Mushaf'taki
sıralamada yirmi ikinci, iniş sırasına göre yüz üçüncü sûredir. Nur sûresinden
sonra, Münâfıkûn sûresinden önce inmiştir. Sûrenin üslûbu ve İçeriği, bir kısmının
Mekke, bir kısmının da Medine döneminde indiğini düşündürmektedir. Özellikle
baş taraftaki âyetlerin Mekke döneminde inmiş olması ihtimali güçlü olduğundan,
genellikle Mekkî olarak nitelenir ve bütününün iniş sırası itibarıyla 103. sûre
olduğu kabul edilir.[1]
Hz.
İbrahim'e Beyrullah'ın yerinin gösterilmesinden ve hac ibadeti için insanlara
çağrı yapılması buyruğundan söz edildiği için bu adı almıştır; hac kelimesi 27.
âyette geçmektedir. Hz. Peygamber döneminde de aynı adla anıldığını gösteren
rivayetler vardır. [2]
Sûrenin
başında İnsanlara Allah'ın birliğine inanma ve O'na saygısızlıktan kaçınma
çağrısı yapılırken kıyamet gününün dehşeti hatırlatılmakta, öldükten sonra
dirilmenin gerçekliğini kavratmak için insanın meydana gelişine ilişkin
aşamalardan ve tabiattaki yenilenmelerden söz edilmektedir. Daha sonra hac ve
kurban ibadetinin amaçlarına, müslümanlara varlık mücadelelerini sürdürmeleri
İçin hicret ve düşmanla savaş müsaadesi verildiğine değinilmekte, önceki
toplumların başına gelenlerden ibret alınması için uyarılar yapılmakta,
peygamberlerin getirdiği vahyin İlâhî kaynaklı olduğuna dikkat çekilmekte,
evrende Allah'ın varlık ve birliğini gösteren deliller üzerinde düşünme fırsatı
veren örneklere işaret edilmekte ve sonunda da müslümanlara, kendilerine
yüklenen ulvî görevin bilincinde olmaları çağrısı yapılmaktadır.
İman,
şirk, ibadet, cihad gibi konular üç ana çerçevede ele alınmaktadır. Bunlar
hicret, savaş ve hacdır. Her üçünde de insanın yerini yurdunu terkedip uzaklara
gitmesi, çeşitli zahmetlere katlanması ve aynı inancı taşıyanlarla kader
birliği etmesi söz konusudur. Kader birliği ise millet ve ümmet olmanın, bir
toplum haline gelmenin temel şartıdır. Hz. Peygamber o tarihteki örneklerine
uygun bir devlet kurmak isteseydi Hâşimî sülâlesinin gücüne dayanmak zorunda
kalacaktı. Halbuki o, önce inanç ve kültür temeli üzerine kurulan yepyeni bir
ümmet meydana getirmiştir. Sûre, etnik ve kültürel kökenleri farklı insanların
ümmet olmak için nelere sahip bulunmaları ve neler yapmaları gerektiği
hususunda âdeta bir gündem belirlemektedir. Hicret öncesinde inmeye başlayan
sûre, müslümanlan güçlü bir birlik oluşturmaya ve onları hicret sonrasında
ortaya çıkacak devleti kurmaya hazırlar gibidir. [3]
Kurtubî
-Gaznevî'den naklen- şöyle bir tespite yer verir: Hac sûresi en ilginç
sûrelerdendir; kısmen gece kısmen gündüz, kısmen seferde kısmen hazarda, bir
kısmı Mekke'de bir kısmı Medine'de, bir kısmı savaş sırasında, bir kısmı barış
döneminde inmiştir; hem nâsih hem mensuh âyetler, hem muhkem hem müteşâbih
âyetler içerir.
Ebû
Hanîfe ve Süfyân es-Sevrî gibi âlimlere göre bu sûrede sadece bir secde âyeti
vardır (18. âyet). Aralarında Şafiî ve Ahmed b. Hanbel'in de bulunduğu bir grup
âlime göre ise 18 ve 77. âyetlerinde secde yapılması gerekir. Ukbe b. Âmir'in,
iki secde ihtiva etmesinden hareketle bu sûrenin ayrı bir faziletinin bulunup
bulunmadığı yönündeki sorusuna Hz. Peygamber'in "Evet, vardır"
cevabını verdiği rivayet edilmiştir; ancak hadisin sıhhat derecesi tartışmalıdır. [4]
Rahman
ve rahîm olan Allah'ın adıyla... 1. Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten
sakınınız. Kıyamet sarsıntısı gerçekten büyük bir olaydır. 2. Onu göreceğiniz
gün, her emzikli kadın emzirdiği çocuğu unutacak, her gebe kadın kanundaki çocuğu
düşürecektir ve insanları -sarhoş olmamalarına rağmen- sarhoş gibi
göreceksiniz. Çünkü Allah'ın azabı çok zorlu olacak! 3. Hal böyle iken
insanlardan öyleleri vardır ki, bilgisi olmaksızın Allah hakkında tartışır ve
her âsi şeytanın peşine takılır. 4. Şeytan hakkında şöyle yazılmıştır: Her kim
kendisini dost edinirse, o da onu yoldan çıkaracak ve alevli ateşin azabına
sürükleyecektir. 5. Ey insanlar! Öldükten sonra dirileceğinizden kuşku
duyuyorsanız şunu unutmayınız ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra
alakadan, sonra belli belirsiz et parçasından yarattık ki size (kudretimizi)
açıkça gösterelim. Ve biz dilediğimizin rahimlerde belirli bir vakte kadar
kalmasını sağlarız, sonra sizi bebek olarak çıkarırız, ki daha sonra
yetişkinlik çağınıza erişesiniz. İçinizden kimi erken vefat ettirilirken kimi
de önceden bildiklerini bilmez hale gelinceye kadar ömrün en düşkün çağına
eriştirilir. Öte yandan yeryüzünü kupkuru ve cansız görürsünüz; üzerine yağmur
indirdiğimizde ise (bir de bakarsın) canlanıp kabanr ve her cinsten nefis
bitkiler çıkarır. 6. Bu böyledir, çünkü Allah gerçeğin ta kendisidir, O ölüleri
diriltir ve O'nun her şeye gücü yeter. 7. Kıyamet vakti şüphe yok ki gelip
çatacaktır ve Allah kabirlerdekilere can verip diriltecektir.[5]
1-2. Bütün insanlara hitap edilerek Tanrı bilincinin canlı tutulması, O'na
say gısızlık etmekten sakınılması istenirken Allah'ın "yaratıcılık,
yöneticilik, sahiplik ve terbiye edicilik" özelliklerine vurgu yapan rab
ismi kullanılmıştır. Bu çağrının hemen ardından kıyamet ve âhiret gerçeği
hatırlatılmış, bu gerçeğin iyi kavranması için de somut bir tasvire yer
verilmiştir. Kıyamet sarsıntısının sıradan bir olay olmadığı ifade edildikten
sonra herkesin o ana ait sahneleri gözünde canlandırmasına imkân verecek örneklere
değinilmektedir: Emzikli kadınların çocuklarını emzirmeyi dahi akıllarından
çıkaran bir dehşete kapılmaları, gebe kadınların düşük yapmalarına yol açan bir
şok yaşamaları, insanların gerçekte sarhoş olmadıkları halde sarhoş gibi
davranmaları veya görünmeleri. İlk iki örnekte "her" kaydının
bulunması ("her emzikli kadın", "her gebe kadın" denmiş
olması), üçüncü örnekte de bütün insanları kapsar bir ifade kullanılmış
bulunması, bu olayın sıra dişiliğini açıkça ortaya koymaktadır. 2. âyetin son
cümlesiyle, âhiretteki azabın bu yaşananlardan da çetin olacağı kastedilmiş
olabilir. Bu mâna esas alınırsa meali şöyle olur: "Fakat (bunun ardından
gelecek olan) Allah'ın azabı çok zorlu olacaktır." Kaynaklarda bu
âyetlerin tefsiri sırasında, daha çok, belirtilen sarsıntının haşir sonrası
kıyamet sahnelerinden mi yoksa dünyanın sonu geldiğinde kıyamet alâmeti olarak
görülecek hallerden mi olduğu hususu üzerinde durulur. Alimlerin çoğunluğu
ikinci ihtimali daha güçlü bulmuşlardır. [6]
3-4. Evren Allah'ın kudretini gösteren delillerle dolu iken ve peygamberler
de öldükten sonra dirilme gerçeğini anlatıp insanları açık bir biçimde
uyarmışken, bazı insanların Allah'ın gücü ve âhiret hayatının varlığı hakkında
tartışmaya girmeleri, üstelik hiçbir sağlam bilgiye sahip olmadıkları halde
inkarcılıkta inat etmeleri tarihin her döneminde görülen bir durumdur. Bu
âyetlerde, ilk iki âyetteki bildirim ve ikaza rağmen bazı kimselerin bu
tutumlarından vazgeçmedikleri gerçeğinden hareketle bu beşerî zaafa ve
sonuçlarına tekrar dikkat çekilmektedir. Esasen genel bir teşhis ve uyan
içermekle beraber 3. âyetin Nadr b. Haris hakkında inmiş olduğu rivayet edilir[7]
Kureyş'in amansız inkarcılarından olan bu şahıs, babasıyla Hîre'de tıp ve
felsefe öğrenimi görmüştü.
3.
âyetteki "her âsi şeytan" ifadesiyle, İblîs ve avenesinin yahut
Kureyş'in ileri gelen inkarcılarının kastedildiği yorumlan yapılmıştır. [8] âyetin üslûbundan, ikinci yorumun daha güçlü
olduğu izlenimi edinilmektedir. [9]Buradaki
"her" anlamına gelen küll kelimesinin -Kur'an'daki benzer ifadeler
dikkate alındığında- çokluğu belirtmek için kullanıldığı anlaşılmaktadır. [10]"Âsi"
olarak tercüme ettiğimiz merîd kelimesine "had bilmez, zorba, inatçı,
azgın, mütekebbir" gibi mânalar da verilebilir.
4 âyette
şeytan ve onu dost edinecek kişiler hakkında kaçınılmaz sonuç ve hükmü
belirtmek üzere lafzan "onun hakkında şöyle yazıldı" mânasına gelen
bir ifade kullanılmıştır. Bu sonuç şeytana uyanın doğru yolda kalamayacağı,
dolayısıyla cehennem azabına sürükleneceğidir. Burada dikkat çeken bir husus da
şudur:
Şeytana insanları doğru yoldan saptırmak fırsatı verilmekle beraber, ona
uyanlar iradelerini bu yönde kullandıkları, ilâhî ikazları bir kenara bırakıp
şeytanı dost edindikleri için sorumluluk kendilerine aittir.[11]
5-7. Allah'ın kudreti ve dünya hayatından sonra yeni bir hayatın
başlayacağı hususunda tartışmaya girişen inkarcıların zihinlere sokmaya
çalıştığı şüpheler ve insanoğlunu ateşe sürüklemek İçin var gücüyle çaba
harcayan şeytanın vesveseleri karşısında duyulacak tereddüt ve kuşkuların
akılcı bir biçimde gözden geçirilmesi istenmekte, bu konuda yapılacak
değerlendirmenin sağlıklı olabilmesi için apaçık örnekler ve kanıtlar ortaya
konmaktadır. Bu örnek ve kanıtlar insanın kendisinden ve en yakın çevresinden
seçilmiştir. Öldükten sonra dirilmenin aklen kabul edilebilirliğini ve Allah'ın
buna kadir olduğunu görmek için dikkatleri İki şeye yöneltmek yeter: 1. İnsanın
kendisinin nasıl dünyaya geldiği ve hangi aşamalardan geçtiği, 2. Kuru toprağın
yağmurla canlanması ve türlü türlü bitkiler vermesi.
İnsanın
yaratılış aşamaları toprak, nutfe, alaka ve belli belirsiz et parçası (mudga)
şeklinde sıralanmıştır. Topraktan yaratılma ile insanoğlunun ilk atası Hz.
Âdem'in yaratılışının kastedildiği görüşünün yanı sıra, insan vücudundaki
elementlerle bedenin beslenmesi arasındaki ilişkiyi öne çıkaran yorumlar da
vardır. Nutfenin Kur'an'da farklı bağlamda farklı anlamlarda kullanıldığı
görülür. İnsanın meydana gelmesini sağlayan iki ana unsurdan erkeğin spermi
veya bu spermin aşıladığı yumurta (zigot) mânasında anlaşılması mümkündür.
Alaka kelimesinin başka âyetlerdeki kullanımı ve embriyonik gelişmeye ilişkin
bilgiler dikkate alındığında bu kelimeyle aşılanmış yumurtanın ana rahminin iç
cidarına asılı vaziyetinin kastedildiği anlaşılmaktadır.
5.âyette
et parçası anlamındaki mudganın sıfatı olarak geçen ve "belli belirsiz"
şeklinde çevirdiğimiz iki kavramdan ilki (muhallaka) tefsirlerde, "biçimi
belirli hale gelmiş, kendisine ruh üflenmiş, tam, tamamlanmış, normal doğumla
sonuçlanan, kusursuz noksansız biçimde"; ikincisi (gayra muhallaka) ise
"biçimi he
nüz belirli hale gelmemiş, kendisine henüz ruh üflenmemiş, henüz tamamlanmamış, rahim tarafından dışan atılan,
düşük, yapılan, kusuru noksanı olan" gibi farklı mânalarla açıklanmıştır. [12] Muhammed
Esed'in âyetin bu kısmına "(temel unsurları ve istidatlanyla) tamamlanmış
ama (bütün ögeleriyle) henüz tamamlanmamış" şeklinde mâna vermesi (II,
667-668) bu iki sıfattan ilkinin olumlu, ikincisinin olumsuz olmasını izah
açısından mantıkî görünmekle beraber; bu yorumu İbn Abbas ve Katâde'nin
açıklamalarına dayandırması isabetli değildir ve bu konuda kaynak gösterdiği
Taberî ile Beyzâvî incelendiğinde, Esed tarafından bu kaynakların yanlış
anlaşıldığı görülmektedir. Zira Taberî'nin Katâde'den naklettiği yorum birinci
kelime için "tam", ikinci kelime için "tam olmayan"
şeklindedir (XVII, 117); Beyzâvî ise bu konuda İbn Abbas'tan bir nakilde
bulunmamıştır (IV, 288-289). İbn Abbas'tan bu ifadeyle ilgili olarak nakledilen
yorum da, birinci kelime İçin "yaratılışı tamamlanmış", ikinci kelime
İçin "yaratılışı tamamlanmamış" şeklindedir. [13]
Âyette
insanların bulundukları duruma hangi aşamalardan geçerek geldiklerine
değinildiğine göre birinci kelimeyi "normal doğumla sonuçlanan
durumlar", ikincisini de "düşük hali" olarak anlamak isabetli
görünmemektedir. [14] Burada İnsanın geçirdiği
aşamaların sıralandığı belli olmakla beraber, bu iki sıfatı birbirine bağlayan
"ve" bağlacının bir sıralama anlamı taşıyıp taşımadığı açık değildir.
O sebeple belirtilen kelimelerin yukarıda kaydedilen (normal doğum -düşük hali
dışındaki) diğer yorumların her birine ihtimali bulunduğu söylenebilir. Bununla
beraber âyetin bu kısmına "tedrîcî yaratma sürecine bağlı" anlamının
verilmesi de [15]kanaatimizce embriyonik
gelişmeyle ilgili bilgilere ve buradaki ifade akışına uygundur.
"Bebek
olarak çıkarırız" ve "yetişkinlik çağına erişirsiniz"
anlamındaki cümleler arasında gramer açısından değişik bağlar kurulmuş olmakla
beraber, bunlar arasında nedensellik bağının bulunduğu görüşü daha kuvvetli
görünmektedir. [16] Bundan dolayı âyetin
anılan kısmı "Sonra sizi bebek olarak çıkarırız, ki daha sonra yetişkinlik
çağınıza ensesiniz" şeklinde çevrilmiştir. Hemen ardından kimilerinin
erken vefat ettirildiği belirtildiğinden, bu ifadenin bebek olarak dünyaya gelen
her insanın yetişkinlik çağma ulaşması sonucunu içerdiği ileri sürülemez. [17]
Âvetin
"vervüzünü kupkuru ve cansızken" şeklinde çevirdiğimiz kısmına
El-malili Muhammed Hamdi "arzı da... sönmüş kül halinde" anlamını
vermiş ve bunu (özetle) şöyle açıklamıştır: Bu uyan ilk bakışta, güneşin
harareti karşısında arzın kuruduğunu gösterir. Bununla birlikte bu ifadeyi
benzetme yoluyla değil hakiki mânasına göre anlamak hem maksadı daha açık bir
biçimde ortaya koyar hem de zamanımızın bilimsel teorileri bu anlama daha uygundur.
