizli olmadığı kastedilmektedir. Kâfir­lerin sözleri ve yaptıkları da bu sözün kapsamına girmektedir. Ayetin metnindeki «zalike» kelimesi göklerde ve yerlerde bulunan­lara racidir. «Bunlar bir kitaptadır», yani Levh-i Mahfuz'dadır. Ni­tekim bu tefsir İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.

Ancak Ebu Müslim bu görüşü kabul etmeyerek, ifadeyi şöyle yorumluyor: «Kitaptan maksat hıfz ve zapt etmektir. Yani bunlar Allah katında mahfuz ve mazbuddurlar.» Fakat cumhur, Ebu Müs­lim'in hilâfına, ayeti İbn Abbas gibi yorumlamaktadır. Bu ayet de Rasûlullah için bir tesellidir. Bu ayetteki «zailken kelimesi Cenab-ı Hakk'm ilmine, yer ile gökte bulunanları ihata etmesine ve Levh-i Mahfuz'da bunların yazılmasına ve aralarında hükmedilmesine işaret ediyor. Yani böyle yapmak Allah'a kolaydır. Çünkü Cenab-ı Hakk'm ilim ve kudreti zatının muktezasıdır. Öyle ise O'na hiçbir şey gizli kalmadığı gibi herhangi bir şeyin yapılması da zor gel­mez. [34]

 

Sem'i Ve Akli Deliller Durumu

 

 (71-72) «Onlar Allah'tan başka şeylere...» Bu Ayetlerin Tefsiri

İlk ayetin metninde geçmekte olan «sultanen» kelimesi hüc­cet, delil mânâsını ifade eder. Cenab-ı Hak o ibadetlerin caiz ol­duğuna dair bir delil indirmedi. Nesnelere ibadet ederler, Allah'ın ibadetini aşarak onlara taparlar. Haklarında bir ilimleri, aklî bir delilleri de olmayan şeylere taparlar. Yani Allah'ın ibadetini aşa­rak ne sem'î ne de aklî bir delille ibadetleri caiz olduğu sabit ol­mamış putlara taparlar. Bu ayetin zahirinden sem'î delilin mutlak bir şekilde yakîni ifade ettiği ve aklî delilden önce geldiği anlaşıl­maktadır. Mutezile ve Eş'ariler'in mezhebine göre sem'î delil mut­lak olarak yakın ifade etmez. Yani bazı yerlerde eder, bazı yerler­de de etmez. Çünkü bu sem'î delil birtakım emirler üzerinde durur da onların bir kısmı zannidir. Öyleyse sem'î delil de zannı ifade eder. Zira fark aslından fazla olmaz. Hakikat şudur ki aklî değil de sem'î meselelerde sem'î (yani naklî) delil yakına ifade eder. Tabu bu da ancak ihtimallerin yokluğuna delâlet eden mütevatir veya müşahede edilmekte olan karineler sebebiyle olabilir.

«Zalimler için yardımcı yok»; yani zulümlerinden ötürü ken­dilerine dünyada yardım edecek, mezheblerini terviç edecek (kabul edecek) gayelerini takrir edecek, onun muhalifini defedecek bir yardımcı yoktur. Ahiret'te de onlardan azabı defedecek bir yar­dımcıları yoktur. Onlara hakiki inançlara açıkça delâlet eden ayet­lerimiz okunduğu zaman kâfir olanların yüzünde bunu inkâr etme alâmetlerini görürsün. Ayetin metnindeki «el-Münker» kelimesi eğer masdar mimi ise «inkâr» demektir. Kâfirlerin yüzünde mün-keri görürsün demek, inkârın alâmetini görürsün anlamındadır. Veya yüzleri buruştuğu için çirkinleştiklerini görürsün.

Ayetin metninde yer alan «Yestune» fiili «saldırırlar, tecavüz ederler» mânâsını ifade eder. Yani nerede ise bu kâfirler kendile­rine Allah'ın ayetlerini okuyacak kimselere saldıracak bir hâle ge-- lirler. Taklit yoluyla, ecdadlarmdan aldıkları bâtıl inançlar için çok Öfkelendiklerinden böyle bir duruma gelirler. Bu da onlann cehaletinin ne derece korkunç olduğunun belirtisidir.

