22

 

Hac Sûresi

 

İndiği Yer :

 

Mekke

 

İniş Sırası :

 

103

 

Âyet sayısı :

 

78

 

Nüzulü

 

Mushaf'taki sıralamada yirmi ikinci, iniş sırasına göre yüz üçüncü sûredir. Nur sûresinden sonra, Münâfıkûn sûresinden önce inmiştir. Sûrenin üslûbu ve İçeriği, bir kısmının Mekke, bir kısmının da Medine döneminde indiğini düşündürmektedir. Özellikle baş taraftaki âyetlerin Mekke döneminde inmiş olması ihtimali güçlü olduğundan, genellikle Mekkî olarak nitelenir ve bütününün iniş sırası itibarıyla 103. sûre olduğu kabul edilir.[1]

 

Adı

 

Hz. İbrahim'e Beyrullah'ın yerinin gösterilmesinden ve hac ibadeti için insanlara çağrı yapılması buyruğundan söz edildiği için bu adı almıştır; hac kelimesi 27. âyette geçmektedir. Hz. Peygamber döneminde de aynı adla anıldığını gösteren rivayetler vardır. [2]

 

Konusu

 

Sûrenin başında İnsanlara Allah'ın birliğine inanma ve O'na saygısızlıktan kaçınma çağrısı yapılırken kıyamet gününün dehşeti hatırlatılmakta, öldükten sonra dirilmenin gerçekliğini kavratmak için insanın meydana gelişine ilişkin aşamalardan ve tabiattaki yenilenmelerden söz edilmektedir. Daha sonra hac ve kurban ibadetinin amaçlarına, müslümanlara varlık mücadelelerini sürdürmeleri İçin hicret ve düşmanla savaş müsaadesi verildiğine değinilmekte, önceki toplumların başına gelenlerden ibret alınması için uyarılar yapılmakta, peygamberlerin getirdiği vahyin İlâhî kaynaklı olduğuna dikkat çekilmekte, evrende Allah'ın varlık ve birliğini gösteren deliller üzerinde düşünme fırsatı veren örneklere işaret edilmekte ve sonunda da müslümanlara, kendilerine yüklenen ulvî görevin bilincinde olmaları çağrısı yapılmaktadır.

İman, şirk, ibadet, cihad gibi konular üç ana çerçevede ele alınmaktadır. Bunlar hicret, savaş ve hacdır. Her üçünde de insanın yerini yurdunu terkedip uzaklara gitmesi, çeşitli zahmetlere katlanması ve aynı inancı taşıyanlarla kader birliği etmesi söz konusudur. Kader birliği ise millet ve ümmet olmanın, bir toplum haline gelmenin temel şartıdır. Hz. Peygamber o tarihteki örneklerine uygun bir devlet kurmak isteseydi Hâşimî sülâlesinin gücüne dayanmak zorunda kalacaktı. Halbuki o, önce inanç ve kültür temeli üzerine kurulan yepyeni bir ümmet meydana getirmiştir. Sûre, etnik ve kültürel kökenleri farklı insanların ümmet olmak için nelere sahip bulunmaları ve neler yapmaları gerektiği hususunda âdeta bir gündem belirlemektedir. Hicret öncesinde inmeye başlayan sûre, müslümanlan güçlü bir birlik oluşturmaya ve onları hicret sonrasında ortaya çıkacak devleti kurmaya hazırlar gibidir. [3]

 

Fazileti ve Özellikleri

 

Kurtubî -Gaznevî'den naklen- şöyle bir tespite yer verir: Hac sûresi en ilginç sûrelerdendir; kısmen gece kısmen gündüz, kısmen seferde kısmen hazarda, bir kısmı Mekke'de bir kısmı Medine'de, bir kısmı savaş sırasında, bir kısmı barış döneminde inmiştir; hem nâsih hem mensuh âyetler, hem muhkem hem müteşâbih âyetler içerir.

Ebû Hanîfe ve Süfyân es-Sevrî gibi âlimlere göre bu sûrede sadece bir secde âyeti vardır (18. âyet). Aralarında Şafiî ve Ahmed b. Hanbel'in de bulunduğu bir grup âlime göre ise 18 ve 77. âyetlerinde secde yapılması gerekir. Ukbe b. Âmir'in, iki secde ihtiva etmesinden hareketle bu sûrenin ayrı bir faziletinin bulunup bulunmadığı yönündeki sorusuna Hz. Peygamber'in "Evet, vardır" cevabını verdiği rivayet edilmiştir; ancak hadisin sıhhat derecesi tartışmalıdır. [4]

 

Meali

 

Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla... 1. Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakınınız. Kıyamet sarsıntısı gerçekten büyük bir olaydır. 2. Onu göreceğiniz gün, her emzikli kadın emzirdiği çocuğu unutacak, her gebe kadın kanundaki çocuğu düşürecektir ve insanları -sarhoş olmamalarına rağmen- sarhoş gibi göreceksiniz. Çünkü Allah'ın azabı çok zorlu olacak! 3. Hal böyle iken insanlardan öyleleri vardır ki, bilgisi olmaksızın Allah hakkında tartışır ve her âsi şeytanın peşine takılır. 4. Şeytan hakkında şöyle yazılmıştır: Her kim kendisini dost edinirse, o da onu yoldan çıkaracak ve alevli ateşin azabına sürükleyecektir. 5. Ey insanlar! Öldükten sonra dirileceğinizden kuşku duyuyorsanız şunu unutmayınız ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan, sonra belli belirsiz et parçasından yarattık ki size (kudretimizi) açıkça gösterelim. Ve biz dilediğimizin rahimlerde belirli bir vakte kadar kalmasını sağlarız, sonra sizi bebek olarak çıkarırız, ki daha sonra yetişkinlik çağınıza erişesiniz. İçinizden kimi erken vefat ettirilirken kimi de önceden bildiklerini bilmez hale gelinceye kadar ömrün en düşkün çağına eriştirilir. Öte yandan yeryüzünü kupkuru ve cansız görürsünüz; üzerine yağmur indirdiğimizde ise (bir de bakarsın) canlanıp kabanr ve her cinsten nefis bitkiler çıkarır. 6. Bu böyledir, çünkü Allah gerçeğin ta kendisidir, O ölüleri diriltir ve O'nun her şeye gücü yeter. 7. Kıyamet vakti şüphe yok ki gelip çatacaktır ve Allah kabirlerdekilere can verip diriltecektir.[5]

 

Tefsiri

 

1-2. Bütün insanlara hitap edilerek Tanrı bilincinin canlı tutulması, O'na say gısızlık etmekten sakınılması istenirken Allah'ın "yaratıcılık, yöneticilik, sahiplik ve terbiye edicilik" özelliklerine vurgu yapan rab ismi kullanılmıştır. Bu çağrının hemen ardından kıyamet ve âhiret gerçeği hatırlatılmış, bu gerçeğin iyi kavranması için de somut bir tasvire yer verilmiştir. Kıyamet sarsıntısının sıradan bir olay olmadığı ifade edildikten sonra herkesin o ana ait sahneleri gözünde canlandırmasına imkân verecek örneklere değinilmektedir: Emzikli kadınların çocuklarını emzirmeyi dahi akıllarından çıkaran bir dehşete kapılmaları, gebe kadınların düşük yapmalarına yol açan bir şok yaşamaları, insanların gerçekte sarhoş olmadıkları halde sarhoş gibi davranmaları veya görünmeleri. İlk iki örnekte "her" kaydının bulunması ("her emzikli kadın", "her gebe kadın" denmiş olması), üçüncü örnekte de bütün insanları kapsar bir ifade kullanılmış bulunması, bu olayın sıra dişiliğini açıkça ortaya koymaktadır. 2. âyetin son cümlesiyle, âhiretteki azabın bu yaşananlardan da çetin olacağı kastedilmiş olabilir. Bu mâna esas alınırsa meali şöyle olur: "Fakat (bunun ardından gelecek olan) Allah'ın azabı çok zorlu olacaktır." Kaynaklarda bu âyetlerin tefsiri sırasında, daha çok, belirtilen sarsıntının haşir sonrası kıyamet sahnelerinden mi yoksa dünyanın sonu geldiğinde kıyamet alâmeti olarak görülecek hallerden mi olduğu hususu üzerinde durulur. Alimlerin çoğunluğu ikinci ihtimali daha güçlü bulmuşlardır. [6]

 

3-4. Evren Allah'ın kudretini gösteren delillerle dolu iken ve peygamberler de öldükten sonra dirilme gerçeğini anlatıp insanları açık bir biçimde uyarmışken, bazı insanların Allah'ın gücü ve âhiret hayatının varlığı hakkında tartışmaya girmeleri, üstelik hiçbir sağlam bilgiye sahip olmadıkları halde inkarcılıkta inat etmeleri tarihin her döneminde görülen bir durumdur. Bu âyetlerde, ilk iki âyetteki bildirim ve ikaza rağmen bazı kimselerin bu tutumlarından vazgeçmedikleri gerçeğinden hareketle bu beşerî zaafa ve sonuçlarına tekrar dikkat çekilmektedir. Esasen genel bir teşhis ve uyan içermekle beraber 3. âyetin Nadr b. Haris hakkında inmiş olduğu rivayet edilir[7] Kureyş'in amansız inkarcılarından olan bu şahıs, babasıyla Hîre'de tıp ve felsefe öğrenimi görmüştü.

3. âyetteki "her âsi şeytan" ifadesiyle, İblîs ve avenesinin yahut Kureyş'in ileri gelen inkarcılarının kastedildiği yorumlan yapılmıştır. [8]  âyetin üslûbundan, ikinci yorumun daha güçlü olduğu izlenimi edinilmektedir. [9]Buradaki "her" anlamına gelen küll kelimesinin -Kur'an'daki benzer ifadeler dikkate alındığında- çokluğu belirtmek için kullanıldığı anlaşılmaktadır. [10]"Âsi" olarak tercüme ettiğimiz merîd kelimesine "had bilmez, zorba, inatçı, azgın, mütekebbir" gibi mânalar da verilebilir.

4 âyette şeytan ve onu dost edinecek kişiler hakkında kaçınılmaz sonuç ve hükmü belirtmek üzere lafzan "onun hakkında şöyle yazıldı" mânasına gelen bir ifade kullanılmıştır. Bu sonuç şeytana uyanın doğru yolda kalamayacağı, dolayısıyla cehennem azabına sürükleneceğidir. Burada dikkat çeken bir husus da şudur:
Şeytana insanları doğru yoldan saptırmak fırsatı verilmekle beraber, ona uyanlar iradelerini bu yönde kullandıkları, ilâhî ikazları bir kenara bırakıp şeytanı dost edindikleri için sorumluluk kendilerine aittir.[11]

 

5-7. Allah'ın kudreti ve dünya hayatından sonra yeni bir hayatın başlayacağı hususunda tartışmaya girişen inkarcıların zihinlere sokmaya çalıştığı şüpheler ve insanoğlunu ateşe sürüklemek İçin var gücüyle çaba harcayan şeytanın vesveseleri karşısında duyulacak tereddüt ve kuşkuların akılcı bir biçimde gözden geçirilmesi istenmekte, bu konuda yapılacak değerlendirmenin sağlıklı olabilmesi için apaçık örnekler ve kanıtlar ortaya konmaktadır. Bu örnek ve kanıtlar insanın kendisinden ve en yakın çevresinden seçilmiştir. Öldükten sonra dirilmenin aklen kabul edilebilirliğini ve Allah'ın buna kadir olduğunu görmek için dikkatleri İki şeye yöneltmek yeter: 1. İnsanın kendisinin nasıl dünyaya geldiği ve hangi aşamalardan geçtiği, 2. Kuru toprağın yağmurla canlanması ve türlü türlü bitkiler vermesi.

İnsanın yaratılış aşamaları toprak, nutfe, alaka ve belli belirsiz et parçası (mudga) şeklinde sıralanmıştır. Topraktan yaratılma ile insanoğlunun ilk atası Hz. Âdem'in yaratılışının kastedildiği görüşünün yanı sıra, insan vücudundaki elementlerle bedenin beslenmesi arasındaki ilişkiyi öne çıkaran yorumlar da vardır. Nutfenin Kur'an'da farklı bağlamda farklı anlamlarda kullanıldığı görülür. İnsanın meydana gelmesini sağlayan iki ana unsurdan erkeğin spermi veya bu spermin aşıladığı yumurta (zigot) mânasında anlaşılması mümkündür. Alaka kelimesinin başka âyetlerdeki kullanımı ve embriyonik gelişmeye ilişkin bilgiler dikkate alındığında bu kelimeyle aşılanmış yumurtanın ana rahminin iç cidarına asılı vaziyetinin kastedildiği anlaşılmaktadır.

5.âyette et parçası anlamındaki mudganın sıfatı olarak geçen ve "belli belirsiz" şeklinde çevirdiğimiz iki kavramdan ilki (muhallaka) tefsirlerde, "biçimi belirli hale gelmiş, kendisine ruh üflenmiş, tam, tamamlanmış, normal doğumla sonuçlanan, kusursuz noksansız biçimde"; ikincisi (gayra muhallaka) ise "biçimi he
nüz belirli hale gelmemiş, kendisine henüz ruh üflenmemiş, henüz  tamamlanmamış, rahim tarafından dışan atılan, düşük, yapılan, kusuru noksanı olan" gibi farklı mânalarla açıklanmıştır. [12] Muhammed Esed'in âyetin bu kısmına "(temel unsurları ve istidatlanyla) tamamlanmış ama (bütün ögeleriyle) henüz tamamlanmamış" şeklinde mâna vermesi (II, 667-668) bu iki sıfattan ilkinin olumlu, ikincisinin olumsuz olmasını izah açısından mantıkî görünmekle beraber; bu yorumu İbn Abbas ve Katâde'nin açıklamalarına dayandırması isabetli değildir ve bu konuda kaynak gösterdiği Taberî ile Beyzâvî incelendiğinde, Esed tarafından bu kaynakların yanlış anlaşıldığı görülmektedir. Zira Taberî'nin Katâde'den naklettiği yorum birinci kelime için "tam", ikinci kelime için "tam olmayan" şeklindedir (XVII, 117); Beyzâvî ise bu konuda İbn Abbas'tan bir nakilde bulunmamıştır (IV, 288-289). İbn Abbas'tan bu ifadeyle ilgili olarak nakledilen yorum da, birinci kelime İçin "yaratılışı tamamlanmış", ikinci kelime İçin "yaratılışı tamamlanmamış" şeklindedir. [13]

Âyette insanların bulundukları duruma hangi aşamalardan geçerek geldiklerine değinildiğine göre birinci kelimeyi "normal doğumla sonuçlanan durumlar", ikincisini de "düşük hali" olarak anlamak isabetli görünmemektedir. [14] Burada İnsanın geçirdiği aşamaların sıralandığı belli olmakla beraber, bu iki sıfatı birbirine bağlayan "ve" bağlacının bir sıralama anlamı taşıyıp taşımadığı açık değildir. O sebeple belirtilen kelimelerin yukarıda kaydedilen (normal doğum -düşük hali dışındaki) diğer yorumların her birine ihtimali bulunduğu söylenebilir. Bununla beraber âyetin bu kısmına "tedrîcî yaratma sürecine bağlı" anlamının verilmesi de [15]kanaatimizce embriyonik gelişmeyle ilgili bilgilere ve buradaki ifade akışına uygundur.