Zira bilimsel tespitlere göre arz vaktiyle yanar bir ateş olduğundan, toprak
esas itibariyle yanıp sönmüş bir ateşin kül halinde sertleşmiş ve çökelmiş
biçimidir; bu durum hayatın tam zıddıdır (V, 3383-3384).[18]
Meali
8-9. İnsanlar içinde öyleleri vardır ki bilgisi, kılavuzu ve aydınlatıcı
bir kitabı olmadığı halde başkalarını Allah yolundan saptırmak için büyüklük
taslayarak Allah hakkında tartışır durur. Onun dünyadaki payı rüsvâ olmaktır;
kıyamet gününde ise ona yakıcı ateşin azabını tattıracağız. 10. (Ona şöyle
denilecek:) "Bu, senin kendi ellerinle önceden yapıp ettiklerinden
dolayıdır! Yoksa Allah kullarına asla zulmetmez.*' 11. Yine insanlar içinde
kimileri vardır ki, Allah'a şartlı olarak kulluk eder; öyle ki kendisine bir
iyilik denk gelirse bundan pek memnun olur, ama başına bir imtihan sıkıntısı
gelse hemen yüz çevirir. Böyleler! dünyasını da âhiretini de yitirmiştir ve
apaçık hüsran işte budur. 12. Allah'ı bırakıp kendisine ne zarar ne de yarar
sağlayabilen şeylere yalvarır yakarır. Sapkınlığın en uç noktası da işte budur.
13. (Bir de) o, zaran yararından yakm olan varlıklara yalvarıp yakarır, O ne
kötü bir dost ve ne kötü bir arkadaştır! 14. Allah iman edip iyi işler
yapanları altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Şüphesiz Allah dilediğini
yapar. 15. Her kim Allah'ın ona dünyada da âhirette de asla yardım etmeyeceğini
düşünüyorsa, bir çaresini bulup göğe uzansın, kesip baksın bulduğu çare
öfkelendiği şeyi ortadan kaldırabilecek mi? 16. İşte böylece biz onu apaçık
âyetler halinde indirdik. Kuşkusuz Allah dilediğim doğru yola iletir. 17.
Gerçek şu ki, iman edenler, yahudiliği benimseyenler, Sabitler, hıristiyanlar,
Mecûsî-ter ve şirke sapanlann her biri hakkındaki hükmünü Allah kıyamet günü
verecektir. Şüphesiz Allah her şeye tanıktır. 18. Görmez misin göklerde ve
yeryüzünde bulunanlar; güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve
insanların birçoğu hep O'na secde etmektedir! Niceleri de azabı hak etmiştir.
Allah'ın hakir kıldığı kimseyi onurlandırabilecek yoktur. Kuşkusuz Allah dilediğini
yapar. 19. Şu ikisi rableri hakkında çekişip duran iki taraftır. Bunlardan
inkarcı olanlar için ateşten giysiler biçilmiştir, başlarının üstünden de
kaynar su dökülecektir. 20. Bununla karınlarının içindekiler ve derileri eritilir.
21, Onlar için bir de demirden sopalar vardır. 22. Istıraptan ötürü oradan
çıkmaya her teşebbüs ettiklerinde oraya geri döndürülecekler ve onlara
"Tadın bakalım bu yakıcı azabı!" denilecek. 23. İman edip iyi işler
yapanları ise Allah altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Onlar
orada altın bilezik ve incilerle »üsleneceklerdir. Orada onların giysileri de
ipektir. 24. Onlar sözün güzeline yöneltilmişler ve övgüye en lâyık olan
Allah'ın yoluna iletilmişlerdir. [19]
Tefsiri
8-10. Yeterli bilgiye sahip olmadan, doğru bir kılavuza uymadan ve ilâhî bir
kitabın ışığından yararlanmadan evrendeki küçücük sırların bile çözülmesi mümkün
değilken, bütün bunlardan yoksun bazı kişilerin evrenin yaratıcısı olan Allah
hakkında tartışmaya girişmelerinin ne kadar abes olduğuna dikkat çekilmektedir. (9. âyette geçen ve "kılavuz" diye
çevirdiğimiz hüdâ kelimesi "ikna edici bir açıklama ve kanıt"
şeklinde de anlaşılmıştır, Taberî, XVII, 120). 9. âyette belirtildiği üzere bu
gibi kimselerin amacı başkalarını Allah yolundan saptırmak olduğu için,
inandığı bir şeyi ispatlama çabası içinde olmazlar ve kendilerine uymayanlara
ön yargıyla baktıkları için ellerindeki İmkânları kötüye kullanıp büyüklük
taslamayı yeğlerler. Âyetin "büyüklük taslayarak" şeklinde çevrilen
kısmına "uyan ve öğütten yüz çevirerek" mânası da verilmiştir. [20] Âyette ayrıca "Onun dünyadaki payı rüsvâ
olmaktır" buyurularak böyle kimselerin bu bozguncu tutumları kınanırken,
dünya hayatında elde edecekleri basan ve ulaşacakları refah düzeyi ne olursa
olsun, ahlâk yönünden düşük sayılmaya ve insanlığın ortak değerleri açısından
reddedilmeye mahkûm olacaklarına işaret edilmektedir. [21]
11-14. İlk âyette, Allah'a kulluğu dünya hayatındaki rahatlık şartına
bağlayan insanların tipik davranışları tasvir edilmekte, imanlarına pamuk
ipliğiyle bağlı olan bu tür kimselerin işleri rast gittikçe Allah'a kulluk
etmekten memnun oldukları, bir imtihan sıkıntısına mâruz kaldıklarında ise
hemen bu statüden sıyrılmak istedikleri; bir başka ifadeyle, Allah'ın istediği
gibi kul olmaya çalışmak yerine, kulluk ettikleri Tann'nın kendi istedikleri
gibi olmasını bekledikleri anlatılmaktadır. Aynı âyette belirtildiği üzere
böyle kimseler hem dünyalarını hem âhiretlerini yitirmişlerdir ve apaçık ziyan
içindedirler. Zira inançsızlığını açıkça ortaya koyan kimseler, tutarlı bir
hayat çizgisi izleyebilme ve hiç değilse dünya yaşantılarını gerçek isteklerine
göre sürdürebilme hususunda Allah'a şartlı kulluk edenlere göre daha yüksek
şansa sahiptirler. Âyetin "Allah'a şartlı olarak kulluk eder" şeklinde
tercüme edilen kısmına, "Allah'a tereddütler içinde, tam inanmadan,
sınırda,kıyıdan kıyıya kulluk eder” manaları da verilmiştir.
Başına
bir sıkıntı geldiğinde şike dönen ve Allah'tan başka mâbudlar arayan
kimselerden söz edilirken, 12 âyette bunların "ne zarar ne de yarar
sağlayabilen" varlıklara yal vardıkları ifade edildiği halde 13. âyette
"zararı yararından daha muhtemel" varlıklara yalvardıklarının
belirtilmesi tefsircİleri değişik yorumlara yöneltmiştir. Bu iki âyet
arasındaki bağla ilgiü birçok gramatikal (dilbilgisi) izahın yanı sıra[22] 13. âyette kastedilen varlıklar hakkında
başlıca iki yorum yapılmıştır. Birinci yoruma göre, Allah 'a kulluk etmekten
cayanlar daha sonra kendilerinden korktukları ve yardımına sığındıkları
liderlere yönelmektedir ve bu liderlerin onlara yarardan çok zarar verdiklerine
işaret edilmektedir. İkinci yorumun sahipleri burada da putlardan söz edildiği
kanaatİndedirler ve iki âyet arasında çelişki bulunmadığını şöyle açıklarlar:
Putların kendileri yarar sağlamadıkları gibi zarar da veremezler, ama onlara
kulluk edilmesi zarara yol açar, onlara tapanlar âhiret mutluluğunu yitirirler;
âyette de bu kastedilmiştir. [23]
11.
âyetin, refah düzeyinin artacağı ümidine bağlı olarak müslüman olan bazı bedevi
Araplar'ın veya bir yahudinin İslâmiyet'i kabul ettikten sonra işlerinin ters
gitmesi karşısında dinden çıkması üzerine indiği yönünde rivayetler
bulunmaktadır. [24] Bununla beraber âyetteki tasvirin, hemen her
devirde ve her yerde karşılaşılan bir insan tipine dikkat çekmeyi hedeflediği
kuşkusuzdur; Evrenin yaratıcısı ve mutlak hâkimi olan Allah'a iman bilincine
erişememiş, bazı çevresel etkiler altında veya dünyevî beklentiler uğruna
Allah'a kulluk etmeyi "deneyen" fakat O'nu kişisel arzularına uygun
bir mâbud olarak göremediği için bütün benliğiyle şirke yönelen, böylece hem
dünya hem âhiret mutluluğunu kaybeden insanlar! Devamındaki iki âyette
belirtildiği gibi bu kimseler yine de "kulluk etme ve yakarma" ihtiyacından
kendilerini alıkoyamamakta, ama bu defa ya hiçbir yaran veya zararı dokunmayacak
ya da zararının dokunması çok muhtemel varlıklara yönelmektedirler. [25]
15. "Ona" diye çevrilen zamirle kimin kastedildiğine ilişkin
yorum, bu âyete mâna verirken belirleyici bir role sahip olmaktadır. MüfessMer
genellikle bu zamirin Hz. Peygamber hakkında olduğu kanaatini benimsemişlerdir.
Bunu zorlama bir yorum olarak niteleyen Esed, burada 11. âyette belirtilen ve
Allah'a iman-kii-für sınırında kulluk eden kişilere, yani kendisine yardım İçin
Allah'ın yeterli olmadığını düşünen, Allah'ın gücünün bu dünyada ve âhirette
mutluluğa ulaştırmaya yeteceğinden şüphe eden kimselere imada bulunulduğunu
belirtir (II, 670). Âyetin "bir çaresini bulup göğe uzansın" şeklinde
çevirdiğimiz kısmını "tavana ip bağlayıp kendini assın" şeklinde ve
"kesip baksın" diye tercüme ettiğimiz kısmını "dünya veya hayat
ile ilişkisini kessin" ve "ipi kesip intihar etsin" şeklinde
anlayanlar olduğu gibi, bu ifadeye "göğe yükselip vahyin veya ilâhî
yardımın kaynağını kesmeye çalışsın" gibi mânalar verenler de olmuştur. [26] Burada emir kipi kullanılarak,
gerçekleşmeyecek bir şarta bağlı ifadeyle muhatabın âciz düşürülmesi
amaçlanmış; içlerinde inkarcılığın oluşturduğu kin ve psikolojik baskıdan bir
türlü kurtulamayan kişilerin hangi yollara başvururlarsa vursunlar son tahlilde
yaptıklarının bir yarar sağlamayacağına ve dünyalarım da âhİretlerini de
yitirmelerine sebep olacağına dikkat çekilmiştir. [27]
16. Burada tam teslimiyetle tevhid inancını benimseme hususunda tereddütler
içinde bocalayanlardan söz edildikten sonra, Kur'an'in veya genel olarak ilâhî bildirimlerin
açık seçik âyetler halinde indirildiği ve Allah'ın dilediği kişileri doğruya
ileteceği belirtilmektedir. Âyetin son kısmına "Allah isteyeni doğru yola
ile
tir" anlamım vermek de mümkündür. Esasen bu, birinci anlamla çelişmez;
çünkü Allah'ın dilediğini doğru yola iletmesi de, âyetin ilk kısmında işaret
edilen açık seçîk bildirimlere kulak verenleri bu yöndeki iradelerine uygun
olarak doğruya ulaştırması, bu bildirimlere rağmen inanmamakta direnenleri ise
kendi sapkınlıkları üzere bırakması demektir. [28]
17. Farklı inanç grupları arasındaki gerçek hükmün kıyamet günü Allah tarafından
verileceği hatırlatılmaktadır. Bir dinin inanç esasları ve öğretilerinin, rasyonel
olmayan, akla ve bilime aykırı olan taraflarını ortak akılla bilmek ve belirlemek
mümkündür. Ancak, din konusu bilim konularından farklı olduğu ve her dinde iman
belirleyici bir role sahip bulunduğu için dünya hayatında, bîr dinin hak olduğunu
bilimsel kesinlikle ispat eden ve ortak akün kabule mecbur olacağı bir ölçüt,
bir kanıt, bir ispat aracı bulunamayacak, nihaî ve kesin hüküm âhirette Allah tarafından
açıklanacaktır.
Kur'an'ın
sadece bu âyetinde anılan Mecusîlik, İslâmî kaynaklarda Zerdüş-tîliğe verilen
addır. Arapça'da çoğul anlam taşıyan mecûs kelimesinin tekili me-cûsîdir. Bu
kelimenin eski İran dilindeki aslı "maguş"tur. Yunancası
"magos" olan kelime Ârâmîce yoluyla Arapça'ya geçmiştir. Mecûsîlik'le
Zerdüştîiik arasındaki ilişki hakkında farklı görüşler bulunmakla beraber,
Zerdüşt'ün getirdiği doktrin ile Mecusîlik özde birbirinden farklıdır. Milâttan
önce VI. yüzyılda yaşayan Zerdüşt tek tanrılı bir inanç telkin ettiği için onun
bir peygamber olduğu kanaatini taşıyanlar da vardır. Eski İran'a tevhid
inancını getiren Zerdüşt, İslâmî kaynaklarda Hürmüz olarak anılan Ahura
Mazda'ya ibadeti telkin etmiştir. Ahura Mazda "hakîm. her sevi bilen
rab" anlamına eelir. Zerdüşt'ün doktrininde, evrendeki maddî ve manevî
düzeni yaratan, doğa yasalarım koyan Ahura Mazda'dır. Bu sebeple bu din
Mazdaizm diye de anılır. Kötülüklerin kaynağı ise Ehrimen'dir (Eh-riman). İyi
güçlerle kötü güçler arasında devamlı bir mücadele vardır; evrenin yaratılış
amacı, yalanın ve kötülüğün hakikat tarafından yen ilmesidir. Bir tarafta
sağduyu, iyilik ve aydınlıktan oluşan nizam, diğer tarafta suç, kötülük ve
karanlığı içinde barındıran anarşi ve fesad bulunur. İnsanın bunlar arasındaki
seçimi öteki dünyada sonuç verecektir. Zira ölümden sonra diriliş ve yargılama
vardır. Zerdüş-tîler'in kutsal kitabı, milâttan sonra V. yüzyıl civarında yazıya
geçirilmiş bulunan Avesta'dtr. "Hikmet, bilgi" anlamına gelen
Avesta'nın dili Pehlevîce (Eski Farsça) olup ifade ve İçerik bakımından
anlaşılması oldukça zor bir kitaptır. Bu sebeple ona "ilim" anlamına
gelen ve "Zend" adı verilen şerhler yazılmıştır. Zamanla bunların
birleşmesiyle Zend-Avesta meydana gelmiştir. Bu dindeki anlayışa göre
aydınlığın efendisi Ahura Mazda ile karanlığın efendisi ve şer kuvvetlerin başı
şeytan Angra Mainyu (Ehrimen) arasındaki mücadeleyi Ahura Mazda kazanacak ve
onun mutlak hâkimiyeti güneş gibi aydınlık olacaktır. Bu sebeple Mazdaistler
(Mecûsîler) ideal temizlik ve aydınlığın sembolü olarak ateş yakarlar ve onlara
"ateş yakan" anlamına "Asravan" denirdi. Onların bu
geleneği müslümanlann dikkatini çekmiş ve onları "ateşperest" olarak
nitelendirmişlerdir. Zerdüşt'ten sonra insanlar, onun karşı çıktığı çeşitli
ilâhlara tapınmaya başlamışlar, böylece çok tanrılı inançlar yaygınlık
kazanmıştır. Zerdüştîlik batıya doğru yayılırken, Tahran yakınındaki Ragha
merkez olmuştu. Burada Zerdüştîlik, Mecûsî (Maci) denilen bir rahip sınıfınca
yönetiliyordu. Bu dönemde Zerdüşt'ün doktrininden oldukça uzak-laşılmış, kabile
dinlerine ait Yazata'lar tanrı kabul edilmiş, Zerdüşt'ün yasakladığı birçok
fiil işlenmeye başlamıştı. Sâsânîler devrinde (226-650), mücadele halindeki
İran dinleri içinde, Zerdüştîliğİ yaşatan Mecûsî rahipler (mobat) üstünlük
kazanınca, bu inanç Sâsânî İmparatorluğu'nun devlet dini oldu. Bu imparatorluk
müslümanlar tarafından ortadan kaldırıldıktan sonra da, Mecûsî geleneğinin mo-batları
(din adamları) varlıklarını korudular. Mecusîliği günümüzde yaşatmaya çalışan
gruplardan İran'daki dağınık ve küçük azınlığa "Gabriler",
Hindistan'daki daha derli toplu gruba ise "Parsîler" adı verilir.