Ayetin metninde geçmekte olan «yunebbiukum» fiili «size hi­tap ediyorum» veya «dinler misiniz, size haber veriyorum. Sizin içinde bulunduğunuzdan ve Öfkelendiğinizden daha şerlisini haber

veriyorum» demektir. O da ateştir. Yani sizin için ateş vardır! [35]

 

Meal

 

73- Ey insanlar! Size bir misal getirildi. Onu dinleyin:  O Allah'tan başka ibadet ettiklerinizin hepsi biraraya toplansalar bir sineği   bile  yaratamazlar.   Eğer  sinek  onlardan bir şey ko-parsa, onu o sinekten alamazlar. İsteyen de istenilen de acizdir.

74- O kâfirler Allah'ı gereği gibi takdir edemediler. Allah kavidir, galiptir.

75- Allah meleklerden ve insanlardan rasuller seçer. Allah işitir ve bilir.

76- Allah onların Önlerinde ve arkalarında olanı bilir. İşler hep O'na döner.

77- Ey iman edenler, rükû edin, secde edin. Rabbinize iba­det edin ve hayrı işleyin ki felah bulaşınız.

78- (Ey iman edenler!) Allah için hakkıyla cihad edin. O sizi mümtaz kıldı ve size dinde güçlük kılmadı. O, atanız İbra­him'in dinidir. Ondan önce de, bu zamanda da sizi «müslüman» diye adlandıran Odur. Ki Basûl sizin üzerinize ve siz de tüm insanlar üzerine şahid olasınız. Namazı ikame edin, zekâtı verin ve Allah'a (O'nun dinine) yapışın. O sizin mevlânızdır. O ne gü­zel mevlâ, o ne güzel yardımcıdır! [36]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(73-74) «Ey insanlar! Size bir misal...» Bu Ayetlerin Tefsiri

«Mesel» kelimesi garip hal, garip olan bir kıssa, çok yüksek olan bir hakikat demektir ki bu hakikat memleketlerde dolaşan, asırlar boyunca anılan bir meseldir. Allah burada mazi tabirini kullanıyor. Çünkü o mesel kesin hakikat ifade eder. Meseli ibret alacak şekilde dinleyin veyahut da o mesel için söyleyeceğimi din­leyin. O da Allah'tan başka çağırdıklarınızın, bir sineği dahi yara­tamayacak şekildeki acizlikleridir. Hepsi de bir sineği yaratmak için biraraya gelse yine de buna muvaffak olamazlar. Ayetin başın­daki hitap bütün muhataplaradır.

«Allah'tan başka çağırdığınız» tabirindeki hitap ise sadece kâfirleredir.

Bu ayet onları Allah'a şirk koştukları   için son   derece cahil saymaktadır. Bütün mumkinatı oluşturmaya   kadir olan   Cenab-ı Sİ    Hakk'ı bırakıp dirilerin en küçüğünü, en zelilini bile yaratmaya kudreti olmayan ve hepsi biraraya gelse yine de bu işi becereme­yen birtakım bâtıl mabudlara tapmaktadırlar.

Bu ayet putlar hakkında nazil olmuştur. Bu puta tapanlar (İbn Abbas'tan gelen rivayete göre) putlarını zaferan denilen ko­ku ile  sıvar, başlarına bal sürer ve kapılan üzerlerine kapatırlardi. Pencerelerden sinekler girer, o ballan yerlerdi. Bazıları da çe­şitli kokuları putlarına sürerler, sinekler de o kokuları giderirdi şeklinde rivayet ediyorlar. Ancak hüküm burada bütün mabudlan kapsamaktadır. Ayetteki «Talih» ile kastedilen, Süddi ve Dahhak'a göre Allah'tan başkasına tapan kimsedir. Matlub ise o bâtıl ma-budlardır. O tapanın talib olmasının mânâsı, o mabudlardan niyaz­da bulunması, onları çağırması, onların yarar ve zarar verebile­cekleri inancını taşımasıdır. Yarar için onları aramasıdır. Putla­rın bâtıl mabudlara matlub olması da zaten ortadadır. Bazı mü-fessirler «Talibden maksat sinektir, o putlardan kaçırmak istedi­ğini arıyor. Matlubdan maksat da bâtıl mabudlardır» diyorlar. Ya­ni onlar da o kokular ve ballar kendilerinden kaçırılsm diye sinek­ler tarafından aranırlardı.