"Bebek olarak çıkarırız" ve "yetişkinlik çağına erişirsiniz" anlamındaki cümleler arasında gramer açısından değişik bağlar kurulmuş olmakla beraber, bunlar arasında nedensellik bağının bulunduğu görüşü daha kuvvetli görünmektedir. [16] Bundan dolayı âyetin anılan kısmı "Sonra sizi bebek olarak çıkarırız, ki daha sonra yetişkinlik çağınıza ensesiniz" şeklinde çevrilmiştir. Hemen ardından kimilerinin erken vefat ettirildiği belirtildiğinden, bu ifadenin bebek olarak dünyaya gelen her insanın yetişkinlik çağma ulaşması sonucunu içerdiği ileri sürülemez. [17]

Âvetin "vervüzünü kupkuru ve cansızken" şeklinde çevirdiğimiz kısmına El-malili Muhammed Hamdi "arzı da... sönmüş kül halinde" anlamını vermiş ve bunu (özetle) şöyle açıklamıştır: Bu uyan ilk bakışta, güneşin harareti karşısında arzın kuruduğunu gösterir. Bununla birlikte bu ifadeyi benzetme yoluyla değil hakiki mânasına göre anlamak hem maksadı daha açık bir biçimde ortaya koyar hem de zamanımızın bilimsel teorileri bu anlama daha uygundur. Zira bilimsel tespitlere göre arz vaktiyle yanar bir ateş olduğundan, toprak esas itibariyle yanıp sönmüş bir ateşin kül halinde sertleşmiş ve çökelmiş biçimidir; bu durum hayatın tam zıddıdır (V, 3383-3384).[18]

 

Meali

 

8-9. İnsanlar içinde öyleleri vardır ki bilgisi, kılavuzu ve aydınlatıcı bir kitabı olmadığı halde başkalarını Allah yolundan saptırmak için büyüklük taslayarak Allah hakkında tartışır durur. Onun dünyadaki payı rüsvâ olmaktır; kıyamet gününde ise ona yakıcı ateşin azabını tattıracağız. 10. (Ona şöyle denilecek:) "Bu, senin kendi ellerinle önceden yapıp ettiklerinden dolayıdır! Yoksa Allah kullarına asla zulmetmez.*' 11. Yine insanlar içinde kimileri vardır ki, Allah'a şartlı olarak kulluk eder; öyle ki kendisine bir iyilik denk gelirse bundan pek memnun olur, ama başına bir imtihan sıkıntısı gelse hemen yüz çevirir. Böyleler! dünyasını da âhiretini de yitirmiştir ve apaçık hüsran işte budur. 12. Allah'ı bırakıp kendisine ne zarar ne de yarar sağlayabilen şeylere yalvarır yakarır. Sapkınlığın en uç noktası da işte budur. 13. (Bir de) o, zaran yararından yakm olan varlıklara yalvarıp yakarır, O ne kötü bir dost ve ne kötü bir arkadaştır! 14. Allah iman edip iyi işler yapanları altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Şüphesiz Allah dilediğini yapar. 15. Her kim Allah'ın ona dünyada da âhirette de asla yardım etmeyeceğini düşünüyorsa, bir çaresini bulup göğe uzansın, kesip baksın bulduğu çare öfkelendiği şeyi ortadan kaldırabilecek mi? 16. İşte böylece biz onu apaçık âyetler halinde indirdik. Kuşkusuz Allah dilediğim doğru yola iletir. 17. Gerçek şu ki, iman edenler, yahudiliği benimseyenler, Sabitler, hıristiyanlar, Mecûsî-ter ve şirke sapanlann her biri hakkındaki hükmünü Allah kıyamet günü verecektir. Şüphesiz Allah her şeye tanıktır. 18. Görmez misin göklerde ve yeryüzünde bulunanlar; güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu hep O'na secde etmektedir! Niceleri de azabı hak etmiştir. Allah'ın hakir kıldığı kimseyi onurlandırabilecek yoktur. Kuşkusuz Allah dilediğini yapar. 19. Şu ikisi rableri hakkında çekişip duran iki taraftır. Bunlardan inkarcı olanlar için ateşten giysiler biçilmiştir, başlarının üstünden de kaynar su dökülecektir. 20. Bununla karınlarının içindekiler ve derileri eritilir. 21, Onlar için bir de demirden sopalar vardır. 22. Istıraptan ötürü oradan çıkmaya her teşebbüs ettiklerinde oraya geri döndürülecekler ve onlara "Tadın bakalım bu yakıcı azabı!" denilecek. 23. İman edip iyi işler yapanları ise Allah altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Onlar orada altın bilezik ve incilerle »üsleneceklerdir. Orada onların giysileri de ipektir. 24. Onlar sözün güzeline yöneltilmişler ve övgüye en lâyık olan Allah'ın yoluna iletilmişlerdir. [19]

 

Tefsiri

 

8-10. Yeterli bilgiye sahip olmadan, doğru bir kılavuza uymadan ve ilâhî bir kitabın ışığından yararlanmadan evrendeki küçücük sırların bile çözülmesi mümkün değilken, bütün bunlardan yoksun bazı kişilerin evrenin yaratıcısı olan Allah hakkında tartışmaya girişmelerinin ne kadar abes olduğuna dikkat çekilmektedir. (9. âyette geçen ve "kılavuz" diye çevirdiğimiz hüdâ kelimesi "ikna edici bir açıklama ve kanıt" şeklinde de anlaşılmıştır, Taberî, XVII, 120). 9. âyette belirtildiği üzere bu gibi kimselerin amacı başkalarını Allah yolundan saptırmak olduğu için, inandığı bir şeyi ispatlama çabası içinde olmazlar ve kendilerine uymayanlara ön yargıyla baktıkları için ellerindeki İmkânları kötüye kullanıp büyüklük taslamayı yeğlerler. Âyetin "büyüklük taslayarak" şeklinde çevrilen kısmına "uyan ve öğütten yüz çevirerek" mânası da verilmiştir. [20]  Âyette ayrıca "Onun dünyadaki payı rüsvâ olmaktır" buyurularak böyle kimselerin bu bozguncu tutumları kınanırken, dünya hayatında elde edecekleri basan ve ulaşacakları refah düzeyi ne olursa olsun, ahlâk yönünden düşük sayılmaya ve insanlığın ortak değerleri açısından reddedilmeye mahkûm olacaklarına işaret edilmektedir. [21]

 

11-14. İlk âyette, Allah'a kulluğu dünya hayatındaki rahatlık şartına bağlayan insanların tipik davranışları tasvir edilmekte, imanlarına pamuk ipliğiyle bağlı olan bu tür kimselerin işleri rast gittikçe Allah'a kulluk etmekten memnun oldukları, bir imtihan sıkıntısına mâruz kaldıklarında ise hemen bu statüden sıyrılmak istedikleri; bir başka ifadeyle, Allah'ın istediği gibi kul olmaya çalışmak yerine, kulluk ettikleri Tann'nın kendi istedikleri gibi olmasını bekledikleri anlatılmaktadır. Aynı âyette belirtildiği üzere böyle kimseler hem dünyalarını hem âhiretlerini yitirmişlerdir ve apaçık ziyan içindedirler. Zira inançsızlığını açıkça ortaya koyan kimseler, tutarlı bir hayat çizgisi izleyebilme ve hiç değilse dünya yaşantılarını gerçek isteklerine göre sürdürebilme hususunda Allah'a şartlı kulluk edenlere göre daha yüksek şansa sahiptirler. Âyetin "Allah'a şartlı olarak kulluk eder" şeklinde tercüme edilen kısmına, "Allah'a tereddütler içinde, tam inanmadan, sınırda,kıyıdan kıyıya kulluk eder” manaları da verilmiştir.

Başına bir sıkıntı geldiğinde şike dönen ve Allah'tan başka mâbudlar arayan kimselerden söz edilirken, 12 âyette bunların "ne zarar ne de yarar sağlayabilen" varlıklara yal vardıkları ifade edildiği halde 13. âyette "zararı yararından daha muhtemel" varlıklara yalvardıklarının belirtilmesi tefsircİleri değişik yorumlara yöneltmiştir. Bu iki âyet arasındaki bağla ilgiü birçok gramatikal (dilbilgisi) izahın yanı sıra[22]  13. âyette kastedilen varlıklar hakkında başlıca iki yorum yapılmıştır. Birinci yoruma göre, Allah 'a kulluk etmekten cayanlar daha sonra kendilerinden korktukları ve yardımına sığındıkları liderlere yönelmektedir ve bu liderlerin onlara yarardan çok zarar verdiklerine işaret edilmektedir. İkinci yorumun sahipleri burada da putlardan söz edildiği kanaatİndedirler ve iki âyet arasında çelişki bulunmadığını şöyle açıklarlar: Putların kendileri yarar sağlamadıkları gibi zarar da veremezler, ama onlara kulluk edilmesi zarara yol açar, onlara tapanlar âhiret mutluluğunu yitirirler; âyette de bu kastedilmiştir. [23]

11. âyetin, refah düzeyinin artacağı ümidine bağlı olarak müslüman olan bazı bedevi Araplar'ın veya bir yahudinin İslâmiyet'i kabul ettikten sonra işlerinin ters gitmesi karşısında dinden çıkması üzerine indiği yönünde rivayetler bulunmaktadır. [24]  Bununla beraber âyetteki tasvirin, hemen her devirde ve her yerde karşılaşılan bir insan tipine dikkat çekmeyi hedeflediği kuşkusuzdur; Evrenin yaratıcısı ve mutlak hâkimi olan Allah'a iman bilincine erişememiş, bazı çevresel etkiler altında veya dünyevî beklentiler uğruna Allah'a kulluk etmeyi "deneyen" fakat O'nu kişisel arzularına uygun bir mâbud olarak göremediği için bütün benliğiyle şirke yönelen, böylece hem dünya hem âhiret mutluluğunu kaybeden insanlar! Devamındaki iki âyette belirtildiği gibi bu kimseler yine de "kulluk etme ve yakarma" ihtiyacından kendilerini alıkoyamamakta, ama bu defa ya hiçbir yaran veya zararı dokunmayacak ya da zararının dokunması çok muhtemel varlıklara yönelmektedirler. [25]

 

15. "Ona" diye çevrilen zamirle kimin kastedildiğine ilişkin yorum, bu âyete mâna verirken belirleyici bir role sahip olmaktadır. MüfessMer genellikle bu zamirin Hz. Peygamber hakkında olduğu kanaatini benimsemişlerdir. Bunu zorlama bir yorum olarak niteleyen Esed, burada 11. âyette belirtilen ve Allah'a iman-kii-für sınırında kulluk eden kişilere, yani kendisine yardım İçin Allah'ın yeterli olmadığını düşünen, Allah'ın gücünün bu dünyada ve âhirette mutluluğa ulaştırmaya yeteceğinden şüphe eden kimselere imada bulunulduğunu belirtir (II, 670). Âyetin "bir çaresini bulup göğe uzansın" şeklinde çevirdiğimiz kısmını "tavana ip bağlayıp kendini assın" şeklinde ve "kesip baksın" diye tercüme ettiğimiz kısmını "dünya veya hayat ile ilişkisini kessin" ve "ipi kesip intihar etsin" şeklinde anlayanlar olduğu gibi, bu ifadeye "göğe yükselip vahyin veya ilâhî yardımın kaynağını kesmeye çalışsın" gibi mânalar verenler de olmuştur. [26]  Burada emir kipi kullanılarak, gerçekleşmeyecek bir şarta bağlı ifadeyle muhatabın âciz düşürülmesi amaçlanmış; içlerinde inkarcılığın oluşturduğu kin ve psikolojik baskıdan bir türlü kurtulamayan kişilerin hangi yollara başvururlarsa vursunlar son tahlilde yaptıklarının bir yarar sağlamayacağına ve dünyalarım da âhİretlerini de yitirmelerine sebep olacağına dikkat çekilmiştir. [27]

 

16. Burada tam teslimiyetle tevhid inancını benimseme hususunda tereddütler içinde bocalayanlardan söz edildikten sonra, Kur'an'in veya genel olarak ilâhî bildirimlerin açık seçik âyetler halinde indirildiği ve Allah'ın dilediği kişileri doğruya ileteceği belirtilmektedir. Âyetin son kısmına "Allah isteyeni doğru yola ile
tir" anlamım vermek de mümkündür. Esasen bu, birinci anlamla çelişmez; çünkü Allah'ın dilediğini doğru yola iletmesi de, âyetin ilk kısmında işaret edilen açık seçîk bildirimlere kulak verenleri bu yöndeki iradelerine uygun olarak doğruya ulaştırması, bu bildirimlere rağmen inanmamakta direnenleri ise kendi sapkınlıkları üzere bırakması demektir. [28]

 

17. Farklı inanç grupları arasındaki gerçek hükmün kıyamet günü Allah tarafından verileceği hatırlatılmaktadır. Bir dinin inanç esasları ve öğretilerinin, rasyonel olmayan, akla ve bilime aykırı olan taraflarını ortak akılla bilmek ve belirlemek mümkündür. Ancak, din konusu bilim konularından farklı olduğu ve her dinde iman belirleyici bir role sahip bulunduğu için dünya hayatında, bîr dinin hak olduğunu bilimsel kesinlikle ispat eden ve ortak akün kabule mecbur olacağı bir ölçüt, bir kanıt, bir ispat aracı bulunamayacak, nihaî ve kesin hüküm âhirette Allah tarafından açıklanacaktır.

Kur'an'ın sadece bu âyetinde anılan Mecusîlik, İslâmî kaynaklarda Zerdüş-tîliğe verilen addır. Arapça'da çoğul anlam taşıyan mecûs kelimesinin tekili me-cûsîdir. Bu kelimenin eski İran dilindeki aslı "maguş"tur. Yunancası "magos" olan kelime Ârâmîce yoluyla Arapça'ya geçmiştir. Mecûsîlik'le Zerdüştîiik arasındaki ilişki hakkında farklı görüşler bulunmakla beraber, Zerdüşt'ün getirdiği doktrin ile Mecusîlik özde birbirinden farklıdır. Milâttan önce VI. yüzyılda yaşayan Zerdüşt tek tanrılı bir inanç telkin ettiği için onun bir peygamber olduğu kanaatini taşıyanlar da vardır. Eski İran'a tevhid inancını getiren Zerdüşt, İslâmî kaynaklarda Hürmüz olarak anılan Ahura Mazda'ya ibadeti telkin etmiştir. Ahura Mazda "hakîm. her sevi bilen rab" anlamına eelir. Zerdüşt'ün doktrininde, evrendeki maddî ve manevî düzeni yaratan, doğa yasalarım koyan Ahura Mazda'dır. Bu sebeple bu din Mazdaizm diye de anılır. Kötülüklerin kaynağı ise Ehrimen'dir (Eh-riman). İyi güçlerle kötü güçler arasında devamlı bir mücadele vardır; evrenin yaratılış amacı, yalanın ve kötülüğün hakikat tarafından yen ilmesidir. Bir tarafta sağduyu, iyilik ve aydınlıktan oluşan nizam, diğer tarafta suç, kötülük ve karanlığı içinde barındıran anarşi ve fesad bulunur. İnsanın bunlar arasındaki seçimi öteki dünyada sonuç verecektir. Zira ölümden sonra diriliş ve yargılama vardır. Zerdüş-tîler'in kutsal kitabı, milâttan sonra V. yüzyıl civarında yazıya geçirilmiş bulunan Avesta'dtr. "Hikmet, bilgi" anlamına gelen Avesta'nın dili Pehlevîce (Eski Farsça) olup ifade ve İçerik bakımından anlaşılması oldukça zor bir kitaptır. Bu sebeple ona "ilim" anlamına gelen ve "Zend" adı verilen şerhler yazılmıştır. Zamanla bunların birleşmesiyle Zend-Avesta meydana gelmiştir. Bu dindeki anlayışa göre aydınlığın efendisi Ahura Mazda ile karanlığın efendisi ve şer kuvvetlerin başı şeytan Angra Mainyu (Ehrimen) arasındaki mücadeleyi Ahura Mazda kazanacak ve onun mutlak hâkimiyeti güneş gibi aydınlık olacaktır. Bu sebeple Mazdaistler (Mecûsîler) ideal temizlik ve aydınlığın sembolü olarak ateş yakarlar ve onlara "ateş yakan" anlamına "Asravan" denirdi. Onların bu geleneği müslümanlann dikkatini çekmiş ve onları "ateşperest" olarak nitelendirmişlerdir. Zerdüşt'ten sonra insanlar, onun karşı çıktığı çeşitli ilâhlara tapınmaya başlamışlar, böylece çok tanrılı inançlar yaygınlık kazanmıştır. Zerdüştîlik batıya doğru yayılırken, Tahran yakınındaki Ragha merkez olmuştu. Burada Zerdüştîlik, Mecûsî (Maci) denilen bir rahip sınıfınca yönetiliyordu. Bu dönemde Zerdüşt'ün doktrininden oldukça uzak-laşılmış, kabile dinlerine ait Yazata'lar tanrı kabul edilmiş, Zerdüşt'ün yasakladığı birçok fiil işlenmeye başlamıştı. Sâsânîler devrinde (226-650), mücadele halindeki İran dinleri içinde, Zerdüştîliğİ yaşatan Mecûsî rahipler (mobat) üstünlük kazanınca, bu inanç Sâsânî İmparatorluğu'nun devlet dini oldu. Bu imparatorluk müslümanlar tarafından ortadan kaldırıldıktan sonra da, Mecûsî geleneğinin mo-batları (din adamları) varlıklarını korudular. Mecusîliği günümüzde yaşatmaya çalışan gruplardan İran'daki dağınık ve küçük azınlığa "Gabriler", Hindistan'daki daha derli toplu gruba ise "Parsîler" adı verilir. Mecûsîler'in günümüzdeki sayısı üç yüz bin civarında tahmin edilmektedir. [29]

