1- İnsanın Yaratılışı, Öldükten Sonra Dirilişin
Delilidir:
2- Anne Karnındaki Yavrunun Durumu île İlgili Rivayetler:
3- İlgili Hadislerde Yaratma ve Suret Vermenin Melek'e
Nisbet Edilmesi Mecazidir;
4- Cenine Ruh Üflenmesi İçin Geçen Süre ve İlgili
Hükümler:
6- "Şekli Belli
Belirsiz Bir Çiğnem Et":
7- Düşük Yapmak ve Tam Çocuk Doğurmakla ile İlgili Bazı
Hükümler:
8- Müessir Bir Fiil Dolayısıyla Düşük Yapmanın Hükmü:
9- Düşük Dolayısıyla İddet Sona Erer mi?:
11- Kudretimizi Size Açıkça Gösterelim Diye:
12- Çocukluk ve Sonraki Aşamalar:
1- Kâfirler Allah'ın Yolundan Alıkoy arlar:
2- Mescidi Haram'dan Alıkoyanlar:
3- Yolcunun da, İkamet Edenin de Birbirine Eşit Olduğu
Yer, Mekke ve Çevresi ile İlgili Hükümler:
4- Kıraat ve Nahiv Açıklamaları:
5- Orada Zulüm ile İlhâd't İstemenin Cezası:
6- Mekke'de Yapılması Niyet Edilen Masiyetler Dolayısıyla
Günahkâr Olmak Söz Konusu mudur?:
1- Beyt'in Yerinin İbrahim (a.s)a Gösterilmesi:
2- İman ve İbadetin Esası Allah'a Ortak Koşmamak:
2- İbrahim (a.s)ın İlânı ve Yüce Allah'ın Bu İlânı
Ulaştırması:
3- Hacca Geliş (Gidiş) Keyfiyeti:
4- Yayan Haccetmenin Fazileti:
5- Yürüyerek Haccetmek mi, Binerek mi Faziletlidir?:
6- Deniz Yoluyla Hac Farz mıdır?:
7- Beytullah'a Ulaşanın Yapacağı İş:
1- Haccın Faydalarına Tanık Olmak:
3- Kurban Bayramı Birinci Günü Kurban Kesme Vakti:
4- Bayram Namazı Kılınmayan Yerde Ne Zaman Kurban
Kesilir?:
6- Kurban Kesme Günlerinin Geceleri, Kurban Kesme
Günlerine Dahil midir?
8-Kurban Etinden Yemenin Hükmü:
10- Kurban Sahibi Yemesi Yasak Olan Kurbanından Yerse:
11 Tazminat Aynî
mi Ödenir? Nakdî mi Ödenir?:
12- Hediye Kurbanı Yerine Ulaşmadan Önce Sakatlanır ya da
Telef Otursa:
13- Kurbanlık Etlerinden Yemek:
14- Kurban Etinin Müstehab Olan Paylaştırma Şekli:
15- Yolcunun Kurban Kesme Yükümlülüğü:
18. Kurban Etini Saklamayı Yasaklayan ve Mubah Kılan
Rivayetler:
19- Eli Dar Olan Fakire Yedirmek:
20- Kurban Kestikten Sonra Bacan Diğer İşleri:
21- Adakları Yerine Getirip el-Beytul-Atîk'i Tavaf Etmek:
23- Beytullah'ın "Atik" Diye Nitelendirilmesi:
1- Allah'ın Saygı Duyulmasını İstediği Şeyleri Tu'zim:
2- Davarlardan Helâl Kılınanlar:
3- Putlardan ve Pis Şeylerden Kaçınmak:
4- Özel ve Geneliyle Pislikten Uzak Durmak:
5- Batıl Sözlerden Uzak Durmak:
7- Yalnız Allah'a Yönelmek (Haniflik):
8- Allah'a Şirk Koşanın Misali:
1- "Bu" Buyruğunun Cümle İçindeki Yeri;
2- Allah'ın Şeâirini Ta'zim Etmek:
4- Şeâifin Tazimi Kalplerin Takvasından İleri Gelir:
6- Kurbanlık Deveye Binmenin Hükmü:
7- Kurbanlıkların Varacağı Yer:
1- Allah Anılınca Kalpleri Titreyenler:
2- Allah'ı Bilip Tanıyan ve O'ndan Korkanların Hali:
2-
"el-Budn" Kelimesi Develer Dışında İnekler Hakkında da
Kullanılabilir mi?;
3- Kurbanlıklar Haccın Sedirinin Bir Kısmıdır:
4- Kurbanlık Develerin Allak Adına Kesilmeleri:
5- Develerin Boğazlanma Şekli:
6- Devenin Belirtilen Şekilden Başka Türlü Boğazlanması:
7- Kurban Gününden Önce Kurban Kesmek:
8- Yanları Üzere Düşen Develer:
10- Dilenen ve Dilenmeyen Fakirlere Yedirmek:
1-Allah'a Ulaşan Kurban Etleri Değildir:
2- Kurbanlıkların Bize Müsahhar Kılınması tlâhî Bir
Lütuftur:
3- Hidayete İleten Allah'a Şükür:
4- Kurban Kesenin Kabulü İçin Dua Etmesinin Hükmü:
5- İhsan Edenlere Müjdeler Olsun:
2- Mubah Kılmak da Şer*l Hükümlerdendir:
1- Zulmün İlk Şekli: Yurtlarından Çıkarılmaları:
2- Savaş İzninden Önce ve Sonra Müslümanların Hali:
3- İkrah Altında Bulunanın Fiili, Zorlayana Nisbet
Edilir;
5- Zimmet Ehlinin İslâm Ülkesindeki Mabedleri:
6- Manastırlar, Kiliseler ve Havralar:
7- Gayr-ı Müslimlerin Mabedlerinin, Müslümanların
Mescidlerindetı Önce Zikredilmesinin Sebebi:
8- Allak, Dinine Yardım Edene, Yardım Eder:
2- Bu Âyet-i Kertmede Açıklanması Gerekli Hususlar:
3- Bu Âyetin Nüzulü ve İşaret Ettiği Olaya (Ğarânik) Dair
Rivayetler ve Bu Rivayetlerin Değeri:
Bir Mesele: Bile Bile İnatçılık Edenlere Karşı
Takınılacak Tutum:
2- Kaldırılan Güçlüğün Mahiyeti:
3- Zorluğun Kaldırılması Kimler Hakkında Söz Konusudur?
Rahman ve Rahim Allah'ın Adı île
Mekke'de inmiştir, 78 âyettir.
Bu sûre şu üç âyet-i kerîme müstesna Mekke'de inmiştir. Bunlar: "Bunlar Rableri hakkında davalaşan iki hasımdırlar." (el-Hacc, 21/19) buyruğundan itibaren üç âyettir. Bu açıklama İbn Abbas ve Mücahid tarafından yapılmıştır. Yine İbn Abbas'tan nakledildiğine göre Medine'de inen âyet-i kerîmeler dört tanedir. Bunlar da; bu buyruktan itibaren; "yakıcı ateşin azabını tadın" (el-Hacc, 22/22) buyruğuna kadar olan âyetlerdir,
ed-Dahhak yine tbn Abbas'tan bu sûrenin Medine'de indiğini söylediğini nakletmektedir. Katade de böyle demiştir. Bundan müstesna olan âyetler ise dört tanedir: "Senden önce ne kadar rasûl ve peygamber gönderdiysek..." (el-Hacc, 22/52) buyruğundan itibaren "... akîm bir günün azabı gelinceye kadar..." (el-Hacc, 22/55) buyruğuna kadar olan âyetler Mekke'de inmişlerdir, en-Nekkaş ise Medine'de inen âyetlerin on tane olduğunu bildirmektedir.
Cumhur da şöyle demiştir: Sûre kanşiktır. Onun bir bölümü Mekke'de inmiştir, bir bölümü Medine'de İnmiştir. Daha doğru olan görüş de bu olmalıdır. Çünkü âyetler bunu gerektirmektedir. Zira "ey insanlar" diye başlayan buyrukların Mekke'de, "ey iman edenler" diye başlayan buyrukların da Medine'de indiği kabul edilmiştir.
el-öaznevî der ki; Bu, hayret verici özelliklere sahip sûrelerden birisidir. Onun bir bölümü gece bir bölümü gündüz, bir bölümü yolculuk halinde bir bölümü ikamet halinde, bir bölümü Mekke'de bir bölümü Medine'de inmiştir. Bir takım buyrukları barışı öğütleyen ve o döneme ait âyetlerken, bir takım buyrukları savaşı emretmektedir. Dazı âyetleri nâsih, bazıları mensûh-tur. Bazıları muhkem, bazıları da müteşabihtir. (Bunların) herbirilerinin sayısı da farklı farklıdır.
Derim ki: Bu sûrenin faziletine dair Tirmizî, Ebû Dâvûd ve Üârakut-nî'nin rivayet ettikleri bir hadis-i şerif gelmiştir. Buna göre Ukbe b. Âmir şöyle demiştir: Ey Allah'ın Rasûlü, dedim, el-Hacc Sûresi kendisinde bulunan iki secde ile (diğerlerine) üstün kılınmıştır. Şöyle buyurdu: "Evet; bu iki secdeyi yapmayacak olan, o iki âyeti okumasın." Bu, Tirmizî'nin lafzı olup, Tirmt-zî: Bu hasen bir hadistir, isnadı o kadar kuvvetli değildir demiştir.[1]
Bu hususta ilim ehlinin görüş ayrılıkları vardır. Ömer b. el-Hattab (r.a) ile İbn Ömer'den şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: Hac Sûresi kendisinde bulunan iki secde İle üstün kılınmıştır.[2]
İbnu'l-Mubarek, Şafiî, Ahmed ve İshak da bu görüşü kabul etmişlerdir. Kimisinin görüşüne göre de bu sûrede bir tek secde vardır. Süfyan es-Sevrî'nin görüşü budur.
Dârakutnî'de, Abdullah b. Sa'lebe'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ben Ömer b. el-Hattab'ın Hacc Sûresi'nde iki kere secde ettiğini gördüm. Ona: Sabah namazında mı? diye sordum. O: Evet, sabah namazında dedi.[3]
1. Ey İnsanlar! Rabbinizden sakının! Çünkü kıyametin sarsıntısı büyük bir şeydir.
Tirmizî'nin kaydettiği rivayete göre İmran b. Husayn: "Ey insanlar! Rab-blnizden sakının, çünkü kıyametin sarsıntısı büyük bir şeydir... fakat Allah'ın azabı pek şiddetlidir" (1 ve 2. âyetler) buyruğunun nüzulü hakkında şunları söylemiştir: Bu âyet-i kerîme ona yolculukta iken nazil oldu ve: "Bunun hangi gün olduğunu biliyor musunuz?" diye sordu. Ashab; Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, deyince şöyle buyurdu: "Bu yüce Allah'ın Âdem'e şu sözleri söyleyeceği gündür: Ey Âdem! Haydi cehenneme gidecek olan kafileyi gönder. O: Rabbim, cehenneme gidecek kafile de ne oluyor? diye soracak. (Yüce Allah) şöyle buyuracak: Dokuz yüz doksan dokuz kişi cehennem ateşine, bir kişi ise cennete!" Müslümanlar ağlamaya koyuldular, bunun üzerine Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Aşırılıktan uzak durunuz, orta yolu tutunuz. Çünkü ne zaman bir nübüvvet dönemi başlamış ise mutlaka ilerisinde bir cahiliye olmuştur. (Devamla) buyurdu ki-:
Cahiliye'ye mensub olanlardan belli bir sayı alınır, eğer bu tamamlanırsa mesele yok, aksi takdirde münafıklardan tamamlanır. Sizin (sayınız itibariyle) misaliniz ile sair ümmetlerin misali ancak bir bineğin ön ayağında tüy bitmeyen sertçe, yuvarlak yahut ta devenin böğründeki bir ben gibisiniz. -Sonra şöyle buyurdu-: "Ben sizin cennetliklerin dörtte birini teşkil edeceğinizi ümid ediyorum." Bunun üzerine ashab tekbir getirdiler. Daha sonra şöyle buyurdu: "Ben sizin cennetliklerin üçte biri olacağınızı ümid ediyorum." Yine ashab tekbir getirdi. Devamla şöyle buyurdu: "Ben sizin cennetliklerin yarısı olacağınızı ümid ediyorum." Bunun üzerine tekbir getirdiler. (îmran b. Husayn) dedi ki: Üçte ikisi (olacağınızı ümid ediyorum) dedi mi, demedi mi bilemiyorum. Tirmİzî dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Bu ayrıca el-Ha-sen'den, o İmran b. Husayn... yolu ile başka şekilde de rivayet edilmiştir.[4]
Yine Tirmizî'deki bir diğer rivayette şöyle denilmektedir: Bunu duyanlar ümitsizliğe kapıldılar, öyle ki yüzlerinde tebessüm görülemedi. Rasûlullah (sav) bunu görünce şunları söyledi: "Siz amel ediniz ve size müjdeler olsun, nefsim elinde olana yemin ederim ki, sizler iki yaratık türü ile birlikte olacaksınız ve bunlar kiminle birlikte olurlarsa mutlaka onun sayısını çoğaltırlar. Bunlar ise Ye'cuc ve Me'cuc ile Âdemoğullarından ve İblis'İn çocuklarından ölenlerdir." (İmran) dedi ki: Bunun üzerine duydukları o sıkıntı kısmen gitti. Daha sonra şöyle buyurdu: "Siz amel ediniz, size müjdeler olsun ki; Mu-hammed'in canı elinde bulunana yemin ederim. Siz (sayınız itibariyle) insanlar arasında ancak devenin böğründeki bir ben; gibi yahut bineğin ön ayağındaki tüy bitmeyen sert benek gibisiniz." (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir.[5]
Müslim'in Sahih'inde de Ebu Said el-Hudrî'nin şöyle dediği kaydedilmektedir: RasûMullah (sav) buyurdu ki: "Yüce Allah: Ey Âdem! diye buyuracak. O, buyur Rabbim huzurundayım. Her türlü hayır Senin ellerindedir. (Peygamber) buyurdu ki: Şöyle buyuracak: Cehennem ateşine gidecek kafileyi çıkart. O: Cehennem ateşine gidecek kafile ne oluyor? diyefcek. Yüce Allah şöyle buyuracak: Her bin kişiden dokuz yüz doksan dokuz kişi. (Peygamber) buyurdu ki: İşte küçük çocuğun saçlarının ağarıp ihtiyarlayacağı, gebe olan her-bir annenin yavrusunu bırakacağı, insanlar sarhoş olmadıkları halde kendilerini sarhoş göreceğin vakit budur.
Çünkü Allah'ın azabı pek çetin olacaktır." (Ebu Said) dedi ki: Bu onlara (ashab-ı kirama) çok ağır geldi ve dediler ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Bizden hangimiz o kişi (yüzde bir arasına giren kişi) olabilir kt? Şöyle buyurdu: "Size müf-de olsun ki Ye'cuc ile Me'cuc'dan bin kişi ve sizden bir kişi."[6] Bundan sonra da hadisin geri kalan bölümlerini az önce geçen İmran b. Husayn hadisine benzer bir şekilde tamamladı.
Ebu Ca'fer, en-Nehhas dedi ki: Bize Ahmed b. Muhammed b. Nafi' anlattı, dedi ki: Bize Seleme anlam dedi ki: Bize Abdu'r-Rezzak anlattı, dedi ki; Bize Ma'mer, Katade'den haber verdi, Katade, Enes b. Malik (r.a)dan dedi ki: "Ey İnsanlar! Rabblnizden sakının, çünkü kıyametin sarsıntısı büyük bir şeydir... Fakat Allah'ın azabı pek şiddetlidir" buyruğunu okuduktan sonra dedi ki: Bu Peygamber (sav)a bir yolculukta bulunduğu sırada nazil oldu. Bunu yüksek sesle okudu ve sonunda ashabı onun etrafında gelip toplanınca, dedi ki: "Bugünün hangi gün olduğunu biliyor musunuz? Bu aziz ve ce-lil olan Allah'ın Âdem (a.s)a: "Ey Âdem! Kalk, cehennem ehli olacak olan kafileyi gönder. Her bin kişiden dokuz yüz doksan dokuz kişi cehennem ateşine, bir tanesi de cennete." Bu müslümanlara çok ağır geldi, bunun üzerine Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Siz bütün işlerinizde aşırılıktan kaçının ve orta yolu takip edin. Size müjdeler olsun ki, nefsim elinde olana yemin ederim. Siz sair insanlar arasında ancak devenin böğründeki bir ben yahut ta eşşeğin ön ayağında tüy bitmeyen sertçe bir benek gibisiniz. Sizinle birlikte iki grub yaratık bulunacak ki bunlar ne ile birlikte bulunurlarsa mutlaka onu çoğaltırlar: Ye'cuc ve Me'cuc ile helak olmuş cin ve insan kâfîrleri”[7]
"Ey insanlar! Rabbinlzden sakının!" buyruğundaki bu nidadan kasıt bütün mükelleflerdir. Yani O'nun size vermiş olduğu emirleri terketmekten, yasaklarını da işlemek cesaretini göstermekten korkunuz, çekininiz.
İttika (sakınmak, korkmak); hoşlanılmayan şeyden korunmak demektir. Buna dair yeterli açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresinin baş taraflarında (2/1-2. âyetler, 4. başlıkta) geçmiştir, tekrara gerek yoktur.
Buyruk: O'na itaat etmek suretiyle, O'nun cezalandırmasından korununuz, sakınınız demektir.
"Çünkü kıyametin sarsıntısı büyük bir şeydir." Sarsıntı (zelzele); ileri derecede hareket etmek demektir. Yüce Allah'ın: "Ve öyle sarsıldılar ki, hatta peygamber kendisine iman edenlerle birlikte... derlerdi." (el-Bakara, 2/214)
Kelimenin aslı; "Bir yerden ayrıldı, hareket edip uzaklaştı", kökünden gelmektedir. "Allah onun ayağını sarstı, hareket ettirdi", demektir. Bu kelime bir şeyin dehşetini anlatmak için kullanılır.
Bu "sarsıntıdan maksadın kıyamet gününden önce dünyada gerçekleşecek ve kıyametin alâmetlerinden birisi olan bilinen, büyük sarsıntı (zelzele) olduğu da söylenmiştir. Hatta cumhurun görüşü budur. Denildiğine göre bu sarsıntı, ramazan ayının ortalarında olacak, ondan sonra ise güneş batıdan doğacaktır. Doğrusunu en İyi bilen Allah'tır,[8]
2. Onu göreceğiniz gün bütün emzikliler, emzirdiklerini unuturlar. Her hamile (karnındaki) yükünü bırakır. Sen İnsanları sarhoş görürsün, halbuki onlar sarhoş değillerdir. Fakat Allah'ın azabı pek şiddetlidir.
"Onu göreceğiniz gün" buynığundaki zamir cumhura göre "sarsıntıya aittir. Yüce Allah'ın: "Bütün emzikliler emzirdiklerimi unuturlar. Her hamile (karnındaki) yükünü bırakır" buyruğu da bu görüşü pekiştirmektedir. Süt emzirmek ve hamilelik ise ancak dünya hayatında olur.
Bir kesim de burada sözü edilen sarsıntı kıyamet gününde olacaktır, der ve daha önce sözünü ettiğimiz İmran b. Husayn'ın hadisini delil gösterirler. Çünkü o hadiste: "Bugünün hangi gün olduğunu biliyor musunuz?..." ifadeleri geçmektedir. Müslim'in rivayet ettiği Ebu Said el-Hudrî yoluyla gelen hadisin gereği de budur.
"Unuturlar" yani onlarla değil başka şeylerle uğraşırlar. Bu açıklamayı Kutrub yapmış ve şu beyiti zikretmiştir:
"Kafaları kaylûle uykusuna daldıkları yerden kaldıran, Ve dostu dostundan başka bir şeyle uğraştıran bir darbe..."
Bunun: "Unuturlar* anlamında olduğu söylendiği gibi "başka şeylerle oyalanırlar" ve "başka şeylerle uğraşırlar" anlamında olduğu da söylenmiştir. Anlamlar birbirlerine yakındırlar.
el-Müberred, "emzirdiklerini" buyruğunda yer alan; mastar anlamını vermek üzere kullanıldığını söylemiştir. Süt emzirmeyi unuturlar, demektir. el-Müberred der ki: İşte bu, bu sarsıntının dünyada olacağına delildir. Zira öldükten sonra dirilişten sonra ne gebelik, ne de süt emzirmek söz konusudur. Ancak şöyle denilmesi müstesnadır: Gebe olarak Ölen bir kadın, yine gebe olarak diriltilir ve kıyametin dehşetinden dolayı karnındaki yavruyu düşürür. Süt emzirdiği halde Ölen kadın da aynı şekilde diriltilir... Şöyle açıklanır: Bu şanı yüce Allah'ın: "Çocukların saçlarını ağartacak bir günden..." (el-Müzzemmil, 73/17) buyruğunu andırmaktadır, diye açıklanır. Bir diğer görüşe göre bu, Sûr'a birinci üfürüş ile birlikte gerçekleşecektir. Kıyametin kopmasıyla birlikte insanlar ikinci Nefha'da (üfürüşte) kabirlerinden hareket edip çıkacakları vakte kadarki sürede olacağı da söylenmiştir. Âyet-i kerîmede sözü edilen "sarsıntının kıyamet gününün dehşetli hallerini anlatan bir ifade olma ihtimali de vardır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlara öyle yoksulluklar ve sıkıntılar gelip çattt ve öyle sarsıldılar ki.,." (el-Bakara, 2/214) Peygamber (sav)ın şu duası da buna benzemektedir: "Allah'ım! Sen onları bozguna ve sarsıntıya (zelzeleye) uğrat."[9]
O günün dehşetini söz konusu etmenin faydası, o gün için gerekli hazırlıkları yapmaya ve salih amellerde bulunarak hazırlıklı olmaya teşvikte bulunmaktır.
"Sarsıntının "şey" diye adlandırılması ya gerçekleşmesinin kesinlikle bilinen bir husus oluşundan dolayıdır. O bakımdan ona fiilen şu anda olmadığı halde "şey" adı vermek mümkün olmuştur. Zira kesinlikle bilinen bir husus fiilen var olanlara benzer. Yahut ta sonuç göz önünde bulundurularak böyle denilmiştir. Yani bu meydana geleceği vakit büyük bir şey olarak ortaya çıkacaktır. Bu açıklamaya göre; sanki bu ad ona şimdiden verilmemiş gibi bir mana çıkmaktadır. Yani bu sarsıntı meydana geleceğinde çok büyük bir şey ile karşılaşılmış olacaktır. İşte bundan dolayı emzikliler, emzirdiklerini unutacak ve insanları sarhoş edecektir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sen İnsanları" o kıyametin dehşetinden, kuşatacak korku ve dehşetten "sarhoş görürsün. Halbuki onlar" içki içtikleri için "sarhoş değillerdir."
Meânî âlimleri şöyle demişlerdir: Sen insanları sanki sarhoşmuşlar gibi göreceksin. Bu şekildeki anlamaya Ebu Zür'a, Herim b. Amr b. Cerir b. Abdullah'ın -"te" harfini ötreli olarak-: "Ve insanlar... sana gösterilecek", şeklindeki kıraat de buna delâlet etmektedir. Sen insanları bu haldedirler diye zannedeceksin ve sana böyle gelecek, demektir.
Hamza ve el-Kisaî de "sarhoşlar" anlamındaki kelimeyi "elifsiz olarak; diye okumuşlardır. Diğerleri ise "elif ile şeklinde okumuşlardır. Bu İki şekil de "sarhoş" anlamındaki; kelimesinin çoğulunun iki ayrı şeklidir. (Tembel demek olan keslân kelimesinin çoğulunun): “Tembeller" şeklinde gelmesi gibi.
Zelzele (sarsıntı); şiddetlice hareket ettirmek, oynatmak demektir. Zühal (unutmak) ise kişinin karşı karşıya kaldığı İteder, ağrı veya başka meşgul edici herhangi bir sebep dolayısıyla bir şeyden gafil olmak demektir. İbn Zeyd dedi ki: Bu buyruk, kadının karşı karşıya kaldığı keder ve üzüntü dolayısıyla çocuğunu terkedeceği anlamındadır. [10]
3. İnsanların bazısı Allah hakkında bilgisizce tartışır ve azgın her şeytana uyar.
4. Onun hakkında şu yazılmıştır: "O kendisini dost edinen herkesi mutlaka saptırır ve onu alevli ateş azabına götürür."
"İnsanlardan bazısı Allah hakkında bilgisizce tartışır." Denildiğine göre kastedilen kişi, en-Nadr b. el-Hâris'dir, O: Yüce Allah çürümüş ve toprağa dönüşmüş olan varlıkları diriltmeye kadir değildir, demişti.
"Ve" o bu sözlerinde "azgın" azgmlaşıp, duran "her şeytan'a uyar." "Onun hakkında şu yazılmıştır: O kendisini dost edinen herkesi" -Ka-tade ve Mücahid'e göre- şeytanı dost edinen herkesi "mutlaka saptırır ve onu alevli ateş azabına götürür." [11]
5. Ey İnsanlar! Eğer öldükten sonra diriltilmekten yana şüpheniz varsa, muhakkak Biz sîzi topraktan yarattık. Sonra nutfeden, sonra alakadan, sonra şekil belli belirsiz bir çiğnem etden (ya rattık), Size açddayalım diye rahimlerde dilediğimizi belli bir zamana kadar durduruyoruz. Sonra sizi bir çocuk olarak çıkartıyoruz, sonra en güçlü ve olgun çağınıza ermeniz için (bunu yapıyoruz). Kiminiz ölür, kiminiz de ömrün en zayıf ve fena dönemine döndürülür. Önceden bümlş olduğu şeyleri bilmez ol sun diye. Sen yeryüzünü kuru ve ölü görürsün de Biz üzerine suyu indirdiğimizde sarsılır, kabarır ve her çeşit güzel bitkiden bitirir.
Yüce Allah'ın: "Ey insanlar! Eğer öldükten sonra diriltilmekten yana şüpheniz varsa... belli bir zamana kadar durduruyoruz" buyruğu ile ilgi li olarak açıklamalarımızı on iki başlık halinde sunacağız: [12]
Yüce Allah'ın: "Eğer öldükten sonra diriltilmekten yana şüpheniz varsa..." buyruğu ile bütün insanlara karşı ilk yaratılış delil olarak gösterilmektedir. "Şüpheniz varsa" İfadesi bu hususta bilgiye bağlı olarak söz söyleme gereğini ihtiva etmektedir.
el-Hasen b. Ebi'l-Hasen; "el-ba's: Öldükten sonra diriltilmek" kelimesini "ayn" harfini üstün olarak; şeklinde okumuştur. Bu Basrahlara göre "el-ba's"in bir söyleyiş şeklidir. Kûfelilere göre ise bu; in hafifletilmiş (sükunu kaldırılmış) söylenişidir.
Buyruk: Ey insanlar! Eğer tekrar yaratılmaktan yana şüphe içerisindeyseniz "muhakkak Biz sizi topraktan yarattık" demektir. Yani insanlığın ilk atası olan babanız Âdem (a,s)ı "topraktan yarattık" demektir.
"Sonra* onun soyundan gelenleri "nutfeden" yarattık. Nutfe; menidir, azlığı dolayısıyla ona nutfe denilmiştir. Nutfe az miktardaki su demektir, çok miktarda olması halinde de aynı tabir kullanılabilir. Şu hadiste de bu İfade kullanılmıştın "O kadar ki süvari her iki nutfe arasında yolculuk yapar ve hiçbir zulümden korkmaz. "[13] Bununla doğudaki deniz ile batıdaki denizi kastetmiştir.
"en-Natf" yağmur demektir. Fiil olarak; şeklinde kullanılır.Yağmuru sürekli devam eden gece demektir.
"Sonra alakadan" buyruğundaki; "Alaka" donmuş kan demektir, "el-Alak" ise taze kan anlamına gelir. Oldukça kırmızı kan demek olduğu da söylenmiştir.
"Sonra da... bir çiğnem etten" yarattık. "Mudğa (bir çiğnem et)" çiğne-nebilecek miktardaki az et demektir. Hadis-i şerifte yer alan: "Şunu biliniz ki hiç şüphesiz bedende bir çiğnemlik et vardır..."[14] bulgunda da bu kelime kullanılmıştır.
Burada sözü edilen aşamalar dört aylık bir süreyi kapsar. İbn Abbas der ki; Bu dört aydan sonraki on günde ise cenine ruh üflenir. İşte kocası vefat etmiş olan kadının iddeti de bu kadardır, yani dört ay on gündür. [15]
Yahya b. Zekeriya b. Ebi Zaide şunu rivayet eder: Bize Davud, Âmir'den anlattı. O Alkame'den, o İbn Mes'ud'dan, onun da İbn Ömer'den rivayetine göre nutfe, rahimde yerleştikten sonra melek onu eline alır ve: Rabbim der erkek mi, dişi mi, bahtiyar mı, bedbaht mı, eceli ne, ameli ne, ve nerede ölecek? diye sorar. Ona: Ana kitaba git, sen orada bu nutfe ile ilgili bilgileri bulacaksın, denir. Melek oraya gider ve ana kitapta onun ile ilgili bilgileri bulur. Bu nutfe yaratılır, rızkını yer, izlerini bırakır (amelde bulunur). Eceli geldi mi canı alınır, kendisi için takdir edilmiş olan yerde defnedilir. Âmir daha sonra: "Ey insanlar! Eğer öldükten sonra diriltilmekten yana şüpheniz varsa, muhakkak Biz sizi topraktan yarattık" buyruğunu okudu.[16]
Sahih(-i Buhârî ve Müslim)'de Enes b. Mâlik'ten -hadisi Rasûlullah'a ref ederek- şöyle dediği kaydedilmektedir: "Şüphesiz Allah rahim ile bir melek görevlendirmiştir. Bu melek: Rabbim nutfe oldu, Rabbim alaka oldu, Rabbim mudğa (bir çiğnemlik et) oldu, der, Yüce Allah bir şeyi yaratmaya hükmetmeyi murad edince, melek der ki; Rabbim erkek mi, dişi mi, bedbaht mı, bahtiyar mı? diye sorar. Rızkı nedir? Eceli nedir? O, annesinin karnında iken (bunlar) böylece yazılır. "[17]
Yine Sahih(-i Müslim)'de Huzeyfe b. Esîd el-Gıfârî'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav)ı şöyle buyururken dinledim: "Nutfe üzerinden kırk iki gün geçtikten sonra yüce Allah ona bir melek gönderir. Ona suret verir, kulağını, gözünü, derisini, etini, kemiklerini yaratır. Sonra da o melek: Ey Rabbim! erkek mi, yoksa dişi mi?... diye sorar" deyip, hadisin geri kalan bölümünü zikretti.[18]
Yine SahihC-i Buhârî ve MüslirrO'de Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir Doğru sözlü ve doğru sözlülüğü tasdik edilen Allah Rasûlü bize şunu anlattı; "Sizden herbirinizin hilkati annesinin karnında kırk günde bir araya getirilir. Sonra yine bu kadarlık bir süre içerisinde bir alaka olur, sonra onun gibi bir sürede bir mudğa olur. Daha sonra melek gönderilir, o da ona ruh üfler. Meleğe şu dört kelimeyi (yani) rızkını, ecelini, amelini, mutlu mu, bahtiyar mı olduğunu yazması emredilir..."[19]
İşte bu hadis, bundan önceki hadisleri tefsir etmektedir. Çünkü burada şu ifadeler yer almaktadır: "Sizden herhangi biriniz annesinin karnında kırk günlük bir süre içerisinde nutfe olarak bir araya getirilir. Sonra kırk günlük bir sürede bir alaka olur, sonra kırk günlük bir sürede bir mudğa olur. Sonra da melek gönderilir ve ona ruhu üfler." İşte böylelikle dört aylık bir süre geçmiş olur. Bundan sonraki on gün İçerisinde de melek ruhu üfler. İşte İbn Ab-bas'ın dediği gibi kocası vefat etmiş kadının beklemesi gereken İddet süresi de bu kadardır.
Hadisteki: "Sizden herhangi biriniz annesinin karnında,., yaratılır" şeklindeki ifadeyi İbn Mes'ud açıklamış bulunmaktadır. el-A'rneş'e: Annesinin karnında bir araya getirilir ifadesi ne demektir? diye sorulmuş, o şöyle cevab vermiştir: Bize Hayseme anlattı, dedi ki: Abdullah (b*. Mes'ud) dedi ki: Nutfe rahime düşüp de ondan (yüce Allah) bir insan yaratmayı murad ederse bu nutfe kadının teninin her tarafına, herbir tırnağının, herbir tüyünün altına dağılır. Sonra kırk gün süre ile kalır, sonra rahimde bir kan olur. İşte onun bir araya getirilmesi demek, bu demektir. İşte alaka oluş süresi de budur. [20]
Bu rivayetlerde yaratıp, suret vermenin meleğe nisbet edilmesi gerçek anlamıyla değil, mecazi anlamdadır. Onun mudğada yaptığı işler yüce Allah'ın kudreti, yaratması ve icadı ile suret verip şekillendirmesi sonucu gerçekleşir. Nitekim yüce Allah gerçek yaratmayı bizzat kendisine nisbet etmiş ve bütün yaratıklara nisbetinîn kökünü ortadan kaldırmış ve şöyle buyurmuştur: "Andolsun ki sizi yarattık, sonra da size şekil verdik." (el-A'raf, 7/11); "Andolsun ki Biz insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık. Sonra onu sağlam bir karargahta yerleşen bir nutfe kıldık." (el-Mu'minun, 23/12-13)
Burada da şöyle buyurmaktadır: "Ey İnsanlar! Eğer öldükten sonra di-riltilmekten yana şüpheniz varsa, muhakkak ki Biz sizi topraktan yarattık. Sonra nutfeden, sonra alakadan..." Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Sizi yaratan O'dur. Buna rağmen kiminiz kâfir oluyor, kiminiz de mü'min oluyor." (et-Teğâbun, 64/2) Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O size suret verip, suretlerinizi güzelleştirmiştir" (el-Mu'min, 40/64); "Andol-sun Biz, insanı gerçekten ahsen-i takvimde yarattık." (et-Tîn, 95/4); "O insanı bir kan pıhtısından yarattı." (el-Alak, 96/2) Ve buna benzer daha bir çok âyet-i kerîme.
Bununla birlikte pek çok kafi delil ve belgede âlemlerin Rabbinden başka yaratıkların yaratıcısı olmadığını ortaya koymaktadır. İşte hadis-i şerifteki: "Sonra melek gönderilir ve ona ruh üfler" ifadeleri hakkında da aynı şeyleri söyleyebiliriz. Yani "üflemek" yüce Allah'ın nutfeye ruhu ve hayatı yaratmasının bir sebebidir. Mutad olan diğer sebebler hakkında da aynı şeyler söylenebilir. Bütün bunlar hep yüce Allah'ın yaratması ve var etmesi ile olur, başka yolla değil, Bu esas kaideyi iyice düşünmeli ve buna sımsıkı sarılmalıyız. Böylelikle sapıkların görüşlerinden, tabiatçıların ve diğerlerinin yanlış kanaatlerinden kurtulmak mümkün olur. [21]
Cenine yüzyirminci günden sonra ruh üflendiği hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Bu da dört ayın tamamlanıp, beşinci aya girmesi demektir. Nitekim hadislerle bunu açıklamış bulunuyoruz. İşte çocuğun kimden olduğu hususunda anlaşmazlık halinde, boşanmış kadınlar hamile iseler, onlara verilmesi gereken nafaka hakkında söz konusu olan hükümlerde buna baş vurulur. Böyle olmasının sebebi artık ceninin annesinin karnında hareket etmeye başlaması ile varlığının kesinlikle anlaşılmasıdır.
Şöyle de açıklanmıştır: Bu, kocası vefat etmiş kadının dört ay, on günlük süre iddet beklemesinin hikmetidir. Bu şekilde beşinci aya girmekle birlikte hamilelik ortaya çıkmayacak olursa, bu süre sonucunda rahimde hamileliğin bulunmadığı muhakkak olarak anlaşılır. [22]
Nutfenin bir şey olmadığı kesinlikle bilinmektedir. Dolayısı ile eğer rahimde bif afava gelip toplanmadan İfadın bu nutfeyi bırakacak (düşürecek) olursa, ona herhangi bir hüküm taalluk etmez. Bu haliyle tıpkı erkeğin sulbünde gibidir. Şayet kadın bunu bir alaka olarak düşürecek olursa, o vakit biz nutfenin (rahimde) karar kıldığına, toplanmış olduğuna ve bir çocuk olduğu muhakkak olarak anlaşılan hallerden ilk hale geçmiş olduğuna dair kesin bilgi sahibi oluruz. Buna göre alaka ve ondan daha ileri durumdaki bir çiğnemlik et parçasının düşürülmesi, gebeliğin düşürülmesidir ve bununla rahim (gebelikten yana) temizlenmiş olur ve böylelikle de iddet sona erer. Bu şekildeki bir düşük ile de kadın (cariye) hakkında um-veled (efendisinden çocuk doğurmuş olma) hükmü sabit olur. Malik'in ve onun mezhebindekilerin görüşü budur.
Şafiî (r.a) da şöyle demektedir: Alaka düşürme muteber değildir. Yalnızca suretin ve çizgilerin ortaya çıkmasına itibar edilir. Eğer çizgiler belirgin olmayıp sadece et parçası ise, bu husustaki nakil ve tahrice binaen iki görüş söz konusudur. Nass ile sabit görüşe göre bu yolla iddetin sona ereceğidir, ancak annenin bununla um veled olamayacağıdır. Onlar şunu gerekçe gösterirler: Çünkü iddet, akan kan ile sona erdiğine göre, başka şey ile sona ermesi öncelikle söz konusudur. [23]
Yüce Allah'ın: "Şeklibelli belirsiz" ifadesi hakkında el-Ferrâ şöyle demektedir: "Şekli belli" hilkati tam ve eksiksiz, "belirsiz" ise düşük demektir.
İbnu'l-Arabî de şöyle demektedir: "Şekli belli" yani hilkati başlamış, "belirsiz" ise henüz suret ve şekil verilmemiş demektir,
İbn Zeyd dedi ki: "Şekli belli" yüce Allah'ın başını, ellerini ve ayaklarını yaratmış olduğudur. "Belirsiz" ise hiçbir şeyi yaratılmamış olan demektir.
İbnu'l-Arabî der ki: Bizler kelimenin asıl köküne (iştikakına) baş vurduğumuz takdirde şunu görürüz: Nutfe, alaka ve mudğanın herbirisi "muhal-laka' dır, çünkü hepsi de yüce Allah'ın yaratması (halkı)dır. Ancak şanı yüce Allah'ın: "Sonra onu bambaşka bir hilkat olarak var ettik" (el-Mu'minûn, 2.V14) buyruğunda belirtildiği gibi, hilkatin son aşaması olan suret vermeyi göz önünde bulunduracak olursak, o vakit İbn Zeyd'İn görüşünü kabul etmemiz uygun olur.
Derim ki: (Şekli belli, belirsiz diye meali verüen "muhallaka ve ğayr-i muhallaka" İfadelerinin mastarı olan) et-tahlîk; "halk: yaratmak"dan gelmekledir. Bu kipte çokluk anlamı vardır, buna göre ardı arkasına değişik aşamalardan geçen, ardı arkasına yaratılmış demektir. Nutfe olduğu takdirde de o mahluk demektir. Bundan dolayı yüce Allah: "Sonra onu bambaşka bir hilkat olarak var ettik" (el-Mu'minûn, 23/14) diye buyurmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Şöyle de açıklanmıştır: Yüce Allah'ın: "Şekil belli belirsiz" buyruğu düşük yapılan yavruya değil, bizatihi anne karnındaki yavruya râci'dir. Yani şanı yüce Rabbimiz onlardan kimisinin bir çiğnem etten sonraki yaratılışını tamamlar ve onun bütün azalarını yaratır. Kimisinin ise hilkati eksik olur, organları tam oimaz.
Bir başka açıklama da şöyledir: Şekli belli demek kadının tam doğum zamanında doğurmasıdır, İbn Abbas der ki: "Şekli belli" canlı doğan demektir, "belirsiz" ise düşük demektir. (Şair) şöyle demiştir:
"Şekli belirsiz (ğayr-i muhallaka, düşük) için mi ağlıyorsun? Yazık sana, nerede kararlılık, nerede haya?" [24]
İlim adamlarının icmâı ile cariye, hilkati tam bir düşük yapacak olursa, "um veled'7 olur. Malik, Evzaî ve diğerlerinin kanaatine göre ise şekli ister belirli, ister belirsiz olsun bir çiğnem et ile dahi um veled olur. Mâlik, eğer onun bir çiğnem et olduğu bilinirse, şartını kaydeder.
Şafiî ve Ebu Hanife derler ki: Eğer parmak, göz yahut buna benzer Âde-moğuiiarının hilkatinden olduğu bilinen herhangi bir organı açıkça şekillenmiş ise, bundan dolayı düşük yapan cariye, um veled olur.
Yine ilim adamları icmâ ile şunu kabul etmişlerdir: Doğan çocuk ağlayarak doğduğu takdirde cenaze namazı kılınır, eğer ağlayarak doğmazsa Mâlik, Ebu Hanife, Şafiî ve diğerlerine göre cenaze namazı kılınmaz.
İbn Ömer'den cenaze namazının kılınacağı rivayet edilmiştir. İbnu'1-Mü-seyyeb, İbn Şîrîn ve başkaları da böyle demişlerdir,
el-Muğtre b. Şu'be'den rivayet edildiğine göre o, düşüğün de cenaze namazının kılınmasını emreder ve şöyle dermiş: Onlara isim veriniz, yıkayıni2, kefenleyiniz ve kefenlerini kokulandırınız. Çünkü yüce Allah İslâm sayesinde sizin küçüğünüzü de, büyüğünüzü de mükerrem kılmıştır. Daha sonra da şu: "...Muhakkak Biz sizi topraktan yanıttık. Sonra nutfcden, sonra... şekli belli belirsiz bir çiğnem etden" buyruğunu okurdu.
İbnu'l-Arabî der ki: Muğîre b. Şu'be'nin "düşük" tabiri ile hilkati belirginleşmiş düşüğü kastetmiş olma ihtimali vardır. İşte kendisine isim verilen düşük budur. Hilkati belirginleşmemiş düşük ise bu manada bir varlık sahibi değildir,
Seleften bazıları şöyle demişlerdir: Kendisine ruh üflendiği ve dört ayı tamamladığı takdirde düşüğün namazı kılınır.
Ebû Dâvûd'da yer alan rivayete göre; Ebu Hureyre (r.a) Peygamber (sav)den: "Doğan çocuk ağlayarak doğdu mu miras alır" diye buyurduğunu rivayet etmiştir.[25]
İstihlâl (hadisin tercümesinde: Ağlayarak doğmak) sesi yükseltmek demektir. O halde bu şekilde sesi çıkan, yahut organlarını oynatan, aksıran ya da nefes alan herbir çocuk, hayat sahibi olduğuna delâlet eden bu hususların varlığı dolayısıyla miras alır. Süfyan es-Sevrî, el-Evzaî ve Şafiî de bu görüşü benimsemişlerdir.
el-Hatta bî der ki: En güzel görüş rey sahiplerinin görüşüdür. Malik ise şöyle demektedir: Hareket etse ve aksırsa dahi sesini çıkarmadıkça ona miras verilmez. Bu görüş Muhammed b. Şîrîn, eş-Şa'bî, ez-Zührî ve Katade'den de rivayet edilmiştir. [26]
Malik (r.a) der kî: Bir kimsenin, karnına vurması dolayısı ile kadın düşük yapsa ve bunun, bir çiğnem et yahut bir kan pıhtısı ya da bir cenin olduğu anlaşılırsa, gurre[27] verilir.
Şafiî de şöyle demektedir: Onun hilkati açıkça ortaya çıkmadıkça hiçbir şey gerekmez.
Malik der ki: Cenin düşüp de ağlayarak doğmazsa gurre icab eder. İster hareket edip kımıldasın, ses çıkararak doğmadıkça gurre gerekir. Ses çıkarması halinde ise tam bir diyet verilir.
Şafiî (r.a) ile diğer bölgelerin fukahası şöyle derler: Hareket edip kımıldamak, aksırmak, ağlamak yahut başka bir yolla hayatta olduğu kesin olarak bilinen herbir sebeb dolayısıyla tam bir diyet gerekir. [28]
Kadı İsmail, iddet bekleyen kadının düşük yapmakla, iddetinin sona ereceğini zikretmektedir. O, buna düşüğün de bir hamilelik olduğunu delil gösterir ve şunları söyler: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hamile olanların iddetleri ise yüklerini bırakmalarıdır." (et-Talâk, 65/4)
Kadı İsmail der ki: Buna delil de böyle bir düşüğün babasından miras almasıdır. Bu da onun hem hilkat itibariyle var olduğuna, hem çocuk olduğuna, hem de kendisine hamile kalındığına delildir.
İbnu'I-Arabî der ki; Eğer şekli belirgin değil ise sözü edilen bu hükümlerin hiçbirisinin cenin ile ilgileri olmaz.
Derim ki: Sözünü ettiğimiz kelimenin türeyişi ve Peygamber (sav)ın: "Sizden herbirinizin hilkati annesinin karnında.,, bir araya getirilir" ifadeleri söylediklerimizin doğruluğuna delil teşkil etmektedir. Diğer taraftan ister kan pıhtısı, isterse de bir çiğnemlik et halinde düşük yapan bir kadın hakkında: Önce hamile idi ve rahminde karar kılmış bulunanı bıraktı, dememiz doğru olur. O halde yüce Allah'ın: "Hamile olanların iddetleri ise yüklerini bırakmalarıdır." (et-Talâk, 65/4) buyruğu bu gibi kadınları da kapsamına alır. Diğer taraftan kadının, henüz bedeninin ilk aşamasında bulunan nut-feyi düşürmesi, şekli belirgin düşük yapması gibidir, bu da açıkça anlaşılan bir husustur. [29]
İbn Mace şunu rivayet etmektedir: Bize Ebubekr b. Ebi Şeybe anlattı: Bize Halid b. Mahled anlattı: Bize Yezid, Abdu'l-Melik en-Nevfelî'den anlattı. O, Yezid b. Rûman'dan, o Ebu Hureyre'den naklen dedi ki: Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Önden göndereceğim bir düşük benim için geride bırakacağım bir at binicisinden daha hayırlıdır."[30] Bu hadisi el-Hakim, "Mârifetu Ulûmi'l-Hadîs" adlı eserinde Süheyl b. Ebi Salih'den, o babasından, o da Ebu Hureyre'den naklen rivayet etmiş ve şöyle demiştir: "... geriye bırakacağım bin tane at binicisinden benim için daha sevimlidir." [31]
"Size açıklayalım diye" buyruğu, sizin yaratılışınızı aşamadan aşamaya geçirmek suretiyle, kudretimizin kemalini size gösterelim diye, demektir.
"Rahimlerde... durduruyoruz" buyruğunda "durduruyoruz" anlamındaki; nasb ile okunmuştur. "Çıkartıyoruz" kelimesi de böyle okunmuştur. Bunu Ebu Hatim, Ebu Zeyd'den o el-Mufad-dal'dan, o Âsim'dan rivayet etmiş ve şöyle demiştir: Ebu Hatim dedi ki: Nasb ile okumak bu fiilleri atfetmek dolayısıyladır.
ez-Zeccac der ki: "Durduruyoruz" anlamındaki fiil sadece üstün ile okunabilir, çünkü burada anlam: Biz bunları rahimlerde dilediğimizi durduralım diye yapıyoruz, şeklinde değildir. Yüce Allah'ın onları yaratması kendilerine doğruyu ve salâhın yomnu göstermesi içindir.
Biz onlara öldükten sonra dirilişi açıkça gösterelim diye... anlamında olduğu da söylenmiştir. O takdirde bu, iki ifade arasında bir ara cümlesi demek olur. Bu kesirn de "durduruyoruz" anlamındaki fiili ref ile okumuşlardır. Anlamı da: Biz durduruyoruz, şeklînde olur. Cumhurun kıraati bu şekildedir.
Bu fiil; "Durduruyor" diye "ya" ile okunduğu gibi "çıkartıyoruz7' anlamındaki fiil de "ya" ile şeklinde (çıkartıyor anlamında) okunmuştur. Buna göre fiillerin ref' ile okunması uygundur.
İbn Vessâb "dilediğimizi" anlamındaki buyruğu "nûn" harfini esrelî olarak; diye okumuştur.
"Belli bir zaman (ecel-i müsemmâ)" teninden, cenine değişebilmektedir. Kinlisi erken düşmekte, kimisi tamamlanmakta ve canlı olarak dünyaya gelmektedir. Şanı yüce Allah'ın "dilediğimizi" diye buyurarak "dilediğimiz kimseyi" diye buyurmaması, ifadenin hamile kalınana râci olmasından dolayıdır. Yani o gebe kalınan ceninden ve et parçasından dilediğini orada bırakmaktadır. Bunlar İse cansız varlıklar olduğundan dolayı bunlardan "şey" anlamına gelen; lafzı ile söz edilmiştir. [32]
"Sonra sîzi bir çocuk olarak" yani çotuklar halinde "çıkartıyoruz."
Çünkü bu, bir cins isimdir. Diğer taraftan Araplar kimi zaman çoğuldan da (burada olduğu gibi) tekil isimle söz etmektedirler. Şair de söyle demiştir;
"Onu seviyorum diye (o kadınlar) kınıyor ve ayıplıyorlar beni. Elbetteki kmayıcılar bana bir emir olamaz."
Burada şair "emirler" demiyerek tekil olarak "emir" demiştir.
el-Muberred de şöyle demektedir: Bu "rıza, adi (adalet)" gibi mastar olarak kullanıl an bir isimdir. O bakımdan tekil hakkında da, çoğul hakkında da kullanılır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve kadınların avret yerlerini anlamayan erkek çocuk(lar)dan..." (en-Nur, 24/31)
et-Taberî der ki: Burada "çocuk olarak" anlamındaki kelime temyiz oia-rak nasbedilmiştir. Yüce Allah'ın: "Bununla beraber gönül hoşluğu ile size onun bir kısmını bağışlarlarsa..." (en-Nisa, 4/4) buyruğunda olduğu gibi.
Anlamın: Sonra sizden herbirinizi çocuk olarak çıkartıyoruz, şeklinde olduğu da söylenmiştir.
Tıfl (çocuk); kelimesi çocuğun sütten kesildiği zamandan itibaren ergenlik yaşına kadar olan dönemi anlatmak için kullanılır. Yabani herbir dişinin yavrusuna da aynı şekilde "tıfl" denilir.
da görüldüğü gibi bir, iki ve daha çok kız çocukları için, bir erkek çocuğu için ve birden fazla erkek çocukları için hep aynı şekilde olmak üzere "tıfl" kullanılır. Bununla birlikle "Erkek çocuk, kız çocuk, iki erkek çocuk, iki kız çocuk ve çocuklar" şeklinde de kullanılır. Kız çocukları kastetmek maksadıyla; şekli kullanılmaz. "Kadının çocuğu oldu" demektir, ise beraberinde yavrusu bulunan ve doğurma vakti de yakın ceylan demektir. Dişi deve hakkında da böyle kullanılır, çoğulları da; şekillerinde gelir. "Ta" harfi üstün olarak Yumuşak demektir, mesela; "Yumuşak (küçük) kız çocuğu", demektir. da yumuşak parmak anlamındadır, "Gecenin karanlığı bastırdı", anlamındadır. Harekeli olarak; ise güneşin batıya doğru kaydığı ikindi sonrası vaktini anlatır. Yine şekli, yağmur demektir. Şair şöyîe demiştir:
"Süreyya yıldızı yağmurunun bağışladığı alçak düzlük bir araziye..." "Sonra en güçlü ve olgun çağınıza ermcnîz için" buyruğundaki "sonra" buyruğu yüce Allah'ın: "Nihayet oraya gelip, kapıları açılacağında..." (ez-Zümer, 39/73) buyruğundaki "vav" gibi fazladan gelmiştir."Sonra" kelimesi "vav" gibi nesak (atı O harflerindendir.
"Güçlü ve olgun çağınıza" akıllarınızın kemal derecesine ve gücünüzün nihai noktasına... Buna dair açıklamalar daha önceden el-En'âm Sûresi'nde (6/151-153. âyetler, 11. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
"Kiminiz ölür, kiminiz de ömrün en zayıf ve fena" en değersiz ve en geri "dönemine döndürülür." Bu, kocamıslık ve bunamışlık halidir ve sonunda kişi akledemeyecek dereceye kadar varır. Bundan dolayı yüce Allah: "Önceden bilmiş olduğu şeyleri bilmez olsun diye" diye buyurmaktadır. Yasin Sûresi'nde de şöyle buyurmaktadır: "Kime uzun ömür verirsek, yaratılışta onu baş aşağı çeviririz." (Yasin, 36/68)
Peygamber (sav) da şu şekilde dua ederdi:
Allah'ım cimrilikten Sana sığınırım, korkaklıktan Sana sığınırım, ömrün en zayıf ve fena dönemine döndürülmekten Sana sığınırım, dünya fitnesinden ve kabir azabından Sana sığınırım. "[33] Bu hadisi Nesaî, Sad'dan rivayet etmiştir. O da bu duayı yazı öğreten öğretmenin küçük çocuklara öğrettiği gibi çocuklarına öğretirdi. en-Nahl (16/70. âyetin tefsirinde) bu anlamdaki açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
"Sen yeryüzünü kuru ve ölü görürsün" buyruğunda yüce Ailah öldükten sonra dirilişe daha güçlü bir delili söz konusu etmektedir. Birincisinde: "Muhakkak Biz sizi topraktan yarattık" diye buyurmuş ve belli bir topluluğa hitab etmişti. İkincisinde ise: "Sen yeryüzünü... görürsün" diye buyurarak tek bir kişiye hitab etmektedir. Böylelikle bir lafız, diğerinden ayrılmış olmaktadır. Ancak öldükten sonra dirilişi inkâr edenlere delil getirmek bakımından anlam arasında bir ilişki vardır, kopukluk yoktur.