İbn Merduveyh, İbn Cerir ve İbn'ul-Munzir'in, İbn Abbas'tan rivayet ettiklerine göre talipten maksat putlar, matlubdan maksat da sinektir.

«Onlar Allah'ı hakkıyla takdir etmediler» sözünden maksat, Allah'ın taziminin hakkını yerine getirmek suretiyle Allah'ı tazim etmediler demektir. Çünkü Cenab-ı Hakk'in gerçek mânâdaki ta­zimi, Allah kendisini ne ile sıfatlandırmışsa onunla sıfatlandırmak, nasıl emretmişse o şekilde ona ibadet etmektir. Putperestler ise bunu yapmadılar. Çünkü onlar Allah'tan başka ibadete elverişli olmayanlara taptılar ve böylece Cenab-ı Hakk'in vasfını iptal etti­ler.

Ahfeş, «Bu ayetin mânâsı, onlar Allah'ı marifetin hakkıyla ta­nımadılar demektir» dedi. Çünkü Cenab-i Hakk'ı marifetin hak­kıyla tanımak onu tasdik etmek ve o kendisini ne ile sıfatlandır-mışsa o sıfatlarla onu sıfatlandırmaktır. Müşrikler ise bu şekilde ona inanmamışlardır. Çünkü ona ortak koşmaktadırlar ve ondan başkasına tapmaktadırlar. Bazıları da «Marifetin hakkından mak­sat, Cenab-ı Hakk'ı künhüyle tanımamışlardır demektim demişlerdir. Rasûl-ü Ekrem'in«Sen münezzehsin. Seni marifetinin hak­kıyla tanımadık» sözüyle de bu kastedilmektedir.

Ayetin zahirine bakılırsa bu hüküm geneldir. Sadece o zaman­ki muhataplara mahsus değildir. Hem Sıddık-i Ekber'in «İdrakin derkinden aciz kalmak da idraktir» sözü, Hz. Ali'nin de bu.jsözü tamamlayıcı mahiyette «Allah'ın zatının sırrını araştırmak da şirk koşmaktır» sözü geneldir. Hatta Gazali ve İmam'ul-Haremeyn, su-filer, felsefeciler; «Cenab-ı Hakk'ı künhüyle tanımak mümkün de­ğildir» demişlerdir. Aristo'nun da aynı kanaatte olduğu rivayet edilmektedir. Nasıl ki göz, güneşin cürmüne baktığında karanlığa giriyor, göze bir bulanıklık geliyor, güneşin tamamını göremiyor-sa, akıl da Allah'ın zatının künhünü irade ettiğinde hayret ve deh­şete düşer, o künhü idrak etmekten menedilir.

73 ve 74. ayetler genel olarak şunları ifade ediyorlar: Cahiliy-ye devrinin putperestleri taptıkları putların bir sinekten dahi aciz olduğunu ifade etmektedirler bu ayetlerde. Gerçekten sinek çok zayıf bir varlık olmakla beraber yine de bir canlıdır, bir iş yap­maya gücü vardır. İşte ayet bir sineğe karşı dahi kendisini savu­namayan, cansız putlara dua ve ibadet edip onlardan yardım bek­leyen cahiliye devrinin putperestlerinin bu davranışlarındaki saç­malığı çok güzel bir misal ile ortaya koymakta sinekler putlar aciz olduğu gibi o aciz putları Allah'a ortak koşup onlara dua eden, onlardan birşeyler bekleyenlerin de aciz oldukları neticesine var­maktadır. .