Tefsirlerde âyetteki mecûs kelimesi, genellikle ateşe tapanlar şeklinde açıklanmıştır; fakat bunu güneşe ve aya tapanlar, hıristiyanlardan ayrılan yahut Yahuılığın ve Hıristiyanlığın bazı kısımlarını birleştirip alan dinî bir grup gibi mânamla açıklayanlar da olmuştur. [30] Klasik kaynaklarda Yemen, 3ahreyn ve Arap Yanmadası'nın kuzeydoğu bölgelerinde bazı Arap kabilelerinin Mecûsî olduklarına dair rivayetler bulunmaktadır. [31]

 

18-24. Kur'an'ın birçok âyetinde olduğu gibi burada da, evrendeki zorunlu itaat yasaları uyarınca Allah'a boyun eğen varlıklara dikkat çekilmekte, insanların ise sınav ortamının icabı olarak hür iradeleriyle baş başa bırakılmaları neticesinde topyekün bir teslimiyet ve itaat içinde olmadıkları, dolayısıyla birçok insan Allah'a itaat edip kurtuluşa ererken nicelerinin de azabı hak etmiş olacağı uyarısı yapılmaktadır. Âyetlerde yer alan tasvirlerde açıkça görüldüğü üzere, dünyadakin-den başka bir hayat tanımayıp inkarcılıkta direnen ve rableri hakkında çekişme içine girenlerin Öteki dünyadaki akıbetleri pek acı olacaktır. İman edip Allah'ın hoşnutluğuna uygun davranışlarda bulunanların mükâfatı ise dünyada en cazip görünen nimetlere eriştirilmekten ibaret değildir. Çünkü onlar her türlü övgüye lâyık olan Allah katında en itibarlı mevkiye, Allah'ın yoluna iletilmiş ve sözlerin en güzeline yöneltilmişlerdir ki bu da mutlulukların en büyüğüdür. [32]

 

Meali

 

25. İnkâr edenler, insanları Allah yolundan ve -yerli olsun dışarıdan gelmiş olsun bütün insanlar için (ibadet yeri) yaptığımız- Mescid-i Harâm'dan alıkoyanlar ile her kim orada zulmederek haktan saparsa ona elem veren bir azap tattırırız. 26. İbrahim'i Beytullah'uı bulunduğu yere yerleştirdiğimizde de şöyle demiştik: "Bana hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf edenler, kıyamda duranlar, rükûya ve secdeye varanlar için evimi tertemiz tut. 27. İnsanlara hac ibadetini duyur; gerek yaya olarak gerekse yorgun argın develer üzerinde uzak yollardan gelerek sana ulaşsınlar. 28. Böylece kendi yararlarım açık seçik görsünler ve Allah'ın onlara rızık olarak verdiği, belirlenen günlerde kesecekleri kurbanlık hayvanlar üzerine O'nun adım ansınlar. Artık onlardan hem kendiniz yiviniz hem sıkıntı içindeki yoksulları doyurunuz. 29. Sonra kalan hac fiillerini tamamlayıp temizlensinler, adaklarını yerine getirsinler ve o kadîm evi tavaf etsinler." 30. Yapılması gereken işte budur. Kim Allah'ın koyduğu yasaklara saygı gösterirse bu, rabbi katında kendisi için çok hayırlı olur. Size vahiyle bildirilenlerin dışındaki hayvanları yemeniz helâl kılınmıştır. Öyleyse pislikten yani putlardan uzak durunuz ve asılsız sözden de kaçınınız. 31. Kendisine ortak koşmadan Allah'ın birliğine iman edenlerden olunuz. Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşüp parçalanan ve kuşların kapıştığı yahut rüzgârın ücra bir yere sürüklediği nesnelerden farksızdır. 32. Evet, bu böyledir. Kim Allah'a ait nişanelere saygılı davranırsa, bu kalplerin takvâiı olmasındandır. 33. Onlarda sizin için belirli süreye kadar yararlar vardır. Nihayet varacakları yer o kadîm evdir, 34. Biz her ümmete kurban kesmeyi meşru kıldık ki kendilerine rtzık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine Allah'ın adını ansınlar. Sonuç itibariyle hepinizin mabudu tek bir tanrıdır. Şu halde yalnız O'na teslimiyet gösteriniz. Sen de Allah'm buyruklarına içtenlikle teslimiyet gösteren kimseleri müjdele! 35. Onlar öyle kimselerdir ki, Allah anıldığında kalpleri titrer, başlarına gelen musibetlere sabrederler, namazlarını özenle kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızklardan Allah yolunda harcarlar. 36. Biz o büyükbaş hayvanları da Allah'ın nişanelerinden kıldık; sizin için onlarda nice yararlar vardır. Onlar (kesim için) sıraya dizildiklerinde üzerlerine Allah'ın adını anınız, cansız halde yere serildiklerinde ise onlardan hem kendiniz yiyiniz hem ihtiyacını gizleyen ve gizlemeyen yoksulları doyurunuz. İşte onları şükredesiniz diye sizin istifadenize verdik. 37. Onların ne etleri Allah'a ulaşır ne kanlan; O'na ulaşacak olan sadece sizin tak-vânızdır. İşte Allah onlan sizin istifadenize verdi ki size doğru yolu göstermesinden ötürü O'nu tazimle anasınız. İyilik yolunu tutanları müjdele! 38. Biliniz ki Allah iman edenleri korur. Şu da muhakkak ki Allah hiçbir haini, hiçbir nankörü sevmez. [33]

 

Tefsiri

 

25-37. Sûreye adım veren 27, âyetin de içinde bulunduğu bu âyetlerde Mes-cid-i Haram' in insanlık için önemli bir merkez olduğu belirtildikten sonra Hz. İbrahim'in "beyt"in (Kabe) bulunduğu yere yerleştirilmesinden, hacca çağrı ve hac-cın öneminden, adakların yerine getirilmesinden ve kurban ibadetinden söz edilmektedir. [34]

25. âyette Mescid-i Harâm'ın bulunduğu yerde ikamet edenlerin orayı kendilerine özgü kılma haklarının bulunmadığı, dolayısıyla Mescid-i Harâm'ın mahallî değil evrensel bir merkez olduğu belirtilmekte; inkarcılar, özellikle insanları Allah yolundan ve böyle bir ibadet yerinden alıkoymaya çalışanlar ağır bir dille eleştirilmekte, acı veren bir azapla tehdit edilmektedirler. Kureyş ve müttefikleriyle bu kapsamda olmayanlar arasında ayırım yapılıp birinci gruba bazı İmtiyazlar tanınması, İslâm'ın doğuşu sırasında yaşayan hacla ilgili âdetlerdendi. Kureyş ve müttetiklerinden meydana gelen kabileler "hums", diğerleri ise "hille" olarak anılır; meselâ arefe günü hilleden olanlar Arafat'ta vakfe yaparken, hums sınıfından olanlar Harem bölgesi içindeki Nemîre'de hazır bulunurlardı. [35]Burada bu tur âdetlerin geçersizliğine de işaret edilmiş olabilir. Âyette geçen "zulüm" kelimesi değişik şekillerde yorumlanmıştır. [36] Taberî bunlardan "Allah'ın buyruklarına karşı çıkma" şeklindeki yorumu tercih etmiş ve âyetin bu kısmına, burada geçen ilhâd kelimesinin "meyletmek" anlamım esas alarak "her kim Mescid-i Harâm'da zulme yeltenip Allah'a isyana kalkışırsa" mânasını vermiştir.[37] Âyetin Mekke'de indiğini kabul edenler, müşriklerin o dönemde müslümanların Kabe'de ibadet etmelerini engellemelerini, Medine döneminde indiği kanaatini taşıyanlar ise Hu-deybiye Antlaşması'nın yapıldığı yılda Resûlullah ve ashabının Kabe'yi ziyaret etmesine karşı çıkmalarını esas alan açıklamalar yaparlar.

âyette Kabe'nin Hz, İbrahim zamanından beri insanlık için toplu bir ibadet mahalli olduğu hatırlatılmaktadır. Âyetin "İbrahim'i Beytullah'uı bulunduğu yere yerleştirdiğimizde" şeklinde çevirdiğimiz kısmına "İbrahim'e Beytullah'ın yerini gösterdiğimizde", "İbrahim için Beytullah'ın yerini hazırladığımızda" mânaları da verilmiştir.[38] Bu âyette varanlardan ve secde edenlerden söz edilmesi, İslâm'dan Önce de rükûlu ve secdeli namazın bilindiğini gösterir.[39] Allah Teâlâ'mn "Bana hiçbir şeyi ortak koşma" buyruğu Hz. İbrahim'in şirk koştuğu anlamına gelmez; burada maksat Allah'a kulluk ederken O'na ortak koşma anlamına gelecek her türlü davranıştan titizlikle sakınmak ve Özellikle Kabe'nin inşasına Allah rızâsı dışında bir amaç karıştırmamak
gerektiğim hatırlatmaktır. [40] âyet ile devamında yer alan buyruklar bazı müfessirlere göre Hz. Muhammed'e hitap etmektedir. Hatta bazılarına göre 26. âyette Hz. İbrahim'in Beytullah'ın bulunduğu yere yerleştirildiğinin hatırlanmasından sonra gelen buyrukların muhatabı da Hz. Muhammed'dir. [41] 27. âyetteki "dâmir" kelimesine genellikle "yorgun argın, yorgunluktan incelmiş deve" anlamı verilmiştir. Esed, Arap dilinde bu kelimenin deveyle sınırlı olmaksızın "çevik, sürat yapmaya müsait hayvan" için kullanıldığına dikkat çeker ve çıkarsama yoluyla "hızlı yol alan her türlü ulaşım aracı" mânası verilebileceğini belirtir (II, 674). Mücâhid'den nakledilen bir rivayete göre hac için gelenler binek kullanmıyorlardı; Cenâb-ı Allah onlara azık tedarik etmeyi buyurdu, binek kullanmalarına ve ticaret yapmalarına izin verdi. [42]

Hac çağrısının sadece biçimsel bir anlayışla değerlendirilmemesi için âyette haccın yararlanna dikkatli bir gözle bakılması istenmiştir. [43] Bu âyette göze çaipan diğer bir husus, Allah rızâsı için kesilecek kurbanlıkların yine Allah tarafından hem kurban sahiplerinin yemesi hem de sıkıntı içindeki yoksulların gıda ihtiyacının karşılanması amacıyla "insanlara bir nzık olarak" lütfedilmiş olduğudur. Şu halde sırf bir buyruğun şeklî olarak yerine getirilmesiyle yetinip kurban etlerinin heder edilmesi, âyetteki bu anlam inceliğine dikkat etmemek olur. Son yıllarda bu etlerin değerlendirilip yoksul ülkelere ulaştırılması yoluna gidilmesi, Kur'an'in ruhuna ve bu âyetin amacına uygun bir uygulama arayışının güzel bir örneği sayılır.

Aynı âyette geçen "belirlenen günler"den (eyyam ma'lûmât) maksat kurban bayramı günleridir. Bazı âlimler bu tamlamayı Bakara sûresinin 203. âyetinde geçen "eyyam ma'dûdât" tamlamasıyla mukayese ederek buna dayalı değişik yorumlar yapmışlardır. [44]  Genel olarak hayvan kesiminde ve özellikle kurban ibadetinde Allah'ın adının anılması, her türlü şirkten uzak durma bilincini koruma anlamı taşır. Esed'in (II, 674) Marmaduke Picktall'den yaptığı bir nakle göre, Kur'an'ın hayvan kesilirken Allah'ın adının anılması konusundaki ısrarı müslümanlann bu işi "can almanın ciddi bir eylem olduğunu hissederek" yapmalarını ve "Allah'ın onlara hayvanların etini yeme iznini verirken gösterdiği güvenin önemini" anlamalarını sağlamak içindir. Râzî'nin Kaffâl'den naklettiği şu anlatım da -bir yönüyle- bu izahı destekleyici niteliktedir: Mümin kurban keserken, sırf Allah'ın hoşnutluğunu kazanma amacıyla ve öz canını feda etmesini gerektirecek kusurlarla yüklü olduğunu itiraf ederek, âdeta kestiği hayvanı kendisinin yerine Allah'a sunmuş olur. [45]

29. âyetin "Sonra kalan hac fiillerini tamamlayıp temizlensinler" şeklinde çevirdiğimiz kısmı hakkında tefsirlerde başlıca iki yorum yer almaktadır. Bir yoruma göre burada maksat, ihram yasağı dolayısıyla bedende oluşan kirlerin giderilmesi, özellikle tırnakların ve vücudun bazı bölgelerindeki kılların kesilmesi, saç sakal temizliğinin yapılmasıdır. Dolayısıyla âyetin bu kısmına "Sonra kirlerini gi-dersinler" anlamı verilmelidir. Diğer bir yoruma göre ise, âyetin anlamı hem bu işleri hem de şeytan taşlama, Kabe'yi tavaf etme gibi menâsiki (hac fiilleri) kapsar. Taberî ikinci yorumu tercih ettiği halde Esed'in Taberî'nin görüşünü sadece "hac dolayısıyla zorunlu olan ibadetleri (menâsik) yerine getirsinler" şeklinde özetlemesi ve "oysa diğer müfessirler..." diyerek diğer müfessİrlerin âyeti "hac sırasında gözetilmesi zorunlu olan kısıtlamalara son versinler" anlamı verdiğini ifade etmesi (D, 674) isabetli görünmemektedir. Zira Taberî, "hacda yapmaları gereken her şey" yorumunu îbn Ömer'den, "tırnak kesme, tıraş olma, şeytan taşlama vb. hac fiilleri" yorumunu İbn Abbas ve başka ilk dönem âlimlerinden nakletmektedir (XVII, 149-150). İbn Âşûr ise özellikle âyetteki "tamamlama, yerine getirme" mânasına gelen fiilden (kadâ) hareketle bu ifadenin kirlerin giderilmesiyle ilgisinin bulunmadığını, hac fiillerinin yapılması hakkında olduğunu ileri sürmektedir (XVII, 249). Bu yorumları ve gerekçelerini dikkate alarak âyetin bu kısmım "Sonra kalan hac fiillerini tamamlayıp temizlensinler" şeklinde tercüme etmeyi uygun bulduk.