Mecûsîler'in günümüzdeki sayısı üç yüz bin civarında tahmin edilmektedir. [29]
Tefsirlerde
âyetteki mecûs kelimesi, genellikle ateşe tapanlar şeklinde açıklanmıştır;
fakat bunu güneşe ve aya tapanlar, hıristiyanlardan ayrılan yahut Yahuılığın ve
Hıristiyanlığın bazı kısımlarını birleştirip alan dinî bir grup gibi mânamla
açıklayanlar da olmuştur. [30] Klasik kaynaklarda Yemen,
3ahreyn ve Arap Yanmadası'nın kuzeydoğu bölgelerinde bazı Arap kabilelerinin
Mecûsî olduklarına dair rivayetler bulunmaktadır. [31]
18-24. Kur'an'ın birçok âyetinde olduğu gibi burada da, evrendeki zorunlu
itaat yasaları uyarınca Allah'a boyun eğen varlıklara dikkat çekilmekte,
insanların ise sınav ortamının icabı olarak hür iradeleriyle baş başa
bırakılmaları neticesinde topyekün bir teslimiyet ve itaat içinde olmadıkları,
dolayısıyla birçok insan Allah'a itaat edip kurtuluşa ererken nicelerinin de
azabı hak etmiş olacağı uyarısı yapılmaktadır. Âyetlerde yer alan tasvirlerde
açıkça görüldüğü üzere, dünyadakin-den başka bir hayat tanımayıp inkarcılıkta
direnen ve rableri hakkında çekişme içine girenlerin Öteki dünyadaki akıbetleri
pek acı olacaktır. İman edip Allah'ın hoşnutluğuna uygun davranışlarda
bulunanların mükâfatı ise dünyada en cazip görünen nimetlere eriştirilmekten
ibaret değildir. Çünkü onlar her türlü övgüye lâyık olan Allah katında en
itibarlı mevkiye, Allah'ın yoluna iletilmiş ve sözlerin en güzeline
yöneltilmişlerdir ki bu da mutlulukların en büyüğüdür. [32]
Meali
25.
İnkâr edenler, insanları Allah yolundan ve -yerli olsun dışarıdan gelmiş olsun
bütün insanlar için (ibadet yeri) yaptığımız- Mescid-i Harâm'dan alıkoyanlar
ile her kim orada zulmederek haktan saparsa ona elem veren bir azap tattırırız.
26. İbrahim'i Beytullah'uı bulunduğu yere yerleştirdiğimizde de şöyle demiştik:
"Bana hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf edenler, kıyamda duranlar, rükûya ve
secdeye varanlar için evimi tertemiz tut. 27. İnsanlara hac ibadetini duyur;
gerek yaya olarak gerekse yorgun argın develer üzerinde uzak yollardan gelerek
sana ulaşsınlar. 28. Böylece kendi yararlarım açık seçik görsünler ve Allah'ın
onlara rızık olarak verdiği, belirlenen günlerde kesecekleri kurbanlık
hayvanlar üzerine O'nun adım ansınlar. Artık onlardan hem kendiniz yiviniz hem
sıkıntı içindeki yoksulları doyurunuz. 29. Sonra kalan hac fiillerini
tamamlayıp temizlensinler, adaklarını yerine getirsinler ve o kadîm evi tavaf
etsinler." 30. Yapılması gereken işte budur. Kim Allah'ın koyduğu
yasaklara saygı gösterirse bu, rabbi katında kendisi için çok hayırlı olur.
Size vahiyle bildirilenlerin dışındaki hayvanları yemeniz helâl kılınmıştır.
Öyleyse pislikten yani putlardan uzak durunuz ve asılsız sözden de kaçınınız.
31. Kendisine ortak koşmadan Allah'ın birliğine iman edenlerden olunuz. Allah'a
ortak koşan kişi, gökten düşüp parçalanan ve kuşların kapıştığı yahut rüzgârın
ücra bir yere sürüklediği nesnelerden farksızdır. 32. Evet, bu böyledir. Kim
Allah'a ait nişanelere saygılı davranırsa, bu kalplerin takvâiı olmasındandır.
33. Onlarda sizin için belirli süreye kadar yararlar vardır. Nihayet
varacakları yer o kadîm evdir, 34. Biz her ümmete kurban kesmeyi meşru kıldık
ki kendilerine rtzık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine Allah'ın adını
ansınlar. Sonuç itibariyle hepinizin mabudu tek bir tanrıdır. Şu halde yalnız
O'na teslimiyet gösteriniz. Sen de Allah'm buyruklarına içtenlikle teslimiyet
gösteren kimseleri müjdele! 35. Onlar öyle kimselerdir ki, Allah anıldığında
kalpleri titrer, başlarına gelen musibetlere sabrederler, namazlarını özenle
kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızklardan Allah yolunda harcarlar. 36. Biz
o büyükbaş hayvanları da Allah'ın nişanelerinden kıldık; sizin için onlarda
nice yararlar vardır. Onlar (kesim için) sıraya dizildiklerinde üzerlerine
Allah'ın adını anınız, cansız halde yere serildiklerinde ise onlardan hem
kendiniz yiyiniz hem ihtiyacını gizleyen ve gizlemeyen yoksulları doyurunuz.
İşte onları şükredesiniz diye sizin istifadenize verdik. 37. Onların ne etleri
Allah'a ulaşır ne kanlan; O'na ulaşacak olan sadece sizin tak-vânızdır. İşte
Allah onlan sizin istifadenize verdi ki size doğru yolu göstermesinden ötürü
O'nu tazimle anasınız. İyilik yolunu tutanları müjdele! 38. Biliniz ki Allah
iman edenleri korur. Şu da muhakkak ki Allah hiçbir haini, hiçbir nankörü
sevmez. [33]
Tefsiri
25-37. Sûreye adım veren 27, âyetin de içinde bulunduğu bu âyetlerde
Mes-cid-i Haram' in insanlık için önemli bir merkez olduğu belirtildikten sonra
Hz. İbrahim'in "beyt"in (Kabe) bulunduğu yere yerleştirilmesinden,
hacca çağrı ve hac-cın öneminden, adakların yerine getirilmesinden ve kurban
ibadetinden söz edilmektedir. [34]
25.
âyette Mescid-i Harâm'ın bulunduğu yerde ikamet edenlerin orayı kendilerine
özgü kılma haklarının bulunmadığı, dolayısıyla Mescid-i Harâm'ın mahallî değil
evrensel bir merkez olduğu belirtilmekte; inkarcılar, özellikle insanları Allah
yolundan ve böyle bir ibadet yerinden alıkoymaya çalışanlar ağır bir dille
eleştirilmekte, acı veren bir azapla tehdit edilmektedirler. Kureyş ve
müttefikleriyle bu kapsamda olmayanlar arasında ayırım yapılıp birinci gruba
bazı İmtiyazlar tanınması, İslâm'ın doğuşu sırasında yaşayan hacla ilgili
âdetlerdendi. Kureyş ve müttetiklerinden meydana gelen kabileler
"hums", diğerleri ise "hille" olarak anılır; meselâ arefe
günü hilleden olanlar Arafat'ta vakfe yaparken, hums sınıfından olanlar Harem
bölgesi içindeki Nemîre'de hazır bulunurlardı.
[35]Burada
bu tur âdetlerin geçersizliğine de işaret edilmiş olabilir. Âyette geçen
"zulüm" kelimesi değişik şekillerde yorumlanmıştır. [36] Taberî
bunlardan "Allah'ın buyruklarına karşı çıkma" şeklindeki yorumu
tercih etmiş ve âyetin bu kısmına, burada geçen ilhâd kelimesinin
"meyletmek" anlamım esas alarak "her kim Mescid-i Harâm'da zulme
yeltenip Allah'a isyana kalkışırsa" mânasını vermiştir.[37] Âyetin
Mekke'de indiğini kabul edenler, müşriklerin o dönemde müslümanların Kabe'de
ibadet etmelerini engellemelerini, Medine döneminde indiği kanaatini taşıyanlar
ise Hu-deybiye Antlaşması'nın yapıldığı yılda Resûlullah ve ashabının Kabe'yi
ziyaret etmesine karşı çıkmalarını esas alan açıklamalar yaparlar.
âyette
Kabe'nin Hz, İbrahim zamanından beri insanlık için toplu bir ibadet mahalli
olduğu hatırlatılmaktadır. Âyetin "İbrahim'i Beytullah'uı bulunduğu yere
yerleştirdiğimizde" şeklinde çevirdiğimiz kısmına "İbrahim'e
Beytullah'ın yerini gösterdiğimizde", "İbrahim için Beytullah'ın
yerini hazırladığımızda" mânaları da verilmiştir.[38] Bu âyette
varanlardan ve secde edenlerden söz edilmesi, İslâm'dan Önce de rükûlu ve
secdeli namazın bilindiğini gösterir.[39] Allah
Teâlâ'mn "Bana hiçbir şeyi ortak koşma" buyruğu Hz. İbrahim'in şirk
koştuğu anlamına gelmez; burada maksat Allah'a kulluk ederken O'na ortak koşma
anlamına gelecek her türlü davranıştan titizlikle sakınmak ve Özellikle
Kabe'nin inşasına Allah rızâsı dışında bir amaç karıştırmamak
gerektiğim hatırlatmaktır. [40] âyet
ile devamında yer alan buyruklar bazı müfessirlere göre Hz. Muhammed'e hitap
etmektedir. Hatta bazılarına göre 26. âyette Hz. İbrahim'in Beytullah'ın
bulunduğu yere yerleştirildiğinin hatırlanmasından sonra gelen buyrukların
muhatabı da Hz. Muhammed'dir. [41] 27.
âyetteki "dâmir" kelimesine genellikle "yorgun argın,
yorgunluktan incelmiş deve" anlamı verilmiştir. Esed, Arap dilinde bu
kelimenin deveyle sınırlı olmaksızın "çevik, sürat yapmaya müsait
hayvan" için kullanıldığına dikkat çeker ve çıkarsama yoluyla "hızlı yol
alan her türlü ulaşım aracı" mânası verilebileceğini belirtir (II, 674).
Mücâhid'den nakledilen bir rivayete göre hac için gelenler binek
kullanmıyorlardı; Cenâb-ı Allah onlara azık tedarik etmeyi buyurdu, binek
kullanmalarına ve ticaret yapmalarına izin verdi. [42]
Hac
çağrısının sadece biçimsel bir anlayışla değerlendirilmemesi için âyette haccın
yararlanna dikkatli bir gözle bakılması istenmiştir. [43] Bu
âyette göze çaipan diğer bir husus, Allah rızâsı için kesilecek kurbanlıkların
yine Allah tarafından hem kurban sahiplerinin yemesi hem de sıkıntı içindeki
yoksulların gıda ihtiyacının karşılanması amacıyla "insanlara bir nzık
olarak" lütfedilmiş olduğudur. Şu halde sırf bir buyruğun şeklî olarak
yerine getirilmesiyle yetinip kurban etlerinin heder edilmesi, âyetteki bu
anlam inceliğine dikkat etmemek olur. Son yıllarda bu etlerin değerlendirilip
yoksul ülkelere ulaştırılması yoluna gidilmesi, Kur'an'in ruhuna ve bu âyetin
amacına uygun bir uygulama arayışının güzel bir örneği sayılır.
Aynı
âyette geçen "belirlenen günler"den (eyyam ma'lûmât) maksat kurban
bayramı günleridir. Bazı âlimler bu tamlamayı Bakara sûresinin 203. âyetinde
geçen "eyyam ma'dûdât" tamlamasıyla mukayese ederek buna dayalı
değişik yorumlar yapmışlardır. [44] Genel olarak hayvan kesiminde ve özellikle
kurban ibadetinde Allah'ın adının anılması, her türlü şirkten uzak durma
bilincini koruma anlamı taşır. Esed'in (II, 674) Marmaduke Picktall'den yaptığı
bir nakle göre, Kur'an'ın hayvan kesilirken Allah'ın adının anılması
konusundaki ısrarı müslümanlann bu işi "can almanın ciddi bir eylem
olduğunu hissederek" yapmalarını ve "Allah'ın onlara hayvanların
etini yeme iznini verirken gösterdiği güvenin önemini" anlamalarını
sağlamak içindir. Râzî'nin Kaffâl'den naklettiği şu anlatım da -bir yönüyle- bu
izahı destekleyici niteliktedir: Mümin kurban keserken, sırf Allah'ın
hoşnutluğunu kazanma amacıyla ve öz canını feda etmesini gerektirecek
kusurlarla yüklü olduğunu itiraf ederek, âdeta kestiği hayvanı kendisinin
yerine Allah'a sunmuş olur. [45]
29.
âyetin "Sonra kalan hac fiillerini tamamlayıp temizlensinler"
şeklinde çevirdiğimiz kısmı hakkında tefsirlerde başlıca iki yorum yer
almaktadır. Bir yoruma göre burada maksat, ihram yasağı dolayısıyla bedende
oluşan kirlerin giderilmesi, özellikle tırnakların ve vücudun bazı bölgelerindeki
kılların kesilmesi, saç sakal temizliğinin yapılmasıdır. Dolayısıyla âyetin bu
kısmına "Sonra kirlerini gi-dersinler" anlamı verilmelidir. Diğer bir
yoruma göre ise, âyetin anlamı hem bu işleri hem de şeytan taşlama, Kabe'yi
tavaf etme gibi menâsiki (hac fiilleri) kapsar. Taberî ikinci yorumu tercih
ettiği halde Esed'in Taberî'nin görüşünü sadece "hac dolayısıyla zorunlu
olan ibadetleri (menâsik) yerine getirsinler" şeklinde özetlemesi ve
"oysa diğer müfessirler..." diyerek diğer müfessİrlerin âyeti "hac
sırasında gözetilmesi zorunlu olan kısıtlamalara son versinler" anlamı
verdiğini ifade etmesi (D, 674) isabetli görünmemektedir. Zira Taberî,
"hacda yapmaları gereken her şey" yorumunu îbn Ömer'den, "tırnak
kesme, tıraş olma, şeytan taşlama vb. hac fiilleri" yorumunu İbn Abbas ve
başka ilk dönem âlimlerinden nakletmektedir (XVII, 149-150). İbn Âşûr ise
özellikle âyetteki "tamamlama, yerine getirme" mânasına gelen fiilden
(kadâ) hareketle bu ifadenin kirlerin giderilmesiyle ilgisinin bulunmadığını,
hac fiillerinin yapılması hakkında olduğunu ileri sürmektedir (XVII, 249). Bu
yorumları ve gerekçelerini dikkate alarak âyetin bu kısmım "Sonra kalan
hac fiillerini tamamlayıp temizlensinler" şeklinde tercüme etmeyi uygun
bulduk.