(75) «Allah meleklerden ve insanlardan...»Bu Ayetin Tefsin

Melek olan «Elçiler» Allah ile beşerden olan peygamberler arasmda vahy getirmek suretiyle elçilik yaparlar. Beşerden seçi­len elçiler ise insanları Allah'ın birliğine davet eden ve yine insanlardan olan peygamberlerdir. Onlar Allah'tan geleni insanlara aktarmaktadırlar. Allah kimi peygamberliğe lâyık görürse veya kim peygamberliğe lâyık ise onu daha iyi bilir. Meleklerden olan elçiler beşerden olan elçilerden önce zikredildiler. Çünkü melekler­den olan elçiler Allah ile beşerin elcileri arasında ayrıcalık yapar­lar. Bazı haberlerde bu ayetin Velid bin Muğire'nin «Bizim aramız­da Mufıammed'e mi vahy indi?» demesi üzerine indiği belirtilmiş­tir. Bu ayette müşriklerin «Melekler Allah'ın kızlarıdır» şeklindeki bâtıl sözlerinin reddi bahis   konusudur, Allah bütün söylenen söz­leri dinlemektedir.    Peygamberlerin   sözleri de bunlara dahildir. Görülen her şeyi de görmektedir. Peygamberlerin gönderilmiş ol­dukları kitlelerin ahvalini de görmektedir.

Bazı müfessirler, «Buradaki kulak ve gözden maksat, Allah' bütün eşyayı bilmesinden kinayedir» demişlerdir.

(76) «Allah onların önlerinde ve...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet 75. ayetin bir nevi tefsiri ve açıklamasıdır. Belki bu ayet tahsisten sonra bir talim de ifade eder. Çünkü, Cenab-ı Hak dinlenenlerin hepsini dinliyor, görülenlerin hepsini görüyor denil­dikten sonra «Onların Önünde olanı da arkalarında olanı da görür» tarzında genelleme yapılmıştır. «Onların» zamiri bütün mükellef­lere racidir. Yani Cenab-ı Hak mükelleflerin geçmiş ve gelecek za­manlarını bilmektedir. Hasan Basri ayeti   «Onların   amellerinin başlangıcını da sonucunu da bilmektedir»   şeklinde yorumlamış­tır. Ali bin İsa'dan gelen rivayete göre zamir melek ve insanlardan seçilen peygamberlere racidir. Ayetin mânâsı şöyledir: Allah, pey­gamberlerin yaradılışından Önceki durumları da, peygamberlerin yaradılışından sonra olacakları da bilir. Bütün emirler Allah'a dö­ner, başkasına değil.

Bu ayet şirkin temelini yıkıyor. Yani ne kimse ortaklaşa ne de müstakil olarak neticelere sahip değildir. Emirler ona dönemez. Çünkü Cenab-ı Hak tüm işlerin bizzat sahibidir. Kimi peygamber seçtiği kimi seçmediği hususunda sorulmaz.

(77) «Ey iman edenler rükû edin...» Bu Ayetin Tefsiri

«Ey iman edenler rükû ve secde edin» demek namaz kılın de­mektir. Namazın bir parçası olan rükû ve secdeyi, Allah namaz kılmak yerine kullanmıştır. Çünkü namazın en büyük rüknü rükû ile secdedir. Yani ikisinin birleşmesi böyledir. Fakat bu birisi diğerinden üstündür (meselâ secde rükûdan üstündür) kaidesine ters düşmemektedir.

Bazılarına göre ayetin mânâsı kendinizi Allah'a karşı zelil gösterin ve onun azameti önünde secdeye kapanın demektir. Ba­zıları da «Rükû edin emrinden maksat, namazdaki rükû ve secde­yi yapın demektir» demişlerdir. Çünkü müslümanlar İslâm'ın baş­langıcında rükû yapıyor secde yapmıyorlardı. Bazen rükûsuz sec­de yaparlardı. Cenab-ı Hak ikisinin de yapılmasını böyle emretmiş olmaktadır. Bu, El-Bahr sahibi tarafından rivayet edilmektedir. Fakat Alusî bu hususta güvenilir bir rivayetin olmadığım naklet­mektedir. El Mevahib sahibi burada tevakkuf etmiş, Ferra ise bunu senetsiz olarak zikretmiştir.