Aynı âyette nezirlerin yerine getirilmesi İstenmiştir. Türkçe karşılığı "adak" olan nezr (çoğulu nüzûr) kelimesi dilimizde "nezir" şeklinde telaffuz edilir. Nezir, sözlükte "İyi olsun kötü olsun bir şeyi haber verme" anlamına gelir; kelimenin kökünde "gerekli kılmak, vaad etmek" anlamlan da vardır. Fıkıh terimi olarak nezir, "kişinin dinen yükümlü olmadığı farz veya vacip türünden bir ibadeti kendisine vâcİp kılması yani o işi yapacağına dair Allah'a söz vermesi" demektir.

Beklenen veya beklenmeyen kötü durumlardan korunmak ya da bazı İsteklere kavuşabilmek için Türkçe'de adak kelimesiyle ifade edilen bir vaadde bulunma, hemen bütün milletlerin din ve kültürlerinde görülür. Hatta bu gibi davranışların insanlık tarihiyle yaşıt olduğu söylenebilir. Adakta bulunmaya yönelten âmillerin çeşitli oluşunun yanı sıra adak konusu fiiller de çeşitlilik gösterir. İslâmiyet'in ortaya çıktığı sıralarda Arap toplumunun günlük yaşantısında da adak uygulamaları önemli bir yer tutmaktaydı. İslâm dininde adak birtakım kayıt ve şartlar çerçevesinde meşru kabul edilmiştir. Âyet ve hadislerde adağı teşvik eden veya engelleyen açık bir İfade bulunmadığı için, nezirde bulunmak kural olarak mubahtır; şartlarına uygun biçimde yapılmış adağın gereğini yerine getirmek ise vaciptir. Sırf Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için veya bir nimete karşı şükran olmak üzere "kişinin dinen yükümlü olmadığı bir ibadet türünü kendiliğinden borçlanması" anlamındaki nezir dinen uygun görülmüş; dünyevî bir amaca erişmek için adakta bulunulması ise hoş karşılanmamıştır. Bununla birlikte, şartlan oluşmuşsa yapılan nezrin ifa edilmesi gerekir. Hz. Peygamber'İn ük bakışta adakta bulunmayı tasvip etmediği mânası çıkan sözlerine gelince[46] esasen bunların adak yoluyla ilâhî takdirin değişeceğini düşünenlere veya bunu değiştirme arzusu taşıyanlara yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Böyle bir düşünce veya amaçla olmaksızın kişinin ilerideki bir işinin iyi biçimde sonuçlanması için dua etmesi ve bu duasının kabulüne karşılık bir şükran ifadesi olmak üzere, esasen yükümlü olmadığı bir ibadeti yapmayı adamasında dinî bir sakınca bulunmamaktadır. Konuya ilişkin naslar, sahabe uygulamaları ve ibadetler alanının genel prensipleri ışığında fıkıh bilginleri adakla ilgili meseleleri ayrıntılı biçimde ele almışlar ve karşılaşılabilecek muhtemel durumlara göre birçok hükme ulaşmışlardır. Bu konudaki hükümleri şöyle özetlemek mümkündür:

Adak yükümlülüğünün dogması için, diğer ibadetlerde olduğu gibi adakta bulunanın müslüman, ergenlik çağına ulaşmış ve temyiz kudretini haiz olması; ayrıca, adak iradesinin sözlü olarak ifade edilmesi gerekir; yazı, İşaret ve sadece kalpten geçirmekle adak mükellefiyeti doğmaz. Adağın geçerli olması için aranan başlıca şartlar şunlardır: a) Adanan şeyin, namaz, oruç, sadaka gibi farz veya vâ-cip türünden bir ibadet olması gerekir. Sevaba vesile olmakla beraber başlı başına ibadet olmayan abdest alma, hasta ziyaret etme gibi fiiller adanmaz. Şâfiîler'e ve Hanbelîler'e göre ise müstehap fiiller de adak konusu olabilir. Bu şartın tabii bir sonucu olarak, adanan şeyin meşru bir fiil olması gerekir. Günah olan bir işin adanması haram ve geçersizdir. Böyle bir adağın yerine getirilmesi -bütün İslâm âlimlerine göre- câİz değildir; ancak Hanefîler'e ve Hanbelîler'e göre bu durumda yemin kefareti ödenmesi gerekir, b) Adanan şeyin kişinin zaten yapmakla yükümlü olduğu bir ibadet olmaması gerekir, c) Yeme, içme, yürüme, konuşma vb. mubah fiilleri işleme veya terketme de adak konusu olamaz, d) Adanan şeyin dinî ölçülere göre mümkün ve uygun olması gerekir. Meselâ gece oruç tutma adağı dinî ölçülere göre mümkün değildir. Yine, kişinin sahip olmadığı bir malı sadaka olarak adaması da geçersizdir. Ancak Hanefîler'e göre kişi, mülkiyet sebebine izafe ederek, meselâ satın alacağı veya mirasçı olarak elde edeceği mah adak konusu yapabilir. Kurban ibadetinin şartlarına uygun olmadığı için horoz kesmeyi adamak, İslâm inancıyla bağdaşmadığı için yatırlara kurban vb. şeyler adamak İslâm dininde yeri olmayan âdetlerdir[47]

29 ve 33. âyetlerde geçen ve "kadîm ev" diye tercüme ettiğimiz "el-bey-tü'1-atîk" tamlamasıyla Kabe'nin kastedildiği açıktır; ancak burada "ev"in "atîk" sıfatıyla nitelenme sebebi farklı şekillerde izah edilmiştir. Kelimenin "azat etme" anlamını esas alan izaha göre, Allah bu mekânı zorbalardan kurtarmış ve emin kılmış olduğu için böyle nitelenmiştir. Aynı kök anlamından yola çıkan başka bir açıklamaya göre hiç kimse Kabe'ye mâlik olamadığı için bu sıfat kullanılmıştır. Diğer bir yoruma göre ise Kabe, kadîm (eski) oluşundan ötürü böyle anılmıştır. Taberî bu izahlann hepsinde haklılık payının bulunduğunu belirtir (XVII, 151-152).

Aynı âyette geçen tavaftan maksat hac ibadetinin rükünlerinden olan ziyaret tavafıdır. Taberî âyetin bu kısmını "veda tavafı" olarak açıklayan bir rivayete yer vermekle beraber, burada Arafat vakfesinden sonra kurban bayramının birinci günü veya sonrasında yapılan farz tavafın kastedildiği hususunda görüş birliği bulunduğunu belirtir (XVII, 152).

Tavaf sözlükte "dönmek, dolaşmak" anlamlarına gelir; dinî bir terim olarak Kabe'nin etrafını şartlarına ve âdabına uygun olarak dolaşmayı ifade eder, Kabe sola alınarak ve Hacerülesved'in bulunduğu köşeden veya hizasından başlanarak Kabe'nin etrafında dönüp aynı noktaya gelindiğinde bir şavt (tur) yapılmış olur. Bîr tavaf yedi şavttan oluşur. Bakara sûresinin 158. âyetinde yine hac ve umre fiillerinden biri olup Safa ile Merve arasında koşma anlamına gelen "sa'y"dan söz edilirken de tavaf etme fiili kullanılmıştır. Fakat yukarıda verilen terim anlamıyla tavaf fiilinin Kur'an'daki tek kullanımı bu âyette yer almaktadır. Burada emir kipinin kullanılmış olması da farz tavafın kastedildiğini gösterir. Belirlenen vakitte Kabe'nin etrafında yapılması gereken bu "ziyaret tavafı" (diğer adıyla ifâda tavafı) dışında hac menâsikinden olan iki çeşit tavaf daha vardır. Bunlardan "kudüm tavafı" Mekke'ye geliş tavafı demektir. Buna "lika tavafı" da denir. İfrad veya kıran haccı yapan afakîlerin (Mîkat sının dışından gelenlerin) Kabe'yi selâmlama amacıyla bu tavafı yapmaları sünnettir (Mâlikîler'e göre vaciptir). Üçüncü tavaf türü ise, Kabe ile vedalaşma anlamı taşıdığı için "veda tavafı" diye anılır, diğer adı "sader tavafı"dır. Mekke dışından gelenlerin memleketlerine dönerken bu tavafı yapmaları vaciptir (Mâlikîler'e göre sünnettir). Bu üç tür tavafın dışında, Mekke-i Mükerreme'de bulunan kimselerin zaman zaman yaptıkları nafile tavafa "tatavvu' tavafı" denir. Bu tavaf, Mekke dışından gelenler hakkında nafile namaz kılmaktan daha faziletlidir. Öte yandan, (dört şavtı) umrenin rüknü sayılan tavaf "umre tavafı" diye anılır. [48]

30. âyetin "Öyleyse pislikten yani putlardan uzak durunuz" şeklinde çevirdiğimiz kısmına "Öyleyse putlara taparak şeytana uymayınız" anlamı da verilmiştir. [49]

Aynı âyette asılsız sözden kaçınılması istenirken, bir taraftan Allah'a ortak kokmanın Allah'a iftira anlamına geldiği, diğer taraftan yalan söylemenin büyük günahlardan olduğu belirtilmiş olmaktadır. Kur'an'm pek çok yerinde, başta Allah hakkında uydurulan asılsız sözler olmak üzere, yalancılığı ağır biçimde mahkûm eden ifadeler vardır. Daha çok "kezib" kelimesiyle bazan da bu âyette olduğu gibi "kavle'z-zûr" şeklinde anılan asılsız söz söyleme veya yalan, İslâm ahlâk kültüründeki ifadesiyle "ümmü'l-habâis" yani bütün kötülüklerin anasıdır. Çünkü yalan, kötülük ve haksızlıkları, çirkinlik ve edepsizlikleri örtbas etmek için başvurulan bir yoldur. İnsan yatan söyledikçe kötülük işleme cesareti ve alışkanlığı artar. Hz. Peygamber bir hadisinde bu hususa dikkat çekmiştir[50]  İslâm âlimleri Hz. Peygamber'in bir hadisine dayanarak[51]  sadece şu üç durumda bilerek yalan söylemeyi caiz görmüşlerdir: Savaşta düşmanı yenmek için; insanların arasını düzeltmek ve barıştırmak için; yıkılmak üzere olan bir aileyi kurtarmak için [52]

31. âyetteki "Allah'ın birliğine iman edenler" diye çevirdiğimiz "hunefâ" kelimesinin tekili "hanîf'tir. [53]  Bu âyette şirke saplanıp kalmış kişinin durumuyla ilgili bir benzetme yapılmaktadır. Değişik biçimlerde açıklanan bu teşbihten çıkan sonuç şudur: Allah'a ortak koşan insan seçkin konumunu yitirip bayağılaşır, kuşların didikledi-ği lâşe, rüzgârın savurduğu cansız vücut parçacıkları gibi olur; şirkte ısrarcı davranmanın insanı bir süre ortalıkta bırakıp bocalatması, sonunda helake sürüklemesi kaçınılmazdır. [54]

âyetteki "onlar" zamirini "hac fiilleri" şeklinde açıklayanlar olmuşsa da müfessirlerin çoğunluğuna göre burada kastedilen kurbanlıklardır. [55]  34. âyette gecen "mensek" kelimesi genellikle kurban kesme ibadeti anlamında yorumlanmıştır; fakat bunu kurban kesme yeri veya kurban kesme usulü mânasında anlayanlar da olmuştur.

âyette geçen ve "Allah'ın buyruklarına içtenlikle teslimiyet gösteren kimseler" diye çevirdiğimiz "muhbİtîn" kelimesine, "gönlü Allah'a yönelmekle huzur bulanlar, İçtenlikle tövbe edenler, alçak gönüllü kimseler, haksızlık etmeyen ve haksızlığa uğradığında da özverili davrananlar" gibi mânalar da verilmiştir. [56]

36. âyette geçen "büdn" kelimesi Arap dilinde "İri yapık" anlamına gelir. Bu ebeple kelime özellikle "develer" anlamında kullanılır. Sığır cinsini de kapsar biçimde kullanıldığı genellikle kabul edildiği[57]  ve bağlama daha uygun düştüğü için mealinde kelime "büyükbaş hayvanlar" şeklinde çevrilmiştir.

âyette bütün kulluk davranışlarının ortak ilke ve amacına kurban örneğinden hareketle dikkat çekilmektedir. Bütün ibadetler kulun kendim olgunlaştırması, hayatını anlamlandırması ve yüce yaratıcısına yaklaşması tarzında üstün amaçlarla yapılmalıdır; Cenâb-ı Allah'ın buna ihtiyacı yoktur, ihtiyacı olan kuldur. Şu halde ibadetlerde dinen belirlenen forma sadık kalmak da Allah'ın iradesine boyun eğme mânası taşıdığı için değerlidir; bu biçimler asıl amaçtan kopmadığı sürece değerini koruyabilir, aksi takdirde içi boş birer kalıp haline gelir. [58]

 

38. Bu âyetler kümesinin ilkinde Allah yolundan ve Mescid-İ Harâm'dan alıkoyma çabası içinde olan inkarcıların elîm bir azaba çarptırılacakları belirtilip hac ve kurban ibadetinin önemi üzerinde durulmuştu. Bir taraftan inkarcıların ortaya koyduğu fiilî durumu diğer taraftan da haccın ve Mescid-i Haram yakınlarında ifa edilecek kurban vecîbesinin önemini dikkate alan müminlerin hatırına gelebilecek tereddüt giderilmekte ve Allah'ın iman edenlerle beraber olduğu, onlan koruyup destekleyeceği bildirilmektedir.[59]Bu bağlamda âyeti bu şekilde açıklamak mümkün olmakla beraber, burada müminlerin geneline yönelik ve bütün zamanlar için geçerli bir mesaj bulunduğu da açıktır. Buna göre inanan İnsanların zorluklar karşısında yılmayıp mücadele vermeleri, Allah'a dayanıp güvenmeleri, hiçbir zaman O'nun yardım ve desteğinden ümit kesmemeleri, Cenâb-t Allah'ın hainlerin ve nankörlerin tuzaklarını bertaraf etmeye muktedir olduğunu hatırdan çıkarmamaları gerekir. Bu âyeti, müteakip âyet grubuyla irtibatlandırarak açıklayan müfessirler de vardır. [60]

 

Meali

 

39. Saldırıya uğrayanlara zulme mâruz kaldıkları için savaş izni verildi. Aliah onları muzaffer kılmaya elbette kadirdir. 40. Onlar sırf "Rabbimiz Allah'tu*" dediklerinden dolayı haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah'ın, insanların bir kısmıyla diğer kısmım engellemesi olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler -ki oralarda Allah'ın adı bol bol anılır- yıkılır giderdi. Allah kendi dinine yardım edenlere muhakkak yardım edecektir. Kuşkusuz Allah güçlüdür, mutlak galiptir. 41. Onlar öyle kimselerdir ki, kendilerine bir yerde egemenlik versek, namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler ve kötülükten alıkoymaya çalışırlar. İşlerin sonu Allah'a varır. 42-44. Şayet seni yalancılıkla itham ediyorlarsa bilesin ki senden Önce Nûh, Âd ve Semûd kavimleri, İbrahim'in kavmi, Lût'un kavmi ve Med-yen halkı da (peygamberlerinin bildirdiklerini) yalan saymışlardı. Aynı şekilde Mûsâ da yalancılıkla itham edilmişti. Ben ise o inkarcılara biraz süre tanıdım ve sonra onları kıskıvrak yakaladım. Hadlerini bildirişim nasıldı bir bilscn! 45. Nitekim zulme dalmışken helak ettiğimiz nice beldeler var ki evlerinin duvarları çatıları üzerine yıkılmış, ıpıssız kalmıştır. Şimdi oralarda kullanılamaz hale gelmiş nice kuyular, (harap olmuş) nice görkemli köşk var! 46. Yeryüzünde hiç dolaşmıyorlar mı ki ibret alacakları kalpleri yahut işitecek kulakları olsun! Şu bir gerçek ki gözler körleşmez, fakat göğüslerdeki kalpler körleşir. 47. Onlar senden azabın çabuk gelmesini istiyorlar. Allah vaadinden asla dönmez. Bilinmeli ki, rabbinin katındaki bir gün sizin saymakta olduklarınızın bin yıh gibidir. 48. Nice belde var ki, ahalisi zulme dalmış olduğu halde onlara biraz süre verdim, sonra da onları kıskıvrak yakaladım. Dönüş yalnız banadır. [61]