Aynı
âyette nezirlerin yerine getirilmesi İstenmiştir. Türkçe karşılığı
"adak" olan nezr (çoğulu nüzûr) kelimesi dilimizde "nezir"
şeklinde telaffuz edilir. Nezir, sözlükte "İyi olsun kötü olsun bir şeyi
haber verme" anlamına gelir; kelimenin kökünde "gerekli kılmak, vaad
etmek" anlamlan da vardır. Fıkıh terimi olarak nezir, "kişinin dinen
yükümlü olmadığı farz veya vacip türünden bir ibadeti kendisine vâcİp kılması
yani o işi yapacağına dair Allah'a söz vermesi" demektir.
Beklenen
veya beklenmeyen kötü durumlardan korunmak ya da bazı İsteklere kavuşabilmek
için Türkçe'de adak kelimesiyle ifade edilen bir vaadde bulunma, hemen bütün
milletlerin din ve kültürlerinde görülür. Hatta bu gibi davranışların insanlık
tarihiyle yaşıt olduğu söylenebilir. Adakta bulunmaya yönelten âmillerin çeşitli
oluşunun yanı sıra adak konusu fiiller de çeşitlilik gösterir. İslâmiyet'in
ortaya çıktığı sıralarda Arap toplumunun günlük yaşantısında da adak
uygulamaları önemli bir yer tutmaktaydı. İslâm dininde adak birtakım kayıt ve
şartlar çerçevesinde meşru kabul edilmiştir. Âyet ve hadislerde adağı teşvik
eden veya engelleyen açık bir İfade bulunmadığı için, nezirde bulunmak kural
olarak mubahtır; şartlarına uygun biçimde yapılmış adağın gereğini yerine
getirmek ise vaciptir. Sırf Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için veya bir nimete
karşı şükran olmak üzere "kişinin dinen yükümlü olmadığı bir ibadet türünü
kendiliğinden borçlanması" anlamındaki nezir dinen uygun görülmüş; dünyevî
bir amaca erişmek için adakta bulunulması ise hoş karşılanmamıştır. Bununla
birlikte, şartlan oluşmuşsa yapılan nezrin ifa edilmesi gerekir. Hz.
Peygamber'İn ük bakışta adakta bulunmayı tasvip etmediği mânası çıkan sözlerine
gelince[46] esasen
bunların adak yoluyla ilâhî takdirin değişeceğini düşünenlere veya bunu
değiştirme arzusu taşıyanlara yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Böyle bir düşünce
veya amaçla olmaksızın kişinin ilerideki bir işinin iyi biçimde sonuçlanması
için dua etmesi ve bu duasının kabulüne karşılık bir şükran ifadesi olmak
üzere, esasen yükümlü olmadığı bir ibadeti yapmayı adamasında dinî bir sakınca
bulunmamaktadır. Konuya ilişkin naslar, sahabe uygulamaları ve ibadetler
alanının genel prensipleri ışığında fıkıh bilginleri adakla ilgili meseleleri
ayrıntılı biçimde ele almışlar ve karşılaşılabilecek muhtemel durumlara göre birçok
hükme ulaşmışlardır. Bu konudaki hükümleri şöyle özetlemek mümkündür:
Adak
yükümlülüğünün dogması için, diğer ibadetlerde olduğu gibi adakta bulunanın
müslüman, ergenlik çağına ulaşmış ve temyiz kudretini haiz olması; ayrıca, adak
iradesinin sözlü olarak ifade edilmesi gerekir; yazı, İşaret ve sadece kalpten
geçirmekle adak mükellefiyeti doğmaz. Adağın geçerli olması için aranan başlıca
şartlar şunlardır: a) Adanan şeyin, namaz, oruç, sadaka gibi farz veya vâ-cip
türünden bir ibadet olması gerekir. Sevaba vesile olmakla beraber başlı başına
ibadet olmayan abdest alma, hasta ziyaret etme gibi fiiller adanmaz. Şâfiîler'e
ve Hanbelîler'e göre ise müstehap fiiller de adak konusu olabilir. Bu şartın
tabii bir sonucu olarak, adanan şeyin meşru bir fiil olması gerekir. Günah olan
bir işin adanması haram ve geçersizdir. Böyle bir adağın yerine getirilmesi
-bütün İslâm âlimlerine göre- câİz değildir; ancak Hanefîler'e ve Hanbelîler'e
göre bu durumda yemin kefareti ödenmesi gerekir, b) Adanan şeyin kişinin zaten
yapmakla yükümlü olduğu bir ibadet olmaması gerekir, c) Yeme, içme, yürüme,
konuşma vb. mubah fiilleri işleme veya terketme de adak konusu olamaz, d)
Adanan şeyin dinî ölçülere göre mümkün ve uygun olması gerekir. Meselâ gece
oruç tutma adağı dinî ölçülere göre mümkün değildir. Yine, kişinin sahip
olmadığı bir malı sadaka olarak adaması da geçersizdir. Ancak Hanefîler'e göre
kişi, mülkiyet sebebine izafe ederek, meselâ satın alacağı veya mirasçı olarak
elde edeceği mah adak konusu yapabilir. Kurban ibadetinin şartlarına uygun
olmadığı için horoz kesmeyi adamak, İslâm inancıyla bağdaşmadığı için yatırlara
kurban vb. şeyler adamak İslâm dininde yeri olmayan âdetlerdir[47]
29
ve 33. âyetlerde geçen ve "kadîm ev" diye tercüme ettiğimiz
"el-bey-tü'1-atîk" tamlamasıyla Kabe'nin kastedildiği açıktır; ancak
burada "ev"in "atîk" sıfatıyla nitelenme sebebi farklı
şekillerde izah edilmiştir. Kelimenin "azat etme" anlamını esas alan
izaha göre, Allah bu mekânı zorbalardan kurtarmış ve emin kılmış olduğu için
böyle nitelenmiştir. Aynı kök anlamından yola çıkan başka bir açıklamaya göre
hiç kimse Kabe'ye mâlik olamadığı için bu sıfat kullanılmıştır. Diğer bir
yoruma göre ise Kabe, kadîm (eski) oluşundan ötürü böyle anılmıştır. Taberî bu
izahlann hepsinde haklılık payının bulunduğunu belirtir (XVII, 151-152).
Aynı
âyette geçen tavaftan maksat hac ibadetinin rükünlerinden olan ziyaret
tavafıdır. Taberî âyetin bu kısmını "veda tavafı" olarak açıklayan
bir rivayete yer vermekle beraber, burada Arafat vakfesinden sonra kurban
bayramının birinci günü veya sonrasında yapılan farz tavafın kastedildiği
hususunda görüş birliği bulunduğunu belirtir (XVII, 152).
Tavaf
sözlükte "dönmek, dolaşmak" anlamlarına gelir; dinî bir terim olarak
Kabe'nin etrafını şartlarına ve âdabına uygun olarak dolaşmayı ifade eder, Kabe
sola alınarak ve Hacerülesved'in bulunduğu köşeden veya hizasından başlanarak
Kabe'nin etrafında dönüp aynı noktaya gelindiğinde bir şavt (tur) yapılmış
olur. Bîr tavaf yedi şavttan oluşur. Bakara sûresinin 158. âyetinde yine hac ve
umre fiillerinden biri olup Safa ile Merve arasında koşma anlamına gelen
"sa'y"dan söz edilirken de tavaf etme fiili kullanılmıştır. Fakat
yukarıda verilen terim anlamıyla tavaf fiilinin Kur'an'daki tek kullanımı bu
âyette yer almaktadır. Burada emir kipinin kullanılmış olması da farz tavafın
kastedildiğini gösterir. Belirlenen vakitte Kabe'nin etrafında yapılması
gereken bu "ziyaret tavafı" (diğer adıyla ifâda tavafı) dışında hac
menâsikinden olan iki çeşit tavaf daha vardır. Bunlardan "kudüm
tavafı" Mekke'ye geliş tavafı demektir. Buna "lika tavafı" da
denir. İfrad veya kıran haccı yapan afakîlerin (Mîkat sının dışından
gelenlerin) Kabe'yi selâmlama amacıyla bu tavafı yapmaları sünnettir
(Mâlikîler'e göre vaciptir). Üçüncü tavaf türü ise, Kabe ile vedalaşma anlamı
taşıdığı için "veda tavafı" diye anılır, diğer adı "sader
tavafı"dır. Mekke dışından gelenlerin memleketlerine dönerken bu tavafı
yapmaları vaciptir (Mâlikîler'e göre sünnettir). Bu üç tür tavafın dışında,
Mekke-i Mükerreme'de bulunan kimselerin zaman zaman yaptıkları nafile tavafa
"tatavvu' tavafı" denir. Bu tavaf, Mekke dışından gelenler hakkında
nafile namaz kılmaktan daha faziletlidir. Öte yandan, (dört şavtı) umrenin
rüknü sayılan tavaf "umre tavafı" diye anılır. [48]
30.
âyetin "Öyleyse pislikten yani putlardan uzak durunuz" şeklinde
çevirdiğimiz kısmına "Öyleyse putlara taparak şeytana uymayınız"
anlamı da verilmiştir. [49]
Aynı
âyette asılsız sözden kaçınılması istenirken, bir taraftan Allah'a ortak
kokmanın Allah'a iftira anlamına geldiği, diğer taraftan yalan söylemenin büyük
günahlardan olduğu belirtilmiş olmaktadır. Kur'an'm pek çok yerinde, başta
Allah hakkında uydurulan asılsız sözler olmak üzere, yalancılığı ağır biçimde
mahkûm eden ifadeler vardır. Daha çok "kezib" kelimesiyle bazan da bu
âyette olduğu gibi "kavle'z-zûr" şeklinde anılan asılsız söz söyleme
veya yalan, İslâm ahlâk kültüründeki ifadesiyle "ümmü'l-habâis" yani
bütün kötülüklerin anasıdır. Çünkü yalan, kötülük ve haksızlıkları, çirkinlik
ve edepsizlikleri örtbas etmek için başvurulan bir yoldur. İnsan yatan
söyledikçe kötülük işleme cesareti ve alışkanlığı artar. Hz. Peygamber bir
hadisinde bu hususa dikkat çekmiştir[50] İslâm âlimleri Hz. Peygamber'in bir hadisine
dayanarak[51] sadece şu üç durumda bilerek yalan söylemeyi
caiz görmüşlerdir: Savaşta düşmanı yenmek için; insanların arasını düzeltmek ve
barıştırmak için; yıkılmak üzere olan bir aileyi kurtarmak için [52]
31.
âyetteki "Allah'ın birliğine iman edenler" diye çevirdiğimiz
"hunefâ" kelimesinin tekili "hanîf'tir. [53] Bu âyette şirke saplanıp kalmış kişinin
durumuyla ilgili bir benzetme yapılmaktadır. Değişik biçimlerde açıklanan bu
teşbihten çıkan sonuç şudur: Allah'a ortak koşan insan seçkin konumunu yitirip
bayağılaşır, kuşların didikledi-ği lâşe, rüzgârın savurduğu cansız vücut
parçacıkları gibi olur; şirkte ısrarcı davranmanın insanı bir süre ortalıkta
bırakıp bocalatması, sonunda helake sürüklemesi kaçınılmazdır. [54]
âyetteki
"onlar" zamirini "hac fiilleri" şeklinde açıklayanlar
olmuşsa da müfessirlerin çoğunluğuna göre burada kastedilen kurbanlıklardır. [55] 34. âyette gecen "mensek" kelimesi
genellikle kurban kesme ibadeti anlamında yorumlanmıştır; fakat bunu kurban
kesme yeri veya kurban kesme usulü mânasında anlayanlar da olmuştur.
âyette
geçen ve "Allah'ın buyruklarına içtenlikle teslimiyet gösteren kimseler"
diye çevirdiğimiz "muhbİtîn" kelimesine, "gönlü Allah'a
yönelmekle huzur bulanlar, İçtenlikle tövbe edenler, alçak gönüllü kimseler,
haksızlık etmeyen ve haksızlığa uğradığında da özverili davrananlar" gibi
mânalar da verilmiştir. [56]
36.
âyette geçen "büdn" kelimesi Arap dilinde "İri yapık"
anlamına gelir. Bu ebeple kelime özellikle "develer" anlamında
kullanılır. Sığır cinsini de kapsar biçimde kullanıldığı genellikle kabul
edildiği[57] ve bağlama daha uygun düştüğü için mealinde
kelime "büyükbaş hayvanlar" şeklinde çevrilmiştir.
âyette
bütün kulluk davranışlarının ortak ilke ve amacına kurban örneğinden hareketle
dikkat çekilmektedir. Bütün ibadetler kulun kendim olgunlaştırması, hayatını
anlamlandırması ve yüce yaratıcısına yaklaşması tarzında üstün amaçlarla
yapılmalıdır; Cenâb-ı Allah'ın buna ihtiyacı yoktur, ihtiyacı olan kuldur. Şu halde
ibadetlerde dinen belirlenen forma sadık kalmak da Allah'ın iradesine boyun
eğme mânası taşıdığı için değerlidir; bu biçimler asıl amaçtan kopmadığı sürece
değerini koruyabilir, aksi takdirde içi boş birer kalıp haline gelir. [58]
38. Bu âyetler kümesinin ilkinde Allah yolundan ve Mescid-İ Harâm'dan alıkoyma
çabası içinde olan inkarcıların elîm bir azaba çarptırılacakları belirtilip hac
ve kurban ibadetinin önemi üzerinde durulmuştu. Bir taraftan inkarcıların
ortaya koyduğu fiilî durumu diğer taraftan da haccın ve Mescid-i Haram
yakınlarında ifa edilecek kurban vecîbesinin önemini dikkate alan müminlerin
hatırına gelebilecek tereddüt giderilmekte ve Allah'ın iman edenlerle beraber
olduğu, onlan koruyup destekleyeceği bildirilmektedir.[59]Bu
bağlamda âyeti bu şekilde açıklamak mümkün olmakla beraber, burada müminlerin
geneline yönelik ve bütün zamanlar için geçerli bir mesaj bulunduğu da açıktır.
Buna göre inanan İnsanların zorluklar karşısında yılmayıp mücadele vermeleri,
Allah'a dayanıp güvenmeleri, hiçbir zaman O'nun yardım ve desteğinden ümit
kesmemeleri, Cenâb-t Allah'ın hainlerin ve nankörlerin tuzaklarını bertaraf
etmeye muktedir olduğunu hatırdan çıkarmamaları gerekir. Bu âyeti, müteakip âyet
grubuyla irtibatlandırarak açıklayan müfessirler de vardır. [60]
39.
Saldırıya uğrayanlara zulme mâruz kaldıkları için savaş izni verildi. Aliah
onları muzaffer kılmaya elbette kadirdir. 40. Onlar sırf "Rabbimiz
Allah'tu*" dediklerinden dolayı haksız yere yurtlarından çıkarılmış
kimselerdir. Eğer Allah'ın, insanların bir kısmıyla diğer kısmım engellemesi
olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler -ki oralarda Allah'ın
adı bol bol anılır- yıkılır giderdi. Allah kendi dinine yardım edenlere
muhakkak yardım edecektir. Kuşkusuz Allah güçlüdür, mutlak galiptir. 41. Onlar
öyle kimselerdir ki, kendilerine bir yerde egemenlik versek, namazı kılarlar,
zekâtı verirler, iyiliği emrederler ve kötülükten alıkoymaya çalışırlar.
İşlerin sonu Allah'a varır. 42-44. Şayet seni yalancılıkla itham ediyorlarsa
bilesin ki senden Önce Nûh, Âd ve Semûd kavimleri, İbrahim'in kavmi, Lût'un
kavmi ve Med-yen halkı da (peygamberlerinin bildirdiklerini) yalan saymışlardı.