«Rabbinize ibadet edin»den maksat, farzları eda edin, yerine getirin, demektir. «Hayrı işleyin» sözü ise tahsisten sonra umumi-leştirmektir. Çünkü hayra namaz, oruç ve diğer ibadetlerin hepsi de dahildir. Veya «Hayrı işlevimden, maksat nafile ibadetleri yapın demektir. İbn Abbas'tan gelen rivayete göre «SilcU rahim yapın. Mekârimi ahlâka yapışın» demektir.

«Umulur ki felah bulursunuz», yani bunu yaptıktan sonra ke­sinlikle felah bulursunuz. Yani siz felahı umduğunuz ve onu kesin olarak bize verilecektir kanaatini taşımadığınız ve amellerinize mutlak olarak güvenmediğiniz halde bu ibadetleri yapın. Bu ayet İmam Ahmed, İmam Şafii, İbn'ul-Mubarek ve îshak'm nezdinde secde ayetidir. Çünkü burada secde emri vardır.

Et-Tayyibi İmam Şafii'yi destekleyerek şöyle demiştir: «Rü­kû burada namazdan kinayedir. Çünkü rükû sadece namazda olur. Secdeye gelince, o özelleşmediği için kaidenin genelleşmesi için hakikate hamledilmiştir. Ayrıca herhangi bir mâni olmadıktan sonra ayetin hakikatinden mecaza gitmek caiz değildir.»

(78)  «(Ey iman edenler!.) Allah için hakkıyla...» Bu Ayetin Tefsiri

«Allah için cihad edin»; yani Allah yolunda cihad edin veya sadece O'nun için cihad edin. Ragıb'm dediğine göre cihad, bir müslümanın var kuvvetiyle düşmana karşı gelmesi ve hakkı mü­dafaa etmesidir. Genel olarak cihadın üç kısmı vardır:

a) Kâfirler gibi zahir düşmanla yapılan cihad,

b) Şeytanla yapılan cihad,

c) Nefisle yapılan cihad.

Nefisle yapılan cihad, zahir düşmana karşı yapılâ'n cihaddan daha büyüktür. Nitekim bunu Beyhaki ve diğer muhaddislerin Ca-bir'den rivayet ettikleri şu hadis de iş'ar etmektedir.

Allah'ın Rasûlü'nün yanma gazi bir kavim geldi. Onları gören Hz. Peygamber: «En küçük cihaddan en büyük cihada dönüş yap-Umz. Hoşgeldiniz» dedi. Bunun üzerine Rasûlullah'a; «En büyük cihad neymiş ya Rasûlullah?» diye soruldu. Rasûlullah şöyle bu­yurdu: «Kulun hevasına, nefsinin isteklerine karşı cihad etmesi­dir.»

Fakat bu hadisin senedinde zaaf vardır. Bu tür hadiste bu za­af affedilir bir zaaftır. Dahhak'a göre burada cihattan maksat kâ­firlerle yapılan cihattır ki kâfirler İslâm'a gelinceye kadar bu ci­had devam eder. Bu iktiza eder ki bu ayet Medine Dönemi'nde (ya­ni Hicret'ten sonra) nazil olmuş olsun. Çünkü cihad ancak hicret­ten sonra emredilmiştir.

Abdullah bin Mübarek «Burada heva-i nefis ve nefse karşı olan cihad kastedilmektedir» der. Fakat en uygunu cihadın bütün çeşitlerinin kastedildiğini söylemektir. Bu, hakikat ile mecazı bir-araya getirmek de değildir. Hasan Basri'den rivayet edilen de bu­na işarettir. Hasan Basri bu ayeti okuduktan sonra şöyle demiş­tir: «Kişi Allah yolunda cihad eder. Halbuki kılıçla hiç kimseye vuramamıştır.»