 

Tefsiri

 

39-41. Genellikle bu âyetlerin Kur'an'da savaş izni veren ilk âyetler olduğu kabul edilir. Konuya ilişkin rivayetlere göre Mekke'de müşriklerin ağır basta ve işkencelerine mâruz kalan müslümanlar onlara karşılık vermek istediklerinde Re-sûlullah, Allah'tan savaş izninin gelmediğini söyleyip kendilerine sabırlı olmalarını tavsiye etmiş, nihayet bu âyetlerin gelmesiyle İlk savaş müsaadesi verilmiştir. Bu izaha göre âyetlerin Medine döneminin başlangıcında inmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Bununla birlikte, âyetlerin Mekke'den Habeşistan'a göç etmek zorunda kalan müslümanlar hakkında indiğine dair rivayetler ışığında bunların Mekke'de inmiş olabileceğini düşünen müfessirler de vardır. Onlara göre burada, müminlerin zulüm ve baskı altında bulunduklarının tescil edilip hicrete İzin verildiğinin bildirilmesi ve Allah'ın müslümanlara nasip edeceği zaferin yakın olduğu ima edilerek onlara moral verilmesi amaçlanmıştır. [62]  Öte yandan, burada Hz. Peygamber ve ashabına verilmiş genel bir savaş izninden söz edildiği yahut bu iznin sadece Mekke'den Medine'ye hicret etmek için yola çıktıkları sırada engellenmeye çalışılan belirli bir grup müslüman için olduğu yönünde de rivayetler bulunmaktadır. [63]

39 ve 40. âyetler birlikte değerlendirildiğinde, inanç özgürlüğünü ve dînin icaplarını yaşama serbestisini sağlama hedefinin, savunma hazırlıklarını haklı kılan sebeplerin başında geldiği söylenebilir. [64]

40. âyette geçen ve sırasıyla "manastırlar, kiliseler, havralar" şeklinde tercüme edilen kelimeler genel kabul esas alınarak çevrilmiştir; buna göre anılan kelimelerin ilki rahiplerin ibadet için kapandıkları yüksek ve sarp yerlere yapılmış inziva yerleri, ikincisi hıristiyanların ve üçüncüsü yahudilerin ibadet mahalleri anlamındadır. Tefsirlerde, bunlann hangi din mensuplarına ait mâbedler olduğu hususunda farklı görüşler de bulunmaktadır.[65]Bu âyetin "ki oralarda Allah'ın adı bol bol anılır" şeklinde çevrilen kısmını sadece mescidlerin sıfatı olarak yorumlayan müfessirler de vardır. [66]  Bu yorumu esas alan Elmalılı Muhammed Hamdi, burada bir taraftan İslâm'daki ibadetlerde Allah'ı çokça anmanın temel hedef olduğuna, bir taraftan da âyette değinilen diğer din mensuplarına ait mâbedlerde asıl amaç olan Allah'ı anmaktan uzaklaşılıp başka maksatlarla kullanılır hale getirildisine işaret bulunduğunu belirtir (V, 3409). Bütün ilâhî dinlerdeki ibadetlerde Allah'ı çokça anmanın temel hedef olduğunda kuşku yoktur; âyette diğer din men* suplarına ait mâbedlerde bu aslî amaçtan uzaklaşıldığına dair bîr işaret bulunduğunu söylemek de isabetli görünmemektedir.

Aynı âyetin "eğer Allah'ın, insanların bir kısmı ile diğer kısmını engellemesi olmasaydı" şeklinde tercüme ettiğimiz kısmı hakkında değişik yorumlar yapılmıştır. [67]Taberî bu konudaki başlıca yorumları aktardıktan sonra, burada özel bir durumun kastedildiğine dair bir açıklama bulunmadığına göre âyeti kapsamlı biçimde anlamın uygun olacağını belirtir. Buna göre âyeti yorumlarken, Allah'ın, O'nun birliğine inananlara putperestlere karşı mücadele gücü vermesi, topluma bireylerinin birbirlerine haksızlık etmelerini önleyen bir yönetim nasip etmesi, tanıklık vb. hukukî yollan göstererek hak sahiplerinin hak gaspı yapan tarafa karşı korunmasını sağlaması gibi durumları göz önünde bulundurmak gerekir (XVII, 174-175).

Tefsirlerde genellikle, 41. âyette övülen kişilerin kendilerine hicret veya savaş izni verilen sahâbîler olduğu belirtilir. Bununla birlikte âyetteki ifadenin Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak isteyen bütün müminleri kapsayacak biçimde anlaşılmasına bir engel bulunmamaktadır. Burada asıl dikkat çekilmek istenen nokta, kendilerine imkân ve güç lütfedilen gerçek müminlerin, bu imkânlara kavuşunca adaleti elden bırakmamaları, ahlâkî bozulmaya fırsat vermemeleri ve bunu güvence altına almak için de dinin temel umdelerine sıkı biçimde sarılıp onlara sahip çıkma çabası içinde olmaları gerektiğidir. [68]

 

42-44, Müşriklerin müminlere yaptıkları eziyet ve özellikle Resûlullah'i yalancılıkla itham etmeleri dolayısıyla Hz. Peygamber'e ve ona inananlara teselli verilirken, bu tutumun, İnkarcıların eski dönemlerden beri atalarından devraldıkları bir gelenek olduğu hatırlatılmaktadır. Bu âyetlerde zikredilen bütün toplumlar peygamberlerini yalancılıkla itham etme tutumunun öznesi olarak gösterildiği halde Hz. Mûsâ hakkında "o da yalancılıkla itham edilmişti" şeklinde edilgen bir fiil kullanılması, onun kendi halkı tarafından değil Firavun ve adamları tarafından yalancılıkla itham edildiğine işaret etmektedir; çünkü Taberî'nin de belirttiği gibi (XVII, 179), Musa'nın kendi kavmi birçok kötülük işlemesine ve nankörce davranmasına karşın- O'nun peygamber olduğunu inkâr etmemişlerdi. [69]

 

45-48. Dünya menfaati ve arzulan uğruna peygamberleri yalancılıkla itham edip insanlar üzerindeki haksızlık ve baskılarım sürdürenlerin, ne kadar debdebeli bir hayat yaşamış olurlarsa olsunlar, sonunda iflah olmadıkları, er-geç cezalarını gördükleri Kur'an'm birçok âyetinde ifade edilmiştir. Burada da böyle zulme dalmış nice topluluğun daha dünyada iken cezalandırılıp insanlık için ibret levhaları kılındığına değinilmektedir. 45. âyette hemen cezalandırma, 48. âyette de biraz süre verdikten sonra cezalandırma örneklerine işaret edilerek, bu hususun mutlak güç ve hikmet sahibi olan Allah'ın takdirinde olduğuna, aynca inkarcılık ve hak tanımazlık batağına saplanmış olduğu halde işleri yolunda gidenlerin bu durumuna aldanmamak gerektiğine dikkat çekilmiştir. 45. âyette geçen hâviye kelimesi Arapça'da hem "düşmüş" hem de "boş kalmış" anlamına geldiği için "hâviye-tün alâ urûşihâ" ifadesine "çatılan çöküp duvarları onların üzerine düşmüş" veya "çatılan ayakta olmakla beraber bomboş kalmış" şeklinde mâna vermek mümkündür. [70]  Mealinde her iki anlamı dikkate alarak bu kısmı "evlerinin duvarları çatılan üzerine yıkılmış, ıpıssız kalmıştır" şeklinde çevirmeyi tercih ettik.

âyette kullanılan hayret ifadesiyle inkarcıların seyahat etmedikleri değil, bunlardan gezip dolaşanların etraflarına İbret gözüyle bakmadıklan ve anlatılanları ibret kulağıyla dinlemedikleri, bizzat seyahat etmeyenlerin de gezip dolaşanlardan aldıkları haberleri böyle bir değerlendirmeye tâbi tutmadıktan anlatılmak istenmiştir. [71]

âyette geçen "Rabbinin katındaki bir gün sizin saymakta olduklarınızın bin yılı gibidir" ifadesi hakkında değişik yorumlar yapılmıştır. İlk dönem âlimlerinden, buradaki "gün"den maksadın, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günlerden bir gün yahut âhiret günleri veya kıyamet günü olduğu yönünde rivayetler bulunmaktadır.[72] Bu ifade île azabın çabuk gelmesini isteyenler arasında nasıl bir fikrî bağlantı bulunduğu hususunda Taberî'nin zikrettiği
yorumlardan ikisi şöyledir:

a) Onlar dünyadaki azabın çabuk gelmesini isteyince Allah da vaadinden dönmeyip dünyadaki cezalannı vereceğini bildirmiş ve kendi katında onlara dünyada ve âhirette vereceği bir günlük azabın insanların dünyada
saydıklanylabin yıl gibi olduğunu açıklamıştır,

b) Allah onlara acele etmeyip kendi tayin ettiği vadeye kadar mühlet verdiğini, onlar bakımından çok uzun görünen sürenin kendisi bakımından yakın olduğunu bildirmiştir. Taberî bu görüşü doğruya en yakın bulduğunu, dolayısıyla bu âyetin şöyle anlaşılmasının uygun olacağını belirtir: Allah katındaki günlerden biri olan kıyamet günü sizin saymanızla bin yıla denk düşen bir gündür; bu O'na uzak değildir, size ise uzak görünür. Bu sebeple O cezalandırmak istediğinin cezasını vermekte acele etmez, tayin ettiği müddetin sonuna bırakır (XVII, 184).

Bu konuda Zeccâc'ın yorumu da şöyledir: Allah Teâlâ'nın kudreti açısından bir gün ile bin yıl aynıdır. Dolayısıyla onların çabucak gelmesini İstedikleri azabın hemen vukuu ile geciktirilmesi arasında ilâhî kudret açısından fark yoktur. Şu var ki Allah mühlet vererek lütufta bulunmuştur. Ferrâ ise bu ilişkiyi şöyle açıklar: Bu, onlara âhiretteki azaplarının ne kadar uzun olacağı yönünde bir tehdit anlamı taşır, yani onların âhiretteki azaplarının bir günü (buradaki hesaplarıyla) bin yıl gibi olacaktır. Bir başka izaha göre âhiretteki bir korku ve şiddet günü dünyada korku ve şiddetle geçen bin yıl gibidir; nimet günleri de buna göre düşünülmelidir. [73]

Râzî'nin zikrettiği şu iki yorumdan ilki Ebû Müslim'e ait olup kendisi de bunu tercih eder: a) Uğrayacakları azap onlara bin yıllık acı verecektir, bunu bilseler acele gelmesini İstemezlerdi, b) Allah'a nispetle bir gün ile bin yılın farkı yoktur, çünkü O mutlak kadirdir; şu halde O'nun bir gün mühlet vereceğini kabul etmeleri halinde bin yıl süre verebileceğini de kabul etmeleri gerekir (XXIII, 46).

Esed'in belirtilen bu izahlardan bir kısmıyla örtüşen şu yorumu bize de uygun görünmektedir: İnsanın "zaman" ya da "süre"den anladığı şeyin Allah'a göre bir anlamı yoktur. Çünkü O, zamandan münezzehtir, zamanın ötesindedir, başlangıcı ve sonu yoktur. O'nun için -insanların hesaplamalarına göre- ha bir gün ha bin yıl aynı şeydir. [74]

 

Meali

 

49. De ki: "Ey insanlar! Ben sizin için sadece apaçık bir uyarıcıyım."

50,İman edip iyi işler yapanlar için bağışlanma ve çok değerli nimet vardır.

51. Âyetlerimize karşı birbirleriyle yarışırcasına çaba harcayanlar ise cehennemliktirler. [75]

 

Tefsiri

 

49-51. Resûlullah'tan, hitap ettiği inkarcılara kendi görevinin mahiyetini ya-nİ sadece bir uyarıcı olduğunu, yoksa azabı çabuklaştırmak veya ertelemek gibi bir yetki ve görevinin bulunmadığını açıklaması istenmektedir. Ardından, bu uyanlara kulak verip iman eden ve imanına uygun davranışlar sergileyenleri, Allah tarafından bağışlanma ve değerli nimetlerin yanı cennet ve ebedî mutluluğun beklediği bildirilmekte; daha sonra da, Allah'ın bunca âyetine, yani peygamber ve kitap göndermiş, evreni de kendi varlığının ve birliğinin delilleriyle donatmış olmasına rağmen bu kanıtlan çürütmek için boşu boşuna çaba harcayanların acı akıbeti hatırlatılmaktadır. 51. âyetin "birbirleriyle yarışırcasına" şeklinde çevrilen kısmı "(Allah'ı) âciz bırakabileceklerini sanarak" şeklinde de anlaşılmıştır. [76]

 

Meali

 

52, Senden önce hiçbir resul ve nebî göndermedik ki, o bir temennide bulunduğunda şeytan ille de onun arzularına bir şeyler katmaya kalkışmasın. Fakat Allah şeytanın katmaya çalıştığını iptal eder. Sonra Allah kendi âyetlerini (onun kalbine) sağlam olarak yerleştirir. Allah hakkıyla bilendir, hikmetle yönetendir. 53. Bu, şeytanın kattığım kalplerinde hastalık bulunanlar ve yürekleri katılaşmış olanlar için sınama vesilesi kılması içindir. Şüphesiz zalimler derin bir ayrılığa düşmüşlerdir. 54. Bu bir de, kendilerine ilim verilenlerin, onun rabbin tarafından gelmiş kesin gerçek olduğunu anlamaları, ona iman etmeleri ve böylece bütün kalpleriyle ona bağlanmaları içindir. Muhakkak ki Allah iman edenleri dosdoğru bir yola iletir. 55. İnkâr edenler ise, o vakit kendilerine ansızın gelinceye veya sonu olmayan günün azabı kendilerini yakalayıncaya kadar Kur'an hakkında hep şüphe içinde kalacaklardır. [77]

 

Tefsiri

 

52-55. Kur'an'da değişik vesilelerle peygamberlerin, bir yandan Allah'tan vahiy aldıklarına diğer yandan da bir beşer olduklarına yani onlara ulûhiyyet izafe etme gibi bir aşırılığa gidilmemesi gerektiğine dikkat çekilmiştir. Tarih boyunca geniş kitlelerin bu iki özelliği sağlıklı değerlendirebilme hususunda içine düştükleri vahim hatanın günümüzde de büyük ölçüde sürdüğü göz önüne alındığında Kur'an'ın bu konudaki ısrarlı uyanları ve açıklamaları daha iyi anlaşılmaktadır. Gerçekten, vahiy alma özelliğinin sağlıklı yorumlanmaması neticesinde bir peygambere hatta bu mertebede bile olmayan bir beşere tanrılık yakıştırmaya varan aşırılık, başta hıristiyan muhit olmak üzere pek çok inanç çevresini sapkınlığa götürmüştür. Buna karşılık, peygamberin beşer olma özelliğini, onun Allah'tan vahiy almasına engel görmek de din kurumunu ve vahiy kavramını temelsiz ve içi boş addetme gibi tehlikeli bir sonucu beraberinde getirmektedir. Bu âyetlerde peygamberlerin, ilâhî mesajı tebliğ görevlerini yerine getirirlerken, insan olmaları hasebiyle bazı beşerî duygu ve düşünceleri de bu mesaja karıştırmış olup olamayacakları hususunda hatıra gelebilecek bir soruya cevap verilmektedir.