"Kuru ve ölü" hiçbir şey bitirmeyen kupkuru demektir. Bu açıklamayı İbn Cüreyc yapmıştır. İzi, alametleri silinmiş diye de açıklanmıştır, çünkü: "iz ve alâmetlerinin silinmesi" demektir. el-A'şâ şöyle demiştir:
"Kuteyle: Tenine ne oldu seni solgun ve zayıf görüyorum, Elbiselerini de çürümüş ve el değmekle darmadağın olacak gibi."
el-Herevî bu ifadenin toprağı bulunan kuru arazi demek olduğunu söylemiştir. Şemir de şöyle demektedir: Bir yerin ağaçlarının çürüyüp yok olması halini anlatmak üzere; denilir. "Sesleri dindi", demektir, ise, yerde hayat, bitki, ağaç gibi bir şeyin bulunmaması ve ona yağmurun isabet etmemesi halini anlatır. Hadis-i şerifte: "O kadar ki açlıktan nerdeyse helak olacaktı[34] denilmiştir. Elbise çürüyüp, eskimesi halinde; "Elbise eskidi, eskir" şeklinde fiil kullanılır. Ateşin sönüp, dinmesini anlatmak için de:denilir.
"Biz ürerine suyu indirdiğimizde sarsılır" yani hareket eder. Sarsılmak (el-ihtizâz): Şiddetlice hareket etmek demektir. "Bir şeyi hareket ettirdim, o da hareket etti", demektir. Develerin kendilerine söylenen şarkı üzerine yürüyüşünde hareket etmesi halini anlatır. Yıldızın hızlıca kayıp, dağılması halinde; denildiği gibi, "Hızlıca kayıp dağılan yıldız" demektir. Buna göre yer de bitki İle sarsılıp, dağılır. Çünkü bitki görülmeyecek bir şekilde yerin bir bölümünü diğer bir bölümünden ayırmadıkça toprağın üzerine çıkmaz. Bundan dolayı bitkinin çıkmasına mecazi olarak "sarsılma (ihtizaz)" denilmiştir. "Onun (yerin) bitkisi sarsıldı", ifadesinde ise muzaf hazfedilmiştir. Bu açıklamayı da el-Müberred yapmıştır. Bir şeyin sarsılması (ihtizazı) şiddetlice hareket etmesidir. Nitekim şair de böyle demiştir:
"Ayağa kalktı mı eğilip, bükülür, yürürse sarsılır (salınır), Tıpkı yeşil yaprakları ile sorgun ağacı dalının sarsılması gibi."
Sarsılma, yere göre bitkide daha fazla görülür.
"Kabarır" yani yükselir ve artış gösterir demektir. Bunun şişer anlamına geldiği de söylenmiştir, mana itibariyle birdir. Asıl anlamı ise artış göstermektir, çünkü; Arttı anlamındadır (Faiz anlamındaki) er-ribâ ile (yüksekçe yer ve tepe anlamındaki) er-Rabve de buradan gelmektedir.
Yezid b. el-Ka'kâ ile Halid b. İlyas bu kelimeyi; diye okumuşlardır. Yani kavmi etrafı görebilen yüksekçe bîr yerden gözetleyerek koruyan kişi demek olan "er-rabîe" konumuna gelinceye kadar yükseldi, demektir. Bu işi yapan kimseye de ile mübalağa kipi olarak da denilir. Şair İmruul-Kays der ki:
"Bundan, önce biz kimse kendisinin farkına varmaam diye saklanıp,
gizlenen bir gözcü gönderdik.
Ağaçlar arasında gizlenerek kendisini koruyup, gizleyen ve tuzak kurmak kastıyla hilekârca yürüyen bir kurt gibi."
"Ve her çeşit" her türlü ve "güzel" görünümlü "bitkiden bitirir." Bu açıklama Katâde'den nakledilmiştir.
Yani onu gören ondan hoşlanır, güzel görür. "Behçet;" güzellik dernektir, mesela; "Güzel görünümlü adam” denilir. "He" harfi ötre-li olarak; "Güzel göründü, güzel görünmek, güzel görünüş, güzel görünümlü kişi (veya şey)" denilir, "Güzelliği hoşuma gitti," anlamındadır.
Şanı yüce Allah'ın yeryüzünü bitki bitirmek ile nitelendirmesi, "Sarsılır, kabarır" fiilleri bitkiye değil de yeryüzüne raci olduğunu göstermektedir. Doğ-rusunvı en iyi bilen Allah'tır. [35]
6. Bu böyledir. Çünkü Allah hakkın tâ kendisidir ve çünkü O, ölüleri diriltir. Gerçekten O, herseye güç yetirendir.
7. Ve çünkü hiç şüphesiz kıyamet gelecektir. Onda hiç şüphe yoktur ve Allah muhakkak kabirdekilerl diriltecekttr.
"Bu böyledir. Çünkü Allah hakkın tâ kendisidir." Yüce Allah bütün var-unn mnrlaka kendisine muhtaç olduklarını, kudret ve tercihine uygun bir şekilde bunları müsahhar kıldığını daha önce geçen; "Ey insanlar! Eğer öldükten sonra diriltilmekten yana şüpheniz varsa, muhakkak Biz... ve her çeşit güzel bitkiden bitirir" buyruğu ile dile getirdikten sonra: "Bu böyledir. Çünkü Allah hakkın tâ kendisidir ve çünkü O, ölüleri diriltir. Gerçekten O, herşeye güç yetirendir. Ve çünkü hiç şüphesiz kıyamet gelecektir, onda hiç şüphe yoktur ve Allah muhakkak kabirdekileri diriltecektir" diye buyurmaktadır. Böylelikle şanı yüce Allah bununla O'nun dışında bulunan bütün varlıkların gerçekten var olmalarına rağmen bizzat kendilerinden kaynaklanan bir hakikatlerinin bulunmadığına dikkat çekmektedir.
Çünkü bu varlıkların hepsi Allah tarafından musahhar kılınmış ve O'nun tasarrufu altındadır. Gerçek anlamıyla hak ise mutlak var ve mutlak gani (muhtaç olmayan) varlıktır. Herbir varlığın var oluşu, varlığı vacib olandan gelmektedir. İşte bundan dolayı yüce Allah bu sûrenin sonlarında "O'ndan başka taptıkları ise bizatihi bâtıldır" (el-Hacc, 22/62) diye buyurmaktadır.
Hak hiçbir şekilde değişikliğe uğramayan, zeval bulmayan, sabit olarak var olan demektir, Bu ise yüce Allah'tır.
Kulları üzerinde hak sahibi diye de açıklandığı gibi, fiilerindeki mana itibariyle O haktır, diye de açıklanmıştır.
ez-Zeccac der ki: "Bu" anlamındaki buyruk ref mahallindedir. Durum size nitelendirildiği ve açıklandığı şekildedir, demektir.
"Çünkü Allah hakkın tâ kendisidir." Yani buna sebep yüce Allah'ın hakkın tâ kendisi olmasıdır. (ez-Zeccac) ayrıca der ki: "Bu" işaret İsminin nasb mahallinde olması da mümkündür. Yani Allah bunu böylece yapmıştır, çünkü O hakkın tâ kendisidir.
"Ve çünkü O, ölüleri diriltir. Gerçekten O, herşeye de güç yetirendir." Çünkü O, istediği her şeye kadir olandır.
"Ve çünkü hiç şüphesiz kıyamet gelecektir" buyruğu "çünkü Allah hakkın tâ kendisidir" buyruğuna lafız itibariyle bir atıftır, mana itibariyle atıf değildir.
Zira yüce Allah sözü edilen hususları kıyamet geleceği için yapmıştır de-niiemez, aksine burada bu manayı ihtiva edecek bir hazfin takdiri kaçınılmazdır. Yani: Şunu da bilsinler ki, kıyamet mutlaka gelecektir.
"Onda hiç şüphe ve tereddüt "yoktur ve Allah muhakkak kabirdeki leri" mükâfatlandırmak ve cezalarını vermek İçin "diriltecektir." [36]
8. İnsanlardan kimisi Allah hakkında bilgisiz, delilsiz ve aydınlatıcı bir kitabı olmaksızın mücadele eder.
9. İnsanları Allah'ın yolundan saptırmak için büyüklenerek yüz çevirir. Dünyada onun için rüsvaylik vardır. Kıyamet günü de Biz ona yakıcı ateş azabını tattırırız.
10. "Bu senin ellerinin önden gönderdiği sebebiyledir ve çünkü Allah kullarına zulmedici değildir."
"İnsanlardan kimisi Allah hakkında bilgisiz, delilsiz ve aydınlatıcı bir
kitabı" önünü aydınlatacak açık, seçik bir delili "olmaksızın mücadele eder."
Bu âyeti kerîme en-Nadr b, el-Haris hakkında nazil olmuştur. Ebu Cehil b. Hişam hakkında indiği de söylenmiştir. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır, ancak çoğunluk bunun ilk âyet gibi en-Nadr b. el-Haris hakkında indiğini kabul etmektedir. Her ikisi de aynı kesim hakkındadır, bunun tekrar edilmesi ise bu kesimin yerilmesini mübalağa üslubuyla ileriye götürmektir. Nitekim yerdiğin ve azarladığın bir kimseye; Bu işi sen yaptın, bu İşi sen yaptın diye tekrar tekrar söyleriz.
Buradaki tekrarlamanın herbir âyette fazladan yeni bir sıfat ile nitelendirmiş olması dolayısı ile yapılmış olması da mümkündür. Şöyle denilmiş gibidir: en-Nadr b. el-Haris yüce Allah hakkında bilgisizce tartıştığı gibi, azgın herbir şeytana da uyar. Yine en-Nadr b. el-Haris, yüce Allah hakkında hiçbir bilgiye dayanmadan, belirsiz ve aydınlatıcı bir kitabı da bulunmaksızın mücadele eder. Böylece Allah'ın yolundan saptırmak ister. Bu da şu ifadelerimize benzer; Zeyd bana söver ve Zeyd beni döver. Bu tekrarın faydası ek bir mana ihtiva etmesidir. Bu açıklamayı da el-Kuşeyrî yapmıştır.
Onun hakkında on küsur âyet-i kerîme nazil olmuştur. Birinci âyette kastedilen onun öldükten sonra dirilişi inkâr etmesidir. İkincisinden kasıt ise peygamberliği ve Kur'ân-ı Kerîm'in Allah tarafından indirildiğini inkâr etmesidir.
Bir başka açıklama şöyle yapılmıştır: en-Nadr b. el-Hâris'in söylediği bir söz de meleklerin Allah'ın kızı oldukları şeklinde idi. Bu ise yüce Allah hakkında bîr tartışmadır.
"Kimisi" ifadesi mübtedâ olarak ref mahallindedir. Haberi ise (önceden geçen): "İnsanlardan" ifadesidir.
"Büyüklenerek" anlamındaki buyruk, hal olarak nasbedilmistir. Bunun iki türlü açıklaması yapılabilir:
1- îbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bu kişi en-Nadr b. el-Hâ-ris'tir. Böbürlenerek ve büyüklenerek o yüzünü haktan başka tarafa çevirmiştir.
2- eî-Ferrâ'nın görüşüne göre ifadenin takdiri şöyledir: İnsanlar arasından kimisi yüce Allah'ın zatı hakkında bilgisizce ve yan çizerek tartışır, yani ona gelen öğütten yüz çevirir. Bu açıklamayı da ed-Nehhas zikretmiştir.
Mücahid ve Katade de: Küfre saparak, yüzünü çevirir, diye açıklamışlardır, İbn Abbas da: Küfürde direnerek kendisine çağrıldığı şeyden yüz çevirir, diye açıklamıştır ki her ikisinin de anlamı birdir.
el-Evzal'nin, Mahİed b. Huseyn'den, onun Hişam b. Hassan'dan, onun İbn Abbas'tan rivayetine göre, yüce Allah'ın: "İnsanları Allah'ın yolundan saptırmak için büyüklenerek yüz çevirir" buyruğu hakkında şöyle demiştir: Burada kastedilen kişi bid'at sahibi olan kimsedir.
el-Müberred der ki: Âyet-i kerîmede geçen: "Yüz çevirmek" ifadesi boynun bükülmesi demektir. el-Mufaddal ise bu kelime; yan (el-cânib) demektir, der. Arapların; "Filan kişi yan taraflarına bakar" tabirleri de buradan gelmektedir. Kişinin iki yanı ise başından baldırlarına kadar olan bölümü demektir. Aynı şekilde herbir şeyin iki yanı da bu manadadır. Bir kimse senden yüz çevirecek olursa, onun bu halini anlatmak üzere: denilir. Buna göre buyruğun anlamı şu olur: Böyle bir kimse tartışmasında haktan yüz çeviren ve ona söylenen hak söz üzerinde düşünmeyi kabul etmeyen bir kimse demektir. Bu da yüce Allah'ın şu buyruklarını andırmaktadır: "... bunları işitmemiş gibi büyüklenerek yüz çevirir." (Lukman, 31/7); "Sen onların büyüklenerek yüz çevirdiklerini görürsün." (el-Münafikun, 63/5); yüz çevirir ve yan çizer." (el-İsra, 17/83); "Sonra da gerine gerine taraftarlarının yanına gitmişti." (el-Kiya-me, 75/33)
"Allah'ın yolundan" yani yüce Allah'a itaatten "saptırmak için büyüklenerek yüz çevirir" buyruğundaki: " Saptırmak için" ifadesi (kendisi sapmak için anlamına gelecek şekilde) "ya" harfi üstün olarak da okunmuştur. Buradaki lam "lam-ı akıbef'dir. Yani o tartışır ve sonunda saptırır, (diğer okuyuşa göre sapar). Bu da yüce Allah'ın şu buyruğundaki "larn" harfine benzer: "Çünkü sonunda onlara bir düşman, bir tasa olacaktı" (el-Kasas, 28/8) yani sonunda onlara bu şekilde oldu. Bunun bir diğer benzeri de yüce Allah'ın: "İçinizden bir grub Rabblerine şirk koşuverirler. Nankörlük etsinler diye" (en-Nahl, 16/54-55)
"Dünyada onun İçin rüsvaylık vardır." Yani kıyamet gününe kadar mü'minler tarafından kötü ve çirkin bir şekilde anılacağından ötürü, onun için aşağılanmak ve zelil olmak söz konusudur. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Sakın itaat etme, çokça yemin eden aşağılık ve değersiz her kişiye" (el-Kalem, 68/10); "Bbû Leheb'in iki eli kurusun, kendisi de helak oldu zaten." (el-Mesed, 111/1)
Burada "rüsvaylık"ın öldürülmek anlamında kullanıldığı da söylenmiştir. Çünkü Peygamber (sav) en-Nadr b. el-Hâris'i Bedir günü -daha önce el-En-fal Sûresi'nde geçtiği üzere- ölüme mahkûm etmişti.
"Kıyamet günü de Biz ona yakıcı ateş azabını" yani cehennem ateşini "tattırırız."
"Bu, senin ellerinin önden gönderdiği sebebiyledir." Yani ona âhiret-te cehennem ateşine gireceği vakit şöyle denilecektir: Bu azab senin ellerinin önden göndermiş olduğu isyanlar ve küfür sebebiyledir. Burada "el" ile bedenin tümü ifade edilmektedir çünkü bedenin bütün işlerini el yapar ve yakalar.
Uzak için işaret zamiri olan "Şu" (yakın için istn-i işaret olan):Bu anlamındadır, Nitekim el-Bakara Sûresi'nin baş taraflarında (2/2. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [37]
11. İnsanlardan bazıları (dinin) bir tarafından Allah'a ibadet eder. Eğer ona hayır isabet ederse, onunla mutmain olur. Şayet ona bir bela İsabet ederse, yüzü üzere döner. Dünyayı da, âhlreti de kaybetmiş olur. İşte bu, apaçık ziyanın tâ kendisidir.
"İnsanlardan bazıları (dinin) bir tarafından Allah'a ibadet eder" buyrıı-ğundaki: "(J*): ...dan" kelimesi mübtedâ olarak ref mahallindedir. îfade "...yüzü üzere döner" buyruğunda tamam olmaktadır. "( j?-^): Kaybetmiş olur" kelimesi cumhur tarafından böylece okunmuştur.
Bu âyet-i kerîme münafıkların durumunu haber vermektedir. İbn Abbas der ki: Bu buyruk ile Şeybe b. Rabia kastedilmektedir. Bu kimse Rasûlullah (sav) davetini açıklamadan ünce İslâm'a girmişti. Allah, (davetini açıklaması doğrultusunda) ona vahiy indirince bu sefer Şeybe b. Rabia irtidad etti.
Ebu Said ei-Hudrî de şöyle demektedir: Yahudilerden bir adam İslâm'a girdi. Sonra da gözlerini ve malını kaybetti. Bunların İslâm'ın uğursu2İuğundan başına geJdiğini zannederek Peygamber (sav)a gidip; Benim İslâm'dan dönüşümü kabul et deyince, Peygamber şöyle buyurdu: "İslâm'a girdikten sonra, İslâm'dan dönüş kabul edilme2." Bu sefer adam: Ben bu yeni dinimden doiayi herhangi bir hayır ile karşılaşmadım. Gözlerimi, malımı, çoluk çocuğumu kaybettim, dedi. Peygamber şöyle buyurdu: "Ey Yahudi! Demirin, gümüşün ve altının pisliklerini ateşin potada eritip giderdiği gibi, şüphesiz İslâm da adamların pis(lik)lerini öylece alıp götürür." Bunun üzerine yüce Allah: "İnsanların bazıları (dinin) bir tarafından Allah'a ibadet eder" buyruğunu indirdi.
İsrail, Ebu Husayn'dan, o Said b. Cübeyr'den, o İbn Abbas1 tan rivayete göre İbn Abbas: "İnsanlardan bazıları (dinin) bir tarafından Allah'a İbadet eder" buyruğu hakkında şöyle demiştir: Adam Medine'ye gelirdi. Şayet hanımı erkek gocuk doğurur, atları yavmlayacak olursa bu iyi bir dindir derdi. Hanımı doğurmaz, atları da yavrulamazsa bu sefer: Bu kötü bir dindir derdi.[38]
Müfessirler de şöyle demektedir: Bu âyet-İ kerîme, Peygamber (sav)ın huzuruna gelerek İslâm'a girdiklerini bildiren bedevi bir takım Araplar hakkında nazil olmuştur. Bunlar bolluk ile karşılaşacak olurlarsa, Medine'de kalmaya devam ederlerdi. Şayet darlık ve sıkıntıyla karşı karşıya kalırlarsa, irtidad eder dönerlerdi.
Bu âyet-i kerîmenin de en-Nadr b. el-Hâris hakkında indiği de söylenmiştir.
İbn Zeyd ve başkaları İse; bu n^jrnafıklar hakkında inmiştir, demişlerdir,
"(Dinin) bir tarafından" ifadesi Mikahid ve başkalarının açıklamalarına güre; şüphe üzere... arifemındadır. Bunun gerçek anlamı ise; böyle bir kimse bulunduğu yarın kenarında sallanıp duran kişinin gösterdiği zaaf gibi ibadetinde zayıflık gösterir demektir. Herhir şeyin harfi (tarafı, kenarı), onun etrafı, kıyıcı ve ..sınırını teşkil eden uç noktalan demektir. "Dağın harfi" tabiri de btaada getmektedir ki; üst ve sivri yanı demektir.
"Bir tarafından" ifadesini yalnız bir yönünde anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu da bir kisfısenin darlık ve zorluk zamanında değil de sadece bolluk ve rahatlık zamanında Allah'a ibadet etmesi demektir. Eğer bu gibi kimseler botluk zamanlarında şükür üzere, darlık zamanlarında da sabır üzere ibadet etmiş olsalardı, yüce Allah'a bir kenarından, bir ucundan ibadet etmiş olmazlardı.
"Bir tarafından" ifadesinin şartlı olarak anlamında olduğu da söylenmiştir. Şöyle ki: Şeybe b. Rabia, Peygamber (sav) davetini açığa vurmadan önce şöyle demişti; Rabbine dua et ki bana mal, deve, at ve evlad ihsan etsin. Ben de sana inanayım ve senin dinine döneyim. Bunun üzerine Peygamber onun için dua etti. Yüce Allah da onun dileklerini ihsan etti. Daha sonra yüce Allah -durumunu en iyi bilen olduğu halde- onu fitneye düşürüp, denemeye tabi tuttu. İslâm'a girdikten sonra ona ihsan etmiş olduklarını geri aldı. Bu sefer o da İslâm'dan döndü. Bunun üzerine yüce Allah hakkında: "İnsanlardan bazıları (dinin) bir tarafından Allah'a, ibadet eder" yani şartlı olarak ibadet eder, buyruğunu indirdi.
el-Hasen de şöyle demektedir: Burada kasıt kalbi ile değil de sadece dili ile Allah'a ibadet eden münafıktır.
Özetie söyleyecek olursak, yüce Allah'a dinin bir tarafından ibadet eden böyle bir kimse, bütünüyle dine girmiş değildir. Bu hali de yüce Allah şöylece açıklamaktadır:
"Eğer ona hayır" bedenen sağlık, geçiminde bolluk "isabet ederse, onunla mutmain olur." Bundan razı olur ve dini üzere kalmaya devam eder. "Şayet ona bir belâ isabet ederse* yani bunun aksi durumlarla sınanacak olursa "yüzü üzere döner." Yani daha önce tutturmuş olduğu küfür yolunda gerisin geriye döner,
"Dünyayı da, âhireli de kaybetmiş olur. İşte bu apaçık ziyanın tâ kendisidir" buyruğunda geçen: "kaybetmiş olur" buyruğunu Müca-hid, Ubeyd b. Kays, el-A'rec, ez-Zührî ve İbn İshak -ayrıca Ya'kub'dan da-rivayet edildiğine göre bir elif ziyadesiyle ve hal olarak nasb ile: "Kaybeden" diye okumuşlardır. Buna göre bu âyette; "Yüzü üzere" kelimesi üzerinde vakıf yapılmaz.[39]
Böyle bir kimsenin dünyayı kaybetmesi ganimet ve övgüden pay almaması, âhireti kaybetmesi ise orada alacak bir sevap ve mükafatının bulunmaması şeklindedir. [40]
12. O Allah'ı bırakıp kendisine zarar da veremeyen, fayda da veremeyen şeye tapar. İşte bu, uzak sapıklığın tâ kendisidir.
"O" yani küfre sapan bu kimse "Allah'ı bırakıp kendisime zarar da veremeyen, fayda da veremeyen şeye" yani putlara "tapar. İşte bu, uzak sapıklığın* el-Ferrâ'nın açıklamasına göre alabildiğine uzayıp giden sapıklığın "tâ kendisidir." [41]
13. O, zarar vermesi, fayda vermesinden daha yakın olana ibadet eder. (O) ne kötü bir yardımcı, ne kötü bir arkadaştır!
"O, zarar vermesi, fayda vermesinden daha yakın olana ibadet eder."
Yani şu yüzüstü dönüp, giden kişi zarar vermesi fayda vermesinden çok daha yakın olan kimselere ve şeylere dua eder. Bu zarardan kasıt ise, âhiret-teki zarardır. Zira böylesine ibadet etmekten ötürü cehenneme girmiş olacaktır ve ondan asla hiçbir fayda da göremeyecektir. Ancak burada ifadeye bir yüce (latif, incelikli) mana kazandırmak maksadıyla "zarar vermesi, fayda vermesinden daha yakın olan" tabiri kullanılmıştır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Şüphe yok ki Biz yahut siz, ya bir hidayet üzereyiz ya da apaçık bir sapıklıkta." (Sebev, 34/24)
Şöyle de açıklanmıştır: Onlar bu putları yarın kendilerine şefaat edecekler diye vehmedip ibadet ediyorlardı. Bu hususta da yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne bir zarar, ne de bir fayda vermeyecek olan şeylere taparlar. Bir de: 'Bunlar Allak katında bizim şefaat-çilerimizdir'derler." (Yunus, 10/18); "O'ndan başka ilâh edinenler: 'Biz bunlara ancak bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz' derler." (ez-Zümer, 39/3)
el-Ferrâ, el-Kisâî ve ez-Zeccâc derler ki: İfadenin anlamında hem yemin hem de te'hir vardır. Yani; O kimse -Allah'a an-dolsun ki- zarar vermesi, fayda vermesinden daha yakın olana ibadet eder." Görüldüğü gibi burada (hem yemin vardır) hem de "lam" harfi, gelmesi gereken gerçek yerinden öncesine alınmıştır. Ayrıca: "Kimse" kelimesi "ibadet eder" fiili ile nasb mahallinde olup, "lam" harfi de yeminin cevabıdır, "Zarar vermesi" mübtedâ, "Yakıtı olan" kelimesi de onun haberidir.
en-Nehhâs ise ifadede bir te'hir olduğu görüşünü zayıf kabul eder ve şöyle der: Bu "lam" harfinde takdim veya te'hir olduğunu söylemeyi gerektirecek herhangi bir özellik yoktur.
Derim ki: (Bu) "lâm'ın hakkı takdimdir, bazen te'hir de edilebilir. Şair de şöyle demiştir:
"Dayım elbetteki aen(ain) ve kimin dayısı Cerir olarsa, Yüceliklere nail olur ve dayılara da ikramda bulunur."
"Dayım elbetteki sensin" demektir. Bu beyit daha önceden (Tâ-Hâ, 20/63.âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
en-Nehhâs der ki: Bize Ali b. Süleyman'ın naklettiğine göre Muhammed b. Yezid şöyle demiştir: İfadede hazfedilmiş tabirler vardır. Yani: O, ilâh olarak zarar vermesi, faydalı olmasından daha yakın olana ibadet eder. en-Nehhâs der ki; Zannederim bu açıklama Muhammed b. Yezid'den yapılmış yanlış bir nakildir. Çünkü böyle bir ifadenin anlamı yoktur, zira "lâm" harfinden sonra gelen ifade mübtedâdır. Buna göre "ilâh" anlamındaki kelimenin (İbn Zeyd'den nakledildiği bildirilen açıklamasına göre mansub olması gerekir) nasb edilmesi caiz değildir. Ben Muhammed b. Yezid'in görüşünün, el-Ahfeş'in görüşü gibi olacağını zannediyorum ve bu da bana göre âyet-i kerîme ile ilgili olarak yapılmış açıklamaların en güzelidir, (en-Nehhâs devamla) der ki: "(Mealde) İbadet eder buyruğu söyler anlamındadır, "Kimse" ise mübtedâ olup, haberi hazfedilmiştir. Bunun anlamı da şöyledir: Q zarar vermesi, fayda verme ihtimalinden daha yüksek olan kimse hakkında kendisinin ilâhıdır, der.
Derim ki: Bu görüşü ei-Kuşeyri -Allah'ın rahmeti üzerine otsun- ez-Zec-cac'dan naklederken, el-Mehdevt de el-Ahfeş'ten nakledip, irabını da tamamlayarak şunları söylemektedir: "İbadet eder" buyruğu söyler anlamındadır. " Kimse" kelimesi mübtedadır. "Zarar vermesi" ikinci mübtedâ " Yakın olan" ise onun haberidir. Cümle de; Kimse'nin sılası olup, haberi de hazfedilmiştir. İfadenin takdiri de şöyledir: " O kimse şüphesiz zararı, faydasından daha yakın olan kimseye ilahıdır," der.
Antere'nin şu beyi ti de (bu yönüyle) bunun gibidir:
"Atımın göğsüne kuyuya sarkıtılan ipler gibi, Saplanırken mızraklar, Anter diye çağırırlar."
et-Kuşeyri der ki: Put benim mabudumdur diyen kâfir, elbetteki onun zararı faydasından daha yakındır, demez. Ancak anlamı şudur: Kâfir şüphesiz -müslümanların inancına göre- faydası, zararından daha yakın kimseye: mabudum ve ilahım der. Bu da yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Ey Sihirbaz! dediler. Senin yanında, sana olan ahdi gereği Rabbine dua et." (ez-Zuhruf, 43/49) Yani -seni sihirbaz diye adlandıran o kimselere göre- ey sihirbaz kişi.,, dediler demektir.
ez-Zeccac da der ki: Buradaki "tapar" buyruğunun hat mahallinde olması ve bunda (sonunda) bir "he"nin hazfedilmiş olması da mümkündür. Yani işte onun kendisine ibadet ettiği, taptığı büyük sapıklık budur. Bu da; ona dua etmesi halindeki sapıklığı budur demektir. Buna göre: ""Tapar" fiilinin sonunda "ona" anlamını veren bir "he" zamiri hazfedilmiştir. Bu açıklamaya göre: ""Tapar" kelimesi üzerinde vakıf yapılır. Buna karşılık yüce Allah'ın: "Zarar vermesi, fayda vermesinden daha yakın olan" anlamındaki buyruk mübtedâ olarak ref mahallinde ve yeni bir cümle olur. Haberi ise "(o) ne kötü bir yardımcı" buyruğudur. Buna sebeb ise baştaki
"lâm"m "yemin lâm"ı olmasıdır. Te'kid dolayısıyla ifadenin başına gelmiştir.[42]
ez-Zeccac der ki: Bu buyrukta: "İşte bu" kelimesinin: "O kimse ki, o ki" ism-i mevsûlü anlamında ve bunun "ibadet eder" fiilinin onda ameli dolayısıyla nasb mahallinde olması mümkündür. Yani: " Uzak sapıklığın ta kendisi olana o dua eder." Nitekim yüce Allah'ın: "O senin sağ elindeki nedir? Ey Musa" (Tâ-Hâ, 20/17) buyruğunda da ism-i mevsulü anlamındadır. Daha sonra da yüce Allah'ın: "Zarar vermesi" buyruğu yeni (mübtedâ) bir sözdür, Buna karşılık "O ne kötü bir yardımcıdır" ifadesi de mübtedânın haberi olur. Buna göre âyetin takdiri: "Uzak sapıklığın kendisi olana dua eder" takdirinde olup, meful olan önceden zikretmiş olmaktadır.
Mesela; "Zeyd'İ dövdüm," demek bunun gibidir, Ebu Ali (el-Farisı) bu açıklamayı güzel diye değerlendirmiştir, ez-Zeccac'ın iddiasına göre de nahivciler bu görüşe pek dikkat etmemişlerdir. ez-Zeccac buna (tanık olarak) şu beyiti de zikretmektedir:
"Dur ey atım, Abbâd'm senin üzerinde bir emirliği yoktur, Kurtuldun artık ve bu taşıdığın özgür bir kimsedir."
Buradaki "ve bu" anlamındaki işaret ismi; Ve... kimse" anlamındadır.
Yine ez-Zeccac ve el-Ferrâ şöyle demişlerdir: Bu buyruktaki "İbadet eder" kelimesinin dua (ibadet) anlamındaki bu fiili çokça zikretmek suretiyle ma kablinin (bir önceki âyette geçen ve "tapar" anlamı verilen aynı lafzın) tekrarı olması da mümkündür, "Vurdum Zeyd'i vurdum” ifadesi gibidir. Daha sonra birincisi ile yetinerek ikincisi hazfedil-nıiştir. el-Ferrâ der ki: "Zarar vermesi... olan"ın "lam" harfi esreli okunması da mümkündür. O kimse zararı faydasından daha yakın olana dua (ibadet) eder, demektir. Nitekim yüce Allah'ın şu buyruğu da (bu yönüyle) buna benzemektedir: "Çünkü Rabbin ona vakyetmiştir." (ez-ZÜzâl, 99/5) bu buyruktaki: Ona" kelimesi "(Wl): Ona anlamındadır.
Yine el-Ferrâ ve el-Kaffal şöyle demişlerdir: Bu buyruktaki "lam" sıla'dır. (Ulama amacıyla fazladan getirilmiştir). Yani; "O faydası, zararından daha yakın olana ibadet eder," demektir. Nitekim Abdullah b. Mes'ud'un kıraatinde de bu şekildedir.
"(O) ne kötü bir yardımcı" yani yardımlaşması ne kötü; "ne kötü bir arkadaştır!" Kendisiyle arkadaşlık yapılan, dostluk kurulan ve ilişkilerde bulunulan kişi olarak o ne kötüdür! Mücahid: Bununla put kastedilmektedir, demiştir. [43]
14. Muhakkak Allah mümin olup salih amel işleyenleri altlarından ırmaklar akan cennetlere girdirir. Şüphe yok ki Allah ne dilerse yapar.
"Muhakkak Allah mü'mln olup salih amel İşleyenleri altlarından ırmaklar akan cennetlere girdirir." Cenab-ı Allah müşriklerin durumunu, münafık ve şeytanların halini söz konusu ettikten sonra yine âhirette mü'minlerin durumunu söz konusu etmektedir.
"Şüphe yok ki Allah ne dilerse yapar." Dilediği kimseyi mükâfatlandırır, dilediğini azaplandınr. Onun doğru olan va'di ve lütfü gereğince mü'minlere cennet vardır. Ezeli adaletinin, ezeli hükmü gereğince de kâfirlere cehennem ateşi vardır. Yoksa kulların fiilleri, Rabbin fiillerinin bir gerekçesi değildir. [44]
15. Allah'ın ona dünyada ve âhirette yardım etmeyeceğini sanan kimse tavana bir ip bağlasın, sonra kessin. Sonra başvurduğu bu yol öfkelendiği şeyi giderir mi bir baksın?
"Allah'ın ona dünyada ve âhirette yardım etmeyeceğini sanan kimse tavana bir İp bağlasın." Ebu Ca'fer en-Nehhâs der ki: Bu hususta yapılan en güzel açıklamalardan birisine göre buradaki mana şudur: Kim yüce Allah'ın Muhammed (sav)a yardım etmeyeceğini zannediyor ve ona verilmiş bulunan ilâhî yardımın kesilebileceğini kabul ediyorsa... "tavana bir ip bağlasın" yani kendisi vasıtasıyla semaya ulaşabileceği bir çare arasın. "Sonra kessin." Yani imkân bulursa ona verilen yardımın sonunu getirsin, "Sonra başvurduğu bu yol" ve bu çaresinin "öfkelendiği şeyi" Peygamber (sav)ın yardıma mazhar oluşundan dolayı öfkelenirini "giderir mi bir baksın?"
Bu buyruğun anlatmak istediği şudur; Böyle bir kimse bunun gibi bir işi yapabilmeye yol bulamayacak ve bu doğrultuda bir tuzak hazırlayamayacak olduğuna göre; ona verilen ilâhî yardımı da keısemez,
İbrı Abbas da böyle demiştir. Buna göre "Allah'ın ona... yardım etmeyeceğini" buyruğundaki zamir Muhammed (sav)a râci'dir. Her ne kadar daha önceden onun ismi zikredilmemiş ise de bütün sözler zaten buna delâlet etmektedir. Zira iman Allah'a ve Muhammed (sav)a iman demektir. Dinden dönmek ise Muhammed (sav)ın getirdiklerinden dönmektir. Yani Muhammed (sav)a düşmanlık eden ve yüce Allah'a bir tarafından ibadet eden kimseler arasından bizim Muhammed'e yardımcı olmayacağımızı zannedenler varsa onlar da şunu şunu yapsın demektir.
Yine İbn Abbas'tan nakledildiğine göre buradaki zamir "kimse"ye aittir. Mana da şöyle olur; Her kim Allah'ın kendisine rızık vermeyeceğini zannedecek olursa, haydi kendisini boğarak kendi kendisini öldürsün. Zira Allah'ın yardımından uzak bir hayatın hiçbir hayrı yoktur.
Bu görüşe göre buradaki "yardım" rızık demektir. Nitekim Araplar şöyle derler; Bana yardım edene Allah da yardım etsin, yani kim bana bir şeyler verirse Allah da ona versin. Yine Arapların "yardım görmüş bir arazi" ifadeleri de bu kabilden olup yağmur isabet eden, yağmur alan arazi demektir. Nitekim el-Fek'asî şöyle demektedir:
"Ve sen hiçbir kimseye hakkından fazlasını vermiyorsun,
Üstelik yağmurun yardım ettiği (yağdığı) tarafa da malik değilsin."
İbn Ebi Necih de, Mücahid'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Allah'ın ona... yardım etmeyeceğini" asla rızık vermeyeceğini "sanan kimse..." demektir, Bu Ebu Ubeyde'nin de görüşüdür,
Buradaki "ona" zamirinin dine ait olduğu da söylenmiştir, mana şöyle olur: Allah'ın, dinine yardımcı olmayacağını sanan kimse...
'Tavana bîr ip bağlasın" buyruğundaki "sebeb" ip demektir. Sebeb kendisi vasıtasıyla bir şeye ulaşılan bir şey demektir.
Buyruktaki "semâ" ketim esi de evin tavanı anlamındadır. İbn Zeyd, bildiğimiz sema kastedilmiştir demektedir.
Kûfeliler "Sonra kessin" buyruğunu "lâm" harfini sakin olarak okumuşlardır. en-Nehhâs der ki: Ancak bu, Arapça bakımından doğru olma ihtimali uzak bir okuyuştur, çünkü "Sonra" vav ile fâ gibi değildir. Zira onun üzerinde vakıf yapılabildiği gibi, tek başına da kullanılabilir. Abdullah (b, Mes'ud)un kıraatinde ise "Sonra onu kessin, sonra baş vurduğu bu yol öfkelendiği şeyi giderir mi bir baksın?" diye okumuştur.
Bu buyruktaki: "Şey" kelimesinin ism-i mevsul anlamında olduğu söylenmiştir. Yani onun baş vurduğu bu yol, öfkelendiği o hususu giderir mi bir baksın? demektir. Buna göre; "Öfkelendiği o husus" ifadesinde daha hafif olsun diye "he" zamiri hazfedilmiştir.
"Şey" kelimesinin mastar anlamını verdiği de söylenmiştir. Onun başvurduğu bu yol öfkelenmesini giderir mi?... demektir. [45]
16. İşte Biz onu böylece apaçık âyetler halinde indirdik. Muhakkak Allah dilediğini doğru yola iletir.
"İşte Bia: onu" yani Kur'ân'ı "böylece apaçık âyetler halinde indirdik" ve "muhakkak Allah" böylece "dilediğini doğru yola İletir."
Bu buyrukla yüce Allah hidayeti kendi iradesine bağlı olarak yarattığını bildirmektedir. Hidayete ileten sadece O'dur, O'ndan başka hidayete iletecek kimse yoktur. [46]
17. İman edenler, yahudiler, sabiîler ye hristiyanlar, ateşperestler ve müşrikler (var ya); muhakkak Allah kıyamet gününde aralarında hükmedecektir. Muhakkak Allah herşeye şâhiddir.
"İman edenler" Allah'a ve Muhammed'e inananlar, "yahudiler" Musa (a,s)ın dinine müntesib olanlar, "sahiller" yıldızlara tapan bir kavimdir, "hristiyanlar" bunlar da İsa (a.s)tn dinine muntesib olanlardır. "Ateşperestler" bunlar da âlemin biri aydınlık biri karanlık olmak üzere iki aslı olduğunu söyleyen ateşe tapanlardır. Katade der ki: Dinler beş tanedir, buniann dördü şeytana biri de Rahmân'adır.
Denildiğine göre mecusilerin asıl adı "en-necûs"dur. Bu ismi alış sebeb-leri ise necasetleri kullanmayı dinlerinin bir gereği kabul etmeleridir. Mim ile nun harfleri ise biri diğerinin yerine kullanılabilir. (Bulut anlamında) hem "el-ğayn", hem de "el-ğaym" demek; "yemin anlamında", "el-eym" ile "el-eyn" demek gibi. Bütün bu hususlara dair geniş açıklamalar daha önceden el-Ba-kara Sûresİ'nde (2/62. âyet, 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.
"Ve müşrikler" bunlar puta tapan Araplardır.
"Muhakkak Allah kıyamet gününde aralarında hükmedecektir." Bunlar arasında hüküm vererek kâfirler için cehennem ateşi, mü'minler için de cenneti verecektir.
Şöyle de açıklanmıştır: Burada sözü edilen hüküm vermek onlara kafi bir şekilde kimin haklı olduğunu, kimin de batıl yolda olduğunu tanıtmak, bildirmektir. İşte o günde haklı ve haksız, düşünmek ve istidlal İle değil, açık bir şekilde birbirinden ayırd edilecektir.
"Muhakkak Allah herşeye şâhiddir." Kullarının amellerini, davranışlarını, sözlerini bilir. Onlardan hiçbir şey O'na kaybolmaz, (O'nun bilgisi dışında kalmaz) O bundan münezzehtir.
"Muhakkak Allah kıyamet gününde aralarında hükmedecektir" buyruğu; "İman edenler" buyruğundaki "Muhakkak"in haberidir. Nitekim; "Şüphesiz ki Zeyd'in yanında muhakkak hayır vardır," demeye benzer. el-Ferrâ ise der ki: Konuşma esnasında; "Muhakkak Zeyd, muhakkak kardeşi gitmekte olandır," şeklindeki bir kullanım caiz değildir. Onun iddiasına göre bunun âyet-i kerîmede caiz olması, ifadede mücazât (karşılık verme) anlamı bulunduğundan dolayıdır. Yani kim iman eder, kim yahudiliğe bağlanır, kim hristiyan oiur, kim sabiî olursa onların aralarında hüküm verir ve hesaplarını görmek aziz ve celil olan Allah'a aittir.
Ebû İshak (ez-Zeccâc) ise el-Ferrâ'nın bu görüşünü reddederek onun: "Muhakkak Zeyd kardeşi gitmekte olandır," ifadesi caiz değildir demesini çirkin bir ifade olarak kabul eder ve şöyle der: Çünkü burada Zeyd demek ile (âyet-i kerîmedeki) ism-i mevsul olan; "...îer" arasında bir fark yoktur ve bu edat mübtedâ olan her kelimenin başına gelebilir. Buna göre; "Muhakkak Zeyd o gitmekte olandır" denilebilir. Sonra bunun başına edatı getirilerek Muhakkak Zeyd şüphesiz ki o gitmekte olandır, diyebiliriz. Nitekim şair de şöyle demektedir:
"Şüphesiz ki halifeye, muhakkak Allah ona giydirmiştir. İzzet elbisesini; onunla (güzel) sonuçlar umud edilir." [47]
18. Görmedin mi, göklerde ve yerde olan herkes güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayranlar ve insanlardan bir çoğu Allah'a secde ederler? Bir çoğuna da azab hak olmuştur. Allah'ın hor kıldığını yüceltebilecek yoktur. Muhakkak Allah dilediğini yapar.
"Görmedin mi, göklerde ve yerde olan herkes... Allah'a secde ederler?"
buyruğunda sözü edilen "görmek" kalble görmektir. Yani kalbin ve aklın ile bunları görmedin mi? Secde etmenin anlamı ile ilgili açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/34. âyet, 4. başlıkta) cansız varlıkların secde etmesi ile ilgili açıklamalar da en-Nahl Sûresi'nde (16/49-50. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Güneş" kelimesi daha önceden geçen "herkese" atfedilmiştir. "Ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanlardan bir çoğu" buyrukları da ay nı şekildedir.
"Bir çoğuna da azab hak olmuştur" anlamındaki buyruk, i'rab bakımından biraz zor açıklanabilir bir haldedir. Çünkü fiilin kendisinde amel ettiği lafza yine fiilin kendisinde amel ettiği lafızın atfedilebilmesi için nasıl olmuş da nasb edilmemiştir[48]" Yüce Allah'ın: "Zalimlere gelince, onlara çok acıklı bir azab hazırlamıştır" (el-İnsan, 76/31) buyruğunda oiduğu gibi (niye mansub değildir)?
el-Kisaîve el-Ferrâ burada bu kelime mansub olsaydı, güzel olurdu diye iddiada bulunmuşlardır. Ancak merfu gelmesi tercih edilmiştir, çünkü manasa "Çoğu ise secde etmeyi kabul etmemiştir," şeklindedir. Bu durumda mübtedâ ve haber olur, ifade de yüce Allah'ın: "İnsanlardan bir çoğu..." ile tamam olabilmektedir.
bunun sözü edilen secde etmenin şanı yüce Allah'ın zayıflık, kuvvet, sağlık, hastalık, güzellik, çirkinlik gibi tedbirlerine boyun eğmek ve zilletle İtaat etmek şeklindeki secde anlamında olmak üzere atfedilmiş olması da mümkündür. Bunun kapsamma ise herşey girmektedir.
"Üzerine azabın hak olduğu pek çok kimseyi de hakir düşürmüştür" şeklinde ve benzer takdirler ile mansub olması da mümkündür.
Yüce Ailah'ın: "Ve hayvanlar (secde ederler)" buyruğunda ifade tamam olduktan sonra "insanlardan bîr çoğu da" cennettedirler "bir çoğuna da azab hak olmuştur" diye yeni bir cümle başlamıştır, diye de açıklanmıştır.
İbn Abbas'tan da aynı şekilde şöyle dediği rivayet edilmiştir: Anlam şöyledir: İnsanlann bir çoğunun cennette, bir çoğu aleyhine de azab hak olmuştur. Bunu İbnu'l-Enbarî nakletmektedir.
Ebu'l-Âliye der ki: Göklerde ne kadar yıldız varsa, ay ve güneş mutlaka battığı vakit yüce Allah için secdeye kapanır. Sonra da kendisine izin verilmedikçe secdeden ayrılmaz. İzin alınca da tekrar doğuş yerine geri döner.
el-Kuşeyrî der ki: Bu husus güneş hakkında muttasıl senet île rivayet edilmiştir. Burada hakiki bir secdeden söz edilmektedir. Bunun kaçınılmaz bir gereği olarak bu secde eden varlıkta hayat ve akıl da yerleştirilir.
Derim ki: Kendisine işaret ettiği muttasıl senetli hadisi Müslim rivayet etmiştir. İleride yüce Allah'ın: "Güneş kendisi için belirlenmiş bir karar yerine kadar akıp gider..." (Yâsîn, 36/38) buyruğu açıklanırken geleceği gibi, daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/34. âyet 4. başlıkta) sucud'un sözlük ve terim anlamı ile ilgili açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
"Allah'ın hor kıldığını yüceltebilecek yoktur." Allah her kimi bedbaht kılmak ve küfür ile hakir kılmış ise hiçbir kimsenin onun üzerindeki bu hor-lanmışlığı kaldırmaya gücü yetmez. İbn Abbas der ki: Allah'a ibadet etmeyi önemsemeyen kimse sonunda cehenneme varır,
"Muhakkak Allah dilediğini yapar." Onların sonunda cehenneme ulaşacağını kastetmektedir. Kimse O'na İtiraz edemez,
e!-Ahfeş, el-Kisaî ve el-Ferrâ: "İkram edici (mealde; yüceltebilecek)" kelimesini; şeklinde yani bir ikram, bir yücelik... diye okumuşlardır. [49]
19.Bunlar Rabbleri hakkında davalaşan İki hasımdırlar. Kâfir olanlar için ateşten elbiseler biçilir, başlan üzerinden gayet kaynar su dökülür.
20. Onunla karınlarında ne varsa eritilir, derileri de.
21. Ve onlar İçin demirden topuzlar da vardır.
"Bunlar Rabbleri hakkında davalaşan iki hasımdırlar." Müslim'de rivayet edildiğine göre Kays b. Ubad şöyle demiştir: Ben Ebu Zerr'i yemin ederek: Muhakkak "bunlar Rabbleri hakkında davalaşan iki hasımdırlar"
âyeti Bedir günü teke tek çarpışmak üzere meydana atılan Hamza, Ali ve Ubeyde b. el-Hâris (r.a) ile onlara karşı çıkan Rabia'nın oğullan Utbe ve Şey-be ile el-Velid b. Utbe hakkında nazil olmuştur.[50] Müslim -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- kitabını bu hadis ile bitirmiştir.
İbn Ab bas da şöyle demektedir; Bu üç âyet-i kerîme, Peygamber (sav)a Medine'de mü'minlerden üç ve kâfirlerden üç kişi hakkında nazil olmuştur, Daha sonra da Ebu Zerr'in dediği şekilde bunların isimlerini vermiştir.
Ali b. Ebi Talİb (r.a) da şunları söylemektedir: Kıyamet gününde Allah'ın huzurunda davalaşmak için ilk diz çökecek kişi benim. O bununla kendisinin ve diğer iki arkadaşının teke tek çarpışmaları ile ilgili olaya işarette bulunmaktadır. Bunu da Buhari zikretmektedir.[51]
Hilal b. Yesaf ile Atâ b. Yesar ve başkaları da bu görüşü benimsemişlerdir.
İkrime ise şöyle demektedir: İki hasımdan kasıt cennet ile cehennemdir. Bunlar birbirleriyle davalaştılar. Cehennem; O beni cezasını vermek maksadıyla yaratmıştır, dedi. Cennet de; Beni rahmetini ihsan etmek için yaratmıştır, demiştir...
Derim ki: Cennet ile cehennemin bir -irieriyle davalaşması hususunda Ebû Hureyre (r.a)dan bir hadis vârid olmuştur. Ebû Hureyre dedi ki: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Cennet ile cehennem tartıştılar. Biri (cehennem) dedi ki: Zorbalar ve mütekebbirler bana girecektir. Diğeri (cennet) dedi ki: Bana da zayıflar ve miskinler girecektir. Bunun üzerine yüce Allah ona: Sen Benim azabımsın, seninle dilediğim kimseyi azaplandınnm dedi. Ötekine de: Sen Benim rahmetimsin, seninle dilediğim kimseye rahmet ederim. Sizden her-birinizi de mutlaka dolduracağım, dedi." Bu hadisi Buharı ve Müslim rivayet etmiştir. Tirmizî de rivayet etmiş olup: Hasen, sahih bir hadistir demiştir.[52]
Yine İbn Abbas şöyle demektedir: Bunlar kitab ehli olanlardır. Mü'min-lere: Biz Allah'a sizden daha çok yakınız, bizim kitabımız sizden daha öncedir. Peygamberimiz de, peygamberinizden öncedir dediler. Mü'minler de şöyle dedi; Biz sizden daha çok Allah'a yakın olmaya layıkız, çünkü Muham-med'e iman ettiğimiz gibi, peygamberinize de iman ettik. Ona indirilen kitapların hepsine de iman ettik. Sizler, bizim peygamberimizi bilip tanıdığınız halde kıskandığınızdan dolayı onu bıraktınız ve inkâr ettiniz. İşte aralarındaki davalaşma bu itli. Yüce Allah da haklarında bu âyeM kerîmeyi indirdi.
Bu da Katade'nin görüşüdür. Birinci görüş daha sahihtir. Bu görüşü de Bu-hârî, Haccâc b. Minhal'den, o Hüseyin'den, o Ebu Haşim'den, o Ebu Miclez'den, o Kays b. Ubad'dan, o Ebu Zerr'den diye rivayet etmiştir. Müslim de Amr b. Zürare'den, o Hüseyin'den rivayet etmiştir. Süleyman et-Teymî'de bunu Ebu Miclez'den, o Kays b. Ubad'dan rivayet etmiştir. Kays, Ali'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bu âyet-i kerîme "bunlar Rabblerl hakkında davalaşan İki hasımdırlar... yakıcı ateşin azabını tadın" buyruğuna kadar, bizim ve Bedir günü teke tek çarpışmamız (mübarezemiz) hakkında inmiştir.[53]
İbn Kesir "bunlar... İki hasımdırlar" buyruğundaki; "Bunlar... iki" kelimesinde "nûn" harfini şeddeli okumuştur.
el-Ferra "İki has im "ı, iki ayrı din mensubu, iki kesim olarak yorumlamış ve bir hasmın müslümanlar, diğerlerinin İse yahudilerle, hristiyanlar olduk-lannı İddia etmiştir. Bunlar Rabbleri hakkında davalaşmalardır. O der ki: Yüce Allah'ın "DavalaşanOar)" buyruğunun çoğul olarak gelmesi cem'i oluşlarından dolayıdır. Yine el-Ferrâ der ki: Eğer: "İkisi de davalaş-tıiar" diye kullanılmış olsaydı yine caiz olurdu.
en-Nehhâs der ki: Bu; hadisi ve tefsir âlimlerinin kitaplarını bilmeyen kimsenin yaptığı bir te'vildir. Çünkü bu âyet ile ilgili hadis meşhurdur, bunu Süf-yan es-Sevrî ve başkaları Ebu Haşim'den, o Ebu Miclez'den, o Kays b Ubad'dan yoluyla rivayet etmişlerdir. Kays dedi ki: Ben Ebu Zerr'i yemin ederek şunları söylerken dinledim: Bu âyet-i kerîme Hamza, Ali, Ubeyde b. el-Haris b. Abdu'l-Muttalib ile Rabia'nın iki oğlu Utbe ve Şeybe bir de el-Velid b. Utbe hakkında nazil olmuştur.
Ebû Amr b. el-A'lâ da aynı şekilde Mücahid'den, o da İbn Abbas'tan rivayette bulunmuştur.
Bu hususta dördüncü bir görüş daha vardır. Buna göre burada sözü edilenler, hangi dinden olurlarsa olsunlar bütün kâfirler ile bütün mü'minlerdir. Bu görüş Mücahid, el-Hasen, Atâ b. Ebi Rebah, Âsim b, Ebi'n-Necûd ve el-Kelbî'nin görüşüdür.
Bu şekilde umumu kapsayan bu görüş, hem buyruğun hakkında nazil olduğu kimseleri, hem de başkalarım kapsamına almaktadır.
Bu âyet-i kerîmenin öldükten sonra diriliş ite amellerin karşılığının verilmesi ile ilgili davalaşma hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. Çünkü bir takım kimseler bunu kabul ederken, başkaları bunu inkâr etmişlerdir.