Bu cihad bid'atçılara ve fasıklara karşı yapılan cihadı da kap­samaktadır. Çünkü onlar da hakikat noktai nazarında düşmandır­lar. Onları bid'at ve fasıklıktan menetmek suretiyle bu cihad yapıl­mış olur.

«Ona yaraşacak şekilde cihad edin» demekten maksat, Cenab-ı Hakk'a yaraşacak şekilde cihad edin demektir. Zira zamir Cenab-ı Hakk'a racidir Ayet en mükemel bir şekilde cihadın yapılmasına delâlet eder. Yani cihad halisen Allah için olacak, cihad eden her­hangi bir kınayıcınm kınamasından korkmayacaktır v& bu muh­kem bir ayettir.

Mücahid ve Kelbi gibi bu ayet, «Güzünüz yettiği nisbette Al­lah'tan sakının ayetiyle neshedilmiştir» diyenler şunu kastediyor­lar: Allah'a itaat edilsin ve ona karşı hiçbir zaman isyan gösteril­mesin. (Fakat bu yorumda tereddüt vardır).

Ayetin metnindeki «ictebakum» fiili «sizi seçti, sizden başkası­nı seçmedi» mânâsım ifade eder. İşte bu cümle muste'nife bir cümledir. Cihad emrinin nedenini teşkil eder. Niçin cihad edecek-., siniz? Çünkü Cenab-ı Hak sizi bu iş için seçmiştir. Çünkü muhtar t. ancak hizmetini yerine getirebilecek bir kimseyi seçer. Büyük bir zat kimi kendisine yaklaştinrsa o kimseye düşmanları püskürtmek gerekir. Nefisle mücadele etmek Allah'ın razı olmadığını terket-mek suretiyle olur. Dinde sizin üzerinizde bir darlık, zorluk kıl-mamıştır. Yani dinin tüm emirlerinde kolaylıklar vardır ve yapıl­ması mümkün olmayan hiçbir dinî emir yoktur. Cihad da buna dahildir. Cihad da yapılır. Bu ayet cihada mani olarak hiçbir şey oîmadığına işaret etmektedir. Hulâsa Cenab-ı Hak bu ayette müs-lümanlara cihadı emretmekte ve cihadı terketmek hususunda her­hangi bir mazeretlerinin de olmadığını söylemektedir. Zira cihadı gerektiren sebeplerin oluştuğu yerde mâni kalkar. Mümkündür ki bu ayet Cenab-ı Hakk'm emrettiği bazı şeylerin terkinde ruhsat vardır hükmüne işaret etsin. Yani insana zor geldiği yerlerde bunu terkedebilir. Çünkü Hz. Peygamber «Size bir şeyi emrettiğim za­man gücünüz yettiği kadar onu yapın» diyor. Cenab-ı Hak da «Haddinde haraç yoktur», yani zorluk yoktur demek suretiyle bu ruhsatı vermektedir.

Beyzavi muhassisi Şihab'a göre Cenab-ı Hakk'm zatma yara­şacak şekildeki cihad, zahirde zor olduğundan dolayı Cenab-ı Hak bu emrin arkasından bu ruhsatı getirmiştir. Böylece müslümanla-ra, Allah'ın şanına her noktada yakışır şekilde bir cihad değil de müslümanlann gücü yettiği şekilde bir cihad farz kılınmıştır.

Celaîeddin Suyuti «Bu ayet, meşakkat kolaylıkları celbeder kaidesinin temelini teşkil edem diyor.

Bu ayetin metnindeki «millete ebikum İbrahim» terimi çeşitli şekilde yorumlanmıştır. Bazı kimseler «Bu, mukadder bir fiilin mef'ulüdür» der. Yani sizin dininizi atanız İbrahim'in dininin ge­nişliği gibi genişlettik, benim dinden maksadım atanız İbrahim'in dinidir. Veya Ebu'l-Beka'mn dediği gibi «Burada ihbar vardım, ya­ni atanız İbrahim'in dinine tabi olun, ona yapışın. Ferra ayeti, «Atanız İbrahim'in milleti gibi» şeklinde yorumlamıştır. Milletten maksat ya usûl ve furuu kapsayan mânâ veyahut da sadece usû­le mahsus olan demektir.