Aynı şekilde Mûsâ da yalancılıkla itham edilmişti. Ben ise o inkarcılara biraz
süre tanıdım ve sonra onları kıskıvrak yakaladım. Hadlerini bildirişim nasıldı
bir bilscn! 45. Nitekim zulme dalmışken helak ettiğimiz nice beldeler var ki
evlerinin duvarları çatıları üzerine yıkılmış, ıpıssız kalmıştır. Şimdi
oralarda kullanılamaz hale gelmiş nice kuyular, (harap olmuş) nice görkemli
köşk var! 46. Yeryüzünde hiç dolaşmıyorlar mı ki ibret alacakları kalpleri
yahut işitecek kulakları olsun! Şu bir gerçek ki gözler körleşmez, fakat
göğüslerdeki kalpler körleşir. 47. Onlar senden azabın çabuk gelmesini
istiyorlar. Allah vaadinden asla dönmez. Bilinmeli ki, rabbinin katındaki bir
gün sizin saymakta olduklarınızın bin yıh gibidir. 48. Nice belde var ki, ahalisi
zulme dalmış olduğu halde onlara biraz süre verdim, sonra da onları kıskıvrak
yakaladım. Dönüş yalnız banadır. [61]
Tefsiri
39-41. Genellikle bu âyetlerin Kur'an'da savaş izni veren ilk âyetler olduğu
kabul edilir. Konuya ilişkin rivayetlere göre Mekke'de müşriklerin ağır basta
ve işkencelerine mâruz kalan müslümanlar onlara karşılık vermek istediklerinde
Re-sûlullah, Allah'tan savaş izninin gelmediğini söyleyip kendilerine sabırlı
olmalarını tavsiye etmiş, nihayet bu âyetlerin gelmesiyle İlk savaş müsaadesi
verilmiştir. Bu izaha göre âyetlerin Medine döneminin başlangıcında inmiş
olması kuvvetle muhtemeldir. Bununla birlikte, âyetlerin Mekke'den Habeşistan'a
göç etmek zorunda kalan müslümanlar hakkında indiğine dair rivayetler ışığında
bunların Mekke'de inmiş olabileceğini düşünen müfessirler de vardır. Onlara
göre burada, müminlerin zulüm ve baskı altında bulunduklarının tescil edilip
hicrete İzin verildiğinin bildirilmesi ve Allah'ın müslümanlara nasip edeceği
zaferin yakın olduğu ima edilerek onlara moral verilmesi amaçlanmıştır. [62] Öte yandan, burada Hz. Peygamber ve ashabına
verilmiş genel bir savaş izninden söz edildiği yahut bu iznin sadece Mekke'den
Medine'ye hicret etmek için yola çıktıkları sırada engellenmeye çalışılan
belirli bir grup müslüman için olduğu yönünde de rivayetler bulunmaktadır. [63]
39
ve 40. âyetler birlikte değerlendirildiğinde, inanç özgürlüğünü ve dînin
icaplarını yaşama serbestisini sağlama hedefinin, savunma hazırlıklarını haklı
kılan sebeplerin başında geldiği söylenebilir.
[64]
40.
âyette geçen ve sırasıyla "manastırlar, kiliseler, havralar" şeklinde
tercüme edilen kelimeler genel kabul esas alınarak çevrilmiştir; buna göre
anılan kelimelerin ilki rahiplerin ibadet için kapandıkları yüksek ve sarp
yerlere yapılmış inziva yerleri, ikincisi hıristiyanların ve üçüncüsü
yahudilerin ibadet mahalleri anlamındadır. Tefsirlerde, bunlann hangi din
mensuplarına ait mâbedler olduğu hususunda farklı görüşler de bulunmaktadır.[65]Bu
âyetin "ki oralarda Allah'ın adı bol bol anılır" şeklinde çevrilen
kısmını sadece mescidlerin sıfatı olarak yorumlayan müfessirler de vardır. [66] Bu yorumu esas alan Elmalılı Muhammed Hamdi,
burada bir taraftan İslâm'daki ibadetlerde Allah'ı çokça anmanın temel hedef
olduğuna, bir taraftan da âyette değinilen diğer din mensuplarına ait
mâbedlerde asıl amaç olan Allah'ı anmaktan uzaklaşılıp başka maksatlarla
kullanılır hale getirildisine işaret bulunduğunu belirtir (V, 3409). Bütün
ilâhî dinlerdeki ibadetlerde Allah'ı çokça anmanın temel hedef olduğunda kuşku
yoktur; âyette diğer din men* suplarına ait mâbedlerde bu aslî amaçtan
uzaklaşıldığına dair bîr işaret bulunduğunu söylemek de isabetli
görünmemektedir.
Aynı
âyetin "eğer Allah'ın, insanların bir kısmı ile diğer kısmını engellemesi
olmasaydı" şeklinde tercüme ettiğimiz kısmı hakkında değişik yorumlar
yapılmıştır. [67]Taberî bu konudaki başlıca
yorumları aktardıktan sonra, burada özel bir durumun kastedildiğine dair bir
açıklama bulunmadığına göre âyeti kapsamlı biçimde anlamın uygun olacağını
belirtir. Buna göre âyeti yorumlarken, Allah'ın, O'nun birliğine inananlara
putperestlere karşı mücadele gücü vermesi, topluma bireylerinin birbirlerine
haksızlık etmelerini önleyen bir yönetim nasip etmesi, tanıklık vb. hukukî
yollan göstererek hak sahiplerinin hak gaspı yapan tarafa karşı korunmasını
sağlaması gibi durumları göz önünde bulundurmak gerekir (XVII, 174-175).
Tefsirlerde
genellikle, 41. âyette övülen kişilerin kendilerine hicret veya savaş izni
verilen sahâbîler olduğu belirtilir. Bununla birlikte âyetteki ifadenin Allah'ın
hoşnutluğunu kazanmak isteyen bütün müminleri kapsayacak biçimde anlaşılmasına
bir engel bulunmamaktadır. Burada asıl dikkat çekilmek istenen nokta,
kendilerine imkân ve güç lütfedilen gerçek müminlerin, bu imkânlara kavuşunca
adaleti elden bırakmamaları, ahlâkî bozulmaya fırsat vermemeleri ve bunu
güvence altına almak için de dinin temel umdelerine sıkı biçimde sarılıp onlara
sahip çıkma çabası içinde olmaları gerektiğidir. [68]
42-44, Müşriklerin müminlere yaptıkları eziyet ve özellikle Resûlullah'i
yalancılıkla itham etmeleri dolayısıyla Hz. Peygamber'e ve ona inananlara
teselli verilirken, bu tutumun, İnkarcıların eski dönemlerden beri atalarından
devraldıkları bir gelenek olduğu hatırlatılmaktadır. Bu âyetlerde zikredilen
bütün toplumlar peygamberlerini yalancılıkla itham etme tutumunun öznesi olarak
gösterildiği halde Hz. Mûsâ hakkında "o da yalancılıkla itham
edilmişti" şeklinde edilgen bir fiil kullanılması, onun kendi halkı
tarafından değil Firavun ve adamları tarafından yalancılıkla itham edildiğine
işaret etmektedir; çünkü Taberî'nin de belirttiği gibi (XVII, 179), Musa'nın
kendi kavmi birçok kötülük işlemesine ve nankörce davranmasına karşın- O'nun
peygamber olduğunu inkâr etmemişlerdi. [69]
45-48. Dünya menfaati ve arzulan uğruna peygamberleri yalancılıkla itham edip
insanlar üzerindeki haksızlık ve baskılarım sürdürenlerin, ne kadar debdebeli
bir hayat yaşamış olurlarsa olsunlar, sonunda iflah olmadıkları, er-geç
cezalarını gördükleri Kur'an'm birçok âyetinde ifade edilmiştir. Burada da
böyle zulme dalmış nice topluluğun daha dünyada iken cezalandırılıp insanlık
için ibret levhaları kılındığına değinilmektedir. 45. âyette hemen
cezalandırma, 48. âyette de biraz süre verdikten sonra cezalandırma örneklerine
işaret edilerek, bu hususun mutlak güç ve hikmet sahibi olan Allah'ın
takdirinde olduğuna, aynca inkarcılık ve hak tanımazlık batağına saplanmış
olduğu halde işleri yolunda gidenlerin bu durumuna aldanmamak gerektiğine
dikkat çekilmiştir. 45. âyette geçen hâviye kelimesi Arapça'da hem "düşmüş"
hem de "boş kalmış" anlamına geldiği için "hâviye-tün alâ
urûşihâ" ifadesine "çatılan çöküp duvarları onların üzerine
düşmüş" veya "çatılan ayakta olmakla beraber bomboş kalmış"
şeklinde mâna vermek mümkündür. [70] Mealinde her iki anlamı dikkate alarak bu kısmı
"evlerinin duvarları çatılan üzerine yıkılmış, ıpıssız kalmıştır"
şeklinde çevirmeyi tercih ettik.
âyette
kullanılan hayret ifadesiyle inkarcıların seyahat etmedikleri değil, bunlardan
gezip dolaşanların etraflarına İbret gözüyle bakmadıklan ve anlatılanları ibret
kulağıyla dinlemedikleri, bizzat seyahat etmeyenlerin de gezip dolaşanlardan
aldıkları haberleri böyle bir değerlendirmeye tâbi tutmadıktan anlatılmak istenmiştir. [71]
âyette
geçen "Rabbinin katındaki bir gün sizin saymakta olduklarınızın bin yılı
gibidir" ifadesi hakkında değişik yorumlar yapılmıştır. İlk dönem âlimlerinden,
buradaki "gün"den maksadın, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı
günlerden bir gün yahut âhiret günleri veya kıyamet günü olduğu yönünde
rivayetler bulunmaktadır.[72] Bu
ifade île azabın çabuk gelmesini isteyenler arasında nasıl bir fikrî bağlantı
bulunduğu hususunda Taberî'nin zikrettiği
yorumlardan ikisi şöyledir:
a) Onlar dünyadaki azabın çabuk gelmesini isteyince Allah da vaadinden
dönmeyip dünyadaki cezalannı vereceğini bildirmiş ve kendi katında onlara
dünyada ve âhirette vereceği bir günlük azabın insanların dünyada
saydıklanylabin yıl gibi olduğunu açıklamıştır,
b) Allah onlara acele etmeyip kendi tayin ettiği vadeye kadar mühlet
verdiğini, onlar bakımından çok uzun görünen sürenin kendisi bakımından yakın
olduğunu bildirmiştir. Taberî bu görüşü doğruya en yakın bulduğunu, dolayısıyla
bu âyetin şöyle anlaşılmasının uygun olacağını belirtir: Allah katındaki
günlerden biri olan kıyamet günü sizin saymanızla bin yıla denk düşen bir
gündür; bu O'na uzak değildir, size ise uzak görünür. Bu sebeple O
cezalandırmak istediğinin cezasını vermekte acele etmez, tayin ettiği müddetin
sonuna bırakır (XVII, 184).
Bu
konuda Zeccâc'ın yorumu da şöyledir: Allah Teâlâ'nın kudreti açısından bir gün
ile bin yıl aynıdır. Dolayısıyla onların çabucak gelmesini İstedikleri azabın
hemen vukuu ile geciktirilmesi arasında ilâhî kudret açısından fark yoktur. Şu
var ki Allah mühlet vererek lütufta bulunmuştur. Ferrâ ise bu ilişkiyi şöyle
açıklar: Bu, onlara âhiretteki azaplarının ne kadar uzun olacağı yönünde bir
tehdit anlamı taşır, yani onların âhiretteki azaplarının bir günü (buradaki
hesaplarıyla) bin yıl gibi olacaktır. Bir başka izaha göre âhiretteki bir korku
ve şiddet günü dünyada korku ve şiddetle geçen bin yıl gibidir; nimet günleri
de buna göre düşünülmelidir. [73]
Râzî'nin
zikrettiği şu iki yorumdan ilki Ebû Müslim'e ait olup kendisi de bunu tercih
eder: a) Uğrayacakları azap onlara bin yıllık acı verecektir, bunu bilseler
acele gelmesini İstemezlerdi, b) Allah'a nispetle bir gün ile bin yılın farkı
yoktur, çünkü O mutlak kadirdir; şu halde O'nun bir gün mühlet vereceğini kabul
etmeleri halinde bin yıl süre verebileceğini de kabul etmeleri gerekir (XXIII,
46).
Esed'in
belirtilen bu izahlardan bir kısmıyla örtüşen şu yorumu bize de uygun
görünmektedir: İnsanın "zaman" ya da "süre"den anladığı
şeyin Allah'a göre bir anlamı yoktur. Çünkü O, zamandan münezzehtir, zamanın
ötesindedir, başlangıcı ve sonu yoktur. O'nun için -insanların hesaplamalarına
göre- ha bir gün ha bin yıl aynı şeydir. [74]
Meali
49. De ki: "Ey insanlar! Ben sizin
için sadece apaçık bir uyarıcıyım."
50,İman
edip iyi işler yapanlar için bağışlanma ve çok değerli nimet vardır.
51.
Âyetlerimize karşı birbirleriyle yarışırcasına çaba harcayanlar ise cehennemliktirler. [75]
Tefsiri
49-51. Resûlullah'tan, hitap ettiği inkarcılara kendi görevinin mahiyetini
ya-nİ sadece bir uyarıcı olduğunu, yoksa azabı çabuklaştırmak veya ertelemek
gibi bir yetki ve görevinin bulunmadığını açıklaması istenmektedir. Ardından,
bu uyanlara kulak verip iman eden ve imanına uygun davranışlar sergileyenleri,
Allah tarafından bağışlanma ve değerli nimetlerin yanı cennet ve ebedî
mutluluğun beklediği bildirilmekte; daha sonra da, Allah'ın bunca âyetine, yani
peygamber ve kitap göndermiş, evreni
de kendi varlığının ve birliğinin delilleriyle donatmış olmasına rağmen bu
kanıtlan çürütmek için boşu boşuna çaba harcayanların acı akıbeti
hatırlatılmaktadır. 51. âyetin "birbirleriyle yarışırcasına" şeklinde
çevrilen kısmı "(Allah'ı) âciz bırakabileceklerini sanarak" şeklinde
de anlaşılmıştır. [76]
Meali
52,
Senden önce hiçbir resul ve nebî göndermedik ki, o bir temennide bulunduğunda
şeytan ille de onun arzularına bir şeyler katmaya kalkışmasın. Fakat Allah
şeytanın katmaya çalıştığını iptal eder. Sonra Allah kendi âyetlerini (onun
kalbine) sağlam olarak yerleştirir. Allah hakkıyla bilendir, hikmetle
yönetendir. 53. Bu, şeytanın kattığım kalplerinde hastalık bulunanlar ve
yürekleri katılaşmış olanlar için sınama vesilesi kılması içindir. Şüphesiz
zalimler derin bir ayrılığa düşmüşlerdir. 54. Bu bir de, kendilerine ilim
verilenlerin, onun rabbin tarafından gelmiş kesin gerçek olduğunu anlamaları,
ona iman etmeleri ve böylece bütün kalpleriyle ona bağlanmaları içindir. Muhakkak
ki Allah iman edenleri dosdoğru bir yola iletir. 55. İnkâr edenler ise, o vakit
kendilerine ansızın gelinceye veya sonu olmayan günün azabı kendilerini
yakalayıncaya kadar Kur'an hakkında hep şüphe içinde kalacaklardır. [77]
Tefsiri
52-55. Kur'an'da değişik vesilelerle peygamberlerin, bir yandan Allah'tan
vahiy aldıklarına diğer yandan da bir beşer olduklarına yani onlara ulûhiyyet
izafe etme gibi bir aşırılığa gidilmemesi gerektiğine dikkat çekilmiştir. Tarih
boyunca geniş kitlelerin bu iki özelliği sağlıklı değerlendirebilme hususunda
içine düştükleri vahim hatanın günümüzde de büyük ölçüde sürdüğü göz önüne
alındığında Kur'an'ın bu konudaki ısrarlı uyanları ve açıklamaları daha iyi
anlaşılmaktadır. Gerçekten, vahiy alma özelliğinin sağlıklı yorumlanmaması
neticesinde bir peygambere hatta bu mertebede bile olmayan bir beşere tanrılık
yakıştırmaya varan aşırılık, başta hıristiyan muhit olmak üzere pek çok inanç
çevresini sapkınlığa götürmüştür. Buna karşılık, peygamberin beşer olma
özelliğini, onun Allah'tan vahiy almasına engel görmek de din kurumunu ve vahiy
kavramını temelsiz ve içi boş addetme gibi tehlikeli bir sonucu beraberinde
getirmektedir. Bu âyetlerde peygamberlerin, ilâhî mesajı tebliğ görevlerini
yerine getirirlerken, insan olmaları hasebiyle bazı beşerî duygu ve düşünceleri
de bu mesaja karıştırmış olup olamayacakları hususunda hatıra gelebilecek bir
soruya cevap verilmektedir.