52. âyetteki anlatıma göre beşer olması dolayısıyla peygamberin de, görevini yürütürken zihninden bazı düşünceler ve gönlünden birtakım arzular geçirebilir. Ama bunlar bir peygambere yaraşmayacak düşünce ve temenniler olamaz. Peygamberin asıl görev ve hedefi insanlara hidayet yolunu göstermek olduğuna göre bu düşünce ve arzuların, çevresindekilerin ve mesajı ulaştırabilecekleri bütün insanların bir an önce yanlış inanç ve uygulamaları terkedİp hak yola girmeleriyle ilgili olması tabiidir. Nitekim birçok âyette Peygamberimizin, çevresindekilerin hemen imana gelmeleri için çırpındığı ve kendilerine yapılan uyanlara rağmen hakikate kulak tıkayanların korkunç akıbetlerini düşünerek derin üzüntü duyduğu ifade edilmektedir. Fakat bu noktada onların beşer olma özelliğinden yararlanarak İlâhî mesaja bir şeyler karıştırmaya çalışan şeytanın faaliyeti devreye girer. Bu aşamada şeytanın peygamberin zihnine ve gönlüne atacağı düşünce ve arzuların ise yukarıda belirtilen -peygambere yaraşır- çizgidekinin aksi yönde olması da kaçınılmazdır. İşte 52. âyette, beşer olma özelliğinin istismarı çabası içindeki şeytanın faaliyeti ile insanlara dini tebliğ etmekle görevlendiren peygamberin özel bir himayeye alınmasını murad eden ilâhî iradenin çatıştığı bu ince sınıra değinilmektedir. Mutlak hikmet sahibi olan Allah akıl nimetiyle donattığı insanı sınarken İlâhî çağrı ile şeytanın çağrısı arasında seçim yapma imkân ve sorumluluğunu kendisine bırakmış ve âhiretteki durumunu da -İlke olarak- bu irade sınavındaki başarısına bağlamıştır. Ayetten, ilâhî mesajı İnsanlara iletme ve onları bu doğrultuda eğitme görevi verilen peygamberlerin -bu konularda hata yapıp insanları yanlış yönlendirmekten korunmaları için şeytanın fitnesi İle sınanmaktan istisna edildikleri; bu görevi yapanların, son tahlilde, -beşer de olsalar- şeytan kaynaklı bir bildirimde bulunmalarının mümkün olmadığı, dinî bildirim çerçevesinde tebliğ ettikleri her şeyin ilâhî kontrol altında bulunduğu anlaşılmaktadır.

Tefsirlerin çoğunda bu âyetle, Hz, Peygamber'in Necm sûresinin bazı âyetlerini okurken, araya müşriklerin putlarından övgüyle söz eden bir ilâvenin sokuş-turulması olayı arasında bağ kuran açıklamalar ve bu çerçevedeki rivayetlerin kritiği yapılır . [78] İbn Âşûr kendi başına rahat anlaşılır bir anlam örgüsü taşıyan bu âyetin tefsiri için bu tür zorlamalara girilmesini haklı olarak eleştirmektedir (XVII, 303). Bu ve devamındaki âyetlerin bağlamı ve ifade akışı İncelendiğinde burada ele alınan konunun şu olduğu kolayca anlaşılmaktadır: Peygamberlerin getirdikleri, bir idealizm, bir mefkure ve bir fikrî çaba (ümniye) ürünü değildir; peygamberin günahsızlığı (ismet) ve kesin bilgi sahibi oluşu vahiy almasından kaynaklanır. Bir kimse peygamber bile olsa beşer sıfatıyla bir şeyi düşünüp arzuladığında şeytan ona gerçek olmayan şeyler katmaya çalışır. Peygamber kişisel bir düşünce veya arzusunun peşinde olduğunda şeytanın bunlara bir şeyler katıştırma çabasına imkân bırakılmasa bu takdirde beşerîlik vasfı ortadan kaldırılmış olurdu. Şeytanın peygamberin zihnine ve gönlüne attıkları silinip Allah'ın âyetleri sağlam biçimde yerleştirilmeseydi o zaman da vahiyle beşerî düşünce ve ideallerin farkı olmazdı ve bu durumda ilim ehli Kur'an'm, dolayısıyla peygamberliğin Allah tarafından hak ve sabit olduğunu bilemezlerdi. [79]Öte yandan, müşriklerin ilâhî âyetleri etkisiz hale getirmek için birbirleriyle yarışırcasına çaba harcamalarından söz eden 51. âyetle bu âyet arasında bağ kuran Ebû Hayyân el-Endelûsî'nİn izahı zikre değer görünmektedir. Ona göre burada belirtilen şeytandan maksat "insan şeytanı" olabilir; esasen,bu âyette Resül-i Ekrem'e herhangi bir gönderme bulunulmamakta, sadece önceki peygamberlerin durumuna işaret edilmektedir. [80]

52. âyette "temennide bulunma" anlamıyla çevrilen "temenna" fiili "dilemek, arzu etmek, ummak" gibi mânalara geldiği gibi, "okuma" anlamında da kullanılmıştır. Bu sebeple bazı müfessirler âyeti "peygamber (gelen vahyi) okuduğunda" mânasına göre açıklamışlardır. [81]  îbn Âşûr, Hassan b. Sâbit'e nispet edilen bir şiirde bu fiilin "okumak" anlamında kullanıldığı doğru olsa bile, âyette yer alan ve aynı kökten gelen "ümniyye" kelimesinin "okuma" mânasında kullanılmış olduğunu muhtemel görmediğim belirterek bu yorumu zayıf bulur (XVII, 299).

Söz konusu âyette peygamberlerin bir kısmı için resul, bir kısmı için nebi kelimesinin kullanılmış olması bunlardan ikincinin daha kapsamlı olduğu yönündeki genel kanaati desteklemektedir. [82]  Yine bu âyette geçen ve "sonra" şeklinde tercüme ettiğimiz "sümme" kelimesi bir zaman sıralamasını değil, derece sıralamasını ifade içindir; bir başka anlatımla burada "ihkârrTın yani Allah'ın âyetlerini (peygamberinin kalbine) sağlam olarak yerleştirmesinin "nesilTten yani bâtıl olanı iptalden daha önemli olduğu belirtilmek istenmiştir. [83]

55. âyette "sonu olmayan" şeklinde çevrilen akım kelimesi "kısır kadın" demek olup mecazen daha çok "meş'ûm, uğursuz" anlamında kullanılır. Bazı müfessirler burada Bedir Savaşı'mın, bazıları da kıyamet veya azap gününün kastedildiğini belirtip böyle bir niteleme yapılmasının gerekçeleri ile ilgili açıklamalar yaparlar. Bu izahlar dikkate alınarak, âyetteki tamlamaya "(inkarcılar açısından) çok kötü sonuçlar getiren gün1', "bütün ümitlerin ve kurtulma çabalarının sonuçsuz kalacağı gün" mânası da verilebilir. [84]  Derveze bu tamlamayı "bir daha benzerinin gelmeyeceği gün" şeklinde açıklamıştır (VII, 111). [85]

 

Meali

 

56.0 gün hükümranlık yalnız Allah'ındır; onlar arasında hükmünü verir. İman edip iyi işler yapmış olanlar, nimetlerle dolu cennetlerde olacaklardır. 57. İnkâr edip âyetlerimizi yalan sayanlar için ise, alçaltı» bir azap vardır. 58. Allah yolunda hicret ettikten sonra öldürülen yahut ölenlere gelince, Allah onları pek güzel bir nimetle ödüllendirecektir, Allah rızik verenlerin elbette en hayırlısıdır, 59. Allah mutlaka onları hoşnut olacaktan bir yere koyacaktır. Kuşkusuz Allah hakkıyla bilendir, halimdir. 60. Böyledir; her kim kendisine yapılana misliyle karşılık verir, üstelik haksız bir saldırıya da uğramış olursa Allah ona mutlaka yardım eder. Allah çok bağışlayıcı, çok yar-lığayıcıdır. 61 .İşteböyle; Allah geceyi gündüze,gündüzü de geceye katar. Allah her şeyi işitir ve görür. 62. Böyledir; çünkü Allah hakkın ta kendisidir, O'nun dışında yalvarıp taptıkları ise bâtılın ta kendisidir. Ve şüphe yok ki yüce olan, ulu olan yalnız Allah'tır. [86]

 

Tefsiri

 

56-59. Dünyada geçici güç, itibar ve servetle başkaları üzerinde hâkimiyet kurmuş olanların burada ulaştıkları yargıların ve buna göre yaptıkları uygulamanın gerçek bir değere sahip olmadığı, asıl kıymet İfade eden yargının mahşer günü Allah tarafından verileceği; daha önce sınav ortamının gereği olarak yine O'nun iradesiyle elde edilmiş olan sınırlı egemenliklerin o gün tamamen sona ereceği ve mutlak hükümranlığın yalnız Allah'a ait olduğunu herkesin anlayacağı bildirilmekte; ardından da Cenâb-ı Allah'ın vereceği hüküm ve bunun sonuçlan hakkında hatırlatmalar yapılmaktadır. Buna göre Allah'a iman edip bu inanca yaraşır iyi işler yapanlar nimetlerle dolu cennetlere konacak, inkarcılıkta direnenler aşağılayıcı cezalara çarptırılacaktır. Bu genel tasniften sonra Allah yolunda hicreti göze alıp yollara düşen ve bu uğurda canlarını feda edenlere özel mükâfatlar bulunduğu ayrıca belirtilmektedir. [87]

 

60. Bazı müfessirler bu âyetin iniş sebebi olarak şu olayı zikrederler: Bir grup müşrik muharrem ayında bir müslüman topluluğu ile karşılaşmış ve "Nasıl olsa Muhammed'in adamları haram aylarda savaşmazlar" deyip onlara saldırmaya yeltenmişlerdi. Müslümanlar onları uyardıkları halde niyetlerinden vazgeçmediler. Müslümanlar bu haksız saldırıya karşılık verip onları mağlûp ettiler. Olayın duyulması üzerine Medine'deki bazı müminler haram aylarda savaşmış olmaktan ötürü onlan kınayan sözler sarfettiler, bunun üzerine âyet indi ve onların haklılığını tescil etti. [88]

 

61-62. Bütün bu anlatılanların iyi kavranması için ilâhî kudretin herkesçe sürekli olarak görülen nişanelerinden bir örnek verilmekte, her şeyin Allah'ın varlık ve hoşnutluğuyla anlam kazandığı, O'nun dışında tapınılan, kendinden bir şeyler beklenen bütün varlıkların boş olduğu İfade edilmektedir. [89]

 

Meali

 

63. Görmüyor musun ki, Allah gökten su indiriyor da yeryüzü yemyeşil oluveriyor! Kuşkusuz Allah latiftir, her şeyden haberdardır. 64. Göklerde ve yerde ne varsa hep O'nundur. Ve şüphe yok ki kimseye muhtaç olmayan, her türlü Övgüye lâyık olan yalnız Allah'tır. 65. Görmüyor musun ki, Allah yer-yüzündekileri ve O'nun emriyle akıp giden gemileri sizin hizmetinize verdi! Kendi izni olmadıkça yer kürenin üzerine düşmemesi için göğü tutan da O'dur. Şüphesiz Allah insanlara çok şefkatli, çok merhametlidir. 66. Size hayat veren, sonra sizi öldürecek ve sonra sizi diriltecek olan da O'dur, insan gerçekten pek nankördür. [90]

 

Tefsiri

 

63-66. Gökten inen suyun yeryüzünü yeşertmesinden, insanlara pek çok kolaylıklar sağlayan deniz araçlarının hareketine ve olağan bir durum olarak algıladığımız yer-gök dengesine kadar evrendeki bütün yasaların, dengelerin ve oluşla-nn hep Cenâb-ı Allah'ın dilemesine ve yaratmasına bağlı bulunduğuna dikkat çekilmekte; "görmüyor musun" ifadeleriyle, sıradan gibi düşündüğümüz bu durum ve olaylara, onların arkasındaki yüce kudreti farkeden bir bakış yapmamız istenmektedir. 66. âyette belirtildiği üzere, Allah'ın bu büyük nimetlerine ve engin merhametine rağmen insanoğlu nankör davranmakta ısrar eder. Başka âyetlerden de anlaşıldığı üzere, bütün insanlar nankör davranmaz, rabbine şükretmesini bilenler de vardır; fakat burada, basîret sahibi kimselerin ayan beyan görebilecekleri nimetleri görmezden gelme şeklindeki yaygın beşerî zaafa değinilmektedir. [91]

 

Meali

 

67. Biz her ümmet için izleyecekleri dinî kurallar belirlemişizdir. Boşuna bu konuda seninle tartışmasınlar ve sen rabbinin yoluna çağrıda bulunmaya devam et! Sen hakka götüren doğru bir yol üzerindesin, 68. Şayet seninle yine tartışmaya çalışırlarsa şöyle de: Yapıp ettiklerinizi en iyi bilen Allah'tır. 69. Allah hakkında ihtilâf edip durduğunuz hususlarda kıyamet günü aranızda hükmünü verecektir. 70. Bilmez misin ki, Allah gökte ve yerde ne varsa hepsini bilir! Bunların hepsi bir kitaptadır. Kuşkusuz bu, Allah için çok kolaydır. 71. Onlar Allah'ı bırakıp, O'nun kendileri lehinde hiçbir delil indirmediği ve hiç bilgi sahibi olmadıkları varlıklara tapıyorlar. O zalimlerin asla yardımcıları olmayacaktır. 72. Kendilerine âyetlerimiz açık açık okunduğunda, inkarcıların yüzlerindeki hoşnutsuzluğu hemen farkedersin. Kendilerine âyetlerimizi okuyanlara neredeyse saldıracaklar. Onlara de ki: "Şimdi size daha vahim olanı haber verevim mi? Cehennem! Allah onu inkâr edenler için belirledi. Ne kötü bir sondur o!" [92]

 

Tefsiri

 

67. "Dinî kurallar" şeklinde çevirdiğimiz "mensek" kelimesi "kurban kesme ibadeti, kurban kesme yeri veya kurban kesme usulü" mânalarına geldiği gibi, "ibadet mahalli, ibadet şekli ve din" anlamında da kullanılır. 34, âyetin bağlamı genel olarak müfessirleri bu kelimeyi kurban kesme ibadeti ile irtibatlandırmaya yöneltmiş olmakla beraber, bu âyette birbirinden farklı yorumlar yapılmıştır. Ta-berî, "kutladıkları bayram, akıttıkları kan, kestikleri kurban ve hac ibadeti" şeklindeki yorumlan aktardıktan sonra, kendisinin burada kurban bayramı günlerinde Mina'da akıtılan kanın kastedildiği yorumunu tercih ettiğini, zira müşriklerle Re-sûhıllah arasında geçen tartışmanın bu konuda olduğunu belirtir (XVII, 198-199). İbn Âşûr, kelimenin ibadet mahalli anlamından yola çıkarak bu ifadenin karşı görüşleri geçersiz kılan bir delil taşıdığını ileri sürer. Onun izahına göre âyet, bütün ilâhî dinlerde, Allah'a yakınlaşma amacıyla yapılan ibadet için mekân birliği ilkesinin benimsendiğine, dolayısıyla müşriklerin putları için ayrı ayrı mâbed ve sunaklar yapmalarının bu ilkeyle çeliştiğine dikkat çekmektedir. Şu var ki "mensek" kelimesiyle 34. âyette kurban yeri, burada ise hac mahalli kastedilmiştir (XVII, 327-328). Râzî (XXIII, 64) ve Şevkânî (ffl, 526-527) gibi müfessirler ise âyetin bağlamı bir anlam sınırlandırmasını gerektirmediği için kelimeyi din ve din kuralları şeklinde yorumlamışlardır. Biz de aynı gerekçeyle mealinde bu mânayı tercih ettik.