Hz. İbrahim'in ümmete «Ata» kılması, Rasûl-ü Ekrem'in atası olmaktan ileri gelmektedir. Çünkü Rasûl-ü Ekrem de ümmetinin atası gibidir. Onun atası ümmetin atası olur. Zira Rasûl-ü Ekrem ümmetin ebedî hayatının kurtuluşuna sebeptir. Ahiret'te var olma­larının yegâne sebebidir. Veya Arapların çoğu Hz. İbrahim'in zür-riyetinden geldiği için Arap olmayan ümmet de Hz. İbrahim'in evladı gibi sayılmıştır.

«O daha önce, —yani size Kur'an inmezden önce— size müslü-man ismini vermişti». Bu zamir İbn Abbas'ın, Mücahid, Dahhak, Katade ve Süfyan'm rivayetlerine göre Allah'a racidir. Yani Kur'an inmezden önce size müslüman ismini veren Cenab-ı Hakk'tır. Za­mirin Allah'a raci olması «Bunda da» tabiriyle takviye edilmek­tedir. Yani Kur'an'da da size bu ismi vermiştir. Kur'an'da İbra­him'e bu ismi Allah vermiştir.

Ubeyy'in kıraatmda «ve» yerine «Allah» kelimesi vardır. îbn Zeyd ve Hasan Basri'den gelen rivayete göre zamir İbrahim'e ra­cidir. Çünkü Ebu Hayyan'ın da dediği gibi «İbrahim» kelimesi za­mire daha yakındır. Hz. İbrahim müslümanlara müslüman ismini şu duasında vermektedir: «Ey Rabbimiz! İkimizi sana teslim olmuş müslümanlar kıl. Ve soyumuzdan da sana teslim olmuş müs-lüman bir ümmet kil...» (Bakara Suresi, ayet 128)

Hz. İbrahim'in bu sözü Ümmet-i Muhammed'e müslüman de­nilmesinin nedenidir. Çünkü çoğu Hz. İbrahim'in zürriyetine da­hildir. Böylece Hz. İbrahim mecazen onlara bu ismi vermiş oluyor. Bu tevile binaen ayette hakikat ile mecaz biraraya gelmiş oluyor. Hakikat ile mecazın biraraya gelmesinin meşhurun hilafına oldu­ğu da bilinmelidir.

Ebu'1-Beka bu yoruma binaen «Hz. ibrahim'in onlara bu ismi vermesinin beyanı burada vardır» der. Çünkü Kur'an, Hz. İbra­him'in sözünü nakletmektedir.

«Bu ayet, müslüman isminin sadece bu ümmete mahsus oldu­ğuna delildir» diyenin sözü pek kuvvetli değildir. Çünkü bu üm­metten önce Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'in ümmeti de aynı ismi al­mışlardır.

«Peygamber Kıyamet Günü'nde sizin üzerinizde şahit olacak­tır». Yani size Allah'ın emrini tebliğ ettiğine dair şahitlik yapacak­tır. Cenab-ı Hakk'ın bu sözü delâlet eder ki Rasûl-ü Ekrem'in «îs-met» sıfatına dayanarak kendisi için yaptığı şehadet kabul olunur. Umulur ki Kıyamet Günü'nde bu, sadece Rasûlullah'm özelliği ol­sun. Aksi takdirde dünyada masum bir insan kendisi için bir şey iddia ederse, iki şahit getirmesi gerekir. Nitekim at meselesi ve Huzeyme'nin şehadeti buna delâlet eder. Her masumun Kıyamet Günü'nde kendisi için yaptığı şehadet kabul olunursa bu ümmetin diğer ümmetler hakkındaki şehadetine ihtiyaç kalmaz. Zira diğer üöünetlerin peygamberleri onların aleyhinde şahitlik yaptığında onlar peygamberlerin şehadetini inkâr ederler. Ve bunun üzerine diğer peygamberler Ümmet-i Muhammed'i şahit olarak gösterir. ler. Nitekim «Siz de insanlar üzerinde şahit olasınız» cümlesi bunu ifade ediyor. Hadise göre bütün ümmetler, peygamberleriyle beraber haşre getirilirler. Peygamberlere «Siz bu ümmetlere vahyi teb­liğ ettiniz mi?» denir. Peygamberler, «Evet! Biz onlara vahyi tebliğ ejtik» derler. O ümmetler de: «Hayır! Bize tebliğ etmemişlerdir» diye inkâra kalkışırlar. Bunun üzerine huzura Ümmet-i Muhammed getirilir. Onlar peygamberlerin o ümmetlere vahyi tebliğ ettikle­rine dair şahitlik ederler. Diğer ümmetler Ümmet-i Muhammed'e: «Siz nereden biliyorsunuz?» diye sorarlar. Onlar da «Biz Cenab-ı Hakk'ın sadık olan peygamberinin dili üzerinde konuşmakta olan kitabında vermiş olduğu haberden onu anladık» diyeceklerdir.