52.
âyetteki anlatıma göre beşer olması dolayısıyla peygamberin de, görevini
yürütürken zihninden bazı düşünceler ve gönlünden birtakım arzular geçirebilir.
Ama bunlar bir peygambere yaraşmayacak düşünce ve temenniler olamaz.
Peygamberin asıl görev ve hedefi insanlara hidayet yolunu göstermek olduğuna
göre bu düşünce ve arzuların, çevresindekilerin ve mesajı ulaştırabilecekleri
bütün insanların bir an önce yanlış inanç ve uygulamaları terkedİp hak yola
girmeleriyle ilgili olması tabiidir. Nitekim birçok âyette Peygamberimizin,
çevresindekilerin hemen imana gelmeleri için çırpındığı ve kendilerine yapılan
uyanlara rağmen hakikate kulak tıkayanların korkunç akıbetlerini düşünerek
derin üzüntü duyduğu ifade edilmektedir. Fakat bu noktada onların beşer olma
özelliğinden yararlanarak İlâhî mesaja bir şeyler karıştırmaya çalışan şeytanın
faaliyeti devreye girer. Bu aşamada şeytanın peygamberin zihnine ve gönlüne
atacağı düşünce ve arzuların ise yukarıda belirtilen -peygambere yaraşır-
çizgidekinin aksi yönde olması da kaçınılmazdır. İşte 52. âyette, beşer olma
özelliğinin istismarı çabası içindeki şeytanın faaliyeti ile insanlara dini
tebliğ etmekle görevlendiren peygamberin özel bir himayeye alınmasını murad
eden ilâhî iradenin çatıştığı bu ince sınıra değinilmektedir. Mutlak hikmet
sahibi olan Allah akıl nimetiyle donattığı insanı sınarken İlâhî çağrı ile
şeytanın çağrısı arasında seçim yapma imkân ve sorumluluğunu kendisine bırakmış
ve âhiretteki durumunu da -İlke olarak- bu irade sınavındaki başarısına
bağlamıştır. Ayetten, ilâhî mesajı İnsanlara iletme ve onları bu doğrultuda
eğitme görevi verilen peygamberlerin -bu konularda hata yapıp insanları yanlış
yönlendirmekten korunmaları için şeytanın fitnesi İle sınanmaktan istisna
edildikleri; bu görevi yapanların, son tahlilde, -beşer de olsalar- şeytan
kaynaklı bir bildirimde bulunmalarının mümkün olmadığı, dinî bildirim çerçevesinde
tebliğ ettikleri her şeyin ilâhî kontrol altında bulunduğu anlaşılmaktadır.
Tefsirlerin
çoğunda bu âyetle, Hz, Peygamber'in Necm sûresinin bazı âyetlerini okurken,
araya müşriklerin putlarından övgüyle söz eden bir ilâvenin sokuş-turulması
olayı arasında bağ kuran açıklamalar ve bu çerçevedeki rivayetlerin kritiği
yapılır . [78] İbn Âşûr kendi başına
rahat anlaşılır bir anlam örgüsü taşıyan bu âyetin tefsiri için bu tür
zorlamalara girilmesini haklı olarak eleştirmektedir (XVII, 303). Bu ve
devamındaki âyetlerin bağlamı ve ifade akışı İncelendiğinde burada ele alınan
konunun şu olduğu kolayca anlaşılmaktadır: Peygamberlerin getirdikleri, bir
idealizm, bir mefkure ve bir fikrî çaba (ümniye) ürünü değildir; peygamberin
günahsızlığı (ismet) ve kesin bilgi sahibi oluşu vahiy almasından kaynaklanır.
Bir kimse peygamber bile olsa beşer sıfatıyla bir şeyi düşünüp arzuladığında
şeytan ona gerçek olmayan şeyler katmaya çalışır. Peygamber kişisel bir düşünce
veya arzusunun peşinde olduğunda şeytanın bunlara bir şeyler katıştırma
çabasına imkân bırakılmasa bu takdirde beşerîlik vasfı ortadan kaldırılmış
olurdu. Şeytanın peygamberin zihnine ve gönlüne attıkları silinip Allah'ın
âyetleri sağlam biçimde yerleştirilmeseydi o zaman da vahiyle beşerî düşünce ve
ideallerin farkı olmazdı ve bu durumda ilim ehli Kur'an'm, dolayısıyla
peygamberliğin Allah tarafından hak ve sabit olduğunu bilemezlerdi. [79]Öte
yandan, müşriklerin ilâhî âyetleri etkisiz hale getirmek için birbirleriyle
yarışırcasına çaba harcamalarından söz eden 51. âyetle bu âyet arasında bağ
kuran Ebû Hayyân el-Endelûsî'nİn izahı zikre değer görünmektedir. Ona göre
burada belirtilen şeytandan maksat "insan şeytanı" olabilir;
esasen,bu âyette Resül-i Ekrem'e herhangi bir gönderme bulunulmamakta, sadece
önceki peygamberlerin durumuna işaret edilmektedir. [80]
52.
âyette "temennide bulunma" anlamıyla çevrilen "temenna"
fiili "dilemek, arzu etmek, ummak" gibi mânalara geldiği gibi,
"okuma" anlamında da kullanılmıştır. Bu sebeple bazı müfessirler
âyeti "peygamber (gelen vahyi) okuduğunda" mânasına göre
açıklamışlardır. [81] îbn Âşûr, Hassan b. Sâbit'e nispet edilen bir
şiirde bu fiilin "okumak" anlamında kullanıldığı doğru olsa bile,
âyette yer alan ve aynı kökten gelen "ümniyye" kelimesinin
"okuma" mânasında kullanılmış olduğunu muhtemel görmediğim belirterek
bu yorumu zayıf bulur (XVII, 299).
Söz
konusu âyette peygamberlerin bir kısmı için resul, bir kısmı için nebi
kelimesinin kullanılmış olması bunlardan ikincinin daha kapsamlı olduğu
yönündeki genel kanaati desteklemektedir. [82] Yine bu âyette geçen ve "sonra"
şeklinde tercüme ettiğimiz "sümme" kelimesi bir zaman sıralamasını
değil, derece sıralamasını ifade içindir; bir başka anlatımla burada
"ihkârrTın yani Allah'ın âyetlerini (peygamberinin kalbine) sağlam olarak
yerleştirmesinin "nesilTten yani bâtıl olanı iptalden daha önemli olduğu
belirtilmek istenmiştir. [83]
55.
âyette "sonu olmayan" şeklinde çevrilen akım kelimesi "kısır
kadın" demek olup mecazen daha çok "meş'ûm, uğursuz" anlamında
kullanılır. Bazı müfessirler burada Bedir Savaşı'mın, bazıları da kıyamet veya
azap gününün kastedildiğini belirtip böyle bir niteleme yapılmasının
gerekçeleri ile ilgili açıklamalar yaparlar. Bu izahlar dikkate alınarak,
âyetteki tamlamaya "(inkarcılar açısından) çok kötü sonuçlar getiren gün1',
"bütün ümitlerin ve kurtulma çabalarının sonuçsuz kalacağı gün"
mânası da verilebilir. [84] Derveze bu tamlamayı "bir daha
benzerinin gelmeyeceği gün" şeklinde açıklamıştır (VII, 111). [85]
Meali
56.0
gün hükümranlık yalnız Allah'ındır; onlar arasında hükmünü verir. İman edip iyi
işler yapmış olanlar, nimetlerle dolu cennetlerde olacaklardır. 57. İnkâr edip
âyetlerimizi yalan sayanlar için ise, alçaltı» bir azap vardır. 58. Allah
yolunda hicret ettikten sonra öldürülen yahut ölenlere gelince, Allah onları pek
güzel bir nimetle ödüllendirecektir, Allah rızik verenlerin elbette en
hayırlısıdır, 59. Allah mutlaka onları hoşnut olacaktan bir yere koyacaktır.
Kuşkusuz Allah hakkıyla bilendir, halimdir. 60. Böyledir; her kim kendisine
yapılana misliyle karşılık verir, üstelik haksız bir saldırıya da uğramış
olursa Allah ona mutlaka yardım eder. Allah çok bağışlayıcı, çok
yar-lığayıcıdır. 61 .İşteböyle; Allah geceyi gündüze,gündüzü de geceye katar.
Allah her şeyi işitir ve görür. 62. Böyledir; çünkü Allah hakkın ta kendisidir,
O'nun dışında yalvarıp taptıkları ise bâtılın ta kendisidir. Ve şüphe yok ki
yüce olan, ulu olan yalnız Allah'tır. [86]
Tefsiri
56-59. Dünyada geçici güç, itibar ve servetle başkaları üzerinde hâkimiyet
kurmuş olanların burada ulaştıkları yargıların ve buna göre yaptıkları
uygulamanın gerçek bir değere sahip olmadığı, asıl kıymet İfade eden yargının
mahşer günü Allah tarafından verileceği; daha önce sınav ortamının gereği
olarak yine O'nun iradesiyle elde edilmiş olan sınırlı egemenliklerin o gün
tamamen sona ereceği ve mutlak hükümranlığın yalnız Allah'a ait olduğunu
herkesin anlayacağı bildirilmekte; ardından da Cenâb-ı Allah'ın vereceği hüküm
ve bunun sonuçlan hakkında hatırlatmalar yapılmaktadır. Buna göre Allah'a iman
edip bu inanca yaraşır iyi işler yapanlar nimetlerle dolu cennetlere konacak,
inkarcılıkta direnenler aşağılayıcı cezalara çarptırılacaktır. Bu genel
tasniften sonra Allah yolunda hicreti göze alıp yollara düşen ve bu uğurda
canlarını feda edenlere özel mükâfatlar bulunduğu ayrıca belirtilmektedir. [87]
60. Bazı müfessirler bu âyetin iniş sebebi olarak şu olayı zikrederler:
Bir grup müşrik muharrem ayında bir müslüman topluluğu ile karşılaşmış ve
"Nasıl olsa Muhammed'in adamları haram aylarda savaşmazlar" deyip
onlara saldırmaya yeltenmişlerdi. Müslümanlar onları uyardıkları halde
niyetlerinden vazgeçmediler. Müslümanlar bu haksız saldırıya karşılık verip
onları mağlûp ettiler. Olayın duyulması üzerine Medine'deki bazı müminler haram
aylarda savaşmış olmaktan ötürü onlan kınayan sözler sarfettiler, bunun üzerine
âyet indi ve onların haklılığını tescil etti. [88]
61-62. Bütün bu anlatılanların iyi kavranması için ilâhî kudretin herkesçe
sürekli olarak görülen nişanelerinden bir örnek verilmekte, her şeyin Allah'ın
varlık ve hoşnutluğuyla anlam kazandığı, O'nun dışında tapınılan, kendinden bir
şeyler beklenen bütün varlıkların boş olduğu İfade edilmektedir. [89]
Meali
63.
Görmüyor musun ki, Allah gökten su indiriyor da yeryüzü yemyeşil oluveriyor!
Kuşkusuz Allah latiftir, her şeyden haberdardır. 64. Göklerde ve yerde ne varsa
hep O'nundur. Ve şüphe yok ki kimseye muhtaç olmayan, her türlü Övgüye lâyık
olan yalnız Allah'tır. 65. Görmüyor musun ki, Allah yer-yüzündekileri ve O'nun
emriyle akıp giden gemileri sizin hizmetinize verdi! Kendi izni olmadıkça yer
kürenin üzerine düşmemesi için göğü tutan da O'dur. Şüphesiz Allah insanlara
çok şefkatli, çok merhametlidir. 66. Size hayat veren, sonra sizi öldürecek ve
sonra sizi diriltecek olan da O'dur, insan gerçekten pek nankördür. [90]
Tefsiri
63-66. Gökten inen suyun yeryüzünü yeşertmesinden, insanlara pek çok
kolaylıklar sağlayan deniz araçlarının hareketine ve olağan bir durum olarak
algıladığımız yer-gök dengesine kadar evrendeki bütün yasaların, dengelerin ve
oluşla-nn hep Cenâb-ı Allah'ın dilemesine ve yaratmasına bağlı bulunduğuna
dikkat çekilmekte; "görmüyor musun" ifadeleriyle, sıradan gibi
düşündüğümüz bu durum ve olaylara, onların arkasındaki yüce kudreti farkeden
bir bakış yapmamız istenmektedir. 66. âyette belirtildiği üzere, Allah'ın bu
büyük nimetlerine ve engin merhametine rağmen insanoğlu nankör davranmakta
ısrar eder. Başka âyetlerden de anlaşıldığı üzere, bütün insanlar nankör
davranmaz, rabbine şükretmesini bilenler de vardır; fakat burada, basîret
sahibi kimselerin ayan beyan görebilecekleri nimetleri görmezden gelme
şeklindeki yaygın beşerî zaafa değinilmektedir. [91]
Meali
67.
Biz her ümmet için izleyecekleri dinî kurallar belirlemişizdir. Boşuna bu
konuda seninle tartışmasınlar ve sen rabbinin yoluna çağrıda bulunmaya devam
et! Sen hakka götüren doğru bir yol üzerindesin, 68. Şayet seninle yine
tartışmaya çalışırlarsa şöyle de: Yapıp ettiklerinizi en iyi bilen Allah'tır.
69. Allah hakkında ihtilâf edip durduğunuz hususlarda kıyamet günü aranızda
hükmünü verecektir. 70. Bilmez misin ki, Allah gökte ve yerde ne varsa hepsini
bilir! Bunların hepsi bir kitaptadır. Kuşkusuz bu, Allah için çok kolaydır. 71.
Onlar Allah'ı bırakıp, O'nun kendileri lehinde hiçbir delil indirmediği ve hiç
bilgi sahibi olmadıkları varlıklara tapıyorlar. O zalimlerin asla yardımcıları
olmayacaktır. 72. Kendilerine âyetlerimiz açık açık okunduğunda, inkarcıların
yüzlerindeki hoşnutsuzluğu hemen farkedersin. Kendilerine âyetlerimizi
okuyanlara neredeyse saldıracaklar. Onlara de ki: "Şimdi size daha vahim
olanı haber verevim mi? Cehennem! Allah onu inkâr edenler için belirledi. Ne
kötü bir sondur o!" [92]
Tefsiri
67. "Dinî kurallar" şeklinde çevirdiğimiz "mensek"
kelimesi "kurban kesme ibadeti, kurban kesme yeri veya kurban kesme
usulü" mânalarına geldiği gibi, "ibadet mahalli, ibadet şekli ve
din" anlamında da kullanılır. 34, âyetin bağlamı genel olarak müfessirleri
bu kelimeyi kurban kesme ibadeti ile irtibatlandırmaya yöneltmiş olmakla
beraber, bu âyette birbirinden farklı yorumlar yapılmıştır. Ta-berî, "kutladıkları
bayram, akıttıkları kan, kestikleri kurban ve hac ibadeti" şeklindeki
yorumlan aktardıktan sonra, kendisinin burada kurban bayramı günlerinde Mina'da
akıtılan kanın kastedildiği yorumunu tercih ettiğini, zira müşriklerle
Re-sûhıllah arasında geçen tartışmanın bu konuda olduğunu belirtir (XVII,
198-199). İbn Âşûr, kelimenin ibadet mahalli anlamından yola çıkarak bu
ifadenin karşı görüşleri geçersiz kılan bir delil taşıdığını ileri sürer. Onun
izahına göre âyet, bütün ilâhî dinlerde, Allah'a yakınlaşma amacıyla yapılan
ibadet için mekân birliği ilkesinin benimsendiğine, dolayısıyla müşriklerin
putları için ayrı ayrı mâbed ve sunaklar yapmalarının bu ilkeyle çeliştiğine
dikkat çekmektedir. Şu var ki "mensek" kelimesiyle 34. âyette kurban
yeri, burada ise hac mahalli kastedilmiştir (XVII, 327-328). Râzî (XXIII, 64)
ve Şevkânî (ffl, 526-527) gibi müfessirler ise âyetin bağlamı bir anlam
sınırlandırmasını gerektirmediği için kelimeyi din ve din kuralları şeklinde
yorumlamışlardır. Biz de aynı gerekçeyle mealinde bu mânayı tercih ettik.