Bazı rivayetlerde bu âyetin müşriklerin kendiliğinden ölmüş (meyte = murdar) hayvan etinin yasaklanması hükmüne işaretle, "Allah'ın öldürdüğünü haram sayıp yeriniyorsunuz da kendi elinizle kestiğinizi helâl sayıp yiyorsunuz" şeklinde yöneltilen eleştiri dolayısıyla indiği belirtilir[93]

Âyette her ümmet için dinî kurallar belirlenmiş olduğuna değinilerek, öncelikle Allah tarafından toplumların şartlarına ve beşerî gelişmelere göre farklı dinî hükümlerin bildirilmiş olduğu realitesine dikkat çekilmektedir. Bu gerçeğin göz önünde bulundurulması halinde Mekke putperestlerinin Hz. Muhammed'in peygamberliğini yadırgamamaları ve bu noktadan hareketle bir tartışmaya girmemeleri gerekir. Bu husus kabul edildikten sonra geriye onun getirdiği mesajın sahih bir kaynağa dayanıp dayanmadığı ve doğru yola çağrıda bulunup bulunmadığı meselesi kalır ki, âyetin devamında bu noktaya açıklık getirilmiş, Resûlullah'tan rab-binin yoluna çağrıya devam etmesi istenmiş ve kendisinin dosdoğru bir yolda olduğu bildirilmiştir. [94]

 

68-70. Önceki âyette Hz. Peygamber1 in haklı konumu aydınlığa kavuşturul-duğu için burada karşıtlarının demagojilerine karşılık vermek yerine konuyu Allah'ın ilmine ve kıyamet günü O'nun vereceği yargıya havale etmesi istenmiştir. Çünkü Resûlullah çok iyi bilmektedir ki Cenâb-i Allah evrende olup biten her şeyin ilmine tam olarak sahiptir ve bu bilgilerin bir ana kitapta kayıtlı olmasını mu-rad etmiştir. [95]  70. âyette Allah için çok kolay olduğu bildirilen şeyi izah ederken bazı müfessirler -69. âyetle bağ kurularak- burada kıyamet gününde gerekli hükmü vermesinin kolay olduğunun kastedildiğini belirtirler. Fakat Allah Teâlâ'nın yaratılmışlar alemiyle ilgili her şeyi içeren bir kitabı var etmesinin kolay olduğu yorumu daha kuvvetli görünmektedir. [96]

 

71-72. İnkarcılıkta İnat edip Allah'tan başka varlıklara tapanların katı tutumları eleştirilmekte, kendilerine hakikatleri bildirenlere karşı besledikleri kin ve sergiledikleri çirkin tavır sebebiyle uğrayacakları akıbete dikkat çekilmektedir. 71. âyetteki "O'nun (Allah'ın) kendileri lehinde hiçbir delil indirmediği" ifadesiyle, bu konuda ellerinde naklî bir delil bulunmadığı, "hiç bilgi sahibi olmadıkları" ifadesiyle de aklî bir delile dayanmadıkları anlatılmak istenmiştir. [97] 72. âyetin "inkarcıların yüzlerindekİ hoşnutsuzluğu hemen farkedersin" şeklinde çevrilen kısmını, "inkarcıların yüzlerindekİ münkir tavrını hemen farkedersin" şeklinde anlayanlar da olmuştur.[98]

 

Meali

 

73. Ey insanlar! Size bir misal verilmekte; dinleyin onu: Allah'tan başka yalvanp yakardiklarınız var ya, hepsi bunun için bir araya gelseler bile bîr sinek yaratamazlar. Hatta sinek onlardan bir şey kapsa onu ondan kurtaramazlar. İsteyen de âciz, kendinden istenen de! 74. Onlar Allah'ı gereği gibi tanımadılar. Şüphesiz Allah çok güçlüdür, mutlak galiptir. 75. Allah meleklerden de elçiler seçer, insanlardan da. Şüphesiz Allah her şeyi işitendir, görendir. 76. Onların önlerindekini de arkalarındaki™ de bilir. Bütün işler Allah'a döndürülür. [99]

 

Tefsiri

 

73-74. İnsanların tek bir tanrısı bulunduğunu ikna edici biçimde ortaya koyan ve Allah'tan başkasına ibadet etmenin boş bir davranış olduğunu hatırlatan delillerden, öğüt ve uyanlardan sonra burada da, sahte tanrıların ve onlara tapanların durumunu özlü biçimde anlatan bir misal getirilmiştir. Bu temsilî anlatımda, öncelikle muhataplar bir an için, aklî muhakemelerini kısıtlayan önyargılardan ve esiri oldukları alışkanlıklardan sıyrılıp akıllarını kullanmaya, verilen örneği cankulağıyla dinlemeye davet edilmektedir. Örnek şudur: Allah'tan başka kendilerine tapılan, yalvarılan bütün varlıklar birleşseler yine de bir sinek dahi yaratamazlar, hatta onlar sineğin kapıp götürdüğünü bile geri alma kudretine sahip değildirler. Kendinden istenen âcizdir, çünkü temizliği ve bakımı için dahi başkasına muhtaçtır; isteyen de âcizdir, çünkü yalvardığı varlığın kendisine bile hayrı yoktur, o halde isteyen de eli boş kalmaya mahkûmdur.

Buradaki misalin kim tarafından verildiğine dair değişik yorumlar yapılmış olmakla beraber. [100]  genellikle bunun Allah tarafından getirilmiş bir misal olduğu kabul edilir. Yine, müfessirler arasındaki genel kanaate göre "Allah'tan başka yalvanlıp yakanlanlar"dan maksat, müşriklerin tapındıkları putlardır. Bazılarına göre burada, insanları Allah'a itaatten alıkoyan lider kesimi kastedilmiştir; bazılarına göre ise maksat, Allah'a âsi olmaya teşvik eden şeytanlardır. "İsteyen" (tâlib) ve "kendisinden istenen" (matlûb) kelimeleriyle kastedilenler hakkında da değişik yorumlar yapılmıştır: Bir görüşe göre sineği yaratmak veya onun kaptığını kurtarmak isteyen konumunda olduğu için talipten maksat putlar, matlûptan maksat sinektir; diğer bir yoruma göre talipten maksat putlara tapanlar, matlûptan maksat putlardır

"Allah'ı gereği gibi tanımamaları" O'na gereğince kulluk etmemeleri ve O'na lâyık olduğu biçimde tazimde bulunmamaları, Allah'ın verdiği nimetlerin kıymetini bilmemeleri, putlara ve süflî arzulara kulluk etmeleri gibi anlamlarla açıklanmıştır. [101]

 

75-76. Allah'ın peygamberlerine vahyi İletme vb. işler için meleklerden elçiler seçtiği gibi, kullarına kendi emir ve yasaklarını tebliğ etmek üzere insanlardan da elçiler görevlendirdiği ve her şeyin bilgisinin kendi katında mevcut olduğu belirtilmektedir. 75. âyetin bazı müşriklerin "İşte Kur'an aramızdan bîrine indirildi" şeklindeki sözleri üzerine nazil olduğu, bu hususun onların iradesine değil Allah'ın dilemesine bağlı bulunduğunu vurgulama amacı taşıdığı rivayet edilmiştir. [102] 76. âyetteki "Onların önlerindekini de arkalanndakini de bilir" ifadesi, "Onların yapacaklarını da daha önce yaptıklarını da bilir" ve "Onların açıkladıklarını da gizlediklerini de bilir" şeklinde de anlaşılmıştır. Yine, buradaki "onlar" zamiri ile 67. âyetten itibaren sözü edilen "müşrikler"in veya bir önceki âyette geçen "melekler ve insanlar"ın kastedilmiş olması muhtemeldir. [103]

 

Meali

 

77. Ey iman edenler! Riikûya varınız, secdeye kapanınız, rabbinize ibadet ediniz, iyi işler yapınız ki kurtuluşa eresîniz. 78. Allah yolunda, gerektiği gibi cihad ediniz. Sizi O seçti ve size dîn konusunda hiçbir güçlük yüklemedi; ceddiniz İbrahim'in dininde olduğu gibi. O size daha önce de bunda da "müs-lümanlar" adını verdi ki Peygamber size şahitlik etsin, siz de insanlara şahitlik edesiniz. Haydi namazı kılınız, zekâtı veriniz ve Allah'a sımsıkı sarılınız. Sizin mevlânız O'dur. O ne güzel Mevlâ'dır ve ne iyi yardımcıdır. [104]

 

Tefsiri

 

77-78. Râzî (XXIII, 71-72), yukarıda Allah'ın varlığı, birliği (ilâhiyyât) ve peygamberlik (niibiivvât) konularına değinildikten sonra burada dinî hükümlere (şerâyi') yer verildiğini ve bunların dört yönden açıklandığını belirtir: 1. Emrin muhatabı: "Ey iman edenler!" buyurularak hükmün kimleri kapsadığı açıklanmıştır; ancak burada sadece müminlerin kastedildiği kanaatini taşıyanların yanı sıra, iman etme durumunda bulunan, yani yükümlülük çağında ve şartları içinde bulunan herkesin bu hitabın kapsamında olduğunu savunan âlimler de vardır. 2. Emrin konusu: Bu çerçevede dört husus zikredilmiştir: a) Rükûya varıp secdeye kapanma yani namaz kılma, b) Allah'a ibadet etme, c) İyi işler yapma, d) Allah yolunda gerektiği gibi cihad etme. Bunlardan 77. âyette geçen ilk üç iş arasında bir ge-nellik-özellik ilişkisi görülür. Şöyle ki, namazdan sonra onu da içine almak üzere genel anlamıyla ibadetler, kulluk davranışları emredilmiş, Allah'a kulluktan sonra onu da içine almak üzere genel anlamıyla iyi işlerin -ki bunun diğer yönü yaratılmışlara İyilik etmektir- yapılması istenmiştir (kanaatimize göre "cihad"ın "Allah'ın hoşnutluğu için ortaya konan her türlü çaba, kararlı davranış" şeklindeki geniş anlamı esas alındığında 78. âyetteki dördüncü buyruk da bu genellik özellik İlişkisine dahil edilebilir; zira bu anlamıyla cihad, henüz "iyi iş" olarak nitelenemeyecek yani sonuçlanmamış çabalan da ifade eder, kî bu (c) şıkkını da kapsar). 3. Bu emirleri kabullenmenin gerekçeleri:

a) Allah'ın seçmesi,

b) İbrahim'in dininde de böyle olması ve daha Önce de "müslümanlar" adının verilmiş olması,

c) Peygamber'in tanık kılınması. 4. Öncekileri teyit anlamına gelen izahat: Namazı kılıp zekâtı vermemiz yani farzlan yerine getirmemiz, sonra da Allah'a sımsıkı sarılmamız yani O'mın verdiği aklî ve naklî delilleri değerlendirmemiz, lütuflann-dan yararlanmamız ve korumasına sığınmamız istenmektedir.

Allah yolunda cihaddan söz edilirken "gerektiği gibi" kaydının konması hakkında:

a) Dünya menfaati gözetmeksizin sırf Allah'a ibadet anlayışıyla cİhad ediniz,

b) Allah yolunda çaba harcarken kınanmaktan çekinmeyiniz,

c) Dinin icaplarını ayakta tutmak için maddî manevî her türlü imkânı seferber ediniz ve nefsinize uymayınız gibi açıklamalar yapılmıştır. [105] 78. âyette geçen ve "güçlük" diye çevrilen harec kelimesi kişiyi sıkıntıya, darlığa sokan güçlükleri ifade eder. Dinde hiçbir güçlük yüklenmemesi de, dinî yükümlülüklerin hiçbir çaba gerektirmediği ve insana hiçbir meşakkat getirmediği anlamında değildir. Yükümlülük konusunu naslar ışığında inceleyen İslâm âlimleri özetle şu sonuçlara ulaşmışlardır: Bir fiilin yükümlülük konusu olabilmesinin şartlarından biri, o fiilin mükellefin gücü dahilinde olmasıdır. Fakat bu, söz konusu fiilin hiçbir meşakkat taşımaması demek değildir. Kişinin yeme-içme gibi zaruri ihtiyaçlarını karşılaması bile bir meşakkat içerir. Zaten hiçbir çaba gerektirmeyen, hiçbir meşakkat taşımayan bîr işle mükellef tutmak "yükümlülük" kavramıyla bağdaşmaz. Bu âyette ve benzeri içerikteki naslarda verilmek istenen mesaj şudur: Allah Teâlâ'mn kullarını yükümlü tuttuğu işlerde esas amaç bu işin getirdiği meşakkatin kendisi değil bu meşakkate katlanmanın ortaya çıkaracağı yararlı sonuçlardır. Meselâ oruç tutma ile yükümlü kılmaktan maksat, kişinin oruç yasaklarına katlanarak eziyet çekmesine yol açmak değil, ruhen temizlenmesi ve yücelmesini, başkalarının mahrumiyetlerini bizzat yaşayarak kavramasını, böylece ahlâkî erdemlerini arttırmasını sağlamaktır. Bu konuda özellikle şu İki husus büyük önem taşımaktadır: a) İnsanların, daha çok sevap alma vb. düşüncelerle dine ilâveler yapmaya çalışmamaları, b) Kolaylaştırmanın İslâm'ın temel ilkelerinden olduğu.

Yeterli dinî bilgiye sahip olmayan veya bu konudaki ilkeleri iyi kavramamış bulunan dindar insanların, sevaplarını arttırma düşüncesiyle dinde olmayanları da ona ekleme eğilimi içine girmeleri yaygın bir durum olduğu için, Hz. Peygamber yakın çevresinde bu tür yönelişleri gördüğünde hemen insanları uyarmıştır. Meselâ güneşin altında ayakta durarak oruç tutmayı adadığım öğrendiği bir adama, orucunu tamamlamasını fakat güneşin altında ayakta durmamasını emretmiştir. [106]

Kolaylaştırma (teysîr) İslâmiyet'in temel ilkelerinden olup birçok âyet ve hadiste bu noktaya vurgu yapılmıştı Meselâ bir hadiste İslâm'ın kolaylık dini olduğu ifade edilmiş[107]  Hz. Peygamber de kendisinin kolaylaştırıcı bir eğitimci olduğunu belirtmiştir. [108] Bu konuda dikkat edilmesi gereken bir ölçüyü yine Resûlullah'rn hayatından öğreniyoruz. Hz. Âişe'nin verdiği bilgiye göre Peygamber efendimiz, Allah tarafından konmuş bir kural bulunmayan bir konuda iki seçenekle karşı karşıya geldiğinde bunlardan en kolay olanı tercih ederdi; fakat Allah'ın koyduğu hükümlerin yerine getirilmesi için de herkesten titiz davranırdı. [109]