"Kâfir olanlar" yani az önce sözü edilen kesimlerden kâfir olanlar "için ateşten elbiseler biçilir." Yani böyle elbiseler dikilmiş ve hazırlanmıştır. Ateşin elbiselere benzetilmesine sebep, tıpkı elbisenin giydirilmesi gibi, ateşin de onlara gtydirileceğindendir, "Biçilir buyruğu da âhirette onlara ateşten elbiseler kesilip biçilecek demektir. Âyet-İ kerîmede fiilin mazi lafzı ile zikredilmesi şundan dolayıdır: Âhirete dair olan haberlerde verilen vaadi er ve yapılan tehditler fiilen meydana gelmiş, muhakkak olarak var olmuş, gibidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hatırla ki Allah: Ey Meryem oğlu İsa:İnsanlara... diye sen mi söyledin? dedi (diyecek.)" (el-Maide, 5/116) Burada "dedi" anlamındaki mazi fiil, yüce Allah böyle diyecek demektir.
Şöyle de denilebilir: Cehenneme varacakları vakit giysinler diye o elbiseler hazırlanmış bulunuyor.
Said b. Cübeyr der ki: "Ateşten" buyruğu bakırdan demektir. Bu sözü edilen eibiseter eritilmiş bakırdandır. Yüce Allah'ın: "Gömlekleri katrandandır." (İbrahim, 14/50) buyruğunda sözü edilen elbiseler ile aynı şeylerdir. Kullanılan kap kaçak arasında ısıtıldığı zaman harareti ondan daha ağır olacak hiçbir maden yoktur.
Denildiğine göre buyruğun anlamı şudur; Biçilmiş, elbiseleri üzerlerine giydiklerinde nasıl her taraflarını kuşatırsa, ateş de onları öylece kuşatmış olacaktır. Bu yönüyle ateş onlara elbise olacaktır, çünkü kuşatmasıyla elbiseyi andıracaktır. Bu da yüce Allah'ın: "Geceyi bir elbise yaptık" (en-Nebe', 78/10) buyruğuna benzemektedir.
"Başları üzerinden" cehennem ateşinde kaynatılmış son derece sıcak "gayet kaynar su dökülür." Ttrmizî'de kaydedilen rivayete göre Ebu Hu rey re, Peygamber (sav)ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir; "Şüphesiz kaynar su onların başları üzerine dökülecek ve bu kaynar su (onlardan) herbirisinin karnına ulaşıncaya kadar içenlere nüfuz edecek, karnında ne varsa yerinden söküp alacak ve nihayet bunlar ayaklarından çıkıp gidecek. İşte (20. âyette) sözü edilen eritme budur. Sonra da tekrar eski haline iade edilecek." Tirmİzî dedi ki; Bu hasen, sahih, garib bir hadistir.[54]
"Onunla karınlarında ne varsa eritilir." Eritmek (es-sahr) yağın eritilmesi demektir. "Suhâre" ise ondan eriyen şey demektir. Mesela; "Ben bir şeyi erittim, o da eridi" denilir. Bu şekilde eriyen şeye de; denilir. İbn Ahmer bir keklik yavrusunu şöylece nitelendirmektedir:
"Dümdüz bir yere terkedilip, bırakılmış birisine su verir, Güneş ise onu (beynini) eritir, o ise (direnir) erimez."
Yani güneş onu (beynini) eritirken, o buna katlanır.
"Derileri de" deriler de yakılır, yahut kızartılır, demektir. Çünkü deriler eritilmez. Ancak herbir şeye yakışan uygulama ne ise o yapılır. Bu da şöyle demeye benzer: Ona vardım ve bana lirit yedirdi, Allah'a yemin ederim, bir de soğuk bir süt. Bu da bana soğuk bir süt içirdi, demektir. Şair de şöyle demiştir:
"Ve ben ona yem olarak saman verdim, bir de soğuk bir su."
"Ve onlar için demirden topuzlar davardır." Bu topuzlarla vurulurlar, itilip kakılırlar.
"Topuzlar" kelimesinin tekili şeklinde gelir, Aynı şekilde; diye de gelebilir. Bu topuz kendisiyle filin kafasına vurulan "mih-cen (baston)" gibidir.
"(di -ü ): Onu topuzla vurdum," demektir. ile aynı anlamda olup, onu kahrettim, onu zelil kıldım, o da öyle oldu, demektir. İbn es-Sikkît der ki: Bir kimsenin yanına gelip, senin onu geri çevirip uzaklaştırma halini anlatmak üzere; denilir.
"Topuzlar"ın balyozlar anlamına geldiği de söylenmiştir. Hadis-i şerifte şöyle denilmektedir: "Cehennem bekçilerinden herbir meleğin elinde iki çatalı bulunan bir balyoz vardır. O bir darbe indirdi mi onunla yetmig-bin (yıl) aşağıya doğru yuvarlanır."[55]
Bu kelimenin, cehennem ateşinden kamçılar demek olduğu da söylenmiştir. Bunlara bu ismin veriliş sebebi, kendisine bunlarla vurulan kimseyi zelil kılmalarıdır. [56]
22. Oradan bir ızdıraptan kurtulmak istedikleri her seferinde oraya geri iade olunurlar ve: "Yakıcı ateşin azabını tadın” (denilir, onlara).
"Oradan" yani cehennem ateşinden, "bir ızdıraptan kurtulmak istedikler! her seferinde oraya" topuzlarla vurulmak suretiyle "geri iade olunurlar."
Ebû Zabyan dedi ki; Bize nakledildiğine göre cehennemlikler, cehennem ateşinin alevi coşup kaynadığında ve içinde bulunanları üst kapılarına doğru atacağında, cehennem ateşinden çıkmaya çalışacaklar, çıkmak isteyecekler, Ancak cehennem bekçileri ellerindeki topuzlarla, balyozlarla onları tekrar cehenneme iade edecekler.
Şöyle de açıklanmıştır: Oradaki gam ve kederleri artacağında kaçmaya çalışacaklar. Kaçanlar arasından kıyısına yakın bir yere ulaşabilenleri melekler, topuzlarla cehennem ateşine geri döndürür ve onlara: "Yakıcı ateşin azabını tadın" derler.
Buyruktaki "el-harîk: Yakıcı" (anlam itibariyle) elîm ve vecî' (can yakıcı ve acıtıcı) gibidir.
"el-Harîk"in el-ihtirak (yanrnak)dan İsim olduğu da söylenmiştir. Bir şeyin ateşte yanması demektir. İsmi ile şeklinde gelir.
"Tatmak"da tadın idrâkinin beraberinde gerçekleştiği bir dokunuştur. Burada ifadenin manası genişletilmiştir. Onların can yakıcı acı ve ızdırabı idrâk edecekleri kastedilmiştir. [57]
23. Muhakkak Allah mümin olup salih amel işleyenleri altından ırmaklar akan cennetlere girdirir. Onlar orada altından bileziklerle ve incilerle bezenirler. Orada giyecekleri de ipektir.
"Muhakkak Allah mümin olup salih amel işleyenleri altından ırmaklar akan cennetlere girdirir" buyruğunda yüce Allah iki hasımdan birisi olan kâfiri söz konusu ettikten sonra, diğer hasım olan mü'mini söz konusu etmektedir.
"Onlar orada altından bileziklerle... bezenirler" buyruğundaki: "...dan" edatı bir sıladır.
"el-Esâvlr (bilezikler)" kelimesi "esvira"nin çoğuludur. Bunun da tekili "si-vâr" şeklinde gelir. Üç türlü söylenir, "sin" harfi ötrelt, "sin" harfi esreli ve "is-vâr" şeklinde.
Müfessirler derler ki: Dünyada krallar, hükümdarlar bilezik ve taç giydikleri gibi yüce Allah da bunu cennetliklere ihsan edecektir. Cennetlik olup da elinde birisi altın, birisi gümüş, diğeri.de inciden olmak üzere üç tane bilezik olmayacak hiçbir kimse yoktur. Şanı yüce Allah burada ve Fâtir Sûresi'nde: "Altından bileziklerle ve incilerle süslenirler." (Fâtır, 35/33) diye buyurmaktadır, el-însan Sûresi'nde de: "Gümüşten bileziklerle süslenmişlerdir." (el-İnsan, 76/21) diye buyurmaktadır.
Müslim'in, Sahihinde yer alan Ebu Hureyre yoluyla gelen hadiste Ebu Hu-reyre şöyle demektedir: Ben candan dostumu (sav) şöyle buyururken dinledim: "Mü'minin süsü abdestin ulaştığı yere kadar ulaşır."[58]
Bir görüşe göre de kadınlar altın süs eşyaları ile erkekler de gümüş ile süs-leneceklerdir. Ancak bu açıklama su götürür bir açıklamadır, Kur'ân-ı Kerîm de bunu reddetmektedir.
"Ve incilerle bezenirler" buyruğundaki: "İncilerle" lafzını Nâfi", İbnu'l-Ka'kâ, Şeybe ve Âsim gerek burada gerekse de el-Melâike (Fatır) Sûresi'nde nasb ile ve: "Ve incilerle süslenirler, bezenirler" anlamında olmak üzere okumuşlardır. Bütün mushaflarda burada elif ile yazılmış olduğunu da kıraatlerine delil göstermişlerdir. Ya'kub, el-Cahderî ve îsa b. Ömer de burada nasb ile Fâtır Sûresi'nde ise mushafa tabi olarak esreli okumuşlardır. Çünkü bu kelime burada elif ile Fatır Sûresi'nde ise elifsiz olarak yazılmıştır. Diğerleri ise her iki yerde de esreli okumuşlardır. Ebubekr, Kur'ân-ı Kerîm'in tamamında: "İnci" kelimesini hemzeli okumazdı. Burada bu kelime ile denizde sadef (denilen midye türü)in içinden çıkartılan kastedilmektedir.
el-Kuşeyrî der ki: Maksat bileziklerin inciler ile süsleneceğidir. Bununla birlikte cennette tek parça inciden bileziklerin bulunması ihtimali de uzak değildir.
Derim ki: Kur'ân'ın zahirinden hatta nassından anlaşılan budur.
İbnu'l Enbarî der ki: Burada "inci" anlamındaki kelimeyi esreli okuyanlar bu keiirne üzerinde vakıf yaparlar. "(^iJt): Altından" kelimesi üzerinde vakıf yapmazlar. es-Sicistanî de şöyle demektedir; "el-Lu'lu: İnci" kelimesini nasb ile okuyanların okuyuşuna göre yeterli vakıf: "Altından..." kelimesi üzerindedir. Çünkü mana: ... ve inci ile de bezenirler, şeklindedir. İb-nu'l-Enbarî şöyle demektedir: Durum onun dediği gibi değildir, çünkü bizler "inci" kelimesini esreli okuyacak olursak, "Bilezikler" lafzı üzerine atf-ı nesak yapmış oluruz. Eğer nasb ile okuyacak olursak, "bilezikler" lafzının teviline (yanı cümle içindeki konumunun i'rabma) nesak yaparak (atıfta bulunarak) okumuş oluruz. Sanki biz: "Orada bileziklerle ve incilerle süslenirler" demiş gibi oluruz. Buna göre onun nasb halindeki konumu, tıpkı cer halindeki konumu gibidir. Dolayısıyla onun birincisi ile ilişkisini koparmanın anlamı yoktur.
"Orada giyecekleri de ipektir." Bütün giyecekleri, yaygılan, elbiseleri, perdeleri hep İpektir ve elbetteki bu dünyadakinden çok daha üstün olacaktır. Nesaî'de yer alan E bu Hureyre'den gelen rivayete göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Dünyada ipek giyen kimse, âhirette onu giyinemıyecektir. Dünyada şarab içen bir kimse, âhirette onu içemeyecektir. Dünyada altın ve gümüş kaplarda içen bir kimse, âhirette onlardan içemeyecektir." Daha sonra Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Cennetliklerin elbiseleri, cennetliklerin içeceği, cennetliklerin kap kaçakları (bunlar olacaktır)."[59]
Eğer: Peygamber (sav) bu üç şeyi aynı seviyede tutmuştur. Bunları kullananın âhirette bunlardan mahrum olacağını belirtmiştir. Böyle bir kimse acaba cennete girecek olursa, onlardan mahrum edilecek mi? diye sorulursa, biz de deriz ki: Evet bunları kullanmaktan vazgeçip tevbe etmeyecek olursa, cennete girecek olsa dahi âhirette bunlardan mahrum edilecektir. Çünkü yüce Allah'ın dünyada kendisine haram kılmış olduğu şeyi acilen elde etmiştir, Burada cehennem ateşinde azab göreceği vakitlerde bunlardan mahrum edilir, yahut ta hesap için duracağı o uzun süre boyunca mahrum bırakılır, cennete girdikten sonra mahrum edilmez. Çünkü cennette bulunan bir kimsenin cennetin lezzetlerinden herhangi birisinden mahrum bırakılması bir çeşit ceza ve bir çeşit sorgulanmadır. Cennet ise cezalandırma yurdu olmadığı gibi, hiçbir şekilde orada sorgulanma da olmayacaktır, denilemez. Çünkü buna biz şöyle cevap veriyoruz: Sözünü ettiğiniz husus ihtimal dahilindedir. Ancak sözünü ettiğimiz hadisin zahiri bu ihtimali bertaraf edip onu reddetmektedir. Ayrıca hadis imamlarının da İbn Ömer yoluyla rivayet ettikleri şu hadis de bizim bu kanaatimizi pekiştirmektedir. Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır: "Dünyada şarab (içki) içip de sonra bundan tevbe etmeyen kimse, âhirette ondan mahrum edilecektir. "[60]
Aslolan İse elimizdeki nassın zahirinin kastedilmediğini ortaya koyan bir nass çıkıncaya kadar nassın zahirine yapışmaktır. Hatta bizim sözünü ettiğimiz hususun doğruluğuna dair nass dahi vârid olmuştur. Bu da Ebû Dâvûd et-Tayalisî'nin Müsned'inde yer alan şu rivayettir; Bize Hi^am, Katade'den anlattı, o Davud es-Serrâc'dan, o Ebu Said el-Hudrî'den rivayetle dedi ki: Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Dünyada ipeği giyinen bir kimse âhirette onu giyinemeyecektir. Eğer cennete girecek olsa dahi, cennet ehli onu giyinecek, o ise onu giyinemeyecektir. "[61]
Bu çok açık bir nasstır ve senedi de sahihtir. Şayet "eğer cennete girerse, cennet ehli onu giyecektir. O ise onu giyemeyecektir" ifadesi Peygamber (sav)ın sözü ise en ileri derecede bir beyandır. Eğer belirtildiği üzere ravinin bir sözü ise, elbetteki O, söylenen sözün maksadını en iyi bilendir, hale yakışan ifadenin hangisi olduğunu çok iyi bitendir ve böyle bir şey elbetteki re'ye dayanarak söylenemez. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır,
"İçki içip de tevbe etmeyen" ifadesi ile "altın ve gümüş kaplarını kullanan..." ifadeleri de böyledir. Nasıl ki cennettik bir kimse kendisinden daha yüksek mevkide bulunanın makamını arzulamayacak ve bu hali bir ceza değil ise aynı şekilde cennete giren böyle bir kimse de cennette şarab içmeyi, cennet ipeğini giyinmeyi arzulamayacakür, canı çekmeyecektir ve bu da bir ceza olmayacaktır. Biz bütün bunları yeterli açıklamalarıyla "et-Tezkire" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Yüce Allah'a hamdolsun. Yine orada cennetin ağaçlarının ve meyvelerinin cennetteki örtüler arasından çıktığını da zikretmiş bulunuyoruz. Biz bu hususu el-Kehf Sûresi'nde (18/31. âyetin tefsirinde) sözkonusu etmiştik. [62]
24. Onlar hem güzel söze hidayet olunurlar, hem de Hamîd olanın yoluna hidayet olunurlar.
"Onlar hem güzel söze hidayet olunurlar." Yani bu yol onlara gösterilir. İbn Abbas der ki: Bundan kasıt; lâ ilahe illallah ve elhamdülillah zikirleridir. Kur'ân olduğu da söylenmiştir. Şöyle de denilmiştir: Bu, dünyada olacaktır, onlar kelime-i şehadet getirmeye ve Kur'ân okumaya hidayet olunmuşlardır.
"Hem de Hamîd olanın yoluna hidayet olunurlar." Kasıt Allah'ın yoluna iletildikleridir. Allah'ın yolu ise O'nun dini demektir ki bu da İslâm'dır,
Şöyle de açıklanmıştır: Onlar âhirette güzei söz söylemeye hidayet olunurlar ki bu da elhamdülillah sözüdür. Çünkü onlar yarın (cennette): Bizi buna ileten Ailah'a hamdolsun; Bizden keder ve üzüntüyü gideren Allah'a hamdolsun" diyeceklerdir. Cennette boş söz yoktur, yalan yoktur. Onların söyledikleri bütün sözler hoş ve güzel sözlerdir ve cennette onlar yüce Allah'ın yoluna iletilmiş olacaklardır. Zira cennette Allah'ın emrine muhalefet diye hiçbir şey olmayacaktır.
"Güzel söz"den kastın, Allah'tan onlara gelen güzel müjdeler olduğu da söylenmiştir. "Hamid olan Allah'ın yoluna hidayet olunurlar" buyruğu da cennetin yoluna iletilirler, demektir. [63]
25. Şüphe yok ki kâfir olanlar, İnsanları Allah'ın yolundan ve insanlar için kendisinde hem yolcuları, hem de yerli olanları eşit kıldığımız Mescidi Haram'dan alıkoyanlar... Kim orada zulümle, ilhâdı isterse Biz ona pek acıklı azabı tattırırız.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: [64]
Yüce Allah: "Şüphe yok ki kâfir olanlar insanları Allah'ın yolundan... alıkoy anları..," buyruğu ile, tekrar Arap müşriklerinden, Hudeybiye yılı Allah Rasûlü (sav)nü Mescid-i Haram'dan alıkoymaları dolayısıyla, söz konusu etmektedir. Çünkü onların, -insanlar arasından ferdî bir takım alıkoymaları kastediyor olması halî müstesna- bundan önce bu topluluğu alıkoymalarından başka bir alıkoyuşSarı bilinmemektedir. Ferdî alıkoymaları ise peygamberliğin ilk yıllarında olmuş bir şeydir.
"es-Sadd: Alıkoymak": Mani olmak, engel olmak demektir ve kendileri alıkoyanlar... takdirindedir. Muzari fiilin, mazi fiile atfedilmesi böylelikle uygun düşmektedir. Bununla birlikte "Ve... alıkoyanlar" ifadesindeki "vav" zaid olup, fiil bu haliyle; "(h\): Şüphe yok ki"nin haberidir. Ancak bu açıklama maksad olarak gözetilen anlamı ifsad edici bir özelliktedir. Haber olsa olsa mahzuftur ve yüce Allah'ın: "Yolcuların" buyruğunda takdir edilmiş olup, takdiri de: Helak oldukları takdirde hüsrana uğramışlardır, şeklindedir.
"Alıkoyanların muzari bir fiil şeklinde gelmesi, onların alıkoyma işini devamlı yapıyor olmalarındandır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Bunlar iman edenlerdir, gönülleri Allah'ın zikri ile huzura kavuşanlardır" (er-Ra'd, 13/28)[65]
Burada şöyle buyurulmuş gibidir: Şüphesiz ki kâfir olanların özelliklerinden birisi de alıkoymalarıdır. Şayet "alıkoymak" fiili de mazi olarak kullanılmış olsaydı, bu dahi ifade bakımından uygun düşerdi. en-Nehhâs der ki: Benim Ebu İshak'tan yazdıklarıma göre o şöyle demiştir: Burada haberin -ki uygun açıklama da budur- "Biz ona pek acıklı azabı tattırırız" anlamındaki buyruk olması da mümkündür. Ebu Ca'fer (en-Nehhâs) der ki: Ancak bu bir yanlıştır. Çünkü ben uygun açıklama şeklinin bunun nasıl görülebildiğini bilmiyorum. Zira burada; in haberi olduğu belirtilen ifade cezm ile gelmiştir. Aynı şekilde bu, şartın da cevabıdır. Şayet haber olsaydı o takdirde şart cevapsız kalırdı. Bilhassa şart cümlesinde yer alan fiil de muzari bir fiil olduğundan dolayı mutlaka cevabının gelmesi de kaçınılmaz bir şeydir. [66]
"Mescid-i Haram'dan alıkoyanlar..." buyruğunda, kastedilenin bizatihi Mescidin kendisi olduğu söylenmiştir. Kur'ân'ın zahirinden anlaşılan da budur. Zira ondan başkası zikredilmiş değildir. Kastın Harem bölgesinin tamamı olduğu da söylenmiştir. Çünkü müşrikler Rasûlullah (sav)ı ve ashabını Hu-deybiye yıh Harem'İn İçerisine girmekten alıkoymuşlardır. O da Harem'in dışında konaklamak durumunda kalmıştı. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "...Sizleri Mescidi Haram'dan... alıkoyanlardır." (el-Feth, 48/25); "Kulunu geceleyin Mescid-i Haramdan... götüren (Allah) münezzehtir." (el-İsra, 17/1) Bu da doğru bir açıklama olmakla beraber, burada Harem bölgesinden maksat önemli olarak gözetilen yer bilhassa zikredilmiş bulunmaktadır. [67]
"İnsanlar için... kıldığımız" yani namaz, tavaf ve ibadet için tayin ettiğimiz.,. Bu da yüce Allah'ın: "Şüphesiz insanlar için ilk kurulan ev..." (Al-i İmran, 3/96) buyruğuna benzemektedir,
"Kendisinde hem yolcuları, hem de yerli olanları eşit kıldığımız..." buyruğumdaki "el âkif: Orada ikamet edip, oradan ayrılmayan", "el-Bâdi; Çölde yaşayıp ontarın bulundukları yere gelen kimseler" demektir. Buyruk şu anlama gelir: Onun saygınlığını (hürmetini) ta'zim edip, orada ibadetlerini ifa etmek bakımından etrafında bulunan ve ikamet eden kimseler ile sair bölgelerden gelen kimseler birbirine eşittirler. Mekke ahalisi bu hususta dışardan oraya gelenlere göre daha bir hak sahibi değildirler.
Şöyle de açıklanmıştır: Burada eşitlikten kasıt, Mesci t-i Haram'ın evleri ve konaklama yerleri ile ilgilidir. Orada ikamet eden kimselerin oraya dışarıdan gelenlere göre bir öncelikleri yoktur. Bu açıklama Mescid-i Haram'ın bütün Harem bölgesini kapsadığı görüşüne göredir. Mücahid ve Malik'in görüşü de budur. İbnu'i-Kasım bunu Maiik'ten rivayet etmiştir.
Ömer, İbn Abbas ve belli bir topluluktan rivayet edildiğine göre dışardan gelen kimsenin, bulduğu yerde konaklamak hakkı vardır. O yer ve ev sahibinin de ister ist&mez onu orada barındırması vazifesidir. Süfyan es-Sevrî ve başkası da bu görüştedir. Aynı şekilde İslâm'ın ilk dönemlerinde de durum böyleydi. (Harem bölgesi ahalisinin) evleri kapısızdı. Hırsızlık olayları çoğa-lmcaya kadar bu böyle devam etti. Adamın birisi evine bir kapı yaptırınca Ömer (r.a) bunu tepki ile karşılayarak: Allah'ın evini haccetmeye gelen bir kimsenin yüzüne kapı mı kapatacaksın? demiş. O adam da şu cevabL vermişti: Ben onların eşyalarını hırsızl-ğa karşı korumak istedim. Bunun üzerine Hz. Ömer ona ilişmedi. Oranın ahalisi de böylelikle evlerine kapılar yapmaya başladılar.
Yine Ömer b. el-Hattab (r.a)dan rivayet edildiğine göre o hac mevsiminde Mekke'deki evlerin kapılarının sökülmesini emrederdi, tâ ki oraya gelen dilediği yerde konaklayabilsin. Konaklamak için büyük çadırlar da evlerin bahçelerine kurulurdu. Malik'ten rivayet edildiğine göre etrafı çevrilmiş bahçe ve avlular mescid gibi değildir. Ora sahiplerinin böyle bir konaklamayı kabul etmemek ve kendi tasarrufları altında tutmak haklan vardır. Bugüne kadar uygulama da budur, ümmetin cumhurunun benimsediği görüş de bu şekildedir.
Bu husustaki görüş ayrılığının iki temel dayanağı vardır: Bunlardan birisine göre Mekke evleri oranın sahiplerinin mülkü müdür, yoksa insanların mıdır?
Bu görüş ayrılığının da iki nedeni vardır; Birincisine göre Mekke kılıç zoru ile fethedilmiş bir yer midir? O takdirde orası ganimet demektir. Ancak Peygamber (sav) orayı paylaştırmamış ve ora ahalisi ile onlardan sonra gelenlerin elinde bırakmıştır. Tıpkı Ömer (r.a)ın Sevâd (Irak) topraklarında uyguladığı ve onların esir alınmalarını, köle edinilmelerini -diğer kâfirler arasından istisna olarak- bağışlayarak, onları affettiği gibi affetmiştir. O bakımdan bu haliyle oralar satılmamak ve kiralanmamak üzere kalmıştır. Böyle bir yere öncelikle sahip olan kimse ise, başkalarına göre öncelik hakkına sahiptir. Malik, Ebu Hanife ve el-Evzaî de bu görüşü benimsemiştir,
Diğer bir görüşe göre -ki Şafiî'nin kabul ettiği görüş de budur- Peygamber (sav) Mekke'yi sulh yoluyla fethetmiştir. O bakımdan evleri ellerinde kalır ve onların mülkle rindedir. Burada diledikleri gibi tasarruf ederler. Ömer (r.a)dan rivayet edildiğine göre o Safvan b. Ümeyye'ntn evini dört bine satın almış ve orayı hapishane yapmıştır. Daha önceden el-Mâide Sûresi'nde muharipler (yol kesiciler) ite ilgili âyet-i kerimede (5/33-34) açıklandığı üzere, İslâm tarihinde hapiste ilk tutuklayan kimse odur.
Peygamber (sav)ın bîr itham dolayısıyla hapsettiği rivayet edilmiştir. Tavus ise Mekke'de hapsetmeyi mekruh görür ve şöyle derdi: Rahmet evinde bir azab evinin bulunmaması gerekir.
Derim ki: Doğrusu Malik'in söylediğidir. Bu hususta sabit olan haberlerin zahirleri Mekke'nin kılıç zoruyla fethedildîğine delalet etmektedir. Ebu Ubeyd der ki: Bildiğimiz kadarıyla hiçbir şehir Mekke'ye benzememektedir. Dârakutnî'nin kaydettiği rivayete göre Alkame b. Nadla şöyle demiştir: Ra-sûlullah (sav), Ebubekir ve Ömer (Allah ikisinden de razı olsun) vefat ettiler de Mekke'nin evleri ve konaklama yerleri sadece "es-Sevâib" (serbest kılınmış yerler) diye anılıyordu. İhtiyaç duyan orada konaklar, ihtiyacı olmayan da başkasının konaklamasına imkân verirdi. Bir diğer rivayette de "... ve Osman döneminde de" (fazlalığı vardır).[68]
Yine Alkanıe b, Nadla el-Kinânî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Mekke evleri Rasûhıllah (sav), Ebubekir ve Ömer (r. anhuma) dönemlerinde "es-Sevaib" diye adlandırılırdı. Bunlar satılmazlardı, ihtiyacı olan orada yerleşir, ihtiyacı olmayan da başkalarını yerleştirirdi.[69]
Yine Abdullah b. Amr'dan, onun da Peygamber (sav)dan rivayetine göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Muhakkak yüce Allah Mekke'yi haram bölge kılmıştır. Bundan dolayı oranın evlerinin satılmaları ve paralarının yenilmesi de haramdır. -Şöyle de buyurdu-: Kim Mekke evlerinin kiralarından bir şeyler yiyecek olursa, hiç şüphesiz ki o bir ateş yemiş olur." Dâ-rakutnî dedi ki: Bunu Ebu Hanife bu şekilde merfu olarak rivayet etmiş, ancak bu hususta yanılmıştır. Yine o "Ubeydullah b. Ebi Yezid" dîye ravinin adını verirken de yanılmaktadır, Çünkü bu kişinin asıl adı Ubeydullah b. Ebi 71-yad el-Kaddah'tır. Sahih olan da bu hadisin mevkuf olduğudur.[70]
Yine Dârakutnî, Abdullah b. Amr'dan senedini kaydederek şöyle dediğini nakletmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Mekke bir konaklama yeridir. Evleri, avluları satılmaz, evleri icara (kiraya) verilmez."[71]
Ebû Dâvûd'da ki rivayete göre de Âişe (r.anhâ) şöyle demiştir: Ey Allah'ın Rasûlü dedim. Ben sana Mina'da bir ev yahut seni güneşe karşı gölgelendirecek bir yapı yapayım mı? O şöyle buyurdu: "Hayır, orası oralara öncelikle gelenin konaklama yerleridir."[72]
Şafiî (r.a) da delil olarak yüce Allah'ın: "Onlar ki evlerinden, yurtlarından çıkartılmışlardır" (el-Hacc, 22/40) buyruğuna sarılmıştır. Burada görüldüğü gibi yüce Allah evleri onlara izafe etmektedir. Peygamber (sav) da Mekke'nin fethi gününde şöyle demiştir: "Kim evinin kapısını kapatırsa, o kimse emniyet altındadır. Ebu Süfyan'tn evine giren de emniyet altındadır."[73]
İnsanların çoğunluğu; "Eşit" kelimesini ref ile mübtedâ olarak okumuşlardır. "Yerli olanlar" kelimesi de onun haberidir. "Eşit" anlamındaki kelimenin mukaddem bir haber olduğu da söylenmiştir. Yani orada ikamet eden de, dışardan yolculuk ederek oraya gelen de orada eşittir. Bu açıklama Ebu Ali'nin açıklamasıdır, yani: Bizim kendisini insanlara bir kıble yahut ibadet olunacak yer kıldığımla mekânda, ikamet eden de, oraya yolculuk edip gelen de eşittir.
Hafs'ın, Âsım'dan kıraatine göre ise o, "Eşit" kelimesini nasb ile okumuştur. el-A'meş'in kıraati de budur. Bu da iki şekilde açıklanabilir: Birincisine göre "kıldığımız" anlamındaki fiilin ikinci bir mef ûlüdür. Bu durumda " Yerli olan" kelimesi, ("eşit" kelimesi) mastar olduğundan ötürü onunla merfû' olur. Böylelikle ism-i fail gibi amel etmiş demektir, çünkü ism-i fail; manasınadır.
İkinci açıklama şekline göre bu; "Kıldığımız" kelimesindeki zamirden hal olabilir.
Bir kesim de "eşit* anlamındaki lafzı nasb ile "yerli olan" anlamındaki kelimeyi de cer ile okumuşlardır. "Yolcu" kelimesini de "İnsanlar" anlamındaki kelimeye atf ile okumuşlardır. İfade de: Orada ikamet edeni ile, dışardan yolculuk edip geleni ile insanlara... kıldığımız... takdirindedir.
îbn Kesir "yolcu" anlamındaki "el-bâdı" kelimesini hem vakfederken, hem vaslederken "ya" ile okumuştur. Ebu Amr ise vakıf halinde "ya"siz, vasi halinde "ya" ile okumuştur, Nâfî ise hem vakıf, hem vasi halinde "ya"sız okumuştur.
İnsanlar bizzat Mescid-i Haram'da eşitlik hususunda icmâ' etmiş olmakla birlikte, Mekke'de eşitlik hususunda farklı görüşlere sahiptir ki biz bunu (az önce) söz konusu ettik. [74]
"Kim orada zulümle ilhâd'ı İsterse" buyruğu şarttır. Bunun cevabı: "Biz ona pek acıklı azabı tattırırız" buyruğudur. Sözlükte "ilhâd" meyletmek demektir. Ancak yüce Allah burada meylin zulüm ile olmasını zikrederek buna açıklık getirmiştir ki, maksat da budur. Zulmün ne olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Ali b. Ebi Talhafnın İbn Abbas'tan rivayetine göre "kim orada zulümle İlhad'ı isterse" buyruğunu, şirki isterse diye açıkladığını rivayet etmektedir. Atâ da şirk ve öldürme diye açıklamıştır. Anlamının, oranın güvercinlerini avlayıp, ağacını kesmek, ihramsız olarak oraya girmek olduğu da söylenmiştir.
İbn Ömer der ki: Biz kendi aramızda orada ilhâd'ın insanın, hayır vallahi, evet vallahi, asla vallahi demek olduğunu konuşurduk. Bundan dolayı İbn Ömer'in biri helâl bölgesinde (Harem'in dışında) diğeri de Harem bölgesinde olmak üzere iki tane çadırı olurdu. Namaz kılmak istediği takdirde Harem hudutları İçerisindeki çadırına girer, diğer bazı işlerini görmek istediği vakit Harem bölgesi dışındaki çadırına girerdi. Böylelikle Harem bölgesi içerisinde asla vallahi, evet vallahi demekten kendilerini korumuş oluyorlardı. Çünkü yüce Allah orada işlenen günahın pek büyük olduğunu belirtmiş bulunmaktadır.
Aynı şekilde Abdullah b. Arar b. el-Âs'ın da birisi Harem bölgesinin dışında "Hill'de", diğeri ise Harem bölgesi içerisinde iki tane çadırı vardı. Çoluk-çocuğuna sitem etmek istediği vakit onlarla Harem bölgesi dışında sitemle-şirdi, namaz kılmak istediği vakit de Harem bölgesinde namaz kılardı. Bu durumu hakkında ona soru sorulunca o şu cevabı vermişti; Gerçek şu ki biz kendi aramızda Harem bölgesinde: Asla vallahi, evet vallahi dememizin bir il-had olduğunu söyler dururduk. Masiyetler de tıpkı hasenatın katlandırıldı-ğı gibi Mekke'de katlandırılır. Dolayısıyla bir masiyet iki masiyet olur. Birisi bizatihi emre muhalefet şeklindeki masiyet, ikincisi ise haram olan beldenin hürmetini çiğnemekle işlenen masiyet. İşte haram aylar da aynen bu şekildedir. Buna dair açıklamalar da daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
Ebû Dâvûd'da yer alan bir rivayete göre Ya'lâ b. Ümeyye, Rasûlullah (sav)ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir; "Harem bölgesinde yiyecek ihtikâr etmek, orada bir ilhâddır."[75]
Bu, aynı zamanda Ömer b. el-Hattab'ın da görüşüdür. İfadenin umumi olduğunu kabul etmemiz halinde bütün bunlar da kapsama girer. [76]
Aralarında ed-Dahhâk ve İbn Zeyd'İn de bulunduğu bazı te'vil bilginlerinin kanaatine göre bu âyet-i kerime; Mekke'de işlemeyi niyet ettiği masiyetler sebebiyle -o masiyeti işlemeyecek olsa dahi- kişinin cezalandırılacağına delil teşkil etmektedir. Buna benzer bir görüş İbn Mes'ud ile İbn Ömer'den rivayet edilmiştir. Buna göre onlar şöyle demişlerdir: Şayet bir kimse bu Beyt'te bir adamı öldürmeyi içinden geçirecek olursa ve kendisi "Aden Ebyen" denilen yerde bulunsa dahi, şüphesiz Allah onu azaplandıracaktır.
Derim ki: Bu doğrudur, çünkü bu mana yüce Allah'ın: "Nûn. Kalem'e... andolsun Jfei"(el-Kalem, 68/1) buyruğunda -orada yüce Allah'ın izniyle açıklaması geleceği üzere- açıkça ifade edilmiş bir husustur. [77]
Yüce Allah'ın: "tlhâd'ı" buyruğundaki "be" fazladan gelmiştir, Nitekim yüce Allah'ın: "Yağ veren" (el-Mu'minûn, 23/20) buyruğunda da bu harf fazladan gelmiştir. Şairin şu beyitini de (nahivciler) böyle açıklamışlardır :
"Biz Ca'deoğullarıyız, el-Pelec denilen yerin sakinleri, Kılıçla darbe indirir ve kurtulmayı da ümid ederiz."
Burada şair -"be" harfi olmaksızın-: Kurtuluşu ümid ederiz, demek istemiştir.
el-A'şâ da şöyle demektedir:
"Bizim mızraklarımız çoluk-çocugumuzun rızkını teminat altına almıştır."
Burada da "rızık" kelimesinin başına "be" harfi fazladan gelmiş bulunmaktadır. Bîr başka şair de şöyle demiştir:
"Sana ulaşmadı mı -ki haberler yayılıp, durmaktadir-Ziyadoğullarının süt veren develerinin karşılaştıklarını."
Burada da; Karşılaştıkları" kelimesinde "be" harfi fazladan gelmiştir. Bu şekilde kullanım pek çoktur. el-Ferrâ da şöyle demektedir: Ben kendisine bir şeye dair soru sorduğum bedevi bir Arab'ın: Böyle olacağını ümid ederim" anlamında "be" harfi ziyadesi ile; O dediğini duydum.
Şair de şöyle demektedir:
"Bereketli bir vadi ki üst tarafı boya bitkisi (eş-şes) yetişir, Alt tarafında ise (ateş yakmakta kullanılan) raerh ile yine (çok güzel kırmızı gülleri olan) eş-şebehan yetişir."
Burada da "el-merh" kelimesinin başına "be" harfi fazladan gelmiştir. Bu el-Ahfeş'in de görüşüdür ve ona göre mana; "Her kim orada zulüm ile ilhâdı isterse..." şeklindedir.
Kûfeliler de şöyle demektedirler: Burada "be" harfinin gelmesi anlamın; "İthad etmek suretiyle" şeklinde olduğundan dolayıdır. "Be" harfi ise; (üt) ile kullanıldığı gibi, hazf de edilebilir.
İfade; Kim orada insanlara bir ilhadde (haksızlık meyli) isteğinde bulunursa, takdirinde de olabilir.
Buradaki ilhad ve zulüm küfürden, küçük günahlara kadar bütün masi-yetleri bir arada ifade eder, İşte mekânın hürmetinin büyüklüğü dolayısıyla yüce Allah orada kötülük yapma niyeti dolayısıyla dahi tehditte bulunmaktadır. Bir kötülük yapmayı niyet ettiği halde işlemeyen kimse bundan dolayı hesaba çekilmez, Mekke müstesna. İbn Mes'ud i!e Ashab-ı Kiram'dan bir topluluğun ve başkalarının kabul ettiği görüş budur, bunu da az önce zikretmiş idik. [78]
26. Hani Biz, İbrahim'e Beyt'in yerini tayin etmiş ve şöyle demiştik: "Bana hiçbir şeyi ortak koşma! Tavaf edenler, orada ikamet edenler, rükû' ve sucud edenler için Beyt'imi temizle!"
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [79]
"Hani Biz, İbrahime Beyt'in yerini tayin etmiş" buyruğu ibrahim'e Beyfin yerini tayin edişimizi hatırla demektir. "Ona tayin ettim," anlamında kullanılır. Nitekim; "Sana imkân verdim, imkân hazırladım," derken de böyledir. "İbrahim'e" anlamındaki buyruktaki "lam" harfi te'kid için bir sıladır. Yüce Allah'ın: "Hemen ardınızda..." (en-Neml, 21/72) buyruğunda olduğu gibi. Bu, el-Ferrâ'nın görüşüdür.
"Hani Biz, İbrahim'e Beyt'in yerini tayin etmiş" buyruğunun yeniden inşa etmek için, temellerini ona göstermiş idik, anlamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü tufan ve başka etkenler sebebiyle Ev yıkılmıştı, tbrahim (a.s)ın dönemi gelince yüce Allah orayı yeniden bina etmesini emretti. O da Beyt'in bulunduğu yere geldi ve onun izlerini tesbit etmeye koyuldu. Yüce Allah'ın gönderdiği bir rüzgar Âdem (a.s)ın kurduğu temelleri açığa çıkardı, o da Beyt'i o temeller üzerinde -daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/127. âyetin cefsi rinde) belirtildiği gibi- bina etti.
"Tayin etmiştik" buyruğunun Kıldık" fiili gibi "lam" ile te-addi (geçiş) yapan bir fiil konumunda olduğu söylenmiştir. Yani Biz Beyt'in yerini İbrahim'e tayin edilen bir yer kıldık. Şair de şöyle demektedir:
"Benim nice şanlı kardeşim vardır ki,
Kendi ellerimle ben onu lahde yerleştirmişimdir." [80]
"Bana hiçbir şeyi ortak koşma, demiştik" ifadesi cumhurun görüşüne göre İbrahim (a.s)a bir hitaptır. İkrime bunu; "Bana ortak koşmasın diye..." şeklinde "ya" harfi ile ona söylenen sözün anlamının aktarılması suretinde okumuştur. Ebu Hatim: Bu kıraate göre Ortak koşmaması için" anlamında olmak üzere "kef" harfinin nasb ile okunması kaçınılmaz bir şeydir, der.
Ayrıca; ( af )nin şeddeli olanından hafifletilmiş olduğu söylendiği gibi, mü-fessire (açıklayıcı) olduğu da, zaide (fazladan geldiği) de söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Müjdeci gelince" (Yusuf, 12/96) buyruğunda olduğu gibi.
Âyet-i kerîmede Beyt'in etrafında yerleşmiş bulunanlar arasından şirk koşanlar da yerilmektedirler. Yani sizin atanız İbrahim'e, ondan sonra gelenlere ve sizlere bu şekilde hareket etmek bir şarttı. Siz bu şartı yerine getirmediniz, aksine şirk koştunuz.
Bir başka kesim de yüce Allah'ın: "Bana hiçbir şeyi ortak koşma" buyruğundan itibaren hitab Muhammed (sav)adır. O Beytullah'ı temizlemek ve hac için insanları çağırmakla da emrolunmuştur, Ancak cumhur bu emirlerin İbrahim (a.s)a verildiği kanaatindedir, daha sahih olan görüş de budur.
Küfür, bid'at, bütün pisliklerden ve kan davalarından Beytultah'ın temizlenme emri umumidir.
Bir görüşe göre bu temizleme emri ile putlardan temizlenmesi kastedilmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şu halde pisliğin tâ kendisi olan puflardan uzak durun." (el-Hacc, 22/30) Çünkü Curhumlular İle Amalikahların Beytullah'ın bulunduğu yerde ve etrafında -İbrahim (a.s) onu bina etmeden önce- putları bulunmakta idi.
Şöyle de açıklanmıştır: Buyruğun anlamı benim evimi orada bir puta ibadet edilmesi gibi bir pislikten uzak tut. Bu, orada tevhidin açıkça ortaya konulmasına dair bir emirdir. Mescid-i Haram'in ve diğer mescidlerin bu gi~ bi pisliklerden tenzih edilmesi ile ilgili olarak ilim adamlarının görüşlerine dair yeterli açıklamalar daha önceden et-Tevbe Sûresi'nde (9/28. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır,
"Orada ikamet edenler" orada ayakta duranlar demek olup, namaz kılanlar kastedilmektedir. Şanı yüce Allah, burada namazın rükünlerinden en büyük olanlarını söz konusu etmiştir ki, bu da kıyam, rükû ve sücuddur. [81]
27. "Ve insanlar arasında haccı ilân et. Hem yayan, hem de her uzak yoldan gelecek zayıf develer üstünde sana gelsinler,"
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız; [82]
Yüce Allah; "Ve insanlar arasında haccı İlan et" buyruğunda yer alan "İlan et" anlamındaki kelimeyi büyük çoğunluk "zel" harfini şeddeli olarak; diye okumuşlardır. el-Hasen b. Ebi'l-Hasen ile İbn Muhaysın ise "zel" harfini şeddesiz, "elifi de med ile; diye okumuşlardır.
İbn Atiyye der ki: İbn. Cinnî bu okuyuşun tashif olduğunu (yanlış yazıldığını) söylemiştir. O, onların bunu mazi bir fiil olarak; "İlan etti" diye okuduklannı da nakletmekte ve buna binaen bu kelimeyi; "Tayin etmiş...tik" kelimesine atf diye i'rabım yapmıştır,
Ezan, bildirmek demektir. Buna dair açıklamalar daha önce et-Tevbe Sûresi'nde (9/3. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. [83]
İbrahim (a.s), Beyt'i İnşa etme İşini bitirdikten ve ona: "İnsanlar arasında haccı İlan et" emri verildikten sonra, Rabbim benim sesim nereye kadar ulaşır ki deyince, yüce Altah şöyle buyurdu: Sen ilan et, ulaştırmak bana ait.
Bunun üzerine yüce Allah'ın Halil'i İbrahim, Ebu Kubeys tepesine çıkarak, "ey insanlar" diye seslendi. "Allah size karşılığında cenneti verip mükâfatlandırmak, ateş azabından da sizi korumak İçin bu Beyt'i haccetmenizi emretmektedir. Si2 de haccediniz." Erkeklerin sulblerinde ve kadınların rahimlerinde bulunan herkes ona: Lebbeyk, Allahumme lebbeyk diye cevap verdi. İşte o gün bu çağrıya icabet eden kimseler, icabet ettiği kadarıyla hacceder. Bir defa icabet ettiyse bir defa, iki defa icabet etmişse iki defa hacceder. Tel-biye de bu şekilde cerayan edegeldi. Bu açıklamayı İbn Abbas ve İbn Cubeyr yapmıştır.
Ebu't-Tufeyl'den şöyle dediği rivayet olunmaktadır: İbn Abbas bana dedi ki: Telbiye getirmenin esasının ne olduğunu biliyor musun? Ben: Hayır, dedim. Bunun üzerine dedi ki: İbrahim (a.s)a insanlar arasında haccı ilan etmesi emredilince, dağlar başlarını eğdi, yerleşik beldeler onun için yukarılara kaldırıldı. O da insanlar arasında seslendi ve herşey ona: Lebbeyk Allahumme lebbeyk, diye cevap verdi.
Bir diğer görüşe göre İbrahim (a.s)a yapılan hitab yüce Allah'ın; "Ve sü-cud edenler için Beyt'lmi temizle" buyruğu İle sona ermektedir. Daha sonra yüce Allah, Muhammed (sav)a hitab ederek: "Ve insanlar arasında haccı ilan et" diye buyurmaktadır. Yani onlara haccetmekle yükümlü olduklarını bildir,
Üçüncü bir görüşe göre yüce Allah'ın: "Bana hiçbir şeyi ortak koşma" buyruğundan itibaren Peygamber (sav)a hitab edilmektedir. Nazar ehlinin kabul ettiği görüş budur, çünkü Kur'ân Peygamber (sav)a indirilmiştir. Ondaki bütün hitablar böyle olmadığına dair kat'î bir delil bulunmadığı sürece yalnızca ona yöneliktir. İşte burada bir diğer delil daha buradaki hitabın Peygamber (sav)a yönelik olduğunu göstermektedir. Bu da muhatab kipi ile: "Bana hiçbir şeyi ortak koşma" hitabıdır. Bu ise tanık olan kimseye bir hitaptır. İbrahim (a.s) ise gaibtir. Buna göre buyrukların anlamı şöyle olur: Hatırla ki Biz, İbrahim'e Beyt'in yerini tayin edip göstermiş, sana da yüce Allah'ın tevhidine ve İbrahim'in de yalnızca Allah'a ibadet ettiğine dair delilleri göstermiş bulunuyoruz.
Büyük çoğunluk "Haccı" kelimesini "ha" harfini fethalı olarak okumuştur. İbn Ebi İshak ise bu kelimeyi Kur'ân-ı Kerîm'de geçtiği her yerde aynı harfi esreîi olarak okumuştur.
Bir görüşe göre İbrahim (a.s)a yapılan nida, ona emredilmiş bulunan dinin şer'î hükümleri arasındadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [84]
"Hem yayan, hem de her uzak yoldan gelecek zayıf develer üstünde sana gelsinler" buyruğu ile yüce Allah insanların kimi yayan, kimi binekli olarak Beyt'i hac etmek çağrısını kabul edecekleri va'dinde bulunmaktadır. Gelecekler Ka'be'ye gelecek olmakla birlikte, yüce Allah'ın "sana gelsinler" diye buyurması nida edenin İbrahim (a.s) oluşundan dolayıdır. Buna göre haccetmek maksadıyla Ka'be'ye giden bir kimse İbrahim (a.s)a gitmiş gibidir, çünkü bununla onun nidasını kabul etmiş, çağrısına icabet etmiş olmaktadır. Bu ifade ile İbrahim (a.s)ın şanı ve şerefi yüceltilmektedir.
îbn Atiyye der ki: "Yayan(lar)" kelimesi, çoğuludur. Tacir, tacirler" ile "Arkadaş, arkadaşlar" kelimeleri gibi.
Bir diğer görüşe göre "Yayalar" kelimesi (ıp-j)in çoğuludur. Bu da; in çoğuludur. Tıpkı ile kelimeleri gibi. Bunun çoğulu olarak "cim" harfi şeddeli: de denilebilir in çoğulunun, şeklinde gelmesi gibi.
îbn Ebi İshak ve İkrime "yayan" kelimesini; şeklinde "re" harfi ötreli ve "cim" harfini de şeddesiz olarak okumuştur. Bu kip ise çoğul şekillerinde az kullanılır. Bu kıraat Mücahid'den de rivayet edilmiştir. Yine Mü-cahid'in "fuâlâ" vezninde; diye okuduğu rivayet edilmiştir. "Tembeller" kelimesi gibi.
en-Nehhâs der ki: "Yayan" kelimesinin beş türlü çoğulu yapılabilir. "Rükkâb" gibi "rüccâl" şeklinde. İkrime'den rivayet edilen budur. "Kıyam" gibi "rical" şeklinde, bir de "reci" ve "reccâle" diye. Mücahid'den rivayet olunan "rücâl" kıraati ise bilinen bir çoğul şekli değildir. Ancak uygun olan bu kelimenin tenvinsiz olarak "küsâlâ" ve "sükârâ" gibi tenvinsiz olarak yapılmasıdır. Eğer tenvinli olursa, bunun vezni "fuâl" olur ki bu çoğulda az kullanılan bir vezindir.
Âyet-İ kerîmede yayan geleceklerin binekli olarak geleceklerden önce söz konusu edilmesi, yürümek suretiyle onların daha çok yorulduklarından dolayıdır.
"Her zayıf develer üstünde... gelsinler" diye buyurui-masının sebebi "Zayıf deve" kelimesinin çoğul anlamını ihtiva etmesinden dolayıdır. el-Ferrâ der ki: Burada fiilin çoğul değil de lafza uygun tekil olarak şeklinde gelmesi de mümkündür.
Zayıf deve" ise yolda oldukça yorgun düşmüş ve zayıflamış deve dernektir. Fiili: Zayıfladı, zayıflar, zayıflamak" şeklinde gelir.
Şanı yüce Allah burada develeri Mekke'ye ulaşacakları vakitteki son halleriyle nitelendirmektedir. Ayrıca zayıflayışlarının sebebini de zikredip: "Her uzak yoldan gelecek..." diye buyurmaktadır. Yani bu develeri yapılan uzun yolculuklar etkilemiş olacaktır. Zamirin develere İrca edilmesi ise, sahipleriyle birlikte hac maksadı ile gidişlerinden ötürü onlara bir üstünlük vermek kastıyladır. Nitekim yüce Allah cihada giden atlar hakkında Allah yolunda koştuklarında onlara bir ikram oirnak üzere: "Andolsun (mücahidlerin) harıl harıl koşan atlarına" (ei-Âdiyât, 100/1) diye buyurmaktadır. [85]
Kimisi şöyle demiştir. Yüce Allah'ın burada: "( S)Wj ): Yayan olarak" diye buyurması (bu kelime aynı zamanda erkekler anlamında da kullanılabilir) çoğunlukla hacca gidenlerin kadınlar değil, erkekler oluşundandır. Bu görüşe göre buradaki bu kelime: Bu bir racul'dür (adamdır) demekten gelmiş kabul edilmektedir, ancak bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü daha sonra yüce Allah binicileri kastederek: "Hem de her uzak yoldan gelecek zayıf develer üstünde" diye buyurmaktadır. Bunun kapsamına ise erkekler ve kadınlar dahildir.
Yüce Allah: "Yayan" diye buyurup önce onları söz konusu etmesi yayan haccetmenin binekli olarak haccetmekten faziletli olduğuna delildir. İbn Ab-bas der ki: Yapamadığım hiçbir şeye üzülmedim, sadece yürüyerek haccet-memiş olduğuma üzülüyorum. Çünkü ben yüce Allah'ın: "Hem yayan... sana gelsinler" diye buyurduğunu işitmiş bulunuyorum.
İbn Ebİ Necîh de der ki: İbrahim ve İsmail -ikisine de selâm olsun- yürüyerek haccettiler.
İbn Mes'ud'un arkadaşları; şeklinde ("ya" harfi yerine, "vav" ile) okumuşlardır. Bu aynı zamanda İbn Ebi Able ve ed-Dahhak'ın kıraatidir. O takdirde zamir insanlara ait olur. (Diğer okuyuşa göre ise zamir zayıf develere aittir). [86]
Hac yolculuğunda binmenin de, yürümenin de caiz oluşunda görüş ayrılığı yoktur. Ancak bunların hangisinin daha faziletli olduğu hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı vardır. Malik, Şafiî ve başkaları binmenin daha faziletli olduğu kanaatindedir. Böylelikle Peygamber (sav)a uyulmuş olur ve daha çok para harcanmış, haccın şeâiri de binmek için gerekli hazırlıklar yapılmak suretiyle, daha bir ta'zim edilmiş olur.
Başkalarının kanaatine göre ise nefse verdiği meşakkat dolayısıyla yürümek daha faziletlidir. Ayrıca Ebu Said'in rivayet ettiği hadis de bunu gerektirmektedir. O şöyle demektedir: Peygamber (sav) ve ashabı Medine'den, Mekke'ye yürüyerek haccettiler. Peygamber de: "Kuşaklarınızı, izarlarınıza (örtü şeklindeki elbiselerinize) bağlayınız." diye buyurdu ve bazen koşarcasına, bazen de normal yürüdü. Bu hadisi İbn Mace, Sünen'inde rivayet etmiştir[87] Bütün hac ibadetlerinde binek üzerinde olmanın, -Peygamber (sav)a uymak bu yolla gerçekleşeceğinden dolayı- daha fazîfetli oluşunda Malik'e göre (gelen rivayetlerde) görüş ayrılığı yoktur. [88]
Bazı ilim adamları bu âyet-i kerîmede denizin söz konusu edilmemesinin deniz yoluyla haccetme farzının sakıt olduğuna deli! göstermişlerdir. Malik "el-Mewâziyye"de şöyle demektedir: Ben denizden söz edildiğini duymadım.