Bazı
rivayetlerde bu âyetin müşriklerin kendiliğinden ölmüş (meyte = murdar) hayvan
etinin yasaklanması hükmüne işaretle, "Allah'ın öldürdüğünü haram sayıp
yeriniyorsunuz da kendi elinizle kestiğinizi helâl sayıp yiyorsunuz" şeklinde
yöneltilen eleştiri dolayısıyla indiği belirtilir[93]
Âyette
her ümmet için dinî kurallar belirlenmiş olduğuna değinilerek, öncelikle Allah
tarafından toplumların şartlarına ve beşerî gelişmelere göre farklı dinî
hükümlerin bildirilmiş olduğu realitesine dikkat çekilmektedir. Bu gerçeğin göz
önünde bulundurulması halinde Mekke putperestlerinin Hz. Muhammed'in
peygamberliğini yadırgamamaları ve bu noktadan hareketle bir tartışmaya
girmemeleri gerekir. Bu husus kabul edildikten sonra geriye onun getirdiği
mesajın sahih bir kaynağa dayanıp dayanmadığı ve doğru yola çağrıda bulunup
bulunmadığı meselesi kalır ki, âyetin devamında bu noktaya açıklık getirilmiş,
Resûlullah'tan rab-binin yoluna çağrıya devam etmesi istenmiş ve kendisinin
dosdoğru bir yolda olduğu bildirilmiştir. [94]
68-70. Önceki âyette Hz. Peygamber1 in haklı konumu aydınlığa
kavuşturul-duğu için burada karşıtlarının demagojilerine karşılık vermek yerine
konuyu Allah'ın ilmine ve kıyamet günü O'nun vereceği yargıya havale etmesi
istenmiştir. Çünkü Resûlullah çok iyi bilmektedir ki Cenâb-i Allah evrende olup
biten her şeyin ilmine tam olarak sahiptir ve bu bilgilerin bir ana kitapta
kayıtlı olmasını mu-rad etmiştir. [95] 70. âyette Allah için çok kolay olduğu
bildirilen şeyi izah ederken bazı müfessirler -69. âyetle bağ kurularak- burada
kıyamet gününde gerekli hükmü vermesinin kolay olduğunun kastedildiğini
belirtirler. Fakat Allah Teâlâ'nın yaratılmışlar alemiyle ilgili her şeyi
içeren bir kitabı var etmesinin kolay olduğu yorumu daha kuvvetli görünmektedir. [96]
71-72. İnkarcılıkta İnat edip Allah'tan başka varlıklara tapanların katı
tutumları eleştirilmekte, kendilerine hakikatleri bildirenlere karşı
besledikleri kin ve sergiledikleri çirkin tavır sebebiyle uğrayacakları akıbete
dikkat çekilmektedir. 71. âyetteki "O'nun (Allah'ın) kendileri lehinde
hiçbir delil indirmediği" ifadesiyle, bu konuda ellerinde naklî bir delil
bulunmadığı, "hiç bilgi sahibi olmadıkları" ifadesiyle de aklî bir
delile dayanmadıkları anlatılmak istenmiştir. [97] 72.
âyetin "inkarcıların yüzlerindekİ hoşnutsuzluğu hemen farkedersin"
şeklinde çevrilen kısmını, "inkarcıların yüzlerindekİ münkir tavrını hemen
farkedersin" şeklinde anlayanlar da olmuştur.[98]
Meali
73.
Ey insanlar! Size bir misal verilmekte; dinleyin onu: Allah'tan başka yalvanp
yakardiklarınız var ya, hepsi bunun için bir araya gelseler bile bîr sinek
yaratamazlar. Hatta sinek onlardan bir şey kapsa onu ondan kurtaramazlar.
İsteyen de âciz, kendinden istenen de! 74. Onlar Allah'ı gereği gibi
tanımadılar. Şüphesiz Allah çok güçlüdür, mutlak galiptir. 75. Allah
meleklerden de elçiler seçer, insanlardan da. Şüphesiz Allah her şeyi
işitendir, görendir. 76. Onların önlerindekini de arkalarındaki™ de bilir.
Bütün işler Allah'a döndürülür. [99]
Tefsiri
73-74. İnsanların tek bir tanrısı bulunduğunu ikna edici biçimde ortaya koyan
ve Allah'tan başkasına ibadet etmenin boş bir davranış olduğunu hatırlatan
delillerden, öğüt ve uyanlardan sonra burada da, sahte tanrıların ve onlara
tapanların durumunu özlü biçimde anlatan bir misal getirilmiştir. Bu temsilî
anlatımda, öncelikle muhataplar bir an için, aklî muhakemelerini kısıtlayan
önyargılardan ve esiri oldukları alışkanlıklardan sıyrılıp akıllarını
kullanmaya, verilen örneği cankulağıyla dinlemeye davet edilmektedir. Örnek
şudur: Allah'tan başka kendilerine tapılan, yalvarılan bütün varlıklar
birleşseler yine de bir sinek dahi yaratamazlar, hatta onlar sineğin kapıp
götürdüğünü bile geri alma kudretine sahip değildirler. Kendinden istenen
âcizdir, çünkü temizliği ve bakımı için dahi başkasına muhtaçtır; isteyen de
âcizdir, çünkü yalvardığı varlığın kendisine bile hayrı yoktur, o halde isteyen
de eli boş kalmaya mahkûmdur.
Buradaki
misalin kim tarafından verildiğine dair değişik yorumlar yapılmış olmakla
beraber. [100] genellikle bunun Allah tarafından getirilmiş
bir misal olduğu kabul edilir. Yine, müfessirler arasındaki genel kanaate göre
"Allah'tan başka yalvanlıp yakanlanlar"dan maksat, müşriklerin
tapındıkları putlardır. Bazılarına göre burada, insanları Allah'a itaatten alıkoyan
lider kesimi kastedilmiştir; bazılarına göre ise maksat, Allah'a âsi olmaya
teşvik eden şeytanlardır. "İsteyen"
(tâlib) ve "kendisinden istenen" (matlûb) kelimeleriyle kastedilenler
hakkında da değişik yorumlar yapılmıştır: Bir görüşe göre sineği yaratmak veya
onun kaptığını kurtarmak isteyen konumunda olduğu için talipten maksat putlar,
matlûptan maksat sinektir; diğer bir yoruma göre talipten maksat putlara
tapanlar, matlûptan maksat putlardır
"Allah'ı
gereği gibi tanımamaları" O'na gereğince kulluk etmemeleri ve O'na lâyık
olduğu biçimde tazimde bulunmamaları, Allah'ın verdiği nimetlerin kıymetini
bilmemeleri, putlara ve süflî arzulara kulluk etmeleri gibi anlamlarla
açıklanmıştır. [101]
75-76. Allah'ın peygamberlerine vahyi İletme vb. işler için meleklerden elçiler
seçtiği gibi, kullarına kendi emir ve yasaklarını tebliğ etmek üzere
insanlardan da elçiler görevlendirdiği ve her şeyin bilgisinin kendi katında
mevcut olduğu belirtilmektedir. 75. âyetin bazı müşriklerin "İşte Kur'an
aramızdan bîrine indirildi" şeklindeki sözleri üzerine nazil olduğu, bu
hususun onların iradesine değil Allah'ın dilemesine bağlı bulunduğunu vurgulama
amacı taşıdığı rivayet edilmiştir. [102] 76.
âyetteki "Onların önlerindekini de arkalanndakini de bilir" ifadesi,
"Onların yapacaklarını da daha önce yaptıklarını da bilir" ve
"Onların açıkladıklarını da gizlediklerini de bilir" şeklinde de
anlaşılmıştır. Yine, buradaki "onlar" zamiri ile 67. âyetten itibaren
sözü edilen "müşrikler"in veya bir önceki âyette geçen "melekler
ve insanlar"ın kastedilmiş olması muhtemeldir. [103]
Meali
77.
Ey iman edenler! Riikûya varınız, secdeye kapanınız, rabbinize ibadet ediniz,
iyi işler yapınız ki kurtuluşa eresîniz. 78. Allah yolunda, gerektiği gibi
cihad ediniz. Sizi O seçti ve size dîn konusunda hiçbir güçlük yüklemedi;
ceddiniz İbrahim'in dininde olduğu gibi. O size daha önce de bunda da
"müs-lümanlar" adını verdi ki Peygamber size şahitlik etsin, siz de
insanlara şahitlik edesiniz. Haydi namazı kılınız, zekâtı veriniz ve Allah'a
sımsıkı sarılınız. Sizin mevlânız O'dur. O ne güzel Mevlâ'dır ve ne iyi
yardımcıdır. [104]
Tefsiri
77-78. Râzî (XXIII, 71-72), yukarıda Allah'ın varlığı, birliği (ilâhiyyât) ve
peygamberlik (niibiivvât) konularına değinildikten sonra burada dinî hükümlere
(şerâyi') yer verildiğini ve bunların dört yönden açıklandığını belirtir: 1.
Emrin muhatabı: "Ey iman edenler!" buyurularak hükmün kimleri
kapsadığı açıklanmıştır; ancak burada sadece müminlerin kastedildiği kanaatini
taşıyanların yanı sıra, iman etme durumunda bulunan, yani yükümlülük çağında ve
şartları içinde bulunan herkesin bu hitabın kapsamında olduğunu savunan âlimler
de vardır. 2. Emrin konusu: Bu çerçevede dört husus zikredilmiştir: a) Rükûya
varıp secdeye kapanma yani namaz kılma, b) Allah'a ibadet etme, c) İyi işler
yapma, d) Allah yolunda gerektiği gibi cihad etme. Bunlardan 77. âyette geçen
ilk üç iş arasında bir ge-nellik-özellik ilişkisi görülür. Şöyle ki, namazdan
sonra onu da içine almak üzere genel anlamıyla ibadetler, kulluk davranışları
emredilmiş, Allah'a kulluktan sonra onu da içine almak üzere genel anlamıyla
iyi işlerin -ki bunun diğer yönü yaratılmışlara İyilik etmektir- yapılması
istenmiştir (kanaatimize göre "cihad"ın "Allah'ın hoşnutluğu
için ortaya konan her türlü çaba, kararlı davranış" şeklindeki geniş anlamı
esas alındığında 78. âyetteki dördüncü buyruk da bu genellik özellik İlişkisine
dahil edilebilir; zira bu anlamıyla cihad, henüz "iyi iş" olarak
nitelenemeyecek yani sonuçlanmamış çabalan da ifade eder, kî bu (c) şıkkını da
kapsar). 3. Bu emirleri kabullenmenin gerekçeleri:
a) Allah'ın seçmesi,
b) İbrahim'in dininde de böyle olması ve daha Önce de
"müslümanlar" adının verilmiş olması,
c) Peygamber'in tanık kılınması. 4. Öncekileri teyit anlamına gelen
izahat: Namazı kılıp zekâtı vermemiz yani farzlan yerine getirmemiz, sonra da
Allah'a sımsıkı sarılmamız yani O'mın verdiği aklî ve naklî delilleri
değerlendirmemiz, lütuflann-dan yararlanmamız ve korumasına sığınmamız
istenmektedir.
Allah
yolunda cihaddan söz edilirken "gerektiği gibi" kaydının konması
hakkında:
a) Dünya menfaati gözetmeksizin sırf Allah'a ibadet anlayışıyla cİhad
ediniz,
b) Allah yolunda çaba harcarken kınanmaktan çekinmeyiniz,
c) Dinin icaplarını ayakta tutmak için maddî manevî her türlü imkânı
seferber ediniz ve nefsinize uymayınız gibi açıklamalar yapılmıştır. [105] 78.
âyette geçen ve "güçlük" diye çevrilen harec kelimesi kişiyi
sıkıntıya, darlığa sokan güçlükleri ifade eder. Dinde hiçbir güçlük
yüklenmemesi de, dinî yükümlülüklerin hiçbir çaba gerektirmediği ve insana
hiçbir meşakkat getirmediği anlamında değildir. Yükümlülük konusunu naslar
ışığında inceleyen İslâm âlimleri özetle şu sonuçlara ulaşmışlardır: Bir fiilin
yükümlülük konusu olabilmesinin şartlarından biri, o fiilin mükellefin gücü
dahilinde olmasıdır. Fakat bu, söz konusu fiilin hiçbir meşakkat taşımaması
demek değildir. Kişinin yeme-içme gibi zaruri ihtiyaçlarını karşılaması bile
bir meşakkat içerir. Zaten hiçbir çaba gerektirmeyen, hiçbir meşakkat taşımayan
bîr işle mükellef tutmak "yükümlülük" kavramıyla bağdaşmaz. Bu âyette
ve benzeri içerikteki naslarda verilmek istenen mesaj şudur: Allah Teâlâ'mn
kullarını yükümlü tuttuğu işlerde esas amaç bu işin getirdiği meşakkatin
kendisi değil bu meşakkate katlanmanın ortaya çıkaracağı yararlı sonuçlardır.
Meselâ oruç tutma ile yükümlü kılmaktan maksat, kişinin oruç yasaklarına
katlanarak eziyet çekmesine yol açmak değil, ruhen temizlenmesi ve yücelmesini,
başkalarının mahrumiyetlerini bizzat yaşayarak kavramasını, böylece ahlâkî
erdemlerini arttırmasını sağlamaktır. Bu konuda özellikle şu İki husus büyük
önem taşımaktadır: a) İnsanların, daha çok sevap alma vb. düşüncelerle dine
ilâveler yapmaya çalışmamaları, b) Kolaylaştırmanın İslâm'ın temel ilkelerinden
olduğu.
Yeterli
dinî bilgiye sahip olmayan veya bu konudaki ilkeleri iyi kavramamış bulunan
dindar insanların, sevaplarını arttırma düşüncesiyle dinde olmayanları da ona
ekleme eğilimi içine girmeleri yaygın bir durum olduğu için, Hz. Peygamber
yakın çevresinde bu tür yönelişleri gördüğünde hemen insanları uyarmıştır.
Meselâ güneşin altında ayakta durarak oruç tutmayı adadığım öğrendiği bir
adama, orucunu tamamlamasını fakat güneşin altında ayakta durmamasını
emretmiştir. [106]
Kolaylaştırma
(teysîr) İslâmiyet'in temel ilkelerinden olup birçok âyet ve hadiste bu noktaya
vurgu yapılmıştı Meselâ bir hadiste İslâm'ın kolaylık dini olduğu ifade edilmiş[107] Hz. Peygamber de kendisinin kolaylaştırıcı bir
eğitimci olduğunu belirtmiştir. [108] Bu
konuda dikkat edilmesi gereken bir ölçüyü yine Resûlullah'rn hayatından
öğreniyoruz. Hz. Âişe'nin verdiği bilgiye göre Peygamber efendimiz, Allah
tarafından konmuş bir kural bulunmayan bir konuda iki seçenekle karşı karşıya
geldiğinde bunlardan en kolay olanı tercih ederdi; fakat Allah'ın koyduğu
hükümlerin yerine getirilmesi için de herkesten titiz davranırdı. [109]
78.
âyetin "Ceddiniz İbrahim'in dininde olduğu gibi" şeklinde çevrilen
kısmı daha çok "Size de onun dininde olan kolaylıklar sağlandı" veya
-daha öncesiyle irtibatlandınlarak- "Ceddiniz İbrahim'in yolunu izleyiniz;
onun gibi kulluk ediniz, iyi işler yapınız" mânalarıyla açıklanmıştır. [110] Hz.