78. âyetin "Ceddiniz İbrahim'in dininde olduğu gibi" şeklinde çevrilen kısmı daha çok "Size de onun dininde olan kolaylıklar sağlandı" veya -daha öncesiyle irtibatlandınlarak- "Ceddiniz İbrahim'in yolunu izleyiniz; onun gibi kulluk ediniz, iyi işler yapınız" mânalarıyla açıklanmıştır. [110] Hz. İbrahim'in dinine yapılan gönderme, başta tevhid olmak üzere dinin temel ilkeleriyle İlgili olup, Hz. Muhammed'in getirdiği dinin kendine özgü hükümlerinin bulunduğunda şüphe yoktur. [111]  Burada Hz. İbrahim'in "babanız, dedeniz" şeklinde nitelenmesini, âyetin hitap ettiği ilk müslüman toplumun çoğunluğunun onun soyundan gelmesine bağlayan müfessirler bulunduğu gibi, birçok müfessir de bunun müslümanlann peygamberinin ceddi olması dolayısıyla kullanılmış bir hürmet ifadesi olduğunu söyler. Kanaatimizce -âyetin vermek istediği mesaj dikkate alındığında- ikinci yorumu biraz daha genişleterek burada Hz. İbrahim'in tevhid mücadelesİndeki öncülüğüne, dünya nüfusunun önemli bir kısmının İbrâhimî dinlerin mensupları oluşuna ve bu sebeple onun sahip olduğu özel konuma, dolayısıyla kendisine duyulan sevgi ve saygıya işaret edildiğini söylemek daha isabetli olur. Birinci yorumu desteklemek amacıyla Süleyman Ateş şu açıklamaları yapar: "Bu ifade gösteriyor ki Hz. Muhammed'in ilk hedefi, kendi kavmi olan Araplar'ı müslüman yapmaktı. Kur'ân-ı Kerîm'deki 'ey insanlar' hitaplarında kastedilen insanlar Araplar'dır. (...) Burada hitap edilen insanlara İslâm 'atanız İbrahim'in dini' olarak tanımlanıyor. İbrahim'in, ataları olduğuna inananlar Arap-lar'dı. Bütün dünya insanları, İbrahim'in kendi ataları olduğuna inanmazlar. Zaten böyle bir şey doğru da olmaz. Demek ki burada hitap edilen 'insanlar' sözü, bütün insanlar değil, Araplar'dır" (VI, 54). Hz. Peygamber'in öncelikle kendi yakın çevresini İslâm'a davet etmesi tabiidir; fakat bu husus zikredilen sonucu çıkarmaya yeterli değildir. Aynca, bu açıklama kendi içinde bazı yanlışlıklar taşımaktadır. Her şeyden önce Kur'ân-ı Kerîm'deki 'ey insanlar!' hitaplarında kastedilen İnsanların daima Araplar olduğunu söylemek isabetli olmaz. [112]  Kaldı ki burada söz konusu âyetin bağh olduğu 7.7. âyette "ey insanlar!" değil, "ey iman edenler!" hitabı bulunmaktadır. Bu yaklaşımı eleştirel biçimde ele almamıza yol açan asıl sebep ise, bazı yazarların bu yorumu normal sınırının dışına taşırmalarıdır. Şöyle ki, Ateş'in de belirtilen açıklamasında kendisinden yararlandığı anlaşılan Derveze'nin, bu âyeti Arap milliyetçiliğinin Kur'an'daki dayanaklarından biri izlenimi verecek biçimde tefsir etmesi, Kur'an'ın yorumunda tarihî verilerden istifade ederek önemli tahlillere yer verdiği değerli eserine gölge düşürmektedir. Derveze'nin bu yorumuna göre, söz konusu âyetle müslüman Araplar için İslâm toplumunda özel bir konum belirlenmiş, onlara büyük bir görev yüklenmiş ve onlar insanlara doğru yolu göstermeleri için Allah tarafından özel olarak "seçilmİş'lerdİr (VII, 124-125). Oysa "Sizi O seçti" cümlesinin lafzında da, bağlamında da Arap ırkının seçimine dair en küçük bir tutamak bulunmamaktadır. Zira hitap bütün müminleredir; ardından Kur'an'da -geniş anlamıyla- tevhîd inancı etrafında birleşen bütün ilâhî din mensupları için kullanılan "müslümanlar" nitelemesine yer verilmektedir. Öte yandan Kur'an'da haklarında "seçme" ve "üstün kılma" mânası taşıyan fiillerin kullanıldığı kişi veya topluluklar kendilerine yüklenen görevin yüceliğinden ötürü ve bu sorumluluğun bilincini koruma şartına bağlı olarak övülmüşler, bir ırka mensup olma asla bir övgü veya ayrıcalık sebebi sayılmamıştır. Dolayısıyla burada da "seçme" fiili, tevhid inancının ve Allah'ın hoşnutluğunu hak ettirecek bir hayat tarzının yaygınlaştırılması, bu konuda insanlara öncülük edilmesi yönünde bütün müslümanlara yüklenen şerefli göreve işaret etmektedir. Kaldı ki bu fiili İçeren cümlede asıl vurgu seçenle ilgilidir, yani cümlede bu görevi verenin Allah olduğu belirtilmektedir.

"Size 'müslümanlar' adını verdi" cümlesinin öznesi, bir yoruma göre Hz. İbrahim'dir. O'nun "Ey rabbimiz! Bizi sana teslim olanlardan eyle, soyumuzdan da sana teslim olacak bir ümmet çıkar"[113] şeklindeki duası kabul edilip Hz. Muhammed'in kendi ümmeti gibi bir ümmete gönderileceği ve onlara da "müslümanlar" adı verileceği bildiriLmiştir. Râzî'nin daha kuvvetli bulduğu yoruma göre ise burada cümlenin öznesi Allah'tır; "Allah sizi gerek önceki kitaplarda gerekse bu Kur'an'da müslümanlar olarak adlandırdı" anlamına gelmektedir. [114]

"Ki Peygamber sîze şahitlik etsin, siz de insanlara şahitlik edesiniz" ifadesini şöyle açıklamak mümkündür: Gerektiği gibi cihadın, dindarlığın, müslümanlığın nasıl olacağını Peygamber size fiilen göstersin, öğretsin, hakka tanıklık eden bir örnek kişilik olsun; siz de ona tâbi olarak bütün insanlara örnek şahsiyetler, hakikatin tanıkları olun[115] Bakara sûresinin 143. âyetinde "ümmef'in özelliği üzerinde durulduğu için ümmetin tanıklığına, burada ise "din"İn özelliğinden söz edildiği için Peygamber'in tanıklığına öncelik verilmiştir. [116]

Allah'a karşı gelmekten sakınma uyarısıyla başlayan sûre, en iyi dost ve yardımcının Allah olduğuna dikkat çekerek sona ermektedir.

 



[1] bu konudaki rivayet ve görüşlerin değerlendirmesi için bk. İbn Âşûr, XVII, 180-183; Derveze, VII, 73-74; Esed, n, 666; Emin İşık "Hac Sûresi", Dİ A, XIV, 420; Ateş, nüzul sırası bakımından 88. sûre olduğu kanaatindedir, bk. VI, 5

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/3.

[2] İbn Âşûr, XVII, 179

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/3.

[3] Emin Işık, "Hac Sûresi", DİA, XIV, 421

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/3-4.

[4] Kurtubî, XII, 5

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/4.

[5] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/5.

[6] bk. Taberî, XVII, 109-115; Şevkânî, m, 490-491

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/5-6

[7] Taberî, XVII, 115, naşirin notu

[8] Râzî, XXIII, 5

[9] Der-veze, VII, 75

[10] İbn Aşür. X\"U. 192-193

[11] şeytan hakkında bilgi için bk. Fatiha 1/1 (eûzü); Bakara 2/34; Nisa 4/117-121; Enfâl 8/48

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/6-7.

[12] Taberî. XVII, 116-117; Râzî, XXIII, 8; Şevkânî, III, 491

[13] Hâzin, Lübâbü 'î-te'vîl, IV, 288; Hâzin'in tefsiri, Mecmû'a mine't-tefâsîr içindeki Beyzâvî tefsirinin hemen altında yer aldığı için Esed bu ibareyi Beyzâvî tefsiri kapsamında görmüş olabilir

[14] Râzî, XXIII, 8

[15] yakın bir tercüme için bk. Jacques Berque, Le Coran, s. 351

[16] İbn Âşûr, XVII, 200

[17] ömrün en düşkün çağı" diye çevrilen "erzeli ömür" deyimi hakkında bk. Nahl 16/70

[18] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/7-9.

[19] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/10-11.

[20] Şevkânî, III, 495

[21] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/11.

[22] bk. Taberi, XVII, 124-125; Şevkânî, III, 496-497

[23] Râzî, XXIII, 14

[24] Taberî, XVII, 124-125; Râzî, XXIII, 12-14

[25] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/11-12.

[26] Taberî, XVII, 125-128; Şevkânî, İÜ, 497

[27] İbn ÂşÛr, XVII, 219-220

 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/12-13.

[28] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/13.

[29] bilgi için bk. Kürşat Demirci, "Mecusîlik", İFAVAns., El, 155-156; Günay Tümer - Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, s. 107-114; Ekrem Sarıkçıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, s. 103-111; İbnÂşûr,XVn, 223-224

[30] Şevkânî, III, 499

[31] bk. Derveze, VII, 83; Yahudilik, Hıristiyanlık, Sâbiîlik ve bu dinlere mensup olanların İslâmî açıdan değerlendirilmesi hakkında bk. Bakara 2/62

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/13-15.

[32] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/15.

[33] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/16-17.

[34] Kabe hakkında bilgi için bk. Bakara 2/125-127; Âl-i İmrân 3/96-97; hac hakkında bk. Bakara 2/196-199; Tevbe 9/1-9; kurban hakkında bk. Âl-i İmrân 3/183; Mâide 5/27

[35] Abdülkcrim Özay-dın, "Hac", Dİ A, XIV, 386

[36] bk. Râzî,XXIII, 24-25

[37] XVII, 138-142.

[38] Şevkânî, III, 504

[39] Derveze, VII, 94.

[40] Râzî, XXIII, 27

[41] Şevkânî, İÜ, 505

[42] Taberî, XVII, 146

[43] bu konuda bazı değerlendirmeler için bk. Muhammad Hamîdullah, "İslâm'da Hac", İslâm Tetkikleri Dergisi, trc. Mehmet Akif Aydın Vm/1-4, s. 123-162; Tahsin Görgün, "Hac", Dİ A, XIV, 397 399

[44] bk. Râzî, XXIII, 29; Elmalık, V, 3398-3399

[45] XXIII, 29; burada ve 34. âyette "kurbanlık hayvanlar" diye çevirdiğimiz "behîmetü'l-en'âm" tamlaması hakkında açıklama için bk. Mâide 5/1; hayvanların kesimi konusunda bk. Mâide 5/3

[46] meselâ bk. Buhârî, "Eymân", 26; Müslim, "Nezr", 2-7

[47] daha fazla bilgi için bk. Ahmet Özel, "Adak", DİA, I, 337-340

[48] bilgi için bk. Salim

[49] birinci mânayı destekleyen izah için bk. İbn Âşûr, XVII, 253; ikinci mânayı destekleyen izah için bk. Taberî, XVII, 153-154

[50] bk. Buhârî, "Edeb", 69; Müslim, "Bİrr", 102-105

[51] Tirmîzî, "Birr", 26; Müsned, VI, 459-461

[52] Mustafa Çağrıcı, "Yalan", İFAVAns., IV, 474-475; yalan şahitliği hakkında bk. Fur-kan 25/72; bu âyette geçen "en'âm" kelimesinin anlamı için bk. Mâide 5/1; yasak olduğu bildirilen hayvan etleri hakkında bilgi için bk. Bakara 2/173

[53] bu kelimenin anlamı hakkında bk. Bakara 2/135; Nahl 16/120-121

[54] İbn Âşûr, XVII, 254-255; 32 ve 36. âyetlerde geçen ve "nişaneler" diye çevirdiğimiz "şe'âir" kelimesinin açıklaması için bk. Mâide 5/2

[55] Râzî, XXIII,33

[56] Taberî, XVII, 161

[57] bk. Taberî, XVII, 162-163; Râzî, XXIII, 35

[58] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/17-24.

[59] Râzî, XXIII, 38

[60] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/24.

[61] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/25.

[62] Şevkânî, III, 514-516; Derveze, VII, 104-105

[63] bk. Taberî, XVII, 171-173

[64] İslâm'ın savaş konusuna bakışı hakkında açıklama için bk. Bakara 2/190-193; savaşın "dinde zorlama olamayacağı" ilkesi açısından değerlendirilmesi için bk. Bakara 2/256; Kur'an'da "Öldürme" emrinin geçtiği ifadeler için bk. Tevbe 9/5; Kur'an'da "cihad" kavramı ve savaşla ilişkisi hakkında bk. Nisa 4/84,95; Mâide 5/35

[65] bk. Taberî, XVII, 175-177; Râzî, XXIII, 40; İbn Âşûr, XVII, 277-278

[66] Şevkânî, III, 515

[67] bk. Râzî, XXIII, 3940

[68] İyiliği emretme ve kötülükten alıkoymaya çalışma" şeklinde çevirdiğimiz "emir bi'1-ma'rûf ve nehiy anİ'l-münker" ifadesinin açıklaması için bk. Âl-i İmrân 3/104; Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için başka yere göç etme konusunda bk. Nisa 4/100

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/26-27.

[69] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/27.

[70] Razı, XXIII, 43-44

[71] İbn Âşûr, XVII, 287-288

[72] bk. Taberî, XVII, 183-184

[73] Şevkâ-nî, in, 518-519

[74] II, 680; krş. Meâric 70/4

 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/27-29.

[75] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/29.

[76] Taberî, XVII, 185

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/29-30.

[77] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/30.

[78] Garânîk Olayı diye bilinen bu olay hakkında bilgi ve değerlendirme için bk. Necm 53/19-20

[79] Elmalılı, V, 3414-3416

[80] bk. İsmail Cerrahoğlu, "Garânîk", DİA, Xm, 365

[81] meselâ Ebû Mansûr el-Mâtürîdî bu kanaattedir; bk. Te'vîlâtü'l-Kur'ân, Hacı Selim Ağa Ktp., nr. 40, II, vr, 483b'den naklen, İsmail Cerrahoğlu, "Garânîk", DİA, XIII, 364

[82] Elmalılı, V, 3413-3414; nebî - resul mukayesesi hakkında bk. Bakara 2/61; A'râf 7/157

[83] Elmalılı, V, 3415

[84] bk. Taberî, XVII, 193-194; Râzî, XXIII, 55-56; İbn Âşûr, XVII, 308

[85] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/30-33.

[86] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/33-34.

[87] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/34.

[88] Taberî, XVII, 195; Şevkânî, İÜ, 526

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/34.

[89] gecenin gündüze gündüzün de geceye katılması hakkında bk. Âl-i îmrân 3/27

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/34.

[90] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/35.

[91] âyetlerde verilen örneklerin açıklaması için bk. Bakara 2/22,29,164; Ra'd 13/2; İbrâhîm 14/32-34; Nahl 16/10-11,14-16,65; İsrâ 17/66

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/35.

[92] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/36.

[93] Şevkânî, İÜ, 528; Derveze, VII, 118-119

[94] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/36-37.

[95] levh-i mahfuz" hakkında bilgi İçin bk. Bürûc 85/22

[96] Taberî, XVII, 200-201

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/37-38.

[97] Râzî, XXIII, 66

[98] Şevkânî, III, 527

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/38.

[99] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahimKafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/38.

[100] bk. Taberî, XVII, 202-203; Şevkânî, IH, 529

[101] ayrıca bk. En'âm 6/91

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahimKafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/38-39.

[102] Taberî, XVII, 204

[103] İbn Âşûr, XVII, 344-345

 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahimKafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/39.

[104] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahimKafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/40.

[105] Taberî, XVII, 205; Râzî, XXIII, 72; ci-had hakkında bk. Nisa 4/84,95; Mâide 5/35; Tevbe 9/73).

[106] Resûlullah'm bu konudaki bazı uyan ifadeleri için bk. Buhârî, "Nikâh", 1; Müslim, "Sıyâm",177

[107] Buhârî, "îmân", 29

[108] Müslim, "Talâk", 4; aynca bk. Bakara 2/185; Nisa 4/28; Mâide 5/6

[109] Buhârî, "Menâkıb", 27; Müslim, "FezâiT, 20

[110] Taberî, XVII, 207; Şevkânî, III, 531

[111] Râzî, XXIII, 74

[112] meselâ bk. Bakara 2/21; Nisa 4/1; Hucurât 49/13

[113] Bakara 2/128

[114] Râ-zî,XXffl,74

[115] Elmalık, V, 3424; başka yorumlar için bk. Bakara 2/143

[116] İbn Âşûr, XVII, 352

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahimKafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/40-44.