Ancak bu sadece işaret yoluyla bir kavrayıştır, yoksa denizin söz konusu edilmemesi denizde yolculuk yapmak durumunda olanlardan bu farzın sakıt olması manasına gelmez. Çünkü Mekke deniz kıyısında değildir kî, insanlar oraya gemilerle gelsinler. Denizde yolculuk yapan kimsenin de Mekke'ye kıyıdan itibaren ya piyade, yahut ta deve üzerinde yolculuk yapması kaçınılmaz bir şeydir. Âyet-i kerîmede sadece Mekke'ye ulaşılabilecek iki hal söz konusu edilmiştir.
Yalnızca deniz zikredilmedi diye hac farzını iskat etmek pek kabul edilebilecek ve güçlü bir delil değildir. Ancak bununla beraber düşman, korku yahut büyük bir dehşet ya da kişinin maruz kalabileceği bir hastalık bulunması halinde Malik, Şafiî ve ilim adamlarının cumhuru bu özürler sebebiyle haccın vücubunun düşeceğini kabul etmektedirler. Böyle bir yolculuk ise güç yetirîlebilecek bir yolculuk değildir.
İbn Atiyye der ki: "el-İstihzâr" müellifi bu anlamda bir takım sözler nakletmektedir ki, bunların zahirinden anlaşıldığına göre bu özürlerden hiçbirisi dolayısıyla hac farizası sakıt olmaz. Ancak bu zayıf bir görüştür.
Derim ki: Hatta bu zayıftan da zayıftır. Nitekim buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/164. âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
"el-Fecc: geniş yol" demektir. Bunun çoğulu da; şeklinde gelir. Nitekim daha önce el-Enbjyâ Sûresi'nde (21/30-33- âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"el-Amîk: Uzak" anlamındadır.
Büyük çoğunluk:"Gelsinler* diye okumuşlardır. Abdullah (b. Mes'ud'un) arkadaşları ise; (0^) diye okumuşlardır. Bu şekildeki okuyuşa göre zamir binicilere aittir. Öbür okuyuşa göre ise zamir develere raci'dir: Gelecek olan zayıf ve güçsüz develer üzerinde... denilmiş gibidir.
"Her uzak yoldan" buyruğundaki; kelimesi uzak demektir, "Dibi uzak (derin) kuyu" tabiri de buradan gelmektedir. Şu mısra-da da bu kelime bu manadadır:
"Derinlikleri çok derin, geçilen yolu da çok tenhadır." [89]
Beytullah'a ulaşan kimsenin, Beytullah'ı görünce ellerini kaldırıp kaldırmayacağı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Ebu Davud'un kaydettiği rivayete göre Cabir b. Abdullah'a Beytullah'ı görüp de ellerini kaldıran kişinin durumu hakkında soru sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: Ben bu işi yahudilerden başka yapan hiçbir kimseyi görmemiştim. Biz Rasûlullah (sav) ile birlikte haccettik ve böyle bir şey yapmazdık[90]
İbn Abbas (r.a) da, Peygamber (sav)dan şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir; "Eller yedi yerde kaldırılır: Namaza başlarken, Beytullah'a yönetirken, Safa'ya-Merve'ye yönelirken, vakfe yapılan iki yerde (Arafat ve Meg'ar-i Ha-ram'da) ve iki cemrede."[91]
es-Sevrî, Îbnu'l-Mübarek, Ahmed ve İshak, İbn Abbas'ın bu hadisi doğrultusunda görüş belirtmişler ve Cabir'in rivayet ettiği hadisi zayıf kabul etmişlerdir. Çünkü Muhacir el-Mekki isimli ravi meçhul bir ravidir. İbn Ömer de Beytullah'ı gördüğünde ellerini kaldırırdı. İbn Abbas'tan da bunun gibi bir rivayet nakledilmiştir. [92]
28. "Tâ ki kendileri için menfaatlere tanık olsunlar. Belirli günlerde Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurban edilen hayvanlar üzerine Allah'ın adını ansınlar. Artık onlardan yeyin ve eli dar olan fakire de yedilin."
29. "Sonra kirlerini gidcrsinler, adaklarını yerine getirsinler ve Beyt-i Atİk'i tavaf etsinler."
Bu buyruklara dair açıklamalarımızı yirmi üç başlık halinde sunacağız: [93]
" ... Tanık olsunlar." Yani tanık olsunlar diye sen haccı ilan et, onlar da sana yayan ve binekli olarak gelsinler.
"Tanık olsunlar" hazır bulunsunlar demektir. Çünkü tanık olmak (şuhûd) hazır bulunmak demektir.
"Kendileri İçin menfaatlere* yani Arafat ve Meş'ar-i Haram gibi hac menasiklerinde bulunsunlar. Mağfiret diye de açıklandığı gibi, ticaret diye de açıklanmıştır. Genel kapsamlı olduğu da söylenmiştir, yani kendileri için faydalı olacak şeylere tanık olsunlar, hazır bulunsunlar. Yani dünya ve âhiret ile ilgili işlerden Allah'ı razı edecek işler yapsınlar. Bu açıklamayı da Müca-hid ve Atâ yapmış, İbnu'l-Arabî de tercih etmiştir. Çünkü bu açıklama hac ibadetleri, ticaret, mağfiret, dünya ve âhiret menfaatlerini kapsayan bir açıklamadır. Yüce Allah'ın: "(Hac aylarında) Rabbinizden bir lütuf istemenizde size bir günah yoktur" (el-Bakara, 2/198) buyruğunda ticaretin kastedildiğinde görüş ayrılığı yoktur. [94]
"Belirli günlerde Allah'ın... adını ansınlar." Daha önce "bilinen günler" ile "sayılı günler"e dair açıklamalar el-Bakara Sûresi'nde (2/203. âyet, 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.
Yüce Allah'ın adının anılmasından kasıt ise, davarların ve develerin kesilip boğazlanması esnasında besmele çekmektir. "Bismillahi vellahu ekber, Allahumme minke ve leke: Allah'ın adı ile, Allah en büyüktür, Allah'ını, bu Sendendir, Senin içindir" demek gibi. Ya da kesim esnasında: "Şüphesiz benim namazım, kurban kesmem,.." (el-En'âm, 6/162) âyetini okumak gibi.
Kâfirler putlarının adını anarak keserlerdi. Şanı yüce Rabbimiz Allah'ın adını anarak kesmek gerektiğini açıklamış olmaktadır. Buna dair açıklamalar da daha önceden el-En'âm Sûresi'nde (6/118-121. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [95]
İlim adamları kurban bayramı birinci günü (yevmu'n-nahr) kurban kesme vakti hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Malik (r.a) imamın (halifenin ve onun namaz kıldırmak için tayin ettiği kimsenin) namaz kılıp kurbanını kesmesinden sonradır, der. Ancak haddi aşacak kadar bir gecikmede bulunursa, o takdirde ona uyma gereği de sakıt olur.
Ebu Hanİfe, kurban kesmeyi değil de sadece namazı bitirmeyi göz önünde bulundurmuştur.
Şafiî, namaz vaktinin girip iki hutbe irad edilecek kadar bir süre geçmesini göz önünde bulundurmuştur. Buna göre, namazı değil de vakti nazar-ı itibara almaktadır. el-Müzent'nin ondan yaptığı rivayet bu şekildedir, et-Ta-berî'nin görüşü de budur,
er-Rabî'İn el-Buveytî'den naklettiğine göre Şafiî şöyle demiştir: İmam kurbanını kesmedikçe -kurban kesmesi gerekmeyenlerden olması müstesnâ-hiç kimse kurbanını kesmez. İmam namazını kılıp hutbeyi bitirdikten sonra da kurban kesmek helâl olur. Bu, Maİik'in görüşüne benzemektedir.
Ahmed der ki: İmam namazını bitirdi mi, sen de kurbanını kesebilirsin. Bu, İbrahim'in de görüşüdür.
Bu görüşlerin en sahih olanı, Malik'in görüşüdür. Çünkü Câbir b, Abdullah rivayet ettiği hadiste şöyle demektedir: Rasûlullah (sav) kurban günü bize Medine'de namaz kıldırdı. Bir takım kimseler acele edip kurbanlarını kestiler. Çünkü Peygamber (sav)ın kesmiş olduğunu zannettiler. Peygamber (sav) kesmiş olanlara tekrar yeni bir başka kurban kesmelerini emretti ve Peygamber (sav) kesmedikçe, kesmemelerini söyledi. Bu hadisi Müslim ve Tirmizî rivayet etmiş olup[96] Tirmizî: Bu hususta Cabir'den, Cundub'dan, Enes'ten, Uveymir b. Eşkar'dan, İbn Ömer'den ve Ebu Zeyd el-Ensarî'den de rivayetler gelmiştir, bu da hasen bir hadistir. İlim ehli de buna göre uygulama yapmaktadırlar. Şehirde bulunan bir kimse imam kesmedikçe, kurbanını kesme-melidir.
Ebu Hanife de el-Berâ'nm rivayet ettiği hadisi delil göstermektedir. O hadiste şöyle denilmektedir: "Kim namazdan sonra kurbanını keserse, artık önün kurban kesmesi tamam demektir ve müslümanların sünnetini de isabet ettirmiştir." Bu hadisi de Müslim rivayet etmiştir.[97]
Görüldüğü gibi burada kurban kesme sadece namaza bağlı olarak zikredilmiş ve imamın kurban kesmesi söz konusu edilmemiştir. Cabir'in rivayet ettiği hadis ise bunu kayıtlamaktadır. Aynı şekilde yine el-Berâ yoluyla gelen hadis de böyledir. Buna (bu hadisin başka rivayetlerine) göre Rasûlul-lah (sav) şöyle buyurmuştur; "Bizim bugünde yapacağımız ilk iş önce namaz kılmak, sonra dönüp kurban kesmektir. Kim böyle yaparsa bizim sünnetimizi de isabet ettirmiş olur."[98]
Ebu Ömer b. Abdi'1-Berr de şöyle demektedir; İlim adamları arasında şehir halkından (yani bayram namazı kılınan bir yerde yaşayanlardan) olup da namazdan önce kurbanını kesen bir kimsenin kurban kesmemiş olacağında bir görüş ayrılığı bulunduğunu bilmiyorum. Çünkü Peygamber (sav): "Namazdan önce kim kurban keserse, o kestiği (kurban değil) et için kesilmiş bir koyun olur”[99]
Çölde yaşayanlarla, imamları olmayanlara gelince Malik'in mezhebindeki meşhur görüşe göre imamın yahut da kendi bölgesine yakın imamın kurban kesim vaktini tesbit etmeye çalışır.
Rabia ile Atâ, imamı olmayan kimseler hakkında şöyle demişlerdir; Şayet güneş doğmadan Önce kurbanım keserse, yerini bulmaz. Güneş doğduktan sonra keserse, yerini bulur, Re'y sahipleri ise tan yerinin ağırmasından sonra yeterli olur demişlerdir. İbnul-Mubarek'in görüşü de budur, Tirmizî bu görüşü ondan nakletmektedir. Bunlar yüce Allah'ın: "Belirli günlerde Allah'ın kendilerine rızik olarak verdiği kurban edilen hayvanlar üzerine Allah'ın adını ansınlar" buyruğunu delil göstermişlerdir. Burada görüldüğü gibi yüce Allah, kurban kesmeyi güne izafe etmiştir. Günün tan yerinden mi, yoksa güneşin doğuşundan itibaren mi başladığı hususunda da iki görüş vardır.
Kurban bayramı birinci günü can yeri ağırımdan önce kurban kesmenin yerini bulmayacağı hususunda görüş ayrılığı yoktur. [100]
Kurban kesme günlerinin kaç gün olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. Malik, kurban bayramı birinci günü ve ondan sonraki iki gün olmak üzere üç gündür, demiştir. Ebu Hanife, es-Sevrî ve Ahmed b. Hanbel de bu görüştedirler. Aynı zamanda bu Ebu Hureyre ve Enes b. Malik'ten de -onlardan farklı bir rivayet söz konusu olmaksızın- nakledilmiştir.
Şafiî, kurban bayramı birinci günü ve ondan sonraki üç gün olmak üzere dört gündür, demiştir. e!-Evzaî de bu görüştedir. Bu görüş Ali (r.a), İbn Abbas ve İbn Ömer (r.anhum)dan da rivayet edilmiştir. Yine onlardan Malik ve Ahmed'in görüşlerinin aynısı da rivayet edilmiştir.
Kurban günlerinin özel olarak kurban bayramının birinci günü yani zül-hicce'nin onuncu günü olduğu da söylenmiştir. Bu görüş İbn Şîrîn'den de rivayet edilmiştir.
Said b. Cübeyr ile Câbir b. Zeyd'den şöyle dedikleri nakledilmektedir: Şehirlerde kurban kesme günü bir gündür. Minâ'da ise üç gündür.
Hasan-! Basrî'den bu hususta üç rivayet gelmiştir. Birisi Malik'in görüşü gibi, ikincisi Şafiî'nin görüşü gibidir. Üçüncüsü ise zülhicce'nin son gününe kadar devam eder. Muharrem ayının hilali görülmekle birlikte artık kurban kesmek söz konusu olmaz.
Derim ki: Bu, aynı zamanda Süleyman b. Yesâr ve Ebu Seleme b. Abdu'r-Rahman'ın da görüşüdür. Bunlar Dârakutnî'nin, Sünen'inde kaydettiği mür-sel ve merfu bir hadis olarak: "Kurban kesmeler zülhicce ayı(nın sonundaki muharrem) hilâline kadardır"[101] şeklinde bir hadis rivayet etmişlerse de bu hadis sahih değildir. Bizim delilimiz ise yüce Allah'ın: "Belirli günlerde" buyruğudur ki, bu cem-i kıllet (azlık bildiren çoğuDdır. Bundan kat'î olarak bilinen sayı ise üçtür. Üçten sonrasının bu çoğula girip girmediği kat'î olarak bilinmemektedir. O bakımdan ondan sonrası ile amel edilmez.
Ebu Ömer b. Abdi'1-Berr der ki: İlim adamları yevmu'n-nahr'ın kurban kesme günü olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Yine zülhicce ayının bitiminden sonra kurban kesmenin söz konusu olmayacağını da icma ile kabul etmişlerdir. Bana göre bu hususta sadece İki görüş sahihtir. Bunlardan birincisi Malik ile Kûfelilerin görüşüdür, diğeri ise Şafiî Üe Şamlıların görüşüdür. Bu iki görüş Ashab-i Kiram'dan rivayet edilmiştir. O halde bunlara muhalif olan görüşlerle uğraşmanın bir anlamı yoktur, çünkü bunlara muhalif olan görüşlerin ne sünnette, ne de Ashab-ı Kiram'ın sözlerinde herhangi bir asli dayanağı bulunamaz. Bu iki görüşün dışında görüş belirtenler, görüşleriyle başbaşa bırakılırlar.
Katade'den altıncı bir görüş daha rivayet edilmiştir ki buna göre kurban yevmu'n-nahr (kurbanın birinci günü) ile ondan sonraki altı gündür. Bu da aynı şekilde Ashab-ı Kiram'ın görüşleri dışında kalmaktadır ve bunun da bir anlamı yoktur, [102]
Kurban kesme günlerinin gecelerinin, kurban kesme günlerine dahil olup olmadığı ve bu gecelerde kurban kesmenin caiz olup olmadığı hususunda farklı görüşler vardır. Malikten rivayet olunan meşhur görüşüne göre geceler dahil değildir ve geceleyin kurban kesmek caiz olmaz. Ashabın cumhuru ile re'y sahiplerinin çoğunluğu bu görüştedir. Çünkü yüce Allah: "Belirli günlerde Allah'ın... adını ansınlar" buyruğu bunu gerektirmektedir. Burada görüldüğü gibi "el-eyyâm: Günler"i söz konusu ermektedir. Günlerin söz konusu edilmesi, geceleyin kurban kesmenin caiz olmadığına delildir.
Ebu Hanife, Şafiî, Ahmed, İshak ve Ebu Sevr ise şöyle demektedirler: Geceler de günlere dahildir ve geceleyin de kurban kesmek yerini bulur. Ma-tik ve Eşheb'den de buna yakın bir görüş rivayet edilmiştir. Eşheb'in görüşüne göre ise hedy (hediye kurbanı) ile udhiye (kurban) arasında fark gözetilir. Hediye kurbanının geceleyin kesilmesini caiz kabul etmiş, udhiye'nin geceleyin kesilmesini caiz kabul etmemiştir. [103]
Yüce Allah'ın: "Kendilerine rızık olarak verdiği" ve kurban olarak kestikleri "kurban edilen hayvanlar üaserine Allah'ın adını ansınlar" buyruğunda sözü edilen hayvanlar (el-en'âm), kurban olarak kesilen deve, inek ve koyun türleridir. "Kurban edilen hayvanlar" bizzat hayvanlar (demek olan: el-en'âm) demektir. Bu da bir kimsenin "birinci namaz" "cami' mes-cid" demesine (yani bir şeyin bizzat kendisine izafe edilmesine) benzer. [104]
"Artık onlardan yeyin" buyruğundaki emrin anlamı, cumhura göre men-dubluk ifade etmesidir. Kurban kesen bir kimsenin hediye ya da udhiye kurbanı olsun, ondan yemesi ve çoğunluğunu da tasadduk etmesi müstehabtır. Bununla birlikte ilim adamları tamamını sadaka olarak vermeyi de tamamını yemeyi de caiz görmüşlerdir.
Bir kesim istisnaî olarak yemeyi ve yedirmeyi âyet-i kerîmenin zahiri dolayısıyla, bir de Peygamber (sav)ın: "Yiyin, saklayın ve tasadduk edin."[105] buyruğu dolayısıyla vacib kabul etmişlerdir.
el-Kiyâ (et-Taberî) der ki: Yüce Allah'ın: "Artık onlardan yeyin... veye-dirin" buyruğu tamamını satmanın yahut tâ tamanını tasadduk etmenin caiz olmadığına delil teşkil etmektedir. [106]
Keffaret maksadı ile kesilen kurbanlardan kurban sahipleri yiyemezler. Malik (r.a)ın meşhur olan görüşü kurban sahibi üç kurbandan yiyemez: (İhram-h iken) avlandığı hayvana ceza olarak kestiği kurban, yoksulların adak kurbanları ve eziyet (başındaki rahatsızlık) dolayısı ile (başını traş ettiği için) kestiği fidye kurbanı. Bunun dışında kestiği kurbanlar, kurban kesme yerine ulaşması şartıyla ister vacib, ister nafile olsun yiyebilir. Bu hususta gerek seleften, gerek değişik bölgelerdeki fukahadan bir topluluk Mâlik'in görüşüne uygun kanaat belirtmişlerdir. [107]
Kurban kesen şahıs şayet kendisi için yemesi yasak olan kurbandan yiyecek olursa, acaba yediği miktarının tazminatını mı öder, yoksa kendisinden bir miktar yediği hediye kurbanının tamamını mı öder? Bu hususta mezhebimizde İki görüş vardır. İbnu'l-Macişun birinci görüşü benimsemiştir. İbnu'l-Arabî de: Hak olan görüş budur ve kurban sahibine bunun dışında bir mükellefiyet de düşmez, demektedir. Aynı şekilde bir kimse yoksullar için bir kurban hediye etmeyi adayacak olur da kurban mahalline ulaştıktan sonra ondan yiyecek olursa -"eI-Müdevvene"deki ifadenin aksine- sadece yediği kadarının tazminatını öder. Çünkü kurban kesme işi (nahr) gerçekleşmiş bulunmaktadır. Herhangi bir haddi aşmak ise sadece ete yapılmıştır, o bakımdan bu hususta haddi aştığı kadarının tazminatını öder.
Yüce Allah'ın "adaklarını yerine getirsinler" buyruğu adağın gereğinin yerine getirilmesinin vacib olduğuna delildir. Bu adak ister bir kan akıtmak (kurban kesmek), ister hediye kurbanı, isterse de başka türlü olsun hüküm değişmez. Bir kimsenin adağını gereği gibi yerine getirmesi ondan yemesinin caiz olmaması buna delildir. İhramlı iken avlanmanın cezası da baştaki rahatsızlık dolayısıyla (traş etmekten dolayı) kesilen fidye kurbanının durumu da böyledir. Çünkü istenen şey, etinden, yahut başka cihetten herhangi bir eksiklik söz konusu olmaksızın adağını lam anlamıyla yerine getirmektir. Şayet ondan bir şey yiyecek olursa, onun tam bir hediye kurbanı kesmesi icab eder. (Bu da ikinci görüşe bir delildir). Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [108]
Bu şekildeki bir kurban etinden yiyen kimse etin kıymetini mi tazminat olarak öder? yoksa yiyecek olarak mı tazminat öder. "Muhammed'in Kica-b/'nda Abdu'l-Melik'ten rivayetle yiyecek olarak tazminat öder, ancak birinci görüş daha sahihtir. Çünkü yiyecek ibadet olarak hediye kurbanının tama-miyle gönderilmesine imkân bulunmadığı halde hediye kurbanının karşılığı olarak verilir. Haddi aşmanın hükmü ile ibadetin hükmü ise aynı değildir. [109]
İhramlı iken avlanmanın cezası yahut (baştaki) rahatsızlık dolayısıyla fidye olarak verilmesi gereken kurban, ya da yoksullar için adanmış olan ve tazminat altında olan bu hediye kurbanında bir sakatlık olursa, bu kurbanın sahibi ondan yiyebilir, zenginlere de, fakirlere de, sevdiği kimselere de ondan yedirebilir. Ancak etini, derisini ve ona gerdanlık olarak taktığı şeylerden herhangi bir şeyi satamaz.
İsmail b. îshak dedi ki: Çünkü (gerektiğinde) tazminatı ödenmesi icab eden hediye kurbanı mahalline ulaşmadan önce telef olursa, onun bedelini vermesi gerekir. Bundan dolayı o kurban sahibinin ondan yemesi de, yedirmesi de caizdir. Şayet nafile hediye kurbanı mahalline ulaşmadan önce telef olursa, ondan yemesi de, başkasına yedirmesi de caiz değildir. Çünkü onun bedelini ödeme mükellefiyeti olmadığından dolayı hediye kurbanı telef olmadan da bu uygulamayı yapabileceğinden ve telef olmadan kurbanı kesmeye kalkışabileceğinden korkulur. O bakımdan insanlara karşı ihtiyatta hüküm verilmiştir, uygulama da böylece devam edegelmiştir.
Ebû Davud'un, Nâctye el-Eslemî'den rivayet ettiğine göre Rasûlullah (sav) kendisi ile birlikte hediye kurbanlarını göndermiş ve şöyle buyurmuştur: "Şayet bunlardan sakatlanan bir şey olursa, onu kes. Sonra da (boyunlarına alâmet olarak taktığın) nalınlarını kanı ile boya, sonra da onu insanlarla başbaşa bırak (onların yemesine izin ver)."[110]
Malik ile iki görüşünden birisinde Şafiî, Ahmed, İshak, Ebu Sevr, Re'y ashabı ve onlara tabi olanlar da nafile hediye kurbanında bu hadisin gereğine göre görüş belirtmişler ve bu hediye kurbanlarını götüren kimse onlardan bir şey yemez ve o kurbanı insanlar yesinler diye onlara terkeder, demişlerdir.
Müslim'in, Sahih'indeki hadiste şöyledir: "Sen de, beraberindeki yol arkadaşlarından hiçbir kimse de ondan yemesin."[111]
İbn Abbas ve diğer görüşünde de Şafiî bu nehyin zahirine uygun olarak görüş belirtmişlerdir. İbnu'l-Münzir de bunu tercih etmiştir. İbn Abbas ile Şafiî derler ki: Hediye kurbanlarını güden onlardan bir şey yemediği gibi arkadaşlarının ahalisinden hiç kimse de o kurbanlardan bir şey yemez.
Ebu Ömer (İbn Abdi'1-Berr) der ki; Peygamber (sav)ın: "Onlardan sen de, yol arkadaşlarından bir kimse de yemesin" ifadesi sadece İbn Abbas'in rivayet ettiği hadiste vardır. Hişam b. Urve'nin babasından, onun Naciye'den naklettiği hadiste bu şekilde değildir. Bize göre Naciye yoluyla gelen hadis İbn Abbas'ın hadisinden daha sahihtir, fukahaya göre uygulama da ona göredir. Peygamber (sav)m: "O kurbanlığı insanlara terket" ifadesinin kapsamına kişinin yol arkadaşının yakınları da, başkaları da girer.
Şafiî ve Ebu Sevr derler ki: Aslı itibariyle vacib olan hediye kurbanlarından hiçbir şey yemez. Ancak tatavvu', yahut hac ibadetinin bir nüsükü (kurbanı) ise ondan yer, hediye eder, saklar ve tasadduk da eder, Ona göre temettü' ve kıran haccı da bir nüsiiktür. el-Evzaî'nin mezhebi de buna yakındır.
Ebu Hanife ve arkadaşları da derler ki: Temettü ve tatavvu' dolayısıyla kesilen kurbanlardan yer. Bunların dışında ihramlı olması dolayısıyla kesmesi vacib olan diğer kurbanlardan İse yemez,
Malikten de: İhrama aykırı fiilleri dolayısıyla kestiği kurbanlardan yemez, dediği nakledilmiştir. Buna kıyasen bir hatayı telâfi etmek için kesilen kurbandan da yiyemez. Şafiî ve Evzaî'nin dediği gibi.
Maiik bu görüşlerine şunları delil göstermektedir: Yüce Allah: "Yahut düşkünlere yemek yedirmek şeklinde bir keffaretdir" (el-Mâide, 5/95) buyruğunda ihramlı iken avlanmanın cezasını yoksullara (düşkünlere, miskinlere) tahsis etmiştir. Başındaki bir rahatsızlık dolayısıyla saçlarını traş edenin fidyesi ile ilgili olarak da: "Oruç, sadaka yahut kurbandan bir fidye vermesi ge-rekir" (el-Bakara, 2/196) diye buyurmaktadır. Peygamber (sav) da Ka'b b. Uc-re'ye şöyle demiştir: "Sen ya herbir miskine İki mud olmak üzere altı yoksul doyur, yahut üç gün oruç tut, yahut ta bir koyun kurban kes" demiştir.[112]
Yoksullar için yapılan adak zaten açıkça ifade edilmiştir. Bunun dışındaki hediye kurbanlıklar ise yüce Allah'ın şu buyruğunda belirtilen esas hüküm üzeredir: "Kurbanlık develeri de size Allah'ın şeâirinden kıldık... Artık yanları üzere, düşüp can verince etindenyeyin..."(el-Hac, 22/36) Peygamber (sav) da, Ali (r.a) da getirdikleri hediyelik kurbandan yemişler, etinin suyundan içmişlerdir. Peygamber (sav) de konu ile ilgili en sahih rivayete ve görüşe göre hacc-ı kıran yapmıştır. O bakımdan onun getirdiği hediye kurbanı vacib idi. Dolayısıyla Ebu Hanife'nin delil diye yapıştığı sahih olamaz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Şanı yüce Allah'ın hediye kurbanlıklardan yemeye izin vermesi şundan dolayıdır: Araplar hac dolayısıyla kesilen kurbanlıklardan yemeyi uygun görmüyorlardı. Şanı yüce Allah peygamberine onlara muhalefet etmeyi emretmiştir. Şüphesiz ki o bunu böylece teşrî' buyurmuş ve böylece tebliğ etmiştir. Nitekim hediye olarak kurbanlık gönderip ihrama girdiğinde de o böyle yapmıştır. [113]
"Artık onlardan yeyin" buyruğu ile ilgili olarak kimi ilim adamı şöyle demiştir: Yüce Allah'ın: "Artık onlardan yeyin" buyruğu Arapların (İslâm'dan önceki) uygulamalarını neshetmiştir.
Çünkü onlar kurbanlık ellerinden yemeyi kendilerine haram kabul ediyorlardı ve bunlardan -dediğimiz gibi -hediye kurbanlıklarından yemezlerdi. İşte yüce Allah onların bu uygulamasını: "Artık onlardan yeyin" buyruğu ile; Peygamber (sav) de: "Kim bir kurban keserse, o kestiği kurbandan yesin"[114] buyruğu ile neshetmiştir. Ayrıca Peygamber (sav) da bizzat kendi kurbanından ve hediye kurbanlıklarından yemiştir. ez-Zührî der ki: Sünnet ilk olarak kurbanın ciğerinden yemektir. [115]
İlim adamlarının çoğunluğunun kanaatine göre kurban etinin üçte birini sadaka olarak vermek, üçte birini (dost, tanıdık ve akrabaya) yedirmek, üçte birini de çoluk-çocuğuyla birlikte yemek müstehabtır.
İbnu'l-Kasım, Malik'ten şöyle dediğini nakletmektedir: Bize göre kurban-lıklann nitelikleri belli ve bilinen bir paylaştırma şekli yoktur. Malik bu husustaki hadis hakkında şunları söylemektedir: Bana İbn Mes'ud'dan (bu şekilde bir rivayet) ulaşmış olmakla birlikte uygulama buna göre yapılmamıştır.
SahihC-i Müslim) ile Ebu Davud'un kaydettikleri rivayete göre Rasûlullah (sav) bir koyun kurban etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Ey Sevban! Bu koyunun etini pişir." Dedi ki: Ben Medine'ye gelinceye kadar peygambere o koyunun etinden yedirip, durdum.[116]
Bu rivayet, bu maksada açıklık getiren bir nasstır. Şafiî'nin bu husustaki görüşü farklıdır. Bir seferinde: Yarısını yer, öbür yarısını da tasadduk eder demiştir. Çünkü yüce Allah: "Artık onlardan yeyin ve elî dar olan fakire de yedirin" buyurmuş ve burada iki şahıs sö2 konusu etmiştir. Bir başka seferinde de şöyie demektedir: Üçte birini yer, üçte birini hediye eder, üçte birini de yoksullara yedirir. Çünkü yüce Allah: "Artık yanları üzere düşüp can verince etinden yeyin ve ondan dilenen, dilenmeyen fakirlere yedirin." (el-Hac, 22/36) buyruğunda üç kişiden söz etmektedir. [117]
Mukim kurban kesmekle muhatab olduğu gibi, yolcu da kurban kesmekle muhataptır. Çünkü aslolan bu hususta hitabın umumî olduğudur. Genel olarak bütün ilim adamlarının görüşü de budur. Ancak bu hususta Ebu Ha-nife ve en-Nehaî farklı kanaattedirler. Bu farklı kanaat Ali (r.a)dan da rivayet edilmiştir, ancak hadîs onlara karşı delil teşkil etmektedir.
Malik yolculardan Mina'daki hacıları istisna etmiştir. Ona göre hacının kurban kesme yükümlülüğü yoktur.[118]en-Nehaî de bu görüştedir. Yine bu görüş iki halife Ebubekir ve Ömer ile seleften bir topluluktan (Allah hepsinden razı olsun) da rivayet edilmiştir. Çünkü hacı aslında hediye kurbanı kesmeye muhataptır, eğer o kurban kesmek isteyecek olursa hediye kurbanı olarak keser. Hacı dışındakiler ise Mina'da bulunanlara kendilerini benzetmek maksadıyla kurban kesmekle emrolunmuşlar, böylelikle onlar da Mina'daki-lerin ecirlerinden bir pay elde etmiş olurlar. [119]
İlim adamları kurban etini saklamak hususunda dürt farklı görüşe sahiptirler. Alî ve İbn Ömer (r.a)dan sahih bir yolla rivayet edildiğine göre üç günden sonra kurban etlerinden bir şey saklanmamalıdır. Onlar bunu Peygamber (sav)dan rivayet etmişlerdir, İleride gelecektir,
Bir topluluk da şöyle demektedir: Kurban etlerinin saklanmasının yasaklandığına dair gelen rivayet neshedilmiştir. O bakımdan kurban kesen istediği vakte kadar etini saklayabilir. Ebu Said el-Hudrî ile Bureyde el-Eslemî bu görüştedirler.
Bir başka kesim şöyle demektedir: Kurban etinden yemek mutlak oiarak caizdir. Bir başka kesim de şöyle der: Şayet insanların kurban etine ihtiyaçları varsa saklamaz, çünkü yasaklama belli bir illet (sebeb) dolayısıyla yapılmıştır. O da Peygamber (sav)ın şu buyruğunda dile getirilmektedir: "Benîm size (kurban etlerini saklamanızı) yasaklamamın sebebi çevreden misafir olarak gelen bedevi Araplardır."[120] Bu ihtiyaç ortadan kalkınca daha önceden söz konusu edİJmİş olan yasak, bu yasağı gerektiren sebeb kalktığı için kaldırılmış oldu, yoksa neshedildiği için kaldırılmış değildir. İşte burada bir usûl meselesi ortaya çıkmaktadır ki o da bir sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir: [121]
Nesh dolayısıyla hükmün kaldırılması tle illetinin kalkması dolayısıyla hükmün kaldırılması arasında bir fark vardır. Şunu belirtelim ki, nesh dolayısıyla kaldırılmış bir hükümle bir daha ebediyyen hüküm verilemez. İlletinin kalkması dolayısıyla kaldırılmış olan hüküm, illetinin avdet etmesi dolayısı ile tekrar geri gelir. Buna göre bir belde ahalisinin yanına kurban kesme zamanında ihtiyaç sahibi bir takım insanlar gelecek olursa ve o belde ahalisi gelenlerin İhtiyaçlarını ancak kurban etleri ile karşılayabiliyorlarsa, o takdirde Peygamber (sav)ın yaptığı gibi üç günden sonrası için kurban etlerini saklamamaları muayyen bir yükümlülük olarak ortaya çıkar. [122]
Bu hususta yasak kılan ve mubah kılan hadisler sahih ve sabittir. Aynı zamanda hem yasaklayıcı, hem mubah kılıcı ifadeler gelmiştir. Nitekim Âişe, Seleme b, el-Ekva', Ebu Said el-Hudrî yoluyla gelen ve sahih kitaplarda yer alan hadislerde bu hususlar açıkça belirtilmiştir.
Sahih(-i Buharî)nin, İbn Ezher'in azatlısı Ebu Ubeyd'den rivayetine göre Ömer b. el-Hattab (r.a) ile birlikte (kurban bayramında) hazır bulundu ve dedi ki: Sonra Ali b. Ebi Talib (r.a) ile de bayram namazı kıldtm. Bize hutbe okumadan önce namaz kıldırdı, sonra insanlara hutbe irad edip, dedi ki: Muhakkak Rasûlullah (sav) sizlere üç günden sonra kestiğiniz kurbanların etlerinden yemenizi yasak kılmıştır. O bakımdan onlardan yemeyiniz.[123]İbn Ömer'den de rivayet ettiğine göre Rasulullah (sav) üç günden sonra kurban etlerinin yenilmesini yasaklamıştır. Salim dedi ki: İbn Ömer üç günden sonra kurban etlerinden yemezdi.[124]
Ebû Dâvûd da, Nubeyşe'den şöyle dediğini rivayet eder: Rasûiuîlah (sav) buyurdu kî: "Bİ2 sizlere yetsin diye üç günden sonra kurban etlerinden yemenizi yasaklamıştık. Artık Allah sizlere bolluk vermiş bulunuyor, yeyiniz, saklayınız ve (Allah'tan) ecir isteyiniz. Şunu bilin ki bu günler yeme, içme ve aziz ve celil olan Allah'ı anma günleridir."[125]
Ebû Ca'fer en-Nehhâs dedi ki: Bu, bu hususta söylenmiş sözlerin en güzelidir. Tâ ki konu ile ilgili hadisler arasında uyum olduğu ve çelişki bulunmadığı ortaya çıksın. Mü'minlerin emiri AU b. Ebi Talib o sözleri Osman (r.a) kuşatma altında bulunurken söylemiştir. Çünkü o sırada insanlar ihtiyaç içerisinde idiler ve darlık çekiyorlardı. O da Rasulullah (sav) Medine'ye dışardan pek çok kimseler geldiği vakit yaptığı gibi yaptı. Buna delil İse İbrahim b. Şerîk'in bize naklettiği şu rivayettir: İbrahim dedi ki: Bize Ahmed anlattı, dedi ki: Bize Leys anlattı, dedi ki: Bana el-Haris b. Yakub, Yezid b. Ebi Yezid'den anlattı: O hanımından naklettiğine göre, hanımı Âişe (r.a)ya kurbanlık etlerine dair soru sormuş, şu cevabı vermiş: Ali b. Ebi Talib bir yolculuktan bizim yanımıza geldi. Biz de ona kurban etinden takdim ettik. Rasulullah (sav)a sormadan yemeyi kabul etmedi. Ona sorunca, Peygamber şöyle buyurdu: "Sen (kurban etinden) zülhicce ayından gelecek zülhicce ayına kadar yiyebilirsin. "[126]
Şafiî der ki: Üç günden sonra kurban eti saklamanın yasak olduğu görüşünü kabul edenler bu husustaki ruhsat bildiren rivayetleri işitmemişlerdir. Mutlak olarak ruhsatı kabul edenler de et saklamayı yasaklayan hadisleri İşitmemişlerdir. Hem yasak olduğunu, hem ruhsat olduğunu söyleyen de her iki tür hadisi de İşitmiş ve gereklerince amel etmiş demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
İleride -yüce Allah'ın izni ile- el-Kevser Sûresi'nin tefsirinde kurban kesmenin vücubu ve mendub oluşu ile ilgili görüş ayrılıklarına; kurbanın daha önceden söz konusu olan (ve ibadet maksatlı) bütün kesimleri neshedici olduğuna dair açıklamalar gelecektir. [127]
"Ve eli dar olan fakire de yedirln" buyruğunda aslında "el-fakir" kelimesi "el-bâis: eli dar" kelimesinin sıfatıdır. Bu da sefil düşmüş ve ileri derecede fakir kimse demektir. Fakir düşen bir kimse hakkında; Fakir düştü, düşer, fakir düşmek" denilir. Bu durumda olan kimseye de denilir (ism-i fail). Fakir olmamakla birlikte başına bir musibet gelen kimse hakkında da kullanılır. Peygamber (sav)ın; Fakat o zavallı Sa'd b. Havle..."[128] ifadeleri de bu kabildendir.
İleri derecede güçlü kimseyi kastetmek üzere; denilir. Oldukça güçlü kimse hakkında: "Oldukça güçlendi, güçlenir, oldukça güçlü olmak" denilir. Yüce Allah'ın: "Zulmedenleri de yapageldihleri fasıkhkları yüzünden şiddetli bir azabla yakaladık." (el-Aizf, 7/1Ğ5) Burada görüldüğü gibi "beîs" şiddetli (güçlü, çetin) anlamındadır.
Kurbanlık etleri ne kadar çok tasadduk edilirse, ondan da daha çok ecir alınır. Kendisinden yenilmesi caiz olan miktar hususunda ise sözünü ettiğimiz şekliyle görüş ayrılıklan vardır. Yüce Allah'ın: "Yeyin... ve yedilin* buyruğu dolayısıyla yarısının yenilebileceğİ söylendiği gibi, Hz. Peygamber'in: "Yeyin, saklayın ve başkasına yedirmek suretiyle de ecir bekleyin" buyruğu dolayısıyla üçte ikisinin yenilebileceğİ dahi söylenmiştir.
Yemenin ve yedirmenin hükmü hususunda da görüş ayrılığı vardır. Her ikisinin vacib olduğu söylendiği gibi, müstehab oldukları da söylenmiştir. Yemek ile yedirmek arasında fark olduğu da söylenmiştir. Buna göre yemek müstehab, yedirmek vacibtir ve bu Şafiî'nin görüşüdür. [129]
"Sonra kirlerini gidersinler" buyruğu kurbanlıklarını ve hediye kurbanlıklarını kestikten sonra traş olsunlar, cemrelere taş atıp (ihramda kalmaktan ötürü) üstbaşlannın kirlerini gidersinler ve buna benzer hac İşlerinden geri kalanlarını yerine getirsinler, demektir. İbn Arafe der ki: "Üzerlerindeki kirlerini gidersinler" anlamındadır. el-Ezherîder ki: "Kirleri gidermek" bıyıklan kısaltmak, tırnaklan kesmek, koltuk altlarını yolmak ve etek traşı yapmaktır. Bu da ihramdan çıktıktan sonra olur.
en-Nadr b. Şumeyl der ki; Bu kelime Arap dilinde insanın üzerindeki kir pası gidermesi demektir. el-Ezherî'yi şöyle derken dinledim: Arapçada bu kelimenin ne demek olduğu ancak İbn Ab bas ile tefsir alimlerinin açıklamalarından bilinmektedir.
el-Hasen dedi ki: Bu ihram dolayısıyla insanın vücudundaki bakımsızlık sonucu meydana gelen kir pasın izale edilmesi demektir.
Bu kelimenin haccın bütün menâsiki demek olduğu da söylenmiştir. Bunu da İbn Ömer ve İbn Abbas rivayet etmişlerdir.
İbnu'l-Arabî der ki: Eğer bu rivayet onlardan sahih olarak gelmişse bu onların ashabdan olmak şerefi ve dili İyice bilmek özellikleri dolayısıyla bir delil olurdu... Bu lafız garib (yabancı) bir lafızdır, Arap dili ile uğraşanlar bu kelimenin kullanıldığı bir şiir tesbit edemedikleri gibi, anlamına dair herhangi bir rivayet te bilmemektedirler. Ancak ben bu kelimenin sözlük anlamının ne olabileceğini tesbit etmeye çalıştım. Ebu Ubeyde Ma'mer b. el-Müsen-nâ'nın şunları söylediğini gördüm: Bu, tırnaklan kesmek, bıyıkları kısaltmak ve -nikâh (cinsî beraberlik) dışında- ihramlı olan kimseye haram olan her-bir İşi yapabilmektir. Bu hususta delil gösterilebilecek bir şiir de bize ulaşmamıştır. "Kitabu'I-Ayn"m müellifi (Halil b. Ahmed) der ki: et-Tefes: Taş atmak, traş olmak, saçları kısaltmak, kurban kesmek, tırnaklan kesmek, bıyık ve koltuk altlarını da traş etmek demektir. ez-Zeccac ve el-Ferrâ da benzer açıklamalarda bulunmuşlardır. Ancak ben onların bu açıklamaları, ilim adamlarının konu ile ilgili açıklamalarından almış oldukları kanaatindeyim. Kutrub da der ki: (^rjJI ıi-ü) tabiri; adamın kiri pası arttığı zaman kullanılır. Ümeyye b. Ebi's-Salt da şöyle demektedir:
"Başlarını çepeçevre kuşattılar (veya: saçlarını kısalttılar) hiçbir kirlerini (uzamış saçlarını) da traş etmediler. Ne bitlerini ayıkladılar, ne de bitlerin sirkelerini."
Kutrub'un işaret ettiği bu anlam İbn Vehb'in, Malik'ten naklettiği anlamın aynısıdır. Bu kelimenin doğru anlamı da budur. İşte bu, sözlük anlamı itibariyle kirleri giderme şeklini ortaya koymaktadır. Şer'î bakımdan gerçek manasına gelince, hac yahut umre yapan kimse kurbanını kesip de saçlarını traş edip, kirlerini giderip temizlendiğinde, kirlerinden arınıp da elbise giydi mi artık o kimse "üzerindeki kirleri gidermiş ve adağını yerine getirmiş" olur. Adak ise insanın yerine getirmesi gereken ve kendisinin yerine getirmeyi üstlendiği şey demektir.
Derim ki: Kutrub'un naklettiği ve zikrettiği şiiri aynı şekilde el-Maverdî de Tefsir'inde zikretmiş bulunmaktadır. Bir diğer beyit daha zikrederek şöyle demektedir:
"Kirlerini de giderdiler, ihtiyaç ve adaklarını da, sonra yola koyuldular, Necid'e doğru ve Ali'yi de beklemediler,"
es-Sa'lebî der ki: Bu kelimenin sözlükteki asıl anlamı kirdir. Araplar kirli buldukları bir adama: "(kHitlU): Ne kadar pis, ne kadar kirlisin," derler, Umeyye b. Ebi's-Salt'ta şöyle demiştir:
"Koltuk altlarını (oldukları gibi) bıraktılar, hiçbir kirlerini atmadılar, Üzerlerinden ne bir bit, ne de sirkesini uzaklaştırdılar."
el-Maverdî der ki: Salihlerden birisine: İhramlı olan kimsenin kir, pas içersinde kalmasından maksat nedir, diye sorulmuş o şu cevabı vermiştir; Yüce Allah'ın senin kendi nefsine ihtimam göstermekten yüz çevirdiğini görüp, nefsini O'na itaat uğrunda feda etmekte samimi olduğunu ortaya çıkarmasıdır, [130]
"Adaklarını yerine getirsinler" buyruğunda masiyet olması hali müstesna kayıtsız ve şartsız olarak adaklarını gereği gibi yerine getirmekle emro-lunmuşlardır. Çünkü Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Allah'a isyan hususunda adaği yerine getirmek söz konusu değildir"[131] "kim Allah'a itaat etmeyi adamış ise O'na itaat etsin, O'na isyan etmeyi adayan ise asla O'na isyan etmesin. "[132]
"Ve Beyt-İ Atîk'i tavaf etsinler" buyruğunda sözü edilen tavaf haccın farzlarından olan ifâda tavafıdır.
Taberî der kî: Bu hususta te'vil âlimlerinin herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. [133]
Hacda üç türlü tavaf vardır. Kudüm tavafı, ifâda tavafı ve veda tavafı.
İsmail b. İshak der ki: Kudüm tavafı sünnettir. Murahik, Mekkeli ve hac için Mekke'den İhrama giren herkesin üzerinden düşen bir tavaftır. (Yine) der ki: Vacib olan tavaf ise hiçbir şekilde sakıt olmayan tavaftır. Bu da Arafe'den sonra yapılan ifâda tavafıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sonra kirlerini gidersinler, adaklarım yerine getirsinler ve Beyt-İ Atik'i tavaf etsinler." İşte yüce Allah'ın Kitabında farz kılınan tavaf budur. Hacının bütünüyle ihramdan çıkıp (bütün) yasakların kendisine helâl kılınmasına sebeb olan tavaf da budur.
Hafız Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr) dedi ki: İsmail b, İshak'ın ifâda tavafı ile ilgiü naklettikleri Medinelilere göre Malik'in görüşüdür. Bu aynı zamanda İbn Vehb'in, İbn Nâfî'in ve Eşheb'in ondan yaptığı rivayettir. Hicaz ve Irak fuka-hâsından ilim ehlinin çoğunluğunun görüşü de budur. Ancak İbnu'l-Kasım ve İbn Abdi'l-Hakem, Malik'ten Kudüm tavafının vacib olduğunu nakletmektedirler. İbnu'l-Kasım "el~Müdevvene"nin birkaç yerinde de böyle demiş ve bunu yine İbn Malik'ten rivayet etmiştir: Vacib tavaf, Mekke'ye gelenin yapacağı tavaftır. Mekke'ye girdiği sırada tavaf etmeyi unutan yahut onun bir şavtını (turunu) ya da sa'y etmeyi yahut ondan bir şavtt unutup da beldesine dönünceye kadar bunu hatırlamaz, sonra bunu hatırlayacak olursa, şayet kadına yaklaşmamış ise Mekke'ye geri döner, Beyt'i tavaf eder, tavaf namazını kılar Safa ile Merve arasında sa'y eder, sonra da kurbanını keser. Şayet kadına yaklaşmış ise geri döner, tavaf eder ve sa'y eder. Sonra da umre yapıp hediye kurbanını keser. Onun bu görüşü tıpkı İfâda tavafını unutan kimse hakkındaki görüşü gibidir. Bu rivayete göre ise her İki tavaf da ve aynı şekilde say etmek de vacibtir.
Veda tavafı diye de adlandırılan Sader tavafına gelince; İbnu'l-Kasım ve başkalarının Malik'ten abdestsiz olarak İfâda tavafı yapan bir kimse hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Böyle bir kimse memleketinden geri döner ve İfada tavafı yapar. Bundan sonra tatavvu' (nafile tavaf) yapmış olması müstesnadır. Bu da Malik'in ve arkadaşlarının icma ettikleri hususlardandır. Buna göre yaptığı nafile tavaf, onun hakkında farz olan tavafın yerini tutar. Yine icma ile kabul ettiklerine göre haccı esnasında hac amellerinden herhangi birisini tatavvu' olarak yapan bir kimse, eğer hac amellerinden yapması farz olan o amelin de vakti geçmiş bulunuyor ise, onun yaptığı o nafile amel -namazın hilâfına- tatavvu' değil, vacib'in yerine geçer. Hac esnasında yapılan nafile amel, farzın yerini tuttuğuna göre, Mekke girişi dolayısıyla, yapılan tavafın, İfâda tavafının yerini tutması daha bir uygundur. Ancak kurban bayramı birinci günü Akabe cemresine taş atmaktan yahut ta bundan sonra veda maksadıyla yapılan tavaf böyle değildir. İbn Abdi'1-Hakem'in, Malik'ten yaptığı rivayet İse bundan farklıdır. Çünkü oradaki rivayete göre Mekke'ye giriş tavafı ile birlikte sa'y etmek, kurban kesmekle birlikte beldesine geri dönen kimse için yapması gereken İfâda tavafının yerini tutar. Tıpkı sa'y ile birlikte yapılmış İfâda tavafının Mekke'ye girdiği esnada tavaf da, sa'y de yapmayan bununla birlikte kurban kesmiş kimsenin bu tavafının Kudüm tavafı yerine geçmesi gibi.
Bu görüşü kabul eden şunu da söyier: Mekke'ye giriş tavafının da İfada tavafının vacib olduğunun söylenmesi onların birisinin, diğerinin yerini tutmasından dolayıdır. Çünkü Malik'ten rivayet edildiğine göre bunlardan herhangi birisini unutan bir kimse -belirttiğimiz üzere- beldesinden döner ve yerine getirir. Zira yüce Allah hac eden kimseye şu buyruğuyla sadece bir tavaf farz kılmıştır: "Ve insanlar arasında haccı İlan et... ve Beyt-İ Atîk'i tavaf etsinler." Bu görüşü kabul edenlere göre bu âyetteki ve başka yerlerdeki "vav"ın rütbeyi (tertibi) vacib kılması ancak tevkif ile (konu ile ilgili vâ-rid olmuş bir nass ile) söz konusu olabilir.
et-Taberî de Amr b. Seleme'den senedini kaydederek şöyle dediğini nakletmektedir: Ben yüce Allah'ın: "Ve Beyti Atîk'i tavaf etsinler" buyruğu ile ilgili olarak Züheyr'e soru sordum da şöyle dedi: Buradaki tavaf, Veda tavafıdır, İşte bu da onun vacib olduğuna delildir. Şafiî'nin iki görüşünden birisi de budur. Çünkü Peygamber (sav) ay hali olanın bu tavafı yapmadan Mekke'den ayrılmasına müsaade etmiştir. Böyle bir müsaadeyse ancak vacib olan hakkında söz konusu olabilir. [134]
Te'vii bilginleri, Beytullah'ın "el-Atîk" ile nitelendirilmesinin sebebi hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Mücahid ve el-Hasen: el-Atîk kadim, eski demektir. "Atık kılıç" demek "eski kılıç" demektir. Bu görüşü kıyas da desteklemektedir. Sahih hadiste de: "O yeryüzünde kurulmuş ilk rnesciddir"[135] denilmektedir.
Bir diğer açıklamaya göre "atik" denilmesi, yüce Allah'ın zorba herhangi bir kimsenin kıyamete kadar onu küçümseyecek bir surette oraya musallat olmaktan yana o Ev'i kurtarmış olmasından dolayıdır. Bu anlamdaki bir açıklama İbn ez-Zübeyr ve Mücahid'den yapılmıştır. Tirmizî'de de, Abdullah b. ez-Zübeyr'den şöyle dediği nakledilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Beyt'e "el-Atîk" adının verilmesi, herhangi bir zorbanın onun üzerinde üstünlük sağlayamarnasından dolayıdır." Tirmizî dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Peygamber (sav)dan mürsel olarak da rivayet edilmiştir.[136]
Herhangi bir kimse eğer Haccac b. Yusuf'un sözünü edip de onun Ka'be'ye karşı mancınıklar kurup, oranın bir bölümünü yıktığını ileri sürecek olursa, ona şöyle denilir: Yüce Allah orayı zorba kâfirlerin tasallutundan azade etmiştir. Çünkü bizzat onlar Allah'a karşı isyan ile gelip Beytullah'm hürmetine inanmayacak olurlarsa ve böylelikle Ka'be'ye kötülük yapmak isteyecek olurlarsa, Ka'be onlara karşı korunur ve onlar eliyle Ka'be'ye bir kötülük ulaşmaz. İşte bu, şanı yüce Allah'ın onları kendileri istemese bile ve zorla bu işten uzak tuttuğunu gösterir.
Ka'be'nin saygınlığına inanan müslümanlara gelince, onlar eğer Ka'be'ye zarar vermekten uzak duracak olurlarsa, bu durum Ka'be'nin Allah nezdin-deki değerine, düşmanların önlenmesi halinde ortaya çıkacak olan değeri kadar ortaya çıkmaz, O bakımdan yüce Allah mü'minler taifesini Ka'be'ye yasak ve tehdit suretiyle zarar vermekten vazgeçmelerini istemiştir. Bundan İleriye geçerek, kötülük yapmak isteklerini mecburen ve çaresizce önlemek noktasına kadar götürmemiştir. Bu şekilde (Ka'be'nin hurmiyetine inananların) Ka'be'ye saygısızlık etmeleri dolayısıyla onları kıyamet günü ile tehdit etmiştir. Kıyamet günü ise daha büyük bir musibet ve daha uzun sürelidir.
Bir başka kesim de şöyle demektedir: Beyt'e "el-Atîk" denilmesinin sebebi, onun hiçbir kısmının asla mülkiyet altına alınamayacağından dolayıdır.