İbrahim'in dinine yapılan gönderme, başta tevhid olmak üzere dinin temel
ilkeleriyle İlgili olup, Hz. Muhammed'in getirdiği dinin kendine özgü
hükümlerinin bulunduğunda şüphe yoktur. [111] Burada Hz. İbrahim'in "babanız,
dedeniz" şeklinde nitelenmesini, âyetin hitap ettiği ilk müslüman toplumun
çoğunluğunun onun soyundan gelmesine bağlayan müfessirler bulunduğu gibi,
birçok müfessir de bunun müslümanlann peygamberinin ceddi olması dolayısıyla
kullanılmış bir hürmet ifadesi olduğunu söyler. Kanaatimizce -âyetin vermek
istediği mesaj dikkate alındığında- ikinci yorumu biraz daha genişleterek
burada Hz. İbrahim'in tevhid mücadelesİndeki öncülüğüne, dünya nüfusunun önemli
bir kısmının İbrâhimî dinlerin mensupları oluşuna ve bu sebeple onun sahip
olduğu özel konuma, dolayısıyla kendisine duyulan sevgi ve saygıya işaret
edildiğini söylemek daha isabetli olur. Birinci yorumu desteklemek amacıyla
Süleyman Ateş şu açıklamaları yapar: "Bu ifade gösteriyor ki Hz. Muhammed'in
ilk hedefi, kendi kavmi olan Araplar'ı müslüman yapmaktı. Kur'ân-ı Kerîm'deki
'ey insanlar' hitaplarında kastedilen insanlar Araplar'dır. (...) Burada hitap
edilen insanlara İslâm 'atanız İbrahim'in dini' olarak tanımlanıyor.
İbrahim'in, ataları olduğuna inananlar Arap-lar'dı. Bütün dünya insanları,
İbrahim'in kendi ataları olduğuna inanmazlar. Zaten böyle bir şey doğru da
olmaz. Demek ki burada hitap edilen 'insanlar' sözü, bütün insanlar değil,
Araplar'dır" (VI, 54). Hz. Peygamber'in öncelikle kendi yakın çevresini
İslâm'a davet etmesi tabiidir; fakat bu husus zikredilen sonucu çıkarmaya yeterli
değildir. Aynca, bu açıklama kendi içinde bazı yanlışlıklar taşımaktadır. Her
şeyden önce Kur'ân-ı Kerîm'deki 'ey insanlar!' hitaplarında kastedilen
İnsanların daima Araplar olduğunu söylemek isabetli olmaz. [112] Kaldı ki burada söz konusu âyetin bağh olduğu
7.7. âyette "ey insanlar!" değil, "ey iman edenler!" hitabı
bulunmaktadır. Bu yaklaşımı eleştirel biçimde ele almamıza yol açan asıl sebep
ise, bazı yazarların bu yorumu normal sınırının dışına taşırmalarıdır. Şöyle
ki, Ateş'in de belirtilen açıklamasında kendisinden yararlandığı anlaşılan
Derveze'nin, bu âyeti Arap milliyetçiliğinin Kur'an'daki dayanaklarından biri
izlenimi verecek biçimde tefsir etmesi, Kur'an'ın yorumunda tarihî verilerden
istifade ederek önemli tahlillere yer verdiği değerli eserine gölge
düşürmektedir. Derveze'nin bu yorumuna göre, söz konusu âyetle müslüman Araplar
için İslâm toplumunda özel bir konum belirlenmiş, onlara büyük bir görev yüklenmiş
ve onlar insanlara doğru yolu göstermeleri için Allah tarafından özel olarak
"seçilmİş'lerdİr (VII, 124-125). Oysa "Sizi O seçti" cümlesinin
lafzında da, bağlamında da Arap ırkının seçimine dair en küçük bir tutamak
bulunmamaktadır. Zira hitap bütün müminleredir; ardından Kur'an'da -geniş
anlamıyla- tevhîd inancı etrafında birleşen bütün ilâhî din mensupları için
kullanılan "müslümanlar" nitelemesine yer verilmektedir. Öte yandan
Kur'an'da haklarında "seçme" ve "üstün kılma" mânası
taşıyan fiillerin kullanıldığı kişi veya topluluklar kendilerine yüklenen
görevin yüceliğinden ötürü ve bu sorumluluğun bilincini koruma şartına bağlı
olarak övülmüşler, bir ırka mensup olma asla bir övgü veya ayrıcalık sebebi
sayılmamıştır. Dolayısıyla burada da "seçme" fiili, tevhid inancının
ve Allah'ın hoşnutluğunu hak ettirecek bir hayat tarzının yaygınlaştırılması,
bu konuda insanlara öncülük edilmesi yönünde bütün müslümanlara yüklenen
şerefli göreve işaret etmektedir. Kaldı ki bu fiili İçeren cümlede asıl vurgu
seçenle ilgilidir, yani cümlede bu görevi verenin Allah olduğu
belirtilmektedir.
"Size
'müslümanlar' adını verdi" cümlesinin öznesi, bir yoruma göre Hz.
İbrahim'dir. O'nun "Ey rabbimiz! Bizi sana teslim olanlardan eyle,
soyumuzdan da sana teslim olacak bir ümmet çıkar"[113] şeklindeki
duası kabul edilip Hz. Muhammed'in kendi ümmeti gibi bir ümmete gönderileceği
ve onlara da "müslümanlar" adı verileceği bildiriLmiştir. Râzî'nin
daha kuvvetli bulduğu yoruma göre ise burada cümlenin öznesi Allah'tır;
"Allah sizi gerek önceki kitaplarda gerekse bu Kur'an'da müslümanlar
olarak adlandırdı" anlamına gelmektedir. [114]
"Ki
Peygamber sîze şahitlik etsin, siz de insanlara şahitlik edesiniz"
ifadesini şöyle açıklamak mümkündür: Gerektiği gibi cihadın, dindarlığın,
müslümanlığın nasıl olacağını Peygamber size fiilen göstersin, öğretsin, hakka
tanıklık eden bir örnek kişilik olsun; siz de ona tâbi olarak bütün insanlara
örnek şahsiyetler, hakikatin tanıkları olun[115]
Bakara sûresinin 143. âyetinde "ümmef'in özelliği üzerinde durulduğu için ümmetin
tanıklığına, burada ise "din"İn özelliğinden söz edildiği için
Peygamber'in tanıklığına öncelik verilmiştir. [116]
Allah'a
karşı gelmekten sakınma uyarısıyla başlayan sûre, en iyi dost ve yardımcının
Allah olduğuna dikkat çekerek sona ermektedir.
[1] bu konudaki rivayet ve görüşlerin değerlendirmesi için
bk. İbn Âşûr, XVII, 180-183; Derveze, VII, 73-74; Esed, n, 666; Emin İşık
"Hac Sûresi", Dİ A, XIV, 420; Ateş, nüzul sırası bakımından
88. sûre olduğu kanaatindedir, bk. VI, 5
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/3.
[2] İbn Âşûr, XVII, 179
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/3.
[3] Emin Işık, "Hac Sûresi", DİA, XIV,
421
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/3-4.
[4] Kurtubî, XII, 5
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/4.
[5] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/5.
[6] bk. Taberî, XVII, 109-115; Şevkânî, m, 490-491
Prof.
Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi
Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/5-6
[7] Taberî, XVII, 115, naşirin notu
[8] Râzî, XXIII, 5
[9] Der-veze, VII, 75
[10] İbn Aşür. X\"U. 192-193
[11] şeytan hakkında bilgi için bk. Fatiha 1/1 (eûzü);
Bakara 2/34; Nisa 4/117-121; Enfâl 8/48
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/6-7.
[12] Taberî. XVII, 116-117; Râzî, XXIII, 8; Şevkânî, III,
491
[13] Hâzin, Lübâbü 'î-te'vîl, IV, 288; Hâzin'in
tefsiri, Mecmû'a mine't-tefâsîr içindeki Beyzâvî tefsirinin hemen
altında yer aldığı için Esed bu ibareyi Beyzâvî tefsiri kapsamında görmüş
olabilir
[14] Râzî, XXIII, 8
[15] yakın bir tercüme için bk. Jacques Berque, Le
Coran, s. 351
[16] İbn Âşûr, XVII, 200
[17] ömrün en düşkün çağı" diye çevrilen "erzeli
ömür" deyimi hakkında bk. Nahl 16/70
[18] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/7-9.
[19] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/10-11.
[20] Şevkânî, III, 495
[21] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/11.
[22] bk. Taberi, XVII, 124-125; Şevkânî, III, 496-497
[23] Râzî, XXIII, 14
[24] Taberî, XVII, 124-125; Râzî, XXIII, 12-14
[25] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/11-12.
[26] Taberî, XVII, 125-128; Şevkânî, İÜ, 497
[27] İbn ÂşÛr, XVII, 219-220
Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu: IV/12-13.
[28] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/13.
[29] bilgi için bk. Kürşat Demirci, "Mecusîlik", İFAVAns.,
El, 155-156; Günay Tümer - Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, s. 107-114;
Ekrem Sarıkçıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, s. 103-111;
İbnÂşûr,XVn, 223-224
[30] Şevkânî, III, 499
[31] bk. Derveze, VII, 83; Yahudilik, Hıristiyanlık,
Sâbiîlik ve bu dinlere mensup olanların İslâmî açıdan değerlendirilmesi
hakkında bk. Bakara 2/62
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/13-15.
[32] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/15.
[33] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/16-17.
[34] Kabe hakkında bilgi için bk. Bakara 2/125-127; Âl-i
İmrân 3/96-97; hac hakkında bk. Bakara 2/196-199; Tevbe 9/1-9; kurban hakkında
bk. Âl-i İmrân 3/183; Mâide 5/27
[35] Abdülkcrim Özay-dın, "Hac", Dİ A, XIV,
386
[36] bk. Râzî,XXIII, 24-25
[37] XVII, 138-142.
[38] Şevkânî, III, 504
[39] Derveze, VII, 94.
[40] Râzî, XXIII, 27
[41] Şevkânî, İÜ, 505
[42] Taberî, XVII, 146
[43] bu konuda bazı değerlendirmeler için bk. Muhammad
Hamîdullah, "İslâm'da Hac", İslâm Tetkikleri Dergisi, trc.
Mehmet Akif Aydın Vm/1-4, s. 123-162; Tahsin Görgün, "Hac", Dİ A, XIV,
397 399
[44] bk. Râzî, XXIII, 29; Elmalık, V, 3398-3399
[45] XXIII, 29; burada ve 34. âyette "kurbanlık
hayvanlar" diye çevirdiğimiz "behîmetü'l-en'âm" tamlaması
hakkında açıklama için bk. Mâide 5/1; hayvanların kesimi konusunda bk. Mâide
5/3
[46] meselâ bk. Buhârî, "Eymân", 26; Müslim,
"Nezr", 2-7
[47] daha fazla bilgi için bk. Ahmet Özel,
"Adak", DİA, I, 337-340
[48] bilgi için bk. Salim
[49] birinci mânayı destekleyen izah için bk. İbn Âşûr,
XVII, 253; ikinci mânayı destekleyen izah için bk. Taberî, XVII, 153-154
[50] bk. Buhârî, "Edeb", 69; Müslim,
"Bİrr", 102-105
[51] Tirmîzî, "Birr", 26; Müsned, VI,
459-461
[52] Mustafa Çağrıcı, "Yalan", İFAVAns., IV,
474-475; yalan şahitliği hakkında bk. Fur-kan 25/72; bu âyette geçen
"en'âm" kelimesinin anlamı için bk. Mâide 5/1; yasak olduğu
bildirilen hayvan etleri hakkında bilgi için bk. Bakara 2/173
[53] bu kelimenin anlamı hakkında bk. Bakara 2/135; Nahl
16/120-121
[54] İbn Âşûr, XVII, 254-255; 32 ve 36. âyetlerde geçen ve
"nişaneler" diye çevirdiğimiz "şe'âir" kelimesinin
açıklaması için bk. Mâide 5/2
[55] Râzî, XXIII,33
[56] Taberî, XVII, 161
[57] bk. Taberî, XVII, 162-163; Râzî, XXIII, 35
[58] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/17-24.
[59] Râzî, XXIII, 38
[60] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/24.
[61] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/25.
[62] Şevkânî, III, 514-516; Derveze, VII, 104-105
[63] bk. Taberî, XVII, 171-173
[64] İslâm'ın savaş konusuna bakışı hakkında açıklama için
bk. Bakara 2/190-193; savaşın "dinde zorlama olamayacağı" ilkesi
açısından değerlendirilmesi için bk. Bakara 2/256; Kur'an'da
"Öldürme" emrinin geçtiği ifadeler için bk. Tevbe 9/5; Kur'an'da
"cihad" kavramı ve savaşla ilişkisi hakkında bk. Nisa 4/84,95; Mâide
5/35
[65] bk. Taberî, XVII, 175-177; Râzî, XXIII, 40; İbn Âşûr,
XVII, 277-278
[66] Şevkânî, III, 515
[67] bk. Râzî, XXIII, 3940
[68] İyiliği emretme ve kötülükten alıkoymaya çalışma"
şeklinde çevirdiğimiz "emir bi'1-ma'rûf ve nehiy anİ'l-münker"
ifadesinin açıklaması için bk. Âl-i İmrân 3/104; Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak
için başka yere göç etme konusunda bk. Nisa 4/100
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/26-27.
[69] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/27.
[70] Razı, XXIII, 43-44
[71] İbn Âşûr, XVII, 287-288
[72] bk. Taberî, XVII, 183-184
[73] Şevkâ-nî, in, 518-519
[74] II, 680; krş. Meâric 70/4
Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu: IV/27-29.
[75] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/29.
[76] Taberî, XVII, 185
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/29-30.
[77] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/30.
[78] Garânîk Olayı diye bilinen bu olay hakkında bilgi ve
değerlendirme için bk. Necm 53/19-20
[79] Elmalılı, V, 3414-3416
[80] bk. İsmail Cerrahoğlu, "Garânîk", DİA,
Xm, 365
[81] meselâ Ebû Mansûr el-Mâtürîdî bu kanaattedir; bk. Te'vîlâtü'l-Kur'ân,
Hacı Selim Ağa Ktp., nr. 40, II, vr, 483b'den naklen, İsmail
Cerrahoğlu, "Garânîk", DİA, XIII, 364
[82] Elmalılı, V, 3413-3414; nebî - resul mukayesesi hakkında
bk. Bakara 2/61; A'râf 7/157
[83] Elmalılı, V, 3415
[84] bk. Taberî, XVII, 193-194; Râzî, XXIII, 55-56; İbn
Âşûr, XVII, 308
[85] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/30-33.
[86] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/33-34.
[87] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/34.
[88] Taberî, XVII, 195; Şevkânî, İÜ, 526
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/34.
[89] gecenin gündüze gündüzün de geceye katılması hakkında
bk. Âl-i îmrân 3/27
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/34.
[90] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/35.
[91] âyetlerde verilen örneklerin açıklaması için bk.
Bakara 2/22,29,164; Ra'd 13/2; İbrâhîm 14/32-34; Nahl 16/10-11,14-16,65; İsrâ
17/66
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/35.
[92] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/36.
[93] Şevkânî, İÜ, 528; Derveze, VII, 118-119
[94] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/36-37.
[95] levh-i mahfuz" hakkında bilgi İçin bk. Bürûc
85/22
[96] Taberî, XVII, 200-201
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/37-38.
[97] Râzî, XXIII, 66
[98] Şevkânî, III, 527
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim
Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/38.
[99] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahimKafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/38.
[100] bk. Taberî, XVII, 202-203; Şevkânî, IH, 529
[101] ayrıca bk. En'âm 6/91
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahimKafi
Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/38-39.
[102] Taberî, XVII, 204
[103] İbn Âşûr, XVII, 344-345
Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahimKafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin
Gümüş, Kur’an Yolu: IV/39.
[104] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahimKafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/40.
[105] Taberî, XVII, 205; Râzî, XXIII, 72; ci-had hakkında
bk. Nisa 4/84,95; Mâide 5/35; Tevbe 9/73).
[106] Resûlullah'm bu konudaki bazı uyan ifadeleri için bk.
Buhârî, "Nikâh", 1; Müslim, "Sıyâm",177
[107] Buhârî, "îmân", 29
[108] Müslim, "Talâk", 4; aynca bk. Bakara 2/185;
Nisa 4/28; Mâide 5/6
[109] Buhârî, "Menâkıb", 27; Müslim, "FezâiT,
20
[110] Taberî, XVII, 207; Şevkânî, III, 531
[111] Râzî, XXIII, 74
[112] meselâ bk. Bakara 2/21; Nisa 4/1; Hucurât 49/13
[113] Bakara 2/128
[114] Râ-zî,XXffl,74
[115] Elmalık, V, 3424; başka yorumlar için bk. Bakara 2/143
[116] İbn Âşûr, XVII, 352
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr.
İbrahimKafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/40-44.