«Peygamber sizin üzerinize şahit olacaktır», yani itaat edenin itaatma, isyan edenin de isyanına dair şahitlik yapacaktır. Pey­gamberin bunu bilmesi Cenab-ı Hakk'ın bildirmesiyle olur ki Allah bu vakitte beliren birtakım alâmetleri koyar ve Rasûl-ü Ekrem'e o alâmetlerin şahitlik etmesini caiz kılar.

Bazılarına göre «Aleykum» kelimesindeki «alâ», lâm mânâsını ifade eder. Ayetin mânâsı «Peygamber sizin için şahitlik edecek­tir» şeklinde olur. Peygamber'in onlara şehadet etmesi onların di­ğer ümmetlerin aleyhinde şahitlik yaptıkları zaman onları tezkiye etmesi demektir. Fakat, bu uzak bir tefsirdir.

Şehab el-Haffaci'ye göre Alâ'nın talil (yani neden) mânâsını ifade etmesi uzaktır. Herhangi bir mâni yoktur. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın veya Hz. İbrahim'in, Ümmet-i Muhammed'e müslüman ismini vermesi onların İslâm ve adaletine hükmetmesi demektir. Bu da Rasûlullah'm onlar için şehadetinin kabul sebebidir.

«Namazı kılın, zekâtı verin», yani Cenab-ı Hak sizi bu tür fa­zilet ve şerefle tahsis ettiği için taatlerin çeşitleriyle ona manen yaklaşınız. Namaz ve zekât, diğer taatlerin hepsinden üstün olduk­ları için Cenab-ı Hak betahsis onları burada zikretmiştir.

«Allah'a sarılın»; yani O'na tüm işlerinizde güvenin. «O sizin mevlânızdır» sözü de sizin yardımcımzdır ve emirlerinizi tedvir edendir demektir.

«Ne güzel yardımcıdır o!». Çünkü yardım etmekte O'nun bir benzeri yoktur. O'nu gerçekten yardımcı tutan kimse zayi olmaz. Bu cümle işaret eder ki kemâl sıfatının son noktası Allah'a güven­mektir. Ubudiyet makamının tahakkuku buna dahüdir. İşte bu isim vermekten de, seçmekten de öte bir sıfattır. [37]

 



[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 439-440.

[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 442.

[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/443-444.

[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 444.

[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 445-449.

[6] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 449-451.

[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 453-

[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 454-460.

[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 462.

[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 464-466.

[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 466-467.

[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 468-470.

[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 470-471.

[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/473.

[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 474-476.

[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 476-480.

[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 480-484.

[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 486.

[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 487.

[20] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 487-488.

[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 488.

[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 489-497.

[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 497-498.

[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 500.

[25] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 501-502.

[26] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 502-506.

[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 506-508.

[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 510.

[29] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/ 511-519.

[30] Alusİ, Ruh'ul-Meani, cilt. 17, sh: 75

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/519-521.

[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/523.

[32] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/524-530.

[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/532.

[34] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/533-597.

[35] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/537-538.

[36] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/540.

[37] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/541-552.