Bir kesim de şöyle der: Beyt'e "el-Atîk" denilmesinin sebebi, yüce Allah'ın orada günahkârların boyunlarım azaptan kurtarmasıdır.
Şöyle de açıklanmıştır: Beyt'e "el-Atîk" denilmesi, tufan suyunun baskınından azad edilmiş, kurtarılmış olmasıdır. Bu açıklamayı İbn Cübeyr yapmıştır.
el-Atîk'in, el-Kerim anlamında olduğu da söylenmiştir. "îtk" de kerem demektir. Tarafe atın kulaklarını nitelendirirken şöyle demektedir:
"Kulakları çok keskindir, sen onları görünce asaletini anlarsın, Yaban öküzü sürüsü içerisinde korkuya kapıldığı için kulaklarını dikmiş
bir koyunun kulakları gibi."
Rakik'in (kölenin) ıtk'ı (azadı) ise köleliğin zilletinden, hürriyetin şerefine çıkıp kurtulmaktır.
"el-Atîk"in bir şeyin kaliteli oluşunu gerektiren bir övgü sıfatı olması ihtimali de vardır. Nitekim Ömer (r.a)'in: Atık bir ata bindim... sözleri bu kabildendir.
Birinci görüş, kıyas ve sahih hadis dolayısıyla daha sahihtir. Mücahid der ki: Allah Beyt'i yeryüzünden ikibin yıl önce yaratmıştır, bundan dolayı oraya atîk (eski) denilmiştir. Doğruyu en iyi bifen Allah'tır, [137]
30. Bu (böyledir). Kim Allah'ın saygı duyulmasını İstediği şeyleri ta'zim ederse, bu, Rabbi katında kendisi İçin daha hayırlıdır. Size davarlar helâl kılındı, ancak size okunanlar müstesna. Şu halde pisliğin tâ kendisi olan putlardan uzak durun ve yalan söylemekten de kaçının;
31. Yalnız O'na yönelenler olarak ve O'na şirk kosmaksızın. Kim Allah'a ortak koşarsa, o sanki gökyüzünden düşüp, kuşların kaptığı yahut rüzgarın kendisini uzak bir yere attığı kimseye benzer.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız: [138]
Yüce Allah'ın "bu" anlamındaki buyruğunun: Üzerinizdeki farz yahut vacip budur, takdirinde ref mahallinde olması ihtimali olduğu gibi "bu emre uyunuz" anlamındaki bir takdir ile nasb mahallinde olma ihtimali de vardır, Zü-heyr'in şu beyiti de, buradaki bu beliğ işaretle benzerlik arzetmektedir:
"Bu (böyledir; işte) planı dolayısıyla yorulan bir kimse gibi değildir, Meclisin ortasında söz söyleyen konuştuğu vakit."
Burada sözü edilen "el-hummât: Allah'ın saygı duyulmasını istediği şeylerden kasıt, yüce Allah'ın: "Sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler" (Hacc-22/29) buyruğunda kendilerine işaret edilen hac fiilleridir. Bunun kapsamına hac mahallerinin ta'zim edilmesi de girmektedir. Bu açıklamayı İbn Zeyd ve başkası yapmıştır. el-Hunımât (saygı duyulması İstenen şeyler) farz ve sünnetleriyle emirlere uymak demektir, şeklindeki bir açıklama bütün bunları kapsar.
"Bu, Rabbi katında kendisi için daha hayırlıdır" buyruğu onun gerek li ta'zimde bulunması Rabbi katında bunların herhangi birisini önemsememekten, daha hayırlıdır.
Şöyle de açıklanmıştır: Böyle bir ta'zim kendisi vasıtası ile faydalanılan hayırlarından bir hayırdır. Buradaki "daha hayırlıdır" ifadesi bir tafdil (başkasına göre daha üstünlük) manasını ifade etmek için değil, hayır vaadetmek anlamındadır. [139]
"Size davarlar"ı yemeniz "helâl kılındı." Davarlar: "el-£n'âm"dan kasıt İse deve, inek ve koyun türüdür.
"Ancak size okunanlar" Kitab-ı Kerîm'de haram oldukları belirtilenler "müstesna." Bunlar, meyte (leş), başına ağır bir darbe indirilmiş ve diğer benzerleridir.
Bunun hac ile yakın bir ilişkisi vardır. Çünkü hacda kurban kesmek söz konusudur. Böylelikle kesilmesi ve etinin yenilmesi helâl olanları da açıklamış olmaktadır. Bununla yüce Allah'ın: "îhram'da iken avlanmayı helâl saymamak şartı ile ve size okunacak olanlar hariç olmak üzere..." (el-Mâide, 5/1) buyruğuna atıfta bulunulduğu da söylenmiştir. [140]
"Şu halde pisliğin tâ kendisi olan putlardan uzak durun" buyruğunda geçen (ve pislik anlamına gelen): er-rlcs, pis oian şey demektir. (Put demek olan): cl-vesen İse tahta, demir, altın, gümüş ve buna benzer şeylerden yapılan heykel demektir. Araplar bu heykelleri diker ve onlara ibadet ederlerdi. Hrİstiyanlar ise haçı diker, ona ibadet eder ve onu ta'zim ederler. Bu da aynı şekilde kendisine tapınılan heykel durumundadır.
Adiy b. Hatim dedi ki: Boynumda altından bir haç bulunduğu halde Peygamber (sav)ın huzuruna vardım. O; "Üzerindeki şu putu at" yani haçı at, dedi.[141]
Bu kelimenin aslı; "O şey yerinde kaldı" tabirinden alınmadır. Pufa "vesen" denilmesinin sebebi dikilmesi ve belli bir yerde bırakılarak o putun da oradan ayrılmamasıdır.
Yüce Allah bununla putlara ibadet etmekten uzak durun, demektedir. İbn Abbas ve İbn Cüreyc'den bu açıklama rivayet edilmiştir. Putlara (pislik anlamına gelen:) "rics" demesi, onların azabın kendisi olan ricz'e sebeb olmalarından ötürüdür.
Bir diğer açıklamaya göre putların "er-ricz" diye nitelendirilmesi, necaset anlamına gelmesi ve putların da hükmen necis olmalarından dolayıdır.
Necaset, bu putların bizatihi nitelikleri değildir. Bu nitelik imanın hükümlerinden olup, şer'î bir vasıftır. Nasıl ki taharet ancak su ile yapılabiliyor ise, bu vasıf da ancak İman ile izale olunur. [142]
Yüce Allah'ın: "Putlardan" buyruğundakİ" ...dan" edatının cinsin beyanı için olduğu söylenmiştir. Buna göre yüce Allah sadece cins olarak putların pisliğinden yasaklamış olmaktadır. Diğer pisliklerden yasaklamak ise, bir başka buyrukta söz konusu edilmiştir. Buradaki bu edatın gayenin ihtidası (başlangıç noktası)nı ifade etmek için gelmiş olma ihtimali de vardır. Sanki önce onlara genel olarak pisliği yasakladıktan sonra, bu pisliğin kendilerine gelip bulaşacağı noktanın başlangıcını tayin etmiş gibi olmaktadır. Zira puta tapmak, her türlü fesad ve pisliği ihtiva eder. Buradaki bu edatın teb'îd (kismîlik bildirmek) için olduğunu söyleyenler, âyetin manasını altüst eder ve bozarlar. [143]
"Ve yalan söylemekten de kaçının" buyruğundaki (yalan anlamı verilen): "ez-zûr" batıl ve yalan demektir. Ona bu ismin veriliş sebebi, haktan uzaklaştırılmış olması dolayısıyladır. Yüce Allah'ın: "Mağarala rından... meyledip, yöneldiğini"(el-Kehf, 18/17) buyruğuyla: "Eğimli, meyilli bir şehir," ifadeleri buradan gelmektedir.
Kısacası hakkın dışındaki herbir şey yalandır, batıldır ve zûr'dur. Peygamber (sav)ın hutbe irad ederken de: "Yalan şahid-lik Allah'a şirk koşmayla birlikte zikredilmiştir" diye buyurmuş ve bunu iki ya da üç defa tekrarlamıştır.[144] Yani yalan sahicilik puta tapmanın yasaklanması ile birlikte yasaklanmıştır. [145]
Bu âyet-i kerîme yalan şahidliğe tehdidi ihtiva etmektedir. Hakimlik yapan bir kimsenin yalan şahidlik yapan birisini tesbit ettiği takdirde onu ta'zir ile cezalandırması ve onun şahidliğine kimsenin kanmamasını sağlamak için ve bilinmesi maksadıyla onu teşhir etmesi gerekir. Tevbe etmesi halinde şahidlik ederse, durumuna göre hükümleri farklıdır. Eğer adalet vasfına sahip olmakla meşhur olmuş, bu hususta bariz bir halde görülüyor ise tev-besi kabul olunmaz. Çünkü tevbe ederken halini bilmeye imkân yoktur. Zira bu kimse hal-i hazırda yapmakta olduğu Allah'a yakınlaştırıcı amellerden fazlasını yapamaz.
Eğer bundan daha aşağı merhalede olup da daha sonra ciddi bir şekilde ibadete kendisini verir, takva hali daha ileri dereceye ulaşırsa, şahitliği kabul edilir.
Sahih'de, Peygamber (sav)ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir; "Şüphesiz büyük günahların en büyüğü Allah'a ortak koşmaktır. Anne-baba haklarına riayet etmemek, yalan şahitlikte bulunmak ve yalan söz söylemektir." Ra-sûlullah (sav) yaslanmış iken oturdu ve bizler: Keşke sussa diye temennide bulununcaya kadar, bu sözlerini tekrarlayıp durdu.[146]
"Yalnız Allah'a yönelenler olarak" buyruğu, hakka istikamet üzere dosdoğru giden yahut teslimiyet arzeden kimseler olarak... demektir. "HanîP kelimesi zıt anlamlı kelimelerdendir. Bu kelime hem istikamet, hem de meyletmek anlamında kullanılır.
"Yönelenler olarak" hal olarak nasb edilmiştir. Bu kelimenin hac-cedenler olarak anlamında kullanıldığı da söylenmiştir, ancak bu herhangi bir delili bulunmayan bir tahsistir. [147]
"Kim Allah'a ortak koşarsa o sanki" kıyamet gününde kendisine hiçbir fayda sağlayamayan, kendisine gelecek herhangi bir zarar ve azabı önleyemeyen kimse durumunda olup "gökyüzünden düşüp" ve bundan dolayı kendisini hiçbir şekilde savunamayan "kuşların kaptığı" yani pençeleriyle paramparça ettiği... "kimseye benzer."
Bir görüşe göre bu durum onun canının çıkıp meleklerin ruhunu dünya semasına doğru yükseltmeleri esnasında olur. Bu ruha göğün kapıları açılmayacağından tekrar yerin üzerine atılır. Nitekim el-Berâ yoluyla gelen hadiste de böyle bildirilmektedir[148] ve biz bunu "et-lhzkire" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz.
Uzak, demek olup yüce Allah'ın: "Allah'ın rahmeti cehennemliklerden uzak olsun" (el-Mülk, 67/11) buyruğunda da bu kökten gelen kelime kullanıldığı gibi; Peygamber (sav)ın: "Benden uzak olsunlar, benden uzak olsunlar''[149] ifadesi de buradan gelmektedir. [150]
32. Bu (böyledir). Kim Allah'ın şeâirİni tazim ederse, şüphesiz ki o kalplerin takvâsındandır.
33. Onlarda sizin için belirli bir süreye kadar faydalar vardır. Sonra onların varacakları yer Beyt-İ Atîk'tir.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: [151]
"Bu” buyruğu ile ilgili üç açıklama söz konusudur. Birincisine göre bu mübtedâ olarak ref mahaÜindedir, yani "bu Allah'ın emridir." (İkincisi): Hazfedilmiş bir mübtedânın haberi olarak reP mahallinde olması da mümkündür. Ayrıca; "Buna tabi olunuz" anlamında nasb mahallinde olması da mümkündür. [152]
"Kim Allah'ın şeâirini ta'zim ederse" buyruğundaki "şeftir* kelimesi "seîra" kelimesinin çoğuludur. Bu da yüce Allah'ın hakkında emri bulunan yahut da kendisini farkettirdiği ve bildirdiği herşey demektir. Savaşta savaşanların şiarı da buradan gelmektedir. Bu da kendisi vasıtasıyla biri birlerini tanıdıkları alametleri (parolaları) anlamındadır. Kurbanlık develerin iş'ârı da buradan gelmektedir. Bu da kanı akıp bir alâmet haline gelinceye kadar sağ yanına bir bıçak darbesi indirmek demektir. Bu şekildeki kurbanlık hayvana şiârlandınlmış (el-meş'ûra) anlamında "şeîra" denilir. Buna göre Allah'ın şeâiri dininin alâmetleri ve bilhassa hac ibadetleriyle ilgili olanları demektir.
Bazı kimseler de şöyle demiştir; Burada şeâir'den kasıt kurbanlık develerin kilo almalarını sağlamak, onlara gereken önemi vermek ve bu konuda onların pahalı olanlarını tercih etmek demektir. Bu açıklamayı İbn Abbas, Mü-cahid ve bir topluluk yapmıştır. Bunda lafzı bir işaret de vardır, çünkü develerin satın alınması bazen kişiyi kaçınılmaz bir takım işleri yapmak zorunda bırakabilir ve bu ihlâsa delâlet etmeyebilir. Ancak daha aşağısı yeterli olmakla birlikte, kurbanlığını ta'zim ederse (yani büyük olanlarından seçerse) o vakit böyle bir kimsenin sadece şeriatı ta'zim ettiğini ortaya koyan bir ameli ortaya çıkar. İşte bu da kalplerin takvasından ileri gelir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [153]
Yüce Allah'ın: "Şüphesiz ki o" buyruğundaki zamir ifadenin ihtiva ettiği işe aittir. O bakımdan; denilseydi, bu da (lafzan) caiz olurdu, Bir görüşe göre de burada zamir şeâire râcidir. Yani şüphesiz ki şeâirin ta'zim edilmesi... demektir. Burada ifadenin delâleti dolayısla, muza f hazfedil m iştir ve böylelikle zamir de şeâire râci olmuştur. [154]
"Şüphesiz ki o kalplerin takvâsındandır" buyruğunda "kalpler" kelimesi 'takva" şeklindeki mastar dolayısıyla fail olduğundan ref ile de okunmuştur. Bir diğer kıraate göre İse takva, "el-kulûb: kalbler"e izafe edilmiştir, (Bundan dolayı mecrûr olunmuştur). Çünkü takva hakikati itibariyle kalpte bulunur. Bundan dolayı Peygamber (sav) da sahih hadiste: "Takva buradadır" deyip göğsüne işarette bulunmuştur.[155]
Yüce Allah: "Onlarda sizin için belirli bir süreye kadar faydalar vardır"
buyruğu ile; bu develere sahip olanlar onları hediyelik kurban olarak göndermeyecek olurlarsa, sırtlarına binmek, sütlerini sağmak, üremeleri, yün vb. özellikleriyle faydalanmalarını kastetmektedir. Bunları kurbanlık olarak gönderdiği takdirde, "belirli olan süre" ortaya çıkmıştır. Bu açıklamayı İbn Ab-bas yapmıştır. İşte bunlar hediye gönderilecek kurbanlık haline getdi mi yine bunlardan ihtiyaç duyulduğu takdirde sırtlarına binmek ve yavrularının süt ihtiyaçlarını karşılamasından sonra sütlerini içmek suretiyle yararlanılır.
Sahih hadiste Ebu Hureyre (r.a)dan rivayete göre Rasûlullah (sav) bir deveyi önünden süren bir adam görünce ona: "Ona bin" diye emretmiş, adam: Ama bu bir kurbanlıktır, deyince ona: "Ona bin" diye buyurmuş, yine: Bu bir kurbanlıktır deyince, Peygamber: -İki veya üçüncü defasında-: "Yazıklar olsun sana ona binsene" diye söyledi.[156]
Câbtr b. Abdullah'tan rivayete göre kendisine hediyelik kurbanların sırtına binmeye dair soru sorulunca şöyle demiş: Ben Peygamber (sav)ı şöyle buyururken dinledim: "Bir başka binek buluncaya kadar mecbur kalırsan ona maruf bir şekilde binebilirsin."[157]
Bu görüşe göre "belirli süre" onun boğazlanması demektir. Bu açıklamayı da Atâ b. Ebi Rebâh yapmıştır. [158]
Kimi ilim adamı, Peygamber (sav)ın; "Ona bin" buyruğu dolayısıyla, kurban edilmek üzere götürülen devenin sırtına binmenin vacib olduğunu kabul etmiştir. Bu emrin zahirini esas alanlar arasında Ahmed, İshak ve Zahirîler de vardır. İbn NafT, Malikten şöyle dediğini rivayet etmektedir: Kurban olarak götürülen devenin sırtına aşırı olmayacak şekilde binmekte bir mahzur yoktur. Meşhur olan görüş ise kurbanlık sahibinin böyle bir deveye mecbur kalmadıkça binmeyeceği şeklindedir. Cabir (r.a)in hadisi bunu gerektirmektedir, çünkü bu hadis bir kayıt getirmektedir. Kayıt getiren nass ise mut-lakın hükmünü kayıtlandırır.
Şafiî ve Ebu Hanife de bu doğrultuda görüş belirtmişlerdir.
İhtiyaç halinde bindiği takdirde (ihtiyacını karşıladıktan sonra) üzerinden iner. Bu açıklamayı İsmail el-Kadî yapmıştır. Maliki mezhebinin delâlet ettiği görüş de budur. Ancak bu, İbnu'l-Kasım'ın "inmek yükümlülüğü yoktur" şeklindeki nakline muhaliftir. Buna dair delili ise Peygamber (sav)ın devenin sırtına binmeyi mubah kılmış olmasıdır. O halde bu binmenin istishâbı (yani hükmünün bu şekilde kalması) da caizdir. Peygamber efendimizin: "Bir başka binek buluncaya kadar mecbur kalırsan" ifadesi ise İmam Şafiî ve Ebu Hanife (r.a)ın görüşleri ile İsmail'in, Malik'in mezhebine dair naklettiğinin doğruluğuna delil teşkil etmektedir. Ayrıca açık bir şekilde Peygamber (sav)ın kendisi yorgun argın düştüğü halde bir deveyi süren bir adamı gördüğü ve ona: "Ona bin" dediği açık olarak rivayet edilmiştir. Ebu Hanife ve Şafiî derler kt: Eğer mubah olan şekliyle o devenin sırtına binmek onu(n değerini) eksiltirse, o takdirde bunun kıymetini ödemesi gerekir ve bu kıymeti tasad-duk eder. [159]
"Sonra onların varacakları yer Beyt-İ Atîk'tir" buyruğu ile bu kurbanlıkların Beyt'e kadar gideceklerini kastetmektedir ki, bundan kasıt da tavaftır.
Yüce Allah'ın: "Varacakları yer* ifadesi ihramlı olan kimsenin ihlâli (ihramdan çıkması) tabirinden alınmıştır. Yani Arafe'ye vakfede durmaktan, cemrelere taş atmaktan ve sa'y etmekten ibaret olan bütün hac şeâiri sonunda, Beyt-i Atîk'te İfada tavafı yapmakla sona erer. Bu açıklamaya göre bu buyrukta bizzat Beyt'in kendisi kastedilmektedir. Bu açıklamayı da Malik, Muvatta'da yapmış bulunmaktadır.
Atâ; Mekke'ye, Şafiî ise Harem bölgesine ulaşıncaya kadar, diye açıklamıştır. Bu açıklama da burada sözü edilen "şeâir"in kurbanlık develer olmasına binâendir. Ancak umumî bir anlam ifade etmekle birlikte şeâirin tahsis edilmesinin ve ayrıca özellikle Beytin zikredilmiş olmasını anlamsız gibi kabul etmenin açıklanabilir bir tarafı yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [160]
34. Biz, kendilerine nzık olarak verdiğimiz kurbanlık hayvanlar üzerine Allah'ın adını ansınlar diye her ümmete kurban kesmeyi meşru kıldık. İlâhınız bir tek ilâhtır. O halde Ona teslim olun. İtaatkâr ve alçak gönüllü olanları müjdele!
Yüce Allah kesilecek kurbanları söz konusu ettikten sonra "Biz... her ümmete kurban kesmeyi meşru kıldık" buyruğu ile kurban kesmeyi teşri' buyurmadık bir ümmet bırakmadığını beyan etmektedir.
Ümmet belli bir görüş ve inanç etrafında toplanmış olan topluluk demektir. Yani Biz, iman etmiş herbir topluluğa böyle bir kurban kesmeyi teşri' etmişizdir. "el-Mensek" kesmek ve kan akıtmak demektir. Bu açıklamayı Mü-cahid yapmıştır. Kurban kestiği vakit; denilir. Kesilen hayvana; denilir, çoğulu: şeklinde gelir. Şanı yüce Allah'ın: "Yahut bir sadaka, yahut da kurbandan bir fidye" (e!-Bakara, 2/196) buyruğunda da bu manada kullanılmıştır. Aynı zamanda bu kelime itaat anlamına da gelir.
eî-Ezherî yüce Allah'ın: "Biz... her ümmete kurban kesmeyi meşru kıldık" buyruğu hakkında şöyle demektedir: Bu, bu gibi yerlerde kurban kesme yerine delâlet etmektedir. Kurbanın kesileceği yeri gösterdik, demektir. Bu manada olmak üzere; ile denilir ve bunlar iki ayrı söyleyiştir. Her iki şekilde de okunmuştur. Âsim dışında Kûfeliler "sin" i esreli olarak okurken, diğerleri üstün olarak okurlar.
el-Ferrâ der ki: Bu kelimenin "sin" harfi kesreli olarak okunursa, Arapça'da, hayır yahut şerrin işlenmesi mutad olan yer anlamındadır. Hac menâsiki denilmesi, insanların Arafe'de vakfe yapmak, cemrelere taş atmak, sa'y etmek gibi ameller için belirlenen yerlere gidip, gelmeleri dolayısıyladır.
İbn Arafe ise yüce Allah'ın: "Biz... her ümmete kurban kesmeyi meşru kıldık" buyruğu hakkında şöyle demektedir: Her ümmete yüce Allah'a itaat etmek için izleyecekleri bir yol tesbit ettik. Çünkü bir kimse kavminin gittiği yolu takib ettiği takdirde denilir.
kelimesinin "bayram" anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu açıklamayı el-Ferrâ yapmıştır, Katade ise bunu hac diye açıklamıştır. Ancak birinci görüş yüce Allah'ın şu buyruğu dolayısıyla daha kuvvetli görülmektedir: "(Allah'ın) kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine" yani Allah'ın kendilerine nzik olarak verdiği hayvanları kurban edip keserken "Allah'ın adını ansınlar diye..." Böylelikle yüce Allah kurbanın kesilmesi esnasında adının anılmasını ve yalnız kendisi için kesilmesini emretmektedir. Çünkü bunları rızık olarak veren O'dur.
Daha sonra ifade geçmiş ümmetlere dair verilen haberden hazır olanlara: O, sizin hepinizin bir tek ilâhıdır, anlamında bir haber şekline geçmektedir. O halde kurban kesimi esnasında da durum böyledir. Bunun ihlâsla yalnızca O'na yapılması icab eder.
"O halde O'na teslim olun" buyruğu O'nun hakkı, O'nun rızası ve size olan nimetleri dolayısıyla O'na iman edin ve O'na teslim olun, demektir. Bu buyruğun teslimiyet gösterin, anlamını kastetme ihtimali de vardır. Bu da O'na İtaat edin, O'nun emirlerine boyun eğin, anlamındadır.
"İtaatkâr ve alçak gönüllü olanları müjdele!" buyruğundaki "Alçak gönüllü" ifadesi mü'minler arasında huşu' duyan ve alçak gönüllü kimseler demektir. ise yerin alçak olan bölümü demektir. Buyruk, işte böyle olanları pek büyük mükâfatla müjdele, anlamındadır. Amr b. Evs der ki: Alçak gönüllü olanlar zulmetmeyenlerdir, zulmedildikleri vakit intikam almaya kalkışmayanlardır,
Süfyan'ın, İbn Ebi Necîh'den, onun da Mücahid'den rivayetine göre Müc-ahid şöyle demektedir: "Alçak gönüllüler (el-muhbitûn)" yüce Allah'ın emri ile mutmain olanlar, huzur bulanlardır. [161]
35. Onlar ki; Allah anılınca kalpleri titrer. Kendilerine isabet edenlere karşı sabreder, namazı dosdoğru kılarlar ve onlara rızık olarak verdiklerimizden de infak ederler.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [162]
"Kalpleri titrer" korkar, ona muhalefet etmekten çekinir, dernektir. Yüce Allah, adı anıldığında korkmak ve çekinmekle onları nitelendirmektedir. Bu ise onların güçlü bir yakîne sahip olmaları ve Rabblerinin emirlerine riayet etmeleri dolayısıyladır. Adeta O'nun huzurundaymış gibidirler. Yine onları sabırla, namazt dosdoğru ve devamlı kılmakla da nitelendirdiğini görüyoruz. Bu âyet-i kerîmenin, (önceki âyetin sonunda yer alan) "itaatkâr ve alçak gönüllü olanları müjdele" buyruğu ile birlikte Ebubekir, Ömer ve Ali (Allah onlardan razı olsun) hakkında nazil oiduğu da rivayet edilmiştir.
"Namazı" kelimesini cumhur izafet olarak esreli okumuştur. Ebu Amr ise bir önceki kelimenin sonunda "nûn"un bulunduğunu kabul ederek nasb ile okumuştur. Ona göre buradaki "nûn"un hazfedilmesi ismin uzunluğu dolayısıyla hafif olsun diyedir, Sibeveyh de şu beyiti nakletmektedir:
"Aşiretin avretini (korunması gereken yerlerini) koruyanlar. "[163]
Bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın şu buyruklarını andırmaktadır: "Gerçek mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer. Âyetleri karşılarında okunduğu zaman (bu) onların imanını arttırır ve onlar ancak Rabblerine dayanıp, güvenirler" (el-Enfâl, 8/2); 'Allah sözün en güzelini müteşâbih, tekrar edilen (mesânî) bir kitap halinde indirmiştir. Ondan dolayı Rabblerine kalpten saygı duyanların derileri ürperir. Sonra Allah anıldığı için derileri ve kalpleri yumuşar..." (ez-Zümer, 39/23)
İşte Allah'ı bilip tanıyanların, O'nun azab ve cezasından korkanların hali budur. Bid'atçi, sapık ve bağırıp çağıran, avam ve cahillerin yaptıkları gibi çıkardıkları sesleri eşeklerin anırmasını andıranların bağırışları gibi bağır-mazlar. Bu şekilde hareket eden ve bunun vecd ve huşu' olduğunu iddia eden kimselere şöyle demek gerekir: Allah'ı tanımak, O'ndan korkmak, O'nun celâlini hakkıyla ta'zim etmek hususlarında ne Rasûluüah (sav)a, ne de Ashab-ı Kiram'ın haline eşit bir hale ulaşabilirsin. Bununla birlikte onlar, kendilerine öğüt verildiğinde Allah'tan gelen öğütleri kavramaya çalışır ve Allah'tan korktukları için ağlarlardı.
Aynı şekilde yüce Allah kendi adının anıldığını ve Kitabının okunduğunu işiten marifet ehli kimselerin hallerini de böylece bizlere anlatmış bulunmaktadır. Bu halde olmayan bir kimse, hiç şüphesiz onların gösterdikleri yoldan giden ve onların yollarını takib eden bir kimse olamaz. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Peygambere indirileni işittiklerinde, hakkı bildiklerinden gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Derler ki: Rabbimiz iman ettik. Artık bizi şâhid olanlarla beraber yaz." (el-Mâide, 5/83) İşte bu İfadeler onların hallerini nitelendirmekte ve söylediklerini nakletmektedir. Her kim sünnete tabi olmak İstiyorsa, işte bunların sünnetine uysun. Kim de delilerin halleriyle hallenmek istiyorsa bilsin ki; delilik insanların halinin en ba-yağışıdır ve delilik de çeşit çeşittir.
Sahih(-i Buhârî)'de Enes b, Mâlik'ten rivayet edildiğine göre bazı kimseler Peygamber (sav)a aşırıya kaçacak kadar çok soru sordular. O da bir gün mescide çıkageldi ve minbere çıkıp şöyle buyurdu: "Haydi bana soru sorunuz. Bugün bana neye dair soru sorarsanız, bu bulunduğum yerde kaldığım sürece onu mutlaka size açıklayacağım."
Bunu işitmeleri üzerine sustular ve artık gelip çatmış bir işin yanı başında olduklarından korktular. Enes dedi ki: Sağa sola bakmaya başladım. Baktım ki herkes başını elbisesine sokmuş ağlıyor.., deyip, hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir.[164]
Bu mesele ile ilgili açıklamalar bundan daha doyurucu bir şekilde el-En-fâl Sûresi'nde (8/1-2. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. [165]
36. Kurbanlık develeri de size Allah'ın şeâirlnden kıldık. Onlarda sizler için hayırda r) vardır. Onlar ayakları üzere iken, üzerlerine Allah'ın adını anın. Artık yanları üzere düşüp can verince etinden yeyin ve ondan dilenen, dilenmeyen fakirlere yedi-rin. Onları şükredeslniz diye böylece size müsahhar kıldık.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı on baştık halinde sunacağız: [166]
Yüce Allah'ın: "Kurbanlık develer " buyruğunu İbn Ebİ İshak "dal" harfini (sükûn yerine) ütreli olarak okumuştur. Bunlar iki ayrı söyleyiştir. Tekili: şeklinde gelir. Nitekim "meyve" anlamına gelen: kelimesirsin-çoğulu da; şeklinde, tahta anlamına gelen; kelimesinin çoğulu da: şekillerinde gelir. Kur'ân-ı Kerîm'de de: "Onun ayrıca bir geliri de vardı" (Kehf 18/34) buynığundaki "gelir" anlamındaki kelime "mim" harfi üstün olarak değil de; şeklinde ötreli okunduğu gibi, peklinde sakin olarak da okunmuştur ve bunlar iki ayn söyleyiştir.
Deveye; denilmesi, semizleyip kilo almasından dolayıdır "Sensizlik" demektir. Bu ismin develere has bir İsim olduğu da söylenmiştir.
Develer, kelimesinin -be ve dal harfleri üstün olmak üzere in çoğulu olduğu da söylenmiştir. "Adam kilo aldı," anlamındadır, "Yaşı ilerledi, yaşlandı" anlamındadır. Hadiste de: Gerçekten ben büyüdüm, yaşlandım"[167] denilmektedir. Bu kelime; (oüp diye de rivayet edilmiş olmakla, birlikte bunun bir anlamı yoktur. Çünkü bu Peygamber (sav)ın sıfatına muhaliftir, zira bu, etim çoğaldı, arttı demektir. Nitekim "Adam irileşti, kilolandı..." denilir. "İri-yan adam," demektir. [168]
İlim adamları "el-budn" kelimesinin develer dışında, inekler hakkında kullanılıp kullanılmayacağı hususunda farklı görüşlere sahiptir. İbn Mes'ud, Ata ve Şafiî, kullanılmaz derler. Malik ve Ebu Hanife İse kullanılır demişlerdir.
Bu husustaki görüş ayrılığının etkisi, bir bedene kurban etmeyi adayıp ta, bedene (deve) bulamayıp, yahut bulduğu halde buna gücü yetmeyip, inek kesmeye gücü yetenin durumu hakkında ortaya çıkar. Böyle birisi için inek kesmek yeterli olur mu, olmaz mı? Şafiî'nin mezhebine ve Atâ'ya göre yeterli olmaz, Malik'in mezhebine göre ise yeterli olur.
Sahih olan görüş ise Şafiî ve Atâ'nın kabul ettiği görüştür. Çünkü Peygamber (sav) cuma günü ile ilgili sahih hadisinde şöyle buyurmaktadır: "İlk saatte (cuma namazına) giden kişi sanki bir bedene (deve) kurban etmiş gibi olur. İkinci saatte giden kimse ise sanki bir inek kurban etmiş gibi olur..."[169] Peygamber (sav)ın burada inek (bakara) ile bedene arasında fark gözetmesi, ineğe ayrıca bedene demlemeyeceğinin delilidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Aynı şekilde yüce Allah'ın: "Artık yanlan üzere düşüp, can verince" buyruğu da buna delâlet etmektedir. Çünkü buradaki vasıf develere hastır. İnek ise ileride geleceği gibi koyunlar gibi yatırılarak boğazlanır.
Bizim delilimize gelince, bu kelime iri cüsse sahibi olmak demek olan "el-bedâne"den alınmıştır. İri cüsseli olmak vasfı ise hem develerde, hem ineklerde bulunur. Aynı şekilde kanlarının akıtılması suretiyle yüce Allah'a yakınlaşmak özelliği ineklerde, develerdeki gibidir. Öyle ki, bir inek kurban olarak tıpkı deve gibi yedi kişi için yeterlidir. Bu Ebu Hanife lehine de bir delildir, zira Şafiî de bu hususta ona muvafakat etmektedir. Ancak bizim mezhebimizde bu görüş yoktur.
İbn Şecere'nin naklettiğine göre koyunlara da "bedene" denilebilir, Ancak bu gaz bir görüştür.
"el-Bııdn" ise Ka'be'ye hediye olarak gönderilen (kurbanlık) develerdir. "el-Hedy" ise deve, inek ve koyun türü(nün hediye olarak gönderilmesi) hakkında kullanılan genel bir tabirdir. [170]
Yüce Allah'ın: "Size Allah'ın şeâirinden kıldık" İfadesi bunların, şeâirin bir kısmı olduğu hususunda açık bir nasstır. Yüce Allah'ın: "Onlarda sizler İçin hayır vardır" buyruğunda da daha önce sözü edilen faydalar kastedilmektedir. Doğrusu, bu hayrın hem dünya, hem âhiret hayırları hakkında umumi, olduğudur. [171]
"Onlar ayakları üzere İken, «zerlerine Allah'ın adım anın" Yani Allah'ın adına onları boğazlayın, "Ayaklan üzerinde duruyorken," demektir. Develer ayakları bağlı, ayakta oldukları halde boğazlanırlar. Bu vasıf asıl itibariyle atlar için kullanılan bir vasıftır. Nitekim atın, üç ayağı üstünde dikilip, dördüncüsünün toynağını yere değdirecek şekilde duruşu halini anlatmak üzere denilir. Böyle duran ata da; denilir.
Deve boğazlanacağı vakit, ön ayaklarından birisi bağlanır ve üç ayağı üzerinde ayakta durur.
el-Hasen, el-A'rec, Mücahid, Zeyd b. Eşlem ve Ebu Musa el-Eş/arî bu anlamdaki kelimeyi- diye okumuşlardır. Bu da; yüce AJlah'a hâlis olarak, onları boğazlarken Allah'tan başkasının adını onunla ortak olarak zikretmeyerek boğazlayınız demektir.
Yine el-Hasen'den; şeklinde "fe" harfini esreli, şeddesiz ve ten-vin ile okuduğu da nakledilmiştir ki; bu da bundan önceki okuyuş ile aym anlamdadır. Ancak kıyasa muhalif olarak tahfif kastıyla "ya" harfi hazfedil-miştir,
şekli, cumhurun kıraati olup, "Sıraya dizdi, hizaya soktu," fiilinden gelen bir kelime olarak "fe" harfini üstün ve şeddeli okumuşlardır. Bunun tekili de; şeklindedir. Öbür okuyuş olan; in tekili de seklinde gelir.
İbn Mes'ud, tbn Abbas, İbn Ömer, Ebu Ca'fer, Muhammed b, Ali ise "nun" harfi ile; şeklinde ve; nin çoğulu olarak (anlamt biraz sonra gelecek) okumuşlardır. Bunun tekili ise sonunda "te"nis "te"st olmaksızın gelmez. Çünkü "fail" veznindeki bir kelimenin, ancak kıyasa konu olmayan özel bir takım harflerde "fevâil" diye çoğulu yapılabilir. Bu da "faris, fevâris, halik, hevâlik, hâlif, havâlif" gibi kelimelerdir. "Ön ayaklarından birisi çırpınmasın diye bağlanarak yukarıya kaldırılmış olan" demektir. Şanı yüce Allah'ın: "Bir ayağını tırnağı üzere dikip, üç ayağı üzere duran asil atlar" (Sad, 38/31) buyruğu da bu kabildendir. Amr b. Külsûm da şöyle demiştir:
"Atları onun yanıbaşında durur bıraktık,
Yularları boyunlarına üç ayağı yerde diğerinin tırnağını yere dikmiş olarak."
Bu beyit şu şekilde de
rivayet edilmektedir:
"Atlan onun için
feryad eder durur,
Yularları boyunlarına
dolanmış, üç ayağı yerde diğerinin tırnağını
yere dikmiş olarak."
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"O, bir ayağının
tırnağını diken asil atlara alışkındır hâlâ o,
Üç ayağı üzerinde,
birini de kırmış (bükmüş) olarak duranlardandır."
Ebu Amr el-Cermî der
ki: es-Sâfîn ayağın ön taraflarında bir damar adıdır, Ata vuruldu mu ayağını
kaldırır. el-A'şâ da şöyle demektedir:
"Uzunca ağaç
gövdesini andıran herbir siyah at, göz ucuyla gözünü
kırpmadan mızraklara
bakar. Asaletle üç ayağı üstünde durup, tekinin tırnağını yere
değdirince,"
[172]
İbn Vehb dedi ki: Bana
İbn Ebi Zi'b'in anlattığına göre o İbn Şihab'a develeri ayakta kesmenin hükmü
hakkında soru sormuş, ona: Önce bir ayağını bağlarsın, sonra da üç ayağı
üstünde bırakırsın diye cevap vermiştir. Malik b. Enes de bana onun benzerini
söylemiştir. İlim adamları bunu müstehab görürlerdi. Ancak Ebu Hanife ile
es-Sevrî develerin çökmüş olarak da, ayakta oldukları halde de kesilmelerini
caiz görmüşlerdir. Ata istisna kabilinden buna muhalefet etmiş ve çökmüş halleriyle
develeri kesmeyi müstehab kabul etmiştir. Sahih olan ise cumhurun kabul
ettiğidir, çünkü yüce Allah: "Artık yanları üzerine düşüp can
verince..." diye buyurmaktadır. Bu da kesimlerinden sonra yere
yıkılırlarsa anlamındadır. Nitekim "Güneş batıya kaydı" İfadesi de
buradan gelmektedir.
Müslim'in, Sahih'inde
Ziyad b. Cübeyr'den rivayete göre İbn Ömer çökmüş olduğu halde deve kesen bir
adamın yanından geçmiş ve ona şöyle demistir: Sen (bir ayağı) bağlı olarak ve
ayakta olduğu halde onu kes. Peygamberinizin (salât ve selâm ona) sünnetine
uyunuz, demiştir.[173]
Ebû Davud'un
rivayetine göre de ez-Zübeyr, Câbir'den yine ez-Zübeyr, Abdu'r-Rahman b. Sabit
bana haber verdi diyerek. Peygamber (sav) ile ashabı deveyi sol ayağı bağlı ve
diğer ayaklan üzerinde ayakta dikili olduğu halde keserlerdi."[174]
Mâlik dedi ki: Şayet
bir insan deveyi bu şekilde kesemeyecek olursa, yahut devesinin kaçıp
kurtulacağından korkarsa onu bağlayarak boğazlamasında bir mahzur görmüyorum.
DeVe uygun halde, bağlı olmayarak ve ayakta boğazlanır. Ancak bu imkânsız
olursa, o takdirde ön ayakları bağlanır, arka ayaklarının bağlanması ise
kesicinin ona güç yetirememesi yahut zorlanmasından korkması halinde söz
konusu olur. Çökmüş halde boğazlanması arka ayaklarının bağlanmasından daha
faziletlidir. İbn Ömer gençliğinde harbeyi eline alır, göğsüne saplar,
hörgücünden çıkartırdı. Ancak yaşlanınca gücü azaldığından ötürü, çökmüş
haliyle deveyi boğazlar, harbeyi onunla birlikte bir başka adam tutar, bir
başkası da devenin yularını tutardı.
İnek ve koyunlar ise
yatırılarak kesilirler.
[175]
Kurban günü tan yeri
ağarmadan önce, hacda develeri kurban etmek, ic-ma üe caiz olmadığı gibi, hacda
olmayanların da can yeri ağarmadan önce kurban kesmeleri caiz değildir. Tan
yeri ağardıktan sonra Minâ'da kurban kesmek caiz olur. İmamlarının kurban
kesmesini beklemek görevleri yoktur. Diğer bölgelerdeki kurban kesmek ise
böyle değildir. Hac yapan herkes için kurban kesme yeri Minâ'dır. Umre yapan
herkes için kurban kesme yeri de Mekke'dir. Hacceden bir kimse Mekke'de, umre
yapan ise Mina'da kurban kesecek olursa, yüce Allah'ın izniyle herhangi birisi
için vebal yoktur.[176]
Yüce Allah'ın:
"Artık yanları üzere düşüp, can verince..." buyruğunda benzer
tafızia: "Güneş batıya kaydı" denilir. "Duvar yıkıldı"
demektir. Kays b. el-Hatîm der ki:
"Avfoğulları
kendilerine barışı yasaklayan bir emire itaat etti, Sonunda ilk yere yıkılan o
oldu."
Evs b. Hacer de şöyle
demektedir:
"O yıkılan dağ
dolayısıyla güneş tutulmaz, Ay tutulmaz ve yıldızlar sönmez mi?"
Buna göre yüce
Allah'ın: "Artık yanları üzere düşüp can verince..." buyruğu ile, bu
develer yan tarafları üzerine ölü yıkıldıkları zamanı kastetmek istemektedir.
Yüce Allah "yanı üzere yıkılmayı" ölümden kinaye olarak zikretmiştir.
"Onlar ayakları üzere İken, üzerlerine Allah'ın adım anın" buyruğunda
onları kesip boğazlamayı kinaye yoluyla kastettiği gibi. Bir çok yerde kinaye
açık ifadeden daha beliğdir. Şair şöyle demektedir:
"Onu yırtıcı
hayvanlara parçalasınlar diye bıraktım, onlar da onu Tepeden tırnağa kadar
paramparça edip yediler."
Yine Antere şöyle
demektedir;
"Ben onun koçunun
iki boynuzuna bir darbe indirdim, o da yere yıkıldı."
Yani yere ölmüş olarak
yıkılıp düştü. Bu tür anlatımların benzerleri pek çoktur.
Kesimden sonra yanı
üzere yıkılıp düşmek, kanının akmasının ve canının çıkmasının alâmetidir. İşte
bu da etinin yenileceği yani yenilmesinin yaklaştığı vakittir. Çünkü bundan
sonra artık derisi yüzülmeye başlanır ve kesilen
kurbanlıktan bir parça koparıldıktan sonra pişirilir.
Soğumadıkça (hareketi
kesilmedikçe) derisi yüzülmez. Çünkü bu bir çeşit işkence kabilindendir.
Bundan dolayı Ömer (r.a) şöyle demiştir: Canları çıkarmakta acele etmeyiniz.
[177]
"Etinden
yeyin" emri mendübluk ifade eder. Bütün ilim adamları insanın kestiği
hediye kurbanından yemesini müstehab kabul etmişlerdir. Bunda hem ecir almak,
hem de ilâhî emre uymak söz konusudur. Zira cahiliye dönemi insanları önceden
de geçtiği üzere hediye kurbanlıklarından bir şey ye mezlerdi.
Ebu'l-Abbas b. Şureyh
der ki; Yemek ve yedirmek müstehabtır. O bunlardan dilediği herhangi birisini
de yapabilir. Şafiî İse şöyle demektedir: Yemek müstehab, yedirmek vaciptir.
Hepsini başkasına ikram edip yedirecek olursa bu dahi yeter. Ancak hepsini tek
başına yiyecek olursa bu olmaz.
Bu hüküm, kestiği
hediye kurbanının tatavvu' (nafile) olması halinde böyledir. Eğer kesilmesi
vacib olan kurban türünden ise, önceden de açıklandığı üzere onlardan yemesi
caiz olmaz.
[178]
"Ve ondan
dilenen, dilenmeyen fakirlere yedirin buyruğu ile ilgili oiarak Mücahid,
İbrahim ve et-Taberî şöyle demişlerdir: Yüce Allah'ın "ye-dirin* buyruğu
mübahlık bildiren bir emirdir.
"Dilend"
demektir. Dilencilik yaptığı takdirde; "Adam dilencilik etti, eder"
diye mazisinde "nün" rneftuh, muzariinde mek-sûr olarak[179]
kullanılır. Müzari'i şeklinde, mastarı şeklinde, ism-i faili şeklindeki
kullanım, elinde az miktardaki şey ile yetinerek, iffetli davranıp dilenmeyen
kimsenin halini anlatmak içindir. Mastarları da; şekillerinde gelir, Bu
açıklamaları el-Halit yapmıştır, eş-Şemmâh'ın şu beyitinde birinci manasıyla
kullanılmıştır:
"Kişinin malı
kendisini ıslah edip fakirlikten onu kurtarırsa, Elbetteki dilenmekten onu daha
iffetli kılar."
İbnu's-Sikkît der ki:
Araplardan "el-kunû"u kanaat anlamında kullananlar da vardır. Bu da
razı olmak, iffetli davranmak ve düenmemektir.
Ebu Recâ'dan; diye
okuduğu rivayet edilmiştir. Bunun anlamı ise birincisinden farklıdır. Çünkü
bir kimse hoşnut olduğu vakit; "Adam hoşnut oldu, o hoşnut olandır,"
denilir.
"Dilenmeyen
fakir"; senin etrafında dolaşıp da senden yanından bir şeyler isteyen
kimsedir. İster açıkça istesin, ister sussun. Muhammed b. Ka'b el-Kurazî,
Mücahid, İbrahim, el-Kelbî ile el-Hasen b. Ebi'l-Hasen der ki: Bu kelime
dilenmeksizin karşında dikilen kimse demektir. Şair Zuheyr der ki:
"Karşılarına
çıkıp dilenmeyen fakirlerin ihtiyaçlarını karşılamak,
varlıklılarının
görevidir, Az malı olanlar ise hem cömerttirler, hem de holca verirler."
Malik dedi ki: Bu
kelimelerin anlamı ile ilgili duyduğum en güzel açıklama "el-kanî"'
kelimesinin fakir, "el-mu'ter" kelimesinin ise ziyaretçi anlamına
geldiğidir.
el-Hasen'den
("dilenmeyen fakir" diye meali verilen lafzı): diye okuduğu da
rivayet edilmiştir, bunun manası; ile aynıdır. Bir kimsenin yanında bir şeyler
ister gibi davranan yahut fiilen isteyen kimsenin halini anlatmak üzere;
denilir. Bu açıklamaları en-Nehhas zikretmiştir.
[180]
37. Onların
etleri de, kanlan da Allah'a asla ulaşmaz. Fakat sizden O'na takva ulaşır. Bu
şekilde O, onları size musahhar kıldı ki, size hidayet verdiği için tekbir
getirip Allah'ı ta'zim edesiniz. İhsan edenleri müjdele!
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:
[181]
"Onların etleri
de, kanları da Allah'a asla ulaşmaz" buyruğu ile ilgili olarak İbn Abbas
şöyle demektedir: Cahili ye dönemi insanları kestikleri develerin kanlarını
Beyt'e sürerlerdi, müslumanlar da aynı işi yapmak isteyince bu âyec-i kerîme
nazil oldu.
Nail olmak (ulaşmak),
yüce yaratıcı ile alâkası olan bir fiil değildir. Bu fiil kabul etmek manasını
mecazi bir yolla anlatmaktadır. O'na asla ulaşmaz demektir. İbn Abbas: O'na
asla yükselmez diye açıklamıştır. îbn İsa da: Allah kurbanların etlerini de
kanlarını da asla kabul etmez, fakat sizden O'na takva ulaşır, diye
açıklamıştır. Yani yalnız kendi rızası istenenleri kabul eder, onları kendisine
yükseltir, bunu işitir (kabul eder), bunun mükâfatını verir, "Ameller
ancak niyetler iledir"[182]
hadisi bu manadadır.
"Allah'a asla
ulaşmaz" ile: "Ona ulaşır" fiillerinin her
ikisi de "ya1" iledir. Ancak Ya'kub bu iki
Fiili de "el-luhm; etler" kelimesini na-zar-ı itibara alarak
"te" ile okumuştur.[183]
"Bu şekilde O,
onları size müsahhar kıldı." Şanı yüce Allah, onları bizim emrimize
vermekle ve onlarda tasarruf etme imkânını sunmakla bize Iü-tufca bulunmuştur. Halbuki
bunlar yapt itibariyle bizden daha iri, organları da bizden daha güçlüdür.
Bunun böyle olması ise, kulun İşler zahiren kula göründüğü şekliyle idare
edilmemekte olduğunu, işlerin ancak aziz ve kadir olanın iradesine göre tedbir
edildiğini bilmesi; insanların da O'nun iradesiyle küçük olanın, büyük olana
galip geldiğini, mutlak galibin, kullan üstünde kaiılıâr olan bir ve tek Allah
olduğunu bilmeleri içindir.
[184]
Şanı yüce Allah,
bundan önceki âyet-i kerimede adının kurbanlıklar üzerinde anılması gereğini
dile getirerek: "Onlar ayaklan üzere iken, üzerlerine Allah'ın adını
anın" diye buyurmuştu. Burada "Size hidâyet verdiği için tekbir
getirip Allah'ı ta'zim edesiniz" buyruğu ile Allah'ın adını tekbir
ederek yüceltmeyi söz konusu etmektedir. İbn Ömer
(r.a) da hediyelik kurbanını boğazladığı zaman her iki emri yerine getirmek
üzere; "Bismillahî val-lahu ekber: Allah'ın adına ve Allah en
büyüktür" derdi. Bu onun fıkhının bir göstergesidir.
Sahih(-i Buhârüde,
Enes'ten şöyle dediği nakledilmektedir: Rasûiullah (sav) beyaz ve boynuzlu iki
koç kurban etti. (Enes) dedi ki: Ben onu o iki koçu elleriyle keserken gördüm.
Ayağını yanlan üzerine koyup besmele çekip tekbir getirdiğini gördüm.[185]
İlim adamları bu
hususta farklı görüşlere sahiptirler. Ebu Sevr der ki: Besmele çekmek,
namazdaki tekbir gibi olup yerine getirilmelidir. Ancak bütün ilim adanılan
bunun müstehab olduğunu kabul etmişlerdir. Şayet yüce Allah'ın isimlerinden bir
başka ismi zikrederek, bununla da besmele getirmeyi kastetmiş ise bu da
caizdir. Sırf "Allahu ekber" yahut İâ ilahe İllallah" dese de
böyledir. Bunu İbn Habib söylemiştir. Eğer besmele kastıyla söylemeyecek
olursa, bu sözleri besmelenin yerini tutmaz ve yenilmez. Bu görüş, de Şafiî ve
Muhammed b. el-Hasen'in görüşüdür. Bizim mezhebimize mensub ilim adamlarının
tamamı ve başkaları kesim esnasında besmele ile birlikte Peygamber (sav)a
salavâı getirmeyi, veya onun adını anmayı mekruh görmüşler ve: Böyle bir
durumda yalnızca yüce Allah'ın adı anılır demişlerdir. Şafiî kesim esnasında
Peygamber (sav)a salavât getirmeyi caiz görmektedir.
[186]
Cumhur kurban kesen
kimsenin: Allah'ım, benden kabul buyur demesinin caiz olduğu kanaatindedir.
Ancak Ebu Hanife bunu mekruh görmektedir. Oysa 5ahih(-i Müslim)'in kaydettiği
Âişe (r.anhâ) yoluyla gelen rivayet onun aleyhine bir delildir. Bu rivayette
şöyle denilmektedir: ...Sonra: "Bis-millahi, Allah'ım sen Muhammed'den,
Muhammed'in aile halkından ve Mu-hammed'in ümmetinden kabul buyur" dedi,
sonra da onu kurban etti.[187]
Bazıları da kurban kesenin kabulü için dua etmesini, âyet-i kerîmenin şu nassı
gereği müstehab görmüşlerdir: "Rabbimiz! Bizden kabul buyur. Şüphesiz sen
işitensin, hakkıyla bilensin." (el-Bakara, 2/127)
Ancak Malik, Allah'ım
bu Sendendir ve Sanadır, demelerini mekruh kabul etmiş ve bunun bid'at
olduğunu söylemiştir. Fakat bizim (Maliki mezhebimizin) mensublarından İbn
Habib ile el-Hasen bunu caiz kabul etmektedirler. Bunların lehlerine delil de
Ebû Davud'un, Câbir b. Abdullah'tan kaydettiği şu rivayettir: Câbir dedi ki;
Peygamber (sav) kurban kesme günü boynuzlu, burulmuş ve beyaz iki koç kesti.
Onları kıbleye yönelttiğinde: "Şüphesiz ki ben yüzümü hanif olarak
gökleri ve yeri yaratana çevirdim ve ben müşriklerden değilim." (el-En'âm,
6/79)... buyruğu İle (el-En'âm, 6/162-163 âyetlerini)... vve ben müstümanların
ilkiyim" buyruğuna kadar okudu. "Allah'ım (bunlar) Sendendir,
Sanadır. Muhammed'den ve onun ümmetinden, Bismillahi vailahu ekber" dedikten
sonra kurbanlarını kesti.[188]
Bu haberin Malik'e
ulaşmamış olması yahut sahih bir rivayetle ona varmamış olması veya Medine'de
yapılan uygulamanın bundan farklı olduğunu görmüş olması ihtimali vardır. İşte
onun: Bu bir bid'attir, sözü buna delâlet etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
[189]
Yüce Allah'ın:
"İhsan edenleri müjdele" buyruğunun -bundan önceki âyet-i kerîmede
geçtiği üzere- dört râşid halife hakkında nazil olduğu rivayet edilmiştir.
Lafzın zahiri ihsan edici herkes hakkında umumî olmasını gerektirmektedir.
[190]
38. Muhakkak
Allah mü'roinleri savunur. Çünkü Allah hainlik ve nankörlük edenlerin
hiçbirisini sevmez.
Rivayete göre bu
âyet-i kerîme mü'minler dolayısıyla nazil olmuştur. Şöyle ki; mü'minter Mekke'de
sayıca çoğalıp kâfirler onlara eziyet ve işkenceler yapınca, onların bir
bölümü Habeşistan'a hicret etti. Mekke'de kalan bir takım mü'minler de imkân
bulduğu kâfirleri öldürmek, suikast tertiplemek, emanetlerine hainlik etmek ve
hile yapmak istediler. Bunun üzerine bu âyeti kerîme -yüce Allah'ın: "...
ve nankörlük edenlerin hiçbirisini sevmez" buyruğuna kadar nâ2il oldu. Bu
âyet-i kerîme ile şanı yüce Allah, mü'min-leri savunma va'dinde bulundu ve çok
açık bir şekilde hainliği ve gadretmeyi yasakladı. Gadredip ahdi bozmanın çok
ağır bir vebal olduğuna dair açıklamalar daha önceden el-Enfal Sûresi'nde
(8/58. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yine orada (belirtilen âyet,
3. başlıkta) Peygamber (sav)ın: "Ahdini bozanın arkasında ahdini bozduğu kadarıyla
bir sancak dikilir ve bu filanın hainliğidir, denilir"[191]
buyruğu da geçmişti.
Buyruğun anlamının şu
olduğu da söylenmiştin Yüce Allah iman kalplerinde iyice yer edinceye kadar
mü'minlerin muvaffakiyetlerini sürdürerek savunur. Kâfirler onları dinlerinden
uzaklaştıramazlar. Eğer herhangi bir baskı ve zorlama ile karşı karşıya
kalacak olurlarsa, kalpleriyle İrtidad etmemeleri için onları korur, muhafaza
eder.
Bir başka açıklama da
şöyledir: O, müzminleri ortaya koydukları delillerle onları üstün getirmek
suretiyle savunur. Diğer taraftan bir kâfirin, bir mü'mi-ni öldürmesi nadirdir.
Şayet bir kâfir, bir mü'mini öldürecek olursa, yüce Allah o raü'mini kendi
rahmetine ruhunu kabzederek almak suretiyle savunur.
Nafî':
"Savunur" şeklinde, "eğer Allah... savmasaydı" (el-Hac,
22/40) buyruğundaki "fe" harfinden sonra elif ilavesiyle; diye
okumuştur. Ebu Amr ve İbn Kesir bu âyetteki bu kelimeyi "dal" harfi
ile "fe" harfi arasında elif siz, kırkıncı âyet-İ kerîme'deki kelimeyi
de aynı şekilde elif-siz olarak okumuştur. Âsim, Hamza ve el-Kisaî ise bu
âyetteki bu kelimeyi "dal" harfi ile "fe" harfi arasında
elif ile, kırkıncı âyet-i kerîmedeki kelimeyi ise elifsiz olarak okumuştur.
Elifli okuyuş ile elifsiz okuyuş aynı anlamdadır. "Hırsızı
cezalandırdım" ve "Allah ona afiyet versin" tabirlerinde olduğu
gibi. Mastarı da şeklinde gelir. ez-Zehravî!nin naklettiğine göre elifli
okuyuş mastarıdır, de olduğu gibi.
[192]
39.
Kendileri ile savaşılanlara zulme uğradıkları için (savaşmaya) İzin verildi.
Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir,
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
[193]
Yüce Allah'ın;
"Kendileri Üe savaşılanlara... izin verildi" buyruğu ile ilgili bir
açıklamaya göre: Bu buyruk yüce Allah'ın: "Muhakkak Allah mü'min-leri
savunur" buyruğunu beyan etmektedir. Yani onlara savaşmayı mubah kılmak,
onlara yardım etmek suretiyle kâfirlerin başlarına açtıkları musibetlere karşı
onları savunur. Bu buyrukta hazfedilmiş kelimeler vardır: Savaşabilecek
durumda olanlara savaşmaya izin verilmiştir, demektir. Bunun haz-fedilmesine
sebep ifadenin hazfedilen ifadelere delâlet etmesidir.
ed-Dahhak dedi ki;
Rasûlullah (sav)ın ashabı Mekke'de kâfirler kendilerine eziyet ve işkence
ettikleri için kâfirlerle savaşmak için izin istediler. Yüce Allah da:
"Çünkü Allah hainlik ve nankörlük edenlerin hiçbirini sevmez"
buyruğunu indirdi. Hicret ettikten sonra da: "Kendileri ile savaşılanlara
zulme uğradıkları için izin verildi" âyeti nazil oldu. İşte bu buyruk,
Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan yüz çevirmek, terketmek ve affedip, bağışlamak
emirlerinin hepsini neshetmektedir. Savaş hakkında nâzü olmuş ilk âyet-i kerîmede
budur.
İbn Abbas ve İbn
Cübeyr derler ki: Bu âyet-i kerîme Rasûlullah (sav)ın Medine'ye hicret
etmesinden sonra nazil olmuştur. Nesaî ve Tirmizî'nin İbn Ab-bas'tan
rivayetlerine göre o şöyle demiştir: Peygamber (sav) Mekke'den çıkartılınca
Ebubekir: Peygamberlerini çıkarttılar, mutlaka helak edileceklerdir, dedi.
Bunun üzerine yüce Allah da; "Kendileri İle savaşılanlara zulme
uğradıkları için İzin verildi. Allah onlara yardım etmeye elbette
kadirdir" buyruğunu indirdi. Ebubekir de dedi ki: Bunun üzerine anladım ki
artık savaş olacaktı r.[194]
(Tirmizî) dedi ki: Bu hasen bir hadistir. Ayrıca bunu birden çok kişi
Süfyan'dan, o el-A'rneş'ten, o Müslim el-Batîn'den, o Said b. Cübeyr'den
mürsel olarak rivayet etmiş ve bu rivayette: "İbn Abbas'tan" kaydı
zikredilmemiştir.[195]
Bu âyei-İ
kerîmede-Mutezile'nin kanaatinin aksine- mubah kılmanın şer't hükümlerden
olduğuna dair bir delil vardır. Çünkü yüce Allah'ın: "İzin verildi"
buyruğu, mubah kılındı, anlamındadır. Bu da sözlükte yasak olan her-bir şeyin
mubah kılınması manasına kullanılmıştır. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden
el-Bakara Sûresi'nde ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır.
"İzin
verildi" anlamındaki buyruk, hemzenin (ötre yerine) üstün okunmasıyla:
"İzin verdi" şeklinde de okunmuştur ki, Allah İzin verdi demektir.
"Kendileri île
savaşılanlara" anlamındaki buyrukta "te" harfi esreli olarak;
şeklinde "düşmanlarıyla savaşanlara" diye okunmuştur, "te"
harfi üstün olarak da okunmuştur. Yani müşriklerin kendileriyle savaştıkları
kimseler demek olup, bunlar da mü'minlerdir. İşte bundan dolayı "zulme
uğradıkları için* denilmiştir. Bu da onların yurtlarından çıkartıldıkları
anlamındadır.
[196]
40. Onlar
ki, yurtlarından haksız yere ve sadece "Rabbimiz Allah'tır"
dedikleri için çıkarıldılar. Eğer Allah insanların bir kısmıyla, diğer bir
kısmını savmasaydı elbette manastırlar, kiliseler, havralar ve içlerinde
Allah'ın adının çokça anıldığı mescitler yıkılırdı. Allah kendi (dini)ne yardım
edene, elbette yardım eder. Muhakkak Allah güçlüdür, Azizdir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız:
[197]
Yüce Allah'ın:
"Onlar ki yurtlarından haksız yere... çıkarıldılar" buyruğu
kendilerine yapılan zulümlerin birisini dile getirmektedir. Yurtlarından
çıkartılıp sebebleri sadece: Rabbimiz bir ve tek olarak Allah'tır demiş olmalarıdır.
Yüce Allah'ın: "Sadece Rabhimiz Allah'tır, dedikleri İçin" buyruğu
munkatı' bir istisnadır. Yani, ama onların Rabbimiz Allah'tır (demeleri bir haktır
ve bu hakka karşı gelerek onları çıkarmışlardır). Bu açıklamayı Sibeveyh
yapmıştır. el-Ferrâ ise şöyle demektedir: Bu ifadenin cer mahallinde olması da
mümkündür. O böylelikle bunun, "haksız yere" anlamındaki buyruğun
başında bulunan cer harfi olan "be"ye merdûd
(bağlı) olduğunu kabul etmektedir. Ebu İshak ez-Zeccâc'ın görüşü de budur, ona
göre de mana şöyledir: Onlar yurtlarından haksız yere çıkarıldılar.
Çıkarılmalarının tek sebebi, Rab-bimiz Allah'tır demeleridir. Yani onlar
tevhidleri sebebiyle yurtlarından çıkarıldılar, onları çıkartanlar da
putperest kimselerdir.
"Yurtlarından...
çıkarıldılar" anlamındaki ifade, yüce Allah'ın: "Kendileri ile
savaşılanlara" anlamındaki buyruktan bedel olarak cer mahallindedir.
[198]
İbnu'l-Arabî dedi ki:
İlim adamlarımız şöyle demişlerdir: Rasûlullah (sav)a Akabe bey'atinden önce
savaşmaya izin verilmemiş ve kan dökmek ona helâl kılınmamıştı. Ona -on yıl
süreyle- sadece yüce Allah'ın dinine davet etmek, eziyetlere sabretmek,
cahillerin cahilliklerini affetmekle emir verilmişti. Bundan maksat ise yüce
Allah'ın onlara karşı delilini ortaya koymak ve: "Biz bir rasûl
göndermedikçe de azab ediciler değiliz" (el-İsrâ, 17/15) buyruğunda
lütfunu dile getirdiği vaadini yerine getirmek için böyle yapmıştır. Tebliğe
muhatab olan insanlar ise azgınlıklarını sürdürdükleri gibi apaçık delilleri
de delil olarak görüp benimsemediler. Kureyşliler ise Peygamber (sav)a tabi
olan muhacirlere çok ağır baskılar yapmıştı. Öyle ki onları dinlerinde fitneye
düşürdüler, ülkelerinden sürdüler. Onlardan kimisi Habeşistan topraklarına kaçtı,
kimisi de Medine'ye çıkıp gitti. Kimileri de eziyete sabretti. Kureyş yüce
Allah'a karşı azgınlaşıp emrini reddedip peygamberini yalanlayınca, Allah'a
iman ederi, O'nu tevhid ile ibadet edenlere, Peygamber (sav)ı tasdik edip,
dinine sımsıkı sarılanlara işkencelerini sürdürünce, yüce Allah da Rasûlüne
savaşmak için izin verdi. Kendilerine zulmedenlere karşı kendilerini savunup
İntikam almalarına müsaade etti ve: "Kendileri ile savaşılanlara... izin
verildi... îşlerin akıbeti Allah'ındır." (el-Hac, 22/39-41) buyruklarını
indirdi.
[199]
Bu âyet-i kerîmede
zorlama ve baskı altında kalan kimsenin yaptığı fiilinin, onu zorlayıp o işi
işlemeye mecbur edene nisbet edileceğine dair delil vardır. Çünkü yüce Allah
burada çıkarmayı kâfirlere nisbet etmektedir. Çünkü ifade günahın miktarını
dile getirmek ve bu günahı işlemeye mecbur tutmak sadedindedir. Bu âyet-i
kerîme yüce Allah'ın: "Hani kâfirler onu çıkardıklarında..."
(et-Tevbe, 9/40) buyruğuna benzemektedir. Her ikisi hakkında bu kabilden
yapılacak açıklamalar aynıdır. Buna dair açıklamalar daha önce et-Tevbe
Sûresi'nde (9/40. âyet, 2. bastıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a
hamdolsun.
[200]
"Eğer Allah
İnsanların bir kısmıyla, diğer bir kısmını savmasaydı"
yani yüce Allah
peygamberlere ve mü'minlere düşmanlarla savaşmayı meşru' kılmamış olsaydı,
müşrikler her tarafı istila eder ve çeşitli dinlere men-sub kimselerin inşa
ettikleri ibadet yerlerini işlemez hale getirirlerdi. Fakac O, çeşitli din
mensuplarının kendilerini ibadete verebilmeleri için savaşmayı farz kılarak,
böyle bir olumsuz hali önlemiş bulunmaktadır.
O halde cihad geçmiş
ümmetlere de emredilmiştir. Şeriatler onunla salâh bulmuş ve ibadet yerleri o
sayede ayakta durabilmiştir. Sanki şöyle buyurul-muş gibidir: Savaşmaya izin
verilmiştir, o halde mü'minler savaşsınlar. Daha sonra yüce Allah bu savaşma
emrini: "Eğer Allah İnsanların bir kısmıyla, diğer bir kısmını
savmasaydı..." âyetiyle de pekiştirmektedir. Yani eğer savaş ve cihad
olmasaydı, her ümmet arasında mutlaka hakka galib gelinirdi. Buna göre
hristiyan ve sabitlerden cihadı uygun bir iş görmeyenler, aslında kendi kabul
ettikleri inançlarıyla çelişmektedirler. Zira savaş olmasaydı, uğrunda savunma
yapılan din diye bir şey kalmazdı.
Aynı şekilde şu
dinlerini tahrif etmeden, değiştirmeden önce yaptıkları ma-bedler ve İslâm'ın
bu dinleri nesİletmesinden önce yapılmış mabedler İşte bu maksatla burada söz
konusu edilmiştir. Yani bu savunma olmasaydı, Musa döneminde havralar, İsa
döneminde kiliseler ve manastırlar, Muhammed (a.s) döneminde de mescidler
yıkılacaktı.
"Yıkılırdı"
kelimesi; "Binayı yıktım", O da yıkıldı" ifadesinden alınmıştır.
İbn Atiyye der ki: Bu,
bu âyet-i kerîmenin te'vilt hususunda yapılmış en doğru açıklamadır.
Ali b. Ebi Talib
(r.a)dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Eğer Alla"h, Muhammed (sav)tn
ashabı vasıtasıyla kâfirleri, tabiînden ve daha sonra gelecek olanlardan
savmasaydı (onların zararlarını önlememiş olsaydı) ... diye açıklamıştır.
İfadelerde her ne
kadar bir kavmin, bir başka kavim vasıtasıyla savulması yani bertaraf edilmesi
söz konusu ise de buna savaş manasının verilmesi -önceden de geçtiği gibi- daha
uygundur.
Mücahid şöyle
demektedir: Eğer Allah bir kavmin zulmünü âdil kimselerin şahitliğiyle
savmasaydı...
Bir kesim şöyle
açıklamıştır: Eğer Aliah zalimlerin zulmünü, adaletli yöneticilerle bertaraf
etmemiş olsaydı... Ebu'd-Derdâ şöyle demektedir: Şayet yüce Allah mescidde
bulunmayanlara gelecek kötülükleri mescidlerde bulunanlar vasıtasıyla, gazaya
katılmayanlara gelecek kötülükleri gazaya katılanlar vasıtasıyla savmasaydı,
elbetteki azab onları gelir bulurdu.
Bir başka kesim de
şöyle demektedir: Eğer Allah faziletli ve hayırlı kimselerin duası ile azabı
savmasaydı... ve buna benzer âyet-i kerîmenin anlamını açıklayıcı daha başka
açıklamalar da yapılmıştır. Çünkü âyet-i kerîmeye göre insanların bir kısmı
vasıtasıyla, bir şeyi erin savulması ve kendilerinden bir şeyler savulan
kimselerin varlığı mutlak olarak gereklidir. Bunun üzerinde dikkatle
düşünelim.
[201]
tbn Huveyzîmendad der
ki: Bu âyet-i kerîme zimmet ehlinin kiliselerini, havralarını, ateş yaktıkları
mabedlerini yıkmayı yasaklamaktadır. Ancak daha önce bulunmayan yeni mabedi er
inşa etmelerine izin verilmez. Mevcut binalarını ne genişletebilirler, ne de
yükseltebilirler. Müslümanların ise bu ma-bedlere girmemeleri ve orada namaz
kılmamaları gerekir. Eğer zimmet ehli mabedİerinde bir fazlalık meydana
getirecek olurlarsa, yıkılması gerekir. Harb ülkesinde bulunan havra ve
kiliseler ise yıkılır. Ancak tslâm ülkesinde zimmet ehline ait olanlar
yıkılmaz, çünkü bunİar İslâm ülkesi ile ahitleş-tikleri vakit korunmalarını
isledikleri evleri ve mallan durumundadır. Bununla birlikte daha fazla bir şey
yapma imkânını vermek caiz değildir. Çünkü bu yolla küfrün sebeplerinin açığa
çıkartılması, güçlendirilmesi söz konusudur. Mescidlerin yeniden yapılması için
yıkılmaları caizdir. Nitekim Osman (r.a) da Peygamber (sav)ın mescidini bu
şekilde yıkıp yeniden yapmıştır.
[202]
"Yıkılırdı"
anlamındaki kelimenin "dal" harfi hem şeddesiz,hem de şeddeli olarak
okunmuştur.
"Manastırlar"
kelimesi; ın çoğuiu olup "fev'ale" veznin-dedir. Bu da üst tarafı
sivri, yüksekçe yapı demektir. Tiridin üst tarafını yükseltip inceltti,
anlamında: denilir. "Keskin zekalı adam," demektir. "Keskin
sözlü adam," anlamına gelir. İnsanlardan olsun, başka varlıklardan olsun
kulağı küçük kimseye denildiği de söylenmiştir.
Buralar İslâm'dan önce
hrisüyan rahiplere ve sabiîlerin âbidlerine mahsus yerlerdi. Bu açıklamayı
Katade yapmıştır. Daha sonra ise müslümanların ezan okudukları yer (minare)
hakkında da kullanılmaya başlanmsştır.
"Kiliseler"
kelimesi in çoğuludur, hristiyanların mabedi olan kilise demektir. Taberî der
ki: Bunun yahudilerin kiliseleri (havraları) anlamında olduğu da söylenmiştir.
(Ancak) daha sonra Mücahid'den böyle bir anlamı gerektirmeyen açıklamalar bu
kelimenin anlamı arasına sokuşturulmuştur.
"Havralar"
kelimesi ile ilgili olarak ez-Zeccac ve el-Hasen: Bunlar yahudilerin kiliseleri
(manastırlarOdır, demişlerdir, İbranice'de bu kelime; şeklinde söylenir.
Ebu Ubeyde der ki: Bu
kelime hristiyanlarm çöllerde yolculuklarında dua ve ibadet etmek İçin yaptıkları
binaların adıdır. Bunlara "salûtâ" adı verilir ve Arapça'ya
uydurularak "salavât" diye kutlanılmıştır,
Bu kelimede İbn
Atiyye'nin söz konusu ettiği şekilde dokuz ayrı kıraat vardır: ile
"fuûlî" vezninde; ile "salîb"in çoğulu olarak
"be" harfi ile; şeklinde fuûl vezninde üç noktalı peltek se ile;
şeklinde, "sâd" ve "lâm" harfleri ötreli,
"vav"dan sonra da elif ile; şeklinde, yine "sâd" ve
"lâm" harfleri ötreli, üç noktalı peltek "se" den sonra
elif ile; şeklinde. Ayrıca "sâd" harfi esreli, "lâm" harfi
sakin, ondan sonra esreli bir "vav" harfi ile "ye" harfi,
arkasından üç noktalı peltek bir "se" ve ondan sonra da elif ile;
şeklinde.
en-Nehhâs'ın
naklettiğine göre de Âsim el-Cahderî bu kelimeyi; diye okumuştur. ed-Dahhak'tan
da üç noktalı pekek "se" ile; diye okuduğu da rivayet edilmiştir.
Ancak bu kıraatinde "sâd" harfini üstün mü, yoksa ötreli mi okuduğunu
bilmiyorum.
Derim ki; Buna göre bu
kelimede oniki kıraat söz konusu olmaktadır.
İbn Abbas der ki:
"Salavât" kiliseler demektir. Ebu'l-Âliye der ki: Salavât, sabiîlerin
mabedleri demektir. İbn Zeyd der ki: Bunlar müslümaniarın kıldıkları
namazlardır. Düşman onların üzerine baskın yapacak olursa, namazları kesilir ve
mescidler yıkılır. Buna göre "salavât" hakkında "yıkılma"
kelimesi, artık kılınmaları imkânsız hale getirileceği anlamında istiare
olarak kullanılmıştır. Yahut da bu ifadeyle salavât (namaz kılma) yerlerini
kastetmiş ve muzafı hazfetmiş de olabilir.
İbn Abbas, ez-Zeccâc
ve başkalarının açıklamalarına göre; yıkma İşi hakikat anlamında kullanılmıştır.
eî-Hasen ise salavâtın yıkılması, namazların terkedilmesi demektir. Kutrub ise:
Salavât küçük manastırlar, demektir. Bunun tekilinin kullanıldığı işitilmiş
değildir.
HasîPin kanaatine göre
bu isimlerden maksat, ümmetlerin ibadet ettikleri yerlerin kısımlarına işaret
etmektir. Manastırlar (es-sevâmi1) rahiplere, kiliseler (el-bîa) hristiyanlara,
havralar (es-saiavât) yahudilere, mescidler de müslümanlara aittir.
İbn Atiyye der ki:
Daha açıkça anlaşılan, bu buyruklar İle ibadet yerlerinin anılmasında mübalağa
kastının güdülmüş olmasıdır. Bu isimler çeşitli ümmetler tarafından aynı
yerler hakkında isim olarak kullanılabilir. Ancak kilise (el-bî'a) Arapça'da
hristiyanlara has mabedin adıdır. Bu isimler kitab ehli olan bütün ümmetlerde
eskiden beri bilinen anlamları olan kelimelerdir. Bu âyet-i kerîmede mecusiler
de, müşrikler de söz konusu edilmemişlerdir. Çünkü bunların korunmaları gereken
yerleri olmadığı gibi, Allah'ın anılması, ancak semavi şeriat sahibi ümmetler
arasında süz konusudur.
en-Nehhas der ki:
Arapça'da işin gerçeğine bakılacak olursa, "içlerinde Allah'ın adının
çokça anıldığı" vasfının -başkalarına değil de- sadece mes-cidlere ait
olması gerekir. Çünkü zamir hemen mescidlerden sonra zikredilmektedir. Bununla
birlikte bu zamirin "manastırlar" ile ondan sonra gelen mabed
isimlerine ait olması da mümkündür. O takdirde buyruk, onların şe-riatlerinin
tahrif edilmediği ve hakkı ikame ettikleri zamanı kastetmiş olur.
[203]
Zimmet ehlinin
mabedleri ve dua ettikleri yerler niçin müslümanların mes-cidierinden önce
zikredilmiştir, denilecek olursa, cevap olarak: Çünkü onların bina ve
yapılışları daha eskidir, denilir. Bir diğer açıklama da şöyledir: Buna sebep
bunların yıkılma ihtimallerinin daha yüksek, mescidlerde de Allah'ın adının
anılmasının daha ileri bir ihtimal oluşudur. Nitekim yüce Allah'ın:
"Onlardan kimisi nefsine zulmedicidir, kimisi itidal üzeredir, kimisi
Allah'ın izni ile hayırlarda öne geçmiştir" (Fâtır, 35/32) buyruğunda
"ileri geçen"in sonradan amimast da buna benzemektedir.
[204]
"Allah, kendi
(dini)ne yardım edene, elbette yardım eder." Yani O, dinine ve
peygamberine yardım edene yardım eder.
"Muhakkak Allah
güçlüdür." Yani kudret sahibidir, gücü yetendir. el-Hat-tâ.bî der ki:
Güçlü (el-Kavî) kadir (gücü yeten, muktedir) anlamında kullanılabilir. Bir
şeye güç vetiren, ona muktedir olur, demektir.
"Azizdir."
Pek yücedir, şanı pek üstündür. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır. Kendisine
zarar ulaştırılamayan mutlak güçlü anlamında olduğu da söylenmiştir. Biz bu
iki ismi "el-Kitabu'l-Esnâ fi Şerhi Esmâi'Uahi'l-Hüsnâ" adlı
eserimizde açıklamış bulunuyoruz.
[205]
41. O
kimselere eğer, Biz, yeryüzünde bir iktidar imkânı verirsek, onlar namazlarını
dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, marufu emreder, münkerden alıkoyarlar.
İşlerin akıbeti Allah'ındır.
ez-Zeccac der ki:
"O kimselere" buyruğu Allah kendi (dini)ne yardım edene elbette
yardım eder" (Hacc 22/40) buyruğunda yer alan "...ene"
buyruğundan bedel olarak nasb mahallindedir.
Başkaları ise bunun
yüce Allah'ın: "Kendileri ile savaşılanlara" (Hacc 22 i39) buyruğu
dolayısı ile cer mahallindedir, demiştir. Bu durumda; "O kimselere eğer
Biz yeryüzünde bir iktidar imkânı verirsek" anlamındaki buyruk, Rasûlullah
(sav)ın ashabından yeryüzünde bu imkâna sahib olan dört kişi (Râşid Halifeler)
olur ve başkaları bunun kapsamına girmez.
İbn Abbas der ki:
Maksat muhacirler, ensar ve onlara gü2el bir şekilde tabi olanlardır,
Katade: Bunlar
Muhammed (sav)ın ashabıdır, demektedir. İkrime: Bunlar beş vakit namaz
kılanlardır, der. el-Hasen ve Ebu'l-Âliye de der ki: Bunlar şanı yüce Allah'ın
kendilerine zafer nasib ettiği vakit namazı kılan bu ümmettir. İbn Ebi Nerîh:
Maksat yöneticilerdir derken, ed-Dahhak da şöyle demektedir: Bu, yüce Allah'ın
kendisine mülk ve yönetim imkânını verdiği kimselere koştuğu bir şarttır. Bu
da güzel bir açıklamadır.
Sehl b. Abdullah da
der ki: İyiliği emredip münkerden alıkoymak, yöneticiye ve onun yanına gidip
gelen ilim adamlarına vaciptir. İnsanların yöneticiye emretmek gibi görevleri
yoktur, çünkü bu onun bir vazifesidir ve onun bunu yapması vacibtir. İlim
adamlarına da emretmezler, çünkü zaten delil onların bunun gereğini yerine
getirmelerini vacib kılmıştır.
[206]
42. Eğer
seni yalanlıyorlarsa, senden önce Nuh'un kavmi, Âd ve Smûd kavmi de
yalanlamıştı;
43.
İbrahim'in kavmi ve Lût'un kavmi de;
44. Medyen
Ashabı da yalanlamıştı. Musa da yalanlandı. Ben de o kâfirlere mühlet verdim.
Sonra onları yakaladım. Benim cezalandırmam nasümış?
Bu buyruklar Peygamber
(sav)a bir teselli 've onun acısını hafifletme maksadına yöneliktir. Yani
senden önce de yalanlanmış peygamberler vardı. Onlar da yüce Allah,
yalancıları helak edinceye kadar sabrettiler, sen de onlara uy ve sabret.
"Musa da
yalanlandı." Yani Firavun ve kavmi onu yalanladı. İsrailoğul-ları ise onu
yalanlamamış!!. Bundan dolayı yüce Allah bu ifadeyi daha önceki buyruklara
atfetmemiştir. O takdirde; Musa'nın kavmi de yalanladı, demek olurdu.
"Ben de o
kâfirlere mühlet verdim." Yani onların cezalandırılmalarını erteledim.
"Sonra onları yakaladım." Cezalandırdım, "Benim cezalandırmam
nasılmış?" Bu da değişiklik yapmak anlamını taşıyan bir sorudur. Yani
onların içinde bulundukları nimeti azab ve helak etme ile değiştirmemin nasıl
olduğuna bir bak. İşte ben Kureyş'ten yalanlayıcılara da böyle yapacağım.
el-Cevherî der ki:
Münkeri değiştirmek (mealde: cezalandırmak) demektir. "Münker"
kelimesi de "el-menâkîr" kelimesinin tekilidir.
[207]
45. Nice
memleketler vardır ki (ahalisi) zalim İken, Biz onu helak ettik. İşte çatıları
düşüp üzerlerine duvarları yıkılmış; kuyular sahipsiz, yüksek köşkler (ıssız)
kalmıştır.
"Nice memleketler
vardır ki" ahalisi küfür ile "zalim iken Biz onu"
oranın ahalisini
"helik ettik." "Nice" kelimesine dair açıklamalar da daha
önce Al-i İmran Sûresi'nde (3/146. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"İşte çatılan
düşüp, üzerlerine duvarları yıkılmış." Bu buyruğa dair açıklamalarla daha
önceden el-Kehf Sûresi'nde (18/42. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Kuyular
sahipsiz, yüksek köşkler (ıssız) kalmıştır." ez-Zeccâc der ki;
"kuyular sahipsiz" ifadesi "memleketler" kelimesine
atfedilmiştir. Yani nice memleketler ahalisi İle nice kuyular ahalisi (vardır
ki, Biz onları helak etmişizdir).
el-Ferrâ'mn kanaatine
göre ise "kuyular" kelimesi "çatıları" kelimesine
atfedilmiştir.[208]
el-Esmaî der ki: Ben
Nafî' b. Ebi Nuaym'e "(kuyu anlamına gelen): bi'r" kelimesi ile
"(kurt anlamına gelen) zi'b" kelimesinde hemze var mıdır? diye
sordum. O şu cevabı vermiştin Eğer Araplar bunları hemzeli okuyorlarsa, sen de
onları hemzeli oku. Nâfî'den rivayet edenlerin bir çoğu bu iki kelimeyi hemzeli
okurlar. Ancak Verş'in, Nâfî'den rivayeti bu iki kelimeyi hemzesiz okumak
şeklindedir, aslolan ise hemzeîi olduklarıdır.
"Sahipsiz"
kelimesi terkedilmiş anlamındadır. Bu açıklamayı ed-Dahhak yapmıştır. Ahalisi
helak olduğu için çevresinde kimse kalmamış, boş anlamına geldiği de
söylenmiştir. Suyu çekilmiştir, diye de açıklanmıştır. Kuyuların başında
kovaları ve bu kovaların bağlandığı ipleri yokcur, diye de açıklanmıştır.
Anlamlar birbirine yakındır.
"Yüksek
köşkler" buyruğunu Katâde, ed-Dahhâk ve Mukatil, yüksek ve uzun diye
açıklamışlardır. Adiy b. Zeyd der ki:
"O sarayını sert
mermerle yükseltti ve kireç ile sıvadı, Onun tepelerinde ise kuşlara yuvalar
vardır."
Said b. Cübeyr, Atâ,
İkrime ve Mücahid de "meşîd; yükseltilmiş" kelimesinin alçı ile
sıvanmış anlamında kullanıldığını söylemişlerdir. Recez vezninde de şair şöyle
demektedir:
"Ben her ne tadar
deneyimsiz bir kimse isem dahi, sen beni sanmayasın, Çamur ile alçı arasındaki
su yılanı gibi."
İmruu'1-Kays da şöyle
demektedir;
"(Gelen sel) taş
ve çakıldan yapılmış hiçbir yapı bırakmadı; oldukça sağlam taşlarla yükseltilmiş
olan müstesna."
İbn Abbas, bu
kelimenin oldukça sağlam, korunan anlamında olduğunu söylemiştir. el-Kelbî de
böyle açıklamıştır. Bu kelime "mefûl" anlamında ve "mef il"
veznindedir. Mebyû' (satılan) anlamında mebî' demek gibi.
el-Cevherî der ki:
"el-Meşîd" kelimesi şîd ile yapılmış olan demektir. Bu da alçı yahut
buna benzer duvarın kendisi ile sıvandığı herbir malzemenin adıdır.
"Şin" harfi üstün söylenirse (şeyd şeklinde) mastar olur. "Onu
alçıladı," demektir. Şeddeli olarak; "Uzunca yapılmış, boyu uzatılmış"
anlamındadır. ei-Kisaî der ki: "Yüksek" tekil için kullanılır. Yüce
Allah'ın: "Yüksek köşkler" buyruğunda olduğu gibi. Şeddeli olarak
kullanılırsa, çoğul anlamındadır. Yüce Allah'ın: "Yüksek kaleler
içinde..." (en-Nisâ, 4/78) buyruğunda olduğu gibi.
Bu buyrukta
hazfedilmiş sözler de vardır. İfadenin takdiri de: Ve onlar gibi nice yüksek
köşkler de ıpıssız katmıştır, şeklindedir.
Denildiğine göre sözü
edilen kuyu ve köşk Hadramut'ta bilinen iki yerdir. Buradaki köşk, hiçbir
şekilde yanma çıkılamayan bir dağın tepesinde yüksekçe bir köşktür. Sözü
edilen kuyu da bu dağın alt taraflarında bulunup içine düşen ne olursa olsun
rüzgar mutlaka onu dışarı çıkartırdı.
Köşk sahiplen
şehirlerin hükümdarlarıdır. Kuyu sahipleri ise çöllerin hükümdarlarıdır. Yani
Biz, onları da, öbürlerini de helak ettik.
es-Sa"tebî, Ebu
Muhammed b. el-Hasen el-Mukrî ve başkalarının naklettiklerine göre ed-Dahhak
ve başkaları şöyle demiştir: Sözü geçen kuyu "er-ress" kuyusudur. Bu
kuyu Hadranıut bölgesinde, Yemen'de Aden'de İdi. Ha-dûrâ denilen bir beldede
bulunuyordu. Burada Salih (a.s)a iman edenlerden dört bin kişi gelip
konaklamışlar ve beraberlerinde Salih (a.s) ile birlikte azab-tan
kurtulmuşlardı. Salih burada vefat etti, o bakımdan bu yere "Hadra
Mevt" adı verildi. Çünkü Salih (a,s)t ölüm burada yakalamış ve vefat etmişti.
Buraya bir Hazire bina ettiler ve bu kuyunun etrafında kaldılar, başlarına
el-Ils b. Cülâs b. Suveyd diye bilinen birisini emir yaptılar. el-Gaznevî'nin
naklettiklerine göre böyledir.
es-Sa'lebî'ye göre bu
emirin adı Culhüs b. Cülâs imiş. Bu emir, uygulamaları güzel ve onlara karşı
adaletle davranan birisi idi. Senhârîb b. Sevâde'yi de ona vezir yaptılar. Bir
süre orada kalıp, zamanla nesilleri çoğaldı. Bu kuyu şehrin tamamının ve
etrafındaki göçebe diyarının su ihtiyacını karşıladığı gibi, buralarda bulunan
bütün binek, koyun, inek ve diğer hayvanların su ihtiyacını da karşılıyordu.
Çünkü bu kuyunun üzerinde kurulmuş pek çok çıkrıklar, dolaplar vardı. Bu
kuyunun başında da görevli bir çok kimse bulunuyordu. Ayrıca kuyunun kenarında
bir kısmı insanlar için bir kısmı binekler için, diğer bir kısmı inekler,
diğerleri de koyunlar için doldurulan büyükçe havuzlar da bulunuyordu. Bunlar
üzerinde görevli olan kimseler de gece-gün-düz nöbetleşerek bu havuzlardan su
ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlıyorlardı. Başka kuyuları da bulunm /ordu.
Başlarına geçirdikleri hükümdar uzun bir ömür sürdü. Ölüm gelip çatınca,
suretinin olduğu gibi kalıp değişmemesi için vücudunu yağla sıvadılar.
Onlardan birisi Ölüp de kendileri için değerli olan herkese bu şekilde
uygulama yaparlardı. Hükümdarları ölünce bu İş onlara ağır geldi ve işlerinin
bozulduğu kanaatine kapıldılar. Hepsi feryad edip ağlamaya başladılar,
"eytan onların bu hallerini ganimet bildi. Hükümdarlarının ölümünden pek
çok gün sonra hükümdarlarının cesedinin içine girdi, onlarla konuşuo ;'edı ki:
Ben ölmedim, ancak sizin neler yapacağınızı görmek üzere sizin gözünüzden
kayboldum. Buna çok sevindiler. Çok yakın adamlarına kendisi ile kavmi arasına
bir perde germesini ve bedenindeki şeklî değişiklikler dolayısıyla, öldüğünün
anlaşılmaması için bu perde arkasından onlarla
konuşmayı emretti. Onlar da perde gerisinden yemeyen, içmeyen bir putu
diktiler. Onlara hükümdarlarının ebediyyen ölmediğini ve bu putun kendilerinin
ilâhı olduğunu da haber verdi.
Bütün bunları şeytan
söylüyor ve onlara hükümdarları konuşuyormuş intibaını veriyordu. Bir çoğu
bunu tasdik etti, bazıları ise bu işten tereddüde düştü. Bunu yalanlayan iman
eden kimseler, bunu tasdik edenlerden daha azdı. Onlara bu hususta öğüt veren
bir kimse konuştu mu mutlaka azarlanır ve tesirsiz hale getirilirdi. Sonunda
hepsi de ona ibadet etrafında toplanmış oldular. Yüce Aİİah kendilerine bir
peygamber gönderdi. Bu peygambere de vahiy uyanıkken değil, sadece uykudayken
inerdi. Peygamberin adı, Hanza-la b. Safvan idi. Onlara bu suretin cansız bir
put olduğunu, şeytanın kendilerini saptırdığını, yüce Allah'ın mahlukatın
suretine asla girmediğini, hükümdarın yüce Allah'a ortak olmasının imkânsız olduğunu
bildirdi. Oniara öğüt verdi, nasihat etti, Rabblerinin intikamını ve mutlak
kudretini hatırlatarak sakındırdı.
Onlar da bu peygambere
eziyet ve düşmanlık ettiler. O da sırası geldikçe onlara öğüt veriyor ve
bundan geri kalmıyordu. Nihayet çarşıda gezerken onu öldürdüler ve bir kuyuya
attılar. İşte o vakit başlarına gelen geldi. Geceleyin tok ve suya kanmış
olarak uyudular, ancak sabahleyin uyandıklarında kuyunun suyu çekilmiş ve
kovalan, ipleri işlemez hale gelmişti. Hep birlikte bağırıştılar, kadınlar
çocuklar feryad ettiler. Hayvanlar da susuzluktan bağırıp, çağırılmaya
koyuldular. Sonunda hepsi öldüler ve toptan helak edildiler. Yaşadıkları
topraklarda onların yerine yırtıcı hayvanlar kaldı. Evlerinde ise tilkiler ve
sırtlanlar yaşadı. Güzel bahçeleri ve mallarının yerine Arabistan kirazı,
dikenleri bol ve keresteleri sert ve işe yaramaz ağaçlar kaldı. Orada sadece
cinlerin sesleri ve yırtıcı hayvanların ulumaları İşitilir oldu,
Yüce Allah'ın
satvetlerinden ve O'nun intikam almasını gerektiren günahlar üzerinde ısrar
etmekten O'na sığınırız.
es-Süheylî dedi ki; Bu
yüksek köşk Şeddad b. Âd b. İrem'in yaptırdığı bir köşktür. Nakledip iddia
ettiklerine göre yeryüzünde onun bir benzeri yapılmamıştır. Bunun da durumu
aynen sözü edilen kuyu gibi olmuştu, yani önceleri orada insanlar varken
sonradan ıpıssız kalmıştır. Önceleri mamurken sonradan kurumuştur. Hiçbir kimse
onun yanına bir çok millik mesafe kadar dahi ona yaklaşamaz çünkü orada
işittiği cinlerin çalgıları ve görülmedik sesler buna imkân vermemektedir.
Halbuki daha önceden pek çok nimetler, rahat bir yaşayış, göz kamaştırıcı bir
mülk ve insanlar arasında bir gerdanlık ahenginde bir düzen vardı. Fakat yok
oldular ve bir daha geri dönemediler.
Sanı vüce Allah iste
bu âyet-i kertmede bir öğüt, bir ibret ve bir hatırlatma olmak üzere onları
hatırlatmaktadır. Masiyetin içine düşüp kalmaktan ve kötü akıbete uğramaktan
sakındırarak onları hatırlamamızı istemektedir, Böyle bir durumdan yüce Allah'a
sığınırız, kötü akıbetten O'nun himayesini taleb ederiz.
Şöyle de denilmiştir:
Onları helak eden, daha önceden el-Enbiya Sûre-si'nde: "(Halkı) zalim olan
nice ülkeler helak ettik." (el-Enbiyâ, 21/11) buyruğunu açıklarken
belirttiğimiz üzere Buht Nassar'dır, Bunun sonucunda kuyuları ıpıssız kalmış
ve sarayları harab olmuştu.
[209]
46. Acaba
onlar yeryüzünde gezmezler mi ki, kendileri ile aklede-cek kalpleri, kendileri
ile işitecekleri kulakları olsun. Çünkü gözler kör olmaz, asıl göğüslerdeki
kalbler kör olur.
"Acaba
onlar" Mekke kâfirleri "yeryüzünde gezmezler mi ki" şu kasabaları
görüp de öğüt alsınlar, kendilerinden öncekilerin başına indiği gibi Allah'ın
azabının kendilerinin de başına inmesinden sakınıp, çekinsinler de kendileri
ile akledecek kalpleri, kendileri ile işitecekleri kulakları olsun."
Bu buyrukta yüce Allah
aklı, kalbe izafe etmiştir. Çünkü aklın mahalli orasıdır. Nitekim işitme yeri
de kulaklardır.
Aklın bulunduğu yerin
dimağ (beyin) olduğu da söylenmiştir. Bu görüş Ebu Hanife'den de rivayet
edilmiştir. Ancak ben bu rivayetin ondan sahih bir yolla geldiğini
zannetmiyorum.
"Çünkü gözler kör
olmaz" buyruğunda yer alan: "Çünkü"deki "he" zamiri
eJ-Ferrâ'ya göre imaddır. Elifsiz olarak diye okunması da uygundur.-Nitekim
Abdullah b. Mes'ud'un kıraati böyledir, anlam birdir. Müzekker (elifsiz) kabul
edilirse haber olarak i'rabı yapılır. Müennes (elifli) olarak gelmesi ise;
gözlere bağlı olarak yahut bu kıssaya bağlı olarak, böyle gelmiş kabul edilir.
Yani "şüphesiz ki gözler kör olmaz" veya kıssa (yani olay gerçek) şu
ki "gözler kör olmaz." Yani onların göz ile görmeleri sabit bir
şeydir. Hsd
göğüslerdeki kalbler kör olur."
Hakkı idrak edemez, ibret alamaz.
Katade der ki: Gören
göz, insan için bir gaye ile ve bir fayda olarak yara tılmışür. Fakat asıl
faydalı olan basiret kalptedir, Mücâhid der ki: Herbir ayn'ın (kişinin) dört
gözü vardır. Yani herbir insanın dört gözü bulunmaktadır. Bunların ikisi
dünyası için başındadır, ikisi de âhireti için kalbindedtr. Başındaki gözleri
kör olup da, kalbindeki gözleri görecek olursa, bu körlüğünün ona hiçbir
zararı olmaz. Şayet başındaki gözleri görür de, kalbindeki gözleri kör olursa,
onun dünya gözü ile görmesinin kendisine hiçbir faydası olmaz.
Katade ve îbn Cübeyr
dedi ki: Bu âyet-i kerîme gözleri görmeyen İbn Um Mektûm hakkında nazil olmuştur.
İbn Abbas ve Mukatil
derler ki: Yüce Allah'ın: "Kim bunda kör ise, o âhi-rette de kördür."
(el-İsra, 17/72) buyruğu nazil olunca, İbn Um Mektûm: Ey Allah'ın Rasûlü, dedi.
Ben dünyada gözleri görmeyen bir kimseyim, âhiret-te de kör mü olacağım? diye
sorunca, "Çünkü gözler kör olmaz. Asıl göğüslerdeki kalbler kör
olur" buyruğu indi. Yani bu dünyada kalbi kör olduğu için İslâm'ı görmeyen
bir kimse âhirette de cehennem ateşinde olacaktır.
[210]
47. Senden
azabı çabucak getirmeni isterler. Allah sözünden asla caymaz. Gerçek şu ki,
Rabbinin yanında bir gün, sayacağınız bin yıl gibidir.
"Senden azabı
çabucak getirmeni İsterler" buyruğu en-Nadr b. el-Hâris hakkında nazil
olmuştur, Çünkü o: "O halde doğru söyleyenlerden isen bizi kendisiyle
tehdit ettiğin şeyi (azabı) getir" (el-A'râF, 7/70) demişti. Bu âyet-i
kerîmenin Ebu Cehl b, Hişam hakkında indiği de söylenmiştir. O da: "Ey
Allah! Eğer bu Senin katından hakkın kendisi ise durma, bizim üzerimize gökten
ta§ yağdır..." (el-Enfâl, 8/32) demişti.
"Allah"
azabı indirmeye dair "sözünden asla caymaz." ez-Zeccâc der ki: Azabın
çabucak gelmesini istediler, yüce Allah da azabından hiçbir şeyin kurtulamayacağını
onlara bildirdi. Nitekim dünya hayatında bu azab Bedir günü onlara gelip
çatmıştı.
"Rabbinin vanında
bir gün, sayacağınız bin yıl gibidir."
îbn Abbas ve Mücahid dediler ki: Bununla şanı yüce Allah'ın
kendilerinde gökleri ve yeri yaratmış olduğu günleri kastetmektedir. İkrime der
ki: Bununla âhiret günleri kastedilmektedir. Yüce Allah onlara
şunu.bildirmiştir: Onlar kısacık günlerde azabın çabucak gelmesini kendisinden
isteyecek olurlarsa, O bu azabı upuzun günlerde onlara verir.
el-Ferrâ der ki: Bu
onların âhiretteki azablannın uzayıp gideceğine dair bir tehdididir. Yani
onların âhiretteki azablannın bir günlük süresi, bin yıl gibi olacaktır.
Anlamın şöyle olduğu
da söylenmiştir: Âhirette korku ve çetin azab içerisinde geçecek bir gün,
dünyada korku ve sıkıntının bulunduğu bin yıllık bir süreye denktir. Nimet
günleri de dünyaya kıyasen böyledir.
İbn Kesir, Haraza ve
el-Kisaî "sayacağınız" anlamındaki buyruğu "( öj-Ui Lj):
Sayacakları" anlamına gelecek şekilde "ya" ile okumuşlardır. Ebu
Ubeyd; (^iijiıyc^tj): Senden çabucak getirmeni isterler" buyruğu dolayısıyla
bu okuyuşu tercih etmiştir. Diğerleri ise muhatab kipi ile "te" ile
"sayacağınız" anlamında okumuşlardır. Ebu Hatim de bu okuyuşu tercih
etmiştir.
[211]
48. Zalim
oldukları halde, kendilerine mühlet verdiğim nice memleketler vardır. Sonra
onları yakaladım. Dönüş yalnız Bana'dır.
"Zalim oldukları
halde, kendilerine" azgınlıklarına rağmen süre tanıyarak "mühlet
verdiğim nice memleketler vardır. Sonra onları" azab İle "yakaladım.
Dönüş yalnız Bana'dır."
[212]
49.
De ki:
"Ey İnsanlar! Ben size apaçık bir korkutucuyum sadece."
50. Şu
mü'min olup salih amel işleyenler (var ya); onlar için mağfiret ve bitmez
tükenmez bir rmk vardır.
51. Biri
diğerini âciz bırakircasına âyetlerimizi iptal etmeye çalışanlar ise, azgın
alevli ateşin arkadaşıdırlar.
"De ki: Ey
insanlar" ey (ilk muhatablar olan) Mekke ahalisi **ben size apaçık bir
korkutucuyum sadece." Korkutup uyaran bir kimseyim. Korkutup uyarmanın
(inzârın) anlamına dair açıklamalar el-Bakara Sûresi'nin baş taraftarında
(2/6. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Apaçık"
yani ben size dininiz ile ilgili gerek duyacağınız hususları çok açık bir
şekilde bildiren bir kimseyim.
"Şu mü'min olup
salih amel işleyenler (var ya); onlar için mağfiret ve bitmez tükenmez bir
rızık* yani cennet "vardır."
Âyetlerimizi hükümsüz
kılmak uğrunda "biri diğerini aciz bırakırcasına âyetlerimizi İptal etmeye
çalışanlar ise azgın alevli ateşin arkadaşıdırlar."
Bu buyruktaki
"biri diğerini aciz bırakırcasına" anlamındaki buyruğu İbn Abbas bu
hususta biri diğerini yenmek istercesine, hatta bu hususta biri birleri ile
ayrılığa diişercesine... el-Ferrâ biri, diğerinin inadına; Abdullah b.
ez-Zübeyr İslâm'dan uzak tutmak isteyerek... diye açıklamışlardır. el-Ahfeş:
İnatlaşmakta biri birteriyle yarışarak; ez-Zeccac: Onlar bizi aciz
bırakacaklarını zannederek.,, diye açıklamışlardır. Çünkü onlar ölümden sonra
diriliş olmadığı kanaatine sahiptiler. Yüce Allah'ın da onlara güç
yetiremeyeceğini sanıyorlardı. Katâde de böyle açıklamıştır.
İbn Kesir ile Ebû
Amr'ın "ayn"dan sonra elifsiz olarak ve "cim" harfini şeddeli
olarak; (û* >!**•) şeklindeki okuyuşunun anlamı da budur. Bunun anlamının
şu şekilde olması da mümkündür: Onlar mü'minleri Peygamber (sav)a ve âyetlere
iman etmekte âciz bırakmaya çalışıyorlardı. Bu açıklamayı da-es-Süddî
yapmıştır. Şöyle de açıklanmıştır: Onlar Muhammed (sav)a tabi olan-lan acizliğe
nisbet ediyorlar. Bu da Arapların: "Onu cahilliğe nis-bet etti onu
fasıkhğa nisbet etti" şeklindeki sözlerini andırmaktadır.
[213]
52. Senden
önce ne kadar rasûl ve peygamber gönderdiysek, o bir şey okumak İstediği zaman
şeytan mutlaka onun okumasına bir şey katmak istemiştir. O şeytanın katacağını
Allah iptal eder. Sonra Allah kendi âyetlerini sapasağlam yerleştirir. Allah
her-şeyi bilendir, hükmünü yerine getirendir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
[214]
"Ne kadar rasûl
ve peygamber gönderdiysek, o bir şey okumak istediği zaman şeytan mutlaka onun
okumasına bir şey katmak istemiştir." Âyet-
i kerîmesindeki:
"Okumak İstediği..." lafzına dair açıklamalar daha önceden el-Bakara
Sûresi'nde (2/28. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Ibn Atiyye der ki:
İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre o: Senden önce ne kadar rasûl, peygamber
ve ilhama mazhar birisini gönderdiysek..." diye okuyormuş. Bunu Mesleme b.
el-Kasını b. Abdullah zikrettiği gibi, Süfyan, Amr b. Dinar'dan, o İbn
Abbas'tan rivayet etmiştir. Mesleme dedi ki: Bizler -İbn Abbas'ın kıraatine
binaen- (ilhama mazhar) muhaddeslerin peygamberliğe sımsıkı sarılmış
olduklarını gördük. Çünkü onlar da gayba dair haberlerden çok üstün meseleler
ile ilgili konuşup söz söylediler. Batınî hikmet gereği konuştular ve
konuştuklarında isabet ettiler, söylediklerinde ismete mazhar oldular. Ömer b.
el-Hattab'ın, Sâriye kıssasında[215]
olduğu ve kendisinin söylediği pek üstün belgelerde olduğu gibi.
Derim ki; Bu haberi
Ebubekr el-Enbari "Kitabu'r-Redd" adlı eserinde zikretmiştir: Bana
babam -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- anlattı, bize Alî b. Harb anlattı, bize
Süfyan b. Uyeyne anlattı. O Amr'dan, o İbn Abbas (r.a)dan rivayet ettiğine
göre: "Senden önce ne kadar rasûl, peygamber ve ilhama mazhar
gönderdiysek..." diye okumuştur. Ebubekr dedi ki: Bu hadis, buradaki
fazla ifadenin Kur'an'dan olduğuna dair delil olarak ele alınamaz. Mu-haddes
(ilhama mazhar) kul ise uykuda iken kendisine vahiy gelen kimse demektir.
Çünkü peygamberlerin rüyası da bir vahiydir.
[216]
İlim adamları derler
ki: Bu âyet-i kerîme iki bakımdan müşkildir (anlaşılması zordur). Evvela
bazıları nebilerden kiminin rasûl olduğunu, kiminin de rasûl olarak
gönderilmediğini kabul etmektedirler. Diğer başkaları ise bir kimse rasûi
olarak gönderilmedikçe, ona nebî denilmesinin caiz olmadığını söylemişlerdir.
Bu görüşün sahih olduğunun delili yüce Allah'ın: "Senden Önce ne kadar
rasûl ve peygamber gönderdiysek..." buyruğudur. Böylelikle peygamber için
risaletin gerekli olduğunu dile getirmektedir. Buradaki "nebî;
Peygamber"in manası aziz ve celil olan Allah'tan nebe' (haber) veren demektir.
Allah'tan nebe' (haber) vermek ise bizatihi risâlet ile aynı şeydir.
el-Ferrâ der ki:
Rasûl, Cibril (a,s)m ona açıktan açığa gönderilmesi suretiyle diğer insanlara
da elçi olarak gönderilen kimsedir. Nebî ise ilham ya da rüyasında nebi olduğu
kendisine bildirilen kimsedir. Dolayısıyla herbir rasûl nebidir, fakat herbir
nebi rasûl değildir.
el-Mehdevî der
kifSahih olan da budur. Çünkü gerçekten bütün rasûller nebidirler, fakat bütün
nebiter rasûl değildir. Kadı Iyad da "eş-Şifâ" adlı eserinde bunu
böylece zikredip şöyle demiştir: Sahih olan ve büyük çoğunluğun kabul ettiği
görüşe göre herbir rasûl aynı zamanda nebidir, fakat herbir nebi rasûl
değildir. Buna delil olarak da Ebu Zerr (r.a)ın hadisini[217]
göstermektedir. Bu hadise göre üç yüz on üç bin nebi arasından rasûller gönderilmiştir
ve bunların ilki Âdem, sonuncuları da Muhammed (sav)dır.
Bu âyet-i kerîmenin
anlaşılması için açıklanması gereken ikinci husus ise bir sonraki başlığın
konusunu teşkil etmektedir:
[218]
Bu âyet-İ kerîmenin
nüzulüne dair rivayet edilen hadisler arasında sahih hiçbir rivayet yoktur.
Kâfirlerin avam olanlarına gerçeği ters yüz edip gösterdikleri hususlardan
birisi de onların şu sözleri idi: Aslında peygamberlerin hiçbir şeyden âciz
olmamaları gerekir. Muhammed niye bize olan düşmanlığında bu kadar aşın
gittiği halde, bizi tehdit ettiği azabı getirmiyor? Yine onlar şöyle
diyorlardı: Peygamberlerin herhangi bir şekilde yanılmamaiarı, hata etmemeleri
gerekir.
Ancak yüce Allah
onların birer insan olduklarını, azabı ancak Allah'ın dilediği gibi
getireceğini açıkladı ve yüce Allah âyetlerini sapasağlam yerleştirip,
şeytanın hilelerini hükümsüz kılıncaya kadar insanların yanılabileceklerini,
unutup hata edebileceklerini de belirtti.
el-Leys, Yunus'tan, o
cz-Zührî'den, o Ebubekr b. Abdu'r-Rahman b. el-Ha-ris b. Hişam'dan.şöyle
dediğini rivayet eder; Rasûlullah (sav): "Battığı zaman yıldıza andolsun
ki..." (en-Necm, 53/1) diye Necm Sûresini okumaya başladı. "Şimdi
haber verin Lat ve Uzza'dan ve diğer üçüncüleri olan Me-nât'tan."
(en-Necm, 53/19-20) buyruklarına ulaşınca yanılmış ve: "Şüphesiz ki
onların şefaatleri umulur" demiştir. Bunun üzerine onunla karşılaşan
müşrikler ve kalplerinden hastalık bulunan kimseler, ona selâm verdiler ve bu
işe çok sevindiler. O: "Şüphesiz ki bu şeytandan olan bir şeydi"
dedi. Bunun üzerine yüce Allah: "Senden önce ne kadar rasûl ve bir
peygamber gön-derdiysek..." âyetini indirdi.
en-Nehhâs dedi ki: Bu,
munkaü' bir hadistir, üstelik bu hadiste çok büyük bir husus vardır. Aynı
şekilde Katade'nin hadisi de böyledir, orada: "Ve şüphesiz ki onlar o pek
yüce heykellerdir" fazlalığım da katmaktadır. Bundan da daha korkuncu
Vakıdî'nin, Kesir b. Zeyd'den, onun el-Muttalib b. Abdullah'tan şöyle dediğine
dair naklettiği rivayettir: el-Velid b. Muğire müstesna bütün müşrikler secde
etti. O, yerden bir miktar toprak aldı ve bunu alnına değdirerek üzerine secde
etti. Oldukça kocamış bir yaşlı idi. Bu kişinin Ebu Uhayha Said b. el-Âs
olduğu da söylenir.
Nihayet Cebrail (a.s)
indi ve Peygamber (sav) ona bu buyrukları da okudu. Cebrail (a.s) ona:
"Ben sana böyle bir şey getirmedim" dedi. Yüce Allah da bunun
üzerine: "Onlara az kalsın biraz meyledecektin." (el-İsra, 17/74)
buyruğunu indirdi.
en-Nehhas der ki; Bu
da münker ve munkatı' bir hadistir. Bilhassa Vaki-dî yoluyla gelen bir
rivayettir.
Buhârî'de
belirtildiğine göre yerden bir avuç toprak alıp, bunu alnına götürüp, üzerinde
secde eden kişi Ümeyye b. Haleftir. İleride bu bahsin sonunda yüce Allah'ın
izniyle en-Nehhâs'ın hadise dair açıklamalarının tamamı gelecektir.
İbn Atiyye dedi ki: Şu
kendisinde yüksek put ve heykellerin söz konusu edildiği hadis, tefsir
kitaplarında ve benzerlerinde zikredilmiştir. Bunu ne Bu-hârî, ne de Müslim
kitaplarına almadıklan gibi, bildiğim kadarıyla meşhur bir musannif dahi bunu
eserinde zikretmiş değildir. Ancak hadis ehlinin izlediği yol şunu
gerektirmektedir: Şeytan bir telkinatta bulunmaya çalışmıştır. Ancak onlar bu
hususta ne bu sebebi, ne de bir başkasını tayin etmemektedirler. Şeytanın
telkinatının işitilen sesler ile olduğunda şüphe yoktur ve bunlarla fitne
vukua gelmiştir. Daha sonra insanlar bu telkinin şekli hususunda ihtilâfa
düşmüşlerdir. Tefsirlerde yer alan ve meşhur olan açıklamalara göre; Peygamber
(sav) kendi diliyle bu lafızları söylemiştir. Babam (Allah ondan razı olsun)ın
bana anlattığına göre, doğuda karşılaştığı ileri gelen ilim adamları ve
kelaracılardan bazıları şöyle demiştir: Böyle bir şey Peygamber (sav) hakkında
caiz olamaz, o tebliğde masumdur. Durum şundan ibarettir: Peygamber (sav)ın:
"Şimdi haber verin Lat ve Uzza'dan ve diğer üçüncüleri Menat'tan"
(en-Necm, 53/19-20) buyruklarını okuyunca şeytan, bu (anılan) sözleri
kâfirlere sesini işittirecek şekilde söylemiştir. Bu esnada sesini de Peygamber
(sav)ın sesine benzetmeye çalışmış ve nihayet müşrikler işi karıştırmışlar ve:
Bunları Muhammed okudu, demişlerdir.
Böyle bir te'vile
benzer bir açıklama İmam Ebu'i-Meairden de rivayet edilmiştir. Bu sözleri
telkin edenin, insan şeytanlarından birisi olduğu da söylenmiştir. Nitekim
yüce Allah'ın: "O Kur'ân okunurken anlamsız sesler çıkarın."
(Fussilet, 41/26) buyruğunda ve benzerlerinde de buna işaret edilmektedir.
Katade der ki: Bu,
Peygamber efendimizin uyuklama esnasında okuduğu bir buyruktur. Kadı Iyad
"eş-Şifa" adlı eserinde, Peygamber (sav)ın doğruluğuna dair delili
söz konusu edip, peygamberin tebliğ etmekle yükümlü olduğu hususlarda, herhangi
bir şey hakkında gerçek halinden başka türlü haber vermekten yana masum
olduğunu, bu hususta kasti, bilerek ya da ya-nılarak yahut hata ederek
yanılmasının söz konusu olmadığını ümmetin k-ma ile kabul etmiş olduğunu
belirtirken şunları söylemektedir: Şunu bil ki -Allah'ın lütfuna mazhar
olasıca- bu hadisin müşkil tarafları hakkında bizim aleyhte iki tane
mülahazamız vardır: Evvela bu hadis aslı itibariyle çok gevşektir. İkincisi de
bu hadisin doğru kabul edilemeyeceği hakkındadır. Birincisi ile ilgili olarak
söyleyeceğimiz şudur: Sahih hadis rivayet edenlerden hiçbir kimsenin bunu
kitaplarına almamış olması yeterlidir. Güvenilir tek bir ra-vi dahî bunu sahih,
sağlıklı ve muttasıl bir senetle de rivayet etmiş değildir. Bu ve benzeri
hadislere iltifat edenler sahifelerden doğru ve yanlış herbir şeyi ağızlarına
dolayan, garib herbir rivayete iltifat eden müfessirler ve tarihçiler
olmuştur. Ebubekr el-Bezzâr der ki: Biz bu hadisin zikredilmesi caiz olabilecek
muttasıl bir sened ile Peygamber (sav)dan rivayet edildiğini bilmiyoruz, Ancak
Şu'be, Ebu Bişr'den, o Said b. Cübeyr'den, o İbn Abbas'tan -zannettiğim
kadarıyla- rivayet etmiştir. Hadiste şüphe etmenin sebebi de Peygamber (sav)ın
Mekke'de bulunuşu dolayısıyladır... deyip, kıssayı zikretmektedir. Bu hadisi
Ümeyye b. Halİd'den başka, Şu'be yoluyla muttasıl senedle kaydeden olmamıştır.
Başkası ise bu hadisi Said b. Cübeyr'den mürsel olarak nakletmektedir. Hadis,
el-Kelbî'den, o Ebu Salih'ten, o da İbn Abbas yoluyla bilinmektedir. Ebubekr
-Allah'ın rahmeti üzerine olsun- da bu hadisin, bunun dışında zikredilmesi caiz
olan bir rivayet yoluyla bilinmediğini açıklamış bulunuyor. Bu hadiste sözünü
ettiğimiz kendisine güven duyulamayan ve bir
hakikati bulunması söz konusu olmayan, böyle bir şüphe ile birlikte;
ayrıca dikkat çektiği şekilde de hadis oldukça zayıftır. el-Kelbî'nin rivayet
ettiği hadise gelince, bu da ondan rivayet edilmesi, ondan nakledilmesi caiz
olmayan rivayetlerdendir. Buna sebeb ise el-Kelbî'nin oldukça zayıf olması ve
yalancılığıdır. Nitekim el-Bezzâr -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- buna işaret
etmiştir. Bu rivayetten Sahih'de bulunan kısmına gelince, Peygamber (sav)
Mekke'de iken "ve'n-Necmi" suresini okumuş, onunla birlikte
müslümanlar da, müşrikler de, cinler de, insanlar da secde etmiştir.
İşte bu, hadisin nakil
bakımından gevşekliğini ortaya koymaktadır.
Bu rivayetin aleyhindeki
ikinci mülahazaya gelince, bu da bu hadisin sahih olduğunu bir varsayım olarak
kabul etme esasına mebnidir. Esasen böyle bir hadisin sahih olmasından yana
Allah bizi korumuş bulunmaktadır. -Fakat durum ne olursa olsun, yine
müslümanların önderleri buna bir kaç çeşit cevap vermişlerdir. Verilen bu
cevapların kimisi yerindedir, kimisinin de herhangi bir değeri yoktur. Bu
hadisin sahih olduğu farzedilecek olsa bile te'vtlinde güçlü ve ağır basan
te'vil şekli şudur: Peygamber (sav) Rabbinin kendisine emrettiği üzere Kur'ân-ı
Kerîm'i tertil ile okurdu. Kur'ân okurken sika ravilerin ondan rivayet ettiği
üzere âyetleri birbirinden rahatlıkla ayır-dedilmesini sağlayacak şekilde
okurdu. Bu ise şeytanın âyet aralanndaki susmalarını gözetlemesine ve bu tür uydurduğu
sözleri arada telkin etmesine imkân verebiliyordu. Şeytan bunu yaparken
Peygamber (sav)ın nağmesini taklit ediyordu. Bu nağmeyi oraya yakın oian
kâfirler işitebilecek şekilde söylüyordu, O bakımdan kâfirler de bunu
Peygamber (sav)ın sözlerinden zannetmiş ve bunu yaygınlaştırmalardı.
Bu durum müslümanların
daha önceden bu sûreyi yüce Allah'ın indirmiş olduğu şekliyle ezberleyip
bellemelerine, Peygamber (sav)ın putları yermesi ve onun bilinen hali üzere
bunları ayıplamış olması halinden kesin olarak emin olmalarına hiçbir şekilde
gölge düşürmez. Dolayısıyla Peygamber (sav)ın böyle bir haberin yayılmasına,
böyle bir şüphenin ortaya çıkmasına ve böyle bir fitnenin sebebine oldukça
üzüldüğüne dair rivayetlerde anlatılan hali söz konusu olmuş olabilir. Şanı
yüce Allah da: "Senden önce n« kadar rasûl ve peygamber gönderdlysek, o
bir şey okumak istediği zaman..." âyetini indirmiş olmaktadır.[219]
Derim ki: Böyle bir
yorum bu hususta yapılmış açıklamaların en güzelidir. Süleyman b. Harb de
şöyle demektedir: Buradaki edatı, anlamındadır. Şeytan, Peygamber (sav)ın
okuması esnasında kâfirlerin kainlerine böyle bir şey katmıştır, demek olur.
Bu da yüce Allah'ın: "Aramızda eğlendin" (eş-Şuarâ, 26/18)
buyruğunun, yanımızda kaldın anlamına gelmesine benzer. İşte İbn Atiyye'nin
Şark ulemasından naklen babasından yaptığı naklin manast budur.
Kadı Ebu Bekir b,
el-Arabî de buna işaret etmiştir. Bundan önce de şöyle demektedir: Bu âyet-i
kerîme bizim maksadımızı anlatan açık bir nasstır. Peygamber (sav)a söyledi diye
nisbet edilen sözlerden uzaklığı hususunda bizim izlediğimiz yolun doğruluğuna
dair asli bir delildir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Senden önce
ne kadar rasûl ve peygamber gönder-diysek, o bir şey okumak İstediği zaman
şeytan mutlaka onun okumasına bir şey katmak istemiştir." Yüce Allah
böylelikle şunu haber vermektedir: O'nun rasûlleri hakkındaki sünneti ve
peygamberlerine yapageldiği uygulaması şu şekildedir: Kendileri yüce Allah'tan
naklen bir söz söyledikleri vakit, şeytan o sözlere -diğer masiyetleri işlediği
gibi- kendiliğinden bir şeyler ilave etmeye kalkışır. Mesela: Ben eve şunu ilka
ettim (bıraktım) ve torbaya, keseye şunu bıraktım (ilka ettim), denilir.
(Âyet-i kerîmenin lafzının manasına işaret ediyor.) Bu ise şeytanın Peygamber
(sav)ın söylediklerine btrşeyler ilave etmeye çalıştığı hususunda açık bir
nasstır. Peygamber (sav)ın bunları söylediğini ortaya koymamaktadır... O, Kadı
lyad'ın açıklamalarıyla aynı anlama gelecek şeyier söyledikten sonra şunları
belirtmektedir: Bu hakikati ancak Taberî görebilmiştir, bu da onun üstün
değerinin düşüncesinin temizliğinin, ilimdeki iktidarının kıyas ve aklını
kullanmaktaki güçlü konumunun bir neticesidir. Sanki o bu maksada işaret etmiş
ve bu hedefe doğru yönelmiş gibidir. Belirtilen hususlardan sonra buna dair
hepsi de batıl ve aslı astarı olmayan bir takım rivayetleri kaydedip durmuştur.
Rabbim dilemiş olsaydı, elbetteki bunları hiç kimse rivayet etmez ve hiç kimse
bunları yazmazdı, fakat O dilediğini yapandır.
Bunun dışındaki açıklamalara
ve bazılarının belirttikleri: Şeytan bu hususta onu zorladı ve nihayet o bu
sözleri söyledi, iddiaları ise imkânsızdır. Zira şeytanın insandan tercih
gücünü kaldırabilmesi imkânı yoktur. Yüce Allah şeytanın durumu hakkında haber
vererek şöyle buyurmaktadır: "Zaten benim sizin üzerinizde hiçbir nüfuzum
da yoktu. Yalnız ben sizi çağırdım, siz de çağrımı kabul ettiniz."
(ibrahim, 14/22) Şayet şeytanın böyle bir gücü olsaydı, Âdemoğullanndan hiçbir
kimse Allah'a itaat edecek gücü kendinde bulamazdı, Şeytanın böyle bir güce
sahip olduğunu vehmeden bir kimse şunu bilmeli ki, bu seneviye'nin (hayır ve
şer ilâhlarının mevcudiyetine inananların) ve mecusilerin görüşüdür. Onlara
göre hayır Allah'tan, şer ise şeytandandır.
Bu sözlerin Peygamber
(sav)ın dilinden sehven döküldüğünü söyleyenler de şöyle demektedirler: Bu iki
kelimeyi müşriklerden vaktiyle işitmiş olması ve bunların ezberinde kalmış
olduğu, sûreyi okuduğu esnada ise sehven ezberinde bulunan bu kelimelerin
dilinden dökülmüş olması uzak bir ihtimal değildir. Ancak bu görüşe göre
peygamberlerin yanılmaları, sehvetme-leri caizdir, fakat bu halleri üzere
bırakılmazlar. Yüce Allah bunun üzerine bu âyet-i kerîmeyi onun mazur olduğunu
anlatmak ve onu teselli etmek için indirmiştir. Tâ ki: O, vaktiyle okumuş
olduğu hükümlerin bir bölümünden vazgeçmiştir, denilmesin. Bu âyet-i kerîme ile
yüce Allah, benzeri bir durumun sehven diğer peygamberlerin başından da
geçtiğini beyan etmektedir. Sehvetmek ise ancak yüce Allah hakkında
düşünülemez. İbn Abbas da şöyle demiştir: el-Ebyad diye anılan bir şeytan
Rasûlullah (sav)a Cebrail suretinde gelmiş ve Peygamber (sav)ın kıraati
arasında şunu da telkin etmişti: İşte bunlar o yüksek putlardır ve elbette
onların şefaatleri umulur.
Böyle bir te'vil her
ne kadar birinci te'vilden daha uygun gibi görünüyor ise de, asıl kabul edilen
birinci te'vildir. O te'vil bırakılıp, başka bir tevile iltifat edilmez. Çünkü
muhakkik ilim adamları onu tercih etmişlerdir. Esasen hadisin bu derece zayıf
olması hiçbir te'vile de ayrıca ihtiyaç bırakmamaktadır. Yüce Allah'a
hamdolsun.
Bu hadisin zayıf ve
senedinin de çok gevşek olduğunu ortaya koyan Kur'ân-ı Kerim'deki delillerden
birisi de yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Neredeyse seni bile, sana
vahyettiğimizden başkasını Bize karşı uydurasm diye fitneye
düşüreceklerdi..." (el-İsra, 17/73) Bu ve bundan sonraki âyet bunu
göstermektedir. Bu iki âyet-i kerîme bunların, bu hususta rivayet ettikleri
haberi reddetmektedir. Çünkü yüce Allah nerdeyse onu iftirada bulununcaya
kadar fitneye düşüreceklerini belirtmektedir. Eğer Allah ona sebat vermemiş
olsaydı, onlara meyledecekti demektedir. Bunun muhtevası ve bundan anlaşılan
şu ki; yüce Allah onu iftirada bulunmaktan korumuş, ona sebat vermiş ve az
dahi onlara meyletmesine imkân vermemiştir. Peki çokça meyletmesi nasıl
düşünülebilir? Onlar kendi gevşek haberleri arasında meyletmenin de ötesinde,
ilâhlarını övmek suretiyle iftirada dahi bulunduğunu belirtirler ve Peygamber
(sav)ın şöyle dediğini de kaydederler: Ben Allah'a iftirada bulundum ve onun
söylemediğini söyledim. Bu ise âyet-i kerîmeden anlaşılan mananın tam
aksinedir. Sahih dahi olsa, böyle bir hadîsin (mana itibariyle) zayıf olduğunu
ortaya koymaktadır. Kaldı ki hadis hiç de sahih değildir. Bu yüce Allah'ın şu
buyruğunu da andırmaktadır: "Eğer senin üzerinde Allah'ın lütfü ve
rahmeti olmasaydı, onlardan herbir zümre seni saptırmaya çalışırlardı. Halbuki
onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar ve sana hiçbir zarar
veremezler." (en-Nisâ, 4/113)
el-Kuşeyrî dedi ki:
Kureyşlİler ve Sakifliler putlarının yanından geçtiği vakit yüzünü onların
tarafına çevirmesini dahi istediler. Böyle bir şey yaptığı
takdirde ona iman edeceklerine söz verdiler; ama o
bunu yapmadı, yapacak da değildi.
İbnu'l-Enbarî dedi ki:
Rasülullah (sav) ne böyle bir şeye yaklaştı, ne de meyletti.
ez-Zeccac dedi ki:
Âyet (îsrâ, 17/73. âyeti kastediyor) onların bunu gerçekleştirmek İçin tuzak
hazırladıklarını vurgulamaktadır.
Şöyle de denilmiştir:
"Okumak İstedi" konuştu, söyledi demektir. Okudu anlamında değildir.
Ali b. Ebi Talha'dan,
o İbn Abbas'tan yüce Allah'ın: "Okumak istediği zaman... mutlaka"
buyruğu; ancak konuştuğu zaman şeytan onun konuşmasına bir şey katmak
istemiştir; yani onun konuşmaları arasına bîr şeyler sokuşturmaya çalışmıştır,
diye açıklamıştır.
"O şeytanın
katacağını Allah iptal eder." (İbn Abbas) dedi ki: Allah, şeytanın
kattığını, bıraktığını iptal eder, boşa çıkartır.
en-Nehhâs dedi ki: Bu
açıklama âyet-i kerîme hakkında yapılmış açıklamaların en üstünü ve en
değerlisidir.
Ahmed b. Muhammed b.
Hanbel dedi ki: Mısır'da tefsire dair bir sahife vardır. Bunu Ali b. Ebi Talha
rivayet etmektedir. Eğer bir adam Mısır'a onu almak maksadıyla yolculuk yapsa,
değer, fazla sayılmaz. Bu açıklamaya göre mana şöyle olur: Peygamber (sav)
kendi içinden bazı hususlar geçirdiğinde, şeytan hile kastı ile onun İçinden
geçirdiği düşüncelere bir takım telkinlerde bulunmaya çalışır ve şöyle derdi:
Yüce Allah'tan müslümanların darlıktan kurtulması için sana ganimetler ihsan
etmesini dileyecek olsan! Yüce Allah salâhın bunun dışındaki hallerde olduğunu
bilmektedir. O bakımdan -İbn Abbas (r.a)m dediği gibi- şeytanın bu telkinlerini
iptal ediyordu,
el-Kisaî ile el-Ferrâ
birlikte: "Okumak İstediği" lafzının, kendi içinden bir şeyler
geçirdiği zaman anlamında olduğunu nakletmişlerdir. Sözlükte bilinen manası da
budur. Yine her ikisi de bu kelimenin "okuduğu zaman" anlamına
geldiğini de nakletmişlerdir. Bu görüş yine İbn Abbas'tan rivayet edilmiş,
Mücahid, ed-Dahhak ve başkaları da bunu benimsemişlerdir.
Ebu'l-Hasen b. Mehdî
der ki: Buradaki temenni (okuma)mn Kur'ân'la, vahiyle hiçbir ilgisi yoktur.
Peygamber (sav)ın elinde mal namına bir şey kalmayıp da ashabının kötü halini
görünce, kalbinden ve şeytanın vesvesesinin bir sonucu olarak, dünyayı temenni
ederdi. el-Mehdevî'nin, İbn Abbas'tan naklettiğine göre ise mana: O içinden bir
şeyler geçirdiği zaman, şeytan da bu içinden geçirdiği düşüncelere bir şeyler
katardı, şeklindedir. Taberî'nin tercih ettiği kanaat de budur.
Derim ki: Yüce
Allah'ın: "Tâ ki şeytanın koyacağı şeyi... Allah bir fitne
(imtihan
sebebi) kılsın" âyeti (bunun) içinden geçirdiği şeyler hakkında olduğuna
dair yorumlan reddetmektedir. İbn Attyye de şöyle demektedir: Şeytanın
telkinlerinin işitilen lafızlar olduğu hususunda bir görüş ayrılığı yoktur.
Fitne bundan dolayı söz konusu olmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
en-Nehhas dedi ki:
Eğer hadis sahih olup senedi de muttasıl olsaydı, buna dair bu açıklama da
sahih olurdu. O takdirde bu husustaki rivayetlerde geçen ve peygamberin yanıldığı
belirtilen "yanıldı" ifadesi "ıskat etti, düşürdü"
anlamına gelir. İfadenin takdiri de şöyle olur: "Gördünüz mü Lat ve
Uz-za'yı" sözlerinde ifade tamam olur. Daha sonra "el-ğarânîk
el-uiâ" ifadesini düşürdü. Bundan kasıt da meleklerdir. "Muhakkak
onların şefaatleri" ifadesinde de zamir meleklere ait olur. Ancak burada
ifadeyi; "Şüphesiz ki onlar o yüce putlardır" şeklinde rivayet
edenlere gelince, bu rivayete dair de bir kaç türlü cevap verilebilir. Mesela
Arapların pek çok yerde kullandıkları gibi "demek" emri hazfedilmiş
olabilir, edilmemiş de olabilir. Bu durumda ifade azar manasını taşır, çünkü
bundan önce " Şimdi haber verin" denilmektedir. Bu da onlara karşı
bir delil getirmek manasınadır. Şayet bu sözler namazda iken okunmuş ise, o
zamanlar namazda konuşmak mubah idi, (denilir). Bu olayda okunan ifadeler
arasında: Şimdi haber verin Lat ve Uzza'dan ve diğer üçüncüleri olan Menat'tan
ve yüksek putlardan ve şüphesiz onların şefaatleri umulur" sözleri de
rivayet edilmektedir. Bu manadaki bir rivayet Mücahid'den de nakledilmiştir.
el-Hasen dedi ki; Buradaki "el-ğarânik el-ulâ (tercümede; yüksek
putlar)" ile melekleri kastetmiştir. el-Kelbî de burada
"el-ğaranikatu" kelimesini melekler diye tefsir etmiştir. Çünkü
kâfirler putların da, meleklerin de Allah'ın kızları olduğuna inanıyorlardı.
Nitekim yüce Allah da onların bu inanışlarını bize nakletmiştir. Yüce Allah bu
sûrede onların kanaatlerini: "Erkekler sizin, dişiler onun mu ?"
Cen-Necm, 53/21) buyruğu İle reddetmektedir. Yüce Allah onların bütün bu
sözlerini böylelikle reddetmiş olmaktadır.
Meleklerin şefaat
etmelerini ummak doğru bir kanaattir. Müşrikler bu ifadelerle putlarının
kastedildiğini zannedip şeytan da bu hususta onları tereddüde düşürünce yüce
Allah şeytanın bıraktığı bu telkinatı neshetti, âyetlerini muhkemleştirdi ve
şeytanın işi karıştırmaya kendileri vasıtasıyla yol bulduğu bu iki lafzın da
okunuşunu kaldırdı. Kur'ân-ı Kerîm'in pek çok buyruğunu neshedip tilâvetini
kaldırdığı gibi,
el-Kuşeyrî der ki:
Böyle bir açıklama pek uygun bir açıklama değildir. Çünkü yüce Allah: "O
şeytanın katacağını Allah iptal eder" diye buyurmaktadır. Meleklerin
şefaati ise bâtıl değildir. "Allah herşeyi bilendir." Peygambere
(salât ve selam ona) neleri vahyettİğini çok iyi bilir. Yarattıkları hakkında
"hükmünü yerine getiren" Hakim"dir."
[220]
53. Tâ ki
şeytanın koyacağı şeyi kalplerinde hastalık bulunan ve kalbkri gayet katı
olanlar için Allah bir fitne (sebebi) kılsın. Muhakkak zalimler uzak bir
ayrılık içindedirler.
"Tâ ki şeytanın
koyacağı şeyi kalplerinde hastalık" şirk ve münafıklık "bulunan ve
kalbleri gayet katı olanlar" ve yüce Allah'ın emrine kalbleri
yu-muşamayanlar "İçin Allah bir fitne" yani bir sapıklık sebebi
"kılsın."
es-Sa'lebî der ki:
Âyet-i kerîmede peygamberlerin şeytanın vesvesesi ile yanılmalarının,
unutmalarının ve şaşırmalarının caiz olduğuna yahut ta şaşıracak kadar
kalplerinin meşgul olabileceğine delil vardır. Daha sonra peygamber uyarılır,
dikkati çekilir ve doğru olana döner. îşte yüce Allah'ın: "O şeytanın katacağını
Allah iptal eder. Sonra Allah kendi âyetlerini sapasağlam yerleştirir"
(Hacc 22152) buyruğunun anlamı budur. Ancak peygamberin şaşırması bizden
herhangi birimizin şaşırması gibidir. Asılsız rivayetleri nakledenlerin
rivayetlerinde ona izafe olunan: İşte bunlar o yüksek putlardır, gibi ifadeler
ise Peygamber (sav)a uydurulmuş bir yalandır. Çünkü bu ifadelerde putların
ta'zim edilmesi söz konusudur. Peygamberler hakkında ise bu caiz değildir.
Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'in bir bölümünü okuyup, daha sonra da bir şiir okuyarak:
Ben şaşırdım ve bunu Kur'ân zannettim, demesinin caiz olmadığı gibi.
"Muhakkak
zalimler" yani kâfirler "uzak bir ayrılık içindedirler." Allah'a
ve Rasûîüne karşı muhalefet, isyan ve onun zıddı bir konumdadırlar. Buna dair
açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/137. âyetin tefsirinde)
geçmiş bulunmaktadır. Hamd yalnız Allah'adır.
[221]
54. Ve tâ ki
kendilerine ilim verilenler, bunun Rabbinden gelen hak olduğunu bilip ona iman
etsinler ve onunla kalbleri rahat ve huzur bulsun. Muhakkak Allah iman
edenleri dosdoğru yola iletendir.
"Ve tâ ki
kendilerine ilim verilenler" yani iman edenler, bir görüşe göre de kitap
ehli "bunun" yani Kur'ân âyetlerini muhkem kılıp sağlamlaştıra-nın
"Habbinden gelen hak olduğunu bilip, ona iman etsinler ve onunla kalpleri
rahat ve huzur bulsun." Huşu' ve sükûna ersin. Bir açıklamaya göre de
ihlâsa kavuşsun.
"Muhakkak Allah
İman edenleri dosdoğru yola iletendir." Bu buyruktaki: "İleten"
kelimesini Ebu Hayve; şeklinde tenvirdi okumuştur.
"İletendir"
hidayete karşılık onları mükafatlandırandır, anlamındadır.
[222]
55.
Kendilerine ansızın kıyamet gelinceye dek yahut kendilerine akim bir günün
azabı gelinceye kadar, kâfirler ondan yana şüphe İçinde kalmaya devam
edeceklerdir.
"Kendilerine
ansızın kıyamet gelinceye dek yahut kendilerine akün bir günün azabı gelinceye
kadar, kafirler ondan yana" İbn Cüreyc'e göre Kur'ân'dan yana, başkalarına
göre ise dosdoğru yol demek olan dinden yana "şüphe içinde kalmaya devam
edeceklerdir." Bir açıklamaya göre de: Şeytanın, Muhammed (sav) dili ile
bıraktıklarından yana şüphe içinde kalmaya devam edeceklerdir, demektir.
Onlar: Ne diye önce putlardan iyilikle söz etti, sonra da bundan geri döndü,
demeye devam edeceklerdir.
Ebu Abdu'r-Rahman
es-Sülemî: "Şüphe içinde" buyruğunu "mim" harfini ötreli
olarak diye okumuştur. Ancak esreli okuyuş daha çok bilinendir, bunu da
en-Nehhâs zikretmiştir.
"Akim bir
gün"ü ed-Dahhâk: Gecesi olmayan bir gün olan kıyamet gününün azabı diye
açıklamıştır. en-Nehhâs da şöyle demektedir: Kıyamet gününe akîm (kısır)
denilmesinin sebebi, akabinde benzeri bir gün gelmeyeceğinden dolayıdır.
ed-Dahhak'ın açıklaması da bu anlamdadır. "el-Akim" sözlükte çocuğu
olmayan kimse hakkında kullanılır. Çocuk ebeveynin semeresi olduğundan, günler
de ünce ve sonra, ardı arkasına geldiğinden dolayı, sonradan gelişi evlat
sahibi olmaya benzetmiştir. Bu günün ardından bir gün gelmeyeceğinden dolayı,
bu gün "akîm" olmakla nitelendirilmiştir.
İbn Abbas, Mücahid ve
Katade derler ki: Burada kastedilen Bedir günü azabıdır. Akîm de benzersiz
büyüklükte demektir, çünkü melekler bu günde savaşmışlardır.
İbn Cüreyc der ki:
Çünkü bu günde kendilerine geceye kadar mühlet verilmedi. Akşamdan önce
öldürüldüler, o bakımdan bu gün onlar için gecesi olmayan bir gündüz oldu.
Aynı şekilde
ed-Dahhâk'ın açıklamasına göre de bu gün, kıyamet günü demek olur. Çünkü
kıyamet gününün de gecesi olmayacaktır. Bir açıklamaya göre: Bu günde şefkat
ve rahmet olmayacağından ve hayırların her türlüsünden mahrum (kısır) olacağı
itibariyle bu isim verilmiştir. Yüce Allah'ın: "Hani onların üzerine akîm
rüzgarı göndermiştik." (ez-Zâriyât, 51/41) yani hayırsız ve yağmur da,
rahmet de getirmeyen rüzgarı göndermiştik, buyruğu da bu kabildendir.
[223]
56.O gün
mülk Allah'ındır, aralarında O hükmeder. İman edip, sa-lih ameller işleyenler
İse Naîm cennetierindedirler.
57. Kâfir
olup âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar İçin küçültücü bir azab
yardır.
"O gün mülk
Allah'ındır, aralarında O hükmeder." Yani kıyamet gününde mülk yalnız
Allah'ın olacaktır. Hiç kimse bu konuda onunla çekişemeye-cektir ve böyle bir
iddiada bulunamayacaktır.
Mülk; işleri çekip
çevirme hakkına sahip olan kimsenin muktedir olduğu alanın genişliğini ifade
eder. Daha sonra yüce Allah hükmünü beyan ederek şöyle buyurmaktadır:
"İman edip salih
amel İşleyenler ise Naînı cennetlerlndedirler. Kâfir olup âyetlerimizi
yalanlayanlara gelince, onlar için küçültücü bir azab vardır." Derim ki:
Burada "o gün" buyruğu ile Bedir gününe işaret edilmiş olma ihtimali
de vardır. O günde yüce Allah kâfirleri helak etmeyi, mü'minle-rin de
bahtiyarlığa erişmesini hükme bağlamıştır. Peygamber (sav) da Ömer (r.a)a şöyle
demiştir: "Ne biliyorsun Allah'ın Bedir ehline muttali olup onlara:
Dilediğinizi yapınız, Ben size mağfiret buyurdum, demediğini."[224]
58. Allah
yolunda hicret eden, sonra öldürülen yahut ölenleri Allah, elbette güzel bir
rızıkla rızıkİandıracaktır. Çünkü rızık verenlerin hayırlısı şüphesiz ki,
bizzat Allah'tır.
59. Onları
elbette razı olacakları bir yere girdirecektir. Muhakkak ki AUah çok İyi
bilendir, Halîm'dir.
Yüce Allah, ölen ve
öldürülen muhacirleri tek başlanna söz konusu etmektedir. Böylelikle onların
diğer ölülerden üstün ve şerefli olduklarına dikkat çekmiş olmaktadır.
Bu âyet-i kerîmenin
nüzul sebebine gelince, Osman b. Maz'un ve Ebu Seleme b. Abdi'1-Esed Medine'de
vefat ettiklerinde bazıları şöyle demişti: Allah yolunda öldürülenler,
yataklarında ölen kimselere göre daha faziletlidirler. Bunun üzerine bu âyet-i
kerîme aralarında bir fark bulunmadığını, Allah-u Teala'nın hepsine de çok
güzel bir nzık vereceğini belirtmek üzere nazil oldu.
Şeriatın zahiri Allah
yolunda öldürülenin daha faziletli olduğuna delildir. Kimi ilim adamı şöyle
demiştir: Allah yolunda öldürülen de Allah yolunda
ölen kimse de şehittir. Fakat öldürülenin Allah
uğrunda kendisine isabet eden ölüm gibi bir üstün meziyeti vardır. Bazıları da
bunlar arasında fark yoktur, demiş ve hem bu âyeti hem de yüce Allah'ın şu
buyruğunu delil göstermişlerdir: "Allah'a ve Rasûlüne hicret maksadıyla
evinden çıkan kimseye daha sonra ölüm erişirse, onun mükâfatı Allah'a ait
olur." (en-Nisâ, 4/100) Ay-nca Um Hararn'ın rivayet ettiği hadisi de delil
gösterirler. O bineğinin sırtından düşmüş ve ölmüştü. Kimse onu öldürmemişti,
Peygamber (sav) ise ona: "Sen ilklerdensin" demişti.[225]
Yine Peygamber (sav)ın
Abdullah b. Atik yoluyla rivayet edilen şu hadisini delil göstermişlerdir:
"Kim Allah yolunda hicret ederek evinden çıkar da, bineğinin sırtından
düşer ve ölürse, yahut onu bir yılan sokar ve ölürse, ya da ölüm gelip
kendisini bulursa, onun ecrini vermek Allah'a ait olur. Her kim de yediği bir
darbe ile bulunduğu yerde ölürse o da güzel bir şekilde Allah'a dönüşü hak
eder."[226]
İbnu'l-Mübarek de,
Fedâle b. Ubeyd'den şunu nakletmektedir: İki adamdan birisi bir gazada mancınıktan
yapılan atış ile isabet alıp ölmüş, diğeri ise orada ölmüştü. Fadâle ölen
kişinin yanında oturmuştu, kendisine: Sen şehidi bıraktın ve onun yanında
oturmadın (niye?) diye sorulunca, şu cevabı vermişti: Bu ikisinden hangisinin
kabir çukurundan dirıltileceği benim için hiç önemli değildir.
Daha sonra yüce
Allah'ın: "Allah yolunda hicret eden, sonra öldürülen, yahut Ölenleri
Allah elbette güzel bir rızıkla rızıklandıracaktır" âyetini tamamen
okudu.
Süleyman b. Âmir dedi
ki: Fadâle Rodos'ta gaziler başında kumandan idi. Birisi öldürülmüş, diğeri
vefat etmiş iki kişinin cenazesi çıkarılıp getirildi. O insanların öldürülen
cenazenin mezarına doğru gittiklerini görünce şunları söyledi: Ey insanlar!
Bakıyorum ki sizler öldürülenle beraber gidiyorsunuz. Nefsim elinde olana yemin
olsun ki bu ikisinden hangisinin mezar çukurundan diriltileceğl benim için
önemli değildir. İsterseniz yüce Allah'ın: "Allah yolunda hicret eden,
sonra öldürülen, yahut ölenleri..." âyetini okuyunuz.
Bunu es-Sa'lebî de
Tefsir'inde böylece zikretmiştir. İbnu'l-Mubarek'in naklettiği ile aynı
manadadır.
Öldürülenin fa2ileti
daha çoktur, diyenler de Rasûlullah (sav)ın söylediği sabit olan şu hadisi
delil gösterirler: Peygamber (sav)a: Hangi cihad daha faziletlidir? diye
sorulmuş, o da: "Kanı akıtılan ve bineği de kesilen kimsenin ki"
diye buyurmuştur.[227]
Kanı akıtılan ve
bineği de öldürülenler, şehitlerin en faziletlisi olduğuna göre bu nitelikte
olmayan kimsenin fazilet itibari ile daha aşağıda olduğu anlaşılmaktadır.
tbn Âmir ve Şam
ahalisi "öldürülen" anlamındaki buyruğu; şeklinde çokluk ifade
edecek şekilde şeddeli okumuşlardır, diğerleri ise şeddesiz okumuşlardır.
"Onları elbette
razı olacakları bir yere" cennetlere "glrdirecektir."
Me-dineliler; "Girilecek bir yer" kelimesini "mim" harfini
üstün olarak okumuşlardır Bu da giriş, girmek anlamındadır, diğerleri ise bunu
ötreli okumuşlardır. Buna dair açıklamalar ise daha önceden el-lsrâ Sûresi'nde
(17/80. âyetin tefsirinde) geçnrş bulunmaktadır.
"Muhakkak Allah
çok iyi bilendir, HaKm'dlr." İbn Abbas dedi ki: Niyet lerini çok iyi
bilir, onları cezalandırmakta acele etmez.[228]
60. Bu
(böyledir). Kim kendisine yapılan haksızlığı misliyle cezalandırır, sonra yine
ona haksızca saldınhrsa, Allah elbette ona yardım eder. Şüphesiz ki Allah çok
affedicidir, çok mağfiret edicidir.
"Bu
(böyledir)" buyruğundaki: ""Bu" ref mahallindedir. Yani bu,
bizim sana anlattığımız durumdur.
Mukatil dedi ki: Bu
âyet-i kerîme, Mekke müşriklerinden bir topluluk hakkında nazil olmuştur.
Bunlar muharremin bitmesine iki gün kala bir grub müs-lüman ile karşılaşmışlar
ve şöyle demişlerdi: Muhammed'in ashabı haram ayda savaşmaktan hoşlanmazlar,
haydi onların üzerine bir hamle yapınız.
Müslümanlar onlara
haram ayda kendileriyle savaşmamaları için hatırlatmada bulundular. Ancak
müşrikler savaşmaktan başka bir şey kabul etmediler. Onlara bir hamle yaptılar,
müsfümanlar karşılarında sebat gösterdi ve yüce Allah müşriklere karşı onlara
zafer verdi. Ancak haram ayda savaşmaktan ötürü, müslümanlar içten içe
rahatsız oldular. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu.
Bir başka görüşü göre,
bu âyet-i kerîme müşriklerden bir topluluk hakkında inmiştir. Bunlar Uhud günü
öldürdükleri bazı müslümanlara müsle yapmışlardı (Öldürdükten sonra
organlarını kesmişlerdi.) Rasûlullah (sav) da bu şekilde bîr uygulamayı onlara
yaparak cezalandırdı. Buna göre yüce Allah'ın: "Kim kendisine yapılan
haksızlığı misliyle cezalandırır" buyruğu, her kim zalime yaptığı zulmün
misli ile ceza verecek olursa... demek olur. Burada haksızlığa (ukubete)
karşılık olarak verilen cezaya da "ukubet" denilmesi, şeklen her iki
fiilin birbirine eşit olmalarından dolayıdır. Bu bakımdan yüce Allah'ın şu
buyruklanna benzemektedir: "Bir kötülüğün cezası onun gibi bir
kötülüktür" (eş-Şûrâ, 42/40); "Onun için size kim haksızlık edip saldırırsa,
siz de tıpkı onların saldırdıkları gibi karşılık verin." (el-Bakara,
2/194) Buna dair açıklamalar da daha önceden (el-Bakara, 2/194.âyet,
5.baş-lıkta) geçmiş bulunmaktadır.
"Sonra yine ona
haksızca" sözlü olarak veya rahatsız edilerek yurdundan uzaklaştırılarak
"saldırtUrsa..." Çünkü müşrikler peygamberlerini yalanlamış, ona
iman edenlere eziyet etmiş, onu da, mü'minleri de Mekke'den dışarı
çıkartmışlar ve çıkarılmalarına da yardımcı olmuşlardı.
"Allah elbette
ona yardım eder." Muhakkak Allah Muhammed (sav) ve ashabına yardım
edecektir. Çünkü kâfirler onlara haksızlık etmişlerdi.
"Şüphesiz ki
Allah çok affedicidir." Yani mü'minlerin günahlarını bağışlamıştır.
"Çok mağfiret edicidir." Haram ayda savaşlarının günahını da bağışlamış,
örtmüştür.
[229]
61. Bu
(böyledir) Çünkü Allah geceyi, gündüze ular, gündüzü de geceye ular. Ve çünkü
Allah her şeyi işitendir, görendir.
"Bu (böyledir,)
Çünkü Allah geceyi, gündüze ular." Yani Benim sana anlatmış olduğum
mazluma yardım edişim, Benim geceyi gündüze bitiştiren oluşumdan dolayıdır.
Benim güç yetirdiklerime hiçbir kimse güç yetiremez. Yani buna güç yetiren
elbette kuluna yardım etmeye de kadirdir.
Âl-i İmrân Sûresi'nde
de (3/27. âyetin tefsirinde) geceyi gündüze ulamasının anlamına dair
açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
"Ve çünkü Allah
herşeyi işitendir, görendir." Sözleri işitir, fiilleri görür. Zerre
ağırlığı kadar hiçbir şey O'na gizli kalmaz. Bir karıncanın hareket edişini
bile mutlaka bilir, işitir ve görür.
[230]
62. Bu (böyledir).
Çünkü Allah hakkın ta kendisidir. O'ndan başka taptıkları ise bizatihi
batıldır. Şüphesiz ki Allah yücedir büyüktür.
"Bu (böyledir.)
Çünkü Allah hakkın" hak sahibinin "ta kendisidir."
O'nun dini haktır,
O'na ibadet haktır. Mü'minler de O'nun hak olan vaadi gereğince, O'nun
yardımına hak kazanırlar.
"O'ndan başka
taptıkları" ibadet namına hiçbir şeyi hakketmeyen put-lar "ise
bizatihi batıldır."
Nâfî\ İbn Kesir, İbn
Âmir ve Ebubekr "taptıkları" anlamındaki buyruğu muhatab kipiyle ve
"te" harfiyle; "taptığınız" şeklinde okumuşlardır. Ebu
Hatim de bunu tercih etmiştir. Diğerleri ise burada ve Lukman Sûresi'nde
(31/30. âyette) gaib şahıslardan haber kipi olarak "ye" harfiyle
okumuşlardır Ebu Ubeyd de bunu tercih etmiştir.
"Şüphesiz ki
Allah yüce" kudretiyle herşeyin üstünde yüce, benzeri ve eşi bulunmaktan
yüce, zalimlerin söyledikleri O'nun celâl ve azametine yakışmayan her türlü
vasıftan yüce"dir, büyüktür." Azamet, celâl ve şanının büyüklüğü
sıfatlarıyla mevsuftur.
"el-Kehîr
(büyük)"in kibriyâ sahibi anlamında olduğu da söylenmiştir. Kibriya ise
zatın kemalinin ifadesidir, yani ebedi olarak ve ezelden beri mutlak vücud
(varlık) sahibidir. O ilk ve kadim olandır, bütün mahlukatı yok olduktan sonra
son ve baki kalacak olandır.
[231]
63. Görmedin
mi Allah gökten bir su indirir de yeryüzü yemyeşil oluverir? Muhakkak Allah
hıtfedicidir, haberdardır.
"Görmedin mi
Allah gökten bir su indirir de yeryüzü yemyeşil oluverir." Bu, kudretinin
kemaline delildir. Yani buna kadir olan elbette ölümden sonra tekrar hayat
verip yeniden yaratmaya da kadirdir. Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna
benzemektedir: "Biz üzerine suyu indirdiğimizde sarsılır, kabarır..."
(el-Hac, 22/5) Benzeri buyruklar pek çoktur.
"Oluverir"
anlamındaki; buyruğu cevab değildir. O bakımdan man-sub gelmemiştir. el-Halif
ve Sibeveyh'e göre bu bir haberdir. el-Halil dedi ki: Dikkat et, Allah semadan
bir su indirdi de bunlar bunlar oluyor, demektir. Nitekim şair şöyle
demektedir:
"Sen. kupkuru
yere sorup da o konuşmadı mı?
Bugün sana kupkuru bitkiaiz
arazi (herhangi bir şeye dair) haber verir mi ki?"
Burada ifade sen ona
sordun, o da konuştu anlamındadır. Buyruğun tahkik anlamında istifham (soru)
olduğu da söylenmiştir. Yani sen bunu gör-müşsündür, nasıl bir hale geldiğini
iyice düşün. Atıf da olabilir; çünkü anlamı: Görmez misin ki Allah...
indirmektedir, şeklindedir. el-Ferrâ da "görmedin mi?" ifadesinin
haber olduğunu söylemiştir. Nitekim konuşma esnasında; şunu bil ki muhakkak
Allah gökten bir su indirir, demeye benzer.
"Yeryüzü yemyeşil
oluverir." Yeşillenir. Nitekim bir arazi hakkında onda bakliyat vardır,
yırtıcı hayvanlar vardır demek için de aynı kökten gelen kelimeler bu vezinde
kullanılır. Burada ifade yerin suyun inişinin akabinde çabucak bitkiyi
bitirdiğini ve adeten bu halini sürdürüp, gittiğini anlatmaktadır.
İbn Atiyye der ki:
İkrime'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bu ancak Mekke ve Tihame'de olur.
Bunun anlamı da şudur: O yüce Allah'ın: "Yemyeşil oluverir"
anlamındaki buyruğunun (kelime kökünden hareketle) yağmurun yağdığı gecenin
sabahının kastedildiğini kabul etmiştir. Onun kanaatine göre yerin yağmur
yağdığı gecenin sabahında yeşermesi sair beldelerde söz konusu olmayıp, daha
sonra gerçekleşir. Ben Sûs el-Aksa'da bunu müşahede ettim. Kuraklıkla geçen
bir süreden sonra geceleyin yağmur yağdı ve ertesi sabah o rüzgarların
savurduğu kumiu yerin ince ve zayıf bir bitki ile yeşermiş olduğunu gördüm.
"Muhakkak Allah
hıtfedicidjr, haberdardır." İbn Abbas dedi ki O: yağ murun gecikmesi
esnasında kulun içine düştüğü ümitsizlikten haberdar olan (Habîr)dır.
Kullarının rızıklanm lütfeden (Latif)dir. Bir diğer açıklamaya göre;
yeryüzünden bitkiyi çıkartmak suretiyle Latif, onların ihtiyaç ve fakirliklerinden
haberdar olandır.
[232]
64. Göklerde
olanlar da, yerde olanlar da yalnız O'mındur. Allah muhtaç olmayandır,
kendisine hamd edilendir.
"Göklerde olanlar
da, yerde olanlar da" yaratılışları itibariyle de, mülkiyetleri
itibariyle de "yalnız O'nundur." Bütün yaratıklar O'nun tarafından
tedbir ve idare edilmeye sağlam ve muhkem bir şekilde yaratılışa muhtaçtırlar.
"Allah muhtaç
olmayandır." O'nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Her halükârda
"kendisine hamd edilendir."
[233]
65. Görmedin
mî Allah yerde olanları da, emriyle denizde akıp gİ-den gemileri de emrinize
vermiştir. O'nun izni olmadıkça, yerin üzerine düşmesin diye semâyı O tutuyor.
Muhakkak Allah insanları çok eslrgeyt adir, onlara çok merhametlidir.
"Görmedin mi
Allah yerde olanları da, emriyle denizde akıp giden gemileri de emrinize
vermiştir." Yüce Allah bu buyruğunda diğer bir nimeti söz konusu etmekte,
kullarına kendilerine ihtiyaç duydukları binek, davar, ağaç ve ırmakları
kullarının emrine verdiğini, akıp giden gemileri de onların emrine müsahhar
kıldığını bildirmektedir.
Ebu Abdu'r-Rahman el-
A'rec: "Gemiler" kelimesini mübtedâ olarak merfû' okumuş ve ondan
sonrasını da haber kabul etmiştir.[234]
Geri kalaniarı ise
yüce Allah'ın: "Yerde olanları" anlamındaki buyruğu üzerine atf-ı
nesak olarak nasb ile okumuşlardır.
"O'mın İzni
olmadıkça yerin üzerine düşmesin diye semâyı o tutuyor."
Semânın düşmesini
istemediği için O tutuyor. Kûfeliler de (mealde olduğu gibi) düşmesin diye...
açıklamışlardır. O'nun semâyı tutması ise ardı arkası kesilmeden oradaki sükûnu
yaratması sureciyle olur.
"O'nun izni
olmadıkça..." Sema ancak Allah'ın ona düşme izni vermesi halinde, O'nun
izniyle düşebilir, demektir. Yani O'nun iradesiyle ve O'nun bırakmasıyla
düşebilir.
"Muhakkak
Allah" kendilerine müsahhar kılmış olduğu bu şeylerle "insanları çok
esirgeyendir, onlara çok merhametlidir."
[235]
66. Sizi
dirilten, sonra sizi öldürecek olan, sonra tekrar sizi diriltecek olan O'dur.
Şüphesiz ki insan çok nankördür.
"Sizi"
önceden nutfe halinde iken "dirilten, sonra" ecellerinizin bitimi halinde
"sizi öldürecek olan, sonra tekrar sizi" hesaba çekmek, mükâfatlandırmak
ve cezalandırmak için "diriltecek olan O'dur."
"Şüphesiz ki
insan çok nankördür." Yüce Allah'ın kudret ve vahdaniy-yetine delâlet eden
bunca belgeleri ortaya koymuş olmasına rağmen bunları çokça inkâr edendir.
İbn Abbas der ki: Bu
buyruk ile yüce Allah el-Esved b. Abdi'l-Esed'i, Ebu
Cehl b. Hişam'ı, el-Âs
b. Hişam'ı ve müşriklerden bir topluluğu kastetmektedir.
Bir diğer açıklamaya
göre yüce Allah'ın böyle buyurması çoğunlukla insanın nimetlere karşı
nankörlük etmesinden dolayıdır. Nitekim yüce Allah: "Kullarımdan şükreden
ise pek azdır" (Sebe\ 34/13) diye buyurmaktadır.
[236]
67. Her
ümmet için bir ibadet yolu tayin ettik ki, ona göre ibadet etsinler. O halde
bu hususta seninle asla çekişmesinler re sen Rab* bine çağır. Muhakkak sen
hakka götüren dosdoğru yol üzeresin.
"Her ümmet için
bir ibadet yolu" bir şeriat "tayin ettik ki, ona göre ibadet
etsinler." Ona göre amel ederler.
"O halde bu
hususta seninle asla çekişmesinler." Yani yüce Allah'ın senin ümmetin
için ön görmüş olduğu şeriat hakkında onlardan hiçbir kimse seninle
tartışmasın. Çünkü her asırda şeriatler var olagelmiştir.
Bir kesimin rivayet
ettiğine göre bu âyet-i kerîme, kâfirlerin kesilen hayvanlar hakkında
tartışmaları ve mü'minlere: Siz kendinizin kestiğinizi yersiniz ama yüce
Allah'ın kestiği meyteleri yemezsiniz. Oysa Allah'ın doğrudan öldürdüğünü
yemeniz sizin bıçaklarınızla öldürdüklerinizi yemenizden daha uygundur,
demeleri üzerine bu âyet-i kerîme nazil olmuştur. Bu husus daha önceden
el-En'âm Sûresi'nde (6/119. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yüce
Allah'a hamdolsun.
Yine bu sûrede şanı
yüce Allah'ın: "Bir ibadet yolu (mensek)" buyruğu ile ilgili ilim
adamlarının görüşlerine dair açıklamalar, daha önceden bu sûrede (34. âyetin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Yüce Allah'ın:
"Ona göre ibadet etsinler" buyruğu "el-mensek" kelimesinin
mastar olduğunu ortaya koymaktadır. Eğer bundan kasıt yer olsaydı, burada;
"Onlar orada ibadet ederler, etsinler," demesi gerekirdi.
ez-Zeccâc der ki:
"O halde bu hususta seninle asla çekişmesinler." Bu konuda seninle
asla mücadele etmesinler, seninle tartışmasınlar, demektir. Bu anlama geldiğini
gösteren ise (bundan sonraki âyette gelecek olan):
"Yine de seninle
tartışırlarsa..." (Hacc 22/68) buyruğudur. Onlar, onunla tartıştılar,
nasıl olur da seninle tartışmasınlar, çekişmesinler denilmiştir, diye sorulursa,
cevap şudur: Bu, sen onlarla tartışmaya, çekişmeye girişme, demektir. Âyet-i
kerîme savaş emrinden önce nazil olmuştur. Meselâ, günlük konuşmamızda
birisine: " Filân seni vurmasın, sen de onu vurma" denilir. Bu
"müfâale" babında cereyan eden bir anlam (ve kullanmadır. Ancak: Sen
Zeyd'i vurma, demek isterken: "seni vurmasın," diye söylenmez.
Ebu Miclez bu buyruğu
diye okumuştur. Yani sakın onlar seni aceleciliğe sevketmesin ve dininde sana
verilmemiş bir enrfi yapmaya itmesin demektir. Cemaatin (büyük çoğunluğun)
kıraati ise "münazaa"den gelmektedir. Her iki kıraatde de nehy lafzı
kâfirlere olmakla birlikte, kasıt Peygamber (sav)dır.
"Ve
senRabbİne" O'nu tevhid etmeye, dinine ve O'na iman etmeye "çağır.
Muhakkak sen hakka götüren dosdoğru yol" bir din "üzeresin" ve
bunda hiçbir eğrilik yoktur.
[237]
68. Yine de
seninle tartışırlarsa deki: "Allah yapmakta olduğunuzu en iyi
bilendir."
69. Hakkında
anlaşmazlığa düştüğünüz hususlara dair kıyamet gününde Allah aranızda hüküm
verecektir.
"Yine de seninle
tartışırlarsa" yani ey Muhammed, Mekke müşrikleri seninle düşmanlık
ederek, mücadelelerini sürdürürlerse "deki: Allah yapmakta olduğunuzu en
iyi bilendir." Bununla onların Muhammed (sav)ı yalanlamalarını
kastetmektedir. Bu açıklama İbn Abbas'tan nakledilmiştir. Mu-katil de şöyle
demiştir: Bu âyet-i kerîme, Peygamber (sav)a İsra gecesinde Rabbinin pek büyük
âyetlerinden bazılarını gördüğü yedinci semada iken nazil olmuştur. Yüce Allah
ona: "Yinede seninle" bâtılı ileri sürerek "tartışırlarsa"
sen de: "Allah yapmakta olduğunuzu" küfür ve yalanlamanızı "en
iyi bilendir* sözlerinle onlara karşı savunma yap.
Yüce Allah, böylelikle
ona, onların işi yokuşa sürmeleri ile uğraşmaktan koruyarak gereksiz yere
tartışmaktan yüz çevirmesini emretmektedir. Çünkü bile bile inad eden kimseye
cevap verilmez.
"Hakkında
anlaşmazlığa düştüğünüz hususlara dair kıyamet gününde Allah aranızda hüküm
verecektir." Anlaşmazlığa düştükleri hususlardan kasıt Peygamber (sav) ile
kavmi arasındaki ayrılıklardır. Anlaşmazlığa düşülen hususlar ise Allah'ın
âyetleri ile ilgili muhalefetleridir. Yüce Allah hüküm verdiğinde, o vakit siz
neyin hak, neyin bâtıl olduğunu bileceksiniz, demektir.
[238]
Bu âyet-i kerîmede
yüce Allah'ın kullarına öğrettiği güzel bir edeb vardır. Bu da işi yokuşa
sürmek ve sırf tartışmış olmak için inatlaşan kimselere karşı takınılacak
tutuma dairdir. Böyle bir kimseye cevap vermemeli, onunla tartışmamalıdır.
Yüce Allah'ın peygamberine öğretmiş olduğu bu söz ile onların inatlaşmaları
defedilmelidir.
Bu âyet-i kerîmenin,
yani muhalif kimselere karşı susup yalnızca: "Allah aranızda hüküm
verecektir" sözleri ile yetinmenin, kılıç âyetiyle nesholdu-ğu da
söylenmiştir.
[239]
70. Bilmez
misin ki Allah, gökte ve yerde olan herşeyi bilir. Şüphesiz ki bütün bunlar
bir kitaptadır. Gerçekten bu Allah'a çok kolaydır.
"Bilmez misin ki
Allah, gökte ve yerde olan herşeyi bilir." Yani ey Mu-hammed, sen bu
gerçeği bilip kesin olarak inandığına göre şunu da bil ki; aynı şekilde sizin
hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz hususları da bilir. Aranızda hüküm verecek
olan O'dur.
Bunun başkasına
yönelik takriri bir istifham olduğu da söylenmiştir,
"Şüphesiz ki
bütün bunlar bir kitaptadır." Kâinatta ne cereyan ediyorsa, b yüce
Allah'ın nezdinde Ümmü'l-Kİtab'ta yazılıdır.
"Gerçekten bu,
Allah'a çok kolaydır." Yani anlaşmazlığa düşenler arasında ayırd edici
hükmü vermek, Allah'a pek kolaydır. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Yüce
Allah'ın, kıyamet gününe kadar olacak herşeyi yazmasını emrettiği Kalemin
yazması, Alfah için pek kolaydır.
[240]
71. Onlar
Allah'ı bırakıp Onun haklarında bir delil İndirmediği ve kendilerinin herhangi
bir bilgilerinin de bulunmadığı şeylere ibadet ederler. Zalimler için hiçbir
yardımcı yoktur.
"Onlar" yani
Kureyş kâfirleri "Allah'ı bırakıp, O'nun haklarında bir delil" belge
ve burhan "İndirmediği ve kendilerinin herhangi bir bilgilerinin de
bulunmadığı şeylere İbadet ederler." Bu buyrukta geçen (ve delil anlamı
verilen) "sultan" kelimesine dair açıklamalar dpha önceden Âl-i
İrn-ran Sûresi'nde (3/151. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Zalimler İçin
hiçbir yardımcı yoktur."
[241]
72. Onlara
âyetlerimiz apaçık okunduğu zaman, o kâfirlerin inkârlarını çehrelerinden
anlarsın. Neredeyse onlara âyetlerimizi okuyanların üzerlerine hücum edip
çullanacaklar. De ki: "O yaptığınızdan daha kötüsünü size haber vereyim
mi? Ateştir o. Allah onu kâfirlere vaad etmiştir. O ne kötü bir dönüş
yeridir!"
"Onlara
âyetlerimiz" yani Kur'ân-ı Kerîm "apaçık okunduğu zaman, o kafirlerin
inkârlarını" öfkelerini, astıkları "çehrelerinden anlarsın. Neredeyse
onlara âyetlerimizi okuyanların üzerlerine hücum edip, çullanacaklar."
Onları şiddetle yakalayacaklar.
"Hücum edip,
çullanmak (satvet)" şiddetle yakalamak demektir. Bir kimseyi şiddetle
yakalamayı anlatmak üzere fiili kullanılır. Bu ya-kalayış esnasında dövmek ya
da sövmek de olabilir. Aynı zamanda; de kullanılır.
İbn Abbas dedi ki:
Bundan kasıt zarar vermek kastıyla onlara el uzatmalarıdır. Muhammed b. Ka'b
der ki: Onları dillerine dolayıp onlardan kötülükle söz etmeleri demektir,
ed-Dahhâk dedi ki: Onları elleriyle şiddetle yakalarlar, demektir. Hepsinin
anlamı birdir ve bu kelimenin asıl anlamı kahretmektir. Yüce Allah ise;
satvetler sahibidir, yani şiddetle yakalayandır.
"De ki; O
yaptığınızdan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Ateştir o.* Yani size, sizin
için bu dinlediğiniz Kur'ân'dan kendisinden daha çok hoşlanılmayacak bir şeyi
bildireyim mi? O cehennem ateşidir. Sanki onlar; Daha kötü olan nedir? diye
sormuşlar da bunun üzerine: O ateştir, diye cevap verilmiştir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Ben size, sizin Kur'ân okuyanlara yaptığınız kötülüklerden daha
kötü olan bir şeyi haber vereyim mi? O ateştir. O takdirde bu ifade, onların
Kur'ân okuyanlara uyguladıkları baskılara karşılık bir tehdit olur.
"Ateştir o"
anlamındaki; kelimesinin ref, nasb ve cer ile okunması caizdir, Ref ile
okunması "ateştir o" anlamını verecek şekilde; ya da; takdirindedir.
Nasb halinde "ateşi kastediyorum" anlamında bir takdir ile okunur.
Yahut ta ikinci fiile benzer bir fiil takdiriyle, ya da manaya hamledilerek
nasb ile okunur. Bu da: Ben size bu yaptığınızdan daha kötü olanı
bildiriyorum, ateşi (bildiriyorum) demek olur. Cer ile okuyuş, ("daha
kötü" anlamındaki şer kelimesinden) bedel olarak okunması halinde söz
konusudur.
"Allah onu
kâfirlere" kıyamet gününde "vaadetmiştir. O" kendisine varacağınız
yer olan ateş "ne kötü bir dönüş yeridir!"
[242]
73. Ey
İnsanlar! Bir misal verildi, onu iyice dinleyin. Allah'tan başka kendilerini
çağırdığınız putların hepsi -bu İş için bir araya toplansalar dahi- şüphesiz
bir sinek bile yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey alsa, bunu dahi ondan geri
alacak güçleri olmaz. İsteyen de âciz, istenen de.
"Ey İnsanlar! Bir
misal verildi, onu İyice dinleyin* buyruğu daha önce geçen: "Onlar Allah'ı
bırakıp, O'nun haklarında bir delil indirmediği... şeylere ibadet
ederler" (71. âyet) buyruğu ile alakalıdır.
Yüce Allah'ın:
"Bir misal verildi" diye buyurması, yüce Allah'ın onlara karşı
misaller vermek suretiyle getirmiş olduğu delillerin onlar tarafından daha iyi
kavranılabilir oluşundan dolayıdır.
Verilen misal
nerededir? diye sorulacak olursa, buna iki türlü cevap verilmiştir:
1- el-Ahfeş
dedi ki: Burada misat diye bir şey yoktur. Anlam şudur: Onlar Allah'a bir
misal vermişlerdir, onların söylediklerine kulak veriniz. Yani kâfirler, yüce
Allah'a, O'ndan başkasına ibadet etmekle misal göstermiş oldular. Sanki şöyle
buyurulmuş gibidir: Onlar Bana ibadet hususunda başkalarını Bana benzettiler,
şimdi bu benzetmenin haberine kulak veriniz, dinleyiniz.
2-
el-Kutebî'nin şu sözü buna cevap teşkil etmektedir: Buyruğun anlamı şöyledir:
Ey İnsanlar! Bir sinek dahi yaratacak gücü olmayan ve eğer bu sinek
kendilerinden bir şey alacak olursa, onu kendilerinden kurtaramayacak durumdaki
ilâhlara İbadet edenlerin misali şudur...
en-Nehhâs da der ki:
Buyruğun anlamı şudur: Aziz ve celil olan Allah kendisinden başka ibadet
edilen varlıklara misal vermiştir. en-Nehhâs dedi ki: Bu, bu hususta yapılan
açıklamaların en güzelidir. Yani yüce Allah sizin ve mabudlarınızın neye
benzediğini şöylece açıklamıştır: "Allah'tan başka çağırdığınız putların
hepsi..."
Kıraat alimleri genel
olarak: "Çağırdığınız" anlamında; şeklinde "te" harfi ile
okumuşlardır. es-Sülemî, Ebu'l-Âliye ve Ya'kub ise "çağırdıklarının"
anlamını verecek şekilde "ya" ile okumuşlardır. Maksat, onların
Allah'tan başka tapındıkları putlardır. Ka'be'nin etrafında olan bu putlar üç
yüz altmış tane idi. Kastedilenlerin, onları yüce Allah'a itaat etmekten
alıkoyan ileri gelenleri oldukları söylendiği gibi; yüce Allah'a isyana
kendilerini iten şeytanların kastedildiği de söylenmiştir: Ancak birincisi
daha doğrudur.
"Bu iş için bir
araya toplansalar dahi- şüphesiz bir sinek bile yaratamazlar." Sinek
(ez-zübâb) erkeği ve dişisi için aynen kullanılan bir isimdir.
Bunun azlık çoğulu;
şeklinde, çokluk çoğulu da; şeklinde gelir. Tıpkı; Karga, kargalar kelimesi
gibi. Sineğe bu ismin veriliş sebebi ise çokça hareket etmesinden dolayıdır.
el-Cevherî der ki:
ez-Zübâb (sinek)in ne olduğu bilinmektedir. Tekili; şeklinde gelir, denilmez.
ise kendisi ile sineğin kovalandığı araç demektir. ise develerin dişlerinin
keskin tarafı, kılıcın kendisi ite vurulan keskin tarafı; gözün bebeği; da
borcun geri kalan kısmı demektir. Günün geriye pek az bir bölümünün kaldığını
anlatmak üzere de; denilir. Hareket etmek; İse havada asılı bir şeyin hareket
etmesi demektir. " Gidip, gelmesi dolayısıyla zekerin adıdır."
Nitekim hadiste; " Her kim zekerinin şerrinden korunursa..."[243]
denilmektedir. Bu, yani hadisteki bu kullanım, el-Cevherî'nin söz konusu
etmediği bir husustur.
"Sinek onlardan
bir şey alsa, bunu dahi ondan geri alacak güçleri olmaz." (Geri alacak
güç anlamı verilen:) el-istinkâz ve inkâz; kurtarmak demektir. İbn Abbas der
ki: Onlar putlarını zaferan ile sıvarlardı. Daha sonra bu zaferan kurur, sinek
gelir ve onlardan bir şeyler götürürdü. es-Süddî dedi ki: Putların önüne
yemekler koyarlardı, o yemeklere sinekler konar ve o yemeklerden yerdi.
"İsteyen de âciz,
İstenen de.™ Denildiğine göre burada isteyen putlar, istenenler de
sineklerdir, aksi de söylenmiştir. Bir diğer açıklamaya göre isteyen puta
ibadet eden, istenen de puttur. İsteyen bu puttan yakınlaşmayı dilemektedir,
put da kendisinden istenendir.
"Sinek onlardan
bir şey alsa* ifadesi ile, sineğin onları sokarken sabır ve tahammüllerini
ortadan kaldıracak ve vakarlarını koruyacak imkânını bırakmayacak şekilde,
bedenlerine acı vermesinin kastedildiği söylenmiştir.
Özellikle sineğin
zikrediliş sebebi, sahip olduğu dört Özellik dolayısıyla -dır. Hakirliği,
güçsüzlüğü, tiksinti verişi ve çokça bulunması. Canlıların en zayıf ve en
hakirinin durumu bu olduğuna ve Allah'tan başka tapındıkları varlık, onun gibi
bir varlık yaratamayacaklarına, eziyetini önleyemeyeceklerine göre; peki bu
tapındıkları varlıklar nasıl mabud ve kendilerine itaat olunan rabbler
olabilirler? Bu, en güçlü delillerden ve en açık belgelerdendir.
[244]
74. Onlar
Allah'ı gereği gibi tanıyamadılar. Muhakkak Allah güçlüdür, Azizdir.
"Onlar Allah'ı
gereği gibi tanıyamadılar." Hakkı İle O'nun azametini anla mayamadılar,
çünkü onlar bu putları O'na ortak bellediler. Buna dair açıklamalar daha
önceden el-En'âm Sûresi'nde (6/91. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Muhakkak Allah
güçlüdür, Aztalir." Buna dair açıklamalar da önceden geçmiştir.
[245]
75. Allah,
meleklerden ve insanlardan rasûller seçer. Muhakkak Allah herşeyi İşitendir,
herşeyi görendir.
76. Onların
önceden yaptıklarını da, yapacaklarını da bilir. Bütün işler ancak Allah'a
döndürülür.
"Allah,
meleklerden ve İnsanlardan rasûller seçer." Yüce Allah sûreyi, Muhammed
(sav)ı risaletini tebliğ etmek üzere seçtiğini beyan ederek sona erdirmektedir.
Yani O'nun, Muhammed'i peygamber olarak göndermesi daha önce benzeri
görülmedik bir iş değildir.
Denildiğine göre;
d-Velid b. el-Muğire'nin: Zikir (Kur'ân-ı Kerîm) aramızdan ona mı indirildi,
demesi üzerine bu âyet-i kerîme nazil olmuş ve peygamber gönderilecek şahsın
seçiminin yüce Allah'a ait olduğunu bildirmiştir.
"Muhakkak Allah
her şeyi" kullarının sözlerini "işitendir. Herşeyİ" insanlar
arasından risaleti için kimi seçeceğini de "görendir." '
"Onların önceden yaptıklarını da, yapacaklarını da bilir." Bu da
Yasîn Sûresi'ndeki şu buyruğu andırmaktadır: "Muhakkak Biz, ölüleri
diriltiriz. Onların önden gönderdiklerini de, geride bıraktıklarını da
yazarız." (Yâsîn, 36/12)
"Bütün işler
ancak Allah'a döndürülür."
[246]
77. Ey iman
edenler! Rükû edin, secde edin, Rabbinize ibadet edin. Hayır işleyin ki,
kurtuluşa eresiniz.
"Ey iman edenleri
Rükû' edin, secde edin." Sûrenin baş taraflarında bu sûrede iki secde
bulunmak meziyetine sahip olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Ancak
Malik ve Ebu Hanife'nin görüşüne göre bu ikinci secde azimet yoluyla yapılması
istenen bir secde değildir. Çünkü burada rükû' ve sücûd birlikte zikredilmiştir
ve bundan maksat farz olan namazdır. Özellikle rükû ve sucûdun söz konusu
edilmesi, namazın şerefini dile getirmektir. Rükû ve sucuda dair geniş
açıklamalar daha önceden el-Bakara Sû-resi'nde (2/43. âyet, 5-11. başlıklarda)
geçmiş bulunmaktadır. Hamd yalnız Allah'adır.
"Rabbinize İbadet
edin." Yani Onun emirlerine uyun. "Hayır işleyin ki kurtuluşa
eresiniz." Yüce Allah, daha başka bir çok yerde vacib (farz) olduğu sahih
olarak sabit olmuş farzların dışındaki amelleri de buyrukla teşvik etmektedir.
[247]
78. Allah
(yolun)da da hakkıyla cihad edin. Sizi O seçti, dinde size güçlük vermedi.
Atanız İbrahim'in milletine (uyunuz.) Önceden de bu (Kur'ân)'da da sizi
"muslünûn" diye o adlandırdı. Ta ki Rasûl size şahîd olsun, siz de
İnsanlara karşı şahidlik edesiniz. İmdi namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve
Allah'a güvenin. Mevlânız O'dur. O, ne iyi ve ne güzel mevlâ, ne iyi ve ne güzel
yardımcıdır!
"Allah (yolun)da
da hakkıyla cihad edin." Bu buyrukla kâfirlere karşı cihad
kastedilmiştir, denildiği gibi; yüce Allah'ın vermiş olduğu bütün emirleri
yerine getirmek ve bütün yasakladıklarından uzak durmaya İşaret olduğu da
söylenmiştir. Yani nefislerinize karşı Allah'a itaat etmek, nefislerinizi nevalardan
uzak tutmak uğrunda cihad ediniz. Vesveselerini reddetmek suretiyle şeytana
karşı cihad ediniz. Zulümlerini reddetmek uğrunda zalimlere karşı cihad
ediniz. Küfürlerini bertaraf etmek için de kâfirlere karşı cihad ediniz.
İbn Atiyye dedi ki:
Mukatil dedi ki: Bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın: "O halde gücünüzün
yettiği kadar Allah'tan korkun." (et-Teğâbun, 65/16) buyruğu ile nesh
olunmuştur. Hİbetullah da böyle demiştir: Yüce Allah'ın: "Hakkıyla cihad
edin" buyruğu ile diğer âyet-i kerîmedeki: "Allah'tan nasıl korkmak
lazım geliyorsa, öylece korkun." (Âl-i İmran, 3/102) buyruğu, verilen bu
gibi emirlerde güç yetirilebilinen dereceye hafifletilmek suretiyle
neshedilmiş-tir. Ancak burada bir neshin varlığını kabul etmeye ihtiyaç da
yoktur. Çünkü zaten başından beri hükümden kastedilen de budur. Çünkü
"hakkıyla cihad edin" buyruğu sizi zora koşmayacak kadarıyla cihad
edin, demektir,
Said b. el-Müseyyeb'in
de rivayetine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Dininizin en
hayırlı olanı, en kolay olanıdır,"[248]
Ebu Ca'fer en-Nehhâs
dedi ki: Bu buyruk, hakkında neshin caiz olmayacağı buyruklardandır, çünkü
bu(radaki hüküm) İnsan üzerine farzdır. Nitekim Hayve b. Şureyh de, Peygamber
(sav)a ref ederek şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Mücahid, aziz ve
celil olan Allah için nefsine karşı cihad eden kimsedir. "[249]
Yine Ebu Galib'in Ebu
Umame'den rivayet ettiğine göre bir adam Peygamber (sav)a birinci cemrenin
yakınında: Hangi cihad daha faziletlidir!1 diye sormuş ve ona cevap
vermemiştir. Sonra ikinci cemre yanında da ona sormuş, yine cevap vermemiş.
Sonra Akabe cemresinin yanında ona sorunaa, Peygamber (sav): "Soru soran
nerede?" diye buyurunca, adam: İşte ben buradayım,
demiştir. Peygamber (sav) da: "Zalim bir
yöneticinin huzurunda söylenecek hak (adaletli) bir sözdür" diye
buyurmuştur.[250]
"Sizi O
seçti." Dinini korumak ve emrine bağlanmak için sizi seçen O'dur. Bu da
mücahede emrini te'kid etmektedir. Yani üzerinize cihad etmek farzdır, zira
bunun için sizi seçen Allah'tır,
[251]
Yüce Allah'ın:
"Dinde size güçlük vermedi" buyruğu ile ilgili açıklamalarımızı üç
bağlık halinde sunacağız:
[252]
Yüce Allah'ın
"güçlük" buyruğu darlık demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden
el-En'âm Sûresi'nde (6/125. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Bu âyet-i
kerîme bir çok ahkâm ile yakından ilgilidir. Bu da yüce Allah'ın bu ümmete
vermiş olduğu Özelliklerdendir. Ma'mer, Katade'den şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Bir peygamber olması müstesna kimseye verilmemiş üç özellik bu
ümmete verilmiştir. Peygamber'e: Git, senin için bir güçlük, darlık yoktur,
denilirdi. Bu ümmete de: "Dinde size güçlük vermedi" diye
buyurulmuştur. Herbir peygamber ümmetine karşı şahittir. Bu ümmete de:
"İnsanlara karşı şahidler olasınız diye..." (el-Bakara, 2/143) denilmiştir.
Peygamber'e: İste, istediğin sana verilecektir denilirdi. Bu ümmete de:
"Bana dua edin ki ben de duanızı kabul edeyim." (el-Mu'min, 40/60)
diye buyurulmuştur.
[253]
İlim adanılan yüce
Allah'ın kaldırmış olduğu bu güçlüğün mahiyeti hususunda farklı görüşlere
sahiptirler. İkrime dedi ki: Bu, helâl kılınan hanımlardan ikişer, üçer ve
dörder nikahlamak ile sahip olunan cariyelerdir.
Maksat namazın
kısaltılması, yolcununorucunu açabilmesi, başka türlüsüne gücü yetmeyen
kimsenin ima ile namaz kılması, kör, topal, hasta, gazaya çıkmak için gerekli
harcamaları bulamayan fakir, borçlu, anne-babası bulunan kimselerden cihad
yükümlülüğünün kaldırılması ve İsrailoğulları üzerinde bulunan ağır yüklerin
kaldırılmasıdır. Bu hususların pek çoğuna dair geniş açıklamalar daha önceden
(meselâ; el-Bakara, 2/143, 286. âyetler, el-A'râf, 7/157. âyetin tefsiri)
geçmiş bulunmaktadır.
İbn Abbas'tan ve
Hasan-ı Basrî'den rivayet edildiğine göre bu husus ramazan orucunu bitirmek,
kurban bayramı birinci gününü tesbit etmek ve oruca başlamak için hilâlleri
(kasıt olmaksızın) daha önce veya daha sonra görmüş kabul etmek hakkındadır.
Mesela, müslüman cemaat, zülhicce hilâlinin görüldüğünü tesbit etmek hususunda
yanılacak olup da Arefe gününden bir gün önce vakfe yaparlarsa, yahut ta kurban
bayramı birinci günü vakfede bulunurlarsa, bu onlar için yeterli gelir. Bu
hususta bizim "el-Muktebes fi Şerhi Muvattai Muliki'bni Enes" adlı
eserimizde açıkladığımız üzere görüş ayrılıkları da vardır.
Bizim sözünü ettiğimiz
ise bu hususta sahih olan açıklamalardır. Ramazan sonu oruç açmak ve kurban
kesmek de böyledir. Çünkü Hammad b. Zeyd, Eyyub'dan, o Muhammed b.
el-Munkedİr'den, onun da Ebu Hurey-re'den rivayetine göre Ebu Hureyre şöyle
demiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Sizin oruç açmanız, oruç
açtığınız gündür. Kurban gününüz de kurban kestiğiniz gündür," Bu hadisi
Ebû Dâvûd ve Dârakutnî rivayet etmiş olupc[254]lafzı
da zikrettiğimiz şekildedir.
Bunun anlamı da şudur:
İçtihadınız ile nasıl tesbit ederseniz size herhangi bir vebal ve zorluk söz
konusu olmaksızın öyledir.
Hadis imamlarının
rivayetine göre; Peygamber (sav)a kurban günü bazı hususlara dair sorular
sorulmuş, ona kişinin unutabileceği yahut ta bir takım işleri öne alınıp,
bazılarının sonraya bırakılmasına dair bilinmeyen bazı hususlar ve benzerleri
hakkında kendisine ne kadar soru sorulduysa, mutlaka: "Yap, bir vebal
yoktur" diye cevap vermiştir.[255]
İlim adamları derler
ki: Zorluğun kaldırılması ancak şeriatın gösterdiği yol üzere dosdoğru yürüyen
kimseler içindir. Talancılar, hırsızlar ve bir takım hadleri gerektiren suç
işlemiş olanlar için ise zorluk vardır. Onlar zaten dinden uzaklaşmakla bu
zorluğu kendi aleyhlerine tesbit etmiş oluyorlar. Şeriatte Allah yolunda bir
tek kişinin iki kişinin karşısında sebat etmekle mükellef tutulmasından daha
büyük bir zorluk yoktur. Ancak sağlam bir yakın ve mükemmel bir azim ile
birlikte olması halinde bu, hiç de zor olmaz.
"Atanız
İbrahim'in milletine," ez-Zeccâc der ki: Atani2 İbrahim'in milletine
uyunuz, demektir. el-Ferrâ da "millet" kelimesi başta gelmesi gereken
"kef (benzetme edatı)"mn hazfedildiği takdirine göredir. Sanki;
"Milleti gibi (olun)" denilmiş gibidir.
Sizler babanızın
yaptığı hayır işleri yapınız, anlamında olduğu da söylenmiştir. Burada fiil
kelimesi (yapınız) emri "millet" kelimesi yerine kullanılmış
olmaktadır.
İbrahim bütün
Arapların atasıdır.
Burada hitabın bütün
müslümanlara yönelik olduğu da söylenmiştir. Her ne kadar bütün müslümanlar
onun soyundan gelen çocukları değilse bile İbrahim (a.s)ın müslümanlar
nezdindeki saygınlığı, tıpkı evladı nezdinde babanın saygınlığı gibi
oluşundandır.
"Önceden de bunda
sizi musümûn diye o adlandırdı." İbn Zeyd ile el-Hasen dedi ki: Buradaki
"o" zamiri İbrahim'e racidir, yani Peygamber (sav)dan önce size
müslümanlar diye ad veren odur.
"Bunda" da
şu demektir: Yani onun hükmü gereğince Muhammed (sav)a tabi olan muslümandır.
İbn Zeyd dedi ki: İşte bu buyruk, yüce Allah'ın: "Rab-bimiz, ikimizi de
Sana teslim olmuş kimselerden kıl. Soyumuzdan da yalnız Sana itaat eden
müslüman bir ümmet var et" (el-Bakara, 2/128) buyruğu ile aynı
anlamdadır.
en-Nehhâs dedi ki: Bu
görüş ümmetin ileri gelen (ilim adam)lerinin görüşüne muhaliftir. Çünkü Ali b.
Ebi Talha'nın, İbn Abbas'tan rivayetine göre o şöyle demiştir: Daha önceden
size müslümanlar adını veren aziz ve ce-lil olan Allah'tır. Yani hem daha
önceki kitaplarda, hem de bu Kur'ân-ı Ke-rîm'de size bu ismi O, vermiştir. Bu
açıklamayı Mücahid ve başkaları da yapmıştır.
"Ta ki Kasûl
size" size tebliğ ettiğine dair "şahit olsun. Siz de insanlara
karşı" resullerin kendilerine tebliğ ettiklerine dair "şahitlik
edesiniz." Nitekim daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/143. âyetin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"İmdi namazı
dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Allah'a güvenin. Mevlâ'nız O'dur. O, ne İyi ve
ne güzel mevlâ, ne İyi ve ne güzel yardımcıdır!" Bu buyruğa dair yeterli
açıklamalar da daha önceden[256]
Âlemlerin Rabbİ
Allah'a hamdolsun.
[257]
[1] Tirmizi, Cumua 54;Biû Dûvûd, Sdcûd 1; Müsned, IV, 151;
Dârakutnl, I, 408
[2] Muvatta, Kur'ân 14
[3] Darakutni,I 409
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/ 7-8.
[4] Tirmizl, Tefsir 22. sûre 1
[5] Tirmizi, Tefsir 22. sûre 2. Ayrıca Müsned, IV, 432,
435.
[6] Buhâri. Enbivİ 7, Tefsir 221, Rikaak 46: Müslim, İman
379; Müsned, III, 32-33.
[7] Müsned, IV, 432 ve 435’de yakın ir rivayet İmran b.
Hüsayn’dan.
[8] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/8-11.
[9] Buhari, Cihid 98, Meğizî 29, Tcvhîd 34, Deavât 58;
Müslim, CMd 21; Tirmizî, Ci-hâd 8; tbn M&ee, Cİhâd 15; Müsned, İV, 353,
355, 381.
[10] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/11-13.
[11] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/13.
[12] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/13-14.
[13] İbnu'1-Esîr, en-Nihâyefî Ğarlbi'l-Hadls, V, 74.
[14] Buhâri, İman 39; Müslim, Müsakaat 107; tbn Mâce, Fitcn
14; Dâriml Buyû! 1-Müaned, IV, 270,
[15] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/14-15.
[16] Benzer ve nisbeten farklı rivayetler için bk, Suyûtî,
cd-Dumı'1-Mensûr, VI, 9-10.
[17] Buhârî, Hay? 17, Enbiyâ 1, Kader 1; Müslim, Kader
5;Müsned, 111,116, 118.
[18] Müslim, Kader 3 (bazı lafzı farklırla)
[19] Buhârî, Bcd'u'1-halk 6, Enbiyâ lv Tevhîd 28; Müslim,
Kader 1; Ebû Dâoüd. Sünne 16; -Armirf. Kader 4; İbn Mâce, Mukaddime 10; Müsned,
I, 382, 414, 430.
[20] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/15-16.
[21] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/17.
[22] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/17-18.
[23] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/18.
[24] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
12/18-19.
[25] EbûDâvûd, Fcrâiz 15.
[26] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/19-20.
[27] Ğurrc: Cenine etki eden müessir bir fiil dolayısıyla
ödenmesi gereken mali bir tazminat olup elli dinar, ya da beş yüz dirhem olarak
takdir edilmiştir. (Dr. Vchbc cz-Zuhaylî, e(-Fukhu'l-îslâmî, IV, II) Bu takdire
esas dayanak ise bej deve değerinde bir köle ya da bir cariyedir. Bu da tam
diyetin yirmide biridir, y* da bunun değeri olarak aittn ve gümüştür. Dinar ile
dirhemin karşılıklı birim değerine göre bu miktar hancfilcrc göre toplam elli
dinar yahut beş yüz dirhem, diğer mczhcblcrc göre, elli dinar ya da altıyüz
dirhemdir. (Dr. V. cz-Zııhayli, a.g.e., VI, 3(52).
[28] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/20-21.
[29] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/21.
[30] îbnMâce, Ccnâiz 58.
[31] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/21.
[32] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/22.
[33] Buhâri, Cihİd 25, Dcavât41;W<sâE, İstiâze 5, 6, 27;
Müsned, I, 183, 186.
[34] İbnu'1-Esîr, en-Nihâye,
V, 273
[35] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/22-26.
[36] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/26-27.
[37] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/28-30.
[38] Buhâri, Tefsir 22. sûre 2
[39] Buna göre âyer-i kerîmenin meali şftylc verilebilir;
Şâyct ona bir bela isabet ederse yüzü üzere dönen olarak dünyayı da, âhireti de
kaybetmiş olur.
[40] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/31-33.
[41] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/33.
[42] Buna göre bir önceki âyetin sonlarından itibaren
buyruk şöyle anlaşılabilir: İşte onun, ona dua etmesi (çağırması, ibadet
etmesi) haktan uzak sapıklığın tâ kendisidir. Andol-sun ki zarar vermesi, fayda
vermesinden daha yakın olan (o mabudlar) ne kötü bir yardımcıdır, ne kötü bir
arkadaştır!
[43] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/33-37.
[44] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/37.
[45] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/37-39.
[46] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/39.
[47] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/40-41.
[48] Bu cümleyi şöylece açabiliriz: "Görmedin mi"
anlamındaki fiil, lafzen âyetin başında yer almaktadır. Ondan sonra gelen cümle
mcPııldiir. Mcf ûl nasb ile gelir. Buradaki: "Bir çoğuna" anlamındaki
lafız da "vav" atıf edatı dolayısıyla ona, yani mansub olan cümleye
atf edilmiştir. Bu bakımdan onun da mansub -yani lafzen: "kesirlin"
değil de "kesi-ran" gelmesi gerekirken, niye gelmemiştir?
[49] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/41-43.
[50] Müslim, Tefsir 35; Buhâri, Mcğâzî 8, Tefsir 22. sûre
3; İbn Mâce, CiLıâd 29
[51] Buhâri, Meğizî 8, Tefsir 22. sûre 3
[52] Buhâri, Tefsir 50. sûre 1; Müslim, Ccnncr 34, 36;
Tirmizî, Sıfatu'I-Ccnnc 22; Müsned, II, 276, 314, 450, -Ebû Sait) cS-Hudrt
yoluyla-: III, 79.
[53] Bu yollarla gelen rivayetler az önce geçmişti;
kaynaklan da orada gösterilmişti.
[54] Tirmizİ, Sıfattı Cehennem 4; Müsntd, II, 374.
[55] Ebû Dâvûd, Sünnc 24; Mümed, IV, 296; kabir sualini
gerçekleştirecek meleklerin ve sorularına dair hadiste benzer ifadelerle.
[56] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/43-47.
[57] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/48.
[58] Müslim, Tahârc 40; Nesâî, Tahârc 109; Müstıed, II,
232, 371.
[59] Hadisi bu kuzla Ncsiî'de tcsbit edemedik. Bu manada
benzer rivayetler için bfc. Bukârî, Libâs 25;Müslim, Libâs 11, 21; Tirmizi,
Edcb l;İbnMâct, Libâs 16; Milsned, II, 166, 208, 209, 329, 337 ile bundan
sonraki notlarda gösterilecek yerler.
[60] Buhâri, Eşribc I; Müslim, Eşribe 77,78; Nesâi, Ejribc
45; Muvatta, Eşribe 11
[61] A. A. cl-Benna, Minhatu'l-Ma'bud fi Tertibi Müsnedit-Tayalisi
Bbû Dâvûd, I, 356.
[62] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/48-51.
[63] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/51-52.
[64] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/52.
[65] Burada da görüldüğü gibi mazi bir fiile müzari bir
fiil vav harfiyle atfedilin iştir. Çünkü bu özellikler iman edenlerin sürekti
özelliğidir.
[66] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/53.
[67] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 53-54.
[68] Dârakutnî, III, 58
[69] Dârakutni, III, 59
[70] Dârakutni, 111, 57
[71] Dûrakutnî, III, 57
[72] Ebû Dâvûd, Menâsik 89; Tirmizl, Hacc 51; İbn M&ce
Menâsik 52; Dârimi, Menâsik 87; Müsned, VI, 187, 207 l
[73] Müslim, Cihâd 86, Ebû Dâvûd, Haraç ve İmâre 25;
Müsned, II, 292.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/ 54-56.
[74] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 56-57.
[75] Ebû Dâvüd, Menâsik 89
[76] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 57-58.
[77] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 58.
[78] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 58-60.
[79] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 60.
[80] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 60-61.
[81] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 61-62.
[82] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 62.
[83] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 62.
[84] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 63-64.
[85] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 64-65.
[86] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 65.
[87] İbn Mâce, Menâsik 108. Hadis çeşitli bakımlardan
tenkid edilmiş ve zayıf olduğu belirtilmiştir. (Bk. Hadis ile ilgili zevâid
notu).
[88] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 65-66.
[89] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 66-67.
[90] Ebu Davud, Menâsik 45; Tirnüzî, Hacc 32; Nesâî,
Menâsik 122
[91] el-Heysemî, Mecmau'z-Zev&id, I, 103.
[92] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 67.
[93] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 68.
[94] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 68.
[95] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 68-69.
[96] Müslim, Edifû (Mesâcid) 14; Miisned, III, 294, 324,
349. Hadisi Tirmizfde tespit edemedik. Ancak merhum müfessirimizirı bandan
sonra Tirmizfden aktardığı bilgiieri Tirmi-y.î Fdâhf 12c!r ver alan el-Herâ b.
Âzib'den zikrettiği hadisten sonra kaydetmektedir.
[97] Buhâri, Edahi 1, 8; Müslim, Edâhi 4.
[98] Buhârî, Edâhî 1; Müslim, Edâhi 7.
[99] Buhâri, 'îydeyn 23; Müslim, Edâhî 4, 10, 11; ebû
Dâvûd, Edâhî 5; Nesâi, SalSuı4!-'îdeyn 8, 23. İbn AMi'l-Berr, el-îstizkâr, XV,
149 vd.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/69-70.
[100] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 70-71.
[101] Dâraku.tnî, IV, 275
[102] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 71-72.
[103] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 72.
[104] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 72.
[105] Buharî, Edâhi 16; Müslim, Edâhî 28, 33; Ebû Dûvûd,
Edâhî 9; Tirmizt, Edâhî 14; JVe-sâî, Dahâyâ 36, 37; Dirimi, Edâhî 6; Muvatta',
Dahâyâ 6-8; Müsned, IV, 15, V, 75, 76..., VI. 51.
[106] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 73.
[107] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 73.
[108] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 73-74.
[109] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 74.
[110] Ebû Dûvûd, Menâsik 18; Tirmizî, Hacc 71; îbn Mâce,
Menâsik 101. lîenzeri başka rivayetler için bk.: Müslim, Hacc 377, 378;
Müsned, 1, 217, IV, 64, 187, 238, V, 377.
[111] Müslim, Hacc 377, 378; Müsned, I, 217-
[112] Buharî, Muhsar 5, Meğâzî 35, Tıb 16; Müslim, Hacc
HO-86; Ebû D&vüd, Menâsik 42; Jürinizi, Hacc 107, Tefsir 2. sûre 21;
Nesâî, Menâsik 96; Muvatta, Hacc 237. 258; Müsntd, IV, 243.
[113] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 74-76.
[114] Müsned, 11,391
[115] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 76.
[116] Müslim, Edâhî 35; Ebû Dâvûd, Edâhi 11; D&rimî,
Etlâhi 6; Müsned. V, 277, 281.
[117] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 77.
[118] Temettu ve kıran haccı dolayısıyla kesilen kurbanlar,
kurban bayramı dolayısıyla kesilen kurbanlar olmayıp, hac ve umrenin birlikte
yapılması dolayısıyla kesilen şükür kurbanlarıdırlar.
[119] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 77.
[120] Müslim, Edâhî 2H; Ebû Dâvûd, Edâhi 10; Nesâi, Dahâyâ
37; Muvatta, Dahâya 7; Müs-ned, VI, 51.
[121] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 78.
[122] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 78.
[123] Buhârî, Edâhi 16; Müslim, Edâhî 25; Nesâl, Dahâyâ 35;
Müsned, I, 61, 70, 141.
[124] Müslim, Edâhî 27; Müsned, II, 81. SSHm'in açıklamasını
kayd etmeksizin yalnızca İbn Ömer'in rivayeti: Tirmizî, Etiâhî 13; Ne&âl,
Dahayâ 35; Müsned, ü, 16, 34, 37. Yalnız Salimin açıklaması: Müsned, II, 9
[125] Ebû Dâvûd, Edâhî 10; İbn Mâce, Edâhi 16 (kısmen);
Dârimî, Edâhî 6 (kısmen); Müsned, V, 75-76.
[126] Taberânî, el-Evsât, IV, 417.
[127] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 78-80.
[128] Buhârl, Cenâiz 37; Müslim, Vasiyye 5; Ebû Dâv&d,
Vesâyâ 2; Tirmizî, Vesâyâ 1; Mu-vatta, Vesâyâ 4, Mûsned, I, 172, 176, 179, Hz
Peygamber hu sözlerini, Sa'd b. Havle (ra)nin, hicret ettiği Mekke'de vefat
etmesi üîerine üzüntüsünü dile getirmek üzere söylemiştir.
[129] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 80.
[130] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 81-82.
[131] Müslim, Nezr 8; Bbu Dâvûd, Eymân 21, 22; Dâriml, Siyer
62, Nüzûr 3; Miisned, IV, 430, 434.
[132] Buhâri, Eymân 2e, 31; Ebû Dâvûd, Eymân 19; Tirmizî,
Nüzür 2; Nes&î, Eyman 27, 28; İbn. Mâce, Keffârât 16; Muvatta, Nüzûr i?,
Dârimt, Nüzûr 3; Müsned, VI, 36, 41, 224.
[133] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 82-83.
[134] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 83-84.
[135] Bu manadaki rivayetler için bk: Müslim, Mesâcid 1, 2;
Müsned, V, 150, 156, 157, İÖO, 166.
[136] Tirmizî, Tefsir 22. sûre 3
[137] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/84-86.
[138] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 86-87.
[139] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 87.
[140] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 87-88.
[141] Tirmizi, Tefsir 9. sûre 10.
[142] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 88.
[143] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 88-89.
[144] Ebü Dâvûd, Akcliye 15; Tirmizi, Şehâdât 3; Ibn Mâce,
Ahkâm 32; Müsned, IV, 178, 233, 321,322.
[145] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 89.
[146] Buhâri, Edeb 6; Müslim, İman 143; Tirmizi, Şehâdât 3,
Tefsir 4. sûre 5; Müsned, V, 36-37.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/89.
[147] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/90.
[148] Daha önce el-A'râf, 7/40. âyetin tefsirinde de kısmen
değinilen bu uzunca hadis için bk : Ebâ Dâvad, Sünne 23; Müsned, IV, 287,
295-6; Haktin, el-Müstedrek, I, 37-38.
[149] Peygamber (sav) Havz'ın başında iken, Havza gelmek
istedikleri halde melekler tarafından uzaklaştırılanları görecek ve:
"Bunlar benim ümmetimdendir niye onları uzak-laştınyorsunırz" diye
soracak; melekler kendisine: "Hunlar senden sonra dininizde değişiklikler
yaptılar'1 diyecekler. Peygamber (sav); bunun üzerine: "Benden sonra dinimde
değişiklik yapanlar benden uzak olsunlar, benden uzak olsunlar" diye
buyuracaktır. İBuhârî, Rikaak 53, Fiten 1; Müslim, Tahâre 39, Feciâil 26, 29;
İbn Mâce, Zühd 36; M,,,,nffn Tahâre 28:
Müsned. II. 300. 408; V, 333, 339)
[150] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 90.
[151] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 90-91.
[152] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 91.
[153] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 91.
[154] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 91-92.
[155] Müslim, UJrr 32; Tirmizî, liirr 18; Müsned, II, 277,
360, III, 135, 491, IV, 66, 69, V, 24, 25, 71, 379,381.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/92.
[156] Buhari, Hacc 102, 103, Edeh 95; Müslim, Hacc 373; Ebâ
Dâvüd, MenSsik 17; Tirmizl, Hacc 72; Nesâl, Menâsik 73-75; Müsned, III, 99.
[157] Müslim, Hacc 375; Ebû Dâuûd, Menâsîk 17; JVesâî,
Menâsik 76.
[158] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/92.
[159] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 93.
[160] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 93-94.
[161] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 94-95.
[162] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 95-96.
[163] Görüldüğü gibi burada knruyanlar kelimesinin sonundaki
"nün" da düşmüş; ondan sonraki kelime de nasb ile okunmuştur.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/96.
[164] Buhârî, Ftten 15; Müslim, Fedâil 134, 136, 137;
Müsned, III, 177.
[165] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/96-97.
[166] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 97-98.
[167] Ebû Dâvûd, Salât 74; İbn Mâce, İkametti s-salat 41;
Dârimi, Salüt 72; Müsned, IV, 92,
[168] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 98.
[169] Buhârî, Cumua 4; Müslim, Cumua 10; Ebû Dâvûd, Tahâre
217; Tirmizl, Cıımııa 6; Ne-sâî, Cumua 14; Muvatta, Cuımıa 1; Müsned, II, 462,
[170] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 98-99.
[171] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 99.
[172] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/ 100-101.
[173] Buhârî, Hacc 118; Müslim, Hacı 358; EbCt Dâvûd,
Menâsik 20; Dâriırû, Menâsik 70; Müsned, 11, 3, 86, 139
[174] Ebu Davud,
Menâsik 20
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/101-102.
[175] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/102.
[176] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/102.
[177] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/102-104.
[178] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/104.
[179] Arapça baskıy[ hazırlayanın da belirttiği gibi;
muzari'in (aynul-fi'linin yani birinci harfinin) meksûr gelmesi sözkonıısu
değildir; böyle bir kullanıma sözlüklerde işaret edilmemektedir. Mazisinin
aynu'l-fi'li (ikinci harfi) kesreli, muzâri"inde fethaiı kullanım ise,
merhum müfessirin de belirttiği gibi dilenmek fiili için sozkonusudur. Yine
baskıyı hazırlayanın belittiği gibi, yazma nüshalar arasında birbirini
tutmayan farklılıklar da vardır.
[180] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/104-105.
[181] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
12/105-106.
[182] Buhâri, Bed'u'l-Vahy 1, İman 41, Nikah 5...; MUslim,
Imâre 155; Ebû Dâvûd. Talâk 11;
Tirmizî, Fedâilu'l-ahâd 16; Nesâİ, Tahâre 59, Talâk 24; îbnMfee, Ztthd
26; Müsned, I, 25, 43.
[183] Yani, o etler Allah'» sısla ulanmaz...
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/106.
[184] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/106.
[185] Buharı, Edâhî % 13, 14; Müslim, Eclâlıî 17, !«;
Tirtrüzl, Edâhî 2; Nesât, Dahâya 14, 29, 30. 31; îbnMâce, Ectflhî 1, 13; Dâriml,
Edâhî 1; Müsned, 111, 115, 170, 183, 1H9, 211, 222, 255, 279
[186] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/106-107.
[187] Müslim, Edâhî 19; Ebû Dâvûd, Edâhî 4; Müsned, VI
7<S.
[188] Ebû Dâvûd. Edâhî 4; lbn Mâce, Edâhî 1
[189] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/107-108.
[190] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/108.
[191] Buhârî, Edeb 99; Müslim Edep, 8-10, 16; EbüDâcûd,
Cihâd 150; İbn Mâce, Cihâd 42; Dârimİ, Buyu 11; Müsned, II, 49, 70, III, 7, 46,
61, 64
[192] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/108-109.
[193] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/109.
[194] Tirmizî, Tefsir 22. sûre; Nesûi, Cihâd 1; Müsned, 1,
216
[195] Tirmizî, Tefsir 22. sûre 4
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/110.
[196] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/110-111.
[197] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/111.
[198] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/111-112.
[199] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/112.
[200] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/112-113.
[201] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/113-114.
[202] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/114.
[203] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/114-116.
[204] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/116.
[205] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/116.
[206] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/117.
[207] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/118.
[208] el-Ferrâ, Meâni'l-Kur'ân, 11, 228'cle bu kanaatini
açıklamaktadır. Ancak açıklamaları bun dan ibaret değildir. İfadelerinden,
böyle bir atfın manayı da etkileyeci bir atıf olarak görmediği
anlaşılmaktadır. Çünkü manayı da kapsayan hir atıf olarak kabul eclilir.se, doğrusu
pek tutarls bir mana, ortaya çıkmamaktadır. O bakımdan: "... fakat (lafız)
bir birine tabi kılınmak sureliyle atıf yapılmıştır1" demetedir.
[209] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/119-123.
[210] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/123-124.
[211] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/124-125.
[212] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/125.
[213] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/125-126.
[214] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/127.
[215] Ömer (ra) bir cum;ı günt) hutbe irad ederken, orada:
"Ey Sâriye dağa yönel, dağa" diye seslenmiş. Namazdan sonra bu durum
kendisine hatırlaulınca şöyle açıklamış: "Müşriklerin kardeşlerimizi
bozguna uğratmak [izere oklukları içime doğdu. O sırada kardeşleriniz bir dağin
yakınından geçiyorlardı. Dağa .sığınırlarsa kurtulacaklarını anladım, lîcn de
o işittiğiniz sözleri söyledim."
Sözü geçen Sâriye h. Zuneymîn kumandanlık ettiği bu savaşta,
müslümanlann zaferi kazandıklarına dair haber, Medine'ye bu olaydan bir ay
sonra ulaştı. Ömer (ra)in sözlerini söylediği aynı gün ve saatte onun sesine
benzer bir sesin kendilerine böylece seslendiğini duyduklarını belirttiler.
(İlınıTl-Esîr, Vsdu'l-öabe, II, 154),
[216] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/127.
[217] Müsned, V, 178 ve 179 (Ebu Zer'den) 266 (Ebû Hmâme
el-Bâhili'den)
[218] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/128.
[219] Kadı İyâd, eş-Şifâ, II, 116-131.
[220] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/128-136.
[221] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/136.
[222] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/136-137.
[223] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/137-138.
[224] Buhârî, Meğâzî 9, 46, Tefsir 60. sûre 1, Edeb 74,
İstitâbetıı'l-murteddin 9, Cihâd 141; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe Kil; Ebû DûvCtd,
Cihâd 98, Sünne 8; Tirmizi, Tefsir 60. sûre 1; D&rimî, Rikaak 48; Müsned,
I, 80, 105, 331. II. 109, III, 350.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/138-139.
[225] Buhârt, Cihâd 63; Müslim, İmâre 160; EbûDâvûd, Cihâd
9; Tirmizİ, Fedâilu'l-Cthâd 15, Nesâî. Cihâd 40; İbn Mâce, Cihâd 10; Dârimî,
Cihâd 29; Muvatta, Cihld 39; Müsned, VI, 361, 423.
[226] Müsned, IV, 36
[227] Ebû Dâuûd, Vitr 12; Nesûi, Zekât 49; Ebn Mâce, Cihâd 15;
Dârimt, Saiât 135, Cihâd 3; Müsned, II, 191, III, 300, 302, 346, 391, 412, IV,
114, 385, V, 265. (Bazılarında: Hangi cihâd, bazılarında: Hangi öldürülme....
şeklinde!
[228] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/139-141.
[229] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/141-142.
[230] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/142-143.
[231] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/143.
[232] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/144-145.
[233] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/145.
[234] Buna göre âyetin anlarm şöyle olur- Görmedin mi Ailah
yerde olanları emrinize vermiştir. Gemiler de O'nun emriyle denizde akıp
gitmektedir.
[235] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/145-146.
[236] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/146-147.
[237] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/147-148.
[238] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
12/148-149.
[239] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/149.
[240] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/149.
[241] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/150.
[242] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/150-151.
[243] Îbnul-Esîr, en-Nikâye, II, 154.
[244] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/151-153.
[245] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/153-154.
[246] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/154.
[247] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/155.
[248] Müsned, IV, 338, V, 32
[249] Tirmizi, Fedâilu'l-Cihâd 2; Müsned, VI, 20-22.
[250] Müsned, V, 251, 256. Aynı manayı vurgulayan başka
rivayetler: Ebû D&vûd, Melâhim 17; Nesâl, liey'at 37; İbn Mâce, Fiten 20;
Müsned, II!, 19. 61, IV, 314, 315.
[251] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/155-157.
[252] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/157.
[253] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/157.
[254] Ebû Dâvûd, Savm 5; Tirmizî, Savm 11; İbn M6.ce, Siyam
9; Dârakutnî, II, 163
[255] Buhâri, Um 23, 24; Hacc 125, 131; Müslim, Hacc 327,
331; Ebû Dâvûd, Menâsik 78, 87; Tirmigî, Hacc 45, 76; İbn Mâce, Menâsik 74;
Ebû, Dâvûd, Menâsik 65; Muvatta, Menâsik 242; Müsned, II. 159, l60T 192...,
III, 326, 3B5-
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/157-158.
[256] Mesela el-Bakara, 2/3. âyet, 4. başlık ve devamı;
2/43. âyet, 1-4. haslıklar; Al-i İmran, 3/101. âyet... geçmiş bulunmaktadır.
[257] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/158-159.